hayat kitabı kuran gerekçeli meal ön sözü

Transkript

hayat kitabı kuran gerekçeli meal ön sözü
BAKARA SÛRESİ
Nuzul 94 / Mushaf 2
Surenin Adı:
Adını 67-73. âyetler arasındaki temsili kıssadan alır. Bakara ‘’inek’2 demektir.
Bu kıssa, İsrailoğullarının faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için kurban ettikleri ineğin kıssasıdır.
Esasen bu inek, İsrailoğullarının gönlünde yatan Mısır tanrılarını temsil ediyordu. İsrailoğullarından kurban
etmeleri istenen şey, gerçekte kalplerine sevgisini içirdikleri düşmanlarının bu sahte tanrılarıydı.
Bu sure, bir hadiste “Bakara sûresi” olarak anılır (Müslim, Musafirin 212).
Allah Rasulü sûreyi “Kur’an’ın Zirvesi” (Senâmu’l-Kur’an) olarak da adlandırır (Müstedrek).
Surenin Nuzul Yeri ve Zamanı:
Hicretin ilk yılında nâzil olmaya başlamıştır.

Zira orucu farz kılan âyet bu sûrededir.
Hz. Aişe, bu sûrenin indiği sırada Rasulullah’ın hanesinde olduğunu söyler. Onun hicrî 1. yılın şevval ayında
gelin olup dokuz yılını Rasulullah’la geçirdiğini biliyoruz.

Bakara’yı Medine’de indirilen ilk sûre sayanlar çoğunluktadır.
MEDİNE
1
MEDİNE
İniş süreci en az beş yıl sürmüştür.
Bu süreyi altı, hatta hac âyetlerinden dolayı sekiz yıla çıkarmak mümkündür.
İbn Abbas’tan nakledilen iki görüşten birine göre 281. âyet Kur’an’dan son inen âyettir ve Veda Haccı’nda
inmiştir.
İlk nüzûl tertipleri sûreyi Mutaffifin-Enfâl arasına yerleştirirlerse de, bu yer pek isabetli görünmemektedir.
Surenin Konusu:
Sûrede ağırlıklı tema beş kelimeyle özetlenebilir:
1) İtikad;
2) Samimiyet;
3) İbadet;
4) Nübüvvet;
5) Yahudileşme.

Ey hidayet isteyen: İşte bu kitap istediğin hidayettir!
Fâtiha’daki “Bizi yönelt dosdoğru yola ” çağrısına cevap bu sûrenin ilk âyetiyle verilir.
Adeta bununla söylenen şudur;




Kulum! Sen hidayet mi istiyorsun?
İşte Kur’an, senin duana inmiş bir icabettir.
Hidayetin ta kendisidir.
İlahi bir rehberliktir.
2



Bu rehber eşliğinde hayat yolculuğunu sürdür.
Eğer böyle yaparsan yolun sonu cennete çıkar.
Yapmasan yolunu kaybedersin. Dalalete düşersin.
Elinde Kur’an gibi bir hidayet rehberi olup da hidayeti başka yerde arayan, ya da elinde tuttuğu Kur’an’ın
hidayet talebine icabet olduğunu görmezden gelip de hala Allah’tan hidayet talebinde bulunan kimsenin durumu,
billur gibi bir su kaynağının kenarında oturup da susuzluktan kavrulan adamın durumu gibidir.
Yine Fâtiha’nın sonundaki “gazaba uğrayanlar”a, Yahudileşen İsrailoğulları ve Yahudileşme süreci, bu sûrede
örnek olarak sunulur.
Kur’an’ın en uzun sûresi olan Bakara, aynı zamanda Kur’an’ın fihristi niteliğindedir.
“Yedi uzun” sûreden birincisidir.
Mushaf’ta Fâtiha’dan hemen sonra yer alması uzunluğundan dolayı değil, içeriğinden dolayıdır. 116 âyetini
İsrâiloğullarının yahudileşme macerasına ayırarak, bu ümmeti bekleyen en büyük tehlikeye dikkat çeker.
6 ve 7. âyetleri hariç, tamamıyla inanan ya da inanmış görünenlere seslenir.



Mü’minlere ilişkin beş,
Kâfirlere ilişkin iki,
Münafıklara ilişkin yirmi iki âyet yer alır.
Tevbe ile adam olmak, hased ile Şeytan olmak
Ardından gelen 30-39. ayetler arasında Âdem-İblis kıssası anlatılır.
Kıssanın tarafları olan;


Âdem, günahını itiraf edip adam olmanın sembolü,
İblis, günahını savunup şeytan olmanın sembolüdür.
Kıssada Adem ve Şeytan üzerinden, hatayı bilmek ve hatayı savunmak ele alınır.
Verilen mesaj açıktır;


Ademoğlundan Allah hatasızlık beklememektedir.
Adem’in geçici cennetinde bile imtihan ağacı varsa, cennet olmayan dünya hayatı baştan sona imtihan
ağaçlarıyla doludur.



Adem; Ademoğlunu,
Yasak Ağaç; Allah’ın insan için çizdiği sınırları,
Şeytan; ayartıcı güdüleri temsil etmektedir.
Kıssanın verdiği müjde; daima tevbe kapısının açık olmasıdır. Allah’ın insandan beklediği şey, hatasını itiraf
edip affına yönelmesidir.
Bir diğer kıssa Musa ve İsrailoğullarıdır.
Sûrede kıssaları anlatılan Âdem ve Musa arasında ortak bir yön vardır:


Birincisi ilâhî yasağı çiğneyerek günah işler ve tevbe edip yitirdiği cenneti yeniden bulur,
İkincisi elinden bir kaza cinayeti çıkar ve tevbesi ona bir “yed-i beyza” kazandırır.

Bakara Suresinin Mesajı; Yahudileşmeyin.
3
Bu bölümde, Müslüman İsrailoğullarının Yahudileşme serüveni dile gelir.
Bununla verilen mesaj açıktır;



Ey Ümmeti Muhammed!
Yahudileşmek sadece İsrailoğullarına has değildir.
Yahudileşmek istemiyorsanız, onları Yahudileştiren hususlardan sakının.
İsrailoğullarını Yahudileştiren hususlar;








































Allh’a verdikleri sözde durmadılar, sözlerinden döndüler (40,64).
Allah’ın ayetlerini, dünya menfaatleri karşılığında takas ettiler, dini törenleştirdiler (41,177)
Hakkı batılla karıştırdılar (42)
İbadetleri istikametinden saptırdılar (43)
Kazandıklarını paylaşmak istemediler (43)
Allah’ın emirlerine boyun eğmediler, yasaklarını çiğnediler (43,65)
Diğer insanlara erdemli olmayı öğütlerken kendileri terk ettiler (44)
Akıllarını kullanmadılar (44)
Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere nankörlük ettiler (47)
Allah nezdinde ayrıcalıklı oldukları zehabına kapıldılar (48,80)
Düşmanlarına, onların tanrılarına gönül verecek kadar hayran oldular (54,92)
Allah’ı yardımı ve mucizeleri ile gördükleri halde gözleriyle görmek istediler (55)
Nimetlere nankörlük ederek kendi nefislerine zulmettiler (57)
Hakikati kelimelere, elieleri de kelime oyunlarına kurban ettiler. (59)
Yaşadıkları topraklarda hep fesat, savaş, kargaşa ve fitne çıkardılar (60)
İman ve özgürlüğe, soğan ve sarımsağı tercih edecek kadar damaklarına taptılar (61)
Allah’ın musibetler ve nimetler üzerinden verdiği mesajlara gözlerini apadılar (61)
Peygambrleri yalanladılar, hakaet ettiler, saldırdılar, öldürdüler (61,87)
İlahi emirleri, maksatlarına bakarak uygulayacakları yerde detaylara boğarak sulandırdılar (67-74)
Adaleti herkese eşit uygulamak yerine adamına göre muamele ettiler (72,178)
Allah’ın kelamını bile bile tahrif ettiler (75)
İki yüzlülüğü din haline getirdiler (76)
Allah’ın kitabını göz ardı ederken, elleriyle yazdıklarına Allah’ın kitabı muamelesi yaptılar (79)
İç ihtilafları tefrikaya, tefrikayı da kan davasına dönüştürerek birbirlerinin boğazına sarıldılar (84)
Dostlarına düşman muamelesi yaptılar (85)
Kendi inanç köklerini tasdik eden bir vahiy geldiği halde, ırkçılık saikıyla inkar ettiler (89,91)
Hakikatı kıskandılar, kendilerine gelmeyen hakikate düşman oldular (90)
Kişiliklerini sattılar (90,102)
Allah’ın indirdiğine inanın denildiğinde, biz sadece kendimize indirilene inanırız dediler (91)
Vahyi hayata uygulayın denilince dıştan itaat eder gibi göründüler, içten isyan ettiler (93)
Önce inançları bozuldu, sonra eylemleri bozuldu (93)
Ahiret’te kendilerine özel muamele yapılacağı zehabına kapıldılar (94)
Dünyevileştiler, dünya hayatına aşırı bir arzuyla sarıldılar (96)
Sadece Hz Muhammed’e değil ona vahiy getiren Cebrail’e bile düşman oldular (98)
Hz Musa’ya gelen vahyin son sürümü olan Kur’an vahyine sırt döndüler (101)
Peygamberlerine ve iyilere karşı tarih boyunca hep örgütlü hile, tuzak, entrika, sihir ve büyü peşinde
koştular (102)
Kelimeler ile oynadılar, sözü eğip büktüler, dili tahrif ettiler (104)
Uyanık geçinmelerine rağmen imanı verip karşılığında küfrü aldılar (108)
Sadece kendilerinin inarıyla yetinmediler, ü’minleri de saptırmak için çalıştılar (109)
Yahudi olmayanlar cennete giremeyecek diyerek, Hakikate mensubiyeti değil cemaate mensubiyeti hakkın
ölçüsü bildiler (111)
Sûrede erdemin dört dörtlük bir tanımı yapılır (177). Gerçek erdemin tüm vahiylerin kaynağındaki hakikat
olduğu vurgulanır.
4
Sûrede, İslâm’ın ahlâk sistemi bir dip akıntısı gibi her âyetin altından akar.
Bu ahlâk sistemini toplumda yerleştirmek ve korumak için konulan kurallar sayılır.
Bunlardan bazıları;












Gıda güvenliği ve helalliği (168-173),
Cinayet suçunun cezası,
Varise vasiyet konusu
İnsanlıkla yaşıt olan islamın doğrularından biri olan oruç,
Savaş hukuku,
Hac ibadeti,
İçkinin zararı,
İnfakın yararı,
Yetimlerin gözetilmesi,
Kadınların ay hali,
Allah adına yapılan yeminler,
Boşanma hukukudur.
Tüm bunların ardından Ayete’l Kursi ile konu Allah’a getiriliyor.
Esasen her türlü sapmanın özünde Allah tasavvurundaki sapma yatar.
Uyumayan ve unutmayan bir Allah inancına davet vardır. Allah’ı uyutmak ve O’na unutturmak isteyenlere bir
cevap niteliğindedir.
Tüm bunlara ramen Allah’ın insan iradesine saygılı olduğu dile getirilmektedir. İman, insanın özgür iradesine
dayanmalıdır (256)
Sure, bir dua ile son bulmaktadır.
‘’Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme’’ duası, doğrudan İsrailoğullarına bir gönderme
olsa gerekir.
5
‫ه‬
‫ّللا الرَّ حْ هم ِن الرَّحٖ ِيم‬
ِ ٰ ‫ِبسْ ِم‬
RAHMÂN RAHÎM ALLAH’IN ADIYLA
﴾١﴿ ‫الم‬
1 Elif-Lâm-Mîm!(1)
(1) Bu harfler, Allah Rasulü’nün vahyi bir tek harfini bile zayi etmeden ilettiğinin lafzî şahididirler.
Ünlem, Mukatta‘ât’ın “dikkat çekme” işlevine binaen konulmuştur. (Ayrıntı için iniş sürecinde ilk geçtiği
Kalem 1’in ilk notuna bkz).
(Nuzul 7 / Mushaf 68 : Kalem 1 Aşağıdadır.)
ُ ْ‫طرُونَ ن َو ْال َقلَم َومَا يَس‬
ُ ْ‫ن َو ْال َقلَم َومَا يَس‬
﴾١﴿ َ‫طرُون‬
ِ
ِ
1 Nûn…(1) KALEME ve (onun) yazdıklarına yemin olsun! (2)
(1) Kur’an’ın iniş sürecinde mukatta‘ât (veya fevâtih) adı verilen harflerin yer aldığı ilk sûre.
Taha ve Yâsîn ihtilaflı olmakla birlikte, 29 sûrenin başında, harf sayısı itibarıyla 1’den 5’liye kadar değişen ve Arap alfabesinin yarısı olan
14 çeşit harften oluşan bu harfler hakkında 40’a yakın görüş vardır.







Yahudiler ebced hesabına yorup ümmetin yaşını hesap etmişlerdir.
Bunların sembol olduğunu söyleyenler, neyin sembolü olduğu konusunda farklılaşmışlardır.
İbn Abbas Allah’ın en büyük ismi olduğunu düşünür, ancak “nasıl telif edileceğini ben de bilmiyorum” der.
“İlâhî esmanın, meleklerin, peygamberlerin, başında geldiği sûrelerin sembolüdür” diyenler olmuştur.
Bunların uyarı olduğunu söyleyenler de ikiye ayrılmıştır. Mesela Ebu Hayyan müşrikleri uyardığını söylerken, Râzî, vahye hazırlık
babında Hz. Peygamber’i uyardığını söyler.
İbn Hazm, Kur’an’da tek müteşabih’in mukatta‘at olduğunu söyler.
Hz. Ebubekir’e göre, Allah’ın Kur’an’daki sırrıdır.
Arapların bu harfleri inkar ettiğine dair bir bilgi ulaşmadığına göre, bilinen bir işleve sahip olduğu düşünülmelidir. Kaldı ki Kur’an’da
‘anlam dışı’ hiçbir şey bulunmamaktadır. Tutarlı bir yoruma göre, bu harflerin başında geldiği sûreler Kur’an’dan söz ederler. Ne ki
Meryem, Ankebût ve Rûm bunun istisnasıdır. Kaldı ki başında Kur’an’dan söz ettiği halde mukatta‘atla başlamayan bir çok sûre vardır.
Müberred, Ferrâ, Kurtubî, Taberî, Zemahşerî, İbn Teymiyye, İbn Kesir gibi bir çok otoriteye göre harfler Kur’an’ın mucize oluşunu ifade
eder.
Zımnen; “Kur’an kimsenin benzerini getiremeyeceği bir mucizedir, ilâhi kelamdır. Eğer değil diyorsanız, işte harfler elinizde, haydi bu
harflerle siz de benzerini getirin” anlamına gelir. Fakat, Kur’an bu meydan okumayı zaten açık ve net olarak bir çok yerde yapmıştır (Bakara:
23; Yûnus: 38; Hûd: 13; İsra: 88; Tûr: 34). Böylesine üstü kapalı bir yöntem, “meydan okuma” (tahaddi) kavramıyla pek de mütenasip
durmaz (Ayrıntılı bir tahlil için bkz. Aişe Abdurrahmân, el-İ‘câz, s. 139-179).
Nûn’a “hokka, cennet nehri, nurdan bir levha, büyük balık” mânası verenler de olmuştur. Ayrıca nûn, “kılıcın keskin ağzı”na denir. Bu
takdirde nûn ve’l-kalem, “kılıç ve kaleme yemin olsun” anlamına gelir. Kalem ile benzerliğinden dolayı, “hokka” şıkkı diğerlerine tercih
edilir. Görüldüğü gibi bu harflere dair yorumların sonu gelmeyecektir.
Fakat bizce bu harfler, Hz. Peygamber’in vahyin bir tek harfini bile zayi etmeden aktardığının yaşayan belgesi olarak orada durmaktadır.
(2) Kalem, söz ile yazı arasındaki elçidir.
Tıpkı hatip ile muhatap arasında hitabı taşıyan elçi/peygamber gibi, kalem de kelamın elçisidir.
İlk inen ‘Alak 4-5’te olduğu gibi, burada da Hz. Peygamber’in dikkati “kaleme” ve “yazıya” çekilmektedir.
Bununla, sözlü kültürün mensubu olan Peygamber’e, vahyi kayıt altına aldırarak mü’minleri yazılı kültüre taşıma misyonu yüklenmektedir.
Hz. Peygamber’in vahyi yazdırması, bu mesajın gereğidir. Zaten, üzerine yemin edilerek belirlilik takısıyla gelen kalem “vahyi yazan
kalem”, “yazdıkları” ise “vahiy”dir.
Bu mukatta‘â harfleriyle başlayan sûrelerin ortak vasfının, vahye atıf olduğu yorumu da uygundur.
﴾٢﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ْب فٖ ي ِه ُه ًدى ل ِْل ُم َّتق‬
َ ‫ك ْال ِك َتابُ ََل َري‬
َ ‫هذ ِل‬
2 İŞTE kendisi hakkında hiçbir kuşkuya yer olmayan(2) bu ilâhî kelam, takvâ sahipleri(3) için bir hidayet
rehberidir;(4)
6
(2) “Kuşku”nun (rayb) niteliği konusunda iki ihtimal var:
1) Kur’an’ın işleviyle ilgilidir ve “Muttakiler için hidayet olduğunda şüphe yok” anlamına gelir.
2) Kur’an’ın mahiyetiyle ilgilidir ve bu sûrenin 23. âyetindeki meydan okuma buna bir karşılıktır.
Bizce kuşku vahyin kaynağına yöneliktir. Bu ise yalnız vahyin muhatabı olan Peygamber’e değil, aynı zamanda
vahyin sahibi olan Allah’a da bir iftiradır (Rayb için bkz. Tevbe: 110. şekk ile farkı için bkz. Sebe’: 54).
(3) Takvâ tek bir sözcükle karşılanamayacak merkezi bir kavramdır (İlk geçtiği şems: 8’in notuna bkz).
Japon alim T. İzutsu’nun takvâ’nın anlamına dair yaptığı semantik kazı, kendisini “sorumluluk” kavramına
ulaştırmıştı. Bu isabetli yorum, daha sonraki çalışmalarda benimsendi.
Biz takvâ’yı, Allah’a izafetle kullanıldığında “Allah’a karşı sorumluluk bilinci” ile, yalın olarak kullanıldığında
“sorumluluk bilinci” ile karşıladık.
Bazen de orijinal hâliyle bıraktık. Bunu sadece cümlenin akışı ve dil estetiği açısından değil, kavramın bağlama
göre değişen vurguları sebebiyle tercih ettik.
Aslında takvâ ilâhî fıtratın bilinçteki tezahürüdür.

Kişi kendine emanet edilen fıtratını ne kadar korursa takvâya da o kadar yakın olur.
Bu yüzdendir ki takvâ adında somutlaşan sorumluluk bilinci, emanet ve borçluluk bilincini içerir.



Kişide emanet üzerine titreme hissi bir seviyeyi aşınca, bu emanetin sahibine borçluluk duygusunu tetikler.
Bu da doğrudan alacaklının kimliğini meraka yöneltir.
Nihayet merak arayışa arayış da bir seviyeyi aşınca hidayete götürür.
“Muttakiler için hidayettir”in açıklaması işte budur.
(4) “Muttakiler için hidayettir” anlamındaki huden li’l-muttakîn’i “hidayete erenler için takvâ kaynağıdır”
anlamına gelen takven li’l-muhtedîn gibi anlamamak gerekir.
İbarede “hidayet takvânın değil, takvâ hidayetin altyapısı olarak sunulmaktadır.

Yani takvâ hidayetin sebebi, hidayet takvânın sonucudur.
Bunu anlamak için “Kitap nedir iman nedir bilmeyen” (Şurâ: 52) Allah Rasulü’nün “muhteşem bir ahlâk üzere”
(Kalem: 4) oluşunu hatırlamak gerekir.
Hidayetten önceki takvâ “sorumluluk ahlâkı”dır (krş. Beled: 17).
Temelde “sorumlu davranış” mânasına gelen ‘sâlih amel’, işte böyle bir ahlâktan neşet eder.
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 110 Aşağıdadır.)
ٰ ‫وب ِه ْم ا ََِّل اَنْ َت َق َّطعَ قُلُو ُب ُه ْم َو ه‬
﴾١١١﴿ ‫ّللا ُ عَ لٖي ٌم حَ كٖ ي ٌم‬
ِ ُ‫اَريب ًَةَفٖ ى قُل‬
ٖ ‫ََل ي ََزا ُل ُب ْنيَا ُن ُه ُم الَّذٖ ى َبََن ْو‬
110 Yüreklerindeki kuşku(140) (uçurumu) üzerine inşa ettikleri (hayat) binası, ancak yüreklerini paramparça edinceye kadar
dayanacaktır.(141) Allah, hem (onların bu halini) bilen, hem de hikmeti gereği (buna izin veren)dir.
(140) Rîbe’nin türetildiği rayb “kuşku” anlamına gelir. Benzer mânadaki (fakat aynı değil) şekk’ten daha kapsamlıdır. şekk, yakîn’in karşıtı
olarak kullanılır (Bir karşılaştırma için bkz. Sebe’: 54, not 5).
Fakat rayb, “korkuyu” da içeren bir kuşkudur. İbn Fâris, rîbe’nin bu anlamını delillendirirken, umduğunu elde edememe ya da kuşkusunda
haksız çıkma korkusuna dikkat çeker (Mekâyîs). Bu âyette, ikiyüzlünün tüm amellerini tam da böyle bir “korkulu kuşku” temeli üzerine bina
ettiği sembolik bir dille anlatılıyor. Bu, “Ya yıkılırsa?” korkusu…
(141) Bir önceki âyette yapılan benzetmenin zorunlu sonucunun, ancak böyle bir tercümeyle hedef dile aktarılabileceği kanısındayız.
7
(Nuzul 76 / Mushaf 34 : Sebe 54 Aşağıdadır.)
﴾٤٥﴿ ‫ب‬
ٍ ‫ك م ُٖري‬
ٍّ ‫َاعِه ْم مِنْ َق ْب ُل ِا َّن ُه ْم َكا ُنوا فٖ ى َش‬
ِ ‫َوحٖ ي َل َب ْي َن ُه ْم َو َبيْنَ مَا َي ْش َتهُونَ َكمَا فُ ِع َل ِبا َ ْشي‬
54 Artık kendileriyle arzu ve özlemleri arasına bir set çekilmiştir; tıpkı kendilerinden önce geçip gitmiş kafadarlarına yapıldığı gibi: çünkü
ötekiler de korku ve endişeyle karışık bir kuşku içinde (helâk) olup gitmişlerdi.(70)
(70) şekk ve murîb’in birlikte aynı âyette kullanılması ikisinin eş anlamlı olduğunu söyleyenleri reddeder. Bu farkı korumak için tüm
çevirimiz boyunca;
Şekk’i “şüphe”
Rayb’ı “kuşku” olarak çevirmeye özen gösterdik.
Şekk “birbirine girdirmek” kökünden türetilmiştir. Yakîn’in karşıtıdır. Daha çok seçememekten dolayı karıştırmaya delalet eder. Ayırdına
varmamakla alâkalıdır.
Rayb Kur’an’da geldiği 17 yerde de “yeniden diriliş” ve “âhiret” bağlamında kullanılmıştır. İçinde “ya öyleyse” endişesi bulunan kaygılı ve
korkulu şüphedir. Âhiret bağlamında bu, “ya öldükten sonra bir hayat varsa” endişesine tekabül eder.
Benzetme yapacak olursak:
Şekk ufukta görülen belli belirsiz bir karaltı hakkında duyulan histir. Karaltı gibi görülen şey, aslı faslı olmayan bir yanılsama da olabilir,
olmayabilir de. Eğer aslı varsa dost da olabilir düşman da, taş da olabilir insan da...
Rayb bakmaya gidenin geri dönmediği gizemli bir dağın arkası hakkında duyulan his gibidir. Endişeli bir kuşkudur.
(Nuzul 28/ Mushaf 91 : Şems 8 Aşağıdadır.)
﴾٨﴿ ‫َفا َ ْل َه َمهَا فُجُورَ هَا َو َت ْق هويهَا‬
8 Ve nihayet insan benliğine iyiyi ve kötüyü tanıyıp sorumsuz ve sorumlu davranma yeteneğini (8) yerleştiren (şahit olsun) ki:
(8) Takvâ’nın muhtemelen iniş sürecinde ilk kullanıldığı yer burasıdır.
Kök mânası, “biri diğerine zarar veren iki şey arasına engel koyarak zarar göreni zarar verenden korumak” demektir.
İttekâ bi-teresihi “kalkanıyla kendini korudu/sakındı” denilir. Bir sahabi, savaşın en şiddetli anında Allah Rasulü’nün ardına sığınarak
korunduklarını ittekaynâ bi-rasûlillah cümlesiyle dile getirir.
Hz. Peygamber takvâ’yı şöyle açıklar:










Birbirinize haset etmeyiniz!
Kendiniz almak istemediğiniz halde diğerini zarara sokmak için bir malı methedip fiyatını arttırmayınız!
Birbirinize buğzetmeyiniz!
Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyiniz!
Sizden bazılarınız diğer bazılarınız üzerine alışverişe girişmesin!
Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz!
Müslüman müslümanın kardeşidir.
Müslüman müslümana zulmetmez.
Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz.
Onu hor ve hakir görmez. Takvâ işte budur/buradadır.”
Rasulullah “takvâ işte buradadır” sözünü üç defa tekrarladı ve her seferinde eliyle göğsünü gösterdi.” (Müslim, Birr 32).
Bu hadis ekonomik, sosyal, ahlâkî, dinî ve siyasal her alanda tavsiyeler içermektedir. Nebi bunların tümünü takvâ başlığı altında ele
alabilmektedir. Bu da bizi “insanı sorumlu hareket etmeye götüren sorumluluk bilinci” tarifine ulaştırır.
(Nuzul 37 / Mushaf 90 : Beled 17 Aşağıdadır.)
ْ ‫صب ِْر َو َت َو‬
﴾١١﴿ ‫اصَوا بِ ْالمَرْ حَ َم ِة‬
َّ ‫ُث َّم َكانَ مِنَ الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َو َتوَ اصَ ْوا بِال‬
17 Daha sonra (16) iman edenlerden olmak ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmektir.(17)
(16) Bazı müfessirlerimiz summe’yi asli anlamından çıkarırlar. Oysa ki buna gerek yoktur. Huden li’l-muttakin’de (Bakara: 2) ifadesini
bulan hidayetten önceki takvâ, nasıl “sorumluluk ahlâkıysa”, burada imandan önce sayılanlar da benzer bir hakikatin ifadesidir. Bu
davranışlar kişiyi imanın kapısına getirecektir. Özgürlüğe kavuşturma, açları doyurma, yetimi ve düşkünü gözetme gibi temel ahlâkî
sorumlulukları yerine getirmeyen hem imanın ahlâkî zeminini inşa etmemiş, hem de iyiliği emr ve kötülükten sakındırma aşamasına
gelmemiş demektir.
8
(17) Bir ahlâkî davranışın temeli iman olursa, ancak o zaman o davranışın sahibi Allah’tan âhirette ödül bekleyebilir.

İnanmadığı bir dünyada karşılık bulmak, yatırmadığı bir hesaptan para talep etmek kadar abestir.
﴾٣﴿ ‫ون‬
ِ ‫ون ِب ْال َغ ْي‬
َ ُ‫ُون الص هَّلو َة َو ِممَّا َر َز ْق َنا ُه ْم ُي ْن ِفق‬
َ ‫ب َويُقٖ يم‬
َ ‫ين ي ُْؤ ِم ُن‬
َ ٖ‫اَلَّذ‬
3 O hidayete erenler ki,



idraki aşan hakikatlere bütünüyle iman ederler (5),
namazı istikamet üzre kılarlar,(6)
kendilerine sürekli lutfettiğimiz şeylerden (ihtiyaç sahiplerine) harcarlar; (7)
(5) Veya: “onlar Allah’a başkalarının yanında olduğu gibi yalnız başlarına kaldıklarında da iman ederler”.
Ebu Müslim buradaki ğayb’ın tıpkı Yusuf sûresinin 52. âyetinde kullanıldığı anlamda mü’minlerin sıfatı
olduğunu savunmuştur. Onların 14. âyetteki münafıklar gibi hareket etmedikleri vurgulanmıştır. Ona göre 4. âyet
zaten ğayb kategorisini içermektedir. Ebu Müslim’i teyit eden bir husus da 48 yerde kullanılan ğayb’ın başka
hiçbir yerde yu’minune bi şeklinde gelmemesidir (Benzer kullanım için bkz. Yâsîn: 11 ve Kâf: 33).
Gayba iman ruhun kaynağına bağlılıktır. Bu bağı koparan maddeye esir olur. Ruhunu hayat gemisine kaptan
yapan, kopacak tufandan niçin korksun?
(6) Yukîmu fiilini salât teriminin 23 yıllık nüzûl sürecinde zenginleşerek seyreden yapısına uygun olarak
“istikamet üzre kılarlar” şeklinde çevirdik.
Bu istikamet,



Namazın tadil-i erkanından daha çok niyet ve maksadıyla alâkalıdır.
Şatıbi ekame’yi “devamlılık” olarak anlamıştır (el-Muvâfakât II, 242).
Salât’ın ikamesi, şeklinden çok amaç ve niyetiyle ilgilidir.
Mâun sûresi, bu konuda hayli açıklayıcıdır. İman ve infakın arasında namazın zikredilmesi de oldukça
anlamlıdır.
O hâlde namazı istikamet üzre kılmak. Namazı,
1) Uluhiyet tevhidinin bir gereği olarak salt Allah’a has kılmakla;
2) Rububiyet tevhidinin bir gereği olarak da namazla sosyal hayat arasındaki doğrudan ilişkiyi kabullenmekle
mümkündür (Salât hakkında bkz. A’lâ: 15).
(7) İnfak için nüzûl sürecinde ilk geçtiği Yâsîn: 47’nin notuna bkz.
Bu sûrenin 219. âyetinden de anlaşılacağı gibi,


Başlangıçta infak, yani Allah yolunda vermek, ihtiyaçtan artanı vermek olarak meşru kılınmıştı.
Medine toplumu güçlendikçe bu yükümlülük sınırlandırılmış, zekât miktarı Hz. Peygamber (s) tarafından
zaman zaman yeniden düzenlenerek, nihayet 1/40 oranında istikrar bulmuştur.
Bu ise, Hz. Ali’nin (r) ifadesiyle “cimrilerin zekâtıdır.”
9
(Nuzul 39 / Mushaf 36 : Yasin 11 Aşağıdadır.)
ِّ َ‫َن ا َّتبَع‬
ِّ ‫ب َف َب‬
﴾١١﴿ ‫شرْ هُ ِبم َْغفِرَ ٍة َواَجْ ٍر َك ٖر ٍيم‬
ِ ‫الذ ْكرَ َو َخشِ ىَ الرَّحْ همنَ ِب ْالغَ ْي‬
ِ ‫ِا َّنمَا ُت ْن ِذ ُر م‬
11 Ne ki sen,


sadece ilâhi uyarıya tabi olan ve
idraki aşan bir hakikat olmasına rağmen O rahmet kaynağına derin bir ürpertiyle saygı duyan kimseyi (8) uyarabilirsin:
o halde bu gibileri tarifsiz güzellikte bir ödülle müjdele!
(8) Krş. Bakara: 4; Kâf: 33. Haşyet için bkz. Yûnus: 62.
(Nuzul 36 / Mushaf 50 : Kaf 33 Aşağıdadır.)
﴾٣٣﴿ ‫ب‬
ٍ ‫ب مُنٖ ي‬
ٍ ‫ب وَ جَ ا َء بِ َق ْل‬
َِ ‫مَنْ َخشِىَ الرَّحْ همنَ بِا ْل َغ ْي‬
33 İdraki aşan bir hakikat olduğu halde, O sonsuz rahmet sahibi karşısında içi titreyen (33) ve O’nun huzuruna adanmış bir yürekle gelen
herkese:
(33) Burada Allah yerine Rahmân isminin gelmesi, “O’nun Rahmân olduğunu bilmesine rağmen içi titrer” yan anlamını da verir.
Zımnen: O’nun sevgisini kaybetme korkusuyla titrer.
(Nuzul 9 / Mushaf 87 : A’la 15 Aşağıdadır.)
ّٰ
﴾١٤﴿َ‫َو َذ َكرَ اسْ َم رَ بِّهٖ َفصَ لى‬
15 Rabbinin adını hatırda tutan da, salata duran da (kurtuluşa erecek). (15)
(15) Veya: “namaz kılan”.
Dahası, kök anlamının yardımıyla: “destek olan” veya “esas duruşunu koruyan”.
Sâlât’ı sadece “namaz” ile karşılamak yerine, asli haliyle bıraktık.
Zira salat, Kur’an’da gerçek bir çokanlamlı kavram olarak yer alır.






Ekâme fiili ile birlikte “namaz ibadetini hakkını vererek kılmak”,
Mâide 12’de “destek”,
Mâide 58’de “din ve dindarlık”,
Mâide 106’de “davet”,
Nûr 41’de kuşların salatı olarak “yaratılış amacına uygun hareket etmek”,
Meryem 59’da “ibadet” ve daha başka mânalarda kulanılmıştır (bkz. Bakara: 3, ; Mâide: 58, ; Mâ‘ûn: 4 ).
Burada “zikr” ile yan yana kullanıldığı için ikinci bir mef’ul ile geldiği Tâhâ 14’teki ekimi’s-salâte li-zikrî (adımın anılıp şanımın yücelmesi
için tüm destek ve çabanı seferber et) ibaresini andırmaktadır.
A‘lâ sûresinin 9 ve 10. âyetindeki zikrâ ve men yahşa ile 14-15’teki men tezekkâ ve sallâ arasında sıkı bir irtibat vardır. Salât’ın gerçek
anlamını bulmamızda bu pasajdaki kavramsal karşıtlıklar yol göstericidir.


Men yahşâ (10) ile el-eşkâ (11) nasıl zıddiyet ilişkisine sahipse,
Yaslâ (12) ile sallâ (15) da kökenleri bir olmasına rağmen mânaları zıttır.


Birincisi “ateşi desteklemek için cehennemin göbeğine dikilmeyi”
İkincisi ise “Allah’a –özünde kendine- destek için esas duruşu korumayı” ifade eder.
Zımnen: Cehennemle doğrulmak istemeyen namazla doğrulsun” mesajını içerir.
Zira salleytu’l-‘ûd, “değneği ateşte doğrulttum” demektir. es-Salvu, “insanın dik oturmasını sağlayan oyluklar veya dik yürümesini sağlayan
omurga” anlamına gelir (Lisân ve Tâc). Allahu a‘lem.
10
(Nuzul 39 / Mushaf 36 : Yasin 47 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللا ُ َقا َل الَّذٖ ينَ َك َفرُوا لِلَّذٖ ينَ ها َم ُنوا اَ ُن ْط ِع ُم مَنْ لَ ْو َي َشا ُء ه‬
ٰ ‫َوا َِذا قٖ ي َل لَهُ ْم اَ ْنفِقُوا ِممَّا رَ َز َق ُك ُم ه‬
﴾٥١﴿ ‫ين‬
ٍ ‫ّللا ُ اَ ْطعَ َم ُه اِنْ اَ ْن ُت ْم ا ََِّل فٖ ى ضَ ََل ٍل م ُٖب‬
47 Kendilerine;

“Allah’ın size verdiği servetten (Allah yoluna) cömertçe sarf edin” (35)
denildiğinde, inkârda ısrar edenler imanda sebat gösterenlere;

“Ne yani, Allah’ın isterse pekala doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? şimdi siz açık bir şaşkınlık içinde değil de nesiniz!” derler.
(35) Muhtemelen infak’ın nüzul sürecinde geçtiği ilk yer.
Nefeka kökü “elden çıktı, bitti” mânasına gelir.

İnfak, yarar veren bir şeyi ona muhtaç olanlarla karşılıksız paylaşmaktır. Geçişli olması, “öteki” olmaksızın bu ibadetin
gerçekleşmeyeceği anlamına gelir.




Farz olanına zekât,
nafile olanına sadaka,
Ramazan’a has olanına fıtr,
sırf maldan yapılanına hayr denir.
İnfak ile nifak aynı köktendir.


İnfak iki dünyalılığı,
Nifak iki yüzlülüğü ifade ettiği için kökleri aynıdır.
Bununla beraber tek dünyası olanın iki yüzü olur. İşte bu yüzden bu ikisi kavramsal bir zıtlık içerirler ve Kur’an’da infak nifakın panzehiri
olarak sunulur. Münafikun sûresi bunun en çarpıcı örneğidir (bkz. Sûrenin girişi ve 9-11, ilgili notlar; infakla korunmak için bkz. Teğabün:
16-17).
Kur’an’da sadece üç şey “Allah yoluna” (fî-sebilillah) isnat edilir:



Cihad,
İnfak,
Hicret.
‫ك َو ِب ْ ه‬
﴾٥﴿ ‫ون‬
َ ‫اَلخ َِر ِة ُه ْم يُو ِق ُن‬
َ ِ‫ك َو َما ا ُ ْن ِز َل ِمنْ َق ْبل‬
َ ‫ون ِب َما ا ُ ْن ِز َل ِالَ ْي‬
َ ‫ين ي ُْؤ ِم ُن‬
َ ‫َوالَّ ٖذ‬
4 Ve onlar;



sana indirilene iman ederler,
senden önce indirilene de;(8)
âhiretin varlığına dair ilâhî habere mutmain bir kalple inanmıştırlar.(9)
(8) Burada Rasulullah ve Hz. İsa’nın nübüvvetine inanmayan Yahudilerle, Yahudilerin kendi Peygamberlerine
karşı gösterdikleri tavrın aynısını Hz. Muhammed’e karşı gösteren Hıristiyanlara bir gönderme vardır.
(9) İman kalbin yönelişi, îkân yöneldiği şeyden kalbin tatmin olmasıdır.


Kalp îkân ile tatmin olunca iman o kalpte harekete geçer ve o tatmin duygusu sahibinde bir meleke hâline
gelir.
Meleke hâline gelen iyilik, adeta sahibini koruyan bir meleğe dönüşür.
Bu sonuç, hem hidayet nimetinin hem de Allah’ın insana verdiği değerin büyüklüğünü gösterir.
Yazılı âyetler “iman âyetleri”, kevni âyetler “ikân âyetleri”dir. (İlgili bir not için bkz. Câsiye: 4)
11
(Nuzul 85 / Mushaf 45 : Casiye 4 Aşağıdadır.)
ُّ ‫َوفٖ ى َخ ْلقِ ُك ْم َومَا َيب‬
ٌ ‫ُث مِنْ دَ ا َّب ٍة هاي‬
﴾٥﴿ َ‫َات لِ َق ْو ٍم يُوقِ ُنون‬
4 Hem sizin yaratılışınızda, hem de O’nun yeryüzüne yaydığı diğer tüm yürüyen canlı türlerinde gönülden inanacaklar için tarifsiz mesajlar
vardır.(4)
(4) Bu âyet “Canlılar içerisinden insanı seçkin kılan sebep nedir ki Allah insanla konuştu?” zımni sorusunun cevabını teşkil eder. Vahiy
kitabınınki iman âyetleri, varlık kitabınınki îkân âyetleridir. İman âyetleri marifete îkân âyetleri ilme dayanır. Ancak, 5. âyetin ifade ettiği
gibi varlığı bir kitap gibi okumak için aktif bir aklın varlığı şarttır. (Îman ve îkân için bkz. Bakara: 4.)
‫ك َع هلى ُه ًدى ِمنْ َرب ِِّه ْم َوا ُ ه‬
‫اُ ه‬
﴾٤﴿ ‫ُون‬
َ ‫ك ُه ُم ْال ُم ْفلِح‬
َ ِ‫ولئ‬
َ ‫ولـ ِئ‬
5 İşte onlar,


Rablerinden gelen kusursuz bir rehberliğe tabidirler; ve
işte onlar, evet onlardır sonsuz mutluluğa erenler. (10)
(10) Âyetin son cümlesini böyle çevirimizin gerekçesi, Zemahşerî’nin zamire dair yorumudur (İtkân II, 286;
benzer bir ibare için bkz. Lokman: 5).
(Nuzul 75 / Mushaf 31 : Lokman 5 Aşağıdadır.)
‫ولئِكَ عَ هلى هُدًى مِنْ رَ بِّه ْم َوا ُ ه‬
‫اُ ه‬
﴾٤﴿ َ‫ولئِكَ ُه ُم ْال ُم ْفلِحُون‬
ِ
5 İşte onlar, Rablerinden gelen kusursuz bir rehberliğe tabidirler; ve işte onlar, evet onlardır ebedi mutluluğa erenler.(6)
(6) Lokman ve Bakara sûrelerinin ilk 5 âyetleri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.
﴾٦﴿ ‫ون‬
َ ‫ين َك َفرُوا َس َوا ٌء َعلَي ِْه ْم َءاَ ْن َذرْ َت ُه ْم اَ ْم لَ ْم ُت ْن ِذرْ ُه ْم ََل ي ُْؤ ِم ُن‬
َ ‫اِنَّ الَّ ٖذ‬
6 Şu bir gerçek ki, küfre şartlanmış o kimseleri ha uyarmışsın ha uyarmamışsın, onlar için (ikisi de) bir: iman
etmezler. (11)
(11) Ellezine keferû’daki geçmiş zaman yapısı çeviriye “saplanmış” veya “şartlanmış” olarak yansıtılmıştır.
Burada da görüldüğü gibi;
Kur’an’a göre kâfir, kendisine açık ve net olarak gelen vahyin çağrısını açık ve net olarak inkâr eden kimseye
denir.
(İçinden inkâr edip dışından kabul etmiş görünene münafık denir.) Bu anlamıyla kâfir “gayr-ı müslim” ile
eşanlamlı olarak kullanılamaz. Burada “iman etmeyeceği” söylenenlerin başında, bundan yaklaşık 12 yıl önce
inmiş olan Kâfirun sûresinde (109) “inanmayacağı” haber verilen kimseler gelir.
Zımnen: Asla Allah’a kulluk etmeyeceklerini söylemiştik, nitekim öyle de oldu.
Âyetteki dikkat çekici nükte şudur: uyarmanın ya da uyarmamanın her ikisinin de bir oluşu Rasulullah için değil
“onlar için”dir.
Kime fayda vereceğini sadece Allah bilir. Peygamber de dahil hiçbir insan bilemez. Dolayısıyla, Peygamber ve
risalet mirasını omuzlayanlara düşen, uyarmayı sürdürmektir (bkz. A’lâ: 9).
12
(Nuzul 9 / Mushaf 87 : A’la 9 Aşağıdadır.)
ِّ ‫ت‬
﴾٩﴿ ‫الذ ْك هرى‬
ِ َ‫َف َذ ِّكرْ اِنْ َن َفع‬
9 Şu halde sen, -öğüt (sadece bazılarına) fayda verse de (11) hep (fıtratlara nakşolan Allah’ı) hatırlat; (12)
(11) Yani, işin tabiatı gereği her hatırlatma, herkese, her zaman fayda vermez.
Zımnen: asla “ya hep ya hiç” deme.
Bu âyete “Eğer hatırlatman fayda verecekse hatırlat” mânası vermek, bir sonraki âyete aykırıdır.
(12) Bu âyet, tüm insanlığın Hz. Peygamber’in ümmeti olduğuna delalet eder.


Muhammedî davete icâbet edenler “ümmet-i icâbet”,
henüz icâbet etmemiş bulunanlar ise “ümmet-i davet” sınıfına girerler.
Bu âyet birinci âyetle doğrudan alâkalıdır. Allah’ı hatırlayanlar O’nun Rab olduğunu bilir ve O’nun adını tesbih eder, yani “O’nun adına
hareket eder”. Hatırlatmaktan söz edilen yerde unutma vardır.
‫َخ َت َم ه ٰ ه‬
﴾١﴿ ‫ار ِه ْم غِ َش َاوةٌ َولَ ُه ْم َع َذابٌ َع ٖظي ٌم‬
َ ‫وب ِه ْم َو َع هلى َس ْمع ِِه ْم َو َع هلى اَب‬
ِ ُ ‫ّللا ُ َعلى قُل‬
ِ ‫ْص‬
7 Allah onların;


kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur,
gözleri üzerinde de bir tür(12) perde vardır;
İşte onlardır korkunç bir azabı hak edenler.(13)
(12) Belirsiz gelmesi anlama “bir tür” olarak yansır (bkz. İtkân II, 291).
(13) Bu bölümde “kâfir” tipolojisi için sadece iki âyet ayrılırken, “münafık” için tam 13 âyet (8-20) ayrılmıştır.
‫ه‬
‫اّلل َو ِب ْال َي ْوم ْ ه‬
﴾٨﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫اَلخ ِِر َو َما ُه ْم ِبم ُْؤمِن‬
ِ ٰ ‫اس َمنْ َيقُو ُل ها َم َّنا ِب‬
ِ ‫َوم َِن ال َّن‬
ِ
8 İNSANLARDAN öyleleri de var ki, “Allah’a ve âhiret gününe inandık” der(ler); ama onlar mü’min
değiller.(14)
(14) Veya ba’nın maiyyet vurgusuyla: “mü’minlerle beraber değiller”.
Bir özneden bir eylemi fiille değil de ism-i faille nefyetmek, onun sıfatından değil zâtından ve cevherinden
dışlamaktır.
Buna nefyin haberinin bâ ile gelişi de ilave edilirse şu anlama ulaşılır: “Onlar, özden inanma imkanlarını
tercihleriyle tüketmişler, bunun üzerine Allah da onların inanma ihtimallerini ortadan kaldırmıştır”.
Zımnen: Sizin kendi inancınız için ne dediğiniz değil, Allah’ın sizin inancınız için ne dediği önemlidir.
Yine zımnen: İnancında eğrilik olan ve bunu bilen bir gün düzelebilir, fakat inancında eğrilik olan ve doğru
inandığını sanan asla düzelemez.
Mealde “der(ler)” olarak geçen yekûlu’nun öznesi tekildir. Fakat aynı cümledeki âmennâ fiilinin öznesi
çoğuldur. Oysa ki ikisinin öznesi aynı kipte olmalıdır.
Buradaki nükte şudur: Pasajda bahsi geçen münafıklar görünürde birden çok kişidirler. Fakat hakikatte onlar tek
kafayla düşünmektedirler. Zira onlar sürü güdüsüyle hareket etmektedirler.
Cümlede bâ’nın tekrarı ahirete iman etmemenin Allah’a imanı da boşa çıkaracağına delalet eder (İşârât).
13
‫ه‬
﴾٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫ُون ا ََِّل اَ ْنفُ َس ُه ْم َو َما َي ْش ُعر‬
َ ‫ين ها َم ُنوا َو َما َي ْخدَ ع‬
َ ٖ‫ّللا َوالَّذ‬
َ ‫ي َُخا ِدع‬
َ ٰ ‫ُون‬
9 Allah’ı ve iman etmiş kimseleri aldatmak isterler; hâlbuki onlar yalnızca kendilerini aldatırlar; ama bunu
(Allah’ın ifşa edeceğinin) farkında bile değiller.(15)
(15) “Aldatmak isterler/aldatırlar” dedikten sonra “farkında değiller” demek, “farkında olmadan aldatırlar”
demektir ki, âyette söylenen asla bu değildir.
Şu hâlde onların farkında olmadıkları masumane söyledikleri yalanlar değil, bu yalanların Allah tarafından açığa
çıkarılıp yüzlerine çarpılacağı gerçeğidir. Parantez içi açıklamamızın gerekçesi budur.
ٰ ‫وب ِه ْم َم َرضٌ َف َزا َد ُه ُم ه‬
ً ‫ّللا ُ َم َر‬
﴾١١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ضا َولَ ُه ْم َع َذابٌ اَلٖ ي ٌم ِب َما َكا ُنوا َي ْك ِذب‬
ِ ُ ‫فٖ ى قُل‬
10 Kalplerinde hastalık vardır;(16) Allah da onların hastalığını arttırmıştır; ve ısrarlı yalanları yüzünden can
yakıcı azabı hak ederler.(17)
(16) “Kâlbinde hastalık olanlar” zümresi bu bağlamda münafıkları oluştursa da, bazı yerlerde münafıklardan ayrı
bir kategoriyi oluşturur (bkz. Müddessir: 31).
(17) İmandan mahrum olmak, kişinin kendi ruhuna çektirdiği en şiddetli azaptır.
İman; ruh için hava gibi, su gibi, ekmek gibidir.
Ruhunu bunlardan mahrum eden, öz elleriyle kendi ruhunu tarifsiz bir azaba mahkûm etmiş olur.
(Nuzul 4 / Mushaf 74 : Müddessir 31 Aşağıdadır.)
‫ار ا ََِّل م هَلئِ َك ًة َومَا جَ عَ ْل َنا عِ َّد َت ُه ْم ا ََِّل فِ ْت َن ًة لِلَّذٖ ينَ َك َفرُوا لِيَسْ َت ْيقِنَ الَّذٖ ينَ اُو ُتوا ْال ِك َتابَ َو َي ْزدَ ا َد الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا اٖ يمَا ًنا َو ََل يَرْ َتابَ الَّذٖ ينَ اُو ُتوا ْال ِك َتابَ وَ ْالم ُْؤ ِم ُنونَ َولِ َيقُو َل الَّذٖ ينَ فٖى‬
ِ ‫َومَا جَ عَ ْل َنا اَصْ حَ ابَ ال َّن‬
ٰ ‫ّللا ُ بِ هه َذا َم َث ًَل َك هذلِكَ يُضِ ُّل ه‬
ٰ ‫َاذا اَرَ ا َد ه‬
َ ‫قُلُوبِ ِه ْم مَرَ ضٌ َو ْال َكافِرُونَ م‬
َ ‫ّللا َُمَنْ َ َي‬
﴾٣١﴿ ‫ك ا ََِّل هُوَ َومَا هِىَ ا ََِّل ذ ِْك هرى ل ِْل َب َش ِر‬
َ ‫شاءَ َو َيهْدٖ ى مَنْ َي َشا ُء َومَا يَعْ لَمُ ُج ُنودَ رَ ِّب‬
31 Zira yalnızca melaikeyi ateşin muhafızları kıldık; ve onların sayısını inkârda ısrar edenler için bir sınav yaptık; (23) ki böylece;



önceki vahyin mensupları gönülden ikna olsun ve (ona) iman edenlerin imanları artsın;
hem önceki vahyin mensupları hem de (bu vahye) iman edenler bütün kuşkulardan arınsın;
ve kalplerinde hastalık olanlar (24) ve inkâra gömülenler ise, “Allah bu temsil ile ne yapmayı diledi?” diye sorsun. (25)
İşte böylece Allah (sapmayı) dileyeni saptırır, (hidayeti) dileyeni ise doğru yola yöneltir. (26) Ve Rabbinin ordularını(n sayısını) Zatından
başka kimse bilemez. Nihayet bunlar, (27) ölümlü insan için bir uyarı ve öğütten ibarettir.
(22) Parantez içi “melek/meleke” açıklamamız, bir sonraki âyetin girişine dayanmaktadır. ‘Aleyha’daki zamir cehennemlik nefs’e gidebilir.
Bu durumda, insanın inkâr ile öldürdüğü melekelerine bir atıf var demektir.
İbn Mes’ud, 19 harften oluşan besmele ile bu âyet arasında bağ kurmuş, cehenneme karşı besmeleyle korunmayı tavsiye etmiştir (Kurtubî I,
92). Enes b. Malik ‘aşer’ı ‘aşûr şeklinde çoğul olarak okumuştur. Bu durumda rakam 90 sayısını ifade eder (Râzî).
Şöyle bir yorum da yapılmıştır: 19 birler basamağının en yüksek sayısı olan 9 ile onlar basamağının en düşük sayısı olan 10’un toplamıdır.
Tüm sayıları kapsar (Maverdî, en-Nüket, VI. 144).
Bazı irfan okulu mensupları, haftanın gün ve yılın ay sayılarının toplamı olduğu için 19’un sürekli akan zaman çevrimini ifade ettiğine
kaildirler.
Sözün özü: 19 sayısı üzerine rakamsal spekülasyona dayalı her yorum, arkadan gelen “onların sayısını bir sınav yaptık” (31) âyetine çarpar.
Sayıların sultasını red için bir sonraki âyet şöyle der: “Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse bilemez”. Müteşabihattan olan on dokuz
rakamının gerekçeleri bir sonraki âyette sayılmıştır. Bunların başında “Onların sayısını küfürde ısrar edenler için bir sınav kılmıştır”
gerekçesi gelir.
Bu âyet müşriklerin Yahudilere aracılık yaptığı soruya bir cevap olarak gelmiştir. Sayısal bir değeri ifadeden çok, kalpleri İslâm’a ısındırma
amacı taşımaktadır. Kur’an “şifreli” bir söz değil, kendi ifadesiyle ‘mübin’ bir hitaptır. Maksadı da, bir sonraki âyette açıkça ifade edildiği
gibi uyarı ve öğüt yoluyla hidayete yöneltmektir.
(23) Fitne, altının sahte olup olmadığını anlamak için ateşte sınamaya verilen isim (bkz. Tevbe: 49).
14
(24) Kullanıldığı her yerde duygu ve düşünce kirliliğini ifade eden “Kalplerinde hastalık olanlar” ile ilgili âyetler karşılaştırmalı olarak
okunduğunda, bu zümrenin;




Yan yana anıldığı münafıklardan (Enfal: 49; Ahzab: 12, 60),
Kâfirlerden (Müddessir: 31),
Şüphe içinde bocalayanlardan (Nûr: 50),
Kalbi kararanlardan (Hac: 53) ayrı bir kategori olduğu anlaşılır.
Bu kategoriye dahil olanların şifa bulması da, hastalıkları ilerlediği için manen ölmesi de mümkündür. (Bkz. Bakara: 10; Enfal: 49; Tevbe:
125; Ahzab: 12 vd.)
(25) İrade, kullanıldığı 140 yerin tamamında da tıpkı akıl gibi fiil olarak gelir.
Mesaj açıktır:
İrade kullanılıyorsa vardır, değilse yoktur.
Hepsi de mazi ve muzari kipiyle gelmiş, hiç emir kipi kulanılmamıştır. Zira irade emirle kullanılmaz. Bu Allah’ın iradeye verdiği değerdir.
140 kelimeden 50 kadarı Allah için, 90 kadarı da kullar için kullanılmıştır.
(26) 37. âyet ışığında anlaşılmalıdır.
İnsanın hidayet ve dalaleti seçimine bağlıdır.
Yehdi/yudillu men yeşa: dilediğini/dileyeni doğru yola ulaştırır/saptırır. Ra’d 27, bunun en açık delilidir. Bunu, mezkur (Ra’d: 27) âyette,
“hidayet”in zıddı olan “dalalet”le birlikte geçince anlıyoruz: İnnallahe yudillu men yeşau ve yehdi ileyhi men enab. Bu âyet yeşa fiilinin çift
özneli kullanımına güzel bir örnektir. Fakat heda/dalal sözcüklerinin özneleri Allah’tır.
Saptıran da, doğru yola ileten de O’dur, fakat “kimi”?
Elbette “sapanı saptırır” (Bakara: 26).
Sözün özü: “Ve eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan herkes topyekün iman ederdi (fakat dilemedi)” (Yûnus: 99).
(27) Hiye dişil zamirinin mercii çoğul olarak 30. âyetteki “on dokuz” ve hemen öncesindeki “ordular”dır. Zamirin tekil olarak mercii ise
sekar adıyla anılan cehennem, anlatılan kıssa, veya Kur’an’ın âyetleri veya 29. âyetteki levvâha olabilir. Bu Kur’an’ın eşsiz belagatına ve iç
örgüsüne çarpıcı bir örnektir. Bu özelliğiyle bu âyet, lisan-ı hal ile “ehline ve erbabına benim söyleyecek çok sözüm var” der gibidir.
﴾١١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ض َقالُوا ِا َّن َما َنحْ نُ مُصْ لِح‬
ِ ْ‫َو ِا َذا قٖ ي َل لَ ُه ْم ََل ُت ْفسِ ُدوا فِى ْاَلَر‬
11 Kendilerine;

“Yeryüzünde fesat çıkarmayın!”
denildiğinde,

“Biz(18) sadece ıslahatçılarız” derler.
(18) Suçüstü edilen ikiyüzlülerin savunmaya geçerken “biz” diye söze başlamaları, bir tür parmak izi bırakmaları
anlamına gelir. “Biz”li bir söylemle sadece kendileri gibi düşünen bir grubu değil, sanki bir bedende taşıdıkları
birden çok yüzü, bir yürekte taşıdıkları birden çok kişiliği ifşa etmektedirler.
﴾١٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫ون َو هلـ ِكنْ ََل َي ْش ُعر‬
َ ‫اَ ََل ِا َّن ُه ْم ُه ُم ْال ُم ْفسِ ُد‬
12 Aman dikkat, kesinlikle onlar fesatçıların ta kendileridirler; ama bunun farkında dâhi değiller.
15
﴾١٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫َو ِا َذا قٖ ي َل لَ ُه ْم ها ِم ُنوا َك َما ها َم َن ال َّناسُ َقالُوا اَ ُن ْؤمِنُ َك َما ها َم َن ال ُّس َف َها ُء اَ ََل ِا َّن ُه ْم ُه ُم ال ُّس َف َها ُء َو هلـ ِكنْ ََل َيعْ لَم‬
13 Kendilerine;

“Siz de insanların inandıkları gibi inanın!”
denildiğinde,

“Ya biz, ahmakların inandıkları gibi mi inanıyoruz?” dediler.
Bakın!(19) Onlar var ya onlar, gerçekten de ahmaktırlar; lâkin bunun bile farkında değiller.
(19) Elâ tembih edatı, inkârcılar ve ikiyüzlüler için kullanıldığı bağlamlarda muhatabın uyuyan ve uyuşan
bilincini ele verir.
﴾١٥﴿ ‫اطين ِِه ْم َقالُوا ِا َّنا َم َع ُك ْم ِا َّن َما َنحْ نُ مُسْ َته ِْزٶُ َن‬
ٖ ‫ين ها َم ُنوا َقالُوا ها َم َّنا َوا َِذا َخلَ ْوا ا هِلى َش َي‬
َ ‫َو ِا َذا لَقُوا الَّ ٖذ‬
14 Ama inanan kimselerle karşılaştıklarında;

“Biz iman ettik” derler.
Şeytanlarıyla(20) baş başa kaldıklarında ise,

“Biz sizinle beraberiz, biz (onlarla) sadece alay ediyorduk” derler.
(20) Yahudilerin ikiyüzlülerinden söz eden 76. âyette “birbirleriyle baş başa kaldıklarında” şeklinde gelen ibare,
bu âyette “şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında” şeklinde gelmiştir. Bu benzerlikten yola çıkarak buradaki şeytan,
onlara sapıklıkta önderlik yapan insan şeytanları olarak da anlaşılabilir.
ُ ‫ئ ِب ِه ْم َو َي ُم ُّد ُه ْم فٖ ى‬
ٰ‫َ ه‬
ُ ‫ّللا ُ َيسْ َته ِْز‬
﴾١٤﴿ ‫ُون‬
َ ‫ط ْغ َيان ِِه ْم َيعْ َمه‬
15 Allah da onların alaylarına karşılık verir(21) ve onları kendi tuğyanlarına gömülmüş olarak bırakır, şaşkın
şaşkın debelenirler.
(21) Âyette kullanılan muşâkele sanatının bir gereği olarak Allah için “alay” kelimesinin kullanılması, “onların
alaylarına hak ettiği karşılığı verme” anlamını taşır (Kurtubî). Münafıkların inananlarla alay etmesine karşılık
Allah da kendisinin onlarla alay edeceğini beyan buyurmuştur. Kullanılan kelime aynı olmasına karşın, anlam
tam aksidir ve tehdit içermektedir: Allah, onlara önce mühlet tanır, sonra da cezalandırır.
‫اُ ه‬
ْ ‫ين ا ْش َت َروُ ا الض َََّللَ َة ِب ْاله هُدى َف َما َر ِب َح‬
﴾١٦﴿ ‫ين‬
َ ‫ار ُت ُه ْم َو َما َكا ُنوا ُم ْه َت ٖد‬
َ ‫ت ت َِج‬
َ ‫ك الَّ ٖذ‬
َ ‫ولـ ِئ‬
16 Onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar, bu yüzden ticaretleri onlara kâr sağlamadı; zira onlar doğru
yolda giden kimseler değiller.(22)
(22) Kur’an’ın dinî alana transfer ettiği satın alma, ticaret, kâr, terazi, tartı, rehin almak, ücret, ödünç, borç gibi
ticari kavramlar hayli dikkat çekicidir. Bu, hakikati asrın idrakine söyletmekle açıklanabilir.
ُ ‫ّللاُ ِب ُنور ِه ْم َو َت َر َك ُه ْم فٖ ى‬
ٰ‫ب ه‬
ْ ‫ضا َء‬
﴾١١﴿ ‫رُون‬
ٍ ‫ظل ُ َما‬
َ ِ‫ت ََل ُي ْبص‬
َ ‫ت َما َح ْولَ ُه َذ َه‬
َ َ‫َم َثل ُ ُه ْم َك َم َث ِل الَّذِى اسْ َت ْو َق َد َنارً ا َفلَمَّا ا‬
ِ
17 Onların durumu şu kişinin durumuna benzer:
O kişi bir meş’ale tutuşturdu; (23) Alevler etrafını aydınlatır aydınlatmaz Allah (gözlerinin) nurunu alıverdi ve
kendilerini karanlıklar içinde bıraktı; artık göremezler(24)
16
(23) Buradaki ateş ısınmak için değil yol göstermek için yakılan ateştir. Bu nedenle “ateş yakan” diye değil
“meş’ale tutuşturan” diye tercüme edilmesi daha uygundur.
(24) Aydınlanmak için meş’ale tutuşturan kişi, yaratılışı gereği ışığı arayan insandır.
İstevkade “taleb” veya “mübalağa” bildirir.
Aydınlanmayı talep ediyor, belki şiddetle istiyor.
Medine’deki Yahudi kökenli münafıklar mesela. Allah Rasulü gelmeden önce düşmanlarını hep yeni gelecek
peygamberle korkutuyorlar.

“O bir gelsin, ondan sonra görün siz” diyorlar.
İstedikleri ışık ellerine veriliyor. O da nesi?
Bu kez gözlerini kapıyorlar. Öz çocuklarını bildikleri gibi bildikleri peygamberi inkâr ediyorlar.
Önce göremiyorlar değil, görmek istemiyorlar. Görememek suç değil, görmemek suç.
Onlar bunca istedikleri ışığa gözlerini ısrarla kapatınca, Allah da onların bu tercihlerini “melekeleri” hâline
getiriyor ve gönül gözlerinin nurunu alıyor. Ondan sonra isteseler de artık iş işten geçmiş oluyor.
Sözün özü: Kendi tercihlerine Allah onları mahkûm ediyor. Bu âyet önceki pasajda anlatılan münafık tipinin,
ilâhî ışık olan nûr’un değil, beşerî ışık olan nâr’ın peşine düştüğünü dile getirir.
Nûr ile nâr (ateş) arasında fark vardır:
1) Nûr yakmadan aydınlatır, nâr yakarak ve yanarak, tüketerek ve tükenerek aydınlatır.
2) Nûr cevheri-özü aydınlatır, nâr maddeyi-formu aydınlatır.
3) Nûr içten aydınlatır, nâr dıştan aydınlatır. Bu yüzden münafık içi aydınlatmayan nâr’ın ışığına taliptir.
4) Nûr tükenmeyen bir güç kaynağıdır, nâr tükenen bir güç kaynağıdır.
5) Nûr manevî ve latif olanı temsil eder, nâr maddî ve kesif olanı temsil eder.
6) Nûr’dan geriye nûr kalır, nâr’dan geriye “kül” kalır.
Üzerinde yaşadığımız şu dünyadaki herşeyin aslı, akkor bir nâr olan mağmadan geriye kalmış küldür. Onun için
geçicidir. İnsan geçici olanı değil kalıcı olan nûr’u hedeflemelidir.
Zeheb’Allahu bi-nûrihim ile ezheb’Allahu nûrahum arasında fark vardır. Burada geçişliliğin bâ ile yapılması
nûr’un onlara bir daha dönmeyecek oluşuna delalet eder (İşârât).
ُ
﴾١٨﴿ ‫ُون‬
َ ‫ص ٌّم ُب ْك ٌم عُمْ یٌ َف ُه ْم ََل َيرْ ِجع‬
18



Sağırdırlar,
Dilsizdirler,
Kördürler: (25)
artık onlar (hakikate) dönemezler.
(25) Âyet, adeta tüm duyuların iptal edildiği kalıcı bir hipnoz durumunu veya duyuların var olmakla birlikte
işlevlerini yerine getiremedikleri “afazi” hâlini çağrıştırır.
17
ٌ ٖ‫ّللاُ مُح‬
ُ ‫ب م َِن ال َّس َما ِء فٖ ي ِه‬
ٰ ‫ت َو ه‬
ٌ ‫ظل ُ َم‬
‫يط‬
ٍ ‫ص ِّي‬
ِ ‫اعِق َح َذ َر ْال َم ْو‬
َ َ‫ون ا‬
َ ُ ‫ات َو َرعْ ٌد َو َبرْ ٌق َيجْ َعل‬
َ ‫اَ ْو َك‬
ِ ‫ص ِاب َع ُه ْم فٖ ى ها َذان ِِه ْم م َِن الص ََّو‬
ْ
َ
﴾١٩﴿ ‫ين‬
‫ِر‬
‫ف‬
‫ا‬
‫ك‬
‫ال‬
‫ب‬
َ ٖ
ِ
19 Ya da (durumları şu örneğe) benzer:
Gökten inen bir sağanak (düşünün), onunla birlikte karanlıklar, gök gürlemesi, şimşek...(26) Yıldırımlardan
dolayı, ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.(27)
Zira Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
(26) Zımnen: Hakikate sırt dönmenin mazereti yoktur, küfrün bahanesi geçersizdir. Zira sağır olsanız gök
gürültüsünü duyar, kör olsanız şimşeği görürsünüz. Dolayısıyla, vahye karşı “duymadım, görmedim” mazeretine
sığınmanız geçerli değildir.
(27) Parmağı kulağa tıkamak bir mecaz-ı mürseldir ve “ölüm korkusunu” ifade eder.
Allah Rasulü’nün şu sözleri sanki bu âyetin tefsiri gibidir: “İnsanlara nisbetle benim durumum ateş yakan bir
kimsenin durumuna benzer. Ateş çevresini aydınlatınca kelebekler ve ışığa gelen haşereler o ateşe üşüşmeye
başlarlar. O da onları uzaklaştırmak ister. Onlar ise baskın çıkarlar ve ateşe girerler. Ben sizi belinizden
kavrayıp ateşten çekmek istedikçe, siz ateşe girmek istiyorsunuz.” (Buhârî ve Müslim).
ٰ ‫ار ِه ْم اِنَّ ه‬
ٰ ‫ضا َء لَ ُه ْم َم َش ْوا فٖ ي ِه َو ِا َذا اَ ْظلَ َم َعلَي ِْه ْم َقامُوا َولَ ْو َشا َء ه‬
َ ‫ب ِب َس ْمع ِِه ْم َواَب‬
َ ‫ّللاُ لَ َذ َه‬
َ َ‫ار ُه ْم ُكلَّ َما ا‬
َ ‫ص‬
َ ‫َي َكا ُد ْال َبرْ ُق َي ْخ َطفُ اَ ْب‬
َ‫ّللا‬
ِ ‫ْص‬
‫ه‬
﴾٢١﴿ ‫َعلى ُك ِّل َشیْ ٍء َقدٖ ي ٌر‬
20 Şimşek neredeyse gözlerini kör eder;


onları ne zaman aydınlatsa, o aydınlıkta yol alırlar;
ne zaman da karanlık üzerlerine çökse, ayakta kalakalırlar.
Ve eğer Allah dileseydi, işitme ve görme duyularını giderirdi; çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.
﴾٢١﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ين ِمنْ َق ْبلِ ُك ْم لَ َعلَّ ُك ْم َت َّتق‬
َ ‫َيا اَ ُّي َها ال َّناسُ اعْ ُب ُدوا َر َّب ُك ُم الَّ ٖذى َخلَ َق ُك ْم َوالَّ ٖذ‬
21 EY insanlık!(28) Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki takvaya eresiniz!
(28) “Ey!” diye başlayan tüm cümleler “çağrı” (nida) cümlesidir. Her çağrıda iki taraf bulunur: Çağıran ve
çağrılan.
Kur’an’ın bir çok yerinde olduğu gibi burada da çağıran Allah, çağırılan tüm fertleriyle insan cinsidir.






Nida, muhataba olur.
Nida, çağıranın çağrısını işitecek kimseye yapılır.
Nida, çağıranın çağrısını duyacak kadar yakın olana yapılır.
Nida, çağıranla çağırılan arasındaki samimiyet ve tanışıklığa işaret eder.
Nida, mutlaka ya suale cevap ya duaya icâbet gerektirir.
Nida eden Âlemlerin Rabbiyse insana düşen “lebbeyk” demektir.
‫ه‬
َّ ‫ض ف َِرا ًشا َوال َّس َما َء ِب َنا ًء َواَ ْن َز َل م َِن ال َّس َما ِء َما ًء َفا َ ْخ َر َج ِبهٖ م َِن‬
‫ّلل اَ ْندَ ا ًدا‬
ِ ‫الث َم َرا‬
ِ ٰ ِ ‫ت ِر ْز ًقا لَ ُك ْم َف ََل َتجْ َعلُوا‬
َ ْ‫اَلَّ ٖذى َج َع َل لَ ُك ُم ْاَلَر‬
ْ
ُ
َ
﴾٢٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫َواَنت ْم َتعْ لم‬
22 O’dur;




size yeryüzünü döşek kılan,
gökyüzünü bina eden,
gökten suyu indirerek ikram eden(29) ve
onunla sizin için türlü meyveler çıkaran.
O hâlde (bütün bunları yapanın tek O olduğunu) bile bile Allah’a eşdeğer rakip güçler(30) tasarlamayınız!
18
(29) İnzal ikram vurgusu taşır (bkz. A’râf: 24).
Kur’an, insanlığı bir şeye çağırırken “ikna” metodunu kullanır ve mutlaka “belgeler” (âyât) ibraz eder. Çağırdığı
şeye gözü kapalı çağırmaz. Tıpkı burada olduğu gibi, Kitab’ın okunan âyetleri kâinatın yazılı/kayıtlı âyetlerini
referans gösteriyor.
(30) Endâden’i çevirimizin gerekçesi için bkz. Fussilet: 9
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 24 Aşağıdadır.)
ُ ‫َقا َل اهْ ِب‬
َ ْ ‫ض َعدُوٌّ وَ لَ ُك ْم فِى‬
﴾٢٥﴿ ‫ين‬
ُ ْ‫طوا بَع‬
ٍ ْ‫ض ُك ْم لِبَع‬
ِ ْ‫اَلر‬
ٍ ٖ‫ض مُسْ َت َق ٌّر َو َم َتا ٌع ا هِلى ح‬
24 (Allah) buyurdu: “Birbirinize düşman olarak çıkıp gidin! (18) Zira yeryüzünde, geçici bir hayat alanı ve tadımlık bir haz sizi bekliyor.”
(18) Hubût (ihbitû), inzal’in karşıtıdır.
İnzal, “ikram olarak iniş”,
Hubût ise özellikle insan için “düşüş ve alçalış” vurgusunu taşır (Râğıb).
Kur’an’da demirin, evcil hayvanların, yağmurun, adâleti temsil eden mizanın ve daha bir çok şeyin “indirildiğinin” (inzâl) ifade edilmesi,
esasen “ikram edildiğinin” ifade edilmesinden başka bir şey değildir.
(Nuzul 27 / Mushaf 80 : Fussilet 9 Aşağıdadır.)
َ ْ َ‫قُ ْل اَ ِئ َّن ُك ْم لَ َت ْكفُرُونَ ِبالَّذٖ ى َخلَق‬
﴾٩﴿ َ‫ك رَ بُّ ْالعَالَمٖ ين‬
َ ِ‫ْن َو َتجْ عَ لُونَ لَ ُه اَ ْندَادًا هذل‬
ِ ‫اَلرْ ضَ فٖ ى ي َْو َمي‬
9 DE Kİ: “şimdi siz, arzı iki evrede(10) yaratan Allah’ı inkâr edip, O’na –ki işte O’dur âlemlerin Rabbi- eşdeğer rakip güçler(11) mi
peydahlıyorsunuz?”
(10) Lafzen: “iki günde”. Gerekçe için, kelimenin ilk kullanıldığı Kâf sûresinin 38. âyetinin 4 nolu notuna bkz.
(11) Nidd, “eş, ortak, denk” mânasına gelse de, bu eş ve ortaklık “dostluğa” değil, rekabet ve düşmanlığa dayalı bir zıtlık üzerine kuruludur.
Nidd’i misl’den ayıran da budur.
Kelimenin aslının “dağıtmak” (teşrid) olduğu hatırlandığında bu sapmanın temelinde “Allah’ın gücünü dağıtma arzusu”nun yattığı anlaşılır
(Furûk ve Kitabu’l-‘ Ayn).
Kur’an’ın iç bağlamından yola çıkılarak da aynı sonuca ulaşılabilir (bkz. İbrahim: 30). Çevirimizin gerekçesi budur.
‫ه‬
ُ ‫ُور ٍة ِمنْ م ِْثلِهٖ َو ْادعُوا‬
﴾٢٣﴿ ‫ين‬
ٍ ‫َو ِانْ ُك ْن ُت ْم فٖ ى َر ْي‬
َ ٖ‫صادِق‬
َ ‫ّللا ِانْ ُك ْن ُت ْم‬
ِ ٰ ‫ون‬
َ ‫ب ِممَّا َن َّز ْل َنا َع هلى َع ْب ِد َنا َفاْ ُتوا ِبس‬
ِ ‫ش َه َدا َء ُك ْم ِمنْ ُد‬
23 Eğer siz kulumuza indirdiklerimize dair bir kuşku taşıyorsanız, haydi, hemen onun benzeri bir sûre getiriniz;
ve eğer sözünüze sadıksanız, Allah dışındaki tanıklarınızı da yardıma çağırınız!
ْ ‫ارةُ اُعِ د‬
﴾٢٥﴿ ‫ين‬
َ ‫َّت ل ِْل َكاف ِٖر‬
َ ‫ار الَّتٖ ى َوقُو ُد َها ال َّناسُ َو ْالح َِج‬
َ ‫َف ِانْ لَ ْم َت ْف َعلُوا َولَنْ َت ْف َعلُوا َفا َّتقُوا ال َّن‬
24 Ama eğer şimdiye kadar (bunu) yapamadınızsa, bundan böyle de asla yapamayacaksınız demektir; o hâlde
yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkâr edenler için hazırlanmış ateşten sakınınız!
‫ت َتجْ ٖرى ِمنْ َتحْ ِت َها ْاَلَ ْن َها ُر ُكلَّ َما ر ُِزقُوا ِم ْن َها ِمنْ َث َم َر ٍة ِر ْز ًقا َقالُوا ههـ َذا الَّ ٖذى‬
ٍ ‫ت اَنَّ لَ ُه ْم َج َّنا‬
ِ ‫ين ها َم ُنوا َو َع ِملُوا الصَّال َِحا‬
َ ٖ‫َو َب ِّش ِر الَّذ‬
﴾٢٤﴿ ‫ون‬
َ ‫ر ُِز ْق َنا ِمنْ َق ْب ُل َوا ُ ُتوا ِبهٖ ُم َت َش ِابهًا َولَ ُه ْم فٖ ي َها اَ ْز َوا ٌج ُم َطه ََّرةٌ َو ُه ْم فٖ ي َها َخالِ ُد‬
25


İman eden ve
Bu imanla uyumlu iyilikler(31) işleyen(32) kimseleri zemininden ırmaklar çağlayan cennetlerle müjdele!
19
Her ne zaman oranın nimetlerinden ikram olarak onlara sunulsa,

“Bunlar bize daha önce bahşedilenlerin aynısıymış” diyecekler.
Oysa ki bu, o nimetlerin çağrıştırdığı belli belirsiz bir benzerlik.(33) Ve onlar için cennette pırıl pırıl eşler olacak
ve onlar orada kalıcıdırlar.(34)
(31) “Sâlih amel”, vahyin nüzûl sürecinde farklı vurgular kazanarak zenginleşen merkezi bir kavramdır.
Bireysel ve fıtrî olandan toplumsal ve eğitsel olana doğru bir seyir takip eder.



Başlarda “sorumlu davranış”,
Ortalarda “Allah’ın Razı olduğu eylemler”,
Medine’de ise “ıslah edici iyilikler” vurgusu kazanır (Açıklama için bkz. Tîn: 6).
Sâlih bir amel şu beş özelliği bünyesinde taşımalıdır:





İfsad’ın karşıtı olarak bir kötülüğü düzeltmelidir (ıslah-ifsad karşıtlığı için bkz. A’râf: 56 ve A’râf: 85).
Fasık’ın karşıtı olarak doğru ve dürüst olmalıdır (sâlih-fasık karşı tlığı için bkz. Enbiya: 74-75 ve Nûr: 55).
Seyyie’nin karşıtı olarak özünde iyi(lik) taşımalı (sâlih-seyyie karşıtlığı için bkz. Tevbe: 102).
Nefrete değil barışa ve sevgiye yönelik olmalıdır (Nisâ: 128,129; Hucurât: 9).
Fâsit’in karşıtı olarak yararlı olmalıdır (bkz. Muhammed: 2; sâlihât ile hasenât arasındaki fark için bkz.
‘Asr: 3).
Sâlih amel Kur’an’da iman ile birlikte geldiği tüm yerlerde “imanla uyum içindeki bir eylem ahlâkına ve hayata”
delalet eder.
(32) ‘Amile ile fe‘ale fiillerinin arasındaki farkı vurgulamak için; birincisini mümkün olduğunca “işledi”,
ikincisini ise “yaptı” şeklinde çevirdik. Çünkü;


birinci fiil “bir süreçte yapmayı” ifade ederken,
ikincisi “bir anda yapıvermeyi” ifade eder (İtkân II, 208).
(33) Teşâbuh, ya özün sabit kalıp şeklin değişmesi, ya da tersidir. Muteşabihen’in belirsiz niteliği çeviriye “bellibelirsiz” olarak yansımıştır. Yani: Dünyadaki nimetler cennetteki nimetlerin çok çok uzak bir kopyasıdır
(Müteşabih için bkz. Âl-i İmran: 7).
(34) Halidîn, uzun bir süre. el-Huld, bir şeyin uzun süre bozulmadan kalmasını ifade eder (Râğıb).
(Nuzul 30 / Mushaf 95 : Tin 6 Aşağıdadır.)
﴾٦﴿ ‫ون‬
ِ ‫ا ََِّل الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَا‬
ٍ ‫ت َفلَهُ ْم اَجْ ٌر غَ ْي ُر مَمْ ُن‬
6 Nihayet (5) (tekamül yolculuğunda),


imanda sebat eden ve
o imanla uyumlu hareket edenleri başa kakılmayacak bir ödül beklemektedir. (6)
(5) İlla edatının anlamlarından biri de, belirlenen zaman ve mekânın nihayetine delalet etmesidir (İtkân II, 161). Kur’an’da bu vurguyla
kullanılır (bkz. Lokman: 22). Çevirimizin gerekçesi budur. Klasik yoruma göre buradaki illâ “ancak…müstesna” anlamına gelir.
(6) Amel-i sâlih, 23 yıllık nüzul sürecinin tümünde aynı vurguya sahip olmasa gerektir.

Başlangıçta Bakara: 2 ışığında sorumluluk bilinci çerçevesinde “erdemli, dürüst ve sorumlu davranış” vurgusu taşır.

Peygamberliğin ortalarında, razı olunan ameller artık bildirildiği için “Allah’ın razı olduğu imanla uyumlu ameller” vurgusuna ulaşır.

İslâm cemaatinin kurulup emr-i bi’l-ma‘ruf’un farz kılındığı Medine’de ise “ıslah edici iyi işler” vurgusunu kazanmıştır (bkz. ‘Asr: 3).
20
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 56 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َ ْ ‫َو ََل ُت ْفسِ دُوا فِى‬
﴾٤٦﴿ َ‫ّللا َق ٖريبٌ مِنَ ْالمُحْ سِ نٖ ين‬
ِ ‫ض بَعْ دَ اِصْ ََل‬
ِ ٰ َ‫حهَا َوادْ عُوهُ َخ ْو ًفا َو َطمَعًا اِنَّ رَ حْ َمت‬
ِ ْ‫اَلر‬
56 Bu nedenle, iyi bir düzene sokulmuşken yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın; derin bir ürperti ve büyük bir iştiyakla (44) yalvarın O’na;
çünkü Allah’ın rahmeti erdemli davrananlara pek yakındır.
(44) Tame‘an’a verdiğimiz bu mâna için bkz. Secde: 16.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 85 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫َوا هِلى َمدْ يَنَ اَ َخا ُه ْم‬
َ ْ ‫يزانَ َو ََل َتب َْخسُوا ال َّناسَ اَ ْشيَا َء ُه ْم َو ََل ُت ْفسِ دُوا فِى‬
َ ٖ‫ّللا مَا لَ ُك ْم مِنْ ا هِل ٍه غَ ْي ُرهُ قَدْ جَ ا َء ْت ُك ْم َب ِّي َن ٌة مِنْ رَ ِّب ُك ْم َفا َ ْوفُوا ْال َك ْي َل َو ْالم‬
‫حهَا هذلِ ُك ْم‬
ِ ‫ض بَعْ َد اِصْ ََل‬
ِ ْ‫اَلر‬
َ ٰ ‫شعَ ْيبًا َقا َل يَا َق ْو ِم اعْ ُبدُوا‬
﴾٨٤﴿ َ‫َخ ْي ٌر لَ ُك ْم اِنْ ُك ْن ُت ْم م ُْؤمِنٖ ين‬
85 MEDYEN’E de soydaşları Şuayb’i gönderdik. (65)





Ey kavmim!” dedi,
Yalnızca Allah’a kulluk edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yok: size Rabbinizden hakikatin apaçık belgeleri gelmiştir.
Artık (her şeyde) ölçüyü ve tartıyı tam gözetin,
insanları hakları olan şeylerden mahrum bırakmayın ve
iyi bir düzene sokulmuşken yeryüzünde fesat çıkarmayın!
Bütün bunlar sizin hayrınızadır: tabi ki gerçekten Allah’a güveniyorsanız! (67)
(65) Medyen, Kızıldeniz kıyısında Akabe körfezinin doğusunda yer alan bir şehirdir.
Josephus, Eusebius ve Batlamyus bu kentten ayrı ayrı söz ederler. Eski Ahid’de Medyen adlı bir kent geçmemektedir. Ne ki, Midyan isminde
bir kabileden ve onun soy kütüğünün varıp kendisine dayandığı Midyan adlı kişiden söz edilir. Sadece bir ses benzerliği değilse -muhtemelen
Medyenlilerin büyük atası- Midyan, Eski Ahid’e göre Hz. İbrahim’in Katura’dan olma oğludur (Tekvin 25:2).
Hz. Şuayb Hz. Musa’nın üstadı, işvereni ve kayınpederidir. Allah Rasulü onu “peygamberlerin hatibi” olarak nitelendirmiştir (Medyen’le
ilgili bir not için bkz. Kasas: 22).
(67) Zımnen: Allah’ın sizin için hayırlı olandan başkasını önermeyeceğine olan güveniniz tam ise.


Bu anlamda “inkâr” açık bir güvensizliktir.
Bu âyetin bağlamında, iman’a ahlâkî karşılığı olan “güven” anlamı vermek bizce âyetin maksadına daha uygun görünmektedir.
Kur’an’da Allah için kullanılan el-Mü’min sıfatı da, teolojik karşılığı olan ‘inanmakla’ ilgili değil, ahlâkî karşılığı olan ‘güven vermekle’
ilgilidir (krş. Bakara: 100).
21
(Nuzul 79 / Mushaf 21 : Enbiya 74 Aşağıdadır.)
ً ُ‫َول‬
َ ‫ت َتعْ َم ُل ْال َخبَائ‬
ْ ‫وطا ها َت ْي َناهُ ح ُْكمًا َوعِ ْلمًا َو َنجَّ ْي َناهُ مِنَ ْال َقرْ َي ِة الَّتٖ ى َكا َن‬
﴾١٥﴿ َ‫ِث ِا َّن ُه ْم َكا ُنوا َق ْو َم سَ ْو ٍء َفاسِ قٖ ين‬
74 LUT’A da sağlam bir muhakeme ve seçip ayırma yeteneği kazandıran bir bilgi tasavvuru bahşettik;(75) ve onu çirkin eylemleriyle tanınan
kentten kurtardık: çünkü onlar yoldan çıkmış yoz bir kavimdi.
(75) Hukm, tüm alternatifleri, içlerindeki en doğru şıkka indirgeme işlemi demektir.
Aynı kökten gelen hikmet, işte bu işlemi mümkün kılan yetenektir.
İbn Fâris’in ilmi, yedullu ‘ala eserin bi’şşey’i yetemeyyezu bihi ‘an ğayrihi (ilim, bir şeyi, ona ait olmayandan seçip ayırmaya yarayan bir
iz/alamet ve işarettir) şeklinde tarif ettiği hatırlanacak olursa, ilim, hüküm ve hikmeti birbirine bağlayan anahtarın “seçip ayırma” (temyiz)
yeteneği olduğu anlaşılır.
Sıradan bilgilerin (veri, data) vahyin ‘ilm adını verdiği şeye dönüşmesi için, insan zihninde bir çevrim istasyonu bulunmalıdır.
İşte hükm-muhakeme bunun adıdır.
Bir ilâhi inşa projesi olan vahyin amacı, insan zihninde söz konusu ‘çevrim istasyonunu’ inşa etmektir.
Bu sayede sıradan bilgi hayatın illet, amaç ve hikmetini gösteren bir göstergeye dönüşür (krş. Yusuf: 40).
22
Lut Kavmi
23
(Nuzul 79 / Mushaf 21 : Enbiya 75 Aşağıdadır.)
﴾١٤﴿ َ‫َواَدْ َخ ْل َناهُ فٖ ى رَ حْ َمتِ َنا ِا َّن ُه مِنَ الصَّالِحٖ ين‬
75 Ama (Lût’a bir şey olmadı), onu rahmetimizle kuşatmıştık; zira o dürüst ve erdemli kimselerdendi.(76)
(76) Kur’an peygamberleri överken dahi, onlara bahşedilmiş olandan çok onların bilinçli tercihlerinin sonucu olan kendi eylemlerine ve
erdemlerine atıfta bulunuyor.
(Nuzul 97 / Mushaf 24 : Nur 55 Aşağıdadır.)
ٰ ‫َوعَ دَ ه‬
‫ض َكمَا اسْ َت ْخلَفَ الَّذٖ ينَ مِنْ َق ْبل ِِه ْم وَ لَ ُي َم ِّك َننَّ لَ ُه ْم دٖ ي َن ُه ُم الَّذِى ارْ َت ه‬
ِ ‫ّللا ُ الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا ِم ْن ُك ْم َوعَ ِملُوا الصَّالِحَ ا‬
َ‫ضى لَ ُه ْم َولَ ُي َب ِّدلَ َّن ُه ْم مِنْ بَعْ ِد َخ ْوف ِِه ْم اَمْ ًنا يَعْ ُبدُو َننٖ ى ََل ُي ْش ِر ُكون‬
ِ ْ‫ت لَيَسْ َت ْخلِ َف َّن ُه ْم فِى ْاَلَر‬
‫ه‬
‫ه‬
ْ
ُ
ُ
﴾٤٤﴿ َ‫ك ُه ُم ال َفاسِ قون‬
َ ِ‫ٖبى َش ْيپًا َومَنْ َك َفرَ بَعْ دَ ذلِكَ َفاولئ‬
55 Allah, içinizden;




iman edenlere ve
ıslah edici iyilikler işleyenlere, onlardan öncekileri hakim kıldığı gibi kendilerini de hakim kılacağına,(91)
onlar için hoşnut ve razı olduğu dini yine onlar için sağlamlaştıracağına,(92)
endişelerinin (baskın olduğu) bir dönemin ardından onları güvenli bir konuma kavuşturacağına söz vermiştir(93)
(değil mi ki) onlar Bana kulluk ediyorlar ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmuyorlar!
Fakat kim de bunun ardından inkara saplanırsa, işte onlardır asıl yoldan sapmış olanlar.
(91) Öncekileri hakim kıldığını şu âyet beyan eder: Kasas: 5.
(92) Bkz. Mâide 3.
(93) Allah’ın mü’min ve salih kimselere verdiği bu sözü İbrahim sûresinin 13-14 ve Kasas sûresinin 5-6. âyetlerinin ayan açık görüyoruz.
Bedir’de Nebi “Allah’ım! şu bir avuç insanın yok olmasına izin verirsen, yeryüzünde sana kulluk eden kalmayacak!” diye dua ediyordu
(Duanın tamamı için bkz. Müslim, Cihad 58).
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 102 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ َ‫وب ِه ْم َخل‬
ٰ ‫طوا عَ م ًََل صَالِحً ا َو ها َخرَ سَ ِّي ًئا عَ سَى ه‬
﴾١١٢﴿َ‫ّللا َغفورٌَرَ حٖ ي ٌم‬
َ ٰ َّ‫ّللاُ اَنْ َي ُتوبَ َعلَي ِْه ْم اِن‬
ِ ‫َو ها َخرُونَ اعْ َترَ فُوا بِ ُذ ُن‬
102 Bir de ilkin iyi olan işini, kötü olan ötekisiyle karıştırıp (en sonunda) günahını itiraf eden berikiler var. Allah’ın onların af taleplerini
kabul etmesi beklenir; çünkü Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.(129)
(129) Âyet sonlarında gelen el-esmau’l-husna’nın iki tür kullanımı vardır:


Birincisi ğafûrun rahîmun gibi belirsiz form,
İkincisi el-ğafûru’r- rahîm gibi belirli form.
Belirsiz formlar sıfattırlar. Failin zâtını değil vasfını ifade ederler. Yani zâta değil sıfata delalet ederler. İşte bu yüzden belirsiz geldiği
yerlerde bu sıfatlar özellikle o niteliklerin kullanıldığı âyet ya da âyetler grubunda anlatılan fiille doğrudan ilişkili olarak anlaşılmalıdırlar.
Yani İlâhî esmadan mücerret bir isim olarak değil, sonunda geldiği âyette anlatılan olayla bire bir ilişkili bir vasıf olarak.
Fakat belirli geldiklerinde yukarıdakinin tersine sıfatlar isme dönüşür. Failin fiilini değil, zâtî özelliğini gösterirler. Sabittirler, zamana ve
mekâna delalet etmezler. Bunun delili huve zamirine isnat eden hiçbir ismin belirsiz gelmemesidir (msl. Huve’l-ğafuru’r-rahîm).
Zira huve mutlak Zât’a delalet eder. Bu yüzden O’na isnat eden sıfat, el takısı alarak isme yaklaşır. Bu farkın çeviriye şu ya da bu biçimde
yansıması elbet gereklidir.
Biz genellikle;


belirsiz formda kullanılan sıfatları, “tarifsiz bir bağışlayıcı eşsiz bir merhamet kaynağıdır” şeklinde,
belirli kullanılan isimleri ise “mutlak bağış sahibidir, sonsuz merhamet kaynağıdır” şeklinde çevirmeye çalıştık (bkz. Kasas: 16; krş.
Tevbe: 71,).
24
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 128 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ً ‫ش‬
ُّ ‫اَل ْنفُسُ ال‬
ُ ‫ت مِنْ بَعْ لِهَا ُن‬
َْ ‫ت‬
ْ ‫َوا ِِن امْ رَ اَةٌ َخا َف‬
﴾١٢٨﴿ ‫ّللا َكانَ ِبمَا َتعْ َملُونَ َخ ٖبيرً ا‬
ِ َ‫وزا اَ ْو اِعْ رَ اضًا َف ََل ُج َناحَ عَ لَي ِْهمَا اَنْ يُصْ لِحَا َب ْي َن ُهمَا ص ُْلحً ا َوالص ُّْل ُح َخ ْي ٌر َواُحْ ضِ ر‬
َ ٰ َّ‫ش َّح وَ اِنْ ُتحْ سِ ُنوا َو َت َّتقُوا َفاِن‬
128 Eğer bir kadın;


kocasının sadâkatsizlik ve geçimsizliğinden
ya da kendisini terk etmesinden korkarsa,
her iki taraf da anlaşma yoluyla aralarındaki sorunu çözebilirler;(127) anlaşma en iyi yoldur, bencilce kıskançlık ise insan fıtratında hâzır ve
nâzırdır:
Eğer iyilik yapar ve sorumlu davranırsanız, iyi bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.(128)
(127) Kadının nuşûz’u 34. âyette geçmişti. Bu âyet erkeğin nuşûz’unu ele alıyor. Kadının nuşûz’unun erkeğinkinden daha ağır
cezalandırılması, daha ağır sonuçlar üretmesindendir. Zira işin doğası gereği nesil emniyetini korumak birinci dereceden kadına ait bir
yükümlülüktür.
(128) Kadının boşama hakkına dolaylı olarak delâlet eder.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 129 Aşağıdadır.)
ٰ ‫َولَنْ َتسْ َت ٖطيعُوا اَنْ َتعْ ِدلُوا َبيْنَ ال ِّنسَا ِء وَ لَ ْو حَ رَ صْ ُت ْم َف ََل َتمٖ يلُوا ُك َّل ْال َمي ِْل َف َت َذرُوهَا َك ْال ُمعَ لَّ َق ِة وَ اِنْ ُتصْ لِحُوا َو َت َّتقُوا َفاِنَّ ه‬
﴾١٢٩﴿ ‫ّللاَ َكانَ غَ فُورً ا رَ حٖ يمًا‬
129 Ne kadar arzu etseniz de, eşleriniz arasında adâleti tam gerçekleştiremeyeceksiniz.(129) Hiç değilse, sadece birine yönelerek diğerini
boşluktaymış gibi bırakıp dışlamayın. Eğer arayı bulur ve sorumlu davranırsanız, iyi bilin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir rahmet
kaynağıdır.
(129) “ama onlara da âdil davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir taneyle ya da meşru olarak sahip olduklarınızla yetinin”
mealindeki 3. âyetin devamı niteliğindedir. Burada, imkansız bir idealizm uğruna sosyal problemleri çözümsüzlüğe mahkûm etmemek için,
kural hukukî alandan ahlâkî alana taşınmaktadır.
(Nuzul 112 / Mushaf 49 : Hucurat 9 Aşağıdadır.)
ُ ِ‫َت َفاَصْ لِحُوا َب ْي َن ُهمَا بِ ْالعَ دْ ِل َواَ ْقس‬
ٰ ‫طوا اِنَّ ه‬
ٰ ‫ت اِحْ هدي ُهمَا عَ لَى ْاَلُ ْخ هرى َف َقاتِلُوا الَّتٖ ى َتبْغٖ ى حَ ه ٰتى َتفٖ ی َء ا هِلى اَم ِْر ه‬
ْ ‫ّللاِ َفاِنْ َفاء‬
ْ َ‫ان مِنَ ْالم ُْؤمِنٖ ينَ ا ْق َت َتلُوا َفاَصْ لِحُوا َب ْي َن ُهمَا َفاِنْ َبغ‬
ُّ‫ّللاَ ُيحِب‬
ِ ‫َواِنْ َطائِ َف َت‬
﴾٩﴿ َ‫ْال ُم ْقسِ ٖطين‬
9 Şu halde;



mü’minlerden iki gurup çarpışırsa, aralarını bulun;
fakat bir taraf diğerinin hakkına saldırırsa, siz de o haksız taraf ile Allah’ın emrine dönünceye kadar çarpışın;
ama eğer (saldırganlıktan) vazgeçerse, tarafların arasını adâletle ayırın ve (bunun için gerekirse) fedakârlıkta bulunun: çünkü Allah
(barış için) fedakârlık edenleri sever.(12)
(12) Kıst: Binası tek olup birbirine zıt iki anlama gelen kelimelerdendir.


Kıst, “hakkı tahsıl etmek”,
kast “haktan yüz çevirmek”tir (el- ‘udûl ‘ani’l-hak).
Kıst’ın anlam alanına kendi hakkından yüz çevirmek, yani “hakkından feragat etmek” de dahildir. Burada tam da bu mânaya gelir.
Aynı kelime Allah için kullanıldığında hak ettiğinden fazlasını vermek veya kulu üzerindeki hakkından feragat etmek mânasına gelir (bkz.
Yûnus: 4).
(Nuzul 92 / Mushaf 47 : Muhammed 2 Aşağıdadır.)
﴾٢﴿ ‫ت َو ها َم ُنوا ِبمَا ُن ِّز َل ع هَلى مُحَ َّم ٍد َوه َُو ْالحَ ُّق مِنْ رَ ب ِِّه ْم َكفَّرَ عَ ْن ُه ْم سَ ِّيپَات ِِه ْم َواَصْ لَ َح بَالَ ُه ْم‬
ِ ‫َوالَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَ ا‬
2 Bir de;



imanda sebat eden,
iyilik yapan ve
Rableri tarafından Muhammed’e(3) indirilen hakikate inananlar var:
25


Allah onların günahlarını silecek,
tasavvur ve akıllarını (vahiyle) ıslah ve inşa edecektir.(4)
(3) Muhammed “övülmüş, övgüye mahzar olmuş” anlamına gelir.
Geldiği dört yerde de cümle içindeki konumu haberdir.
Kur’an’da “Ey!” nidâsıyla Rasulullah’a tek hitap “Yâ Sîn”, yani “Ey insan” dır.
Geçmiş vahiylerde ve Doğu kutsal metinlerinde gelecekte bu isimde bir peygamberin zuhur edeceğinden doğrudan veya dolaylı olarak söz
edilmiştir (bkz. şu‘arâ: 196).
Araplarda daha önce bu isme rastlanmazken, tam da o dönemde bu isimde bir peygamber geleceği olaya ilgi duyanların bilgisi dahiline
girmiş olmalı ki, efendimiz dışında eş zamanlı olarak bölgede 7 (veya 12) kişiye daha bu isim verilmiştir. (el-Muhabbar, s. 130)
(4) Düz anlamıyla: “İşlerini rast getirecektir”. İlâhî bir inşa projesi olan vahyin gönderiliş amacına atıf.
Bâl, o düzelince insanın eylemlerinin düzeldiği, bozulunca da bozulduğu merkez, yani insanın eylemlerine istikamet veren akıl ve tasavvur.
Kelime daha sonra, bütün bunların ürünü olan “işler, hal ve gidişat” anlamını kazanmıştır (krş. İbn Aşur).
(Nuzul 13 / Mushaf 103 : Asr 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ ‫صب ِْر‬
َّ ‫ت َو َت َواصَ ْوا ِب ْالحَ ِّق َو َت َواصَ ْوا ِبال‬
ِ ‫ا ََِّل الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَا‬
3 Ancak,




Allah’a inanıp güvenenler, (4)
Erdemli ve sorumlu davrananlar; (5)
Yani (6) birbirlerine hakkı tavsiye edenler (7)
Ve sabrı tavsiye edenler (8) bundan müstesnadır. (9)
(4) Kurtuluşun temel şartı ikidir:


İman ve
Onun üzerine bina edilen sâlih amel.
Amelin üzerine bina edildiği iman, insanlığın belli bir zaman ve mekânıyla sınırlı bir iman değil, insan soyunun tamamını kapsayan bir
imandır. Böyle bir imanın ait olduğu İslâm’ın tarifi, “insanlığın değişmez değerleri olan ezeli ve biricik hakikat” olmalıdır.
(5) Farklı formlarla birçok yerde gelen ‘amilu’s-sâlihât (‘amelen sâlihan) terkibi Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde farklı vurgular kazanır.



Vahyin ilk yıllarındaki vurgusu “sorumlu davranış”tır. Bu davranış, Bakara 2’den yola çıkarak “hidayetten önceki takvâ”
diyebileceğimiz sorumluluk bilincine ve ahlâkına dayanır. Erdemlilik ve dürüstlüğü ifade eder.
İlerleyen yıllarda vahiy Allah’ın razı olup olmadığı, imana yaraşan ve yaraşmayan eylemleri beyan ettikten sonra “sâlih amel” terkibi
“Allah’ın razı olduğu imana uygun davranış” vurgusunu kazanmıştır.
İslâm cemaatinin iktidar yıllarını teşkil eden Medine’de ise aynı terkip “sahibini ve başkalarını ıslah edici iyilikler” vurgusuna
ulaşmıştır. Aslında bu son vurgu sâlihât kelimesinin asli vurgusudur ve imkanla orantılı olarak her dönemde sâlih amelin ana hedefini
ifade eder.
Sûrenin son âyetindeki hakkı ve sabrı tavsiye sâlih amelin mükemmel bir örneğidir. Başta iman olmak üzere Allah’a itaat, namaz kılmak ve
zekât vermek gibi hukukullah ile ilgili ibadetler bu yüzden Kur’an tarafından sâlihât’tan değil hasenât’tan sayılmıştır (Hûd: 23 ve Bakara:
277).
Fakat hasenât, sosyal amaçları geçekleşince sâlihât vasfını da kazanır. Mâ‘ûn sûresi, namaz ibadeti özelinde, hasenât’ı sâlihât’a tebdil
etmenin formülünü sunar (krş. Mâ‘ûn: 5).
Hasenât’a bire on vaad edilirken (En’âm: 160), sâlihât’a kesintisiz nimet ve cennet vaad edilmektedir (msl. Tîn: 6; Burûc: 11).


Hasenât sahipleri seyyiât’ı örtülmekle müjdelenirken,
Sâlihât sahipleri canlıların en iyisi olmakla müjdelenir (Furkan: 70; Beyyine: 7).
Hz. Peygamber’e nisbet edilen “Bir saatlik âdil yönetim altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır” (Taberânî, el-Kebir) hadisi, sâlihât ile
hasenât arasındaki büyük farka dair nebevi bir okumadır.
(6) Sâlih amel’in mahiyeti göz önüne alındığında, bu vav’ın tefsiriyye vurgusu daha isabetli gibidir. Âyetteki dört unsurdan ilk ikisi asli son
ikisi talidir. Hakkı ve sabrı tavsiye, aslında sâlih amelin açılımı ve iki örneğidir. Benzer formdaki Tîn: 6 da tercihimizi teyit eder (bkz. Bir
önceki not).
26
(7) Hakkı tavsiye etmek, zımnen:



İnançta tevhidi,
Eylemde sâlihât ve adâleti tavsiye etmektir.
Hakikati, hakkın yolunu, hakka ve hukuka riayeti tavsiye etmektir.
(8) Zımnen: Hakkı tavsiye etmenin bedeli vardır, bu bedeli ödemek gerektiğinde sabır tavsiye edenler... Bu sabrın tarifini de verir:
Sabır, hak ve hakikat üzerinde direnmek, düzeltme işinden vazgeçmemektir.
Hz. Ali şöyle der: “Sabretmek dert yanmaktan daha çok yorar”. Bu tavsiye, daha sonraları el-emr bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker emrine
dönüşecektir (A’râf: 157; Âl-i İmran: 104, 110, 114; Tevbe: 112). Hatta bir âyette el-emr bi’l-maruf’un ardından sabır emredilir (Lokman:
17). Beled 17 ile bu âyet arasında açık bir benzerlik vardır. Bu da sabrın aynı zamanda bir “merhamet” olduğunu gösterir.
Sabr üç ayrı edatla üç ayrı mâna kazanır:



‘an ile “hakta direnmek”,
‘alâ ile “bela ve sıkıntıya göğüs germek”,
lâm ile “ibadet, hak, hayır ve adâlette sebat” mânaları kazanır.
Burada bâ ile gelmiştir ve bu üç mânayı da kuşatmıştır. Sabır izzet ve şeref verir. Ne ki zillet ve mezellete düşürüyor, o sabır değil acziyettir.
Sabır, omuzladığı hayat emanetini sahibine zayi etmeden ulaştırmak için götürürken, rüzgar tersinden esmeye başladığında;




geri adım atmamak,
yükü atmamak,
yolu satmamak,
yola yatmamaktır.
Kişinin hakikate olan sadâkati, onun uğruna ödemeyi göze aldığı bedelle orantılıdır.
(9) Sözün özü şudur: Yalnızca iman edip sâlih amel işlemek kişiyi “iyi” yapar, hakkı ve sabrı tavsiye etmek ise kişiyi “aktif iyi” yapar (krş.
Müddessir: 2). Kurtuluşun anahtarı “aktif iyilerin” elindedir. Asr sûresinin son âyeti, toplumun ıslahının sadece emir ve yasaklarla değil,
iman ve sâlih amel sahiplerinin hakkı ve hakta direnişi tavsiyesi ile sağlanacağını ifade eder.
Kurtulmak için;



Sadece inanmak yetmez,
Islah edici eylemler yapmak,
Bu cümleden olarak hakkı ve hakta direniş demeye gelen sabrı tavsiye etmek gerekir.
Bunlar imanın gereğidir. Bunu yapmayan fert veya toplum, isterse mü’min olsun, hüsrandan kurtulamaz (krş. Enfal: 25).
Ey Rabbimiz! Bizi ziyanda olanlardan ve ziyankâr olanlardan kılma!
‫ه‬
‫ين َك َفرُوا‬
َ ٖ‫ُون اَ َّن ُه ْال َح ُّق ِمنْ َرب ِِّه ْم َواَمَّا الَّذ‬
َ ‫ين ها َم ُنوا َف َيعْ لَم‬
َ ٖ‫ُوض ًة َف َما َف ْو َق َها َفاَمَّا الَّذ‬
َ ‫ب َم َث ًَل َما َبع‬
َ ‫ّللا ََل َيسْ َتحْ ٖيى اَنْ َيضْ ِر‬
َ ٰ َّ‫اِن‬
‫ه‬
ٰ ‫ون َما َذا اَ َرا َد‬
﴾٢٦﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ّللا ُ ِب هه َـذا َم َث ًَل يُضِ ُّل ِبهٖ َكثٖ يرً ا َو َيه ْٖدى ِبهٖ َكثٖ يرً ا َو َما يُضِ ُّل ِبهٖ ا ََِّل ْال َفاسِ ق‬
َ ُ ‫َف َيقُول‬
26 Allah bir sineği ya da ondan da küçüğünü misal vermekten haya etmez.(35)


İman edenlere gelince: onlar iyi bilirler ki, o, Rableri katından gelen hakikattir.
Küfre saplananlara gelince: “Allah bu örnek ile ne demek istedi?” derler.
Bununla Allah bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğru yola yöneltir. Ve fakat yoldan çıkmışlardan başkasını
kesinlikle saptırmaz.(36)
(35) Burada asli mastar olan darb yerine yapma mastar olan en yadribe gelmesi, verilen misalin amaç değil araç
olduğuna delalet eder.
Maksad sözün tüm imkanlarını kullanarak insanın hakikati görmesini sağlamaktır (krş. İşârât).
(36) Bu âyet, çift özneyi gören yeşâ’ fiillerini çevirimizin gerekçelerinden birini teşkil eder. Mesela yudillu men
yeşâ’ ibarelerini “Allah sapanın/sapmak isteyenin sapmasını diler” şeklinde çevirdik. Bu âyet bu tür kalıpları
açan bir âyettir. Zira “Allah yoldan çıkmışlardan başkasını saptırmaz” (krş. Ra’d: 27).
27
(Nuzul 58 / Mushaf 13 : Rad 27 Aşağıdadır.)
ٰ ‫َو َيقُو ُل الَّذٖ ينَ َك َفرُوا لَ ْو ََل ا ُ ْن ِز َل َعلَ ْي ِه هاي ٌَة مِنْ رَ بِّهٖ قُ ْل اِنَّ ه‬
﴾٢١﴿ َ‫ّللاَ يُضِ ُّل مَنْ َي َشا ُء َو َيهْدٖ ى ِالَ ْي ِه مَنْ اَ َناب‬
27 Yine inkârda direnenler,

“Ona Rabbinden bir mucize indirilmesi gerekmez miydi?” derler.
De ki:

“Allah dileyen kimsenin sapmasını diler, kendisine yönelen kimseyi ise doğru yola yönlendirir”; (37)
(37) Yeşa’ fiili cümle içerisinde iki özneyi de görmektedir: O (Allah) ve men (insan). Bu durumda,

“Allah’ın dilemesi” (hidayet için bkz. Tevbe: 80) “insanın tercihinin” bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.
Özellikle burada, “hidayet” zıddı olan “dalalet” ile birlikte anılmaktadır. Fakat anlamamızı kolaylaştıran asıl unsur ibaredeki ileyhi men
enab’dır (krş. Mü’min: 13). Çünkü bu kısımda hemen önceki yudillu men yeşâ’ ibaresinde gizli ikinci özne olan ‘insan’ açıkça ortaya
çıkmıştır: “kendisine yönelen kimse”.

Yani “Allah kendisine yönelen kimseyi doğru yola yönlendirir”.
Allah’ın hidayete erdirmesi ya da dalalete düşürmesi ile ilgili tüm âyetler, buradaki ilâhî iradenin nasıl tecelli ettiğini açıklayan şu âyet
ışığında anlaşılmalıdır: “Allah, yoldan çıkmışlardan başkasını saptırmaz” (Bakara: 26).
Ayrıca Kur’an “Allah esenlik yurduna davet eder” dedikten sonra, bu davete icâbet edenleri kastederek “dileyen kimseleri ise dosdoğru bir
yola yöneltmeyi murad eder” buyurmaktadır (Yûnus: 25).
Hidayet/dalaletle ilgili 19 âyetin biri hariç hepsinde de hem öznelerin hem de tümlecin yüklemi üçüncü şahıs formuyla gelir. Adı geçen tek
istisna olan Şûrâ 42. âyet ise birinci çoğul şahıs kipi olan “biz” formuyla gelir. Onda da, mücerret olarak “biz doğru yola yöneltiriz” şeklinde
değil, bir mef’ulü bih ile “Onun için bir ışık yaratırız, dilediğimizi o ışık sayesinde doğru yola iletiriz” formunda gelir.
Bu da, hedâ ve dalâl ile kullanılan yeşa’ fiilinin iki özneyi de gördüğüne delalet eder. Aynı sonuca istikrai bir okumayla da varılır (Ayrıca
bkz. âyet 31; İbrahim: 4; Nûr: 21; Muhammed: 17, ilgili notlar).
‫ه‬
‫ض اُ ه‬
ٰ ‫ُون َما اَ َم َر ه‬
﴾٢١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ِك ُه ُم ْال َخاسِ ر‬
َ ‫ولـئ‬
َ ‫ص َل َو ُي ْفسِ ُد‬
َ ‫ّللا ُ ِبهٖ اَنْ يُو‬
َ ‫ّللا ِمنْ َبعْ ِد مٖ ي َثاقِهٖ َو َي ْق َطع‬
ِ ٰ َ‫ُون َعهْد‬
َ ‫ين َي ْنقُض‬
َ ٖ‫اَلَّذ‬
ِ ْ‫ون فِى ْاَلَر‬
27 Onlar ki;



(Fıtrat) sözleşmesinden(37) sonra Allah’ın (aldığı) sözü bozarlar,
Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları kesip koparırlar ve
Yeryüzünde ahlâkî çürümeye neden olurlar(38)
işte bunlardır hüsrana uğrayanlar!
(37) Misak mecazî veya mânevî bir sözleşme olarak düşünülebilir.
Allah’ın insana doğuştan verdiği fıtrat, vicdan ve akla tekabül etmektedir. Özünde bu doğal hidayet unsurları da
fiili bir sözleşme sayılmalıdır. Nakd, sağlam ve kalın bir halatı lif lif çözmek demektir.
Bu durumda misak Allah’ın kopmaz ipine sarılmayı ifade eder.
(38) Burada koparılmaması emredilen bağlar dört şıkta özetlenebilir:
1) İnsanın kendisiyle olan bağı.
2) İnsanın Allah’la olan bağı.
3) İnsanın insanla olan bağı.
4) İnsanın tabiat ve evrenle olan bağı.
Bu ana şıkların altına akıl-vahiy, dünya-âhiret, lafız-anlam, madde-mâna, birey-toplum, zengin-yoksul, karıkoca, yöneten-yönetilen vb. gibi bir çok bağ dizilebilir.
28
Öncelikle anlıyoruz ki, Allah’ın koparılmamasını emrettiği bağlar, bütünüyle insanı ve insan hayatını
ilgilendiren bağlardır ve bu bağların korunması ferdi ve toplumsal barış ve huzuru garanti ederken, birbirinden
koparılıp ayrılması bunları yok etmektedir.
Âyetin son bölümünde buna sebep olanların kaybedecekleri ve zımnen kaybettirecekleri vurgulanmaktadır.
‫ه‬
﴾٢٨﴿ ‫اّلل َو ُك ْن ُت ْم اَم َْوا ًتا َفاَحْ َيا ُك ْم ُث َّم ي ُٖمي ُت ُك ْم ُث َّم يُحْ ٖيي ُك ْم ُث َّم ِالَ ْي ِه ُترْ َجعُو َن‬
ِ ٰ ‫ُون ِب‬
َ ‫ْف َت ْكفُر‬
َ ‫َكي‬
28




Cansızken size hayat bahşedecek,
Ardından sizi öldürecek ve
Ondan sonra da diriltecek,(39)
En sonunda sizi kendisine döndürecek olan Allah’a karşı nasıl olur da nankörlük yaparsınız?
(39) Krş. Mü’min: 11. Âyetin açılımı şudur: Siz varlıkta var idiniz. Fakat hayat sahibi değildiniz. Hayata
gelmeden de “varoluş” açısından var idiniz.
Allah, varlıkta dağınık olarak bulunan “siz”e ruh üfleyerek diriltti. Bu,
1) Ölümün varlığın zıddı anlamında bir “yokluk” olmadığını;
2) Ölümün hayatın zıddı olduğunu;
3) Ölümün hayatın başlangıcı olduğunu gösterir.
(Nuzul 78 / Mushaf 40 : Mü’min 11 Aşağıdadır.)
‫ه‬
﴾١١﴿ ‫يل‬
ٍ ‫سَب‬
ٖ ْ‫ُوج مِن‬
ِ ‫ْن َفاعْ َترَ ْف َنا ِب ُذ ُن‬
ِ ‫ْن َواَحْ َي ْي َت َنا ْاث َن َتي‬
ِ ‫َقالُوا رَ َّب َنا اَ َم َّت َنا ْاث َن َتي‬
ٍ ‫وب َنا َف َه ْل اِلى ُخر‬
11 Şöyle karşılık verecekler:



Rabbimiz! Sen bizi iki kez öldürdün, iki kez de dirilttin.(11)
İşte artık günahlarımızı itiraf ettik:
Şimdi bizim için bir çıkış yolu yok mudur?”
(11) Krş. Bakara: 28.
Kur’an dilinde canlı varlıkların can verilmeden önceki inorganik durumuna da “ölüm” denilmektedir (krş. Hac: 28 ve 164). “İki kez” ifadesi
teksîr olarak yorumlandığında anlam “defalarca öldürüp, defalarca dirilttin” olur.
Birincisi maddî ikincisi manevî bir ölümdür ki, bin ölümden beterdir. Bunu “ruhun ölümü” olarak adlandırmak mümkündür (Elmalılı).
﴾٢٩﴿ ‫ت َوه َُو ِب ُك ِّل َشیْ ٍء َعلٖ ي ٌم‬
ٍ ‫ض َجمٖ يعً ا ُث َّم اسْ َت هوى ِالَى ال َّس َما ِء َف َس هوٰ يهُنَّ َسب َْع َس هم َوا‬
ِ ْ‫ه َُو الَّذٖ ى َخلَقَ لَ ُك ْم َما فِى ْاَلَر‬
29 Yeryüzündekilerin tümünü sizin için yaratan, sonra göğe yönelerek onu yedi gök olarak düzenleyen O’dur:
(40) Nihayet her şeyin bilgisine sahip olan da O’dur.
(40) “Yedi gök” bilinen ve bilinmeyen birbirinden farklı tüm kozmik sistemleri kapsayan bir ifade.
Yedi rakamı çeşitlilikten ve çok katmanlılıktan kinayedir (krş. Hicr: 44).
Yedi gök “yer” ile birlikte anıldığında “bütün bir kâinât” anlamına gelir.
29
(Nuzul 72 / Mushaf 15 : Hicr 44 Aşağıdadır.)
﴾٥٥﴿ ‫ب ِم ْن ُه ْم ج ُْز ٌء َم ْقسُو ٌم‬
ٍ ‫ب لِ ُك ِّل بَا‬
ٍ ‫لَهَا سَ بْعَ ُة اَب َْوا‬
44 Oranın yedi kapısı(34) vardır; o kapıların her biri, onlardan (günahına göre) tasnif edilmiş bir kesime tahsis edilecektir.
(34) Seb‘a rakamı kinaye olarak “birden fazla” ya da “farklı, çeşitli” manasına alınabilir.
Aynı zamanda bir eylemle birlikte kullanıldığında, eylemin sürekliliğini ifade eder.
Hem isimle hem de fiille birlikte kullanıldığında çevrimselliğe ve dünüşümlülüğe delâlet eder.
ُ‫ِك َو ُن َقدِّس‬
ُ ‫ض َخلٖ ي َف ًة َقالُوا اَ َتجْ َع ُل فٖ ي َها َمنْ ُي ْفسِ ُد فٖ ي َها َو َيسْ ِف‬
َ ‫ك ال ِّد َما َء َو َنحْ نُ ُن َس ِّب ُح ِب َحمْ د‬
َ ‫َوا ِْذ َقا َل َر ُّب‬
ِ ْ‫ك ل ِْل َم هل ِئ َك ِة ِا ٖ ٰنى َجاعِ ٌل فِى ْاَلَر‬
﴾٣١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ك َقا َل ِا ٖ ٰنى اَعْ لَ ُم َما ََل َتعْ لَم‬
َ َ‫ل‬
30 HANİ, senin Rabbin melaikeye(42);

“Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim”
dediği zaman da şöyle sormuşlardı:

“Yeryüzüne fesat çıkaran ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni hamd ile tesbih ve
takdis edip dururken?”
(Allah) cevap verdi:

“şu kesin ki, ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.”
30
(41) Burada çeviriye mânasıyla değil işleviyle yansımış olan bir vav vardır. Vav’ın ibtidaiyye işlevi çeviriye
paragraf başı olarak yansımıştır.
Bu kıssanın ana fikri şudur: İnsanın yeryüzündeki varlık amacı, ne melekliktir ne de şeytanlık; hatası ve
kusuruyla insanlıktır, insanlık…
İşbu yüzden, insan beşer doğar, irade ve akılla insan olur.

Vahiy irade ve aklı doğru kullanma talimatıdır.
(42) Melâike, melek’in çoğuludur.
Sonundaki ta’yı çoğula delalet eden müenneslik ta’sı değil de allâme ve nessâbe gibi mübalağa ta’sı olarak
niteleyen bir ekol de vardır.
Melek’in türetildiği milâk bir varlığın kendisine dayandığı şeydir. Yani bir şeyin meleği onu ayakta tutan
nokta/kuvvettir.
Araplar şöyle der: “Kâlp cesedin milakidir”. Bu açıklamayı kendisine borçlu olduğumuz Râğıb, Kur’an’daki
kullanımlarından yola çıkarak meleğin bir şeyi yönetmekle görevli ruhanî varlıklar olduğunu, dolayısıyla her
melek’in melâike olduğunu, lâkin her melâike’nin melek olmadığını söyler.
Ona göre melâike daha çok ibadet ve zikr ile meşgul olan ruhanî varlıklar demektir.
Melâike’nin maddî âleme ait unsurları yönetmesi gerekmez (Müfredât). Kelimenin melk’ten türetilmiş olduğunu
söyleyenler de “kuvvet, dinamik” anlamına geldiğini ifade ederler.
İnsanda bir tavır ve davranışın otomat bir biçimde iyice yerleşik hâle gelmesi de aynı kökten gelen meleke
sözcüğüyle ifade edilir.
İsrâ 95’te, aynı cümle içinde hem tekil (meleken) hem çoğul (melâike) olarak gelmesi, tekil ve çoğul arasındaki
bu keskin ayrıma ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini akla getirse de, âyetteki kullanımın tamamen farklı bir
gerçeği vurgulamak olduğu açık.
Râzi, Âdemoğlu’nun emrine âmâde olan meleklerin özellikle “yeryüzü melekleri” olduğunu söyler ki, bu
sözkonusu “farklı gerçeğin” püf noktasını teşkil eder.
(43) Halife, hem ismi fail hem de ismi mef’ul kalıbı.


Fail olarak “bir başkasına vekalet eden”,
Mef’ul olarak “bir başkasına vekalet veren”.
Bu ikinci anlamda insanın halifeliği nesillerin birbiri ardınca gelişidir. Çoğulu halâif’’tir. Hulefa ise halif’’in
çoğuludur. Halîf ile halîfe arasında mahiyet farkı vardır:
Halife, iyi olanın vekili, yardımcısı, sözcüsü, temsilcisi iken;
Halif kötü olanın yerine geçen, onu temsil eden, ona vekalet eden anlamına gelir.
Âyette halife her ne kadar tekil gelmişse de, tıpkı ilk atalarının adıyla anılan Türk, Ari, Sami, Mudar kavim ve
kabileleri gibi Âdem de tüm insan soyunu sembolize ettiği için insan neslinin tümüne delalet eder (Zemahşerî).
Kur’an’ın hiçbir yerinde bu kelime tekil ya da çoğul olarak Allah’a izafetle kullanılmıyor. Ne ki En’âm 165’te
yeryüzüne izafetle “yeryüzünün halifeleri” olarak kullanılıyor (krş. A’râf: 69; Yûnus: 73; Fâtır: 39; Sâd: 26).
Bu kullanımın açıkça gösterdiği şey birinin yerine vekalet ve niyabet anlamına değil, tıpkı siyasal alanda
kullanıldığı gibi “tedbir” ve “imar” anlamına geldiğidir.
Özetle insan yeryüzünün “kalfası” kılınmıştır.
31
(44) İnni ca‘ilun ibaresine inni hâlikun anlamı vermek bizce isabetli değildir.
Ce‘ale fiili, bağlamına -aldığı mef’ule- göre birden fazla anlam içeren fiillerdendir. Kur’an’da özellikle insanın
“yaratılış” ve çoğalış serüveninin niceliğiyle ilgili âyetlerde ce‘ale fiili kullanılmaktadır.


Hatta kimi âyetlerde aynı cümle içerisinde ilk yaratılışı ifade için halaka (yarattı) fiili kullanılırken (Nisâ:
1),
Ondan sonraki gelişim sürecini ifade için ce‘ale fiili kullanılmaktadır. (En’âm: 1; A’râf: 189; Fâtır: 11;
Hucurât: 13)
Halîfe/halâif’in kullanıldığı tüm âyetlerde yüklem olarak ısrarla ce‘ale’nin kullanılması dikkat çekicidir (Ca‘l ve
halk farkı için bkz. Nebe‘: 9).
(45) Hamd için bkz. Fâtiha: 2
(46) Burada adı geçen üç eylem de; (hamd, tesbih, takdis) Kur’an-ı Kerim’de, şuurlusu ve şuursuzu, iradelisi ve
iradesiziyle tüm varlıkların ortak eylemi olarak geçer.
Hamd, tesbih ve takdis, sadece “konuşan iradeli canlı” olan insana has değildir. İnsan bu evrensel koroya
bilinçli olarak katılırsa, insanın sesi evrenin sesiyle uyum arz etmiş olur. Kozmik uyumu bozmanın cezası,
doğaya ve doğasına yabancılaşmadır.
Hamd, tesbih ve takdisin üçü de namaz ibadetinde Fâtiha, tesbihat ve secde ile temsil edilmiştir.
Tüm varlık kategorilerinin namazda temsil edildiğini ifade etmek için kimi alimler;



kıyamı dağların,
rükuu hayvanların ve
secdeyi de bitkilerin temsil edildiği bir ibadet olarak te’vil ederler.
(47) Bu âyette sembolize edilen şey, insanın Allah nezdindeki müstesna yeri ve değeridir. Bu değer, meleklerin
de aday oldukları bir makama insanın lâyık görülmesiyle ifade edilmektedir.
İnsan dahil hiçbir yaratık, sahip olduğu değer ve meziyetlere kendiliğinden sahip değildir.
Tüm diğer varlıklar gibi insan da “kerametini” Allah’a borçludur.
(Nuzul 68 / Mushaf 17 : İsra 95 Aşağıdadır.)
ً ‫شونَ م ُْط َمئِ ٖ ٰنينَ لَ َن َّز ْل َنا عَ لَي ِْه ْم مِنَ ال َّسمَا ِءَ َملَ ًكا رَ س‬
ُ ْ‫ض م هَلئِ َك ٌة يَم‬
﴾٩٤﴿ ‫ُوَل‬
ِ ْ‫قُ ْل لَ ْو َكانَ فِى ْاَلَر‬
95 Onlara de ki: “Eğer yeryüzünde salına salına dolaşanlar melekler olsaydı, elbet Biz de onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik.”
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 165 Aşağıdadır.)
﴾١٦٤﴿ ٌ‫ب َو ِا َّن ُه لَغَ فُو ٌر رَ حٖ يم‬
ٍ ‫ض دَرَ جَ ا‬
ِ ‫ت لِ َي ْبلُ َو ُك ْم فٖ ى مَا ها هتي ُك ْم اِنَّ رَ بَّكَ س َٖري ُع ْال ِع َقا‬
ٍ ْ‫ض َورَ َفعَ بَعْ ضَ ُك ْم َف ْوقَ بَع‬
ِ ْ‫َوه َُو الَّذٖ ى جَ عَ لَ ُك ْمَ َخ ََلئِفََ ْاَلَر‬
165 Çünkü O, sizi yeryüzüne mirasçı kılmış ve bahşettiği nimetlerle sizi sınamak için bir kısmınızı diğerlerinizden derecelerle üstün
kılmıştır. Kuşkusuz Rabbin karşılık vermede çok seridir: Fakat, bununla birlikte O gerçekten tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet
kaynağıdır.
32
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 69 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ْ
ْ
﴾٦٩﴿ َ‫ّللا لَعَ لَّ ُك ْم ُت ْفلِحُون‬
ِ ٰ ‫وح وَ َزادَ ُك ْم فِى ْال َخ ْل ِق بَصْ َط ًة َف ْاذ ُكرُوا ها ََل َء‬
ِ َ‫اَ َوع‬
ٍ ‫ج ْب ُت ْم اَنْ جَ ا َء ُك ْم ذ ِْك ٌر مِنْ رَ ِّب ُك ْم عَ لى رَ ُج ٍل ِم ْن ُك ْم لِ ُي ْنذِرَ ُك ْم َواذ ُكرُوا اِذ جَ عَ لَ ُك ْم خلَ َفا ََء مِنْ بَعْ ِد َق ْو ِم ُن‬
69 Ne yani, sizi uyarsın diye içinizden bir adam eliyle Rabbinizden size bir bildiri gelmesine niçin şaşıyorsunuz? Bari Nûh kavminin
ardından sizi nasıl (uygarlığa) mirasçı kıldığını, yaratılış bakımından sizi nasıl üstünlüklerle takviye ettiğini hatırlayın! Artık Allah’ın
nimetlerini unutmayın ki ebedi kurtuluşa erebilesiniz!”
Hz Nuh’un yaşadğı Yerler (Kufe ve Cudi)
33
(Nuzul 69 / Mushaf 10 : Yunus 73 Aşağıdadır.)
ُ ‫َف َك َّذبُوهُ َف َنجَّ ْي َناهُ َومَنْ مَعَ ُه فِى ْالفُ ْلكِ َوجَ عَ ْل َنا ُه ْم َخ ََلئِفََ َواَ ْغرَ ْق َنا الَّذٖ ينَ َك َّذبُوا ِب هايَاتِ َنا َفا ْن‬
﴾١٣﴿ َ‫ظرْ َكيْفَ َكانَ عَاقِ َب ُة ْال ُم ْن َذ ٖرين‬
73 Derken, onu yalanladılar; bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide bulunanları kurtardık ve onları (yeryüzünün) varisleri
kıldık. (92) Âyetlerimizi ısrarla yalan sayan kimseleri ise boğulmaya terk ettik. Dön de bir bak: uyarılan (ama uyanmayan) kimselerin akıbeti
nice olurmuş?
(92) Yapılan araştırmalar, Avustralya Aborijinlerinden Guatamala yerlilerine, Seylan halkından Eskimolara kadar, kapalı havza toplumları da
dahil tüm dünya halklarının ortak hafızasında bir “tufan” kıssası olduğunu ortaya koymuştur.
Bu, tufanın dünya çapında olduğunu değil, o dönemde insan neslinin bugünkü gibi dağınık bir hâlde olmadığını gösterir. Allahu a‘lem.
(Nuzul 42 / Mushaf 35 : Fatır 39 Aşağıdadır.)
َ ْ ‫ه َُو الَّذٖ ى جَ عَ لَ ُك ْم َخ ََلئِفََ فِى‬
﴾٣٩﴿ ‫ض َفمَنْ َك َفرَ َفعَ لَ ْي ِه ُك ْف ُرهُ َو ََل ي َٖزي ُد ْال َكاف ِٖرينَ ُك ْف ُر ُه ْم عِ ْن َد رَ ب ِِّه ْم ا ََِّل َم ْق ًتا َو ََل ي َٖزي ُد ْال َكاف ِٖرينَ ُك ْف ُر ُه ْم ا ََِّل َخسَارً ا‬
ِ ْ‫اَلر‬
39 O’dur sizleri yeryüzünde halifeler kılan. (47) Şu halde kim O’nu inkâr ederse bu inkârın zararı kendisine olur; zira inkârcıların küfrü
Rableri katında sadece alçalışlarını artırır; (48) yine inkârcıların küfrü (kendileri için) de sadece aldanışlarını artırır.
(47) Neden “yeryüzünde”? Yaratılış amacınıza uygun bir hayatı orada inşa edesiniz diye.
(48) Kendilerine davet ulaşmadan önce düşük bir hayat yaşıyorlardı. Gelen daveti inkâr etmekle bu düşüklük bayağılığa dönüştü.
(Nuzul 55 / Mushaf 38 : Sad 26 Aşağıdadır.)
‫نْ سَب ه‬
‫َخلٖ ي َف ًةَفِى ْاَلَرْ ض َفاحْ ُكم بي ال َّناس ب ْال ِّق و ََل َت َّتبع ْاله هَوى َفي لَّ عَنْ سَب ه‬
﴾٢٦﴿ ‫ب‬
ِ ‫ّللا لَ ُه ْم ع ََذابٌ َشدٖ ي ٌد ِبمَا َنسُوا ي َْو َم ْالحِسَا‬
َ‫ّللا اِنَّ الَّذٖ ينَ يَضِ لُّونَ ع‬
َ‫ُضِ ك‬
َ َ‫ِ ِ ح‬
َ‫ْ َ ْن‬
َ‫يَا دَ اوُ ُد ِا َّنا جَ عَ ْل َناك‬
ِ ٰ ‫يل‬
ِ ٰ ‫يل‬
ِ
ِ ٖ
ِ ٖ
ِِ
26 (Ve nida ettik):
“Ey Davud!
Elbet sana yeryüzünde iktidarı Biz verdik: (24) O halde;


insanlar arasında adâletle hükmet,
(kimsenin) heva ve arzusuna kapılma ki, sonra seni Allah yolundan saptırırlar.
Şu kesin ki Allah yolundan sapan kimseler, Hesap Günü’nü unutmalarından dolayı şiddetli bir cezaya çarptırılırlar.
(24) Lafzen: “halife yaptık”.
34
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 1 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫ّللا الَّذٖ ى َتسَا َءلُونَ بِهٖ َو ْاَلَرْ حَ ا َم اِنَّ ه‬
َّ ‫س وَ احِدَ ٍة وَ َخلَقَ ِم ْنهَا َز ْوجَ هَا َوب‬
﴾١﴿ ‫ّللاَ َكانَ عَ لَ ْي ُك ْم رَ قٖ يبًا‬
َ ٰ ‫َث ِم ْن ُه َما ِرجَ ًاَل َكثٖ يرً ا َونِسَ ا ًء وَ ا َّتقُوا‬
ٍ ‫يَا اَ ُّيهَا ال َّناسُ ا َّتقُوا رَ َّب ُك ُم الَّذٖ ى َخلَ َق ُك ْم مِنْ َن ْف‬
1 EY insanlık!(1) Sizi bir tek canlı varlıktan(2) yaratan, ondan da eşini(3) var eden ve her ikisinden de birçok erkek ve kadın üreten
Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Kendisi adına birbirinizden (hak) talebinde bulunduğunuz Zât’a ve bu insanlık bağına(4)
karşı sorumluluk duyun. Kuşkusuz Allah, üzerinizde daimi bir gözetleyicidir.(5)
(1) Nida için bkz. Bakara: 21
(2) A’râf 11, Nisâ 1 ve Hucurât 13 ışığında, Âdem’in de kendisinden yaratıldığı ilk organik bileşiğe (hücre) delalet eder.
Kur’an’da



Nefs 16,
Nufûs 2 ve
Enfus 153 yerde gelir.
Hepsinde de anılan şeyin maddî ve mânevî unsurlarıyla birlikte “kendisi, zâtı, özü” mânasına gelir.
Her can ölümü tadar. Nefis; tatmin, rıza, yalvarma, korku, yatışma, fedakârlık, hile, haset, pişmanlık ve vesvese ile nitelenir.



İman ve küfür,
Hidayet ve dalalet,
Günah ve takvâ,
Ödül ve ceza ile alâkalı kullanılır.
Kur’an cisim ve ceset’i hiç âhiretle alâkalı kullanmazken nefs’i âhiretle alâkalı olarak sık kullanır.
(3) Zevc için bkz. Şûrâ: 11. “Ondan da eşini” ibaresi, “onun cinsinden” şeklinde eşin de aslı olan biyolojik kökenin bölünerek çoğalmasına
delalet edebilir (krş. Ebu Müslim’den. Râzî).
Geleneksel tefsir bu ibareyi Eski Ahid ışığında okuyarak Âdem’in eşinin Âdem’in bedeninden yaratıldığını söyler. Bunu teyiden de, mecaz
olduğu açık olan “Kadın kürek kemiğinden yaratılmıştır” rivayetini nakleder (Buhârî, Enbiya 2). Oysa ki “kadın kürek kemiği gibidir”
versiyonu, sözün mecaz olduğunu izaha yeterlidir (Müslim, Radaa 18).
(4) Lafzen: “rahimlere”. Bu bağlamda erhâm, tüm insanlığın birbiriyle olan kan bağına delalet eder. Bu bağ tek tek tüm insanların gözetmesi
gereken “insanlık” ortak paydasını temsil eder. İnsanlığa karşı sorumluluk ile Allah’a karşı sorumluluk birlikte gelmiştir. Bizim “İnsanlık
bağı” olarak tercüme ettiğimiz erhâm’ın tekili olan rahim organı için Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Rahim, Rahmân’dan bir daldır”
(Buhârî, Edeb 81:13). Bir bakıma kadın rahmi, ilâhî rahmetin insandaki tecellisidir.
(5) Zımnen: aynı ana babadan gelenlerin birbirlerine soy sopla övünmeleri anlamsızdır.
35
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 1 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُّ ََ‫اَلرْ ضَ َوجَ عَ ل‬
َ ْ َ‫ت و‬
﴾١﴿ َ‫ت َوال ُّنورَ ُث َّم الَّذٖ ينَ َك َفرُوا ِبرَ ب ِِّه ْم يَعْ ِدلُون‬
ِ ‫الظلُمَا‬
ِ ‫ّلل الَّذٖ ىَ َخلَقَََالس هَّم َوا‬
ِ ٰ ِ ‫اَ ْلحَ مْ ُد‬
1 BÜTÜN HAMD gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur.(1) Buna rağmen tevhid hakikatini inkâr
edenler, başkalarını Rablerine denk tutarlar. (2)
(1) Zımnen: Bilinmeyen her şeyi temsil eden “karanlık” şer tanrısı değil, Allah’ın yaratığıdır. Giriş âyetleri, İbn Amr’ın da tesbit ettiği gibi
Eski Ahid’in Tekvin kitabının girişi ile konu benzerliğine sahiptir (Buhârî).
(2) Allah’tan bağımsız bir alan yoktur. Dolayısıyla, yokluk ve karanlığı kendisine nisbet edeceğimiz bir ‘şer ilâhı’ da yoktur.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 189 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ت دَ ع ََوا ه‬
َّ ‫ّللاَ رَ َّب ُهمَا لَئِنْ ها َت ْي َت َنا صَالِحًا لَ َن ُكو َننَّ مِنَ ال‬
ٰ ‫ح َد ٍة َوجَ عَ َل َ ِم ْنهَا َز ْوجَ هَا لِيَسْ ُكنَ ِالَ ْيهَا َفلَمَّا تَغَ ه‬
ْ َ‫َّت ِبهٖ َفلَمَّا اَ ْث َقل‬
ْ ‫ت حَ مْ ًَل َخفٖي ًفا َف َمر‬
ْ َ‫شيهَا حَ َمل‬
﴾١٨٩﴿ َ‫شاك ِٖرين‬
ِ ‫س َوا‬
ٍ ‫ه َُو الَّذٖ ى َخلَ َقك َْم مِنْ َن ْف‬
189 O’DUR sizi bir tek candan yaratan ve kendisine ilgi duysun diye ona kendi cinsinden eşini var eden.
Gün gelip o eşine sarılınca, (önce) eş hafif bir yük yüklenir ve o yükü bir süre taşır. (157)
Ardından yük ağırlaşınca eşler Rableri olan Allah’a: “Eğer bize eli ayağı düzgün, kusursuz bir çocuk bahşedersen; söz, Sana şükreden
kimselerden olacağız!” diye yakarırlar.
(157) Bir çocuğun meydana gelişini anlatan Kur’anî belagatın, muhteşem bir zarafet ve nezaketle kesiştiği nokta.
Sperma – Yumurta Buluşması (Döllenme)
36
Embriyo (Alaka): Sperma-Yumurta buluşmasıyla oluşan hücrenin ard arda mitoz
bölünme geçirerek hücre sayısının artmasına denir. Hücre oluşması ile temel
organların belirlenmesine kadar geçen süre Embriyo süresidir.
Embriyo (Alaka)
37
(Nuzul 42 / Mushaf 35 : Fatır 11 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ك عَ لَى ه‬
ٰ ‫َو ه‬
﴾١١﴿ ‫ّللاِ ي َٖسي ٌر‬
ٍ ‫ب ثُ َّم مِنْ ُن ْط َف ٍة ُث َّم جَ عَ لَك َْم اَ ْز َواجً ا َومَا َتحْ ِملُ مِنْ ا ُ ْن هثى َو ََل َتضَ ُع ا ََِّل ِبع ِْلمِهٖ َومَا ُي َع َّم ُر مِنْ مُعَ م ٍَّر َو ََل ُي ْن َقصُ مِنْ ُع ُم ِرهٖ ا ََِّل فٖ ى ِك َتا‬
ٍ ‫ّللاُ َخلَ َقك َْم مِنْ ُترَ ا‬
َ ِ‫ب اِنَّ هذل‬
11 Ve Allah sizi topraktan yaratmıştır; sonra bir damlacık hayat suyundan...
Sonra size (birbirinize) eş olacak cinsel bir kimlik vermiştir: hiçbir dişi ne O’ndan habersiz hamile kalabilir, ne de doğum yapabilir. (19)
Dahası hiç bir hayat sahibi, O’nun kayıtlı yasası dışında (20) ne ömrünü uzatabilir, ne de kısaltabilir:
Hiç şüphe yok ki bu, Allah için çok kolaydır. (21)
(19) 9. âyette büyük kâinat olan âleme ilişkin deliller, bu âyette de küçük kâinat olan insana ilişkin deliller birlikte ele alınarak, söz Fussilet
53’te ifadesini bulan çift boyutlu ilâhi inşaya getirildi.
(20) Kitâb’ın “yasa” karşılığı ile ilgili bkz. Hûd: 6 ve Neml: 75.
(21) Zımnen: ölümün ve hayatın yasalarını yalnız O koyar. Bununla beraber O koyduğu yasaların mahkûmu değil hakimidir. Bu yasalar
üzerinde tasarruf yapması O’nun için çok kolaydır (Tamamlayıcı bir not için bkz. Tâhâ: 21).
(Nuzul 112 / Mushaf 49 : Hucurat 13 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫شعُوبًا َو َقبَائِ َل لِ َتعَارَ فُوا اِنَّ اَ ْكرَ َم ُك ْم عِ ْن َد ه‬
ُ ‫يَا اَ ُّيهَا ال َّناسُ ِا َّنا َخلَ ْق َناك َْم مِنْ َذ َك ٍر وَ ا ُ ْن هثىَ َوجَ عَ ْل َناك َْم‬
﴾١٣﴿ ‫ّللا عَ لٖي ٌم َخ ٖبي ٌر‬
َ ٰ َّ‫ّللاِ اَ ْت هقي ُك ْم اِن‬
13 Ey insanlık! Elbet sizi bir erkekle bir dişiden yaratan Biziz; derken sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki tanışabilesiniz.(21)

Elbet Allah katında en üstününüz, O’na karşı sorumluluk bilinci en güçlü olanınızdır;(22)
Şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.
(21) Sûrenin 10. âyetinde imanda kardeşlik vurgulanmıştı. Burada ise insanlıkta eşlik vurgulanıyor ve insanlık ortak paydasına dikkat
çekiliyor.
Farklılıklar, insanlık ailesini oluşturan unsurların birbirine tahakküm ve üstünlük gerekçesi değil, “tanışma” gerekçesi olmalıdır.
(22) İslâm’ın evrenselliğini tüm zamanlarda haykıran bir âyet.
Zımnen: Kimse doğuştan imtiyazlı/doğuştan mahrum değildir. Kişinin kendi seçmediği şeylerle övünmesi anlamsızdır.
Takvâ, kişilerin kendi akıl ve iradeleriyle yaptıkları bilinçli tercihi ifade eder.
Bu şu mânayı içerir: Ne kadar sorumlu davranırsanız, o kadar üstün olursunuz! (Ekramekum için krş. İsra: 70).
(Nuzul 47 / Mushaf 78 : Nebe 9 Aşağıdadır.)
﴾٩﴿ ‫َوجَ عَ ْل َنا َن ْو َم ُك ْم ُسبَا ًتا‬
9 Ve uykunuzu ölüm (8) (sembolü) kıldık;(9)
(8) Veya, “kesinti” (el-kat’) kök anlamına istinaden: “istirahat için ara”.
Fakat bu mâna, kelimenin asli mânası değildir. Nevmekum (uykunuz) kelimesi, insan uykusuna has bir özelliği ifade etse gerektir. Bu da can
ile değil insana özgü ruh ile alâkalı olmalıdır (krş. En’âm: 60).
(9) 8. âyetteki çift yaratılış haleka fiiliyle, 9. âyetteki uykunun ölüm sembolü kılınışı ce‘ale fiiliyle ifade edilmiş.


Halk eşyanın varoluş, tabiat, cevher ve fıtratına nisbetle,
Ca‘l ise eşyanın ahval, araz ve eylemine nisbetle kullanılır.
Çift kutupluluk insanın cevheri özelliği, uyku ise arazi özelliğidir. İlki ontolojik, ikincisi biyolojiktir.
38
(Nuzul 2 / Mushaf 1 : Fatiha 2 Aşağıdadır.)
ٰ
﴾٢﴿ َ‫ّلل رَ بِّ ْالعَالَمٖ ين‬
ِ ‫اَ ْلحَ مْ ُد ِ ه‬
2 HAMD, bütün âlemlerin Rabbi (2) Allah’a mahsustur. (3)
(2) “Âlemlerin Rabbi”ni Kur’an şöyle tefsir eder:
“O göklerin, yeri ve bunlar arasındaki herşeyin Rabbidir” (şu‘arâ: 24).
Yani bütün bir varlığın, kâinâtın ve içindekilerin Rabbi. (Âlemin’in “yaratılmışlar evreni” için kullanıldığına dair bir tahlil için bkz. (Enbiya:
107)
(3) ‘’Allah’a Mahsustur’’Açılımı: “Tüm zamanlarda, tüm mekânlarda, her varlığın Hamdi tümüyle Allah’a mahsustur”. Zira başka yerlerde
zaman ve mekân kaydı kullanıldığı hâlde (msl. Kasas: 70 ve Rûm: 18) burada zamansız ve mekânsız olarak gelmiştir.
Kur’an’da lâm edatının sebep, mülk ve istihkak anlamlarına göre ibare



“Allah içindir”,
“Allah’ındır” veya
“Allah’ın hakkıdır” mânalarına da gelir.
Hz. Peygamber’in “Ben Seni lâyıkıyla övemem, Sen kendini övdüğün gibisin” (Müslim, Salat 222) sözü esas alındığında bu ibare “Allah’ı
lâyıkıyla ancak Allah över” anlamına gelir.



Şükür, ele geçene teşekkürdür.
Şükür nimet verilince yapılır,
Hamd her zaman yapılır. Nimet verilse de alınsa da... Zira alırken de verirken de kul Allah’ın gözetimindedir. Ve Allah’ın gözetiminde
olmak hamdi gerektirir.
Alınca da hamd etmek anlaşılır bir şeydir. Zira nimeti veren O’ydu, daha büyüğünü vermek için küçüğünü almış olabilir, o musibet daha
büyük bir belâya kalkan olabilir, dünyada alıp ahrette daha büyüğünü verebilir. Allah’tan başkasına hamd olmaz.
﴾٣١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫صادِق‬
َ ‫اء ههـؤُ ََل ِء ِانْ ُك ْن ُت ْم‬
َ ‫َو َعلَّ َم ها َد َم ْاَلَسْ َما َء ُكلَّ َها ُث َّم َع َر‬
ِ ‫ض ُه ْم َعلَى ْال َم هل ِئ َك ِة َف َقا َل اَ ْن ِبٶُ نٖ ى ِباَسْ َم‬
31 Ve Âdem’e(48) tüm isimleri öğretti,(49) bunun ardından onları meleklere takdim etti ve dedi ki:

“Hadi, eğer sözünüzün arkasında duruyorsanız şunların isimlerini(50) bana bir bir haber verin!”(51)
(48) Kur’an’da 25 yerde geçen Âdem ismi 7 yerde Âdemoğlu (beni âdem) şeklinde gelir.


el-Edeme Ferrâ’ya göre “aracı, vesile” demektir.
Zemahşerî ise bu kelimenin “bir toplumun lideri, öncüsü” anlamına kullanıldığını söyler (Esâs I, 7).
30. âyetin dipnotunda da belirtildiği gibi bu kıssada Âdem soyunu temsilen yer almaktadır.
Bu kıssanın nakledildiği âyetlerde kullanılan zamirler şaşırtıcı bir değişkenlik gösterir. 29. âyette yeryüzündeki
her şeyin insan için yaratılmasından söz edilirken ikinci çoğul şahıs (siz) kullanılırken, müteakip âyetlerde
Âdem’e işaretle ikinci tekil şahsa (sen) geçilmekte.
Daha da ilginci bu kıssanın detaylı bir biçimde aktarıldığı A’râf 11’de Âdem’in yaratılışı ikinci çoğul zamirle,
“siz: Âdem” diyebileceğimiz bir formüle yol vermektedir.
Kur’an, Âdem için kullandığı ifadeleri insan için de kullanır (Mü’minûn: 12, 13). İnsan sûresinin 2. âyetinde
nutfe’den yaratıldığı söylenen ve türün tüm üyelerini içeren el-insan lafzı Âdem’i de kapsar.
(49) Öğrenme yeteneğine, hassaten eşyaya isim koyma yeteneğine delalet eder.
Talim, kalıp olarak bir süreç içinde öğrenmeyi ifade eder.
39
Ta‘limu’l-esmâ’yı en güzel Rahmân 3-4 açıklar:
“O insanı yarattı; ona kendini ifade etmeyi öğretti”.
Sözün özü:



Bilmek, içkin değil aşkın bir eylemdir.
Bilgi “elde edilmiş” değil “verilmiş” bir şeydir ve kaynağı Allah’tır.
İnsanın şerefi Allah’ın öğrencisi olmaktan kaynaklanır.
Bu âyet, insanın da meleğin de bilgisinin “yoktan var edilmiş” (ibda) değil, alınmış ve keşfedilmiş (ahz ve keşf)
olduğunu gösterir. Alınan her bilgi sonradandır, geçicidir, sınırlıdır. Ayrıca, bu âyetten yola çıkılarak dilin ilk
nüvesinin fiiller değil isimler olduğu sonucuna varılabilir.
(50) Buradaki ‘aradahum eğer esmâ’a dönseydi ‘aradahâ (ve bi-esmâihâ) şeklinde gelmesi gerekirdi. Fakat
bilinçli varlıklar için kullanılan formla gelmiş.
Bu şu anlama gelir: burada meleklere sunulanlar “isimler” değil, o isimlerin bizzat müsemmalarıdır. Bunların
bilinçli varlıklar olması hâlinde, insan dışında da bir çok bilinçli varlığın olması gerekirdi ki biz bunları
bilmiyoruz. Bilinçliler için kullanılan zamir ve işaret isimleri, onların aklına delalet eden nitelikler için de
kullanılır (msl. İsra: 36).
Bu mânada esmâ’ akıl, gönül, duyma, işitme ve konuşma gibi bilinçli varlıkta bulunan yeti ve niteliklere delalet
edebilir. Daha temelde, insana yaratılıştan verilmiş “ben idrakine” ve “hudurî bilgiye” delalet edebilir. Allah en
doğrusunu bilir.
(51) Akla ilk gelen soru şudur: Melekler nasıl bildi?
Allah’ın, görünmez varlıkları (cinler), insanlardan daha önce yarattığı Hicr 27’de ifade edilir. Bu durumda
cinlerin, yeryüzünde insandan önce halife kılındığı sonucuna varılır.
Cinler insandan önce böyle şeyler yapmış olmalıdırlar ki, melekler bu tecrübeye dayanarak itiraz etmiş olsunlar.
Zaten şeytan’ın durumu da bu açıklamayı güçlendirmektedir. Bir başka açıklama da şöyle yapılabilir: Kur’an’da
beşerin insanlaşma sürecinin sudan başlayıp çok uzun bir aşamada (etvâr) gerçekleştiği ifade edilir (Nûh: 14).
İnsan adlı canlı, kendisini insan yapan “ruh” üflenmeden önce kan dökmüş fesat çıkarmış olabilir. Eğer durum
böyleyse, melekler bu tecrübeye dayanarak bunları söylemiş olmalıdırlar. Bu açıklamadan, bir değersizleştirme
ve indirgeme operatörü olan Darwin’e asla bir pay çıkmaz. Allahu a‘lem
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 11 Aşağıdadır.)
﴾١١﴿ َ‫جدٖ ين‬
ِ ‫َولَقَدْ َخلَ ْق َنا ُك ْم ثُ َّم صَ وَّ رْ َنا ُك ْم ُث َّم قُ ْل َنا ل ِْلم هَلئِ َك ِة اسْ ُجدُوا ِ هَلدَ َم َفسَجَ دُوا ا ََِّل ِابْلٖيسَ لَ ْم َي ُكنْ مِنَ السَّا‬
11 Doğrusu sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, ardından meleklere dedik ki: “Âdem(oğlu) lehine emre âmâde olun!” (6) Hemen emre
âmâde oldular,(7) İblis hariç o emre âmâde olanlar arasında yer almadı.
(6) Bu âyette açık ve net olarak Âdem Âdemoğlu/insanoğlu yerine kullanılmıştır. “Sizi .. sizi..” ile başlayan hitap birden “..ve Âdem’e dedik
ki..” şekline dönüşür. Bu Kur’an’ın sembolik dil özelliğinin harika bir örneğidir. Adeta, “Onlar Kur’an üzerinde derinliğine düşünmüyorlar
mı?” ilâhî emrinin sebebini ifade eder.
(7) Maksada ilişkin bir okuma, Âdem’e secde eden meleklerin gök değil yer melekleri olduğunu söyleyenleri doğrular niteliktedir (bkz.
Râzî).
Buradaki secdenin namaz secdesi olmadığı açıktır. Bu secde;


Ya “İradesi sayesinde bilme ve tanımlama yeteneği bahşedilen insana saygılarını sunmak”,
Ya da “Âdemoğlunun yaşamı ve iyiliği için yardımcı ve âmâde olmak” anlamına gelir.
Çünkü sucûd’un dildeki karşılığı “önünde eğilmek, emrine âmâde olmak, saygı sunmak”tır.
40
(Nuzul 80 / Mushaf 23 : Mü’minun 12 Aşağıdadır.)
﴾١٢﴿ ‫ين‬
ِ ْ ‫َولَقَدْ َخلَ ْق َنا‬
ٍ ‫اَل ْنسَانَ مِنْ س ََُللَ ٍة مِنْ ٖط‬
12 DOĞRUSU Biz insan türünü,(10) bir nevi(11) konsantre bir balçıktan yarattık;(12)
(10) el-İnsan’daki belirlilikten dolayı türün tüm bireylerini kapsar.
(11) “Bir nevi”, sulâle ve tîn’deki belirsizliğin anlama yansımasıdır (krş. Hicr: 26-27, not 12).
(12) İnsanın embriyolojik yaratılış sürecini işleyen bu âyetler, insan var oldukça sürecek yaratılış yasasına dikkat çekmektedir. “Yarattık”
şeklindeki geçmiş zaman kipi, “yaratılış yasası takdir ettik” anlamını içerir.
Taberî sulâle’yi hulâsa ile karşılar. Kelimenin ait olduğu fu‘âle vezninin “bir şeyi mümkün olan en aza indirmeye" delalet ettiği hatırlanacak
olursa, bizim tercih ettiğimiz “konsantre” kelimesi bunun en uygun karşılığıdır.
Aynı veznin bir fiilin son amacına delalet etmesinden yola çıkarak da bu süzülme işleminin “hayat tohumu” elde etmek amacıyla yapıldığı
sonucuna ulaşılmış olur.
İnsanın balçıktan yaratılmasının hem elementer, hem embriyolojik hem de doğduktan sonraki biyolojik varlık süreçlerinin tamamını toprağa
borçlu olduğunun bir ifadesidir (Ayrıca bkz. Hicr: 26-27, not 11-12).
Çamur, toprakla suyun bileşimini temsil eder. İnsanı besleyen tüm bitkisel ve hayvani besinler toprak ve suyun bileşiminden elde edilmiş
olur. Toprakta mevcut olan element ve minerallerin insanda da yaklaşık olarak bulunduğu gerçeği bunu doğrular. Bu âyet aynı zamanda,
insanın ilk canlı dan son canlıya kadar yeryüzündeki serüveniyle, anne karnındaki spermadan doğuma kadarki serüveni arasında paralellik
olduğunu da îmâ eder.
(Nuzul 80 / Mushaf 23 : Mü’minun 13 Aşağıdadır.)
﴾١٣﴿ ‫ين‬
ٍ ٖ‫ار مَك‬
ٍ َ‫ُث َّم جَ عَ ْل َناهُ ُن ْط َف ًة فٖى َقر‬
13 Epey sonra onu, karar kılacağı (rahimde) yer tutan bir hayat tohumu kıldık;(13)
(13) Nutfe, sadece hayat suyu olan meninin adı değil, onun içindeki “hayat tohumu”nun, yani “sperma”nın adıdır.
Zira rahimde sağlama alınan, meni değil ondaki “hayat tohumu” olan spermadır (Nutfe için bkz. Nahl: 4).
(Nuzul 68 / Mushaf 17 : İsra 36 Aşağıdadır.)
‫ك بهٖ عِ ْلمٌ اِنَّ السَّمْ عَ َو ْالبَصَرَ َو ْالفُ هؤا َد ُك ُّل ا ُ ه‬
﴾٣٦﴿ ‫ولـئِكَ َكانَ عَ ْن ُه مَسْ ؤُ ًَل‬
ِ َ َ‫َو ََل َت ْقفُ مَا لَيْسَ ل‬
36 Ve bilmediğin bir şeyin peşinden gitme! (53)

Çünkü kulak, göz ve gönül; bütün bunlar (hesap günü) ondan dolayı sorguya çekilecektir. (54)
(53) La takfu (ya da lâ takaf), “peşine düşme, ardınca gitme” anlamına (Ferrâ). İz sürücülük sanatına kıyâfe, bu işin uzmanına da kâif
denilirdi. Bir önceki âyetle birlikte düşünüldüğünde yanlış ölçme ve değerlendirmenin yetersiz ya da yanlış bilgiden kaynaklandığını
açıklayan bir ifade.
Alternatif bir anlamı da şudur: “Bilmediğin bir konuda konuşma!”
(54) Burada, “peşinden gitme” eyleminin bir sonuç olduğu, bunun öznesinin ise gözlem, bilgi ve bütün bunları ölçüp değerlendiren ve burada
“akleden kalbe” karşılık gelen “gönül” olduğu dile getirilmektedir.
Bunların sorguya çekilmesi, hesap gününde sahibi hakkında şahitlik yapacak olmasıdır ki, kulak ve gözlerin şahitliği Fussilet 22’de açıkça
dile getirilir.
Yine Kur’an diğer organların şahitliğinden de söz eder (Nûr: 24; Yâsîn: 65).
Âyetteki “gönlün sorgusu” ile Bakara 283’teki “kâlbin günahkarlığı” arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.
Bütün bunlar, insan eyleminin çıkış noktasının tasavvur ve akıl oluşuyla açıklanabilir. Dolayısıyla sapmış bir eylemi düzeltmek, o eylemin
merkezini düzeltmekten geçmektedir.
41
﴾٣٢﴿ ‫ك اَ ْنتَ ْال َعلٖ ي ُم ْال َحكٖ ي ُم‬
َ ‫ك ََل عِ ْل َم لَ َنا ا ََِّل َما َعلَّ ْم َت َنا ِا َّن‬
َ ‫َقالُوا ُسب َْحا َن‬
32 (Melekler) cevapladılar:



Sen tek otoritesin,(52)
Bizim Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz olamaz;(53)
Yalnızca Sensin her şeyi tam bilen, her hükmünde tam isabet kaydeden.”
(52) Burada “tenzih” ve “takdis” amaçlı kullanılmıştır. Tüm olumsuzluklardan mutlak olarak arındırma ve tüm
olumlu özelliklerin en mükemmeliyle nitelendirme O’nun tartışılmaz otoritesine yapılan bir vurgudur. Bu
nedenle “tek otoritesin” şeklinde çevirdik.
(53) Bu âyet, meleklerin, insanoğlu gibi bilgi üretemediklerine, sadece kendilerine verilmiş bilgiyi
kullandıklarına delalet eder.
‫ون َو َما ُك ْن ُت ْم‬
ِ ‫ْب الس هَّم َوا‬
َ ‫ض َواَعْ لَ ُم َما ُت ْب ُد‬
َ ‫َقا َل َيا ها َد ُم اَ ْن ِب ْئ ُه ْم ِباَسْ َمائ ِِه ْم َفلَمَّا اَ ْن َبا َ ُه ْم ِباَسْ َمائ ِِه ْم َقا َل اَلَ ْم اَقُ ْل لَ ُك ْم ِا ٖ ٰنى اَعْ لَ ُم َغي‬
ِ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
﴾٣٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫َت ْك ُتم‬
33 (Allah) buyurdu:

Ey Âdem! Şunların isimlerini onlara bildir.”(54)
Onların isimlerini (meleklere) bildirince de;

“Size dememiş miydim “Ben bilirim göklerin ve yerin sırrını; gizlediklerinizin ve açıkladıklarınızın tümünü
de ben bilirim” diye?”(55)
(54) Bilginin öğretilmesi (ta‘lim) Allah’a isnat edilirken, bilginin aktarılması (inbâ’) insana isnat edilir.
Dilin insan düşüncesinin deposu olduğu hatırlanacak olursa, ilk insanın düşünce dağarcığını Allah’ın
doldurduğunu, yani düşüncenin ilk sermayesini insana Allah’ın verdiğini ifade eder. İnsan ilk sermayenin veriliş
amacına sonradan sadâkat de gösterebilir, ihanet de edebilir.
(55) Bu ifade şöyle de yorumlanabilir:

Ben, insanın fesatçılığı ve kan dökücülüğü konusunda açığa vurduğunuz endişeleri bildiğim gibi, kendinizi
bu makama Âdem’den daha lâyık görme hususunda gizlediğiniz duyguları da çok iyi bilirim.
﴾٣٥﴿ ‫ين‬
َ ‫ان م َِن ْال َكاف ِٖر‬
َ ‫يس اَ هبى َواسْ َت ْك َب َر َو َك‬
َ ٖ‫َوا ِْذ قُ ْل َنا ل ِْل َم هل ِئ َك ِة اسْ ُج ُدوا ِ هَل َد َم َف َس َج ُدوا ا ََِّل ِابْل‬
34 İşte o zaman meleklere demiştik ki:

Âdem(oğlu) için emre âmâde olun!(56)
İblis(57) hariç, hepsi emre âmâde olmuştular. O (ise) emre karşı geldi, büyüklük tasladı ve nankörlerden oldu.
(56) Âdem’i “Âdemoğlu” olarak çevirimiz ve bu secdenin mahiyeti için bkz. A’râf: 11
(57) İblis, şeytanın ismi değil içine düştüğü açmazı en güzel bir biçimde ifade eden sıfatıdır.
el-İblâs, “belanın şiddeti karşısında düş kırıklığına uğrayarak umutsuzluğa kapılmak” anlamına gelir (Râ- ğıb).
Kur’an’da kelime bu anlamda kullanılmıştır (En’âm: 44; Rûm: 12, 49).
Zira onu iblisleştiren, umutsuzluktur.
42


Allah’la ilişkisinin anlatıldığı yerlerde İblis,
Âdem’le ilişkisinin anlatıldığı yerlerde şeytan olarak anılır (şeytan için bkz. Tekvir: 25).
Sözün özü: Allah’tan umut kesmek insanı iblisleştirir.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 11 Aşağıdadır.)
﴾١١﴿ َ‫جدٖ ين‬
ِ ‫َولَقَدْ َخلَ ْق َنا ُك ْم ثُ َّم صَ وَّ رْ َنا ُك ْم ُث َّم قُ ْل َنا ل ِْلم هَلئِ َك ِة اسْ ُجدُوا ِ هَلدَ َم َفسَجَ دُوا ا ََِّل ِابْلٖيسَ لَ ْم َي ُكنْ مِنَ السَّا‬
11 Doğrusu sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, ardından meleklere dedik ki:

“Âdem(oğlu) lehine emre âmâde olun!” (6)
Hemen emre âmâde oldular,(7) İblis hariç o emre âmâde olanlar arasında yer almadı.
(6) Bu âyette açık ve net olarak Âdem Âdemoğlu/insanoğlu yerine kullanılmıştır. “Sizi .. sizi..” ile başlayan hitap birden “..ve Âdem’e dedik
ki..” şekline dönüşür. Bu Kur’an’ın sembolik dil özelliğinin harika bir örneğidir. Adeta, “Onlar Kur’an üzerinde derinliğine düşünmüyorlar
mı?” ilâhî emrinin sebebini ifade eder.
(7) Maksada ilişkin bir okuma, Âdem’e secde eden meleklerin gök değil yer melekleri olduğunu söyleyenleri doğrular niteliktedir (bkz.
Râzî).
Buradaki secdenin namaz secdesi olmadığı açıktır. Bu secde;


Ya “İradesi sayesinde bilme ve tanımlama yeteneği bahşedilen insana saygılarını sunmak”,
Ya da “Âdemoğlunun yaşamı ve iyiliği için yardımcı ve âmâde olmak” anlamına gelir.
Çünkü sucûd’un dildeki karşılığı “önünde eğilmek, emrine âmâde olmak, saygı sunmak”tır.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 44 Aşağıdadır.)
﴾٥٥﴿ َ‫َفلَمَّا َنسُوا مَا ُذ ِّكرُوا بِهٖ َف َتحْ َنا عَ لَي ِْه ْم اَب َْوابَ ُك ِّل َشیْ ٍء حَ ه ٰتى ِا َذا َف ِرحُوا بِمَا اُو ُتوا اَ َخ ْذ َنا ُه ْم ب َْغ َت ًة َف ِا َذا ُه ْم ُم ْبلِسُون‬
44 Öyle ki,


Onlar kendilerine yapılan bütün uyarıları kulak ardı ettiler.
Biz de nimet kapılarını ardına kadar açtık.(32)
Onlar kendilerine verilen nimetlerin hazzıyla sermest bir hâldeyken, kendilerini apansız yakalayıverdik:
İşte o vakit, tüm umutlarını yitirdiler. (33)
(32) Zımnen: Darlıkla sınadıktan sonra bir de varlıkla sınadık.
(33) Zımnen: Umut kesmek İblisleşmektir.
Kur’an’da şeytan’dan Allah ile ilişkisinin anlatıldığı yerlerde “İblis” olarak söz edilir.
Eblese, “umutsuzluğa düştü, umudunu yitirdi” anlamına gelir (bkz. Bakara: 34).
(Nuzul 88 / Mushaf 30 : Rum 12 Aşağıdadır.)
﴾١٢﴿ َ‫َوي َْو َم َتقُو ُم السَّاعَ ةَُي ْبلِسَ ْالمُجْ ِرمُون‬
12 Ve Son Saat’in gelip çattığı gün, suçlular tüm umutlarını yitirecekler(14)
(14) İblis ile aynı kökten gelen yublisu, “İblisleşecekler” çağrışımına sahiptir (bkz. En’âm: 44).
(Nuzul 88 / Mushaf 30 : Rum 49 Aşağıdadır.)
﴾٥٩﴿ ََ‫َواِنْ َكا ُنوا مِنْ َقب ِْل اَنْ ُي َن َّز َل عَ لَي ِْه ْم مِنْ َق ْبلِهٖ َلَم ْبل ِٖسين‬
49 Ama aynı kimseler az önce, yani(58) (yağmur) indirilmeden önce umutlarını büsbütün yitirmiştiler.
(58) Metinde bulunmayan bu “yani”nin karşılığı sözün akışında zımnen bulunmaktadır.
43
(Nuzul 8 / Mushaf 81 : Tekvir 25 Aşağıdadır.)
َ ‫َومَا ه َُو ِب َق ْو ِل َشي‬
﴾٢٤﴿ ‫ان رَ ٖج ٍيم‬
ٍ ‫ْط‬
25 Dahası bu kelam, Allah’ın kendisine sığınanları şerrinden emin kıldığı (20) şeytanın sözü de değildir. (21)
(20) Racîm’in açılımı. Bu âyette şeytan, 19. âyetteki meleğin mukabili olarak yer alıyor.
(21) Şeytan’ın vahyin iniş sürecinde ilk defa geçtiği yer.
Çok sağlam ve uzun ip, halat” anlamına gelen eş-şetanu köküne nisbet edilir. Bu tanıma uygun olduğu için Arapça’da çok özel bir yılan
türüne de şeytan denilir. Bu yılanın özelliği sinsi olup uyurken insanın ağzından midesine akması, aniden ve gizlice sokması ve göreni
hayrette bırakan at yelesi gibi bir yeleye sahip olmasıdır.


Şetane an, “uzaklaştı”,
Şâtın, “haktan uzaklaşan” demektir (Lisân).
Kur’an’da haktan uzak düşen görünür ve görünmez, somut ve soyut her varlık için kullanılmıştır. Kelimenin “habis, melun” anlamındaki
İbranice bir kökten türetildiği de söylenmiştir.
Eğer kelime ş-t-n değil de ş-y-t kökünden türetilmişse, o zaman kök anlamı “yanmak, öfkeden yanıp tutuşmak” anlamına gelir.
Kur’an’da; İblis’in


Allah ile ilişkisinde “İblis”,
İnsan ile ilişkisinde “Şeytan” sıfatı kullanılmıştır.
Bakara 34. âyet birincisine, aynı sûrenin 36. âyeti ise ikincisine örnektir.
Görünen-görünmeyen, insan-cin her tür varlık için kullanılır. Kur’an’a göre şeytan insanın sahici ve gerçek bir “düşman ötekisi”dir. “O sizin
apaçık düşmanınızdır” âyetleri bunu teyit eder.
Zira insan “ötekisiz” yapamaz. Eğer şeytan olmazsa insan hep kendi türünden birilerini “düşman öteki” ilan eder ve onu şeytanlaştırır. Bu
giderek kendine döner ve sürecin sonunda insan kendi kendisinin şeytanı olur.
َّ ‫ْث شِ ْئ ُت َما َو ََل َت ْق َر َبا ههـ ِذ ِه ال َّش َج َر َة َف َت ُكو َنا ِم َن‬
ُ ‫ك ْال َج َّن َة َو ُك ََل ِم ْن َها َر َغ ًدا َحي‬
﴾٣٤﴿ ‫ين‬
َ ‫الظال ِٖم‬
َ ‫َوقُ ْل َنا َيا ها َد ُم اسْ ُكنْ اَ ْنتَ َو َز ْو ُج‬
35 Ve dedik ki:



Âdem!
Sen ve eşin şu bahçeye(58) yerleşin,
Orada canınızın çektiği her şeyden serbestçe yiyin, şu ağaca(59) da yaklaşayım demeyin,
sonra zalimlerden olursunuz.” (60)
(58) Arap dilinde c-n-n kökünden türetilen tüm kelimeler “örtme, gizleme” anlamına gelir.
Cennet’in “zemini görünmeyecek kadar örtülü, kapalı” kök anlamının nedeni bizce “insan bilincine ve
tecrübesine kapalı” olduğu, “aklın kavrama kapasitesi dışında” olduğu içindir.
“Ağaçlarının sıklığından tabanı görülmediği için böyle denmiştir” açıklaması hiçbir aklın almayacağı sonsuz
güzellik diyarı olan cenneti değil, dünyanın has bahçelerini ifade eder.
(59) Burada geçen “ağaç” şu âyetler ışığında anlaşılmalıdır: “Sana sonsuzluk ağacını ve sonu gelmez bir
saltanatın (yolunu) göstereyim mi?” (Tâhâ: 120)
Aynı hakikat A’râf sûresinde başka bir üslûpla ele alınıyor: “Rabbinizin sizi bu ağaçtan uzak tutması, başka
değil, sadece siz (ondan yiyince) iki melek (gibi) olursunuz veya ölümsüzleşirsiniz de ondandır (A’râf: 20).
(60) Âdem’in konulduğu cennet Nerededir?


Ahirette vaad edilen cennet mi,
Yoksa dünyada bir bahçe midir?
44

Alimlerden bir kısmı, üçüncü bir görüşü dile getirerek bu cennetin gökte olduğunu savunurlar. Buna delil
olarak da bazı haberleri ve ilgili âyetlerdeki “ininiz” (ihbitû) ifadesini gösterir ve eklerler: eğer bu cennet
yüksek bir yerde olmasaydı “ininiz” denilmezdi. Bu görüşe karşı çıkanlar ise ihbitû kelimesinin 61. âyette
olduğu gibi “çıkmak, dönmek” anlamında kullanıldığını söylemişlerdir.
Ubey b. Ka’b, İbn Abbas, Süfyan b. Uyeyne, Ebu Hanife ve Mâtürîdî bu bahçenin yeryüzünde olduğunu
söylemişlerdir (İbn Kayyım, Dımaşk, 1419, Hâdi’l-Ervah, s. 25).

Âhiret cennetinde yasak yoktur. Oraya giren bir daha çıkarılmaz.
“Allah sizi yerden tarifsiz bir bitirişle bitirmiştir” (Nûh: 17) buyurulur.
Sembolik bir okumayla, “ana rahmi”, Âdemoğlunun cenneti olarak yorumlanabilir. Âdem kıssasında cennette
iskan, yasak ağaçtan yeme ve tevbeden oluşan üç aşama, Abduh’a göre insanın yaratılışındaki üç evreye tekabül
eder. Âdem kıssası Âdemoğlu’nun kıssasıdır. Âdem’in adının anılması, kavmi büyüğünün adıyla anmak
kabilindendir.

Cennette iskan, üzüntü ve kederin olmadığı, “kederden kaç hazza koş” sözünde ifadesini bulan çocukluk
evresine delalet eder.

Ağacın meyvesinin yasaklanması ve bu yasağı çiğneme iradenin ortaya çıkma evresine, pişman olarak
Allah’a yönelme ise olgunluk evresine tekabül eder.

Allah’tan kelimelerin verilmesi, insan aklının hakikati bulmaya yetmediği, mutlaka nübüvvete ihtiyaç
duyduğuna delalet eder (Menâr I, 282- 284).
İnsanlığın sembol (‘sembolik’ değil) atası Âdem’in yaşadığı bu süreçle, her bir insanın anne karnında yaşadığı
embriyolojik gelişim süreci arasında, ‘tedebbür’ için bazı paralellikler kurulabilir mi?

Anne rahmi, Âdemoğlunun zahmetsizce yaşadığı bir tür “cenneti”;

Âdem’in kovuluşu, insanın dünyaya gelişini;

Âdemin yasak ağaçtan yedikten sonra cinselliği keşfetmesi, insanın akıl-baliğ olarak cinselliği keşfetmesini
çağrıştırır.
İnsanın dünya hayatının âhirete nisbeti, ana rahmindeki sürenin dünya hayatındaki süreye nisbeti gibidir. Allahu
a’lem.
ُ ‫َفا َ َزلَّ ُه َما ال َّش ْي َطانُ َع ْن َها َفا َ ْخ َر َج ُه َما ِممَّا َكا َنا فٖ ي ِه َوقُ ْل َنا اهْ ِب‬
ُ ْ‫طوا َبع‬
‫ين‬
ٍ ْ‫ض ُك ْم لِ َبع‬
ِ ْ‫ض َع ُد ٌّو َولَ ُك ْم فِى ْاَلَر‬
ٍ ٖ‫ض مُسْ َت َقرٌّ َو َم َتا ٌع ا هِلى ح‬
﴾٣٦﴿
36 Fakat şeytan onların ayaklarını kaydırdı,(61) böylece sahip oldukları müstesna konumdan uzaklaştırdı.
Ve Biz dedik ki:


Birbirinize düşman olarak çıkıp gidin!(62)
Zira yeryüzünde, geçici bir hayat alanı ve tadımlık bir haz sizi bekliyor!” (63)
(61) İnsan iradesinin hayır ve şerri seçmekle sınanacağına delalet eder. Şeytanın insanoğlu üzerinde herhangi bir
gücü olduğunu göstermez (Hicr: 42). Âdem ve eşinin suçsuz olduğunu da göstermez: “Ne zaman yoldan
saptılarsa, Allah da onların kalplerinin sapmasına izin verdi” (Saf: 5).
(62) Birbirine düşman olan sadece insanoğlu ve şeytan soyu değil, aynı zamanda insanlar içerisinden şeytana
uyan “şeytan taraftarları” ile Allah’a itaat eden “Allah taraftarları”dır. Ne ki Âdem ve eşi temsilinde olduğu gibi,
şeytan taraftarı olmadığı hâlde şeytana aldananlar da var. İşte böylelerine günahına af dileyen Âdem ve eşi örnek
gösterilmektedir.
45
(63) şeytan da, insan da cennetten kovulmuştu.
Ama kovulma sonrasında şeytanla insanın davranışları arasında ateşle toprak arasındaki fark kadar fark vardı.


şeytan yanlış bir kaderciliğe sapıp kendisini bu duruma düşürenin Allah olduğunu (Hicr: 39) îmâ ederek
Allah’a iftira ederken,
Âdem ve eşi hatayı kabullenme ve sorumluluğu üstlenme farkını gösterdi.
İşte bu farkı ödüllendiren Allah, insana hatasını nasıl telafi edeceğinin, Yaratıcısıyla bozulan ilişkisini nasıl
düzelteceğinin yolunu gösterdi. İlâhî lânet hata yapana değil, hatayı savunanadır.
(Nuzul 72 / Mushaf 15 : Hicr 42 Aşağıdadır.)
﴾٥٢﴿َ َ‫َن ا َّتبَعَ كَ مِنَ َا ْل َغ ٖاوين‬
َ َ‫اِنَّ عِ بَادٖ ى لَيْسَ ل‬
ِ ‫ك عَ لَي ِْه ْم س ُْل َطانٌ ا ََِّل م‬
42 Şu bir gerçek ki, has kullarım üzerinde senin hiçbir inandırıcı gücün olmayacaktır; ne var ki batıl inançlı cahil ve bilinçsizlerden sana
uyanlar müstesna!(33)
(33) el-Ğâvîn,


“Bilgisizlikten ya da bilinçsizlikten dolayı batıl inanç sahibi olmak” ya da
“inancında boşluk bulunmak” anlamına gelen el-ğayyu kökünden türetilmiştir (Râğıb).
Şeytan ve görünmeyen kötü güçlerin insan üzerinde gücü olduğu vehmini kökten reddeden bu âyette ğâvîn, 40. âyette dile getirilen
muhlasîn’in tam karşı kutbunda yer alır.
Aynı kelime şu’ara sûresinin 90-91. âyetinde muttakîn’in zıddı olarak kullanılır.
Bu bağlamda “sorumsuz” anlamı kazanır. Aslında kendiliğinden insan üzerinde hiçbir güç ve etkinliği olmayan şeytana, kendi aleyhine
kullanması için güç aktaran bir kimlik dile getirilmektedir.
Bu bağlamda ğavîn, muhlâsîn’in tam zıddına, kendi iradesinden cin şeytanları gibi görünmez varlıklara ya da kendi hayalinde ürettiği
mevhum varlıklara irade transfer eden ve bu şekilde kendi elleriyle zayıflattığı iradesindeki boşluğu cin şeytanlarının ya da hayalinin ürettiği
mevhum varlıkların doldurmasına fırsat verenleri tanımlamaktadır.
Onlar transfer ettikleri güçle, kendi kendilerini vuran aymazlardır. Sonunda, sapmalarının faturasını şeytana ya da mevhum varlıklara
çıkarmak isteyecekler, fakat bu mazeretleri bizzat suçladıkları şeytan tarafından reddedilecektir (İbrahim: 22).
(Nuzul 99 / Mushaf 61 : Saf 5 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫ّللاُ قُلُو َب ُه ْم َو ه‬
ٰ ‫اغ ه‬
َ ‫ّللا ِالَ ْي ُك ْم َفلَمَّا َزا ُغوا اَ َز‬
‫َوا ِْذ َقا َل م ه‬
﴾٤﴿ َ‫ّللاُ ََل َي ْهدِى ْال َق ْو َم ْال َفاسِ قٖ ين‬
ِ ٰ ُ‫ُوسى لِ َق ْومِهٖ يَا َق ْو ِم لِ َم ُت ْؤ ُذو َننٖ ى َوقَدْ َتعْ لَمُونَ اَ ٖ ٰنى رَ سُول‬
5 (Sizin bu durumunuz), Musa’nın kavmine;


Ey kavmim!
Benim Allah’ın elçisi olduğumu çok iyi bildiğiniz(7) halde niçin beni üzüyorsunuz?” (dediği) zamanki durumu hatırlatıyor.
Ve onlar ne zaman yoldan saptılarsa, Allah da onların kalplerinin sapmasına izin verdi: zira Allah, yoldan sapmış bir topluluğu (onların
iradesi hilafına) asla rehberliğini bahşetmez. (8)
(7) Kad edatı “defalarca kendini size dayatan bir bilgiyle” vurgusuna sahiptir.
(8) Hidayet ve dalaletin çift özneli tabiatı için bkz. Muhammed: 17.
(Nuzul 72 / Mushaf 15 : Hicr 39 Aşağıdadır.)
﴾٣٩﴿ َ‫ض َو ََل ُ ْغ ِو َي َّن ُه ْم اَجْ مَعٖ ين‬
ِ ْ‫َقا َل رَ بِّ بِمَا اَ ْغ َو ْي َتنٖ ى ََلُ َز ِّي َننَّ لَ ُه ْم فِى ْاَلَر‬
39 (İblis);


“Rabbim!” dedi,
“Beni yoldan dışladığın için ben de yeryüzünde onlara (günahları) süslü püslü göstereceğim ve kesinlikle onların tümünü yoldan
çıkaracağım.
46
﴾٣١﴿ ‫اب َعلَ ْي ِه ِا َّن ُه ه َُو ال َّت َّوابُ الرَّ حٖ ي ُم‬
ٍ ‫َف َتلَ ه ٰقى ها َد ُم ِمنْ َربِّهٖ َكلِ َما‬
َ ‫ت َف َت‬
37 Fakat Âdem Rabbinden aldığı birtakım kelimelere sarıldı, (64) (Allah) da onun tevbesini kabul etti: (65)
çünkü O, evet O’ydu tevbeleri kabul etme makamında olan, her işinde merhamet sahibi olan.(66)
(64) el-Kelm, “duyum ya da gözlem yoluyla insan idraki üzerinde kalıcı bir etki yapmak” anlamına gelir.
Kulakla algılanan çeşidine kelam, göz ile algılanan çeşidine kelm denir.
Dilimizde söz için “dil yarası” deyimini doğrular şekilde “yaralamak” anlamı yanında tedavi için yaralamak
demeye gelen “ameliyat” anlamını da içerir.
Kelime, hem anlamlı bir sözcük, hem anlamlı bir cümle, hem de uzun bir konuşma için kullanılır. Etimolojik
açıdan kulağın ve gözün algıladığı anlamlı ve etkili her şeye kelime adı verilebilir.
Âdem’in aldığı (bir okunuşta “Âdem’e verilen”) kelimelerin kulakla algılanan bildiğimiz kelimeler olabileceği
gibi, gözle algılanan fiilî kelimeler ve gönülle algılanan kalbî ıstırap ve nedamet de olabilir.
Bu üçüncüsü âyette “almak” anlamını verdiğimiz telakki lafzına daha uygun düşüyor. Çünkü telakki basit bir
alma ya da verme değil, bilinçli bir buluşma, kavuşmadır.
Âdem, pişmanlık duygusunu şu kelimelerle dile getirdi: “Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmetmişiz; eğer bizi
bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle kaybedenler arasına gireriz!” (A’râf: 23)
Birçok müfessir bu sözleri Âdem’in aldığı kelimeler olarak takdim etmişse de bu doğru olmasa gerek. Çünkü bu
âyet, bir önceki âyette geçen Allah’ın tazirli sorusuna bir cevap olarak gelmiştir.
(65) Kur’an’da bazı peygamberlerin ‘zelleleri’ bir ibret vesikası olarak zikredilir. Bu cümleden olarak;




Âdem’in yasağı çiğnemesini,
Hz. Yûnus’un görevini izinsiz terk etmesini,
Hz. Musa’nın peygamberlik öncesi elinden çıkan ölümlü kazayı,
Hz. Davud’un tevbe sebebi olan ‘zelle’sini örnek gösterebiliriz.
(66) Âdem yeryüzüne sürgün mü edildi, yoksa misafir mi?
Bu ve bir sonraki âyet dikkate alındığında Âdem yeryüzüne, yaptığı tevbeden sonra ilâhî rehberliğin sürekliliği
vaadiyle misafir edilmiştir.
Âdemoğluna tahsis edilen dünya, günahın bedeli değil tevbenin ödülüdür.
ُ ‫قُ ْل َنا اهْ ِب‬
﴾٣٨﴿ ‫ون‬
َ ‫اى َف ََل َخ ْوفٌ َعلَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم َيحْ َز ُن‬
َ ‫طوا ِم ْن َها َجمٖ ي ًعا َف ِامَّا َياْ ِت َي َّن ُك ْم ِم ٖ ٰنى ُه ًدى َف َمنْ َت ِب َع ُه َد‬
38 Emrettik:


Oradan hep birlikte çıkıp inin!
Ne var ki, Benden bir rehberliğin size ulaşması şarttır.(67)
Her kim (kendisine ulaşan) rehberliğime uyarsa, artık onlar için gelecek endişesi yoktur, geçmişten dolayı
mahzun da olmayacaklar.(68)
(67) Cümledeki şartlılık cevap isteyen bir yapıda değildir. Rehberliğin ulaşmasının şart olduğunu ifade eder. Bu
rehberlik vahiydir ve onu ulaştırmak bir sorumluluktur (krş. En’âm: 19).
(68) Havf, emn’in zıddıdır.
Güven içinde olamama, tedirgin olma hâlidir.
47
Dilde yalnızca gelecek için kullanılır. Bu gelecek hem dünyevî hem de uhrevî gelecektir.

Allah’ın rehberliğine uyan kimse güvenlik içerisinde olan kimsedir. “Mü’min” tam da budur.

O hâlde, mü’min Allah’ın rehberliğine teslim olup mutlak güvenceye kavuşan kimse demektir.
Âyette olumsuzlama yönteminin kullanılması, bu durumun hem dünya hem âhiret için geçerli olduğunun
ifadesidir. Huzn, havf’in zıddına yalnızca geçmiş için kullanılır. Âyetin asıl muştusu, mü’minler için ebedi
hayatta hüzne yer olmayacağıdır (bkz. Fâtır: 34).
Zımnen: Rehberi vahiy olan dünyada da âhirette de kaybetmez (Tersi bir ibare için bkz. En’âm: 70).
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 19 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫قُ ْل اَىُّ َشیْ ٍء اَ ْك َب ُر َشهَادَ ًة قُ ِل ه‬
‫ح ٌد َو ِا َّننٖ ى ب َٖرٌ ٌء ِممَّا‬
ِ ‫ّللا هالِه ًَة ا ُ ْخ هرى قُ ْل ََل اَ ْش َه ُد قُ ْل ِا َّنمَا ه َُو ا هِلـ ٌه َوا‬
ِ ٰ َ‫ّللا ُ َش ٖهي ٌد َبيْنٖ ى َو َب ْي َن ُك ْم َواُوحِىَ ِالَیَّ هه َـذا ْالقُرْ هانُ َِلُ ْنذِرَ ُك ْم ِبهٖ َومَنْ َبلَََ اَئِ َّن ُك ْم لَ َت ْش َه ُدونَ اَنَّ مَع‬
﴾١٩﴿ َ‫ُت ْش ِر ُكون‬
19 Sor onlara;

En büyük şahit kimdir?”
Cevap ver:

Benimle sizin aranızda Allah şahittir; ve bu Kur’an bana kendisiyle sizi ve onun ulaştığı kimseleri(14) uyarayım diye vahyedildi.
Size de (ulaştığına göre şimdi söyleyin bakalım):

Allah’la birlikte başka ilâhların olduğuna gerçekten şahitlik eder misiniz?
De ki:

“Ben buna şahitlik etmem.”
Ve ekle:

“Tek ilâh ancak O’dur; ve benim Allah dışında ilâhlık yakıştırdıklarınızla hiçbir bağım yoktur.”
(14) “..sizi ve onun ulaştığı kimseleri” ifadesi,

“Kur’an mesajının kendisine ulaşmadığı kimseler bu mesajdan sorumlu tutulacaklar mıdır?” sorusunun cevabı niteliğindedir.
Bu âyet dolaylı olarak bu soruya “hayır” der.
Elbette onlar fıtrat, selim akıl, iradelerinin gereğinden hesap vereceklerdir. Belki Kur’an’ı ulaştırma sorumluluğu olup da ulaştırmayanlar
sorumlu tutulacaklardır.
(Nuzul 42 / Mushaf 35 : Fatır 34 Aşağıdadır.)
‫ه‬
﴾٣٥﴿ ‫ّلل الَّذٖ ى اَ ْذهَبَ عَ َّنا ْالحَ َزنَ اِنَّ رَ َّب َنا لَ َغفُو ٌر َش ُكو ٌر‬
ِ ٰ ِ ‫َو َقالُوا ْالحَ مْ ُد‬
34 Ve diyecekler ki:



Hüznü bizden gideren Allah’a hamdolsun;
Gerçekten de Rabbimiz, tarifsiz bir bağışlayıcıymış,
Kendisine yapılan şükre hadsiz hesapsız bir karşılık verenmiş.
48
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 70 Aşağıdadır.)
‫شفٖ يعٌَ َواِنْ َتعْ ِد ْل ُك َّل عَ دْ ٍل ََل ي ُْؤ َخ ْذ ِم ْنهَا ا ُ ه‬
ٰ ‫ُون ه‬
ْ ‫َو َذ ِر الَّذٖ ينَ ا َّت َخ ُذوا دٖ ي َن ُه ْم لَ ِعبًا َولَهْوً ا َوغَرَّ ْت ُه ُم ْالحَ هيوةُ ال ُّد ْنيَا وَ َذ ِّكرْ ِبهٖ اَنْ ُتبْسَ َل َن ْفسٌ ِبمَا َكسَ ب‬
َ ‫ّللاِ َولِىٌّ َو ََل‬
‫ولـئِكَ الَّذٖ ينَ اُبْسِ لُوا ِبمَا‬
ِ ‫َت لَيْسَ لَهَا مِنْ د‬
َ
ْ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
ٌ‫اب‬
ٌ‫اب‬
ْ‫ِن‬
﴾١١﴿ َ‫كسَ بُوا ل ُه ْم شرَ م حَ مٖ ٍيم َوعَذ الٖيمٌ بِمَا كانوا يَكفرُون‬
70 Dünya hayatına dalarak eğlenceyi ve geçici zevklerini din hâline getiren kimseleri kendi hâline bırak.(56)
Fakat şunu da onlara hatırlat ki,



Her insan işlediklerine karşılık ipotek altına alınacak,(57)
Ve ne kendisini Allah’a karşı koruyacak, ne de kayıracak kimsesi olacaktır.
Ve kendisi için en yüksek fidyeyi verse bile, bu ondan asla kabul edilmeyecektir.
İşte bunlardır işlediklerine karşılık ipotek edilecekler; ısrarlı inkârları sebebiyle onlar (gelecek için) yakıp kavurucu bir (umutsuzluk) zehiri
içecekler, (geçmiş için) şiddetli bir azap çekecekler.(58)
(56) Bu ibarenin iki anlamı vardır:


“Dinlerini oyun ve eğlence hâline getiren kimseler” veya
“Oyun ve eğlenceyi din hâline getiren kimseler.”
Râzî, Kurtubî, Ebussuud ve Âlûsî bu ikinci anlamı alternatif bir anlam olarak anarlar.
(57) Kur’an’da sadece bu âyette gelen en tubsele ve ubsilû kelimelerini ikisi de Arapça kökenli olan rehin ve hapis ile karşılamak, çeviride
eşdeğerliliğe aykırıydı. Biz de, ‘kaynak dildeki nadir kelimeye hedef dilde nadir karşılık’ ilkemiz gereği “ipotek” ile karşıladık.
(58) Yani: Geçmişleri azap, gelecekleri serap olacak.
Bu ibare, Allah dostları için Kur’an’da muştulanan “onlar gelecekten dolayı endişe, geçmişten dolayı hüzün duymayacaklar” ifadesinin zıddı
olarak okunabilir.
‫ين َك َفرُوا َو َك َّذبُوا ب ها َيا ِت َنا ا ُ ه‬
﴾٣٩﴿ ‫ون‬
َ ‫ار ُه ْم فٖ ي َها َخالِ ُد‬
َ ‫ولـئ‬
َ ٖ‫َوالَّذ‬
ِ
ِ ‫ِك اَصْ َحابُ ال َّن‬
39


Küfre saplanıp kalan ve
Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince:
işte onlar ateşin yoldaşıdırlar: onlar orada temelli kalıcıdırlar.(69)
(69) Huld, bir şeyin bozulmadan kalması (bkz. Bakara: 25).
Kur’an’da 87 yerde geçer ve âhiret için kullanılır. Dünya’ya ilişkin geldiği üç yerde ise inkâr, vehim ve red için
kullanılır (Enbiya: 34; şu’arâ:129; Hümeze: 3).
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 25 Aşağıdadır.)
َ ‫اَل ْنهَا ُر ُكلَّمَا ر ُِزقُوا ِم ْنهَا مِنْ َثمَرَ ٍة ِر ْز ًقا َقالُوا هه َـذا الَّذٖ ى ر ُِز ْق َنا مِنْ َق ْبلُ َوا ُ ُتوا ِبهٖ ُم َت َش ِابهًا َولَ ُه ْم فٖ يهَا اَ ْز َوا ٌج م‬
ِّ ‫َو َب‬
َ ْ ‫ت َتجْ ٖرى مِنْ َتحْ تِهَا‬
‫ُطهَّرَ ةٌ َو ُه ْم‬
ٍ ‫ت اَنَّ لَ ُه ْم جَ َّنا‬
ِ ‫ش ِر الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَا‬
﴾٢٤﴿ َ‫فٖ يهَا َخالِ ُدون‬
25


İman eden ve
bu imanla uyumlu iyilikler(31) işleyen(32) kimseleri zemininden ırmaklar çağlayan cennetlerle müjdele!
Her ne zaman oranın nimetlerinden ikram olarak onlara sunulsa,

Bunlar bize daha önce bahşedilenlerin aynısıymış” diyecekler.
Oysa ki bu, o nimetlerin çağrıştırdığı belli belirsiz bir benzerlik.(33) Ve onlar için cennette pırıl pırıl eşler olacak ve onlar orada
kalıcıdırlar.(34)
(31) “Sâlih amel”, vahyin nüzûl sürecinde farklı vurgular kazanarak zenginleşen merkezi bir kavramdır.
Bireysel ve fıtrî olandan toplumsal ve eğitsel olana doğru bir seyir takip eder.
49



Başlarda “sorumlu davranış”,
Ortalarda “Allah’ın Razı olduğu eylemler”,
Medine’de ise “ıslah edici iyilikler” vurgusu kazanır (Açıklama için bkz. Tîn: 6, not 6).
Sâlih bir amel şu beş özelliği bünyesinde taşımalıdır:





İfsad’ın karşıtı olarak bir kötülüğü düzeltmelidir (ıslah-ifsad karşıtlığı için bkz. A’râf: 56 ve A’râf: 85).
Fasık’ın karşıtı olarak doğru ve dürüst olmalıdır (sâlih-fasık karşı tlığı için bkz. Enbiya: 74-75 ve Nûr: 55).
Seyyie’nin karşıtı olarak özünde iyi(lik) taşımalı (sâlih-seyyie karşıtlığı için bkz. Tevbe: 102).
Nefrete değil barışa ve sevgiye yönelik olmalıdır (Nisâ: 128,129; Hucurât: 9).
Fâsit’in karşıtı olarak yararlı olmalıdır (bkz. Muhammed: 2; sâlihât ile hasenât arasındaki fark için bkz. ‘Asr: 3).
Sâlih amel Kur’an’da iman ile birlikte geldiği tüm yerlerde “imanla uyum içindeki bir eylem ahlâkına ve hayata” delalet eder.
(32) ‘Amile ile fe‘ale fiillerinin arasındaki farkı vurgulamak için birincisini mümkün olduğunca “işledi”, ikincisini ise “yaptı” şeklinde
çevirdik. Çünkü birinci fiil “bir süreçte yapmayı” ifade ederken, ikincisi “bir anda yapıvermeyi” ifade eder (İtkân II, 208).
(33) Teşâbuh, ya özün sabit kalıp şeklin değişmesi, ya da tersidir. Muteşabihen’in belirsiz niteliği çeviriye “belli-belirsiz” olarak yansımıştır.
Yani: Dünyadaki nimetler cennetteki nimetlerin çok çok uzak bir kopyasıdır (Müteşabih için bkz. Âl-i İmran: 7).
(34) Halidîn, uzun bir süre. el-Huld, bir şeyin uzun süre bozulmadan kalmasını ifade eder (Râğıb).
(Nuzul 79 / Mushaf 21 : Enbiya 34 Aşağıdadır.)
َ ‫َومَا جَ عَ ْل َنا لِ َب‬
َّ ‫ك ا ْلخ ْل ََد اَ َفائِنْ م‬
﴾٣٥﴿ َ‫ِت َف ُه ُم ْال َخالِ ُدون‬
َ ِ‫ش ٍر مِنْ َق ْبل‬
34 (EY PEYGAMBER!) Biz, senden önce yaşamış hiçbir insana ölümsüzlük bahşetmedik.(45) Hem sanki sen öleceksin de, onlar ebediyyen
yaşayacaklar mı?(46)
(45) Bu Kur’anî ilke, başta Hz. İsa ve Kehf sûresinde kendisine atıf yapılan meçhul zât (bir kul) olmak üzere, “insan” sınıfına giren herkes
için bir anahtar hükmündedir.
(46) Krş. “Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (Zümer: 30).
(Nuzul 51 / Mushaf 26 : Şu’ara 129 Aşağıdadır.)
﴾١٢٩﴿ ََ‫َو َت َّتخ ُِذونَ مَصَانِعَ لَعَ لَّ ُك ْم َت ْخلدون‬
129 Görkemli binalar kondurarak sürekli yaşayacağınızı mı umuyorsunuz?
(Nuzul 34 / Mushaf 104 : Hümeze 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ َ‫يَحْ سَبُ اَنَّ مَالَ ُهَاَ ْخلَدَ ه‬
3 O, malının kendisini ölümsüz yapacağını sanmaktadır.
ُ ‫َيا بَنٖ ى ِاسْ َر ٖاي َل ْاذ ُكرُوا ِنعْ َمت َِى الَّتٖ ى اَ ْن َعم‬
﴾٥١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ْت َعلَ ْي ُك ْم َواَ ْوفُوا ِب َعه ْٖدى اُوفِ ِب َع ْه ِد ُك ْم َو ِاي‬
ِ ‫َّاى َفارْ َهب‬
40 EY İSRÂİLOĞULLARI!(70) Bir dönem size verdiğim nimetlerimi(71) hatırlayın!(72) Siz Bana verdiğiniz
sözde durun ki Ben de size olan vaadimi tamamlayayım;(73) ve kaygınızın merkezinde sadece Ben olayım!(74)
(70) Eski Ahid’e göre İsrâil Yakub Peygamberin lakabıdır.
Yakub, Hz. İbrahim’in Hz. İshak’tan olma torunudur.
Hz. Yakub’a “Allah’ın kulu” ya da “seçilmiş kişi” anlamına gelen bu lakap Allah tarafından verilmiştir (Tekvin
32:28; 35:10).
50
İlk dönemde on iki kabilenin tümü için kullanılan ‘İsrâiloğulları’ ismi, Filistin’de bağımsız iki Yahudi krallığı
kurulduktan sonra kuzeydeki İsrâil Krallığı’nı oluşturan on kabile için kullanıldı. Kuzey krallığının MÖ. 721’de
Asurlularca yıkılmasından sonra ise, güneydeki Yahuda Krallığı vatandaşları için kullanılmaya başlandı.
(71) Kural gereği, mastar muzaf olduğu için tekil gelen ni‘metî’ye çoğul mânası verdik.
(72) Allah İsrâiloğullarına peygamberler ve kitaplar verdi; vahyi insanlara taşıma gibi kutsal bir görevi onlara
tevdi etti; çölde onlara su, men, selva ve gölgeleyen bulut verdi.
(73) Allah’ın İsrâiloğullarından;




itaat,
bireysel ve sosyal arınmayı temsil eden namaz ve zekât,
iyiliği emir kötülükten nehiy ve
Peygamberlere, özellikle de Tevrat’ta geleceği haber verilen Ümmî Peygamber’e ve ona indirilecek Nûr’a
iman konusunda söz aldığını,



buna karşılık da onların geçmiş günahlarının üzerini örtmeyi,
hatalarını affetmeyi,
dünya ve âhiret saadeti vermeyi vaad ettiğini Kur’an’dan öğreniyoruz (Mâide: 12; A’raf: 156-157).
(74) Rehb için bkz. Kasas: 32.
Bu hatırlatma Ümmet-i Muhammed’e bir uyarıdır: Siz de size emanet edilen vahye Ümmet-i Musa’nın yaptığını
yaparsanız, Ben de size onlara davrandığım gibi davranırım (krş. Cuma: 5).
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 12 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ْ ‫ّللاُ مٖ ي َثاقَ بَنٖ ى اِسْ رَ ٖاي َل َوب‬
ٰ ‫َعَث َنا ِم ْن ُه ُم ْاث َنىْ عَ َشرَ َنقٖ يبًا َو َقا َل ه‬
ٰ ‫َولَقَدْ اَ َخ َذ ه‬
َّ ‫ّللا ُ ِا ٖ ٰنى مَعَ ُك ْم لَئِنْ اَ َقمْ تمَالصَّ ّٰلو َةَوَ ها َت ْي ُت ُم‬
‫ّللا َقرْ ضًا حَ سَ ًنا ََلُ َك ِّفرَ نَّ عَ ْن ُك ْم‬
َ ٰ ُ‫الز هكو َة َو ها َم ْن ُت ْم بِ ُرسُلٖى َوعَ َّزرْ ُتمُو ُه ْم َواَ ْقرَ ضْ تُم‬
َ ْ ‫ت َتجْ ٖرى مِنْ َتحْ تِهَا‬
﴾١٢﴿ ‫يل‬
ٍ ‫خلَ َّن ُك ْم جَ َّنا‬
ِ ْ‫سَ ِّيپَاتِ ُك ْم َو ََلُد‬
َ ْ‫َل ْنهَا ُر َفمَنْ َك َفرَ بَعْ َد هذلِكَ ِم ْن ُك ْم َفقَد‬
ِ ‫ض َّل سَ َوا َء الس َّٖب‬
12 İŞTE onlar arasından her deliğe girecek on iki kişiyi(19) gönderdiğimiz zaman, Allah İsrâiloğulları’ndan da kesin taahhüd almış ve
buyurmuştu ki:





Kuşkusuz Ben sizinleyim:
Eğer salât’ı doğru-dürüst eda eder,(20)
arınmak için karşılıksız yardımda bulunur,
düşmanlarını engelleyerek elçilerimi desteklerseniz;(21)
Allah’a da (güveninizi isbat etmek için) gönüllü olarak borç verirseniz,


kesinlikle kötülüklerinizi örterim ve
sizi zemininden ırmaklar çağlayan cennetlere koyarım.
İçinizden her kim de bundan sonra inkâr ederse, kesinlikle o doğru yoldan sapmış olur.
(19) Çevirimiz nakîb’in kök anlamına dayanmaktadır (Bahr ve Müfredât).
(20) Salât, bu ve daha başka âyetlerde bir ritüel olmanın ötesinde;



Allah’a, peygamberlerine, dinine verilen desteği ve
Arka çıkmayı da içine alacak bir biçimde,
Tüm hayatı kuşatan bir bilinçlilik hâli olarak karşımıza çıkmaktadır.



Krş. “O, sizi üzerinize indirdiği vahiyle destekleyip ayakta tutar (salât eder)...” (Ahzab: 43);
Şanımın yücelmesi için tüm destek ve çabanı seferber et” (Tâhâ: 14);
Şüphesiz Allah ve Melekler Peygamber’e salât ederler (desteklerler); ey iman edenler, siz de Peygamber’e salât edin (destekleyin)”
(Ahzab: 56);
Kitab’dan sana vahyedileni ilet ve salâtı ikame et (ona destek vererek ayağa kaldır)” (Ankebût: 45).

Örnek âyetlerin notlarına, ayrıca Bakara 45 ve Mâide 58’in ilgili notlarına bkz.
(21) Ta‘azzur, Kur’an’da A’râf sûresi 156. âyette “yardım etme” fiiliyle birlikte, Fetih sûresi 9. âyette ise “yüceltmek, el üstünde tutmak”
fiiliyle birlikte kullanıldığına göre, bunların dışında bir anlama sahip olmalıdır. Kelimenin aslı “engelleme”dir. Tercihimizin gerekçesi budur.
51
(Nuzul 56/ Mushaf 07 : A’raf 156 Aşağıdadır.)
‫َو ْاك ُتبْ لَ َنا فٖ ى ههـ ِذ ِه ال ُّد ْنيَا حَ سَ َن ًة َوفِى ْ ه‬
َّ َ‫ت ُك َّل َشیْ ٍء َفسَ ا َ ْك ُت ُبهَا لِلَّذٖ ينَ َي َّتقُونَ َوي ُْؤ ُتون‬
ْ َ‫صيبُ ِبهٖ مَنْ اَ َشا ُء وَ رَ حْ مَتٖ ى َوسِ ع‬
ٖ ُ ‫اَلخِرَ ِة ِا َّنا هُدْ َنـا ِالَيْكَ َقا َل ع ََذ ٖابى ا‬
َ‫الز هكو َة َوالَّذٖ ينَ ُه ْم ِب هايَاتِ َنا ي ُْؤ ِم ُنون‬
﴾١٤٦﴿
156


Bizim için bu dünyada da güzellikler yaz, âhirette de;
Ki biz pişmanlık içinde Sana sığındık!”
(Allah) buyurdu ki:



Dilediğim kimseyi azabıma hedef kılabilirim,
Fakat rahmetim her şeyi kuşatmıştır.
En sonunda sorumlu davranan ve arınıp yücelmek için ödenmesi gereken bedeli ödeyen kimselere, (115) -ki onlar âyetlerimize inanan
kişilerdir- onu paylaştıracağım;
(115) İniş zamanı tartışmalı olan Müzzemmil 20’yi görmezden gelirsek, Kur’an’ın iniş sürecinde muhtemelen zekât’ın ilk geçtiği yer
burasıdır.
Zekâ kökü, “çoğalan, üreyen, artma potansiyeline sahip olan” anlamına gelir.
Zekât’ın lügat mânası ‘ekonomik’ değil ‘ahlâkî’dir: Salah (kurtuluş, yetkin olmak). Zaten özgül ağırlığa sahip somut bir varlık olmadığı
hâlde insanın akletme kapasitesine verilen “zeka” ismi, kelimenin bu özelliğini ele vermektedir.
Aynı kelimenin türevi olan tezkiye “övgüye değer kılmak, saflaştırarak yüceltmek” anlamına gelir (Lisân).
Şer’i anlamıyla zekât, bu âyetlerin indiği Mekke yıllarında henüz kavramlaşmamıştı. Burada değil ama, hepsi de Mekkî sûrelerde yer alan
Müzzemmil: 20; Meryem: 31; Neml: 3 ve Lokman: 4 gibi zekât’ın namazla birlikte anıldığı âyetler de bu gerçeği değiştirmez.
Esasen zekât kavramının vahiy sürecindeki anlam seyri, sadece kazancı paylaşarak artıp arınmayı değil, aynı zamanda hak edilmemiş olan ve
emeğe saygıyı yok eden bazı gelir kalemlerinden daha baştan vazgeçmeyi de ifade eder.
Mamafih zekât terimi, sonradan kazandığı şer’i anlamda olduğu gibi doğrudan “muhtaç kimseler yararına karşılıksız mal çıkarmayı” değil,
bu araç-eylemle kazanılması umulan nihaî amaca işaret etmektedir.
“İçten gelerek vermek” anlamındaki îtâ ile birlikte Kur’an icazının bir boyutu olan eksiltili dilin muhteşem bir örneğiyle karşı karşıya
olduğumuz anlaşılmaktadır. Çevirimiz, icaz gereği sıkıştırılmış olan bu ifadenin açılımıdır (Îtâ için bkz. Leyl: 18).
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 157 Aşağıdadır.)
َّ ُ‫ح ُّل لَ ُهم‬
َ ‫ت َويُحَ ِّر ُم عَ لَي ِْه ُم ْال َخبَائ‬
‫ِث َويَضَ ُع عَ ْن ُه ْم‬
ِ ‫الط ِّيبَا‬
ِ ‫يل َياْ ُم ُر ُه ْم بِ ْالمَعْ رُوفِ َو َي ْن ههي ُه ْم عَ ِن ْال ُم ْن َك ِر َو ُي‬
ِ ْ ‫جدُو َن ُه م َْك ُتوبًا عِ ْندَ ُه ْم فِى ال َّت ْو هري ِة َو‬
ِ ‫اَل ْن ٖج‬
ِ ‫اَلَّذٖ ينَ َي َّتبِعُونَ ال َّرسُو َل ال َّنبِىَّ ْاَلُمِّىَّ الَّذٖ ى َي‬
‫ت عَ لَيْه ْم َفالَّذٖ ينَ ها َم ُنوا بهٖ َوعَ َّزرُوهُ َو َنصَ رُوهُ َوا َّت َبعُوا ال ُّنورَ الَّذٖ ى ا ُ ْنز َل مَعَ ُه ا ُ ه‬
َ ْ َ‫اِصْ رَ ُه ْم و‬
ْ ‫اَل ْغ ََل َل الَّتٖ ى َكا َن‬
﴾١٤١﴿ َ‫ولـئِكَ ُه ُم ْال ُم ْفلِحُون‬
ِ
ِ
ِ
157 Onlar ki, Ellerindeki Tevrat ve İncil’de tanıtılmış bulacakları Rasul’ün, o Kitap Ehli’nden olmayan (116) peygamberin izinden
gidecekler;



(O peygamber) onlara iyiliği emredip kötülükten sakındıracak, (117)
Temiz ve yararlı şeyleri onlara helâl kılıp pis ve zararlı şeyleri onlara yasaklayacak; (118)
Sırtlarına vurulmuş olan yüklerini indirip öteden beri (özgürlüklerine) vurulan zincirleri çözecek.
Sonuçta ona inanan, onu el üstünde tutup destekleyen ve ona yücelerden bahşedilen ışığın (119) ardına onunla birlikte düşenler kurtuluşa
erişen kimseler olacak.
(116) Lafzen: “ümmî olan”.
Kur’an’da sadece bu ve müteakip âyette geçen en-nebiyyu’l-ummî,


Hem “Ehl-i Kitab’a mensup olmayan Peygamber”,
Hem de “Okur-yazar olmayan Peygamber” anlamına gelebilir.
Ümmi sözcüğünün “yalnızca okur yazar olmayan” anlamıyla sınırlanamayacağı Kur’an’la sabittir.
Cuma 2 ışığında;



Tevrat’ı bilmeyen, bir kutsal kitaba muttali olmayan” vurgusu zaten vardır.
Fakat Kur’an kitap ehli arasında bulunduğu hâlde kitaptan uzak durup ‘elleriyle yazdıklarına’ itibar eden ümmilerden” söz ettiği gibi
(Bakara: 78-79),
Kitap ehlinin dışında kalanları da ümmi olarak nitelemektedir (Âl-i İmran: 20, 75).
52
Bu ibare, ticaret yapacak kadar rakam değerli harf sistemi olan ebcede vakıf olsa da, en azından vahyin ilk yıllarına kadar okur-yazar
olmadığı bilinen Rasulullah’ın bu özelliğine dikkat çekiyor olabilir. En doğrusu, Ankebût 48. âyetin ışığında, buradaki “ümmi”liğin, her iki
anlamı da içine alacak bir çağrışıma sahip olduğunu düşünmektir.
(117) Peygamberin vasıfları arasında sayılan “iyiliği emredip kötülükten sakındırma” işi, aslında Kur’an’ın inşa etmek istediği insan tipinin
bir özelliğidir. Bu tip;




Sorumluluk bilincine sahip olduğu için sorumlu davranan,
Nesne değil özne ve
Birey değil şahsiyet olan sorumlu ve
Sosyal bir kişiliktir.
Buradaki ma’ruf ve munker terimleri akli alana dahildir.




Ma’ruf aynı zamanda iyi, meşru ve yararlıyı,
Munker kötü, gayrı meşru ve zararlıyı temsil eder.
Ma’ruf kendi içinde zorunlu olan ve olmayan diye iki kısma ayrılır.
Münker de işleyenle birlikte başkalarına da zarar veren ve sadece işleyene zarar veren diye ikiye ayrılır. Birincisini nehyetmek
ikincisinden önceliklidir.
(118) Bu âyet Mâide 3, En’âm 145, Bakara 173, Nahl 115 ışığında anlaşılmalıdır. İmam şafiî, vahiy ile toplumsal vakıa, bir başka ifadeyle
örf arasındaki münasebete işaret ederken, Hz. Peygamber tarafından bazı şeylerin, Arapların yememesi sebebiyle haram, bazı şeylerin de
yemeleri sebebiyle helâl kılınmış olduğunu belirtir. A’râf sûresinin 157. âyeti vesilesiyle, el-habâis’i bir bakıma “Arapların yemediği şeyler”;
et-tayyibat’ı da “yemiş oldukları şeyler” olarak anlamlandırmaktadır…
Bu itibarla Hz. Peygamber, parçalayıcı dişi (en-nâb) olan yırtıcı hayvanın yenilmesini men etmiş, fakat parçalayıcı dişi olduğu hâlde sırtlanın
(ed-dabu’) yenilmesini de onlara helâl kılmıştır. Çünkü Araplar onu yiyorlar, ama pis ve necis bularak yasak addettikleri aslanı, kaplanı ve
kurdu yemiyorlardı (el-Müzenî, Muhtasaru’l-Müzenî, Beyrut, ty., s. 285-286).
Öyle ki, İmam şafiî tarihsel ve tamamen yerel olan bu durumdan şöyle bir ilke çıkarma yoluna bile gider: Hakkında haram ve helâl kılan bir
nassın bulunmadığı şeye şöyle yaklaş: “eğer Araplar onu yiyor idiyseler, o helâl ve onlarca tayyibat olan şeyler arasındadır. Çünkü onlar
hoşlandıkları şeyi helâl addediyorlardı. Necis olduğu gerekçesiyle yemedikleri şeyler ise el-habâis’in anlam alanına girer” (Muhtasar, s. 286).
(119) Lafzen: nûr. Bu kelimeyi Türkçe karşılığı olan “ışık” diye çevirmemiz, nûr’un kaynak dildeki mecazî çağrışımlarını çeviride de elde
edebilme amacına matuftur.
(Nuzul 67 / Mushaf 28 : Kasas 32 Aşağıdadır.)
﴾٣٢﴿ َ‫ان مِنْ رَ بِّكَ ا هِلى فِرْ عَ ْونَ َوم َََلئِهٖ ِا َّن ُه ْم َكا ُنوا َق ْومًا َفاسِ قٖ ين‬
ِ ْ‫اُسْ لُكْ يَدَ كَ فٖ ى جَ يْبِكَ َت ْخرُجْ َبيْضَا َء مِنْ غَ ي ِْر سُو ٍء َواضْ ُم ْم ِالَيْكَ جَ َناحَ كَ مِنَ الرَّه‬
ِ ‫ب َف َذانِكَ بُرْ هَا َن‬
32 (Şimdi) elini göğsüne sok! Her tür kusurdan arınmış olarak tertemiz, ışıl ışıl bir beyazlıkta çıkacaktır.
Haydi tüm korku, hüzün ve kaygılarından uzaklaşarak kendini topla!
İşte bu ikisi senin, Firavun ve onun kurmaylarına Rabbin katından (gönderildiğinin) açık belgeleridir: çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum
olup çıktılar.”
(Nuzul 79 / Mushaf 21 : Cuma 5 Aşağıdadır.)
‫َك َّذبُوا ب هايَا ه‬
َّ ‫ّللا ُ ََل َي ْهدِى ْال َق ْو َم‬
ٰ ‫ّللا َو ه‬
﴾٤﴿ َ‫الظالِمٖ ين‬
ِ ِ
ِ ‫َم َث ُل الَّذٖ ينَ ُح ِّملُوا ال َّت ْو هري َة ُث َّم لَ ْم يَحْ ِملُوهَا َك َم َث ِل ْال‬
َ‫َار يَحْ ِم ُلَاَسْ َفارً ا بِ ْئسَ َم َث ُل ْال َق ْو ِم الَّذٖ ين‬
ِٰ ‫ت‬
ِ ‫حم‬
5 TEVRAT’I taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat
sırtındakinin değerinden bihaber olan) eşeğin durumu gibidir.(6)
Allah’ın âyetlerini yalanlayan toplumun temsil ettiği şey ne kötüdür! Ve Allah zalim bir topluma rehberliğini bahşetmez.
(6) Yahudiler bölge Araplarını “kitapsız” (ümmî) oldukları için küçümsüyorlardı (bkz. 2. âyet). “Kitap yüklü eşekler” nitelemesi, bu
tekebbürün temelsizliğini dile getirir.
53
ً ٖ‫ُص ِّد ًقا لِ َما َم َع ُك ْم َو ََل َت ُكو ُنوا اَوَّ َل َكاف ٍِر ِبهٖ َو ََل َت ْش َترُوا ِب هايَاتٖ ى َث َم ًنا َقل‬
ُ ‫َو ها ِم ُنوا ِب َما اَ ْن َز ْل‬
﴾٥١﴿ ‫ون‬
َ ‫يَل َو ِاي‬
َ ‫تم‬
ِ ُ‫َّاى َفا َّتق‬
41 Ve;




yanınızda olanı doğrulayıcı olarak indirdiğim vahye inanın;
ve onu inkâr edenlerin öncüsü siz olmayın,
âyetlerimi de basit çıkarlar karşılığında pazarlamayın;(75)
ve sorumluluğunuzun merkezinde sadece Ben olayım!(76)
(75) Zımnen: Vahyi yaşanacak mutluluk formülü değil de, pazarlanacak bir “mal” gibi görmeyin!
(76) Önceki âyetin sonuyla bağlantılı olarak: Allah’a teksif edilmiş kaygının bir ileri aşaması takvâdır.
﴾٥٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫َو ََل َت ْل ِبسُوا ْال َح َّق ِب ْالبَاطِ ِل َو َت ْك ُتمُوا ْال َح َّق َواَ ْن ُت ْم َتعْ لَم‬
42


Hakkı bâtılla karıştırmayın(77) ve
Bildiğiniz hâlde hakkı gizlemeyin!(78)
(77) Yani: Bâtıla hak elbisesi giydirmeyin! Hakla bâtılın birbirine karıştırılması bâtılı hak yapmaz, ancak hakkı
hak olmaktan çıkarır. Bu karışıma Kur’an “şirk” adını verir. Şirk, saf bâtıl değil, içerisine hak karıştırılmış bâtıl
demektir.
(78) Onlar, Hz. Muhammed’in hak nebi, Kur’an’ın vahiy olduğunu biliyorlardı (bkz. âyet 146).
(Ayet 146 Aşağıdadır)
﴾١٥٦﴿ َ‫اَلَّذٖ ينَ ها َت ْي َنا ُه ُم ْال ِك َتابَ يَعْ ِرفُو َن ُه َكمَا يَعْ ِرفُونَ اَ ْب َنا َء ُه ْم َواِنَّ َف ٖري ًقا ِم ْن ُه ْم لَي َْك ُتمُونَ ْالحَ َّق َو ُه ْم يَعْ لَمُون‬
146 Kendilerine vahiy tevdi edilenler, onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onların çoğu, bildikleri hâlde ısrarla gerçeği
gizlerler.(281)
(281) İbn Abbas’a göre “o” zamiri kıbleye işaret eder. Fakat insanın insana benzetilmesi insanın mekâna benzetilmesinden evladır. Üstelik
âyette “bilmeye” değil “tanımaya” vurgu yapılmaktadır.
Dolayısıyla “o” zamiri Rasulullah’a döner. Zira onlar bir peygamber geleceğini biliyorlardı (krş. Bakara: 76).
َّ ‫َواَقٖ يمُوا الص هَّلو َة َو ها ُتوا‬
﴾٥٣﴿ ‫ين‬
َ ‫الز هكو َة َوارْ َكعُوا َم َع ال ه ٰراك ِٖع‬
43



Namazı istikametle kılın,
Zekâtı gönlünüzden koparak verin,(79)
Allah’a rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin!(80)
(79) Îtâ’nın i’tâ’dan farkı, birincisinin “gönülden gelerek verme” yan anlamını taşımasıdır (Leyl: 18).
Zımnen: Arınmanın bedelini ödeyin!
Zekât, yalnızca “karşılıksız vermeyi” değil, ondan daha öte “arınmak için fedakârlık etmeyi ve bedel ödemeyi”
içerir.
Zekât için ilk geçtiği Müzzemmil: 20’nin notuna bkz.
54
(80) Kur’an’da “Rüku edenlerle birlikte rüku edin” formu kullanılırken, “secde edenlerle birlikte secde edin”
formu kullanılmaz. Bu da bu tür bağlamlarda;


rükuun kulluğun toplumsal boyutuyla ilgili,
secdenin ise kulluğun şahsi boyutuyla ilgili olduğunu gösterir.
Bu bağlamda rüku İslâm cemaatine aidiyeti ifade eder.
Bu âyetlerin ilk muhatabı olan Medine Yahudileri açısından bu emrin anlamı açıktı:
Eğer inancınızda samimiyseniz, işte karşınızda sizin kitabınızı, Peygamberinizi ve kıblenizi (ki o günlerde namaz
Kudüs’e yönelerek kılınıyordu) onaylayan bir topluluk var. Ayrımcılık yapmayın, siz de onlara katılın ve bu
katılımınızı cemaatle tescil edin!
(Nuzul 10 / Mushaf 92 : Leyl 18 Aşağıdadır.)
﴾١٨﴿ ‫اَلَّذٖ ى ي ُْؤتٖ ى مَالَ ُه َي َت َز ه ٰكى‬
18 O ki, malını gönülden verir ve arınıp gelişir; (14)
14 Yani Allah katında arınmak ve manen gelişmek için verir, riya ve gösteriş için değil.
el-İtâ’, el-i‘tâ’dan farklı olarak “kolaylıkla vermeyi” ifade eder. “Gönülden” karşılığının gerekçesi budur.
(Nuzul 3 / Mushaf 73 : Müzzemmil 20 Aşağıdadır.)
ُ
‫ه‬
ٰ ‫ی الَّي ِْل َونِصْ َف ُه َو ُثلُ َث ُه َو َطائِ َف ٌة مِنَ الَّذٖ ينَ مَعَ كَ َو ه‬
‫ّللا ُ ُي َق ِّد ُر الَّ ْي َل َوال َّنهَارَ عَ لِ َم اَنْ َلنْ تُحْ صُوهُ َف َتابَ عَ َل ْي ُك ْم َفا ْقرَ ؤُ ا مَا َت َيسَّرَ مِنَ ْالقُرْ ها ِن عَ لِ َم اَنْ سَ َي ُكونُ ِم ْن ُك ْم‬
ِ ‫اِنَّ رَ بَّكَ يَعْ لَ ُم اَ َّنكَ َتقُو ُم اَدْ نى مِنْ ثلُ َث‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
‫ه‬
ٰ
ً
ْ
ْ
ْ
ُ
َّ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
‫مَرْ ه‬
‫يل ّللاِ فاقرَ ؤُ ا مَا ت َيسَّرَ ِمن ُه َواقٖ يمُوا الصَّلو َة َواتوا الزكو َة َواق ِرضُوا ّللاَ قرْ ضًا حَ سَ نا َومَا تق ِّدمُوا‬
‫ّللا وَ ها َخرُونَ يُ َقاتِلُونَ فٖ ى‬
ِ ٰ ‫ض َي ْب َت ُغونَ مِنْ َفضْ ِل‬
ِ ْ‫ضى َو ها َخرُونَ يَضْ ِربُونَ فِى ْاَلَر‬
ِ ‫سَب‬
ٖ
‫ه‬
ٰ ‫ّللاِ ه َُو َخيْرً ا َواَعْ َظ َم اَجْ رً ا َواسْ َت ْغفِرُوا ه‬
ٰ ‫جدُوهُ عِ ْندَ ه‬
َِ
﴾٢١﴿ ‫ّللا غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
َ ٰ َّ‫ّللاَ اِن‬
ِ ‫َل ْنفُسِ ُك ْم مِنْ َخي ٍْر َت‬
20 (EY NEBİ!) Elbet Rabbin, senin ve yanındakilerden bir kısmının (22) gecenin üçte ikisini, ve yarısını, ve üçte birini uyanık geçirdiğini
bilmektedir. (23)
Gecenin ve gündüzün miktarını belirleyen Allah, sizin onun üstesinden gelemeyeceğinizi de bilmiş ve size rahmetiyle yönelmiştir. (24)
Artık Kur’an’dan kolayınıza gelen kadarını okuyun!
Allah, ileriki zamanlarda (25)



içinizden hastalar,
Allah’ın verdiği rızkı aramak için yola koyulanlar,
Allah yolunda savaşa çıkan daha başkalarının olacağını bilir.
Şu halde ondan,





kolayınıza gelen kadarını okuyun,
namazınızı kılın,
arınıp yücelmek için ödenmesi gereken bedeli ödeyin (26) ve
Allah’a güzel bir borç verin; zira kendi adınıza ne hayır işlerseniz, Allah katında onu daha hayırlı ve daha büyük bir ödül olarak
bulursunuz.
İmdi Allah’tan mağfiret dileyin: İyi bilin ki Allah, tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.
(22) Min’in teb‘idiyye mânasıyla. Beyaniyye mânası verirsek “yanı ndakilerin” anlamına gelir.
(23) Zımnen: Sûrenin başında verilen emri uyguladığını bilmektedir. Sûrenin 4. âyetindeki ev’in seçenek mânası olan “ya da” değil, ve
bağlacı olduğuna bu âyet delildir. Bu durumda, Allah Rasulü’nün ve bazı mü’minlerin, emir hafişetilmeden gece üç kez uykularını böldükleri
sonucuna ulaşılır.
(24) Lafzen: “Sayamayacağınızı”.
Zımnen: Geceyi uzatamazsınız, kendinizi zorlamayın ve ilâhi yasaları gözetin! Allah Rasulü’nün nafile ibadette kendini zorlayan birine “Sen
usanmazsan Allah usanmaz” demesi, bu mesajın alındığını gösterir.
(25) Seyekunu’deki sin edatı, gelecek ifade eder. Bu mucizevi bir ihbardır. Sırf zekât ve cihaddan söz ettiği için âyetin Medine’de indi
iddialarını da geçersiz kılmaktadır.
55
(26) Bu âyet, muhtemelen Kur’an’da zekâtın “verme” yardımcı fiiliyle kullanıldığı ilk yerdir.
Zekât Kur’an’da hem “vermek” yardımcı fiiliyle (âtu’z-zekât), hem “yapmak” yardımcı fiiliyle (lizzekâti fâilûn), hem de yardımcı fiilsiz
olarak tezekka, yetezekka, zekka (şems: 9) formlarında gelir.
Yalnızca “karşılıksız harcamak” değil, ondan daha öte “arınmak için fedakârlık etmek”, “arınmak için bedel ödemek” anlamlarına gelir.
Bu da zekâtın sadaka ile buluştuğu yerdir. Bu mânanın en belirgin olduğu âyet şudur: “Onların, Allah’a sadâkatlerini ifade için mallarından
bir miktar sadaka al; bu sayede, onların temizlenmelerine ve inkişafına yol açmış olursun” (Tevbe: 103).
Burada, verilen şey sadaka olarak adlandırılmakta, sadakanın amacının da zekât (arınma) olduğu vurgulanmaktadır.
Bizce âtu’z-zekât formları, “arınmanın bedelini ödeyin” anlamına gelir ki, bu bedeli de sünnet açıklamıştı r (bkz. A’râf: 156; Neml: 3).
﴾٥٥﴿ ‫ون‬
َ ُ‫اب اَ َف ََل َتعْ ِقل‬
َ ‫ون ْال ِك َت‬
َ ُ‫اس ِب ْال ِبرِّ َو َت ْن َس ْو َن اَ ْن ُف َس ُك ْم َواَ ْن ُت ْم َت ْتل‬
َ ‫ُون ال َّن‬
َ ‫اَ َتاْ ُمر‬
44 Diğer insanlara sahici erdemlerle donanmayı(81) öğütlerken sıra size gelince terk mi ediyorsunuz; ve üstelik
Kitabı da tilavet edip dururken?(82)
Siz hiç kafanızı çalıştırmayacak mısınız?
(81) Birr, bağlamına göre vurgusu değişen bir kavramdır:



Kuldan Allah’a “sınırsız kulluk ve taat” (Tûr: 28),
Allah’tan kula “sınırsız rahmet ve mağfiret” vurgusunu taşır.
Kur’an’da inanç (Bakara: 177), eylem (Mumtehane: 8), ahlâk (Meryam: 32) ve doğru davranış
alanlarında ideal olanı ifade için kullanılır.
Allah Rasulü’nün birr tarifi muhteşemdir:
Birr (iyilik), onu yaptığında içinde tarifsiz bir ferahlık ve mutluluk hissettiğin şeydir;
İsm (kötülük) ise, insanlar sana fetva verse de içinin bir yerlerini yıkıp vicdanını rahatsız eden şeydir” (İbn
Hanbel IV, 227).
(82)


Tilâvet, aktarmak için okumaktır.
Kırâet ise anlamak için okumaktır (Kehf: 83).
Okuyan birincide pasif ikincide aktiftir. Âyet onun için “siz hiç kafanızı çalıştırmayacak mısınız” diye biter.
(Nuzul 59 / Mushaf 52 : Tur 28 Aşağıdadır.)
﴾٢٨﴿ ‫ِا َّنا ُك َّنا مِنْ َق ْب ُل نَدْ عُوهُ ِا َّن ُه هُوَ َا ْلبَرَ الرَّ حٖ ي ُم‬
28 Şüphesiz biz bundan önce de hep O’na dua ederdik; çünkü O, evet O’dur mutlak iyi olan sonsuz rahmet sahibi.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 177 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫اّلل َو ْال َي ْوم ْ ه‬
‫يل‬
ِ ‫اَلخ ِِر َو ْالم هَلئِ َك ِة َو ْال ِك َتا‬
ِ ‫لَيْسَ ْال ِب َّر اَنْ ُت َولُّوا وُ جُو َه ُك ْم قِ َب َل ْال َم ْش ِر ِق َو ْالم َْغ ِر‬
ِ ٰ ‫ب َو هلـكِنَّ ْال ِب َّر مَنْ هامَنَ ِب‬
ِ ‫ب وَ ال َّن ِب ٖ ٰينَ َو ها َتى ْالمَا َل عَ هلى ُحبِّهٖ َذ ِوى ْالقُرْ هبى َو ْال َي َت هامى َو ْالمَسَاكٖ ينَ َوابْنَ الس َّٖب‬
ِ
‫ه‬
‫ه‬
ْ
ْ
ْ
َّ
َ
ُ
َّ
ُ
ْ
ْ
َّ ‫ب وَ اَ َقا َم الص هَّلو َة َو ها َتى‬
ُ
ُ
﴾١١١﴿ َ‫س اولـئِكَ الذٖ ينَ صَدَ قوا وَ اولئِكَ ُهمُ ال ُمتقون‬
ِ ‫َوالسَّائِلٖينَ َوفِى ال ِّر َقا‬
ِ ‫الز هكو َة َو ْالمُوفُونَ بِعَ ْه ِد ِه ْم اِذا عَا َهدُوا وَ الصَّابِ ٖرينَ فِى ال َباسَا ِء وَ الضَّرَّا ِء وَ حٖ ينَ ال َبا‬
177 Gerçek erdem, yüzlerinizi doğuya veya batıya döndürmeniz değildir.(329)
Fakat gerçek erdem,


Kişinin Allah’a,
Ahiret gününe,
56








Meleklere,
İlâhî kelama,
Peygamberlere inanması, (330)
Malı -ona sevgi duymasına rağmen(331)- yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara,(332) isteyenlere ve özgürlüğü ellerinden
alınanlara vermesi,(333)
Namazı istikametle kılması,
Zekâtı gönlünden gelerek vermesidir.(334)
Onlar söz verdikleri zaman sözlerinde dururlar,
Şiddetli zorluk ve darlıklara(335) karşı göğüs gererler.
İşte bunlardır sözlerine sadık kalanlar... Takvâya ermiş olanlar da bunlardır.(336)
(329) Zımnen:



Ne imansız ve ibadetsiz ahlâkla,
Ne ahlâksız ve ibadetsiz imanla,
Ne de içeriği boşaltılıp şekle indirgenmiş ibadetle iyiler safına dahil olabilirsiniz.
İbadetler Allah’a yollanmış mektuba benzer. İçi boşalmış bir ibadet, Allah’a yollanmış boş bir zarfa benzer.
Mektup ruhsa zarf cesettir. Diri ibadet sahibinin altında bir burak, ruhsuz cesede dönmüş ölü bir ibadet ise sahibinin sırtında bir yüktür.
(330) Bu beş madde bir fazlasıyla Cibril hadisi diye meşhur olan hadiste de yer alır (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 5, 7). Sonraki
ilmihallere “imanın şartları” olarak geçen bu hadisteki fazlalık “kadere iman” maddesidir. Bu beş madde Kur’an’da buradan başka Nisâ 136.
âyette de geçer. Hiç kuşku yok ki, iman edilmesi gerekli unsurlar sadece bunlardan ibaret değildir. Kur’an’da yer alan mânası katî her
hüküm, iman umdeleri arasına girer.
(331) Mâl “eğilmek, eğilim göstermek, meyletmek” anlamındaki meyl’den türetilmiştir.
Bu hem insanın mala düşkün olduğunu, hem de malın “mail” ve “zail” (gecici) olduğunu çağrıştırır. Hem maddî hem mânevî değeri ifade
ettiği yerlerde mâl değil hayr olarak gelmiştir (Âyet: 180).
‘Alâ hubbihi’deki zamir üç şeye gidebilir:



Mal,
Allah,
Verme.
Her üç hâlde de “vermek” tümleç, “mal” muzaf olur. İbn Mes’ud bu ibareyi zamirin mal’a aidiyyetiyle “ona ihtiyaç duyduğu hâlde” şeklinde
okur (Taberî ve Râzî). Bu durumda âyetteki ‘alâ edatına “rağmen, bununla birlikte” anlamı vermek daha doğru bir tercih olacaktır.
(332) Lafzen: “yol çocuğu”. İbn Abbas “yolcu” olarak açıklar. İbarenin lafzî çağrışımları arasına terk edilmiş bebeler ve kimsesiz çocuklar
da girer.
(333) Âyetteki rakabe’nin lafzî karşılığı “boyun” olmakla birlikte mecazî olarak “kişisel özgürlüğün kısmen ya da tamamen ortadan
kaldırılması” durumunu ifade eder. Bu madde, savaş esirlerini ya da köleleri karşılık beklemeksizin özgürlüğe kavuşturmak için maddî
yardım yapmayı öncelikli insanî erdemler arasında sayıyor (bkz. Nisâ: 92; Mâide: 89; Mücâdile: 3; Enfal: 67).
(334) Çevirimizin gerekçesi için bkz. A’râf: 170 ve Leyl: 18, ilgili notlar.
(335) Bu ikisinin farkı için bkz. En’âm: 42
(336) Yahudilere karşı bir îmâ taşımaktadır. Onlar Allah’a verdikleri söze sadık kalmamışlar, Allah da vahyi taşıma görevini onlardan
almıştı. Bu sapmanın temelinde yatan şey ise “sorumluluk bilinci” nin yok olmasıydı.

Sözün özü: İman imtihandır, imtihan imanı takviye eder.
(Nuzul 109 / Mushaf 60 : Mümtehine 8 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ِ‫ين َولَ ْم ي ُْخرجُو ُك ْم مِنْ ِديَار ُك ْم اَنْ َتبَرُّ و ُه ْم َو ُت ْقس‬
ٰ ‫ََل َي ْن ههي ُك ُم ه‬
﴾٨﴿ َ‫ّللا ُيحِبُّ ْال ُم ْقسِ ٖطين‬
َ ٰ َّ‫طوا ِالَي ِْه ْم اِن‬
ِ ‫ّللاُ عَ ِن الَّذٖ ينَ لَ ْم ُي َقاتِلُو ُك ْم فِى ال ٰٖد‬
ِ
ِ
8 Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve fedakârlığa dayalı bir ilişki geliştirmenizi
yasaklamaz: Çünkü Allah fedakâr olanları pek sever.(19)
(19) Kıst’a verdiğimiz anlam için bkz. Hucurât: 9.
57
(Nuzul 43 / Mushaf 19 : Meryem 32 Aşağıdadır.)
َ ‫َوب ًَٰرا ِب َوالِدَتٖ ى َولَ ْم يَجْ عَ ْلنٖ ى جَ بَّارً ا‬
﴾٣٢﴿ ‫شقِ ًٰيا‬
32 Bir de anama iyi davranmayı… Fakat beni azgın bir zorba kılmadı.
(Nuzul 62 / Mushaf 18 : Kehf 83 Aşağıdadır.)
﴾٨٣﴿ ‫ْن قُ ْل سَ ا َ ْتلُوا عَ لَ ْي ُك ْم ِم ْن ُه ذ ِْكرً ا‬
ِ ‫َويَسْ َپلُو َنكَ عَ نْ ذِى ْال َقرْ َني‬
83 BİR de sana Zülkarneyn hakkında soruyorlar; de ki: “Size ona ilişkin birtakım anı(lar) nakledeyim.”89
(89) Tilâvet, kırâet’tan farklı olarak “bir şeyi geldiği gibi aktarmak” demektir. Genellikle tilâvet’te aktarıcı pasif konumdadır. Bu nedenle
etlû fiilini “nakledeyim” şeklinde karşıladık.
﴾٥٤﴿ ‫ين‬
َّ ‫َواسْ َتعٖ ي ُنوا ِبال‬
َ ‫يرةٌ ا ََِّل َعلَى ْال َخاشِ ٖع‬
َ ‫صب ِْر َوالص هَّلو ِة َو ِا َّن َها لَ َك ٖب‬
45 Direnerek ve dik durarak yardım isteyin!(83) Ancak bu huşû duyanlardan başkasına ağır gelir.
(83) Lafzen: “Sabır ve salât ile yardım isteyin!”
Sabır “insanın nefsini dizginlemesi”, yani direniştir (bkz. İlk geçtiği ‘Asr: 3). Yılgınlık, korkaklık, çöküntü ve
dert yanmanın zıddıdır (Râğıb).
Salât’la üç şey de kastedilmiş olabilir:



şer’î mânası olan “namaz”,
sözlük mânası olan “dua”,
kök mânası olan “dik duruş”.
Namaz duanın canlanmasıdır,
Dua kulun Allah’a dayanmasıdır.
Salât’ın türetildiği es-salâ “bir şeyi dik tutan şey”dir. Otururken ve ayaktayken insanı dik tutan kemiklere de
denir (bkz. A’la: 15).
58
(Nuzul 13 / Mushaf 103 : Asr 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ ‫صب ِْر‬
َّ ‫ت َو َت َواصَ ْوا بِ ْالحَ ِّق َو َت َواصَ ْوا بِال‬
ِ ‫ا ََِّل الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَا‬
3 Ancak,




Allah’a inanıp güvenenler, (4)
Erdemli ve sorumlu davrananlar; (5)
Yani (6) birbirlerine hakkı tavsiye edenler (7)
Ve sabrı tavsiye edenler (8) bundan müstesnadır. (9)
(4) Kurtuluşun temel şartı ikidir:


İman ve
Onun üzerine bina edilen sâlih amel.
Amelin üzerine bina edildiği iman, insanlığın belli bir zaman ve mekânıyla sınırlı bir iman değil, insan soyunun tamamını kapsayan bir
imandır. Böyle bir imanın ait olduğu İslâm’ın tarifi, “insanlığın değişmez değerleri olan ezeli ve biricik hakikat” olmalıdır.
(5) Farklı formlarla birçok yerde gelen ‘amilu’s-sâlihât (‘amelen sâlihan) terkibi Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde farklı vurgular kazanır.



Vahyin ilk yıllarındaki vurgusu “sorumlu davranış”tır. Bu davranış, Bakara 2’den yola çıkarak “hidayetten önceki takvâ”
diyebileceğimiz sorumluluk bilincine ve ahlâkına dayanır. Erdemlilik ve dürüstlüğü ifade eder.
İlerleyen yıllarda vahiy Allah’ın razı olup olmadığı, imana yaraşan ve yaraşmayan eylemleri beyan ettikten sonra “sâlih amel” terkibi
“Allah’ın razı olduğu imana uygun davranış” vurgusunu kazanmıştır.
İslâm cemaatinin iktidar yıllarını teşkil eden Medine’de ise aynı terkip “sahibini ve başkalarını ıslah edici iyilikler” vurgusuna
ulaşmıştır. Aslında bu son vurgu sâlihât kelimesinin asli vurgusudur ve imkanla orantılı olarak her dönemde sâlih amelin ana hedefini
ifade eder.
Sûrenin son âyetindeki hakkı ve sabrı tavsiye sâlih amelin mükemmel bir örneğidir. Başta iman olmak üzere Allah’a itaat, namaz kılmak ve
zekât vermek gibi hukukullah ile ilgili ibadetler bu yüzden Kur’an tarafından sâlihât’tan değil hasenât’tan sayılmıştır (Hûd: 23 ve Bakara:
277).
Fakat hasenât, sosyal amaçları geçekleşince sâlihât vasfını da kazanır. Mâ‘ûn sûresi, namaz ibadeti özelinde, hasenât’ı sâlihât’a tebdil
etmenin formülünü sunar (krş. Mâ‘ûn: 5).
Hasenât’a bire on vaad edilirken (En’âm: 160), sâlihât’a kesintisiz nimet ve cennet vaad edilmektedir (msl. Tîn: 6; Burûc: 11).


Hasenât sahipleri seyyiât’ı örtülmekle müjdelenirken,
Sâlihât sahipleri canlıların en iyisi olmakla müjdelenir (Furkan: 70; Beyyine: 7).
Hz. Peygamber’e nisbet edilen “Bir saatlik âdil yönetim altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır” (Taberânî, el-Kebir) hadisi, sâlihât ile
hasenât arasındaki büyük farka dair nebevi bir okumadır.
(6) Sâlih amel’in mahiyeti göz önüne alındığında, bu vav’ın tefsiriyye vurgusu daha isabetli gibidir. Âyetteki dört unsurdan ilk ikisi asli son
ikisi talidir. Hakkı ve sabrı tavsiye, aslında sâlih amelin açılımı ve iki örneğidir. Benzer formdaki Tîn: 6 da tercihimizi teyit eder (bkz. Bir
önceki not).
(7) Hakkı tavsiye etmek, zımnen:



İnançta tevhidi,
Eylemde sâlihât ve adâleti tavsiye etmektir.
Hakikati, hakkın yolunu, hakka ve hukuka riayeti tavsiye etmektir.
(8) Zımnen: Hakkı tavsiye etmenin bedeli vardır, bu bedeli ödemek gerektiğinde sabır tavsiye edenler... Bu sabrın tarifini de verir:
Sabır, hak ve hakikat üzerinde direnmek, düzeltme işinden vazgeçmemektir.
Hz. Ali şöyle der: “Sabretmek dert yanmaktan daha çok yorar”. Bu tavsiye, daha sonraları el-emr bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker emrine
dönüşecektir (A’râf: 157; Âl-i İmran: 104, 110, 114; Tevbe: 112). Hatta bir âyette el-emr bi’l-maruf’un ardından sabır emredilir (Lokman:
17). Beled 17 ile bu âyet arasında açık bir benzerlik vardır. Bu da sabrın aynı zamanda bir “merhamet” olduğunu gösterir.
Sabr üç ayrı edatla üç ayrı mâna kazanır:



‘an ile “hakta direnmek”,
‘alâ ile “bela ve sıkıntıya göğüs germek”,
lâm ile “ibadet, hak, hayır ve adâlette sebat” mânaları kazanır.
Burada bâ ile gelmiştir ve bu üç mânayı da kuşatmıştır. Sabır izzet ve şeref verir. Ne ki zillet ve mezellete düşürüyor, o sabır değil acziyettir.
59
Sabır, omuzladığı hayat emanetini sahibine zayi etmeden ulaştırmak için götürürken, rüzgar tersinden esmeye başladığında;




geri adım atmamak,
yükü atmamak,
yolu satmamak,
yola yatmamaktır.
Kişinin hakikate olan sadâkati, onun uğruna ödemeyi göze aldığı bedelle orantılıdır.
(9) Sözün özü şudur: Yalnızca iman edip sâlih amel işlemek kişiyi “iyi” yapar, hakkı ve sabrı tavsiye etmek ise kişiyi “aktif iyi” yapar (krş.
Müddessir: 2). Kurtuluşun anahtarı “aktif iyilerin” elindedir. Asr sûresinin son âyeti, toplumun ıslahının sadece emir ve yasaklarla değil,
iman ve sâlih amel sahiplerinin hakkı ve hakta direnişi tavsiyesi ile sağlanacağını ifade eder.
Kurtulmak için;



Sadece inanmak yetmez,
Islah edici eylemler yapmak,
Bu cümleden olarak hakkı ve hakta direniş demeye gelen sabrı tavsiye etmek gerekir.
Bunlar imanın gereğidir. Bunu yapmayan fert veya toplum, isterse mü’min olsun, hüsrandan kurtulamaz (krş. Enfal: 25).
Ey Rabbimiz! Bizi ziyanda olanlardan ve ziyankâr olanlardan kılma!
(Nuzul 9 / Mushaf 87 : A’la 15 Aşağıdadır.)
ّٰ
﴾١٤﴿َ‫َو َذ َكرَ اسْ َم رَ بِّهٖ َفصَ لى‬
15 Rabbinin adını hatırda tutan da, salata duran da (kurtuluşa erecek). (15)
(15) Veya: “namaz kılan”.
Dahası, kök anlamının yardımıyla: “destek olan” veya “esas duruşunu koruyan”.
Sâlât’ı sadece “namaz” ile karşılamak yerine, asli haliyle bıraktık.
Zira salat, Kur’an’da gerçek bir çokanlamlı kavram olarak yer alır.






Ekâme fiili ile birlikte “namaz ibadetini hakkını vererek kılmak”,
Mâide 12’de “destek”,
Mâide 58’de “din ve dindarlık”,
Mâide 106’de “davet”,
Nûr 41’de kuşların salatı olarak “yaratılış amacına uygun hareket etmek”,
Meryem 59’da “ibadet” ve daha başka mânalarda kulanılmıştır (bkz. Bakara: 3, ; Mâide: 58, ; Mâ‘ûn: 4 ).
Burada “zikr” ile yan yana kullanıldığı için ikinci bir mef’ul ile geldiği Tâhâ 14’teki ekimi’s-salâte li-zikrî (adımın anılıp şanımın yücelmesi
için tüm destek ve çabanı seferber et) ibaresini andırmaktadır.
A‘lâ sûresinin 9 ve 10. âyetindeki zikrâ ve men yahşa ile 14-15’teki men tezekkâ ve sallâ arasında sıkı bir irtibat vardır. Salât’ın gerçek
anlamını bulmamızda bu pasajdaki kavramsal karşıtlıklar yol göstericidir.


Men yahşâ (10) ile el-eşkâ (11) nasıl zıddiyet ilişkisine sahipse,
Yaslâ (12) ile sallâ (15) da kökenleri bir olmasına rağmen mânaları zıttır.


Birincisi “ateşi desteklemek için cehennemin göbeğine dikilmeyi”
İkincisi ise “Allah’a –özünde kendine- destek için esas duruşu korumayı” ifade eder.
Zımnen: Cehennemle doğrulmak istemeyen namazla doğrulsun” mesajını içerir.
Zira salleytu’l-‘ûd, “değneği ateşte doğrulttum” demektir. es-Salvu, “insanın dik oturmasını sağlayan oyluklar veya dik yürümesini sağlayan
omurga” anlamına gelir (Lisân ve Tâc). Allahu a‘lem.
ُ ‫ين َي‬
﴾٥٦﴿ ‫ُون‬
َ ‫ون اَ َّن ُه ْم م ََُلقُوا َرب ِِّه ْم َواَ َّن ُه ْم ِالَ ْي ِه َرا ِجع‬
َ ‫ظ ُّن‬
َ ‫اَلَّ ٖذ‬
46 (Huşû duyanlar), Rablerine kavuşacaklarına ve sonunda O’na döneceklerine kesin gözüyle bakarlar.(84)
60
(84) “Kesin gözüyle bakarlar” diye çevirdiğimiz yezunnûne’nin kendisinden türetildiği ez-zann hem yersiz
kuşku hem de kesin inanç (yakîn) anlamına gelir (bkz. Hâkka: 20). Kesin inanç anlamı, gözlem ve deney
sonucu oluşan kesin inanç değil, insanın sonsuz güven duyduğu bir kaynaktan gelen habere sanki gözleriyle
görmüş gibi inanmasıdır (Lisân; krş. Bakara: 249; Kıyâmet: 28; Mutaffifin: 4).
(Nuzul 45 / Mushaf 69 : Hakka 20 Aşağıdadır.)
﴾٢١﴿ ْ‫ِا ٖ ٰنى َظ َن ْنتَ اَ ٖ ٰنى م ََُل ٍق حِسَ ابِيَه‬
20 Kesinlikle ben, hesabımla yüzleşeceğime gönülden inanmıştım!” (13)
(13) Zanne, genellikle enne ile birlikte kesinlik, en ile birlikte kuşku ifade eder (krş. Fetih: 12).
Yine zan;


Kur’an’da mü’mine nisbet edildiğinde ve övüldüğünde iman,
kâfire nisbet edildiğinde ve yerildiğinde şüphe ifade eder.
Ve zan âhirette gerçekleşirse “kesin bilgi”ye delalet eder. Zerkeşi’nin bu güzel tesbitlerine “galibiyetle” kaydı düşmek şarttır. Zira istisnaları
boldur (bkz. Kulliyyâtu’l- Elfaz, s. 436).
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 249 Aşağıdadır.)
ٰ ‫وت بِ ْال ُج ُنو ِد َقا َل اِنَّ ه‬
ً ‫ش ِربُوا ِم ْن ُه ا ََِّل َق‬
َ ‫اغ َترَ فَ ُغرْ َف ًة بِ َيدِهٖ َف‬
ْ ‫َن‬
َ ْ‫ّللاَ ُم ْب َتلٖي ُك ْم بِ َنه ٍَر َفمَن‬
ُ ُ‫َفلَمَّا َفصَ َل َطال‬
‫لٖيَل ِم ْن ُه ْم َفلَمَّا جَ َاو َزهُ هُوَ َوالَّذٖ ينَ ها َم ُنوا‬
ِ ‫ش ِربَ ِم ْن ُه َفلَيْسَ ِم ٖ ٰنى َومَنْ لَ ْم ي َْطعَمْ ُه َف ِا َّن ُه ِم ٖ ٰنى ا ََِّل م‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َو ه‬
ٰ ‫مَعَ ُه َقالُوا ََل َطا َق َة لَ َنا ْالي َْو َم بِجَ الُوتَ َو ُج ُنودِهٖ َقا َل الَّذٖ ينَ َيَظنونَ َاَ َّن ُه ْم م ََُلقُوا ه‬
ْ ‫ّللاِ َك ْم مِنْ فِ َئ ٍة َقلٖيلَ ٍة غَ لَب‬
﴾٢٥٩﴿ َ‫ّللا ُ مَعَ الصَّابِ ٖرين‬
ِ ٰ ‫َت فِ َئ ًة َكثٖ يرَ ًة بِا ِْذ ِن‬
249 Ve Tâlût ordusuyla harekete geçtiği zaman dedi ki:

Bakın, Allah sizi bir ırmakla sınayacak; kim ondan içerse benden değildir, kim de ondan tatmazsa bendendir; ancak bir avuç içen
bundan müstesnadır.(449) Onlardan pek azı dışında, hepsi ondan (kana kana) içtiler.
O ve ona inananlar ırmağı geçtikleri sırada, (ırmağın öbür tarafında kalanlar) dediler ki:

Bugün Calût ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok”.(450)
(Fakat) Allah’a kavuşacaklarına kesin gözüyle bakanlar(451) da dediler ki:

Nice sayıca az (örgütlü ve disiplinli) topluluk, Allah’ın izniyle nice sayıca çok (örgütsüz ve başı bozuk) topluluklara galip gelmiştir:
Zira Allah direnenlerle beraberdir.”(452)
(449) Uzun süre susuzluktan sonra aniden aşırı su tüketiminin, böbrek ve kalp yetmezliği sonucu ölüme kadar varan olumsuz sonuçlara yol
açtığı bilinmektedir.
(450) Yapamayacağınıza inanırsanız, yapamazsınız.
(451) Zımnen: İtaatlerinden dolayı Allah’ın vaad ettiği ödüle kavuşacakları kanaatinde olanlar. Mü’min itaatiyle ilâhî ödülü umut edebilir,
fakat garanti edemez. Bu âyette övülen tavır, 243. âyette yerilen tavrın zıddıdır.
(452) Zımnen: Üstünlük ve başarı sayılarda değil, inanç ve disiplindedir. Bu nedenle de, tarihin yatağını değiştiren büyük değişimler şuursuz
yığınların değil, sayıları az da olsa inançlı ve şuurlu insanların eseridir. Bedir zaferinin, Kur’an lisanıyla açıklaması.
(Nuzul 33 / Mushaf 75 : Kıyamet 28 Aşağıdadır.)
ُ َ‫َو َظنََّ اَ َّن ُه ْالفِر‬
﴾٢٨﴿ ‫اق‬
28 Artık ayrılık vaktinin gelip çattığına aklı iyice yatmıştır;
(Nuzul 90 / Mushaf 83 : Mutaffifin 4 Aşağıdadır.)
‫اَ ََلَيَظنَ ا ُ ه‬
ُ ‫ك اَ َّن ُه ْم َم ْبع‬
﴾٥﴿ َ‫ُوثون‬
َ ِ‫ولئ‬
4 Onlar sanmazlar mı ki tekrar diriltilecekler;
61
ُ ‫َيا بَنٖ ى ِاسْ َر ٖاي َل ْاذ ُكرُوا ِنعْ َمت َِى الَّتٖ ى اَ ْن َعم‬
﴾٥١﴿ ‫ين‬
َ ‫ْت َعلَ ْي ُك ْم َواَ ٖ ٰنى َفض َّْل ُت ُك ْم َعلَى ْال َعالَ ٖم‬
47 Ey İsrâiloğulları! Size lutfettiğim nimetlerimi(85) hatırlayın; hani Ben sizi çağınızın milletlerine üstün
kılmıştım.(86)
(85) Nimet, elde edince sevinilen şeydir.

Nimetin bu âyetteki anlamı vahiydir.
Vahiy, sadece İsrâiloğulları için değil bu ümmet için de Kur’an’da nimet olarak adlandırılmıştır (bkz. Mâide: 3;
Bakara: 150).
(86) Seçilmiş olmanın bütün çağlarda “kutsal kavim olmak” şeklinde algılanmasını red (Bakara: 47; krş. Eski
Ahid, Amos 3:1-2; Yeremya 7:8-11).
Yahudileşen İsrâiloğulları,




İlâhî seçimi efsaneleştirerek “kutsal kavim” miti icat ettiler.
Onlar, korumak ve hayata dönüştürmekle yükümlü oldukları vahyin evrensel değerlerini kabilevî çıkarlarına
kurban ettiler.
Kendilerini “Allah’ın oğulları ve dostları” ilan ettiler (Mâide: 18; Cuma: 6).
Allah’ın seçilmiş kavmi” ve “Rabbin kutsadığı ırk” (İşaya 61:9) unvanını verdiler.
Sayılı birkaç gün dışında kendilerine cehennem azabı dokunmayacağını iddia ettiler (Bakara: 80). Müslümanları
bu sapmaya karşı uyaran âyet için bkz. Muhammed: 38.

Zımnen: En tehlikeli ırkçılık, din kisvesine bürünmüş ırkçılıktır.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 3 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ير َومَا ا ُ ِه َّل لِغَ ي ِْر ه‬
َ ‫ّللاِ ِبهٖ َو ْال ُم ْن َخنِ َق ُة وَ ْالم َْو ُق‬
َ ْ ‫ب َواَنْ َتسْ َت ْقسِ مُوا ِب‬
ْ ‫حُرِّ م‬
‫اَل ْز ََل ِم هذلِ ُك ْم‬
ُ ‫وذ ُة وَ ْال ُم َترَ ِّد َي ُة َوال َّن ٖطيحَ ُة َومَا اَ َك َل ال َّس ُب ُع ا ََِّل مَا َذ َّك ْي ُت ْم َومَا ُذ ِبحَ َع َلى ال ُّن‬
ِ ‫ص‬
ِ ‫َت عَ لَ ْي ُك ُم ْال َم ْي َت ُة َوال َّد ُم َولَحْ ُم ْال‬
ِ ‫خ ْن ٖز‬
ُ
َٰ‫َل ْثم َفاِنَّ هّللا‬
ْ
ْ
ْ
ْ
ً
ْ
ْ
ْ ‫فِسْ ٌق اَ ْلي َْو َم َيئِسَ الَّذٖ ينَ َك َفرُوا مِنْ دٖ ينِ ُك ْم َف ََل َت ْخ َش ْو ُه ْم َو‬
َ
ُ
َ
ُ
َ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
ُ
ُ
َ
ُ
َ
َ
ٖ َ‫اخ َش ْو ِن الي َْو َم اكمَلت لك ْم دٖ ينك ْم َواتمَمْ ت عَ ل ْيك ْم نِعْ مَتٖ ى َور‬
ِ ُ‫ضيت لكم‬
ِ ‫اَلسْ َل َم دٖ ينا فم‬
ٍ ِ ِ ٍ‫َن اضْ ط َّر فٖ ى مَخمَصَ ٍة غَ يْرَ ُمتجَ انِف‬
﴾٣﴿ ‫غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
3







ÖLÜ HAYVAN,
Kan,
Domuz eti,
Allah’tan başkası adına kesilenler;(5)
Bir de boğulan, dövülerek öldürülen, düşerek ölen, boynuzlanarak öldürülen(6) ya da henüz canlıyken kestikleriniz hariç vahşi bir
hayvan tarafından parçalanan hayvanlar ve
Putperestçe semboller(7) üzerine kesilenler,
Ayrıca attığınız zarla geleceğe ilişkin kehanette bulunmak(8) size haram kılınmıştır.(9)
Bütün bunlar birer sapmadır.
Bugün, inkâra saplananlar, dininiz(i terk edeceğiniz)den umutlarını tamamen kesmişlerdir:


O hâlde, onları gözünüzde büyütüp de saygınlaştırmayın!
Yalnız Beni tazim edip, Bana saygı duyun!(10)
Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım;(11) ve (Allah’a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak
benimsedim.(12) Günaha gönüllü koşmaksızın kim hayatî bir zaruretten dolayı zorda kalırsa, iyi bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz
bir merhamet kaynağıdır.
(5) Hayvan bile olsa can değerlidir ve hayatın sahibi el-Hayy olan Allah’tır.
(6) en-Natiha: “Boynuzlanarak ölen hayvan”.
Basralılara göre mef’ul olan bir isim fail yapılacaksa, sonuna “isimleştirme te’si” getirilir (mentuh: natîh/a) gibi. Sıfat tamlamalarının,
mevsufun hazfi ile gelmesi durumunda da bu kural geçerlidir: lihyetun dehîn/ e (yağlı sakal) ve aynun kehîl/e (sürmeli göz) anlamını
mevsufu hazfederek ve bir te ekleyerek elde edebiliriz.
62
Kûfelilere göre, Arap’lar feîle kalıbına uygun kelimeleri bir isme sıfat yaptıkları zaman “te”leri düşürürler: aynen kehîlen. Fakat eğer mevsuf
hazfedilirse onlar da te’yi şart görürler (Taberî). Râzî: en-natîha, elmevkuze, el-mütereddiye kelimelerinin sonundaki te’yi koyunu niteleyen
sıfat olarak tarif eder. Ona göre te dişillik alametidir. Burada galibiyet kuralı geçerlidir. Araplar genelde boynuzlanmış koyunu yerlerdi.
(7) Nusub (t. nâsıbeh), müşrik Mekke toplumunun üzerinde hayvanları boğazladıkları sunaklar (Râğıb). Bu yalnızca kurban kesmek
biçiminde değil, oraya izafe edilen sahte kutsallıktan yararlanmak için hayvan kesimi yapmak biçiminde de gerçekleşiyordu.
(8) Lafzen: “çektiğiniz fal oklarıyla kısmet tesbiti yapmak”. Açıktır ki, bu tür bâtıl anlayışlar, insanın irade ve gayretini yok edici bir işlev
taşırlar. Aslında yasaklanan geleceğe ilişkin kehanette bulunmaktır.
(9) Haram kılınanlarla ilgili âyet için bkz. En’âm: 165; ayrıca 90. âyetin ilgili notlarına bkz.
(10) Sûrenin muhtevasına, sahih rivayetlere ve yaygın görüşe göre Kur’an’dan son inen âyet budur (Buhârî, Îman 33; Müslim, Tefsir 3-5).
(11)

İtmam, bir şeyin aslının (cevherinin) tamamlanmasıdır.

İkmal, asıl tam olmakla birlikte noksan olan detayının (arazının) tamamlanmasıdır.
İnsanlığın değişmez değerlerinin tümü olan İslâm son mesajla hem nitelik hem nicelik olarak kemale ulaşmıştır. Nimet ise, asıl olarak
kemale ulaşmış fakat fer olarak çatısı kurulup “siz kemale taşıyın” denilmiştir. Bu da tamamlanmış olan asıldan yola çıkılarak yapılacaktır.
Kelâle ve faizle ilgili âyetlerin bu âyetten sonra indiği görüşünü kabul edersek, dinin ikmaliyle dinin esaslarının kastedildiğini düşünmemiz
şart olur.
(12) Meşhur rivayete göre bu âyet, Nebi’nin vefatından 81 gün önce kurban bayramı arefesinde nâzil olmuştur.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 150 Aşağıdadır.)
ُ ‫ج ِد ْالحَ رَ ام َوحَ ي‬
ُ ‫َومِنْ حَ ي‬
ْ ‫اس عَ لَ ْي ُك ْم حُجَّ ٌة ا ََِّل الَّذٖ ينَ َظلَمُوا ِم ْن ُه ْم َف ََل َت ْخ َش ْو ُه ْم َو‬
َ ‫اخ‬
‫ش ْونٖ ى َو َِلُتِ َّم نِعْ مَتٖ ى عَ لَ ْي ُك ْم‬
ِ ْ‫ْث َخرَ جْ تَ َف َو ِّل َوجْ هَكَ َش ْطرَ ْالمَس‬
ِ ‫ْث مَا ُك ْن ُت ْم َفوَ لُّوا وُ جُو َه ُك ْم َش ْطرَ هُ لِ َئ ََّل َي ُكونَ لِل َّن‬
ِ
﴾١٤١﴿ َ‫َولَعَ لَّ ُك ْم َت ْه َت ُدون‬
150 Ve her nereden gelirsen gel, kesinlikle yüzünü Mescidi Haram’dan yana çevir. Siz de nerede olursanız olunuz, yüzlerinizi Mescid-i
Haram’dan yana çeviriniz ki, onlar içerisinden zulümde direnenler hariç, insanların size karşı kullanacakları bir delilleri olmasın. Onlara
tazim göstermeyin, asıl Bana tazim gösterin! Böylece size olan nimetimi tamamlayayım(286) ve siz de bu sayede doğru yolu bulabilesiniz.
(287)
(286) Nimetin ‘itmamı’ için bkz. Mâide: 3.
(287) Zımnen: Sizin için insanların ne dediği değil Allah'ın ne dediği belirleyici olsun.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 47 Aşağıdadır.)
ُ ْ‫يَا بَنٖ ى اِسْ رَ ٖاي َل ْاذ ُكرُوا نِعْ َمتِىَ الَّتٖ ى اَ ْنعَم‬
﴾٥١﴿ َ‫ت عَ لَ ْي ُك ْم وَ اَ ٖ ٰنى َفض َّْل ُت ُك ْم عَ لَى ْالعَالَمٖ ين‬
47 Ey İsrâiloğulları! Size lutfettiğim nimetlerimi(85) hatırlayın; hani Ben sizi çağınızın milletlerine üstün kılmıştım.(86)
(85) Nimet, elde edince sevinilen şeydir.

Nimetin bu âyetteki anlamı vahiydir.
Vahiy, sadece İsrâiloğulları için değil bu ümmet için de Kur’an’da nimet olarak adlandırılmıştır (bkz. Mâide: 3; Bakara: 150).
(86) Seçilmiş olmanın bütün çağlarda “kutsal kavim olmak” şeklinde algılanmasını red (Bakara: 47; krş. Eski Ahid, Amos 3:1-2; Yeremya
7:8-11).
Yahudileşen İsrâiloğulları,





ilâhî seçimi efsaneleştirerek “kutsal kavim” miti icat ettiler.
Onlar, korumak ve hayata dönüştürmekle yükümlü oldukları vahyin evrensel değerlerini kabilevî çıkarlarına kurban ettiler.
Kendilerini “Allah’ın oğulları ve dostları” ilan ettiler (Mâide: 18; Cuma: 6).
Allah’ın seçilmiş kavmi” ve “Rabbin kutsadığı ırk” (İşaya 61:9) unvanını verdiler.
Sayılı birkaç gün dışında kendilerine cehennem azabı dokunmayacağını iddia ettiler (Bakara: 80).
Müslümanları bu sapmaya karşı uyaran âyet için bkz. Muhammed: 38.

Zımnen: En tehlikeli ırkçılık, din kisvesine bürünmüş ırkçılıktır.
63
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 18 Aşağıdadır.)
ٰ ‫صَارى َنحْ نُ اَ ْب َنا ُء ه‬
َ ْ ‫ت َو‬
َ ‫وب ُك ْم َب ْل اَ ْن ُت ْم َب‬
‫ت ْال َيهُو ُد وَ ال َّن ه‬
‫َصي ُر‬
ُ ‫ش ٌر ِممَّنْ َخلَقَ ي َْغفِ ُر لِمَنْ َي َشا ُء َويُعَ ِّذبُ مَنْ َي َشا ُء َو ِ ه ّٰللِ م ُْل‬
ٖ ‫ض َومَا َب ْي َن ُهمَا َو ِالَ ْي ِه ْالم‬
ِ ‫ك الس هَّم َوا‬
ِ َ‫ّللاِ َوا‬
ِ َ‫َو َقال‬
ِ ْ‫اَلر‬
ِ ‫حبَّاؤُ هُ قُ ْل َفلِ َم يُعَ ِّذ ُب ُك ْم بِ ُذ ُن‬
﴾١٨﴿
18 Yahudiler ve Hıristiyanlar;

Bizler Allah’ın çocukları ve can dostlarıyız!” dediler.
De ki:

Öyleyse neden günahlarınız yüzünden sizi cezalandırıyor? Aksine siz O’nun yarattığı insanlardan sadece bir kısmısınız. O müstahak
olanın bağışlanmasını diler, (cezayı) dileyeni de cezalandırmayı diler; (26)
zira göklerde, yerde ve her ikisi arasındaki şeylerin tümü üzerinde hükümranlık Allah’a aittir ve dönüş O’nadır.
(26) Lâm’ın istihkak mânasıyla. Cümlenin ikinci yarısının lâm’sız gelmesi dikkat çekicidir. Yeşa’ fiilinin çift özneyi gören konumuna
dayanan çevirimiz için bkz. Yûnus: 25; Nûr: 21; Muhammed: 17, ilgili notlar.
(Nuzul 100 / Mushaf 62 : Cuma 6 Aşağıdadır.)
‫ه‬
﴾٦﴿ َ‫اس َف َت َم َّنوُ ا ْالم َْوتَ اِنْ ُك ْن ُت ْم صَادِقٖ ين‬
ِ ‫ُون ال َّن‬
ِ ‫قُ ْل يَا اَ ُّيهَا الَّذٖ ينَ هَادُوا اِنْ َزعَمْ ُت ْم اَ َّن ُك ْم اَ ْولِيَا ُء ِ ّٰللِ مِنْ د‬
6 De ki:

“Ey Yahudileşenler!(7) Eğer siz, öteki bütün insanları(8) dışlayarak sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız,
haydi ölümü temenni etsenize; tabi eğer iddianızda sadıksanız?”(9)
(7) Yahudiliğin, icat edilmiş sentetik bir kimlik olduğunu îmâ eden bir hitap. (Çevirimizin müdellel ve ayrıntılı bir izâhı için bkz. En’âm:
146).
(8) Min dûni’n-nâs, Yahudilerin kendileri dışındaki herkesi ifade eden goyim (kavimler, öteki, kâfir, başkası) tasavvurunu ele veren bir
ibâredir.
(9) Yani: Allah’ın dostu olduğunu iddia eden dünyevileşmez, aksine bir an önce dostuna kavuşmayı diler. Fakat siz Hesap Günü’ne
inanmıyor, ölümden köşe bucak kaçıyorsunuz.
(Nuzul 92 / Mushaf 47 : Muhammed 38 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللاِ َف ِم ْن ُك ْم مَنْ َيب َْخ ُل َومَنْ َيب َْخ ْل َف ِا َّنمَا َيب َْخ ُل عَ نْ َن ْفسِ هٖ َو ه‬
ٰ ‫يل ه‬
﴾٣٨﴿ ‫ّللاُ ْالغَ نِىُّ َواَ ْن ُت ُم ْالفُ َقرَ ا ُء َواِنْ َت َت َولَّ ْوا يَسْ َت ْب ِد ْل َق ْومًا غَ يْرَ ُك ْم ثُ َّم ََل َي ُكو ُنوا اَمْ َثالَ ُك ْم‬
ِ ‫سَب‬
ٖ ‫هَا اَ ْن ُت ْم ههؤُ ََل ِء ُتدْ عَ ْونَ لِ ُت ْنفِقُوا فٖ ى‬
38 Bakın, sizler Allah yolunda infak etmeye çağrıla(rak ödüllendirile)n kimselersiniz.(44) Fakat yine de sizden cimrilik edenler var. Ama
kim cimrilik ederse, bilsin ki kendine cimrilik eder: zira Allah kendi kendisine yetendir, ama sizler O’na muhtaçsınız.
Sözün özü: eğer (Allah’tan) yüz çevirirseniz, sizin yerinize başka bir topluluk getirir de, onlar sizin gibi yapmazlar.(45)
(44) Tüm infak çağrıları ödüllendirme vesilesidir. Zira Allah her ne ki istedi, almak için değil vermek için ister. Ve Allah yolunda vermek,
vermek değil gerçekte almaktır (Saf: 10).
(45) Krş. Mâide: 54.
﴾٥٨﴿ ‫ُون‬
َ ‫صر‬
َ ‫س َش ْيپًا َو ََل ُي ْق َب ُل ِم ْن َها َش َفا َع ٌة َو ََل ي ُْؤ َخ ُذ ِم ْن َها َع ْد ٌل َو ََل ُه ْم ُي ْن‬
ٍ ‫َوا َّتقُوا َي ْومًا ََل َتجْ ٖزى َن ْفسٌ َعنْ َن ْف‬
48




Hiç kimsenin hiç kimse adına hiçbir şey ödeyemeyeceği,
Kimseden şefaatin(87) kabul edilmeyeceği,
Kurtuluş akçesi(88) alınmayacağı ve
Hiç kimsenin yardım görmeyeceği günün (dehşetinden) korunun!
(87) Şefaat için iniş sürecinde ilk geçtiği Müddessir 48’in notuna bkz. (Krş. Sebe’: 23 ve bu konuda yapılmış
tüm Kur’an’ı kapsayan ayrıntılı bir sayım-döküm için bkz. Zümer: 44).
(88) Âyetteki ‘adlun’ün anlamı Hz. Peygamber’e sorulduğunda, “fidye” şeklinde cevaplamıştır (Taberî).
64
(Nuzul 4 / Mushaf 74 : Müddessir 48 Aşağıdadır.)
َّ ‫ش َفاعَ ةَ ال‬
َ َ‫َفمَا َت ْن َف ُع ُه ْم‬
﴾٥٨﴿ َ‫شافِعٖ ين‬
48 İşte bunlara hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermeyecek. (39)
(39) Şefaat’in ilk kullanıldığı yer.
Kur’an’daki şefaatle ilgili 25 âyetin tümü olumsuz formda gelir (Ayrıntı için bkz. Zümer: 44). Bu konudaki âyetlerin bütününden çıkarılan
sonuç şudur:

Mutlak anlamda şefaat yalnızca Allah’a aittir (Zümer: 44).

Allah, zatına ait olan bu yetkiyi, razı olduğu kimseler aracılığıyla, affetmeyi istediği kimseler için kullanır.
Bu tıpkı şuna benzer: Bir ödülü takdir ettiği birine veren yüce makamın sahibi, ödülü hak edene takdim etme işini dilediği birine verebilir.
Ödülü hak eden kimsenin ödülünü aracı bir kimseden alması ödülün sahibinin o olduğu anlamına gelmez. Ödülü takdim eden kişi, sadece bir
aracıdır.
Şefaat “çifte” (şef’) katlanmış bir ödül tevdiidir.
Ödülün sahibi Allah’tır, ödülü vermesi istenen kişi de ödül verilen kimse gibi Allah tarafından onurlandırılmıştır. İnsan tercihine açık atıf
yapan 37, 38 ve 43-47. âyetler ışığında anlaşılmalıdır.
(Nuzul 77 / Mushaf 39 : Zümer 44 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ ‫ّلل ال‬
َ ْ ‫ت َو‬
﴾٥٥﴿ َ‫ض ُث َّم ِالَ ْي ِه ُترْ جَ عُون‬
ُ ‫ش َفاعَ ُة جَ مٖ يعًا لَ ُه م ُْل‬
ِ ‫ك الس هَّم َوا‬
ِ ٰ ِ ‫قُ ْل‬
ِ ْ‫اَلر‬
44 De ki:

“şefaate (izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir: (47)
Gökler ve yerin mutlak otoritesi (de) O’na aittir: sonunda sadece O’na döndürüleceksiniz.
(47) Krş. Sebe’: 23.
Tüm şefaat âyetleri bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.

Bu âyet açık ve net olarak şefaati yalnızca Allah’a tahsis etmektedir.
Bu durumda illâ istisna edatıyla gelen ve “ancak onun izin verdikleri müstesna” gibi bir karşılığı olan ibâreler bu âyetle çelişmeyecek bir
biçimde anlaşılmak zorundadır (izahı için bkz. Müddessir: 48).
Burada şöyle bir soru akla gelebilir:


İstisna cümleciğiyle gelen âyetleri bu âyet ışığında anlamak yerine, bu âyeti onlar ışığında anlayamaz mıyız?
Mesela burada, âyette olmayan bir parantez içi takdir kullanarak, âyeti “şefaate (izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir”
şeklinde anlayamazmıyız?
Bunun biri “asla, hayır” olan, diğeri de “evet” olan iki cevabı vardır:
1) Kur’an’da içinde “şefaat” geçen âyet sayısı 25’tir (Bakara: 48; Bakara: 123; Bakara: 254; Bakara: 255; Nisâ: 85; En’âm: 51; En’âm: 70;
En’âm: 94; A’râf: 53; Yûnus: 3; Yûnus: 18; Meryem: 87; Tâhâ: 109; Enbiya: 28; şu‘arâ: 100; Rûm: 13; Secde: 4; Sebe’: 23; Yâsîn: 23;
Zümer: 43; Zümer: 44; Mü’min: 18; Zuhruf: 86; Necm: 26; Müddessir: 48).
Bunlardan 23 tanesinin belagat çatısı “olumsuzlama” (nefy) üzerine kuruludur. Bu olumsuzlama lâ, mâ, men, leyse, lem, em ile yapılır.
Geriye kalan ikisinden biri müşriklerin ağzından nakil (Yûnus: 18), diğeri de şefaati tamamıyla Allah’a hasreden bu âyettir.
Bu durumda 25’ten geriye kalan 2 âyet de delaleten menfi çatıya dahil olurlar. Bu olumsuz çatı garip değildir. Zira Kur’an şefaatten, şefaati
isbat için söz etmez. Muhatapları inkâr ediyormuş da, Kur’an onları şefaate imana çağırıyor değildir. Durum tam aksinedir. İlk muhatapların,
Allah’ın astları olarak (min dûnillah) daha başkalarına kulluk etme gerekçeleri, onların kendilerine şefaat edeceğine olan inançlarıdır. Bu
hakikat, tam da bu sûrenin 3. âyetinde dile gelen hakikattir:

“O’ndan başkalarını sığınacak otorite edinenler, “Biz bunlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” (derler)”.
Kur’an şefaat konusundaki âyetleri menfi çatı üzerine kurarken, işte muhatapların bu sapık şefaat inançlarını hedef alıyordu. Bütün bunlardan
dolayı, istisna cümleleriyle gelen âyetler bu âyet ışığında anlaşılmak zorundadır.
65
2) Tam bu noktada zorunlu olarak şu soru sorulacaktır:

Peki, şu halde şefaati reddeden âyetlerin tümü de buradaki gibi mutlak red ve Allah’a tahsis ile gelmek yerine, bir kısmı neden istisna
cümlesiyle geldi?
Evet, 25’ten 8 tanesi istisna cümlesiyle gelmiştir. Üstelik bunlar standart kalıpta da değildirler. Özellikle Necm 26, Meryem 87 ve Zuhruf
86’da kullanılan üslûp, istisnayı dikkate almamızı gerektirir.
Son bir soru:

Hem tüm şefaatle ilgili âyetleri şefaati yalnız Allah’a has kılan bu âyet ışığında anlayacağız, hem de istisnayı dikkate alacağız: bu
çelişki olmaz mı?
Çelişki insanın zihnindedir, Kur’an’da çelişki olmaz. Bunun açıklaması şudur: İstisna cümlelerinde izin verilecek şey “şefaat” değil,
“Allah’ın şefaatini takdim etme, bildirme” iznidir.
Tıpkı peygamberlerin Allah’ın insanlığa gerçek şefaati olan vahyi iletmeleri gibi. Ahirette Allah’ın şefaati en büyük ödüldür. O ödülü takdim
ve tevdi etme izni verilenler de ödülendirilmiş olurlar. Ödülün elinden alındığı kimse ödülün sahibi değildir, ödülün sahibi Allah’tır. Allah
birine ödül vererek, diğerine ödül verdirerek, ikisini de ödüllendirmektedir (bkz. Müddessir: 48).
(Nuzul 76 / Mushaf 34 : Sebe 23 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ ‫َو ََل َت ْن َف ُع ال‬
﴾٢٣﴿ ‫وب ِه ْم َقالُوا مَا َذا َقا َل رَ ُّب ُك ْم َقالُوا ْالحَ َّق َوهُوَ ْالعَ لِىُّ ْال َك ٖبي ُر‬
ِ ُ‫ش َفاعَ ُة عِ ْندَ هُ ا ََِّل لِمَنْ اَذِنَ لَ ُه حَ ٰتى ا َِذا فُ ِّزعَ عَ نْ قُل‬
23 O’nun nezdinde,

kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaat fayda vermez:(41)
Nihayet (kıyametin) dehşeti (ödül tevdi edeceklerin) kalplerinden giderilince(42) (ödüllendirilenler) soracaklar:

“Rabbiniz sizin hakkınızda ne buyurdu?”
Berikiler

“Hak neyse onu: zaten mükemmel olan da, büyük olan da sadece O’dur”(43) diyeceklerdir.
(41) limen’in hem şefaat edilen hem de şefaat edeni kastetme ihtimaline binaen “kendisine izin verdikleri dışında hiç kimsenin şefaati fayda
vermez” anlamı da verilebilir. Fakat buradaki lâm’ın da gösterdiği gibi tenfa‘u fiili tümlece geçmeyip özne üzerinde kaldığı için şefaatin tür
olarak tamamı olumsuzlanmıştır.
Bu ve tüm şefaat âyetleri;


“Onlar, O’nun hoşnut ve razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemezler” (Enbiya: 28) ve
“De ki: şefaat yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir” (Zümer: 44) âyetleri ışığında anlaşılmalıdır.
Bu da şefaat’in Allah’a ait bir yetkinin kula devri değil, Allah’ın takdir ettiği ödülün sahibine tevdii olduğunu gösterir. Ödülü veren Allah’tır.
Ödülü takdim izni verdiği kimseyi de böyle onurlandırır. Dolayısıyla ödülün asıl sahibinin onu sunan olmadığını ifade eder.
Âyetin öncesi de ödülü gerçek sahibi dışında kimseden istememeyi ifade etmektedir (şefaatle ilgili ayrıntılı bir sayım-döküm için bkz.
Zümer: 44).
(42) Buradaki diyalog ödül verilenlerle o ödülü sahiplerine tevdi etmekle onurlandırılanlar arasında gerçekleşecektir. Anlaşılan o ki bu
ikinciler de büyük korku ve endişe yaşayacaklardır. Fakat onların endişesi ödül takdim izni çıkınca giderilmiş olacaktır.
(43)


Hem “şefaat konusundaki hakikat neyse onu”,
Hem de “herkes neyi hak ettiyse onu” anlamına gelir.
Ama özellikle ödül sahibinin sadece Allah olduğu ve bu nedenle de ödülün kime verileceğini belirleme hakkının da zatına ait olduğu
gerçeğini ifade eder.
‫ُون ِن َسا َء ُك ْم َوفٖ ى هذ ِل ُك ْم َب ََل ٌء ِمنْ َر ِّب ُك ْم َع ٖظي ٌم‬
ِ ‫َوا ِْذ َنجَّ ْي َنا ُك ْم ِمنْ ها ِل ِفرْ َع ْو َن َيسُومُو َن ُك ْم سُو َء ْال َع َذا‬
َ ‫ُون اَ ْب َنا َء ُك ْم َو َيسْ َتحْ ي‬
َ ‫ب ُي َذ ِّبح‬
﴾٥٩﴿
49 Yine bir zaman da sizi Firavun hanedanının(89) elinden kurtarmıştık. Size işkencenin en alçağını reva
görüyorlar, erkek çocuklarınızı öldürtüp kadınlarınızı da bırakıyorlardı. Bu yaşananlarda, Rabbinizin sizi tâbi
tuttuğu dehşet bir imtihan vardı.(90)
66
(89) Firavun için bkz. ilk geçtiği Müzzemmil: 15
(90) Bu âyette değinilip geçilen dehşet imtihan için bkz. A’râf: 141; İbrahim: 6
(Nuzul 3 / Mushaf 73 : Müzzemmil 15 Aşağıdadır.)
ً ‫ُوَل َشا ِهدًا عَ لَ ْي ُك ْم َكمَا اَرْ س َْل َنا ا هِلى فِرْ عَ ْونَ رَ س‬
ً ‫ِا َّنا اَرْ س َْل َنا ِالَ ْي ُك ْم رَ س‬
﴾١٤﴿ ‫ُوَل‬
15 İMDİ bakın, tıpkı Firavun’a (15) bir elçi (16) gönderdiğimiz gibi, size de önünüzde hakikate şahitlik eden bir elçi gönderdik; (17)
(15) İniş sürecinde ilk geçtiği yer.
Zımnen: Ey Müşrikler! Muhammed Musa’nın izinden gidiyor; eğer ona karşı çıkarsanız, siz de Firavun’un izinden gitmiş olursunuz.
(16) Rasulen kelimesinin belirsiz gelmesi, inkârcıların inkârının Hz. Peygamber’in şahsına değil makamına olduğunu gösterir. Nihai tahlilde
bu inkâr elçiyi seçen Allah’a yöneliktir.
(17)



Hakim Allah,
Sanık insan,
Mahkeme Din Günü.
Peki şahit kim?

İşte büyük muhakemenin son halkası da böylece tamamlanarak şahidin peygamberler olduğu vurgulanmış olur: “Elbet Biz seni, bir
şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik” (Ahzab: 45; ayrıca Fetih: 8)
67
Hz Musa ve Harun’un Mısır’dan Çıkışı
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 141 Aşağıdadır.)
﴾١٥١﴿ ‫ب ُي َق ِّتلُونَ اَ ْب َنا َء ُك ْم َويَسْ َتحْ يُونَ نِسَا َء ُك ْم َوفٖ ى هذلِ ُك ْم ب َََل ٌء مِنْ رَ ِّب ُك ْم عَ ٖظي ٌم‬
ِ ‫َوا ِْذ اَ ْنجَ ْي َنا ُك ْم مِنْ ها ِل فِرْ ع َْونَ َيسُومُو َن ُك ْم سُو َء ْالعَ َذا‬
141 Ve hatırlayın ki size en berbat acıları yaşatan, çocuklarınızı öldürtüp kadınlarınızı sağ bırakan (101) Firavun toplumunun elinden
kurtarmıştık sizi! İşte bu, Rabbiniz tarafından tabi tutulduğunuz ağır bir sınavdı.
(101) Çevirimizin gerekçesi için bkz. A’râf: 127.
(Nuzul 65 / Mushaf 14 : İbrahim 6 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫َوا ِْذ َقا َل م ه‬
﴾٦﴿ ‫ب َوي َُذ ِّبحُونَ اَ ْب َنا َء ُك ْم َويَسْ َتحْ يُونَ نِسَا َء ُك ْم وَ فٖ ى هذلِ ُك ْم ب َََل ٌء مِنْ رَ ِّب ُك ْم عَ ٖظي ٌم‬
ِ ‫ّللا عَ لَ ْي ُك ْم ا ِْذ اَ ْن هجي ُك ْم مِنْ ها ِل فِرْ عَ ْونَ َيسُومُو َن ُك ْم سُو َء ْالعَ َذا‬
ِ ٰ ‫ُوسى لِ َق ْو ِم ِه ْاذ ُكرُوا نِعْ َم َة‬
6 İşte o zamanlar Musa kavmine demişti ki:



Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın;
Hani O sizi Firavun yönetiminin elinden kurtarmıştı?
Onlar size işkencenin en bayağısını reva görüyorlar, oğullarınızı öldürtüp kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. (8)
Bu yaşananlar, içerisinde Rabbinizden size gelen ağır bir sınavı barındırıyordu.
(8) Oğullar ve kadınlara dair bir açıklama için bkz. A’râf: 127.
ُ ‫َوا ِْذ َف َر ْق َنا ِب ُك ُم ْال َبحْ َر َفا َ ْن َج ْي َنا ُك ْم َواَ ْغ َر ْق َنا ها َل ِفرْ َع ْو َن َواَ ْن ُت ْم َت ْن‬
﴾٤١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ظر‬
50 Bir zaman da suyu(91) sizin için açmış ve sizi kurtarmış, gözlerinizin önünde Firavun’un kadrosunu
boğmuştuk.
(91) Kur’an’da İsrâiloğullarının geçip Firavun’un boğulduğu bu su bahr (A’râf: 138; Yûnus: 90; şu‘arâ: 63) ve
yemm (A’râf: 136; Tâhâ: 78, 97; Kasas: 40; Zâriyât: 40) olarak anılır.
Arapça olan bahr Arapça olmayan yemm ile birlikte düşünülmelidir.
Eski Ahid’in İbranice metninde bu su “Yem Suf” olarak geçer.
“Saz Denizi” anlamına gelen bu ibareyi, Kutsal Kitab yorumcuları Kızıldeniz olarak yorumlar.
68
Fakat “saz” bitkisi yalnız tatlı su bataklıklarında yetişir.
Sonraki yorumculara göre bu yerin Mısır’ın kuzeydoğusunda sığ bir göl ya da Kızıldeniz’in hemen kuzey ucu ile
daha kuzeydeki göller arasında o dönemde var olan su yolu üzerinde bir saz bataklığı olduğu sanılır (A.Br. Çıkış
md).
Olay Eski Ahid’de anlatılırken Musa’nın elini denizin üzerine uzatması üzerine bütün gece çok güçlü bir
biçimde esen batı rüzgârının denizi kara hâline getirdiği ifade edilir (Çıkış 14: 21).
Boğulma olayının “saz denizi” adı verilen tatlı su bataklığında gerçekleştiğini Tâhâ 78 zımnen teyit eder.
69
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 138 Aşağıdadır.)
﴾١٣٨﴿ َ‫َوجَ َاو ْز َنا ِببَنٖ ى اِسْ رَ ٖاي َلَا ْلبَحْ رََ َفا َ َت ْوا عَ هلى َق ْو ٍم يَعْ ُكفُونَ عَ هلى اَصْ َن ٍام لَ ُه ْم َقالُوا يَا مُوسَى اجْ عَ ْل لَ َنا ا هِلـهًا َكمَا لَ ُه ْم هالِه ٌَة َقا َل ِا َّن ُك ْم َق ْومٌ َتجْ َهلُون‬
138 SONUNDA İsrâiloğullarını denizden geçirdik; derken, birtakım putlara (98) tapınan insanlarla karşılaştılar.


“Ey Musa!” dediler,
“Onların ilâhı gibi bize de bir ilâh tedarik ediver!”
(Musa) cevaben dedi ki:

“Siz sahiden de kendini bilmez bir yığınsınız. (99)
(98) Esnâm, muhtemelen nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer (krş. İbrahim: 35; En’âm: 74; şu‘arâ: 71; Enbiya: 57).

Somut ya da soyut sembol şahsiyetleri temsilen tapınma veya tazim amacıyla metal malzemeden dökülerek yapılan şekilli putlar.
Bu hariç kullanıldığı her yerde İbrahim kavminin putları kastedilir. Aynı şey evsân için de geçerlidir (bkz. Ankebût: 17). Hz. İbrahim’in
dilinden kavminin putları Enbiya: 52’de temâsîl, Ankebut 17’de evsân (t. vesen) şeklinde verilir.
(99) Kur’an’da cehalet soyut bilgiye sahip olup olmamakla değil kendini bilmekle alâkalı olarak kullanılır.
Zımnen: Cahil kendisine, düşmanın düşmanına yaptığını yapar (bkz. Âl-i İmran: 154).
(Nuzul 69 / Mushaf 10 : Yunus 90 Aşağıdadır.)
ْ ‫ت اَ َّن ُه ََل ا هِلـ َه ا ََِّل الَّذٖ ى ها َم َن‬
ُ ‫َوجَ َاو ْز َنا بِبَنٖ ى اِسْ رَ ٖاي َلَا ْلبَحْ رََ َفا َ ْتبَعَ ُه ْم فِرْ عَ ْونُ وَ ُج ُنو ُدهُ ب َْغيًا َوعَ دْ ًوا حَ ه ٰتى ا َِذا اَدْ رَ َك ُه ْالغَ رَ ُق َقا َل ها َم ْن‬
﴾٩١﴿ َ‫ت بِهٖ َب ُنوا اِسْ رَ ٖاي َل َواَ َنا مِنَ ْالمُسْ لِمٖ ين‬
90 Ve İsrâiloğullarını denizden geçirdik. Hemen ardından Firavun ve ordusu kin ve nefretle onların peşini takip etti.
Nihayet boğulacağını anladığında şöyle yakardı:

“Ben de, İsrâiloğullarının inandığından başka ilâh olmadığına inandım; artık ben de O’na kayıtsız şartsız teslim olanlardanım!”(107)
(107) Buna “Firavun imanı” denir. Âhireti görünce “iman ettim” demek gibi yararsızdır.
(Nuzul 51 / Mushaf 26 : Şu’ara 63 Aşağıdadır.)
َّ ‫ُوسى اَ ِن اضْ ربْ بِعَصَاكَ َا ْلبَحْ رََ َفا ْن َفلَقَ َف َكانَ ُك ُّل فِرْ ٍق َك‬
‫َفا َ ْوحَ ْي َنا ا هِلى م ه‬
﴾٦٣﴿ ‫الط ْو ِد ْالعَ ٖظ ِيم‬
ِ
63 Bunun üzerine Musa’ya;

“Asanla denize vur!” diye vahyettik. Ardından deniz infilak edip ikiye ayrıldı; öyle ki, yolun her (iki) yanından sular ulu dağlar gibi
yükselmişti. (43)
(43) Olan bitenin tek cümlelik özeti: Kulu “bittim” derse, Rabbi “yettim” der. Zira kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 136 Aşağıdadır.)
﴾١٣٦﴿ َ‫َفا ْن َت َقمْ َنا ِم ْن ُه ْم َفا َ ْغرَ ْق َنا ُه ْم فِىَا ْليَمَ ِبا َ َّن ُه ْم َك َّذبُوا ِب هايَاتِ َنا َو َكا ُنوا عَ ْنهَا غَافِلٖين‬
136 En sonunda Biz de bunun acısını onlardan çıkardık: Âyetlerimizi yalanladıkları ve onlara karşı kayıtsız kaldıkları için onları suda
boğduk.
(Nuzul 44 / Mushaf 20 : Taha 78 Aşağıdadır.)
﴾١٨﴿ ‫َفا َ ْتبَعَ ُه ْم فِرْ عَ ْونُ ِب ُج ُنودِهٖ َف َغشِ َي ُه ْم مِنَ َا ْليَمَمَا غَ شِ َي ُه ْم‬
78 Derken Firavun da askerleriyle birlikte onların peşine düştü; ama birden onları boğacak olan su (görevini yapıp) onları içine alıverdi; (60)
(60) Deyimsel bir ifade olan bu kalıp, olması kararlaştırılan bir şeyin sonunda olup bittiğini ifade eder. Bu adeta kaçınılmaz bir görevin
yerine getirilmesi imasıdır ki, burada suya ‘kendisine verilen emri yerine getiren özne’ rolü yüklenmesi hayli dikkat çekicidir. Zımnen:
İradeli müslümanın başı sıkıştığında, iradesiz Müslüman olan deniz yardımına koşacaktır (Bu su için bkz. Bakara: 50).
70
(Nuzul 44 / Mushaf 20 : Taha 97 Aşağıdadır.)
ُ ‫ك فِى ْالحَ هيو ِة اَنْ َتقُو َل ََل مِسَاسَ َواِنَّ لَكَ م َْو ِعدً ا لَنْ ُت ْخلَ َف ُه َوا ْن‬
﴾٩١﴿ ‫ظرْ ا هِلى ا هِل ِهكَ الَّذٖ ى َظ ْلتَ عَ لَ ْي ِه عَا ِك ًفا لَنُحَ رِّ َق َّن ُه ُث َّم لَ َن ْنسِ َف َّن ُه فِى ا ْليَمَ َنسْ ًفا‬
َ َ‫َقا َل َف ْاذهَبْ َفاِنَّ ل‬
97 (Musa):




Defol, git!” dedi,
Ama iyi bil ki bundan böyle senin hayatın ‘(Ben) tecrit edildim’ demekten ibâret olacaktır. (79)
Bir şeyi daha unutma ki, seni (öte dünyada) asla atlatamayacağın bir buluşma daha beklemektedir.
Şimdi, kendisine tapınmakta bunca ısrar ettiğin ilâhına dön de bir bak: onu cayır cayır yakacak, ardından da külünü suya savuracağız!
(80)
(79) Lafzen: “Dokunma, elleme yok”. Hz. Musa’nın ona verdiği toplumdan dışlanmışlık ve tecrit cezasına bir atıf.
(80) İneğe kutsallık atfeden Hinduların ölülerini yakma ve külünü ırmağa savurma uygulamalarına kinayeli bir atıf gibi gözükmektedir.
(Nuzul 67 / Mushaf 28 : Kasas 40 Aşağıdadır.)
َّ ‫ظرْ َكيْفَ َكانَ عَا ِق َب ُة‬
ُ ‫َفا َ َخ ْذ َناهُ وَ ُج ُنو َدهُ َف َنب َْذ َنا ُه ْم فِى ا ْليَمَ َفا ْن‬
﴾٥١﴿ َ‫الظالِمٖ ين‬
40 Sonunda onu ve askerlerini enseledik ve onları denize gömdük: Bak gör işte, zalimlerin akıbeti nasıl olurmuş!
(Nuzul 87 / Mushaf 51 : Zariyat 40 Aşağıdadır.)
﴾٥١﴿ ‫َفا َ َخ ْذ َناهُ وَ ُج ُنو َدهُ َف َنب َْذ َنا ُه ْم فِى ْال َي ِّم َوهُوَ مُلٖي ٌم‬
40 Derken, Biz de onu ve ordusunu enseledik, hepsini denize döktük: o hâlâ kendi kendisini kınayadursun.(27)
(27) Veya: “Kınanacak işler yapan biriydi”. Tercihimiz Firavun’un boğulurken sergilediği tavra dayanmaktadır (bkz. Yûnus: 90). Mulîm,
melûm’dan farklı olarak, “kendisini kimse kınamasa da, kınanmayı hak eden” vurgusu taşır (Taberî).
‫َوا ِْذ هو َع ْد َنا م ه‬
﴾٤١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ين لَ ْيلَ ًة ُث َّم ا َّت َخ ْذ ُت ُم ْال ِعجْ َل ِمنْ َبعْ دِهٖ َواَ ْن ُت ْم َظالِم‬
َ ٖ‫ُوسى اَرْ بَع‬
51 Bir zaman Musa’ya kırk gece süren bir randevu vermiştik.
(Bunu fırsat bilen siz), onun ardından bir inek yavrusu heykelini peydahlayıverdiniz(92) ve böylece zalimlerden
oldunuz.
(92) ‘Icl için bkz. A’râf 148.
Zımnen: Aşağılık duygusu benliklerini öyle kapladı ki, Mısırlı efendileri anasına taptığı için kendilerini danasına
lâyık gördüler.
Kur’an’da bu buzağı hep ittehaze fiiliyle gelir. Bu ibareyi “inek yavrusunu (tanrı) edindiniz” şeklinde ikinci bir
mef’ul takdiriyle çevirmek mümkün. Bu şekilde çevirenler, âyetin metninde “tanrı” (ilâh) ibaresinin yer
almamasını “yapılan işin çirkinliğini îmâ için” şeklinde açıklarlar. Fakat lafız “imal etmeye”, yani tercih
ettiğimiz şekliyle “peydahlamaya” delalet eder (krş. Âlûsî I, 408).
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 148 Aşağıdadır.)
ً ‫سَب‬
‫َوا َّت َخ َذ َق ْو ُم م ه‬
﴾١٥٨﴿ َ‫يَل ِا َّت َخ ُذوهُ َو َكا ُنوا َظالِمٖ ين‬
َ ً ْ‫ُوسى مِنْ بَعْ دِهٖ مِنْ ُحلِي ِِّه ْم عِ ج‬
ٖ ‫يه ْم‬
ِ ٖ‫َل جَ سَ دًا لَ ُه ُخ َوا ٌر اَلَ ْم يَرَ ْوا اَ َّن ُه ََل ُي َكلِّ ُم ُه ْم َو ََل َيهْد‬
148 VE Musa’nın halkı onun peşi sıra, takılardan mamul ses çıkaran bir buzağı heykelini ilâh edindiler(107). Onlar, onun kendileriyle
konuşmayacağını, yol da göstermeyeceğini görmüyorlar mıydı sanki! (Yine de onu) ilâh edindiler; çünkü onlar bilinci altüst olmuş
kimselerdi. (108)
(107) el-‘Icl: Muhtemelen, Kur’an’ın iniş sürecinde geçtiği ilk yer burasıdır.
71
Erkek olsun dişi olsun “sığır yavrusu” anlamına gelen “buzağı”nın tam karşılığıdır.
İsrâiloğullarının neden başka bir şey değil de buzağı heykeli yaptıklarının en makul açıklaması şöyle olabilir:
Eski Mısır dininin en ünlü tanrılarından biri Apis (Eski Mısır dilinde hapi “kutsal boğa, sığır”) adını alır. Apis’e Menfis’te bereket tanrısı
olarak tapılırdı. Kutsal sığırlardan biri öldüğünde yerini alacak bir buzağı bulunur ve Menfis’teki Apeion’a (:sığır mabedi. “İo” Eski Mısır
dilinde “inek”) yerleştirilirdi. Apis rahipleri, kutsal sığırın hareketlerine bakarak kehanette bulunurlardı; bu kehanetlere hayli itibar edilirdi.
Apis sığırları öldükten sonra görkemli bir törenle Sakkara’da Sarapeum adı verilen yeraltı dehlizlerine gömülürdü. Daha sonra Osiris kültü
ile Apis’in birleşmesinden oluşan Serapis’e tapınılmaya başlandı. Eski Ahid’de “Mısır çok güzel bir genç inek” (Yeremya, 46:20) dendiğine
göre, İsrâiloğulları içinden “genç inek” heykeline tapanların, aslında kendilerini tutsak eden Mısır’a olan özlemlerini, önceleri sıradan bir
kültiken sonradan tüm Mısır’ın sembolü hâline gelen Apis heykeline taparak dile getirdiklerini düşünebiliriz. Kur’an vahyi onların bu
sapmalarını şiddetle yererken, sapıtan İsrâiloğulları şahsında toprak aşkının bedelinin özgürlük, iman ve insan onuru olamayacağını
vurgulamış olmaktadır.
(108) Zulüm, kök olarak “bir şeyi yerinden etmek” anlamına gelir. Bu ise öncelikle “ters dönmüş bir bilincin” (Nukisû ‘alâ ruûsihim:
Enbiya: 65) yanlış değerlendirmesi sonucu gerçekleşir.
Ters dönmüş bir bilinç doğru algılayıp doğru göremez.
Yahudileşen İsrâiloğulları, geçici de olsa işte böylesine bir ‘bilinç alaborası’ sonucu kendilerini Firavun toplumunun totemleri arasında yer
alan inek yavrusuna taparken buldular. Bunun bir diğer anlamı can düşmanını tanrılaştırmaktı.
﴾٤٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫ك لَ َعلَّ ُك ْم َت ْش ُكر‬
َ ِ‫ُث َّم َع َف ْو َنا َع ْن ُك ْم ِمنْ َبعْ ِد هذل‬
52 Ve sizi bunun ardından bir kez daha affettik, belki şükredersiniz diye…
﴾٤٣﴿ ‫ون‬
َ ‫ان لَ َعلَّ ُك ْم َت ْه َت ُد‬
َ ‫اب َو ْالفُرْ َق‬
َ ‫ُوسى ْال ِك َت‬
َ ‫َوا ِْذ ها َت ْي َنا م‬
53 Yine doğru yolu bulmakta kılavuz edinmeniz için Musa’ya hakkı bâtıldan ayıran(93) Kitabı vermiştik.(94)
(93) Furkan, “hakkı bâtıldan ayıran” anlamına gelen bir sıfattır.
Kur’an’da; Kur’an, Tevrat ve İncil için kullanılır (Bakara: 185; Enfal: 41; Furkan: 1; Âl-i İmran: 4; Enbiya:
48). Aslında bu herhangi bir kitabın ismi değil, tüm vahiylerin ortak sıfatıdır. Bu sıfat vahyin lafzıyla değil
öncelikle mânasıyla ilgilidir.
(94) Kitap’tan kasıt Hıristiyanların Eski Ahid adını verdikleri bir çok İsrâiloğlu Peygamberine ait 39 ayrı
kitaptan oluşan derlemenin ilk beş bölümü (pentatok)’dür.
Tevrat (Torah: şeriat), 39 kitabın tümüne değil işte bu beş kitaba verilen isimdir.
Daha sonra, tüm Eski Ahid “Tevrat” adıyla anılır olmuştur. Arabistan Yahudileri de Tevrat deyince 39 kitaptan
müteşekkil söz konusu derlemeyi kastediyorlardı.
Kur’an’ın hiç bir yerinde “Tevrat” Hz. Musa’nın adına isnat edilmez.
Aksine Hz. Musa’nın adına “kitab”, “âyât”, “suhuf” (sayfalar) ve “elvah” (levhalar) isnat edilir.
Buradan çıkan sonuç şudur: Kur’an hem vakıayı görerek Medine Yahudilerinin itirazına mahal vermemiş; hem
de 7. yüzyıl Yahudilerinin galat-ı meşhur hâlinde kullandıkları “Tevrat” ismini hiçbir yerde Hz. Musa’ya isnat
etmeyerek, 13 asırlık bir süreçte teşekkül eden 39 kitaplık Eski Ahid’e atıfta bulunmuştur.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 185 Aşağıdadır.)
ٰ ‫شهْرَ َف ْل َيصُمْ ُه َومَنْ َكانَ م َٖريضًا اَ ْو عَ هلى َس َف ٍر َف ِع َّدةٌ مِنْ اَيَّام ا ُ َخرَ ي ُٖري ُد ه‬
َّ ‫ان َفمَنْ َش ِه َد ِم ْن ُك ُم ال‬
‫ّللاُ ِب ُكمُ ْاليُسْ رَ َو ََل ي ُٖري ُد‬
ٍ ‫اس وَ َب ِّي َنا‬
ِ ‫ت مِنَ ْاله هُدى َو ْالفُرْ َق‬
ِ ‫َش ْه ُر رَ مَضَانَ الَّذٖ ى ا ُ ْن ِز َل فٖ ي ِه ْالقُرْ هانُ هُدًى لِل َّن‬
ٍ
‫ه‬
﴾١٨٤﴿ َ‫ّللا ع هَلى مَا ه هَدي ُك ْم َولَعَ لَّ ُك ْم َت ْش ُكرُون‬
َ ٰ ‫ِب ُك ُم ْالعُسْ رَ َولِ ُت ْك ِملُوا ْال ِع َّد َة َولِ ُت َك ِّبرُوا‬
185 (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlığa rehber olan, bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan ve hakkı bâtıldan ayıran Kur’an işte
bu ayda indirilmiştir: (350)
Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun; hasta ya da yolcu olan kimse de başka günlerde kaza etsin!
72
Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez; oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu
yüceltmenizi ve şükretmenizi ister.
(350) Oruç, Kur’an’ın doğum kutlamasıdır.
İşte içerisinde Kur’an o gece nâzil olduğu için “bin aydan daha hayırlı” olan Kadir/kader/ ölçü gecesini barındıran Ramazan ayını değerli
kılan da buydu.
Bu silsileyi izlersek:



Ramazan’a hürmet Kur’an’a hürmettir,
Kur’an’a hürmet Allah’a hürmettir.
Ramazan’a hürmetin ölçüsü ise onu oruçlu geçirmektir. Çünkü o insanlığa rehber olan ve hakkı bâtıldan ayıran vahyi elinden tutarak
insanlığa sunmuştur.
Ramazan, kutsallığını Kur’an ayı oluşundan alır.
(Nuzul 95 / Mushaf 8 : Enfal 41 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫مْعَان َو ه‬
‫ّللاُ عَ هلى ُك ِّل‬
َ‫ان ي َْو َم ْال َت َقى ْالج‬
ِ ٰ ِ‫يل اِنْ ُك ْن ُت ْم ها َم ْن ُت ْم ب‬
ِ ٰ ِ َّ‫َواعْ لَمُوا اَ َّنمَا غَ نِمْ ُت ْم مِنْ َشیْ ٍء َفاَن‬
ِ ‫ْن الس َّٖب‬
ِ ‫ّلل ُخمُسَ ُه َولِلرَّ س‬
ِ
ِ ‫اّلل َومَا اَ ْن َز ْل َنا عَ لى عَ ْب ِد َنا ي َْو َم ْالفُرْ َق‬
ِ ‫ين َواب‬
ِ ٖ‫ُول َولِذِى ْالقُرْ هبى َو ْال َي َت هامى َو ْالمَسَاك‬
﴾٥١﴿ ‫َشیْ ٍء َقدٖ ي ٌر‬
41 ŞUNU iyi bilin ki, ganimet olarak aldığınız her şeyin beşte biri; Allah’a ve Elçi’ye; dolayısıyla(44);




yakınlara,
yetimlere,
muhtaçlara ve
yolda kalmışlara aittir.(45)
Eğer siz, Allah’a ve hakkın bâtıldan ayrıldığı o gün, -yani iki ordunun karşı karşıya geldiği gün- kulumuza indirdiklerimize(46) inanıyorsanız
(bu paylaşıma uyarsınız): (47) Zira Allah her şeyi yapmaya kadirdir.
(44) Buradaki ve bağlacına, Hz. Peygamber’in uygulamaya koyduğu anlayış da göz önüne alınarak verilebilecek en uygun karşılık.
(45) Girişte enfâl denilmişti, burada ğanîme deniliyor. Bu hitabın ahlâkî amacını yansıtıyor ve girişteki sorunun cevabı şimdi veriliyor.
İbnu’s-sebîl, lafzen “yol oğlu” demektir. Sadece “yolcu” veya “yolda kalmış” kimseleri değil, yola terk edilmiş bebeliler ve sokak çocukları
gibi, tüm “mekansızları” kapsar. Âyetteki lâm ve vâv’ların mânaya kattığı farklı vurgulara dair bir açıklama için bkz. Tevbe: 60.
(46) İmam Bakır’a göre bu âyet, Kadir gecesi ile Bedir savaşının yılın aynı gününe denk geldiğine delalet eder. Bu yoruma göre Kadir gecesi
savaşın gerçekleştiği 17 Ramazan’dır (Ciddi bir itiraz için bkz. İbn Aşur, Duhân: 3’ün tefsirinde) Bu yorumda, Hz. Ali’nin aynı gün şehid
edilişinin duygusal bir payı olsa gerektir.
(47) Buradaki yevmu’l-furkân ile Duhân: 4 yan yana okunmalıdır.
(Nuzul 40 / Mushaf 25 : Furkan 1 Aşağıdadır.)
﴾١﴿ ‫َتبَارَ كَ الَّذٖ ى َن َّز َل ْالفُرْ َقانَ عَ هلى عَ ْبدِهٖ لِ َي ُكونَ ل ِْلعَالَمٖ ينَ َنذٖ يرً ا‬
1 Bütün insanlığa bir uyarı olması için, kuluna iyi ile kötünün arasını kesin hatlarla ayıran vahyi (1) indiren (2) (Allah) ne yüce bir bereket
kaynağıdır.(3)
(1) Furkân,


hem özü itibarıyla iyiyi kötüyü fark eden (fârık)
hem de iyi ile kötü kendi sayesinde fark edilen (mefruk) anlamına gelir.
Duyularla değil akılla algılanan fark’a delalet eder.
İlk bakışta vahiyden ayrı olarak peygamberlere indirilmiş bir şey gibi anlaşılabilir (Bakara: 53; Bakara: 185; Âl-i İmran: 4).
Fakat bu âyetlerdeki vavlar tefsiriyye olarak okunursa, vahyin bir sıfatı olduğu anlaşılır. Vahyin sıfatı olarak;


hem özne olan vahyin kendi içinde iyiyi kötüden ayıran muhtevasına,
hem de inşa ettiği akıllara seçip ayırma (temyiz) yeteneği kazandırmasına delalet eder.
Hz. Musa ve İsa’ya da vahiyle birlikte indirilmiştir (msl. Bakara: 185 ve Âl-i İmran: 4).
(2)
73


Tenzil vahyin kaynağına nisbetle,
İnzal ise hedefine nisbetle kullanılır (bkz. Yusuf: 2).
Buradan yola çıkarak furkân vasfının vahyin cevherine ait olduğunu ve değişen zaman ve insanla birlikte değişmediği sonucuna varırız.
Kelimenin Kur’an’daki kulanımları da bu sonucu doğrular.
(3) Yalnız Allah için kullanılan tebârake fiili için bkz. A’râf: 54
(Nuzul 98 / Mushaf 3 : Al-i İmran 4 Aşağıdadır.)
‫َك َفرُوا ب هايَا ه‬
ٰ ‫شدٖ ي ٌد وَ ه‬
َ ٌ‫ّللا لَ ُه ْم عَ َذاب‬
﴾٥﴿ ‫ّللاُ عَ ٖزي ٌز ُذو ا ْنتِ َق ٍام‬
ِ ِ
َ‫اس َواَ ْن َز َل ْالفُرْ َقانَ اِنَّ الَّذٖ ين‬
ِٰ ‫ت‬
ِ ‫مِنْ َق ْب ُل ُهدًى لِل َّن‬
4 Geçmişte insanlığa yol gösterici olarak, yine hakkı bâtıldan kesin hatlarla ayıran mesajı da O indirmiştir. Allah’ın mesajlarını inkâr eden
kimselere gelince: Onlar için şiddetli bir azap vardır; zira Allah üstün ve yüce olandır, insana yaptıklarının acısını tattırandır.
(Nuzul 79 / Mushaf 21 : Enbiya 48 Aşağıdadır.)
‫َولَقَدْ ها َت ْي َنا م ه‬
﴾٥٨﴿ َ‫ُوسى َو ههرُونَ َا ْلفرْ َقانََ وَ ضِ يَا ًءَوَ ذ ِْكرً اَل ِْل ُم َّتقٖ ين‬
48 DOĞRUSU Biz, Musa ve Harun’a, hakkı batıldan ayıran, karanlıkları aydınlatan(58) ve sorumluluk bilincine sahip olanlara
(yabancılaştıkları özlerini) hatırlatan bir mesaj vermiştik;(59)
(58) Dıyâ’ herhangi bir tahdit içermeyen nûr’dan farklı olarak, tıpkı güneş gibi sadece kaynağından gelen ışık için kullanılır. Vahyin dıyâ’
olarak nitelendirilmesi onun özne oluşuyla alâkalıdır.
(59) Peygamber kıssalarının Hz. Musa ve Hz. Harun ile başlaması, boykot sonrası dönemde inen sûrelerin genel karakteristiğine uygundur.
Zira bu sûrelerde (A‘raf, Cin, İsrâ, Neml) doğrudan veya dolaylı olarak mutlaka İsrâiloğullarına ve onların Yahudileşme problemine
değinilir.
‫ه‬
‫ه‬
‫َوا ِْذ َقا َل م ه‬
‫ار ِئ ُك ْم‬
ِ ‫ار ِئ ُك ْم َفا ْق ُتلُوا اَ ْنفُ َس ُك ْم ذلِ ُك ْم َخ ْي ٌر لَ ُك ْم عِ ْندَ َب‬
ِ ‫ُوسى لِ َق ْومِهٖ َيا َق ْو ِم ِا َّن ُك ْم َظلَمْ ُت ْم اَ ْنفُ َس ُك ْم ِبا ِّت َخا ِذ ُك ُم ْال ِعجْ َل َف ُتوبُوا اِلى َب‬
﴾٤٥﴿ ‫اب َعلَ ْي ُك ْم ِا َّن ُه ه َُو ال َّت َّوابُ الرَّ حٖ ي ُم‬
َ ‫َف َت‬
54 Hani Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim!
İyi bilin ki siz buzağıyı peydahlamakla kendi kendinize kötülük ettiniz. Sizi yoktan eşsiz-örneksiz vareden
Yaratıcınıza(95) yönelerek af dileyin ve böylece içinizdeki kötülükleri öldürün!(96) Böyle yapmanız, eşsiz
yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.”
İşte sizin tevbenizi (bir kez daha) böyle kabul etmişti: çünkü yalnız O’dur tevbeleri kabul eden, merhamet eden.
(95) Bâri’, Hâlık’tan farklı olarak “orijinal, örneksiz, eşsiz, tasarlamadan yoktan yaratan” anlamına gelir
(Zemahşerî; krş. Bakara: 117).
(96) Lafzen: “..kendinizi öldürün!” Bu konuda hepsi de birbirine benzeyen ve İsrâiliyyata dayanan rivayetlere
göre herkes o gün silahını alarak en yakınını öldürmüştür. Tek bir günde yetmiş bin kişi bu şekilde
öldürülmüştür. Önce tevbe etmeleri emredildiği ve onlar da tevbe ettiği hâlde, niçin böylesine dönüşsüz bir ceza
verildiğini anlamakta zorlanan Zemahşerî, bu problemi gidermek için bir kaç ihtimal sayar. Râzî bu âyetin
tefsirinde görüş birliği olmadığını söyler. Kadı Abdulcebbar’a göre bu âyetteki “öldürün” emri mecazîdir. Bütün
bunlar bir yana, âyeti eğer lafzî anlamda alacak olursak emir “kendinizi öldürün” yani “intihar edin” şeklindedir.
Oysa ki bunu hiçbir rivayet söylemez. Aksine onları hep başkalarının öldürdüğü rivayet edilmektedir. Bu ise
çelişkidir. Çünkü Yahudilere kan dökmek, birbirlerini öldürmek vahiyle yasaklanmıştır (bkz. âyet 84-85). Bu iki
sebep, bu ifadenin mecâzî olduğu sonucunu verir.
74
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 117 Aşağıdadır.)
َ ْ ‫ت َو‬
‫ض وَ ا َِذا َق ه‬
﴾١١١﴿ ُ‫ضى اَمْ رً ا َف ِا َّنمَا َيقُو ُل لَ ُه ُكنْ َف َي ُكون‬
ِ ‫بَدٖ ي ُع الس هَّموَ ا‬
ِ ْ‫اَلر‬
117 Gökleri ve yeri yoktan, eşsiz ve benzersiz yaratan O’dur.(214) Bir işin olmasını murad ettiğinde, ona sadece “ol” der ve o da hemen oluş
sürecine girer.(215)
(214) “Yoktan eşsiz ve benzersiz yaratan” diye çevirdiğimiz bedî‘ bazı dilciler tarafından dört harfli ebde‘a kökünden ism-i fail olan mubdi‘
mânasına alınmıştır. Bu sonuca takdir yoluyla varılmıştır. Fakat Asmaî bu görüşü reddederek kelimenin kökeninin üç harfli olup kıyas
yoluyla sıfat-ı müşebbehe vurgusu kazandığını söyler. Birincilere göre “yoktan var eden”, Asmaî’ye göre ise “eşsiz ve benzersiz yaratan”
anlamına gelir (Menâr). İkisi de doğru olduğu için biz mealde iki anlamı da verdik. İsm-i fail kalıbı daha çok failin fiiline ilişkin iken sıfat-ı
müşebbehe kalıbı failin zâtına ilişkindir.
Bu durumda bedî‘ hem Yaratan’ın eşsiz ve benzersizliğine, hem de yaratışının eşsiz ve benzersizliğine delalet eder.
İbda‘, “daha önce var olan bir örneğe ve hammaddeye ihtiyaç duymaksızın, benzeri daha önce var olmayan bir şeyi hiç yoktan yaratmak”
demektir.
Kur’an’da halk ile “yaratma” insana nisbet edilir, lâkin ibdâ‘ ile “yaratma” asla insana nisbet edilmez. “Varlıktan önce ne vardı?” sorusunun
cevabını ancak Bedî‘ olan Allah verirdi. İşte bu âyet, o cevabın ta kendisidir.
(215) Buradaki kun (ol) emri, “teklif emrinin” karşıtı olan “tekvin emrine” tekabül eder. Teklif emri kelam sıfatıyla, tekvin emri irade
sıfatıyla bağlantılıdır. Teklif emri şuurlu varlıklara kelamî bildirim (vahiy) yoluyla, tekvin emri şuursuz varlıklara fiilî yaptırım yoluyla
ulaştırılır. Bu âyette şuursuz varlıklara yapılan tekvînî emrin eylemsel dili, şuurlu varlık olan insana gönderilen teklifî emrin dili olan
“kelam”a çevriliyor. Bizim, buradaki kun emrini, eşyanın oluş diliyle bir söz değil bir fiil olarak algılamamız gerekir.
Teklifin muhatabı şuurlu varlık olan insandır ve insan bu yönüyle fiili vahiydir. Tekvinin muhatabı ise sadece varlık değil, aynı zamanda
yokluktur da. Yokluk böyle bir tekvin emriyle karşılaştığı zaman varlığa dönüşür. Bu süreç şuursuz eşyanın tabi olduğu statik kadere göre
işler (kevni yasalar). şuurlu varlıklara gönderilen teklif emri ise, onların tabi olduğu dinamik kadere (fıtrî ve şer’î yasalar) göre işler. Maksat
Allah’a bir soy ve sop izafe edilemeyeceği gerçeğini anlatmaktır. Allah bütün varlığın yoktan var edicisiyken, bu sınırsız gücü elinde
bulunduran Zât’a oğul isnat etmek korkunç bir bühtandır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 84-85 Aşağıdadır.)
ْ ْ
﴾٨٥﴿ َ‫َار ُك ْم ثُ َّم اَ ْقرَ رْ ُت ْم َواَ ْن ُت ْم َت ْش َه ُدون‬
ِ ‫َواِذ اَ َخذ َنا مٖ ي َثا َق ُك ْم ََل َتسْ فِ ُكونَ ِدمَا َء ُك ْم َو ََل تُ ْخ ِرجُونَ اَ ْنفُسَ ُك ْم مِنْ ِدي‬
84 Yine sizden “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız” diye de söz almıştık; üstelik siz de bunu
ikrar etmiştiniz; hâlâ da buna şahitsiniz.
ُ
‫ان َواِنْ َياْ ُتو ُك ْم ا ُ ه‬
‫ب‬
ِ ‫ض ْال ِك َتا‬
ِ ْ‫سَارى ُت َفادُو ُه ْم َوهُوَ مُحَ َّر ٌم َع َل ْي ُك ْم ا ِْخرَ ا ُج ُه ْم اَ َف ُت ْؤ ِم ُنونَ ِببَع‬
ِ ْ ‫َار ِه ْم َت َظا َهرُونَ عَ لَي ِْه ْم ِب‬
ِ َ‫اَل ْث ِم َو ْالعُدْ و‬
ِ ‫ث َّم اَ ْن ُت ْم ههـؤُ ََل ِء َت ْق ُتلُونَ اَ ْنفُسَ ُك ْم َو ُت ْخ ِرجُونَ َف ٖري ًقا ِم ْن ُك ْم مِنْ ِدي‬
ٰ ‫ب َومَا ه‬
َ َ‫ك ِم ْن ُك ْم ا ََِّل خ ِْزىٌ فِى ْالحَ هيو ِة ال ُّد ْنيَا َوي َْو َم ْالق هِي َم ِة يُرَ ُّدونَ ا هِلى ا‬
﴾٨٤﴿ َ‫ّللاُ بِغَاف ٍِل عَ مَّا َتعْ َملُون‬
ِ ‫ش ِّد ْالع ََذا‬
َ ِ‫ض َفمَا جَ َزا ُء مَنْ َي ْفعَ لُ هذل‬
ٍ ْ‫َو َت ْكفُرُونَ بِبَع‬
85 Bütün bunlara rağmen birbirinizi katleden, günah ve düşmanlıkta dayanışma sergileyerek kendi içinizden bir kısmını yurtlarından çıkaran
-ki onların çıkarılması size kesinlikle yasaklanmıştı- ve elinize esir düştüklerinde onları ancak fidye karşılığı serbest bırakan yine sizlersiniz.
(145) şimdi siz vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?(146) İyi bilin ki, sizden kim böyle yaparsa, kesinlikle onun
cezası dünya hayatında(147) zilletten başka bir şey olmayacaktır. Âhirette ise azabın en acıklısına mahkûm olacaklar. Zira Allah
yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir.
(145) Yani: Bu nasıl bir çelişkidir ki, kendi dindarlarınızı önce yurtlarınızdan zorla çıkarıyor, sonra da soy gayretiyle onlardan esir düşenleri
fidye verip kurtarıyorsunuz. Âyetin tarihsel arka planını araştırdığımızda, bu haberin en somut karşılığını İsrâiloğullarının Hz. Süleyman’ın
(MÖ. 970-931 ykl.) vefatının hemen sonrasında yaşadıkları tefrika ve iç savaşta buluyoruz (Sâd: 34’ün ilgili notuna bkz).
(146) Zımnen: Parçalanan hakikat, hakikat olmaktan çıkar. Kim ilâhî hakikatin bir kısmının üzerini örterek gerçeğin kâfiri olursa, bunun
cezası dünya toplumları içerisinde aşağılanma, sömürülme, ezilme, kişiliksiz ve kimliksiz hâle gelme; âhirette ise bundan daha acı verici bir
terkedilmişlik azabıdır. Âyetin son cümlesi olan “Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir” uyarısının muhatabı herkestir.
(147) el-Hayâtu’d-dunyâ için ibarenin iniş sürecinde ilk kullanıldığı A’lâ: 16’nın notuna bkz.
‫ه‬
‫ُوسى لَنْ ُن ْؤم َِن لَ َ ه‬
ُ ‫ّللا َجه َْر ًة َفا َ َخ َذ ْت ُك ُم الصَّاعِ َق ُة َواَ ْن ُت ْم َت ْن‬
‫َوا ِْذ قُ ْل ُت ْم َيا م ه‬
﴾٤٤﴿ ‫ُون‬
َ ‫ظر‬
َ ٰ ‫ك َح ٰتى َن َرى‬
55 Bir zaman da demiştiniz ki:

Ey Mûsâ! Allah’ı açıkça görünceye dek sana kesinlikle inanmayacağız.(97)
Ve ardından siz bön bön bakarken yıldırım çarpmışa dönmüştünüz.(98)
(97) Allah’ı “açıkça” görmek istediler; çünkü Allah’ı mucizeleriyle, yardım ve ihsanıyla, lütuf ve in’amıyla, âyet
ve burhanıyla pek çok kez görmüştüler.
75
(98) Lafzen: “..sizi yıldırım çarpmıştı”. Böyle uçuk bir talep ancak çarpılmış bir aklın ürünü olabilirdi.
﴾٤٦﴿ ‫ُون‬
َ ‫ُث َّم َب َع ْث َنا ُك ْم ِمنْ َبعْ ِد َم ْو ِت ُك ْم لَ َعلَّ ُك ْم َت ْش ُكر‬
56 Daha sonra, belki teşekkür edersiniz diye ölümünüzün ardından sizi bir daha diriltmiştik.(99)
(99) 55. âyette olduğu gibi 56. âyetteki ölümü de mecazî anlamda alıp, Kur’an’ın toplumsal sapmayı sosyal ölüm
olarak nitelediği sonucuna varabiliriz.
‫ُون‬
ِ ‫َو َظلَّ ْل َنا َعلَ ْي ُك ُم ْالغَ َما َم َواَ ْن َز ْل َنا َعلَ ْي ُك ُم ْال َمنَّ َوالس َّْل هوى ُكلُوا ِمنْ َط ِّي َبا‬
َ ‫ت َما َر َز ْق َنا ُك ْم َو َما َظلَمُو َنا َو هلـ ِكنْ َكا ُنوا اَ ْنفُ َس ُه ْم َي ْظلِم‬
﴾٤١﴿
57


Üzerinizdeki bulutla sizi gölgeledik,
Size menn ve selva ikram ettik: (100)
Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin (diyerek)… Bize kötülük etmediler, fakat kötülük
ettikleri yalnızca kendileriydi.
(100) Zımnen: Hem ekmeği hem katığı ikram etmiştik. Menn (İbranice man) Eski Ahid’de şöyle tarif edilir:
“Seherde ordugahın etrafına çiğ düşmüştü. Ve düşmüş olan çiğ kalkınca işte çöl toprağının yüzeyinde kırağı gibi
küçük, yuvarlak bir şey vardı. ...ve o kişniş tohumu gibi beyaz ve lezzetli ballı yufka gibiydi” (Çıkış
16:13,14,31). “Görünüşü ak günnük görünüşü gibiydi. Kavim dolaşı ve onu toplardı.
Değirmende öğütürler, yahut havanda döverlerdi. Ve tencerede haşlarlar ve ondan pide yaparlardı. Tadı taze yağ
tadı gibiydi” (Sayılar 11:7-8). Menn’in zahmetsizce elde edilen her gıda için kullanılabileceğini
Peygamberimizin “Mantar (kem’e) men’dendir” sözünden çıkarıyoruz. (Tirmizî, Tıb 22).
Selvâ, “insanı teselli eden şey” demektir. Rivayetlere göre çölde mahsur kalan İsrâiloğullarına Allah’ın lütuf
olarak gönderdiği bıldırcına benzeyen bir kuş türüdür. Menn ekmeği, selvâ ise katığı temsil eder.
İnzâl, “ikram” vurgusuna sahiptir (bkz. Fussilet: 32).
(Nuzul 81 / Mushaf 41 : Fussilet 32 Aşağıdadır.)
﴾٣٢﴿ ‫ور رَ حٖ ٍيم‬
ٍ ُ‫ُن ُز ًَل مِنْ غَ ف‬
32 Tarifsiz bir bağış ve eşsiz rahmet kaynağı olan (Allah) tarafından bir ikram olarak…”
َّ ‫اب سُجَّ ًدا َوقُولُوا ح‬
ُ ‫َوا ِْذ قُ ْل َنا ْاد ُخلُوا ههـ ِذ ِه ْال َقرْ َي َة َف ُكلُوا ِم ْن َها َحي‬
‫ِط ٌة َن ْغ ِفرْ لَ ُك ْم َخ َطا َيا ُك ْم َو َس َن ٖزي ُد‬
َ ‫ْث شِ ْئ ُت ْم َر َغ ًدا َو ْاد ُخلُوا ْال َب‬
﴾٤٨﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ْالمُحْ سِ ن‬
58 Bir zaman da demiştik ki:


Girin şu şehre, canınızın çektiklerinden bol bol yiyin!
Ama (şehre ait) kapıdan tevazu içerisinde iki büklüm girin ve “Bizi affet!”(101) deyin!
Böylece biz de sizin hatalarınızı affedelim. Sonuçta, Allah’ı görür gibi kulluk edenlere(102) ikramımızı
arttıracağız.
(101) Hıtta, “Günahlarımızın yükünü omuzlarımızdan indir!” anlamına gelir (Râğıb). Veya “Bizim için af ve
mağfiret indir” anlamında bir istiğfardır (Zemahşerî).
76
(102) Muhsinîn: “iyilikle muamele eden, güzel davranış sergileyen”. Çevirimiz, Rasulullah’ın “ihsan nedir?”
sorusuna verdiği cevaba dayanmaktadır.
﴾٤٩﴿ ‫ون‬
َ ‫ين َظلَمُوا ِرجْ ًزا م َِن ال َّس َما ِء ِب َما َكا ُنوا َي ْف ُس ُق‬
َ ‫ين َظلَمُوا َق ْو ًَل غَ ي َْر الَّذٖ ى قٖ ي َل لَ ُه ْم َفا َ ْن َز ْل َنا َعلَى الَّ ٖذ‬
َ ٖ‫َف َب َّد َل الَّذ‬
59 Zulme gömülenler, kendilerine tembih edilen sözü bir başka sözle değiştirdiler.(103) Biz de yoldan saptıkları
için zulmedenlerin üzerine yukarıdan belâ(104) yağdırdık.
(103) Veya: “emri yerine getirmediler”. Bu, “fiilen muhalefet ettiler” vurgusunu içinde taşır (krş. Fetih: 15).
(104) Lafzen: “pislik”. Rics’in bir anlamı da “azap ve belâ”dır.
(Nuzul 110 / Mushaf 48 : Fetih 15 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللاِ قُ ْل لَنْ َت َّت ِبعُو َنا َك هذلِ ُك ْم َقا َل ه‬
ٰ ‫سَ َيقُولُ ْالم َُخلَّفُونَ ا َِذا ا ْن َطلَ ْق ُت ْم ا هِلى مَغَانِ َم لِ َتاْ ُخ ُذوهَا َذرُو َنا َن َّت ِبعْ ُك ْم ي ُٖري ُدونَ اَنْ ُي َب ِّدلُوا َك ََل َم ه‬
ً ‫ّللاُ مِنْ َق ْب ُل َفسَ َيقُولُونَ َب ْل َتحْ ُسدُو َن َنا َب ْل َكا ُنوا ََل َي ْف َقهُونَ ا ََِّل َق‬
﴾١٤﴿ ‫لٖيَل‬
15 Yakın gelecekte, ganimet vaad eden bir savaşa çıktığınızda,(18) (şimdi) geride kalanlar,

“Bırakın bizi de arkanızdan gelelim!” diyecekler;
Allah’ın sözünü (böylece) değiştirmek isteyecekler.(19) De ki:

“(Bu kez) asla bizimle gelmeyeceksiniz; böyle olacak, (zira) Allah daha önce (ganimet hakkında) konuşmuştu.” (20)
Bunun üzerine onlar

“Asla, aksine siz bizi çekemiyorsunuz” diyecekler.
Yoo, bilakis onlar kıt anlayışlı kimselerdir. (21)
(18) Lafzen: “Ganimet almak için yola koyulduğunuz zaman”. Hudeybiye’den üç ay sonra gerçekleşen Hayber seferi ve alınan başarılı sonuç
mucizevi bir ihbar olarak duyurulmaktadır.
(19) Veya: “Allah’ın emrine muhalefet edecekler”. Tebdil’in böyle fiili bir karşılığı vardır (bkz. Bakara: 59’a ilişkin Râzî’nin naklettiği Ebu
Müslim’in yorumu).
Buradaki “Allah’ın sözü” ile savaş ganimetlerinin Allah’a ve Rasulü’ne ait olduğunu ifade eden Enfâl 1 ve onu detaylandıran aynı suredeki
41. âyet kastedilse gerektir. Düşman ordusundan geriye kalan serveti ele geçirenin kişisel malı sayan çapulu andıran geleneksel ganimet
anlayışı, savaş ahlâkını yok ediyor, gözünü ganimet hırsı bürümüş kural tanımaz savaşçıları ölüm makinesi haline getiriyordu. Vahiy,
ganimet için savaş yerine iman, adâlet ve özgürlük için savaşı yerleştirdi (bkz. Bakara: 193).
(20) Parantez içi açıklama, zımnen yasağın sadece Hayber’le sınırlı olduğunu ifade eden 16. âyete dayanmaktadır. Vahyin bu konuda
söyledikleriyle ilgili bkz. bir önceki 7 nolu not.
(21) Âyet insanlıkla yaşıt iki tavrı ele alıyor: Arılar ve sinekler; yani üretenler ve tüketenler. Birinci tavrı Rıdvan biatine katılanlar, ikinci
tavrı savaştan kaçıp ganimete koşanlar temsil ediyor.
ْ ‫ك ْال َح َج َر َفا ْن َف َج َر‬
‫َو ِا ِذ اسْ َتسْ هقى م ه‬
‫اس َم ْش َر َب ُه ْم ُكلُوا‬
َ ‫صا‬
َ ‫ُوسى لِ َق ْومِهٖ َفقُ ْل َنا اضْ ِربْ ِب َع‬
ٍ ‫ت ِم ْن ُه ْاث َن َتا َع ه ْش َر َة َع ْي ًنا َق ْد َعلِ َم ُك ُّل ا ُ َن‬
﴾٦١﴿ ‫ين‬
َ ‫ض ُم ْفسِ ٖد‬
ِ ٰ ‫َوا ْش َربُوا ِمنْ ِر ْز ِق‬
ِ ْ‫ّللا َو ََل َتعْ َث ْوا فِى ْاَلَر‬
60 Musa kavmini suvarmak istediği zaman da dedik ki:

“Değneğini kayaya vur!”
Bunun ardından ondan on iki kaynak fışkırmıştı. Bu sayede herkes içeceği yeri bilmişti. (105) Haydi, Allah’ın
rızkından yiyin, için; fakat yeryüzünün fesadıyla sonuçlanacak düzenbazlıklara tevessül etmeyin. (106)
(105) İstiskâ’nın seka’dan farkına dair bir not için bkz. Mûrselât: 27. (Krş. Eski Ahid, Çıkış 17:6-7). İsteskâ’ya
karşılık olarak kullandığımız “suvarmak”, dilimizde tüm canlılar için kullanılan, nisyana terkedilmiş güzel bir
kelimedir. Aslı “suvgarmak”tır. Kelime Eşrefoğlu Rûmî’nin: “Dost derdiyle hemîşe teşne-dîl olanları/Dost vaslı
şerbetiyle dâimâ suvaralar” dizelerinde ve Hayalî Bey’in: “Âb-ı letâfet ile Hayalî kelâmını/Gülzar-ı kâinâtı
suvarmağa saldılar” dizelerinde yaşamaktadır.
77
(106) A-s-y ve a-y-s kök fiilleri Türkçe’deki “çömlek-çölmek”, “kirpi- kipri” gibi sessizlerin yer değişimine
maruz kalmıştır.


Birincisi fizikî olarak fark edilmeyen bozgunculuk,
İkincisi fizikî olarak fark edilen bozgunculuk vurgusunu taşır.
Âyetteki kullanım birincisidir ve biz bunu “düzenbazlık” ile karşıladık.
(Nuzul 35 / Mushaf 77 : Mürselat 27 Aşağıdadır.)
﴾٢١﴿ ‫ت َواَسْ َق ْي َنا ُك ْم مَا ًء فُرَ ا ًتا‬
ٍ ‫َوجَ عَ ْل َنا فٖ يهَا رَ َواسِ ىَ َشا ِم َخا‬
27 Ve başı yüce heybetli dağlar var ettik; ve size billur gibi suları sebil ettik. (9)
(9) Sekaytuhu “ona su sundum” anlamına gelirken, eskaytuhu “ona sudan bir pay verdim” anlamına gelir (Furûk).





Başı yüce haşmetli dağlar rahmet bulutlarının altına başını tutuyor da, şerefini Allah’tan alan insan akleden kalbini neden vahyin
rahmet bulutlarının altına tutmayıp hakikati yalanlıyor?
Vahiy bir dağa inseydi dağ haşyetten paramparça olurdu (Haşr: 21). Fakat insana indiği halde insan neden vahye karşı taş kesilir?
Bulut dağa nâzil olur vahiy insana.
Bulutu çeken dağ yeşile kavuşur, vahiy hakikatine yüreğini tutan insan cennete kavuşur.
Aksi halde dağ nasıl kıraç kalırsa, insan da cennetinden olur.
ُ ‫ك ي ُْخ ِرجْ لَ َنا ِممَّا ُت ْن ِب‬
‫َوا ِْذ قُ ْل ُت ْم َيا م ه‬
‫ت ْاَلَرْ ضُ ِمنْ َب ْقلِ َها َوق َِّثا ِئ َها َوفُو ِم َها َو َعدَسِ َها‬
َ ‫ُوسى لَنْ َنصْ ِب َر َع هلى َط َع ٍام َوا ِح ٍد َف ْاد ُع لَ َنا َر َّب‬
ِّ
ُ
‫ه‬
ْ
ْ
ُ
ُ
ُ
َّ
َّ
َّ
ُ
ُ
َ
َ
ْ ‫ون الذٖ ى ه َُو اَ ْدنى ِبالذٖ ى ه َُو َخ ْي ٌر ِاهْ ِبطوا ِمصْ رً ا َفاِنَّ لك ْم َما َساَلت ْم َوض ُِر َب‬
ُ‫ت َعلي ِْه ُم الذلة َوال َمسْ َك َنة َو َباؤ‬
َ ‫صلِ َها َقا َل اَ َتسْ َت ْب ِدل‬
َ ‫َو َب‬
‫ّللا هذلِك با َ َّن ُهم َكا ُنوا ي ْكفُرُون ب هايا ِ ه‬
‫ب مِن ه‬
ٰ
َ‫غ‬
﴾٦١﴿ ‫ون‬
ٍ
‫ض‬
‫ب‬
َ ‫ص ْوا َو َكا ُنوا َيعْ َت ُد‬
َ ‫ون ال َّن ِب ٖ ٰي َن ِبغَ ي ِْر ْال َح ِّق هذل َِك ِب َما َع‬
َ ُ‫ّللا َو َي ْق ُتل‬
ِٰ ‫ت‬
َ ِ َ
َ
َ
ِ
َ
َ
ْ ِ
ِ
61 Yine bir zaman da demiştiniz ki:

“Ey Musa! Biz tek çeşit yiyecekten bıktık: Rabbine yalvar da, bize yeryüzünün değişik ürünlerinden;
sebzesinden, acurundan,(107) sarımsağından,(108) mercimeğinden, soğanından versin! (Musa)
şöyle cevaplamıştı:

Hayırlı olanı, daha değersiz ve aşağı olanla mı değişmek istiyorsunuz? Dönün Mısır’a,(109) istediklerinizin
tümü orada sizi bekliyor!(110)
İşte böylece onlara alçaklık ve yoksulluk mührü vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar.(111) İşte bu, onların
Allah’ın mesajını inkâr etmeleri ve Peygamberlerini haksız yere öldürmeleri yüzünden oldu.(112) Bütün
bunların asıl nedeni ise, isyankârlıkları ve taşkınlık yapmalarıydı.
(107) Hadislerde bir elde olgun hurma bir elde ğıssâ’, birlikte yenildiği belirtilir (Buhârî, Et’ime 39). Buna göre
ğıssâ’ kabak değil acur olmalıdır. Ebu Davud bir Mısır ğıssâ’sını ölçtüğünde tam 13 karış geldiğini söyler (Zekât
12). Bu da tercihimizi teyit eder. Acur gibi uzun olan fakat daha kalın ve pütürsüz olan bitki ise dübba’ adını
taşır ki, bu bir kabak türüdür ve genellikle pişirilerek yenir. Rasulullah’ın kabak sevdiğini bildiren rivayetlerde
de kelime ğıssâ’ olarak geçer.
(108) Veya: “buğdayından” (İbn Abbas). Tercihimiz fa’nın se’den münkalip olduğu görüşüne dayanır (Ferrâ).
(109) Veya: “şehire”, hatta belirsiz geldiği için “herhangi bir şehire”.
(110) Zımnen: Allah’ın lutfuyla kendilerini soykırımdan kurtarıp türlü nimetler veren Allah’a şükredecekleri
yerde, “Hani bunun soğanı, sarımsağı?” demeye başladılar.
(111) “Kesin taahhütlerini bozdukları için onları rahmetimizden dışladık.” (Mâide: 13) âyetinde olduğu gibi,
lânetlenme belli eylemler ve onları yapanlarla ilgilidir. Baştan sona bir ırkın tüm nesillerini kapsayan mânada
lânetli kavim yoktur, ancak lânetli mantık vardır.
78
(112) Bu hakikat onların kitaplarında da yer alır. Nitekim, Kral Azyahu Amos’u katleder. Kral Minşa İşaya’nın
kafasını testereyle kestirir. Kral Ahab İlya’yı (İlyas) öldürtmek için çırpınır (İbn Hazm, el-Fisal, I, 191-294).
Yahuda kralı Asa, Hanani peygamberi hapse atar (Tarihler II, 16:1-14). Kral Ahab’ın öldürmek için aradığı İlyas
Sina’ya saklanır (Krallar I, 19:1-10). Aynı kral Mikaya’yı hapseder (Krallar I, 22:26-27). Zekeriyya halk
tarafından taşlanır (Tarihler II, 24:20-21). Yeremya açlıktan ölsün diye yeraltı mahzenine hapsedilir (Yeremya
15:10,18). Ve İsa şöyle seslenir: “Ey Kudüs! Gönderilen Peygamberleri öldüren, taşlayan Kudüs!” (Matta
13:37).
‫ه‬
‫اّلل َو ْال َي ْوم ْ ه‬
‫صالِحً ا َفلَ ُه ْم اَجْ ُر ُه ْم عِ ْن َد َرب ِِّه ْم َو ََل‬
َ ‫اَلخ ِِر َو َع ِم َل‬
ِ ٰ ‫ين َمنْ ها َم َن ِب‬
َ ‫َّاب ٖپ‬
َ ‫ين َها ُدوا َوال َّن‬
َ ٖ‫ين ها َم ُنوا َوالَّذ‬
َ ‫اِنَّ الَّ ٖذ‬
ِ ‫ص هارى َوالص‬
ِ
﴾٦٢﴿ ‫ون‬
َ ‫َخ ْوفٌ َعلَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم َيحْ َز ُن‬
62 Hiç kuşkusuz;




Bu kitaba inanan kimselerden,
Yahudileşen kimselerden,(113)
Hıristiyanlardan ve
Sabiîlerden(114)
her kim;


Allah’a ve âhiret gününe inanır,
Islah edici iyilik işlerse,
işte onlar için Rableri katında yaptıklarının karşılığı vardır.(115) Onlar gelecekten endişe etmeyecek, geçmişten
dolayı da üzüntü duymayacaklar.(116)
(113) Ellezîne hâdû formuyla gelen ibareleri, el-Yehûd ya da Yehûdiyyen ile eşitleyip “Yahudiler” şeklinde
çevirmek gramatik açıdan isabetli değildir. Nisâ 46, Mâide 41, 44, 69, En’âm 146, Nahl 118 ve daha başka
âyetler buradaki formun aynısıyla gelir.
Müfessirler şu notu düşerler: Ellezîne hâdû demek “yahudileşenler” (tehevvedû) demektir (Râzî, Mefatîh XXX,
7).
Lügatler tehevvedû fiilini sâra yehûdiyyen (yani: sonradan Yahûdî olanlar) şeklinde açıklar (Muhtaru’s-Sıhah).
Bunun en doğru tercümesi “yahudileşti” dir. Ünlü “Her çocuk fıtrat üzere doğar, onu anne-babası yahudileştirir”
hadisinde kullanılan fiil yuhevvidanihi’dir (Buhârî, Cenaiz 29:91; Müslim, Kader 6).
Ellezine hâdû formu, önceden Müslüman olan İsrailoğulları’nın “yahudileştiklerini” vurgulama amacı taşır.
Çevirimizin gerekçesi budur (bkz. En’âm: 146).
(114) Sabiîler için bkz. Mâide: 69 ve Hac: 17. Bunların tümü de Medine’de inen âyetlerdir.
Müşriklerin Hz. Peygamber’e ve mü’minlere “dönek” anlamına “sâbiî” dedikleri hadis kaynaklarında kayıtlıdır
(Buhârî, Menakıb 3). Gerçekte Sâbiî Arapça değil, bu dine mensup olanların konuştuğu ve Aramca’nın bir
diyalekti olan Mandence’dir. “Suya dalmak”, “vaftiz olmak” ya da “boy abdesti almak” anlamına gelen
sabaa’dan türetilmiş bir isimdir ve Sabiîler’e komşuları tarafından verilmiştir. Burada kastedilen Harran ve
Mezopotamya kökenli gnostiklerdir. Peygambere ihtiyaç olmadığını düşünüyorlar, yıldızlara akıl ve irade
atfediyorlardı.
(115) Lehum ecruhum’daki zamirler çoğul değil de âmene fiilindeki tekil özneye uyarak lehu ecruhu şeklinde
tekil gelmesi gerekmez miydi? Bu sorunun cevabı bellidir: men, ism-i mübhem olarak hepsi için de kullanılır.
(116) Bu âyet benzeri olan Mâide 69. âyetle birlikte, 136. âyet ışığında anlaşılmalıdır. Bakara’da Hıristiyanların
Sabiîlerden öne alınması, inanç açısından Hıristiyanlığın Sabiîlikten daha öncelikli olmasıyla, Hac ve Mâide’de
Sabiîliğin önce gelmesi ise, zaman açısından Hıristiyanlıktan önce oluşuyla açıklanmıştır. (Besâir I, 144)
Kur’an hiçbir inancı ve mensuplarını sırf mensubiyetten dolayı ne toptan mahkûm eder ne de aklar (bkz. Âl-i
İmran: 112; Mâide: 66- 68; A’râf: 159, 169,170,181; Hadîd: 28).
79
Kitap ehline mensup oldukları hâlde doğrudan kâfir olan zümreleri açıkça vurgular (Nisâ: 150; Mâide: 71;
Mâide: 73). Kur’an’a göre Allah’a iman O’nun indirdiği ilâhî mesajların tümüne ve o mesajları gönderdiği
Peygamberlerin tümüne iman etmeyi içerir (bkz. Bakara: 136).
Bu içeriğiyle Allah’a iman eden, âhirete iman eden ve sâlih amel işleyen (bkz. Bakara: 25) herkes kurtuluşa
erecektir.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 46 Aşağıdadır.)
ُ ‫ين َولَ ْو اَ َّن ُه ْم َقالُوا سَ مِعْ َنا َواَ َطعْ َنا َواسْ مَعْ َوا ْن‬
‫ظرْ َنا َل َكانَ َخيْرً ا لَهُ ْم‬
ِ ‫مِنَ الَّذٖ ينَ هَادُوا يُحَ رِّ فُونَ ْال َكلِ َم عَ نْ مَوَ اضِ عِهٖ َو َيقُولُونَ سَ مِعْ َنا َوعَ صَ ْي َنا َواسْ مَعْ غَ يْرَ مُسْ م ٍَع وَ رَ اعِ َنا لَ ًٰيا ِبا َ ْلسِ َنت ِِه ْم َو َطعْ ًنا فِى ال ٰٖد‬
ٰ ‫َواَ ْق َو َم َو هلـكِنْ لَعَ َن ُه ُم ه‬
ً ‫ّللاُ بِ ُك ْف ِر ِه ْم َف ََل ي ُْؤ ِم ُنونَ ا ََِّل َق‬
﴾٥٦﴿ ‫لٖيَل‬
46 Yahudileşenlerden kimileri sözleri bağlamlarından kopararak çarpıtırlar; “işittik ve sarıldık/reddettik”,(71) “dinle dinlenilmeyesi” ve
“ra‘inâ” derler, dillerini eğip bükerek ve dine hakaret kastıyla.(72) Eğer onlar “işittik ve itaat ettik”, “dinle” ve “unzurnâ”(73) deselerdi, bu
kendileri için daha yararlı ve daha dürüstçe bir davranış olurdu. Ne ki, hakikati inkâr ettikleri için Allah onları rahmetinden dışladı; gerçekten
de onlar, çok azı müstesna, inanmıyorlar.
(71) ‘Asâ, İbn Fâris’in de vurguladığı gibi birbirine zıt iki anlamı içeren bir kelimedir: Toplanmak veya ayrılmak, emre sarılmak veya isyan
etmek. Bu yüzden “toplanmaya” da “dağılmaya” da ‘asâ denilir (Mekâyîs ve Tâc). ‘Asayna diyenler, bu kelimeyi tevriyeye elverişli olduğu
için seçmiş olmalıdırlar ki, Kur’an dil oyununa müsait bu kelimenin yerine eta‘nâ’yı (itaat ettik) önerir (krş. Bakara: 93).
(72) Öyle görünüyor ki, burada sözleri bağlamlarından koparmaya “işittik ve reddettik”, “dinle dinlenilmeyesi” örnekleri, dillerini eğip
bükme ve dine hakaret kastına da “bize bak” anlamına gelen râ‘inâ’yı, dili eğerek “çobanımız” anlamına gelen ra‘înâ ya da “ahmaklık”
anlamına gelen ra‘ûnet köküne dayama örnekleri verilmektedir.
(73) Yukarda râ‘inâ’yı, burada onun yerine kullanılması önerilen unzurnâ’yı kelimeler üzerinden örnek verildiği için çevirmek yerine olduğu
gibi bırakmayı tercih ettik.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 41 Aşağıdadır.)
ْ‫ب سَ َّماعُونَ لِ َق ْو ٍم ها َخ ٖرينَ لَ ْم َياْ ُتوكَ يُحَ رِّ فُونَ ْال َكلِ َم مِن‬
ِ ‫ُسَارعُونَ فِى ْال ُك ْف ِر مِنَ الَّذٖ ينَ َقالُوا ها َم َّنا بِا َ ْف َواه ِِه ْم َولَ ْم ُت ْؤمِنْ قُلُو ُب ُه ْم وَ مِنَ َالَّذٖ ينَ َهَادواَسَ مَّاعُونَ ل ِْل َك ِذ‬
ِ ‫يَا اَ ُّيهَا الرَّ سُو ُل ََل يَحْ ُز ْنكَ الَّذٖ ينَ ي‬
‫ه‬
‫ّللا َش ْيپًا ا ُ ه‬
ٰ ‫ولـئِكَ الَّذٖ ينَ لَ ْم ي ُِر ِد ه‬
ٰ ‫بَعْ ِد م ََواضِ عِهٖ َيقُولُونَ اِنْ اُوتٖ ي ُت ْم ههـ َذا َف ُخ ُذوهُ وَ اِنْ لَ ْم ُت ْؤ َت ْوهُ َفاحْ َذرُوا َومَنْ ي ُِر ِد ه‬
ٌ ‫ّللاُ اَنْ ي َُطهِّرَ قُلُو َب ُه ْم لَ ُه ْم فِى ال ُّد ْنيَا خ ِْز‬
‫ى َولَ ُه ْم فِى‬
ِ ٰ َ‫ّللاُ فِ ْت َن َت ُه َفلَنْ َتمْ لِكَ لَ ُه مِن‬
‫ْه‬
﴾٥١﴿ ‫اَلخِرَ ِة عَ َذابٌ عَ ٖظي ٌم‬
41 EY PEYGAMBER! Yürekten iman etmedikleri hâlde ağızlarıyla “iman ettik” diyen kimseler arasından inkârda birbirleriyle yarışanlar
seni üzmesin; Yahudileşenler(41) arasından yalanı can kulağıyla dinleyen ve sana başvurmak yerine başka insanların laflarına kulak
kesilenler de.. Onlar, sözleri asıl bağlamlarından kopararak mânalarını çarpıtırlar,(42) “Eğer size şu tür bir öğreti verilirse hemen alın; yok
verilmezse sakın yaklaşmayın!” derler. Allah birini fitneye(43) sokmayı dilemişse, Allah’ın onun hakkındaki iradesine hiçbir şekilde engel
olamazsın. İşte onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir; onları dünyada zillet, âhirette korkunç bir azap bekler.
(41) Çevirimizin gerekçesi için bkz. Bakara: 62 ve En’âm: 146, notlar.
(42) Bkz. Nisâ: 46; En’âm: 13. Krş. Bakara: 104.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 44 Aşağıdadır.)
ُ ‫ِا َّنا اَ ْن َز ْل َنا ال َّت ْو هري َة فٖ يهَا ُهدًى َو ُنو ٌر يَحْ ُكمُ ِبهَا ال َّن ِبيُّونَ الَّذٖ ينَ اَسْ لَمُواَلِلَّذٖ ينَ َهَادواَ َوالرَّ بَّانِيُّونَ َو َْلَحْ بَا ُر بِمَا اسْ ُتحْ ف‬
ٰ‫ب ه‬
ْ ‫شوُ ا ال َّناسَ َو‬
ُ ‫ّللاِ َو َكا ُنوا عَ َل ْي ِه‬
َ ‫شهَدَا َء َف ََل َت ْخ‬
‫اخ َش ْو ِن َو ََل َت ْش َترُوا‬
ِ ‫ِظوا مِنْ ِك َتا‬
‫ّللا ُ َفا ُ ه‬
ٰ ‫لٖيَل َومَنْ لَ ْم يَحْ ُك ْم ِبمَا اَ ْن َز َل ه‬
ً ‫ِب هايَاتٖ ى َث َم ًنا َق‬
﴾٥٥﴿ َ‫ولئِكَ ُه ُم ْال َكافِرُون‬
44 Şüphe yok ki, kendisinde rehberlik ve ışık bulunan Tevrat’ı Biz indirdik. Hepsi de Allah’a teslim olmuş bulunan peygamberler, Yahudi
olanlara onunla hükmetmişlerdi; Allah kelamından bir kısmı kendi korumalarına bırakıldığı için, Allah’a adanmış adamlar ve hahamlar da
öyle yapmışlardı; hepsi de ona şahit idiler. O hâlde (Ey Yahudileşen İsrâiloğulları), gözünüzde büyüttüğünüz insanlardan korkmayın,
Benden korkun! Âyetlerimi az bir menfaat karşılığı pazarlamayın! Zira Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridirler.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 69 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫اّلل وَ ْالي َْوم ْ ه‬
‫َّابؤُ نَ َوال َّن ه‬
﴾٦٩﴿ َ‫اَلخ ِِر وعَ ِم َل صَالِحً ا َف ََل َخ ْوفٌ عَ لَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم يَحْ َز ُنون‬
ِ ٰ ‫صَارى مَنْ هامَنَ ِب‬
ِ ‫اِنَّ الَّذٖ ينَ ها َم ُنواَوَ الَّذٖ ينَ َهَادوا َوالص‬
ِ
69 Çünkü (bu mesaja) inanan kimseler, Yahudileşen kimseler, Sabiiler ve Hıristiyanlardan, Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanan, ıslah edici
iyi işler işleyen hiç kimse, gelecekten endişe ve geçmişten dolayı üzüntü duymayacaktır.(80)
(80) Krş. Bakara: 62, not 4. Kur’an’ın çağrısı, isimlere mensubiyet değil Allah’a teslimiyettir.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 146 Aşağıdadır.)
80
ُ ‫ت‬
ُ ‫َوعَ لَى الَّذٖ ينَ َهَادواَحَ رَّ مْ َنا ُك َّل ذٖ ى‬
ْ ‫ظهُو ُر ُهمَا اَ ِو ْالحَ وَ ايَا اَ ْو مَا‬
ْ َ‫ظفُ ٍر َومِنَ ْال َب َق ِر َو ْالغَ َن ِم حَ رَّمْ َنا عَ لَي ِْه ْم شُحُو َم ُهمَا ا ََِّل مَا حَ َمل‬
﴾١٥٦﴿ َ‫ك جَ َز ْي َنا ُه ْم بِب َْغيِ ِه ْم َو ِا َّنا لَصَا ِدقُون‬
َ ِ‫اخ َتلَ َط بِعَ ْظ ٍم هذل‬
146 Yahudileşenlere(126) tırnaklı her tür hayvanı haram kıldık; ve onlara ineğin ve koyunun sırt, bağırsak ve kemik yağları dışında kalan
içyağlarını da haram kıldık: Onları, değer yıkıcılıkları yüzünden işte bu şekilde cezalandırdık: çünkü Biz, kesinlikle sözümüze sahibiz.(127)
(126) Ellezine hâdû formunu “Yahudiler” ya da “Yahudi olanlar” yerine “Yahudileşenler” şeklinde çevirmek, dil, âyetin bağlamı, Kur’an’ın
düşünce sistematiği ve tarihsel gerçeklik açılarından isabetli ve hatta zorunludur.
1) Dil açısından: Bazı alimler bu formu tehevvedû (Yahudileşenler) ile karşılar (Râzî, Cuma: 6’nın tefsiri) Zebîdî bu kelimeye keynûnet değil
sayrûret anlamı vererek ey sâra yahudiyyen (sonradan yahudileşen) anlamı verir (Muhtaru’s-Sıhah). Ayrıca Hz. Peygamber’in “Her çocuk
fıtrat üzere doğar, onu ebeveyni Yahudileştirir” (Buhârî ve Müslim) hadisindeki yuhevvidânihi ibaresi de “yahudileştirir” anlamına gelir.
2) Âyetin bağlamı, müslüman İsrâiloğullarının Yahudileşmesinden söz ediyor ve bu âyette sayılan yasakların gerekçesi aynı âyetin sonunda
açıkça yer alıyor: “İşte onları, değer yıkıcılıkları yüzünden bu şekilde cezalandırdık.” Bunun anlamı, “Müslüman olan İsrâiloğulları
Yahudileştiği için” demektir.
3) Kur’an’a göre tüm peygamberler islâmın peygamberi, tüm vahiyler islâmın vahyi, tüm vahiy mensupları da müslümandırlar. Dolayısıyla
islâm ve müslüman dışındaki tüm isimlendirmeler sonradan tedarik edilmiştir.
4) Yahudilik, Babil dönüşüne tekabül eden MÖ. 6. yüzyıldan itibaren icat edilmiş kurmaca bir kimliktir. Dinî olmaktan çok siyasî ve
sosyaldir. Hz. Musa ve İbranilerle ilişkisi de kurmaca ve yapaydır.
Hatta, gerçek Museviliği kundaklayarak onun enkazı üzerine eklemlenmiştir. Kur’an’ın kullandığı bu form, aynı zamanda bunun icat edilmiş
bir kimlik olduğunu îmâ eder. Çevirimiz, ifadenin bu tür yan anlamlarını hedef dile taşıma gayretinin ürünüdür (Konuyla ilgili ayrıntılı bir
çalışma için bkz. Yahudileşme Temayülü, İstanbul, 1995).
(127) Krş. Âl-i İmran: 93; Nisâ: 160. Eski Ahid’de yenilmesi serbest ve yasak olanlar: Tesniye, 14:1-19, Levililer; 11 (93):9, 13-19 ve 4142. Bu yasaklarla İbranî ırkının genetik yapısı arasında bir alâka kurulabilir.
(Nuzul 74 / Mushaf 16 : Nahl 118 Aşağıdadır.)
﴾١١٨﴿ َ‫َوعَ لَىَالَّذٖ ينَ َهَادوا حَ رَّمْ َنا مَا َقصَ صْ َنا عَ لَيْكَ مِنْ َق ْب ُل َومَا َظلَمْ َنا ُه ْم َو هلـكِنْ َكا ُنوا اَ ْنفُسَ ُه ْم ي َْظلِمُون‬
118 Ve yalnızca Yahudileşen kimselere sana daha önce aktardığımız şeyleri yasaklamıştık; ama onlara zulmeden biz değildik, ne var ki
onlar asıl kendi kendilerine zulmettiler.
(Nuzul 91 / Mushaf 22 : Hac 17 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
‫اب ٖپينََ َوال َّن ه‬
﴾١١﴿ ‫ّللا عَ هلى ُك ِّل َشیْ ٍء َش ٖهي ٌد‬
َ ‫اِنَّ الَّذٖ ينَ ها َم ُنواَوَ الَّذٖ ينَ َهَاد‬
َ ٰ َّ‫ّللا َي ْفصِ لُ َب ْي َن ُه ْم ي َْو َم ْالق هِي َم ِة اِن‬
َ ٰ َّ‫صَارى َو ْال َمجُوسَ َوالَّذٖ ينَ اَ ْشرَ ُكوا اِن‬
ِ َّ‫واَوالص‬
17 Şüphesiz (sizden) iman eden kimseler, yahudileşen kimseler, Sabiiler,(27) Hıristiyanlar, Mecusiler(28) ve şirk koşan kimseler arasındaki
hükmü Kıyamet Günü Allah verecektir: kuşku yok ki Allah her şeye şâhittir.
(27) Sabiiler için bkz. Bakara: 62, not 2.
(28) Öğretileri Zend-Avesta’da toplanan Zerdüşt’ün kurucusu olduğu din. Biri iyilik tanrısı (Ahuramazda) diğeri kötülük tanrısı (Ehrimen)
olan çift tanrıcı bir inançtır. Temel zaafı tanrısal bir cevher atfettiği kötülüğü meşrulaştırmasıdır.
(Nuzul 98 / Mushaf 3 : Al-i İmran 112 Aşağıdadır.)
‫َت لَيْهم ْالمَسْ َك َن ُة هذل با َ َّن ُهم َكا ُنوا ي َْكفُر ب هايَا ه‬
ِّ ‫َت عَ لَي ِْه ُم‬
ٰ ‫ب مِنَ ه‬
ٰ ‫الذلَّ ُة اَيْنَ مَا ُثقِفُوا ا ََِّل بِحَ ب ٍْل مِنَ ه‬
َ ْ َ‫ّللا َو َي ْق ُتلُون‬
ْ ‫ض ُِرب‬
‫اَل ْنبِيَا َء بِغَ ي ِْر حَ ٍّق هذلِكَ بِمَا‬
ٍ ‫ض‬
ِ ِ َ‫ُون‬
َ َ‫اس َوبَاؤُ بِغ‬
ِٰ ‫ت‬
ْ ِ َ‫ِك‬
ُ ِ َ‫ّللاِ وَ ض ُِرب ْ ع‬
ِ ‫ّللاِ َوحَ ب ٍْل مِنَ ال َّن‬
﴾١١٢﴿ َ‫عَ صَ ْوا َو َكا ُنوا يَعْ َت ُدون‬
112 Onlar Allah’a ve insanlığa karşı taahhütlerine yapışmadıkları sürece, nerede olurlarsa olsunlar zillete mahkûmdurlar. Zira Allah’ın
gazabına uğramış, üzerlerine zillet ve miskinlik damgası vurulmuştur.(96) Bütün bunların nedeni, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve
peygamberleri haksız yere öldürmeleridir. Bunlarsa, isyankâr olmaları ve ısrarla taşkınlıkta bulunmaları yüzündendir.
(96) Zira günaha aldırmamışlar, bunun sonucunda toplumu pasif iyiler değil aktif kötüler yönlendirmiştir.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 66-68 Aşağıdadır.)
81
َ َ ‫اَل ْن ٖجي َل َومَا ا ُ ْن ِز َل ِالَي ِْه ْم مِنْ رَ ب ِِّه ْم‬
﴾٦٦﴿ َ‫ت اَرْ ُجل ِِه ْم ِم ْن ُه ْم اُم ٌَّة ُم ْق َتصِ َدةٌ َو َكثٖ ي ٌر ِم ْن ُه ْم سَا َء مَا يَعْ َملُون‬
ِ ْ‫َل َكلُوا مِنْ َف ْوق ِِه ْم َومِنْ َتح‬
ِ ْ َ‫َولَ ْو اَ َّن ُه ْم اَ َقامُوا ال َّت ْو هري َة و‬
66 Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rableri tarafından indirilenleri uygulamış olsalardı,(76) gökten ve yerden gelen tüm nimetlerden
yararlanırlardı. Onlardan doğru, âdil bir yol tutturanlar var. Çoğuna gelince: ne berbat şeyler yapıyorlar!
(76) Buradaki uygulama, tahrif edilmemiş Tevrat ve İncil’in hayata geçirilmesidir. Zaten bu kitaplar hayata geçirilmediği için özgünlüklerini
kaybetmişlerdir. Bir inancı tahriften korumanın en kestirme yolu onu hayata taşımaktır. Eğer kitap ehli kitaplarını uygulamada samimi
olsalardı, bu samimiyet onları kitaplarının aslını aramaya yöneltecek, bu arayış da onları Kur’an’a ulaştıracaktı.
‫ه‬
ٰ ‫ك َواِنْ لَ ْم َت ْفعَ ْل َفمَا َبلَّ ْغتَ ِرسَالَ َت ُه َو ه‬
﴾٦١﴿ َ‫ّللا ََل َي ْهدِى ْال َق ْو َم ْال َكاف ِٖرين‬
َ ‫يَا اَ ُّيهَا الرَّ سُو ُل َبلِّ َْ مَا ا ُ ْن ِز َل ِالَيْكَ مِنْ رَ ِّب‬
َ ٰ َّ‫اس اِن‬
ِ ‫ّللاُ يَعْ صِ مُكَ مِنَ ال َّن‬
67 Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen hakikati tebliğ et! Eğer bunu (tam) yapmazsan, O’nun mesajını (hiç) tebliğ etmemiş olursun.(77)
Allah seni insanlar(ın saldırısın)dan koruyacaktır.(78) Kuşku yok ki Allah nankörlükte (ittifak etmiş) bir topluma rehberliğini bahşetmez.(79)
(77) Bu ibareler, Rasulullah’ın vahyi herhangi bir gerekçeyle gizleme arzusu gösterdiği şeklinde anlaşılamaz. Bu tür bir anlama Elçi’den
önce Elçi’yi seçen Allah’a iftiradır. Âyetin maksadı, Tevrat ve İncil’in başına gelenlerin Kur’an’ın da başına gelmemesi için Rasulullah’ın
şahsında tüm mü’minleri uyarmaktır.
(78) Rasulullah, bu âyetten sonra koruma taleplerini reddetmiştir (Müstedrek).
(79) Âyette geçen kâfirin, ıstılahi anlamından daha çok, lügat anlamıyla alınmalıdır.
‫ه‬
ُ َ‫اَل ْن ٖجي َل َومَا ا ُ ْنز َل ِالَ ْي ُك ْم مِنْ رَ ِّب ُك ْم َولَي َٖزيدَنَّ َكثٖ يرً ا ِم ْن ُه ْم مَا ا ُ ْنز َل ِالَيْكَ مِنْ رَ بِّك‬
﴾٦٨﴿ َ‫ط ْغيَا ًنا َو ُك ْفرً ا َف ََل َتاْسَ عَ لَى ْال َق ْو ِم ْال َكاف ِٖرين‬
ِ ‫قُ ْل يَا اَهْ َل ْال ِك َتا‬
ِ ْ ‫ب لَسْ ُت ْم عَ هلى َشیْ ٍء حَ ٰتى ُتقٖ يمُوا ال َّت ْو هري َة َو‬
ِ
ِ
68 De ki: “Ey önceki vahyin mensupları! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilenleri tam uygulamadıkça siz hiçbir şey değilsiniz! Öte
yandan, elbette Rabbinden sana indirilenler onlardan bir çoğunun küstahça taşkınlığını ve inkârını artıracaktır: Artık kâfir bir toplum için
üzülme!
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 159 Aşağıdadır.)
‫َومِنْ َق ْو ِم م ه‬
﴾١٤٩﴿ َ‫ُوسى اُم ٌَّة َي ْه ُدونَ بِ ْالحَ ِّق َوبِهٖ يَعْ ِدلُون‬
159 MUSA’NIN toplumu içerisinde öyle bir kesim de (120) vardır ki, onlar hakkıyla rehberlik ederler ve o hakikat sayesinde adaletli
davranırlar.
(120) İstinaf vavı, ana konuya yeniden dönüldüğünü gösterme yanında, burada olduğu gibi bağlamına göre ‘dahi’ vurgusu da taşır.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 169 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ب اَنْ ََل َيقُولُوا عَ لَى ه‬
ُ ‫َف َخلَفَ مِنْ بَعْ ِد ِه ْم َخ ْلفٌ َو ِر ُثوا ْال ِك َتابَ َياْ ُخ ُذونَ عَرَ ضَ هه َـذا ْاَلَدْ هنى َو َيقُولُونَ سَ ي ُْغ َف ُر لَ َنا َواِنْ َياْت ِِه ْم عَرَ ضٌ م ِْثلُ ُه َياْ ُخ ُذوهُ اَلَ ْم ي ُْؤ َخ ْذ عَ لَي ِْه ْم مٖ ي َث‬
‫ّللاِ ا ََِّل ْالحَ َّق وَ دَرَ سُوا‬
ِ ‫اق ْال ِك َتا‬
‫مَا فٖ ي ِه َوالدَّا ُر ْ ه‬
﴾١٦٩﴿ َ‫اَلخِرَ ةُ َخ ْي ٌر لِلَّذٖ ينَ َي َّتقُونَ اَ َف ََل َتعْ قِلُون‬
169 Onların ardından, kendilerinin yerini alan yeni kuşaklar Kitab’a vâris oldular; (fakat) bu değersiz dünyanın geçici hazlarına kapıldılar.
Ayaklarına gelen bu türden her (dünyevi) hazzı fırsat bilip üzerine atladıkları hâlde, “Nasıl olsa sonunda bağışlanacağız!” bile dediler. Oysa
ki onlardan Allah hakkında, gerçekten başka hiçbir şey söylemeyeceklerine dair vahiy (ile belgelenen) söz (133) alınmamış mıydı? Dahası,
onun kitapta kayıtlı bulunan dersini almamışlar mıydı? Tabii ki, sorumluluğunun bilincinde olanlar için âhiret hayatı en hayırlısıdır: Hâlâ
akıllanmayacak mısınız?
(133) Misaku’l-Kitab: Tevrat’ta geçen günah işleyenlerin tevbe etmeden affedilmeyeceklerine dair ilâhî söz.
(Nuzul 56/ Mushaf 07 : A’raf 170 Aşağıdadır.)
﴾١١١﴿ َ‫ضي ُع اَجْ رَ ْالمُصْ لِحٖ ين‬
ٖ ُ‫ب َواَ َقامُواَالصَّ ّٰلو ََة ِا َّنا ََل ن‬
ِ ‫َوالَّذٖ ينَ ُي َم ِّس ُكونَ ِب ْال ِك َتا‬
170 Ama kitaba sımsıkı sarılan ve Allah’a kulluğun hakkını verenler (134) var ya: onlar iyi bilsinler ki Biz, kendilerini ve başkalarını
düzeltmek için çaba gösterenlerin emeklerini zayi etmeyeceğiz.
(134) Lafzen: “salâtı ikâme edenler..”
Burada İsrâiloğullarına mensup kimselerden söz edildiği için salât “namaz”dan çok “kulluk ve ibadet” vurgusu taşır.
Salât, farklı şekil ve formlarda da olsa, tüm peygamberlerin şeriatlarında bulunan temel bir ibadettir. Namaz emrini peşinen içeren ekâmu’ssalat ibaresinin, dilsel veriler dikkate alındığında, ‘namaz aracılığıyla’ hedeflenen daha üst bir amaca atıf olduğu anlaşılır.
Esasen salat, insanı otururken dik tutan “oyluk” veya ayaktayken dik tutan “omurga” anlamına gelen bir kökten türetilmiştir. Salat’ın
ikâmesi, “doğrultulması ve ayağa kaldırılması“ anlamlarını taşır. Bir başka ifadeyle “Kulun Allah karşısındaki esas duruşu”dur namaz.
82
Bu verilerden yola çıkarak “salatı ikame”nin, namaz kılmanın çok daha ötesinde çağrışımları olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an’ın bütünü ve
dilsel veriler bağlamında bu ibareyle kastedilen, namazın da kendisine ulaşmak için araç olarak kullanıldığı daha üst amaç olan “kulun Allah
karşısındaki esas duruşu”dur.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 181 Aşağıdadır.)
﴾١٨١﴿ َ‫َو ِممَّنْ َخلَ ْق َنا اُم ٌَّة َي ْه ُدونَ ِب ْالحَ ِّق َو ِبهٖ يَعْ ِدلُون‬
181 Yarattıklarımız içerisinde hakikate giden yolu gösteren ve onun sayesinde adâletle davranan kimseler de vardır.
(Nuzul 96 / Mushaf 57 : Hadid 28 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َ ْ ‫ت عَ هلى مَا رَ َز َق ُه ْم مِنْ ب َٖهي َم ِة‬
﴾٢٨﴿ َ‫عَام َف ُكلُوا ِم ْنهَا َواَ ْط ِعمُوا ْالبَائِسَ ْال َفقٖ ير‬
ٍ ‫ّللا فٖ ى اَي ٍَّام مَعْ لُومَا‬
ِ ٰ ‫لِ َي ْش َهدُوا َم َنافِعَ لَ ُه ْم َوي َْذ ُكرُوا اسْ َم‬
ِ ‫اَل ْن‬
28 Ki, bunun kendilerine sağlayacağı yararlara tanık olsunlar. Bir de belirlenen günlerde, O’nun kendilerine rızık olarak sunduğu hayvanları
(kurban ederken), üzerine Allah’ın adını ansınlar: işte bunlardan siz de yiyin, zor durumdaki ihtiyaç sahiplerine de yedirin.(43)
(43) Fakir ğanî’nin mukabilidir. Bâis ise, aslında fakir olmadığı halde içinde bulunduğu güç şartlar yüzünden zor durumda olan kimselerdir.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 150 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ً ‫سَب‬
﴾١٤١﴿ ‫يَل‬
ٍ ْ‫ض َو َن ْكفُ ُر بِبَع‬
ٍ ْ‫ّللا َو ُر ُسلِهٖ َويقُولُونَ ُن ْؤمِنُ بِبَع‬
ِ ٰ َ‫اّلل َو ُر ُسلِهٖ َوي ُٖري ُدونَ اَنْ ُي َفرِّ قُوا َبيْن‬
ِ ٰ ِ‫اِنَّ الَّذٖ ينَ ي َْكفُرُونَ ب‬
ٖ َ‫ض َوي ُٖري ُدونَ اَنْ َي َّتخ ُِذوا َبيْنَ ذلِك‬
150 Allah ile elçilerinin arasında ayrım yaparak Allah’ı ve elçilerini inkâr edenlerle, “birine inanır öbürünü inkâr ederiz” diyerek iman ile
inkâr arasında bir yol tutturmak isteyenler var ya:
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 71 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللاُ عَ لَي ِْه ْم ُث َّم عَ ُموا وَ صَ مُّوا َكثٖ ي ٌر ِم ْن ُه ْم وَ ه‬
ٰ ‫َوحَ سِ بُوا اَ ََّل َت ُكونَ فِ ْت َن ٌة َفعَ مُوا وَ صَ مُّوا ثُ َّم َتابَ ه‬
﴾١١﴿ َ‫َصي ٌر بِمَا يَعْ َملُون‬
ٖ ‫ّللاُ ب‬
71 Zira kendilerine bir belâ gelmeyeceğini sanarak kör ve sağır davrandılar.(81) Sonra Allah onların tevbelerini kabul etti. Bunun ardından
onların çoğu yine körleşti ve sağırlaştı: ama Allah yaptıkları her şeyi görmektedir.
(81) Allah’ın mesajına kayıtsız kalmayı ifade eder. Bunun temelinde de “kutsal ırkçılık” yatar (Bakara: 48; Mâide: 18 ve Cuma: 6, ilgili
notlar).
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 73 Aşağıdadır.)
ٰ ‫لَقَدْ َك َفرَ الَّذٖ ينَ َقالُوا اِنَّ ه‬
ُ ‫ّللاَ َثال‬
﴾١٣﴿ ٌ‫ح ٌد َواِنْ لَ ْم َي ْن َتهُوا عَ مَّا َيقُولُونَ لَ َي َمسَّنَّ الَّذٖ ينَ َك َفرُوا ِم ْن ُه ْم عَ َذابٌ اَلٖيم‬
ِ ‫ِث َث هل َث ٍة َومَا مِنْ ا هِلـ ٍه ا ََِّل ا هِلـ ٌه وَ ا‬
73 Doğrusu “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler küfre girmiştir. (83) Oysa bir tek Allah’tan başka ilâh yoktur. Bu iddialarına bir son
vermedikçe, hakikati inkâr eden bu gibilerin başına şiddetli bir azap gelecektir.
(83) Teslis açıklanamaz bir dogmadır. Bu niteliğiyle dinler tarihinin en çözümsüz ve karmaşık problemidir. Eski Hind’deki Tri-Marti
(Brahma-Vişnu-fiiva) Eski Mısır Hermetizmindeki Trismegistos ya da İsis-Osiris-Horus üçlemesi kilise marifetiyle Hıristiyanlığa geçmiş
gibidir.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 136 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫يسى َومَا اُوتِىَ ال َّنبِيُّونَ مِنْ رَ ب ِِّه ْم ََل ُن َف‬
‫ُوسى َو ٖع ه‬
‫اّلل َو َما ا ُ ْن ِز َل اِلَ ْي َنا َومَا ا ُ ْن ِز َل ا هِلى ِاب هْرهٖ ي َم َواِسْ همعٖ ي َل َواِسْ هحقَ َويَعْ قُوبَ َو ْاَلَسْ بَاطِ َومَا اُوتِىَ م ه‬
َ‫رِّق َبيْنَ اَحَ ٍد ِم ْن ُه ْم َو َنحْ نُ لَ ُه مُسْ لِمُون‬
ِ ٰ ِ‫قُولُوا ها َم َّنا ب‬
﴾١٣٦﴿
136 Deyiniz ki: “Biz Allah’a inanırız; bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onların (iman) soyundan gelen
(peygamberlere) indirilenlere; Musa’ya ve İsa’ya indirilene; yani(257) tüm nebilere Rablerinden indirilenlere inanırız; onların arasından
hiçbirini ayırt etmeyiz: zira biz sadece O’na teslim olanlarız.(258)
(257) Vav’ın tefsiriyye vurgusuyla.
(258) Zımnen:
83







Ey bizi kendilerine çağıranlar, biz sizin bu çağrınıza karşılık sizi kendimize çağırmıyoruz.
Biz size “bizim gibi olun” da demiyoruz.
Biz herkesi ışığın kaynağına çağırıyoruz.
Bunu yaparken “siz-biz” ayrımı yapmıyoruz.
Biz tüm vahiylere ve tüm peygamberlere hiç bir ayrımcılık yapmadan inandığımızı ilan ediyoruz.
Bunlarla birlikte aynı kaynaktan gelen son mesaj Kur’an’a ve onu bize getiren Son Elçi’ye de iman ediyoruz.
Ama siz ne birbirinizin değerlerine ne de bizim değerlerimize inanıyorsunuz.
Şimdi söyleyin: kimin çağrısı daha tutarlı, daha insânî ve doğru? Bakara 62 ve Mâide 69, bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 25 Aşağıdadır.)
َ ‫اَل ْنهَا ُر ُكلَّمَا ر ُِزقُوا ِم ْنهَا مِنْ َثمَرَ ٍة ِر ْز ًقا َقالُوا هه َـذا الَّذٖ ى ر ُِز ْق َنا مِنْ َق ْبلُ َوا ُ ُتوا بِهٖ ُم َت َشابِهًا َولَ ُه ْم فٖ يهَا اَ ْز َوا ٌج م‬
ِّ ‫َو َب‬
َ ْ ‫ت َتجْ ٖرى مِنْ َتحْ تِهَا‬
‫ُطهَّرَ ةٌ َو ُه ْم‬
ٍ ‫ت اَنَّ لَ ُه ْم جَ َّنا‬
ِ ‫ش ِر الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَا‬
﴾٢٤﴿ َ‫فٖ يهَا َخالِ ُدون‬
25


İman eden ve
bu imanla uyumlu iyilikler(31) işleyen(32) kimseleri zemininden ırmaklar çağlayan cennetlerle müjdele!
Her ne zaman oranın nimetlerinden ikram olarak onlara sunulsa,

Bunlar bize daha önce bahşedilenlerin aynısıymış” diyecekler.
Oysa ki bu, o nimetlerin çağrıştırdığı belli belirsiz bir benzerlik.(33) Ve onlar için cennette pırıl pırıl eşler olacak ve onlar orada
kalıcıdırlar.(34)
(31) “Sâlih amel”, vahyin nüzûl sürecinde farklı vurgular kazanarak zenginleşen merkezi bir kavramdır.
Bireysel ve fıtrî olandan toplumsal ve eğitsel olana doğru bir seyir takip eder.



Başlarda “sorumlu davranış”,
Ortalarda “Allah’ın Razı olduğu eylemler”,
Medine’de ise “ıslah edici iyilikler” vurgusu kazanır (Açıklama için bkz. Tîn: 6, not 6).
Sâlih bir amel şu beş özelliği bünyesinde taşımalıdır:





İfsad’ın karşıtı olarak bir kötülüğü düzeltmelidir (ıslah-ifsad karşıtlığı için bkz. A’râf: 56 ve A’râf: 85).
Fasık’ın karşıtı olarak doğru ve dürüst olmalıdır (sâlih-fasık karşı tlığı için bkz. Enbiya: 74-75 ve Nûr: 55).
Seyyie’nin karşıtı olarak özünde iyi(lik) taşımalı (sâlih-seyyie karşıtlığı için bkz. Tevbe: 102).
Nefrete değil barışa ve sevgiye yönelik olmalıdır (Nisâ: 128,129; Hucurât: 9).
Fâsit’in karşıtı olarak yararlı olmalıdır (bkz. Muhammed: 2; sâlihât ile hasenât arasındaki fark için bkz. ‘Asr: 3).
Sâlih amel Kur’an’da iman ile birlikte geldiği tüm yerlerde “imanla uyum içindeki bir eylem ahlâkına ve hayata” delalet eder.
(32) ‘Amile ile fe‘ale fiillerinin arasındaki farkı vurgulamak için birincisini mümkün olduğunca “işledi”, ikincisini ise “yaptı” şeklinde
çevirdik. Çünkü birinci fiil “bir süreçte yapmayı” ifade ederken, ikincisi “bir anda yapıvermeyi” ifade eder (İtkân II, 208).
(33) Teşâbuh, ya özün sabit kalıp şeklin değişmesi, ya da tersidir. Muteşabihen’in belirsiz niteliği çeviriye “belli-belirsiz” olarak yansımıştır.
Yani: Dünyadaki nimetler cennetteki nimetlerin çok çok uzak bir kopyasıdır (Müteşabih için bkz. Âl-i İmran: 7).
(34) Halidîn, uzun bir süre. el-Huld, bir şeyin uzun süre bozulmadan kalmasını ifade eder (Râğıb).
ُّ ‫َوا ِْذ اَ َخ ْذ َنا مٖ ي َثا َق ُك ْم َو َر َفعْ َنا َف ْو َق ُك ُم‬
﴾٦٣﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ور ُخ ُذوا َما ها َت ْي َنا ُك ْم ِبقُ َّو ٍة َو ْاذ ُكرُوا َما فٖ ي ِه لَ َعلَّ ُك ْم َت َّتق‬
َ ‫الط‬
63 BİR zaman da (Sina) Dağı’nı(117) başınıza dikip sizden (şöyle) söz almıştık: (118)


Size verdiğimiz mesaja sımsıkı sarılın,
Onun muhtevasını hatırdan çıkarmayın
ki(119) sorumluluğunuzun bilincine varasınız.
84
Tur-i Sina Dağı
Tur-i Sina Dağı
85
(117) “Ulu dağ” ya da “yüce dağ” anlamına gelen tûr, bir çok yerde sıfatıyla değil Seynâ/Sînâ adıyla anılmıştır
(msl. Mü’minûn: 20). Biz de bu sıfatla kullanıldığı tüm yerlerde Sînâ adını parantez içinde zikrettik (krş.
Kasas: 29). Dağın yükseltilmesinin “havaya kaldırma” anlamı taşımadığı için bkz. A’râf: 171.
(118) İki cümlelik bu ibarenin çevrilmesinde vav’ın konumundan kaynaklanan bir zorluk vardır. Eğer vav bağlaç
olarak alınırsa cümlenin çevirisi “sizden söz almış ve (Sina) Dağı’nı başınıza dikmiştik” şeklinde olmalıdır. İç
bağlamı gözeten çevirimiz, vav’ın hâl oluşuna dayanır.
(119) Ebu’d-Derda naklediyor:
“Nebi ile birlikteydik. Bir ara gözlerini semaya kaldırdı ve dedi ki: Gün gelir ilim insanları terk eder, insanların
onda hiç nasibi kalmaz.
Ziyad b. Lebid sordu:
İlim bizi nasıl terk edebilir ki? Biz Kur’an’ı okuyoruz ve bundan böyle de vallahi okumaya devam edeceğiz,
hanımlarımıza, oğullarımıza okutacağız.
Rasulullah cevap verdi:
Anan seni kaybetsin ey Ziyad! Ben de seni Medinelilerin akıllısı sanırdım; Yahudilerin ve Hıristiyanların elinde
de Tevrat ve İncil yok muydu?” (Tirmizî, İlim 5)
(Nuzul 80 / Mushaf 23 : Mü’minun 20 Aşağıdadır.)
ُ ‫ورَسَ ْي َناءََ َت ْنب‬
﴾٢١﴿ َ‫ُت ِبالدُّهْ ِن َوصِ ب ٍَْ ل ْ هَِلكِلٖين‬
ِ ‫َو َشجَ رَ ًة َت ْخ ُر ُج مِنْ َط‬
20 Yine Sînâ Dağı(20) (havalisinde) yetişen, ürünü sayesinde yağ elde edilen ve yiyenler için hoş bir katık sağlayan (zeytin) ağacından
da…(21)
(20) Seynâ’ ve sînâ’ olarak iki şekilde de okunmuştur (bkz. Bakara: 63).
(Nuzul 67 / Mushaf 28 : Kasas 29 Aşağıdadır.)
ْ
ُّ ِ ِ‫َلجَ َل وَ سَارَ بِاَهْ لِهٖ ها َنسَ مِنْ جَ ان‬
َ ِ ‫ور َنارً ا َقا َل‬
َ ْ ‫ضى مُوسَى‬
ُ ْ‫َلهْ لِ ِه امْ ُك ُثوا ِا ٖ ٰنى ها َنس‬
‫َفلَمَّا َق ه‬
﴾٢٩﴿ َ‫ار لَعَ لَّ ُك ْم َتصْ َطلُون‬
ِ ‫ت َنارً ا لَعَ لٰٖى هاتٖ ي ُك ْم ِم ْنهَا بِ َخب ٍَر اَ ْو جَ ذوَ ٍة مِنَ ال َّن‬
ِ ‫ب الط‬
29 NİHAYET Musa belirlenen süreyi tamamlayıp da yakınlarıyla birlikte yola koyulunca, gözüne (Sina) Dağı’nın (32) yamacından
(şavkıyan) ateş türü cazip bir şey (33) ilişti. Ailesine dedi ki: “Siz bekleyin, gözüme ateş türü cezbedici bir şey ilişti; belki size ondan bir
haber ya da ateşten bir köz getiririm de, bu sayede ısınırsınız!”
(32) Görkem ve gösterişinden dolayı “ulu dağ” anlamına gelen Tûr’un adı Mü’minûn: 20’de Seynâ/Sînâ olarak geçmektedir (krş. Bakara: 63,
not 5).
(33) Ânestu’ya verdiğimiz mâna için bkz. Tâhâ: 10.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 171 Aşağıdadır.)
ُ ‫َوا ِْذ َن َت ْق َنا ْالجَ َب َل َف ْو َق ُه ْم َكا َ َّن ُه‬
﴾١١١﴿ َ‫ظلَّ ٌة َو َظ ُّنوا اَ َّن ُه َواقِ ٌع بِ ِه ْم ُخ ُذوا مَا ها َت ْي َنا ُك ْم بِقُوَّ ٍة َو ْاذ ُكرُوا مَا فٖ ي ِه لَعَ لَّ ُك ْم َت َّتقُون‬
171 Ve Biz (Sina) Dağı’nı bir gölgelik gibi tepelerine dikip, onların dağın üzerlerine yıkılacağını zannettikleri o zaman da (demiştik): “Size
bahşettiğimiz vahye sımsıkı sarılın ve onun ilkelerini aklınızdan çıkarmayın ki, sorumluluğunuzu yerine getirmiş olasınız!” (135)
(135) Dağın havaya kaldırıldığının sanılmaması için özellikle “bir gölgelik gibi” ve “zannettikleri” kaydı düşülmüştür.
‫ه‬
﴾٦٥﴿ ‫ين‬
َ ‫ّللا َعلَ ْي ُك ْم َو َرحْ َم ُت ُه لَ ُك ْن ُت ْم م َِن ْال َخاسِ ٖر‬
ِ ٰ ‫ك َفلَ ْو ََل َفضْ ُل‬
َ ِ‫ُث َّم َت َولَّ ْي ُت ْم ِمنْ َبعْ ِد هذل‬
64 Bunun ardından bir kez daha sözünüzden döndünüz. Eğer Allah size lutfedip acımasaydı, kesinlikle
kaybetmiştiniz.
86
﴾٦٤﴿ ‫ين‬
ِ ‫ين اعْ َتد َْوا ِم ْن ُك ْم فِى ال َّس ْب‬
َ ‫ت َفقُ ْل َنا لَ ُه ْم ُكو ُنوا ق َِر َد ًة َخاسِ ٖپ‬
َ ٖ‫َولَ َق ْد َعلِ ْم ُت ُم الَّذ‬
65 Nitekim, içinizden Yasak Günü’nde haddi aşan kimseleri siz de biliyorsunuz.(120) Onlara, “Maymunlardan
beter olun!”(121) demiştik.
(120) Onların Cumartesi yasağını ihlâl etme yöntemlerinden biri, A’râf 163’ün de desteklediği gibi şöyle
gerçekleşiyordu: Kutsal tatil başlamadan en büyük geçim kaynakları olan ağlarını suya atıyorlar, yasak bitiminde
ise çekiyorlar ve böylece hem yasağa sözde uymuş oluyorlar hem de işlerinden kalmamış oluyorlardı.
(121) Lafzen: “Alçak maymunlar olun”. Alçaklık vasfının maymuna değil bu sözü hak edenlere olması daha
münasiptir. Burada yapılan lânet makamında bir tazirdir ve bunun dilimizdeki en güzel karşılığı da budur.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : a’raf 163 Aşağıdadır.)
ْ ‫عَن ْال َقرْ َي ِة الَّتٖ ى َكا َن‬
﴾١٦٣﴿ َ‫ك َن ْبلُو ُه ْم ِبمَا َكا ُنوا َي ْف ُسقُون‬
ِ ‫ت حَاضِ رَ َة ْالبَحْ ِر ا ِْذ َيعْ ُدونَ فِى ال َّس ْب‬
َ ِ‫يه ْم َك هذل‬
ِ ٖ‫يه ْم حٖ ي َتا ُن ُه ْم ي َْو َم سَ ْبت ِِه ْم شُرَّ عًا َوي َْو َم ََل يَسْ ِب ُتونَ ََل َتاْت‬
ِ ٖ‫ت ا ِْذ َتاْت‬
ِ ‫َوسْ پ َْل ُه ْم‬
163 Mesela, (125) sor onlara deniz kıyısındaki mamur kentin hâlini! Hani onlar, Sebt Günü dışında ortaya çıkmıyorlar diye, Sebt Günü’nde
balıkların kendilerine akın akın gelişine tamah ederek Cumartesi geleneğini çiğniyorlardı! Biz, yoldan çıkmaları nedeniyle onları (dünyalığa)
işte böyle mübtela ettik. (126)
(125) Vav’ın misal anlamının delili Âl-i İmran: 68. âyettir. Bu bağlamda 162. âyetle bu âyet arasında uygun bir geçiş oluşturmaktır.
(126) Sebt Günü için bkz. Bakara: 65 ve Nahl: 124
﴾٦٦﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫َف َج َع ْل َنا َها َن َك ًاَل لِ َما َبي َْن يَدَ ْي َها َو َما َخ ْل َف َها َو َم ْوعِ َظ ًة ل ِْل ُم َّتق‬
66 Ve onları, hem ilk kuşaklar hem de sonraki nesiller için bir ibret vesikası, (taklitten) sakınanlar için de uyarıcı
bir örnek kıldık.
‫ّللا ياْ ُم ُر ُكم اَنْ َت ْذبحُوا ب َقر ًة َقالُوا اَ َت َّتخ ُِذ َنا ُه ُز ًوا َقال اَع ُ ه‬
‫ه‬
‫َوا ِْذ َقا َل م ه‬
﴾٦١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ون م َِن ْال َجاهِل‬
َ ‫اّلل اَنْ اَ ُك‬
ِ ٰ ‫ُوذ ِب‬
َ
َ َ
َ
َ َ ٰ َّ‫ُوسى لِ َق ْومِهٖ اِن‬
ْ
67 Hani (fail-i meçhul bir cinayet işlendiği) bir zaman da Musa, kavmine “Allah size bir inek kurban etmenizi
emrediyor!” (122) demişti de şöyle çıkışmışlardı: “Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?” (Musa), “Cahillerden
olmaktan Allah’a sığınırım” demişti.
(122) Bu âyet, İsrâiloğulları’nda işlenen fail-i meçhul bir cinayet neticesinde onlara gelen ilâhî emre gönderme
yapmaktadır: “Ve o şehrin bütün ihtiyarları, öldürülmüş adama en yakın olanlar, vadide kurban edilmiş olan
ineğin üzerinde ellerini yıkayacaklar ve cevap verip diyecekler: Ellerimiz bu kanı dökmedi ve gözlerimiz onu
görmedi. Kurtardığın kavmin İsrâil’e bağışla ya Rab, ve kavmin İsrâil arasında suçsuz kan bırakma! Ve kan
onlara bağışlanacaktır” (Tesniye 21: 6-8). Zımnen: Allah’tan başkasına kulluktan kurtulmanın yolu, onu
yürekten kazıyıp atmaktır.
87
Hz Musa ve Harun’un Mısır’dan Çıkışı
88
﴾٦٨﴿ ‫ُون‬
َ ‫ك َفا ْف َعلُوا َما ُت ْؤ َمر‬
َ ِ‫ارضٌ َو ََل ِب ْك ٌر َع َوانٌ َبي َْن هذل‬
َ ‫ك ُي َبيِّنْ لَ َنا َما ه‬
َ ‫َقالُوا ْاد ُع لَ َنا َر َّب‬
ِ ‫ِى َقا َل ِا َّن ُه َيقُو ُل ِا َّن َها َب َق َرةٌ ََل َف‬
68 Onlar: “Bizim için Rabbine yalvar da, bize onun niteliğini açıklasın!” dediler.

“O diyor ki, kesinlikle o ne çok yaşlı ne çok toy, bu ikisi arasında bir inek olmalı.
Hadi artık size verilen emri yerine getirin!” dedi.(123)
(123) İsrâiloğullarına kesmeleri emredilen inek, aslında gönüllerinde taht kuran Mısırlıların ve yolda
karşılaştıkları kimi putperest kavimlerin taptıklarına şahit oldukları ve kendilerinin de gönüllerinde taht kuran
ineğin ta kendisiydi.
﴾٦٩﴿ ‫ين‬
َ ‫ص ْف َرا ُء َفاقِـ ٌع لَ ْو ُن َها َتسُرُّ ال َّناظِ ٖر‬
َ ٌ‫َّك ُي َبيِّنْ لَ َنا َما لَ ْو ُن َها َقا َل ِا َّن ُه َيقُو ُل ِا َّن َها َب َق َرة‬
َ ‫َقالُوا ْاد ُع لَ َنا َرب‬
69 Onlar: “Bizim için Rabbine yalvar da bize onun rengini bildirsin” dediler.

O, “Kesinlikle o, rengi bakanın gözünü kamaştıracak parlaklıkta sarı bir inek olmalı” dedi.(124)
(124) Tesurru’n-nâzırin lafzen “bakana sürur veren” anlamına gelir. Bu ifade, onların gönlünde yatanı Allah’ın
bildiğine de bir göndermedir. Vahiy durumun vahametini şöyle ifade eder: “buzağı sevgisi onların kalbinde taht
kurmuştu” (93).
ٰ ‫ِى اِنَّ ْال َب َق َر َت َشا َب َه َعلَ ْي َنا َو ِا َّنا ِانْ َشا َء ه‬
﴾١١﴿ ‫ون‬
َ ‫ّللاُ لَ ُم ْه َت ُد‬
َ ‫ك ُي َبيِّنْ لَ َنا َما ه‬
َ ‫َقالُوا ْاد ُع لَ َنا َر َّب‬
70 Onlar: “Bizim için Rabbine yalvar da bize onun tam olarak ne olduğunu açıklasın; çünkü bize göre bütün
inekler birbirine benzer: (eğer açıklanırsa) inşaallah biz de doğrusunu buluruz” dediler.
َ ْ‫ض َو ََل َتسْ قِى ْال َحر‬
‫ث ُم َسلَّ َم ٌة ََل شِ َي َة فٖ ي َها َقالُوا ْال هپ َن ِج ْئتَ ِب ْال َح ِّق َف َذ َبحُو َها َو َما َكا ُدوا‬
َ ْ‫َقا َل ِا َّن ُه َيقُو ُل ِا َّن َها َب َق َرةٌ ََل َذلُو ٌل ُتثٖ ي ُر ْاَلَر‬
ُ
ْ
﴾١١﴿ ‫ون‬
َ ‫َيف َعل‬
71 “O diyor ki:



o, toprağı sürmek(125) ve ekin sulamak için çifte koşulmamış,
kusursuz,
alacasız bir inek olmalı” dedi.
Onlar: “İşte şimdi gerçeği bildirdin” dediler ve hemen onu (bulup) kurban ettiler: fakat neredeyse
yapamayacaklardı. (126)
(125) Tusîru, “öküz/boğa” anlamına gelen sevr ile aynı köktendir. Bu da en azından Apis Öküzü’ne bir atıf
içerir. Eski Ahid’de Mısır’dan “çalımlı bir inek” olarak söz edilir. Aslında kesilmesi istenen inek, Mısır’ı temsil
ediyordu. Kesilmesi emrolunan sığır üzerinden, düşmanına aşık olan herkese mesaj: Düşmanına hayran olan,
gün gelir onun putuna tapar!
(126) Bir kuralı uygulamanın, kişinin ona olan inancından öte mantıkî nedenselliğe dayalı bir kuralı yoktur. Bu
kurallı yaşamanın en sağlıklı yolunun imanlı yaşamak olduğunu gösterir.
ٰ ‫َوا ِْذ َق َت ْل ُت ْم َن ْف ًسا َفا ه ٰد َر ْء ُت ْم فٖ ي َها َو ه‬
﴾١٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللاُ م ُْخ ِر ٌج َما ُك ْن ُت ْم َت ْك ُتم‬
72 Hani bir kişiyi öldürmüştünüz de, hemen ardından bu konuda birbirinizi suçlamıştınız. Oysa ki Allah örtbas
ettiğiniz gerçeği açığa çıkarırdı.
89
ٰ ‫ك يُحْ ي ه‬
﴾١٣﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ّللاُ ْال َم ْو هتى َوي ُٖري ُك ْم ها َياتِهٖ لَ َعلَّ ُك ْم َتعْ ِقل‬
َ ِ‫َفقُ ْل َنا اضْ ِربُوهُ ِب َبعْ ضِ َها َك هذل‬
ِ
73 Bu maksatla dedik ki: “Bu (prensib)i bu türden (çözümlenmemiş cinayet olaylarından) bazılarına da
uygulayın!”(127) Allah aklınızı kullanabilesiniz diye ölüyü işte böyle diriltir ve âyetlerini size bu şekilde
gösterir.(128)
(127) Bu anlamı Menâr sahibine borçluyum. R. Rıza bu âyet bağlamında şunları söyler: “Buradaki “darb”
(vurma) konusunda bir çok rivayet naklederler. Denilir ki, bu sözcükle kastedilen ineğin dili ya da buduyla yahut
da kuyruğuyla öldürülen kişiye vurmaktır. Dediler ki: İsrâiloğulları ineğin parçasıyla vurdular, maktul dirildi ve
“beni kardeşim, ya da yeğenim falanca veyahut da başka biri öldürdü” dedi. Âyet bununla ilgili bir metin bile
değilken nasıl bunca ayrıntıyı verir? Daha önce de açıkladığımız gibi, bu olay fail-i meçhul cinayetleri
çözümlemek için uygulanan bir yöntemdir. Buna göre, bir cinayet suçu işlendiğinde katil tesbit edilemez ve
maktul de yerleşim birimine yakın bir yerde bulunursa, oranın halkından kim onların şeriatlarında tanımlandığı
gibi (Bakara: 67) gelir de kurban edilen ineğin üzerinde elini yıkarsa o cinayeti işlememiştir. Bunu yapmayan
kimsenin katil olduğu ortaya çıkar” (Menâr, 1/351). İdribuhu bi ba‘dıha benzeri deyimsel bir ibare Eski Ahid’de
de geçer (Tesniye 21:1-9).
(128) Buradaki “ölüyü diriltme” şu âyet ışığında anlaşılmalıdır: “Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanlığı
kurtarmış gibi olur” (Mâide: 32). Yine “kısasta sizin için hayat vardır” âyetindeki “hayat” da bu anlamdadır.
Âyet, kesin deliller olmadan herhangi birinin cinayet suçundan yargılanarak ölüme mahkûm edilmesinin önüne
geçmeyi, ölüyü diriltmek olarak nitelendiriyor. Zira cezası ölüm olan bir yargılamada yanlışlık, telafisi imkansız
bir hatadır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 67 Aşağıdadır.)
‫ّللا ياْ ُم ُر ُكم اَنْ َت ْذبحُوا ب َق ًة َقالُوا اَ َت َّتخ ُِذ َنا ُه ُز ًوا َقال اَع ُ ه‬
‫ه‬
‫َوا ِْذ َقا َل م ه‬
﴾٦١﴿ َ‫اّلل اَنْ اَ ُكونَ مِنَ ْالجَ اهِلٖين‬
َ
َ‫َ ر‬
َ
َ َ ٰ َّ‫ُوسى لِ َق ْومِهٖ اِن‬
ِ ٰ ‫ُوذ ِب‬
ْ
67 Hani (fail-i meçhul bir cinayet işlendiği) bir zaman da Musa, kavmine “Allah size bir inek kurban etmenizi emrediyor!” (122) demişti de
şöyle çıkışmışlardı: “Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?” (Musa), “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” demişti.
(122) Bu âyet, İsrâiloğulları’nda işlenen fail-i meçhul bir cinayet neticesinde onlara gelen ilâhî emre gönderme yapmaktadır: “Ve o şehrin
bütün ihtiyarları, öldürülmüş adama en yakın olanlar, vadide kurban edilmiş olan ineğin üzerinde ellerini yıkayacaklar ve cevap verip
diyecekler: Ellerimiz bu kanı dökmedi ve gözlerimiz onu görmedi. Kurtardığın kavmin İsrâil’e bağışla ya Rab, ve kavmin İsrâil arasında
suçsuz kan bırakma! Ve kan onlara bağışlanacaktır” (Tesniye 21: 6-8). Zımnen: Allah’tan başkasına kulluktan kurtulmanın yolu, onu
yürekten kazıyıp atmaktır.
ْ ‫ُث َّم َق َس‬
‫ار ِة لَ َما َي َت َفجَّ ُر ِم ْن ُه ْاَلَ ْن َها ُر َواِنَّ ِم ْن َها لَ َما َي َّش َّق ُق َف َي ْخ ُر ُج‬
َ ‫ار ِة اَ ْو اَ َش ُّد َقسْ َو ًة َواِنَّ م َِن ْالح َِج‬
َ ‫ك َف ِه َى َك ْالح َِج‬
َ ِ‫ت قُلُو ُب ُك ْم ِمنْ َبعْ ِد هذل‬
‫ه‬
‫ه‬
ُ
ٰ
ٰ
ْ
ُ
ْ
ْ
ْ
َ
﴾١٥﴿ ‫ون‬
َ ‫ّللا َو َما ّللا ُ ِبغَ اف ٍِل َعمَّا َتعْ َمل‬
ِ ‫ِمن ُه ال َما ُء َواِنَّ ِمن َها ل َما َيه ِْبط ِمنْ َخش َي ِة‬
74 Bütün bunların ardından(129) yürekleriniz katılaştı;(130) taş gibi, hatta daha da katı hâle geldi. Çünkü, nice
kayalar var ki bağrından ırmaklar fışkırır, öyleleri de var ki yarıldığı zaman su çıkar, ve kimileri de var ki
Allah’ın haşmetinden harekete geçip yuvarlanır.(131) Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir.
(129) Summe bağlacının diğerlerinden farkı, öncesiyle sonrası arasında bir mesafe olduğuna delalet etmesidir.
Bu mesafe lafzî, mânevî veya bağlamla ilgili olabilir. Burada, öncesinden çok farklı bir gelişmeye işaret
etmektedir. Buradan yola çıkarak İsrâiloğullarının daha önce taş kalpli olmadıklarını, duyarlılık sahibi
olduklarını çıkarabiliriz. Yani bir düzelmiş bir bozulmuşlardır.
(130) Tüm muhataplara zımnen: Yürekleri taş kesilenlerden sizin gördüğünüz hakikati görmelerini boşuna
beklemeyin ve taş kalplilere bakarak inandığınız hakikatlerde kuşkuya kapılmayın! Sözün özü: Kalbin
taşlaşması, vicdanın ölmesidir. Allah Rasulü, bedenin maddî merkezi olan kalple, mânevî merkezi olan mânevî
kalp arasında kıyas yaparak şöyle der: “Cesette bir et parçası vardır ki, eğer o sıhhatli olursa tüm beden sıhhatli
olur, eğer o hastalanırsa tüm beden hastalanır; dikkat edin: o kalptir!” (Buhârî, İman, 39).
(131) Haşyet, korkanın güçsüzlüğünden değil, korkulanın azamet ve haşmetinden dolayı hissedilen ürpertidir
(bkz. Yûnus: 62).
Ebu Müslim’e göre zamir “taşları” değil de “kâlpleri” gösterir. Zira haşyeti taşlar duymaz, sadece kalbi olanlar
duyar (nkl. Râzî).
90
(Nuzul 69 / Mushaf 10 : Yunus 62 Aşağıdadır.)
ٰ ‫اَ ََل اِنَّ اَ ْولِيَا َء ه‬
﴾٦٢﴿ َ‫ّللاِ ََل َخ ْوفٌ عَ لَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم يَحْ َز ُنون‬
62 Unutmayın ki Allah’a yakın olanlar, gelecekten dolayı kaygı, geçmişten dolayı keder duymayacaklar.(83)
(83) Zımnen: Yaratana haşyet duyan, yaratılandan havf etmez.


Havf korkanın güçsüzlüğünden,
haşyet korkulanın yüceliğinden kaynaklanır.
Birincisi geçmiş zamana, ikincisi gelecek zamana delalet eder (Bakara: 38, not 2).


Haşyet tazim, hürmet, sevgi ve yüceltme içerirken; emn’in zıddı olan
havf bunları içermez.
Kur’an’da haşyet övülürken havf övülmez.


Haşyet’in kaynağı bilgi,
havf’in kaynağı cehalettir (bkz. Fâtır: 28). Çünkü havf’in insan psikolojisini olumsuz etkileyip onun ruhsal dinamizmini yok eden ve
mânevî gücünü soğuran bir tarafı vardır. (Korkuya dair ayrıntılı br tahlil için bkz. Nisâ: 77, not 4.)
‫ه‬
ٌ ‫ان َف ٖر‬
﴾١٤﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا ُث َّم ي َُحرِّ فُو َن ُه ِمنْ َبعْ ِد َما َع َقلُوهُ َو ُه ْم َيعْ لَم‬
ِ ٰ ‫ُون َك ََل َم‬
َ ‫يق ِم ْن ُه ْم َيسْ َمع‬
َ ‫ُون اَنْ ي ُْؤ ِم ُنوا لَ ُك ْم َو َق ْد َك‬
َ ‫اَ َف َت ْط َمع‬
75 Bütün bu olanlardan sonra siz, onların size inanmalarını mı bekliyorsunuz?(132) Oysa onlardan bir çoğu(133)
Allah’ın kelamını(134) işitip ne demek istediğini kavradıkları hâlde, bile bile tahrif ediyorlar.(135)
(132) Soru edatının peşinden gelen fa’nın anlama yansıması. 39. âyetle başlayıp 75. âyete kadar süren kıssanın
amacı bu âyette ortaya çıkar: Mü’minlere misyonlarının bilincinde olmaları için bir ibret vesikası sunmak.
(133) Ferîkun’un “bir bölüm, bir kısım, bir grup” anlamı yanında “bir çoğu” anlamı da vardır (Tâc).
(134) Kelam; “duyum ve gözlem yoluyla insan idraki üzerinde kalıcı bir etki bırakmak” anlamına gelen
kelm’den türetilir (bkz. Bakara: 36). Kelime, Kur’an’da yalnızca Allah’ın kelamı için değil, O’nun yaratışı,
takdiri, hükmü, gazabı, sünneti, gözde ve gönülde iz bırakan en güçlü belgesi anlamlarında da kullanılır.
(135) Tahrîf’in kökü olan harf, bir şeyin parçasını, bir boyutunu ve bir yanını ifade eder. Tahrif, sözlükte
“yontmak” anlamına gelir. Arapça’da kalem yontmaya tahrifu’l-kalem denilir.
Istılahta tahrif, hem mesajın zarfı olan sözü değiştirmek, bozmak, eksiltmek ve fazlalaştırmak, hem de mesajın
anlamını çarpıtmak anlamına gelir.
Âyetin mesajı açık: Ümmet-i Musa’nın kendi vahyine karşı gösterdikleri bu ciddiyetsiz tavrı, Ümmet-i
Muhammed de Kur’an’a karşı göstermesinler ve Allah’ın emirleri konusunda titiz olsunlar.
ٰ ‫ض َقالُوا اَ ُت َح ِّد ُثو َن ُه ْم ِب َما َف َت َح ه‬
ُ ْ‫ين ها َم ُنوا َقالُوا ها َم َّنا َو ِا َذا َخ ََل َبع‬
‫ّللا ُ َعلَ ْي ُك ْم لِي َُحاجُّ و ُك ْم ِبهٖ عِ ْن َد َر ِّب ُك ْم اَ َف ََل‬
ٍ ْ‫ض ُه ْم ا هِلى َبع‬
َ ‫َوا َِذا لَقُوا الَّ ٖذ‬
ُ
َ
﴾١٦﴿ ‫ون‬
َ ‫تعْ ِقل‬
76 Onlar, îman edenlerle buluştuklarında “îman ettik” derler, birbirleriyle baş başa kaldıklarındaysa (akıl
hocaları, “îman ettik” diyenlere) “Rabbinizin katında size karşı bir koz olarak kullansınlar diye mi Allah’ın size
açtığı şeyi onlara haber veriyorsunuz? Bu kadarını düşünemiyor musunuz?” derler.(136)
(136) “İman ettik” diyenler saf ve samimi kimi Yahudiler, onları paylayanlarsa haset ve inatçı Yahudi
liderleriydi. Birinciler hakikati itiraf etmiş olsalar gerek ki, akıl hocaları mü’minlerin eline koz vermemeleri
konusunda onları uyarıyordu. Allah’ın İsrâiloğullarına açtığı sır, hiç kuşkusuz Hz. Muhammed’in
Peygamberliğiydi (Tekvin, 21:21; Tesniye, 18:15 ve 18; Ahzab: 2). Bu âyet, Medine Yahudilerinin sadece
inkârcı değil aynı zamanda ikiyüzlü olduklarını da gösterir. Çünkü 14. âyet aynı davranışı münafıklara nisbet
eder. Sûrenin 8-20. âyetlerinde sözü edilen münafıklarla bu âyettekilerin aynı olması da muhtemeldir.
91
‫ه‬
﴾١١﴿ ‫ون‬
َ ‫ون َو َما يُعْ لِ ُن‬
َ ُّ‫ّللا َيعْ لَ ُم َما يُسِ ر‬
َ ‫اَ َو ََل َيعْ لَم‬
َ ٰ َّ‫ُون اَن‬
77 Asıl onlar düşünmez mi ki, Allah onların gizlediklerini de çok iyi biliyor, açıkladıklarını da?
ُ ‫اب ا ََِّل اَ َمانِىَّ َو ِانْ ُه ْم ا ََِّل َي‬
﴾١٨﴿ ‫ون‬
َ ‫ظ ُّن‬
َ ‫ُون ْال ِك َت‬
َ ‫ُّون ََل َيعْ لَم‬
َ ‫َو ِم ْن ُه ْم ا ُ ِّمي‬
78 Onların içerisinde ümmiler de var.(137) Onlar kitabı bilmezler, sadece birtakım kuruntulara sahipler; ve onlar
(gerçekleri bilmiyor) yalnızca zannediyorlar.(138)
(137) Kur’an’da ummî terimi genellikle “kitap ehli olmayanlar” için kullanılır (krş. Âl-i İmran: 20, 75;
Cuma: 2).
Kök anlamı “annesinden doğduğu gibi kalan”dır.
Şu hâlde burada geçen “Yahudilerin ümmileri” ne demektir? Bunların Yahudileşmiş Araplar olma ihtimali
yüksektir. 256. âyetin nüzûl sebebi olarak gösterilen “çocuğu olmayan ailelerin adak adaması sonucunda doğan
çocukların Yahudi ailelere verilme” yöntemi, bunların nasıl Yahudileştikleri sorusunun muhtemel cevaplarından
biridir.
(138) Kur’an, kuruntu ürünü bâtıl inanç ile cehalet arasında doğrudan bağ kuruyor. Buradan, tüm hurafelerin de
çıkış noktasının söz konusu cehalet olduğunu anlıyoruz.
Zımnen: Vahiysiz ve kitapsız dindarlık, açığını sahte kutsallar icat ederek kapatır. Zira taklide dayalı akide zanna
mahkûmdur.
Vahye tabi olmayanın vehim ve kuruntusunu dinleştirmekten başka yapacağı bir şey yoktur.
(Nuzul 98 / Mushaf 3 : Al-i İmran 20 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫َن ا َّتبَعَ ِن َوقُ ْل لِلَّذٖ ينَ اُو ُتوا ْال ِك َتابَ وَ ْاَلُ ِّم ٖ ٰينَ َءاَسْ لَمْ ُت ْم َفاِنْ اَسْ لَمُوا َف َق ِد اهْ َتدَ ْوا َواِنْ َت َولَّ ْوا َف ِا َّنمَا عَ لَيْكَ ْالب َََل ُغ َو ه‬
ُ َ‫َفاِنْ حَ اجُّوكَ َفقُ ْل اَسْ ل‬
﴾٢١﴿ ‫َصي ٌر ِب ْال ِعبَا ِد‬
ٖ ‫ّللا ُ ب‬
ِ ٰ ِ َ‫مْت وَ جْ ِهى‬
ِ ‫ّلل َوم‬
20 Şu hâlde, eğer seninle tartışırlarsa de ki: Ben tüm varlığımla Allah’a teslim oldum, bana uyanlar da…(10) Daha önce kendilerine vahiy
emanet edilmiş olanlara ve vahiyden bîhaber olanlara “Siz de tüm varlığınızla teslim oldunuz mu?” diye sor! Eğer teslim olurlarsa, işte o
zaman doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca tebliğ etmektir: Zira Allah kulları her hâliyle görür.
(10) Bu âyet En’âm sûresinin 79. âyeti ışığında anlaşılmalıdır.
(Nuzul 98 / Mushaf 3 : Al-i İmran 75 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ار ََل ُي َؤدِّهٖ ِالَيْكَ ا ََِّل مَا دُمْتَ عَ لَ ْي ِه َقائِمًا هذلِكَ ِبا َ َّن ُه ْم َقالُوا لَيْسَ عَ لَ ْي َنا فِى ْاَلُ ِّم ٖ ٰينَ س َٖبي ٌل َو َيقُولُونَ عَ لَى ه‬
‫ّللاِ ْال َكذِبَ َو ُه ْم‬
ِ ‫َومِنْ اَهْ ِل ْال ِك َتا‬
ٍ ‫ار ي َُؤدِّهٖ ِالَيْكَ وَ ِم ْن ُه ْم مَنْ اِنْ َتاْ َم ْن ُه ِبدٖ ي َن‬
ٍ ‫ب مَنْ اِنْ َتاْ َم ْن ُه ِبقِ ْن َط‬
﴾١٤﴿ َ‫يَعْ لَمُون‬
75 ÖNCEKİ vahyin mensuplarından öyleleri var ki, kendisine bir hazine emanet etsen (kuruşuna dokunmadan) iade eder; öyleleri de var ki,
tek bir dinar emanet etsen tepesine dikilmedikçe sana geri vermez. Bu, onların, “Bizden(68) olmayanlara yaptıklarımızdan dolayı bir şey
lazım gelmez” şeklindeki iddiaları yüzündendir. Fakat onlar bile bile Allah hakkında yalan söylüyorlar.
(68) Lafzen: “Kitap ehlinden..”
(Nuzul 100 / Mushaf 62 : Cuma 2 Aşağıdadır.)
﴾٢﴿ َ‫ث ا ََِّل اسْ َت َمعُوهُ وَ ُه ْم ي َْلعَ بُون‬
ٍ َ‫يه ْم مِنْ ذ ِْك ٍر مِنْ رَ ب ِِّه ْم مُحْ د‬
ِ ٖ‫مَا َياْت‬
2 Daha önce kitaptan mahrum olan ve derin bir sapıklık içinde bulunan topluma kendi âyetlerini okumak, onları
arındırmak, kitabı ve isabetli hüküm vermeyi(2) öğretmek için kendi içlerinden bir Elçi gönderen O’dur.
(2) Hikmet Kur’an’da,



Hüküm verirken iyiyi kötüden ayırma yeteneği olan furkân’a (Bakara: 53);
Bu yetenekle doğru hükme ulaşmaya (İsra: 39);
İnsanı doğru yola yönelten muhakemeye (Enbiya: 48) delalet eder.
92
‫ه‬
ً ٖ‫ّللا لِ َي ْش َترُوا ِبهٖ َث َم ًنا َقل‬
ْ ‫يَل َف َو ْي ٌل لَ ُه ْم ِممَّا َك َت َب‬
‫يه ْم َو َو ْي ٌل لَ ُه ْم ِممَّا‬
ِ ٰ ‫ون هه َـذا ِمنْ عِ ْن ِد‬
َ ُ ‫يه ْم ُث َّم َيقُول‬
َ ‫ُون ْال ِك َت‬
َ ‫ين َي ْك ُتب‬
َ ٖ‫َف َو ْي ٌل لِلَّذ‬
ِ ‫ت اَي ْٖد‬
ِ ‫اب ِباَي ْٖد‬
﴾١٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫َي ْكسِ ب‬
79 Yazıklar olsun onlara ki, kitabı kendi elleriyle yazıp da az bir getiri sağlamak için “Bu Allah katındandır”
derler. Elleriyle yazdıklarından dolayı yazıklar olsun onlara, kazandıklarından dolayı da yazıklar olsun!(139)
(139) Âyetin ilk muhatabı olan Medine Yahudilerinin yaptığı şey şuydu: Okuma yazma bilmeyen ve din
konusunda sürekli kendilerine muhtaç bulunan cahil Yahudi kitlelerini bu bağımlılıktan kurtaracak şeyler
yapmadıkları gibi, aksine onların kendilerine olan bağımlılığını pekiştirecek her türlü yönteme başvurdular.
Kutsal Kitap’la cahil kitleler arasına girerek onların kitaba kolayca ulaşmasını engellediler. Cahil Yahudi
kitlelerin tek dinî başvuru kaynağı hahamlardı. Onlar da halkı bilinçlendirmek yerine istismar etmeyi yeğlediler.
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ِف ه‬
﴾٨١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا َما ََل َتعْ لَم‬
ِ ٰ ‫ون َعلَى‬
َ ُ‫ّللا ُ َع ْه َدهُ اَ ْم َتقُول‬
َ ‫ّللا َع ْه ًدا َفلَنْ ي ُْخل‬
ِ ٰ ‫َو َقالُوا لَنْ َت َم َّس َنا ال َّنا ُر ا ََِّل اَيَّامًا َمعْ ُدو َد ًة قُ ْل اَ َّت َخ ْذ ُت ْم عِ ْن َد‬
80 Onlar,

“Sayılı bir kaç gün dışında kesinlikle bizi ateş yakmayacak” derler.
Sor onlara:

“Allah’tan kesin bir söz mü aldınız -ki eğer öyleyse, Allah sözünden kesinlikle caymaz-; yoksa bilmediğiniz
bir konuda Allah’a iftira mı atıyorsunuz?”(140)
(140) Bu âyeti, önceki âyetlerle birlikte düşündüğümüzde, cahil Yahudî kitlelerin bu asılsız inancının, onlara
elleriyle yazdıkları kitaplarda âhiret garantisi verip, bunu da menfaat temin etmek amacıyla Allah’ın mesajı
olarak sunan din adamlarının gerçekle hiçbir ilgisi olmayan yorumları olduğu hemen anlaşılır. Nitekim,
Talmud’un Roş Ha-şana bölümünde cehennemlik Yahudilerin orada 12 ay kalacağı yorumu yapılmıştır.
‫ت بهٖ َخ ٖطيـَ ُت ُه َفا ُ ه‬
﴾٨١﴿ ‫ون‬
َ ‫ار ُه ْم فٖ ي َها َخالِ ُد‬
َ ‫ولـئ‬
َ ‫َب هلى َمنْ َك َس‬
ِ ْ ‫ب َس ِّي َئ ًة َواَ َحا َط‬
ِ ‫ِك اَصْ َحابُ ال َّن‬
81 Aksine,


kim kötülük yapar ve
suçu onu vebaliyle çepeçevre kuşatırsa,
işte onlar ateş halkıdır ve orada kalıcıdırlar. (141)
(141) Bir önceki âyette yer alan Yahudilerin sayılı bir kaç gün dışında kendilerini ateşin yakmayacağı şeklindeki
bâtıl inancı reddeden âyet, bu kuruntunun sahiplerinin cehennemde geçici değil “kalıcı” olduklarını vurguluyor.
(hâlidîn için bkz. Bakara: 39)
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 39 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ
﴾٣٩﴿ َ‫ار ُه ْم فٖ يهَا َخالِ ُدون‬
ِ ‫َوالَّذٖ ينَ َك َفرُوا َو َكذبُوا بِ هايَاتِ َنا اُولـئِكَ اَصْ حَ ابُ ال َّن‬
39 Küfre saplanıp kalan ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince: işte onlar ateşin yoldaşıdırlar: onlar orada temelli kalıcıdırlar.(69)
(69) Huld, bir şeyin bozulmadan kalması (bkz. Bakara: 25, not 4). Kur’an’da 87 yerde geçer ve âhiret için kullanılır. Dünya’ya ilişkin geldiği
üç yerde ise inkâr, vehim ve red için kullanılır (Enbiya: 34; şu’arâ:129; Hüme
93
‫ت اُ ه‬
﴾٨٢﴿ ‫ِك اَصْ َحابُ ْال َج َّن ِة ُه ْم فٖ ي َها َخالِ ُدو َن‬
ِ ‫ين ها َم ُنوا َو َع ِملُوا الصَّال َِحا‬
َ ‫ولـئ‬
َ ٖ‫َوالَّذ‬
82


İman eden ve
ıslah edici iyilikler işleyen kimseler: (142)
İşte onlar cennet halkıdır ve onlar da orada kalıcıdırlar.
(142) ‘Amilu’s-sâlihât’ı “ıslah edici iyilikler işleyen” şeklindeki çevirimizin gerekçesi için bkz. ‘Asr: 3
(Nuzul 13 / Mushaf 103 : Asr 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ ‫صب ِْر‬
َّ ‫ت َو َت َواصَ ْوا ِب ْالحَ ِّق َو َت َواصَ ْوا ِبال‬
ِ ‫ا ََِّل الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَا‬
3 Ancak,




Allah’a inanıp güvenenler, (4)
Erdemli ve sorumlu davrananlar; (5)
Yani (6) birbirlerine hakkı tavsiye edenler (7)
Ve sabrı tavsiye edenler (8) bundan müstesnadır. (9)
(4) Kurtuluşun temel şartı ikidir:


İman ve
Onun üzerine bina edilen sâlih amel.
Amelin üzerine bina edildiği iman, insanlığın belli bir zaman ve mekânıyla sınırlı bir iman değil, insan soyunun tamamını kapsayan bir
imandır. Böyle bir imanın ait olduğu İslâm’ın tarifi, “insanlığın değişmez değerleri olan ezeli ve biricik hakikat” olmalıdır.
(5) Farklı formlarla birçok yerde gelen ‘amilu’s-sâlihât (‘amelen sâlihan) terkibi Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde farklı vurgular kazanır.



Vahyin ilk yıllarındaki vurgusu “sorumlu davranış”tır. Bu davranış, Bakara 2’den yola çıkarak “hidayetten önceki takvâ”
diyebileceğimiz sorumluluk bilincine ve ahlâkına dayanır. Erdemlilik ve dürüstlüğü ifade eder.
İlerleyen yıllarda vahiy Allah’ın razı olup olmadığı, imana yaraşan ve yaraşmayan eylemleri beyan ettikten sonra “sâlih amel” terkibi
“Allah’ın razı olduğu imana uygun davranış” vurgusunu kazanmıştır.
İslâm cemaatinin iktidar yıllarını teşkil eden Medine’de ise aynı terkip “sahibini ve başkalarını ıslah edici iyilikler” vurgusuna
ulaşmıştır. Aslında bu son vurgu sâlihât kelimesinin asli vurgusudur ve imkanla orantılı olarak her dönemde sâlih amelin ana hedefini
ifade eder.
Sûrenin son âyetindeki hakkı ve sabrı tavsiye sâlih amelin mükemmel bir örneğidir. Başta iman olmak üzere Allah’a itaat, namaz kılmak ve
zekât vermek gibi hukukullah ile ilgili ibadetler bu yüzden Kur’an tarafından sâlihât’tan değil hasenât’tan sayılmıştır (Hûd: 23 ve Bakara:
277).
Fakat hasenât, sosyal amaçları geçekleşince sâlihât vasfını da kazanır. Mâ‘ûn sûresi, namaz ibadeti özelinde, hasenât’ı sâlihât’a tebdil
etmenin formülünü sunar (krş. Mâ‘ûn: 5).
Hasenât’a bire on vaad edilirken (En’âm: 160), sâlihât’a kesintisiz nimet ve cennet vaad edilmektedir (msl. Tîn: 6; Burûc: 11).


Hasenât sahipleri seyyiât’ı örtülmekle müjdelenirken,
Sâlihât sahipleri canlıların en iyisi olmakla müjdelenir (Furkan: 70; Beyyine: 7).
Hz. Peygamber’e nisbet edilen “Bir saatlik âdil yönetim altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır” (Taberânî, el-Kebir) hadisi, sâlihât ile
hasenât arasındaki büyük farka dair nebevi bir okumadır.
(6) Sâlih amel’in mahiyeti göz önüne alındığında, bu vav’ın tefsiriyye vurgusu daha isabetli gibidir. Âyetteki dört unsurdan ilk ikisi asli son
ikisi talidir. Hakkı ve sabrı tavsiye, aslında sâlih amelin açılımı ve iki örneğidir. Benzer formdaki Tîn: 6 da tercihimizi teyit eder (bkz. Bir
önceki not).
(7) Hakkı tavsiye etmek, zımnen:



İnançta tevhidi,
Eylemde sâlihât ve adâleti tavsiye etmektir.
Hakikati, hakkın yolunu, hakka ve hukuka riayeti tavsiye etmektir.
(8) Zımnen: Hakkı tavsiye etmenin bedeli vardır, bu bedeli ödemek gerektiğinde sabır tavsiye edenler... Bu sabrın tarifini de verir:
Sabır, hak ve hakikat üzerinde direnmek, düzeltme işinden vazgeçmemektir.
94
Hz. Ali şöyle der: “Sabretmek dert yanmaktan daha çok yorar”. Bu tavsiye, daha sonraları el-emr bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker emrine
dönüşecektir (A’râf: 157; Âl-i İmran: 104, 110, 114; Tevbe: 112). Hatta bir âyette el-emr bi’l-maruf’un ardından sabır emredilir (Lokman:
17). Beled 17 ile bu âyet arasında açık bir benzerlik vardır. Bu da sabrın aynı zamanda bir “merhamet” olduğunu gösterir.
Sabr üç ayrı edatla üç ayrı mâna kazanır:



‘an ile “hakta direnmek”,
‘alâ ile “bela ve sıkıntıya göğüs germek”,
lâm ile “ibadet, hak, hayır ve adâlette sebat” mânaları kazanır.
Burada bâ ile gelmiştir ve bu üç mânayı da kuşatmıştır. Sabır izzet ve şeref verir. Ne ki zillet ve mezellete düşürüyor, o sabır değil acziyettir.
Sabır, omuzladığı hayat emanetini sahibine zayi etmeden ulaştırmak için götürürken, rüzgar tersinden esmeye başladığında;




geri adım atmamak,
yükü atmamak,
yolu satmamak,
yola yatmamaktır.
Kişinin hakikate olan sadâkati, onun uğruna ödemeyi göze aldığı bedelle orantılıdır.
(9) Sözün özü şudur: Yalnızca iman edip sâlih amel işlemek kişiyi “iyi” yapar, hakkı ve sabrı tavsiye etmek ise kişiyi “aktif iyi” yapar (krş.
Müddessir: 2). Kurtuluşun anahtarı “aktif iyilerin” elindedir. Asr sûresinin son âyeti, toplumun ıslahının sadece emir ve yasaklarla değil,
iman ve sâlih amel sahiplerinin hakkı ve hakta direnişi tavsiyesi ile sağlanacağını ifade eder.
Kurtulmak için;



Sadece inanmak yetmez,
Islah edici eylemler yapmak,
Bu cümleden olarak hakkı ve hakta direniş demeye gelen sabrı tavsiye etmek gerekir.
Bunlar imanın gereğidir. Bunu yapmayan fert veya toplum, isterse mü’min olsun, hüsrandan kurtulamaz (krş. Enfal: 25).
Ey Rabbimiz! Bizi ziyanda olanlardan ve ziyankâr olanlardan kılma!
‫ه‬
‫اس حُسْ ًنا‬
َ ‫َوا ِْذ اَ َخ ْذ َنا ٖمي َثاقَ بَنٖ ى ِاسْ َر ٖاي َل ََل َتعْ ُب ُد‬
َ ٰ ‫ون ا ََِّل‬
ِ ‫ين َوقُولُوا لِل َّن‬
ِ ٖ‫ْن ِاحْ َسا ًنا َوذِى ْالقُرْ هبى َو ْال َي َت هامى َو ْال َم َساك‬
ِ ‫ّللا َو ِب ْال َوالِدَ ي‬
‫ه‬
ُ
‫ه‬
‫ه‬
ً
َّ
َّ
َّ ‫َواَقٖ يمُوا الصَّلو َة َوا ُتوا‬
﴾٨٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫الزكو َة ث َّم َت َول ْي ُت ْم اَِل َقلٖ يَل ِم ْن ُك ْم َواَ ْن ُت ْم مُعْ ِرض‬
83 HANİ bir zaman da İsrâiloğullarından;





yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz,
ana-babaya, yakınlara, kimsesizlere,(143) yoksullara iyilik yapacaksınız,
insanlara güzel söz söyleyeceksiniz,
namazı istikametle kılacaksınız,
zekâtı vereceksiniz diye söz almıştık.(144)
Sizden birkaç istisna dışında hepiniz sözünüzden dönmüştünüz; ve siz pek dönek bir toplumsunuz.
(143) Yetâmâ, (t. yetîm) küçük yaşta babasını kaybeden çocuklar için kullanılır. Bununla beraber, dil açısından
her kimsesiz ya da eşsiz ve tek olana da yetim adı verilir. Annesiz çocuk, kocasını kaybetmiş kimsesiz kadın da
bu sınıfa girer. Bu genel anlamını gözeterek biz yetâmâ’yı “kimsesizler” olarak çevirdik.
(144) Mîsak, “güvendi” anlamına gelen veseka kökünden türetilmiştir. Yemin veya belge ile garanti altına
alınmış en güçlü sözleşme demektir. Ahd ve ‘akd’in bir üstüdür. 40. âyette İsrâiloğullarının Allah’a verdiği söz
ahd olarak geçerken, 63 ve 83. âyetlerde mîsak olarak geçer. Bu da gösteriyor ki İsrâiloğullarından bir değil
birkaç defa söz alınmıştır. Üstelik önceki sözlerini tutmayınca cezaya çarptırılmışlar, üzerlerinden belânın
kaldırılması için bu kez de kendilerinden yeminli, kesin teminat (mîsak) alınmıştır.
﴾٨٥﴿ ‫ون‬
َ ‫ار ُك ْم ُث َّم اَ ْق َررْ ُت ْم َواَ ْن ُت ْم َت ْش َه ُد‬
َ ‫ون ِد َما َء ُك ْم َو ََل ُت ْخ ِرج‬
َ ‫َوا ِْذ اَ َخ ْذ َنا مٖ ي َثا َق ُك ْم ََل َتسْ ِف ُك‬
ِ ‫ُون اَ ْنفُ َس ُك ْم ِمنْ ِد َي‬
84 Yine sizden ;
 “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz,
 Birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız”
diye de söz almıştık; üstelik siz de bunu ikrar etmiştiniz; hâlâ da buna şahitsiniz.
95
‫ان َو ِانْ َياْ ُتو ُك ْم ا ُ َس هارى ُت َفا ُدو ُه ْم‬
َ ‫ار ِه ْم َت َظا َهر‬
َ ‫ون اَ ْنفُ َس ُك ْم َو ُت ْخ ِرج‬
َ ُ ‫ُث َّم اَ ْن ُت ْم ههـؤُ ََل ِء َت ْق ُتل‬
ِ ْ ‫ُون َعلَي ِْه ْم ِب‬
ِ ‫اَل ْث ِم َو ْالع ُْد َو‬
ِ ‫ُون َف ٖري ًقا ِم ْن ُك ْم ِمنْ ِد َي‬
‫ه‬
ٌ ‫ض َف َما َج َزا ُء َمنْ َي ْف َع ُل ذل َِك ِم ْن ُك ْم ا ََِّل خ ِْز‬
‫ى فِى ْال َح هيو ِة‬
ِ ‫ض ْال ِك َتا‬
ٍ ْ‫ُون ِب َبع‬
َ ‫ب َو َت ْكفُر‬
َ ‫َوه َُو م َُحرَّ ٌم َعلَ ْي ُك ْم ا ِْخ َرا ُج ُه ْم اَ َف ُت ْؤمِ ُن‬
ِ ْ‫ون ِب َبع‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ْ
ُ
َ
ْ
﴾٨٤﴿ ‫ون‬
ِ ‫ُّون اِلى اَ َش ِّد ال َعذا‬
َ ‫ب َو َما ّللا ُ ِبغَ اف ٍِل َعمَّا َتعْ َمل‬
َ ‫ال ُّدن َيا َو َي ْو َم الق هِي َم ِة ي َُرد‬
85 Bütün bunlara rağmen;



birbirinizi katleden,
günah ve düşmanlıkta dayanışma sergileyerek kendi içinizden bir kısmını yurtlarından çıkaran -ki onların
çıkarılması size kesinlikle yasaklanmıştı- ve
elinize esir düştüklerinde onları ancak fidye karşılığı serbest bırakan yine sizlersiniz. (145)
Şimdi siz vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?(146) İyi bilin ki, sizden kim böyle
yaparsa, kesinlikle onun cezası;


Dünya hayatında(147) zilletten başka bir şey olmayacaktır.
Âhirette ise azabın en acıklısına mahkûm olacaklar.
Zira Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir.
(145) Yani: Bu nasıl bir çelişkidir ki, kendi dindarlarınızı önce yurtlarınızdan zorla çıkarıyor, sonra da soy
gayretiyle onlardan esir düşenleri fidye verip kurtarıyorsunuz. Âyetin tarihsel arka planını araştırdığımızda, bu
haberin en somut karşılığını İsrâiloğullarının Hz. Süleyman’ın (MÖ. 970-931 ykl.) vefatının hemen sonrasında
yaşadıkları tefrika ve iç savaşta buluyoruz (Sâd: 34’ün ilgili notuna bkz).
(146) Zımnen: Parçalanan hakikat, hakikat olmaktan çıkar. Kim ilâhî hakikatin bir kısmının üzerini örterek
gerçeğin kâfiri olursa, bunun cezası dünya toplumları içerisinde aşağılanma, sömürülme, ezilme, kişiliksiz ve
kimliksiz hâle gelme; âhirette ise bundan daha acı verici bir terkedilmişlik azabıdır. Âyetin son cümlesi olan
“Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir” uyarısının muhatabı herkestir.
(147) el-Hayâtu’d-dunyâ için ibarenin iniş sürecinde ilk kullanıldığı A’lâ: 16’nın notuna bkz.
(Nuzul 55 / Mushaf 38 : Sad 34 Aşağıdadır.)
﴾٣٥﴿ َ‫َولَقَدْ َف َت َّنا ُسلَي هْمنَ وَ اَ ْل َق ْي َنا عَ هلى ُكرْ سِ يِّهٖ جَ سَ دًا ُث َّم اَ َناب‬
34 Doğrusu Biz Süleyman’ı, vaktiyle tahtının üzerine bir ceset koymakla sınamıştık; (33) bunun ardından o da Bize yönelmiş (ve)
(33) Hz. Süleyman’ın tahtının üzerine konulan cesedin nasıl yorumlanacağı tartışmalıdır. Bu konuda klasik tefsirlerde İsrâiliyyat kaynaklı
oldukça hacimli bir menkıbe oluşturulmuştur. Bunlar bir mesnetten yoksundur. Bu sembolik anlatımda taht Hz. Süleyman’ın siyasi
otoritesine, cesetse kendi bedenine tekabül eder. Bir otorite ilâhi kılavuzluk ve ahlâkî değerlerden yoksun kalırsa, ruhsuz bir cesede dönüşür.
Hz. Süleyman’ın müteakip âyetteki “Bana, benden sonra hiç kimsenin üstlenmeye lâyık olmadığı bir iktidar ver” duası da gösteriyor ki, bu
ceset onun tahtına vâris olan oğlu Rehoboam’dı. Duada da belirtildiği gibi, babasının tahtına lâyık olmayan bu oğul döneminde Hz.
Süleyman’ın bıraktığı görkemli devlet parçalandı.
(Nuzul 9 / Mushaf 87 : A’la 16 Aşağıdadır.)
﴾١٦﴿ ‫َب ْل ُت ْؤثِرُونَ ْالحَ هيو َة ال ُّد ْنيَا‬
16 Maalesef siz (ey insanlar), bu yakın ve aşağı hayatı tercih ediyorsunuz; (16)
(16) Sıfat tamlaması olan el-hayatu’d-dunya, el-hayatu’l-ahira’nın zıddıdır. el-Hayat dişil olduğu için sıfatı dişil gelmiştir. Mücerret olduğu
yerlerde de sanki el-hayat niteleneni varmış gibi dunya olarak anılır. Dunyâ sözcüğünün kendisinden türetildiği ed-dunuv iki anlama birden
gelir:
1) Maddî, mânevî ya da hükmî olarak yakınlık (krş. Enfal: 42).
2) Maddî, mânevî ve hükmî olarak düşüklük, aşağılık.
Her iki anlamıyla da mekân, zaman, konum ve makam açılarından her biri için kullanılabilir. Dünya, her iki anlamı da içerisinde taşıyan bir
terimdir. Yani hem yakın olan, hem de aşağılık olan. Hayatu’d-dunya formuyla geldiği hemen her yerde negatif bir anlam yüküyle gelir ki,
aşağı ve düşük anlamını kendiliğinden içerir. Eğer dünya ile âhiret bir vav bağlacıyla aynı cümlede bağlanırsa sözün bağlamına göre vurgusu
da değişir (Bakara: 201; Bakara: 217; Âl-i İmran: 45).
96
‫اُ ه‬
‫ين ا ْش َت َروُ ا ْال َح هيو َة ال ُّد ْن َيا ِب ْ ه‬
﴾٨٦﴿ ‫ُون‬
َ ‫صر‬
َ ‫اَلخ َِر ِة َف ََل ي َُخ َّففُ َع ْن ُه ُم ْال َع َذابُ َو ََل ُه ْم ُي ْن‬
َ ٖ‫ك الَّذ‬
َ ‫ولـ ِئ‬
‫س اَ َف ُكلَّ َما َجا َء ُك ْم َرسُو ٌل ِب َما‬
ِ ‫يسى اب َْن َمرْ َي َم ْال َب ِّي َنا‬
َ ‫اب َو َق َّف ْي َنا ِمنْ َبعْ دِهٖ ِبالرُّ س ُِل َو ها َت ْي َنا ٖع‬
َ ‫َولَ َق ْد ها َت ْي َنا مُو َسى ْال ِك َت‬
ِ ‫ُوح ْالقُ ُد‬
ِ ‫ت َواَي َّْد َناهُ ِبر‬
86 İşte bunlardır âhireti feda edip karşılığında dünya hayatını satın alanlar. Böyle kimselerin azabı
hafifletilmeyecek ve onlara yardım da edilmeyecektir.
﴾٨١﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ََل َته هْوى اَ ْنفُ ُس ُك ُم اسْ َت ْك َبرْ ُت ْم َف َف ٖري ًقا َك َّذ ْب ُت ْم َو َف ٖري ًقا َت ْق ُتل‬
87 Musa’ya ilâhî kelamı vermiş ve birbiri ardınca onu izleyen peygamberler göndermiştik. Meryem oğlu İsa’ya
da gerçeğin açık belgelerini vermiş ve onu kutsal ruh(148) ile güçlendirmiştik. Fakat her ne zaman bir elçi
hoşunuza gitmeyen bir mesaj getirmişse, küstahça ona başkaldırdınız: kimini yalanladınız, kimini de
öldürdünüz.(149)
(148) Kutsal ruhu Şurâ 52 ışığında “Allah’ın peygamberlerinin akıl ve marifetlerini kendisiyle desteklediği
vahyin ruhu” olarak açıklayanlar olmuştur (Menâr). “Kutsallık” ise, onunla insanı terbiye etmenin kutsallığıyla,
ya da vahyin terbiyesiyle insan benliğinin kutsal olanın etkisi altında kalmasıyla açıklanmıştır. Aynı kaynak
Kur’an’da geçen er-Ruhu’l-Emîn (güvenilir ruh) ifadesini de aynı anlam alanı içerisinde değerlendirir (şu‘arâ:
193). Buna göre kendisine vahyedilen peygamber, içerisine hakikat dışı şeylerin karışmayacağından kesinlikle
emin olduğu Rabbinden gelen açık ve kesin bir bilgi ve belgeye kavuşmuştur. Kur’an’da, “Katından bir ruh ile
destekleme” ifadesinin, tüm gerçek mü’minleri kapsayan bir biçimde kullanıldığını görüyoruz (Mücâdile: 22).
Bu cümleden olarak Allah Rasulü İslâm şairi Hassan b. Sabit’e “Allah seni Kutsal Ruh ile desteklesin!” duasında
bulunmuştur (Buhârî ve Müslim).
(149) Yahudi muhataplara, Hz. Muhammed’e karşı davranışlarının hiç de sürpriz olmadığı, buna benzer
davranışları yalnızca kendi ırkları dışındaki peygamberlere değil, bizzat kendi ırklarından gönderilenlere de reva
gördükleri, hatta onların kimilerini katletmeye kadar işi vardırdıkları yüzlerine vuruluyor (bkz. Bakara: 61).
(Nuzul 82 / Mushaf 42 : Şura 52 Aşağıdadır.)
﴾٤٢﴿ ‫اَليمَانُ َو هلـكِنْ جَ عَ ْل َناهُ ُنورً ا َنهْدٖ ى بِهٖ مَنْ َن َشا ُء مِنْ عِ بَا ِد َنا َو ِا َّنكَ لَ َتهْدٖ ى ا هِلى صِ رَ اطٍ مُسْ َتقٖ ٍيم‬
ٖ ْ ‫َو َك هذلِكَ اَ ْوحَ ْي َنا ِالَيْكَ رُوحً ا مِنْ اَمْ ِر َنا مَا ُك ْنتَ تَدْ ٖرى َما ْال ِك َتابُ َو ََل‬
52 Ve (ey Nebi,) işte sana da kendi emrimizden hayat bahşeden bir mesaj vahyettik; (67) sen daha önce kitap nedir iman nedir bilmezdin:
(68) Fakat şimdi onu bir nur kıldık ki, kullarımızdan dilediklerimizi onunla doğru yola yöneltelim. Ve şüphe yok ki sen de insanları dosdoğru
bir yola yöneltmektesin;
(67) Rûh’un “vahiy” anlamı için bkz. Nahl: 2.
(68) “Bildi” anlamına gelen derâ fiili sıradan bir bilmeyi değil, özüne vakıf olup hakikatine ermeyi ifade eder (Râğıb). Kast edilen, iman ve
kitap hakkında dirayet sahibi olmaktır (İbn Aşur).
(Nuzul 51 / Mushaf 26 : Şu’ara 193 Aşağıdadır.)
َ ْ ‫َن َز َل ِب ِه الرُّ و ُح‬
﴾١٩٣﴿ ُ‫اَلمٖ ين‬
193 o Güvenilir Ruh ile birlikte geldi (92)
(92) Veya: “Bununla güvene lâyık olan vahiy indi”. Ruh, Kadr 4, Mü’min 15, fiûrâ 52, Nahl 2 ve İsra 85’te doğrudan “vahiy” ya da “vahyin
kaynağı” anlamında kullanılır (Ayrıntılı bir açıklama için bkz. Nahl: 2; İsra: 85, not 5 ve 15). Fakat hemen tüm klasik müfessirler buradaki
er-Rûhu’l-emîn’i, tıpkı rûhu’l-kuds’te olduğu gibi (Bakara: 87) vahiy meleği Cebrail olarak anlarlar.
(Nuzul 104 / Mushaf 58 : Mücadile 22 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫اّلل َو ْالي َْوم ْ ه‬
‫ت‬
ٍ ‫خلُهُ ْم جَ َّنا‬
ِ ْ‫ُوح ِم ْن ُه َويُد‬
ِ ٰ ‫ج ُد َق ْومًا ي ُْؤ ِم ُنونَ ِب‬
ٖ ْ ‫وب ِه ُم‬
َ ٰ ‫اَلخ ِِر ي َُوا ُّدونَ مَنْ حَ ا َّد‬
ِ ‫ََل َت‬
ِ ُ‫ّللا َورَ سُولَ ُه َولَ ْو َكا ُنوا هابَا َء ُه ْم اَ ْو اَ ْب َنا َء ُه ْم اَ ْو ا ِْخ َوا َن ُه ْم اَ ْ هو ع َٖشيرَ َت ُه ْم اُولئِكَ َك َتبَ فٖ ى قُل‬
ٍ ‫اَليمَانَ َواَيَّدَ ُه ْم ِبر ه‬
ِ
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ٰ
ٰ
ْ
ْ
ْ
ْ
ْ
ْ
ْ
ْ
َ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
﴾٢٢﴿ َ‫تجْ ٖرى مِنْ تحْ تِهَا اَلنهَا ُر خالِدٖ ينَ فٖ يهَا رَ ضِ ىَ ّللا ُ َعن ُه ْم َورَ ضُوا عَ ن ُه اولئِكَ حِزبُ ّللاِ اَل اِنَّ حِزبَ ّللاِ ُه ُم ال ُمفلِحُون‬
22 Allah’a ve ahiret gününe(25) iman eden bir topluluğu, Allah ve Rasulüne meydan okuyan kimselerle –isterse bunlar babaları, oğulları,
kardeşleri veya soydaşları olsun- candanyürekten bir ilişki içinde bulamazsın.(26) İşte (Allah’ın) kalplerine imanı nakşettiği(27) ve katından
mânevî bir güç ile desteklediği kimseler onlardır;(28) onları zemininden ırmaklar çağıldayan cennetlere, içinde daimi kalmak üzere
yerleştirecektir: Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.(29) İşte gerçek Allah taraftarları bunlardır. Bakın, Allah
taraftarları var ya: işte kurtulacak olanlar kesinlikle onlardır!
97
(25) “Rasulüne” yerine “ahiret gününe” gelmesi, işlenen çirkinliğin gizlenebilir tabiatından dolayıdır. Ahirette hiçbir gizli-saklı kalmayacağı
hatırlatılmaktadır.
(26) Hâdde işteşli fiili, karşılıklı iki taraf gerektirir. Vudd, hubb’dan farklı olarak iki özne arasındaki sevgiyi ifade eder. Vudd ile seven,
sevgisine karşılık istiyor demektir. Bu yüzden Allah için Habîb değil Vedûd kullanılır (Burûc: 14; krş. Meryem: 96, not 1). Allah ve
Rasulüne meydan okuyanlar şeytan’ın yoldaşlarıdır (19). şeytan’ın yoldaşlarına değer vermek, şeytan’a değer vermektir. Âyet, onların alçak
olduğunu söyler (20). Alçağı yüceltmek, yüce olana da haksızlıktır (21).
Allah’a ve Rasulüne meydan okuyanla karşılıklı candan-yürekten bir ilişki içine girmek, imanla küfür arasındaki sınırı yok eder. Yasak olan
budur. Bu âyet, asla iyiliği (birr) yasaklamaz (krş. Mumtehane: 1-8).
(27) Bu ifade, “Allah imanı size sevdirdi” (Hucurât: 7) âyeti ışığında anlaşılmalıdır.
(28) Minhu’deki zamirin imana dönmesi halinde, mâna şöyle olur: “Allah’ın.. imandan doğan bir güç ile desteklediği”. Katından bir ruh ile
desteklenmek, tıpkı İsa’da (Mâide: 110; Bakara: 87, 253) ve Hassan b. Sabit’in dilinde tecelli ettiği gibi Rahîmiyyetin tecellisi olan “özel” bir
takviyedir. Gücünü kullanan takviye edilmektedir. Ruh, bir türün kemaline kendisi sayesinde ulaştığı şeydir. Ruh’un Kur’an’daki tüm
kullanımlarının vahiyle ilgili olması (vahiy meleği, vahiy ve insan türünü vahye muhatap kılan öz), bu kullanımın da vahiyle irtibatını akla
getirir. O da vahyi anlayacak bir algı gücü, onu anlamayı kolaylaştıran ilham, basiret ve ferasettir.
(29) Zımnen: Allah rızasını dileyenler, önce Allah’tan memnun ve razı olsunlar.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 61 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫اَلرْ ضُ مِنْ َب ْقلِهَا َوق َِّثائِهَا َوفُو ِمهَا َوعَ دَ سِ هَا َوبَصَ لِهَا َقا َل اَ َتسْ َت ْب ِدلُونَ الَّذٖ ى ه َُو اَدْ هنى ِبالَّذٖ ى هُوَ َخ ْي ٌر اِهْ ِب‬
َْ ‫ت‬
ُ ‫ح ٍد فَادْ ُع لَ َنا رَ بَّكَ ي ُْخ ِرجْ لَ َنا ِممَّا ُت ْن ِب‬
‫َوا ِْذ قُ ْل ُت ْم يَا م ه‬
‫طوا‬
ِ ‫عَام َوا‬
ٍ ‫ُوسى لَنْ َنصْ ِبرَ عَ لى َط‬
‫ّللا هذلك با َ َّن ُهم َكا ُنوا ي َْكفُر ب هايَا ه‬
‫ه‬
ِّ ‫َت َعلَي ِْه ُم‬
ْ ‫مِصْ رً ا َفاِنَّ لَ ُك ْم مَا سَ ا َ ْل ُت ْم َوض ُِرب‬
﴾٦١﴿ َ‫ك بِمَا عَ صَ ْوا َو َكا ُنوا يَعْ َت ُدون‬
ٍ َ‫الذلَّ ُة َو ْالمَسْ َك َن ُة َوبَاؤُ بِغَ ض‬
ِ ِ َ‫ُون‬
َ ِ‫ّللا َو َي ْق ُتلُونَ ال َّنبِ ٖ ٰينَ بِغَ ي ِْر ْالحَ ِّق هذل‬
ِٰ ‫ت‬
ْ ِ َ ِ ِ ٰ َ‫ب مِن‬
61 Yine bir zaman da demiştiniz ki: “Ey Musa! Biz tek çeşit yiyecekten bıktık: Rabbine yalvar da, bize yeryüzünün değişik ürünlerinden;
sebzesinden, acurundan,(107) sarımsağından,(108) mercimeğinden, soğanından versin! (Musa) şöyle cevaplamıştı: Hayırlı olanı, daha
değersiz ve aşağı olanla mı değişmek istiyorsunuz? Dönün Mısır’a,(109) istediklerinizin tümü orada sizi bekliyor!(110) İşte böylece onlara
alçaklık ve yoksulluk mührü vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar.(111) İşte bu, onların Allah’ın mesajını inkâr etmeleri ve
Peygamberlerini haksız yere öldürmeleri yüzünden oldu.(112) Bütün bunların asıl nedeni ise, isyankârlıkları ve taşkınlık yapmalarıydı.
(107) Hadislerde bir elde olgun hurma bir elde ğıssâ’, birlikte yenildiği belirtilir (Buhârî, Et’ime 39). Buna göre ğıssâ’ kabak değil acur
olmalıdır. Ebu Davud bir Mısır ğıssâ’sını ölçtüğünde tam 13 karış geldiğini söyler (Zekât 12). Bu da tercihimizi teyit eder. Acur gibi uzun
olan fakat daha kalın ve pütürsüz olan bitki ise dübba’ adını taşır ki, bu bir kabak türüdür ve genellikle pişirilerek yenir. Rasulullah’ın kabak
sevdiğini bildiren rivayetlerde de kelime ğıssâ’ olarak geçer.
(108) Veya: “buğdayından” (İbn Abbas). Tercihimiz fa’nın se’den münkalip olduğu görüşüne dayanır (Ferrâ).
(109) Veya: “şehire”, hatta belirsiz geldiği için “herhangi bir şehire”.
(110) Zımnen: Allah’ın lutfuyla kendilerini soykırımdan kurtarıp türlü nimetler veren Allah’a şükredecekleri yerde, “Hani bunun soğanı,
sarımsağı?” demeye başladılar.
(111) “Kesin taahhütlerini bozdukları için onları rahmetimizden dışladık.” (Mâide: 13) âyetinde olduğu gibi, lânetlenme belli eylemler ve
onları yapanlarla ilgilidir. Baştan sona bir ırkın tüm nesillerini kapsayan mânada lânetli kavim yoktur, ancak lânetli mantık vardır.
(112) Bu hakikat onların kitaplarında da yer alır. Nitekim, Kral Azyahu Amos’u katleder. Kral Minşa İşaya’nın kafasını testereyle kestirir.
Kral Ahab İlya’yı (İlyas) öldürtmek için çırpınır (İbn Hazm, el-Fisal, I, 191-294). Yahuda kralı Asa, Hanani peygamberi hapse atar (Tarihler
II, 16:1-14). Kral Ahab’ın öldürmek için aradığı İlyas Sina’ya saklanır (Krallar I, 19:1-10). Aynı kral Mikaya’yı hapseder (Krallar I, 22:2627). Zekeriyya halk tarafından taşlanır (Tarihler II, 24:20-21). Yeremya açlıktan ölsün diye yeraltı mahzenine hapsedilir (Yeremya 15:10,18).
Ve İsa şöyle seslenir: “Ey Kudüs! Gönderilen Peygamberleri öldüren, taşlayan Kudüs!” (Matta 13:37).
ٰ ‫َو َقالُوا قُلُو ُب َنا ُغ ْلفٌ َب ْل لَ َع َن ُه ُم ه‬
ً ٖ‫ّللا ُ ِب ُك ْف ِر ِه ْم َف َقل‬
﴾٨٨﴿ ‫ون‬
َ ‫يَل َما ي ُْؤمِ ُن‬
88 “Kâlplerimiz (bilgi ile) kaplıdır” dediler.(150) Aksine Allah, hakikati inkâr ettikleri için onları rahmetinden
dışlamıştır; baksanıza, ne kadar da azı inanıyor.(151)
(150) Nisâ 155’te de geçen kulûbuna ğulfun İbn Abbas’a göre “kâlplerimiz ilim ve hikmetle ağzına kadar
doludur” anlamına gelir. Aynı ibareyi “kâlplerimiz kılıflıdır, mühürlüdür, senin söylediklerinden etkilenmez”
şeklinde açıklayanlar, görüşlerine Fussilet 5’i delil olarak göstermişlerse de, Fussilet sûresi Mekkîdir ve adı
geçen âyetteki kulubuna fî ekinnetin (Kâlplerimiz örtüler içerisindedir) ifadesinin kendisine izafe edildiği
kimseler de Mekke müşrikleridir. Yahudilerin sözünde istiğna ve kibir, müşriklerin sözünde istihza ve alay
vardır. Yahudiler bilgi ve hikmete karınlarının tok olduğunu iddia ediyorlardı, müşrikler ise vahyin kendilerini
etkilemeyeceğini iddia ediyorlardı.
98
(151) Çevirimiz “onların çoğu iman etmezler” (Hûd: 17) türünden âyetlere dayanır. Bu durumda kalilen sıfatı
iman eden özneye ait olmuş olur.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 155 Aşağıdadır.)
‫َفبمَا َن ْق هم مٖ ي َثا َق ُهم و ُك ْفرهم ب هايَا ه‬
ٰ ‫اَل ْنبِيَا َء بِغَ ي ِْر حَ ٍّق َو َق ْول ِِه ْم قُلُو ُب َنا ُغ ْلفٌ َب ْل َطبَعَ ه‬
ً ‫ّللا ُ عَ لَ ْيهَا بِ ُك ْف ِر ِه ْم َف ََل ي ُْؤ ِم ُنونَ ا ََِّل َق‬
َ ْ ‫ّللا َو َق ْتل ِِه ُم‬
﴾١٤٤﴿ ‫لٖيَل‬
ِ ِ ِْ ِ َ ْ
ِٰ ‫ت‬
ْ ِ ِ‫ِ ض‬
155 İşte böylece, taahhütlerini çiğnedikleri Allah’ın mesajlarını reddettikleri, peygamberleri haksız yere öldürdükleri ve “Kâlplerimiz (bilgi
ile) kaplıdır!”(147) dedikleri için (onları cezalandırdık).(148) Bilakis Allah inkârlarından dolayı onların kalplerini mühürlemiştir(149) ve işte
onlar (bu nedenle) inanmazlar; çok azı müstesna.
(147) Bu ifadeyle ilgili bkz. Bakara: 88, not 6.
(148) Burada îmâ edilen “cezalandırma” 160. âyette açıkça zikredilmektedir.
(149) Zımnen: Elleriyle karartıp taşlaştırdıkları kalplerini suç delili olarak Hesap Günü önlerine koymak üzere mühürlemiştir.
(Nuzul 81 / Mushaf 41 : Fussilet 5 Aşağıdadır.)
﴾٤﴿ َ‫َو َقالُوا قُلُو ُب َنا فٖ ى اَ ِك َّن ٍة ِممَّا تَدْ عُو َنا ِالَ ْي ِه وَ فٖ ى ها َذانِ َنا وَ ْق ٌر َومِنْ َب ْينِ َنا َو َب ْينِكَ حِجَ ابٌ َفاعْ َم ْل ِا َّن َنا عَا ِملُون‬
5 Bir de dönüp derler ki: “Kalplerimiz bizi çağırdığın şeye kapalıdır, kulaklarımızda kurşun(8) vardır; dahası aramızda aşılmaz bir engel
vardır: şu halde sen (elinden geleni) yap, unutma ki biz de (elimizden ne geliyorsa onu) yapacağız!
(8) Lafzen: “ağırlık”. Kalbin “akıl” anlamına kullanıldığı hatırlanırsa, bu ibare aklın kapalı olma halini ifade etmektedir (bkz. İbn Aşur). Bu
durum şöyle de özetlenebilir: küfür önyargıdır. Önyargıya dayalı küfür, en zararlı akıl örtücüdür.
‫ه‬
ٖ‫ين َك َفرُوا َفلَمَّا َجا َء ُه ْم َما َع َرفُوا َك َفرُوا ِبه‬
َ ٖ‫ُون َعلَى الَّذ‬
َ ‫ُص ِّد ٌق ِل َما َم َع ُه ْم َو َكا ُنوا ِمنْ َق ْب ُل َيسْ َت ْف ِتح‬
َ ‫ّللا م‬
ِ ٰ ‫َولَمَّا َجا َء ُه ْم ِك َتابٌ ِمنْ عِ ْن ِد‬
‫ه‬
﴾٨٩﴿ ‫ين‬
َ ‫ّللا َعلَى ْال َكاف ِٖر‬
ِ ٰ ‫َفلَعْ َن ُة‬
89 Allah katından o (Yahudilere) hâlen sahip oldukları bilgiyi doğrulayan bir kitap geldiğinde;(152) -ki önceleri
inkâr edenlere (o kitap ve peygamberle) istikbalde galip gelecekleri (tehdidinde) bulunuyorlardı- işte böylesine
tanıdıkları o kitap kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler(153) Allah’ın lâneti inkârcıların üzerine olsun!(154)
(152) Kur’an’ın “kitap ehlinin hâlen sahip oldukları hakikati doğrulamasının” anlamı, indiği zamanda elde
bulunan Tevrat ve İncil’i tasdik etmesi değildir. Kaldı ki, Kur’an’ın indiği dönemde de Yahudi ve Hıristiyanların
ellerinde her birinin “en doğrusu budur, diğeri muteber değildir” dediği birden fazla kitap bulunuyordu. Kilisenin
onayladıklarına “kanonik”, reddettiklerine “apokrif” adı verilir. Bu durumda Kur’an’dan eldeki kanonik ve
apokrif Tevrat ve İncil’lerden hangisini tasdik etmesini bekleyebiliriz? şu hâlde, vahyin dile getirdiği kitap
ehlinin hâlen sahip oldukları hakikati doğrulama olayı, ilâhî mesajın zarfı olan metinlere değil, o metinlerin
mazrufu olan hakikate bir atıftır.
(153) Bu âyetin ilk muhataplarından Medine Yahudileri, komşuları olan bölge Araplarına yakında bir peygamber
geleceğini, kendilerinin gelmesi beklenen o peygamber sayesinde Araplara karşı üstünlük elde edeceklerini iddia
ediyorlardı. Hatta, Arabistan yarımadasında Medineli Arapların Rasulullah’ın davetine ilk icâbet eden toplum
olmasında Yahudilerin bu tehdidinin payı büyüktü (Taberî, Tefsir I, 455).
(154) Bu âyet Medine Yahudileri üzerinden herkese şunu söyler: Her toplum kendi geçmişini sırtında taşır: Ey
Muhammed ümmeti, öyle bir miras bırakın ki, onu gelecek nesiller boyunlarında bir zincir gibi değil,
göğüslerinde bir nişan gibi taşısınlar (Allah’ın lâneti için bkz. 61. âyet, not 11).
ٰ ‫ّللا ُ َب ْغيًا اَنْ ُي َن ِّز َل ه‬
ٰ ‫ِب ْئ َس َما ا ْش َت َر ْوا ِبهٖ اَ ْنفُ َس ُه ْم اَنْ َي ْكفُرُوا ِب َما اَ ْن َز َل ه‬
‫ب َع هلى‬
ٍ ‫ض‬
َ ‫ّللا ُ ِمنْ َفضْ لِهٖ َع هلى َمنْ َي َشا ُء ِمنْ عِ َبادِهٖ َف َباؤُ ِب َغ‬
﴾٩١﴿ ٌ‫ين َع َذابٌ م ُٖهين‬
ٍ ‫ض‬
َ ‫ب َول ِْل َكاف ِٖر‬
َ َ‫غ‬
90 Allah’ın indirdiği vahyi kulları arasından istediğine bahşetmesini kıskanmaları ve indirdiği vahyi inkâr ederek
kişiliklerini satmaları ne fena şey!(155) İşte bunun üzerine (dünyada) katmerli bir gazaba uğradılar: İnkâr
edenler için (ahrette de) alçaltıcı bir azap vardır.(156)
99
(155) Lafzen: “kendilerini satmaları..” Yahudileşen İsrâiloğlullarının, kendilerini zaten inandıkları değerlere
çağıran bir peygambere sırf kıskançlık ve ırkçılıkları yüzünden karşı çıkmaları ve onun getirdiği mesajı inkâr
etmeleri, vahiy tarafından “kişilik satma” olarak değerlendiriliyor.
(156) Lafzen: “gazap üstüne gazaba..” Bu ifade, “katmerli bir gazap” anlamına da, “gazap üstüne gazap”
anlamına da gelir. Yani, kişilik satma bir gazap, yabancılaşma ikinci gazaptır (krş. 74. âyet).
ٰ ‫َو ِا َذا قٖ ي َل لَ ُه ْم ها ِم ُنوا ِب َما اَ ْن َز َل ه‬
‫ون‬
َ ُ‫ُص ِّد ًقا لِ َما َم َع ُه ْم قُ ْل َفلِ َم َت ْق ُتل‬
َ ‫ُون ِب َما َو َرا َءهُ َوه َُو ْال َح ُّق م‬
َ ‫ّللاُ َقالُوا ُن ْؤمِنُ ِب َما ا ُ ْن ِز َل َعلَ ْي َنا َو َي ْكفُر‬
‫ه‬
﴾٩١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ّللا ِمنْ َق ْب ُل ِانْ ُك ْن ُت ْم م ُْؤمِن‬
ِ ٰ ‫اَ ْن ِب َيا َء‬
91 Kendilerine;


“Allah’ın indirdiğine inanın” denildiğinde,
“Biz sadece kendimize indirilene inanırız” derler.
Kendilerinde mevcut bir hakikati doğruladığı hâlde, daha sonra gelen her hakikati inkâr ederler. Onlara;

“Peki, eğer gerçekten inanmış idiyseniz daha önce Allah’ın (sizden olan) elçilerini niçin öldürdünüz?” diye
sor.(157)
(157) “Allah’ın indirdiğine inanın” denildiğinde verdikleri “biz kendimize indirilene inanırız” cevabı, aslında
onların kendilerine indirilen ilâhî mesaja Allah’tan geldiği için değil de İsrâiloğullarına geldiği için inandıklarını
gösterir. Samimi değillerdir. Çünkü bu inançta ölçü, mesajın kimden geldiği değil kime geldiğidir.
‫َولَ َق ْد َجا َء ُك ْم م ه‬
﴾٩٢﴿ ‫ُون‬
ِ ‫ُوسى ِب ْال َب ِّي َنا‬
َ ‫ت ُث َّم ا َّت َخ ْذ ُت ُم ْال ِعجْ َل ِمنْ َبعْ دِهٖ َواَ ْن ُت ْم َظالِم‬
92 Doğrusu Musa da size hakikatin apaçık belgeleriyle gelmişti. Ardından yine buzağıyı peydahlamıştınız ve siz
yine kendine kötülük edenlerden olmuştunuz.(158)
(158) Bu âyette Hz. Musa için geçen “hakikatin apaçık belgeleri” (beyyinât), 87. âyette Hz. İsa için kullanılmıştı.
Beyyinât, bir peygamberin getirdiği hakikatleri Allah’tan aldığına kanıt olarak gösterdiği her şeydir. Bu anlamda
beyyinat, adeta peygamberlerin peygamberliklerine dair ilâhî bir kimlik belgesidir.
100
ُّ ‫َوا ِْذ اَ َخ ْذ َنا ٖمي َثا َق ُك ْم َو َر َفعْ َنا َف ْو َق ُك ُم‬
‫وب ِه ُم ْال ِعجْ َل‬
َ ‫ور ُخ ُذوا َما ها َت ْي َنا ُك ْم ِبقُ َّو ٍة َواسْ َمعُوا َقالُوا َس ِمعْ َنا َو َع‬
َ ‫الط‬
ِ ُ‫ص ْي َنا َوا ُ ْش ِربُوا فٖ ى قُل‬
﴾٩٣﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ِب ُك ْف ِر ِه ْم قُ ْل ِب ْئ َس َما َياْ ُم ُر ُك ْم ِبهٖ اٖ ي َما ُن ُك ْم ِانْ ُك ْن ُت ْم م ُْؤمِن‬
93 Hani, bir zaman da (Sina) Dağı’nı üzerinize yükselterek sizden kesin söz almıştık:


“Size gönderdiğimiz mesajı hayata uygulayın ve
artık hakikati duyun!”
Buna karşın;

“İşittik ve itaât ettik/isyan ettik” dediler.(159)
Küfürleri sebebiyle buzağı (heykeli) gönüllerinde taht kurdu.(160) De ki onlara: Bozuk inancınız size ne fena
şeyler yaptırıyor? Eğer gerçekten inansaydınız (böyle yapmazdınız).(161)
(159) Onların tavrı, hem “itaât etme” hem de “isyan etme” anlamına gelen tevriyeli bir kelime ile ifade ediliyor
(‘Asâ’nın bu özelliği için bkz. Nisâ: 46, ayrıca krş. Âyet 104). Dilleriyle itaât edeceklerini söylerken,
kalplerinden tersini geçirmiş olmalılar. Bir yoruma göre onlar hâl diliyle bunu ifade etmişler, ilâhî mesajı
işittikleri hâlde onu uygulamayarak fiilen “uygulamayacağız” demişlerdir (Ebu Müslim’den: Râzî).
(160) Lafzen: “Buzağı kalplerine içirildi”. Metinde edilgen fiil kullanılması, tüm dikkatleri işin failine değil de
fiilin bizzat kendisine çekmek içindir.
(161) Aslında iman keşfedilmemiş defineye benzer. Onun sahibine yararı ancak keşfedilmesiyle mümkündür.
İmanın keşfi ise sahibini iyiye, doğruya ve güzele götürebilecek iktidara sahip olmasıyla kendini belli eder. İnanç
mücerret olarak her zaman sahibine yararlı bir unsur değildir. Sahibini kötü yola götüren inanç da vardır. Bu
nedenle asıl olan bir inanca sahibi olmak değil, sahibine doğruyu emreden bir inanca sahip olmaktır.
101
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 46 Aşağıdadır.)
ُ ‫ين َولَ ْو اَ َّن ُه ْم َقالُوا سَ مِعْ َنا َواَ َطعْ َنا َواسْ مَعْ َوا ْن‬
‫ظرْ َنا َل َكانَ َخيْرً ا لَهُ ْم‬
ِ ‫مِنَ الَّذٖ ينَ هَادُوا يُحَ رِّ فُونَ ْال َكلِ َم عَ نْ مَوَ اضِ عِهٖ َو َيقُولُونَ سَ مِعْ َنا َوعَ صَ ْي َنا َواسْ مَعْ غَ يْرَ مُسْ م ٍَع وَ رَ اعِ َنا لَ ًٰيا ِبا َ ْلسِ َنت ِِه ْم َو َطعْ ًنا فِى ال ٰٖد‬
ٰ ‫َواَ ْق َو َم َو هلـكِنْ لَعَ َن ُه ُم ه‬
ً ‫ّللاُ ِب ُك ْف ِر ِه ْم َف ََل ي ُْؤ ِم ُنونَ ا ََِّل َق‬
﴾٥٦﴿ ‫لٖيَل‬
46 Yahudileşenlerden kimileri sözleri bağlamlarından kopararak çarpıtırlar; “işittik ve sarıldık/reddettik”,(71) “dinle dinlenilmeyesi” ve
“ra‘inâ” derler, dillerini eğip bükerek ve dine hakaret kastıyla.(72) Eğer onlar “işittik ve itaat ettik”, “dinle” ve “unzurnâ”(73) deselerdi, bu
kendileri için daha yararlı ve daha dürüstçe bir davranış olurdu. Ne ki, hakikati inkâr ettikleri için Allah onları rahmetinden dışladı; gerçekten
de onlar, çok azı müstesna, inanmıyorlar.
(71) ‘Asâ, İbn Fâris’in de vurguladığı gibi birbirine zıt iki anlamı içeren bir kelimedir: Toplanmak veya ayrılmak, emre sarılmak veya isyan
etmek. Bu yüzden “toplanmaya” da “dağılmaya” da ‘asâ denilir (Mekâyîs ve Tâc). ‘Asayna diyenler, bu kelimeyi tevriyeye elverişli olduğu
için seçmiş olmalıdırlar ki, Kur’an dil oyununa müsait bu kelimenin yerine eta‘nâ’yı (itaat ettik) önerir (krş. Bakara: 93).
(72) Öyle görünüyor ki, burada sözleri bağlamlarından koparmaya “işittik ve reddettik”, “dinle dinlenilmeyesi” örnekleri, dillerini eğip
bükme ve dine hakaret kastına da “bize bak” anlamına gelen râ‘inâ’yı, dili eğerek “çobanımız” anlamına gelen ra‘înâ ya da “ahmaklık”
anlamına gelen ra‘ûnet köküne dayama örnekleri verilmektedir.
(73) Yukarda râ‘inâ’yı, burada onun yerine kullanılması önerilen unzurnâ’yı kelimeler üzerinden örnek verildiği için çevirmek yerine olduğu
gibi bırakmayı tercih ettik.
‫ه‬
‫ت لَ ُك ُم الدَّا ُر ْ ه‬
ْ ‫قُ ْل ِانْ َكا َن‬
﴾٩٥﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫صادِق‬
َ ‫اس َف َت َم َّنوُ ا ْال َم ْوتَ ِانْ ُك ْن ُت ْم‬
َ ِ‫ّللا َخال‬
ِ ٰ ‫اَلخ َِرةُ عِ ْن َد‬
ِ ‫ون ال َّن‬
ِ ‫ص ًة ِمنْ ُد‬
94 (Yine) onlara de ki: Allah katında, Âhiret yurdunun(162) insanlar arasında yalnızca size ait olduğu inancında
eğer samimiyseniz, hadi ölümü isteyin!(163)
(162) Dâr, insana barınak olan mekândır. Etrafı duvarlarla çevrili olduğu için dâr denmiştir. Kur’an’da hiç tek
başına gelmez, hep dâru’l-âhiret (âhiret yurdu), dâru’s-selam (mutluluk yurdu), dâru’lmuttakîn (muttakiler
yurdu), daru’l-fâsıkîn (âsiler yurdu), dâru’lbevâr (viran yurt), dâru’l-karar (son durak), ukbe’d-dâr ya da
âkıbetu’d- dâr (mutlu son), sûu’d-dâr (kötü son) gibi terkipler hâlinde kullanılır. Burada dâru’l-âhiret, dünya
hayatının zıddı anlamına “âhiret hayatı” olarak kullanılmıştır.
(163) Âyet 93 ile birlikte zımnen: Kalbinde altının taht kurduğu biri âhireti arzu eder mi? Hiç suçlu biri
yargılanmak ister mi?
َّ ‫ّللا ُ َعلٖ ي ٌم ِب‬
ٰ ‫يه ْم َو ه‬
ْ ‫َولَنْ َي َت َم َّن ْوهُ اَ َب ًدا ِب َما َق َّد َم‬
﴾٩٤﴿ ‫ين‬
َ ‫الظال ِٖم‬
ِ ‫ت اَي ْٖد‬
95 Fakat işledikleri kötülükler yüzünden onlar hiçbir zaman ölümü istemeyecekler;(164) Allah, kendi kendisine
kötülük yapanları çok iyi bilir.(165)
(164) Burada len ile geçerken Cuma 7’de lâ ile geçer. Bu fark, bu asılsız iddiayı ileri sürenlerin, 94. âyette
halisaten (yalnızca) kelimesiyle ifade edildiği gibi kesin konuşmalarına yine aynı kesinlikte verilen red
cevabıdır. Cuma sûresinde “Allah’ın dostları” olduklarını söylerken bu kadar kesin konuşmadıkları için orada
red cevabı te’kit ve te’bid ifade etmeyen la olumsuzluk edatıyla gelmiştir. Bima kaddemet eydihim (elleriyle
önceden yaptıkları eylemler yüzünden) ibaresi, gerçek anlamda bir “sabıka”ya delalet eder: Suç işlenmiş, lâkin
ne özür dilenmiş ne de yargılanıp cezalandırılmıştır. Tevbe etmediği için suçlu suçuna zımnen sahip çıkmıştır.
İşte bu ilâhî sicilde kayıtlı bir sabıkadır.
(165) Bu iki âyet, cennetin Yahudilere has olduğu yolundaki inanca göndermedir. Onların kolektif kibre dayalı
bu iddiasını 111. âyet dile getirir.
ْ‫ب اَن‬
ِ ‫ف َس َن ٍة َو َما ه َُو ِبم َُزحْ ِزحِهٖ م َِن ْال َع َذا‬
َ ‫ين اَ ْش َر ُكوا َي َو ُّد اَ َح ُد ُه ْم لَ ْو ُي َع َّم ُر اَ ْل‬
َ ‫اس َع هلى َح هيو ٍة َوم َِن الَّ ٖذ‬
َ ‫َولَ َت ِج َد َّن ُه ْم اَحْ َر‬
ِ ‫ص ال َّن‬
‫ه‬
ٰ
ُ
﴾٩٦﴿ ‫ون‬
ٖ ‫ُي َعم ََّر َوّللا ُ َب‬
َ ‫صي ٌر ِب َما َيعْ َمل‬
96 İnsanlar arasında, hayatın sadece bir türüne(166) karşı en çok ihtiras taşıyanlar olarak, onları bulursun; hatta,
Allah’tan başkasına ilâhlık yakıştıranlardan da daha fazla.(167)

Onlardan her biri ister ki bin yıl yaşasın. Tut ki bunca ömre sahip olsun; bu dâhi onu azaptan uzak tutamaz:
Zira Allah tüm yapıp ettiklerini görmektedir.(168)
102
(166) Yani: “yalnızca dünya hayatına..” Hayâtin’deki belirsizlik çeviriye “bir türü” şeklinde yansımıştır
(Bakara: 7).
(167) Şirk Allah’tan rol çalmaya kalkışmaktan öte insanın kendisine tanrı atamasıdır. Bu durumda, atayan âmir
atanan memur olmuştur.
(168) İlâhî esmadan olan Basîr, â’mâ’nın karşıtıdır. Kip olarak ismi faildir. Mübalağa ifade eder. Tam açılımı
şöyledir: Görmenin bütün anlamlarıyla, görülenin özüne nüfuz ederek, nitelik olarak derinliğine, nicelik olarak
tüm ayrıntı ve cüzlerine varana dek gören ve bu iş için zaman, mekân ve alete muhtaç olmayan Zât.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 7 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
‫َخ َت َم ه ٰ ه‬
﴾١﴿ ٌ‫ْصَار ِه ْم ِغ َش َاوةٌ َولَهُ ْم ع ََذابٌ عَ ٖظيم‬
ِ ‫ّللا ُ عَ لى قُلُوبِ ِه ْم َوعَلى سَمْ ع ِِه ْم َوعَ لى اَب‬
7 Allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur, gözleri üzerinde de bir tür(12) perde vardır; işte onlardır korkunç bir azabı
hak edenler.(13)
(12) Belirsiz gelmesi anlama “bir tür” olarak yansır (bkz. İtkân II, 291).
(13) Bu bölümde “kâfir” tipolojisi için sadece iki âyet ayrılırken, “münafık” için tam 13 âyet (8-20) ayrılmıştır.
‫ه‬
﴾٩١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ص ِّد ًقا لِ َما َبي َْن يَدَ ْي ِه َوه ًُدى َو ُب ْش هرى ل ِْلم ُْؤمِن‬
َ ‫ّللا ُم‬
ِ ٰ ‫ك ِبا ِْذ ِن‬
َ ‫ان َع ُد ًٰوا لِ ِجب ْٖري َل َف ِا َّن ُه َن َّزلَ ُه َع هلى َق ْل ِب‬
َ ‫قُ ْل َمنْ َك‬
97 (EY NEBİ!) De ki: “Kim Cibril’e(169) düşmansa, iyi bilsin ki o, hakikatten ellerinde kalanı doğrulayan, bir
rehber ve inananlar için de bir müjde(170) olan vahyi, senin kalbine(171) Allah’tan aldığı izin sayesinde
indirmiştir.(172)
(169) Cibrîl (Cebrail) Peygamberlere vahiy getiren melektir. Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında Gabriel
sözcüğüyle ifade edilir. Bu kelime “güçlü insan” anlamındaki geber ile “Tanrı” anlamındaki el kelimelerinin
birleşiminden oluşmuştur. Hz. Peygamber’in onunla olan ilişkisinin tartışılmaması istenir: “şimdi siz ne gördüğü
hususunda onunla tartışacak mısınız?” (Necm: 12).
Cebrail, insan idrakinin kavramaktan aciz olduğu aşkın hakikatlerden biri olan melekler âlemine ait bir varlıktır
ve bu alan iman alanıdır.
Kimi filozofların ve sûfilerin Cebrail’i Peygamberin zihni tasavvurlarının sembolik bir ifadesi olarak nitelemesi
naslarla çelişen hevai bir yorumdur. Eğer tevil edilmezse, Cebrail’in Hz. Lût, Hz. İbrahim ve Hz. Meryem’e
insan sûretinde göründüğü Kur’anî bir hakikattir (Hûd: 69,77; Hicr: 51, 68; Meryem: 17).
(170) Bu cümleyi, söz diziminde hiç tasarruf yapmadan çevirdik. Buna göre, Kur’an tüm insanlar için bir
rehber, insanlar arasından onun rehberliğini kabul edenler için de bir müjdedir.
(171) Hz. Peygamber’in kalbi vahyin iniş üssüdür. ‘Alâ edatı istîlâ içindir ve vahyin Hz. Peygamber’in kalbini
tamamıyla kuşattığı anlamını katar. O kalp bir güneş mesabesinde olan vahyin ışığını alıp insanlara yansıtan aya
benzer. Gün ışığı ayı bir yanıyla kaplarken vahyin ışığı Peygamber’in kalbini her yandan kaplar. Âyetteki “senin
kalbine” formu, Kur’an’ın kaynağının Hz. Peygamber değil, Allah olduğuna delalet eder.
(172) Zımnen: Aslında siz Cebrail’e düşman olmakla onu görevlendiren Allah’a düşmanlık ediyorsunuz. Zira
Cebrail’in Allah’tan aldığı mesajı kime götüreceğine kendisi değil Allah karar verir. O, sadece bir elçidir ve
elçiye zeval olmaz.
103
(Nuzul 70 / Mushaf 11 : Hud 69 Aşağıdadır.)
َ ِ‫سََل ٌم َفمَا لَب‬
َ ‫َت ُر ُسلُ َنا ِاب هْرهٖ ي َم ِب ْال ُب ْش هرى َقالُوا سَ ََلمًا َقا َل‬
ْ ‫َولَقَدْ جَ اء‬
﴾٦٩﴿ ‫ث اَنْ جَا َء ِبعِجْ ٍل حَ نٖ ي ٍذ‬
69 VE doğrusu elçilerimiz İbrahim’e bir muştu getirdiler ve “Selam sana!” dediler. O da “Selam size!” diye mukabele etti ve çok geçmeden
önlerine kebap yapılmış bir buzağı çıkardı.(83)
(83) Krş. Zâriyât: 28. Kur’an’ın çift kutuplu yapısı gereği bu pasajda müjde ve belâ yan yana. Adeta “her zorlukla birlikte b ir kolaylık var
idi” (şerh: 5) âyetinin hayattaki delili gibi.
(Nuzul 70 / Mushaf 11 : Hud 77 Aşağıdadır.)
ً ُ ‫َت ُر ُسلُ َنا ل‬
ْ ‫َولَمَّا جَ اء‬
﴾١١﴿ ٌ‫َصيب‬
ٖ ‫وطا ٖسى َء ِب ِه ْم وَ ضَ اقَ ِب ِه ْم َذرْ عًا َو َقا َل هه َـذا ي َْو ٌم ع‬
77 Ve elçilerimiz Lût’a gelince,(90) onları korumaya güç yetiremeyeceğini(91) düşünerek derin bir endişeye kapıldı ve “Bugün belâlı bir gün
olacak!” dedi.
(90) “Soydaşları” nitelemesinin neden olmadığıyla ilgili bkz. Âyet 61, not 5.
(91) Ve dâka bihim zer‘an: Türkçe’deki karşılığı “eli ermedi, gücü yetmedi” olan bir deyim.
(Nuzul 72 / Mushaf 15 : Hicr 51 Aşağıdadır.)
﴾٤١﴿ ‫ف ِاب هْرهٖ ي َم‬
ِ ‫َو َن ِّب ْئ ُه ْم عَ نْ ضَ ْي‬
51 ONLARA İbrahim’in konuklarından(36) da haber ver:
(36) Hz. İbrahim’in çok özel konukları için bkz. Hûd: 69-76; Zâriyât: 24. (Krş. Eski Ahid, Yaradılış 18.)
(Nuzul 72 / Mushaf 15 : Hicr 68 Aşağıdadır.)
﴾٦٨﴿ ‫ُون‬
َ ‫َقا َل اِنَّ ههؤُ ََل ِء ضَ يْفٖ ى َف ََل َت ْف‬
ِ ‫ضح‬
68 (Lût) dedi ki: “Bakın, onlar benim konuklarımdır! Sakın bir rezalet çıkarayım demeyin!
(Nuzul 43 / Mushaf 19 : Meryem 17 Aşağıdadır.)
َ ‫ت مِنْ ُدون ِِه ْم حِجَ ابًا َفاَرْ سَ ْل َنا ِالَ ْيهَا رُوحَ َنا َف َتم ََّث َل لَهَا َب‬
ْ ‫َفا َّت َخ َذ‬
﴾١١﴿ ‫شرً ا سَ ِو ًٰيا‬
17 Olabildiğince kendini onlardan uzak tutup sakınıyordu; hal böyleyken ona vahiy meleğimizi gönderdik;(26) öyle ki, o ona eli yüzü
düzgün bir insan sûretinde göründü.
(26) Rûh’un “vahiy” anlamı için bkz. Nahl: 2, not 5. Ayrıca rûh “vahyin kaynağı” anlamına da kullanılır (bkz. İsra: 85). Burada ve daha
başka yerlerde “rûhumuz” ifadesi, vahye ya da hayat soluğuna aracılık yapan “meleğe” işaret etmektedir. Ebu Müslim’e göre buradaki ruh
Meryem’in rahmindeki ceninin canıdır (nkl. Râzî). Ancak, âyetin devamı bu görüşü teyit etmez.
ٰ
‫ه‬
﴾٩٨﴿ ‫ين‬
َ ‫ّللا َع ُد ٌّو ل ِْل َكاف ِٖر‬
ِ ‫ان َع ُد ًٰوا ِ ه‬
َ ‫َمنْ َك‬
َ ٰ َّ‫ّلل َو َم هل ِئ َكتِهٖ َو ُر ُسلِهٖ َو ِجب ْٖري َل َو ٖمي َكا َل َفاِن‬
98 Allah’a, meleklerine, Cebrail ve Mikail(173) de dahil elçilerine düşman olan herkes unutmasın ki, elbet Allah
da böylesi kâfirlerin düşmanıdır.(174)
(173) Mikail ismi de Cebrail gibi Sami dil ailesine mensuptur. Kur’an’da olduğu gibi Tevrat ve İncil’de de
meleklerden biri olarak yer alır. Kur’an’da geçtiği tek yer bu âyettir. Bazı hadislerde dört büyük melekten biri
olarak geçer.
(174) Onlar Allah’ın peygamberlerini ve kitaplarını ayrıma tabi tuttukları gibi meleklerini de ayrıma tabi tuttular
ve Cebrail’i kara haberlerin muhabiri, Mikail’i de ak haberlerin muhabiri ilan ettiler. Birincisine düşman
ikincisine dost olduklarını söylediler. Bakara 62 ve Mâide 69, bu âyet ışığında anlaşılmalıdır. Allah’a imanın
makbul olabilmesi için Allah’ın tüm elçilerine ve tüm mesajlarına eksiksiz iman şarttır (krş. Bakara: 62).
104
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 62 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫اّلل َو ْالي َْوم ْ ه‬
‫اِنَّ الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا وَ الَّذٖ ينَ هَادُوا َوال َّن ه‬
﴾٦٢﴿ َ‫اَلخ ِِر َوعَ ِم َل صَالِحًا َفلَ ُه ْم اَجْ ُر ُه ْم عِ ْن َد رَ ب ِِّه ْم َو ََل َخ ْوفٌ عَ لَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم يَحْ َز ُنون‬
ِ ٰ ‫َّاب ٖپينَ مَنْ هامَنَ ِب‬
ِ ‫صَارى َوالص‬
ِ
62 Hiç kuşkusuz bu kitaba inanan kimselerden, Yahudileşen kimselerden,(113) Hıristiyanlardan ve Sabiîlerden(114) her kim Allah’a ve
âhiret gününe inanır, ıslah edici iyilik işlerse, işte onlar için Rableri katında yaptıklarının karşılığı vardır.(115) Onlar gelecekten endişe
etmeyecek, geçmişten dolayı da üzüntü duymayacaklar.(116)
(113) Ellezîne hâdû formuyla gelen ibareleri, el-Yehûd ya da Yehûdiyyen ile eşitleyip “Yahudiler” şeklinde çevirmek gramatik açıdan
isabetli değildir. Nisâ 46, Mâide 41, 44, 69, En’âm 146, Nahl 118 ve daha başka âyetler buradaki formun aynısıyla gelir.
Müfessirler şu notu düşerler: Ellezîne hâdû demek “yahudileşenler” (tehevvedû) demektir (Râzî, Mefatîh XXX, 7).
Lügatler tehevvedû fiilini sâra yehûdiyyen (yani: sonradan Yahûdî olanlar) şeklinde açıklar (Muhtaru’s-Sıhah). Bunun en doğru tercümesi
“yahudileşti” dir. Ünlü “Her çocuk fıtrat üzere doğar, onu anne-babası yahudileştirir” hadisinde kullanılan fiil yuhevvidanihi’dir (Buhârî,
Cenaiz 29:91; Müslim, Kader 6).
Ellezine hâdû formu, önceden Müslüman olan İsrailoğulları’nın “yahudileştiklerini” vurgulama amacı taşır. Çevirimizin gerekçesi budur
(bkz. En’âm: 146).
(114) Sabiîler için bkz. Mâide: 69 ve Hac: 17. Bunların tümü de Medine’de inen âyetlerdir.
Müşriklerin Hz. Peygamber’e ve mü’minlere “dönek” anlamına “sâbiî” dedikleri hadis kaynaklarında kayıtlıdır (Buhârî, Menakıb 3).
Gerçekte Sâbiî Arapça değil, bu dine mensup olanların konuştuğu ve Aramca’nın bir diyalekti olan Mandence’dir. “Suya dalmak”, “vaftiz
olmak” ya da “boy abdesti almak” anlamına gelen sabaa’dan türetilmiş bir isimdir ve Sabiîler’e komşuları tarafından verilmiştir. Burada
kastedilen Harran ve Mezopotamya kökenli gnostiklerdir. Peygambere ihtiyaç olmadığını düşünüyorlar, yıldızlara akıl ve irade
atfediyorlardı.
(115) Lehum ecruhum’daki zamirler çoğul değil de âmene fiilindeki tekil özneye uyarak lehu ecruhu şeklinde tekil gelmesi gerekmez miydi?
Bu sorunun cevabı bellidir: men, ism-i mübhem olarak hepsi için de kullanılır.
(116) Bu âyet benzeri olan Mâide 69. âyetle birlikte, 136. âyet ışığında anlaşılmalıdır. Bakara’da Hıristiyanların Sabiîlerden öne alınması,
inanç açısından Hıristiyanlığın Sabiîlikten daha öncelikli olmasıyla, Hac ve Mâide’de Sabiîliğin önce gelmesi ise, zaman açısından
Hıristiyanlıktan önce oluşuyla açıklanmıştır. (Besâir I, 144)
Kur’an hiçbir inancı ve mensuplarını sırf mensubiyetten dolayı ne toptan mahkûm eder ne de aklar (bkz. Âl-i İmran: 112; Mâide: 66- 68;
A’râf: 159, 169,170,181; Hadîd: 28).
Kitap ehline mensup oldukları hâlde doğrudan kâfir olan zümreleri açıkça vurgular (Nisâ: 150; Mâide: 71; Mâide: 73). Kur’an’a göre Allah’a
iman O’nun indirdiği ilâhî mesajların tümüne ve o mesajları gönderdiği Peygamberlerin tümüne iman etmeyi içerir (bkz. Bakara: 136).
Bu içeriğiyle Allah’a iman eden, âhirete iman eden ve sâlih amel işleyen (bkz. Bakara: 25) herkes kurtuluşa erecektir.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 69 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫اّلل وَ ْالي َْوم ْ ه‬
‫اِنَّ الَّذٖ ينَ ها َم ُنواَوَ الَّذٖ ينَََهَادوا َوالصَّابِؤُ نَ َوال َّن ه‬
﴾٦٩﴿ َ‫اَلخ ِِر وعَ ِم َل صَالِحً ا َف ََل َخ ْوفٌ عَ لَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم يَحْ َز ُنون‬
ِ ٰ ِ‫صَارى مَنْ هامَنَ ب‬
ِ
69 Çünkü (bu mesaja) inanan kimseler, Yahudileşen kimseler, Sabiiler ve Hıristiyanlardan, Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanan, ıslah edici
iyi işler işleyen hiç kimse, gelecekten endişe ve geçmişten dolayı üzüntü duymayacaktır.(80)
(80) Krş. Bakara: 62, not 4. Kur’an’ın çağrısı, isimlere mensubiyet değil Allah’a teslimiyettir.
﴾٩٩﴿ ‫ون‬
ٍ ‫ت َب ِّي َنا‬
ٍ ‫ك ها َيا‬
َ ُ‫ت َو َما َي ْكفُ ُر ِب َها ا ََِّل ْال َفاسِ ق‬
َ ‫َولَ َق ْد اَ ْن َز ْل َنا ِالَ ْي‬
99 Doğrusu biz sana hakikatin apaçık belgelerini indirdik: yoldan sapmış olanlardan başkası bunları inkâr
edemez.(175)
(175) Kişiyi yoldan çıkaran her günah fısk’tır. O günahta ısrar sahibini fâsık yapar.
ٌ ‫اَ َو ُكلَّ َما َعا َه ُدوا َع ْه ًدا َن َب َذهُ َف ٖر‬
﴾١١١﴿ ‫ون‬
َ ‫يق ِم ْن ُه ْم َب ْل اَ ْك َث ُر ُه ْم ََل ي ُْؤ ِم ُن‬
100 Ne yani, her söz verişlerinde onlardan bir kısmı bu sözden dönmedi mi? Maalesef onların çoğu güven
duygusundan yoksun kalmışlardır.(176)
105
(176) Firuzabadî, lâ yu’minûn’un “iman etmez” yanında ahlâkî karşılığı olan “güvenmez/güven vermez”
anlamına dikkat çeker (Besâir). Bu âyette Yahudilerin kendilerine indirilen ilâhî kelama dâhi güvenmedikleri
îmâ edilmektedir.
‫ه‬
‫ه‬
ُ
ٌ ‫ص ِّد ٌق لِ َما َم َع ُه ْم َن َب َذ َف ٖر‬
‫ُون‬
َ ‫ُور ِه ْم َكا َ َّن ُه ْم ََل َيعْ لَم‬
ِ ٰ ‫اب‬
َ ‫اب ِك َت‬
َ ‫ين اُو ُتوا ْال ِك َت‬
َ ‫يق م َِن الَّ ٖذ‬
َ ‫ّللا ُم‬
ِ ٰ ‫َولَمَّا َجا َء ُه ْم َرسُو ٌل ِمنْ عِ ْن ِد‬
ِ ‫ّللا َو َرا َء ظه‬
﴾١١١﴿
101 Onlara Allah katından ellerindeki hakikati doğrulayan bir elçi gelince, kendilerine kitap verilenlerden bir
kısmı, sanki gerçeği bilmiyorlarmış gibi(177) Allah’ın kitabına sırt döndüler;(178)
(177) Onların bildikleri “gerçek”ten kasıt, gelmesi beklenen “o Peygamber”dir (bkz. Bakara: 76).
(178) Bir sonraki âyet ışığında: onların sırt döndüğü ilâhî kelam Tevrat’tı. Bu âyetin anlamını şöyle
toparlayabiliriz: Onlar, haberini Tevrat’tan aldıkları bir Peygamberi zaten beklemekteydiler. O Peygamber kendi
ırklarından değil de Araplardan çıkageldi. Üstelik onlara gönderilen Tevrat’ı, onu getiren peygamberi, onların
kıblesi Kudüs’ü onayladı. Buna rağmen Hz. Muhammed’i ve ona gelen vahyi reddettiler. İşin garibi bununla da
yetinmeyip, kendilerine gelecek peygamberi haber veren Tevrat’a da küsüp sırt döndüler.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 76 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ض َقالُوا اَ ُتحَ د ُِّثو َن ُه ْم بِمَا َف َتحَ ه‬
﴾١٦﴿ َ‫ّللا ُ عَ لَ ْي ُك ْم لِيُحَ اجُّو ُك ْم بِهٖ عِ ْن َد رَ ِّب ُك ْم اَ َف ََل َتعْ قِلُون‬
ُ ْ‫َوا َِذا لَقُوا الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َقالُوا ها َم َّنا َوا َِذا َخ ََل بَع‬
ٍ ْ‫ض ُه ْم ا هِلى بَع‬
76 Onlar, îman edenlerle buluştuklarında “îman ettik” derler, birbirleriyle baş başa kaldıklarındaysa (akıl hocaları, “îman ettik” diyenlere)
“Rabbinizin katında size karşı bir koz olarak kullansınlar diye mi Allah’ın size açtığı şeyi onlara haber veriyorsunuz? Bu kadarını
düşünemiyor musunuz?” derler.(136)
(136) “İman ettik” diyenler saf ve samimi kimi Yahudiler, onları paylayanlarsa haset ve inatçı Yahudi liderleriydi. Birinciler hakikati itiraf
etmiş olsalar gerek ki, akıl hocaları mü’minlerin eline koz vermemeleri konusunda onları uyarıyordu. Allah’ın İsrâiloğullarına açtığı sır, hiç
kuşkusuz Hz. Muhammed’in Peygamberliğiydi (Tekvin, 21:21; Tesniye, 18:15 ve 18; Ahzab: 2). Bu âyet, Medine Yahudilerinin sadece
inkârcı değil aynı zamanda ikiyüzlü olduklarını da gösterir. Çünkü 14. âyet aynı davranışı münafıklara nisbet eder. Sûrenin 8-20. âyetlerinde
sözü edilen münafıklarla bu âyettekilerin aynı olması da muhtemeldir.
‫اس السِّحْ َر َو َما ا ُ ْن ِز َل َع َلى‬
ٖ ‫اطينُ َع هلى م ُْلكِ ُسلَي هْم َن َو َما َك َف َر ُسلَي هْمنُ َو هلـكِنَّ ال َّش َي‬
ٖ ‫َوا َّت َبعُوا َما َت ْتلُوا ال َّش َي‬
َ ‫ُون ال َّن‬
َ ‫ين َك َفرُوا ُي َعلِّم‬
َ ‫اط‬
‫ه‬
ٌ
ِّ
َّ
ْ
ْ
ْ
ُ
ُ
ُ
َ
َّ
َ
ٰ
‫ون ِبهٖ َبي َْن‬
َ ‫ُون ِمن ُه َما َما ُي َفرِّ ق‬
َ ‫ان ِمنْ اَ َح ٍد َحتى َيقوَل ِان َما َنحْ نُ ِفت َنة َفَل َتكفرْ َف َي َت َعلم‬
ِ ‫ْن ِب َب ِاب َل َهارُوتَ َو َمارُوتَ َو َما ُي َعل َم‬
ِ ‫ْال َملَ َكي‬
‫ه‬
‫ُون َما َيضُرُّ ُه ْم َو ََل َي ْن َف ُع ُه ْم َولَ َق ْد َعلِمُوا لَ َم ِن ا ْش َت هري ُه َما لَ ُه فِى‬
َ ‫ّللا َو َي َت َعلَّم‬
ِ ٰ ‫ين ِبهٖ ِمنْ اَ َح ٍد ا ََِّل ِبا ِْذ ِن‬
َ ‫ضا ٖ ٰر‬
َ ‫ْال َمرْ ِء َو َز ْو ِجهٖ َو َما ُه ْم ِب‬
‫ه‬
ْ
ْ
ْ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
﴾١١٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫س َما ش َر ْوا ِبهٖ اَنف َس ُه ْم ل ْو كانوا َيعْ لم‬
َ ‫اَلخ َِر ِة ِمنْ خَل ٍق َول ِبئ‬
102 Ve onlar(179) tutup Süleyman’ın yönetimi sırasında (o dönemin) şeytanlarının(180) uydurduğu yalan ve
desiselerin peşine takıldılar.(181)
Oysa ki Süleyman küfre sapıp nankörlük yapmadı, aksine o(na düzen kuran) şeytanlar küfre sapıp nankörlük
yaptılar(182) insanlara sihri öğrettiler. (183)
Yine (Medine Yahudileri) Babilli iki güç sahibine; Harut ve Marut’a(184) verileni izlediklerini (iddia
ettiler).(185)
Oysa o ikisi “Baksanıza biz (Babil esaretiyle) sınanmaktayız, sakın küfre sapma(yın)!” demedikçe hiç kimseye
bir şey öğretmiyorlardı. Fakat (Babil’deki düzenbazlar) bu ikiliden kişi ile eşinin arasını açacak şeyler
öğreniyorlardı.(186)
Ne var ki o (Babilli düzenbazlar), Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezlerdi; ama yine de zarar verip
yarar sağlamayan şeyler öğreniyorlardı.(187)
Doğrusu onlar, bu türden bir alışverişe giren kimsenin âhirette eli boş kalacağını çok iyi biliyorlardı. Kişiliklerini
sattıkları şey ne fenadır; keşke bunu olsun bilebilselerdi.(188)
106
(179) Yani: Medine Yahudileri.
(180) Taberî mülk’ü “dönem, devir” anlamına gelen ahd’le açıklar.
Burada Kur’an,





Sihirle uğraşan,
Daha doğrusu insanları büyüleyen ve
Onları gerçekten koparıp bir hayalin,
Bir illüzyonun ya da
Sanal bir hayatın peşine takan kimseleri şeytan olarak nitelendirmektedir.
En’âm (112) ve Nâs (6) sûrelerinde de geçtiği gibi “şeytan” ismi hem şeytanlaşan cinler, hem de şeytanlaşan
insanlar için kulanılır.
Buradakiler insan şeytanlarıdır. Zira hem âyette bunların insanlara öğrettikleri ve dolayısıyla insanlarla haşırneşir oldukları, hem de kâfir oldukları ifade ediliyor. Eğer cin şeytanı olsaydı, onlar zaten kâfir olduğu için böyle
bir vurguya gerek kalmazdı. Bu sûrenin 14. âyetinde de ikiyüzlülük yapan Medine ileri gelenleri için “şeytanlar”
ifadesi kullanılmıştı. Hz. Süleyman’ın Peygamber değil büyücü olduğu iftirasını Medine’deki Yahudiler
dillendiriyordu.
(181) Tetlû fiili;


‘alâ edatıyla gelirse “biri adına yalan uydurmak”,
‘an ile gelirse “birinin sözünü doğru nakletmek” vurgusu taşır (Kasımî).
Türkçe’de de “okumak”, “atmak, sıkmak, kesmek” mânasında kullanılır. Şeytanlaşan birtakım insanların
uydurdukları bu sihirler sonradan Kabala (Gelenek) adı verilen külliyatın çekirdeğini oluşturdu. Tevrat’a sırt
çeviren Yahudiler Kabala’ya yapıştılar. Hayatı gizem, gizemi büyü hâline getirdiler. Krallar döneminde
büyücülüğün ne kadar yaygın olduğu Eski Ahid’in Daniel, Mezmurlar veYeremya kitaplarından anlaşılır.
İsrâiloğulları büyü ve büyücülükle, Mısır’dayken 5. ve 6. Hanedanlar döneminde tanışmışlardı. Halbuki Eski
Ahid büyüyü şiddetle yasaklıyordu (Çıkış 22:18; Levililer 19:26, 31; 20:27 vd.) Büyü yasağı aynı sertlikte
Talmud’da, özellikle de Mişna’da yer alır. Mişna’da büyü, puta tapıcılıkla bir tutulur.
(182) Hz. Süleyman’ın putlara taptığı iftirasını her nasılsa kitaplarına bile geçirmişlerdi (Krallar I, 11:5-9). Bizce
onların Hz. Süleyman’ı tekfir etmeleri için putlara tapma hikayesine ihtiyaç yok. Çünkü, bir üstteki notta da
alıntıladığımız gibi Eski Ahid ve Talmud’da sihir şiddetle yasaklanmış, bu işle uğraşmak puta tapmakla eşit
sayılmıştır. Hz. Süleyman’ın putlara taptığı hikayesinin aslı, onun sihirbaz olarak görülmesidir. Yöneticiliğini
yaptığı İsrâiloğulları onun yönetimi sırasında ülkelerinin siyasette, sanatta, ilimde ve hikmette ulaştığı noktaya
sihir sayesinde ulaştığını düşünüyorlardı. Medine Yahudileri “Muhammed’in işine bakın! Doğruyu yanlışı
birbirine karıştırıyor. Süleyman’ı Peygamberler arasında anıyor. Oysa ki o rüzgara binen bir büyücüydü”
demişlerdi. Burada Kur’an sihri açıkça “küfür/gerçeği örtme” olarak nitelendiriyor.
(183) Bu bağlamda sihir, nüzûl sebebine uygun olarak “komplo, düzen, tuzak” şeklinde anlaşılmalıdır (bkz.
Müddessir: 24).
Taberî Tarih’inde bu âyeti açıklayan bir bilgi yer alır: II. Kuruş (Chosroes), Hz. Peygamber’den İslâm’a davet
mektubu aldığında, o zaman Pers eyaleti olan Yemen yöneticisi Bâzân’dan Hz. Peygamber’i zincire vurarak Pers
sarayına göndermesini ister. Bâzân, bunun için iki adamını yollar. Komplo tam gerçekleşecekken, Hz.
Peygamber onlara öz oğlunun Kuruş’u öldürdüğü haberini verir. Haberi doğrulatan komplocular eli boş dönerler
(Tarih, Beyrut 1407, II, 655-656, Kahire, 1987).
Bu açıklayıcı rivayeti sihrin sözlük tarifi desteklemektedir: “Hile, desise, aldatma, görüldüğü gibi olduğu
zannedilen, fakat aslının hiç de öyle olmadığı şey”.
Lügatte sihrin aslı şöyle tarif edilir: “Bir şeyi gerçekte olduğundan farklı göstermek” (Mekâyîs ve Lisân).
Sihrin en büyük etkisi irade ve akıl üzerindedir.
107
İrade ve aklın ruhtan kaynaklanan iki kuvvet olduğu düşünülürse, sihrin ruhun gücünü kırmayı amaçlayan bir
sabotaj girişimi olduğu sonucuna varılır.
Bu özelliğiyle sihir;




Aklı iptal eder,
Fikri karıştırır,
Duyguları kirletir,
Kalbi çeler.
Sihrin etkisiyle insanın irade gücü ters orantılıdır. Gizli bir amaca hizmet eden her hilekârca aldatma sihrin
tanımına dahildir.
Hem bu âyet hem sihrin objektif gerçekliği, Tâhâ 69 ve Furkan 8 ışığında anlaşılmalıdır. Kur’an’da sihrin
insana, onu iptalin ise Allah’a nisbet edilmesi hayli anlamlıdır (A’râf: 118).
(184) Veya: “iki melek”; ya da: “Melek gibi iki adam”. İbn Abbas, buradaki “melek”i “melik” (kral, yönetici,
önde gelen) olarak okumuştur. Ondan ayrı olarak Hasan Basri, Said b. Cübeyr, Zührî, Dahhak ve daha başkaları
da Hârût ve Mârût’un melek değil “melik/kral” olduğuna inanmış ve böyle okumuşlardır (Râzî; İbn Kesir; İbn
Cevzî).
Hârût ve Mârût isim olmaktan çok vasıf olabilir.
Hârût’un türetildiği kök olan harata “harap etti, tahrip etti” anlamına gelir.
Mârût’un türetildiği marata ise “son verdi, bozdu” demektir.
O hâlde Hârût “harap eden”, Mârût “bozan” anlamına gelir.
Bu konudaki mesnetsiz yorumları reddeden İbn Aşur, Hârût ve Mârût kelimesinin Arapça’ya Keldanice’den
geçmiş iki isim olduğunu söyler. Hârût, “ay” anlamına gelen haruka’nın, Mârût Müşteri yıldızının
Arapçalaşmışıdır. Birincisi dişiliğin sembolü, ikincisi erkekliğin sembolüdür. Birincisi dünya üzerinde en çok
etkili olan gök cismi, ikincisi gezegenlerin en yücesidir. Keldaniler gök cisimlerine tapmakta, ölen sâlih kişilerin
göğe yükselip ışık saçtığına inanmaktadırlar. Onlara göre bu iki gök cismi, bir zamanlar yaşamış olan sâlih ve
kutsal kişilerdir. Sihri de bunların icat ettiğine inanmaktadırlar.
(185) Veya mâ’ların olumsuzluk anlamıyla: “..Babil’de Hârût ve Mârût adlı iki meleğe bir şey indirilmemişti;
dolayısıyla o ikisi hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı ki, “Biz sadece sınav aracıyız, sakın ha buna uyup da
küfre düşme!” desinler de, onlar da o ikisinden kişiyle eşinin arasını açacak bir şeyler öğrensinler.” İbn Abbas
da, ve mâ unzile’deki mâ’ya olumsuzluk anlamı verir. Fakat bu tercih bağlamla uyumlu değildir.
(186) Erkek ile kadının arasını ayırma, Hz. Süleyman’a karşı düzen kuran bu örgütün kapılarını yalnızca
erkeklere açıp kadınlara kapatması şeklinde de anlaşılabilir.
(187) Veya mâ’ya olumsuzluk anlamı vererek: “ama yine de ne zarar ne de yarar sağlayan şeyler..” İşte sihir,
komplo, suikast vb. gibi düzenbazlıkların gerçek mahiyetini bu uzun cümle vurgulamaktadır. “Allah’ın izni”
istisnası, Kur’an mesajının belkemiğini teşkil eden tevhide ilişkin bir uyarıdır. Bir mü’min hiç bir görünür ve
görünmez varlıkta bizatihi güç vehmedemez. İnsanın Rabbi de, tüm varlıkların Rabbi de Allah’tır. Sihri küfürle
eş değer kılan şey, insanların onda bizatihi bir güç vehmetmeleridir.
Bir üstteki cümleyle bu cümle arasında gerçekte hiçbir çelişki yoktur. Kişi ile eşinin arasını açan, sihrin bizzat
kendisinden kaynaklanan bir güç değil, sihre muhatap olan kimse ya da kimselerin cehalet, zayıf kişilik ve
vehimlerinden kaynaklanan zaaflarıdır. Bununla elbette görünen ve görünmeyen varlıkların insan psikolojisi
üzerindeki, hatta insan bedeni üzerindeki etkilerini yok sayıyor değiliz. Bu etkileri en güzel izah eden durum
psikosomatik hastalıklardır. Kökü psikolojik olduğu hâlde fiziki olarak bedende tezahür ederler. Sihrin dünya ve
âhireti yıkan bir şey olmasının temelinde, insandaki gerçeklik algısını bozması yatar.
(188) Yahudiler de Babil kralı Nabukadnazar’ın esaretindeyken gizli örgüt kurdular. Âyetteki “melek gibi”
kişiler (ki bunlar şeytanlaşan insanların karşıt kutbunu oluşturur) Eski Ahid’e göre Haggai ve İddo’nun oğlu
108
Zekeriyya’dır (Ezra, 5:1). Bu kutsal kişiler örgüte üyeliği erkeklerle sınırlandırdılar. Yeni üyelere, yaşadıkları
durumun ilâhî bir sınav olduğunu, asla inkâra sapmamalarını öğütlediler. Med ve Pers kralı Cyrus iktidara
geldiğinde, İsrâiloğulları onunla gizli bir anlaşma yaptılar. Kendileri Cyrus’un Babil’i fethini kolaylaştıracaklar,
bu hizmetlerinin karşılığında ise Cyrus Yahudilerin Filistin’e dönmelerini sağlayacak ve yerle bir edilen
Süleyman Mabedi’nin yapımına da destek verecekti. Sonuçta bu gerçekleşti. Âyet, Hz. Peygamber’e karşı o gün
putperest Pers kralıyla iş tutan Medine Yahudilerine, hasetliklerinden içine düştükleri yaman çelişkiyi bile fark
edemedikleri imasında bulunmaktadır. Bu bir putperest düşmana karşı yapılmış bir örgütlenme değil, tıpkı Babil
sürgünüyle neticelenen kayıp yüzyılların başlangıcı olan Hz. Süleyman’a karşı yapılmış komplo gibidir. Hz.
Süleyman’ın iktidarını devirmek için gizli teşkilat kurup komplo hazırlayanlar onu büyücü ilan ettiler (I Krallar,
11: 14, 23,26, 29-32). Zira ona karşı komploları başarısız oldu. Kur’an onların Hz. Süleyman’a olan iftiralarını
bu âyetle reddetti. Onlar bu iftira ve komploların bedelini çok ağır ödediler. Hz. Süleyman’dan sonra devlet hızla
parçalandı, İbranî milleti bölündü, birbirine düştü ve bu tefrika ünlü Babil sürgünüyle sonuçlandı. Sözün özü
âyet, Hz. Peygamber’e ihanet eden Yahudileri, Hz. Süleyman’a ihanet eden Yahudilere benzetir ve tehdit eder:
Onlar kaybetti, siz de kaybedeceksiniz. Nitekim öyle de olmuştur.
109
Hz süleyman’ın Yaşadığı Yerler
Hz süleyman’ın Yaşadığı Yerler
110
Hz Süleyman’ın Yaşadığı Yerler
111
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 112 Aşağıdadır.)
﴾١١٢﴿ َ‫ض ُز ْخرُفَ ْال َق ْو ِل ُغرُورً ا َولَ ْو َشا َء رَ بُّكَ مَا َفعَ لُوهُ َف َذرْ ُه ْم َومَا َي ْف َترُون‬
ُ ْ‫جنِّ يُوحٖ ى بَع‬
ٖ ‫َو َك هذلِكَ جَ عَ ْل َنا لِ ُك ِّل َن ِبىٍّ عَ د ًُٰوا َشي‬
ٍ ْ‫ضهُ ْم ا هِلى بَع‬
ِ ْ َ‫َاطين‬
ِ ‫س َو ْال‬
ِ ‫اَل ْن‬
112 Ve böylece Biz, görünür-görünmez şeytanları(93) her peygambere düşman kıldık. Onlar aldatmak amacıyla birbirlerine yaldızlı yalanları
telkin ediyorlar. Ama eğer Rabbin dileseydi, onlar bunu yapamazlardı: o hâlde onlardan da, uyduruk teorilerinden de uzak dur!
(93) İns ve cin 18 yerde birlikte kullanılır. Birlikte kullanıldığı yerlerde genellikle “görünen-görünmeyen” iradeli varlık çiftini ifade eder.
İns’in kökü olan uns, “yakın olan, bilinen, görülen”dir ki vahşî olanın karşıtıdır (İnsan için bkz. ‘Asr: 2, not 2). Nasıl ki ins’in karşıtı cinn ise,
insan’ın (aslı insiyân) karşıtı da cânn’dır. “Toplum”u ifade eden nâs ise ferd’in karşıtıdır.
Görünen şey yakınlık ve ilgi, görünmeyen şey korku ve kaygı nedenidir. Birlikte geldiği her yerde “iradeli varlıkların hepsi” vurgusunu taşır.


Görünen kısmında bir numarayı insân,
Görünmeyen kısmında bir numarayı cânn temsil eder.
Âdem ve şeytan karşıtları da bu çiftle alâkalıdır. İns-cinn karşıtlığı mesela Rahmân sûresinin tekrar âyetlerindeki kumâ zamirlerinde olduğu
gibi bir hakikatin iki yüzünü ihsas eder (krş. İnsan: 1, not 2).
(Nuzul 24 / Mushaf 114 : Nas 6 Aşağıdadır.)
﴾٦﴿ ‫اس‬
ِ ‫مِنَ ْال‬
ِ ‫ج َّن ِة َو ال َّن‬
6 İster görünmeyen-bilinmeyen, ister görünen-bilinen türden. (4)
(4) Veya min’in beyaniyye vurgusuyla: “Cinden dolayı da (vesvese verir), insten dolayı da (vesvese verir)”. Yahut da min’in ibtidaiyye
vurgusuyla: “(sinsi vesveseci) cinlerden de olur, insanlardanda”. Zımnen: Tüm iradeli varlıklardan. Cinn ve ins birlikte geldikleri her yerde
iradeli varlıkların çift kutbunu ifade eder (Çevirimizin gerekçesi ve ayrıntı için bkz. En’âm: 112, not 2).
(Nuzul 4 / Mushaf 74 : Müddessir 24 Aşağıdadır.)
﴾٢٥﴿ ‫َف َقا َل اِنْ ههـ َذا ا ََِّل سِ حْ ٌر ي ُْؤ َث ُر‬
24 Nihayet şöyle dedi: “Bu sadece geçmişten miras kalan bir büyüdür, (17)
(17) Veya: “göz kamaştırıcı bir büyüdür”. Sihr, nüzul sürecinde ilk kez burada geçer (krş. Bakara: 102 ; A’râf: 116).
Dilde;



Gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan şey” demektir.
Görenin görüleni olduğundan farklı algılamasıdır.
Görülen, aslında görüldüğü gibi değildir.
Eğer dişi keçinin memesi dolu dolu göründüğü halde sütü az çıkarsa Araplar ‘anzun meshurun derler.


Sabahın alaca karanlığına sehar (seher),
Seherde yenen Ramazan yemeğine de aynı kökten gelen “sahur” ismi verilmiştir.
Seher, karanlıkla aydınlığın birbirine karışmış olması halidir ki, hakikatle hayalin, hakla batılın, gerçekle yalanın birbirine karıştığı hali
çağrıştırır.
Sihir, sebebi bilinmeyen herhangi bir şey olarak da tanımlanmıştır.
Yukarıdaki birinci tanım özneyi (gören), bu ikinci tanım da nesneyi (görülen) esas alan tanımlardır ve ikisi de birbirini tamamlar. İster özne
açısından ister nesne açısından tanımlansın, sihir her halükarda;




Hakikatin zıddı olan hayali,
İlmin zıddı olan cehaleti,
Yakinin zıddı olan zannı ve
İtminanın zıddı olan vehmi ifade eder.
Bunlar bazen görenden, bazen görülenden bazen de her ikisinden kaynaklanır.
112
Mesela “Eğer onlara gökten bir kapı aralasak da onlar oraya çıkacak olsalardı ‘Herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz sihirlenmiş bir
topluluğuz’ derlerdi.” (Hicr: 14-15) âyetinde geçen “sihir” gören açısındandır. Çünkü kaynağı hakikat olduğu halde gören farklı algılamıştır.
”Kimi (zaman) söz, bir büyüdür” hadisinde de dinleyen açısındandır.
Bu anlamda Türkçe’de “İki söz, bir büyü” atasözü vardır ve tabi ki mecazdır. şu âyette ise hem gören hem de görülen açısındandır: “(Musa)
bir de ne görsün: Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihir marifetiyle, ona hızla akıyormuş gibi göründü (yuhayyelu ileyhi)” (A’râf: 116;
Tâhâ: 66).
Velid, Allah Rasulü’nün ömründe sihre örnek gösterecek bir olağan dışılık bulamayınca “Ebeveynle evladın arasını ayırıyor” dedi. Hiç
şüphesiz müşrikler bu vahye sözlü bir sihir olarak bakıyorlardı.
(Nuzul 44 / Mushaf 20 : Taha 69 Aşağıdadır.)
ُ ‫ح ُر حَ ي‬
ْ ‫َواَ ْل ِق مَا فٖى يَمٖ ينِكَ َت ْل َق‬
﴾٦٩﴿ ‫ْث اَ هتى‬
ِ ‫ف مَا صَ َنعُوا ِا َّنمَا صَ َنعُوا َك ْي ُد سَاح ٍِر َو ََل ُي ْفلِ ُح السَّا‬
69 Şimdi sağ elindeki (asa)yı at, onların yaptıklarını silip süpürecektir; çünkü onların yaptığı, sihirbazların gözbağcılığından başka bir şey
değil. Kaldı ki, bir sihirbaz ne amaç güderse gütsün,(50) asla kalıcı bir başarı elde edemez. (51)
(50) Bu mânayı Râzî’ye borçluyum.
(51) Zımnen: İmaja ve güç gösterisine dayalı yalanın hakikat karşısında bir sopalık canı var. Güneş karanlığa ne yaparsa, hak da batıla onu
yapar.
(Nuzul 40 / Mushaf 25 : Furkan 8 Aşağıdadır.)
َّ ‫اَ ْو ي ُْل هقى ِالَ ْي ِه َك ْن ٌز اَ ْو َت ُكونُ لَ ُه جَ َّن ٌة َياْ ُك ُل ِم ْنهَا َو َقا َل‬
﴾٨﴿ ‫الظالِمُونَ اِنْ َت َّتبِعُونَ ا ََِّل رَ ج ًَُل مَسْ حُورً ا‬
8 Ya da kendisine (gökten) bir hazine bırakılsaydı, veya ondan yiyip içerek (safa sürdüğü) kendisine ait bir cenneti olsaydı?” dediler. Bir de
kalkıp o zalimler; “Eğer (ona) uymuş olsaydınız, sihirlenmiş bir adamdan başkasına uymamış olacaktınız” dediler. (15)
(15) Eğer yukarıdaki talepler yerine getirilmiş olsaydı, “sihirlenmiş” yerine bu kez de “sihirbaz” diyeceklerdi.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 118 Aşağıdadır.)
َ ‫َف َو َقعَ ْالحَ ُّق َوب‬
﴾١١٨﴿ َ‫َط َل مَا َكا ُنوا يَعْ َملُون‬
118 Böylece hakikat ortaya çıktı ve (Allah) diğerlerinin yaptıkları sihri iptal etti.
‫ه‬
﴾١١٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا َخ ْي ٌر لَ ْو َكا ُنوا َيعْ لَم‬
ِ ٰ ‫َولَ ْو اَ َّن ُه ْم ها َم ُنوا َوا َّت َق ْوا لَ َم ُثو َب ٌة ِمنْ عِ ْن ِد‬
103 Ve eğer onlar hakikate inansalar ve sorumluluklarının bilincine varsalardı, Allah katından kendileri için
hayırlı bir ödül alırlardı. Keşke bunu olsun bilselerdi.
ُ ‫ين ها َم ُنوا ََل َتقُولُوا َراعِ َنا َوقُولُوا ا ْن‬
﴾١١٥﴿ ‫ين َع َذابٌ اَلٖ ي ٌم‬
َ ‫ظرْ َنا َواسْ َمعُوا َول ِْل َكاف ِٖر‬
َ ٖ‫َيا اَ ُّي َها الَّذ‬
104 SİZ ey iman edenler! “Sen bize uy” demeyin, “Bizi görüp gözet” deyin(189) ve dinleyin; zira inkâr edenleri
acıklı bir azap beklemektedir.(190)
(189) Bu âyet Nisâ 46 ışığında anlaşılmalıdır. Medine Yahudilerinin kelimelerle oynamak gibi bir hastalığı
olduğunu, daha başka rivayetlerden de öğreniyoruz (krş. 93. âyet, 8. not).
(190) Bu âyet aslında kelimenin söylenişine yönelik bir yasak olmaktan daha çok, bu kelimeyle dile getirilen
tavra yönelik bir yasaktır. Bu, dinlemekten çok konuşmayı tercih eden, fakat konuştuğu şeyler hep mitolojik ve
hurafeye dayalı, dinlemekten kaçındığı şeyler ise kaynağı berrak bir hakikat olan kişinin tavrıdır. Bu tavır 101 ve
102. âyetin başında vurgulanan marazi tavırdır. Bunda, Hz. Peygamber’e karşı bir saygısızlığın da bulunduğu
açıktır.
113
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 46 Aşağıdadır.)
ُ ‫ين َولَ ْو اَ َّن ُه ْم َقالُوا سَ مِعْ َنا َواَ َطعْ َنا َواسْ مَعْ َوا ْن‬
‫ظرْ َنا َل َكانَ َخيْرً ا لَهُ ْم‬
ِ ‫مِنَ الَّذٖ ينَ هَادُوا يُحَ رِّ فُونَ ْال َكلِ َم عَ نْ مَوَ اضِ عِهٖ َو َيقُولُونَ سَ مِعْ َنا َوعَ صَ ْي َنا َواسْ مَعْ غَ يْرَ مُسْ م ٍَع وَ رَ اعِ َنا لَ ًٰيا ِبا َ ْلسِ َنت ِِه ْم َو َطعْ ًنا فِى ال ٰٖد‬
ٰ ‫َواَ ْق َو َم َو هلـكِنْ لَعَ َن ُه ُم ه‬
ً ‫ّللاُ بِ ُك ْف ِر ِه ْم َف ََل ي ُْؤ ِم ُنونَ ا ََِّل َق‬
﴾٥٦﴿ ‫لٖيَل‬
46 Yahudileşenlerden kimileri sözleri bağlamlarından kopararak çarpıtırlar; “işittik ve sarıldık/reddettik”,(71) “dinle dinlenilmeyesi” ve
“ra‘inâ” derler, dillerini eğip bükerek ve dine hakaret kastıyla.(72) Eğer onlar “işittik ve itaat ettik”, “dinle” ve “unzurnâ”(73) deselerdi, bu
kendileri için daha yararlı ve daha dürüstçe bir davranış olurdu. Ne ki, hakikati inkâr ettikleri için Allah onları rahmetinden dışladı; gerçekten
de onlar, çok azı müstesna, inanmıyorlar.
(71) ‘Asâ, İbn Fâris’in de vurguladığı gibi birbirine zıt iki anlamı içeren bir kelimedir: Toplanmak veya ayrılmak, emre sarılmak veya isyan
etmek. Bu yüzden “toplanmaya” da “dağılmaya” da ‘asâ denilir (Mekâyîs ve Tâc). ‘Asayna diyenler, bu kelimeyi tevriyeye elverişli olduğu
için seçmiş olmalıdırlar ki, Kur’an dil oyununa müsait bu kelimenin yerine eta‘nâ’yı (itaat ettik) önerir (krş. Bakara: 93).
(72) Öyle görünüyor ki, burada sözleri bağlamlarından koparmaya “işittik ve reddettik”, “dinle dinlenilmeyesi” örnekleri, dillerini eğip
bükme ve dine hakaret kastına da “bize bak” anlamına gelen râ‘inâ’yı, dili eğerek “çobanımız” anlamına gelen ra‘înâ ya da “ahmaklık”
anlamına gelen ra‘ûnet köküne dayama örnekleri verilmektedir.
(73) Yukarda râ‘inâ’yı, burada onun yerine kullanılması önerilen unzurnâ’yı kelimeler üzerinden örnek verildiği için çevirmek yerine olduğu
gibi bırakmayı tercih ettik.
ٰ ‫ّللاُ َي ْخ َتصُّ ِب َرحْ َمتِهٖ َمنْ َي َشا ُء َو ه‬
ٰ ‫ين اَنْ ُي َن َّز َل َعلَ ْي ُك ْم ِمنْ َخي ٍْر ِمنْ َر ِّب ُك ْم َو ه‬
‫ّللاُ ُذو‬
ِ ‫ين َك َفرُوا ِمنْ اَهْ ِل ْال ِك َتا‬
َ ٖ‫ب َو ََل ْال ُم ْش ِرك‬
َ ٖ‫َما َي َو ُّد الَّذ‬
ْ
ْ
َ
﴾١١٤﴿ ‫الفضْ ِل ال َع ٖظ ِيم‬
105 Ne önceki vahyin muhataplarından küfre saplananlar, ne de Allah’tan başkasına ilâhlık yakıştıranlar
Rabbinizden size bir hayrın indirilmesini isterler. Oysa ki Allah, rahmetini dilediğine verir: (191) zira Allah
sınırsız lütuf sahibidir.
(191) Âyette Allah’ın insana konuşması demeye gelen ilâhî kelam “hayır” ve “rahmet” olarak
nitelendirilmektedir.
‫ه‬
ْ ‫ت ِب َخي ٍْر ِم ْن َها اَ ْو‬
﴾١١٦﴿ ‫ّللا َع هلى ُك ِّل َشیْ ٍء َقدٖ ي ٌر‬
ِ ْ‫َما َن ْن َس ْخ ِمنْ ها َي ٍة اَ ْو ُن ْنسِ َها َنا‬
َ ٰ َّ‫مِثلِ َها اَلَ ْم َتعْ لَ ْم اَن‬
106 Biz yerine yenisini ya da daha hayırlısını getirmeden bir mesajı unutturmayız(192) ya da yürürlükten
kaldırmayız: (193) Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.
(192) Veya tekil olarak gelen âyetin’in “mucize” karşılığına dayanarak: “..bir mucizeyi unutturmayız”.
(193) Veya İbn Kesir ve Ebu Amir’in nenseehâ okuyuşuyla: “erteleyip geciktirmeyiz”.
Ebu Müslim bu âyetin neshe delil gösterilemeyeceğini üç maddeyle özetler:



Burada sözü edilen âyetler Tevrat ve İncil’de yer alan Cumartesi yasağı, doğuya ve batıya yönelerek ibadet
gibi hükümlerdir.
Nesh’in anlamı “istinsah”, yani ilâhî kelam’ın Levh-i Mahfuz’dan aktarılmasıdır.
Bir şart-cevap cümlesi olan bu âyet Kur’an’da neshin vuku bulduğuna değil, olması hâlinde daha iyisinin
ikamesine delildir (nkl. Râzî).
Bu âyetin ait olduğu pasaj, daha önce kendilerine vahiy ile hitap edilen toplulukların ilâhî kelama sırt çevirmeleri
ve buna da gerekçe üretmelerinin anlatıldığı bir pasajın hemen ardından gelmektedir. Açıktır ki âyette,
Yahudilerin Hz. Muhammed’e gelen mesaja karşı sırt dönme gerekçeleri çürütülmektedir. Dolayısıyla burada
söz konusu olan nesh Kur’an içerisinde yer alan herhangi bir âyet ya da âyetler gurubuna ilişkin değil önceki
mesajlara ilişkin bir neshtir.
‫ه‬
‫ه‬
ُ ‫ّللا لَ ُه م ُْل‬
﴾١١١﴿ ‫ير‬
ٖ ‫ّللا ِمنْ َولِىٍّ َو ََل َن‬
ِ ‫ك الس هَّم َوا‬
ِ ٰ ‫ون‬
ِ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
َ ٰ َّ‫اَلَ ْم َتعْ لَ ْم اَن‬
ٍ ‫ص‬
ِ ‫ض َو َما لَ ُك ْم ِمنْ ُد‬
107 Yine bilmez misin ki göklerin ve yerin hakimiyeti(194) Allah’a aittir. Sizin için, Allah’tan başka ne bir yâr,
ne de bir yardımcı var.
(194) Mülk: Sahibinin üzerinde her tür tasarrufa yetkin ve yetkili olduğu ve üçüncü şahıslara karşı ortaya
konulabilen şeye verilen isimdir.
114
115
116
117
118
‫ون اَنْ َتسْ َپلُوا َرسُولَ ُك ْم َك َما ُس ِئ َل م ه‬
﴾١١٨﴿ ‫يل‬
َ ‫ان َف َق ْد‬
َ ‫اَ ْم ُت ٖري ُد‬
ٖ ْ ‫ُوسى ِمنْ َق ْب ُل َو َمنْ َي َت َبد َِّل ْال ُك ْف َر ِب‬
ِ ‫ض َّل َس َوا َء الس َّٖب‬
ِ ‫اَلي َم‬
108 Yoksa daha önce Musa’dan istenilen şeylerin benzerini, siz de peygamberinizden mi istiyorsunuz?(195)
Kim imanı inkârla değiştirirse, iyi bilsin ki doğru yoldan sapmıştır.
(195) Âyette geçen suâl aynı anda istemek ve sormak anlamlarına gelir (krş. Bakara: 55, 61; A’râf: 129). Bu
âyet, 40. âyetle başlayan ve buraya kadar 67 âyet tutan ve buradan sonra da devam eden İsrâiloğullarının
yahudileşme sürecini anlatan uzun bölümün amacını ele verir. Bütün bu tarihsel gerçeklerin anlatılmasının amacı
bu ümmetin dikkatini yahudileşme tehlikesine çekmektir. Bu gibi pasajlarda, mü’minlerden sadır olan benzer
olaylar vesile edilerek İsrâiloğullarını yahudileştiren nedenlere dikkat çekilmektedir. İsrailoğulları’nın
yahudileşme problemini ayrıntılı inceleyen bir eser için bkz. İsrailoğullarından Ümmet-i Muhammed’e
Yahudileşme Temayülü, İstanbul-1995.
119
Hz Musa ve Harun’un Mısır’dan Çıkışı
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 55 Aşağıdadır.)
ُ ‫ّللاَ جَ هْرَ ًة َفا َ َخ َذ ْت ُك ُم الصَّاعِ َق ُة َواَ ْن ُت ْم َت ْن‬
ٰ ‫ُوسى لَنْ ُن ْؤمِنَ لَكَ حَ ه ٰتى َنرَ ى ه‬
‫َوا ِْذ قُ ْل ُت ْم يَا م ه‬
﴾٤٤﴿ َ‫ظرُون‬
55 Bir zaman da demiştiniz ki: Ey Mûsâ! Allah’ı açıkça görünceye dek sana kesinlikle inanmayacağız.(97) Ve ardından siz bön bön
bakarken yıldırım çarpmışa dönmüştünüz.(98)
(97) Allah’ı “açıkça” görmek istediler; çünkü Allah’ı mucizeleriyle, yardım ve ihsanıyla, lütuf ve in’amıyla, âyet ve burhanıyla pek çok kez
görmüştüler.
(98) Lafzen: “..sizi yıldırım çarpmıştı”. Böyle uçuk bir talep ancak çarpılmış bir aklın ürünü olabilirdi.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 61 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫اَلرْ ضُ مِنْ َب ْقلِهَا َوق َِّثائِهَا َوفُو ِمهَا َوعَ دَ سِ هَا َوبَصَ لِهَا َقا َل اَ َتسْ َت ْب ِدلُونَ الَّذٖ ى ه َُو اَدْ هنى ِبالَّذٖ ى هُوَ َخ ْي ٌر اِهْ ِب‬
َْ ‫ت‬
ُ ‫ح ٍد فَادْ ُع لَ َنا رَ بَّكَ ي ُْخ ِرجْ لَ َنا ِممَّا ُت ْن ِب‬
‫َوا ِْذ قُ ْل ُت ْم يَا م ه‬
‫طوا‬
ِ ‫عَام َوا‬
ٍ ‫ُوسى لَنْ َنصْ ِبرَ عَ لى َط‬
‫ّللا هذلك با َ َّن ُهم َكا ُنوا ي َْكفُر ب هايَا ه‬
‫ه‬
ِّ ‫َت َعلَي ِْه ُم‬
ْ ‫مِصْ رً ا َفاِنَّ لَ ُك ْم مَا سَ ا َ ْل ُت ْم َوض ُِرب‬
﴾٦١﴿ َ‫ك بِمَا عَ صَ ْوا َو َكا ُنوا يَعْ َت ُدون‬
ٍ َ‫الذلَّ ُة َو ْالمَسْ َك َن ُة َوبَاؤُ بِغَ ض‬
ِ ِ َ‫ُون‬
َ ِ‫ّللا َو َي ْق ُتلُونَ ال َّنبِ ٖ ٰينَ بِغَ ي ِْر ْالحَ ِّق هذل‬
ِٰ ‫ت‬
ْ ِ َ ِ ِ ٰ َ‫ب مِن‬
61 Yine bir zaman da demiştiniz ki: “Ey Musa! Biz tek çeşit yiyecekten bıktık: Rabbine yalvar da, bize yeryüzünün değişik ürünlerinden;
sebzesinden, acurundan,(107) sarımsağından,(108) mercimeğinden, soğanından versin! (Musa) şöyle cevaplamıştı: Hayırlı olanı, daha
değersiz ve aşağı olanla mı değişmek istiyorsunuz? Dönün Mısır’a,(109) istediklerinizin tümü orada sizi bekliyor!(110) İşte böylece onlara
alçaklık ve yoksulluk mührü vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar.(111) İşte bu, onların Allah’ın mesajını inkâr etmeleri ve
Peygamberlerini haksız yere öldürmeleri yüzünden oldu.(112) Bütün bunların asıl nedeni ise, isyankârlıkları ve taşkınlık yapmalarıydı.
(107) Hadislerde bir elde olgun hurma bir elde ğıssâ’, birlikte yenildiği belirtilir (Buhârî, Et’ime 39). Buna göre ğıssâ’ kabak değil acur
olmalıdır. Ebu Davud bir Mısır ğıssâ’sını ölçtüğünde tam 13 karış geldiğini söyler (Zekât 12). Bu da tercihimizi teyit eder. Acur gibi uzun
olan fakat daha kalın ve pütürsüz olan bitki ise dübba’ adını taşır ki, bu bir kabak türüdür ve genellikle pişirilerek yenir. Rasulullah’ın kabak
sevdiğini bildiren rivayetlerde de kelime ğıssâ’ olarak geçer.
120
(108) Veya: “buğdayından” (İbn Abbas). Tercihimiz fa’nın se’den münkalip olduğu görüşüne dayanır (Ferrâ).
(109) Veya: “şehire”, hatta belirsiz geldiği için “herhangi bir şehire”.
(110) Zımnen: Allah’ın lutfuyla kendilerini soykırımdan kurtarıp türlü nimetler veren Allah’a şükredecekleri yerde, “Hani bunun soğanı,
sarımsağı?” demeye başladılar.
(111) “Kesin taahhütlerini bozdukları için onları rahmetimizden dışladık.” (Mâide: 13) âyetinde olduğu gibi, lânetlenme belli eylemler ve
onları yapanlarla ilgilidir. Baştan sona bir ırkın tüm nesillerini kapsayan mânada lânetli kavim yoktur, ancak lânetli mantık vardır.
(112) Bu hakikat onların kitaplarında da yer alır. Nitekim, Kral Azyahu Amos’u katleder. Kral Minşa İşaya’nın kafasını testereyle kestirir.
Kral Ahab İlya’yı (İlyas) öldürtmek için çırpınır (İbn Hazm, el-Fisal, I, 191-294). Yahuda kralı Asa, Hanani peygamberi hapse atar (Tarihler
II, 16:1-14). Kral Ahab’ın öldürmek için aradığı İlyas Sina’ya saklanır (Krallar I, 19:1-10). Aynı kral Mikaya’yı hapseder (Krallar I, 22:2627). Zekeriyya halk tarafından taşlanır (Tarihler II, 24:20-21). Yeremya açlıktan ölsün diye yeraltı mahzenine hapsedilir (Yeremya 15:10,18).
Ve İsa şöyle seslenir: “Ey Kudüs! Gönderilen Peygamberleri öldüren, taşlayan Kudüs!” (Matta 13:37).
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 129 Aşağıdadır.)
ُ ‫ض َف َي ْن‬
َ ْ ‫ج ْئ َت َنا َقا َل عَ هسى رَ ُّب ُك ْم اَنْ ُي ْهلِكَ عَ دُوَّ ُك ْم َويَسْ َت ْخلِ َف ُك ْم فِى‬
﴾١٢٩﴿ َ‫ظرَ َكيْفَ َتعْ َملُون‬
ِ ْ‫اَلر‬
ِ ‫َقالُوا اُوذٖ ي َنا مِنْ َقب ِْل اَنْ َتاْتِ َي َنا َومِنْ بَعْ ِد مَا‬
129 (Musa’nın toplumu): “Sen bize gelmeden önce de eza cefa görüyorduk, mucizelerle geldikten sonra da” (93) diye çıkıştılar. (Musa):
“Rabbiniz düşmanınızı yok ettikten sonra sizi ülkeye kesinlikle (94) vâris kılacak, bunun için de sizin tavır ve davranışlarınıza bakacaktır”
dedi.
(93) Veya mâ’ya mastariyye anlamı vererek: “..bize gelmenden sonra da”. Buradaki mâ ilgi zamirinin “mucizelere” delaleti, sözün
bağlamına ve olayın akışına daha uygundur.
(94) ‘Asâ’nın “kesinlik” vurgusuna dayanarak. Bir “ihtimal” edatı olan ‘asâ İbn Abbas’ın da tercih ettiği gibi, yerine göre kesinlik vurgusu
kazanır (bkz. İtkân II, 204).
‫ب لَ ْو َي ُردُّو َن ُك ْم ِمنْ َبعْ ِد اٖ ي َما ِن ُك ْم ُك َّفارً ا َح َس ًدا ِمنْ عِ ْن ِد اَ ْن ُفسِ ِه ْم ِمنْ َبعْ ِد َما َت َبي ََّن لَ ُه ُم ْال َح ُّق َفاعْ فُوا َواصْ َفحُوا‬
ِ ‫َو َّد َكثٖ ي ٌر ِمنْ اَهْ ِل ْال ِك َتا‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ٰ
ُ
ْ
ٰ
﴾١١٩﴿ ‫ّللا َعلى ك ِّل َشیْ ٍء َقدٖ ي ٌر‬
َ َّ‫َحتى َيات َِى ّللا ُ ِباَمْ ِرهٖ اِن‬
109 Kitap ehlinden bir çoğu, hakikat kendileri için de apaçık ortaya çıktığı hâlde, sırf hasetlerinden dolayı siz
inandıktan sonra, sizi geriye döndürüp inkâr etmenizi isterler. (196) Allah’ın onlar hakkındaki hükmü gelinceye
kadar onları hoşgörün, kusurlarına bakmayın: Unutmayın ki Allah her şeye kadirdir.
(196) Haset özünde Allah’ın yaptığına itirazdır. Haset, haset edilen için dua haset eden için bedduadır.
‫ه‬
‫ه‬
َّ ‫َواَقٖ يمُوا الص هَّلو َة َو ها ُتوا‬
﴾١١١﴿ ‫صي ٌر‬
ٖ ‫ون َب‬
َ ُ‫ّللا ِب َما َتعْ َمل‬
ِ ٰ َ‫الز هكو َة َو َما ُت َق ِّدمُوا َِلَ ْنفُسِ ُك ْم ِمنْ َخي ٍْر َت ِج ُدوهُ عِ ْند‬
َ ٰ َّ‫ّللا اِن‬
110 Namazı istikametle kılın, zekâtı gönülden gelerek verin. (197) Unutmayın: Kendiniz için ne hayır yaparsanız
Allah’ın katında onu mutlaka bulursunuz. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.(198)
(197) Kendileri daha önceden ilâhî kelama muhatap olmuş ümmetlerden söz edilen bir pasajın içerisinde hitabın
aniden haber formundan emir formuna geçerek mü’minleri muhatap alması gerçekten çarpıcıdır (Namaz ve zekât
için bkz. Bakara: 3 ve Bakara: 45. Ayrıca salat’ın iniş sürecinde ilk defa kullanıldığı yer için bkz. A’lâ: 15).
(198) Bu açıkça “kendinize iyilik edin” demektir. Bu, insanın kendisiyle savaşmak yerine kendisiyle barışık ve
tanışık yaşamasını ikame etmektir ki, namaz ve zekât emirleri de işte tam bu fonksiyonu icra etmektedir.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ َ‫ب َويقٖ يمونَ َالص َّّٰلو َةَ َو ِممَّا رَ َز ْق َنا ُه ْم ُي ْنفِقُون‬
ِ ‫اَلَّذٖ ينَ ي ُْؤ ِم ُنونَ بِ ْالغَ ْي‬
3 O hidayete erenler ki, idraki aşan hakikatlere bütünüyle iman ederler, namazı istikamet üzre kılarlar,(6) kendilerine sürekli lutfettiğimiz
şeylerden (ihtiyaç sahiplerine) harcarlar; (7)
(6) Yukîmu fiilini salât teriminin 23 yıllık nüzûl sürecinde zenginleşerek seyreden yapısına uygun olarak “istikamet üzre kılarlar” şeklinde
çevirdik.
121
Bu istikamet,



Namazın tadil-i erkanından daha çok niyet ve maksadıyla alâkalıdır.
Şatıbi ekame’yi “devamlılık” olarak anlamıştır (el-Muvâfakât II, 242).
Salât’ın ikamesi, şeklinden çok amaç ve niyetiyle ilgilidir.
Mâun sûresi, bu konuda hayli açıklayıcıdır. İman ve infakın arasında namazın zikredilmesi de oldukça anlamlıdır.
O hâlde namazı istikamet üzre kılmak. Namazı,
1) Uluhiyet tevhidinin bir gereği olarak salt Allah’a has kılmakla;
2) Rububiyet tevhidinin bir gereği olarak da namazla sosyal hayat arasındaki doğrudan ilişkiyi kabullenmekle mümkündür (Salât hakkında
bkz. A’lâ: 15, not 15).
(7) İnfak için nüzûl sürecinde ilk geçtiği Yâsîn: 47’nin 6 nolu notuna bkz.
Bu sûrenin 219. âyetinden de anlaşılacağı gibi,


başlangıçta infak, yani Allah yolunda vermek, ihtiyaçtan artanı vermek olarak meşru kılınmıştı.
Medine toplumu güçlendikçe bu yükümlülük sınırlandırılmış, zekât miktarı Hz. Peygamber (s) tarafından zaman zaman yeniden
düzenlenerek, nihayet 1/40 oranında istikrar bulmuştur.
Bu ise, Hz. Ali’nin (r) ifadesiyle “cimrilerin zekâtıdır.”
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 45 Aşağıdadır.)
﴾٥٤﴿ َ‫صب ِْر َوالص هَّلو ِة َو ِا َّنهَا لَ َك ٖبيرَ ةٌ ا ََِّل عَ لَى ْال َخاشِ عٖ ين‬
َّ ‫َواسْ َتعٖ ي ُنوا ِبال‬
45 Direnerek ve dik durarak yardım isteyin!(83) Ancak bu huşû duyanlardan başkasına ağır gelir.
(83) Lafzen: “Sabır ve salât ile yardım isteyin!” Sabır “insanın nefsini dizginlemesi”, yani direniştir (bkz. İlk geçtiği ‘Asr: 3). Yılgınlık,
korkaklık, çöküntü ve dert yanmanın zıddıdır (Râğıb). Salât’la üç şey de kastedilmiş olabilir:



şer’î mânası olan “namaz”,
sözlük mânası olan “dua”,
kök mânası olan “dik duruş”.
Namaz duanın canlanmasıdır, dua kulun Allah’a dayanmasıdır. Salât’ın türetildiği es-salâ “bir şeyi dik tutan şey”dir. Otururken ve
ayaktayken insanı dik tutan kemiklere de denir (bkz. A’la: 15).
(Nuzul 9 / Mushaf 87 : A’la 15 Aşağıdadır.)
ّٰ
﴾١٤﴿َ‫َو َذ َكرَ اسْ َم رَ بِّهٖ َفصَ لى‬
15 Rabbinin adını hatırda tutan da, salata duran da (kurtuluşa erecek). (15)
(15) Veya: “namaz kılan”.
Dahası, kök anlamının yardımıyla: “destek olan” veya “esas duruşunu koruyan”.
Sâlât’ı sadece “namaz” ile karşılamak yerine, asli haliyle bıraktık.
Zira salat, Kur’an’da gerçek bir çokanlamlı kavram olarak yer alır.






Ekâme fiili ile birlikte “namaz ibadetini hakkını vererek kılmak”,
Mâide 12’de “destek”,
Mâide 58’de “din ve dindarlık”,
Mâide 106’de “davet”,
Nûr 41’de kuşların salatı olarak “yaratılış amacına uygun hareket etmek”,
Meryem 59’da “ibadet” ve daha başka mânalarda kulanılmıştır (bkz. Bakara: 3, ; Mâide: 58, ; Mâ‘ûn: 4 ).
Burada “zikr” ile yan yana kullanıldığı için ikinci bir mef’ul ile geldiği Tâhâ 14’teki ekimi’s-salâte li-zikrî (adımın anılıp şanımın yücelmesi
için tüm destek ve çabanı seferber et) ibaresini andırmaktadır.
A‘lâ sûresinin 9 ve 10. âyetindeki zikrâ ve men yahşa ile 14-15’teki men tezekkâ ve sallâ arasında sıkı bir irtibat vardır. Salât’ın gerçek
anlamını bulmamızda bu pasajdaki kavramsal karşıtlıklar yol göstericidir.
122


Men yahşâ (10) ile el-eşkâ (11) nasıl zıddiyet ilişkisine sahipse,
Yaslâ (12) ile sallâ (15) da kökenleri bir olmasına rağmen mânaları zıttır.


Birincisi “ateşi desteklemek için cehennemin göbeğine dikilmeyi”
İkincisi ise “Allah’a –özünde kendine- destek için esas duruşu korumayı” ifade eder.
Zımnen: Cehennemle doğrulmak istemeyen namazla doğrulsun” mesajını içerir.
Zira salleytu’l-‘ûd, “değneği ateşte doğrulttum” demektir. es-Salvu, “insanın dik oturmasını sağlayan oyluklar veya dik yürümesini sağlayan
omurga” anlamına gelir (Lisân ve Tâc). Allahu a‘lem.
﴾١١١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫صادِق‬
َ ‫ك اَ َما ِن ُّي ُه ْم قُ ْل َها ُتوا بُرْ َها َن ُك ْم ِانْ ُك ْن ُت ْم‬
َ ‫ص هارى ت ِْل‬
َ ‫ان هُو ًدا اَ ْو َن‬
َ ‫َو َقالُوا لَنْ َي ْد ُخ َل ْال َج َّن َة ا ََِّل َمنْ َك‬
111 Bir de kalkıp dediler ki:

Yahudi veya Hıristiyan olmayanlar cennete giremeyecek.
Bu onların hüsnü kuruntusudur. (199) De ki:

Eğer iddianızın arkasında duruyorsanız, hadi isbatlayın.(200)
(199) Yahudiler kendileri dışındakilerin ebedi saadetten mahrum olacağını iddia ederken, Hıristiyanlar da aynı
iddiayı kendileri için yaptılar. Kur’an böylesi bir düşünceyi umniyye (kuruntu) olarak isimlendiriyor (bkz.
Bakara: 78). Her iki grup hem birbirleri için, hem de Hz. Peygamber’e inananlar için aynı kuruntuyu
dillendiriyorlardı. Bu âyetin tüm zamanlardaki mü’min muhataplarına, Yahudilerin ve Hıristiyanların kapıldığı
bu hüsnü kuruntuya kapılmamaları hatırlatılmaktadır (Nisâ: 123). Bu âyet, 109. âyeti açıklayıcı mahiyettedir.
Demek ki onlar bu kuruntularıyla henüz imanı yüreğinde kök salmamış olan mü’minleri aldatmak istiyorlar ve
bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanıyorlardı.
(200) Zımnen: Haydi iddianıza uygun bir hayat yaşayın! Zira “ebedi kurtuluş” iddiasının bu dünyada başkaca bir
isbat zemini bulunmamaktadır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 78 Aşağıdadır.)
ُ ‫َو ِم ْن ُه ْم ا ُ ِّميُّونَ ََل يَعْ لَمُونَ ْال ِك َتابَ ا ََِّل اَمَانِىَّ َواِنْ ُه ْم ا ََِّل ي‬
﴾١٨﴿ َ‫َظ ُّنون‬
78 Onların içerisinde ümmiler de var.(137) Onlar kitabı bilmezler, sadece birtakım kuruntulara sahipler; ve onlar (gerçekleri bilmiyor)
yalnızca zannediyorlar.(138)
(137) Kur’an’da ummî terimi genellikle “kitap ehli olmayanlar” için kullanılır (krş. Âl-i İmran: 20, 75; Cuma: 2).
Kök anlamı “annesinden doğduğu gibi kalan”dır.
Şu hâlde burada geçen “Yahudilerin ümmileri” ne demektir? Bunların Yahudileşmiş Araplar olma ihtimali yüksektir. 256. âyetin nüzûl
sebebi olarak gösterilen “çocuğu olmayan ailelerin adak adaması sonucunda doğan çocukların Yahudi ailelere verilme” yöntemi, bunların
nasıl Yahudileştikleri sorusunun muhtemel cevaplarından biridir.
(138) Kur’an, kuruntu ürünü bâtıl inanç ile cehalet arasında doğrudan bağ kuruyor. Buradan, tüm hurafelerin de çıkış noktasının söz konusu
cehalet olduğunu anlıyoruz.
Zımnen: Vahiysiz ve kitapsız dindarlık, açığını sahte kutsallar icat ederek kapatır. Zira taklide dayalı akide zanna mahkûmdur.
Vahye tabi olmayanın vehim ve kuruntusunu dinleştirmekten başka yapacağı bir şey yoktur.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 123 Aşağıdadır.)
123
ٰ ‫ُون ه‬
﴾١٢٣﴿ ‫صيرً ا‬
ٖ ‫ّللاِ َولِ ًٰيا َو ََل َن‬
ِ ‫لَيْسَ ِباَمَا ِن ِّي ُك ْم َو ََل اَمَانِىِّ اَهْ ِل ْال ِك َتا‬
ِ ‫ب مَنْ يَعْ َم ْل سُوءًا يُجْ َز ِبهٖ َو ََل َي‬
ِ ‫جدْ لَ ُه مِنْ د‬
123 Değil, sizin kuruntularınız da, geçmiş vahiy mensuplarının kuruntuları da belirleyici değil: Kötülük işleyen herkes cezalandırılacaktır.
Allah’tan başka dost ve yardımcı da bulamayacaktır.
‫ه‬
﴾١١٢﴿ ‫ون‬
َ ‫ّلل َوه َُو مُحْ سِ نٌ َفلَ ُه اَجْ ُرهُ عِ ْن َد َربِّهٖ َو ََل َخ ْوفٌ َعلَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم َيحْ َز ُن‬
ِ ٰ ِ ‫َب هلى َمنْ اَسْ لَ َم َوجْ َه ُه‬
112 Hayır aksine, her kim bütün varlığıyla görürcesine inandığı Allah’a teslim olursa,(201) ancak o kişi Rabbi
katında onun karşılığını bulacak; gelecek için kaygı, geçmiş için üzüntü duymayacaktır.(202)
(201) Lafzen: “kim yüzünü Allah’a teslim ederse”. “Yüz” ile kastedilen insanın varlığıdır. Parçayı anarak bütün
kastetme (zikr-i cüz irade-i küll) kabilindendir.
(202) Gelecek kaygısı ve geçmiş hüznü duymama garantisini verebilecek Allah’tan başka bir güç ve merci
yoktur. Böyle bir garanti, tam anlamıyla “mutluluk garantisi”dir. Böyle bir teminatı verebilecek bir makamın,
insanın geçmişini ve geleceğini izleyebilme ve onu kontrol edebilme gücüne sahip olması gerekir.
‫ين ََل‬
ِ ‫ص هارى لَي َْس‬
ِ َ‫ص هارى َع هلى َشیْ ٍء َو َقال‬
ِ ‫ت ْال َيهُو ُد لَي َْس‬
ِ َ‫َو َقال‬
َ ‫ب َك هذل َِك َقا َل الَّ ٖذ‬
َ ‫ون ْال ِك َتا‬
َ ُ ‫ت ْال َيهُو ُد َع هلى َشیْ ٍء َو ُه ْم َي ْتل‬
َ ‫ت ال َّن‬
َ ‫ت ال َّن‬
‫ه‬
ْ
ٰ
ْ
ْ
ُ
ُ
ُ
َ
َ
َ
‫ه‬
َ
َ
َ
ْ
ْ
ْ‫ح‬
ْ
ْ‫ع‬
ُ
﴾١١٣﴿ ‫ون‬
‫ف‬
‫ل‬
‫ت‬
‫خ‬
‫ي‬
‫ه‬
‫ي‬
‫وا‬
‫ن‬
‫ا‬
‫ك‬
‫ا‬
‫م‬
‫ي‬
‫ة‬
‫م‬
‫ِي‬
‫ق‬
‫ال‬
‫م‬
‫و‬
‫ي‬
‫م‬
‫ه‬
‫ن‬
‫ي‬
‫ب‬
‫م‬
‫ك‬
‫ي‬
‫اّلل‬
‫ف‬
‫م‬
‫ِه‬
‫ل‬
‫و‬
‫ق‬
‫ل‬
‫ِث‬
‫م‬
‫ُون‬
‫م‬
‫ل‬
‫ي‬
ٖ‫ف‬
ٖ‫ف‬
ِ
ِ
ِ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
ِْ
َ َ ْ َ ُ َ ُ
113 Hepsi de (aynı) kitabı okudukları hâlde,



Yahudiler “Hıristiyanlar bir inanç temelinden yoksundur” dediler;
Hıristiyanlar da “Yahudiler bir inanç temelinden yoksundur” dediler.(203)
(Vahye dair) bilgisi olmayanlar da tuttu, aynen onların söylediği gibi söyledi.(204)
Fakat Allah, anlaşamadıkları şeyler konusunda kıyamet günü son sözü söyleyecektir. (205)
(203) Burada iki zümre de birbirini yok sayıp temelsizlikle suçlarken, referans olarak kendi kitaplarını
gösteriyorlardı. Bu ibare, âyette ifade edilen karşılıklı suçlama işini önce cahillerin değil okumuş-yazmışların
başlattığını vurgular. Bir sonraki cümle bunun en güzel delilidir. Tarafların alimleri bu iddiaları ileri sürer, cahil
kesimleri de onları takip eder. şu soru sorulabilir: İki zümrenin de birbirleri hakkındaki yargısı doğrudur; öyleyse
bu âyetin kınayıcı üslûbunu nasıl açıklayabiliriz? Buna verilecek cevap şudur: Hayır, onların bir inanç
temelinden yoksun olduğu tesbiti doğru değildir. Aksine onların inancının temeli araştırılacak olursa, karşımıza
insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan islâm çıkar. Hıristiyanlar Yahudileri “kâfir” ve “cehennemlik”
olarak görürken, ellerinde taşıdıkları Kitab-ı Mukaddes’te Eski Ahid yer alıyordu. Bu durum, suçlamalarındaki
samimiyetsizliğin ve keyfiliğin de bir göstergesiydi.
(204) Kitab’ı okuyanlar yukarıdaki gibi aslında temeli tevhide dayalı olduğu hâlde sonradan tahrif edilen inancın
temelini yok sayınca, cahil kitleler de onları takip ettiler. Tavandaki bu münakaşa tabanda daha da seviyesiz bir
hâl aldı ve her iki zümre de din dâvâsını kan dâvâsına dönüştürdüler. Bu ifadeden yola çıkarak diyebiliriz ki:
âyetin kapsamına mensup olduğu zümreyi sırf aidiyetinden ve asabiyetinden dolayı cennetlik ilan edip onun
dışındakilere ebedi kurtuluş kapısını kapatan herkes girer.
(205) Bu kıyamet’i “sosyal kıyamet” olarak anlarsak (Kıyametin bu anlamda kullanıldığı bir hadis için bkz.
Buhârî, İ‘tisâm 14) Allah’ın onların tartıştıkları şeylerin birçoğunun gerçeğini Kur’an’da açıkladığını yine ondan
öğreniyoruz (Neml: 76). Kur’an kendi misyonunu şöyle tayin etmektedir: “bu Kitabı, geçmiş vahiyden geriye
kalan hakikatleri doğrulayıcı ve onların doğrusunu yanlışından ayırt edici (muheyminen ‘ala..) olarak gönderdik”
(Mâide: 48).
(Nuzul 53 / Mushaf 27 : Neml 76 Aşağıdadır.)
124
﴾١٦﴿ َ‫اِنَّ هه َـذا ْالقُرْ هانَ َيقُصُّ عَ هلى بَنٖ ى اِسْ رَ ٖاي َل اَ ْك َثرَ الَّذٖ ى ُه ْم فٖ ي ِه ي َْخ َتلِفُون‬
76 HİÇ şüphesiz bu Kur’an, İsrâiloğullarının üzerinde ihtilafa düştükleri bir çok konuya açıklık getirmektedir. (75)
(75) Yekussu fiilinin türetildiği el-kassu kökü, “açıklamak, adım adım şerh etmek” anlamına gelir (Lisân ve Yusuf: 3, not 5).
‫ه‬
‫ّللا اَنْ ي ُْذ َك َر فٖ ي َها اسْ ُم ُه َو َس هعى فٖ ى َخ َراب َها ا ُ ه‬
‫ين لَ ُه ْم فِى‬
َ ٖ‫ان لَ ُه ْم اَنْ َي ْد ُخلُو َها ا ََِّل َخائِف‬
َ ‫ك َما َك‬
َ ‫ولـ ِئ‬
ِ ٰ َ‫َو َمنْ اَ ْظلَ ُم ِممَّنْ َم َن َع َم َسا ِجد‬
ِ
‫ال ُّد ْن َيا خ ِْزىٌ َولَ ُه ْم فِى ْ ه‬
﴾١١٥﴿ ‫اَلخ َِر ِة َع َذابٌ َع ٖظي ٌم‬
114 Allah’ın ibadethanelerinde O’na ibadet edilmesini engelleyen ve onu tahrip etmeye çalışandan daha zalim
biri olabilir mi?(206) Bu tür kimselerin oraya sadece Allah korkusuyla girmeleri gerekirdi: Onlara dünyada
zillet, ahrette ise korkunç bir mahrumiyet vardır.(207)
(206) İstisnasız tüm tek tanrılı sistemlerin mabetlerini içine alır. İçerisinde Allah’a ibadet edilen her ibadethane
Allah’a izafe edilir. Bu âyetler Medenî olsa da, atıf yaptığı şey Mekke müşriklerinin Müslümanları Mescid-i
Haram’a girmekten alıkoymaları ve orada ibadete engel olmalarıdır. Zira Medine’de bir engelleme söz konusu
değildir. Bu durumda “tahrip etmeye çalışma”nın anlamı sadece fiziki olana indirgenemez. İçerisinde ibadet
edilmeyen bir mabed manen tahrip olmuş demektir.
(207) Zillet’in (hızy) tefsirinde kimi müfessirler Süddi’den ilginç bir nakilde bulunurlar: Buradaki zillet,
Mehdi’nin çıkıp Konstantinopolis’in (İstanbul) Müslümanların eline geçmesidir (Taberî ve Zemahşerî). Bu
yorumun kendisinden nakledildiği Süddî’nin Hz. Peygamber’in vefatından sonraki ilk yüzyılda yaşadığını
hatırlamak gerek. Rivayetin mehdi ile ilgili kısmı ayrıca İkrime’den de nakledilir (İbn Kesir).
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
﴾١١٤﴿ ‫ّللا َواسِ ٌع عَلٖ ي ٌم‬
ِ ٰ ‫ّلل ْال َم ْش ِر ُق َو ْال َم ْغ ِربُ َفا َ ْي َن َما ُت َولُّوا َف َث َّم َوجْ ُه‬
ِ ٰ ِ ‫َو‬
َ ٰ َّ‫ّللا اِن‬
115 Doğu da Allah’ındır batı da.(208) şu hâlde nereye dönerseniz dönün, orası da Allah’ın yönüdür.(209) Çünkü
Allah sınırsızdır, ilmi her şeyi kuşatandır.(210)
(208) Bu ibarenin açılımı şudur: “her yer ve her yön Allah’a aittir”. Bu genel ifade, yönleri dinî, ideolojik ve
uygarlık kavgalarının aracı olmaktan çıkarmaktadır. Burada sözün getirilmek istendiği nokta ibadet yönünün
tayinidir. Bir sonraki pasajda İbrahim’den söz açılmasının gerekçesi de aynıdır. Çünkü kitap ehli kıblenin
Kudüs’ten Mekke’ye tahviline aşırı tepki göstermişlerdi.
(209) Bu âyet ve özellikle bu cümle kıblenin yönünü tayin eden bir anlam içermemektedir. Bu âyet mevcut
yanlış yön tasavvurunu sorgulamakta ve doğru bir yön tasavvuru ikame etmektedir. İbadeti mabede hapseden
Yahudi ve Hıristiyanlar, bu indirgemeci mantığın bir sonucu olarak dini belli günlere ve anlara, dindarlığı belli
bir zümreye ve özel insanlara hasrettiler. Kur’an bütün bu indirgemeci mantıkla cenneti belli bir zümreye has
kılma, Allah’a yön ve oğul isnat etme gibi sapmalar arasındaki görünmez bağlantıya dikkat çekmektedir.
(210) Klasik nesh teorisine göre mensuh addedilen bu âyet inşa değil haber formundadır ve dolayısıyla klasik
neshin kendi kurallarına göre de neshe konu olamaz.
ٰ ‫َو َقالُوا ا َّت َخ َذ ه‬
﴾١١٦﴿ ‫ون‬
ِ ‫ّللا ُ َولَ ًدا ُسب َْحا َن ُه َب ْل لَ ُه َما فِى الس هَّم َوا‬
َ ‫ض ُك ٌّل لَ ُه َقا ِن ُت‬
ِ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
116 Bir de “Allah bir oğul edindi” iddiasında bulundular.(211) Haşa! O aşkın bir hakikattir.(212) Aksine
göklerde ve yerde bulunan her şey O’na aittir: hepsi de O’nun iradesine boyun eğerler.(213)
(211) Öncesiyle münasebeti: Tüm yönlerin ve dünyanın Rabbi olan Allah’a yön izafe etmeye kalkmak, “Allah
bir oğul edindi” diyenlerle aynı yanlışa iştirak etmektir.
(212) Yani: Her ne ki akla geliyor o Allah değildir.
(213) “Ve” bağlacı bu sözü söyleyenlerin “Yahudi ve Hıristiyan olmayanlar cennete girmeyecek” (111) diyenler
olduğunu gösterir. Kur’an Yahudilerin şirkinden söz eder (Tevbe: 30). Hıristiyanların teslis inancı şirkin tevil
edilmiş biçimidir. Buna Mekke müşrikleri de “melekler Allah’ın kızlarıdır” diyerek iştirak ediyorlardı.
125
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 30 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا هذلِكَ َق ْولُ ُه ْم ِبا َ ْف َواه ِِه ْم يُضَاهِؤُ نَ َق ْو َل الَّذٖ ينَ َك َفرُوا مِنْ َق ْبلُ َقا َتلَ ُه ُم ه‬
﴾٣١﴿ َ‫ّللا ُ اَ ه ٰنى ي ُْؤ َف ُكون‬
ِ َ‫ّللا َو َقال‬
ِ َ‫َو َقال‬
ِ ٰ ُ‫ت ال َّنصَارَ ى ْالم َٖسي ُح ابْن‬
ِ ٰ ُ‫ت ْال َيهُو ُد ع َُز ْي ٌر ابْن‬
30 YAHUDİLER “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler;(37) Hıristiyanlarsa “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bunlar, geçmiş dönemlerin ısrarlı
inkârcılarının uydurduğu asılsız iddialara özenerek ağızlarında geveledikleri söylentilerdir; Allah kahretsin onları: nasıl da savruluyorlar!
(37) Bu ifade hakikat olarak da mecaz olarak da anlaşılabilir. Mecaz ise, bu Yahudilerin tamamını “Allah’ın oğulları ve ahbabı” kabul etme
türünden sayılmalıdır. Bu takdirde “Allah’ın oğlu” tabiri, aşırı yüceltmeci bir yaklaşımı ifade eder (krş. Menâr). Uzeyr’i (İbranice Ezra,
Latince Esdras, MÖ. ykl. 4. yy.) Allah’ın oğlu kabul etme: Eski Ahid’de beklenen Mesih için “Allah’ın oğlu” ibaresi kullanılır. Bahusus,
Eski Ahid’de Uzeyr’ (Ezra) için kullanılmaz (Ezra, 7-10 ve Nehemya, 8-10). Enbiya: 101’in sebeb-i nüzûlüyle ilgili bir rivayette Kureyşli
şair Abdullah b. Ziba‘ra es-Sehmi’nin “Allah’tan başka tapınılan tüm tanrılar cehenneme girecek öyle mi? Biz meleklere, Yahudiler Uzeyr’e,
Hıristiyanlar da İsa b. Meryem’e tapıyorlar. (Bunlar da mı cehenneme girecek?)” itirazı üzerine, Hz. Peygamber: “Hayır, siz sadece
şeytanlara tapıyorsunuz” der. Bunun üzerine Enbiya: 101 nâzil olur. İbn Hazm, Uzeyr Allah’ın oğlu iddiasının Sadukiyye adındaki Yahudi
mezhebine ait olduğunu söyler (el-Fisal I, 99). Bu kanaatin nedeni, Uzeyr’in Mesih olduğu iddiası olsa gerektir. Çünkü Eski Ahid’de
Mesih’ten “Allah’ın oğlu” olarak söz edilir. Muhtemelen Hz. İsa’nın ve İseviliğin çıkışından sonra Yahudilikteki bu inanç yanlış çağrışımlar
yapacağı gerekçesiyle terk edilmiş olmalıdır. Uzeyr’e bu vasfın verilmesinin bir başka nedeni de, tamamen kaybolmuş olan Tevrat’ı yeniden
ortaya çıkarmasıdır. Bu yüzden onun adı “II. Musa”dır. İsrâiloğullarının yabancı kadınlarla evliliklerine son vererek kavmi ırken saflaştırmış
(Ezra, 9:1-15; 10:1-11), Musa’dan sonra kavminin Allah ile olan misakını yenilemiş ve şeriatı tesis etmiştir (Nehemya, 10:28-31). Eski
Ahid’in tam metnini tesbit için Knesset’i kurmuştur. Kaybolan Tevrat kendisine tekrar yazdırılmıştır (II. Esdras, 14:23-26, 37-48).
Tefsirlerimizde yer alan hikayesi kısaca şudur: Uzeyr Babil’de öldüğünde Tevrat’ı bilen son kişi de ölmüştü. Babil dönüşü Tevrat’ı bilen
kimse yoktu. Yüz yıl sonra Allah ona hayat suyu içirdi ve dirildi. İsrâiloğullarına yeniden peygamber olarak gönderildi. Kavmine “Ben
Uzeyr’im” dedi. Kavmi ona “Atalarımız Uzeyr’in Babil’de öldüğünü söyledi; eğer sen Uzeyr isen Tevrat’ı yazdır” dediler. Onlara Tevrat’ı
yazdırdı. Sonra bir adam ortaya çıkıp asıl Tevrat’ın yerini onlara bildirdi. Bulup karşılaştırdılar. Birbirinin aynı olduğunu görünce, “Uzeyr
Allah’ın oğlu olsa gerektir” dediler (Beğavî).
‫ض َو ِا َذا َق ه‬
﴾١١١﴿ ُ‫ضى اَمْ رً ا َف ِا َّن َما َيقُو ُل لَ ُه ُكنْ َف َي ُكون‬
ِ ‫بَدٖ ي ُع الس هَّم َوا‬
ِ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
117 Gökleri ve yeri yoktan, eşsiz ve benzersiz yaratan O’dur.(214) Bir işin olmasını murad ettiğinde, ona sadece
“ol” der ve o da hemen oluş sürecine girer.(215)
(214) “Yoktan eşsiz ve benzersiz yaratan” diye çevirdiğimiz bedî‘ bazı dilciler tarafından dört harfli ebde‘a
kökünden ism-i fail olan mubdi‘ mânasına alınmıştır. Bu sonuca takdir yoluyla varılmıştır. Fakat Asmaî bu
görüşü reddederek kelimenin kökeninin üç harfli olup kıyas yoluyla sıfat-ı müşebbehe vurgusu kazandığını
söyler. Birincilere göre “yoktan var eden”, Asmaî’ye göre ise “eşsiz ve benzersiz yaratan” anlamına gelir
(Menâr). İkisi de doğru olduğu için biz mealde iki anlamı da verdik. İsm-i fail kalıbı daha çok failin fiiline ilişkin
iken sıfat-ı müşebbehe kalıbı failin zâtına ilişkindir.
Bu durumda bedî‘ hem Yaratan’ın eşsiz ve benzersizliğine, hem de yaratışının eşsiz ve benzersizliğine delalet
eder.
İbda‘, “daha önce var olan bir örneğe ve hammaddeye ihtiyaç duymaksızın, benzeri daha önce var olmayan bir
şeyi hiç yoktan yaratmak” demektir.
Kur’an’da halk ile “yaratma” insana nisbet edilir, lâkin ibdâ‘ ile “yaratma” asla insana nisbet edilmez. “Varlıktan
önce ne vardı?” sorusunun cevabını ancak Bedî‘ olan Allah verirdi. İşte bu âyet, o cevabın ta kendisidir.
(215) Buradaki kun (ol) emri, “teklif emrinin” karşıtı olan “tekvin emrine” tekabül eder. Teklif emri kelam
sıfatıyla, tekvin emri irade sıfatıyla bağlantılıdır. Teklif emri şuurlu varlıklara kelamî bildirim (vahiy) yoluyla,
tekvin emri şuursuz varlıklara fiilî yaptırım yoluyla ulaştırılır. Bu âyette şuursuz varlıklara yapılan tekvînî emrin
eylemsel dili, şuurlu varlık olan insana gönderilen teklifî emrin dili olan “kelam”a çevriliyor. Bizim, buradaki
kun emrini, eşyanın oluş diliyle bir söz değil bir fiil olarak algılamamız gerekir.
Teklifin muhatabı şuurlu varlık olan insandır ve insan bu yönüyle fiili vahiydir. Tekvinin muhatabı ise sadece
varlık değil, aynı zamanda yokluktur da. Yokluk böyle bir tekvin emriyle karşılaştığı zaman varlığa dönüşür. Bu
süreç şuursuz eşyanın tabi olduğu statik kadere göre işler (kevni yasalar). şuurlu varlıklara gönderilen teklif emri
ise, onların tabi olduğu dinamik kadere (fıtrî ve şer’î yasalar) göre işler. Maksat Allah’a bir soy ve sop izafe
edilemeyeceği gerçeğini anlatmaktır. Allah bütün varlığın yoktan var edicisiyken, bu sınırsız gücü elinde
bulunduran Zât’a oğul isnat etmek korkunç bir bühtandır.
126
127
128
129
130
‫ت قُلُو ُب ُه ْم َق ْد َب َّي َّنا ْ ه‬
ٰ ‫ُون لَ ْو ََل ُي َكلِّ ُم َنا ه‬
ْ ‫ين ِمنْ َق ْبل ِِه ْم م ِْث َل َق ْول ِِه ْم َت َشا َب َه‬
‫ت لِ َق ْو ٍم‬
ِ ‫اَل َيا‬
َ ٖ‫ك َقا َل الَّذ‬
َ ِ‫ّللا ُ اَ ْو َتاْتٖ ي َنا ها َي ٌة َك هذل‬
َ ‫ين ََل َيعْ لَم‬
َ ‫َو َقا َل الَّ ٖذ‬
﴾١١٨﴿ ‫ون‬
َ ‫يُو ِق ُن‬
118 İlimden yoksun olanlar

“Allah bizimle niçin konuşmuyor, ya da niçin bize mucizevi bir belge ulaştırmıyor” derler.
Onlardan öncekiler de aynen onların söylediğini söylemişlerdi.(216) Akılları da birbirine benzedi.(217) Elbet biz
gönülden inanacak herkes(218) için âyetlerimizi açık ve anlaşılır kılmışızdır.
(216) Vahyin bu tür talepleri geri çevirmesi En’âm 7-8 ışığında anlaşılmalıdır.
(217) Lafzen: “Kâlpleri de..” yani “akleden kalpleri”. Düşünme tarzının birbirine benzemesi kastedilmektedir.
Biz bu benzerliğe “Yahudileşme temayülü” diyoruz. Duygu ve düşüncenin benzeşmesi, söz ve eylemin de
benzerliğini getirecektir. Zımnen: Düşünceleri benzer olanların talepleri de benzer.
(218) Mûkınîn: Benliğini tüm sübjektif yargılardan, indi görüşlerden, kişisel düşüncelerden ve her tür taklitten
arındırıp, inanç alanında yalnızca hakikati isteyen ve ona bütün benliğiyle teslim olan kimse (Menâr).
(Nuzul 73/ Mushaf 6 : En’am 7 Aşağıdadır.)
﴾١﴿ ٌ‫يه ْم لَ َقا َل الَّذٖ ينَ َك َفرُوا اِنْ هه َـذا ا ََِّل سِحْ ٌر م ُٖبين‬
َ ‫َولَ ْو َن َّز ْل َنا عَ لَ ْي‬
ٍ ‫ك ِك َتابًا فٖ ى قِرْ َط‬
ِ ٖ‫اس َفلَ َمسُوهُ ِباَيْد‬
7 Eğer sana yazılı bir metin(7) indirseydik ve ona elleriyle dokunmuş olsalardı dahi, inkârda direnenler ısrarla derlerdi ki: “Bu apaçık bir
sihirden başka şey değildir!”(8)
(7) Kırtâs, saz bataklıklarında yetişen kamıştan mamul kağıt tomarlar. Muhtemelen Yunanca Chartes veya Latince çoğul bir form olan
Chartas ile köken ortaklığına sahiptir.
(8) Küfür en katı, en iflah olmaz önyargıdır.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 8 Aşağıdadır.)
َ ْ َ‫ك َولَ ْو اَ ْن َز ْل َنا َملَ ًكا لَقُضِ ى‬
ٌ َ‫َو َقالُوا لَ ْو ََل ا ُ ْن ِز َل عَ لَ ْي ِه َمل‬
﴾٨﴿ َ‫اَلمْ ُر ُث َّم ََل ُي ْن َظرُون‬
8 Bir de, “Ona bir melek indirilseydi ya?” derler. Ama eğer melek indirmiş olsaydık, iş bitirilmiş olurdu ve bir daha da fırsat tanınmazdı.(9)
(9) Krş. Mâide: 115, not 2.
﴾١١٩﴿ ‫ب ْال َجحٖ ِيم‬
ِ ‫ك ِب ْال َح ِّق َب ٖشيرً ا َو َن ٖذيرً ا َو ََل ُتسْ َپ ُل َعنْ اَصْ َحا‬
َ ‫ِا َّنا اَرْ َس ْل َنا‬
119 Gerçekten biz seni, hakikat ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; ateşe yoldaş olanlardan sen sorumlu
değilsin.(219)
(219) Kur’an’ın bu kendine has ve başka hiçbir metinde rastlanamayacak olan metaforik üslûbu gereği, bir tek
pasaj içerisinde ilk bakışta konuyla hiç alâkası yokmuş gibi duran ve farklı dünyalardan söz eder gibi görünen
âyetleri arasında kopmaz bağlar mevcuttur. Yüzeysel bir bakışla görülmeyen bu bağları görmek için satırların
arkalarına geçmek (tedebbür) gerekir. Kur’an’ın icazı asıl bu noktada aranmalıdır.
‫ه‬
‫َولَنْ َترْ ه‬
‫ك م َِن‬
َ ‫ّللا ه َُو ْاله هُدى َو َل ِئ ِن ا َّت َبعْ تَ اَهْ َوا َء ُه ْم َبعْ دَ الَّذٖ ى َجا َء‬
ِ ٰ ‫ص هارى َح ه ٰتى َت َّت ِب َع ِملَّ َت ُه ْم قُ ْل اِنَّ هُدَ ى‬
َ ‫ك ْال َيهُو ُد َو ََل ال َّن‬
َ ‫ضى َع ْن‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ْ
َ
َ
َ
﴾١٢١﴿ ‫ير‬
ٖ ‫ّللا ِمنْ َولِىٍّ َوَل ن‬
ِ ‫ك م َِن‬
َ ‫العِل ِم َما ل‬
ٍ ‫ص‬
120 Sen onların inanç sistemini benimsemedikçe, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar seni asla kabullenmeyecekler.
(220)
Onlara şöyle de: Allah’ın rehberliği var ya, işte gerçek rehberlik odur.(221)
Eğer sana gelen (mutlak hakikatin) bilgisinden sonra onların keyfî sistemine uyarsan,(222) Allah’ın elinden seni
kurtaracak ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulabilirsin.
131
(220) Millet “İbrahim milleti” örneğinde olduğu gibi yalnızca bir hayat sisteminin öncüsüne nisbet edilirken, din
“Allah’ın dini” örneğinde olduğu gibi Allah’a nisbet edilir. Yani bir hayat nizamı için, itikad oluşu cihetiyle
“din”, hukuki cihetiyle “şeriat”, inanç sistemi cihetiyle “millet”, topluluk cihetiyle “ümmet” kullanılır. Millet,
bâtıl hayat tarzı için de kullanılır. “İslâm milleti” olduğu gibi “küfür milleti” de vardır.
(221) Yani: Hz. İsa’nın, Musa’nın, İbrahim’in ve hakikate teslim olan tüm insanların üzerinde yürüye geldiği
yola rehberliktir. Musa Carullah şöyle der: “Bütün kalbimle inanıyorum ki bu âyette geçen hudallah terkibi
haberdir. Başına lamı tarif alan el-huda kelimesi ise mübtedadır (Kitabu’s-Sünne, 23). Buna göre çeviri şöyle
olur: “Gerçek rehberlik, Allah’ın rehberliğidir”.
(222) Burada ellezi ile gelen ibare 145. âyette min ve mâ ile birlikte gelmiş. Ellezi hem işaret ismi hem de sıla
görevi gördüğü hâlde mâ yalnızca işaret ismi görevi görür. Bundan ayrı olarak ellezi belirlilik takısı sebebiyle
çift kat marife olduğu gibi, eril ve dişil hâlde gelebilme kabiliyeti vardır. Mâ’da ise bunların hiçbiri yoktur ve o
bize temsil ettiği şey hakkında hiçbir ayrıntı vermez. Bu iki edat arasındaki fark, sadece şekle değil, anlamın
mahiyetine yönelik bir farklılığın da işaretidir. Bu âyette el-‘ilm ile Hz. Peygamber’e verilen hakikatin bütünü
kastedilirken, 145. âyette mine’l-‘ilm ile kıblenin Kâbe oluşu kastedilmektedir. Bu ise hakikatin bütünü değil
parçasıdır.
‫ون بهٖ َو َمنْ َي ْك ُفرْ بهٖ َفا ُ ه‬
‫اب َي ْتلُو َن ُه َح َّق ت ََِل َوتِهٖ ا ُ ه‬
﴾١٢١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ك ُه ُم ْال َخاسِ ر‬
َ ‫ول ِئ‬
َ ‫ولـئ‬
َ ‫ين ها َت ْي َنا ُه ُم ْال ِك َت‬
َ ‫اَلَّ ٖذ‬
ِ
ِ َ ‫ِك ي ُْؤ ِم ُن‬
121 Kendilerine ilâhî mesaj (verilip) de onu tilavet etmenin hakkını verenler var ya: (223) işte onlardır ona
hakkıyla inananlar; (224) kim de bu mesajı inkâr ederse, işte kaybedenler de onlardır.(225)
(223) Tilavet tek başına değil hakka tilavetihi kaydıyla gelmiş. Tek başına tilavette anlamak ve yaşamak şart
değildir. Fakat vahyi tilavetin hakkı anlamak ve yaşamaktır. Allah Rasulü de bu ibareyi “ona gereği gibi
uyanlar” şeklinde tefsir etmiştir (İbn Hanbel).
(224) Cuma sûresinde “kitap yüklü eşekler” olarak nitelenenlerin tam tersi.
(225) Eğer bir mesajı uygulamak ona gereği gibi inanmanın şartıysa,bir mesajı uygulamamak da ona gereği gibi
inanmamanın sonucu olmalıdır. Âyette bu durum inkâr olarak adlandırılmaktadır.
ُ ‫َيا بَنٖ ى ِاسْ َر ٖاي َل ْاذ ُكرُوا ِنعْ َمت َِى الَّتٖ ى اَ ْن َعم‬
﴾١٢٢﴿ ‫ين‬
َ ‫ْت َعلَ ْي ُك ْم َواَ ٖ ٰنى َفض َّْل ُت ُك ْم َعلَى ْال َعالَ ٖم‬
122 EY İSRÂİLOĞULLARI! Size lutfettiğim nimetlerimi hatırlayın; hani Ben sizi çağınızın milletlerine üstün
kılmıştım?(226)
(226) Ni‘met için bkz. âyet 47, not 19. Bu âyetle 47. âyet lafzen birbirinin aynı, buna rağmen bağlamlarından
dolayı vurguları farklıdır. 47. âyet Âdem kıssasının ardından Medine Yahudilerini ikna ve daveti amaçlar, bu
âyet ise onların ikiyüzlülüklerini ortaya koymayı amaçlar. Yine 47. âyet İsrâiloğullarına tüm insanlığın Âdem’in
çocukları olduğunu, bu âyet ise Hz. İbrahim’in soyundan olmanın ayrıcalık olmadığını hatırlatır.
﴾١٢٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫صر‬
َ ‫اع ٌة َو ََل ُه ْم ُي ْن‬
َ ‫س َش ْيپًا َو ََل ُي ْق َب ُل ِم ْن َها َع ْد ٌل َو ََل َت ْن َف ُع َها َش َف‬
ٍ ‫َوا َّتقُوا َي ْومًا ََل َتجْ ٖزى َن ْفسٌ َعنْ َن ْف‬
123




Kimsenin kimseye hiç bir fayda sağlamayacağı,
Kimseden kurtuluş bedeli kabul edilmeyeceği,
Şefaatin hiçbir yarar vermeyeceği ve
Hiç kimsenin yardım görmeyeceği günün bilincinde olun!(227)
(227) Arapça’da cümle mâna açısından ikiye ayrılır: İnşa cümlesi, haber cümlesi. Nida, emir ve yasak
formundaki cümleler birincisine, haber veren cümleler ikincisine girer. Bu iki cümle yapısının farkını ortaya
koymak için mümkün olduğunca inşa cümlelerinin sonuna ünlem işareti (!) koymaya özen gösterdik. Bununla
beraber ilâhî bir inşa projesi olan Kur’an vahyinin tümü, muhatabını inşa etmeyi amaçlar. Bu açıdan haber
cümlelerinin de zımnen inşai bir vurgu taşıdığını unutmamalıyız.
132
َّ ‫اس ِا َمامًا َقا َل َو ِمنْ ُذرِّ َّيتٖ ى َقا َل ََل َي َنا ُل َع ْهدِى‬
﴾١٢٥﴿ ‫ين‬
ٍ ‫َو ِا ِذ ا ْب َت هلى ِاب هْرهٖ ي َم َر ُّب ُه ِب َكلِ َما‬
َ ‫الظال ِٖم‬
َ ُ ‫ت َفا َ َت َّمهُنَّ َقا َل ِا ٖ ٰنى َجا ِعل‬
ِ ‫ك لِل َّن‬
124 Hani Rabbi İbrahim’i(228) insanı şiddetle sarsan ağır imtihanlara(229) tabi tutmuş ve o da bu (imtihanı)
hakkıyla verdiği zaman(230) demişti ki:

“Ben seni insanlığa önder yapacağım”.(231)
İbrahim: “Neslimden de!?” demişti.(232) Allah buyurmuştu:

“Sözüm (senin neslinden de olsa) zalimler için asla geçerli değildir.”(233)
(228) Sözün Hz. İbrahim’e getirilmesi, Yahudileşen İsrâiloğullarına ata olarak Yakub’da kalmayıp iki kuşak
daha geriye giderek İbrahim’e kadar uzanmalarını öğütlemek içindi. Eğer oraya varırlarsa kutsal ırkçılık yaparak
yeni peygamberi reddetme gerekçeleri yok olacak, Hz. İbrahim’de birleşen iki soyun da birbirine üstünlük
iddiasının temeli kalmayacaktı.
(229) Lafzen: “Kelimeler”. Hz. İbrahim’i insanlığa önder yapan ibtila kelimât’ın kök mânasında saklıdır. K-l-m
kökünden türeyen tüm Arapça kelimeler “güç ve şiddet” ortak anlamına sahiptir (İbn Cinnî, el-Hasâis I, 13 vd).
Buradan yola çıkarak Hz. İbrahim’in sınandığı kelimat’ın katlanılması güç, insanı şiddetle sarsan imtihanlar
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunlar ateş, hicret ve kurban olarak sıralanabilir.
(230) İbtela, Kur’an’da 4 yerde kullanılmış (Ahzab: 11; Fecr: 15, 16), tümünde de ağır imtihan ve sınama
anlamı öne çıkarılmıştır. Allah’ın kulunu ibtila etmesi varlıkla olabileceği gibi yoklukla, sevinçle olabileceği gibi
hüzünle, vererek olabileceği gibi alarak da gerçekleşebilir.
(231) Bu âyetin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber için taşıdığı mâna elbette çok farklıdır. Maddede ve mânada
atası olan Hz. İbrahim’in adım adım izini takip eden Rasulullah, Mekke’de çektiği sıkıntı ve ödediği ağır bedelin
ardından tıpkı İbrahim gibi insanlığa önder ve örnek seçilmiştir. İlginçtir ki Kur’an’da yalnızca iki insan için
“güzel örnek” ifadesi yer alır: Biri Hz. İbrahim, diğeri de Hz. Muhammed’dir (Mumtehane: 4; Ahzab: 21).
(232) “Neslimden de” ifadesini bazı müfessirler soru olarak algılamışlarsa da, cümlenin yapısı hem duaya hem
de soruya elverişlidir. Biz aslındaki bu çift boyutlu anlamı tercümede de muhafaza etmeyi yeğledik.
(233) Zımnen: Kendisine kötülük eden biri, insanlara önderlik ve yöneticilik yapmaya lâyık değildir. Çünkü
kendisine kötülük eden başkalarına haydi haydi kötülük eder. Değilse, tarihte nice zalimler yöneticilik ve
önderlik makamını lâyık olmadıkları hâlde gasbetmişlerdir. Âyetteki “ahdi” âhirete dair yorumlayanlar da
olmuştur. Ne var ki bu ahdin, öncelikle dünyada gerçekleştiği âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Bu âyetteki “söz”
ile 40. âyetteki “Allah’ın sözü” arasında bir sebep sonuç ilişkisi vardır.
133
134
135
(Nuzul 105 / Mushaf 33 : Ahzab 11 Aşağıdadır.)
﴾١١﴿ ‫ُه َنالِكَ ابْتلِىََ ْال ُم ْؤ ِم ُنونَ َو ُز ْل ِزلُوا ِز ْل َز ًاَل َشدٖ يدً ا‬
11 İşte o anda ve orada mü’minler sınanmışlar, şok bir sarsıntıyla sarsılmışlardı.(22)
(22) Bu durum Hendek savaşının en kritik günlerinde yaşanmıştı. Hatta bunlardan birinde Kureyş’ten bir müfreze hendeği geçmiş, Hz. Ali
komutasındaki bir müfreze de onlara karşı koymuştu. Düşman, mü’minleri ok ve taş yağmuruna tutmuş, herkesin yüreği ağzına gelmişti. İlk
defa o gün Rasulullah ve mü’minler namazlarını eda edememişler, gün bitiminde Rasulullah hepsini birlikte kıldırmıştı.
(Nuzul 11 / Mushaf 89 : Fecr 15-16 Aşağıdadır.)
ّٰ
﴾١٤﴿ ‫َن‬
ِ ْ ‫َفاَمَّا‬
ِ ‫اَل ْنسَانُ ا َِذا مَاَا ْب َتليهَ رَ ُّب ُه َفا َ ْكرَ َم ُه َو َن َّع َم ُه َف َيقُو ُل رَ ٖ ٰبى اَ ْكرَ م‬
15 VE insana gelince… Ne zaman Rabbi onu (varlıkla) sınayıp ona ikram edecek ve nimetlere gark edecek olsa, hemen (Allah’ın kendisini
desteklediğini düşünerek) “Rabbim bana ikram etti” der; (15)
(15) Zımnen: “Rabim bana ikram ettiğine göre beni destekliyor demektir” der. Yani serveti Allah’a yakınlığın nedeni, yoksulluğu Allah’a
uzaklığın nedeni olarak görür.
﴾١٦﴿ ‫َواَمَّا ا َِذا مَاَا ْب َت ّٰليهَ َف َقدَرَ عَ لَ ْي ِه ِر ْز َق ُه َف َيقُو ُل رَ ٖ ٰبى اَهَا َن ِن‬
16 Ne zaman da Rabbi onu (darlıkla) sınayıp onun geçim alanını sınırlandıracak olsa, bu kez de “Rabbim beni zelil etti” der. (16)
(16) Bu âyetlerdeki ikram ve zilletin dünyada değil âhirette olduğunu söyleyenler vardır (Taberî). Fakat bunların imtihan (ibtila) olması,
dünyada olmasını gerektirir.
(Nuzul 109 / Mushaf 60 : Mümtehine 4 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ْ ‫قَدْ َكا َن‬
‫اّلل وَ حْ دَ هُ ا ََِّل َق ْو َل‬
ِ ٰ ‫ّللا َك َفرْ َنا ِب ُك ْم َو َبدَا َب ْي َن َنا َو َب ْي َن ُك ُم ْالعَ دَ َاوةُ َوا ْلب َْغضَا ُء اَ َبدًا حَ ه ٰتى ُت ْؤ ِم ُنوا ِب‬
ِ ٰ ‫ُون‬
ِ ‫ت لَ ُك ْم اُسْ َوةٌ حَ سَ َن ٌة فٖى ِاب هْرهٖ ي َم َوالَّذٖ ينَ مَعَ ُه ا ِْذ َقالُوا لِ َق ْوم ِِه ْم ِا َّنا بُرَ هءؤُ ا ِم ْن ُك ْم َو ِممَّا َتعْ ُب ُدونَ مِنْ د‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ْ
َ
َ
َّ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
﴾٥﴿ ‫َصي ُر‬
ُ ِ‫ِاب هْرهٖ ي َم َِلَ ٖبي ِه ََلَسْ َت ْغفِرَ نَّ لكَ َومَا امْ ل‬
ٖ ‫ك ان ْبنا َو ِاليْكَ الم‬
َ ‫ّللا مِنْ شیْ ٍء رَ َّبنا عَ ليْكَ ت َوكلنا َو ِال ْي‬
َ ‫كل‬
ِ َ‫ك مِن‬
4 Doğrusu İbrahim’de ve ona uyanlarda sizin için güzel bir örneklik vardır. Hani onlar kendi kavimlerine şöyle demişlerdi: “Bakın, biz
sizden ve Allah’ın yanı sıra taptığınız her şeyden uzağız; biz sizi(n hayat tarzınızı) reddediyoruz; sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah’a
ibadet edinceye kadar ebediyen sürecek bir düşmanlık ve nefret vardır.” Tek istisna, İbrahim’in babasına “Senin için kesinlikle Allah’tan
mağfiret dileyeceğim; ama senin lehine Allah’tan bir şey elde etme yetkisine sahip değilim” diye söz vermesiydi. (12) (Size düşen şöyle
yalvarmaktır): (13) “Rabbimiz! Yalnız Sana güvendik, yalnız Sana yöneldik: zira tüm yollar Sana çıkar!
(12) Hz. İbrahim, bu sözünü gerçekleştirdi (Meryem: 47 ve not 8). Bu talebinin arka planında ise, ahirette yakınlarından dolayı mahcup olma
kaygısı yatıyordu (şu‘arâ: 86-87).
Ama babasının Allah düşmanı olduğuna kesin kanaat getirdiğinde, bu duasından derhal vazgeçti (Tevbe: 114).
Sözün özü:



Hakikate saygı esastır.
Evlat Hz. İbrahim baba onun babası olsa dahi, hakikate saygı duymalı,
Allah’ın iman-inkâr arasına çizdiği sınır gözetilmelidir (Mâide: 5;
Hz. Nûh’un oğluna yaptığı çağrının Allah tarafından reddi için bkz. Hûd: 46).
(13) Önceki cümlenin devamı olarak okunabilirse de, değişen kipleme tercihimizi doğrular niteliktedir.
(Nuzul 105 / Mushaf 33 : Ahzab 21 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
‫ّللاَ َو ْالي َْو َم ْ ه‬
ٰ ‫ّللا اُسْ وَ ةٌ حَ سَ َن ٌة لِمَنْ َكانَ يَرْ جُوا ه‬
﴾٢١﴿ ‫ّللا َكثٖ يرً ا‬
ِ ٰ ‫ُول‬
ِ ‫لَقَدْ َكانَ لَ ُك ْم فٖ ى رَ س‬
َ ٰ َ‫اَلخِرَ َو َذ َكر‬
21 DOĞRUSU Allah Rasulü sizler için, Allah’a ve ahret gününe umut besleyen ve Allah’ı sürekli hatırda tutan herkes için güzel bir örnek
teşkil eder.(28)
(28) Teessi (usve), taklit ve teşebbüh değil, birinin yaptığını onun maksadını gözeterek yapmaktır. Usve ilan edilen “model” kılınmıştır.
Sadece üretilebilir olanlar model gösterilebilir. Peygamberler örnek alınsın diye insanlar arasından seçilmişlerdir: yerde yürürler, iz bırakırlar
ve izlenirler. Bu âyetin nüzul ortamıyla ilişkisi açık: Hz. Peygamber en kritik insani durumlarda bile duruşunu bozmuyordu. Âlemlere
rahmet olmak, bütün bir insanlığa model olmak demekti. Bu ise, iyilik artsın diye varlığını sadaka vermekti (krş. Bakara: 143).
136
َّ ‫صلًٰى َو َع ِه ْد َنا ا هِلى ِا ْب هرهٖ ي َم َو ِاسْ هم ٖعي َل اَنْ َطه َِّرا َب ْيت َِى ل‬
‫ين‬
َ ٖ‫ِلطائِف‬
َ ‫اس َواَ ْم ًنا َوا َّتخ ُِذوا ِمنْ َم َق ِام ِاب هْرهٖ ي َم ُم‬
ِ ‫َوا ِْذ َج َع ْل َنا ْال َبيْتَ َم َثا َب ًة لِل َّن‬
﴾١٢٤﴿ ‫ين َوالرُّ َّك ِع ال ُّسجُو ِد‬
َ ٖ‫َو ْال َعاكِف‬
125 (234) HANİ bir zaman da Kâbe’yi insanlık için daimî bir merkez ve kutsal bir güvenlik bölgesi kılmıştık:
(235) öyleyse İbrahim’in makamını dua ve ibadet yeri edinin!(236) Nitekim biz İbrahim ve İsmail’e, “Tavaf
edecekler, (iç dünyasını îmar için) içe kapanacaklar(237) ve uzun uzun rüku ve secde ile namaz kılacaklar için
mabedimi(238) temiz tutun!” diye emretmiştik.(239)
MEKKE
Mina
Müzdelife
KABE
137
Arafat
(234) Önderlik el değiştirince kıblenin değişmesi de normaldi. Kaldı ki mü’minlerin yeni kıblesi Kudüs’ten daha
kadim, üstelik de Hz. İbrahim’in yadigarıydı. Bu pasajın kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye tahvil edildiği hicretin
16. ayında nâzil olduğu söylenebilir.
(235) Mesâbeten: Bir şeyin aslına ya da ideal hâline dönmesi anlamına gelen sevb kökünden türetilmiştir. Aynı
kökten gelen sevâb da insanın bilinçli olarak yaptıklarının karşılığını almak için dönmesidir. Bizim “daimi bir
merkez” olarak çevirdiğimiz mesâbeten, aslında çölde açılmış kuyuların etrafında insanların su içmek için
oturdukları yere verilen isimdir. Kâbe bu anlamda insanların mânevî susuzluklarını giderdikleri daimî bir
merkezdir. Emnen, ‘bilinenin ötesinde’ kapsamlı güvenliği ifade eder.
(236) Musallâ mufa‘al babından geldiği için, “namaz yeri” değil “dua makamı” vurgusu taşır (Taberî).
Mücâhid’in de tercihi budur. “Makam-ı İbrahim”in neresi olduğu konusunda eski müfessirler farklı şeyler
söylemişlerdir. Birinci ve ikinci kuşağa mensup isimlerden İbn Abbas, Cabir, Katade ve Mücâhid âyette
kastedilen “Makam-ı İbrahim”in Harem bölgesinin tümü olduğu görüşündedirler. Yine İbn Abbas ve Ata’dan
gelen rivayetlerde hac mahallerinin tümü Makam-ı İbrahim sayılmıştır.
(237) ‘Âkifîn, özellikle hacda itikâfa kapananları ifade eder (İtikâf için bkz. 187. âyet; ayrıca bkz. Tâhâ: 91).
(238) Âyette geçen beytiye, lafzen “evim” mânasına geliyor (krş. Mâide: 95). Allah’ın yeryüzüne ait bir mekânı
“ev” edinmesi, o mekânda yalnız O’nun adına ve O’na yönelerek ibadet edilmesi anlamına gelir. Yeryüzündeki
tüm mescidler de, mescidlerin imamı olan Mescid-i Haram’ın şubeleri olmak hasebiyle ‘Allah’ın evi’dir. şu
uyarı her mescid için geçerlidir: “ibadethaneler Allah’a mahsustur; öyleyse Allah’ın yanı sıra başka hiç kimseye
yalvarıp yakarmayın” (Cin: 18).
(239) Zımnen: Acılar İbrahim’i inşa etti, İbrahim Kâbe’yi inşa etti.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 187 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللا ُ اَ َّن ُك ْم ُك ْن ُت ْم َت ْخ َتا ُنونَ اَ ْنفُ َس ُك ْم َف َتابَ عَ لَ ْي ُك ْم َوعَ َفا عَ ْن ُك ْم َف ْال هپنَ بَاشِ رُوهُنَّ َوا ْب َت ُغوا مَا َك َتبَ ه‬
ٰ ‫ث ا هِلى نِسَائِ ُك ْم هُنَّ لِ َباسٌ لَ ُك ْم َواَ ْن ُت ْم لِ َباسٌ لَهُنَّ عَ لِم ه‬
ُ ‫صيَام الرَّ َف‬
‫ّللاُ لَ ُك ْم َو ُكلُوا وَ ا ْشرَ بُوا‬
ِ ُ‫ا‬
ِ ِّ ‫ح َّل لَ ُك ْم لَ ْيلَ َة ال‬
‫ّللا َف ََل َت ْق بُوهَا َك هذل ُيبيِّنُ ه‬
‫صيَام َالَى الَّيْل و ََل ُتب رُوهُنَّ واَ ْن ُتمَ اكِفونَ َفِى ْالمَسَاجد ت ِْلك ُحدُو ُد ه‬
ُ ‫حَ ه ٰتى َي َت َبيَّنَ لَ ُك ُم ْال َخي‬
‫ه‬
ٰ
ٰ
َّ
َ ْ ِ‫اَل ْبيَضُ مِنَ ْال َخيْط‬
َ ْ ‫ْط‬
‫اس لَعَ لَّ ُه ْم‬
‫ن‬
‫ِل‬
‫ل‬
‫ت‬
‫َا‬
‫ي‬
‫ا‬
‫ّللا‬
ٖ‫ِه‬
ِ
ِ‫َاش‬
ِ َ ِّ ‫اَلسْ وَ ِد مِنَ ْال َفجْ ِر ُث َّم اَتِمُّوا ال‬
َ
َ‫ِك‬
َ‫ر‬
َ
َ
َ
ِ
َ‫ع‬
ْ
ُ
ِ
ِ
ِ
﴾١٨١﴿ َ‫َي َّتقُون‬
187 Oruç günlerinizin gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâldir: Onlar sizin elbiseleriniz, siz de onların elbiselerisiniz. Sizin kendinizi
zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü; işte bu yüzden size affıyla muamele etti ve zorluğu üzerinizden kaldırdı: fiimdi artık onlara yaklaşın
ve Allah’ın size meşru kıldığından yararlanın!Fecir vakti, gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı sizin için belirgin hâle gelinceye kadar
yiyin için! Sonra orucu geceye kadar tamamlayın! Mescidlerde itikâfa girdiğinizde de hanımlarınıza yaklaşmayın! İşte bunlar Allah’ın
çizdiği sınırlardır, sakın bunlara yaklaşmayın!(358) Allah âyetlerini insanlığa böylece açıklıyor ki, sorumluluk bilincini kuşanabilsinler.
(358) Allah’ın çizdiği sınırları değil aşmayı, onlara “yaklaşmayı” bile aklınızdan geçirmeyin. Bu nedenle âyette, bu sınırları çiğnememek
değil onlara yaklaşmamak emrediliyor.
(Nuzul 44 / Mushaf 20 : Taha 91 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫جعَ ِالَ ْي َنا م ه‬
﴾٩١﴿ ‫ُوسى‬
ِ ْ‫َقالُوا لَنْ َنبْرَ حَ عَ لَ ْي ِه عَ اكِفٖ ينَ َحَ ٰتى يَر‬
91 Onlar dediler ki: “Musa bize dönüp gelinceye kadar asla ona perestij göstermekten geri durmayacağız!” (73)
(73) ‘Âbidin yerine ‘âkifîn’in kullanılması ilginçtir (bkz. Bakara: 187, not 5). Bu, İsrâiloğullarının altın dana heykeline Allah’a tapar gibi
tapmadıklarını, fakat ona tapınmayı andırır bir saygı ve perestij gösterdiklerini ifade eder. Vahyin bunu bir tapınma olarak değerlendirdiği
açıktır.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 95 Aşağıdadır.)
‫صيْدَ وَ اَ ْن ُت ْم ُح ُر ٌم َومَنْ َق َتلَ ُه ِم ْن ُك ْم ُم َتعَ مِّدً ا َفجَ َزا ٌء ِم ْث ُل مَا َق َت َل مِنَ ال َّنعَ ِم يَحْ ُك ُم ِبهٖ َذ َوا َعدْ ٍل ِم ْن ُك ْم َهدْ يًا بَالََِ ا ْل ََكعْ َب َِة اَ ْو َك َّفارَ ٌة َطعَا ُم مَسَاكٖ ينَ اَ ْو َعدْ ُل هذلِكَ صِ يَامًا‬
َّ ‫يَا اَ ُّيهَا الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا ََل َت ْق ُتلُوا ال‬
ٰ ‫ّللا ُ ِم ْن ُه َو ه‬
ٰ ‫ّللا ُ عَ مَّا َسلَفَ َومَنْ عَادَ َف َي ْن َتقِ ُم ه‬
ٰ ‫لِي َُذوقَ َوبَا َل اَمْ ِرهٖ عَ َفا ه‬
﴾٩٤﴿ ‫ّللاُ ع َٖزي ٌز ُذو ا ْنتِ َق ٍام‬
95 Siz ey iman edenler! Hac için ihrama girdiğinizde av hayvanı öldürmeyin!(105) Sizden kim kasıtlı olarak onu öldürürse, âdil iki kişinin
takdiriyle öldürdüğüne eş değerdeki hayvanı kurban edilmek üzere Kâbe’ye(106) getirerek öldürdüğüne denk bir bedel öder. Ya da
yoksulları doyurmak veya ona denk olacak kadar oruç tutmak sûretiyle günahının keffaretini öder. Ve (böylece) yaptığı işin vebalini
hisseder. Allah geçmişi silmiştir;(107) fakat kim yeniden işlerse, Allah ona yaptığının acısını tattırır. Zira Allah şerefin kaynağıdır, kimsenin
yaptığını yanına kâr bırakmayandır.
138
(105) Yasak olan sadece bozulmamış doğaya ait olan av hayvanlarıdır, evciller ve haşarat bunun dışındadır. Bu, özgürlük ve güvenlik evinin
bulunduğu bölgenin doğal hayatını en yüksek düzeyde koruma altına almaktır.
(106) Kâbe’nin, vahyin iniş sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır. Kök anlamıyla hem “kübik” hem “dairevi” şekilleri ifade eder (Tac).
Kabe’nin orijinalinde bulunan dairevi boyutunu Allah Rasulü’nün sonradan inşa ettirdiği “hatim” isimli duvar temsil etmektedir. Kâbe
sadeliğin ulaştığı zirveyi temsil eden mimarisiyle kulun ne yaparsa yapsın Allah’a gereği gibi şükürden aciz olduğu gerçeğini yansıtır.
İnsanlığı yeryüzünde ilk misafir eden mekâna dikilmiş mukaddes bir anıt, kalbin yeryüzündeki timsalidir (krş. Bakara: 125, not 16).
(107) Halid b. Velid’in İslâm oluş hikayesi ve Hz. Peygamber’in “İslâm geçmişi siler” buyurarak onu teskin etmesi hatırlanmalıdır.
‫ه‬
‫اّلل َو ْال َي ْوم ْ ه‬
َّ ‫َوا ِْذ َقا َل ِاب هْرهٖ ي ُم َربِّ اجْ َع ْل هه َذا َبلَ ًدا ها ِم ًنا َوارْ ُز ْق اَهْ لَ ُه م َِن‬
ً ٖ‫اَلخ ِِر َقا َل َو َمنْ َك َف َر َفا ُ َم ِّت ُع ُه َقل‬
‫يَل‬
ِ ‫الث َم َرا‬
ِ ٰ ‫ت َمنْ ها َم َن ِم ْن ُه ْم ِب‬
ِ
‫ه‬
ُ
ْ
َ
َ
﴾١٢٦﴿ ‫صي ُر‬
ٖ ‫س ال َم‬
ِ ‫ث َّم اَضْ طرُّ هُ اِلى َعذا‬
َ ‫ار َو ِب ْئ‬
ِ ‫ب ال َّن‬
126 Hani İbrahim de şöyle dua etmişti:


“Rabbim! Burasını emin bir bölge(240) kıl!
Onun sakinlerinden Allah’a ve ahret gününe inananları türlü ürünlerle rızıklandır!”(241)
Allah karşılık verdi:

“Onlardan küfredenleri de, kısa süren bir sefadan sonra yakıcı bir azaba mahkûm ederim ki, orası pek fena
bir duraktır.”(242)
(240) Burada hâzâ beleden şeklinde belirsiz gelirken İbrahim 35’te hâze’l-beled şeklinde belirlilik takısıyla
gelir. Çünkü bu âyet “çorak bir vadi” (İbrahim: 37) olan bölgenin imarından önceki hâline işaret ederken,
İbrahim 35’te mamur ve şehirleşmiş hâline işaret edilmiştir. Bir görüşe göre ikisi de aynı anlamdadır, çünkü
burada nekra iki kez gelmiştir. Bir başka görüş ise bu ibarenin açılımı hâze’l- beled, beleden aminen (bu belde,
güvenli bölgedir) şeklindedir, el-beled gizlenmiştir.
(241) Öteden beri bu âyetle, “Ben neslimden olanları ekip-biçmeye elverişsiz bir vadiye yerleştirdim” (İbrahim:
37) âyeti arasında çelişki olduğunu zanneden kadim müfessirler, bölgenin Hz. İbrahim’in bu duasıyla mı
“haram” kılındığını, yoksa İbrahim sûresindeki âyette ifade edildiği gibi bölgenin hürmetinin daha öncelere mi
dayandığını tartışmışlardır. Her iki görüşü savunanlar da kendilerine hadislerden destek bulabilmiştir. Oysa ki bu
âyette “güvenlikten”, İbrahim 37’de “kutsallıktan” söz edilmektedir. Bölgenin kutsallığı Hz. İbrahim’den
öncesine, hatta ilk insana, belki de yaratılışın başlangıcına kadar gidiyordu. Ancak çorak ve kurak bir arazinin bir
kadın ve bir süt bebesi için hiç de güvenli bir yer olmadığı malum. Kaldı ki Hz. İbrahim, bu güvenliği sadece
maddî nesli için değil, iman soyundan kıyamete kadar gelecek mânevî nesilleri için de istiyordu.
(242) Hz. İbrahim duasında dünyevi rızkı yalnız Allah’a ve ahrete iman edenler, bir başka ifadeyle “tevhid ve
adâlete” tabi olanlar için istemişti. Allah, onun bu düşüncesinin ilâhî kanuna uygun olmadığını, rızkın dünyada
mü’min-kâfir demeden tüm insanlara verileceğini ifade ederek onu tashih etti.
(Nuzul 65 / Mushaf 14 : İbrahim 35 Aşağıdadır.)
﴾٣٤﴿ ‫َوا ِْذ َقا َل ِاب هْرهٖ يمُ رَ بِّ اجْ عَ ْل هه َـذا ْال َبلَدَ ها ِم ًنا َواجْ ُنبْنٖ ى َو َبنِىَّ اَنْ َنعْ بُدَ ْاَلَصْ َنا َم‬
35 BİR ZAMAN da İbrahim “Rabbim!” demişti, “Bu beldeyi güvenlikli kıl; ben ve çocuklarımla birlikte hepimizi putlara tapmaktan uzak
tut!
(Nuzul 65 / Mushaf 14 : İbrahim 37 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ َ‫اس َته ْٖوى ِالَي ِْه ْم َوارْ ُز ْق ُه ْم مِن‬
ُ ‫رَ َّب َنا ِا ٖ ٰنى اَسْ َك ْن‬
﴾٣١﴿ َ‫ت لَعَ لَّ ُه ْم َي ْش ُكرُون‬
ِ ‫الثمَرَ ا‬
ِ ‫ت مِنْ ُذرِّ يَّتٖ ى بِ َوا ٍد غَ ي ِْر ذٖ ى َزرْ ٍع ِع ْندَ َب ْيتِكَ ْالمُحَ ر َِّم رَ َّب َنا لِيُقٖ يمُوا الصَّلو َة َفاجْ عَ ْل اَ ْفپِدَ ًة مِنَ ال َّن‬
37 “Rabbimiz! İşte ben, neslimden bir kısmını ekip-biçmeye elverişsiz bir vadiye, Senin Mukaddes Beytinin yanına yerleştirdim. Ey
Rabbimiz, (bunu) kulluklarını yerine getirebilsinler diye (yaptım)! (33) Artık insanların gönüllerini onlara meylettir; onları bereketli
ürünlerle rızıklandır; umulur ki onlar da (bunun) şükrünü eda ederler!..,
(33) Lâm, o vadide iskanın gerekçesini ifade eder. O ıssız vadiye bırakılan iki kişiden biri genç bir anne olan hicretin gelini Hacer, diğeri de
yavrusu İsmail idi. Her şeyi şu küçük diyalog açıklıyor: Hacer sordu: “Bizi kime emanet ediyorsun?” İbrahim cevapladı: “Allah’a!” Hacer
dedi: “Öyleyse sorun yok: O bize yeter!”
139
﴾١٢١﴿ ‫ك اَ ْنتَ الس َّٖمي ُع ْال َعلٖ ي ُم‬
ِ ‫َوا ِْذ َيرْ َف ُع ِاب هْرهٖ ي ُم ْال َق َوا ِعدَ م َِن ْال َب ْي‬
َ ‫ت َو ِاسْ هم ٖعي ُل َر َّب َنا َت َق َّب ْل مِ َّنا ِا َّن‬
127 İbrahim, İsmail’le birlikte Kâbe’nin temellerini yükseltirken(243) şöyle yalvardılar:

“Rabbimiz! Kabul buyur bizden! Yalnız sensin tüm duaları işiten; ve gönüllerdekini bilen de yalnız sen!
(243) Ve iz yuessisu (tesis ederken) yerine yerfe’u gelmesi, Hz. İbrahim’in Kâbe’nin ilk bânisi değil, ihya edicisi
olduğunu gösterir. O, yıkılanı yeniden yükseltmiştir (krş. Âl-i İmran: 96).
(Nuzul 98 / Mushaf 3 : Al-i İmran 96 Aşağıdadır.)
﴾٩٦﴿ َ‫اس لَلَّذٖ ى بِ َب َّك َة ُمبَارَ ًكا َوهُدًى ل ِْلعَالَمٖ ين‬
ٍ ‫اِنَّ اَوَّ َل َب ْي‬
ِ ‫ت وُ ضِ عَ لِل َّن‬
96 Zira insanlık için inşa edilen ilk mabet, Bekke’deki bereketli ve bütün toplumlar için hidayet merkezi olan mabet idi.
﴾١٢٨﴿ ‫ك اَ ْنتَ ال َّتوَّ ابُ الرَّ حٖ ي ُم‬
َ ‫ك َواَ ِر َنا َم َناسِ َك َنا َو ُتبْ َعلَ ْي َنا ِا َّن‬
َ َ‫ك َو ِمنْ ُذ ِّر َّي ِت َنا اُم ًَّة مُسْ لِ َم ًة ل‬
َ َ‫ْن ل‬
ِ ‫َر َّب َنا َواجْ َع ْل َنا مُسْ لِ َمي‬
128



Rabbimiz! Bizi kayıtsız şartsız sana teslim olan(244) kimselerden eyle!
Soyumuzdan da sürekli sana teslim olacak önder topluluklar var et!
Bize nasıl kulluk yapacağımızı göster(245) ve bizi affet! Hiç şüphe yok ki sen tevbeleri çokça kabul
edensin, rahmetle muamele edensin!
(244) Muslimeyni, lâm ile birlikte “kayıtsız şartsız teslimiyet” vurgusunu kazanır. İbrahim ve İsmail isimleri
niçin bin yıllar boyunca milyarlarca yüreğin sevgi halesiyle kuşatılmıştır? İşte bunun sırrı, bu samimi duada
görünen tevazu, içtenlik, iman ve aşkta saklıdır.
(245) Menâsik “ibadet” ve “ibadetlerin amacı” anlamına gelen mensek’in çoğuludur. Biz de bu asli anlamını
tercih ettik. Menâsik daha sonraları hac ibadetine has ritüellerin toplamına verilen isim hâlini almıştır. Hiç
kuşkusuz âyetteki duanın arka planında duayı yapan bu iki insanın inşa ettikleri “beyt”le ilgili kaygılar
yatıyordu. Namazın temellerinin Hz. İbrahim’e nisbet edilmesi durumunda, menâsiki hacca tahsis etmek doğru
olmayacaktır.
ً ‫يه ْم َرس‬
ْ ‫َر َّب َنا َواب َْع‬
﴾١٢٩﴿ ‫ك اَ ْنتَ ْال َع ٖزي ُز ْال َحكٖ ي ُم‬
َ ‫يه ْم ِا َّن‬
َ ‫ك َو ُي َعلِّ ُم ُه ُم ْال ِك َت‬
َ ‫ُوَل مِ ْن ُه ْم َي ْتلُوا َعلَي ِْه ْم ها َيا ِت‬
ِ ‫اب َو ْالح ِْك َم َة َوي َُز ٖ ٰك‬
ِ ٖ‫ث ف‬
129

Rabbimiz! Onlar arasından kendilerine senin mesajını okuyacak, ilâhî kelamı ve hakikate mutabık hüküm
vermeyi(246) öğretecek ve onları arındıracak(247) bir elçi gönder.
Çünkü yalnızca Sensin her işinde mükemmel olan,(248) her hükmünde tam isabet kaydeden de Sen.
(246) Hikmet için bkz. Bakara: 269 ve Hûd: 1, ilgili notlar.
(247) Veya tezkiye’nin “çoğaltma, artma” kök anlamına dayanarak: “onları çoğaltacak”. Krş. “siz azınlık iken o
sizi çoğalttı” (A’râf: 86).
(248) ‘Azîz isminin kök mânası “sertlik, güçlülük, dirençlilik ve üstünlük” tür. Mübalağa kipi kelimeyi
anlamının zirvesine taşır ki “en üstün” demektir. Bu da çeviriye “mükemmel” olarak yansımıştır.
140
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 269 Aşağıdadır.)
﴾٢٦٩﴿ ‫ب‬
ِ ‫ي ُْؤتِى ْالح ِْك َم َة مَنْ َي َشا ُء َومَنْ ي ُْؤتَ ْالح ِْك َم َة َفقَدْ اُوتِىَ َخيْرً ا َكثٖ يرً ا َومَا ي ََّذ َّك ُر ا ََِّل اُولُوا ْاَلَ ْلبَا‬
269 İsabetli hüküm verme yeteneğini (hak edene) vermeyi diler; ama kime isabetli hüküm verme yeteneği bahşedilmişse, doğrusu ona
tarifsiz büyüklükte bir servet bahşedilmiştir;(500) fakat, derin kavrayış sahiplerinden başkası bunu düşünüp kavrayamaz.(501)
(500) Bu âyette

“hikmet”, insanın benliğinde muhkem bir meleke hâline gelen ve iradesine hâkim olan ve bu yolla eyleme dönüşen bilgiyi doğru
kullanarak isabetli hükme ulaşma melekesidir.
Lafız bizi mânaya götürür, mânanın ifade ettiği şey hakikat, hakikatin dayandığı şey ise hikmettir. Adına “muhakeme” denilen yeti sayesinde
insan olgularla ilkeler, hakikatle hayat, idealle reel arasındaki altın dengeyi bularak azami faydayı elde eder. Bu ve buna benzer
kullanımlarda dinî emirlerle o emirlerin muhatapları ve uygulandığı hayat arasındaki tam isabete tekabül eder.
Âyette hikmetten “verilen bir şey” olarak söz edilmektedir. Ancak âyetin sonu bunun herkese değil doğuştan bahşedilen bazı yeteneklerini
geliştirenlere verileceğini ihtar eder.
İndirilen hükümlere verilen hikmetle bakan biri, bu sayede eylemlerini “sâlih amel”e dönüştürür. Bu da sahibini mutluluğa götürür.
Âyetin hemen öncesinde de dile getirdiğimiz husus göz önüne alınacak olursa bu âyetteki hikmeti şöyle tanımlayabiliriz:
Allah’ın ve şeytanın telkinlerini birbirinden ayıracak, insanın kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri birbirinden seçip ayırarak onu doğru ve
isabetli hükme ulaştıracak selim bir akıl, bilgi ve tecrübeye dayalı “muhakeme yeteneği”dir (krş. Hûd: 1, not 2).
Bu yetenek kime verilmişse “gerçek şu ki, ona sınırsız bir servet verilmiştir”. Hikmetle iki cihan hazineleri kazanılır, fakat cihanın tüm
hazineleriyle hikmet satın alınmaz. İbn Abbas, hikmeti şöyle tarif eder:
Hikmet Kur’an’ı kavramaktır.
(501) Hikmetin değerini bilmek için dâhi hikmete gerek vardır.
Hikmeti,


Allah için kullanıldığında “bir şeyi yerli yerince yaratmak”,
kul için kullanıldığında “bir şeyi yaratıldığı yerde tutmak” olarak da tanımlamışlardır.
Bu tanıma giren hikmetin zıddı zulümdür; çünkü zulüm, bir şeyi yerinden etmektir.





İnsandaki hakkı bâtıldan,
doğruyu eğriden,
güzeli çirkinden,
kârı zarardan,
iyiyi kötüden ayırabilme yeteneği anlamı verdiğimiz hikmet, zaten doğal olarak bu tanımı da kapsamaktadır.
Akıl hikmetin aletidir, kendisi değil. Bu aletten mahrum olanlar, doğaldır ki hiçbir zaman hikmete sahip olamazlar. Ancak, bu alete sahip
olan herkesin hikmete ulaştığını söylemek de mümkün değildir.
İlim de öyle.
Hikmet, hakikatle evham, vesveseyle ilham arasındaki farkı gösteren terazidir.
Hikmetin kişiye Allah tarafından verilmesinden murat, hikmet terazisinin her iki kefesi olan selim akıl ve sahih bilgiye ulaşacak yolların
kişinin önüne açılmasıdır.
(Nuzul 70 / Mushaf 11 : Hud 1 Aşağıdadır.)
ْ َ‫صل‬
ْ ‫الَر ِك َتابٌ اُحْ ِكم‬
﴾١﴿ ‫ير‬
ِّ ُ‫َت هايَا ُت ُه ُث َّم ف‬
ٍ ‫ت مِنْ لَدُنْ حَ كٖ ٍيم َخ ٖب‬
1 Elif-Lâm-Râ!(1) ÖYLE bir kitaptır ki (bu), her hükmünde tam isabet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından, âyetleri
şüpheden arındırılmış ve hayatta karşılığı olan doğru hükümlerle sabitlenmiş,(2) dahası çok boyutlu ve anlaşılır kılınmıştır (3)
(1) Mânası her ne olursa olsun, Allah Rasulü’nün bir tek harfini bile zayi etmeden vahyi ulaştırdığını îmâ eder. Ayrıntılı bir açıklama için
iniş sürecinde ilk geçtiği Kalem: 1’in ilk notuna bkz.
141
(2) Âl-i İmran 7. âyetteki âyâtun muhkemâtun ibaresi, bu anlamın bir başka formla ifadesidir. “Hükümde tam isabet kaydetme” mânasındaki
hikmet’ten türetilmiş olan ihkâm, hüküm ile o hükmün nesne ve öznesi arasındaki uyum, olgu ile ilke, hayat ile hakikat, lafız ile mâna
arasındaki ‘ideal denge’ ve ‘âzami yarara’ tekabül eder (bkz. Bakara: 269, ilgili notlar). Âyet, hakîm olan vahyin yine hakîm Allah’tan
geldiğini beyan eder.
(3) Fussılet için bkz. Fussilet: 3, not 6. Muhkem müteşabih’in, Mekkî Medenî’nin anasıdır. Zımnen: Kur’an sadece tefsirin nesnesi
(müfesser) değil, esasen tefsirin öznesi (müfessir) olan bir hitaptır. Zira Kur’an, varlığın hakikatini tefsir eder.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 86 Aşağıdadır.)
‫ص ُّد عَنْ سَب ه‬
ُ ‫لٖيَل َف َك َّثرَ ُك ْم َوا ْن‬
ً ‫ّللا مَنْ هامَنَ بِهٖ َو َت ْب ُغو َنهَا عِ َوجً ا َو ْاذ ُكرُوا ا ِْذ ُك ْن ُت ْم َق‬
﴾٨٦﴿ َ‫ظرُوا َكيْفَ َكانَ عَاقِ َب ُة ْال ُم ْفسِ دٖ ين‬
َ‫َو ََل َت ْق ُعدُوا بِ ُك ِّل صِ رَ اطٍ ُتوعِ ُدونَ َو َت ُ ون‬
ِ ٰ ‫يل‬
ِ ٖ
86 Bir de (Hakka varan) her yolun kenarına kurulup O’na iman eden kimseleri türlü tehditlerle Allah’ın yolundan döndürmeye ve onu eğri
büğrü göstermeye çalışmayın! Ve hatırlayın ki, siz azınlık iken O sizi çoğalttı: işte, fesat çıkaranların akıbeti nasıl olurmuş görün!
‫َو َمنْ َيرْ غَبُ َعنْ ِملَّ ِة ِاب هْرهٖ ي َم ا ََِّل َمنْ َس ِف َه َن ْف َس ُه َولَ َق ِد اصْ َط َف ْي َناهُ فِى ال ُّد ْن َيا َو ِا َّن ُه فِى ْ ه‬
﴾١٣١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫اَلخ َِر ِة لَم َِن الصَّالِح‬
130 Kişiliksiz tipler hariç, kim İbrahim’in inanç sisteminden yüz çevirebilir ki? Biz onu dünyada seçkin
kılmıştık, âhirette ise o kesinlikle erdemliler arasında yer alacak.(249)
(249) Bu âyetle 120. âyet arasında irtibat vardır.
ُ َ‫ا ِْذ َقا َل لَ ُه َر ُّب ُه اَسْ لِ ْم َقا َل اَسْ ل‬
﴾١٣١﴿ ‫ين‬
َ ‫مْت ل َِربِّ ْال َعالَ ٖم‬
131 “Rabbi ona ‘teslim ol’ dediğinde, karşılığı şu oldu:

Âlemlerin Rabbine teslim oldum.”(250)
(250) Zımnen: İbrahim de bütün peygamberler gibi Allah’ın hakkını teslim etmek için Allah’a teslim
olanlardandı. Bu âyet bir üstteki âyette ifade edilen “seçimle” doğrudan ilgilidir. Allah onu insanlar arasından
peygamber olarak seçtiğinde teslim olmasını istedi, o da teslim olduğunu hayatıyla göstererek bu seçime lâyık
olduğunu isbat etti. Buradaki konuşma, kimi müfessirlerin de ifade ettiği gibi, bizatihi gerçekleşmiş sözlü bir
diyalogdan çok, fiîlî bir ifade biçimi de olabilir (bkz. Zemahşerî, Râzî, şevkânî ve Âlûsî).
‫ه‬
﴾١٣٢﴿ ‫ُون‬
ٰ ‫َو َو ه‬
َ ‫ين َف ََل َتمُو ُتنَّ ا ََِّل َواَ ْن ُت ْم مُسْ لِم‬
َ ‫ّللا اصْ َط هفى لَ ُك ُم ال ٖ ٰد‬
َ ٰ َّ‫صى ِب َها ِاب هْرهٖ ي ُم بَنٖ ي ِه َو َيعْ قُوبُ َيا َبنِىَّ اِن‬
132 İşte İbrahim, kendi oğullarına bu dini vasiyet etmişti; nitekim Yakub da öyle yaptı:(251)

Yavrucuklarım! Allah size en saf, en temiz inancı seçti! şu hâlde (Allah’a) tam teslim olmadan can
verecekseniz sakın ölmeyin!”(252)
(251) Âyet “vasiyyeti” tavsiye etmektedir. Kişinin ölüm için yapacağı temel hazırlıklardan biri geride kalanlara
mirastan önce vasiyet bırakmasıdır. Bu vasiyetin ekseninde de dünyadan önce ahret saadetinin anahtarları
olmalıdır.
(252) Âyetteki özgün mânayı korumak için harfi çeviriyi tercih ettik. Zımnen: Madem ölmemek mümkün değil,
o hâlde Allah’a teslim olarak (yaşayın) ve ölün! Yoksa bir yolunu bulun da ölmeyin (!), aksi halde sizi, ölümden
bin beter bir ceza bekler.
142
ُ ‫اَ ْم ُك ْن ُت ْم‬
ُ ‫وب ْال َم ْو‬
‫ك ِاب هْرهٖ ي َم َو ِاسْ همعٖ ي َل‬
َ ‫ك َوا هِلـ َه ها َبا ِئ‬
َ ‫ون ِمنْ َبعْ ٖدى َقالُوا َنعْ ُب ُد ا هِلـ َه‬
َ ‫ت ا ِْذ َقا َل لِبَنٖ ي ِه َما َتعْ ُب ُد‬
َ ُ‫ض َر َيعْ ق‬
َ ‫ش َه َدا َء ا ِْذ َح‬
‫ه‬
َ
َ
‫ه‬
﴾١٣٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫َو ِاسْ حقَ اِلـهًا َوا ِح ًدا َونحْ نُ ل ُه مُسْ لِم‬
133 Ve siz (Ey İsrâiloğulları), Yakub’un ölüm döşeğinde oğullarına ;

“Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?”
diye sorduğuna, onların da

“Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın da ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz ve yalnızca O’na teslim
olacağız” dediklerine şahit olmadınız mı?”(253)
(253) Yahudi muhataplar Allah’ın yalnızca İshak’a ve onun oğullarına vaadde bulunduğunu iddia ediyorlardı.
Çünkü onlar Hz. İbrahim’in oğlu İshak soyundan geliyorlardı. Onlara göre Hz. İsmail’e verilen söz geçiciydi.
Bunda direnmelerinin sebebi Hz. Peygamber’in hür olmayan Hacer’den olma (!) İsmail soyuna mensup
olmasıydı. Oysa ki onlar Eski Ahid’de geleceği bildirilen peygamberin (Tesniye 18:18) İshak soyuna mensup
olacağını iddia ediyorlardı. Onların bu iddialarını ellerindeki Eski Ahid yalanlıyordu. İbrahim neslinin bereketli
olacağına dair verilen ilâhî söz Hacer’in gebeliği sırasında gerçekleşti (Tekvin 15:5 ve 16:10). İshak’ın İbrahim’e
vaad edilmesinden sonra da İsmail’e verilen söz yenilenmişti (Tekvin 17:20). Eski Ahid’e göre bu ilâhî sözün
alameti doğan her çocuğun sünnet olmasıydı (Tekvin 17:10). Bu İbrahimî gelenek hem İshakoğullarında hem de
İsmailoğullarında uygulana gelmektedir. Bu iki âyette, İsrâiloğullarının ataları olan İsrâil lakaplı Hz. Yakub’un
kendi oğullarından aldığı söze nasıl inanıyorlarsa, Hz. İbrahim’in de her iki oğlundan öyle söz aldığına ve
onların da verdikleri bu söze sadık kaldıklarına inanmaları isteniyordu. Bu yolla Yahudi muhatapların ırkçılığı
tescillenmiş, Hz. Peygamber’e inanmama gerekçelerinin tutarsızlığı yüzlerine vurulmuştur.
143
ْ ‫ت لَ َها َما َك َس َب‬
ْ َ‫ك اُم ٌَّة َق ْد َخل‬
﴾١٣٥﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ون َعمَّا َكا ُنوا َيعْ َمل‬
َ ُ ‫ت َولَ ُك ْم َما َك َس ْب ُت ْم َو ََل ُتسْ َپل‬
َ ‫ت ِْل‬
134 “Şimdi o toplumlar geçmişte kaldı: onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir;(254)
ve siz onların yaptıklarından asla sorumlu tutulmayacaksınız.”(255)
(254) Bu âyet, tarihlerini bir övünme ya da yerinme unsuru olarak gören fert ve toplumlara İslâm’ın en değişmez
ilkelerinden birini hatırlatmaktadır (krş. En’âm: 164; İsra: 15; Fâtır: 18; Zümer: 7; Necm: 36-39).
(255) Âyetin son cümlesi, Yahudi ve müşrik böbürlenmesinin tersinden yapılması anlamına gelen Hıristiyanların
Âdem’in günahından dolayı onun tüm çocuklarının sorumlu tutulacağına dair “ilk günah” dogmasına bir atıftır.
Yahudilerin atalarla övünmesi neyse, Hıristiyanların Âdem atayla yerinmesi de benzer bir sapmaydı.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 164 Aşağıdadır.)
‫ه‬
﴾١٦٥﴿ َ‫ج ُع ُك ْم َف ُي َن ِّب ُئ ُك ْم ِبمَا ُك ْن ُت ْم فٖ ي ِه َت ْخ َتلِفُون‬
ِ ٰ َ‫قُ ْل اَغَ يْر‬
ِ ْ‫ازرَ ةٌ ِو ْزرَ ا ُ ْخ هرى ُث َّم ا هِلى رَ ِّب ُك ْم مَر‬
ٍ ‫ّللا اَبْغٖ ى رَ ًٰبا َوه َُو رَ بُّ ُك ِّل َشیْ ٍء َو ََل َت ْكسِ بُ ُك ُّل َن ْف‬
ِ ‫س ا ََِّل عَ لَ ْيهَا َو ََل َت ِز ُر َو‬
164 De ki: “O her bir şeyin Rabbi iken, şimdi ben Allah’tan başka bir Rab mi arayacağım? İnsanların işledikleri kötülükler yalnızca
kendilerini bağlar; zira hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu taşımaz.(140) Sonunda hepiniz Rabbinize döneceksiniz; işte o zaman O,
ihtilafa düştüğünüz hakikatlerin içyüzünü size bildirecektir.
(140) Vizr’in, mânevî yüke delalet ettiği yerlerde “sorumluluk” anlamı için bkz. Tâhâ: 87, not 10.
(Nuzul 68 / Mushaf 17 : İsra 15 Aşağıdadır.)
ً ‫ث رَ س‬
َ َ‫ازرَ ةٌ ِو ْزرَ ا ُ ْخ هرى َومَا ُك َّنا مُعَ ِّذ ٖبينَ حَ ه ٰتى َنبْع‬
﴾١٤﴿ ‫ُوَل‬
ِ ‫م‬
ِ ‫َن اهْ َت هدى َف ِا َّنمَا َي ْه َتدٖ ى لِ َن ْفسِ هٖ َومَنْ ضَ َّل َف ِا َّنمَا يَضِ ُّل عَ لَ ْيهَا َو ََل َت ِز ُر َو‬
15 Kim doğru yola yönelirse, iyi bilsin ki o sadece kendisi lehine yönelmiş olacaktır; kim de saparsa, unutmasın ki o da yalnızca kendi
aleyhine sapmış olacaktır: zira hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu taşımaz; üstelik Biz, bir elçi gönderinceye kadar asla (bir toplumu)
azaba sürüklememişizdir.
(Nuzul 42 / Mushaf 35 : Fatır 18 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ب َواَ َقامُوا الص هَّلو َة َومَنْ َت َز ه ٰكى َف ِا َّنمَا َي َت َز ه ٰكى لِ َن ْفسِ هٖ َو ِالَى ه‬
ِ ‫َو ْزرَ َا ُ ْخ هرى وَ اِنْ تَدْ ُع م ُْث َقلَ ٌة ا هِلى حِمْ لِهَا ََل يُحْ َم ْل ِم ْن ُه َشیْ ٌء َولَ ْو َكانَ َذا قُرْ هبى ِا َّنمَا ُت ْن ِذ ُر الَّذٖ ينَ ي َْخ َش ْونَ رَ َّب ُه ْم ِب ْالغَ ْي‬
ِ‫ّللا‬
ِ ٌ‫ازرَ ة‬
ِ ‫َو ََل َت ِز ُر َو‬
﴾١٨﴿ ‫َصي ُر‬
ٖ ‫ْالم‬
18 Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenecek değildir; yükü ağır gelen kimse onu taşımak için yardım istese, yakını da olsa (bir
başkası) onun yükünün bir kısmını dâhi taşıyamaz. (30) Şu bir gerçek ki sen, O idraki aşan bir hakikat olmasına karşın, Rablerine karşı derin
bir ürperti duyanları ve kulluğun hakkını verenleri uyarabilirsin; hem kim arınırsa sırf kendisi için arınmış olur: zira bütün yollar Allah’a
çıkar.
(30) Hz. Aişe, “Ölü ailesinin ağlamasıyla azap çeker” hadisini bu âyete arzederek, kasıtsız olarak tahrif edildiği sonucuna varır ve reddeder
(Buhârî, Cenâiz, 32). Bu değerlendirmeye göre bunu kabullenmek, bir kimsenin bir başkasının sorumluluğunu yüklenmesi anlamına gelir.
(Nuzul 77 / Mushaf 39 : Zümer 7 Aşağıdadır.)
ٰ ‫اِنْ َت ْكفُرُوا َفاِنَّ ه‬
‫ّللاَ غَ نِىٌّ عَ ْن ُك ْم َو ََل يَرْ ه‬
﴾١﴿ ‫ُور‬
ُّ ‫ت ال‬
ِ ‫ج ُع ُك ْم َف ُي َن ِّب ُئ ُك ْم ِبمَا ُك ْن ُت ْم َتعْ َملُونَ ِا َّن ُه عَ لٖي ٌم ِب َذا‬
ِ ْ‫ازرَ ةٌ ِو ْزرَ ا ُ ْخ هرى ُث َّم ا هِلى رَ ِّب ُك ْم مَر‬
ِ ‫صد‬
ِ ‫ضى لِ ِعبَا ِد ِه ْال ُك ْفرَ َواِنْ َت ْش ُكرُوا يَرْ ضَ ُه لَ ُك ْم َو ََل َت ِز ُر َو‬
7 Eğer nankörlük ederseniz, unutmayın ki Allah size asla muhtaç değildir; ama O kullarının nankörlüğünden razı olmaz; fakat şükredecek
olursanız, işte O sizin bu tavrınızdan razı olur. Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu taşımaz.(13) En sonunda dönüşünüz Rabbinizedir: o
zaman size yaptıklarınızın (gerçek anlamını) bir bir haber verecektir: çünkü O gönüllerde gizleneni hakkıyla bilir.(14)
(13) Vizr için bkz. Tâhâ: 87, not 10.
(14) Zatu’s-sudûr için bkz. Enfal: 43, not 6.
144
(Nuzul 26 / Mushaf 53 : Necm 36-39 Aşağıdadır.)
‫فم ه‬
﴾٣٦﴿ ‫ُوسى‬
ُ ‫اَ ْم لَ ْم ُي َن َّباْ ِبمَا فٖ ى‬
ِ ‫ص ُح‬
36 Yoksa ona bildirilmedi mi Musa’ya gelen vahiyde nelerin yer aldığı?
﴾٣١﴿ ‫َو ِاب هْرهٖ ي َم الَّذٖ ى َو ه ٰفى‬
37 Dahası (aynı şeylerin) vefa sahibi İbrahim’e de (geldiği):
﴾٣٨﴿ ‫ازرَ ةٌ ِو ْزرَ ا ُ ْخ هرى‬
ِ ‫اَ ََّل َت ِز ُر َو‬
38 Kesinlikle, hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu taşımaz. (26)
(26) Velid b. Muğire’nin önce ahiretteki azap korkusuyla iman ettiği, arkadaşlarından birinin ahiretteki cezasını üstlenmesi üzerine geri küfre
döndüğü nakledilir.
‫سَان ا ََِّل مَا ه‬
﴾٣٩﴿ ‫سَعى‬
ِ ْ ‫َواَنْ لَيْسَ ل‬
ِ ‫َِل ْن‬
39 Ve insan başkasının değil, sadece kendi çabasının karşılığını görecektir.
﴾١٣٤﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ان م َِن ْال ُم ْش ِرك‬
َ ‫ص هارى َت ْه َت ُدوا قُ ْل َب ْل ِملَّ َة ِاب هْرهٖ ي َم َحنٖ ي ًفا َو َما َك‬
َ ‫َو َقال ُوا ُكو ُنوا هُو ًدا اَ ْو َن‬
135 ONLAR dediler ki:


Yahudileşin ya da Hıristiyanlaşın ki doğru yolu bulasınız!”(256)
De ki: “Hayır, biz dosdoğru yol üzere bulunan İbrahim’in inanç sistemine mensubuz; üstelik o Allah’tan
başkasına ilâhlık da yakıştırmazdı.”
(256) Zımnen: Onlar Tevrat ve İncil’e, Hz. Musa ve Hz. İsa’yı gönderen Allah’a çağırmak yerine kendilerine
çağırdılar. Burada “Yahudileşin” ya da “Hıristiyanlaşın” biçiminde çevirdiğimiz kelimeleri “Yahudi olun” ya da
“Hıristiyan olun” şeklinde çevirmek de mümkündür. Lâkin bu tür bir çeviri âyetin amacına uygun
düşmemektedir.
Çünkü
1) Onlar burada Müslümanları Tevrat’a ya da İncil’e imana davet etmediler; zaten Tevrat’a ve İncil’e iman
etmek Müslüman olmanın şartlarından biridir.
2) Hz. Musa ve Hz. İsa’ya inanmaya da davet etmediler; çünkü Musa ve İsa Kur’an’ın tasdik ettiği ve
Müslümanların iman ettiği iki peygamberdir. Onları inkâr eden de Müslüman olamaz.
3) Kitap ehli söz konusu çağrıyı Hz. Musa ve Hz. İsa’ya tabi olmaya da yapmamaktadır. Çünkü, Kur’an zaten
Hz. Peygamber’i onların yoluna uymaya çağırmıştır (En’âm: 90).
İşte bütün bunlardan dolayı Yahudilerin ve Hıristiyanların çağrısı bir kitaba, bir şeriata, bir peygambere değil
“yahudileşmeye” ve “hıristiyanlaşmaya” çağrıdır. Fâtiha’nın diliyle: “gazaba uğrayanların” ya da “sapıtanların”
yoluna çağrı. Yahudileşme için bkz. Yahudileşme Temayülü, İstanbul-1995 ve Hıristiyanlaşma için bkz. Üç
Muhammed, İstanbul-2001, s.43-63.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 90 Aşağıdadır.)
‫اُ ه‬
ٰ ‫ولـئِكَ الَّذٖ ينَ َهدَى ه‬
﴾٩١﴿ َ‫ّللا ُ َف ِبه هُدي ُه ُم ا ْق َت ِد ْه قُ ْل ََل اَسْ َپلُ ُك ْم عَ لَ ْي ِه اَجْ رً ا اِنْ هُوَ ا ََِّل ِذ ْك هرى لِ ْلعَالَمٖ ين‬
90 İşte şu Allah’ın doğru yolu gösterdiği insanları… O hâlde sen de onların rehberliğine uy!(73) (Ve) de ki: “Sizden bunun için bir karşılık
beklemiyorum. Unutmayın ki o, bütün insanlığa bir öğütten ibarettir! (74)
(73) Hakikat kesintisiz, sürekli akan bir nehir gibidir. Ne yenidir, ne eskidir: eskimezdir.
(74) Zikrâ: İlâhî bir yadigar.
145
‫ه‬
‫ُوسى َو ٖع ه‬
‫وب َوا َْلَسْ بَاطِ َو َما اُوت َِى م ه‬
‫يسى َو َما اُوت َِى‬
َ ُ‫اّلل َو َما ا ُ ْن ِز َل ِالَ ْي َنا َو َما ا ُ ْن ِز َل ا هِلى ِاب هْرهٖ ي َم َو ِاسْ هم ٖعي َل َو ِاسْ هحقَ َو َيعْ ق‬
ِ ٰ ‫قُولُوا ها َم َّنا ِب‬
﴾١٣٦﴿ ‫ُون‬
َ ‫ُّون ِمنْ َر ِّب ِه ْم ََل ُن َفرِّ ُق َبي َْن اَ َح ٍد ِم ْن ُه ْم َو َنحْ نُ لَ ُه مُسْ لِم‬
َ ‫ال َّن ِبي‬
136 Deyiniz ki:
“Biz Allah’a inanırız; bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onların (iman) soyundan gelen
(peygamberlere) indirilenlere; Musa’ya ve İsa’ya indirilene; yani(257) tüm nebilere Rablerinden indirilenlere
inanırız; onların arasından hiçbirini ayırt etmeyiz: zira biz sadece O’na teslim olanlarız.(258)
(257) Vav’ın tefsiriyye vurgusuyla.
(258) Zımnen: Ey bizi kendilerine çağıranlar, biz sizin bu çağrınıza karşılık sizi kendimize çağırmıyoruz. Biz
size “bizim gibi olun” da demiyoruz. Biz herkesi ışığın kaynağına çağırıyoruz. Bunu yaparken “siz-biz” ayrımı
yapmıyoruz. Biz tüm vahiylere ve tüm peygamberlere hiç bir ayrımcılık yapmadan inandığımızı ilan ediyoruz.
Bunlarla birlikte aynı kaynaktan gelen son mesaj Kur’an’a ve onu bize getiren Son Elçi’ye de iman ediyoruz.
Ama siz ne birbirinizin değerlerine ne de bizim değerlerimize inanıyorsunuz. şimdi söyleyin: kimin çağrısı daha
tutarlı, daha insânî ve doğru? Bakara 62 ve Mâide 69, bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 62 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫اّلل َو ْالي َْوم ْ ه‬
‫اِنَّ الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا وَ الَّذٖ ينَ هَادُوا َوال َّن ه‬
﴾٦٢﴿ َ‫اَلخ ِِر َوعَ ِم َل صَالِحًا َفلَ ُه ْم اَجْ ُر ُه ْم عِ ْن َد رَ ب ِِّه ْم َو ََل َخ ْوفٌ عَ لَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم يَحْ َز ُنون‬
ِ ٰ ‫َّاب ٖپينَ مَنْ هامَنَ ِب‬
ِ ‫صَارى َوالص‬
ِ
62 Hiç kuşkusuz bu kitaba inanan kimselerden, Yahudileşen kimselerden,(113) Hıristiyanlardan ve Sabiîlerden(114) her kim Allah’a ve
âhiret gününe inanır, ıslah edici iyilik işlerse, işte onlar için Rableri katında yaptıklarının karşılığı vardır.(115) Onlar gelecekten endişe
etmeyecek, geçmişten dolayı da üzüntü duymayacaklar.(116)
(113) Ellezîne hâdû formuyla gelen ibareleri, el-Yehûd ya da Yehûdiyyen ile eşitleyip “Yahudiler” şeklinde çevirmek gramatik açıdan
isabetli değildir. Nisâ 46, Mâide 41, 44, 69, En’âm 146, Nahl 118 ve daha başka âyetler buradaki formun aynısıyla gelir.
Müfessirler şu notu düşerler: Ellezîne hâdû demek “yahudileşenler” (tehevvedû) demektir (Râzî, Mefatîh XXX, 7).
Lügatler tehevvedû fiilini sâra yehûdiyyen (yani: sonradan Yahûdî olanlar) şeklinde açıklar (Muhtaru’s-Sıhah). Bunun en doğru tercümesi
“yahudileşti” dir. Ünlü “Her çocuk fıtrat üzere doğar, onu anne-babası yahudileştirir” hadisinde kullanılan fiil yuhevvidanihi’dir (Buhârî,
Cenaiz 29:91; Müslim, Kader 6).
Ellezine hâdû formu, önceden Müslüman olan İsrailoğulları’nın “yahudileştiklerini” vurgulama amacı taşır. Çevirimizin gerekçesi budur
(bkz. En’âm: 146).
(114) Sabiîler için bkz. Mâide: 69 ve Hac: 17. Bunların tümü de Medine’de inen âyetlerdir.
Müşriklerin Hz. Peygamber’e ve mü’minlere “dönek” anlamına “sâbiî” dedikleri hadis kaynaklarında kayıtlıdır (Buhârî, Menakıb 3).
Gerçekte Sâbiî Arapça değil, bu dine mensup olanların konuştuğu ve Aramca’nın bir diyalekti olan Mandence’dir. “Suya dalmak”, “vaftiz
olmak” ya da “boy abdesti almak” anlamına gelen sabaa’dan türetilmiş bir isimdir ve Sabiîler’e komşuları tarafından verilmiştir. Burada
kastedilen Harran ve Mezopotamya kökenli gnostiklerdir. Peygambere ihtiyaç olmadığını düşünüyorlar, yıldızlara akıl ve irade
atfediyorlardı.
(115) Lehum ecruhum’daki zamirler çoğul değil de âmene fiilindeki tekil özneye uyarak lehu ecruhu şeklinde tekil gelmesi gerekmez miydi?
Bu sorunun cevabı bellidir: men, ism-i mübhem olarak hepsi için de kullanılır.
(116) Bu âyet benzeri olan Mâide 69. âyetle birlikte, 136. âyet ışığında anlaşılmalıdır. Bakara’da Hıristiyanların Sabiîlerden öne alınması,
inanç açısından Hıristiyanlığın Sabiîlikten daha öncelikli olmasıyla, Hac ve Mâide’de Sabiîliğin önce gelmesi ise, zaman açısından
Hıristiyanlıktan önce oluşuyla açıklanmıştır. (Besâir I, 144)
Kur’an hiçbir inancı ve mensuplarını sırf mensubiyetten dolayı ne toptan mahkûm eder ne de aklar (bkz. Âl-i İmran: 112; Mâide: 66- 68;
A’râf: 159, 169,170,181; Hadîd: 28).
Kitap ehline mensup oldukları hâlde doğrudan kâfir olan zümreleri açıkça vurgular (Nisâ: 150; Mâide: 71; Mâide: 73). Kur’an’a göre Allah’a
iman O’nun indirdiği ilâhî mesajların tümüne ve o mesajları gönderdiği Peygamberlerin tümüne iman etmeyi içerir (bkz. Bakara: 136).
Bu içeriğiyle Allah’a iman eden, âhirete iman eden ve sâlih amel işleyen (bkz. Bakara: 25) herkes kurtuluşa erecektir.
146
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 69 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫اّلل وَ ْالي َْوم ْ ه‬
‫اِنَّ الَّذٖ ينَ ها َم ُنواَوَ الَّذٖ ينَ َهَادوا َوالصَّابِؤُ نَ َوال َّن ه‬
﴾٦٩﴿ َ‫اَلخ ِِر وعَ ِم َل صَالِحً ا َف ََل َخ ْوفٌ عَ لَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم يَحْ َز ُنون‬
ِ ٰ ِ‫صَارى مَنْ هامَنَ ب‬
ِ
69 Çünkü (bu mesaja) inanan kimseler, Yahudileşen kimseler, Sabiiler ve Hıristiyanlardan, Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanan, ıslah edici
iyi işler işleyen hiç kimse, gelecekten endişe ve geçmişten dolayı üzüntü duymayacaktır.(80)
(80) Krş. Bakara: 62, not 4. Kur’an’ın çağrısı, isimlere mensubiyet değil Allah’a teslimiyettir.
ٰ ‫اق َف َس َي ْكفٖ ي َك ُه ُم ه‬
﴾١٣١﴿ ‫ّللا ُ َوه َُو الس َّٖمي ُع ْال َعلٖ ي ُم‬
ٍ ‫َف ِانْ ها َم ُنوا ِبم ِْث ِل َما ها َم ْن ُت ْم ِبهٖ َف َق ِد اهْ َتد َْوا َو ِانْ َت َولَّ ْوا َف ِا َّن َما ُه ْم فٖ ى شِ َق‬
137 Eğer onlar sizin inandığınız gibi(259) inanırlarsa, işte asıl o zaman doğru yola girmiş olurlar.
Yok eğer bundan kaçınırlarsa, o zaman ayrımcılık çıkarıp sapan onlar olmuş olur.(260)
Onlara karşı, (tam zamanında) Allah sana yetecektir: zira O’dur içinizden geçen dilekleri işiten, niyetlerinizi
ayrıntısıyla bilen.
(259) Kitap Ehli’nin kendi değerlerine dahi aslına sadık bir biçimde inanmadıklarını îmâ eder. Onların problemi
sadece eksik inanmak değil, aynı zamanda inanç esaslarını da tahrif etmekti. Bu ikinci problem sürdüğü sürece
birincisinin çözümü hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Yani onlar da hiçbir ayrım gözetmeden tüm değerlere
inandıklarını beyan etseler dahi, bu kez şu soru gündeme gelecektir: Gerçekten Kitab’a mı uydular, kitabına mı
uydurdular?
(260) Zımnen: İmanınız hakkında sizin ne dediğiniz değil, Allah’ın ne dediği önemlidir.
‫ه‬
‫ه‬
﴾١٣٨﴿ ‫ون‬
َ ‫ّللا صِ بْغَ ًة َو َنحْ نُ لَ ُه َع ِاب ُد‬
ِ ٰ ‫ّللا َو َمنْ اَحْ َسنُ م َِن‬
ِ ٰ ‫صِ ْب َغ َة‬
138 Allah’ın vurduğu boya... Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz, (bunun için) yalnızca O’na
kulluk ederiz.(261)
(261) Boyaların hası Allah’ın boyasıdır; Allah’ın boyası “fıtrat”, yani insanın doğasıdır. Fıtrat, insanın doğasına
Allah’ın döşediği muhteşem altyapıdır. İnsanın tek doğal boyası budur; onun üzerine sürülen tüm boyalar
sentetiktir.
Zımnen: Müslüman olmak bir başka boyayla boyanmak değil, sentetik boyaları atıp kendi öz boyası na
dönmektir.
Bu yüzden İslâm’a dönüş öze dönüş, kendine geliştir.
‫ه‬
﴾١٣٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا َوه َُو َر ُّب َنا َو َر ُّب ُك ْم َولَ َنا اَعْ َمالُ َنا َولَ ُك ْم اَعْ َمالُ ُك ْم َو َنحْ نُ لَ ُه م ُْخلِص‬
ِ ٰ ‫قُ ْل اَ ُت َحاجُّ و َن َنا فِى‬
139 (Kitap Ehli’ne) de ki:




Allah hakkında bizimle tartışacak mısınız?(262)
Hâlbuki O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir;
bizim yaptıklarımızın sorumluluğu bize, sizin yaptıklarınızın sorumluluğu size aittir:
biz varlığımızı sadece O’na adadık.(263)
(262) Zımnen: Siz ey Allah’ın kendilerine soylarından, boylarından, mensubiyetlerinden dolayı özel muamele
edeceğini savunanlar! Yalnızca bir zümrenin değil, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın yargısını tartışacak mısınız?
(263) Bir önceki âyetle birlikte zımnen: Allah’ın vurduğu rengi tartışmak, Allah’ı tartışmaktır: Bunu anlamıyor
musunuz?
147
ٰ ‫ص هارى ُق ْل َءاَ ْن ُت ْم اَعْ َل ُم اَم ه‬
ً ‫وب َو ْاَلَسْ َبا َط َكا ُنوا ه‬
‫ّللاُ َو َمنْ اَ ْظلَ ُم ِممَّنْ َك َت َم‬
َ ‫ُودا اَ ْو َن‬
َ ‫ون اِنَّ ِاب هْرهٖ ي َم َو ِاسْ همعٖ ي َل َو ِاسْ هحقَ َو َيعْ ُق‬
َ ُ ‫اَ ْم َتقُول‬
ِ
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َو َما‬
﴾١٥١﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ّللا ُ ِبغَ اف ٍِل َعمَّا َتعْ َمل‬
ِ ٰ ‫َش َها َد ًة عِ ْن َدهُ م َِن‬
140 Yoksa siz “İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve onların neslinden gelenler Yahudi ya da Hıristiyan’dılar” mı
demek istiyorsunuz?(264)
Söyle onlara:
Siz Allah’tan daha mı iyi biliyorsunuz? Kendisine Allah’tan gelen bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim
olabilir?(265) Ama Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”
(264) Zımnen: Tüm peygamberler müslümandır. Yedi kıraat imamından üçü yekûlûne okumuşlardır. Bu
durumda anlam şöyle olur: “..demek istiyorlar?” Taberî’nin şaz saydığı bu okuyuşun bir üstteki âyetle üslûp ve
kipleme açısından daha bir örtüştüğünü söyleyebiliriz.
(265) Burada gizlendiği ifade edilen “tanıklık”, Hz. Peygamber’in geleceğine dair Kitab-ı Mukaddes’te yer alan
atıflardır. Bu bilginin gizlendiğine dair atıflar 42 ve 76. âyetlerde de yer almıştı (Ayrıca krş. Âyet 147).
ْ ‫ت لَ َها َما َك َس َب‬
ْ َ‫ك اُم ٌَّة َق ْد َخل‬
﴾١٥١﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ون َعمَّا َكا ُنوا َيعْ َمل‬
َ ُ ‫ت َولَ ُك ْم َما َك َس ْب ُت ْم َو ََل ُتسْ َپل‬
َ ‫ت ِْل‬
141 “O toplumlar şimdi geçip gittiler: Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandıklarınız da size aittir; ve siz
onların yaptıklarından kesinlikle sorumlu tutulmayacaksınız.”(266)
(266) Bu âyet 134. âyetle lafzen aynı, lâkin bağlam ve vurgu olarak farklıdır. Âyet 134 atalarla övünmenin
yerildiği âyetlerin hemen ardından gelmişken, bu âyet Yahudilerin atalarının kendilerine bildirilen hakikate karşı
işledikleri cinayeti hatırlatan âyetin hemen ardından gelmiştir. Dolayısıyla 134. âyet ataların yaptığı iyiliklerin
kişinin erdemine hiçbir şey katmayacağı vurgusunu, bu âyet ise ataların yaptığı kötülüklerden çocuklarının
sorumlu tutulmayacağı vurgusunu taşır.
‫ه‬
‫ّلل ْال َم ْش ِر ُق َو ْال َم ْغ ِربُ َيه ْٖدى َمنْ َي َشا ُء ا هِلى صِ َراطٍ مُسْ َتقٖ ٍيم‬
ِ ٰ ِ ‫اس َما َو هلٰي ُه ْم َعنْ ِق ْبلَت ِِه ُم الَّتٖ ى َكا ُنوا َعلَ ْي َها قُ ْل‬
ِ ‫َس َيقُو ُل ال ُّس َف َها ُء م َِن ال َّن‬
﴾١٥٢﴿
142 İNSANLAR arasından beyinsizler(267) çıkıp diyecekler ki:

“Daha önce yöneldikleri kıbleden onları çeviren sebep nedir?”(268)
De ki: “Doğu da batı da Allah’ındır: (269) O dileyen kimseyi doğru yola yöneltmeyi diler.(270)
(267) Sufehâ’, (t. sefîh) “kişinin duyguda, düşüncede, görüşte ve ahlâkta basitleşmesi, aklını kullanmaması”
olarak tanımlanabilir. 130. âyette, bu fiil yalın hâlde değil nefs mef‘ûlüyle birlikte kulanılmıştır. Bu nedenle biz
orada “kendini harcayan kimseler” olarak çevirdik.
(268) Yakında gerçekleşecek etkileri çok yönlü ve derin olacak bir olaya zemin hazırlıyor: Kıble değişimi.
Aslında, 124. âyetle açılan parantezin gerçek nedeni sözü bu noktaya getirmekti. 143. âyetteki “daha önce
yöneldiğin kıble” ifadesinden, ibadetlerde Mekke’de yönelinen kıblenin Kâbe olduğunu anlıyoruz.
(269) Yani: “..her yer Allah’ındır”.
(270) Çevirimize mesnet olan yeşâ’ fiilinin çift özneli konumu için bkz. Yûnus: 25; Nûr: 21 ve Muhammed:
17, ilgili notlar. Bu âyetteki “sırat-ı müstakîm”, Fâtiha’dakinden farklı olarak belirsiz gelmiş.
Bu, yöneltilen doğru yolun daha önceden yürünenden farklı, yeni, önceden bilinmeyip yeni ortaya çıkan birtakım
özellikler taşıdığına işaret etse gerektir. İşte işaret edilen bu yeniliklerden biri de kıble meselesidir. İbrânî
peygamberleri, Kudüs’teki Hacer-i Muallak’a yönelerek ibadet ederlerdi. İsrâiloğullarının kıblesi kutsal
addolunan bu kaya idi. Hz. Peygamber, peygamberler zincirinin son halkası olarak, kıble meselesinde
kendisinden önceki şeriat sahibi peygamberin bıraktığı yerden başladı. Aynı zamanda Kudüs’e yöneliş toplumsal
bir terbiye unsuru oldu. Atası İbrahim’in hatırası Kâbe dururken bir Arab’ın başka bir yöne yönelerek ibadet
148
etmesi cidden gurur kırıcıydı. Bu ağır sınavı mü’minler başarıyla verdiler ve Allah’a atalarından daha fazla bağlı
olduklarını isbat ettiler. Onların ırk asabiyetleri ve kabile taassupları böyle törpülenmişti. Tabi bu durum
Yahudilerin zaten abartılı olan gururlarını okşadı. Onlar bunu bir imtihan değil, kendi yersiz gururlarını
okşayacak bir fırsat olarak gördüler. Akide hâline getirdikleri toplumsal kibirleri daha da arttı. şimdi sınanma
sırası onlardaydı. Fakat onların bu sınavdan nasıl çıkacağı daha başından haber veriliyordu ki, Hz. Peygamber ve
mü’minler hayal kırıklığına uğramasınlar.
(Nuzul 69 / Mushaf 10 : Yunus 25 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫َو ه‬
﴾٢٤﴿ ‫قٖيم‬
ِ ‫ّللاُ َيدْ عُوا اِلى‬
ٍ ‫دَار الس َََّل ِم َو َيهْدٖ ى مَنْ َي َشا ُء اِلى صِ رَ اطٍ مُسْ َت‬
25 Böylelikle Allah (insanı) mutluluk ve güvenlik zeminine çağırmakta(43) ve isteyeni dosdoğru bir yola yöneltmeyi dilemektedir.(44)
(43) Bir üstteki âyetten de anlaşılacağı gibi, bizim “zemin” ile karşıladığımız dâr, sadece öte dünyada değil bu dünyada da insanın ,



kendisiyle,
çevresiyle ve
Rabbiyle barışık yaşadığı bir ortamın oluşturulması çağrısıdır.
(44) Çevirimizin gerekçesi için Ra‘d 27 ve notuna bkz. “Hidayet” ya da “dalalet”, birinci çoğul şahıs kipiyle (biz) neşâ’ formunda gelen 19
âyetten sadece birinde kullanılır (Şûrâ: 52).
Onda da mücerret olarak “biz doğru yola yöneltiriz” şeklinde değil, bir mef’ûlü bih ile “Onun için bir ışık yaratırız, dilediğimizi o ışık
sayesinde doğru yola iletiriz” şeklinde gelir.
Bu da hedâ ve dalâl ile kullanılan yeşa’ fiilinin, mutlak irade sahibi Allah ile mukayyet irade sahibi insan arasında mülazemet olduğunu
destekler niteliktedir. (Ayrıca iniş sürecinde ilk kullanıldığı yer olan Müddessir 31’in ilgili notuna bkz.)
Bu âyetin zımni açılımı şudur: Allah herkesi ebedi saadete çağırıyor; ne var ki herkes içerisinden bu çağrıyı kabul edenleri ebedi saadetin
kutlu yoluna yöneltiyor.
(Nuzul 97 / Mushaf 24 : Nur 21 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ُ ‫ان َومَنْ َي َّت ِبعْ ُخ‬
ُ ‫يَا اَ ُّيهَا الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا ََل َت َّت ِبعُوا ُخ‬
َ ‫شي‬
َ ‫شي‬
َّ ‫ت ال‬
َّ ‫ت ال‬
‫ّللا ي َُز ٖ ٰكى مَنْ َي َشا ُء‬
ِ ‫ط َوا‬
ِ ‫طوَ ا‬
ِ ٰ ُ‫ان َف ِا َّن ُه َياْ ُم ُر ِب ْال َفحْ َشا ِء َو ْال ُم ْن َك ِر َولَ ْو ََل َفضْ ل‬
َ ٰ َّ‫ّللا َعلَ ْي ُك ْم وَ رَ حْ َم ُت ُه مَا َز هكی ِم ْن ُك ْم مِنْ اَحَ ٍد اَ َبدًا َو هلك هِن‬
ِ ‫ْط‬
ِ ‫ْط‬
ٰ ‫َو‬
﴾٢١﴿ ‫ّللاُ سَمٖ ي ٌع عَ لٖي ٌم‬
21 SİZ ey iman edenler! şeytanın adımlarını izlemeyin! Kim şeytanın adımlarını izlerse, iyi bilsin ki (şeytan) sadece hayasızlığı ve akl-ı
selime aykırı olanı emreder. Ve eğer Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti bulunmamış olsaydı, sizden hiç kimse ebediyen (günahtan)
arınamazdı. Lakin Allah (arınmak) isteyen kimseyi arındırmayı diler;(25) zira Allah (arınmak isteyen herkesi) çok iyi işitir ve çok iyi bilir.
(25) İbare, gerek yeşâ’ fiilinin iki özneyi de gören konumu dolayısıyla, gerek hidayet ve dalalet üzerine genel bir okuma yoluyla olsun (krş.
Kehf: 29; Müzzemmil: 19; İnsan: 29; Tekvir: 28) bu şekildeki bir çeviriye izin vermektedir (Benzer bir kullanım için bkz. Yûnus: 25 not 9 ve
Ra’d: 27 not 9).
Nihayet, âyetin sonunda yer alan Allah’ın işitme ve bilmesine ilişkin cümle, işitilecek ve bilinecek bir durumun varlığına delalet eder.
İşte bu, gerçek günaha bulaşanlar arasından “arınmak isteyen” kimselere ve onların arınma iradesine yönelik bir atıftır. Parantez içi açıklama
bu mülahazalara dayanır.
(Nuzul 92 / Mushaf 47 : Muhammed 17 Aşağıdadır.)
﴾١١﴿ ‫َوالَّذٖ ينَ اهْ َتدَ ْوا َزادَ ُه ْم هُدًى َو ها هتي ُه ْم َت ْق هوي ُه ْم‬
17 O doğru yola yönelenlerin hidayetini artırır(21) ve onlara korunma gücü bahşeder.
(21) Yani: “O yolda yürüme kapasitesini”. Krş. “O yaratıkların kapasitesinde, dilediği artışı gerçekleştirir” (Fâtır 1). Kur’an’daki tüm “Allah
dileyeni/dilediğini doğru yola yöneltir” formundaki âyetler bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.
149
ُ ‫ك َج َع ْل َنا ُك ْم اُم ًَّة َو َس ًطا لِ َت ُكو ُنوا‬
‫ون الرَّ سُو ُل َعلَ ْي ُك ْم َش ٖهي ًدا َو َما َج َع ْل َنا ْال ِق ْبلَ َة الَّتٖ ى ُك ْنتَ َعلَ ْي َها ا ََِّل لِ َنعْ لَ َم‬
َ ‫اس َو َي ُك‬
َ ِ‫َو َك هذل‬
ِ ‫شهَدَ ا َء َعلَى ال َّن‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ان‬
ٰ ‫ين َه َدى‬
ْ ‫َمنْ َي َّت ِب ُع الرَّ سُو َل ِممَّنْ َي ْن َقلِبُ َع هلى َع ِق َب ْي ِه َو ِانْ َكا َن‬
‫اس‬
ٖ ‫ّللاُ ِل ُي‬
َ ‫ض‬
َ ‫ّللا ُ َو َما َك‬
َ ‫ير ًة ا ََِّل َعلَى الَّ ٖذ‬
َ ‫ت لَ َك ٖب‬
َ ٰ َّ‫يع اٖ ي َما َن ُك ْم اِن‬
ِ ‫ّللا ِبال َّن‬
َ
﴾١٥٣﴿ ‫ل َرؤُ فٌ َرحٖ ي ٌم‬
143 İşte böylece sizin dengeli(271) bir ümmet(272) olmanızı istedik ki, insanlığa örnek ve model olasınız ve
Rasul de size örnek ve model olsun.(273)
Elçi’ye uyanların arasından topukları üzerinde geri dönenleri seçip ayırmak için,(274) senin daha önce
yöneldiğin yönü kıble olarak tayin ettik.(275)
Hiç şüphesiz bu olay, Allah’ın yol gösterdikleri hariç, herkes için çok zor bir sınavdı;
Allah sizin imanda ısrarınızı kesinlikle zayi etmeyecektir: Elbette Allah insanlara karşı sınırsız bir şefkat, limitsiz
bir merhamet sahibidir.(276)
(271) Vesat, nicelik olarak “orta”, nitelik olarak “denge ve adâlet” anlamına gelir. Kureyş lehçesinde de vesetan,
‘adlen vurgusuyla kullanılmıştır. “Kenar” anlamına gelen taraf’ın karşıtıdır. İfrat ve tefrit de vesat’ın zıtlarıdır.
Burada, ‘vasat ümmet’ten kasıt nitelik anlamında bir ‘orta’lıktır. Bunu da en güzel “denge” ifade eder. Bu
ümmet için “dengeli” vurgusu, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta dengenin bozulduğu îmâsını içerir.
(272) Umm kökünden türetilen ümmet zımnen “İnsanlığı ana gibi kucaklayacak bir toplum” vurgusu taşır.
(273) Şehîd “tanık” anlamına, “hayatını imanına şahit kılan ve çağına şahit olan” anlamına geldiği gibi; “örnek,
model” anlamına da gelir. Tercihimiz ikincisidir.
Ümmetin “şehid” olması; insanlığın imanına şahit olan ve insanlığı imanına şahit kılan ana yürekli toplum
olması demektir.
İmam ümmetin mânevî annesi, ümmet insanlığın mânevî annesidir.
(274) Lafzen: “bilmemiz için”. Aklen ve naklen sabit olan hakikat Allah’ın olmuş ve olacağı bildiğidir. O hâlde
buradaki li-na‘lem’i nasıl anlamak gerekir? Kur’an’da buna benzer ifadeler hayli yekûn tutar. Birinci tekil şahıs
kipiyle değil de, tıpkı bu âyette olduğu gibi çoğul kipiyle gelen bu âyetlerin tamamında yer alan “bilelim diye”
ibareleri bu şekilde anlaşılmalıdır (bkz. Kehf: 12; Ankebût: 2; Sebe’: 21; Muhammed: 31 vd). Allah’ın bilgisi
zamandan bağımsız mutlak bilgidir. Bu gayba taalluk eder ve imanın konusudur.
Allah’ın dinamik kadere tabi kıldığı insanın davranışlarını olmadan evvel bilmesi, o davranışın muhataplarına
ceza ve ödül gerektirmez. Davranışın muhatabına ceza ve ödül getiren bilgi asıl ikincisidir. Bu “vâkî olan”ın
bilgisidir. Bu bilgiye muhtaç olan sınavı yapan Allah değil, sınava giren insandır. O yüzdendir ki bu ibareler
“seçip ayırmak için” vurgusunu taşır.
(275) Buradaki mâ nafiye olarak okunursa, mâna “herhangi bir kıble tayin etmeyerek (Kudüs’ü kıble edinmene
izin verdik)” olur. Bu takdirde “geri dönenler”, Kudüs’e yönelmeyi kendilerine yediremeyen Araplar olmuş olur.
Bu durum, Medine’de hayli yekûn tutan münafık zümrenin ne tür gerekçelerle ortaya çıktığını da izah eder.
(276) Hitabın kitap ehline olması da mümkündür.
(Nuzul 62 / Mushaf 18 : Kehf 12 Aşağıdadır.)
ْ ‫ُث َّم ب‬
‫ْن اَحْ ه‬
﴾١٢﴿ ‫صى لِمَا لَ ِب ُثوا اَمَدًا‬
ِ ‫َعَث َنا ُه ْم لِ َنعْ لَ َم اَىُّ ْالح ِْز َبي‬
12 Sonra onları dirilttik (11) ki, geçip giden süreci iki guruptan(12) hangisinin (olayı hakikate uygun bir bakış açısıyla) değerlendirdiğini(13)
seçip ortaya çıkaralım.(14)
(11) Ya da: “(dış dünyaya yeniden) gönderdik”. Be‘asnâ fiili mecazi anlamda “uyandırdık” şeklinde anlaşılmıştır. Fakat ilginçtir ki bu
kıssanın geçtiği âyetlerde “uyku” (nevm) kökenli bir kelimeye hiç yer verilmez. Kur’an’da, yine hayat ve ölümün mahiyetine ilişkin olarak
anlatılan buna benzer bir kıssada, Allah’ın 100 yıl öldürdükten sonra dirilttiği bir şahsın olayı anlatılır (Bakara: 259). Orada da olay aynı
tema etrafında, aynı anahtar kavramlarla işlenir. Dikkate değer olan, söz konusu olayın kahramanının hayata dönüşünün de bu âyette olduğu
gibi ba‘s ile ifade edilmesidir.
150
(12) Bu “iki gurup”, 21. âyette birbirine zıt iki farklı algılama tarzını yansıtan taraflar olsa gerektir. Söz konusu âyette iki taraf da, bu olayın
ardından kendi bakış açılarına ve algı tarzlarına göre değerlendirmede bulunmuşlardı. Devamında bunlardan biri muteber addedilirken, diğer
bakış açısı olumsuzlanmıştı.
(13) Ahsâ, gerçek bir çok anlamlı kelimedir ve “saymak, hafızaya kaydetmek, saygı duymak, değer vermek, anlamak, anlamlandırmak,
dinlemek, değerlendirmek, bilince katmak, ders çıkarmak, hayata aktarmak” gibi anlamlara gelir (Lisân ve Tâc). Hemen belirtelim ki, biz
tercümemizde ahsâ’yı, ism-i tafdil olarak değil geçmiş zaman fiili olarak aldık (Zemahşerî ve Râzî).
(14) Âyetteki li-na‘leme ibâresi, Allah’ın mutlak bilgisi göz önüne alındığında, “seçip ayırmak, ortaya çıkarmak” şeklinde anlaşılmalıdır
(krş. Bakara: 143, not 8. Ayrıca bkz. Âl-i İmran: 142; Kehf: 7; Muhammed: 31).
(Nuzul 89 / Mushaf 29 : Ankebut 2 Aşağıdadır.)
﴾٢﴿ َ‫اَحَ سِ بَ ال َّناسُ اَنْ ُي ْترَ ُكوا اَنْ َيقُولُوا ها َم َّنا َو ُه ْم ََل ُي ْف َتنُون‬
2 İNSANLAR yalnızca “İman ettik” demekle, sınanıp denenmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar?(2)
(2) Krş. Bakara: 214; Tevbe: 16 ve Âl-i İmran: 179. İşkence gören sahabilerden Habbab b. Eret’in sabır hususunda dua istemesi üzerine, Hz.
Peygamber bu âyeti okumuştur (Buhârî). Said b. Müseyyeb bu âyetle Nahl: 110 arasında bağlantı kurmuştur.
(Nuzul 76 / Mushaf 34 : Sebe 21 Aşağıdadır.)
ٌ ٖ‫ك َورَ بُّكَ عَ هلى ُك ِّل َشیْ ٍء حَ ف‬
‫ان ا ََِّل لِ َنعْ لَ َم مَنْ ي ُْؤمِنُ بِ ْ ه‬
﴾٢١﴿ ‫يظ‬
ٍّ ‫اَلخِرَ ِة ِممَّنْ هُوَ ِم ْنهَا فٖ ى َش‬
ٍ ‫َومَا َكانَ لَ ُه عَ لَي ِْه ْم مِنْ س ُْل َط‬
21 Oysa ki onlar üzerinde onun zorlayıcı hiçbir gücü yoktu; sadece âhirete inanan kimseleri ondan kuşku duyanlardan seçip ayıralım diye
(ona izin verdik): nitekim senin Rabbin her şeyi görüp gözetmektedir.
(Nuzul 92 / Mushaf 47 : Muhammed 31 Aşağıdadır.)
﴾٣١﴿ ‫َولَ َن ْبلُ َو َّن ُك ْم حَ ه ٰتى َنعْ لَ َم ْالمُجَ اهِدٖ ينَ ِم ْن ُك ْم وَ الصَّابِ ٖرينَ وَ َن ْبلُ َوا اَ ْخبَارَ ُك ْم‬
31 İçinizden (Allah yolunda) üstün çaba gösteren ve zorluklara karşı direnenleri ortaya koyuncaya kadar(35) sizi mutlaka sınayacağız: zira
Biz, sizin bütün iddialarınızı sınarız.
(35) Lafzen: “bilinceye kadar”. Tercihimizin gerekçesi için bkz. Ankebût: 3, not 3 ve Bakara: 143, not 8.
ُ ‫ضي َها َف َو ِّل َوجْ َه َك َش ْط َر ْال َمسْ ِج ِد ْال َح َرام َو َحي‬
‫ك ِق ْبلَ ًة َترْ ه‬
‫ْث َما ُك ْن ُت ْم َف َولُّوا وُ جُو َه ُك ْم‬
َ ‫ك فِى ال َّس َما ِء َفلَ ُن َولِّ َي َّن‬
َ ‫ب َوجْ ِه‬
َ ُّ‫َق ْد َن هرى َت َقل‬
ِ
‫ه‬
ْ
ٰ
ْ
ْ
ُ
َّ
ُ
َّ
َ
َ
ُ
ُّ
َ
َ
َ
﴾١٥٥﴿ ‫ون‬
َ ‫ُون ان ُه ال َحق ِمنْ َرب ِِّه ْم َو َما ّللا ُ ِبغَ اف ٍِل َعمَّا َيعْ َمل‬
َ ‫اب ل َيعْ لم‬
َ ‫ين اوتوا ال ِكت‬
َ ٖ‫شط َرهُ َواِنَّ الذ‬
144 Biz senin yüzünü gökyüzüne çevirip durduğunu görüyorduk. İşte şimdi seni kesinlikle razı olacağın bir
kıbleye döndürüyoruz:
Artık yüzünü Mescid-i Haram’dan yana çevir! Siz de nerede olursanız olunuz yönünüzü o yana çeviriniz! (277)
Kendilerine daha önce vahiy emanet edilmiş olanlar, bu emrin Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu iyi bilirler:
Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.
(277) Sözlükte “bir şeyin parçası” anlamına gelen şatra, burada “..den tarafa, ..e doğru” anlamına gelir. Sadece
bu kelime, namaz kılan mü’minleri kıbleyi derece olarak tam tutturmak gibi zor bir mükellefiyetten kurtarmış,
Mescid-i Haram “tarafına” yönelmeyi yeterli görmüştür.
َ‫ض َولَئ ِِن ا َّت َبعْ ت‬
ُ ْ‫ك َو َما اَ ْنتَ ِب َت ِاب ٍع ِق ْبلَ َت ُه ْم َو َما َبع‬
ٍ ْ‫ض ُه ْم ِب َت ِاب ٍع ِق ْبلَ َة َبع‬
َ ‫اب ِب ُك ِّل ها َي ٍة َما َت ِبعُوا ِق ْبلَ َت‬
َ ‫ين اُو ُتوا ْال ِك َت‬
َ ٖ‫َولَ ِئنْ اَ َتيْتَ الَّذ‬
ً
َّ
ْ
ْ
﴾١٥٤﴿ ‫ين‬
َ ‫ك اِذا لَم َِن الظال ِٖم‬
َ ‫ك م َِن العِل ِم ِا َّن‬
َ ‫اَهْ َوا َء ُه ْم ِمنْ َبعْ ِد َما َجا َء‬
145 Sen daha önceden kitap gönderilenlere tüm delilleri getirsen dâhi onlar senin kıblene yönelmezler; ve sen de
artık onların kıblesine yönelmezsin.(278) Ve ne de onlar birbirlerinin kıblelerine yönelirler.(279)
Sana ilim geldikten sonra eğer onların keyiflerine uysaydın, bu durumda sen kesinlikle kendine zulmedenlerden
olurdun.(280)
151
(278) Allah’ın insanlardan sadır olacak eylemleri bilmesi günahları hususunda kendileri için bir mazeret olamaz.
Çünkü insanlar emredileni yapmaya ve yasaklanandan kaçınmaya muktedirler.
(279) “Onlardan” kasıt Kitap Ehli’dir. Yahudiler, ibadetlerinde Kudüs’teki Hacer-i Muallak’a yönelirken,
Hıristiyanlar gün doğusuna yönelirlerdi.
(280) Zımnen: Sözgelimi sen onların istekleri doğrultusunda davranmış olsaydın, onlar seni yine reddedecek ve
kabullenmeyeceklerdi. Bunun en açık örneği Kudüs’e doğru yönelerek 16 ay namaz kılmandır. Gördün, hiçbir
şey değişmedi. Onlar inkârlarında direndiler ve senin sürekli kendini inkâr etmeni istediler.
﴾١٥٦﴿ ‫ُون‬
َ ‫ُون ْال َح َّق َو ُه ْم َيعْ لَم‬
َ ‫ون اَ ْب َنا َء ُه ْم َواِنَّ َف ٖري ًقا ِم ْن ُه ْم لَ َي ْك ُتم‬
َ ُ‫اب َيعْ ِرفُو َن ُه َك َما َيعْ ِرف‬
َ ‫ين ها َت ْي َنا ُه ُم ْال ِك َت‬
َ ٖ‫اَلَّذ‬
146 Kendilerine vahiy tevdi edilenler, onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onların çoğu,
bildikleri hâlde ısrarla gerçeği gizlerler.(281)
(281) İbn Abbas’a göre “o” zamiri kıbleye işaret eder. Fakat insanın insana benzetilmesi insanın mekâna
benzetilmesinden evladır. Üstelik âyette “bilmeye” değil “tanımaya” vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla “o”
zamiri Rasulullah’a döner. Zira onlar bir peygamber geleceğini biliyorlardı (krş. Bakara: 76).
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 76 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ض َقالُوا اَ ُتحَ د ُِّثو َن ُه ْم ِبمَا َف َتحَ ه‬
﴾١٦﴿ َ‫ّللا ُ عَ لَ ْي ُك ْم لِيُحَ اجُّو ُك ْم ِبهٖ عِ ْن َد رَ ِّب ُك ْم اَ َف ََل َتعْ قِلُون‬
ُ ْ‫َوا َِذا لَقُوا الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َقالُوا ها َم َّنا َوا َِذا َخ ََل بَع‬
ٍ ْ‫ض ُه ْم ا هِلى بَع‬
76 Onlar, îman edenlerle buluştuklarında “îman ettik” derler, birbirleriyle baş başa kaldıklarındaysa (akıl hocaları, “îman ettik” diyenlere)
“Rabbinizin katında size karşı bir koz olarak kullansınlar diye mi Allah’ın size açtığı şeyi onlara haber veriyorsunuz? Bu kadarını
düşünemiyor musunuz?” derler.(136)
(136) “İman ettik” diyenler saf ve samimi kimi Yahudiler, onları paylayanlarsa haset ve inatçı Yahudi liderleriydi. Birinciler hakikati itiraf
etmiş olsalar gerek ki, akıl hocaları mü’minlerin eline koz vermemeleri konusunda onları uyarıyordu. Allah’ın İsrâiloğullarına açtığı sır, hiç
kuşkusuz Hz. Muhammed’in Peygamberliğiydi (Tekvin, 21:21; Tesniye, 18:15 ve 18; Ahzab: 2). Bu âyet, Medine Yahudilerinin sadece
inkârcı değil aynı zamanda ikiyüzlü olduklarını da gösterir. Çünkü 14. âyet aynı davranışı münafıklara nisbet eder. Sûrenin 8-20. âyetlerinde
sözü edilen münafıklarla bu âyettekilerin aynı olması da muhtemeldir.
﴾١٥١﴿ ‫ين‬
َ ‫ِّك َف ََل َت ُكو َننَّ م َِن ْال ُم ْم َت ٖر‬
َ ‫اَ ْل َح ُّق ِمنْ َرب‬
147 Hakikat Rabbinden gelendir; sakın kuşkuya kapılanlardan olma.(282)
(282) Kıble konusu bağlamında bu âyet “Hakikatin kaynağı nedir?” sorusuna da cevaptır: Allah.
‫ه‬
ٰ ‫ت ِب ُك ُم ه‬
﴾١٥٨﴿ ‫ّللا َع هلى ُك ِّل َشىْ ٍء َقدٖ ي ٌر‬
ِ ْ‫ت اَي َْن َما َت ُكو ُنوا َيا‬
ِ ‫َولِ ُك ٍّل ِوجْ َه ٌة ه َُو م َُو ٖلٰي َها َفاسْ َت ِب ُقوا ْال َخي َْرا‬
َ ٰ َّ‫ّللاُ َجمٖ ي ًعا اِن‬
148 Her bir ümmetin O’nun yönlendirdiği bir kıblesi vardır(283) O hâlde, iyilikte birbirinizle yarışın! Her nerede
olursanız olun Allah sizin tümünüzü bir araya toplayacaktır: Zira Allah her bir şeye kadirdir.
(283) Abdullah ibn Mes’ud ve Ubeyy b. Ka’b vichetun’u kıbletun okumuştur. Huve zamiri kull’e aittir diyenlere
göre anlam şöyle olur: “Her bir ümmetin kendisine (ona) yöneldiği bir kıble vardır”. Bu tercihte, kıble tayininde
Allah’ın belirleyici rolüne işaret yoktur. Ancak zamirin Allah’a işaret ettiğini tercih eden okuyuşa göre anlam
yukarda verdiğimiz gibi olur. Bu mâna, hemen ardından gelen ve fâ bağlacıyla iki cümle arasındaki zorunlu
ilişkiye delalet eden “O hâlde birbirinizle iyilikte yarışın” ibaresiyle uyum arz eder. Çünkü burada Kitap
Ehli’nden kimsenin kıblesi yerilmediği gibi, farklı kıblelerin birbirine üstünlüğüne ilişkin bir îmâ da yoktur.
Aksine 177. âyette de vurgulandığı gibi, kıble meselesinin esasa ilişkin bir mesele olmadığı îmâ edilir.
ٰ ‫ِّك َو َما ه‬
ُ ‫َو ِمنْ َحي‬
﴾١٥٩﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ّللا ُ ِبغَ اف ٍِل َعمَّا َتعْ َمل‬
َ ‫ك َش ْط َر ْال َمسْ ِج ِد ْال َح َر ِام َو ِا َّن ُه لَ ْل َح ُّق ِمنْ َرب‬
َ ‫ْث َخ َرجْ تَ َف َو ِّل َوجْ َه‬
149 Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü mutlaka Mescid-i Haram’a çevir.(284) Bil ki bu emir Rabbinden gelen
bir hakikattir. Allah sizin de yaptıklarınızdan habersiz değildir.(285)
152
(284) Burada, 144 ve 150. âyetlerde aynı lafızlarla gelen bu emrin üçü de farklı bağlamlara aittir.
(285) Kıble değişimi emrinin verildiği iki âyetin (bu ve 144) son cümlelerini birlikte okursak anlam şu olur:
“Allah onların yaptıklarından da, sizin yaptıklarınızdan da habersiz değildir.”
ُ ‫ك َش ْط َر ْال َمسْ ِج ِد ْال َح َرام َو َحي‬
ُ ‫َو ِمنْ َحي‬
‫اس َعلَ ْي ُك ْم حُجَّ ٌة ا ََِّل‬
َ ‫ْث َما ُك ْن ُت ْم َف َولُّوا وُ جُو َه ُك ْم َش ْط َرهُ لِ َئ ََّل َي ُك‬
َ ‫ْث َخ َرجْ تَ َف َو ِّل َوجْ َه‬
ِ ‫ون لِل َّن‬
ِ
َّ
َ
َّ
ْ ‫ين ظلَمُوا ِم ْن ُه ْم َف ََل َت ْخ َش ْو ُه ْم َو‬
﴾١٤١﴿ ‫ون‬
َ ‫اخ َش ْونٖ ى َو َِل ُ ِت َّم ِنعْ مَتٖ ى َعلَ ْي ُك ْم َولَ َعل ُك ْم َت ْه َت ُد‬
َ ‫ال ٖذ‬
150 Ve her nereden gelirsen gel, kesinlikle yüzünü Mescidi Haram’dan yana çevir. Siz de nerede olursanız
olunuz, yüzlerinizi Mescid-i Haram’dan yana çeviriniz ki, onlar içerisinden zulümde direnenler hariç, insanların
size karşı kullanacakları bir delilleri olmasın.
Onlara tazim göstermeyin, asıl Bana tazim gösterin! Böylece size olan nimetimi tamamlayayım(286) ve siz de
bu sayede doğru yolu bulabilesiniz. (287)
(286) Nimetin ‘itmamı’ için bkz. Mâide: 3.
(287) Zımnen: Sizin için insanların ne dediği değil Allah'ın ne dediği belirleyici olsun.
153
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 3 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ير َومَا ا ُ ِه َّل لِغَ ي ِْر ه‬
َ ُ‫ّللاِ ِبهٖ َو ْال ُم ْن َخنِ َق ُة وَ ْالم َْوق‬
َ ْ ‫ب َواَنْ َتسْ َت ْقسِ مُوا ِب‬
ْ ‫حُرِّ م‬
‫اَل ْز ََل ِم هذلِ ُك ْم‬
ُ ‫وذةُ وَ ْال ُم َترَ ِّد َي ُة َوال َّن ٖطيحَ ُة َومَا اَ َك َل ال َّس ُب ُع ا ََِّل مَا َذ َّك ْي ُت ْم َومَا ُذ ِبحَ َع َلى ال ُّن‬
ِ ‫ص‬
ِ ‫َت عَ لَ ْي ُك ُم ْال َم ْي َت ُة َوال َّد ُم َولَحْ ُم ْال‬
ِ ‫خ ْن ٖز‬
ُ
َٰ‫َل ْثم َفاِنَّ هّللا‬
ْ
ْ
ْ
ْ
ً
ْ
ْ
ْ ‫فِسْ ٌق اَ ْلي َْو َم َيئِسَ الَّذٖ ينَ َك َفرُوا مِنْ دٖ ينِ ُك ْم َف ََل َت ْخ َش ْو ُه ْم َو‬
َ
ُ
َ
ُ
َ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
ُ
ُ
َ
ُ
َ
َ
َ‫غ‬
ْ‫اض‬
ْ‫س‬
ْ‫ِع‬
ْ
ْ‫َم‬
ْ
ٖ َ‫اخ َش ْو ِن اليَو َم اكمَلت لك ْم دٖ ينك ْم َواتم ت عَ ليك ْم ن مَتٖ ى َور‬
ِ ُ‫ضيت لكم‬
ٍ ِ ِ ٍ‫اَل َل َم دٖ ينا ف َم ِن ط َّر فٖ ى مَخمَصَ ٍة يْرَ ُمتجَ انِف‬
﴾٣﴿ ‫غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
3







ÖLÜ HAYVAN,
Kan,
Domuz eti,
Allah’tan başkası adına kesilenler;(5)
Bir de boğulan, dövülerek öldürülen, düşerek ölen, boynuzlanarak öldürülen(6) ya da henüz canlıyken kestikleriniz hariç vahşi bir
hayvan tarafından parçalanan hayvanlar ve
Putperestçe semboller(7) üzerine kesilenler,
Ayrıca attığınız zarla geleceğe ilişkin kehanette bulunmak(8) size haram kılınmıştır.(9)
Bütün bunlar birer sapmadır.
Bugün, inkâra saplananlar, dininiz(i terk edeceğiniz)den umutlarını tamamen kesmişlerdir:


O hâlde, onları gözünüzde büyütüp de saygınlaştırmayın!
Yalnız Beni tazim edip, Bana saygı duyun!(10)
Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım;(11) ve (Allah’a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak
benimsedim.(12) Günaha gönüllü koşmaksızın kim hayatî bir zaruretten dolayı zorda kalırsa, iyi bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz
bir merhamet kaynağıdır.
(5) Hayvan bile olsa can değerlidir ve hayatın sahibi el-Hayy olan Allah’tır.
(6) en-Natiha: “Boynuzlanarak ölen hayvan”.
Basralılara göre mef’ul olan bir isim fail yapılacaksa, sonuna “isimleştirme te’si” getirilir (mentuh: natîh/a) gibi. Sıfat tamlamalarının,
mevsufun hazfi ile gelmesi durumunda da bu kural geçerlidir: lihyetun dehîn/ e (yağlı sakal) ve aynun kehîl/e (sürmeli göz) anlamını
mevsufu hazfederek ve bir te ekleyerek elde edebiliriz.
Kûfelilere göre, Arap’lar feîle kalıbına uygun kelimeleri bir isme sıfat yaptıkları zaman “te”leri düşürürler: aynen kehîlen. Fakat eğer mevsuf
hazfedilirse onlar da te’yi şart görürler (Taberî). Râzî: en-natîha, elmevkuze, el-mütereddiye kelimelerinin sonundaki te’yi koyunu niteleyen
sıfat olarak tarif eder. Ona göre te dişillik alametidir. Burada galibiyet kuralı geçerlidir. Araplar genelde boynuzlanmış koyunu yerlerdi.
(7) Nusub (t. nâsıbeh), müşrik Mekke toplumunun üzerinde hayvanları boğazladıkları sunaklar (Râğıb). Bu yalnızca kurban kesmek
biçiminde değil, oraya izafe edilen sahte kutsallıktan yararlanmak için hayvan kesimi yapmak biçiminde de gerçekleşiyordu.
(8) Lafzen: “çektiğiniz fal oklarıyla kısmet tesbiti yapmak”. Açıktır ki, bu tür bâtıl anlayışlar, insanın irade ve gayretini yok edici bir işlev
taşırlar. Aslında yasaklanan geleceğe ilişkin kehanette bulunmaktır.
(9) Haram kılınanlarla ilgili âyet için bkz. En’âm: 165; ayrıca 90. âyetin ilgili notlarına bkz.
(10) Sûrenin muhtevasına, sahih rivayetlere ve yaygın görüşe göre Kur’an’dan son inen âyet budur (Buhârî, Îman 33; Müslim, Tefsir 3-5).
(11)

İtmam, bir şeyin aslının (cevherinin) tamamlanmasıdır.

İkmal, asıl tam olmakla birlikte noksan olan detayının (arazının) tamamlanmasıdır.
İnsanlığın değişmez değerlerinin tümü olan İslâm son mesajla hem nitelik hem nicelik olarak kemale ulaşmıştır. Nimet ise, asıl olarak
kemale ulaşmış fakat fer olarak çatısı kurulup “siz kemale taşıyın” denilmiştir. Bu da tamamlanmış olan asıldan yola çıkılarak yapılacaktır.
Kelâle ve faizle ilgili âyetlerin bu âyetten sonra indiği görüşünü kabul edersek, dinin ikmaliyle dinin esaslarının kastedildiğini düşünmemiz
şart olur.
(12) Meşhur rivayete göre bu âyet, Nebi’nin vefatından 81 gün önce kurban bayramı arefesinde nâzil olmuştur.
154
ً ‫َك َما اَرْ َس ْل َنا فٖ ي ُك ْم َرس‬
﴾١٤١﴿ ‫ُون‬
َ ‫اب َو ْال ِح ْك َم َة َوي َُعلِّ ُم ُك ْم َما لَ ْم َت ُكو ُنوا َتعْ لَم‬
َ ‫ُوَل ِم ْن ُك ْم َي ْتلُوا َعلَ ْي ُك ْم ها َيا ِت َنا َوي َُز ٖ ٰكي ُك ْم َو ُي َعلِّ ُم ُك ُم ْال ِك َت‬
151 İşte böylece,(288) içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size ilâhî mesajı ve hikmeti
öğretecek ve ayrıca bilmediklerinizi size bildirecek bir elçi gönderdik.(289)
(288) Hitap zamirinin müteallakı için bkz. Râzî, Ebu Müslim’den.
(289) Bu âyet Hz. İbrahim ve İsmail’in duası olan 129. âyete bir atıftır. Ebu Müslim bu âyeti 143. âyete atıf
saymıştır. Ama bunu 129’dan ayıran tek fazlalık “bilmediklerinizi size bildirecek” cümleciğidir. Hz.
Peygamber’in “Allah beni öğretmen olarak gönderdi” (İbn Hanbel III, 328) sözü, bu âyetin ışığında
anlaşılmalıdır.
﴾١٤٢﴿ ‫ُون‬
ِ ‫َف ْاذ ُكرُونٖ ى اَ ْذ ُكرْ ُك ْم َوا ْش ُكرُوا لٖ ى َو ََل َت ْكفُر‬
152 Şu hâlde,


Beni anın ki ben de sizi anayım!(290)
Ve bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin!
(290) İki âyetin başında yer alan edatlar gerekçe gösterilerek âyetlerin birbirinin devamı olduğu söylenmiştir
(Râzî). Bu durumda mâna şöyle olur: “İçinizden, size âyetlerimi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitab’ı ve
hikmeti öğretecek bir elçi göndererek sizi andığım gibi siz de Beni anın…” Bundan farklı olarak Ferrâ, 151.
âyetin, bu âyetin cevabı olarak okunabileceğini söylemiştir.
‫ه‬
﴾١٤٣﴿ ‫ين‬
َّ ‫ين ها َم ُنوا اسْ َتعٖ ي ُنوا ِبال‬
َ ‫َّاب ٖر‬
َ ٖ‫َيا اَ ُّي َها الَّذ‬
َ ٰ َّ‫صب ِْر َوالص هَّلو ِة اِن‬
ِ ‫ّللا َم َع الص‬
153 EY iman edenler! (Allah’tan) direnerek ve dik durarak(291) yardım isteyin. Zira Allah sabredenlerle
beraberdir. (292)
(291) Lafzen: “salât”. Çevirimizin gerekçesi için bkz. âyet 45, not 17.
(292) Bu âyetin bir benzeri bu sûrede yer alan 45. âyettir. Fakat söz konusu âyet İsrâiloğullarına hitap ettiği
hâlde bu âyet doğrudan mü’minlere hitap etmektedir. Bu nedenle 45. âyetin başında yer almayan “Ey iman
edenler” hitabı bu âyette yer almaktadır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 45 Aşağıdadır.)
﴾٥٤﴿ َ‫صب ِْر َوالص هَّلو ِة َو ِا َّنهَا لَ َك ٖبيرَ ةٌ ا ََِّل عَ لَى ْال َخاشِ عٖ ين‬
َّ ‫َواسْ َتعٖ ي ُنوا بِال‬
45 Direnerek ve dik durarak yardım isteyin!(83) Ancak bu huşû duyanlardan başkasına ağır gelir.
(83) Lafzen: “Sabır ve salât ile yardım isteyin!” Sabır “insanın nefsini dizginlemesi”, yani direniştir (bkz. İlk geçtiği ‘Asr: 3). Yılgınlık,
korkaklık, çöküntü ve dert yanmanın zıddıdır (Râğıb). Salât’la üç şey de kastedilmiş olabilir:



şer’î mânası olan “namaz”,
sözlük mânası olan “dua”,
kök mânası olan “dik duruş”.
Namaz duanın canlanmasıdır, dua kulun Allah’a dayanmasıdır. Salât’ın türetildiği es-salâ “bir şeyi dik tutan şey”dir. Otururken ve
ayaktayken insanı dik tutan kemiklere de denir (bkz. A’la: 15).
‫و ََل َتقُولُوا ِلمنْ ُي ْق َت ُل فٖ ى سب ه‬
ٌ ‫مْو‬
﴾١٤٥﴿ ‫ُون‬
َ ‫ات َب ْل اَحْ َيا ٌء َو هل ِكنْ ََل َت ْش ُعر‬
َ َ‫ّللا ا‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ
َ
ِ َٖ
154 Allah yolunda öldürülenler için “ölü” demeyin! Aksine onlar diridirler,(293) fakat siz farkında
değilsiniz.(294)
155
(293) Râzî, Kâbî ve Ebu Müslim’e atfen “diridirler” ifadesinin “dirilecekler” anlamında kullanıldığını söyler.
Bu, cennete girecekler için geçmiş zaman kipinin kullanıldığı âyetlerden kolayca çıkarılabilir (bkz. Hac: 56;
Mutaffifin: 13). Zeccâcî de benzer bir sonuca varır (İştikâku Esmâillah, Beyrut, 1406, s. 133).
(294) Zımnen: Allah yolunda ölen veya öldürülen kimse, hayatını ve canını imanına şahit kılmıştır. Ancak
böyleleri şehîd olarak adlandırılmayı hak ederler.
(Nuzul 91 / Mushaf 22 : Hac 56 Aşağıdadır.)
‫ه‬
﴾٤٦﴿ ‫ت ال َّنعٖ ِيم‬
ُ ‫اَ ْلم ُْل‬
ِ ‫ت فٖ ى جَ َّنا‬
ِ ‫ك ي َْو َم ِئ ٍذ ِ ّٰللِ يَحْ ُك ُم َب ْي َن ُه ْم َفالَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَ ا‬
56 Hakimiyetin tamamı o gün, sadece Allah’a ait olacaktır. O onları yargılayıp aralarında hüküm verecektir. İşte bunun sonucunda iman eden
ve o imanla uyumlu davranış sergileyen kimseler, her tür nimetle dolu olan cennetlere yerleşecekler.
(Nuzul 90 / Mushaf 83 : Mutaffifin 13 Aşağıdadır.)
َ ْ ‫َاطير‬
﴾١٣﴿ ََ‫َاْل َّولٖ ين‬
ٖ ‫ا َِذا ُت ْت هلى عَ لَ ْي ِه هايَا ُت َنا َقا َلَاَس‬
13 Ne zaman (Hesap Günü’nü hatırlatan) âyetlerimiz kendilerine okunsa, “geçmişin masalları” derler.
َّ ‫س َو‬
ْ
ْ
ُ
﴾١٤٤﴿ ‫ين‬
ِ ‫الث َم َرا‬
ٍ ‫ُوع َو َن ْق‬
َ ‫َّاب ٖر‬
ِ ‫ص م َِن ْاَلَم َْو‬
ِ ‫ت َو َب ِّش ِر الص‬
ِ ُ‫ال َو ْاَلَ ْنف‬
ِ ‫َولَ َن ْبل َو َّن ُك ْم ِب َشىْ ٍء م َِن ال َخ ْوفِ َوالج‬
155 Kesinlikle sizi;



korkuyla,(295)
açlıkla,
mal, can ve verim kaybıyla sınarız.
Ama sabredenleri müjdele!(296)
(295) Allah’tan başkasından korkan iki cezaya çarptırılır: Korkunun kendisi ve korktuğunun başa gelmesi.
(296) Kısa bir süre sonra Bedir’le başlayacak zorlu sürece işaret ediliyor ve sınavı başarıyla verebilmek için nasıl
bir tavır takınılması gerektiği öğretiliyor.
‫ه‬
﴾١٤٦﴿ ‫ُون‬
ٖ ‫صا َب ْت ُه ْم م‬
َ ‫ّلل َو ِا َّنـا ِالَ ْي ِه َرا ِجع‬
ِ ٰ ِ ‫ُصي َب ٌة َقالُوا ِا َّنا‬
َ َ‫ين ِا َذا ا‬
َ ‫اَلَّ ٖذ‬
156 Onlar bir musibete uğradıklarında:

“Doğrusu biz Allah’a aidiz ve sonunda yine O’na döneceğiz” derler.(297)
(297) İnnâ lillahi ve inna ileyhi raci‘ûn cümlesine “istirca” denir. İslâm’ın hayat kodları arasında müstesna bir
yeri olan bu cümle, aslında İslâm inancının anahtarlarından biridir. Çünkü İslâm iki temel üzerinde yükselir:
Tevhid ve adâlet. İstirca, tevhidin özeti ve varlığın kaynağına atıftır. Aynı zamanda bu, mü’minin fânî varlığını
Allah’ın baki varlığına adama andıdır. Ve bir kulluk itirafıdır; bu itirafta zikir de vardır, şükür de vardır, dua
da…
‫ات ِمنْ َرب ِِّه ْم َو َرحْ َم ٌة َوا ُ ه‬
‫اُ ه‬
ٌ ‫صلَ َو‬
﴾١٤١﴿ ‫ون‬
َ ‫ك ُه ُم ْال ُم ْه َت ُد‬
َ ‫ولـ ِئ‬
َ ‫ِك َعلَي ِْه ْم‬
َ ‫ولـئ‬
157 İşte bunlar, Rablerinin sürekli destek(298) ve bağışına mazhar olanlardır. Doğru yolda olanlar da
bunlardır.(299)
(298) Salavât’ın (t. salât) bu anlamıyla ilgili bkz. Ahzab: 56
(299) Kulun Allah’a salât’ı dua ve namaz, Allah’ın kula salât’ı duasına icâbet ve mağfiret ederek ona yardım
etmesi ve destek vermesidir. Zira salât, “destek” mânasına gelen bir kökten türetilmiştir (bkz. A’lâ: 15).
156
(Nuzul 105 / Mushaf 33 : Ahzab 56 Aşağıdadır.)
‫ه‬
﴾٤٦﴿ ‫صلُّوا عَ لَ ْي ِه وَ سَ لِّمُوا َتسْ لٖيمًا‬
َ ‫ّللا َوم هَلئِ َك َت ُه يُصَ لُّونَ عَ لَى ال َّن ِبىِّ يَا اَ ُّيهَا الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا‬
َ ٰ َّ‫اِن‬
56 Şu kesin ki Allah ve O’nun melekleri Peygamber’i desteklerler; ey iman edenler, siz de onu destekleyin(74) ve tam bir teslimiyetle (onun
örnekliğine) teslim olun!(75)
(74) Lafzen: “..salat ederler.. salat edin”.

Burada Allah ve meleklerinin Peygamber için yaptığı eylemi mü’minlerin de yapması emredilmektedir.
Bu âyetin kapsamı, Allah ve meleklerinin mü’minleri desteklediğinden (yusallî ‘aleykum ve melâiketuhu) söz eden 43. âyetle birlikte (krş.
Bakara: 157; Tevbe: 99, 103) değerlendirilmelidir. Mü’minler gibi Peygamber de vahiyle desteklenmiştir. Hemen üstteki âyetler bu desteğin
açık göstergesidir. Kelimenin türetildiği salâ zaten “destek” anlamına gelmektedir (A’lâ: 15, not 15).
Salat, “dua” mânasına bu kökten yola çıkarak ulaşmıştır. Fakat Allah’ın kuluna “dua etmesi” caiz olmayacağı için, âyetin yorumunda ilk
otoriteler farklı görüşler dile getirmişlerdir.





İbn Abbas bunu “tebrik etmek” olarak anlamıştır (Taberî).
Süfyan Allah’ın salatı “rahmet”, meleklerinki “dua” demiştir.
Ata “Rahmetim gazabımı geçti” âyetini okumuştur.
Said b. Cübeyr İbn Abbas’tan bu âyetin tefsiri sadedinde şunu nakletmiştir: “İsrâiloğulları Musa’ya “Rabbin seni destekliyor (yusallî
‘aleyke) mu?” diye sordular. Musa’nın Rabbi nida etti: “Evet Ben de meleklerimle birlikte tüm nebi ve rasullerimi destekliyorum”.
Cabir’in eşi Rasulullah’tan kendine ve eşine salat etmesini istedi, Rasulullah ona “Allah sana ve eşine salat etsin (sallallahu ‘aleyke ve
‘ala zevcike)” diye dua etti (İbn Kesir).
Bütün bunlar salat’ın bir destek emri olduğunu, Allah’ın ve meleklerinin bu salat’ı vahyi gönderip indirerek yaptıkları, mü’minlerinse fiili
dua ile risalet mirasını desteklemeleri gerektiğini göstermektedir. Aslında Peygamber için edilen dua olan salavat da bu desteğin sözlü
boyutudur (Konu için bkz. Üç muhammed, 111-115).
(75) Salât’a Allah ve melekleri de katılırken selâm’ın sadece mü’minlere emredilmiş olması manidardır. Buradaki selâm ile Neml 59’daki
arasındaki ilişki dikkate değerdir.
“Hz. Peygamber’e salât’a Allah, O’nun melekleri ve mü’minler hep birlikte katılırken selâm’a neden sadece mü’minler davet edilmekte,
Allah ve melekleri katılmamaktadır?” sualinin cevabını parantez içinde verdiğimiz “örneklik” oluşturmaktadır.
Allah onu mü’minlere “güzel örnek” olarak takdim etmiştir. Allah’ın ve meleklerin onu örnek alması işin tabiatı icabı nasıl düşünülemezse,
yine işin tabiatı icabı samimi bir mü’minin de onu örnek almaması düşünülemez.
Âyetteki ‘ale’n-nebî’den yola çıkarak bütüncül bir okumayla şu sonuca ulaşıyoruz: Salât nübüvvetedir, itaat ve teslimiyet risalete.
(Nuzul 9 / Mushaf 87 : A’la 15 Aşağıdadır.)
ّٰ
﴾١٤﴿َ‫َو َذ َكرَ اسْ َم رَ بِّهٖ َفصَ لى‬
15 Rabbinin adını hatırda tutan da, salata duran da (kurtuluşa erecek). (15)
(15) Veya: “namaz kılan”.
Dahası, kök anlamının yardımıyla: “destek olan” veya “esas duruşunu koruyan”.
Sâlât’ı sadece “namaz” ile karşılamak yerine, asli haliyle bıraktık.
Zira salat, Kur’an’da gerçek bir çokanlamlı kavram olarak yer alır.






Ekâme fiili ile birlikte “namaz ibadetini hakkını vererek kılmak”,
Mâide 12’de “destek”,
Mâide 58’de “din ve dindarlık”,
Mâide 106’de “davet”,
Nûr 41’de kuşların salatı olarak “yaratılış amacına uygun hareket etmek”,
Meryem 59’da “ibadet” ve daha başka mânalarda kulanılmıştır (bkz. Bakara: 3, ; Mâide: 58, ; Mâ‘ûn: 4 ).
Burada “zikr” ile yan yana kullanıldığı için ikinci bir mef’ul ile geldiği Tâhâ 14’teki ekimi’s-salâte li-zikrî (adımın anılıp şanımın yücelmesi
için tüm destek ve çabanı seferber et) ibaresini andırmaktadır.
A‘lâ sûresinin 9 ve 10. âyetindeki zikrâ ve men yahşa ile 14-15’teki men tezekkâ ve sallâ arasında sıkı bir irtibat vardır. Salât’ın gerçek
anlamını bulmamızda bu pasajdaki kavramsal karşıtlıklar yol göstericidir.
157


Men yahşâ (10) ile el-eşkâ (11) nasıl zıddiyet ilişkisine sahipse,
Yaslâ (12) ile sallâ (15) da kökenleri bir olmasına rağmen mânaları zıttır.


Birincisi “ateşi desteklemek için cehennemin göbeğine dikilmeyi”
İkincisi ise “Allah’a –özünde kendine- destek için esas duruşu korumayı” ifade eder.
Zımnen: Cehennemle doğrulmak istemeyen namazla doğrulsun” mesajını içerir.
Zira salleytu’l-‘ûd, “değneği ateşte doğrulttum” demektir. es-Salvu, “insanın dik oturmasını sağlayan oyluklar veya dik yürümesini sağlayan
omurga” anlamına gelir (Lisân ve Tâc). Allahu a‘lem.
‫ه‬
‫ه‬
‫ّللا َشا ِك ٌر‬
َّ ‫اِنَّ ال‬
َ ‫اح َعلَ ْي ِه اَنْ َي َّط َّو‬
َ ‫ّللا َف َمنْ َح َّج ْال َبيْتَ اَ ِو اعْ َت َم َر َف ََل ُج َن‬
ِ ٰ ‫ص َفا َو ْال َمرْ َو َة ِمنْ َش َعائ ِِر‬
َ ٰ َّ‫ف ِب ِه َما َو َمنْ َت َط َّو َع َخيْرً ا َفاِن‬
﴾١٤٨﴿ ‫َعلٖ ي ٌم‬
158 “Hiç kuşkusuz Safa ile Merve Allah’ın sembollerindendir. (300) Kim hac ya da umre amacıyla Kâbe’yi
ziyaret ederse,(301) o ikisi arasında sa’y etmesinde herhangi bir mahzur yoktur.(302) Eğer biri kalkar da
emredilenin ötesinde hayır işlerse, iyi bilsin ki Allah yaptığının karşılığını bol bol verendir, (insan için iyi olanı)
tarifsiz bir biçimde bilendir. (303)
(300) “Allah’ın sembolleri”: Burada “sembol” anlamı verdiğimiz şe‘âir (t. şa‘îra), aslen kurbanlık hayvanların
boyunlarına demirle vurulan işarete denilir.
Din de, dil gibi “sembolik” değil ama bir semboller sistemidir. Semboller birer atıftırlar. Her sembolün mutlaka
sembolize ettiği bir hakikat vardır. Sembol zarf, sembolün sembolize ettiği gerçek ise mazruf, yani mektuptur.
Zarf önemini içinde taşıdığı mazruftan alır. Mektubu olmayan bir zarf, ruhu olmayan bir ceset gibidir. Semboller
de öyle. Sembollerin sembolize ettiği hakikatler, cesede nazaran ruh mesabesindedirler. Hac ibadeti de baştan
sona sembollerle dolu bir ibadettir. Bu sembollerden biri de sa’y adı verilen Safa ile Merve tepecikleri arasını
yedi kez kat ediştir.
(301) Hacc kelime olarak “müracaat merkezi, herkesin başvurduğu odak, tekrar tekrar kendisine gelinen şey”
demektir. “Delil, belge, referans ve kaynak” anlamına gelen huccet de aynı kökten gelir. Haccın belirli zaman ve
mekânı, umrenin sadece belirli mekânı vardır.
158
(302) Sa‘y bu âyet delil gösterilerek İslâm fıkıh ekollerinin çoğunluğunca haccın farzları arasında sayılmıştır.
Bazı fakihler âyetteki “o ikisi arasında sa‘y etmesinde bir mahzur yoktur” ibaresinden yola çıkarak sa‘yi haccın
farzlarından biri olarak görmemişler, hatta nafile olduğu sonucuna varanlar dâhi olmuştur. Ne ki âyetteki
“mahzur yoktur” (la cunaha ‘aleykum) ifadesinin, cahiliyye döneminde Safa ile Merve’ye put yerleştirildiği için
sa‘yetmek konusunda ihtiyatlı davranan kimi mü’minlerin gönlünden bu yersiz duyguyu silmek maksadını
taşıdığı açıktır. Hz. Aişe’nin açıklaması da bu yöndedir (Kurtubî).
(303) Burada kastedilen, farz olan haccın dışındaki umreler ve nafile haclardır.
‫ب اُ ه‬
ٰ ‫ِك َي ْل َع ُن ُه ُم ه‬
َّ ‫ّللاُ َو َي ْل َع ُن ُه ُم‬
﴾١٤٩﴿ ‫ون‬
ِ ‫اس فِى ْال ِك َتا‬
ِ ‫ُون َما اَ ْن َز ْل َنا م َِن ْال َب ِّي َنا‬
َ ‫الَلعِ ُن‬
َ ‫ولـئ‬
َ ‫ين َي ْك ُتم‬
َ ٖ‫اِنَّ الَّذ‬
ِ ‫ت َو ْاله هُدى ِمنْ َبعْ ِد َما َب َّي َّناهُ لِل َّن‬
159 ŞİMDİ, katımızdan indirdiğimiz apaçık belgeleri ve rehberlik delillerini Kitab aracılığıyla insanların önüne
koyduktan sonra onu gizleyenler var ya: işte Allah’ın ve lânet etme yeteneğine sahip tüm varlıkların lânet ettiği
kimseler onlardır.(304)
(304) 161. âyetten yola çıkarak: başta insanlar ve melekler olmak üzere bütün şuurlu varlıklar…
‫ين َتابُوا َواَصْ لَحُوا َو َب َّي ُنوا َفا ُ ه‬
﴾١٦١﴿ ‫ك اَ ُتوبُ َعلَي ِْه ْم َواَ َنا ال َّتوَّ ابُ الرَّ حٖ ي ُم‬
َ ‫ولـ ِئ‬
َ ‫ا ََِّل الَّ ٖذ‬
160 Fakat;



tevbe edenler,
kendini onaranlar ve
gizlediği gerçeği açıklayanlar hariç.
İşte onların tevbelerini kabul edeceğim: Zira, sadece Benim tevbeleri çokça kabul eden, merhameti sonsuz
olan.(305)
(305) Tevbe, bir “yeniden kazanma” iradesidir.
Allah’a tevbe etmek, insanın kendisini yeniden kazanması için Allah’tan yardım talebidir. Bu bir onarım
faaliyetidir.
Zımnen: “Allah’ım ben kendimi kaybetmişim! Fakat kendimi yeniden kazanmak istiyorum! Kendimi onarmama
yardım et!” Bunu yürekten talep edenlere Allah yardım edeceğini vaad etmektedir.
‫ه‬
‫ه‬
‫ين َك َفرُوا َو َما ُتوا َو ُه ْم ُك َّفا ٌر ا ُ ه‬
﴾١٦١﴿ ‫اس اَجْ َم ٖعي َن‬
ِ ٰ ‫ك َعلَي ِْه ْم لَعْ َن ُة‬
َ ‫ول ِئ‬
َ ٖ‫اِنَّ الَّذ‬
ِ ‫ّللا َو ْال َمل ِئ َك ِة َوال َّن‬
161 Küfreden ve küfründe sonuna kadar direnip o hâl üzere ölen kimselere gelince: Allah’ın, meleklerin ve tüm
insanlığın lânetine uğrayacak olanlar onlardır.(306)
(306) Bu âyet 159. âyetin tefsiridir. Orada üstü kapalı olarak gelen ibare burada açılmaktadır. “Allah’ın lâneti”
ifadesi ilâhî rahmetten dışlamayı ifade eder. Fakat devamındaki âyetten anlaşılacağı gibi burada lânet
“cehennem” anlamındadır.
﴾١٦٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫ين فٖ ي َها ََل ي َُخ َّففُ َع ْن ُه ُم ْال َع َذابُ َو ََل ُه ْم ُي ْن َظر‬
َ ‫َخال ِٖد‬
162 Onlar o lânetin içinde kalıcıdırlar: Onların ne azabı hafifletilecek, ne de kendilerine göz açtırılacaktır.(307)
(307) Mâide 78’de İsrâiloğullarından bir grubun lânete uğradıkları ifade edildikten sonra bu lânetin gerekçesi
şöyle açıklanmaktadır: “Onlar birbirlerini yapageldikleri kötülüklerden caydırmaya çalışmıyorlardı” (Mâide:
79).
159
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 79 Aşağıdadır.)
﴾١٩﴿ َ‫َكا ُنوا ََل َي َت َناه َْونَ عَ نْ ُم ْن َك ٍر َفعَ لُوهُ لَ ِب ْئسَ مَا َكا ُنوا َي ْفعَ لُون‬
79 Onlar birbirlerini, yapageldikleri kötülüklerden caydırmaya çalışmıyorlardı; gerçekten bu yaptıkları ne fena şeydi.
﴾١٦٣﴿ ‫َوا هِلـ ُه ُك ْم ا هِل ٌه َوا ِح ٌد ََل ا هِل َه ا ََِّل ه َُو الرَّ حْ همنُ الرَّ حٖ ي ُم‬
163 Ve sizin ilâhınız bir tek İlah’dır; O’ndan başka tapılmaya lâyık hiçbir varlık yoktur;(308) Özünde rahmet
sahibi olan O’dur, işinde mehametli olan O’dur.(309)
(308) Kelime-i tevhid ebedi güvenlik ve özgürlük çağrısıdır; Allah’a kul olmayan kul olacağı binlerce sahte tanrı
icat eder.
(309) Rahmân ve Rahîm’in açıklaması için bkz. Fâtiha: 3
(Nuzul 1 / Mushaf 1 : Fatiha 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ ‫ـن الرَّ حٖ ِيم‬
ِ ‫اَلرَّ حْ هم‬
3 O özünde merhametli, işinde merhametlidir. (4)
(4) (Rahman)


Veya: “Merhametin sonsuz kaynağı olarak tüm varlığa rahmet eden, iman edenlere kat kat rahmet eden” (krş. Mülk: 19; Ahzab: 43);
Ya da “Sonsuz rahmetiyle herşeyi kuşatan ve merhameti zâtının ayrılmaz bir vasfı olan (Abduh).
Sıfat-ı müşebbehe olan Rahmân süreklilik ve değişmezlik bildirir.
Mübalağa ile ism-i fail (veya sıfat-ı müşebbehe) olan Rahîm, oluş ve yenileniş bildirir. Abduh, çoğunluğun tercihi olan bu görüşe “delil
yetersizliği” gerekçesiyle itiraz etmiştir. Ona göre doğru olan tam tersidir. Bunu da şöyle açıklar: Fu’lan vezni fa’al vezni gibi mübalağa
ifade eder. Tıpkı ğarsân (çok eken), atsân (çok susayan), ğadbân (çok kızan) sıfatları gibi sonradan ârız olan vasıflar için kullanılır. Faîl vezni
ise alîm, hakîm gibi öze ait değişmez vasıflar için kullanılır (Menâr).
Fakat, Elmalılı’nın da dediği gibi bu itiraz yersizdir.


Rahmâniyyeti rahmetinin zâtî ve sabit olup varlığı özünden kuşattığına,
Rahîmiyyeti merhametin gerçek faili olarak merhametini fiili ile celbeden varlıklara ihsan ettiğine delalet eder.
İlâhî Zât’ın tecellisi varlığın cevherine, ilâhî fiilin tecellisi varlığın fiiline yöneliktir. Tercihimizin gerekçesi budur.
ٰ ‫اس َو َما اَ ْن َز َل ه‬
ْ ‫ض َو‬
‫اء‬
ِ ‫اِنَّ فٖ ى َخ ْل ِق الس هَّم َوا‬
َ ‫ار َو ْال ُف ْلكِ الَّتٖ ى َتجْ ٖرى فِى ْال َبحْ ِر ِب َما َي ْن َف ُع ال َّن‬
ِ ‫ّللاُ م َِن ال َّس َم‬
ِ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
ِ ‫اخت ََِلفِ الَّي ِْل َوال َّن َه‬
َّ ‫ض َبعْ َد َم ْو ِت َها َو َب‬
‫ت‬
ٍ ‫ض َ هَل َيا‬
ِ ‫ث فٖ ي َها ِمنْ ُك ِّل دَ ا َّب ٍة َو َتصْ ٖريفِ الرِّ يا َ ِح َوالس ََّحا‬
َ ْ‫ِمنْ َما ٍء َفاَحْ َيا ِب ِه ْاَلَر‬
ِ ْ‫اء َو ْاَلَر‬
ِ ‫ب ْال ُم َس َّخ ِر َبي َْن ال َّس َم‬
ُ
﴾١٦٥﴿ ‫ون‬
َ ‫لِ َق ْو ٍم َيعْ قِل‬
164 Şüphe yok ki ;
160

göklerin ve yerin yaratılışında,
161

gece ve gündüzün birbirini takip edişinde,

insanlara yararlı yüklerle yüklenip denize açılan gemilerde,
162

Allah’ın gökten indirerek kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra tekrar dirilttiği ve her tür canlının
çoğalmasını sağladığı yağmurlarda,


rüzgarları dağıtmasında,
gökle yer arasında kendileri için belirlenen istikamette hareket eden bulutlarda,
düşünen bir toplum için mesajlar vardır.(310)
163
(310) Âyetin sonu, Allah’ın vahyi ithafıdır: Kur’an düşünen topluma ithaf edilmiştir. Bu iş için bahşedilen akıl,
eşya ve olaylardaki âyetleri (kanunları) okuyan ruhanî bir melekedir.
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫اب‬
َ ‫ين َظلَمُوا ا ِْذ َي َر ْو َن ْال َع َذ‬
َ ‫ّلل َولَ ْو َي َرى الَّ ٖذ‬
ِ ٰ ِ ‫ين ها َم ُنوا اَ َش ُّد ُح ًٰبا‬
َ ٖ‫ّللا َوالَّذ‬
ِ ٰ ِّ‫ّللا اَ ْن َدا ًدا ُي ِحبُّو َن ُه ْم َكحُب‬
ِ ٰ ‫ون‬
ِ ‫اس َمنْ َي َّتخ ُِذ ِمنْ ُد‬
ِ ‫َوم َِن ال َّن‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ٰ
ْ
ْ
َ
ُ
﴾١٦٤﴿ ‫ب‬
ِ ‫ّللا َش ٖدي ُد ال َعذا‬
ِ ِ ‫اَنَّ الق َّو َة‬
َ َّ‫ّلل َج ٖمي ًعا َواَن‬
165 Fakat insanlar içerisinde Allah’tan başka birtakım varlıkları Allah’a eşdeğer rakip güçler(311) olarak görüp,
onları Allah’ı sever gibi sevenler de var.
Oysa ki iman edenler en çok Allah’ı severler.(312) Kendi kendine kötülük edenler, azaba uğratıldıkları zaman
görecekleri gibi, keşke tüm kudretin sadece Allah’a ait olduğunu ve azabı en çetin olanın yalnızca Allah
olduğunu görseler!(313)
(311) Çevirimizin gerekçesi için bkz. Fussilet: 9
(312) Sevgi değerini sevilenden alır; ölümsüz olan için duyulan sevgi de ölümsüzdür. Âyet Allah’tan başkasını
sevmeyi değil, Allah’tan başkasını Allah gibi sevmeyi kınar. En büyük sevgi, en büyüğün sevgisidir (krş.
Tevbe: 24).
(313) Zımnen: Allah'la iyi ilişkiler kurmak kişinin kendine yapacağı en büyük iyiliktir.
(Nuzul 27 / Mushaf 80 : Fussilet 9 Aşağıdadır.)
َ ْ َ‫قُ ْل اَئِ َّن ُك ْم لَ َت ْكفُرُونَ بِالَّذٖ ى َخلَق‬
﴾٩﴿ َ‫ك رَ بُّ ْالعَالَمٖ ين‬
َ ِ‫ْن َو َتجْ عَ لُونَ لَ ُه اَ ْندَادًا هذل‬
ِ ‫اَلرْ ضَ فٖ ى ي َْو َمي‬
9 DE Kİ: “şimdi siz, arzı iki evrede(10) yaratan Allah’ı inkâr edip, O’na –ki işte O’dur âlemlerin Rabbi- eşdeğer rakip güçler(11) mi
peydahlıyorsunuz?”
(10) Lafzen: “iki günde”. Gerekçe için, kelimenin ilk kullanıldığı Kâf sûresinin 38. âyetinin 4 nolu notuna bkz.
(11) Nidd, “eş, ortak, denk” mânasına gelse de, bu eş ve ortaklık “dostluğa” değil, rekabet ve düşmanlığa dayalı bir zıtlık üzerine kuruludur.
Nidd’i misl’den ayıran da budur.
Kelimenin aslının “dağıtmak” (teşrid) olduğu hatırlandığında bu sapmanın temelinde “Allah’ın gücünü dağıtma arzusu”nun yattığı anlaşılır
(Furûk ve Kitabu’l-‘ Ayn).
Kur’an’ın iç bağlamından yola çıkılarak da aynı sonuca ulaşılabilir (bkz. İbrahim: 30, not 2). Çevirimizin gerekçesi budur.
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 24 Aşağıdadır.)
ٰ ‫قُ ْل اِنْ َكانَ هابَاؤُ ُك ْم َواَ ْب َناؤُ ُك ْم وَ ا ِْخوَ ا ُن ُك ْم َواَ ْز َوا ُج ُك ْم وَ عَ ٖشيرَ ُت ُك ْم َواَمْوَ ا ٌل ا ْق َترَ ْف ُتمُوهَا َو ِتجَ ارَ ةٌ َت ْخ َش ْونَ َكسَادَ هَا َومَسَاكِنُ َترْ ضَ ْو َنهَا اَحَ بَّ ِالَ ْي ُك ْم مِنَ ه‬
‫سَبيلِهٖ َف َترَ َّبصُوا حَ ه ٰتى‬
ِ ‫ّللاِ وَ رَ سُولِهٖ ه َو‬
ٖ ‫جهَا ٍد فٖ ى‬
ٰ ‫ّللاُ بِاَمْ ِرهٖ َو‬
ٰ ‫َياْتِىَ ه‬
﴾٢٥﴿ َ‫ّللاُ ََل َي ْهدِى ْال َق ْو َم ْال َفاسِ قٖ ين‬
24 De ki: “Eğer babalarınız,(26) çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensubu bulunduğunuz topluluk, kazandığınız mallar, kötüye
gitmesinden kaygı duyduğunuz ticaret ve kendisiyle huzur bulduğunuz konaklar; Allah’tan, O’nun Elçisi’nden ve O’nun yolunda cihad
etmekten daha sevimli geliyorsa, Allah’ın buyruğu gerçekleşinceye kadar bekleyin! (27) Ne ki Allah, sorumsuzca davranan(28) bir toplumu
doğru yola yöneltmez.
(26) Âbâ’, sadece “babaları” değil, anneler, dedeler ve amcaları da kapsar. Bu nedenle bunlar ayrıca zikredilmemiştir (krş. Râğıb).
(27) Sevgide en büyük hak, En Büyük Olan’ın hakkıdır (bkz. Bakara: 165). Ölümsüz sevgi, ölümsüzün sevgisidir.
(28) el-Fasikîn; bu bağlamda ve daha bir çok yerde “sorumlu davrananlar” anlamına gelen el-müttakin’in karşıtı olarak “sorumsuz
davrananlar” biçiminde çevrilmiştir.
َ ْ ‫ت ِب ِه ُم‬
ْ ‫اب َو َت َق َّط َع‬
﴾١٦٦﴿ ُ‫اَلسْ َباب‬
َ ‫ين ا َّت َبعُوا َو َراَوُ ا ْال َع َذ‬
َ ‫ين ا ُّت ِبعُوا م َِن الَّ ٖذ‬
َ ٖ‫ا ِْذ َت َبرَّ اَ الَّذ‬
166 Kendisine ilâhlık yakıştırılanların, ilâhlık yakıştıranlara(314) sırt döndüğü o zaman gelip de azabı görünce,
birbirleri arasındaki bütün ilişkiler kökten kesiliverecek.
(314) Lafzen: “Kendisine uyulanlar uyanlara..”
164
ٰ ‫يه ُم ه‬
‫ين م َِن‬
ٍ ‫ّللا ُ اَعْ َمالَ ُه ْم َح َس َرا‬
َ ‫ار ٖج‬
َ ِ‫ين ا َّت َبعُوا لَ ْو اَنَّ لَ َنا َكرَّ ًة َف َن َت َبرَّ اَ ِم ْن ُه ْم َك َما َت َبرَّ ؤُ ا ِم َّنا َك هذل‬
َ ‫َو َقا َل الَّ ٖذ‬
ِ ‫ك ي ُٖر‬
ِ ‫ت َعلَي ِْه ْم َو َما ُه ْم ِب َخ‬
﴾١٦١﴿ ‫ار‬
ِ ‫ال َّن‬
167 İlahlık yakıştıranlar da diyecek ki:

Keşke elimize ikinci kez dünyaya dönme fırsatı geçse de, onların bize sırt döndüğü gibi biz de onlara sırt
dönsek.
Böylece Allah onlara, yaptıkları tüm işleri derin bir pişmanlık (kaynağı) olarak gösterecek ve onlar ateşten de
çıkamayacaktır.
ُ ‫ض َح ََل ًَل َط ِّيبًا َو ََل َت َّت ِبعُوا ُخ‬
﴾١٦٨﴿ ٌ‫ان ِا َّن ُه لَ ُك ْم َع ُدوٌّ م ُٖبين‬
ِ ‫ط َوا‬
ِ ْ‫َيا اَ ُّي َها ال َّناسُ ُكلُوا ِممَّا فِى ْاَلَر‬
ِ ‫ت ال َّش ْي َط‬
168 EY insanlık!


Yeryüzündeki helâl ve temiz olan her şeyden yararlanın!(315)
Şeytanın izinden de gitmeyin! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır:
(315) Lafzen: “yiyin”. Bir şeyi yeme ondan yararlanmanın zirvesidir. Eğer yenilmesine izin varsa gerisine de
izin vardır. Âyet yanlış hassasiyetlerle icat edilmiş sahte haramlar koymayı “şeytanın izinden gitmek” olarak
nitelemiştir. Serbestliğin esas, yasağın istisnai olduğunu beyan eder (krş. Mâide: 3, 103, ilgili notlar). Halâlen
tayyiben, helâl olanın aynı zamanda temiz olmasının da gerekliliğini ifade eder. Bir şeyin tayyip olmasına, onun
hijyen, sağlık, besin değeri vb. gibi hususlar da girer.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 3 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ير َومَا ا ُ ِه َّل لِغَ ي ِْر ه‬
َ ‫ّللاِ ِبهٖ َو ْال ُم ْن َخنِ َق ُة وَ ْالم َْو ُق‬
َ ْ ‫ب َواَنْ َتسْ َت ْقسِ مُوا ِب‬
ْ ‫حُرِّ م‬
‫اَل ْز ََل ِم هذلِ ُك ْم‬
ُ ‫وذ ُة وَ ْال ُم َترَ ِّد َي ُة َوال َّن ٖطيحَ ُة َومَا اَ َك َل ال َّس ُب ُع ا ََِّل مَا َذ َّك ْي ُت ْم َومَا ُذ ِبحَ َع َلى ال ُّن‬
ِ ‫ص‬
ِ ‫َت عَ لَ ْي ُك ُم ْال َم ْي َت ُة َوال َّد ُم َولَحْ ُم ْال‬
ِ ‫خ ْن ٖز‬
ُ
َٰ‫َل ْثم َفاِنَّ هّللا‬
ْ
ْ
ْ
ْ
ً
ْ
ْ
ْ ‫فِسْ ٌق اَ ْلي َْو َم َيئِسَ الَّذٖ ينَ َك َف ُروا مِنْ دٖ ينِ ُك ْم َف ََل َت ْخ َش ْو ُه ْم َو‬
َ
ُ
َ
ُ
َ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
ُ
ُ
َ
ُ
َ
َ
َ‫غ‬
ٖ َ‫اخ َش ْو ِن الي َْو َم اكمَلت لك ْم دٖ ينك ْم َواتمَمْ ت عَ ل ْيك ْم نِعْ مَتٖ ى َور‬
ِ ُ‫ضيت لكم‬
ِ ‫اَلسْ َل َم دٖ ينا فم‬
ٍ ِ ِ ٍ‫َن اضْ ط َّر فٖ ى مَخمَصَ ٍة يْرَ ُمتجَ انِف‬
﴾٣﴿ ‫غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
3







ÖLÜ HAYVAN,
Kan,
Domuz eti,
Allah’tan başkası adına kesilenler;(5)
Bir de boğulan, dövülerek öldürülen, düşerek ölen, boynuzlanarak öldürülen(6) ya da henüz canlıyken kestikleriniz hariç vahşi bir
hayvan tarafından parçalanan hayvanlar ve
Putperestçe semboller(7) üzerine kesilenler,
Ayrıca attığınız zarla geleceğe ilişkin kehanette bulunmak(8) size haram kılınmıştır.(9)
Bütün bunlar birer sapmadır.
Bugün, inkâra saplananlar, dininiz(i terk edeceğiniz)den umutlarını tamamen kesmişlerdir:


O hâlde, onları gözünüzde büyütüp de saygınlaştırmayın!
Yalnız Beni tazim edip, Bana saygı duyun!(10)
Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım;(11) ve (Allah’a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak
benimsedim.(12) Günaha gönüllü koşmaksızın kim hayatî bir zaruretten dolayı zorda kalırsa, iyi bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz
bir merhamet kaynağıdır.
(5) Hayvan bile olsa can değerlidir ve hayatın sahibi el-Hayy olan Allah’tır.
(6) en-Natiha: “Boynuzlanarak ölen hayvan”.
Basralılara göre mef’ul olan bir isim fail yapılacaksa, sonuna “isimleştirme te’si” getirilir (mentuh: natîh/a) gibi. Sıfat tamlamalarının,
mevsufun hazfi ile gelmesi durumunda da bu kural geçerlidir: lihyetun dehîn/ e (yağlı sakal) ve aynun kehîl/e (sürmeli göz) anlamını
mevsufu hazfederek ve bir te ekleyerek elde edebiliriz.
165
Kûfelilere göre, Arap’lar feîle kalıbına uygun kelimeleri bir isme sıfat yaptıkları zaman “te”leri düşürürler: aynen kehîlen. Fakat eğer mevsuf
hazfedilirse onlar da te’yi şart görürler (Taberî). Râzî: en-natîha, elmevkuze, el-mütereddiye kelimelerinin sonundaki te’yi koyunu niteleyen
sıfat olarak tarif eder. Ona göre te dişillik alametidir. Burada galibiyet kuralı geçerlidir. Araplar genelde boynuzlanmış koyunu yerlerdi.
(7) Nusub (t. nâsıbeh), müşrik Mekke toplumunun üzerinde hayvanları boğazladıkları sunaklar (Râğıb). Bu yalnızca kurban kesmek
biçiminde değil, oraya izafe edilen sahte kutsallıktan yararlanmak için hayvan kesimi yapmak biçiminde de gerçekleşiyordu.
(8) Lafzen: “çektiğiniz fal oklarıyla kısmet tesbiti yapmak”. Açıktır ki, bu tür bâtıl anlayışlar, insanın irade ve gayretini yok edici bir işlev
taşırlar. Aslında yasaklanan geleceğe ilişkin kehanette bulunmaktır.
(9) Haram kılınanlarla ilgili âyet için bkz. En’âm: 165; ayrıca 90. âyetin ilgili notlarına bkz.
(10) Sûrenin muhtevasına, sahih rivayetlere ve yaygın görüşe göre Kur’an’dan son inen âyet budur (Buhârî, Îman 33; Müslim, Tefsir 3-5).
(11)

İtmam, bir şeyin aslının (cevherinin) tamamlanmasıdır.

İkmal, asıl tam olmakla birlikte noksan olan detayının (arazının) tamamlanmasıdır.
İnsanlığın değişmez değerlerinin tümü olan İslâm son mesajla hem nitelik hem nicelik olarak kemale ulaşmıştır. Nimet ise, asıl olarak
kemale ulaşmış fakat fer olarak çatısı kurulup “siz kemale taşıyın” denilmiştir. Bu da tamamlanmış olan asıldan yola çıkılarak yapılacaktır.
Kelâle ve faizle ilgili âyetlerin bu âyetten sonra indiği görüşünü kabul edersek, dinin ikmaliyle dinin esaslarının kastedildiğini düşünmemiz
şart olur.
(12) Meşhur rivayete göre bu âyet, Nebi’nin vefatından 81 gün önce kurban bayramı arefesinde nâzil olmuştur.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 103 Aşağıdadır.)
ٰ ‫صيلَ ٍة َو ََل حَ ام َو هلـ ِكنَّ الَّذٖ ينَ َك َفرُوا َي ْف َترُونَ عَ لَى ه‬
ٰ ‫مَا جَ عَ َل ه‬
﴾١١٣﴿ َ‫ّللاِ ْال َكذِبَ َواَ ْك َث ُر ُه ْم ََل يَعْ قِلُون‬
ٖ َ‫ّللا ُ مِنْ بَحٖ يرَ ٍة َو ََل سَائِ َب ٍة َو ََل و‬
ٍ
103 Ne bahîra ve sâibe, ne de vasîle ve hâm(114) (adı altında, hayvanların bâtıl inançlarla yaratılış amacı dışına çıkarılmaları) Allah’ın emri
değildir. Fakat hakikati inkârda ısrar edenler, kendi uydurdukları yalanları Allah’a yakıştırıyorlar. Zira onların çoğu kafalarını
kullanmıyorlar.
(114)
Bahîra: Beş kez doğuran ve beşincisi erkek olan dişi deve.
Sâibe: Başına bir iş gelenin kurtulunca saldığı adak deve.
Vasile: Erkekli dişili ikiz doğuran koyunun sırf dişiye hürmeten yenilmeyip salınan erkeği.
Hâm: Dölüyle on batın doğurtan erkek deve. Bunlar sahte bir kutsallık kılıfı ile tanınsın diye kulağı yarılıp salınırlar, etinden, sütünden ve
tüyünden hiç kimse yararlanamazdı. Sâlih peygamberin devesi bu geleneğin köklerine işaret etse gerektir (msl. Hûd: 64). Bu sahte kutsallık
özünde ilâhî hiyerarşiye müdahale anlamı taşıyordu (Hac: 36-37, not 9-11).
‫ه‬
﴾١٦٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا َما ََل َتعْ لَم‬
ِ ٰ ‫اء َواَنْ َتقُولُوا َعلَى‬
ِ ‫ِا َّن َما َياْ ُم ُر ُك ْم ِبالسُّو ِء َو ْال َفحْ َش‬
169 Size;



yalnızca kötüyü,
gayr- ı meşru olanı ve
bilmediğiniz şeyleri Allah’a yakıştırmanızı telkin eder.
ٰ ‫َو ِا َذا قٖ ي َل لَ ُه ُم ا َّت ِبعُوا َما اَ ْن َز َل ه‬
﴾١١١﴿ ‫ون‬
َ ‫ون َش ْيپًا َو ََل َي ْه َت ُد‬
َ ُ‫ان ها َباؤُ ُه ْم ََل َيعْ ِقل‬
َ ‫ّللاُ َقالُوا َب ْل َن َّت ِب ُع َما اَ ْل َف ْي َنا َعلَ ْي ِه ها َبا َء َنا اَ َو لَ ْو َك‬
170 Onlara ;
 “Allah’ın indirdiklerine uyun!” denildiği zaman,
 “Hayır, biz atalarımızın başımıza sardığı geleneğe uyarız!”(316) derler.
Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar?(317)
166
(316) Elfeynâ’ya müfessirlerimiz vecedna (bulduk) mânasını verirler. Vecedna ‘aleyhi abâenâ (Mâide: 104 vd.)
gibi yakın ibareler bulunsa da bu ibare farklıdır. Zira vecede kökünden türetilmiş kelimeler Kur’an’da her tür
kalıpla bir çok yerde gelmesine rağmen elfâ kelimesi hepsi de tekil ve mazi sığasıyla sadece üç yerde gelir. Hiç
şüphe yok ki bu, kelimenin çok özel bir vurgusu olduğuna delalet eder. Bu vurgu farkı, kök mâna olan “sarma,
dolama”nın da yardımıyla “atalarımızın başımıza sardığı gelenek” ile karşılanmıştır.
(317) Yani: Hakikat değerini kıdeminden değil, Hak’tan alır. Bâtılın kıdemi bâtılı hak kılmaz, olsa olsa katmerli
kılar. Muhatabı hedef almak yerine, onun kendi durumunu gözden geçirmesi için böyle hoş bir üslûp
kullanılmıştır (Ayrıca bkz. Bakara: 170; Hûd: 35; Zümer: 43; Zuhruf: 81).
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 104 Aşağıdadır.)
ٰ ‫َوا َِذا قٖ ي َل لَهُ ْم َتعَالَ ْوا ا هِلى مَا اَ ْن َز َل ه‬
﴾١١٥﴿ َ‫ُول َقالُوا حَ سْ ُب َنا مَا وَ جَ دْ َنا عَ لَ ْي ِه هابَا َء َنا اَ َولَ ْو َكانَ هابَاؤُ ُه ْم ََل يَعْ لَمُونَ َش ْيپًا َو ََل َي ْه َت ُدون‬
ِ ‫ّللاُ َو ِالَى ال َّرس‬
104 Ve onlara “Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin!” denildiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz inanç bize yeter!” diyorlar. Ya
ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyse de mi?(115)
(115) Zımnen: Hakikat sabık olanın değil sadık olanındır. Atalar yoluna karşı tavır, körü körüne taklide karşı bir tavırdır. Zira taklitle değer
üretilemez. Öncekilerin yanlışı sonrakilerin mazereti olamaz.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 170 Aşağıdadır.)
ٰ ‫َوا َِذا قٖ ي َل لَهُ ُم ا َّتبِعُوا مَا اَ ْن َز َل ه‬
﴾١١١﴿ َ‫ّللا ُ َقالُوا َب ْل َن َّتبِ ُع مَا اَ ْل َف ْي َنا عَ لَ ْي ِه هابَا َء َنا اَ َو لَ ْو َكانَ هابَاؤُ ُه ْم ََل يَعْ قِلُونَ َش ْيپًا وَ ََل َي ْه َت ُدون‬
170 Onlara “Allah’ın indirdiklerine uyun!” denildiği zaman, “Hayır, biz atalarımızın başımıza sardığı geleneğe uyarız!”(316) derler. Ya
ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar?(317)
(316) Elfeynâ’ya müfessirlerimiz vecedna (bulduk) mânasını verirler. Vecedna ‘aleyhi abâenâ (Mâide: 104 vd.) gibi yakın ibareler bulunsa
da bu ibare farklıdır. Zira vecede kökünden türetilmiş kelimeler Kur’an’da her tür kalıpla bir çok yerde gelmesine rağmen elfâ kelimesi hepsi
de tekil ve mazi sığasıyla sadece üç yerde gelir. Hiç şüphe yok ki bu, kelimenin çok özel bir vurgusu olduğuna delalet eder. Bu vurgu farkı,
kök mâna olan “sarma, dolama”nın da yardımıyla “atalarımızın başımıza sardığı gelenek” ile karşılanmıştır.
(317) Yani: Hakikat değerini kıdeminden değil, Hak’tan alır. Bâtılın kıdemi bâtılı hak kılmaz, olsa olsa katmerli kılar. Muhatabı hedef almak
yerine, onun kendi durumunu gözden geçirmesi için böyle hoş bir üslûp kullanılmıştır (Ayrıca bkz. Bakara: 170; Hûd: 35; Zümer: 43;
Zuhruf: 81).
(Nuzul 70 / Mushaf 11 : Hud 35 Aşağıdadır.)
﴾٣٤﴿ َ‫اَ ْم َيقُولُونَ ا ْف َت هري ُه قُ ْل ا ِِن ا ْف َترَ ْي ُت ُه َفعَ لَیَّ اِجْ رَ امٖ ى وَ اَ َنا ب َٖرٌ ٌء ِممَّا ُتجْ ِرمُون‬
35 (42) YOKSA, “Bu(43) (kıssayı) o uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer onu ben uydurmuşsam, bunun sorumluluğu bana aittir: Ama
benim, sizin işlediğiniz suçlara ilişkin hiçbir sorumluluğum bulunmamaktadır.”(44)
(42) Süren kıssanın arasında, kıssanın zamanından ver-kaç yöntemiyle çıkıp sözü iniş zamanının ‘şimdi ve buradasına’ getiren bir âyet. Bu
nedenle bağımsız pasaj olarak görülmüştür.
(43) Lafzen: “o”.
(44) Burada, muhatabı doğrudan suçlamak ve yargılamak yerine onun kendi durumunu gözden geçirmesi ve kendi kendini yargılaması için
böyle hoş bir üslûp kullanılmıştır. (Ayrıca bkz. Bakara: 170; Hûd: 35; Zümer: 43; Zuhruf: 81.)
(Nuzul 77 / Mushaf 39 : Zümer 43 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ُون ه‬
ُ ِ‫ّللا‬
﴾٥٣﴿ َ‫ش َفعَا َء قُ ْل اَ َولَ ْو َكا ُنوا ََل يَمْ لِ ُكونَ َش ْيپًا َو ََل يَعْ ِقلُون‬
ِ ‫اَ ِم ا َّت َخ ُذوا مِنْ د‬
43 Yoksa onlar, Allah’ı bir tarafa bırakıp da (hayali) şefaatçiler mi buldular? Onlara şunu sor “Ne yani! Hiçbir şeye güçleri yetmese, akılları
ermese de mi?”(46)
(46) Krş. Zuhruf: 79; Zümer: 43; Bakara: 170.
167
(Nuzul 83 / Mushaf 43 : Zuhruf 81 Aşağıdadır.)
﴾٨١﴿ َ‫عَابدٖ ين‬
ِ ‫قُ ْل اِنْ َكانَ لِلرَّحْ هم ِن َولَ ٌد َفا َ َنا اَوَّ ُل ْال‬
81 De ki (ey peygamber): “Eğer Rahmân bir erkek çocuk sahibi olsaydı, ona ilk ben ibadet ederdim.(56)
(56) Teslis şirkini red. Krş. “şayet Allah bir çocuk edinmek isteseydi, yarattıkları arasından elbet dilediğini seçerdi; (ama) O yüceler yücesi
bundan münezzehtir” (Zümer: 4).
ُ ‫ين َك َفرُوا َك َم َث ِل الَّ ٖذى َي ْنع‬
ُ ‫ِق ِب َما ََل َيسْ َم ُع ا ََِّل ُد َعا ًء َو ِن َدا ًء‬
﴾١١١﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ص ٌّم ُب ْك ٌم ُع ْم ٌى َف ُه ْم ََل َيعْ ِقل‬
َ ٖ‫َو َم َث ُل الَّذ‬
171 İşte inkârda direnen bu kimselerin durumu, şu (sürüye) benzer:

Bir sürü (düşünün ki), çobanın canhıraş haykırışını yalnızca çığlık-bağlık olarak algılıyor.(318)
Onlar;



sağırdırlar,
dilsizdirler,
kördürler; çünkü onlar akıllarını kullanmazlar.
(318) Yen‘ıku, hem “çobanın sürüye bağırmasını” hem de “karganın gaklamasını” ifade eder (Lisân). Bu
teşbihte kendisine benzetilen “çobanın bağırdığı sürü” olabileceği gibi, “anlamlı bir çağrıya karşı anlamsız bir
gaklamayla karşılık veren karga” da olabilir.
‫ه‬
﴾١١٢﴿ ‫ون‬
ِ ‫ين ها َم ُنوا ُكلُوا ِمنْ َط ِّي َبا‬
َ ‫ّلل ِانْ ُك ْن ُت ْم ِايَّاهُ َتعْ ُب ُد‬
ِ ٰ ِ ‫ت َما َر َز ْق َنا ُك ْم َوا ْش ُكرُوا‬
َ ‫َيا اَ ُّي َها الَّ ٖذ‬
172 Siz ey iman edenler! Size rızık olarak bahşettiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin;
gerçekten O’na kulluk ediyorsanız eğer.(319)
(319) “Ey insanlar!” diye başlayan 168. âyette meşru ve temiz olan şeylerden yemeleri karşılığında insanlardan
şeytan’a uymamaları isteniyordu. “Ey iman edenler!” diye başlayan bu âyette ise inananlardan Allah’a
şükretmeleri isteniyor. Çünkü şükür inkâr edenlerden değil iman edenlerden beklenir.
‫ه‬
‫ه‬
ُ
‫ّللا َغفُو ٌر‬
ِ ٰ ‫ير َو َما ا ُ ِه َّل ِبهٖ لِ َغي ِْر‬
َ ٰ َّ‫اغ َو ََل َعا ٍد َف ََل ا ِْث َم َعلَ ْي ِه اِن‬
ِ ‫ِا َّن َما َحرَّ َم َعلَ ْي ُك ُم ْال َم ْي َت َة َوال َّد َم َولَحْ َم ْال ِخ ْن ٖز‬
ٍ ‫ّللا َف َم ِن اضْ طرَّ َغي َْر َب‬
﴾١١٣﴿ ‫َرحٖ ي ٌم‬
173 O, size yalnızca(320) ;




leşi,(321)
kanı,(322)
domuz etini(323) ve
üzerine Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanı haram kıldı.(324)
Kim bunlara mecbur kalırsa -iştahı kabarmadan ve haddi aşmadan- ona bir günah yoktur: Allah tarifsiz
bağışlayıcıdır, eşsiz merhamet kaynağıdır.
(320) İnnemâ edatı, açıktır ki burada “yalnız bunlar haram kılındı” anlamını verir ve parantezi kapatır. Taberî,
Kurtubî ve şevkanî de böyle yorumlamışlardır. Edat inne ma şeklinde ayrıldığı zaman, mâ ilgi zamiri anlamı alır.
Bu takdirde sınırlama ifade etmeyeceği açıktır. Lâkin bu görüş âyetin bağlamına aykırıdır (krş. En’âm: 145).
(321) Boğazlanmadan herhangi bir sebeple ölen hayvan leş (meyte) hükmündedir. Hangi durumlarda ölen
hayvanların etinin yenmeyeceği Mâide 3’te bu dört unsur sayıldıktan sonra açıklanır. En’âm 145, Mâide 3,
Nahl 115 ve bu âyet aynı yasağı farklı bağlamlara ilişkin olarak zikreder. Avlanarak öldürülen hayvanlar “leş”
hükmünde değildirler. Buna deniz hayvanlarının avı da dahildir. Bu konu Mâide 96’da açıklanmıştır.
168
(322) Araplar öteden beri akmış kanı pıhtılaştıktan sonra kebap yapıp yerlerdi (Kurtubî). Yenilmesi yasak olan
kanın “akan kan” olduğu En’âm 145’te açıklanmıştır. Bu da gösteriyor ki yürek, dalak, ciğer ve et üzerinde
bulunan ve usulde “umumi belva” tabir edilen kanlar yasak kapsamında değildir (bkz. Kurtubî).
(323) Domuz eti yasağının Allah’ın kuldan gerekçesiz bir talebi olduğu, gerekçesinin Allah’a malum olduğu, bir
gerekçe üzerine bina edilen bir yasak olmadığı söylenmiştir. Fakat En’âm 145’teki “iğrençlik” (rics), bu yasağın
illeti olarak anlaşılabilir. Allah en doğrusunu bilir.
(324) Bu ibarede el takısı yerine geçen ve geçişliliği güçlendirmek amacıyla kullanılan bihi, “Allah’tan başkası”
ibaresinin önünde gelirken; Mâide, En’âm ve Nahl sûrelerinde ardından gelmektedir. Tıpkı mefulün failden,
hâlin hâl sahibinden, zarfın amilinden önce gelmesinde olduğu gibi, burada fiil makamında olan bu edatın önce
gelmesinin amacı da habere dikkat çekmek ve yasağın özelliğini vurgulamaktır. Zımnen: Allah bu yasak
üzerinde titizlenmenizi istiyor. Burada haram kılınan “Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen” ifadesini,
Mâide 3’teki “putperestçe semboller adına kesilen hayvanlar” ifadesi açıklar. Âyet açık ve net olarak Allah’tan
başkası adına kesilen hayvanın etini yemeyi haram kılmıştır. Burada şu soru akla gelebilir: Allah’tan başkası
adına kesilmeyen ve fakat üzerine Allah’ın adı da kasıtsız olarak anılmayan hayvanın durumu nedir? Kur’an’da
böyle bir yasaktan söz edilmediği için “haramdır” denilemez. “Üzerine Allah’ın adını anın!” emriyle gelen tek
âyet Mâide 4’tür ve o da av hayvanlarının avladıklarıyla ilgilidir.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 145 Aşağıdadır.)
ُ
ٰ ‫ير َف ِا َّن ُه ِرجْ سٌ اَ ْو فِسْ ًقا ا ُ ِه َّل لِغَ ي ِْر ه‬
‫َاغ َو ََل عَا ٍد َفاِنَّ رَ بَّكَ غَ فُو ٌر‬
ِ ‫ج ُد فٖ ى مَا اُوحِىَ ِالَیَّ مُحَ رَّ مًا عَ هلى َطاعِ ٍم ي َْطعَ ُم ُه ا ََِّل اَنْ َي ُكونَ َم ْي َت ًة اَ ْو دَ مًا مَسْ فُوحً ا اَ ْو لَحْ َم‬
ِ َ‫قُ ْل ََل ا‬
ِ ‫ّللاِ بِهٖ َفم‬
ٍ ‫خ ْن ٖز‬
ٍ ‫َن اضْ طرَّ غَ يْرَ ب‬
﴾١٥٤﴿ ٌ‫رَ حٖ يم‬
145 De ki: “Bana vahyedilenler içerisinde leş ya da akan kan veya domuz eti –ki o katıksız pistir-, yahut amacından saptırılarak Allah’tan
başkası adına kesilen kurban dışında, yemek isteyen için(124) yasak olan hiçbir şey göremiyorum.(125) Fakat çaresiz kalan kimse, hakka
tecavüz etmeden ve zaruret sınırını aşmadan (yemişse), unutma ki Rabbin tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.
(124) Yenilmesi kesin yasak olan bu dört madde dışında kalanlarla ilgili kişisel ya da toplumsal alışkanlık ve tercihleri dikkate alan bir ifade
için bkz. A’râf: 157, not 4.
(125) Bu dört madde, bu âyetten sonra sırasıyla inen Nahl 115 ve Bakara 173’de innemâ hasr edatıyla gelmiştir. Burada hasr edatının yerini
lâ..illâ.. ile yapılan nefy-isbat cümlesi almıştır. Çok daha sonra inen Mâide 3 ile bu dört yasak pekiştirilmiştir. Bu sonuncu âyetin
öncekilerden tek farkı leş sınıfına giren kimi hayvan ölümlerini isim isim sayarak detaylandırmasıdır. Bu dört âyetin de belagat çatısı
yasakları genişletmek değil sınırlandırmak üzerine inşa edilmiştir. Bu sûrenin ana teması da icat edilmiş sahte kutsallar ve sahte haramlara
karşı Allah’ın sınırlarını vurgulamaktır. Söz konusu iki sahte icat, sonuçta sahte bir dindarlık üretmektedir (krş. Yûnus: 59; Bakara: 78).
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 3 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ير َومَا ا ُ ِه َّل لِغَ ي ِْر ه‬
َ ُ‫ّللاِ ِبهٖ َو ْال ُم ْن َخنِ َق ُة وَ ْالم َْوق‬
َ ْ ‫ب َواَنْ َتسْ َت ْقسِ مُوا ِب‬
ْ ‫حُرِّ م‬
‫اَل ْز ََل ِم هذلِ ُك ْم‬
ُ ‫وذةُ وَ ْال ُم َترَ ِّد َي ُة َوال َّن ٖطيحَ ُة َومَا اَ َك َل ال َّس ُب ُع ا ََِّل مَا َذ َّك ْي ُت ْم َومَا ُذ ِبحَ َعلَى ال ُّن‬
ِ ‫ص‬
ِ ‫َت عَ لَ ْي ُك ُم ْال َم ْي َت ُة َوال َّد ُم َولَحْ ُم ْال‬
ِ ‫خ ْن ٖز‬
ُ
َٰ ‫َل ْثم َفاِنَّ ه‬
ْ
ْ
ْ
ْ
ً
ْ
ْ
ْ ‫فِسْ ٌق اَ ْلي َْو َم َيئِسَ الَّذٖ ينَ َك َفرُوا مِنْ دٖ ي ِن ُك ْم َف ََل َت ْخ َش ْو ُه ْم َو‬
َ
ُ
َ
ُ
َ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
ُ
ُ
َ
ُ
َ
َ
َ‫غ‬
ْ‫اض‬
ْ‫س‬
ْ‫ِع‬
ْ
ْ‫َم‬
ْ
‫ّللا‬
ٍ‫ِف‬
‫ن‬
‫ا‬
‫ت‬
‫م‬
ُ
‫ي‬
‫ة‬
ٍ
‫م‬
‫َخ‬
‫م‬
‫ى‬
‫ر‬
َّ
‫ط‬
‫َن‬
‫م‬
‫ف‬
‫ا‬
‫ن‬
‫ي‬
‫م‬
‫َل‬
‫اَل‬
‫م‬
‫ك‬
‫ل‬
‫يت‬
‫ض‬
‫و‬
‫ى‬
‫م‬
‫ن‬
‫م‬
‫ك‬
‫ي‬
‫ل‬
‫ت‬
‫م‬
‫ت‬
‫ا‬
‫و‬
‫م‬
‫ك‬
‫ن‬
‫ي‬
‫م‬
‫ك‬
‫ل‬
‫ت‬
‫َل‬
‫م‬
‫ك‬
‫ا‬
‫م‬
‫َو‬
‫ي‬
‫ل‬
‫ا‬
‫ن‬
ٖ‫ف‬
ٖ‫ُ ِ َ د‬
ٖ َ‫عَ ْ َتٖ َ ر‬
َ‫َصَ ْرَ ج‬
َ ْ ٖ‫ْ د‬
َ
ِ
ِ ‫اخ َش ْو‬
ٍ ِِ
﴾٣﴿ ‫غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
3







ÖLÜ HAYVAN,
Kan,
Domuz eti,
Allah’tan başkası adına kesilenler;(5)
Bir de boğulan, dövülerek öldürülen, düşerek ölen, boynuzlanarak öldürülen(6) ya da henüz canlıyken kestikleriniz hariç vahşi bir
hayvan tarafından parçalanan hayvanlar ve
Putperestçe semboller(7) üzerine kesilenler,
Ayrıca attığınız zarla geleceğe ilişkin kehanette bulunmak(8) size haram kılınmıştır.(9)
Bütün bunlar birer sapmadır.
Bugün, inkâra saplananlar, dininiz(i terk edeceğiniz)den umutlarını tamamen kesmişlerdir:


O hâlde, onları gözünüzde büyütüp de saygınlaştırmayın!
Yalnız Beni tazim edip, Bana saygı duyun!(10)
Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım;(11) ve (Allah’a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak
benimsedim.(12) Günaha gönüllü koşmaksızın kim hayatî bir zaruretten dolayı zorda kalırsa, iyi bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz
bir merhamet kaynağıdır.
169
(5) Hayvan bile olsa can değerlidir ve hayatın sahibi el-Hayy olan Allah’tır.
(6) en-Natiha: “Boynuzlanarak ölen hayvan”.
Basralılara göre mef’ul olan bir isim fail yapılacaksa, sonuna “isimleştirme te’si” getirilir (mentuh: natîh/a) gibi. Sıfat tamlamalarının,
mevsufun hazfi ile gelmesi durumunda da bu kural geçerlidir: lihyetun dehîn/ e (yağlı sakal) ve aynun kehîl/e (sürmeli göz) anlamını
mevsufu hazfederek ve bir te ekleyerek elde edebiliriz.
Kûfelilere göre, Arap’lar feîle kalıbına uygun kelimeleri bir isme sıfat yaptıkları zaman “te”leri düşürürler: aynen kehîlen. Fakat eğer mevsuf
hazfedilirse onlar da te’yi şart görürler (Taberî). Râzî: en-natîha, elmevkuze, el-mütereddiye kelimelerinin sonundaki te’yi koyunu niteleyen
sıfat olarak tarif eder. Ona göre te dişillik alametidir. Burada galibiyet kuralı geçerlidir. Araplar genelde boynuzlanmış koyunu yerlerdi.
(7) Nusub (t. nâsıbeh), müşrik Mekke toplumunun üzerinde hayvanları boğazladıkları sunaklar (Râğıb). Bu yalnızca kurban kesmek
biçiminde değil, oraya izafe edilen sahte kutsallıktan yararlanmak için hayvan kesimi yapmak biçiminde de gerçekleşiyordu.
(8) Lafzen: “çektiğiniz fal oklarıyla kısmet tesbiti yapmak”. Açıktır ki, bu tür bâtıl anlayışlar, insanın irade ve gayretini yok edici bir işlev
taşırlar. Aslında yasaklanan geleceğe ilişkin kehanette bulunmaktır.
(9) Haram kılınanlarla ilgili âyet için bkz. En’âm: 165; ayrıca 90. âyetin ilgili notlarına bkz.
(10) Sûrenin muhtevasına, sahih rivayetlere ve yaygın görüşe göre Kur’an’dan son inen âyet budur (Buhârî, Îman 33; Müslim, Tefsir 3-5).
(11)

İtmam, bir şeyin aslının (cevherinin) tamamlanmasıdır.

İkmal, asıl tam olmakla birlikte noksan olan detayının (arazının) tamamlanmasıdır.
İnsanlığın değişmez değerlerinin tümü olan İslâm son mesajla hem nitelik hem nicelik olarak kemale ulaşmıştır. Nimet ise, asıl olarak
kemale ulaşmış fakat fer olarak çatısı kurulup “siz kemale taşıyın” denilmiştir. Bu da tamamlanmış olan asıldan yola çıkılarak yapılacaktır.
Kelâle ve faizle ilgili âyetlerin bu âyetten sonra indiği görüşünü kabul edersek, dinin ikmaliyle dinin esaslarının kastedildiğini düşünmemiz
şart olur.
(12) Meşhur rivayete göre bu âyet, Nebi’nin vefatından 81 gün önce kurban bayramı arefesinde nâzil olmuştur.
(Nuzul 74 / Mushaf 16 : Nahl 115 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ
ٰ ‫ير َومَا ا ُ ِه َّل لِغَ ي ِْر ه‬
﴾١١٤﴿ ٌ‫ّللا غَ فُو ٌر رَ حٖ يم‬
ِ ‫ِا َّنمَا حَ رَّ َم عَ لَ ْي ُك ُم ا ْل َم ْي َت َة َوال َّد َم َولَحْ َم ْال‬
َ ٰ َّ‫َاغ َو ََل عَا ٍد َفاِن‬
ِ ‫ّللاِ ِبهٖ َفم‬
ِ ‫خ ْن ٖز‬
ٍ ‫َن اضْ طرَّ غَ يْرَ ب‬
115 (Ki) O size yalnızca leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen (hayvanı) haram kılmıştır!(126) Fakat mecbur kalan kişi,
haddi aşıp zorunlu miktarı geçmeden (yemişse), bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.
(126) Bu dört yasak için bkz. Bakara: 173, ilgili notlar. Bu yasakların Kur’an’da geliş süreci ve kapsamıyla ilgili kısmen ayrıntılı bir
açıklama En’âm sûresinin 145. âyetinin ilgili notunda yapılmıştı.
Kur’an, tüm iniş sürecine yayılan bu tür âyetlerle, insanlar tarafından, dindarlık gösterisi olarak yasakların genişletilip bunun da Allah’a izafe
edilmesine ilkesel olarak karşı çıkar (A’râf: 32; En’âm: 151; ayrıca krş. Bakara: 173; En’âm: 145; A’râf: 33).
Çünkü, Allah tarafından yasaklanan şeylerin tamamı vahiyle açıklanmıştır (En’âm: 119).
Bu sûrenin 9. âyetinde açıkça belirtildiği gibi başta insan olmak üzere tüm varlığa değer ve konum biçme, onun amaçlarını tayin etme, iyi ya
da kötüyü belirleme yetkisi Allah’a aittir.
114. âyette de ifade edildiği gibi, Allah tarafından çizilmiş haram kapsamını her genişletme girişimi, vahiy tarafından bir yetki gasbı olarak
değerlendirilmektedir.
Bir dindarlık gösterisi olarak dâhi yasakların genişletilmesine izin vermeyen Kur’an, bu âyetin sonunda olduğu gibi zorunlu hâllerde ilâhî
yasakların geçici olarak askıya alınmasını, bu konudaki ilkeler zincirine eklemiştir. Bu da muhatabı, “din insan içindir” temel kuralına
götüren bir yaklaşımdır.
Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 96 Aşağıdadır
ٰ ‫ح َّل لَ ُك ْم صَ ْي ُد ْالبَحْ ِر َو َطعَا ُم ُه َم َتاعًا لَ ُك ْم َولِل َّسيَّارَ ِة َو ُح ِّر َم عَ لَ ْي ُك ْم صَ ْي ُد ْالبَرِّ مَا دُمْ ُت ْم ُح ُرمًا َوا َّتقُوا ه‬
﴾٩٦﴿ َ‫ّللاَ الَّذٖ ى ِالَ ْي ِه ُتحْ َشرُون‬
ِ ُ‫ا‬
96 Sularda yapılan her tür avlanma ve onunla beslenme(108) sizin için helâldir. Bu, sizin de yolcuların da yararınadır. Fakat, ihramlı
olduğunuz sürece kara avı size yasaklanmıştır. şu hâlde, topyekûn huzuruna varacağınız Allah’a karşı saygı da kusur etmeyin!
170
(108) ve ta'âmuhu ifadesinin zahirine uygun olan bu anlam Zemahşerî’nin tercih ettiği anlamdır. Ne ki, Taberî, Râzî, Kurtubî ve daha
başkaları ta‘âmuhu’yu “denizin yiyeceği” şeklinde anlamışlar ve bunu da “kıyıya ya da su yüzeyine vuran deniz ürünleri” şeklinde
yorumlamışlardır. Yiyecekler konusunda vahiy “serbest” olanı değil “yasak” olanı sayar. Bununla amaçlanan yasağın keyfî olarak
genişletilmesinin önüne geçmektir. Buradan bir şeyin yasak değilse serbest olduğu anlaşılır. Âyette bu genel kuralın istisnası olarak “serbest”
olan söylenmiş gibi görünmektedir. Oysa işin gerçeği öyle değildir ve bu âyet de Kur’an’ın genel üslubuyla uyumludur. Zira burada hac için
ihrama giren birinin yasak alanını genişletme ihtimaline karşı önlem alınmakta ve “yasak istisnadır” kuralı korunmaktadır.
Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 4 Aşağıdadır
َّ ‫ح َّل لَ ُك ُم‬
ٰ ‫ّللاَ اِنَّ ه‬
ٰ ‫ّللاِ عَ لَ ْي ِه َوا َّتقُوا ه‬
ٰ ‫ْسَكنَ عَ لَ ْي ُك ْم وَ ْاذ ُكرُوا اسْ َم ه‬
ٰ ‫ارح ُم َكلِّ ٖبينَ ُتعَ لِّمُو َنهُنَّ ِممَّا عَ لَّ َم ُك ُم ه‬
ْ
َّ
َ ‫يَسْ َپلُو َنكَ م‬
ْ ‫ّللاُ َف ُكلُوا ِممَّا اَم‬
ُ ‫الط ِّيب‬
﴾٥﴿ ‫ب‬
ِ ‫ّللاَ سَ ٖري ُع ْالحِسَا‬
ِ ُ ‫ح َّل لَ ُه ْم قُ ْل ا‬
ِ ُ ‫َاذا ا‬
ِ ِ ‫َات َومَا َعلمْ ُت ْم مِنَ الجَ َو‬
4 Kendileri için neyin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: “Temiz ve güzel olan her şey size helâl kılındı.”(13) Allah’ın size öğrettiği
bilgi sayesinde eğittiğiniz avcı hayvanlara gelince: onların sizin için avladığı her şeyi yiyin, ama üzerlerine Allah’ın adını da anın ve Allah’a
karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; hiç şüphe yok ki Allah’ın hesap görüşü çok dakiktir.
(13) Tayyibât yalnızca hijyen anlamında tertemiz olanı değil, manen de pak olanı ifade eder. Bir şeyin helâl hükmünü alması için bu iki
özelliği taşıması gerekir.
‫يَل ا ُ ه‬
ُ ‫ون فٖ ى ب‬
ٰ ‫ار َو ََل ُي َكلِّ ُم ُه ُم ه‬
ٰ ‫ون َما اَ ْن َز َل ه‬
ً ٖ‫ُون ِبهٖ َث َم ًنا َقل‬
‫ّللا ُ َي ْو َم‬
ِ ‫ّللا ُ م َِن ْال ِك َتا‬
َ ‫ُطون ِِه ْم ا ََِّل ال َّن‬
َ ُ ‫ِك َما َياْ ُكل‬
َ ‫ولـئ‬
َ ‫ب َو َي ْش َتر‬
َ ‫ين َي ْك ُت ُم‬
َ ٖ‫اِنَّ الَّذ‬
ْ
َ
َ
ٰ
َ
َ
‫ه‬
َ
﴾١١٥﴿ ‫يه ْم َول ُه ْم َعذابٌ الٖي ٌم‬
ِ ‫القِي َم ِة َوَل يُز ٖك‬
174 ŞÜPHESİZ Allah’ın indirdiği ilâhî mesajdan bir kısmını gizleyenler ve bunu az bir gelir karşılığında
pazarlayanlar da var. Onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah onlarla
konuşmayacak, onları temizlemeyecek, can yakıcı bir azab da onların olacak. (325)
(325) Krş. 167. âyet ve Âl-i İmran 77.
(Nuzul 98 / Mushaf 4 : Al-i İmran 77 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫لٖيَل ا ُ ه‬
‫ولـئِكَ ََل َخ ََلقَ لَ ُه ْم فِى ْ ه‬
ُ ‫ّللاُ َو ََل َي ْن‬
ٰ ‫اَلخِرَ ِة َو ََل ُي َكلِّ ُم ُه ُم ه‬
ً ‫ّللا َواَ ْيمَان ِِه ْم َث َم ًنا َق‬
﴾١١﴿ ٌ‫يه ْم َولَهُ ْم ع ََذابٌ اَلٖيم‬
ِ ٰ ‫اِنَّ الَّذٖ ينَ َي ْش َترُونَ بِعَ ْه ِد‬
ِ ‫ظ ُر ِالَي ِْه ْم ي َْو َم ْالق هِي َم ِة َو ََل ي َُز ٖ ٰك‬
77 Allah’a karşı taahhütlerini ve yeminlerini(69) az bir pahaya satanlar var ya: onların âhirette payı olmayacak, Allah onlarla konuşmayacak,
kıyamet günü Allah onların yüzüne bakmayacak ve arındırmayacak onları: nihayet onları acıklı bir azap bekleyecek.(70)
(69) Ahdullah hem “Allah’ın verdiği taahhüd” hem de “Allah’a verilen taahhüd” anlamına gelir. Vicdan ve fıtrata delalet eder. Her sapma,
aslında vicdan ve fıtrata ihanettir. Fıtrat ve vicdana her ihanet ise, özünde Allah’ın ahdine ve Allah’a verilen söze ihanettir.
(70) şu âyetle birlikte okunmalıdır: “Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onları temizlemeyecek, can yakıcı bir azab da onların
olacak!” (Bakara: 174).
‫اُ ه‬
﴾١١٤﴿ ‫ار‬
َ ‫ين ا ْش َت َروُ ا الض َََّللَ َة ِب ْاله هُدى َو ْال َع َذ‬
َ ٖ‫ِك الَّذ‬
َ ‫ولـئ‬
ِ ‫اب ِب ْال َم ْغف َِر ِة َف َما اَصْ َب َر ُه ْم َعلَى ال َّن‬
175 İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın aldılar.(326) Meğerse ateşe ne
kadar da dayanıklıymışlar!?(327)
(326) Aynı tarz ifade bu sûrenin başında münafıklar için kullanılmıştı (Bakara: 16). Burada ise hakikati
gizleyenler için kullanılıyor.
(327) Burada kullanılan fiil-i taaccüb-i evvel’de ince bir ironi gizlidir. Bu ünlemle ifade edilmiştir.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 16 Aşağıdadır.)
‫اُ ه‬
ْ َ‫ولـئِكَ الَّذٖ ينَ ا ْش َترَ وُ ا الض َََّللَ َة بِ ْاله هُدى َفمَا رَ بِح‬
﴾١٦﴿ َ‫ت تِجَ ارَ ُت ُه ْم َومَا َكا ُنوا ُم ْه َتدٖ ين‬
16 Onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar, bu yüzden ticaretleri onlara kâr sağlamadı; zira onlar doğru yolda giden kimseler
değiller.(22)
(22) Kur’an’ın dinî alana transfer ettiği satın alma, ticaret, kâr, terazi, tartı, rehin almak, ücret, ödünç, borç gibi ticari kavramlar hayli dikkat
çekicidir. Bu, hakikati asrın idrakine söyletmekle açıklanabilir.
171
‫ه‬
ْ ‫ين‬
﴾١١٦﴿ ‫اق َب ٖعي ٍد‬
ِ ‫اخ َتلَفُوا فِى ْال ِك َتا‬
َ ‫اب ِب ْال َح ِّق َواِنَّ الَّ ٖذ‬
َ ‫ّللا َن َّز َل ْال ِك َت‬
َ ِ‫هذل‬
َ ٰ َّ‫ك ِباَن‬
ٍ ‫ب لَفٖ ى شِ َق‬
176 İşte bu sebeple Allah, ilâhî kelamı hakikati ortaya çıkarmak için indirdi. Onlarsa Kitab üzerinde
anlaşmazlığa düşerek,(328) haktan bir hayli uzaklaştılar.
(328) Veya ihtilaf’ın Meryem 59’daki gibi halef anlamından yola çıkarak: “kitap hususunda birbirlerine halef
olarak..” (krş. Râzî).
(Nuzul 43 / Mushaf 19 : Meryem 59 Aşağıdadır.)
َّ ‫َف َخلَفَ مِنْ بَعْ ِد ِه ْم َخ ْلفٌ اَضَاعُواَالصَّ ّٰلو َةَ َوا َّت َبعُوا ال‬
﴾٤٩﴿ ‫ت َفس َْوفَ ي َْل َق ْونَ غَ ًٰيا‬
ِ ‫شه ََوا‬
59 Derken onların ardından öyle bir kuşak geldi ki, ibadetin içini boşalttılar ve dünyevi zevklerin peşine düştüler; (65) işte bu yüzden
gelecekte derin bir düş kırıklığı yaşayacaklar.
(65) Lafzen: “..salatı zayi ettiler”. Salât’ın dindarlık ve ibadet manası için bkz. Mâide: 58, not 1 ve ilk geçtiği A’lâ: 15, not 15.
Âyette namazı zayi etmekle dünyevi zevklerin (şehvetin) peşine düşme arasında hem sebep-sonuç ilişkisi, hem de ardışıklık bağı
kurulmaktadır.
Zımnen: namazı zayi eden şehevi güdülerine esir olarak cezasını çeker.
‫ه‬
‫اّلل َو ْال َي ْوم ْ ه‬
‫ب َوال َّن ِب ٖ ٰي َن َو ها َتى‬
ِ ‫اَلخ ِِر َو ْال َم هل ِئ َك ِة َو ْال ِك َتا‬
ِ ‫ْس ْال ِبرَّ اَنْ ُت َولُّوا وُ جُو َه ُك ْم ِق َب َل ْال َم ْش ِر ِق َو ْال َم ْغ ِر‬
ِ ٰ ‫ب َو هلـكِنَّ ْال ِبرَّ َمنْ ها َم َن ِب‬
َ ‫لَي‬
ِ
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ْ
ْ
ْ
ْ
َ
ُ
ُ
َّ
َ
َ
َ
‫ه‬
َ
‫ه‬
َ
َ
َ
ْ‫ر‬
ِّ‫الر‬
ُ
‫ون‬
‫ف‬
‫ُو‬
‫م‬
‫ال‬
‫و‬
‫ة‬
‫و‬
‫ك‬
‫الز‬
‫ى‬
‫ت‬
‫ا‬
‫و‬
‫ة‬
‫و‬
‫َّل‬
‫ص‬
‫ال‬
‫م‬
‫ا‬
‫ق‬
‫ا‬
‫و‬
‫ب‬
‫ا‬
‫ق‬
‫ِى‬
‫ف‬
‫و‬
‫ين‬
‫ئ‬
‫َّا‬
‫س‬
‫ال‬
‫و‬
‫يل‬
‫َّب‬
‫س‬
‫ال‬
‫ْن‬
‫ب‬
‫ا‬
‫و‬
‫ين‬
‫س‬
‫م‬
‫ال‬
‫و‬
‫ى‬
‫ام‬
‫ت‬
‫ي‬
‫ال‬
‫و‬
‫ى‬
‫ب‬
‫ق‬
‫ال‬
‫ى‬
‫و‬
‫ذ‬
‫ب‬
‫ح‬
‫ى‬
‫ل‬
‫ع‬
َ
َ
َ
َ َ ٖ‫ِل‬
َ ِ ٖ
َ َ َ ٖ‫َ َ َ اك‬
َ َ
َ ‫ْال َما َل‬
َ َ ِ
ِ ٖ‫ِّه‬
‫ه‬
‫ه‬
ْ
ْ
ْ
َّ
َ
ُ
ُ
ْ
ْ
َّ
ُ
ُ
﴾١١١﴿ ‫ون‬
َّ ‫ين فِى ال َبا َسا ِء َوال‬
َ ‫ك ُه ُم ال ُمتق‬
َ ‫صدَ قوا َواول ِئ‬
َ ‫ين‬
َ ‫ِك ال ٖذ‬
َ ‫س اولـئ‬
َ ٖ‫اء َوح‬
َ ‫َّاب ٖر‬
ِ ‫ض َّر‬
ِ ‫ين ال َبا‬
ِ ‫ِب َع ْه ِد ِه ْم ِاذا َعا َه ُدوا َوالص‬
177 Gerçek erdem yüzlerinizi doğuya veya batıya döndürmeniz değildir.(329) Fakat gerçek erdem kişinin;





Allah’a,
ahret gününe,
meleklere,
İlâhî kelama,
peygamberlere inanması, (330)
malı -ona sevgi duymasına rağmen(331)





yakınlara,
yetimlere,
yoksullara,
yolda kalmışlara,(332)
isteyenlere ve
özgürlüğü ellerinden alınanlara vermesi,(333)


namazı istikametle kılması,
zekâtı gönlünden gelerek vermesidir.(334)


Onlar söz verdikleri zaman sözlerinde dururlar,
şiddetli zorluk ve darlıklara(335) karşı göğüs gererler.
İşte bunlardır sözlerine sadık kalanlar...
Takvâya ermiş olanlar da bunlardır.(336)
(329) Zımnen:



Ne imansız ve ibadetsiz ahlâkla,
Ne ahlâksız ve ibadetsiz imanla,
Ne de içeriği boşaltılıp şekle indirgenmiş ibadetle iyiler safına dahil olabilirsiniz.
172
İbadetler Allah’a yollanmış mektuba benzer. İçi boşalmış bir ibadet, Allah’a yollanmış boş bir zarfa benzer.
Mektup ruhsa zarf cesettir. Diri ibadet sahibinin altında bir burak, ruhsuz cesede dönmüş ölü bir ibadet ise
sahibinin sırtında bir yüktür.
(330) Bu beş madde bir fazlasıyla Cibril hadisi diye meşhur olan hadiste de yer alır (Buhârî, İman 37; Müslim,
İman 5, 7). Sonraki ilmihallere “imanın şartları” olarak geçen bu hadisteki fazlalık “kadere iman” maddesidir.
Bu beş madde Kur’an’da buradan başka Nisâ 136. âyette de geçer. Hiç kuşku yok ki, iman edilmesi gerekli
unsurlar sadece bunlardan ibaret değildir. Kur’an’da yer alan mânası katî her hüküm, iman umdeleri arasına
girer.
(331) Mâl “eğilmek, eğilim göstermek, meyletmek” anlamındaki meyl’den türetilmiştir. Bu hem insanın mala
düşkün olduğunu, hem de malın “mail” ve “zail” (gecici) olduğunu çağrıştırır. Hem maddî hem mânevî değeri
ifade ettiği yerlerde mâl değil hayr olarak gelmiştir (Âyet: 180).
‘Alâ hubbihi’deki zamir üç şeye gidebilir:



Mal,
Allah,
Verme.
Her üç hâlde de “vermek” tümleç, “mal” muzaf olur. İbn Mes’ud bu ibareyi zamirin mal’a aidiyyetiyle “ona
ihtiyaç duyduğu hâlde” şeklinde okur (Taberî ve Râzî). Bu durumda âyetteki ‘alâ edatına “rağmen, bununla
birlikte” anlamı vermek daha doğru bir tercih olacaktır.
(332) Lafzen: “yol çocuğu”. İbn Abbas “yolcu” olarak açıklar. İbarenin lafzî çağrışımları arasına terk edilmiş
bebeler ve kimsesiz çocuklar da girer.
(333) Âyetteki rakabe’nin lafzî karşılığı “boyun” olmakla birlikte mecazî olarak “kişisel özgürlüğün kısmen ya
da tamamen ortadan kaldırılması” durumunu ifade eder. Bu madde, savaş esirlerini ya da köleleri karşılık
beklemeksizin özgürlüğe kavuşturmak için maddî yardım yapmayı öncelikli insanî erdemler arasında sayıyor
(bkz. Nisâ: 92; Mâide: 89; Mücâdile: 3; Enfal: 67).
(334) Çevirimizin gerekçesi için bkz. A’râf: 170 ve Leyl: 18, ilgili notlar.
(335) Bu ikisinin farkı için bkz. En’âm: 42
(336) Yahudilere karşı bir îmâ taşımaktadır. Onlar Allah’a verdikleri söze sadık kalmamışlar, Allah da vahyi
taşıma görevini onlardan almıştı. Bu sapmanın temelinde yatan şey ise “sorumluluk bilinci” nin yok olmasıydı.
Sözün özü: İman imtihandır, imtihan imanı takviye eder.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 136 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
‫اّلل َوم هَلئِ َكتِهٖ َو ُك ُت ِبهٖ َو ُر ُسلِهٖ َو ْالي َْوم ْ ه‬
﴾١٣٦﴿ ‫اَلخ ِِر َفقَدْ ضَ َّل ضَ ََل ًَل بَعٖ يدً ا‬
ِ ‫ب الَّذٖ ى َن َّز َل عَ هلى رَ سُولِهٖ َو ْال ِك َتا‬
ِ ‫اّلل َورَ سُولِهٖ َو ْال ِك َتا‬
ِ ٰ ِ‫ب الَّذٖ ى اَ ْن َز َل مِنْ َق ْب ُل َومَنْ ي َْكفُرْ ب‬
ِ ٰ ِ‫يَا اَ ُّيهَا الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا ها ِم ُنوا ب‬
ِ
136 Siz ey iman edenler! İman edin(133) Allah’a, O’nun Elçisi’ne, O’nun Peygamberi’ne peyderpey indirdiği ilâhî kelama ve daha önce
indirdiği mesaja! Zira kim Allah’ı, meleklerini, vahiylerini, peygamberlerini ve Âhiret Günü’nü inkâr ederse, işte o derin bir sapıklığı
boylamış olur.
(133) Veya: “güvenin”. Bu âyetin maksadı “hasılı tahsil etmek” değildir. Kur’an’da geçen ellezine âmenû formuyla mu’minun formu,
Taberî’nin de isabetle teşhis ettiği gibi birbiriyle aynı vurguyu taşımazlar.
Ellezine âmenû, iman iddiasını isbat etmesi istenenler için,
Mu’minûn ise iman iddiasını isbat edenler için kullanılır.
İlki muhatabın kendisini nasıl tanımladığına, ikincisi Hatib’in muhatabı nasıl tanımladığına delalet eder.
Bakara: 62 ve bu âyet, işte bu fark nedeniyle, daha sonra sayılan iman ilkelerine iman etmeye çağırıldıkları hâlde daha sözün başında “iman
eden kimseler” formuyla söze girer. Şu durumda genellikle bir emir ve yasak öncesi gelen “Siz ey iman edenler!” ibarelerini “Siz ey iman
iddiasında bulunanlar! İddianızı isbat etmek istiyorsanız….yapın/yapmayın” şeklinde anlamak yanlış olmayacaktır.
173
Âyet,






Eksik inananlara “Tam inanın!”,
İnanıp da güvenmeyenlere “güvenin”,
Delilsiz inananlara “Delilli inanın!”,
Taklidi iman taşıyanlara “Tahkiki iman taşıyın!”,
Gevşek inananlara “Sağlam inanın!”,
Geçmiş ve bugünlerini imanla geçirenlere “İmanınızda sebat gösterin!” mesajını verir.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 92 Aşağıdadır.)
ْ‫ص َّد ُقوا َفاِنْ َكانَ مِنْ َق ْو ٍم َعدُوٍّ لَ ُك ْم َوهُوَ م ُْؤمِنٌ َف َتحْ ٖري ُر رَ َق َب ٍة م ُْؤ ِم َن ٍة َواِن‬
َّ ‫ِن اَنْ َي ْق ُت َل م ُْؤ ِم ًنا ا ََِّل َخ َطا ً َومَنْ َق َت َل م ُْؤ ِم ًنا َخ َطا ً َف َتحْ ٖري ُر رَ َق َب ٍة م ُْؤ ِم َن ٍة وَ ِدي ٌَة مُسَ لَّم ٌَة ا هِلى اَهْ لِهٖ ا ََِّل اَنْ َي‬
ٍ ‫َومَا َكانَ لِم ُْؤم‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َو َكانَ ه‬
ٌ ‫َكانَ مِنْ َق ْو ٍم َب ْي َن ُك ْم َو َب ْي َن ُه ْم مٖ ي َث‬
َ
َ
َ
َ
ْ‫د‬
﴾٩٢﴿ ‫ّللاُ عَلٖيمًا حَ كٖ يمًا‬
‫ي‬
‫اب‬
‫ت‬
‫ت‬
‫م‬
ُ
‫ْن‬
‫ي‬
‫ه‬
‫ش‬
‫م‬
‫َا‬
‫ي‬
‫ف‬
‫ج‬
ِ‫ص‬
َ‫ع‬
َ‫ْر‬
ِ ٰ َ‫ْن َت ْوب ًَة مِن‬
ُ
ِ ‫اق َف ِدي ٌَة مُسَ لَّم ٌَة ا هِلى اَهْ لِهٖ َو َتحْ ٖري ُر رَ َق َب ٍة م ُْؤ ِم َن ٍة َفمَنْ لَ ْم َي‬
ِ ِ
ِ
92 VE BİR mü’min başka bir mü’mini asla öldüremez; hataen olursa o başka.(110)



Bir mü’mini hata ile öldüren kişi ise, mü’min birini özgürlüğe kavuşturur ve maktulün yakınlarına diyet(111) öder; eğer onlar diyeti
bağışlarlarsa, o başka.
Maktul mü’min olduğu hâlde size düşman olan bir topluma mensupsa, o zaman mü’min birini özgürlüğe kavuşturmak (yeterlidir).
Ama o sizinle arasında anlaşma olan bir topluma mensupsa, bu durumda mü’min birini özgürlüğüne kavuşturmak ve yakınlarına diyet
ödemek gerekir.
Buna imkan bulamayanlar peş peşe iki ay oruç tutmalıdırlar; Allah tarafından tevbenin kabulüne bir karşılık olarak:
Zira Allah her şeyi bilendir, her hükmünde tam isabet edendir.
(110) Cümlenin yapısı, maksadı en güzel şekilde ifade ettiğini düşündüğümüz bu çeviriye izin vermektedir (krş. Kurtubî).
(111) Diyet: (v-d-y’den), “ödenen, harcanan, mülkten çıkarılan şey” anlamına.
Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ı kurban olmaktan kurtarmak için yüz deve diyet ödeyinceye kadar Araplarda kan diyeti on deve idi. Bu
uygulamadan sonra yüz deveye çıktı (İbn Sa’d, Tabakât I, Beyrut, 1985, s. 88-89).
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 89 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ََل ي هُؤاخ ُِذ ُك ُم ه‬
َ ْ ‫ّللا ُ ِباللَّ ْغ ِو فٖ ى اَ ْيمَانِ ُك ْم َو هلـكِنْ ي هُؤاخ ُِذ ُك ْم بِمَا عَ َّقدْ ُت ُم‬
‫جدْ َفصِ يَا ُم َث هل َث ِة اَي ٍَّام‬
ِ ‫اَل ْيمَانَ َف َك َّفارَ ُت ُه ا ِْطعَا ُم َع َشرَ ِة مَسَاكٖ ينَ مِنْ اَ ْوسَطِ مَا ُت ْط ِعمُونَ اَهْ لٖي ُك ْم اَ ْو كِسْ َو ُت ُه ْم اَ ْو َتحْ ٖري ُر ه رَ َق َب ٍة َفمَنْ َل ْم َي‬
‫ه‬
‫ه‬
ُ
‫ه‬
ٰ
َّ
َ
ْ
ْ
ُ
ُ
َ
ُ
َ
ُ
ُ
َ
ُ
َّ
َ
َ
َ
َ
َ
﴾٨٩﴿ َ‫ذلِكَ كفارَ ةُ اَ ْيمَانِك ْم اِذا حَ لفت ْم وَ احْ فظوا اَ ْيمَانك ْم كذلِكَ ُي َبيِّنُ ّللاُ لك ْم ايَاتِهٖ لعَ لك ْم تشكرُون‬
89 Allah, düşüncesizce ağzınızdan kaçırdığınız yeminler hususunda sizi sorumlu tutmaz.(94) Fakat bilinçli olarak yaptığınız yeminlerden
sorumlu tutacaktır.
Bu tür yeminleri bozmanın karşılığı,



kendi ailenize ikram ettiğinizin ortalamasıyla on yoksulu doyurmak ya da giydirmek
veya bir insanı özgürlüğe kavuşturmaktır;
bunu bulamayan kimse ise üç gün oruç tutar.
Bozduğunuz yeminlerin keffareti budur: öyleyse yeminlerinize sadık olun!(95) Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, şükredebilesiniz.
(94) Öncesiyle birlikte zımnen: İnsanın yeminle helâli haram kılması, Allah’ın eşyayı koyduğu yere müdahaledir. Bu Allah’a rağmen bir
yemindir ve keffaret gerektirir (krş. Bakara: 224-225).
(95) İslâm’da yemin Allah adına edilir; başka şeyler adına edilen yeminin dinî bir geçerliliği yoktur. Adak ibadet olduğu için değil, Allah
adına söz verildiği için kişinin boynuna borç olur.
(Nuzul 104 / Mushaf 58 : Mücadile 3 Aşağıdadır.)
ُ َ‫َوالَّذٖ ينَ ي َُظا ِهرُونَ مِنْ نِسَائ ِِه ْم ثُ َّم َيعُو ُدونَ لِمَا َقالُوا َف َتحْ ٖري ُر رَ َق َب ٍة مِنْ َقب ِْل اَنْ َي َتمَاسَّا هذلِ ُك ْم ُتوع‬
ٰ ‫ظونَ ِبهٖ َو ه‬
﴾٣﴿ ‫ّللاُ ِبمَا َتعْ َملُونَ َخ ٖبي ٌر‬
3 Ne ki, “Sen bana annem kadar haramsın” diyerek eşlerinden ayrılanlar, ardından da söylediklerinden geri dönenler var ya: işte onların
(keffareti) eşler birbirine yaklaşmadan önce bir köleyi özgür kılmaktır. Siz ancak böyle uslanırsınız.(4) Ve Allah bütün yaptıklarınızdan
ayrıntısıyla haberdardır.
174
(4) İnsan onurunu incitmek onu öldürmek gibidir. O halde kefareti de bir insan diriltme demeye gelen köle azadı olmalıdır. Bu günahın
keffaretinin köle azadı olması, hem kadına yapılan bu zulmün kadına köle muamelesi yapmak olduğunu, hem de bu tür uygulamaların
köleliği besleyen kaynaklardan biri olduğunu ihsas eder. Zaten keffaret de, “günahın doğurduğu mahzurları ortadan kaldırmayı amaçlayan
ceza” değil midir?
(Nuzul 95 / Mushaf 8 : Enfal 67 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ّللا ُ يُري ُد ْ ه‬
ٰ ‫اَلخِرَ َة َو ه‬
﴾٦١﴿ ٌ‫ّللا ُ عَ ٖزي ٌز حَ كٖ يم‬
ِ ْ‫مَا َكانَ لِ َن ِبىٍّ اَنْ َي ُكونَ لَ ُه اَسْ هرى حَ ه ٰتى ي ُْثخِنَ فِى ْاَلَر‬
ٖ ٰ ‫ض ُت ٖري ُدونَ عَرَ ضَ ال ُّد ْنيَا َو‬
67 KIRAN kırana gerçekleşmiş sıcak bir savaş sonucu olmadıkça, bir peygambere esir almak yakışmaz.(72) Sizler bu dünyanın geçici
değerlerini istiyorsunuz; ama Allah (sizin için daha yüce bir değer olan) âhireti istiyor: zira Allah iradesinde pek yüce, işinde hikmetli
olandır.
(72) Klasik tefsirin yaklaşımının aksine, burada, tüm unsurlarıyla gerçekleşmiş sıcak savaş dışında esir alınamayacağı açıkça
vurgulanmaktadır. Klasik tefsirin bu âyet konusundaki yaklaşımını iki unsur belirlemiştir:
1) Hatta yushine fi’l-‘ard ifadesinin kapsamını bu âyetten önce inen Muhammed sûresinin 4. âyeti belirler. Bizim yukarıdaki şekilde
anlamlandırdığımız ibare klasik tefsire göre “çok kan dökmeden” ya da “düşmanı tamamen ortadan kaldırıp iyice hakim olmadan” anlamına
gelir (Taberî). Râzî, tartışmaya açtığı bu görüşün gerekçesini de nakleder: “Çünkü devlet ve iktidar, ancak öldürme yoluyla güçlü ve kuvvetli
hâle gelir.” Şüphesiz o dönemin siyaset felsefesini yansıtan bu görüş, tefsiri de ister istemez etkilemiştir. Yushine, “bir şeyin yoğun, güçlü ve
şiddetli hâli” anlamına gelir (Lisân). Buradaki anlamı muhtemelen savaşın en sıcak, en yoğun yaşandığı durumdur ki, biz bunu “kıran kırana
bir savaş” şeklinde çevirdik.
2) Bu âyetin Bedir Savaşı’nda alınan esirlerle ilgili olduğu düşüncesi. Rivayetlerle beslenen bu görüşü hem âyet hem de yaşananlar tartışılır
kılmaktadır. Âyet açıkça sıcak savaş dışında esir almayı yasaklamaktadır. Bedir ise sıcak bir savaştır ve esir alınmıştır. Kaldı ki, savaş
esirleriyle ilgili hükümler bu sûrenin 70. âyetinde açıklanmıştır. şu durumda bu âyette “bir peygambere yakışmaz” denilen durum, Bedir
sürecinin başlangıcı olan ve bu sûrenin 7, 28, 42 ve daha başka âyetlerinde doğrudan ve dolaylı sözü edilen Mekkelilerin kervanına saldırı
planlarıyla ilgilidir. Bunu hemen devamında gelen “Sizler, bu dünyanın geçici değerlerini istiyorsunuz” ifadesi de teyit eder.
(Nuzul 56/ Mushaf 07 : A’raf 170 Aşağıdadır.)
﴾١١١﴿ َ‫ضي ُع اَجْ رَ ْالمُصْ لِحٖ ين‬
ٖ ُ‫ب َواَ َقامُواَالصَّ ّٰلو ََة ِا َّنا ََل ن‬
ِ ‫َوالَّذٖ ينَ ُي َم ِّس ُكونَ ِب ْال ِك َتا‬
170 Ama kitaba sımsıkı sarılan ve Allah’a kulluğun hakkını verenler (134) var ya: onlar iyi bilsinler ki Biz, kendilerini ve başkalarını
düzeltmek için çaba gösterenlerin emeklerini zayi etmeyeceğiz.
(134) Lafzen: “salâtı ikâme edenler..”
Burada İsrâiloğullarına mensup kimselerden söz edildiği için salât “namaz”dan çok “kulluk ve ibadet” vurgusu taşır.
Salât, farklı şekil ve formlarda da olsa, tüm peygamberlerin şeriatlarında bulunan temel bir ibadettir. Namaz emrini peşinen içeren ekâmu’ssalat ibaresinin, dilsel veriler dikkate alındığında, ‘namaz aracılığıyla’ hedeflenen daha üst bir amaca atıf olduğu anlaşılır.
Esasen salat, insanı otururken dik tutan “oyluk” veya ayaktayken dik tutan “omurga” anlamına gelen bir kökten türetilmiştir. Salat’ın
ikâmesi, “doğrultulması ve ayağa kaldırılması“ anlamlarını taşır. Bir başka ifadeyle “Kulun Allah karşısındaki esas duruşu”dur namaz.
Bu verilerden yola çıkarak “salatı ikame”nin, namaz kılmanın çok daha ötesinde çağrışımları olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an’ın bütünü ve
dilsel veriler bağlamında bu ibareyle kastedilen, namazın da kendisine ulaşmak için araç olarak kullanıldığı daha üst amaç olan “kulun Allah
karşısındaki esas duruşu”dur.
(Nuzul 10 / Mushaf 92 : Leyl 18 Aşağıdadır.)
﴾١٨﴿ ‫اَلَّذٖ ى ي ُْؤتٖ ى مَالَ ُه َي َت َز ه ٰكى‬
18 O ki, malını gönülden verir ve arınıp gelişir; (14)
14 Yani Allah katında arınmak ve manen gelişmek için verir, riya ve gösteriş için değil. el-İtâ’, el-i‘tâ’dan farklı olarak “kolaylıkla vermeyi”
ifade eder. “Gönülden” karşılığının gerekçesi budur.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 42 Aşağıdadır.)
﴾٥٢﴿ َ‫َولَقَدْ اَرْ سَ ْل َنا ا هِلى اُم ٍَم مِنْ َق ْبلِكَ َفا َ َخ ْذ َنا ُه ْم ِب ْال َباْسَا ِء َوالضَّرَّا ِء لَعَ لَّ ُه ْم َي َتضَ رَّ عُون‬
42 Doğrusu Biz, senden önceki topluluklara da mesajlarımızı göndermiştik. Onları da şiddetli zorluğa ve darlığa(31) düşürdük ki,
acziyetlerini itiraf etsinler.
(31) el-Be’sâ’ korkunun baskın olduğu hayati zorluk, ed-darra’ ekonomik sıkıntı (Furûk).
175
‫صاصُ فِى ْال َق ْت هلى اَ ْلحُرُّ ِب ْالحُرِّ َو ْال َع ْب ُد ِب ْال َع ْب ِد َو ْاَل ُ ْن هثى ِب ْاَل ُ ْن هثى َف َمنْ ُعف َِى لَ ُه ِمنْ اَخٖ ي ِه َشىْ ٌء‬
َ ‫ِب َعلَ ْي ُك ُم ْال ِق‬
َ ‫ين ها َم ُنوا ُكت‬
َ ‫َيا اَ ُّي َها الَّ ٖذ‬
‫ه‬
‫ه‬
﴾١١٨﴿ ‫ك َفلَ ُه َع َذابٌ اَلٖ ي ٌم‬
َ ِ‫ان ذل َِك َت ْخفٖ يفٌ ِمنْ َر ِّب ُك ْم َو َرحْ َم ٌة َف َم ِن اعْ َت هدى َبعْ دَ ذل‬
ٍ ‫َفا ِّت َبا ٌع ِب ْال َمعْ رُوفِ َواَ َدا ٌء ِالَ ْي ِه ِب ِاحْ َس‬
178 SİZ ey iman edenler! Cinayete kurban gidenler hakkında size âdil karşılık farz kılındı:



Hüre karşılık hür,
köleye karşılık köle,
kadına karşılık kadın.(337)
Bunun üzerine her kim kardeşi tarafından bir şekilde bağışlanırsa, bu bağış makul bir biçimde uygulanmalı,
tazminatı da ona güzellikle ödenmeli:(338)
İşte bu, Rabbiniz katından bir kolaylaştırma ve rahmettir.(339) Kim ki bundan sonra haddi aşarsa, onun için
şiddetli bir azap vardır.(340)
(337) İslâm adam öldürmeyi ferde veya aileye karşı işlenmiş bir suç olmaktan daha çok insanlığa karşı işlenmiş
bir suç olarak görür. Kasten ve haksız yere adam öldürme, tüm insan türüne karşı işlenmiş bir cinayettir.
(338) Katil kimi öldürürse öldürsün, sonuçta öldürdüğü insan veya İslâm “kardeşi”dir. Ceza ve affın birlikte
geçmesinin anlamı şu: Emredilen ceza değil adâlettir.
(339) Kısas bir “intikama” dönüşmemelidir. Öldürülenin yakınlarına tanınan ve hem mağdurun acısını hem de
katilin vicdanını teskin edecek olan “affı” tavsiye ediyor.
(340) Bu âyet cezayı emreden değil, cezalandırmada zulmü ve taşkınlığı yasaklayan bir âyettir. Zira zayıfın
güçlüden öldürdüğü bir kişiye karşılık, güçlünün zayıfa karşı soykırıma yeltenmesi, yalnızca eski dünyada değil
modern dünyada da sık görülen bir vahşettir. İslâm’ın üzerinde yükseldiği üç ayaktan biri olan “adâlet”in (diğer
ikisi tevhid ve özgürlük) sağlanması için cezalandırmada denkliğin sağlanması esastı. Çünkü ölümle neticelenen
cinayetler bazen de hata ile işleniyordu. Bu âyette detaylandırılmayan bu problem Nisâ 92’de aydınlığa
kavuşturulmuştu. Yine yaralama, bir organa zarar verme vb. gibi cinayet cezaları da “âdil bir karşılık”
bulmalıydı. Bu âyet, öldürülen köleye karşılık hür katilin öldürülemeyeceği gibi alâkasız bir konuda delil olarak
kullanılamaz.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 92 Aşağıdadır.)
ْ‫ص َّدقُوا َفاِنْ َكانَ مِنْ َق ْو ٍم َعدُوٍّ لَ ُك ْم َوهُوَ م ُْؤمِنٌ َف َتحْ ٖري ُر رَ َق َب ٍة م ُْؤ ِم َن ٍة َواِن‬
َّ ‫ِن اَنْ َي ْق ُت َل م ُْؤ ِم ًنا ا ََِّل َخ َطا ً َومَنْ َق َت َل م ُْؤ ِم ًنا َخ َطا ً َف َتحْ ٖري ُر رَ َق َب ٍة م ُْؤ ِم َن ٍة وَ ِدي ٌَة مُسَ لَّم ٌَة ا هِلى اَهْ لِهٖ ا ََِّل اَنْ َي‬
ٍ ‫َومَا َكانَ لِم ُْؤم‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َو َكانَ ه‬
ٌ ‫َكانَ مِنْ َق ْو ٍم َب ْي َن ُك ْم َو َب ْي َن ُه ْم مٖ ي َث‬
﴾٩٢﴿ ‫ّللاُ عَلٖيمًا حَ كٖ يمًا‬
ِ ٰ َ‫ْن َت ْوب ًَة مِن‬
ِ ‫اق َف ِدي ٌَة مُسَ لَّم ٌَة ا هِلى اَهْ لِهٖ َو َتحْ ٖري ُر رَ َق َب ٍة م ُْؤ ِم َن ٍة َفمَنْ لَ ْم َي‬
ِ ‫ْن ُم َت َتابِعَ ي‬
ِ ‫جدْ َفصِ يَامُ َشهْرَ ي‬
92 VE BİR mü’min başka bir mü’mini asla öldüremez; hataen olursa o başka.(110)



Bir mü’mini hata ile öldüren kişi ise, mü’min birini özgürlüğe kavuşturur ve maktulün yakınlarına diyet(111) öder; eğer onlar diyeti
bağışlarlarsa, o başka.
Maktul mü’min olduğu hâlde size düşman olan bir topluma mensupsa, o zaman mü’min birini özgürlüğe kavuşturmak (yeterlidir).
Ama o sizinle arasında anlaşma olan bir topluma mensupsa, bu durumda mü’min birini özgürlüğüne kavuşturmak ve yakınlarına diyet
ödemek gerekir.
Buna imkan bulamayanlar peş peşe iki ay oruç tutmalıdırlar; Allah tarafından tevbenin kabulüne bir karşılık olarak:
Zira Allah her şeyi bilendir, her hükmünde tam isabet edendir.
(110) Cümlenin yapısı, maksadı en güzel şekilde ifade ettiğini düşündüğümüz bu çeviriye izin vermektedir (krş. Kurtubî).
(111) Diyet: (v-d-y’den), “ödenen, harcanan, mülkten çıkarılan şey” anlamına.
Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ı kurban olmaktan kurtarmak için yüz deve diyet ödeyinceye kadar Araplarda kan diyeti on deve idi. Bu
uygulamadan sonra yüz deveye çıktı (İbn Sa’d, Tabakât I, Beyrut, 1985, s. 88-89).
176
﴾١١٩﴿ ‫ون‬
ِ ‫اص َح هيوةٌ َيا اُولِى ْاَلَ ْل َبا‬
َ ُ‫ب لَ َعلَّ ُك ْم َت َّتق‬
َ ‫َولَ ُك ْم فِى ْال ِق‬
ِ ‫ص‬
179 Bakın ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır: sizden (artık) sorumlu davranmanız beklenir.(341)
(341) Kısas’ı “âdil karşılık” ve “cezada denklik” olarak açarsak, kısasın hayat olduğu aklını kullanan herkesin
kabul edeceği bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Çünkü adâlet toplumlar için hayat, zulüm ise ölüm demektir.
Kısas adâletin tecellisidir. Kısasla ilgili bu iki âyetin hemen ardından vasiyetle ilgili âyetler gelmektedir. Kısas
hükmü, kasti adam öldürmenin âdil karşılığını katilin ölüm cezasına çarptırılması olarak belirler. Vasiyet ise
ölümü yaklaşıp da geride mal bırakan her insanı ilgilendiren hukukî bir düzenlemedir.
ُ ‫ض َر اَ َح َد ُك ُم ْال َم ْو‬
﴾١٨١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ين ِب ْال َمعْ رُوفِ َح ًٰقا َعلَى ْال ُم َّتق‬
َ ‫ك َخيْرً ا اَ ْل َوصِ َّي ُة ل ِْل َوالِ َدي ِْن َو ْاَلَ ْق َر ٖب‬
َ ‫ت ِانْ َت َر‬
َ ‫ِب َعلَ ْي ُك ْم ِا َذا َح‬
َ ‫ُكت‬
180 Herhangi birinize ölüm yaklaştığında eğer geriye bir değer(342) bırakıyorsa, münasip bir biçimde annebabaya ve yakın akrabaya vasiyet etmek size farz kılındı.(343) Bu, Allah’a karşı sorumluluk duyanların uymaları
gereken bir hakikattir. (344)
(342) Hayır hem serveti hem değeri ifade eder. Kur’an’ın dünya malına özünde iyi olan bir şey olarak baktığını
gösterir. İnsanın fıtratı gibi bir de “malın fıtratı”ndan söz etmek caizse eğer, malın fıtratı da iyi, güzel ve hayr
üzerinedir. Burada mal yerine hayır gelmesi, hem helâl servetin hayır oluşuna, hem de her hayrın servet oluşuna
delalet eder. Kim ne biriktirirse onu vasiyet eder. Hz. Peygamber’in veda hutbesi onun vasiyetiydi.
(343) Burada ölümü yaklaşan kimseye akrabalarına maruf üzere, yani toplumsal örfe uygun bir biçimde vasiyet
etmek “farz” kılınmıştır. Nisâ 11-12’de ise, bu genel hüküm içerisinde özel bir “tavsiye” yapılmıştır. Âyeti
mensuh addetmek, bu ince farkı dikkate almamak demektir.
(344) Vasiyyet, “tavsiye” anlamında bir isimdir. “Lam” ile birlikte kullanıldığında bir kişinin öldükten sonra
malını belirlediği diğer bir kimseye bırakması anlamına gelir. Vasiyet ölümle barışık yaşamanın göstergesidir.
Vasiyetin özünde, her hangi bir değeri sahipsiz bırakıp zayi etmeme hikmeti yatar.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 11-12 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ُوصي ُك ُم ه‬
ْ ‫ْن َفلَهُنَّ ُثلُ َثا مَا َترَ كَ َواِنْ َكا َن‬
‫ح ٍد ِم ْن ُهمَا ال ُّسدُسُ ِممَّا َترَ كَ اِنْ َكانَ لَ ُه وَ لَ ٌد َفاِنْ لَ ْم‬
ٖ ‫ي‬
ِ ‫ح َد ًة َفلَهَا ال ِّنصْ فُ َو َِلَب ََو ْي ِه لِ ُك ِّل َوا‬
ِ ‫ت َوا‬
ِ ‫ْن َفاِنْ ُكنَّ نِسَا ًء َف ْوقَ ْاث َن َتي‬
ِ ‫ّللا ُ فٖ ى اَ ْو ََل ِد ُك ْم ل َِّلذ َك ِر م ِْث ُل حَ ِّظ ْاَلُ ْن َث َيي‬
‫ه‬
‫ه‬
ُّ ‫َي ُكنْ لَ ُه َولَ ٌد َووَ ر َث ُه اَب ََواهُ َف َِلُ ِّم ِه‬
ُ ُ‫الثل‬
‫ّللا َكانَ عَ لٖيمًا‬
ٖ ‫ث َفاِنْ َكانَ لَ ُه ا ِْخ َوةٌ َف َِلُ ِّم ِه ال ُّسدُسُ مِنْ بَعْ ِد َوصِ َّي ٍة ي‬
ِ ٰ َ‫ْن هابَاؤُ ُك ْم َواَ ْب َناؤُ ُك ْم ََل تَدْ رُونَ اَ ُّي ُه ْم اَ ْقرَ بُ لَ ُك ْم َن ْفعًا َف ٖريضَ ًة مِن‬
َ ٰ َّ‫ّللا اِن‬
ٍ ‫ُوصى ِبهَا اَ ْو َدي‬
ِ
﴾١١﴿ ‫حَ كٖ يمًا‬
11 ALLAH size, çocuklarınız konusunda (şunu) tavsiye eder: Erkek, iki kadının payına denk alır;(18) fakat ikiden fazla kadın varsa, onlara,
bırakılan mirasın üçte ikisi verilir; sadece bir kadın varsa, o hâlde yarısını alır. Ve eğer (ölenin) çocuğu varsa, onun anne-babasından her biri
mirasın altıda birini alır;(19) ama eğer çocuğu yoksa ve anne-babası onun (tek) vârisiyse, işte o zaman annesi üçte birini alır. Eğer kız ve
erkek kardeşleri varsa, o zaman annesine, yapmış olduğu herhangi bir vasiyyeti ya da borcu düşüldükten sonra altı da biri verilmelidir.
Ebeveynleriniz ve oğullarınız… Sizin bırakacağınız yararlı şeylere hangisinin daha lâyık olacağını bilemezsiniz. (İşte bu yüzdendir) Allah
katından gelen talimatlar: Kuşkusuz Allah her şeyi bilendir, her hükmünde tam isabet edendir.
(18) Bu oranın haddi ednâ (en aşağı sınır) mı, haddi â’lâ (en yüksek sınır) mı veya haddi mutlak (asla değiştirilemez oran) mı olduğu;
1) Miras oranlarının düzenlenmesinde ilâhî maksadın ne olduğuyla;
2) Vahyin teşri yönüyle;
3) Hükmün illete mebni olup olmadığıyla alâkalıdır.
Miras oranlarında ilâhî maksat ilk âyetin de delalet ettiği gibi adâlet ve hukukun tecellisi için kulluk ve insanlık sorumluluğunu yerine
getirmedir. Mirası ellerinde tutan kadınlar değil erkeklerdir ve âyette onlar sorumlu davranmaya davet edilmektedir. “Kadına az ya da çok
mirastan pay verin” diyen 7. âyet, bu hükmün teşri yönünün azdan çoğa doğru olduğunu gösterir (7. âyetin notuna bkz). 32. âyetteki iktisâb
bizce hükmün illeti olarak okunmalıdır. O günkü gelir kalemlerinin başında savaş ganimetleri, diyet ve kan bedeli gelir. Bunlar erkekler
yoluyla kazanılır. İkiye bir nisabını mü’minlerin annesi Ümmü Seleme de illete mebni bir hüküm olarak okur ve bunu şöyle ifade eder:
“Erkekler savaş yapıyorlar fakat kadınlar savaşamıyor; sonuçta bize de mirasın ancak yarısı düşüyor.” (Ya‘zu’r-Rical ve la ta‘zû’n-nisa’ ve
innema lena nısfu’l-miras. İtkân I, 98). Bunu bu âyetin inişinden sonra gelen şaşkınlıktan da anlıyoruz. Taberî’nin nakline göre biri
Rasulullah’a gelir ve der ki: “Ya Rasulallah, kıza yarım mı verelim? Kız ata bile binemez, savaşamaz..” Bütün bu veriler ışığında bu oranın
haddi mutlak olmadığı, en yüksek sınırı değil en aşağı sınırı oluşturan illete mebni bir oran olduğu sonucuna varılır. Gerek miras oranlarının
illet, hikmet ve maksadını anlamaya yönelik bu yorumumuz, gerekse buna benzer meseleye yeni bir açılım getiren daha başka yorumlarımız,
sadece murâd-ı ilâhîyi anlama çabamızın bir ürünü olarak anlaşılmalıdır. İslâm’ı çağa uydurma veya uyarlama gibi bir derdimiz yoktur.
Böyle bir yaklaşım sağlıklıda değildir.
(19) Geriye kalan üçte iki diğerleri arasında paylaştırılır; ebeveyni hayatta olanın mirasından kardeşler pay alamaz.
177
‫ْن َولَهُنَّ الرُّ ُب ُع ِممَّا َترَ ْك ُت ْم اِنْ لَ ْم َي ُكنْ لَ ُك ْم وَ لَ ٌد َفاِنْ َكانَ لَ ُك ْم َولَ ٌد‬
ٖ ‫ك اَ ْز َوا ُج ُك ْم اِنْ لَ ْم َي ُكنْ لَهُنَّ َولَ ٌد َفاِنْ َكانَ لَهُنَّ َولَ ٌد َفلَ ُكمُ الرُّ ُب ُع ِم َّما َترَ ْكنَ مِنْ بَعْ ِد وَ صِ َّي ٍة ي‬
َ َ‫َولَ ُك ْم نِصْ فُ مَا َتر‬
ٍ ‫ُوصينَ بِهَا اَ ْو دَ ي‬
ُّ ‫شرَ َكا ُء فِى‬
ُّ َّ‫َفلَهُن‬
ُ َ‫ْن َواِنْ َكانَ رَ ُجلٌ يُور‬
ُ ‫ح ٍد ِم ْن ُهمَا ال ُّسدُسُ َفاِنْ َكا ُنوا اَ ْك َثرَ مِنْ هذلِكَ َف ُه ْم‬
ٌ ‫ث َك ََللَ ًة اَ ِو امْ رَ اَةٌ َولَ ُه اَ ٌخ اَ ْو ا ُ ْخ‬
ْ‫ث مِن‬
‫الثمُنُ ِممَّا َترَ ْك ُت ْم مِنْ بَعْ ِد َوصِ َّي ٍة ُتوصُونَ ِبهَا اَ ْو دَ ي‬
ِ ُ ‫الثل‬
ِ ‫ت َفلِ ُك ِّل َوا‬
ٍ
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َو ه‬
‫بَعْ ِد َوصِ َّي ٍة ي ه‬
﴾١٢﴿ ٌ‫ّللا ُ عَ لٖي ٌم حَ لٖيم‬
ِ ٰ َ‫ْن غَ يْرَ مُضَا ٍّر َوصِ ي ًَّة مِن‬
ٍ ‫ُوصى ِبهَا اَ ْو دَ ي‬
12 Eğer çocukları bulunmuyorsa, eşlerinizin miraslarının yarısı size aittir. Fakat eğer onların çocukları varsa, ettikleri vasiyet(20) ve
borçlarından sonra terekelerinin dörtte birini alacaksınız. Eğer çocuğunuz yoksa, terekenizin dörtte biri eşlerinize aittir. Fakat eğer çocuğunuz
varsa, ettiğiniz vasiyet ve borçlardan sonra terekenizin sekizde birini alacaklar.
Eğer erkek ya da kadın birinci dereceden bir mirasçıya sahip değilse;(21) kız ya da erkek kardeşi de varsa, her birine altı da bir düşer. Fakat
erkek ve kız kardeş birden fazlaysalar, edilen vasiyet ve borçtan sonra üçte birini alırlar.(22) Bu her iki durumda da, (mirasçılara) zarar
verilmemelidir.(23) Bunlar Allah’ın size tavsiyesidir; zira Allah her şeyi bilendir, (bu kurallar hususunda) hilim ve hoşgörü sahibidir.
(20) Vasiyet kişinin serveti üzerindeki hakkıdır. Ne ki, âyetin sonunda “vârise zarar verilmemelidir” emriyle kayıt altına alınmıştır. Nebevî
uygulamada zarar vermeyen miktar üçte bir olarak belirlenmiştir.
(21) Veya: “Ölen kimseye birinci dereceden yakınlığı olan bir vâris değilse”. Kelâle, “kılıcın kör olan ağzı, bıçağın sırtı, keskin görmeyen
göz” mânasından türetilmiştir. Yûrasu meçhul fiil vurise’den geliyorsa “miras bırakana” delalet eder. Eğer ef’ale babından geliyorsa yûrasu
“miras alana” delalet eder. Birinci tercihte “birinci dereceden mirasçıya sahip olmayan kimse” mânasına gelir. İkinci tercihte “miras bırakana
birinci dereceden yakınlığı olmayan vâris” mânasına gelir. Yûrasu’yu bazıları yerisu şeklinde malum, bazıları da yuverrisu şeklinde tef’il
babından okumuşlardır. Notun başına aldığımız alternatif mâna ile çeviri içinde verdiğimiz mâna metin açısından birbirine eşit mesafededir.
Hatta eğer geleneğin miras paylaşımındaki olumsuz rolünü hesaba katarsak, alternatif mâna öncelik kazanır. Zira bu okuyuş “gelin” ve
“nişanlıyı” da hesaba katan bir okuyuştur. Hz. Peygamber’in “Allah her hak sahibine hakkını vermiştir” açıklaması da bunu teyit eder.
(22) “Erkek ve kız kardeş” ile sadece anne bir kardeşler kastedilir. Bunda ittifak edilmiştir. Öz kardeşlerin hakkındaki hüküm sûrenin
sonundadır.
(23) Gerçek dışı ve sırf vârisi mahrum bırakmayı amaçlayan borçlar. “Zarar vermenin” sınırına dair âyetin ilk notuna bkz.
‫ه‬
﴾١٨١﴿ ‫ّللا َس ٖمي ٌع َعلٖ ي ٌم‬
َ ٖ‫َف َمنْ َب َّدلَ ُه َبعْ َد َما َس ِم َع ُه َف ِا َّن َما ا ِْث ُم ُه َعلَى الَّذ‬
َ ٰ َّ‫ين ُي َب ِّدلُو َن ُه اِن‬
181 Kim de (bu vasiyyeti) işittikten sonra tahrif edip değiştirirse, bunun günahı yalnızca onu değiştirenedir.
Doğrusu Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
ٰ ‫ُوص َج َن ًفا اَ ْو ا ِْثمًا َفاَصْ لَ َح َب ْي َن ُه ْم َف ََل ا ِْث َم َعلَ ْي ِه اِنَّ ه‬
﴾١٨٢﴿ ‫ّللاَ غَ فُو ٌر َرحٖ ي ٌم‬
ٍ ‫اف ِمنْ م‬
َ ‫َف َمنْ َخ‬
182 Fakat kim vasiyet edenin yanlı(345) ya da kasıtlı davrandığından endişe eder ve (mirasçıların) arasını
uzlaştırırsa, bu durumda kendisine herhangi bir vebal yoktur. Elbette Allah tarifsiz bağışlayıcıdır, eşsiz
merhamet kaynağıdır.
(345) Sadece burada kullanılan cenefen “meyletmek, yanlı davranmak” demektir.
ِّ ‫ِب َعلَ ْي ُك ُم ال‬
﴾١٨٣﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ين ِمنْ َق ْب ِل ُك ْم لَ َعلَّ ُك ْم َت َّتق‬
َ ٖ‫ِب َعلَى الَّذ‬
َ ‫ص َيا ُم َك َما ُكت‬
َ ‫ين ها َم ُنوا ُكت‬
َ ‫َيا اَ ُّي َها الَّ ٖذ‬
183 SİZ ey iman edenler! Oruç tıpkı sizden öncekilere olduğu gibi size de yazıldı;(346) belki bu sayede takvâya
erersiniz: (347)
(346) Yani: “farz kılındı”. Zımnen: insanın ve insanlığın çağları aşan yazgısı kılındı. Bu âyet, İslâmî hükümlerin
zamanlar ve zeminler üstülüğüne dikkat çekmekte ve tüm semavi şeriatların ortak noktalarından birinin de oruç
olduğunu ortaya koymaktadır. Oruç insanlığa açılmış ilâhî bir kredidir. Bu yüzden oruç tutan bir mü’min,
insanlıkla yaşıt bir kervana dahil olmuştur.
(347) Bu cümle orucun gerekçesini teşkil eder. Zira oruç aç kalmak değil, ruhu beslemektir. Oruç tutmak
kendini tutmaktır. Oruçla başını dik tutmak, imanını diri tutmaktır.
178
‫ه‬
ً ‫ان ِم ْن ُك ْم َم ٖري‬
‫ين َف َمنْ َت َط َّو َع‬
ٍ ‫اَيَّامًا َمعْ ُدودَ ا‬
َ ‫َّام ا ُ َخ َر َو َعلَى الَّ ٖذ‬
َ ‫ت َف َمنْ َك‬
ٍ ٖ‫ين ي ُٖطيقُو َن ُه ف ِْد َي ٌة َط َعا ُم ِمسْ ك‬
ٍ ‫ضا اَ ْو َعلى َس َف ٍر َف ِع َّد ٌة ِمنْ اَي‬
﴾١٨٥﴿ ‫ُون‬
َ ‫َخيْرً ا َفه َُو َخ ْي ٌر لَ ُه َواَنْ َتصُومُوا َخ ْي ٌر لَ ُك ْم ِانْ ُك ْن ُت ْم َتعْ لَم‬
184 Sayılı günlerde… Sizden kim ;


hasta ya da yolcu olursa, tutmadığının sayısı kadar diğer günlerde (oruç tutar)
ve (bunlar arasından) ona gücü yetenler üzerine, bir yoksulu doyuracak fidye gerekir;(348)
Kim daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur, ama -eğer bilirseniz- oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır.(349)
(348) İbn Abbas ve Hz. Aişe’ye nisbet edilen yutavvikûnehu okuyuşuna göre anlam “onu tutmakta zorlanan”
şeklinde olur. Yine İbn Abbas’tan nakledilen ve meşhur okuyuşun aynı olan rivayetlerde yutîkûnehû’ya verilen
anlam ile yutavvikûnehu’ya verilen anlam aynı kabul edilmiştir.
Bu rivayetlerin kimisinde bu cümle mensuh kabul edilirken, İbn Abbas bu âyetin yaşlılarla ilgili hükmü beyan
ettiği görüşündedir (Buhârî, Tefsir, Bakara, 25). Klasik nesh teorisinin bu âyete ilişkin yaklaşımını rahatlıkla göz
ardı edebiliriz. İbn Abbas burada nesh olmadığı görüşündedir. Dilciler yutîkûnehû’ya bir lâ takdir ederek “gücü
yetenler”i “gücü yetmeyenler”e çevirmenin caiz olduğunu söylerler. Ebu Hayyan buna, “Hatadır, zira şüphe
karıştırmaktır; görmüyor musun ki metinden ilk anlaşılan olumlu bir fiil olmasıdır ve lâ’nın önce hazfedilip
varmış gibi okunması yemin dışında caiz değildir” diyerek itiraz eder (Bahr). Yutîkûnehu’ya yestatî‘ûnehu
mânası vermek de yanlıştır.
Zira tâkva “gayretin en üstünü ve ihtimalin son noktasıdır” (krş. Bakara: 249, 286).
Zaten güç yetiremeyenden oruç düşer. Bu açık bir hükümdür (Bakara: 286). Âyette emredilen fidye gücü yeten
üzerinedir. Fakat burada gücü yetenler kimlerdir ve neye gücü yetenler? Zamir’in orucu göstermesi uzağı
göstermesidir ki, bunun için karine gereklidir. Buradaki zamir hemen öncesindeki cümleyi gösterir. Bu durumda
mâna “kaza etmeye gücü yetenler üzerine bir yoksulu doyuracak fidye gerekir” olur. Burada mukadder sual şu
olur: “kazası olanlar, kaza ile beraber bir de fidye mi verecekler, yoksa kaza orucu yerine mi fidye verecekler?”
Yutîkûnehu kelimesinin konuşlandırıldığı yer bu iki anlama da açıktır. Âyetin devamı iki mânayı da
desteklemektedir. “Kim daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur” ifadesinde bir teşvik vardır. Bu
hayır ya “daha fazla yoksulu doyurma” veya “bir yoksulu daha fazla doyurma”dır. Eğer âyetin son cümlesi
olmasaydı, ve ‘ale’l-lezine yutîkûnehu’yu sadece “Kaza ile beraber bir de fidye vermek” mânasına
hasredebilirdik. Zira fidye zamanında tutulamayan orucun eksilen sevabını tamamlamak içindir (krş. Bakara:
196). Lâkin âyetin sonundaki “ama -eğer bilirseniz- oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” ifadesinde zımni bir
tercihe îmâ olduğu için, mânayı “kaza ile birlikte fidye”ye hasretmek yerine, “kaza ile birlikte gücü yeten
üzerine fidye vermek, fidyesiz kazadan veya kazasız fidyeden daha hayırlıdır; kaza artı fidyeye gücü yetenlerin
ikisini birden yapmaları birini yapmalarından daha hayırlıdır” şeklinde anlamak daha doğrudur. Allahu a‘lem.
(349) Bu âyet bir sonraki âyetle birlikte anlaşılmalıdır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 249 Aşağıdadır.)
ٰ ‫وت ِب ْال ُج ُنو ِد َقا َل اِنَّ ه‬
ً ‫ش ِربُوا ِم ْن ُه ا ََِّل َق‬
َ ‫اغ َترَ فَ ُغرْ َف ًة ِب َيدِهٖ َف‬
ْ ‫َن‬
َ ْ‫ّللاَ ُم ْب َتلٖي ُك ْم ِب َنه ٍَر َفمَن‬
ُ ُ‫َفلَمَّا َفصَ َل َطال‬
‫لٖيَل ِم ْن ُه ْم َفلَمَّا جَ َاو َزهُ هُوَ َوالَّذٖ ينَ ها َم ُنوا‬
ِ ‫ش ِربَ ِم ْن ُه َفلَيْسَ ِم ٖ ٰنى َومَنْ لَ ْم ي َْطعَمْ ُه َف ِا َّن ُه ِم ٖ ٰنى ا ََِّل م‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ْ
ٰ
ٰ
ٰ
ً
ْ
َّ
ُ
َ
ُ
َ
َ
ُ
َ
َّ
ُ
َ
َ
َ
ً
َ
َ
ْ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
﴾٢٥٩﴿ َ‫ّللا َوّللا ُ مَعَ الصَّابِ ٖرين‬
ِ ‫مَعَ ُه قالوا َل طاقة لنا الي َْو َم بِجَ الوتَ َو ُجنودِهٖ قا َل الذٖ ينَ َََيظنونَ َان ُه ْم مَُلقوا ّللاِ ك ْم مِنْ فِئ ٍة قلٖيل ٍة غَ لبَت فِئة كثٖ يرَ ة بِاِذ ِن‬
249 Ve Tâlût ordusuyla harekete geçtiği zaman dedi ki:

Bakın, Allah sizi bir ırmakla sınayacak; kim ondan içerse benden değildir, kim de ondan tatmazsa bendendir; ancak bir avuç içen
bundan müstesnadır.(449) Onlardan pek azı dışında, hepsi ondan (kana kana) içtiler.
O ve ona inananlar ırmağı geçtikleri sırada, (ırmağın öbür tarafında kalanlar) dediler ki:

Bugün Calût ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok”.(450)
(Fakat) Allah’a kavuşacaklarına kesin gözüyle bakanlar(451) da dediler ki:

Nice sayıca az (örgütlü ve disiplinli) topluluk, Allah’ın izniyle nice sayıca çok (örgütsüz ve başı bozuk) topluluklara galip gelmiştir:
Zira Allah direnenlerle beraberdir.”(452)
179
(449) Uzun süre susuzluktan sonra aniden aşırı su tüketiminin, böbrek ve kalp yetmezliği sonucu ölüme kadar varan olumsuz sonuçlara yol
açtığı bilinmektedir.
(450) Yapamayacağınıza inanırsanız, yapamazsınız.
(451) Zımnen: İtaatlerinden dolayı Allah’ın vaad ettiği ödüle kavuşacakları kanaatinde olanlar. Mü’min itaatiyle ilâhî ödülü umut edebilir,
fakat garanti edemez. Bu âyette övülen tavır, 243. âyette yerilen tavrın zıddıdır.
(452) Zımnen: Üstünlük ve başarı sayılarda değil, inanç ve disiplindedir. Bu nedenle de, tarihin yatağını değiştiren büyük değişimler şuursuz
yığınların değil, sayıları az da olsa inançlı ve şuurlu insanların eseridir. Bedir zaferinin, Kur’an lisanıyla açıklaması.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 286 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ََل ُي َكلِّفُ ه‬
ْ ‫َت َو َعلَ ْيهَا مَا ْاك َتسَ ب‬
ْ ‫ّللاُ َن ْفسًا ا ََِّل وُ سْ عَ هَا لَهَا مَا َكسَ ب‬
‫َت رَ َّب َنا ََل ُت هؤاخ ِْذ َنا اِنْ َن ٖسي َنا اَ ْو اَ ْخ َطاْ َنا رَ َّب َنا َو ََل َتحْ ِم ْل َعلَ ْي َنا اِصْ رً ا َكمَا حَ م َْل َت ُه َعلَى الَّذٖ ينَ مِنْ َق ْبلِ َنا رَ َّب َنا َو ََل ُتحَ م ِّْل َنا مَا ََل َطا َق َة لَ َنا‬
ْ َ‫بِهٖ َواعْ فُ عَ َّنا و‬
﴾٢٨٦﴿ َ‫اغفِرْ لَ َنا َوارْ حَ مْ َنا اَ ْنتَ م َْو هلي َنا َفا ْنصُرْ َنا عَ لَى ْال َق ْو ِم ْال َكاف ِٖرين‬
286 Allah hiç kimseye taşıyacağından fazlasını yüklemez. (537) Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhinedir.
Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak, bundan dolayı bizi sorguya çekme!(538) Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük
yükleme! Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükü bize taşıtma! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim
Mevla’mızsın; Kâfirler güruhuna karşı Sen bize yardım et!(539)
(537) Bu âyet üç şey söyler:
1) Allah herkese sorumluluk yüklemiştir. Sorumlu olmayan insan yoktur, sorumsuz insan vardır.
2) Allah herkese mutlaka taşıyacağı bir sorumluluğu yükler, hiç kimseyi sınırsız ve sorumsuz bırakmaz.
3) Her insanın sorumluluğu gücüne denktir.
Nitekim zekât zengine, hac ona bir yol bulabilene, oruç sıhhati olana farzdır.
Sorumsuz davranan üç kez zulmetmiştir:
1) Kendisine,
2) Terk ettiği yüküne,
3) Onun terk ettiği yükü taşıyana.
(538) Ahtae, “kasıtsız yanılma”dır (A’râf: 161, not 3). Unutma ve yanılma iradenin ve kastın dahil olmadığı bir süreçtir. İlâhî ceza ise
iradenin ve kastın dahil olduğu bir sürecin sonucudur (krş. Bakara: 225; Nahl: 106; Ahzab: 5). Unutmak bilgiye, yanılmak iradeye ilişkindir.
Nebi bu âyetin ardından Allah’ın vaadini müjdeledi (Müslim, İman, 54).
(539) Lâ tuhammilnâ fiil olarak gelmişken, lâ tâkate lenâ isim olarak gelmiştir. Üstelik ikincisinde kulun “lehine” iması taşıyan bir lenâ (lâmı leh) ile gelmiştir. Birincisinin fiil gelmesi, yükün artıp azalabilir niteliğine delalet eder. Allah hem kişiden kişiye, hem aynı kişinin ömür
seyri içerisinde onun yüke, kendisine ve Rabbine karşı duruşuna bağlı olarak “yüklediği yükü” değiştirebilir. İkincisinin isim gelmesi, takatin
cevherî ve zâtî niteliğine delalet eder. Lenâ’daki lâm bu niteliğin kulun lehine olarak kullanılacağını ifade eder. Tam bu noktada “O
yarattıklarının kapasitesinde dilediği artışı gerçekleştirir” (Fâtır: 1) âyetini hatırlamak gerekir. İşbu âyet ışığında bu dua zımmen: Rabbimiz!
Yüklediğin yük oranında gücümüzü arttır” vurgusu kazanır. Mamafih, Allah yarattığını bilir. Yarattığını bilen, kulunun kapasitesini de bilir.
Bu âyette öğretilen dua yalnızca “yükümü azalt” vurgusu taşımaz, belagâtı gereği dolaylı olarak “kapasitemi artır” vurgusunu da taşır. “Yük”
Rabbin rububiyyetinin tecellisi ve ilâhî terbiyenin vesilesi ise -ki öyledir-, parçayı görene düşen bütünü gören Allah’a teslim olmaktır. Bunu
bilen her kula ise bu bilinçle dua etmek yakışır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 196 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ً
ٌ
‫َام اَ ْو صَدَ َق ٍة اَ ْو ُنسُكٍ َف ِا َذا‬
ُ ْ‫ى َو ََل َتحْ لِقُوا رُؤُ سَ ُك ْم حَ ه ٰتى َي ْبلََُ ْال َهد‬
ِ ‫ى َم‬
ِ ْ‫َواَتِمُّوا ْالحَ َّج وَ ْالعُمْ رَ َة ِ ّٰللِ َفاِنْ اُحْ صِ رْ ُت ْم َفمَا اسْ َت ْيسَرَ مِنَ ْال َهد‬
ٍ ‫حلَّ ُه َفمَنْ َكانَ ِم ْن ُك ْم م َٖريضًا اَ ْو بِهٖ اَذى مِنْ رَ ْاسِ هٖ َففِدْ يَة مِنْ صِ ي‬
‫شرَ ةٌ َكا ِملَ ٌة ه‬
‫ه‬
ْ
ْ
ْ
ْ
ْ
ُ
َ
َ
َ
ُ
َ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
ْ‫د‬
ْ‫د‬
ْ‫َس‬
ْ‫ه‬
ْ‫ن‬
ْ‫َن‬
ْ‫ع‬
ْ‫َن‬
ْ
ْ‫اس‬
ْ‫اَ ِم ْن ُت ْم َفمَنْ َت َم َّتعَ ِب ْالعُم‬
‫ج ِد ْالحَ رَ ِام َوا َّتقُوا‬
‫م‬
‫ال‬
‫ى‬
‫ر‬
‫ه‬
ُ
‫ل‬
‫ا‬
‫ك‬
‫ي‬
‫م‬
‫ل‬
‫م‬
‫ل‬
‫ل‬
‫ذ‬
‫ك‬
‫ِل‬
‫ت‬
‫م‬
‫ت‬
‫ا‬
‫ِذ‬
‫ا‬
‫ة‬
ٍ
‫ب‬
‫ج‬
ِّ
‫ال‬
‫ِى‬
‫ف‬
‫َّام‬
‫ي‬
‫ا‬
‫ة‬
‫ث‬
‫ل‬
‫ث‬
‫م‬
‫َا‬
‫ي‬
‫ف‬
‫ج‬
‫ي‬
‫م‬
‫ل‬
‫م‬
‫ف‬
ٌ
‫ه‬
‫ال‬
‫م‬
‫س‬
‫ي‬
‫ت‬
‫َا‬
‫م‬
‫ف‬
‫ج‬
ِّ
‫ال‬
‫ى‬
‫ل‬
‫ا‬
‫ة‬
ِ‫اض‬
ِ
ِ
ِ‫ص‬
ِ
ِ
َ‫ح‬
َ
َ‫ِك‬
َ‫ع‬
َ
َ‫ج‬
َ‫ر‬
َ‫ْع‬
َ‫س‬
َ‫و‬
َ‫ح‬
َ
َ
َ‫ِن‬
َ‫َر‬
َ‫ح‬
َ‫ر‬
ْ
ْ
ْ
ُ
ِ
ِ
ِ
ِ
ٍ
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َواعْ لَمُوا اَنَّ ه‬
﴾١٩٦﴿ ‫ب‬
ِ ‫ّللاَ َشدٖ ي ُد ْال ِع َقا‬
َٰ
196 Haccı(377) da umreyi de Allah rızası için eksiksiz ve tam yapın.(378) Eğer yerine getirmekten alıkonursanız gücünüzün yeteceği bir
kurban verin ve kurban yerine ulaşıncaya kadar(379) başlarınızı tıraş etmeyin! İçinizden hasta ya da başından bir rahatsızlığı olan kimse
fidye olarak oruç tutmalı veya sadaka vermeli ya da kurban kesmelidir. Bir engel olmadığı zaman, hacdan önce umre yapacak kimse
gücünün yettiği cinsten bir kurban kessin! Fakat kurbana gücü yetmeyen üç günü hacda yedi günü döndükten sonra olmak üzere toplam on
gün oruç tutsun! Bunlar ailece Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve Allah’ın
cezalandırmada çok şiddetli olduğunu aklınızdan çıkarmayın!
(377) “Ve ona ulaşmaya gücü yeten herkesin haccetmesi Allah’ın insanlık üzerindeki hakkıdır.” (Âl-i İmran: 97)




Hac, insanlığın Allah’a yürüyüş destanını her mü’minin kendi şahsında yeniden yaşamasıdır.
Hac, Âdem rolünü oynayan her bir insanın yitirdiği cenneti aramaya çıkmasıdır.
Hac, insanoğlunun uzaklaştığı fıtratına yeniden dönüşünü temsil eder.
Hac, kendi kendisine yabancılaşan bireyin kimliğini, kişiliğini bulup kendisiyle barışık ve tanışık yaşamak için başlattığı soylu
yolculuğun adıdır.
180
Özetle hac, mahşerin provasıdır.
(378) Veya: “tamamlayın”. Buradaki “tam yapma” ya da “tamamlama” emri iki şekilde anlaşılabilir: Ya İbrahimî bir ibadet olan haccın
mesela Arafat vakfesi gibi temel rükünlerini bile dışarıda bırakacak kadar Müşrikler tarafından noksanlaştırıldığını ve dolayısıyla tam
yapılması gerektiğini (bkz. el-Muvâfakât III, 335), veya tıpkı Hz. Peygamber’in Hudeybiye umresi gibi yarım bırakılan nafile hac ve
umrenin “tamamlanması” gereğini ifade eder (krş. Râzî).
(379) Mehilleh, kurbanın zamanını, mekânını ya da her ikisini birden ifade edebilir. Birinci görüş esas alındığında kurbanı ille de oraya
ulaştırmak şartken, ikinci görüşte buna “şarttır” denilemez. Râzî burada zamanı ifade ettiğini söyler ki tercihimiz bu görüşe dayanmaktadır.
Râzî’ye göre fiziki bir “gönderme/ulaştırmaya” değil de, mânevî bir “gönderme/ulaştırmaya” delalet eder. Bu tercihi Hac 36. âyet de teyit
eder.
‫ان‬
ٍ ‫اس َو َب ِّي َنا‬
َ ‫ان َف َمنْ َش ِهدَ ِم ْن ُك ُم ال َّشه َْر َف ْل َيصُمْ ُه َو َمنْ َك‬
َ ‫ض‬
َ ‫َش ْه ُر َر َم‬
ِ ‫ت م َِن ْاله هُدى َو ْال ُفرْ َق‬
ِ ‫ان الَّذٖ ى ا ُ ْن ِز َل فٖ ي ِه ْال ُقرْ هانُ ه ًُدى ه لِل َّن‬
‫ه‬
َٰ ‫ّللاُ ِب ُك ُم ْاليُسْ َر َو ََل ي ُٖري ُد ِب ُك ُم ْالعُسْ َر َولِ ُت ْك ِملُوا ْال ِع َّد َة َولِ ُت َك ِّبرُوا ه‬
ٰ ‫َّام ا ُ َخ َر ي ُٖري ُد‬
ُ‫ّللا َع هلى َما َه هديك ْم‬
ٌ
َ
َ
َ
ٍ ‫َم ٖريضً ا اَ ْو َعلى َسف ٍر ف ِع َّدة ِمنْ اي‬
﴾١٨٤﴿ ‫ُون‬
َ ‫َولَ َعلَّ ُك ْم َت ْش ُكر‬
185 (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki,



insanlığa rehber olan,
bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan ve
hakkı bâtıldan ayıran Kur’an işte bu ayda indirilmiştir: (350)
Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun; hasta ya da yolcu olan kimse de başka günlerde kaza etsin! Allah sizin
için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez; oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı
için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister.
(350) Oruç, Kur’an’ın doğum kutlamasıdır. İşte içerisinde Kur’an o gece nâzil olduğu için “bin aydan daha
hayırlı” olan Kadir/kader/ ölçü gecesini barındıran Ramazan ayını değerli kılan da buydu. Bu silsileyi izlersek:
Ramazan’a hürmet Kur’an’a hürmettir, Kur’an’a hürmet Allah’a hürmettir. Ramazan’a hürmetin ölçüsü ise onu
oruçlu geçirmektir. Çünkü o insanlığa rehber olan ve hakkı bâtıldan ayıran vahyi elinden tutarak insanlığa
sunmuştur. Ramazan, kutsallığını Kur’an ayı oluşundan alır.
ُ ْ‫ان َف ْل َيسْ َت ٖجيبُوا لٖ ى َو ْلي ُْؤ ِم ُنوا ٖبى لَ َعلَّ ُه ْم َير‬
﴾١٨٦﴿ ‫ون‬
َ ‫ش ُد‬
َ َ‫َوا َِذا َساَل‬
ِ ‫َّاع ِا َذا َد َع‬
ِ ‫ك عِ َب ٖادى َع ٖ ٰنى َف ِا ٖ ٰنى َق ٖريبٌ ا ُ ٖجيبُ َدعْ َو َة الد‬
186 Eğer kullarım sana Benden soracak olurlarsa,


İyi bilsinler ki Ben çok yakınım: (351)
Bana dua edenin çağrısına hemen karşılık veririm. Öyleyse onlar da Bana karşılık versinler ve Bana tam
güvensinler ki, hak yoluna yöneltilsinler.(352)
(351) Kâf 16 ışığında zımnen: O kadar yakınım ki, şahdamarından bile; dolayısıyla Bana yakın olmak isteyen
şah damarına, yani kendine yakın olmak zorundadır. Kendini kaybeden beni dünden kaybetmiştir.
(352) Dua kalbin Allah’la konuşmasıdır. Allah Rasulü duanın önemini şöyle izah eder: “Allah katında duadan
daha üstün bir insan davranışı yoktur” (Tirmizî, De‘avât 1). Bu kadar büyük ve ölümsüz bir hakikati bu denli
sade ve yalın bir dille anlatmak ancak kelam-ı ilâhîye mahsus bir özellik olsa gerek.
(Nuzul 36 / Mushaf 50 : Kaf 16 Aşağıdadır.)
﴾١٦﴿ ‫اَل ْنسَانَ َو َنعْ لَ ُم مَا ُتوَ سْ ِوسُ ِبهٖ َن ْف ُس ُه َو َنحْ نُ اَ ْقرَ بُ ِالَ ْي ِه مِنْ حَ ب ِْل ْال َو ٖري ِد‬
ِ ْ ‫َولَقَدْ َخلَ ْق َنا‬
16 Doğrusu insanı yaratan Biziz ve iç beninin ona neler fısıldadığını (17) iyi biliriz: zira Biz insana şahdamarından daha yakınız. (18)
(17) Vesvese doğal kelimedir ve iç benin “fısıltılarını” ifade eder. İrade ve vesvese ters orantılıdır: biri büyürse diğeri küçülür.
(18) Zımnen: İnsan Allah için kendi başına bırakılmayacak kadar önemlidir. Zira dışarıdan hiç müdahale olmasa dahi, içindeki imkanı zaafa
dönüştürerek ya kula kul olur ya da kulu kendine kul eder. Sonuçta vesveseden vicdanının sesini duyamaz olur. O sesi duyması için
şahdamarına, yani kendisine yaklaşması şarttır. Krş. “Yaratan bilmez mi hiç?” (Mülk: 14). şeytani fısıltının fiil ile ifadesi iç benin
ayartmalarının sürekli değişken ve kestirilemeyen yapısına delalet eder. Âyet, Allah’ın Yaratıcısına yabancılaşmayan insana kendi
benliğinden de yakın olduğunu beyan eder.
181
ٰ ‫ث ا هِلى ن َِسا ِئ ُك ْم هُنَّ لِ َباسٌ لَ ُك ْم َواَ ْن ُت ْم لِ َباسٌ لَهُنَّ َعلِ َم ه‬
ُ ‫ص َيام الرَّ َف‬
‫اب َعلَ ْي ُك ْم َو َع َفا‬
َ ‫ون اَ ْن ُف َس ُك ْم َف َت‬
َ ‫ّللا ُ اَ َّن ُك ْم ُك ْن ُت ْم َت ْخ َتا ُن‬
ِ ِّ ‫ا ُ ِح َّل لَ ُك ْم لَ ْيلَ َة ال‬
‫ه‬
‫ه‬
ُ ‫ّللا ُ لَ ُك ْم َو ُكلُوا َوا ْش َربُوا َح ٰتى َي َت َبي ََّن لَ ُك ُم ْال َخ ْي‬
ٰ ‫ب‬
‫ط ْاَلَ ْب َيضُ م َِن ْال َخ ْيطِ ْاَلَسْ َو ِد م َِن ْال َفجْ ِر ُث َّم‬
َ ‫َع ْن ُك ْم َف ْال هپ َن بَاشِ رُوهُنَّ َوا ْب َت ُغوا َما َك َت‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ٰ
ْ
ْ
َّ
ْ
ْ
ُ
ُ
َ
َّ
َ
ِّ ‫اَ ِتمُّوا ال‬
‫اس ل َعل ُه ْم‬
َ ِ‫ّللا َفَل َتق َربُو َها َكذل‬
ِ ‫ك ُح ُدو ُد‬
َ ‫ون فِى ال َم َسا ِج ِد تِل‬
َ ‫ص َيا َم ِالَى الَّي ِْل َو ََل ُتبَاشِ رُو ُهنَّ َواَنت ْم َعا ِكف‬
ِ ‫ك ُي َبيِّنُ ّللا ُ ا َياتِهٖ لِلن‬
﴾١٨١﴿ ‫ون‬
َ ُ‫َي َّتق‬
187 Oruç günlerinizin gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâldir: Onlar sizin elbiseleriniz, siz de onların
elbiselerisiniz. (353) Sizin kendinizi zor duruma düşüreceğinizi Allah gördü;(354) işte bu yüzden size affıyla
muamele etti ve zorluğu üzerinizden kaldırdı: şimdi artık onlara yaklaşın ve Allah’ın size meşru kıldığından
yararlanın!(355)
Fecir vakti, gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı sizin için belirgin hâle gelinceye kadar yiyin için!(356)
Sonra orucu geceye kadar tamamlayın! Mescidlerde itikâfa girdiğinizde de hanımlarınıza yaklaşmayın!(357) İşte
bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır, sakın bunlara yaklaşmayın!(358) Allah âyetlerini insanlığa böylece açıklıyor
ki, sorumluluk bilincini kuşanabilsinler.
(353) Giysi, insanı güzelleştirir. Eşler de birbirlerini güzelleştiren birer giysi gibi olmalıdırlar.
(354) Ebu Müslim, tahtânûne’nin “azaltmak, eksiltmek” anlamına gelen bir kökten türediğine dikkat çekerek bu
ifadeye şu mânayı verir: “Allah bu konuda izin vermemiş olsa dahi, hazzınızı eksiltmeyi gönüllü olarak
kabulleneceğinizi gördü” (nkl. Râzî).
(355) İlk mü’minler Medine’deki Yahudi geleneğinin de etkisiyle, oruç gecesinde yeme, içme ve cinsel
birleşmenin yasak olduğunu sanıyorlardı. Çünkü Yahudilikte oruçlu biri için bütün bunlar yasaktı. Yahudiler
sadece iftardan iftara oruçlarını açarlar, oruç gecesini de aynen gündüz gibi oruçlu olarak geçirirlerdi.
(356) Burada kullanılan ibare lafzen “beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar” şeklindedir. Hiç kuşku
yok ki “beyaz iplik”le tan yerinin aydınlığı, “siyah iplik”le de gecenin karanlığı kastedilmektedir. Zaten Allah
Rasulü de âyeti böyle açıklamıştır (Buhârî, Tefsir 156).
(357) İtikaf bir mescid ya da mescid hükmündeki herhangi bir mahalde kapanarak kişinin mesaisini yalnızca
ibadete tahsis etmesidir.
İtikâf, Hıra’yı yeniden yaşamak ve yüreğe yolculuktur. Böyle bir yolculukta tensel hazza yer yoktur.
(358) Allah’ın çizdiği sınırları değil aşmayı, onlara “yaklaşmayı” bile aklınızdan geçirmeyin. Bu nedenle âyette,
bu sınırları çiğnememek değil onlara yaklaşmamak emrediliyor.
﴾١٨٨﴿ ‫ون‬
َ ‫اَل ْث ِم َواَ ْن ُت ْم َتعْ لَ ُم‬
َ َ‫َو ََل َتاْ ُكلُوا اَم َْوالَ ُك ْم َب ْي َن ُك ْم ِب ْالبَاطِ ِل َو ُت ْدلُوا ِب َها ِالَى ْال ُح َّك ِام لِ َتاْ ُكلُوا َف ٖري ًقا ِمنْ ا‬
ِ ْ ‫اس ِب‬
ِ ‫مْو‬
ِ ‫ال ال َّن‬
188 Birbirinizin mallarını gayr-ı meşru bir biçimde yemeyin(359) ve günaha girerek bile bile insanların hakkını
yemek için o malları kullanarak yetkililere ulaşmayın!(360)
(359) Oruç insanın kendi malını yemesiyle ilgili bir iç disiplinin adıydı. Allah’ın emrine uymak maksadıyla
insan kendi helâl kazancına dâhi oruç müddetince el uzatmıyordu. Bu âyet ise insanın başkalarının malına karşı
nasıl davranması gerektiğini işliyor. Bu âyet aynı zamanda, 168. âyetle başlayan konunun bel kemiğini teşkil
ediyor. Âyette “gayr-ı meşru” şeklinde çevirdiğimiz ibarenin aslı bâtıl’dır.
Bâtıl, “karşılığı olmayan şey” demektir.
Hakkın zıddıdır. Zarar ve ziyan da bâtıl olarak adlandırılır. Âyet emeğe saygıya davet etmektedir: Emeğe saygı
Allah’a saygıdır.
(360) Âyetteki tudlû fiili, aslında “kova sarkıtmak” (krş. edlâ delveh Yusuf: 19) anlamındaki edlâ’dan gelir ki,
mecazen yargıyı yanıltmak için sahte delil sunmak ya da rüşvet, torpil vs. gibi meşru olmayan yollarla resmi
makamları kullanarak haksız kazanç sağlamak anlamına gelir. Bu aynı zamanda devlete kova sarkıtmaktır ki, bu
da kamu malı yemeye bir atıftır. Râzî, bu ibareden yola çıkarak şu güzel tesbiti yapar: “Kova kuyuya su
çıkarmak amacıyla sarkıtılır ve su çıkarılır. Mal (rüşvet) da hakim ve yöneticilere lehte karar çıkarmak için
verilir.” Eğer bihâ’daki zamir emvâl’e gidiyorsa, bunun anlamı kesinlikle “rüşvet” olur.
182
(Nuzul 71 / Mushaf 12 : Yusuf 19 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ضَاعَة َو ه‬
ً
ْ ‫َوجَ اء‬
﴾١٩﴿ َ‫ّللاُ عَ لٖي ٌم ِبمَا يَعْ َملُون‬
‫اردَ ُه ْم َفا َدْ هلى دَ ْل َوهُ َقا َل يَا ُب ْش هرى ههـ َذا ُغ ََلمٌ َواَسَ رُّوهُ ِب‬
ِ ‫َت سَ يَّارَ ةٌ َفاَرْ سَ لُوا َو‬
19 BERİ yandan, bir kervan geldi(22) ve sucularını suya gönderdi; kovasını kuyuya salmasıyla (gördüğü karşısında) bağırması bir oldu: “Â,
ne kısmet! Bir oğlan çocuğu bu!” Onu ticari bir mal olarak satmak üzere yanlarında gizlediler; oysa ki Allah ne yapacaklarını çok iyi
biliyordu.
(22) Veriler bunun, Mısır’a güneyden emtia götüren İsmailoğulları kervanı olduğunu gösteriyor.
ُ
ُ ٖ‫ِى َم َواق‬
‫ُور َها َو هلـكِنَّ ْال ِبرَّ َم ِن ا َّت هقى َو ْا ُتوا‬
َ ‫اس َو ْال َح ِّج َولَي‬
َ ‫ك َع ِن ْاَلَ ِهلَّ ِة قُ ْل ه‬
َ ‫َيسْ َپلُو َن‬
ِ ‫يت لِل َّن‬
ِ ‫ْس ْال ِبرُّ ِباَنْ َتاْ ُتوا ْال ُبيُوتَ ِمنْ ظه‬
‫ه‬
ٰ
﴾١٨٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا لَ َعلَّ ُك ْم ُت ْفلِح‬
َ ‫ْال ُبيُوتَ ِمنْ اَب َْو ِاب َها َوا َّتقُوا‬
189 SANA ayın evreleri hakkında soru soruyorlar.(361)
Cevap ver: (362)
O insanlık için zamanın ölçü birimidir, haccın da.(363)
Bu arada, evlere arkasından girmeniz de erdemlilik değildir, (364) gerçek erdem sahibi, sorumluluk bilinciyle
hareket eden kimsedir. O hâlde evlere kapılarından girin ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki,
ebedi kurtuluşa erebilesiniz!(365)
(361) Zamana tabi bir ibadet olan Ramazan orucu ve kişinin servetiyle ilgili hukuki düzenlemelerin ardından,
yine servet sarfı gerektiren ve zamanâ tabi bir ibadet olan hacca getirilir söz. Ancak ondan önce, sorulan bir soru
vesilesiyle Ramazan bahsini de doğrudan ilgilendiren kozmolojik bir meseleye, yeryüzünün tek uydusu olan ayın
evrelerine değinilir.
(362) Dilci Fîrûzâbâdî, bu türden, cevabının başında fa bulunmayan soruların gerçekten önceden sorulmuş
sorular olduğunu, önceden sorulmayıp sorulması varsayıldığı için sorulan soruya verilen cevabın başında fa
bulunduğunu söyler. Buna Kur’an’dan “Sana, o gün dağların ne olacağı hakkında soracaklar” (Tâhâ: 105) âyetini
delil gösterir (el-Besair I, 153).
(363) İbareden sorulan sorunun hem ayın evreleri hem de işleviyle ilgili olduğu sonucu çıkmaktadır. Ay 33 yıllık
çevrimiyle, oruç ibadetinde işgal ettiği olmazsa olmaz işleviyle, hac, zekât vd. ibadetlerdeki rolüyle ve hayız hâli
örneğinde olduğu gibi insan üzerindeki etkisiyle mânevî ve maddî hayatımızın kaçınılmaz bir parçasıdır.
(364) Bu âyetin başı ile devamı arasındaki bağ dikkat çekicidir. Baştaki sorunun, eve kapıyı bırakıp bacadan
girmek gibi ters bir mantıkla sorulduğunu ifade eder. Zira ayın neden önce ince doğup sonra kalınlaştığı sorusu
Hz. Peygamber’e sorulacak soru değildir. Şu bir gerçektir ki, sormamaları gereken soruyu soranlar, sormaları
gereken soruyu sormazlar. Hatta bazen bu sonucu almak için birincisine başvururlar. “Evlere kapısından girin”
deyimsel ifadesi, “meseleye doğru yaklaşın” anlamına gelir. Zımnen: Yanlış soruya doğru cevap bulunmaz. Bu
bağlamda “Haccın ruhunu ve maksadını gözardı etmeyin!” demektir. İbadetlerin ruhunu ihmal edip sadece
biçimine odaklanan gösterişçi dindarlık veya dindarlık gösterisi yerilmektedir. Bu deyimsel ifadenin nüzûl
ortamında örnekleri görülen bir bâtıl inançtan doğduğu rivayetleri vardır. Buna göre, bir Arap ihramlıyken evine
arka kapıdan (veya dam kapısından) girmeyi dindarlık sayarmış (Taberî). Âyette, takvâ ile gösterişçi dindarlık
birbirinin zıddı olarak takdim edilmektedir.
(365) 177. âyette ibadetlerin illet ve gayelerinden arındırılarak kuru şekilciliğin kutsanması yerilirken, bu âyette
örf ve âdetlerin kutsanması yerilmektedir.
‫ه‬
‫و َقا ِتلُوا فٖ ى سب ه‬
﴾١٩١﴿ ‫ين‬
َ ‫ّللا ََل ُيحِبُّ ْالمُعْ َت ٖد‬
َ ٖ‫ّللا الَّذ‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ
ِ َٖ
َ ٰ َّ‫ين ُي َقا ِتلُو َن ُك ْم َو ََل َتعْ َت ُدوا اِن‬
190 SİZE karşı savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat saldırganlık yapmayın! Allah saldırganlık
yapanları sevmez.(366)
183
(366) Erdemin gerçek ölçütüyle ilgili koordinatlar verildikten sonra, söz insanî erdemin en çok çiğnendiği ve
haksızlık ve zulmün en çok işlendiği savaşa getirilmiştir. Kur’an savaşa meşru sınırlar içerisinde izin vermiş,
fakat kirli savaşa izin vermemiştir. Bu yüzden bir savaş ahlâkı geliştirmiştir.
ُ ‫ْث َث ِق ْف ُتمُو ُه ْم َواَ ْخ ِرجُو ُه ْم ِمنْ َحي‬
ُ ‫َوا ْق ُتلُو ُه ْم َحي‬
‫ْث اَ ْخ َرجُو ُك ْم َو ْال ِف ْت َن ُة اَ َش ُّد م َِن ْال َق ْت ِل َو ََل ُت َقا ِتلُو ُه ْم عِ ْن َد ْال َمسْ ِج ِد ْال َح َر ِام َح ه ٰتى‬
‫ه‬
ْ
ُ
ُ
ُ
ْ
ُ
ُ
ُ
﴾١٩١﴿ ‫ين‬
َ ‫ك َج َزا ُء ال َكاف ِٖر‬
َ ِ‫ُي َقا ِتلوك ْم فٖ ي ِه َف ِانْ َقا َتلوك ْم َفاقتلو ُه ْم َكذل‬
191 Onları, (savaşta) gözünüze kestirdiğiniz(367) her yerde öldürün. Sizi sürgün ettikleri yerden siz de onları
sürgün edin.
İnanca yönelik zulüm ve baskı ölümden beterdir. (368)
Mescid-i Haram civarında onlar size savaş açmadıkça siz de onlara savaş açmayın. Eğer onlar size savaş açarsa,
onları öldürün!(369) İşte kâfirler böyle cezalandırılır.(370)
(367) “Keskin görüş, zeka, anlayış” anlamındaki es-sakfe Kur’an’da geldiği altı yerin hepsinde savaş ve
düşmanlık bağlamında kullanılır. Bu yüzden “bulmak” ile karşılanamaz. Her ne kadar Nisâ: 89 ve Tevbe: 5’te
benzer bir bağlamda vecedtumûhum kullanılmışsa da, vecede çok daha geneldir (krş. el-İ‘câz, s. 450-453). Bu
âyet Mumtehane 8-9 ışığında anlaşılır. Sadece saldırgan cezalandırılır.
(368) Fitne burada inanca yönelik her tür baskı ve zulmü ifade eder (bkz. Tevbe: 49). Zira baskı ve işkence
altında kalan ölümü temenni eder; ölümün temenni edildiği şey ise ölümden beterdir (krş. Zemahşerî).
(369) Âyetin bu cümlesi ilk cümlesi olan “Onları karşı karşıya geldiğiniz her yerde öldürün!” talimatını tefsir
etmektedir. Karşı karşı ya gelindiği her yerde öldürülecek olanlar saldırgan taraftır. Çünkü onlar saldırmakla
tecavüzkâr olduklarını isbatladılar ve başka insanların canlarına kastederek kendi canlarını heder ettiler (krş.
Mumtehane: 6-9).
(370) Bu âyet savaşa izin veren ilk âyet değil, savaşı emreden ilk âyettir. Savaşa izin veren ilk âyet Hac sûresinin
39-40. âyetleridir.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 89 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫يل ه‬
ُ ‫ّللاِ َفاِنْ َت َولَّ ْوا َف ُخ ُذو ُه ْم َوا ْق ُتلُو ُه ْم حَ ي‬
﴾٨٩﴿ ‫صيرً ا‬
ٖ ‫ْث َوجَ دْ ُتمُو ُه ْم َو ََل َت َّتخ ُِذوا ِم ْن ُه ْم َولِ ًٰيا َو ََل َن‬
ِ ‫سَب‬
ِ ‫َودُّوا لَ ْو َت ْكفُرُونَ َكمَا َك َفرُوا َف َت ُكو ُنونَ سَوَ ا ًء َف ََل َت َّتخ ُِذوا ِم ْن ُه ْم اَ ْولِيَا َء حَ ٰتى ُيهَا‬
ٖ ‫جرُوا فٖ ى‬
89 Onlar, kendilerinin inkâr ettikleri gibi sizin de inkâr edip kendileriyle aynı seviyeye düşmenizi istiyorlar. O hâlde, Allah yolunda hicret
edinceye kadar onları kendinize sır ortağı(108) edinmeyin! Eğer düşmanlığa yönelirlerse, onları nerede bulursanız yakalayın, öldürün ve
onlardan kimseyi ne dost, ne de yardımcı tutun!
(108) Lafzen: “Can dost”. Yani askeri müttefik (Mâide: 51, ilgili nota bakınız).
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 5 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫َفا َِذا ا ْنسَ لَ َخ ْاَلَ ْش ُه ُر ْال ُح ُر ُم َفا ْق ُتلُوا ْال ُم ْش ِركٖ ينَ حَ ي‬
َّ ‫صرُو ُه ْم َوا ْق ُع ُدوا لَهُ ْم ُك َّل مَرْ صَ ٍد َفاِنْ َتابُوا َواَ َقامُوا الص هَّلو َة َو ها َتوُ ا‬
﴾٤﴿ ‫ّللا غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
ُ ْ‫ْث َوجَ دْ ُتمُو ُه ْم وَ ُخ ُذو ُه ْم َواح‬
َ ٰ َّ‫سَبيلَ ُه ْم اِن‬
ٖ ‫الز هكو َة َف َخلُّوا‬
5 Ve (bu) yasak (kapsamındaki) aylar çıktığında,(9) artık müşrikleri tuttuğunuz yerde öldürün; yakalayın, çepeçevre kuşatın, onları her
gözetim noktasına kurulup gözetleyin!(10) Fakat eğer onlar tevbe eder, namazı istikametle eda eder ve arınıp yücelmek için ödenmesi
gereken bedeli ödemeyi kabul ederlerse, işte o zaman bırakın yakalarını!(11) Unutmayın ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet
kaynağıdır.
(9) Veya: “Dokunulmazlık ayları”. Buradaki el-eşhuru’l-hurum’dan kasıt anlaşma süresine denk gelen aylardır. Cahiliyyede insanın
dokunulmazlığı istisna idi. Vahiy, insan dokunulmazlığını kural hâline getirdi ve dokunulabilirlik istisna oldu. Bu yüzden de geleneksel
“haram aylar” uygulaması boşa çıktı.
(10) Bu savaşın gerekçesi 7. âyetten de anlaşılacağı gibi “anlaşmaya ihanet”tir, asla “Ya İslâm, ya ölüm!” seçeneğine zorlama değildir (krş.
Enfal: 61).
(11) Lafzen: “..bırakın, yollarına gitsinler”.
184
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 49 Aşağıdadır.)
ُ ‫َو ِم ْن ُه ْم مَنْ َيقُولُ ا ْئ َذنْ لٖى َو ََل َت ْفتِ ٖ ٰنى اَ ََل فِى ا ْلفِ ْت َن َِة سَ َق‬
َ ٖ‫طوا وَ اِنَّ جَ َه َّن َم لَمُح‬
﴾٥٩﴿ َ‫يط ٌة ِب ْال َكاف ِٖرين‬
49 Onlardan kimileri de “İzin ver bana, beni günaha sokma!” (64) der. Şu işe bakın ki, baştan ayağa günaha gömüldüler: Üstelik, nankörlükte
ısrar edenler bir de cehennem tarafından kuşatılacaktır.
(64) Veya: “beni fitneye düşürme”. Çok anlamlılığın en çarpıcı örneklerinden biri olan fitne (kök anlamı için bkz. Bakara: 102,191, not 2)
Kur’an’da türevleriyle birlikte 60 yerde kullanılır ve;



















Deneme,
Sınav,
Mazeret,
Musibet,
Skandal,
Cinnet,
Anarşi ve kargaşa,
Kışkırtma,
Ayartma,
Terör,
İşkence ve baskı,
İç savaş,
Savaş,
Öldürme,
Günah,
Saptırma,
Nifak,
Küfür,
Şirk gibi anlamlarda kullanılır.
Bu anlamlar tasnife tabi tutulacak olursa, kavramın;



Bireysel ve toplumsal,
Maddî ve mânevî,
Ahlâkî ve akidevî tüm alanlarda kullanıldığı görülür.
Bu bağlamda fitne’nin en makul karşılığı “günah” olsa gerektir.
(Nuzul 109 / Mushaf 60 : Mümtehine 6-9 Aşağıdadır.)
‫ّللاَ َو ْالي َْو َم ْ ه‬
ٰ ‫اَلخِرَ َومَنْ َي َت َو َّل َفاِنَّ ه‬
ٰ ‫يه ْم اُسْ َوةٌ حَ سَ َن ٌة لِمَنْ َكانَ يَرْ جُوا ه‬
﴾٦﴿ ‫ّللاَ ه َُو ْالغَ نِىُّ ْالحَ مٖ ي ُد‬
ِ ٖ‫لَقَدْ َكانَ لَ ُك ْم ف‬
6 Doğrusu onlar(ın bu tavrında),(15) içinizden Allah’ı ve Ahret Günü’nü gözeten kimseler için elbet güzel bir örneklik vardır; ama kim de
(kâfirleri) dost edinerek (bu emre) yüz çevirirse,(16) iyi bilsin ki Allah kimseye muhtaç değildir, hamdin tamamı zâtına mahsus olandır.
(15) Yani: 4. âyette dile getirilen küfre karşı net ve açık “tavır koyma” ve iman ile inkâr arasındaki ilâhi sınırı gözetme hususunda.
(16) Men yetevelle ibâresi, mazi fiil okunduğunda “kim yüz çevirirse”, muzari (tevelli’den) okunursa “kim dost edinirse” mânasına gelir.
Kelime iki mânaya da açık, ‘tevriye’ye elverişlidir.
ٰ ‫ّللا ُ َقدٖ ي ٌر َو ه‬
ٰ ‫ّللاُ اَنْ يَجْ عَ َل َب ْي َن ُك ْم َو َبيْنَ الَّذٖ ينَ عَادَ ْي ُت ْم ِم ْن ُه ْم م ََو َّد ًة َو ه‬
ٰ ‫عَ سَى ه‬
﴾١﴿ ‫ّللا ُ غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
7 Mümkündür ki Allah, sizin düşman olarak algıladığınız kimselerle sizin aranızda bir sevgi var edebilir;(17) ve Allah’ın (buna) gücü yeter;
üstelik Allah tarifsiz bir bağış, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.(18)
(17) Bu âyet, İslâm’da cihadın gayesinin düşmanlık değil sevgi olduğunun en açık delilidir.
(18) Zımnen: “Kendisine güvenen ve yönelen kimseler için” (4. âyet). Kaynaklarımız, bu âyetin iniş nedeni olarak, Rasulullah’ın Ümmü
Habibe ile gıyabında nişanlanmasını gösterirler. Hz. Peygamber, Habeş muhacirlerinden olan Ümmü Habibe’yi, kocası Ubeydullah b. Cahş
öldükten sonra veya “tanassur” edip boşandıktan sonra eş adayı seçerek ödüllendirmişti. Allah Rasulü’nün bu jestinden hoşlanan Ebu
Süfyan, “Bu yiğidi kimse durduramayacak” itirafında bulunacaktır (Keşşaf).
‫ه‬
ُ ِ‫ين َولَ ْم ي ُْخرجُو ُك ْم مِنْ ِديَار ُك ْم اَنْ َتبَرُّ و ُه ْم َو ُت ْقس‬
ٰ ‫ََل َي ْن ههي ُك ُم ه‬
﴾٨﴿ َ‫ّللا ُيحِبُّ ْال ُم ْقسِ ٖطين‬
َ ٰ َّ‫طوا ِالَي ِْه ْم اِن‬
ِ ‫ّللاُ عَ ِن الَّذٖ ينَ لَ ْم ُي َقاتِلُو ُك ْم فِى ال ٰٖد‬
ِ
ِ
8 Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve fedakârlığa dayalı bir ilişki geliştirmenizi
yasaklamaz: Çünkü Allah fedakâr olanları pek sever.(19)
(19) Kıst’a verdiğimiz anlam için bkz. Hucurât: 9, not 7.
185
‫ج ُك ْم اَنْ َت َولَّ ْو ُه ْم َومَنْ َي َت َولَّ ُه ْم َفا ُ ه‬
َّ ‫ولئِكَ ُه ُم‬
ٰ ‫ِا َّنمَا َي ْن ههي ُك ُم ه‬
﴾٩﴿ َ‫الظالِمُون‬
ِ ‫َار ُك ْم َو َظا َهرُوا ع هَلى ا ِْخرَ ا‬
ِ ‫ّللاُ عَ ِن الَّذٖ ينَ َقا َتلُو ُك ْم فِى ال ٰٖد‬
ِ ‫ين َواَ ْخرَ جُو ُك ْم مِنْ ِدي‬
9 Allah size, yalnızca sizinle din savaşı yapan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran veya sizin çıkarılmanıza destek verenlerle dostluk kurmanızı
yasaklar: artık kim onlarla dostluk kurarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.(20)
(20) Zımnen: Saldırgana dost olmak zulümse, tersi de adâlettir.
‫ه‬
﴾١٩٢﴿ ‫ّللا غَ فُو ٌر َرحٖ ي ٌم‬
َ ٰ َّ‫َفا ِِن ا ْن َت َه ْوا َفاِن‬
192 Eğer yaptıklarına bir son verirlerse, şüphe yok ki Allah tarifsiz bağışlayıcıdır, eşsiz merhamet
kaynağıdır.(371)
(371) İlâhî Kelam, pişmanlık kapısını hep açık tutmakta, suçlu ve günahkar insanları tevbeye özendirmektedir.
‫ه‬
َّ ‫ان ا ََِّل َعلَى‬
﴾١٩٣﴿ ‫ين‬
َ ‫الظال ِٖم‬
َ ‫ّلل َفا ِِن ا ْن َت َه ْوا َف ََل ع ُْد َو‬
ِ ٰ ِ ُ‫ون ال ٖ ٰدين‬
َ ‫ون ِف ْت َن ٌة َو َي ُك‬
َ ‫َو َقا ِتلُو ُه ْم َح ه ٰتى ََل َت ُك‬
193 Onlarla inanca yönelik zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’a ait oluncaya kadar savaşın!(372)
Eğer yaptıklarına bir son verirlerse, zulmedenlerin haricindekilere düşmanlık da sona erecektir.(373)
(372) Bu âyetten farklı olarak, Enfâl 39’da kulluhu ibaresi yer alır. Bunun sebebi de bu âyette savaşılması
kastedilenler sadece Mekke müşrikleriyken Enfâl sûresinde savaşılması kastedilenler küfürde direnen tüm
güçlerdir. Bu âyet En‘âm 35 ışığında anlaşılmalıdır (krş. Nahl: 90).
(373) Eğer yaptıklarına son verirlerse, bu yeterli addedilmektedir. Bizzat zulmedenler, eğer tesbit edilmişlerse
elbette cezalarını çekecek, cezaları da işledikleri suçun dengi olan “âdil bir karşılık” şeklinde gerçekleşecektir.
(Nuzul 95 / Mushaf 8 : Enfal 39 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
﴾٣٩﴿ ‫َصي ٌر‬
ٖ ‫ّللا بِمَا يَعْ َملُونَ ب‬
ِ ٰ ِ َ‫َو َقاتِلُو ُه ْم حَ ه ٰتى ََل َت ُكونَ فِ ْت َن ٌة َو َي ُكونَ ال ٰٖدينُ كله‬
َ ٰ َّ‫ّلل َفا ِِن ا ْن َته َْوا َفاِن‬
39 Artık onlarla zulüm ve baskı(42) sona erinceye ve hayatın Allah’a adanmasına (yönelik tüm baskılar kaldırılıncaya) kadar(43) savaşın! Ne
ki baskıya bir son verirlerse, unutmayın ki Allah onların yaptığı her şeyi görmektedir.
(42) Fitne’nin “zulüm ve baskı” anlamı için bkz. Mâide: 41, not 5 ve Tevbe: 49, not 2.
(43) Lafzen: “din tamamen Allah’ın oluncaya kadar”. Bizim âyetin dış bağlamına uygun serbest çevirimizi hemen arkadan gelen cümle
doğrulamaktadır.
Savaşın amacı saldırgan tarafın saldırganlığına ve inanca yönelik baskılarına son vermektir.
Bunun en açık delili Mumtehane 8 ve 9. âyetlerdir.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 35 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ض اَ ْو ُسلَّمًا فِى ال َّسمَا ِء َف َتاْ ِت َي ُه ْم ِب ها َي ٍة َولَ ْو َشا َء ه‬
َ ْ ‫ض ُه ْم َفا ِِن اسْ َت َطعْ تَ اَنْ َت ْب َتغِىَ َن َف ًقا فِى‬
﴾٣٤﴿ َ‫ّللاُ لَجَ مَعَ ُه ْم عَ لَى ْاله هُدى َف ََل َت ُكو َننَّ مِنَ ْالجَ اهِلٖين‬
ُ ‫َواِنْ َكانَ َكبُرَ عَ لَيْكَ اِعْ رَ ا‬
ِ ْ‫اَلر‬
35 Eğer onların yüz çevirmeleri ağırına gidiyorsa ve senin de yeri oymaya ya da göğe merdiven dayamaya gücün varsa, haydi bunu yap da
bir mucize getir bakalım! Oysa ki eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzre buluştururdu, (ama dilemedi).(26) Öyleyse, sakın
(Allah’ın yasasını) bilmezden gelme!
(26) Parantez içi açıklama hem sözgelimine, hem de Yûnus 99 gibi âyetlere dayanmaktadır (krş.Hûd: 34, not 7).
(Nuzul 74 / Mushaf 16 : Nahl 90 Aşağıdadır.)
186
‫ه‬
ُ ‫ٸ ذِى ْالقُرْ هبى َو َي ْن ههى عَ ِن ْال َفحْ َشا ِء َو ْال ُم ْن َكر َو ْال َب ْغی َيع‬
﴾٩١﴿ َ‫ِظ ُك ْم لَعَ لَّ ُك ْم َت َذ َّكرُون‬
ِ ‫سَان َواٖ ي َتا‬
َ ٰ َّ‫اِن‬
ِ ْ‫ّللا َياْ ُم ُر بِ ْالعَ دْ ِل َو ْاَلِح‬
ِ
ِ
90 HİÇ şüphe yok ki Allah âdil davranmayı, iyilik yapmayı ve yakınlara karşı cömert olmayı(103) emreder; ve her türlü utanç verici
hayasızlığı, selim akla ve sağduyuya aykırı çirkinliği ve sınırları hiçe sayan taşkınlık ve azgınlığı yasaklar: size (bu) öğütleri verir ki,
sorumluluklarınızı aklınızda tutabilesiniz.(104)
(103) Yakınların hem niteliği hem de niceliği konusunda hiç bir sınırlandırma yapılmamıştır. İlk müfessirler de âyetteki “akrabaya verme”
emrini böyle anlamışlardır (Mukatil).
(104) Zımnen: İnsanın doğuştan getirdiği şey ilk günah değil, sorumluluktur.
‫ه‬
ُ ‫اَل َّش ْه ُر ْال َح َرا ُم ِبال َّشه ِْر ْال َح َر ِام َو ْال ُح ُر َم‬
‫ّللا َواعْ لَمُوا‬
َ ‫ات ِق‬
َ ٰ ‫صاصٌ َف َم ِن اعْ َت هدى َعلَ ْي ُك ْم َفاعْ َت ُدوا َعلَ ْي ِه ِبم ِْث ِل َما اعْ َت هدى َعلَ ْهي ُك ْم َوا َّتقُوا‬
﴾١٩٥﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ّللا َم َع ْال ُم َّتق‬
َ ٰ َّ‫اَن‬
194 Dokunulmazlık ayında saldırana cevap, yine dokunulmazlık ayında verilir. Zira dokunulmazlıkta denklik
esastır.(374) Her kim de size saldırırsa, onun yaptığının aynısıyla siz de karşılık verin ve fakat Allah’a karşı
sorumluluğunuzun bilincinde olun; Allah’ın, sorumluluk bilincini kuşananların yanında olduğunu aklınızdan
çıkarmayın!
(374) Müşrikler mü’minlere bu aylarda saldırı düzenliyor, lâkin mü’minler tarafından misilleme yapıldığında
hemen onları “haram aylara hürmetsizlikle” suçluyorlardı. İşte “dokunulmazlıkta denklik esastır” ilkesi bu
gerçeği ifade eder. Zaten hicretin 9. yılında inen Tevbe sûresinin ilk âyetleriyle İbrahimi geleneğin izlerini
taşıyan “dokunulmazlık ayları” uygulamasının yerini, istisnai durumlar hariç insan canının daimi dokunulmazlığı
alacaktır (bkz. Tevbe: 5).
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 5 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫َفا َِذا ا ْنسَ لَ َخ ْاَلَ ْش ُه ُر ْال ُح ُرمُ َفا ْق ُتلُوا ْال ُم ْش ِركٖ ينَ حَ ي‬
َّ ‫صرُو ُه ْم َوا ْق ُع ُدوا لَهُ ْم ُك َّل مَرْ صَ ٍد َفاِنْ َتابُوا َواَ َقامُوا الص هَّلو َة َو ها َتوُ ا‬
﴾٤﴿ ‫ّللا غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
ُ ْ‫ْث َوجَ دْ ُتمُو ُه ْم وَ ُخ ُذو ُه ْم َواح‬
َ ٰ َّ‫سَبيلَ ُه ْم اِن‬
ٖ ‫الز هكو َة َف َخلُّوا‬
5 Ve (bu) yasak (kapsamındaki) aylar çıktığında,(9) artık müşrikleri tuttuğunuz yerde öldürün; yakalayın, çepeçevre kuşatın, onları her
gözetim noktasına kurulup gözetleyin!(10) Fakat eğer onlar tevbe eder, namazı istikametle eda eder ve arınıp yücelmek için ödenmesi
gereken bedeli ödemeyi kabul ederlerse, işte o zaman bırakın yakalarını!(11) Unutmayın ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet
kaynağıdır.
(9) Veya: “Dokunulmazlık ayları”. Buradaki el-eşhuru’l-hurum’dan kasıt anlaşma süresine denk gelen aylardır. Cahiliyyede insanın
dokunulmazlığı istisna idi. Vahiy, insan dokunulmazlığını kural hâline getirdi ve dokunulabilirlik istisna oldu. Bu yüzden de geleneksel
“haram aylar” uygulaması boşa çıktı.
(10) Bu savaşın gerekçesi 7. âyetten de anlaşılacağı gibi “anlaşmaya ihanet”tir, asla “Ya İslâm, ya ölüm!” seçeneğine zorlama değildir (krş.
Enfal: 61).
(11) Lafzen: “..bırakın, yollarına gitsinler”.
‫ه‬
‫واَ ْن ِفقُوا فٖ ى سب ه‬
﴾١٩٤﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ّللا ُيحِبُّ ْالمُحْ سِ ن‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ
ِ َٖ
َ ٰ َّ‫ّللا َو ََل ُت ْلقُوا ِباَيْدٖ ي ُك ْم ِالَى ال َّت ْهل ُ َك ِة َواَحْ سِ ُنوا اِن‬
195 Bir de Allah yolunda harcayın ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!(375) Hep iyilik edin: Allah
iyilik edenleri sever.(376)
(375) Yukarda ele alınan hac ve İslâm’ı insanla buluşturmak için gösterilen her tür çabanın adı olan cihad
ibadetleri hep ekonomik fedakârlık gerektiren ibadetlerdir. Bu ibadetler için harcanacak her kuruş “Allah
yolunda harcanmış” demektir. Allah yolunda harcama emrinin ardından, bu emrin illet ve hikmeti şöyle
açıklanır: “kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın”. Bu tehlike Allah yolunda harcamayı ve cihadı terk
etmektir.
(376) “Allah…sever” ya da “Allah…sevmez” diye son bulan âyetlerin hemen tamamına yakını Medenî sûrelerde
yer alır. Mekkî sûrelerde ise azab ve ceza öndedir. Bunun nedeni Kur’an’ın eğitim sürecidir. Bu sürecin
başlangıcında insanlar azab ile korkutuluyorlardı. Medine döneminde mü’minlerin Allah’la olan ilişkileri
“sevgi” düzeyine yükseldi.
187
‫ه‬
‫ان ِم ْن ُك ْم‬
َ ‫ى َو ََل َتحْ لِقُوا رُؤُ َس ُك ْم َح ه ٰتى َي ْبلََُ ْال َه ْدىُ َم ِحلَّ ُه َف َمنْ َك‬
ِ ٰ ِ ‫َواَ ِتمُّوا ْال َح َّج َو ْال ُع ْم َر َة‬
ِ ‫ّلل َف ِانْ اُحْ صِ رْ ُت ْم َف َما اسْ َت ْي َس َر م َِن ْال َه ْد‬
ً ‫َم ٖري‬
ٌ
َ ‫ضا اَ ْو ِبهٖ اَ ًذى ِمنْ َر ْاسِ هٖ َفف ِْد َي ٌة ِمنْ صِ َي ٍام اَ ْو‬
ِ ‫ص َد َق ٍة اَ ْو ُنسُكٍ َف ِا َذا اَ ِم ْن ُت ْم َف َمنْ َت َم َّت َع ِب ْال ُع ْم َر ِة ِالَى ْال َح ِّج َف َما اسْ َتي َْس َر م َِن ْال َه ْد‬
‫ه‬
‫ه‬
ٌ
ْ
ْ
ْ
ْ
ُ
َ
َ
َ
ُ
ُ
َ
َ
َ
‫ك لِ َمنْ ل ْم َيكنْ اَهْ ل ُه َحاضِ ِرى ال َمسْ ِج ِد ال َح َر ِام‬
َ ِ‫ك َع َش َرةٌ َكا ِملة ذل‬
َ ‫َّام فِى ال َح ِّج َو َس ْب َع ٍة ِاذا َر َجعْ ت ْم تِل‬
ٍ ‫َف َمنْ ل ْم َي ِج ْد َفصِ َيا ُم ثلث ِة اَي‬
َٰ ‫ّللا َواعْ لَمُوا اَنَّ ه‬
َٰ ‫َوا َّتقُوا ه‬
﴾١٩٦﴿ ‫ب‬
ِ ‫ّللا َش ٖدي ُد ْال ِع َقا‬
196 Haccı(377) da umreyi de Allah rızası için eksiksiz ve tam yapın.(378)
Eğer yerine getirmekten alıkonursanız gücünüzün yeteceği bir kurban verin ve kurban yerine ulaşıncaya
kadar(379) başlarınızı tıraş etmeyin!
İçinizden hasta ya da başından bir rahatsızlığı olan kimse fidye olarak oruç tutmalı veya sadaka vermeli ya da
kurban kesmelidir.
Bir engel olmadığı zaman, hacdan önce umre yapacak kimse gücünün yettiği cinsten bir kurban kessin!
Fakat kurbana gücü yetmeyen üç günü hacda yedi günü döndükten sonra olmak üzere toplam on gün oruç
tutsun!
Bunlar ailece Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir.
Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve Allah’ın cezalandırmada çok şiddetli olduğunu aklınızdan
çıkarmayın!
(377) “Ve ona ulaşmaya gücü yeten herkesin haccetmesi Allah’ın insanlık üzerindeki hakkıdır.” (Âl-i İmran:
97)




Hac, insanlığın Allah’a yürüyüş destanını her mü’minin kendi şahsında yeniden yaşamasıdır.
Hac, Âdem rolünü oynayan her bir insanın yitirdiği cenneti aramaya çıkmasıdır.
Hac, insanoğlunun uzaklaştığı fıtratına yeniden dönüşünü temsil eder.
Hac, kendi kendisine yabancılaşan bireyin kimliğini, kişiliğini bulup kendisiyle barışık ve tanışık yaşamak
için başlattığı soylu yolculuğun adıdır.
Özetle hac, mahşerin provasıdır.
(378) Veya: “tamamlayın”. Buradaki “tam yapma” ya da “tamamlama” emri iki şekilde anlaşılabilir: Ya
İbrahimî bir ibadet olan haccın mesela Arafat vakfesi gibi temel rükünlerini bile dışarıda bırakacak kadar
Müşrikler tarafından noksanlaştırıldığını ve dolayısıyla tam yapılması gerektiğini (bkz. el-Muvâfakât III, 335),
veya tıpkı Hz. Peygamber’in Hudeybiye umresi gibi yarım bırakılan nafile hac ve umrenin “tamamlanması”
gereğini ifade eder (krş. Râzî).
(379) Mehilleh, kurbanın zamanını, mekânını ya da her ikisini birden ifade edebilir. Birinci görüş esas
alındığında kurbanı ille de oraya ulaştırmak şartken, ikinci görüşte buna “şarttır” denilemez. Râzî burada zamanı
ifade ettiğini söyler ki tercihimiz bu görüşe dayanmaktadır. Râzî’ye göre fiziki bir “gönderme/ulaştırmaya” değil
de, mânevî bir “gönderme/ulaştırmaya” delalet eder. Bu tercihi Hac 36. âyet de teyit eder.
(Nuzul 98 / Mushaf 3 : Al-i İmran 97 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ً ‫سَب‬
ٌ ‫َات َبيِّـ َن‬
ٌ ‫فٖ ي ِه هاي‬
﴾٩١﴿ َ‫ّللا غَ نِىٌّ عَ ِن ْالعَالَمٖ ين‬
ِ ‫ح ُّج ْال َب ْي‬
ِ ‫اس‬
َ ٰ َّ‫يَل وَ مَنْ َك َفرَ َفاِن‬
ٖ ‫َن اسْ َت َطاعَ ِالَ ْي ِه‬
ِ ‫تم‬
ِ ‫ات َم َقامُ ِاب هْرهٖ ي َم َومَنْ دَ َخلَ ُه َكانَ ها ِم ًنا وَ ِ ّٰللِ عَ لَى ال َّن‬
97 Buna delalet eden işaretler hâlâ orada duruyor; orası İbrahim’in makamıdır: oraya giren herkes emin olur. Ve ona ulaşmaya gücü yeten
herkesin mabedi haccetmesi, Allah’ın insanlık üzerindeki hakkıdır.(86) Kim de nankörlük ederse, iyi bilsin ki Allah hiç bir varlığa muhtaç
değildir.
(86) Zira Kâbe, insanlığın İman babası Hz. İbrahim’den bir hatıradır. Mümkündür ki insanı yeryüzünde misafir eden ilk toprak parçasıdır. Bu
yüzden hacca gitmek, gurbete değil sılaya gitmektir. Bu yüzdendir ki sadece mü’minlere farz olan hac ibadeti için bu âyette ilginç bir
biçimde “insanlık üzerine” (‘ale’n-nâs) ifadesi kullnılmaktadır. Bunun en mukni açıklaması da, haccın insanlığın ilk vatanına bir teşekkür
olmasıdır. Yani mü’minler hac ibadetini insanlığı temsilen yerine getirmektedir. İnsanlığın farz-ı kifâyesi, mü’minlerin farz-ı aynı
mesabesindedir. Mü’minler hacca gitmekle, hem insanlığın “baba ocağı”na ve “ana kucağı”na vefâ borcunu ödemekteler, hem de insanlığı
temsilen bir mükellefiyeti edâ etmektedirler.
188
(Nuzul 91 / Mushaf 22 : Hac 36 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللاِ لَ ُك ْم فٖ يهَا َخ ْي ٌر َف ْاذ ُكرُوا اسْ َم ه‬
ٰ ‫َو ْالبُدْ نَ جَ عَ ْل َناهَا لَ ُك ْم مِنْ َشعَائ ِِر ه‬
َّ ‫َت ُج ُنو ُبهَا َف ُكلُوا ِم ْنهَا َواَ ْط ِعمُوا ْال َقانِعَ َو ْالمُعْ َترَّ َك هذلِكَ س‬
ْ ‫ّللاِ عَ لَ ْيهَا صَوَ افَّ َف ِا َذا َوجَ ب‬
﴾٣٦﴿ َ‫َخرْ َناهَا لَ ُك ْم لَعَ لَّ ُك ْم َت ْش ُكرُون‬
36 Malum kurbana gelince: (54) Biz onu sizin için içerisinde nice hayırlar barındıran Allah’ın simgelerinden biri olarak (ibadet) kıldık: o
halde, (ön ayaklarından biri bağlanıp) sıra sıra diz çöktürülen hayvanları kurban ederken (55) Allah’ın ismini anın; nihayet onların yanı yere
gelince(56) artık ondan siz de yiyin, ihtiyacını belli eden ya da etmeyen(57) herkese de yedirin: Bu böyledir; zira Biz onları sizin yararınıza
âmâde kılmışızdır; umulur ki şükredersiniz.
(54) Kavramsal farklılık, bu pasajda sanki iki ayrı kurban türünden söz edildiği sonucunu vermektedir. Birincisi 28 ve 34. âyetlerde
behîmeti’l-en‘âm olarak geçen kurbanlar, ikincisi 36. âyette savâffe olarak geçen kurbanlar.
(55) Savâffe, “sıraya girmiş, saf saf dizilmiş” anlamına. İbn Abbas bu kelimeyle devenin diğer hayvanlardan farklı olan kurban ediliş
şeklinin kastedildiğini söyler. Nahr adı verilen bu kesim şekline göre devenin ön ayaklarından biri bağlanarak diz çöktürülür, başı havada
kesilirdi (Taberî). Hemen sonra gelen “sırtı yere tamamen yapışınca” ibâresi, bu anlamı doğrulamaktadır.
(56) Develer oturur şekilde kesildiği için (a‘kara) “yanı yere gelince” kinâi ifadesi “devrilip de öldüğü kesinleşince” anlamına gelir.
(57) 28. âyetteki “ihtiyaç sahiplerine de” ibâresinin açılımı.
ٰ ‫ث َو ََل فُسُوقَ َو ََل ِج َدا َل فِى ْال َح ِّج َو َما َت ْف َعلُوا مِ نْ َخي ٍْر َيعْ لَمْ ُه ه‬
َ ‫يهنَّ ْال َح َّج َف ََل َر َف‬
ٌ ‫اَ ْل َح ُّج اَ ْش ُه ٌر َمعْ لُو َم‬
‫ّللا ُ َو َت َزوَّ ُدوا‬
َ ‫ات َف َمنْ َف َر‬
ِ ٖ‫ض ف‬
ْ
ْ
ْ
َّ ‫َفاِنَّ َخي َْر‬
﴾١٩١﴿ ‫ب‬
ِ ‫ون َيا اُولِى اَلَل َبا‬
ِ ُ‫الزا ِد ال َّتق هوى َوا َّتق‬
197 Hac (her yılın) malum aylarındadır.(380)
Kim söz konusu aylarda haccı eda ederse artık o hac boyunca;



çirkin konuşmalardan,
tüm yakışıksız davranışlardan ve
kavgadan kaçınmalıdır.(381)
Zira ne tür iyilik yaparsanız Allah bunu bilir:
Öyleyse (ebedi yolculuk için) azık hazırlayın! Hiç kuşkusuz yol azığının en hayırlısı sorumluluk bilincini
kuşanmaktır: Bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ey derin kavrayış sahipleri!
(380) Âyette geçen ma‘lûmât “bilinen” demektir. Her yıl tekrarlandığı ve dönemin şartlarında uzun olan hac
yolculuğu da haccın bir parçası olduğu için bu ifade kulanılmıştır. Eğer âyet, hac ibadetini, “bilinen aylarda”
olmak şartıyla herhangi bir zamanda eda etmenin cevazına delalet etseydi bu da bilinirdi. Oysa ki, haccın bilinen
aylarda olmak şartıyla farklı zamanlarda yapıldığına dair tek bir örnek yoktur. Aksine 198. âyetteki “Arafat’tan
çağlayıp gelirken” ibaresi, yine 199. âyetteki “insanların çağlayıp geldikleri yerden siz de çağlayıp gelin” ibaresi
haccın topluca belirli günlerde yapıldığına delalet eder. Ayrıca bu âyetin devamında Mina vakfesine dair “iki
günde dönerse” denilir. Bu da, haccın vaktinin aylarla değil günlerle tayin edileceğinin bir başka delilidir.
Bakara 203’teki “sayılı günler” ve Hac 28’deki “bilinen günlerde” ibaresi de bu delilin yanına konmalıdır.
“Bilinen-sayılı günler”in yorumundaki ihtilaf işin özünü etkilemez. Bu iki âyet de günlerden söz etmektedir ki
bu günler haccın ifa edildiği terviye günü de dahil Zilhicce’nin 8-13. günleridir. Mütevatir sünnet de bunu teyit
eder.
(381) Rafes’i “çirkin konuşmalar” diye çevirdik. Arap dilinde “cinselliği kışkırtan konuşmalar” anlamına gelir.
Aslında hacda şık düşmeyen tüm konuşmalar ve meşru cinsellik de “rafes” hükmüne girer. “Yakışıksız
davranışlar” diye çevirdiğimiz fusûk, Allah, insan, hayvan ve bitki hakkına dair her türlü tecavüzü kapsar.
“Cidal” kavga ve yersiz tartışmadır. Haklı ya da haksız fark etmez. Esasen cidal kişinin haklı olduğuna inandığı
durumlarda yaptığı tartışmadır. Dikkat edilecek olursa bu üçü de kendi başlarına haram olan fiiller olmadıkları
hâlde hacda yasaklanmışlardır. Çünkü orası sadece haramların değil, kimi mubahların da yasaklandığı bir mahşer
provasıdır.
189
‫ه‬
ْ‫ّللا عِ ْن َد ْال َم ْش َع ِر ْال َح َر ِام َو ْاذ ُكرُوهُ َك َما َه هدي ُك ْم َو ِان‬
ٍ ‫ْس َعلَ ْي ُك ْم ُج َنا ٌح اَنْ َت ْب َت ُغوا َفضْ ًَل ِمنْ َر ِّب ُك ْم َف ِا َذا اَ َفضْ ُت ْم ِمنْ َع َر َفا‬
َ ‫لَي‬
َ ٰ ‫ت َف ْاذ ُكرُوا‬
ٰ
ْ
ُ
ُ
َ
َ
ْ
ْ‫ن‬
﴾١٩٨﴿ ‫ين‬
‫ل‬
‫َّا‬
‫ض‬
‫ال‬
‫ِن‬
‫م‬
‫ل‬
‫ل‬
‫ب‬
‫ق‬
‫م‬
‫م‬
‫ت‬
‫ن‬
‫ك‬
ِ ْ
َ ٖ
َ ٖ‫ِه‬
198 Rabbinizin lutfundan pay almak istemenizde size bir vebal yoktur.(382) Arafat’tan çağlayıp akarken
Meş’ari’l-Haram’da(383) Allah’ı anın! Artık O’nu, size gösterdiği gibi anın! Doğrusu siz, bundan önce yolunu
şaşıranlar arasındaydınız.
(382) İbn Abbas ve İbn Mes’ud gibi sahabiler bu âyeti “hac mevsiminde” açıklayıcı ibaresiyle birlikte
okumuşlardır. Bu okuma, hem ihramlı günleri ticaretten ayırmayı, hem de bunun dışında kalan hac aylarında alış
verişi kınayan sahte dindarlık gösterisini boşa çıkarmayı amaçlamaktadır (bkz. Zemahşerî).
Ebu Müslim 197. âyetin sonuyla bu âyetin ilk cümlesini birlikte değerlendirerek “(Haccı eda konusunda)
sorumluluğunuzu yerine getirin (daha sonra ise) Rabbinizin lutfundan..” şeklinde tüm ticari faaliyetleri hac
mevsimi dışına itecek şekilde anlar ve buna da Cuma 10 âyetini referans gösterir. Râzî naklettiği bu görüşe itiraz
eder.
(383) Meş‘ari’l-Haram: Müzdelife.
(Nuzul 100 / Mushaf 62 : Cuma 10 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫ّللا وَ ْاذ ُكرُوا ه‬
َ ْ ‫ت الص هَّلوةُ َفا ْن َتشِ ُروا فِى‬
﴾١١﴿ َ‫ّللاَ َكثٖ يرً ا لَعَ لَّ ُك ْم ُت ْفلِحُون‬
ِ ‫َفا َِذا قُضِ َي‬
ِ ٰ ‫ض َوا ْب َت ُغوا مِنْ َفضْ ِل‬
ِ ْ‫اَلر‬
10 Ve namaz kılındığı zaman da, artık yeryüzünde dağılın ve Allah’ın lutfundan (payınıza) düşeni talep edin! Ama Allah’ı hiç hatırdan
çıkarmayın ki,(15) ebedi mutluluğa ulaşabilesiniz.
(15) Zımnen: Allah’tan bağımsız hiçbir alan yoktur, buna ekonomi de dahildir. Ticareti Allah’tan kopararak yahudileşmeyin.
‫ه‬
‫ه‬
ُ ‫ُث َّم اَفٖ يضُوا ِمنْ َحي‬
﴾١٩٩﴿ ‫ّللا َغفُو ٌر َرحٖ ي ٌم‬
َ ‫ْث اَ َف‬
َ ٰ َّ‫ّللا اِن‬
َ ٰ ‫اض ال َّناسُ َواسْ َت ْغ ِفرُوا‬
199 Ardından insanların çağlayıp geldikleri yerden siz de çağlayıp gelin(384) ve Allah’tan günahlarınıza
mağfiret dileyin! Doğrusu Allah tarifsiz bağışlayıcıdır, eşsiz merhamet kaynağıdır.(385)
(384) “Siz” denilenler hums adı verilen ve kendilerini “Allah’ın has kulları” olarak nitelendiren Kureyş’tir. Onlar
Allah’ın has kulları oldukları iddiasıyla Arafat’a çıkmazlarmış. Cahiliyye asabiyetine dayanan ve İslâm’ın
kökten karşı olduğu bu düşüncenin izlerini silmek için bu âyet Kureyş kabilesine mensup mü’minlere hacda
insanlarla birlikte hareket etmelerini emretmektedir.
(385) Zımnen: Bir damlasınız, göle karışın: Göle düşen damla göl olur, çöle düşen damla buharlaşır çöl olur.
‫ه‬
‫اس َمنْ َيقُو ُل َر َّب َنا ها ِت َنا فِى ال ُّد ْن َيا َو َما لَ ُه فِى ْ ه‬
ْ‫اَلخ َِر ِة ِمن‬
َ ‫َف ِا َذا َق‬
َ ٰ ‫ض ْي ُت ْم َم َناسِ َك ُك ْم َف ْاذ ُكرُوا‬
ِ ‫ّللا َك ِذ ْك ِر ُك ْم ها َبا َء ُك ْم اَ ْو اَ َش َّد ِذ ْكرً ا َفم َِن ال َّن‬
َ
َ
﴾٢١١﴿ ‫خَل ٍق‬
200 (Hacca has) ibadetlerinizi(386) tamamladıktan sonra (bir zamanlar) atalarınızı andığınız gibi, hatta daha
güçlü bir biçimde Allah’ı anın!(387)
İnsanlardan bazısı “Ey Rabbimiz! Bize vereceğini bu dünyada ver!” derler. Böylelerinin ahret nimetlerinden
nasibi yoktur.
(386) Menasik’in kendisinden türetildiği nusuk, hacca özgü ibadetlerden her biri için kullanılırsa da, özelde
“kurban” genelde tüm ibadetleri kapsar (196. âyete bkz).
“Menasik”, haccı oluşturan ibadetlere verilen alem olmuştur ve “hac menasiki” şeklinde şöhret bulmuştur.
(387) Zımnen: Atalarınızın ocağındaki külü taşırsanız âdet, közü taşırsanız ibadet olur. Cahiliyye döneminde
Araplar kurban kestikten sonra şeytan taşlama mahalline gelip orada atalarının anısını tazeler, onlara ilişkin
öyküler anlatırlardı (Taberî). Cahiliyye insanı ibadeti değil ibadetin ruhunu kaybetmişti. Hz. İbrahim’den beri
eda edilen ibadetler, aşağı yukarı biçim olarak aslını korumuş olsalar da ruh ve amaç olarak aslını
kaybetmişlerdi. Bu durum da ibadetlerin âdete dönüşmesine neden olmuştu. Âdetleşen ibadette niyetler de
sapmaya uğruyor, Allah emrettiği için değil atalardan öyle görüldüğü için yapılır hâle geliyordu.
190
‫َو ِم ْن ُه ْم َمنْ َي ُقو ُل َر َّب َنا ها ِت َنا فِى ال ُّد ْن َيا َح َس َن ًة َوفِى ْ ه‬
﴾٢١١﴿ ‫ار‬
َ ‫اَلخ َِر ِة َح َس َن ًة َو ِق َنا َع َذ‬
ِ ‫اب ال َّن‬
201 Fakat öyleleri de var ki, onlar ;

“Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik güzellik ver, âhirette de iyilik güzellik ver(388) ve bizi ateşin
azabından koru!”
diye yakarırlar.
(388) Hasene, sıfat olarak kullanıldığında aynı hasen gibi hem fizik hem de metafizik güzelliği ifade eder. Fakat
isim olarak kullanıldığında görünen güzelliğe delalet eder ki, bu güzellik görecedir. Bazen insana güzel gelen ve
haz veren şeyler akıbeti itibarıyla çirkin ve acı verici olabilir.
Husnâ ise yalnızca mânevî ve kalıcı güzellikler için kullanılır (bkz. Yûnus: 26). Burada mücerret güzelliğe
delalet ettiği için dünya ve âhiret güzellikleri birbirinden ayrı olarak anılmıştır.
İki güzelliğin birbirine vav ile atfedilmesi, aralarındaki mahiyet farkına delalet eder. Bu âyet, Kur’anî bir hayatta
fakirizme ve çileciliğe yer olmadığını beyan eder. İrfan ıstılahında fakr (fakirlik), insanı nimetlerden değil, kalbi
dünya sevgisinden mahrum etmektir.
Bağdatlı Cüneyd fakrı şöyle tarif eder: “Fakr, senin hiçbir dünyalığa sahip olmaman değildir. Dünyalara sahip
olsan da, dünyalıkların sana sahip olmasına izin vermemendir.” Servet attır. Süvari atının sırtındaysa yol alır,
atını sırtlanan süvari yolda kalır. Kendini vererek servet elde edenin hiçbir şeyi yoktur. Zira kendini vererek
servet sahibi olduğu için, serveti sahipsiz kalmıştır.
(Nuzul 69 / Mushaf 10 : Yunus 26 Aşağıdadır.)
‫َق وُ جُو َههُ ْم َق َت ٌر َو ََل ِذلَّ ٌة ا ُ ه‬
ُ ‫لِلَّذٖ ينَ اَحْ سَ ُنواَا ْلحسْ ّٰنىَوَ ِزيَادَ ةٌ َو ََل يَرْ ه‬
﴾٢٦﴿ َ‫ولـئِكَ اَصْ حَ ابُ ْالجَ َّن ِة ُه ْم فٖ يهَا َخالِ ُدون‬
26 İyi ve yararlı davranmakta sebat gösterenlere, (karşılık olarak) ondan daha iyisi ve (kat kat) fazlası var.(45) Dahası (o gün) onların ne
yüzleri kara çıkar,(46) ne de onursuzluktan başları eğilir: işte bunlar Cennet’in sakinleridirler; orada yerleşip kalmak üzre girerler.
(45) Parantez içi açıklamalar, bu âyetteki ziyâde’nin niteliğini açıklayan şu âyete birer atıftırlar: “Kim (huzur-u ilâhiye) ürettiği iyi bir
değerle gelirse, yaptığının on katını kazanacaktır” (En’âm: 160).
(46) Bir sonraki âyette tasvir edilen cehennemliklerin aksine (krş. Zümer: 60; Kıyâmet: 22-25; ‘Abese: 38-40; Mutaffifin: 24). Kara yüz gam
ve kederi, ak yüz sevinç ve neşeyi ifade eden bir mecazdır.
‫اُ ه‬
ٰ ‫صيبٌ ِممَّا َك َسبُوا َو ه‬
﴾٢١٢﴿ ‫ب‬
ٖ ‫ك لَ ُه ْم َن‬
ِ ‫ّللا ُ َس ٖري ُع ْالح َِسا‬
َ ‫ولـ ِئ‬
202 İşte bunlar, kazandıklarına karşılık (âhiret nimetlerinden) nasip alacak olanlardır: zira Allah hesabı seri bir
biçimde görendir.
‫ه‬
‫ه‬
‫ّللا َواعْ لَمُوا اَ َّن ُك ْم‬
ٍ ‫َّام َمعْ ُدو َدا‬
َ ٰ ‫ْن َف ََل ا ِْث َم َعلَ ْي ِه َو َمنْ َتا َ َّخ َر َف ََل ِا ْث َم َعلَ ْي ِه لِ َم ِن ا َّت هقى َوا َّتقُوا‬
َ ٰ ‫َو ْاذ ُكرُوا‬
ِ ‫ت َف َمنْ َت َعجَّ َل فٖ ى َي ْو َمي‬
ٍ ‫ّللا فٖ ى اَي‬
﴾٢١٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫ِالَ ْي ِه ُتحْ َشر‬
203 Sayılı günlerde Allah’ı anın! Her kim acele edip iki günde dönerse ona günah yoktur. Kim de dönüşü
erteleyip daha uzun kalırsa sorumlu davrandığı sürece ona da günah yoktur. Allah’a karşı sorumluluğunuzun
bilincinde olun ve sonunda O’nun huzurunda toplanacağınızı aklınızdan çıkarmayın!
‫ه‬
﴾٢١٥﴿ ‫ِص ِام‬
َ ‫ّللا َع هلى َما فٖ ى َق ْل ِبهٖ َوه َُو اَلَ ُّد ا ْلخ‬
َ ‫اس َمنْ يُعْ ِج ُب‬
َ ٰ ‫ك َق ْول ُ ُه فِى ْال َح هيو ِة ال ُّد ْن َيا َو ُي ْش ِه ُد‬
ِ ‫َوم َِن ال َّن‬
204 İNSANLARDAN kimi var ki, bâtılda ölesiye direnen bir hasım olduğu hâlde,(389) bu dünya hayatı
hakkında söylediği söz senin hoşuna gider ve kendi kalbindekine de Allah’ı şahit tutar.(390)
191
(389) Âyetin son cümlesi olan ve huve eleddu’l-hısam üzerinde tartışılmıştır. Buradaki hısâm’ı İbn Abbas ve
Katade “tartışmacı” olarak anlamışlardır. Buna “düşmanlık, gizli düşmanlık, yalancılık” anlamı verenler de
olmuştur (Taberî). Tercihimiz hem tipik münafık tavrına, hem de âyetin bağlamına daha uygundur.
(390) Zımnen: Yalanların en tehlikelisi Allah'ı şahit tutarak söylenendir.
‫ه‬
ٰ ‫ث َوال َّنسْ َل َو ه‬
َ ْ‫ك ْال َحر‬
﴾٢١٤﴿ َ‫ّللا ُ ََل ُيحِبُّ ْال َف َساد‬
َ ِ‫ض لِ ُي ْفسِ َد فٖ ي َها َو ُي ْهل‬
ِ ْ‫َو ِا َذا َت َولٰى َس هعى فِى ْاَلَر‬
205 Eline yetki geçtiği(391) zaman da yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye
çalışır: Ama Allah fesadı sevmez.(392)
(391) Tevella hem “dönüp gitmek” hem de “bir işi yapmaya yetkili olmak” anlamlarına gelir. Âyetin
bağlamından yola çıkarak biz ikinci anlamı tercih ettik.
(392) Fesâd, anarşi, terör, bozgunculuk ve her tür toplumsal kokuşmadır. Esasen fesâd, bir şeyin doğal hâlini
bozmak, onu doğasından ve yerinden etmektir.
‫ه‬
﴾٢١٦﴿ ‫س ْال ِم َها ُد‬
َ ‫اَل ْث ِم َف َحسْ ُب ُه َج َه َّن ُم َولَ ِب ْئ‬
ِ ْ ‫ّللا اَ َخ َذ ْت ُه ْالع َِّزةُ ِب‬
َ ٰ ‫َو ِا َذا قٖ ي َل لَ ُه ا َّت ِق‬
206 Kendisine ne zaman “Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!” dense, kibir ve gururu onu günaha
sürükler. İşte böylesine cehennem yeter, ne kötü konaktır orası!
‫ومِن ال َّناس منْ ي ْشرى َن ْفس ُه ا ْب ِت َغاء مرْ ضا ِ ه‬
ٰ ‫ّللا َو ه‬
﴾٢١١﴿ ِ‫ّللاُ َرؤُ فٌ ِب ْال ِعبَاد‬
ِٰ ‫ت‬
َ َ َ
َ
َ َ
ٖ َ َ ِ
207 İnsanlardan kimi de var ki Allah rızasını kazanmak için kendisini (vakfeder).(393) Allah ise kullarına karşı
hep şefkatlidir.
(393) Lafzen: “satar”.
ُ ‫ين ها َم ُنوا ْاد ُخلُوا فِى الس ِّْلم َكا َّف ًة َو ََل َت َّت ِبعُوا ُخ‬
َ ‫ت ال َّشي‬
﴾٢١٨﴿ ٌ‫ان ِا َّن ُه لَ ُك ْم َع ُدوٌّ م ُٖبين‬
ِ ‫ط َوا‬
َ ‫َيا اَ ُّي َها الَّ ٖذ‬
ِ ‫ْط‬
ِ
208 Ey iman edenler!


Hep birlikte teslimiyet yoluna girin ve
Şeytanın adımlarını izlemeyin! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.
‫ه‬
ُ ‫َف ِانْ َزلَ ْل ُت ْم ِمنْ َبعْ ِد َما َجا َء ْت ُك ُم ْال َب ِّي َن‬
﴾٢١٩﴿ ‫ّللا َع ٖزي ٌز َحكٖ ي ٌم‬
َ ٰ َّ‫ات َفاعْ لَمُوا اَن‬
209 Eğer hakikatin apaçık belgeleri size geldikten sonra ayaklarınız kayarsa, Allah’ın her işinde mükemmel
olduğunu, her hükmünde tam isabet kaydettiğini unutmayın!
‫ه‬
ُ ‫ّللاُ فٖ ى‬
ُ ‫َه ْل َي ْن‬
ٰ ‫ُون ا ََِّل اَنْ َياْ ِت َي ُه ُم ه‬
﴾٢١١﴿ ‫ّللا ُترْ َج ُع ْاَلُمُو ُر‬
ِ ٰ ‫ظلَ ٍل م َِن ْال َغ َم ِام َو ْال َم هل ِئ َك ُة َوقُضِ َى ْاَلَ ْم ُر َو ِالَى‬
َ ‫ظر‬
210 Onlar, Allah’ın meleklerle birlikte bulutların gölgeleri arasından çıkagelmesini mi gözlüyorlar? Bu durumda
iş bitirilmiş olurdu: (394) Nihayet bütün işler Allah’a döndürülür.( 395)
(394) En’âm 8’e bir atıf olarak okunabilir.
(395) Bir sonraki âyette İsrâiloğullarından söz edildiğine göre bu âyet İsrâiloğullarının Hz. Musa’ya Allah’ı
açıkça görmeden inanmayacaklarına dair isyanlarına bir göndermedir (bkz. âyet 55).
192
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 8 Aşağıdadır.)
َ ْ َ‫ك َولَ ْو اَ ْن َز ْل َنا َملَ ًكا لَقُضِ ى‬
ٌ َ‫َو َقالُوا لَ ْو ََل ا ُ ْن ِز َل عَ لَ ْي ِه َمل‬
﴾٨﴿ َ‫اَلمْ ُر ُث َّم ََل ُي ْن َظرُون‬
8 Bir de, “Ona bir melek indirilseydi ya?” derler. Ama eğer melek indirmiş olsaydık, iş bitirilmiş olurdu ve bir daha da fırsat tanınmazdı.(9)
(9) Krş. Mâide: 115, not 2.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 55 Aşağıdadır.)
ُ ‫ّللاَ جَ هْرَ ًة َفا َ َخ َذ ْت ُك ُم الصَّاعِ َق ُة َواَ ْن ُت ْم َت ْن‬
ٰ ‫ُوسى لَنْ ُن ْؤمِنَ لَكَ حَ ه ٰتى َنرَ ى ه‬
‫َوا ِْذ قُ ْل ُت ْم يَا م ه‬
﴾٤٤﴿ َ‫ظرُون‬
55 Bir zaman da demiştiniz ki: Ey Mûsâ! Allah’ı açıkça görünceye dek sana kesinlikle inanmayacağız.(97) Ve ardından siz bön bön
bakarken yıldırım çarpmışa dönmüştünüz.(98)
(97) Allah’ı “açıkça” görmek istediler; çünkü Allah’ı mucizeleriyle, yardım ve ihsanıyla, lütuf ve in’amıyla, âyet ve burhanıyla pek çok kez
görmüştüler.
(98) Lafzen: “..sizi yıldırım çarpmıştı”. Böyle uçuk bir talep ancak çarpılmış bir aklın ürünü olabilirdi.
‫ه‬
‫ه‬
﴾٢١١﴿ ‫ب‬
ِ ‫ّللا َشدٖ ي ُد ْال ِع َقا‬
ِ ٰ ‫َس ْل بَنٖ ى ِاسْ َر ٖاي َل َك ْم ها َت ْي َنا ُه ْم ِمنْ ها َي ٍة َب ِّي َن ٍة َو َمنْ ُي َب ِّد ْل ِنعْ َم َة‬
َ ٰ َّ‫ّللا ِمنْ َبعْ دِ َما َجا َء ْت ُه َفاِن‬
211 Sor İsrâiloğullarına: Biz onlara nice açık mesajlar verdik de (ne oldu)? Her kim Allah’ın nimeti olan
mesajlarını kendilerine ulaştıktan sonra değiştirirse, bilsin ki Allah karşılık vermede şiddetlidir.
ٰ ‫ين ا َّت َق ْوا َف ْو َق ُه ْم َي ْو َم ْالق هِي َم ِة َو ه‬
‫ب‬
ٍ ‫ّللا ُ َيرْ ُز ُق َمنْ َي َشا ُء ِبغَ ي ِْر ح َِسا‬
َ ٖ‫ين ها َم ُنوا َوالَّذ‬
َ ٖ‫ُون م َِن الَّذ‬
َ ‫ين َك َفرُوا ْال َح هيوةُ ال ُّد ْن َيا َو َيسْ َخر‬
َ ٖ‫ُزي َِّن ِللَّذ‬
﴾٢١٢﴿
212 Kâfirlere dünya hayatı güzel görünür; bu yüzden mü’minlerle alay ederler. Sorumluluk şuuru taşıyanlarsa
kıyamet günü onlardan üstün bir konumda olacaklar. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.
ٰ‫ث ه‬
ْ ‫اس فٖ ي َما‬
َ ‫ان ال َّناسُ اُم ًَّة َوا ِح َد ًة َف َب َع‬
‫اخ َتلَفُوا فٖ ي ِه َو َما‬
‫اب ِب ْال َح ِّق لِ َيحْ ُك َم َبي َْن ال َّن‬
َ ‫ين َواَ ْن َز َل َم َع ُه ُم ْال ِك َت‬
َ ‫ين َو ُم ْنذ ِٖر‬
َ ‫ّللا ُ ال َّن ِب ٖ ٰي َن ُم َب ِّش ٖر‬
َ ‫َك‬
ِ
‫ه‬
ُٰ‫اخ َتلَفُوا فٖ ي ِه م َِن ْال َح ِّق ِبا ِْذنِهٖ َو هّللا‬
‫ه‬
ٰ
ْ ‫ين ا َم ُنوا لِ َما‬
ْ
ُ ‫ين اُو ُتوهُ ِمنْ َبعْ ِد َما َجا َء ْت ُه ُم ْال َب ِّي َن‬
َ ‫ات َب ْغيًا َب ْي َن ُه ْم َفهَدَ ى ّللاُ الَّ ٖذ‬
َ ٖ‫ف فٖ ي ِه ا ََِّل الَّذ‬
َ َ‫اخ َتل‬
‫ه‬
َ
َ
﴾٢١٣﴿ ‫َيه ْٖدى َمنْ َيشا ُء اِلى صِ َراطٍ مُسْ تقٖ ٍيم‬
213 BÜTÜN insanlık (başlangıçta) tek bir topluluk idi, (sonradan yoldan çıkıp parçalandı).(396)


Allah peygamberlerini müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi.
Onlarla birlikte hakikati ortaya koyan vahiy(ler) gönderdi ki, o insanlar arasında ihtilafa düştükleri
konularda hakem olsun.
Buna rağmen, kendilerine hakikatin apaçık belgeleri geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden O’nun
mesajı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu vahyin gönderildiği insanlardı.
Ne ki Allah iman edenleri kendi iradesiyle, hakkında ihtilafa düştükleri hakikate doğru yöneltti. Allah, dileyen
kimsenin doğru yola yönelmesini işte böyle diler.
(396) Parantez içi ibare için bkz. Zemahşerî ve Râzî.
193
‫ين‬
َ ٖ‫ين َخلَ ْوا ِمنْ َق ْبلِ ُك ْم َم َّس ْت ُه ُم ْال َباْ َسا ُء َوالضَّرَّ ا ُء َو ُز ْل ِزلُوا َح ه ٰتى َيقُو َل الرَّ سُو ُل َوالَّذ‬
َ ٖ‫اَ ْم َحسِ ْب ُت ْم اَنْ َت ْد ُخلُوا ْال َج َّن َة َولَمَّا َياْ ِت ُك ْم َم َث ُل الَّذ‬
‫ه‬
‫ه‬
﴾٢١٥﴿ ٌ‫ّللا َق ٖريب‬
ِ ٰ ‫ّللا اَ ََل اِنَّ َنصْ َر‬
ِ ٰ ‫ها َم ُنوا َم َع ُه َم هتى َنصْ ُر‬
214 Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sanıyorsunuz?
Onların başına öyle şiddetli zorluklar, öyle boğucu darlıklar geldi ve öylesine sarsıldılar ki, mü’minlerle birlikte
Elçi de “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek!” diye feryat ediyordu. (397)
Bakın, Allah’ın yardımı yakındır.(398)
(397) Zımnen: Bedelsiz ödül olmaz. İman en büyük iddiadır, iddialar isbat ister. Krş. “Yoksa siz, Allah içinizden
cihad edenleri ve (yolunda) direnenleri seçip ayırmadan cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz?” (Âl-i İmran:
142; ayrıca krş. Tevbe: 16). Üç âyetin muhatabı da farklıdır. Bu âyetin muhatabı Hz. Peygamber ve
mü’minlerin tümü, Âl-i İmran’daki peygamber hariç tüm mü’minler, Tevbe’deki ise mü’minler içerisinden çıkan
mücahitlerdir.
(398) Kulun gücü bitince Allah’ın yardımı başlar: “Bittim ya Rab!” diyene “yettim kulum” der.
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 16 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َو ََل رَ سُولِهٖ َو ََل ْالم ُْؤمِنٖينَ َولٖيجَ ًة َو ه‬
ٰ ‫اَ ْم حَ سِ ْب ُت ْم اَنْ ُت ْترَ ُكوا َولَمَّا يَعْ لَم ه‬
﴾١٦﴿ َ‫ّللاُ َخ ٖبي ٌر بِمَا َتعْ َملُون‬
ِ ٰ ‫ُون‬
ِ ‫ّللاُ الَّذٖ ينَ جَ ا َهدُوا ِم ْن ُك ْم َولَ ْم َي َّتخ ُِذوا مِنْ د‬
ِ
16 Yoksa siz, Allah’ın içinizden kendi yolunda tüm çabasını seferber edenleri; Allah’tan, O’nun Elçisi’nden ve inananlardan başkasını can
yoldaşı edinmeyecek kimseleri seçip ayırmadan,(20) karma karışık bir hâlde(21) bırakılacağınızımı sandınız? Oysa ki Allah yaptığınız her
şeyden haberdardır.
(20) Lafzen: “bilmeden”. Zımnen: Hayat Allah’ın okulu, siz de onun öğrencilerisiniz.
(21) Velîceten’e Ebu Ubeyde şu anlamı verir: kullu şey’in edhaltehu fi şey’in leyse minhu (senin, bir şeyin içerisine onun cinsinden olmayanı
karıştırdığın her şeydir). Çevirimiz buna dayanır.
‫ه‬
‫ّللا‬
َ ‫ْن َو ْاَلَ ْق َر ٖب‬
َ ُ‫ك َم َاذا ُي ْن ِفق‬
َ ‫َيسْ َپلُو َن‬
ِ ‫ْن الس َّٖب‬
َ ٰ َّ‫يل َو َما َت ْف َعلُوا ِمنْ َخي ٍْر َفاِن‬
ِ ‫ين َواب‬
ِ ٖ‫ين َو ْال َي َت هامى َو ْال َم َساك‬
ِ ‫ون قُ ْل َما اَ ْن َف ْق ُت ْم ِمنْ َخي ٍْر َفل ِْل َوالِدَ ي‬
﴾٢١٤﴿ ‫ِبهٖ َعلٖ ي ٌم‬
215 Sana, (kime) neyi infak edeceklerini soruyorlar.(399)
Cevap ver:
“Hayır olarak yapacağınız harcama öncelikle;





ebeveyninize,
akrabanıza,
yetimlere,(400)
yoksullara,
yoldakileredir.
Her ne iyilik yaparsanız yapın, Allah onu mutlaka bilir.
(399) Krş. 219’un sonu; infak için bkz. 274, not 11.
(400) Dış bağlam ışığında, buradaki yetimlerden kasıt savaşın yetimleridir. Bu bağlamda yetim, velisini Allah’a
kurban verdiği için velisi Allah olmuş kimselerdir. Bu yüzden mücahitlerin yetimleri, İslâm’ın çocuklarıdır.
194
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 274 Aşağıdadır.)
﴾٢١٥﴿ َ‫َار سِ ًٰرا َوعَ ََلنِي ًَة َفلَ ُه ْم اَجْ ُر ُه ْم عِ ْن َد رَ ب ِِّه ْم َو ََل َخ ْوفٌ عَ لَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم يَحْ َز ُنون‬
ِ ‫اَلَّذٖ ينَ ُي ْنفِقُونَ اَمْ َوالَ ُه ْم ِبالَّي ِْل وَ ال َّنه‬
274 Gece ve gündüz, gizli ve açık, servetlerini infak edenler var ya: işte onların karşılığı Rableri katındadır.(511) Onlar geçmişe ilişkin
kaygı, geleceğe ilişkin hüzün duymayacaklar. (512)
(511) Allah yolunda verilebilen servet sahibinin atı, verilemeyen servet ise sahibinin süvarisidir.
(512) Ölümden sonra dirilmenin anlatıldığı âyetlerin ardından ile başlayan infak konusu burada tamamlanıyor. Kur’an bu konudan, bununla
doğrudan bağlantılı olan faiz konusuna geçiyor. Çünkü infak ve faiz arasında zıddiyet ilişkisi vardır.




İnfak karşılıksız vermek,
Faiz karşılıksız almaktır.
İnfak Allah’ı kazanmak,
Faiz Allah’la harp etmektir (279).
Zekât farz, faiz haramdır. Zekât veren karşılığını cennette kat kat alır, faiz yiyen ateş yer.
ٰ ‫ِب َعلَ ْي ُك ُم ْال ِق َتا ُل َوه َُو ُكرْ هٌ لَ ُك ْم َو َع هسى اَنْ َت ْك َرهُوا َش ْيپًا َوه َُو َخ ْي ٌر لَ ُك ْم َو َع هسى اَنْ ُت ِحبُّوا َش ْيپًا َوه َُو َشرٌّ لَ ُك ْم َو ه‬
‫ّللاُ َيعْ لَ ُم َواَ ْن ُت ْم ََل‬
َ ‫ُكت‬
َ
َ
ْ‫ع‬
﴾٢١٦﴿ ‫ُون‬
َ ‫ت لم‬
216 HOŞUNUZA gitmese de savaş size farz kılındı.
Hem sizin hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı, sizin hoşlandığınız bir şey de sizin için şerli olabilir:
Allah, sizin bilmediklerinizi de bilir.(401)
(401) Zımnen: Doğruyu belirleyen sizin beğeniniz değildir; aksine siz beğeninizi doğruya göre belirleyin.
Kehf’teki Musa-bir kul kıssası, bu âyetteki hakikatin bir “kul” üzerinden tefsiridir.
‫يسْ پلُو َنك عن ال َّشهْر ْالحرام ِق َتال فٖ ي ِه قُ ْل ِق َتا ٌل فٖ ي ِه َكبي ٌر وص ٌّد عنْ سب ه‬
‫ّللا َو ُك ْف ٌر ِبهٖ َو ْال َمسْ ِج ِد ْال َح َر ِام َوا ِْخ َرا ُج اَهْ لِهٖ ِم ْن ُه اَ ْك َب ُر‬
ِ ٰ ‫يل‬
ٍ
ِ َٖ َ َ َ ٖ
ِ َ َ‫َ َ ه‬
ِ َ َ ِ
ْ ‫ون ُي َقا ِتلُو َن ُك ْم َح ه ٰتى َي ُردُّو ُك ْم َعنْ دٖ ي ِن ُك ْم ا ِِن اسْ َت َطاعُوا َو َمنْ َيرْ َت ِد ْد ِم ْن ُك ْم َعنْ دٖ ينِهٖ َف َيم‬
‫ُت‬
َ ُ ‫ّللا َو ْال ِف ْت َن ُة اَ ْك َب ُر م َِن ْال َق ْت ِل َو ََل َي َزال‬
ِ ٰ ‫عِ ْن َد‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ْ
ُ
َ
ْ
َّ
ُ
ُ
ْ
َ
َ
َ
َ
َ
ُ
ُّ
﴾٢١١﴿ ‫ون‬
َ ‫ار ُه ْم فٖ ي َها خالِد‬
َ ‫ك َح ِبطت اعْ َمال ُه ْم فِى الدن َيا َواَلخ َِر ِة َواولئ‬
َ ‫َوه َُو كا ِف ٌر فاول ِئ‬
ِ ‫ِك اصْ َحابُ الن‬
217 Sana saldırmazlık ayında savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki:



“O ayda savaşmak büyük bir hatadır.
Fakat Allah’ın yolundan insanları çevirmek, O’nu ve Mescid-i Haram’ın hürmetini inkâr etmek, oranın
sakinlerini oradan sürüp çıkarmak Allah katında daha büyük bir cürümdür.
Fakat inanca yönelik baskı ve zulüm, adam öldürmekten daha beterdir.”(402)
Eğer düşmanlarınızın gücü yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler.
Sizden her kim dininden döner ve kâfir olduğu hâlde ölürse, onun bütün yapıp-ettiği ameller dünyada da âhirette
de boşa gitmiştir. Onlar ateşe mahkûmdurlar, onlar orada kalıcıdırlar.
(402) Zira birincisi insanın ruhuna, ikincisi insanın bedenine yönelik bir tecavüzdür.
‫ه‬
‫اِنَّ الَّذٖ ين هام ُنوا والَّذٖ ين هاجرُوا وجاه ُدوا فٖ ى سب ه‬
‫ّللا ا ُ ه‬
ٰ ‫ّللا َو ه‬
﴾٢١٨﴿ ‫ّللا ُ غَ فُو ٌر َرحٖ ي ٌم‬
ِ ٰ َ‫ُون َرحْ َمت‬
َ ‫ِك َيرْ ج‬
َ ‫ولـئ‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ َ َ
َ َ َ
َ َ َ
ِ َٖ
218 Şüphe yok ki ;



iman edenler,
hicret edenler(403) ve
Allah yolunda cihad edenler var ya;(404)
İşte ancak onlar Allah’ın rahmetini umabilirler:
Allah tarifsiz bağış sahibidir, eşsiz merhamet kaynağıdır.
195
(403) Hicret, imkanların tükendiği yerden üretileceği yere intikal, kavuşmak için terk etmektir.
(404) Cihad, insanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslâm'la insan arasına gerilen engelleri kaldırmak
için üstün çaba harcamaktır.
‫ون قُ ِل ْال َع ْف َو َك هذل َِك‬
َ ُ‫ك َما َذا ُي ْن ِفق‬
َ ‫اس َوا ِْث ُم ُه َما اَ ْك َب ُر ِمنْ َن ْفع ِِه َما َو َيسْ َپلُو َن‬
َ ‫َيسْ َپلُو َن‬
ِ ٖ‫ك َع ِن ْال َخ ْم ِر َو ْال َم ْيسِ ِر قُ ْل ف‬
ِ ‫يه َما ا ِْث ٌم َك ٖبي ٌر َو َم َنا ِف ُع لِل َّن‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ْ
َّ
ُ
ُ
َّ
َ
َ
َ
َ
َ
﴾٢١٩﴿ ‫ُون‬
ِ ‫ُي َبيِّنُ ّللا ُ لك ُم اَل َيا‬
َ ‫ت ل َعلك ْم تتفكر‬
219 SANA sarhoşluk veren şeyler ve şans oyunları hakkında soruyorlar.
De ki:


“Onların her ikisinde de insanlar için büyük bir kötülük ve birtakım menfaatler vardır.
Her ikisinin yol açtıkları kötülük sağladıkları menfaatten çok daha büyüktür.”(405)
Yine onlar “Neden infak edelim?” diye soruyorlar.
De ki:

“Bağışlanabilen her şeyden”.
Böylece Allah size mesajlarını açıklıyor ki, tefekkür edebilesiniz
(405) Cahiliye Arapları içki ve kumar meclislerini aynı zamanda fakir fukaraya ikram ve “meysir” adı verilen ve
âyette yasaklanan kumar çeşidini fakirlere yardım için bir yol olarak görürlerdi. Veresiye bir deve alınıp, oklar
çekilerek kumar oynanır, kaybedenler devenin bedelini öder; kazananlar ise etlerini orada bulunanlara
bağışlarlardı. Kur’an, bu masum yüzlü kumarı dâhi yasaklamıştır; çünkü zararları faydasından çoktur. Yardımın
daha meşru yolları vardır. Buradaki infak için 3. âyetin notuna bkz.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ َ‫ب َويقٖ يمونَ َالص َّّٰلو َةَ َو ِممَّا رَ َز ْق َنا ُه ْم ُي ْنفِقُون‬
ِ ‫اَلَّذٖ ينَ ي ُْؤ ِم ُنونَ ِب ْالغَ ْي‬
3 O hidayete erenler ki, idraki aşan hakikatlere bütünüyle iman ederler, namazı istikamet üzre kılarlar,(6) kendilerine sürekli lutfettiğimiz
şeylerden (ihtiyaç sahiplerine) harcarlar; (7)
(6) Yukîmu fiilini salât teriminin 23 yıllık nüzûl sürecinde zenginleşerek seyreden yapısına uygun olarak “istikamet üzre kılarlar” şeklinde
çevirdik.
Bu istikamet,



Namazın tadil-i erkanından daha çok niyet ve maksadıyla alâkalıdır.
Şatıbi ekame’yi “devamlılık” olarak anlamıştır (el-Muvâfakât II, 242).
Salât’ın ikamesi, şeklinden çok amaç ve niyetiyle ilgilidir.
Mâun sûresi, bu konuda hayli açıklayıcıdır. İman ve infakın arasında namazın zikredilmesi de oldukça anlamlıdır.
O hâlde namazı istikamet üzre kılmak. Namazı,
1) Uluhiyet tevhidinin bir gereği olarak salt Allah’a has kılmakla;
2) Rububiyet tevhidinin bir gereği olarak da namazla sosyal hayat arasındaki doğrudan ilişkiyi kabullenmekle mümkündür (Salât hakkında
bkz. A’lâ: 15, not 15).
(7) İnfak için nüzûl sürecinde ilk geçtiği Yâsîn: 47’nin 6 nolu notuna bkz.
Bu sûrenin 219. âyetinden de anlaşılacağı gibi,


başlangıçta infak, yani Allah yolunda vermek, ihtiyaçtan artanı vermek olarak meşru kılınmıştı.
Medine toplumu güçlendikçe bu yükümlülük sınırlandırılmış, zekât miktarı Hz. Peygamber (s) tarafından zaman zaman yeniden
düzenlenerek, nihayet 1/40 oranında istikrar bulmuştur.
Bu ise, Hz. Ali’nin (r) ifadesiyle “cimrilerin zekâtıdır.”
196
ُ ‫ك َع ِن ْال َي َت هامى قُ ْل ِاصْ ََل ٌح لَ ُه ْم َخ ْي ٌر َو ِانْ ُت َخال‬
‫فِى ال ُّد ْن َيا َو ْ ه‬
ٰ ‫ِطو ُه ْم َفا ِْخ َوا ُن ُك ْم َو ه‬
‫ّللاُ َيعْ لَ ُم ْال ُم ْفسِ َد م َِن ْالمُصْ ل ِِح َولَ ْو‬
َ ‫اَلخ َِر ِة َو َيسْ َپلُو َن‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫َشا َء‬
﴾٢٢١﴿ ‫ّللا َع ٖزي ٌز َحكٖ ي ٌم‬
َ ٰ َّ‫ّللاُ ََلَعْ َن َت ُك ْم اِن‬
220 Bu dünya ve ahret hakkında… Bir de sana yetimler hakkında soruyorlar.
De ki:

“Onların lehine olan her tür iyileştirme (yüzüstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Onlarla (hayatı)
paylaşırsanız,(406) unutmayın ki onlar sizin kardeşinizdir.
Kaldı ki Allah fesatçılık yapanı ıslah edenden ayırmasını bilir. Ve eğer Allah dileseydi sizi zora koşardı;(407) ne
var ki Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet sahibidir.
(406) Âyetteki “birleşmek, iç içe geçmek, karışmak” anlamlarına gelen muhalata, yetimin malının velinin
malıyla birleştirilmesi, onunla ortaklık kurulması vs. şeklinde yorumlanmıştır. Bir sonraki âyetten yola çıkarak
“hayatı birleştirmek” anlamına da ulaşılır (krş. Ebu Müslim’den Râzî).
(407) Zımnen: ..ama Allah sizi zora koşmayı dilemedi, çünkü buna ihtiyacı yok.
‫ين َح ه ٰتى ي ُْؤ ِم ُنوا َولَ َع ْب ٌد‬
ِ ‫َو ََل َت ْن ِكحُوا ْال ُم ْش ِر َكا‬
َ ٖ‫ت َح ه ٰتى ي ُْؤ ِمنَّ َو ََلَ َم ٌة م ُْؤ ِم َن ٌة َخ ْي ٌر ِمنْ ُم ْش ِر َك ٍة َولَ ْو اَعْ َج َب ْت ُك ْم َو ََل ُت ْن ِكحُوا ْال ُم ْش ِرك‬
‫ه‬
‫ه‬
ْ
‫ه‬
ٰ
ْ
ْ
َّ
‫اس لَ َعل ُه ْم‬
َ ‫ك َي ْدع‬
َ ‫م ُْؤ ِمنٌ َخ ْي ٌر ِمنْ ُم ْش ِركٍ َولَ ْو اَعْ َج َب ُك ْم اُولـ ِئ‬
ِ ‫ار َوّللا ُ َي ْدعُوا ِالَى ال َج َّن ِة َوال َم ْغف َِر ِة ِباِذنِهٖ َو ُي َبيِّنُ ا َياتِهٖ لِل َّن‬
ِ ‫ُون ِالَى ال َّن‬
َ
َّ
َ
﴾٢٢١﴿ ‫ُون‬
‫ر‬
‫ك‬
‫ذ‬
‫ت‬
‫ي‬
َ
َ
221


Müşrik kadınlarla onlar imana ulaşıncaya kadar evlenmeyiniz! Çünkü (Allah’a) bağlanmış hür olmayan
mü’min bir kadın,(408) müşrik hür bir kadından –ondan hoşlanıyor da olsanız- daha hayırlıdır.
Yine müşrik erkeklerle, onlar iman edinceye kadar kadınlarınızı nikahlamayınız!(409) Zira (Allah’a) kulluk
yapan mü’min bir erkek, müşrik bir erkekten –bu sizi hoşnut etse bile- daha hayırlıdır.
Onlar sizi ateşe çağırıyor, oysa ki Allah sizi kendi rızasıyla cennet ve mağfirete çağırıyor; dahası, mesajlarını
insanlığa açıklıyor ki ibret alsınlar.
(408) Emeh mücerret olarak “kadın” anlamına gelse de burada sözgeliminden “hür olmayan kadın” mânasına
kullanıldığı açıktır. Zemahşerî, -muhtemelen Cürcanî’yi izleyerek- “herkes Allah’ın kölesidir” gerekçesiyle
“mü’min kadın” anlamı verir. Oysa ki bu bağlamda “müşrik hür kadın”ın mukabili olarak kullanılmıştır.
(409) Bazıları, buradaki hitabın kadının velisi olan erkeğe değil de doğrudan kadına olduğunu düşünüp bu
ibareyi “kadınlarınızı nikahlamayın” değil de “nikahlanmayın” olarak çeviriyor. Eğer âyetin aslına sadık
kalacaksak bu çeviri iki nedenden doğru değil:
1) Âyetin girişindekinin aksine ikinci la-tenkihu geçişlidir ve enkeha’dan gelir. İki mef’ul alır: “kadınlarınız” ve
müşrik erkekler”. Bu durumda anlam bizim verdiğimiz gibi olur.
2) Bir sonraki cümlede yer alan “bu sizi hoşnut etse de” muteriza cümlesindeki “siz” erkekler için kullanılan
kum zamiriyle gelmiştir. Eğer nikahlayan kadının kendisi olsaydı bu zamirin dişili olan kunne gelecekti.
Bu ibareden değilse de, 230. âyetteki hatta tenkiha (kadın nikahlanıncaya kadar) ibaresinden, kadının kendi
kendisini nikahlama mezuniyeti çıkar. Âyet bir toplumda yasal düzenlemeleri yapan yetkili mercilere hitap
olarak da okunabilir.
197
ُ ‫يض َو ََل َت ْق َربُوهُنَّ َح ه ٰتى َي ْطهُرْ َن َفا َِذا َت َطهَّرْ َن َفاْ ُتوهُنَّ ِمنْ َحي‬
‫ْث‬
َ ‫َو َيسْ َپلُو َن‬
ِ ٖ‫يض قُ ْل ه َُو اَ ًذى َفاعْ َت ِزلُوا ال ِّن َسا َء فِى ْالمَح‬
ِ ٖ‫ك َع ِن ْالمَح‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫اَ َم َر ُك ُم‬
﴾٢٢٢﴿ ‫ين‬
َ ‫ين َو ُيحِبُّ ْال ُم َت َطه ِّٖر‬
َ ‫ّللا ُيحِبُّ ال َّتوَّ ٖاب‬
َ ٰ َّ‫ّللا ُ اِن‬
222 SANA kadınların ay hâli hakkında soruyorlar.
De ki:

“O sıkıntı verici bir rahatsızlıktır: (410) Ay hâli sırasında kadınları (rahat) bırakın ve onlar temizleninceye
kadar (cinsel) ilişkiye girmeyin! Temizlendikleri zaman, Allah’ın size emrettiği gibi yaklaşın!”
Hiç kuşkusuz Allah özden tevbe edenleri sever, özden temizlenenleri de sever.
(410) Aslen el-eziyy “dalga” anlamına gelir, denizde dalgalarla sallanıp içi bulanan kimseye de mu’zi denir. Bu
anlamı göz önüne alacak olursak “sıkıntı verici bir rahatsızlık” karşılığı daha uygun görünüyor. Bu âyet,
Medine’de Yahudi kültürünün bir ürünü olan âdetli kadını aşağılama ve pis sayma, onu her tür ailevî, dinî ve
sosyal hayatın dışında tutma tavrını red için gelmiştir.
‫ه‬
‫ه‬
ٌ ْ‫ِن َساؤُ ُك ْم َحر‬
﴾٢٢٣﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ّللا َواعْ لَمُوا اَ َّن ُك ْم م ََُلقُوهُ َو َب ِّش ِر ْالم ُْؤمِن‬
َ ٰ ‫ث لَ ُك ْم َفاْ ُتوا َحرْ َث ُك ْم اَ ٰنى شِ ْئ ُت ْم َو َق ِّدمُوا َِلَ ْنفُسِ ُك ْم َوا َّتقُوا‬
223 Kadınlarınız, sizin için bir tür tarladır;(411) tarlanıza nereden, nasıl ve ne zaman(412) isterseniz öyle varın!
Fakat önce kendi canlarınız için bir hazırlık yapın! Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve
unutmayın ki, mutlaka O’na kavuşacaksınız! Artık sen de mü’minleri müjdele!
(411) Harsun’deki belirsizlik mânaya “bir tür” olarak yansımıştır.
(412) Ennâ edatına, taşıdığı üç anlamı da verdik (İtkân II, 175). Tarla “mahsul veren yer” olması hasebiyle, ennâ
edatının “nereden isterseniz oradan varın” anlamının, döl yolu olan cinsellik organıyla sınırlandığı yorumuna
ulaşılır.
‫ه‬
ٰ ‫اس َو ه‬
﴾٢٢٥﴿ ‫ّللاُ َس ٖمي ٌع َعلٖ ي ٌم‬
َ ْ‫ّللا عُر‬
َ ٰ ‫َو ََل َتجْ َعلُوا‬
ِ ‫ض ًة َِلَ ْي َما ِن ُك ْم اَنْ َت َبرُّ وا َو َت َّتقُوا َو ُتصْ لِ ُحوا َبي َْن ال َّن‬
224 ALLAH adına ettiğiniz yeminler, erdemliliğe, sorumluluğun gereğini yerine getirmeye ve insanlar arası
barışın sağlanmasına engel teşkil etmesin!(413) Allah her şeyi işitir, tarifsiz bilir.
(413) Yemîn, “sağ, sağ el” anlamlarına gelir. Bereket mânasındaki yumn’den türetilmiştir. Aslen “kuvvet,
sağlamlık” demektir. Ant içmek te’min etmek, kasem etmek de yemîn olarak adlandırılır. Tevhide dayalı bir
inanç sistemi olan İslâm’da muteber yemin yalnızca Allah adına yapılır. Bunun dışındaki şeylere yemini Allah
Rasulü şiddetle yasaklamıştır (bkz. Tahrîm: 2). Bu âyette erdemlilik, sorumluluk ve ıslah konusunda edilen
yeminlerle Allah’ın engel kılınmaması ifade edilmektedir.
Bunun iki anlamı vardır:
1) Kişinin olumlu bir işi yapmamak üzerine yemin etmesinin doğru olmadığı.
2) Kişinin, yaptığı bu tür yeminlerle amel etmeyip, yeminine rağmen erdem, sorumluluk ve ıslah doğrultusunda
davranmasının gerekliliği.
(Nuzul 113 / Mushaf 66 : Tahrim 2 Aşağıdadır.)
ٰ ‫حلَّ َة اَ ْيمَانِ ُك ْم َو ه‬
ٰ ‫قَدْ َفرَ ضَ ه‬
﴾٢﴿ ‫ّللاُ م َْو هلي ُك ْم َوه َُو ْالعَ لٖي ُم ْالحَ كٖ ي ُم‬
ِ ‫ّللا ُ لَ ُك ْم َت‬
2 Doğrusu Allah, (kendinizi gereksiz yere bağladığınız) yeminlerinizi bozup keffaretini verebileceğinizi size bildirir;(2) zira Allah sizin
efendinizdir:(3) Ve O her şeyi bilendir,(4) her hükmünde tam isabet edendir.
(2) Farada burada beyyene vurgusu taşır (İbn Aşur). Bu âyet Bakara 224 ile birlikte anlaşılmalıdır.
198
Üç tür yemin vardır:



Yalan yere yemin (ğâmûs),
gereksiz yere yemin (lağv),
mübahı yasak kılan yemin.
Buradaki üçüncüsüne girer. Keffaretin sebebi, yeminin Allah adına olmasıdır. Zımnen: Allah adına söz vermenin mutlaka bir bedeli vardır.
Allah’tan başkası adına yemin yasaklanmıştır: “Biliniz ki Allah sizi babalarınız üzerine yemin etmekten nehyetti. Yemin etmek isteyen Allah
adına yemin etsin ya da sussun. (Buhârî ve Müslim). Allah’tan başkası adına, Allah adına yemin eder gibi yemin etmeyi Allah Rasulü “şirk”
olarak nitelendirmiştir (Ahmed b. Hanbel ve Hakim).
(3) Zımnen: Siz ise O’nun kulusunuz; yasağı efendi koyar, kul değil.
(4) Yani; sizin için gerçek yararın ne olduğunu O bildiği için, haram kılmak da, O’na mahsustur.
ٰ ‫ت قُلُو ُب ُك ْم َو ه‬
ٰ ‫ََل ي َُؤاخ ُِذ ُك ُم ه‬
ْ ‫ّللا ُ ِباللَّ ْغ ِو فٖ ى اَ ْي َما ِن ُك ْم َو هل ِكنْ ي َُؤاخ ُِذ ُك ْم ِب َما َك َس َب‬
﴾٢٢٤﴿ ‫ّللا ُ َغفُو ٌر َحلٖ ي ٌم‬
225 Allah, düşünmeden yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz;(414) fakat kalplerinizin aldığı
tavırdan sorumlu tutacaktır; ama Allah tarifsiz bağışlayandır, cezalandırmadan önce fırsat tanıyandır.(415)
(414) Lağv herhangi bir kıymet taşımayan, hükümde itibara alınmayan söz demektir. İnsanın bu türden bir
“gevezelik” ve “boşboğazlık” alameti olarak yaptığı yeminlerden dolayı Allah’ın hesap sormayacağı bir af ve
rahmet olarak ifade buyurulmuştur. Bir insan öyle olduğu zannıyla “vallahi şöyle” demiş de sonunda bu
zannında yanılmışsa, Allah onu bundan dolayı sorumlu tutmayacaktır. Çünkü bunda “yalan söyleme kastı”
bulunmamaktadır. Bu âyet yemin etme alışkanlığı olan kimselere ilişkin olarak da anlaşılabilir. Bu tipler kalben
yemini kasdetmediği hâlde boşboğazlık olarak yemin ederler. Bu pasaj, hicretin ardından sosyal ve hukukî bir
problem olarak ortaya çıkan ailenin dağılmasını konu almaktadır.
(415) Yalan kastı taşımayan yeminlerin affedilmesi de aslında hiç vebal olmadığı için değil, Allah’ın rahmetinde
ve kullarına karşı cezalandırmada aceleci olmayışından kaynaklanmaktadır. (Halîm ismi için bkz. Ahzab: 51).
(Nuzul 105 / Mushaf 33 : Ahzab 51 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللاُ يَعْ لَ ُم مَا فٖى قُلُوبِ ُك ْم َو َكانَ ه‬
ٰ ‫َن ا ْبتَغَ يْتَ ِممَّنْ عَ َز ْلتَ َف ََل ُج َناحَ عَ لَيْكَ هذلِكَ اَدْ هنى اَنْ َت َقرَّ اَعْ ُي ُنهُنَّ َو ََل يَحْ َزنَّ َويَرْ ضَ يْنَ بِمَا ها َت ْي َتهُنَّ ُكلُّهُنَّ َو ه‬
ُ‫ّللا‬
ِ ‫ُترْ ٖجى مَنْ َت َشا ُء ِم ْنهُنَّ َو ُتپ ْٖوى ِالَيْكَ مَنْ َت َشا ُء َوم‬
﴾٤١﴿َ‫عَ لٖيمًا حَ لٖ يمًا‬
51 Onlardan dilediğini daha sonraya bırakabilir, dilediğini de yanına alabilirsin; ilişkini dondurup (sonraya) bıraktıklarından birini yeniden
istemende senin için bir beis yoktur: (67) bu (seni her görüşte) onların gözlerinin ışımasını, üzülmemelerini ve onlara verdiğin şeylerden razı
olmalarını sağlar; ve sadece Allah kalplerinizde olanı bilir: ama zaten Allah her şeyi bilir, tarifsiz bir hilim sahibidir.(68)
(67) Rasulullah kendisine tanınan bu hakkı kullanmak yerine aktif karı-koca ilişkisinde Nisâ 3’e göre hareket eder. Bu sınırlamanın
mağduriyet doğurmaması için dönüşümün gerekliliği vurgulanıyor. Sonuçta Rasulullah için çok eşliliğin tahammülü gerektiren bir fedakârlık
olduğu ayan beyan ortaya çıkıyor.
(68) Yani: “Hoşgörüsünü yerli yerince kullanır”. Hilm, yumuşak başlılık, hoşgörü, af ve merhameti istismar ettirmeden kullanmak, suçluya
vazgeçme fırsatı tanımak için cezalandırmada acele etmemek. Halîm olan, günahkarı hainden, hatayı kasıttan, saflığı hinlikten ayırmayı bilir.
‫ه‬
﴾٢٢٦﴿ ‫ّللا غَ فُو ٌر َرحٖ ي ٌم‬
َ ُ ‫ين ي ُْؤل‬
َ ‫لِلَّ ٖذ‬
َ ٰ َّ‫ون ِمنْ ِن َسائ ِِه ْم َت َربُّصُ اَرْ َب َع ِة اَ ْشه ٍُر َف ِانْ َفاؤُ َفاِن‬
226 Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenlere dört ay bekleme süresi vardır.(416) şayet dönerlerse, iyi
bilsinler ki Allah tarifsiz bağış, eşsiz merhamet sahibidir.(417)
(416) Cahiliyye Arapları, herhangi bir sebeple hanımlarına kızıp ona yaklaşmamaya yemin ederler, bu durum bir
zamanla sınırlı olmadığından bazen yıllarca sürerdi. O kadın ne evli olan bir kadın gibi doğal ve insani
ihtiyaçlarını giderebilir, ne de dul bir kadın gibi başka biriyle evlenebilirdi. Erkekler bu geleneği kadınlar
üzerinde baskı kurmak için kullanıyorlar ve onları her açıdan mağdur ediyorlardı. İddetin illeti sadece
hamileliğin anlaşılması değil, aynı zamanda kadının töhmetten korunmasıdır.
199
(417) Zımnen: Bu süre sonunda kişi eşine dönmeme kararını değiştirmezse otomatik olarak eşinden ayrılmış
olur. Ayrılma kararı erkeğin kadını bir hizmetçi, bir köle gibi kullandığı “belirsiz îlâ durumunu” daha fazla
uzatmaktan elbette kadın için daha hayırlıdır.
‫ه‬
َّ ‫َو ِانْ َع َزمُوا‬
﴾٢٢١﴿ ‫ّللا َس ٖمي ٌع َعلٖ ي ٌم‬
َ ٰ َّ‫الط ََلقَ َفاِن‬
227 Ama eğer ayrılmaya karar verirlerse, bilsinler ki Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.(418)
(418) Kur’an, kişinin îlâ ile neyi amaçladığını Allah’ın bildiği gerçeğine işaret eden bu âyetle, erkekleri sorumlu
davranmaya davet eder.
‫ه‬
‫اّلل َو ْال َي ْوم ْ ه‬
ٰ ‫ات َي َت َربَّصْ َن ِبا َ ْن ُفسِ ِهنَّ َث هل َث َة قُرُو ٍء َو ََل َي ِح ُّل لَهُنَّ اَنْ َي ْك ُت ْم َن َما َخلَقَ ه‬
ُ ‫َو ْال ُم َطلَّ َق‬
‫اَل ِخ ِر‬
ِ ٰ ‫ّللا ُ فٖ ى اَرْ َحام ِِهنَّ ِانْ ُكنَّ ي ُْؤمِنَّ ِب‬
ِ‫ه‬
ٰ ‫ال َعلَي ِْهنَّ دَ َر َج ٌة َو‬
‫ّللاُ َع ٖزي ٌز‬
َ ِ‫َو ُبعُولَ ُتهُنَّ اَ َح ُّق ِب َر ِّدهِنَّ فٖ ى هذل‬
ِ ‫ك ِانْ اَ َرا ُدوا ِاصْ ََلحً ا َولَهُنَّ م ِْث ُل الَّذٖ ى َعلَي ِْهنَّ ِب ْال َمعْ رُوفِ َولِلرِّ َج‬
﴾٢٢٨﴿ ‫َحكٖ ي ٌم‬
228 Boşanmış hanımlar, üç temizlenme süresince(419) kendilerini gözetlerler.(420)
Zira, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl
değildir.
Bu süre zarfında barışmak isterlerse, bu durumda kocaları onları almak hakkında önceliğe sahiptirler.
Meşru olmak kaydıyla erkeklerin kadınlar üzerinde nasıl hakları varsa, kadınların da erkekler üzerinde benzer
hakları vardır,(421) ne ki erkeklerin o kadınlar üzerinde öncelik hakkı vardır.(422)
Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet edendir.(423)
(419) Veya: “üç âdet görme süresince..” el-Kuru’, zıt anlamlı bir kelimedir. Hem âdet görmeyi hem de
temizlenmeyi ifade eder.
(420) Yeterabbesne bi-enfusihinne’nin doğru karşılığı budur ve bu bir kadının kendi rahminde olup bitene dair
ilk ve gerçek gözlemi ancak kendisinin yapabileceği gerçeğine dayanır.
(421) Veya: “Kadınların sorumluluklarına denk hakları vardır”. Ya da: “Kadınların hakları, örfe uygun olarak
sorumluluklarına denktir.” Buradaki denklikten kasıt ‘oran eşitliği’ değil, adâlettir. Formül şudur: Ne kadar
sorumluluk o kadar hak, ne kadar hak o kadar sorumluluk. Kadın-erkek arasındaki adâletin oran eşitliğine
indirgenmesi, her iki cinsin hak ve sorumluklarının birbirine denk olduğu gerçeğinin, cinslerin fıtratlarından
gelen farklılığı inkâr anlamına gelen ‘aynılık ve tıpkılığa’ indirgeme yanlışına dayanır. Oysa ki iki cins birbirinin
yerini tutmayan ‘eş’lerdir. Tıpkı bir çift ayakkabının eşi gibi. İkisi de birbirinin eşidir ama, biri diğerinin yerini
tutmaz.
(422) “O kadınlar”, sadece ‘aleyhinne ibaresinin tam karşılığı değil, aynı zamanda âyetin başında belirtilen
türden kadınlara da bir göndermedir. Bu hak, gebeyken boşanan kadının yeniden evliliği düşünmesi durumunda,
çocuğunun babasına tanınan öncelik hakkıdır.
(423) ‘Azîz ve Hakîm isimlerindeki belirsizlik, mânalarının bu pasajla bire bir alâkasına delalet eder (bkz.
Tevbe: 102).
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 102 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ َ‫وب ِه ْم َخل‬
ٰ ‫طوا عَ م ًََل صَالِحً ا َو ها َخرَ سَ ِّي ًئا عَ سَى ه‬
﴾١١٢﴿َ‫ّللا َغفورٌَرَ حٖ ي ٌم‬
َ ٰ َّ‫ّللاُ اَنْ َي ُتوبَ َعلَي ِْه ْم اِن‬
ِ ‫َو ها َخرُونَ اعْ َترَ فُوا بِ ُذ ُن‬
102 Bir de ilkin iyi olan işini, kötü olan ötekisiyle karıştırıp (en sonunda) günahını itiraf eden berikiler var. Allah’ın onların af taleplerini
kabul etmesi beklenir; çünkü Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.(129)
(129) Âyet sonlarında gelen el-esmau’l-husna’nın iki tür kullanımı vardır:


Birincisi ğafûrun rahîmun gibi belirsiz form,
İkincisi el-ğafûru’r- rahîm gibi belirli form.
200
Belirsiz formlar sıfattırlar. Failin zâtını değil vasfını ifade ederler. Yani zâta değil sıfata delalet ederler. İşte bu yüzden belirsiz geldiği
yerlerde bu sıfatlar özellikle o niteliklerin kullanıldığı âyet ya da âyetler grubunda anlatılan fiille doğrudan ilişkili olarak anlaşılmalıdırlar.
Yani İlâhî esmadan mücerret bir isim olarak değil, sonunda geldiği âyette anlatılan olayla bire bir ilişkili bir vasıf olarak.
Fakat belirli geldiklerinde yukarıdakinin tersine sıfatlar isme dönüşür. Failin fiilini değil, zâtî özelliğini gösterirler. Sabittirler, zamana ve
mekâna delalet etmezler. Bunun delili huve zamirine isnat eden hiçbir ismin belirsiz gelmemesidir (msl. Huve’l-ğafuru’r-rahîm).
Zira huve mutlak Zât’a delalet eder. Bu yüzden O’na isnat eden sıfat, el takısı alarak isme yaklaşır. Bu farkın çeviriye şu ya da bu biçimde
yansıması elbet gereklidir.
Biz genellikle;


belirsiz formda kullanılan sıfatları, “tarifsiz bir bağışlayıcı eşsiz bir merhamet kaynağıdır” şeklinde,
belirli kullanılan isimleri ise “mutlak bağış sahibidir, sonsuz merhamet kaynağıdır” şeklinde çevirmeye çalıştık (bkz. Kasas: 16; krş.
Tevbe: 71,).
َّ َ‫ا‬
ٌ ‫ان َف ِا ْم َسا‬
‫ك ِب َمعْ ر‬
َ‫ان َو ََل َي ِح ُّل لَ ُك ْم اَنْ َتاْ ُخ ُذوا ِممَّا ها َت ْي ُتمُوهُنَّ َش ْيپًا ا ََِّل اَنْ َي َخا َفا اَ ََّل يُقٖ ي َما ُح ُدود‬
ٍ ‫ُوفٍ اَ ْو َتسْ ٖري ٌح ِب ِاحْ َس‬
ِ ‫لط ه ََل ُق َمرَّ َت‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ٰ
ٰ
ٰ
ْ
َّ
ْ ‫اح َعلَي ِْه َما فٖ ي َما ا ْف َتد‬
‫ِك ُه ُم‬
َ ‫ّللا َفاُولئ‬
ِ َ‫ّللا َف ََل َتعْ َت ُدو َها َو َمنْ َي َت َع َّد ُح ُدود‬
ِ ‫ك ُح ُدو ُد‬
َ ‫َت ِبهٖ تِل‬
َ ‫ّللا َف ََل ُج َن‬
ِ ‫ّللا َف ِانْ ِخ ْف ُت ْم اََل يُقٖ ي َما ُح ُدو َد‬
ِ
َّ
﴾٢٢٩﴿ ‫ُون‬
‫م‬
‫ل‬
‫ا‬
‫الظ‬
َ ِ
229 (Dönüşü mümkün olan) boşama iki defadır.
Bundan sonrası ya iyilikle geçinmek ya da güzellikle (son defa boşayıp) ayrılmaktır.(424)
Bu durumda kadınlarınıza verdiğiniz şeyleri geri almanız, her iki tarafın da Allah’ın koyduğu sınırları
koruyamama endişeleri dışında, sizin için helâl değildir. Eğer Allah’ın her iki taraf için koyduğu sınırları
koruyamamalarından endişe ederseniz, bu durumda kadının fidye verip ayrılmasında her ikisi için de bir vebal
yoktur.(425)
Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, sakın ha aşmayın! Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, işte onlar
zulmetmiş olurlar.
(424) Bir sonraki 30. âyet buradaki iki boşamanın üçüncüsünü teşkil eder. 29 ve 30. âyetler birlikte okunmalıdır.
Ahsen talak (en güzel boşama) adı verilen asıl boşamayı Talak 1. âyet beyan eder. Bu âyetse dönüşü mümkün
olan boşamanın sınırını açıklar. Bu izin ikisi veya üçü bir arada değil iki ayrı zamanda kullanılabilir. Zira
merra’nın bir anlamı da “zamandan bir bölüm”dür (cüz’ün mine’z-zemân). Bu boşama türü, boşama hakkını geri
dönülmez biçimde sonuna kadar tüketen kişiyi ele almaktadır. Verilen iki fırsat da tüketilerek üçüncüsü ve
sonuncusu da kullanılmışsa, eşlerin beraberliği deneme süresi bitmiş ve nikahın saygınlığı tükenmiş demektir.
(şahitliğin boşama sürecindeki yeri için bkz. Talâk: 2).
(425) Bu âyet kadının eşini boşama (iftidâ) şartlarını beyan etmektedir (Ayrıca krş. Nisâ: 128). Bu konuda
Ensar’dan Habibe bt. Sehl’in, kocası Sabit b. Kays’ı boşaması örneği verilebilir.
(Nuzul 107 / Mushaf 65 : Talak 1-2 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ح َش ٍة ُم َب ِّي َن ٍة َوت ِْلكَ ُحدُو ُد ه‬
ْ‫ّللا َفقَد‬
ِ ‫ّللا رَ َّب ُك ْم ََل تُ ْخ ِرجُوهُنَّ مِنْ ُبيُوت ِِهنَّ َو ََل ي َْخرُجْ نَ ا ََِّل اَنْ َياْتٖ ينَ ِب َفا‬
ِ ٰ ‫ّللاِ َو َمنْ َي َتعَ َّد ُحدُو َد‬
َ ٰ ‫يَا اَ ُّيهَا ال َّن ِبىُّ ا َِذا َطلَّ ْق ُتمُ ال ِّنسَا َء َف َطلِّقُوهُنَّ لِ ِع َّدت ِِهنَّ وَ اَحْ صُوا ْال ِع َّد َة َوا َّتقُوا‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ُ
َ
ْ
َ
َ
َ
َ
َ
ْ‫َد‬
﴾١﴿ ‫ظل َم نفسَ ُه َل ت ٖرى لعَ َّل ّللاَ يُحْ دِث بَعْ دَ ذلِكَ امْرً ا‬
1 SEN ey peygamber!(1) Kadınlarınızı boşamak (istediğinizde), onları bekleme sürelerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın.(2) Allah’a karşı
sorumlu olduğunuzu bilin.(3) Onları (içinde yaşadıkları) evlerinden çıkarmayınız ve onlar da çıkmasınlar;(4) tabi ki, ayan açık bir
ahlâksızlık(5) yapmaları hali müstesna.(6) Bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır: Ve kim Allah’ın çizdiği sınırları aşarsa, artık o kendine
zulmetmiş olur; (ve) sen bilemezsin (ey insan), belki de Allah bu (bekleyişin) ardından, birtakım yeni (ve hayırlı) gelişmelere kapı
açabilir.(7)
(1) Burada hitap tekil olduğu halde arkadan gelen cümleler çoğuldur. Dolayısıyla Hz. Peygamber üzerinden tüm mü’minlere hitap
edilmektedir. Âyette zımni bir “de ki” vardır.
(2) Aksi halde ya hamileyi eş adayı ilan ederek neslin karışmasına, ya da boşanmış kadını gereksiz yere engelleyerek mağduriyetine neden
olursunuz.
201
Talak üç türdür:
1) Kur’an’ın önerdiği en güzel boşama (ahsen talak): Bu tek talakla boşamadır. Süre tamamlandıktan sonra bu evlilik geri dönüşü mümkün
olarak biter. Ancak geri dönüş için boşanan eşin rızası şarttır. Kadının iradesi eline verilmiştir.
2) Hasen talak: Kur’an’da tarifi yapılan türde üç aya yayılmış üç ayrı boşamadır. Eğer süreç bitmeden dönülmüşse, dönüldüğü yere kadar
infaz edilen talak hakkı kullanılmış olur, geriye kalan hak baki kalır. Eğer süreç tamamlanırsa, geri dönüşü samimi ve istismardan uzak bir
yeniden evlilik gerçekleştirmeden mümkün değildir.
3) Haram talak: Üç çeşittir
a) Hayızlı iken boşamaktır ki, Hz. Peygamber eşini böyle boşayan Abdullah b. Ömer’e eşine dönmesini söylemiştir.
b) Temizlik müddetinde fakat birlikte olduktan sonra boşama: bu da kadına zulüm olduğu ve neslin karışmasına neden olacağı için yasaktır.
c) Üç talakı bir talakta vermek: Bu da haramdır. Bir şey hem haram olup hem geçerli olamaz. Hz. Peygamber buna izin vermemiş, eşini
böyle boşayan Abdu Yezid isimli bir sahabiye eşine dönmesini emretmiştir (Ebu Davud, Talak 10; başka bir örnek için bkz. İbn Hanbel I,
265).
(3) Bu âyet “en güzel boşama” olan, tek talakı iddetin takip ettiği boşamayı ifade eder. Bu durumda Bakara 229 normal boşamayı değil
vazgeçilebilir boşamanın sınırını ifade eder.
(4) Veya: “çıkamazlar”. Kelime hem nehy-i gaib, hem nefy-i istikbal olarak okunabilir.
(5) Belirli olarak gelen tüm el-fâhişe’lerin zina veya iffetsizliğe, belirsiz olarak gelenlerinse ma‘siyyete delalet ettiği görüşüne dayanarak
(İbn Atıyye).
(6) İstisna cümlesi, “Ama bu tür bir davranışta bulunmuşsa çıkarabilirsiniz” mânasına da, “Eğer boşayınca fuhşa sürükleneceklerse
boşamaktan vazgeçin” mânasına da gelebilir.
(7) Boşanmanın zamana yayılmasının ve iddetin teşri kılınmasının hikmetine dair bir ifade. Ailenin dağılmaması için tüm seçenekleri
kullanmak ve umudu sonuna kadar diri tutmak. Her an hayata müdahil olan Allah’ın yardımıyla zaman unsurunu bir fırsata dönüştürmek.
Zira boşama, Rasulullah’ın ifadesiyle “Allah’ın kullanılmasından hiç hoşnut olmadığı bir izindir” (Ebu Davud).
‫ه‬
‫اّلل َوا ْلي َْوم ْ ه‬
ُ َ‫شهَادَ َة ِ ه ّٰللِ هذلِ ُك ْم يُوع‬
ٰ ‫اَلخ ِِر َومَنْ َي َّت ِق ه‬
َّ ‫ارقُوهُنَّ بِمَعْ رُوفٍ وَ اَ ْش ِهدُوا َذ َوٌْ عَ دْ ٍل ِم ْن ُك ْم وَ اَقٖ يمُوا ال‬
‫ّللاَ يَجْ عَ ْل لَ ُه م َْخرَ جً ا‬
ٍ ‫َفا َِذا َبلَ ْغنَ اَجَ لَهُنَّ َفاَمْسِ ُكوهُنَّ بِمَعْ رُو‬
ِ ٰ ِ‫ظ بِهٖ مَنْ َكانَ ي ُْؤمِنُ ب‬
ِ ‫ف اَ ْو َف‬
ِ
﴾٢﴿
2 İmdi, sürelerinin sonuna yaklaştıklarında ya onları meşru bir biçimde tutun, ya da meşru bir biçimde ayırın; ve
siz(in toplumunuz)dan iki kişiyi de şahit olarak bulundurun; (8) ve (hepiniz) şahitliği Allah için dürüstçe yapın! Bakın, bütün bunlar, Allah’a
ve Âhiret Günü’ne iman edenlere verilen bir öğüttür. Ve her kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa, O onun için bir kapı aralar
(8) Zımnen: Tarafların haklarının zayi olmaması için hukuki bir bağlayıcılığa kavuşturun. şahidi olmayan talak mağdur doğuracağı için ilâhi
emre aykırıdır. Bazıları Bakara 282’deki ticaret şahitliğiyle kıyaslayarak vacip olmadığı sonucuna varmışlardır. Oysa ki nikah akdiyle alımsatım akdi arasında insan ile mal arasındaki fark kadar fark vardır. “şahit bulundurun” emrinin “boşama” ile mi, yoksa hemen önündeki
cümlede yer alan “ayırın” ya da “tutun” ile mi alâkalı olduğu tartışılmıştır. “Tutmak” ya da “ayırmak” boşanma işleminin doğal bir uzantısı
olduğu için buradaki şahitlik her halükarda boşanmayla ilgilidir. Doğaldır ki, şahitler huzurunda akdedilen nikaha yine şahitler huzurunda
son verilmesi istenmektedir. Aksi halde birtakım mahzurlar ve mağduriyetler doğabilir.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 128 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ً ‫ش‬
ُّ ‫اَل ْنفُسُ ال‬
ُ ‫ت مِنْ بَعْ لِهَا ُن‬
َْ ‫ت‬
ْ ‫َوا ِِن امْ رَ اَةٌ َخا َف‬
﴾١٢٨﴿ ‫ّللا َكانَ ِبمَا َتعْ َملُونَ َخ ٖبيرً ا‬
ِ َ‫وزا اَ ْو اِعْ رَ اضًا َف ََل ُج َناحَ عَ لَي ِْهمَا اَنْ يُصْ لِحَا َب ْي َن ُهمَا ص ُْلحً ا َوالص ُّْل ُح َخ ْي ٌر َواُحْ ضِ ر‬
َ ٰ َّ‫ش َّح وَ اِنْ ُتحْ سِ ُنوا َو َت َّتقُوا َفاِن‬
128 Eğer bir kadın;


kocasının sadâkatsizlik ve geçimsizliğinden
ya da kendisini terk etmesinden korkarsa,
her iki taraf da anlaşma yoluyla aralarındaki sorunu çözebilirler;(127) anlaşma en iyi yoldur, bencilce kıskançlık ise insan fıtratında hâzır ve
nâzırdır:
Eğer iyilik yapar ve sorumlu davranırsanız, iyi bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.(128)
(127) Kadının nuşûz’u 34. âyette geçmişti. Bu âyet erkeğin nuşûz’unu ele alıyor. Kadının nuşûz’unun erkeğinkinden daha ağır
cezalandırılması, daha ağır sonuçlar üretmesindendir. Zira işin doğası gereği nesil emniyetini korumak birinci dereceden kadına ait bir
yükümlülüktür.
(128) Kadının boşama hakkına dolaylı olarak delâlet eder.
202
‫ه‬
‫ّللا‬
ِ ٰ َ‫اج َعا ِانْ َظ َّنا اَنْ يُقٖ ي َما ُح ُدود‬
َ ‫اح َعلَي ِْه َما اَنْ َي َت َر‬
َ ‫َف ِانْ َطلَّ َق َها َف ََل َت ِح ُّل لَ ُه ِمنْ َبعْ ُد َح ه ٰتى َت ْن ِك َح َز ْوجً ا َغي َْرهُ َف ِانْ َطلَّ َق َها َف ََل ُج َن‬
‫ه‬
﴾٢٣١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا ُي َب ِّي ُن َها ِل َق ْو ٍم َيعْ لَم‬
ِ ٰ ‫ك ُح ُدو ُد‬
َ ‫َوت ِْل‬
230 Ve erkek (sonunda) kadını boşarsa, bu kadın bir başka erkekle evlenmedikçe kendisine helâl olmaz.
Eğer sonraki erkek de onu boşarsa, her iki taraf da Allah’ın koyduğu sınırları gözetecekleri kanaatindeyse, tekrar
birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur.
İşte bunlar, Allah’ın akledenlere açıkladığı sınırlardır.
‫ف اَ ْو َسرِّ حُوهُنَّ ِب َمعْ رُوفٍ َو ََل ُتمْ سِ ُكوهُنَّ ضِ َرارً ا لِ َتعْ َت ُدوا َو َمنْ َي ْف َع ْل هذل َِك‬
ٍ ‫َو ِا َذا َطلَّ ْق ُت ُم ال ِّن َسا َء َف َبلَ ْغ َن اَ َجلَهُنَّ َفا َ ْمسِ ُكوهُنَّ ِب َمعْ رُو‬
‫ّللاه‬
‫ه‬
‫َف َق ْد َظلَم َن ْفس ُه و ََل َت َّت ِخ ُذوا هايا ِ ه‬
ُ
ِ ‫ّللا َعلَ ْي ُك ْم َو َما اَ ْن َز َل َعلَ ْي ُك ْم م َِن ْال ِك َتا‬
ِ ٰ َ‫ّللا ُه ُز ًوا َو ْاذ ُكرُوا ِنعْ َمت‬
ِٰ ‫ت‬
َ
َ َ َ
َ ٰ ‫ب َو ْهالح ِْك َم ِة َيعِظ ُك ْم ِبهٖ َوا َّت ُقوا‬
ٰ
ُ
َ
َ
َ
﴾٢٣١﴿ ‫ّللا ِبك ِّل شیْ ٍء َعلٖ ي ٌم‬
َ َّ‫َواعْ لمُوا ان‬
231 Bu şekilde kadınları boşadığınızda ve onlar da bekleme sürelerinin sonuna geldiklerinde,



Ya güzellikle tutun ya da
Güzellikle bırakın!
Onlara zarar vermek için alıkoymayın! Bu durumda haddi aşmış olursunuz. Kim de böyle yaparsa, elbette
kendisine kötülük etmiş olur.
Allah’ın âyetlerini hafife almayın! Allah’ın size olan nimetlerini, size öğüt vermek için size indirdiği vahyi ve
hikmeti hatırlayın ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun!
İyi bilin ki Allah her şeyin aslını bilir.
ُ ‫ض ْوا َب ْي َن ُه ْم ِب ْال َمعْ رُوفِ هذل َِك يُو َع‬
ُ ْ‫َوا َِذا َطلَّ ْق ُت ُم ال ِّن َسا َء َف َبلَ ْغ َن اَ َجلَهُنَّ َف ََل َتع‬
‫ان ِم ْن ُك ْم‬
َ ‫ظ ِبهٖ َمنْ َك‬
َ ‫اجهُنَّ ِا َذا َت َرا‬
َ ‫ضلُوهُنَّ اَنْ َي ْن ِكحْ َن اَ ْز َو‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
‫اّلل َو ْال َي ْوم ْ ه‬
ٰ ‫اَلخ ِِر ذلِ ُك ْم اَ ْز هكى لَ ُك ْم َواَ ْط َه ُر َو‬
﴾٢٣٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا ُ َيعْ لَ ُم َواَ ْن ُت ْم ََل َتعْ لَم‬
ِ ٰ ‫ي ُْؤمِنُ ِب‬
ِ
232 Kadınları boşadıktan sonra, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa, aralarında münasip bir biçimde anlaştıkları
takdirde, eş(namzet)leriyle evlenmelerine engel çıkarmayın!(426)
Bu, içinizden Allah’a ve âhiret gününe inanan herkese bir uyarıdır; işte bu sizin için en yararlı ve en temiz
olandır.
Allah her şeyi bilir ve fakat siz bilemezsiniz.
(426) Kadının eş seçme hakkını koruyan bu âyeti, 234. âyet de destekler. Amelî sünnet de bu doğrultudadır.
Velisi bir kadını, istemediği biriyle zorla evlendiremez (Ebu Davud, Nikah, 26; İbn Mace, Nikah, 12). Dönüşü
mümkün boşamalarda iddet tamamlandıktan sonra yeni bir nikah sözleşmesi, ancak kadının rızasına bağlıdır.
Geri dönüşlü boşamalarda kadının eşine dönmeme hakkı saklıdır. Makıl b. Yesar boşanan kız kardeşinin eski
kocasına dönmesine mani olmuş, âyet bunun üzerine inmiştir (İbn Kesir).
ُ ‫َو ْال َوالِ َد‬
‫ضا َع َة َو َعلَى ْال َم ْولُو ِد لَ ُه ِر ْزقُهُنَّ َو ِكسْ َو ُتهُنَّ ِب ْال َمعْ رُوفِ ََل‬
َ ‫ْن لِ َمنْ اَ َرادَ اَنْ ُي ِت َّم ال َّر‬
ِ ‫ات يُرْ ضِ عْ َن اَ ْو ََل َدهُنَّ َح ْولَي ِْن َكا ِملَي‬
‫ه‬
ْ
‫اض ِم ْن ُه َما‬
ِ ‫ضارَّ َوالِ َدةٌ ب َولَ ِد َها َو ََل َم ْولُو ٌد لَ ُه ب َولَدِهٖ َو َعلَى ْال َوار‬
ٍ ‫ص ًاَل َعنْ َت َر‬
َ ‫ك َف ِانْ اَ َرادَا ِف‬
َ ِ‫ث مِث ُل ذل‬
َ ‫ُت َكلَّفُ َن ْفسٌ ا ََِّل وُ سْ َع َها ََل ُت‬
‫و َت َشاوُ ر َف ََل ُج َناح علَيْهما و ِانْ ِاَر ْد ُتم اَنْ َتسْ َترْ ضِ عُوا ِ اَ ْو ََل َد ُكم َف ََل ُج َنا ِح علَ ْي ُكم ِا َذا سلَّ ْم ُتم ما ها َت ْي ُتم ب ْالمعْ رُوفِ وا َّتقُوا ه‬
ٰ‫ّللا‬
َ
َ ِ ْ
َ ْ َ
َ َِ َ َ
َ
ْ َ َ
ْ
ْ َ
َ
ٍ
َٰ ‫َواعْ لَمُوا اَنَّ ه‬
﴾٢٣٣﴿ ٌ‫صير‬
ٖ ‫ون َب‬
َ ُ ‫ّللا ِب َما َتعْ َمل‬
233 Ve (boşanmış) annelerden emzirme süresini tamamlatmak isteyenler çocuklarını tam iki yıl emzirirler;
onların yeme-içme ve giyim-kuşamlarını temin etmek münasip bir biçimde babaya(427) düşer.
Hiç kimseye taşıyamayacağı bir sorumluluk yükletilemez.
Ne bir anne çocuğu yüzünden zarara uğratılsın, ne de çocuğu yüzünden bir baba.
203
Ve (babanın) vârisine de aynı görev düşer. Eğer (çocuğun boşanmış ebeveyni, çocukla annenin) ayrılmasına
karşılıklı istişare sonucu razı olurlarsa, her ikisine de bir vebal yoktur.(428) Eğer çocuklarınızı süt annelere
baktırmaya karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun şekilde sağlamanız şartıyla(429) size
bir vebal yoktur.
Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: iyi bilin ki Allah tüm yapıp-ettiklerinizi görmektedir.
(427) Lafzen: “çocuk kendisinden olana”.
(428) Fisâl’i “sütten kesilmek” şeklinde yorumlamak isabetli değildir. “Çocuğun anneden ayrılması”na
hamletmek daha isabetli görünmektedir (krş. Râzî, Ebu Müslim’den).
(429) Bu mânayı Muhammed Esed’e borçluyum.
‫ُون اَ ْز َواجً ا َي َت َربَّصْ َن ِبا َ ْنفُسِ ِهنَّ اَرْ َب َع َة اَ ْشه ٍُر َو َع ْشرً ا َفا َِذا َبلَ ْغ َن اَ َجلَهُنَّ َف ََل ُج َنا َح َعلَ ْي ُك ْم فٖ ي َما َف َع ْل َن فٖ ى‬
َ ‫ين ُي َت َو َّف ْو َن ِم ْن ُك ْم َو َي َذر‬
َ ‫َوالَّ ٖذ‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ُ
ْ
ُ
َ
َ
َ
ٌ
﴾٢٣٥﴿ ‫ون خ ٖبير‬
َ ‫انفسِ ِهنَّ ِبال َمعْ رُوفِ َوّللاُ ِب َما تعْ َمل‬
234 İçinizden ölen kimselerin geriye bıraktığı eşler dört ay on gün kendilerini gözetlesinler.(430) Bu süreyi
tamamladıklarında kendileri için gerekli olan şeyleri meşru olmak kaydıyla(431) yapmalarında size herhangi bir
vebal yoktur. Ve Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
(430) Mücâhid’in yorumuna göre bu âyetle aynı konudaki 240. âyet, iki ayrı durumun ifadesidir. Bu âyet, bir
cahiliyye geleneğini kadınlar lehine sınırlar. Kocalar, ölmeleri hâlinde dul eşlerinin bir yıl evde kalıp yas
tutmalarını vasiyet ederlerdi.
Bu âyet ölen kocanın böylesine bir tasarrufta bulunamayacağını, kadın bunu istemezse âyette geçen sürenin
yeterli olduğunu beyan eder. Ölen kocasının vasiyetini gönüllü olarak kabul eden kadının bekleme süresi bu
sûrenin 240. âyetiyle belirlenmiştir.
(431) Burada bâ edatı ile (bi’l-ma‘ruf) gelen ibare 240. âyette min edatı ile (min ma‘ruf) gelmektedir. Çünkü
buradaki meşruluktan kasıt Allah’ın emrine göre olması, 240. âyette ise insan eylemlerinden bir eylem olarak
kadının kendisi hakkında makul bir karar vermesidir. Bu nedenle de biz bu âyette “meşru” diye çevirdiğimiz
ma‘ruf’u, 240. âyette “makul” şeklinde çevirdik. Ayrıca bu âyette belirsiz gelen kelime 240. âyette belirlilik
takısıyla gelir. Müfessirler bundan yola çıkarak bu âyetin 240. âyetten sonra indirildiğini söylerler.
ٰ ‫اء اَ ْو اَ ْك َن ْن ُت ْم فٖ ى اَ ْنفُسِ ُك ْم َعلِ َم ه‬
‫ّللاُ اَ َّن ُك ْم َس َت ْذ ُكرُو َنهُنَّ َو هلـ ِكنْ ََل ُت َواعِ ُدوهُنَّ سِ ًٰرا‬
ِ ‫َو ََل ُج َنا َح َعلَ ْي ُك ْم فٖ ي َما َعرَّ ضْ ُت ْم ِبهٖ ِمنْ خ ِْط َب ِة ال ِّن َس‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ً
ُ
ُ
َ
َّ
ْ
ُ‫ّللا َيعْ لَ ُم َما فٖ ى اَنفُسِ ُك ْم َفاحْ ذ ُروه‬
َ َّ‫اح َح ٰتى َي ْبلََ ال ِك َتابُ اَ َجلَ ُه َواعْ لَمُوا اَن‬
ِ ‫اَِل اَنْ َتقُولوا َق ْوَل َمعْ رُو ًفا َو ََل َتعْ ِزمُوا ُع ْق َد َة ال ِّن َك‬
‫ه‬
﴾٢٣٤﴿ ‫ّللا غَ فُو ٌر َحلٖ ي ٌم‬
َ ٰ َّ‫َواعْ لَمُوا اَن‬
235 Ve bu gibi kadınlara evlenme arzunuzu imâ etmekte, ya da böyle bir arzuyu içinizde taşımanızda da bir
vebal yoktur.
Nasılsa Allah sizin onlara karşı hissettiğiniz duyguları açacağınızı bilir.
Lâkin onlarla meşru bir biçimde konuşmak yerine, duygularınızı gizlice açma yoluna gitmeyin; dahası,
belirlenmiş süre tamamlanmadan evlilik bağını kurmaya kalkmayın!
Zira iyi bilin ki Allah içinizde sakladıklarınızı bilir: öyleyse O’ndan sakının!
Ve yine iyi bilin ki Allah tarifsiz bağışlayandır, acele cezalandırmayandır.
204
ُ‫ض ًة َو َم ِّتعُوهُنَّ َعلَى ْالمُوسِ ِع َقدَ ُرهُ َو َعلَى ْال ُم ْقت ِِر َق َد ُره‬
َ ‫ََل ُج َنا َح َعلَ ْي ُك ْم ِانْ َطلَّ ْق ُت ُم ال ِّن َسا َء َما لَ ْم َت َمسُّوهُنُّ اَ ْو َت ْف ِرضُوا لَهُنَّ َف ٖري‬
ً
﴾٢٣٦﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫َم َتا ًعا ِب ْال َمعْ رُوفِ َح ٰقا َعلَى ْالمُحْ سِ ن‬
236 Kendilerine henüz dokunmadığınız ya da bir mehir(432) tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda size bir
vebal yoktur.
Ne ki (bu durumda dahi) onlara destek olun!
Eli geniş olan kendi takdirince, eli dar olan da gücü yettiği miktar makul bir biçimde geçimlik tedarik etsin!
Bu, Allah’ı görür gibi inanan herkesin üzerine bir yükümlülüktür.
(432) Farida, erkeğin kadına evlilik sözleşmesi sırasında vermek zorunda olduğu sosyal güvenceyi ifade eder.
İslâm fıkhında “mehr” olarak adlandırılan bu uygulamanın “kişinin yapmak zorunda olduğu ilâhî emir”
anlamına gelen farida şeklinde adlandırılmış olması anlamlıdır.
ُ‫ون اَ ْو َيعْ فُ َوا الَّ ٖذى ِب َيدِهٖ ُع ْقدَ ة‬
َ ُ‫ض ًة َف ِنصْ فُ َما َف َرضْ ُت ْم ا ََِّل اَنْ َيعْ ف‬
َ ‫َو ِانْ َطلَّ ْق ُتمُوهُنَّ ِمنْ َقب ِْل اَنْ َت َمسُّوهُنَّ َو َق ْد َف َرضْ ُت ْم لَهُنَّ َف ٖري‬
‫ه‬
﴾٢٣١﴿ ‫صي ٌر‬
ٖ ‫ون َب‬
َ ُ ‫ّللا ِب َما َتعْ َمل‬
َ ٰ َّ‫اح َواَنْ َتعْ فُوا اَ ْق َربُ لِل َّت ْق هوى َو ََل َت ْن َسوُ ا ْال َفضْ َل َب ْي َن ُك ْم اِن‬
ِ ‫ال ِّن َك‬
237 Eğer kendilerine dokunmadan fakat mehirlerini tesbit ettikten sonra boşarsanız, bu durumda tesbit ettiğiniz
miktarın yarısı onlarındır; ancak onların bundan vazgeçmeleri ya da nikah bağını elinde tutan kimsenin
vazgeçmesi müstesna.
Vazgeçmeniz takvâya daha uygundur, zira birbirinize karşı fedakârca davranmanız gerektiğini aklınızdan
çıkarmayın: çünkü Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.(433)
(433) Kur’an’ın kendine has üslûbu içerisinde her sosyal ve hukukî bildirimin önünden ya da ardından mutlaka
Allah’a karşı sorumluluk çağrısı gelir. Bunlar adeta birer uyarı işaretidir; insana hep temel dâvâyı, varoluş
amacını hatırlatır. Eğer amaç gözden kaçırılırsa, araçların amaçlaşma tehlikesi doğar.
‫ه‬
ُ ‫َحاف‬
﴾٢٣٨﴿ ‫ين‬
َّ ‫ِظوا َعلَى ال‬
ِ ‫صلَ َوا‬
َ ٖ‫ّلل َقانِت‬
ِ ٰ ِ ‫ت والص هَّلو ِة ْالوُ سْ هطى َوقُومُوا‬
238 NAMAZLARINIZI,(434) özellikle en ideal namazı(435) kılmaya gayret edin(436) ve Allah’ın huzurunda
gönülden bir bağlılıkla durun!(437)
(434) Boşanmayla ilgili hükümlerin ardından söz namaza getirilir. Zira namaz gök dikişidir. Dünya astarını
âhiret atlasına günde beş yerinden dikmektir. Hayat ancak bu sayede ruhsuz bir ceset olmaktan kurtulur (krş.
Me‘aric: 19-24).
(435) Bizim “en ideal namaz” olarak karşıladığımız es-salâti’l-vustâ ibaresi hakkında şevkânî tam on sekiz görüş
zikreder. Bu konuda hadis edebiyatında da hayli rivayet bulunmaktadır (msl. Buhârî, Tefsir 5; ayrıca Tirmizî, İbn
Hanbel vd.) Görüş farklılıkları “orta” anlamına gelen vustâ kelimesinin yorumundan kaynaklanır. Bu ikindi veya
akşam namazı olarak tefsir edilmiştir. Ancak vustâ ism-i tafdil olarak “en ideal ve en faziletli” anlamlarına da
gelir. Doğrusu bu konuda bir görüş birliği yoktur ve buna zorlayacak bir delil de yoktur. Âyette kesin ve net
olarak bir tek namaz kastedilmez.
Nasıl ki Kadir gecesi Ramazan içerisinde ve duanın kabul saati Cuma günü içerisinde gizleniyorsa, “orta
namazı” da bütün namazlar içinde gizlenmiştir. Mamafih bu namazı aramak için tüm namazlara itina
gösterilmelidir. Sözün özü: Tüm namazlar bir namazı kılmak için kılınırlar.
(436) Hafizu fiilini “gayret edin” şeklinde çevirdik. Bu kalıpla gelen fiiller esasen iki taraf arasındaki ortak
eylemler için kullanılır. Adeta şöyle denilmektedir:
Siz namazı kollayınız ki, Allah da yukardan beri koyduğu kuralları ve emirlerini yerine getirmek hususunda sizi
kollasın. Veya:
205
Siz namazı koruyunuz ki, namaz da sizi korusun (krş. Ankebût: 45). “Mukavemet” ve “münazaa”ya delalet
eden bu kip ‘alâ ile birlikte metne “ısrar” ve “tekrar” vurgusunu katar.
(437) Âyette geçen kânitîn “gönülden bağlılık”, “kayıtsız şartsız teslimiyet” anlamına gelir. Bu kelimeyi
“susmak” olarak yorumlayanlar Buhârî ve Müslim’de geçen Zeyd b. Erkam rivayetini delil olarak gösterirler:
“Biz daha önce namaz içerisinde gerekli olduğu zaman konuşuyorduk. Bu âyet indikten sonra susmakla
emrolunduk ve namazda konuşmak yasaklandı.” Bu âyetten beş vakit namaz anlaşılır: Salevât çoğuldur ve ayrıca
dilde ikil formu olduğu için Arapça’da çoğul en az üçtür. Bir de orta namazı, toplam dört eder. Ama dört
rakamının ortası olmayacağı için salevât çoğulunu mecburen dört olarak anlamak zorundayız. Orta namazıyla
birlikte beş eder.
(Nuzul 46 / Mushaf 70 : Mearic 19-24 Aşağıdadır.)
﴾١٩﴿ ‫اَل ْنسَانَ ُخلِقَ َهلُوعًا‬
ِ ْ َّ‫ِان‬
19 KUŞKU yok ki insan pek tatminsiz yaratılmıştır: (12)
(12) Sadece burada geçen helû‘a, Ferrâ “sürekli yakınmak, sızlanmak, tatminsizlik” (ed-dacûr) mânası vermiş. Kelime Müfredât ve
Külliyyat’ta hiç yer almamış, İbn Aşur ise üç sayfadan fazla yer ayırmış. Fe’ul vezninden olan kelime hem özne, hem nesne anlamı taşır. Bu
bizi şu anlama ulaştırır: Özünde tatminsiz olan, bunun cezası olarak da tatminsizliğe maruz kalan. Bu tatminsizlik insan için bir fırsattır, eğer
doğru kullanırsa. Doğru kullanmanın yolu devamındaki âyetlerde gösterilir. Zımnen: Bana neyle tatmin olduğunu söyle, sana kim olduğunu
söyleyeyim. Allah rızası ve cennetten aşağısıyla tatmin olan ucuza gitmiştir. “Yükseliş yollarının” sahibi Allah’la tatmin olana ise o yollara
koyulup yükselmek düşer.
َّ ‫ا َِذا َم َّس ُه ال‬
﴾٢١﴿ ‫شرُّ جَ ُزوعًا‬
20 Başına bir kötülük geldiği zaman vaveylayı basar;
﴾٢١﴿ ‫َوا َِذا َم َّس ُه ْال َخ ْي ُر َم ُنوعًا‬
21 Ama bir iyiliğe nail olduğu zaman da onu herkesten kıskanır.
﴾٢٢﴿ َ‫ا ََِّل ْالمُصَ لٰٖين‬
22 Namazla dik duranlar (13) müstesna:
(13) Musallîn'e verdiğimiz anlam için bkz. A’lâ: 15, not 15 ve Mâide: 12, not 2.
﴾٢٣﴿ َ‫اَلَّذٖ ينَ ُه ْم عَ هلى صَ ََلت ِِه ْم دَ ائِمُون‬
23 Onlar ki namazlarında titiz ve devamlıdırlar. (14)
(14) Namaz, tatminsizliği Allah ve cennetle tatmin olma yolunda bir teşvik kılan imkan. Dünya hayatını, gök iğnesiyle âhiret atlasına günde
beş kez dikmektir.
﴾٢٥﴿ ‫َوالَّذٖ ينَ فٖى اَمْ َوال ِِه ْم حَ ٌّق مَعْ لُو ٌم‬
24 Onlar ki, malları üzerinde belirli (kimselerin) hakkı olduğunu (bilirler): (15)
(15) Buna göre zekât varsılın yoksula bir ikramı değil, yoksulun varsılın malındaki hakkıdır.
‫ه‬
﴾٢٣٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا َك َما َعلَّ َم ُك ْم َما لَ ْم َت ُكو ُنوا َتعْ لَم‬
َ ٰ ‫َف ِانْ ِخ ْف ُت ْم َف ِر َج ًاَل اَ ْو ُر ْك َبا ًنا َف ِا َذا اَ ِم ْن ُت ْم َف ْاذ ُكرُوا‬
239 Fakat tehlikedeyseniz, yaya ya da binek üzerinde eda edin! Tekrar güvenliğe kavuştuğunuzda, Allah’ı,
bilmezken size bildirdiği gibi anın!(438)
(438) Zımnen: Cana, mala ve insan onuruna yönelik bir tehdit söz konusuysa ve siz de bunlara halel gelme
endişesi taşıyorsanız Allah’ın huzurunda durmanın fiili tezahürü olan “kıyam”ı terk edebilirsiniz. Aynı şey
namazın şartlarından kıble ve sabah namazı dışındaki namazlarda vakit için de geçerlidir. Temel haklara yönelik
bir tehdit, bir mü’min üzerinden namazın ancak formel şartlarından bir ya da bir kaçını kaldırabilir.
Allah-insan ilişkisinin zirvesi olan namaz o kadar önemlidir ki, sadece normal zamanlarda değil olağanüstü
zamanlarda da bu ilişki türü mutlaka sürdürülmeli ve kul Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olduğunu
göstermelidir.
206
Bu sorumluluğu insan, kendisine yönelik doğrudan bir tehditten dolayı özel bir vakit ayırarak ayakta kıyama
duramadığı için erteleyemez. Böylesi bir durumda, vaziyet neyi gerektiriyorsa ibadet öyle eda edilir.
ْ
ً
‫اج َف ِانْ َخ َرجْ َن َف ََل ُج َنا َح َعلَ ْي ُك ْم فٖ ى َما‬
َ ‫ين ُي َت َو َّف ْو َن ِم ْن ُك ْم َو َي َذر‬
َ ٖ‫َوالَّذ‬
ٍ ‫ُون اَ ْز َواجً ا َوصِ يَّة َِلَ ْز َوا ِج ِه ْم َم َتاعً ا ِالَى ال َح ْو ِل غَ ي َْر ا ِْخ َر‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ٌ
ْ
ُ
﴾٢٥١﴿ ‫ف َوّللاُ َع ٖزيز َحكٖ ي ٌم‬
ٍ ‫َف َعل َن فٖ ى اَنفسِ ِهنَّ ِمنْ َمعْ رُو‬
240 İÇİNİZDEN biri ölür de geride eşler bırakırsa, dul eşlerine, kendi evlerinden çıkarılmaksızın bir yıllık
geçimlik vasiyet etsinler!(439)
Eğer onlar kendiliklerinden çıkarlarsa,
uygulamalarından dolayı bir vebal yoktur.
size onların kendileri hakkında aldıkları makul kararları
Ve Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet edendir.(440)
(439) Bu âyet ile iddet konusundaki 234. âyetin beyan ettiği iki farklı durum için 234’ün notuna bkz. Dolayısıyla
bu iki âyet arasında nasih-mensuh ilişkisi söz konusu değildir.
(440) Bu âyet boşanan kadınların haklarını savunan ve onlara o güne kadar tanınmayan birtakım ilave haklar
getiren âyetlerdendir. Müfessirlerin bir çoğu bu âyetle 234. âyetin aynı konuda hüküm verdiği görüşünden yola
çıkarak bu âyetin hükmünü 234’le geçersiz kılma (nesh) ya da kapsamını daraltma (tahsis) yoluna gitmişlerdir.
Bu görüşlerine mantıkî bir açıklama getirmek için de bu âyetin 234’ten önce indiğini iddia etmişlerdir. Bunun
delili yoktur. Böyle bir sonuca varılmasının tek nedeni, iki âyetin aynı konudan söz ettiği varsayımıdır. Oysa ki
234. âyet dul kadınların bekleme süresi, bu âyetse dul kadınların nafakası hakkındadır. Bu âyeti 234. âyetle
birlikte ele alırsak şunu söyleyebiliriz: Kocasını kaybeden dul bir kadın eğer kocasının evinden çıkıp evlenmek
istemiyorsa, onu bir yıl kocasının evinde kalıp, o hayattaymış gibi onun mirasından geçimini temin etmekten
kimse men edemez; yok eğer evlenmek istiyorsa, bu onun tercihidir ve iddeti dört ay on gündür.
َ ‫َول ِْلم‬
﴾٢٥١﴿ ‫ين‬
ِ ‫ُطلَّ َقا‬
َ ٖ‫ت َم َتا ٌع ِب ْال َمعْ رُوفِ َح ًٰقا َعلَى ْال ُم َّتق‬
241 Ve (böylece) boşanmış dul kadınlar da meşru bir biçimde geçimlerini sağlamış olacaklardır: Bu, sorumlu
davranan herkesin üzerine düşen bir görevdir.(441)
(441) Boşanmış kadınlarla ilgili dört durum var:




1) Gerdeğe girilip bir mehir tesbit edildikten sonra boşanan kadınlar: onlara ilişkin hükmü Bakara: 229 ve
Nisâ: 20 açıklar.
Gerdeğe girilmeden ve mehir tesbit edilmeden boşanan hanımlar: onların durumunu Bakara: 236 açıklar.
Bir mehir tesbit edilen fakat gerdeğe girilmeden boşanan hanımlar: onların durumunu Bakara: 237 açıklar.
Gerdeğe girildiği hâlde bir mehir tesbit edilmeden boşanan hanımlar: bu durumda olanların hükmü de hiç
tartışmasız mehir tesbit edilen kadınların mehrine muâdil bir mehirdir. Bazıları bu son durumun hükmünü
Nisâ: 24 âyetinin açıkladığı görüşündedirler.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 229 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ َ‫ا‬
ٰ ‫خ ْفتُ ْم اَ ََّل يُقٖ يمَا ُحدُودَ ه‬
ْ ‫ّللاِ َف ََل ُج َناحَ عَ لَي ِْهمَا فٖ يمَا ا ْف َتد‬
ٌ ‫ان َفاِمْ سَا‬
ٖ‫َت ِبه‬
ِ ْ‫ّللا َفاِن‬
ِ ‫سَان َو ََل َي‬
ِ ٰ َ‫ح ُّل لَ ُك ْم اَنْ َتاْ ُخ ُذوا ِم َّما ها َت ْي ُتمُوهُنَّ َش ْيپًا ا ََِّل اَنْ ي ََخا َفا اَ ََّل يُقٖ يمَا ُحدُود‬
ٍ ْ‫ك ِبمَعْ رُوفٍ اَ ْو َتسْ ٖري ٌح ِباِح‬
ِ ‫لط ََل ُق مَرَّ َت‬
‫ه‬
‫ّللا َفا ُ ه‬
َّ ‫ولئِكَ ُه ُم‬
ِٰ ‫ّللا َف ََل َتعْ َتدُوهَا َومَنْ َي َتعَ َّد ُحدُو َد ه‬
﴾٢٢٩﴿ َ‫الظالِمُون‬
ِ ٰ ‫ت ِْلكَ ُحدُو ُد‬
229 (Dönüşü mümkün olan) boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle geçinmek ya da güzellikle (son defa boşayıp) ayrılmaktır.(424)
Bu durumda kadınlarınıza verdiğiniz şeyleri geri almanız, her iki tarafın da Allah’ın koyduğu sınırları koruyamama endişeleri dışında, sizin
için helâl değildir. Eğer Allah’ın her iki taraf için koyduğu sınırları koruyamamalarından endişe ederseniz, bu durumda kadının fidye verip
ayrılmasında her ikisi için de bir vebal yoktur.(425) Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, sakın ha aşmayın! Kim Allah’ın koyduğu sınırları
aşarsa, işte onlar zulmetmiş olurlar.
(424) Bir sonraki 30. âyet buradaki iki boşamanın üçüncüsünü teşkil eder. 29 ve 30. âyetler birlikte okunmalıdır. Ahsen talak (en güzel
boşama) adı verilen asıl boşamayı Talak 1. âyet beyan eder. Bu âyetse dönüşü mümkün olan boşamanın sınırını açıklar. Bu izin ikisi veya
üçü bir arada değil iki ayrı zamanda kullanılabilir. Zira merra’nın bir anlamı da “zamandan bir bölüm”dür (cüz’ün mine’z-zemân). Bu
207
boşama türü, boşama hakkını geri dönülmez biçimde sonuna kadar tüketen kişiyi ele almaktadır. Verilen iki fırsat da tüketilerek üçüncüsü ve
sonuncusu da kullanılmışsa, eşlerin beraberliği deneme süresi bitmiş ve nikahın saygınlığı tükenmiş demektir. (şahitliğin boşama sürecindeki
yeri için bkz. Talâk: 2).
(425) Bu âyet kadının eşini boşama (iftidâ) şartlarını beyan etmektedir (Ayrıca krş. Nisâ: 128). Bu konuda Ensar’dan Habibe bt. Sehl’in,
kocası Sabit b. Kays’ı boşaması örneği verilebilir.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 20 Aşağıdadır.)
﴾٢١﴿ ‫ج َو ها َت ْي ُت ْم اِحْ هديهُنَّ قِ ْن َطارً ا َف ََل َتاْ ُخ ُذوا ِم ْن ُه َش ْيپًا اَ َتاْ ُخ ُذو َن ُه ُب ْه َتا ًنا َوا ِْثمًا م ُٖبي ًنا‬
ٍ ‫ج َم َكانَ َز ْو‬
ٍ ‫َواِنْ اَرَ دْ ُتمُ اسْ تِ ْبدَا َل َز ْو‬
20 Fakat eğer bir kadını bırakıp yerine başka bir kadın almak isterseniz, birincisine külçe külçe altın vermiş olsanız dâhi hiçbir şeyi geri
almayın.(33) Ona iftira ederek ve bu nedenle açıkça günaha girerek verdiğinizi geri almak olur mu hiç?
(33) 3. âyetin sonundaki tek eş tavsiyesine dolaylı bir gönderme.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 236 Aşağıdadır.)
ً ‫ََل ُج َناحَ عَ لَ ْي ُك ْم اِنْ َطلَّ ْقتُ ُم ال ِّنسَا َء مَا لَ ْم َت َمسُّوهُنُّ اَ ْو َت ْف ِرضُوا لَهُنَّ َف ٖر‬
﴾٢٣٦﴿ َ‫يضَة َو َم ِّتعُوهُنَّ عَ لَى ْالمُوسِ ِع َق َد ُرهُ َوعَ لَى ْال ُم ْقت ِِر َقدَ ُرهُ َم َتاعًا ِب ْالمَعْ رُوفِ حَ ًٰقا عَ لَى ْالمُحْ سِ نٖ ين‬
236 Kendilerine henüz dokunmadığınız ya da bir mehir(432) tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda size bir vebal yoktur. Ne ki (bu
durumda dahi) onlara destek olun! Eli geniş olan kendi takdirince, eli dar olan da gücü yettiği miktar makul bir biçimde geçimlik tedarik
etsin! Bu, Allah’ı görür gibi inanan herkesin üzerine bir yükümlülüktür.
(432) Farida, erkeğin kadına evlilik sözleşmesi sırasında vermek zorunda olduğu sosyal güvenceyi ifade eder. İslâm fıkhında “mehr” olarak
adlandırılan bu uygulamanın “kişinin yapmak zorunda olduğu ilâhî emir” anlamına gelen farida şeklinde adlandırılmış olması anlamlıdır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 237 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ً
َّ
َّ
ْ
ْ َّ َ
‫ّللا بِمَا‬
َ ٰ َّ‫اح َواَنْ َتعْ فُوا اَ ْقرَ بُ لِل َّت ْق هوى َو ََل َت ْنسَ وُ ا ْال َفضْ َل َب ْي َن ُك ْم اِن‬
ِ ‫َواِنْ طلق ُتمُوهُنَّ مِنْ َقب ِْل اَنْ َت َمسُّوهُنَّ َوقَدْ َفرَ ضْ ُت ْم لَهُنَّ َف ٖريضَ ة َفنِصْ فُ مَا َفرَ ضْ ُت ْم اَِل اَنْ يَعْ فُونَ اَ ْو يَعْ فُ َوا الذٖ ى بِ َيدِهٖ ُعقدَ ةُ ال ِّن َك‬
﴾٢٣١﴿ ‫َصي ٌر‬
ٖ ‫َتعْ َملُونَ ب‬
237 Eğer kendilerine dokunmadan fakat mehirlerini tesbit ettikten sonra boşarsanız, bu durumda tesbit ettiğiniz miktarın yarısı onlarındır;
ancak onların bundan vazgeçmeleri ya da nikah bağını elinde tutan kimsenin vazgeçmesi müstesna. Vazgeçmeniz takvâya daha uygundur,
zira birbirinize karşı fedakârca davranmanız gerektiğini aklınızdan çıkarmayın: çünkü Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.(433)
(433) Kur’an’ın kendine has üslûbu içerisinde her sosyal ve hukukî bildirimin önünden ya da ardından mutlaka Allah’a karşı sorumluluk
çağrısı gelir. Bunlar adeta birer uyarı işaretidir; insana hep temel dâvâyı, varoluş amacını hatırlatır. Eğer amaç gözden kaçırılırsa, araçların
amaçlaşma tehlikesi doğar.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 24 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ً ‫ح َّل لَ ُك ْم مَا وَ رَ ا َء هذلِ ُك ْم اَنْ َت ْب َت ُغوا بِاَمْ َوالِ ُك ْم مُحْ صِ نٖ ينَ غَ يْرَ مُسَافِحٖ ينَ َفمَا اسْ َتمْ َتعْ ُت ْم بِهٖ ِم ْنهُنَّ َف ها ُتوهُنَّ ا ُ ُجورَ هُنَّ َف ٖر‬
ْ ‫ات مِنَ ال ِّنسَا ِء ا ََِّل مَا َملَ َك‬
ُ ‫َو ْالمُحْ صَ َن‬
‫يضَة َو ََل‬
ِ ُ ‫ّللا عَ لَ ْي ُك ْم َوا‬
ِ ٰ َ‫ت اَ ْيمَا ُن ُك ْم ِك َتاب‬
‫ه‬
﴾٢٥﴿ ‫ّللا َكانَ عَ لٖيمًا حَ كٖ يمًا‬
َ ٰ َّ‫ُج َناحَ عَ لَ ْي ُك ْم فٖ يمَا َترَ اضَ ْي ُت ْم بِهٖ مِنْ بَعْ ِد ْال َف ٖريضَ ِة اِن‬
24 Meşru şekilde hakkını vererek sahip olduklarınızın(44) dışında, bütün evli kadınlar (da haramdır). Bu Allah’ın size talimatıdır.
Bunların dışındakilerin tümü, mal varlığınızdan bir kısmını vererek istemeniz, gayr-ı meşru bir ilişkiyle değil de evlilik bağı yoluyla almak
şartıyla size helâldir.
Kendilerinden yararlandığınız kadınlara mehirlerini bir yükümlülük olarak tastamam verin! Bu yükümlülüğün tesbitinden sonra, başka bir
şey üzerinde uzlaşmanızda sizin için bir sorumluluk yoktur. Kuşku yok ki Allah her şeyi bilendir, her hükmünde tam isabet edendir.
(44) Mâ meleket eymânukum’un tefsiri sadedinde Elmalılı şunları söyler: “Yemin” esasen “sağ el” olduğundan milk-i yemininiz demek,
“ellerinizle meşru sûrette bihakkın kazandığınız milkleriniz” demektir ki daha çok “köle” ve “cariyeler” hakkında istimal olunur”.
Bunların “eş”lerin dışında ikinci bir kategori olduğunu “eşleri ve sağ elleri altında bulunanlar” (Ahzab: 50) âyetinden anlıyoruz.
Bunlar kimlerdir?
Ahzab 50. âyetten bunların “savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunan kimseler..” olduğunu öğreniyoruz.
Demek ki, bunlar mutlak savaş esirleri değil, savaş esirleri arasından Allah Rasulü’nün meşru bir biçimde sahip olabilecekleri idi. Buna
örnek ararsak hemen iki örnek bulabiliriz:
208

Safiye ve Cüveyriye.
Bu iki annemiz savaş esiridirler, fakat Rasulullah onları “cariye” edinmeyip nikahlamıştır. Sünnetteki uygulama budur. Kaldı ki Muhammed
4. âyet savaş esirlerinin köleleştirilmesini dışlamaktadır (bkz. Muhammed: 4).
Sıcak savaş dışında esir almak da yasaklanmıştır (bkz. Enfal: 67 ve Ahzab: 52).
ٰ ‫َك هذل َِك ُي َبيِّنُ ه‬
﴾٢٥٢﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ّللا ُ لَ ُك ْم ها َياتِهٖ لَ َعلَّ ُك ْم َتعْ ِقل‬
242 İşte Allah aklınızı kullanabilesiniz diye, size mesajlarını böyle açıklıyor.(442)
(442) 217. âyetten buraya kadarki pasajlar, “Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı” diye başlayan 216.
âyetin alt başlıklarıdır. Dul kadınların büyük bir bölümünü, boşananlar değil savaşta kocaları ölenler
oluşturuyordu. Kur’an üslûbu gereği konuyu ele aldığında olayın farklı boyutlarını da gündeme getirdi. şimdi
ana konuya yeniden dönerek, savaş olgusunu ele alıyor ve “korkunun ecele faydası yok” sözünü, ölüm
korkusuyla bireysel ve toplumsal sorumluluktan kaçanlara hatırlatıyor:
‫ه‬
ٰ ‫ت َف َقا َل لَ ُه ُم ه‬
‫اس‬
ِ ‫ين َخ َرجُوا ِمنْ دِيا َ ِر ِه ْم َو ُه ْم اُلُوفٌ َح َذ َر ْال َم ْو‬
َ ٖ‫اَلَ ْم َت َر ِالَى الَّذ‬
َ ٰ َّ‫ّللا ُ مُو ُتوا ُث َّم اَحْ َيا ُه ْم اِن‬
ِ ‫ّللا لَ ُذو َفضْ ٍل َعلَى ال َّن‬
‫ه‬
َ
ْ
ْ
ُ
َ
َّ
َ
﴾٢٥٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫اس َل َيشكر‬
ِ ‫َولـكِنَّ اكث َر الن‬
243 SAYILARI binlerce olduğu hâlde, ölüm korkusuyla yurtlarını terk edenleri gözünde canlandırabilir
misin!?(443) Allah onlara önce “Ölün!” demiş, peşinden onları hayata döndürmüştü.(444)
Hiç şüphesiz Allah insanlara karşı sınırsız lütuf sahibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.(445)
(443) Zımnen: Ölümden kaçmak suçluluk alametidir. Elemtera ibaresi, sorudan çok ibret ve hayret vurgusu taşır.
Menâr sahibi bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Ben de diyorum ki: “Bu tabirle elemtera ile başlayan kıssaların ille
de yaşanmış olması şart değildir. Aksine bu kıssalar temsili de olabilirler. Kıssaya böyle girilmesinden maksat,
sanki gözlerle müşahede edilen ve kesin bilinen bir gerçeklik gibi tasavvur etmemiz istendiği içindir.” Bu temsil
“korkunun ecele faydası yoktur” atasözünü hatırlatır. Esasen bu âyette anılanların ölüm karşısındaki yerilen
tavırlarının tam tersini, “(fakat) Allah’a kavuşacaklarına kesin olarak inananlar” (249) denilen kimselerin
tavırları temsil eder.
(444) Buradaki “ölün” ve “hayata döndürmüştü” ifadeleri, bu sûrenin “af dileyin ve böylece içinizdeki
kötülükleri öldürün” âyeti ışığında anlaşılmalıdır (Bakara: 54).
(445) Kur’an’da “insanların çoğu” formu tam on yedi yerde sadece üç şekilde gelir:



“İnsanların çoğu bilmezler”,
“İnsanların çoğu şükretmezler”,
“İnsanların çoğu iman etmezler”.
Bu üç durum da aslında birbirinin sebep ve sonucudurlar. Bu ifade, şuursuz kitlelerin tarihin öznesi değil nesnesi
olduğu gerçeğini ifade eder. Kur’an onların karşısına ulu’l-elbab’ı (bilinç sahipleri) yerleştirir.
Bu âyet şu hakikati ifade eder:


Bir toplumun hak ve adâlet tutkusuna ölüm korkusu galip gelirse o toplum geleceğini satmış demektir.
Bir toplumda hakikat aşkı ve adâlet tutkusu ölüm korkusuna galip gelmeye başladı mı, o toplum ölü bir
toplumken dirilmeye ve dünya toplumları içerisinde üstün ve gıpta edilir bir konuma gelmeye başlar.
Aslında 246-251. âyetlerde anlatılan Tâlût-Câlût kıssası bu gerçeğin tarihsel örneğidir.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 54 Aşağıdadır.)
209
‫ه‬
‫ه‬
‫َوا ِْذ َقا َل م ه‬
﴾٤٥﴿ ‫َار ِئ ُك ْم َف َتابَ َعلَ ْي ُك ْم ِا َّن ُه ه َُو ال َّتوَّ ابُ الرَّ حٖ ي ُم‬
ِ ‫َار ِئ ُك ْم َفا ْق ُتلُوا اَ ْنفُسَ ُك ْم ذلِ ُك ْم َخ ْي ٌر لَ ُك ْم عِ ْن َد ب‬
ِ ‫ُوسى لِ َق ْومِهٖ يَا َق ْو ِم ِا َّن ُك ْم َظلَمْ ُت ْم اَ ْنفُسَ ُك ْم ِبا ِّت َخا ِذ ُك ُم ْالعِجْ َل َف ُتوبُوا اِلى ب‬
54 Hani Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! İyi bilin ki siz buzağıyı peydahlamakla kendi kendinize kötülük ettiniz. Sizi yoktan eşsizörneksiz vareden Yaratıcınıza(95) yönelerek af dileyin ve böylece içinizdeki kötülükleri öldürün!(96) Böyle yapmanız, eşsiz yaratıcınız
katında sizin için daha hayırlıdır.” İşte sizin tevbenizi (bir kez daha) böyle kabul etmişti: çünkü yalnız O’dur tevbeleri kabul eden, merhamet
eden.
(95) Bâri’, Hâlık’tan farklı olarak “orijinal, örneksiz, eşsiz, tasarlamadan yoktan yaratan” anlamına gelir (Zemahşerî; krş. Bakara: 117, not
12).
(96) Lafzen: “..kendinizi öldürün!” Bu konuda hepsi de birbirine benzeyen ve İsrâiliyyata dayanan rivayetlere göre herkes o gün silahını
alarak en yakınını öldürmüştür. Tek bir günde yetmiş bin kişi bu şekilde öldürülmüştür. Önce tevbe etmeleri emredildiği ve onlar da tevbe
ettiği hâlde, niçin böylesine dönüşsüz bir ceza verildiğini anlamakta zorlanan Zemahşerî, bu problemi gidermek için bir kaç ihtimal sayar.
Râzî bu âyetin tefsirinde görüş birliği olmadığını söyler. Kadı Abdulcebbar’a göre bu âyetteki “öldürün” emri mecazîdir.
Bütün bunlar bir yana, âyeti eğer lafzî anlamda alacak olursak emir “kendinizi öldürün” yani “intihar edin” şeklindedir. Oysa ki bunu hiçbir
rivayet söylemez. Aksine onları hep başkalarının öldürdüğü rivayet edilmektedir. Bu ise çelişkidir. Çünkü Yahudilere kan dökmek,
birbirlerini öldürmek vahiyle yasaklanmıştır (bkz. âyet 84-85). Bu iki sebep, bu ifadenin mecâzî olduğu sonucunu verir.
‫ه‬
‫و َقا ِتلُوا فٖ ى سب ه‬
﴾٢٥٥﴿ ‫ّللا َس ٖمي ٌع َعلٖ ي ٌم‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ
ِ َٖ
َ ٰ َّ‫ّللا َواعْ لَمُوا اَن‬
244 O hâlde Allah yolunda savaşın! Ama unutmayın ki, Allah her şeyi tarifsiz işitendir, her şeyi sınırsız bilendir.
‫ه‬
ُ ‫ّللاُ َي ْق ِبضُ َو َي ْبص‬
ٰ ‫ير ًة َو ه‬
ً ْ‫ّللا َقر‬
﴾٢٥٤﴿ ‫ُون‬
َ ‫ُط َو ِالَ ْي ِه ُترْ َجع‬
َ ٖ‫ضاعِ َف ُه لَ ُه اَضْ َعا ًفا َكث‬
َ ‫ضا َح َس ًنا َف ُي‬
َ ٰ ُ‫َمنْ َذا الَّ ٖذى ُي ْق ِرض‬
245 Allah’ın kat kat fazlasıyla geri ödeyeceği bir güzel borcu O’na verecek olan kimdir?(446) Allah hem daraltır
hem genişletir; ve hepiniz sonunda O’na döndürüleceksiniz.
(446) Allah’ın kat kat fazlasıyla ödeyeceği sadece mal değil aynı zamanda hayattır da. Çünkü Allah yolunda
öldürülenlere verdiği ömrün kat kat fazlası olan ebedi bir hayat bahşedilecektir. Değil mi ki: Allah için vermek,
vermek değil almaktır.
‫ث لَ َنا ملِ ًكا ُن َقا ِت ْل فٖ ى سب ه‬
ْ ‫ُوسى ا ِْذ َقالُوا لِ َن ِبىٍّ لَ ُه ُم ا ْب َع‬
‫َل ِمنْ بَنٖ ى ِاسْ َر ٖاي َل ِمنْ َبعْ ِد م ه‬
‫ِب‬
َ ‫ّللا َقا َل َه ْل َع َس ْي ُت ْم ِانْ ُكت‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ
ِ َ ‫اَلَ ْم َت َر ِالَى ْال َم‬
ِ َٖ
‫ه‬
‫ِب َعلَي ِْه ُم ْال ِق َتا ُل َت َولَّ ْوا ا ََِّل‬
َ ‫ار َنا َواَ ْب َنا ِئ َنا َفلَمَّا ُكت‬
ِ ٰ ‫يل‬
ِ ‫َعلَ ْي ُك ُم ْال ِق َتا ُل اَ ََّل ُت َقا ِتلُوا َقالُوا َو َما لَ َنا اَ ََّل ُن َقا ِت َل فٖ ى َس ٖب‬
ِ ‫ّللا َو َق ْد ا ُ ْخ ِرجْ َنا ِمنْ ِد َي‬
‫ه‬
َّ
ٰ
ً
ْ
َ
﴾٢٥٦﴿ ‫ين‬
َ ‫قلٖ يَل ِمن ُه ْم َوّللا ُ َعلٖ ي ٌم ِبالظال ِٖم‬
246 Musa’dan sonra İsrâiloğullarının ileri gelenlerinin, peygamberlerinden birine “Bize bir kral tayin et ki Allah
yolunda savaşalım” dediklerini görmedin mi?
O da dedi ki:

“Ya size savaş emredildikten sonra savaşmaktan geri durarak isyan ederseniz?”
Cevap verdiler:

“Biz, yurdumuzdan ve çoluk-çocuğumuzdan ayrı düşürülmüşken neden savaşmayalım?”
Oysa ki savaşmak onlara emredilince, pek azı dışında hepsi yüz çevirdiler.
Allah, gerçek zalimlerin kim olduğunu çok iyi bilmektedir.
210
Hz Musa ve Harun’un Mısır’dan Çıkışı
211
‫ه‬
َ ‫ّللا َق ْد َب َع‬
ُ ‫ث لَ ُك ْم َطالُوتَ َملِ ًكا َقالُوا اَ ه ٰنى َي ُكونُ لَ ُه ْالم ُْل‬
‫ك َعلَ ْي َنا َو َنحْ نُ اَ َح ُّق ِب ْالم ُْلكِ ِم ْن ُه َو َل ْم ي ُْؤتَ َس َع ًة م َِن‬
َ ٰ ‫َو َقا َل لَ ُه ْم َن ِب ُّي ُه ْم اِنَّ ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا ُ ي ُْؤتٖ ى م ُْل َك ُه َمنْ َي َشا ُء َو‬
ٰ ‫ّللا اصْ َط هفي ُه َعلَ ْي ُك ْم َو َزا َدهُ َبسْ َط ًة فِى ْالع ِْلم َو ْال ِجسْ م َو‬
﴾٢٥١﴿ ‫ّللاُ َواسِ ٌع َعلٖ ي ٌم‬
ِ ‫ْال َم‬
َ ٰ َّ‫ال َقا َل اِن‬
ِ
ِ
247 Peygamberleri onlara,

“İşte, Allah size Tâlût’u hükümdar tayin etti”(447)
deyince şöyle karşı çıktılar:

“Biz yönetime ondan daha lâyıkken ve ona büyük bir servet de verilmemişken, nasıl olur da o bizim
üzerimize otorite sahibi olabilir ki?”
Cevap verdi:

Çünkü Allah onu seçti; ilimde kuşatıcı bir derinlik ve fizîkî üstünlük sahibi kıldı. Ve Allah otoriteyi
dilediğine bahşeder: zira Allah sınırsız güç sahibidir, her şeyi bilendir.
(447) Samuil Peygamber döneminde MÖ 1020 civarında İsrailoğullarına komutan olarak atanan Talut, Hz.
Davud ve Süleyman’la gücünün zirvesine çıkan devletin de kurucusu sayılmaktadır.
212
213
ُ ‫َو َقا َل لَ ُه ْم َن ِب ُّي ُه ْم اِنَّ ها َي َة م ُْلكِهٖ اَنْ َياْتِ َي ُك ُم ال َّتاب‬
‫ك ها ُل م ه‬
َّ‫ُون َتحْ ِمل ُ ُه ْال َم هل ِئ َك ُة اِن‬
َ ‫ُوسى َو ها ُل ههر‬
َ ‫ُوت فٖ ي ِه سَكٖ ي َن ٌة ِمنْ َر ِّب ُك ْم َو َب ِقي ٌَّة ِم َّما َت َر‬
‫ه‬
﴾٢٥٨﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ك َ هَل َي ًة لَ ُك ْم ِانْ ُك ْن ُت ْم م ُْؤمِن‬
َ ِ‫فٖ ى ذل‬
248 Ve Peygamberleri onlara dedi ki:

“Bakın, onun otoritesini meşru kılan belge olarak size içinde Rabbiniz tarafından bahşedilmiş bir gönül
huzuru ile Musa’nın ailesi ve Harun’un ailesinden geriye kalan, meleklerin yüklediği bir gönül
bağışlanacaktır. Eğer gerçekten inanıyorsanız, bunda sizin için bir işaret vardır.”(448)
(448) Tabut’un ne olduğu konusu tartışmalıdır. Râğıb, “Tabut, kalbe-gönle bir atıftır, ‘gönül huzurundan’
maksat da ondaki ilimdir. Bu nedenle kalp “ilmin çantası, hikmetin evi ve tabutu olarak isimlendirilmiştir”
açıklamasını yapar (Müfredât).
Eski Ahid’de aynı kıssanın anlatıldığı yerde geçen şu satırlar bu yorumu destekler: “Saul (Tâlût) Samuil’in
yanından gitmek için döndüğü gibi Allah ona başka bir kalp verdi.” (I. Samuel, 10:9.)
‫ه‬
ْ ‫ْس ِم ٖ ٰنى َو َمنْ لَ ْم َي ْط َعمْ ُه َف ِا َّن ُه ِم ٖ ٰنى ا ََِّل َم ِن‬
ُ ُ ‫ص َل َطال‬
‫ف ُغرْ َف ًة‬
َ ‫اغ َت َر‬
َ ‫ب ِم ْن ُه َفلَي‬
َ ‫ّللا ُم ْب َتلٖ ي ُك ْم ِب َن َه ٍر َف َمنْ َش ِر‬
َ ‫َفلَمَّا َف‬
َ ٰ َّ‫وت ِب ْال ُج ُنو ِد َقا َل اِن‬
ُ
‫ه‬
ْ
ً
ُ
ُ
َّ
َ
َّ
َّ
ْ
ْ
ُ
ُ
ُّ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ‫وت‬
ْ
ُ
ُ
ُ
ُ
ُ
‫ون‬
‫ين ا َمنوا َم َعه قالوا َل طاقة لنا ال َيو َم ب َجال‬
َ ‫ين َيظن‬
َ ‫َوجنودِهٖ قا َل ال ٖذ‬
َ ٖ‫ِب َيدِهٖ فش ِربُوا ِمنه اَِل قلٖ يَل ِمنه ْم فلمَّا َج َاوزه ه َُو َوالذ‬
‫ّللا و ه‬
‫ت ِف َئ ًة َكثٖ ير ًة با ِْذ ِن ه‬
‫ه‬
ٰ
ٰ
َ
َ
ْ
َ
َ
َ ‫ّللا‬
َ
ْ‫ن‬
﴾٢٥٩﴿ ‫ين‬
‫ص‬
‫ال‬
‫ع‬
‫م‬
‫ّللا‬
‫ب‬
‫ل‬
‫غ‬
‫ة‬
ٍ
‫ل‬
‫ي‬
‫ق‬
‫ة‬
ٍ
‫ئ‬
‫ف‬
‫م‬
‫م‬
‫ك‬
ٖ‫ل‬
ِ
ِ
َ ‫َّاب ٖر‬
َ
َ
َ
ِ
َ
َ
ِ ٰ ‫اَ َّن ُه ْم م ََُلقُوا‬
ْ
ُ
ِ
ِ ِ
249 Ve Tâlût ordusuyla harekete geçtiği zaman dedi ki:

“Bakın, Allah sizi bir ırmakla sınayacak; kim ondan içerse benden değildir, kim de ondan tatmazsa
bendendir; ancak bir avuç içen bundan müstesnadır.(449)
Onlardan pek azı dışında, hepsi ondan (kana kana) içtiler. O ve ona inananlar ırmağı geçtikleri sırada, (ırmağın
öbür tarafında kalanlar) dediler ki:

“Bugün Calût ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok”.(450)
(Fakat) Allah’a kavuşacaklarına kesin gözüyle bakanlar(451) da dediler ki:

“Nice sayıca az (örgütlü ve disiplinli) topluluk, Allah’ın izniyle nice sayıca çok (örgütsüz ve başı bozuk)
topluluklara galip gelmiştir: Zira Allah direnenlerle beraberdir.”(452)
(449) Uzun süre susuzluktan sonra aniden aşırı su tüketiminin, böbrek ve kalp yetmezliği sonucu ölüme kadar
varan olumsuz sonuçlara yol açtığı bilinmektedir.
(450) Yapamayacağınıza inanırsanız, yapamazsınız.
(451) Zımnen: İtaatlerinden dolayı Allah’ın vaad ettiği ödüle kavuşacakları kanaatinde olanlar. Mü’min itaatiyle
ilâhî ödülü umut edebilir, fakat garanti edemez. Bu âyette övülen tavır, 243. âyette yerilen tavrın zıddıdır.
(452) Zımnen: Üstünlük ve başarı sayılarda değil, inanç ve disiplindedir. Bu nedenle de, tarihin yatağını
değiştiren büyük değişimler şuursuz yığınların değil, sayıları az da olsa inançlı ve şuurlu insanların eseridir.
Bedir zaferinin, Kur’an lisanıyla açıklaması.
ْ ‫صبْرً ا َو َثب‬
﴾٢٤١﴿ ‫ِّت اَ ْقدَا َم َنا َوا ْنصُرْ َنا َعلَى ْال َق ْو ِم ْال َكاف ِٖري َن‬
َ ‫َولَمَّا َب َر ُزوا ل َِجالُوتَ َو ُج ُنودِهٖ َقالُوا َر َّب َنا اَ ْف ِر ْغ َعلَ ْي َنا‬
250 Onlar Câlût ve ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde;

“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır boca et ve ayaklarımızı kaydırma; ve kâfirler güruhuna karşı bize yardım
et!” diye dua ettiler.
214
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َو َق َت َل َداوُ ُد َجالُوتَ َو ها هتي ُه ه‬
‫ت‬
ِ َ‫ض لَ َف َسد‬
ٍ ْ‫ض ُه ْم ِب َبع‬
َ ْ‫اس َبع‬
َ ‫ّللا ال َّن‬
ِ ٰ ‫ك َو ْال ِح ْك َم َة َو َعلَّ َم ُه ِممَّا َي َشا ُء َولَ ْو ََل دَ ْف ُع‬
َ ‫ّللا ُ ْالم ُْل‬
ِ ٰ ‫َف َه َزمُو ُه ْم ِبا ِْذ ِن‬
‫ه‬
﴾٢٤١﴿ ‫ين‬
َ ‫ّللا ُذو َفضْ ٍل َعلَى ْال َعالَ ٖم‬
َ ٰ َّ‫ْاَلَرْ ضُ َو هلـكِن‬
251 Bunun üzerine, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Ve Davud Câlût’u öldürdü, bunun ardından Allah
da ona hükümranlık ve âdil hüküm liyakati verdi ve dilediklerini öğretti.(453)
Eğer Allah insanların bazısını diğer bazısıyla savunmamış olsaydı,(454) yeryüzü fesada giderdi. Ve fakat Allah
bütün varlıklara karşı sınırsız lütuf sahibidir.
(453) Cümlenin başı Hz. Davud’un peygamber seçilmesinin gerekçesini açıklar gibidir.
(454) Meşru müdafaanın Allah’ın bir lütfu olduğuna işarettir (krş. Hac: 40). Nafi, def‘u sözcüğünü difâ‘u
okumuştur. Bu, tercihimiz olan “savunma” anlamını pekiştirir. Kaldı ki, Sibeveyh’e göre ikisinin de anlamı
aynıdır (Kurtubî).
215
(Nuzul 91 / Mushaf 22 : Hac 40 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َكثٖ يرً ا َولَ َي ْنصُرَ نَّ ه‬
ٰ ‫َار ِه ْم ِبغَ ي ِْر حَ ٍّق ا ََِّل اَنْ َيقُولُوا رَ ُّب َنا ه‬
ٌ َ‫َت ص ََوا ِم ُع َو ِب َي ٌع وَ صَ لَو‬
ْ ‫ض لَ ُه ِّدم‬
ُ‫ص ُره‬
ُ ‫ّللاُ مَنْ َي ْن‬
ٍ ْ‫ّللا ال َّناسَ بَعْ ضَ ُه ْم ِببَع‬
ِ ٰ ُ‫ج ُد ي ُْذ َك ُر فٖ يهَا اسْ م‬
ِ ٰ ‫ّللاُ َولَ ْو ََل دَ ْف ُع‬
ِ ‫ات َومَسَا‬
ِ ‫اَلَّذٖ ينَ ا ُ ْخ ِرجُوا مِنْ ِدي‬
َٰ ‫اِنَّ ه‬
﴾٥١﴿ ‫ّللا لَ َق ِوىٌّ عَ ٖزي ٌز‬
40 Onlar ki, yalnızca “Bizim Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Zira eğer Allah insanların bir kısmını
diğer bir kısmıyla savunmamış olsaydı,(62) o zaman içerisinde Allah’ın adının çokça anıldığı nice manastırlar, kiliseler, havralar ve
mescidler yıkılıp giderdi. Ama Allah kendi (dâvâsına) destek verenlere elbette yardım edecektir: çünkü Allah aklın almayacağı kadar güçlü
ve yücedir.(63)
(62) Bu şekilde çevirimizin gerekçesi için bkz. Bakara: 251, not 6. Eğer difâu’n-nâs yerine çoğunluğun okuyuşu olan def’u’n-nâse kıraatı
tercih edilirse, mânâ “Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla def etmemiş olsaydı” olur. Bu tür bir okuma, yerkürede insan nüfusu
dengesinin sağlanmasına ilişkin ilâhi yasaya delalet eder.
(63) Kaviyyun ve ‘azizun isimlerinin belirsiz yapısı, çeviriye “aklın almayacağı kadar” şeklinde yansımıştır (Esmanın marife-nekira farkı
için bkz. Tevbe: 102, not 6).
‫ت ِْلك هاي ُ ه‬
﴾٢٤٢﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ك لَم َِن ْالمُرْ َسل‬
َ ‫ْك ِب ْال َح ِّق َو ِا َّن‬
َ ‫ّللا َن ْتلُو َها َعلَي‬
ِ ٰ ‫ات‬
َ َ
252 İşte bunlar Allah’ın mesajlarıdır; biz bunları sana gerçek bir amaca mebni olarak iletiyoruz,(455) çünkü sen
kendisine mesaj gönderilenlerdensin.
216
(455) Bi’l-hakk, anlatılanın tarihsel bilgi değerinden çok, onun amaçlılığına ve anlamlılığına ilişkindir. Âyetin
son cümlesindeki “mesaj” da zaten bu tercihimizi teyit etmektedir. Maksat tarihi bilgi vermek değil, “hidayete”
yöneltmektir.
ٰ ‫ض ِم ْن ُه ْم َمنْ َكلَّ َم ه‬
‫رُوح‬
ٍ ‫ض ُه ْم َد َر َجا‬
ِ ‫ت َو ها َت ْي َنا ٖعي َسى اب َْن َمرْ َي َم ْال َب ِّي َنا‬
ٍ ْ‫ض ُه ْم َع هلى َبع‬
َ ْ‫ّللاُ َو َر َف َع َبع‬
َ ْ‫ك الرُّ ُس ُل َفض َّْل َنا َبع‬
َ ‫ت ِْل‬
ِ ‫ت َواَي َّْد َناهُ ِب‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ْ
َّ
ْ ‫ِن‬
ْ
ْ
ُ
َ‫اخ َتلَفُوا َف ِم ْن ُه ْم َمنْ ها َم َن َو ِم ْن ُه ْم َمنْ َك َف َر َول ْو‬
َ
ُ ‫ين ِمنْ َبعْ ِد ِه ْم ِمنْ َبعْ ِد َما َجا َءت ُه ُم ال َب ِّي َن‬
َ ‫س َول ْو َشا َء ّللا ُ َما اق َت َت َل ال ٖذ‬
ِ ‫ات َولـك ه‬
ِ ‫الق ُد‬
َٰ ‫ّللا ُ َما ا ْق َت َتلُوا َو هلـكِنَّ ه‬
ٰ ‫َشا َء‬
﴾٢٤٣﴿ ‫ّللا َي ْف َع ُل َما ي ُٖري ُد‬
253 Söz konusu elçilerden her birine diğerinden farklı meziyetler bahşettik.(456)



Onlardan kimisiyle Allah konuşmuş,
kimisini de yüce mertebelere çıkarmıştır.(457)
Meryem oğlu İsa’ya da hakikatin apaçık belgelerini verdik ve onu mukaddes ruh ile destekledik.
Eğer Allah dileseydi,(458) onların ardından gelenler, kendilerine hakikatin apaçık belgeleri geldikten sonra
birbirlerinin kanına girmezlerdi. Ne ki onlar ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi de inkâr etti.(459) Eğer
Allah dileseydi birbirlerinin kanına girmezlerdi, fakat Allah dilediğini yapar. (460)
(456) Lafzen: “Onlardan bazılarını bazılarına üstün kıldık”. Buradaki tafdil değil tefadul’dur. Esas itibarıyla
çeşitlilik ve farklılığa delalet eder (bkz. İsra: 55; krş. Nisâ: 34). Merhum Elmalılı şöyle der: “Dikkat olunursa
tefadul-i enbiya esasta müttehid olmak üzere bir tenevvu ifade eder ki bu tenevvu bizzat murad-ı İlâhî’dir.”
Âyette geçen “bazısını bazısı üzerine” (ba‘duhum ‘alâ ba‘d) formu, niteliğe ilişkin bir ayrımı değil niceliğe
ilişkin bir ayrımı ifade eder (krş. Bakara: 136; 285). Yani: “bazı hususlarda bazısını bazı hususlarda ise bazısını
üstün kıldık” demektir.
(457) Allah’ın kendisine konuştuğu Hz. Musa’dır. “Yüce mertebelere çıkarılmış” olan Hz. Peygamber’dir.
Çünkü o bütün insanlığa gönderilmiş zamanlar ve mekânlar üstü bir elçiydi. Peygamberler arasındaki bu
farklılığın “zâtî” ve “kazanılmış” bir farklılık olmadığını, zenginlik cinsinden “verilen” bir farklılık olduğunu,
cümledeki fiillerin Allah’a isnat edilişinden anlıyoruz.
(458) Cümlenin şartlı yapısından ve sözgeliminden şu anlaşılır: “..ama dilemedi”.
(459) Peygamberler arasındaki farklılığın Allah’ın yasalarından biri olduğunu, tevhid emrinin ihtilafa (farklılığa)
mani olmadığını ve muhalefet imkanını ortadan kaldırmadığını, bütün bunların da Allah’ın muradı olduğunu
âyetin sonu ayan beyan ifade ediyor.
(460) Bizce bu cümlenin ikinci kez tekrarı, bu ümmetin Hz. Peygamber’den sonra yaşadığı acılı ve sancılı
parçalanmalara bir işarettir. Bu da hayatın doğasında bulunan bir yasadır ve bu yasayı kimse ortadan kaldırıp,
ilelebet ihtilaf ve çatışmanın olmadığı bir dünya meydana getiremez. En doğrusu hayatın yasalarını bilerek
hareket etmektir. Allah’ın bu yasayı neden koyduğunun hikmeti üzerinde düşünüp onu bulmak yerine, O’nu
sorgulamaya kalkmak yararsızdır. Çünkü “Allah dilediğini yapar.” Bu âyetin son cümlesidir. Sözün özü:
İnsanların hakikati bulmalarının yolu çatışmalardan, ihtilaflardan, deneme-yanılmalardan ve farklı olanı algılama
gücünden geçer. Bu Allah’ın ezeli bir iradesidir.
(Nuzul 68 / Mushaf 17 : İsra 55 Aşağıdadır.)
َ ْ ‫ت َو‬
﴾٤٤﴿ ‫ض َو ها َت ْي َنا دَاوُ َد َزبُورً ا‬
ِ ‫َورَ بُّكَ اَعْ لَ ُم بِمَنْ فِى الس هَّم َوا‬
ٍ ْ‫ض َولَقَدْ َفض َّْل َنا بَعْ ضَ ال َّنبِ ٖ ٰينَ عَ هلى بَع‬
ِ ْ‫اَلر‬
55 Zira, göklerde ve yerde bulunan her varlığı Rabbin çok iyi bilmektedir; dahası Rabbin peygamberlerden her birine diğerinden farklı olarak
üstün nitelikler vermiştir: Nitekim, Davud’a (hükümdarlıkla birlikte) hikmet yüklü sayfalar verdiğimizi (hatırlayın).(70)
(70) Zebur’a verdiğimiz bu anlamın gerekçesi için bkz. Nahl: 44, not 2.
217
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 34 Aşağıdadır.)
ُ ‫وزهُنَّ َفع‬
ٰ ‫ب ِبمَا حَ فِ َظ ه‬
ٰ ‫ض َل ه‬
ُ ُ‫ّللا ُ َوا هلٰتٖ ى َت َخافُونَ ن‬
ٌ ‫ات حَ اف َِظ‬
ٌ ‫ات َقانِ َت‬
َ ‫ش‬
ُ َ‫ض َو ِبمَا اَ ْن َفقُوا مِنْ اَمْ َوال ِِه ْم َفالصَّالِح‬
‫ِظوهُنَّ َواهْ ُجرُوهُنَّ فِى‬
َّ ‫اَلرِّ جَ الُ َقوَّ امُونَ عَ لَى ال ِّنسَا ِء ِبمَا َف‬
ِ ‫ات ل ِْلغَ ْي‬
ٍ ْ‫ّللاُ بَعْ ضَ ُه ْم عَ هلى بَع‬
‫ه‬
ٰ
ً
ْ
َ
ً
َ
َ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
ُ
َ
ً‫ير‬
ْ
ْ‫ع‬
ْ‫ِن‬
ْ‫اض‬
﴾٣٥﴿ ‫ّللا كانَ عَ لِ ٰيا ك ٖب ا‬
َ َّ‫سَبيَل اِن‬
ِ ‫المَضَا‬
ٖ َّ‫ج ِع َو ِربُوهُنَّ فا اط نك ْم فَل تبغوا عَ لي ِْهن‬
34 ERKEKLER kadınların koruyup gözeticisidirler;(56) çünkü Allah erkeklerle kadınları farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmıştır;(57)
bir de erkekler servetlerinden harcama yapmaktadırlar. Dürüst ve erdemli kadınlar hem (Allah’a) itaat eden, hem de Allah’ın koruduğu (iffeti
eşlerinin) yokluğunda da koruyan kadınlardır.(58) Sadâkatsizlik etmelerinden çekindiğiniz(59) kadınlara gelince: onlara önce öğüt verin,
sonra yataklarında yalnız bırakın, nihayet (geçici bir süre) ayırın!(60) Daha sonra size itaat ederlerse, aşırı giderek onlar aleyhine bir yol
benimsemeyin! Allah, gerçekten yücedir, büyüktür.(61)
(56) Âyetteki kavvâm sözcüğü, kâim’in mübalağa siygasıdır; kâme ‘ale’l-mer’e ifadesi “kadını gözetti”, “kadının geçimini üstlendi”
anlamlarına gelir. Kavvamlık, bir bakıma kayyumluktur; yani “koruyup kollama, bakıp gözetme” işini üstlenme. Burada, “kaim” den daha
kapsamlı ve derinlikli olan kavvâm’a biz “koruyup gözeten” anlamını tercih ettik (krş. Nisâ: 135; Mâide: 8).
Bu gözetime âyette gösterilen gerekçe “erkeklerin servetlerinden eşleri için yapabilecekleri harcama”dır. Ancak, “Niçin erkekler?” sorusu
sorulmalıdır. Bu soru erkeklerin servet girdisinin kadınlardan daha fazla oluşuyla açıklanmaktadır.
Evin geçimi erkeğe yüklenerek, bu sûrenin 11. âyetindeki mirasta erkek-kadın oranına atıfta bulunulmaktadır. Ne var ki, kavvâm’lık
gerekçesi sadece geçim sağlamaya indirgenemez. Burada fıtrat temel gerekçedir.
(57) Lafzen: “Allah her iki cinse farklı alanlarda üstün yetenek vermiştir” (Bu kalıp için bkz. Bakara: 253). Kişinin kendi seçmediği
cinsiyetiyle övünmesi ilkel bir maddeciliktir.
(58) Veya kıraat imamı Ebu Cafer’in Allah lafzını mansup okuyuşuna binaen: “kadınların (iffetleri) Allah’ın koruması sayesinde
korunmuştur.”
(59) Nuşuz, “çıkıntı, tümsek” anlamına gelen nâşiz’den. “isyan, başkaldırı, geçimsizlik” anlamlarına gelir (Lisân). 128. âyet erkeğin
nuşûz’undan söz ettiğine göre, kelimenin her iki eşi de kapsayan ilave bir anlamı daha olmalıdır. O da “sadâkatsizlik”tir.
Zira veda hutbesinde Hz. Peygamber bu âyeti okuyarak nuşuz’u “iffetsizlikle” (fâhişeten) açıklamıştır. Bu 19. âyette geçen türden açık bir
fuhuş olmaktan ziyade, “eşler arası sadâkati zedeleyip şiddetli geçimsizliğe yol açan davranışlar” olsa gerektir. Kadın için kocaya
başkaldırma, erkek için eşe eziyet anlamına gelir. Kadının nüşuzunun öne çıkarılması, nesil emniyetinden birinci derecede sorumlu olan
tarafın kadın olmasındandır. Zımnen nuşuz “ailede geçimsizlik odağı olma” hâlini ifade eder.
(60) Veya: “(ille de dövecekseniz) ondan sonra dövün!” Darabe Kur’an’da “misal getirmek, gezmek, (kayaya) vurmak, mühürlemek, itmek,
mahkûm etmek” anlamlarında kullanılır. Darabe fiili, darabe’d-dehru beynena örneğinde olduğu gibi Arapça’da “iki şeyi birbirinden
ayırmak” anlamında da kullanılır (Tâc). Kur’an’da canlıyı dövmenin tüm türleri yer alır, fakat bunların hiç birinde darabe fiili ve türevleri
kullanılmaz:




“yanağa tokat”, sakket (Zâriyât: 29);
“yumruk” vekezehu (Kasas: 15);
“kamçılamak, çırpmak” ehuşşu (Tâhâ: 18);
“boynunu vurmak” kata‘a (Hâkka: 46).
Rasulullah hiç kadın dövmemiş ve dövülmesine de izin vermemiştir:
“Siz eşlerinizi köle döver gibi dövmekten hiç utanmıyor musunuz? Gündüz dövüp gece birlikte oluyorsunuz öyle mi?” (Buhârî, (67) Nikah,
93) “Allah’ın hizmetkarlarını hiçbir zaman dövmeyiniz!” (Ebu Davud, Nesâi, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel) Rasulullah’ın eşlerinden bazıları
maddî sıkıntıları gerekçe göstererek şiddetli geçimsizliğe sebep olunca, Hz. Peygamber onları dövmeyi hiç düşünmemiş, Kur’an da bu
durumda “dövmeyi” değil fakat “boşamayı”, bir başka ifadeyle “ayrılmayı” önermesini tavsiye etmiştir (bkz. Ahzab: 28-32). Âyetin nüzûl
sebebi konusunda bir çok farklı rivayet vardır. Taberî’ye göre bu âyetin iniş nedeni, kocası tarafından tokat yiyen bir kadının (Habibe bt.
Zeyd) Rasulullah’a başvurması üzerine Rasulullah’ın aynı şiddette bir tokadın da kadın tarafından kocasına atılması hükmünü verince
inmiştir. Bu âyet inince Rasulullah “ben bir şey diledim, Allah ise başka bir şey; şüphesiz Allah’ın dilediği daha hayırlıdır” demiştir. Kur’an
Rasulullah’ın hükmünü onaylamamıştır; fakat burada dikkat çekici olan, Rasulullah’ın, kocasından yediği bir tokada karşılık, bir kadına aynı
şiddette tokat atma hükmünü vermiş olmasıdır.
(61) Bu âyet, iç ve dış bağlam açısından iki insan cinsi (erkek-kadın) arasındaki değil, birbirine evlilik sözleşmesi ile bağlı iki taraf (karıkoca) arasındaki ilişkilere dair bir düzenleme içermektedir. Aynı şekilde vadrıbûhunne’nin tarafları da erkek-kadın değil, karı- kocadır.
Burada muhatapları, mevcut olandan daha iyi ve daha insani olana sevk eden bir öneriye yer verilmektedir.
Kur’an’ın insanlıktan istediklerini, gösterdiği hedeflere bakmaksızın onun söyledikleriyle sınırlamak, Kur’an’ı tarihe mahkûm etmektir.
Nüzûl sebebinden de anlaşılacağı gibi âyet, eşiyle arasında sorun çıkınca ilk aklına gelen şey dayak olan kocalara hitap etmekte ve onlara
daha insani çözüm yolları önermektedir. Bu yollardan biri olan kadını yatağında yalnız bırakmak ancak çok eşlilik durumunda bir
cezalandırma sayılacaktır. Tersi erkeğin kendisini cezalandırmasıdır. Dolayısıyla bu âyetteki önerilerin maksadı, ataerkil Arap toplumunda
kusurlu eşine karşı ilk tepkisi dayak olan erkeklerin kadınlara şiddet uygulamalarının önüne geçmektir.
218
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 136 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫يسى َومَا اُوتِىَ ال َّن ِبيُّونَ مِنْ رَ ب ِِّه ْم ََل ُن َف‬
‫ُوسى َو ٖع ه‬
‫اّلل َومَا ا ُ ْن ِز َل اِلَ ْي َنا َومَا ا ُ ْن ِز َل ا هِلى ِاب هْرهٖ ي َم َواِسْ همعٖ ي َل َواِسْ هحقَ َويَعْ قُوبَ َوا َْلَسْ بَاطِ َومَا اُوتِىَ م ه‬
َ‫رِّق َبيْنَ اَحَ ٍد ِم ْن ُه ْم َو َنحْ نُ لَ ُه مُسْ لِمُون‬
ِ ٰ ‫قُولُوا ها َم َّنا ِب‬
﴾١٣٦﴿
136 Deyiniz ki: “Biz Allah’a inanırız; bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onların (iman) soyundan gelen
(peygamberlere) indirilenlere; Musa’ya ve İsa’ya indirilene; yani(257) tüm nebilere Rablerinden indirilenlere inanırız; onların arasından
hiçbirini ayırt etmeyiz: zira biz sadece O’na teslim olanlarız.(258)
(257) Vav’ın tefsiriyye vurgusuyla.
(258) Zımnen:







Ey bizi kendilerine çağıranlar, biz sizin bu çağrınıza karşılık sizi kendimize çağırmıyoruz.
Biz size “bizim gibi olun” da demiyoruz.
Biz herkesi ışığın kaynağına çağırıyoruz.
Bunu yaparken “siz-biz” ayrımı yapmıyoruz.
Biz tüm vahiylere ve tüm peygamberlere hiç bir ayrımcılık yapmadan inandığımızı ilan ediyoruz.
Bunlarla birlikte aynı kaynaktan gelen son mesaj Kur’an’a ve onu bize getiren Son Elçi’ye de iman ediyoruz.
Ama siz ne birbirinizin değerlerine ne de bizim değerlerimize inanıyorsunuz.
Şimdi söyleyin: kimin çağrısı daha tutarlı, daha insânî ve doğru? Bakara 62 ve Mâide 69, bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 285 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫اّلل َوم هَلئِ َكتِهٖ َو ُك ُت ِبهٖ َو ُر ُسلِهٖ ََل نُ َف‬
﴾٢٨٤﴿ ‫َصي ُر‬
ٖ ‫ك ا ْلم‬
َ ‫رِّق َبيْنَ اَحَ ٍد مِنْ ُر ُسلِهٖ َو َقالُوا سَ مِعْ َنا َواَ َطعْ َنا ُغ ْفرَ ا َنكَ رَ َّب َنا َو ِالَ ْي‬
ِ ٰ ِ‫هامَنَ ال َّرسُولُ بِمَا ا ُ ْن ِز َل ِالَ ْي ِه مِنْ رَ بِّهٖ َو ْالم ُْؤ ِم ُنونَ ُك ٌّل هامَنَ ب‬
285 Rasul Rabbinden kendine indirilene önce kendisi iman etti, sonra da mü’minler. Hepsi Allah’a, meleklerine, mesajlarına ve elçilerine
inandılar: “O’nun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız. İşittik ve itaat ettik; bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz: zira varış sanadır!”
dediler.
َّ ‫ُون ُه ُم‬
﴾٢٤٥﴿ ‫ُون‬
َ ‫الظالِم‬
َ ‫ين ها َم ُنوا اَ ْن ِفقُوا ِممَّا َر َز ْق َنا ُك ْم ِمنْ َقب ِْل اَنْ َياْت َِى َي ْو ٌم ََل َب ْي ٌع فٖ ي ِه َو ََل ُخلَّ ٌة َو ََل َش َفا َع ٌة َو ْال َكا ِفر‬
َ ٖ‫َيا اَ ُّي َها الَّذ‬
254 Siz ey iman edenler!

Kendisinde pazarlığın, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmezden önce size rızık olarak
bahşettiklerimizden harcayın!(461)
Zira nankörler zalimlerin ta kendileridir.(462)
(461) Allah’a güzel bir borç vermeden söz eden 245. âyete bir atıf var gibidir. Allah uğruna harcanmış hayat,
servet ve buna benzer tüm değerlerin karşılığı kat kat fazlasıyla pazarlığın, dostluğun ve şefaatin olmadığı hesap
günü geri ödenecektir (Zuhruf: 67; ‘Abese: 34- 36; İsra: 14). Âyet şu hakikati dile getirir: Gerçek bir ahlâkî
davranışın garantisi âhiret inancıdır.
(462) Allah’a borç verecek kadar O’na güvenmeyenler hem “nankör” anlamında kâfir olurlar, hem de Allah’a
itimat etmedikleri için imanlarını zayi ederek akidevî anlamda “kâfir” olurlar.
(Nuzul 83 / Mushaf 43 : Zuhruf 67 Aşağıdadır.)
َ ْ َ‫ا‬
﴾٦١﴿ َ‫ض َعدُوٌّ ا ََِّل ْال ُم َّتقٖ ين‬
ُ ْ‫َلخ ََِّل ُء ي َْو َمئِ ٍذ بَع‬
ٍ ْ‫ض ُه ْم لِبَع‬
67 Can dostlar o gün birbirlerine düşman olacak; sadece sorumluluk bilincini kuşananlar hariç.
(Nuzul 27 / Mushaf 80 : Abese 34-36 Aşağıdadır.)
﴾٣٥﴿ ‫ي َْو َم َيفِ ُّر ْالمَرْ ُء مِنْ اَخٖ ي ِه‬
34 O gün kişi kardeşinden kaçacak;
219
﴾٣٤﴿ ‫َواُمِّهٖ َواَ ٖبي ِه‬
35 Annesinden ve babasından;
﴾٣٦﴿ ‫ح َبتِهٖ َوبَنٖ ي ِه‬
ِ ‫َوصَا‬
36 Hanımından ve çocuklarından…(20)
(20) Zira o gün herkes kendi başının derdine düşecek. Hz. Peygamber’den ödünç alarak söylersek: Allah’ın elinden nefsini satın almanın
telaşıyla kimsenin gözü kimseyi görmeyecek. Neden hanımı ve çocukları kişiden değil de, kişi hanmından ve çocuklarından kaçacak? Bunun
cevabı şu âyette saklıdır: “Kendinizi ve yakınlarınızı yakıtı insanlar ve taşlar olan tarifsiz bir ateşten koruyunuz!” (Tahrîm: 6). Bu emri
dinlemeyip dünyada sorumluluktan kaçan kocalar ve babalar, ahirette hanımlarından ve çocuklarından kaçacaklar. Onların yüzüne
bakamayacaklar, “Bizi ateşten niçin koruyamadın?” sorgulamalarına muhatap olmak istemeyecekler. Bir önceki âyet sorumsuz çocukların
da, sorumsuzluklarını yerine getiren anne-babalarından kaçacaklarını ifade eder.
(Nuzul 68 / Mushaf 17 : İsra 14 Aşağıdadır.)
﴾١٥﴿ ‫ِا ْقرَ ْا ِك َتابَكَ َك هفى بِ َن ْفسِ كَ ْالي َْو َم َعلَيْكَ حَ ٖسيبًا‬
14 “Oku sicilini! Bugün kendi hesabını görmek için sen sana yetersin!”
ٰ‫َ ه‬
‫ض َمنْ َذا الَّ ٖذى َي ْش َف ُع عِ ْن َد ُه ا ََِّل ِبا ِْذنِهٖ َيعْ لَ ُم‬
ِ ‫ّللاُ ََل ا هِل َه ا ََِّل ه َُو اَ ْل َحیُّ ْال َقيُّو ُم ََل َتاْ ُخ ُذهُ سِ َن ٌة َو ََل َن ْو ٌم لَ ُه َما فِى الس هَّم َوا‬
ِ ْ‫ت َو َما فِى ْاَلَر‬
ُ ‫ض َو ََل َيؤُ ُدهُ ِح ْف‬
ُ ٖ‫يه ْم َو َما َخ ْل َف ُه ْم َو ََل يُح‬
‫ظ ُه َما َوه َُو‬
ِ ‫ون ِب َشیْ ٍء ِمنْ عِ ْلمِهٖ ا ََِّل ِب َما َشا َء َوسِ َع ُكرْ سِ ُّي ُه الس هَّم َوا‬
َ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
َ ‫يط‬
ِ ‫َما َبي َْن اَي ْٖد‬
ْ
ْ
﴾٢٤٤﴿ ‫ال َعلِىُّ ال َع ٖظي ُم‬
255 ALLAH;










kendisinden başka ilâh olmayan,(463)
mutlak diri,
hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağıdır;
ne gaflet basar O’nu,
ne de uyku.(464)
Göklerde ve yerde olan her bir şey O’nundur:
O’nun izni olmaksızın katında şefaat edecek olan kimmiş bakayım?(465)
O, kullarının önünde-açıkta olan şeyleri de, ardında-gizli olan şeyleri de bilir; oysa onlar,
O dilemedikçe O’nun ilminden hiç bir şey kavrayamazlar.
O’nun sonsuz kudret ve otoritesi(466) gökleri ve yeri kaplamıştır; üstelik onları görüp gözetmek O’na güç
gelmez: zira yüce ve azametli olan yalnızca O’dur.
(463) Elmalılı merhum, besmelenin meali sadedinde farklı ihtimaller üzerinde dururken şöyle diyor: “Lâkin
evvel emirde bu dört sûretten her birindeki “olan” rabıtaî vasfiyesi bir sui ihamı mutazammın oluyor. Çünkü
“olmak” fiili lisanımızda hem keynunet hem de sayruret mânalarında müşterek bulunduğundan evvel değil imiş
de sonradan rahmânı rahîm olmuş gibi bir mânayı hudusi ihamdan hâli değildir. Olan yerine bulunan rabıtası da
iyi olmuyor...” Aynı değerlendirmeye kısmen katıldığımız için besmelede biz de “olan” kullanmadık. Fakat
burada Allah’ı değil “Allah’tan başka”sını nitelediği için sakınca görmedik.
(464) Krş. Âl-i İmran: 2. Bu ibareyi, el-kayyum isminin bir açıklaması olarak görmek de mümkündür. Yani: “O
hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağı olduğundan dolayı, O’nu ne gaflet basar ne de uyku”. Bu durumda elkayyum “sürekli kendinde ve âgâh olan” anlamına gelir. Zımnen: Uyumayan ve unutmayan bir Allah’ın
gözetiminde olduğunuzu unutmayın! Namazlardan sonra okunan âyetelkürsîlerin gayesi bu gerçeği her gün
tekrar tekrar hatırlatmaktır.
(465) Tüm şefaat âyetleri Sebe 23 ve Zümer 44 ışığında anlaşılmalıdır. Bu konuda kelimenin ilk geçtiği
Müddessir 48’in notuna bkz.
(466) Kursî, “bir şeyi bir şeyin üzerine koymak ve yığmak” kök mânasından türetilmiştir (İbn Fâris).
220
(Nuzul 98 / Mushaf 3 : Al-i İmran 2 Aşağıdadır.)
ٰ‫َ ه‬
﴾٢﴿ ُ‫ّللاُ ََل ا هِل َه ا ََِّل هُوَ ْالحَ یُّ ْال َقيُّوم‬
2 ALLAH, kendisinden başka tanrı olmayan, mutlak diri, hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağıdır.(2)
(2) Allah tasavvurumuzun inşasına dair benzer bir âyet için bkz. Bakara: 255.
(Nuzul 76 / Mushaf 34 : Sebe 23 Aşağıdadır.)
َّ ‫َو ََل َت ْن َف ُع ال‬
﴾٢٣﴿ ‫ش َفاعَ ُة عِ ْندَ هُ ا ََِّل لِمَنْ اَذِنَ لَ ُه حَ ه ٰتى ا َِذا فُ ِّزعَ عَ نْ قُلُوبِ ِه ْم َقالُوا مَا َذا َقا َل رَ ُّب ُك ْم َقالُوا ْالحَ َّق َوهُوَ ْالعَ لِىُّ ْال َك ٖبي ُر‬
23 O’nun nezdinde,

kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaat fayda vermez:(41)
Nihayet (kıyametin) dehşeti (ödül tevdi edeceklerin) kalplerinden giderilince(42) (ödüllendirilenler) soracaklar:

“Rabbiniz sizin hakkınızda ne buyurdu?”
Berikiler

“Hak neyse onu: zaten mükemmel olan da, büyük olan da sadece O’dur”(43) diyeceklerdir.
(41) limen’in hem şefaat edilen hem de şefaat edeni kastetme ihtimaline binaen “kendisine izin verdikleri dışında hiç kimsenin şefaati fayda
vermez” anlamı da verilebilir. Fakat buradaki lâm’ın da gösterdiği gibi tenfa‘u fiili tümlece geçmeyip özne üzerinde kaldığı için şefaatin tür
olarak tamamı olumsuzlanmıştır.
Bu ve tüm şefaat âyetleri;


“Onlar, O’nun hoşnut ve razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemezler” (Enbiya: 28) ve
“De ki: şefaat yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir” (Zümer: 44) âyetleri ışığında anlaşılmalıdır.
Bu da şefaat’in Allah’a ait bir yetkinin kula devri değil, Allah’ın takdir ettiği ödülün sahibine tevdii olduğunu gösterir. Ödülü veren Allah’tır.
Ödülü takdim izni verdiği kimseyi de böyle onurlandırır. Dolayısıyla ödülün asıl sahibinin onu sunan olmadığını ifade eder.
Âyetin öncesi de ödülü gerçek sahibi dışında kimseden istememeyi ifade etmektedir (şefaatle ilgili ayrıntılı bir sayım-döküm için bkz.
Zümer: 44).
(42) Buradaki diyalog ödül verilenlerle o ödülü sahiplerine tevdi etmekle onurlandırılanlar arasında gerçekleşecektir. Anlaşılan o ki bu
ikinciler de büyük korku ve endişe yaşayacaklardır. Fakat onların endişesi ödül takdim izni çıkınca giderilmiş olacaktır.
(43)


Hem “şefaat konusundaki hakikat neyse onu”,
Hem de “herkes neyi hak ettiyse onu” anlamına gelir.
Ama özellikle ödül sahibinin sadece Allah olduğu ve bu nedenle de ödülün kime verileceğini belirleme hakkının da zatına ait olduğu
gerçeğini ifade eder.
(Nuzul 77 / Mushaf 39 : Zümer 44 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ ‫ّلل ال‬
﴾٥٥﴿ َ‫ض ُث َّم ِالَ ْي ِه ُترْ جَ عُون‬
ُ ‫ش َفاعَ ُة جَ مٖ يعًا لَ ُه م ُْل‬
ِ ‫ك الس هَّم َوا‬
ِ ٰ ِ ‫قُ ْل‬
ِ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
44 De ki:

“şefaate (izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir: (47)
Gökler ve yerin mutlak otoritesi (de) O’na aittir: sonunda sadece O’na döndürüleceksiniz.
(47) Krş. Sebe’: 23.
Tüm şefaat âyetleri bu âyet ışığında anlaşılmalıdır.

Bu âyet açık ve net olarak şefaati yalnızca Allah’a tahsis etmektedir.
221
Bu durumda illâ istisna edatıyla gelen ve “ancak onun izin verdikleri müstesna” gibi bir karşılığı olan ibâreler bu âyetle çelişmeyecek bir
biçimde anlaşılmak zorundadır (izahı için bkz. Müddessir: 48).
Burada şöyle bir soru akla gelebilir:


İstisna cümleciğiyle gelen âyetleri bu âyet ışığında anlamak yerine, bu âyeti onlar ışığında anlayamaz mıyız?
Mesela burada, âyette olmayan bir parantez içi takdir kullanarak, âyeti “şefaate (izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir”
şeklinde anlayamazmıyız?
Bunun biri “asla, hayır” olan, diğeri de “evet” olan iki cevabı vardır:
1) Kur’an’da içinde “şefaat” geçen âyet sayısı 25’tir (Bakara: 48; Bakara: 123; Bakara: 254; Bakara: 255; Nisâ: 85; En’âm: 51; En’âm: 70;
En’âm: 94; A’râf: 53; Yûnus: 3; Yûnus: 18; Meryem: 87; Tâhâ: 109; Enbiya: 28; şu‘arâ: 100; Rûm: 13; Secde: 4; Sebe’: 23; Yâsîn: 23;
Zümer: 43; Zümer: 44; Mü’min: 18; Zuhruf: 86; Necm: 26; Müddessir: 48).
Bunlardan 23 tanesinin belagat çatısı “olumsuzlama” (nefy) üzerine kuruludur. Bu olumsuzlama lâ, mâ, men, leyse, lem, em ile yapılır.
Geriye kalan ikisinden biri müşriklerin ağzından nakil (Yûnus: 18), diğeri de şefaati tamamıyla Allah’a hasreden bu âyettir.
Bu durumda 25’ten geriye kalan 2 âyet de delaleten menfi çatıya dahil olurlar. Bu olumsuz çatı garip değildir. Zira Kur’an şefaatten, şefaati
isbat için söz etmez. Muhatapları inkâr ediyormuş da, Kur’an onları şefaate imana çağırıyor değildir. Durum tam aksinedir. İlk muhatapların,
Allah’ın astları olarak (min dûnillah) daha başkalarına kulluk etme gerekçeleri, onların kendilerine şefaat edeceğine olan inançlarıdır. Bu
hakikat, tam da bu sûrenin 3. âyetinde dile gelen hakikattir:

“O’ndan başkalarını sığınacak otorite edinenler, “Biz bunlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” (derler)”.
Kur’an şefaat konusundaki âyetleri menfi çatı üzerine kurarken, işte muhatapların bu sapık şefaat inançlarını hedef alıyordu. Bütün bunlardan
dolayı, istisna cümleleriyle gelen âyetler bu âyet ışığında anlaşılmak zorundadır.
2) Tam bu noktada zorunlu olarak şu soru sorulacaktır:

Peki, şu halde şefaati reddeden âyetlerin tümü de buradaki gibi mutlak red ve Allah’a tahsis ile gelmek yerine, bir kısmı neden istisna
cümlesiyle geldi?
Evet, 25’ten 8 tanesi istisna cümlesiyle gelmiştir. Üstelik bunlar standart kalıpta da değildirler. Özellikle Necm 26, Meryem 87 ve Zuhruf
86’da kullanılan üslûp, istisnayı dikkate almamızı gerektirir.
Son bir soru:

Hem tüm şefaatle ilgili âyetleri şefaati yalnız Allah’a has kılan bu âyet ışığında anlayacağız, hem de istisnayı dikkate alacağız: bu
çelişki olmaz mı?
Çelişki insanın zihnindedir, Kur’an’da çelişki olmaz. Bunun açıklaması şudur: İstisna cümlelerinde izin verilecek şey “şefaat” değil,
“Allah’ın şefaatini takdim etme, bildirme” iznidir.
Tıpkı peygamberlerin Allah’ın insanlığa gerçek şefaati olan vahyi iletmeleri gibi. Ahirette Allah’ın şefaati en büyük ödüldür. O ödülü takdim
ve tevdi etme izni verilenler de ödülendirilmiş olurlar. Ödülün elinden alındığı kimse ödülün sahibi değildir, ödülün sahibi Allah’tır. Allah
birine ödül vererek, diğerine ödül verdirerek, ikisini de ödüllendirmektedir (bkz. Müddessir: 48).
(Nuzul 4 / Mushaf 74 : Müddessir 48 Aşağıdadır.)
َّ ‫ش َفاعَ ةَ ال‬
َ َ‫َفمَا َت ْن َف ُع ُه ْم‬
﴾٥٨﴿ َ‫شافِعٖ ين‬
48 İşte bunlara hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermeyecek. (39)
(39) Şefaat’in ilk kullanıldığı yer.
Kur’an’daki şefaatle ilgili 25 âyetin tümü olumsuz formda gelir (Ayrıntı için bkz. Zümer: 44). Bu konudaki âyetlerin bütününden çıkarılan
sonuç şudur:

Mutlak anlamda şefaat yalnızca Allah’a aittir (Zümer: 44).

Allah, zatına ait olan bu yetkiyi, razı olduğu kimseler aracılığıyla, affetmeyi istediği kimseler için kullanır.
Bu tıpkı şuna benzer: Bir ödülü takdir ettiği birine veren yüce makamın sahibi, ödülü hak edene takdim etme işini dilediği birine verebilir.
Ödülü hak eden kimsenin ödülünü aracı bir kimseden alması ödülün sahibinin o olduğu anlamına gelmez. Ödülü takdim eden kişi, sadece bir
aracıdır.
Şefaat “çifte” (şef’) katlanmış bir ödül tevdiidir.
222
Ödülün sahibi Allah’tır, ödülü vermesi istenen kişi de ödül verilen kimse gibi Allah tarafından onurlandırılmıştır. İnsan tercihine açık atıf
yapan 37, 38 ve 43-47. âyetler ışığında anlaşılmalıdır.
‫ه‬
َّ ‫ين َق ْد َت َبي ََّن الرُّ ْش ُد م َِن ْال َغىِّ َف َمنْ َي ْكفُرْ ِب‬
ٰ ‫ِصا َم لَ َها َو ه‬
ِ ‫الطا ُغو‬
َ ‫ك ِب ْالعُرْ َو ِة ْالوُ ْث هقى ََل ا ْنف‬
َ ‫مْس‬
َ ‫اّلل َف َق ِد اسْ َت‬
ِ ٰ ‫ت َوي ُْؤ ِمنْ ِب‬
ُ‫ّللا‬
ِ ‫ََل ِا ْك َرا َه فِى ال ٖ ٰد‬
﴾٢٤٦﴿ ‫َس ٖمي ٌع َعلٖ ي ٌم‬
256 Zorlama dinde yoktur.(467) Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu hâlde kim şeytanî güç
odaklarını(468) reddeder de Allah’a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir kulpa yapışmış olur: zira Allah her şeyi
sınırsız işitendir, her şeyi limitsiz bilendir.
(467) Bu ifade dinde zorlamayı kategorik olarak dışlar. Zira seçmenin olmadığı yerde iradeden, iradenin
olmadığı yerde dinden söz etmek abestir.
(468) Tâğût, şeytani düzenler, güç odakları. Kelimenin kök anlamıyla ilgili bkz. Nisâ: 51. İncil’de geçen
“mammon” ile benzer bir anlama sahiptir.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 51 Aşağıdadır.)
َّ ‫ت َو‬
ً ‫سَب‬
﴾٤١﴿ ‫يَل‬
َِ ‫ب ي ُْؤ ِم ُنونَ َبِا ْل ِج ْب‬
ٖ ‫اَلَ ْم َترَ ِالَى الَّذٖ ينَ اُو ُتوا َن‬
ِ ‫الطا ُغو‬
ِ ‫صيبًا مِنَ ْال ِك َتا‬
ٖ ‫ت َو َيقُولُونَ لِلَّذٖ ينَ َك َفرُوا ههؤُ ََل ِء اَهْ هدى مِنَ الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا‬
51 Kendilerine vahiyden bir pay verilenleri görmüyor musun? Eşya ve olaylarda uğur ve uğursuzluk olduğuna(78) ve tâğuta inanıyorlar ve
kâfirlerin mü’minlerden daha doğru yolda olduğunu iddia ediyorlar.
(78) Cibt, gerçekte hiçbir güce sahip olmadığı hâlde kendisinde güç vehmedilen şeydir. En genel anlamıyla sihir, illüzyon ve her tür hurafi
uğur ve uğursuzluk atfı cibt’tir.
Hz. Peygamber de cibt’i bir hadisinde böyle tefsir etmiştir: “Iyâfe (zecru’t-tayr da denilir ve kuşun isimleri, sesleri ve geçtiği yerlerden uğur
ya da uğursuzluk anlamları çıkarmaktır),
Tıyera (önünden ceylan veya tavşanın sağdan sola geçmesini uğursuzluk, soldan sağa geçmesini uğur saymak) ve tark cibt’tendir” buyurur
(Ebu Davud 3907; krş. el-Muvafakat II, 71). Çevirimizin gerekçesi budur.
(79) Tâğût, yine Sami dil ailesinden olan Fenikece’de tâût olarak telaffuz edilir. Fenikece’ye Eski Mısırca “Thot”tan geçmiş olması
muhtemeldir. Thot, eski Mısır tanrılarından hikmet ve bilgi tanrısıdır. Aslında Thot’un Mısır’lı Hermes ile özdeş olduğunda konunun
uzmanları fikir birliği içindedirler. Memfis’in hemen dışındaki Sakkara’da bulunan MÖ 2. ve 3. yüzyıllara ait Demotik lehçeyle yazılmış
metinlerde “Hermes Trismegistos” ismi okunmuştur. Bu kişi, eski bir Mısır bilgesidir ve öyle anlaşılıyor ki, bu hikmet ve ilim sahibi zât
sonradan tanrılaştırılarak bir put hâline getirilmiştir (bkz. Martin Bernal, Kara Atena 211-224, İstanbul- 1998).
Kur’an’da Tağut, Allah’a rağmen hüküm kaynağı ve otorite olarak görülen, yani tanrılaştırılan insan gibi somut ya da şeytan gibi soyut her
tür varlıktır.
ُّ ‫ت ي ُْخرجُو َن ُه ْم م َِن ال ُّنور ِالَى‬
َّ ‫ين َك َفرُوا اَ ْولِ َياؤُ ُه ُم‬
ُّ ‫ين ها َم ُنوا ي ُْخر ُج ُه ْم م َِن‬
ٰ‫َ ه‬
ُ ‫الطا ُغو‬
‫ت‬
ِ ‫الظلُ َما‬
ِ ‫الظل ُ َما‬
َ ٖ‫ور َوالَّذ‬
َ ٖ‫ّللا ُ َولِىُّ الَّذ‬
ِ
ِ
ِ ‫ت ِالَى ال ُّن‬
ِ
‫اُ ه‬
﴾٢٤١﴿ ‫ون‬
َ ‫ار ُه ْم فٖ ي َها َخالِ ُد‬
َ ‫ولـئ‬
ِ ‫ِك اَصْ َحابُ ال َّن‬
257


Allah’tır iman edenlerin velisi: onları (kâlp gözünü kör eden) karanlıklardan (iç) aydınlığa çıkarır.(469)
Küfreden kimselerin velileri ise şeytani güç odaklarıdır: onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara iterler. İşte
onlar ateşin sakinleridirler, onlar orada kalıcıdırlar.
(469) Krş. "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: artık onlar dönemezler" (18. âyet).
ٰ ‫اَلَ ْم َت َر ِالَى الَّ ٖذى َحا َّج ِاب هْرهٖ ي َم فٖ ى َربِّهٖ اَنْ ها هتي ُه ه‬
ُ ٖ‫يت َقا َل اَ َنا اُحْ ٖي َواُم‬
ُ ‫ك ا ِْذ َقا َل ِاب هْرهٖ ي ُم َرب َِّى الَّ ٖذى يُحْ ٖي َوي ُٖم‬
‫يت َقا َل ِاب هْرهٖ ي ُم‬
َ ‫ّللا ُ ْالم ُْل‬
‫ه‬
‫ه‬
َّ ‫ّللاُ ََل َي ْهدِى ْال َق ْو َم‬
ٰ ‫ب َفب ُِهتَ الَّ ٖذى َك َف َر َو‬
﴾٢٤٨﴿ ‫ين‬
ِ ‫ت ِب َها م َِن ْال َم ْغ ِر‬
ِ ْ‫ْس م َِن ْال َم ْش ِر ِق َفا‬
َ ‫الظال ِٖم‬
َ ٰ َّ‫َفاِن‬
ِ ‫ّللا َياْتٖ ى ِبال َّشم‬
258 Sırf Allah kendisine hükümranlık verdi diye(470) Rabbi hakkında İbrahim’le tartışan kimseye baksana! O
zaman İbrahim demişti ki:
223

“Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir”.
O cevap verdi:

“Ben de hayat verir ve öldürürüm.”
İbrahim:

“Allah güneşi doğudan getirir, hadi sen de onu batıdan getir!” demişti de, küfre gömülen bu herif
donakalmıştı:(471)
Evet, Allah zulme gömülmüş bir topluma asla rehberliğini bahşetmez.
(470) Zımnen: İktidarın gerçek kaynağı Allah'tır; kaynağına yabancılaşan iktidar Nemrud üretir.
(471) Nemrud’un “Ben de hayat verir ve öldürürüm” iddiası bir muğalata (demagoji) idi. Hz. İbrahim ikinci
teklifi yapmakla onun muğalatasının önünü kesmiş oldu.
224
225
226
‫‪Nemrut‬‬
‫ّللا ُ َبعْ َد َم ْو ِت َها َفا َ َما َت ُه ه ٰ‬
‫او َي ٌة َع هلى ُعرُوشِ َها َقا َل اَ ه ٰنى يُحْ ي ههـ ِذ ِه ه ٰ‬
‫ّللا ُ مِا َئ َة َع ٍام ُث َّم َب َع َث ُه َقا َل َك ْم‬
‫اَ ْو َكالَّذٖ ى َمرَّ َع هلى َقرْ َي ٍة َوه َ‬
‫ِى َخ ِ‬
‫ٖ‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ْ‬
‫ُ‬
‫ُ‬
‫لَ ِب ْثتَ َقا َل لَ ِب ْث ُ‬
‫ك‬
‫ك َولِ َنجْ َعلَ َ‬
‫ار َ‬
‫ك َو َش َر ِاب َ‬
‫ض َي ْو ٍم َقا َل َب ْل لَ ِبثتَ مِا َئ َة َع ٍام َفا ْنظرْ اِلى َط َعا ِم َ‬
‫ت َي ْومًا اَ ْو َبعْ َ‬
‫ك لَ ْم َي َت َس َّ هنهْ َوا ْنظرْ اِلى ِح َم ِ‬
‫اس َوا ْن ُ‬
‫ّللا َع هلى ُك ِّل َشیْ ٍء َقدٖ ي ٌر ﴿‪﴾٢٤٩‬‬
‫ظرْ ِالَى ْال ِع َظ ِام َكي َ‬
‫ْف ُن ْنشِ ُز َها ُث َّم َن ْكسُو َها لَحْ مًا َفلَمَّا َت َبي ََّن لَ ُه َقا َل اَعْ لَ ُم اَنَّ ٰ َ‬
‫ها َي ًة لِل َّن ِ‬
‫‪259 Yoksa (sen ey insan); alt üst olmuş, her tarafı yıkılıp harabe hâline gelmiş bir şehre uğrayıp,‬‬
‫”?‪“Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltecek‬‬
‫‪‬‬
‫‪diyen biri gibi misin? Allah onu yüz yıl ölü olarak bıraktı, ardından dirilterek sordu:‬‬
‫”?‪“Ne kadar kaldın‬‬
‫‪‬‬
‫‪O da cevap verdi:‬‬
‫‪“Bir gün ya da daha az kaldım.” Buyurdu:‬‬
‫‪227‬‬
‫‪‬‬

“Hayır, aksine yüz yıl kaldın, istersen yiyeceğine ve içeceğine bak, daha kokuşmamış bile; ve bir de eşeğine
bak. Biz, seni insanlara bir işaret kıldık. Ve bak (canlılara ait) kemiklere, onları nasıl yerli yerince dizip,
ardından üzerlerini etle kapladığımızı düşün!”
Bütün bunlar kendisine açıklanınca şu itirafta bulundu:

“Artık bildim ki Allah her şeye kadirdir.”(472)
(472) Bu kıssanın, ölümden sonra dirilişe inanmayan muhatapları uyaran temsili bir kıssa olarak anlaşılması da
mümkündür (krş. Fî-Zılâl, Seyyid Kutub). Bizce bu anlatımın bir kıssa olmaktan çok bir mesel olduğu yaklaşımı
doğruya daha yakın görünmektedir. Allahu a’lem.
َّ ‫ْف ُتحْ ي ْال َم ْو هتى َقا َل اَ َولَ ْم ُت ْؤ ِمنْ َقا َل َب هلى َو هلـ ِكنْ لِ َي ْط َمئِنَّ َق ْل ٖبى َقا َل َف ُخ ْذ اَرْ َب َع ًة م َِن‬
َّ‫الطي ِْر َفصُرْ هُن‬
َ ‫َوا ِْذ َقا َل ِاب هْرهٖ ي ُم َربِّ اَ ِرنٖ ى َكي‬
ِ
‫ه‬
‫ه‬
ُ
ُ
﴾٢٦١﴿ ‫ّللا َع ٖزي ٌز َحكٖ ي ٌم‬
َ ‫ك ث َّم اجْ َع ْل َعلى ُك ِّل َج َب ٍل ِم ْنهُنَّ ج ُْزءًا ث َّم ْاد ُعهُنَّ َياْتٖ ي َن‬
َ ‫ِالَ ْي‬
َ ٰ َّ‫ك َسعْ يًا َواعْ لَ ْم اَن‬
260 Hani İbrahim demişti ki:




“Rabbim, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster!” O da,
“Yoksa inanmadın mı?” diye sordu.
Cevap verdi: “Hayır, fakat kalbim mutmain olsun diye.”
O da, “O hâlde dört kuş al ve onları kendine (itaate) alıştır;(473) bunun ardından onları ayrı ayrı bir tepeye
sal ve onları çağır; uçarak sana gelecekler:
İyi bil ki Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet edendir.”(474)
(473) Surhunne’ye genellikle “kesip parçalara ayır” anlamı verilmiştir. Tercihimiz hem söz dizimine hem de
lafza daha uygundur. Eğer “kesip parçalama” kastedilseydi “kendine” (ileyk) denmezdi. Çünkü bu fiil “kesme”
anlamına kullanıldığında ilâ ile kullanılmaz. Geriye takdim-tehir ihtimali kalıyor ki, bunun için de bir karine
yoktur. Ayrıca hunne zamiri ile ye’tine’deki nun, kuşların parçalarına değil bütününe gider.
(474) Bununla Hz. İbrahim’e söylenmek istenen hakikat zımnen şudur: Sen çağırınca terbiye ettiğin kuşlar nasıl
uçarak sana geliyorlarsa, Allah da ruhları çağırdığında onlar da kuşlar gibi uçarak kendilerini terbiye eden Rabbe
varacaklar.
‫م َث ُل الَّذٖ ين ُي ْن ِفقُون اَمْوالَ ُهم فٖ ى سب ه‬
ٰ ‫ضاعِ فُ لِ َمنْ َي َشا ُء َو ه‬
ٰ ‫ت َسب َْع َس َن ِاب َل فٖ ى ُك ِّل ُس ْن ُبلَ ٍة مِا َئ ُة َح َّب ٍة َو ه‬
ْ ‫ّللا َك َم َث ِل َح َّب ٍة اَ ْن َب َت‬
َ ‫ّللا ُ ُي‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ
َ
ْ َ َ
ُ‫ّللا‬
ِ َٖ
﴾٢٦١﴿ ‫َواسِ ٌع َعلٖ ي ٌم‬
261 (475) MALLARINI Allah yolunda harcayanların durumu,


yedi başak veren ve
her başakta yüz dâne bulunan tohuma benzer.(476)
Allah dilediğine kat kat verir: zira Allah, (rahmetiyle) sınırsızdır, her şeyi tarifsiz bilendir.(477)
(475) Öldükten sonra dirilmenin mahiyetini kavramak için nasıl bir zihni yöntem izlenmesi gerektiğini Hz.
İbrahim’in şahsında öğreten Kur’an, bu pasajda sözü ruhların dirilişinden insanın Allah için yaptığı ‘eylemlerin
dirilişine’ getiriyor. Tıpkı fizik âlemde ölüp metafizik âlemde dirilen insan gibi, Allah yoluna harcanan servetin
de, madde âleminde bir çıktı olmakla birlikte, mânevî âlemde kat kat bereketlenmiş bir girdi olduğunu misallerle
açıklıyor.
(476) Bu âyet, daha önce geçen Allah’a güzel bir borç vermekle ilgili âyetin ve infak âyetinin devamı
niteliğindedir (245, 254). Aslında boşanmayla ilgili hükümlerin ardından gelen 242. âyetten beri hep cihad ve
infak işlenmektedir. Âyette bire yedi yüz ile ifade edilen hakikat, “kat kat, hadsiz ve hesapsız artışı” ifade eden
bir kinayedir. İlk muhataplar 7, 70 ve 700 sayılarını çokluk (kesret) ve artış anlamında kullanırlardı (krş. Tevbe:
80). Bizim burada “tohum” diye çevirdiğimiz habbe, ürünüyle tohumu aynı olan her tür bitkiye verilen addır.
Yani her habbe, hem meyve hem tohumdur. İnsan da böyledir ve bu yüzden muhabbetin eseri olan insan varlık
ağacının hem tohumu hem meyvesidir.
228
(477) Zımnen: Bereketin kaynağı Allah'tır; Allah'ın eşyaya müdahil olduğunu tasdik etmeyen bu berekete nail
olamaz. Bu rakamların çokluktan kinaye olduğunun delili, bu ibarenin hemen ardından gelen “Allah dilediğine
kat kat verir” cümlesidir. Bu ibarenin sadece mecazi değil, bir de hakiki boyutunun olduğunu çiftçilikle
geçinenlerin yaptığı bir uygulama teyit etmektedir. Buna göre, ekilen bir buğday tanesinden çıkan çimler
çatallandıktan ve kardeşlendikten sonra ayrılmakta ve fide olarak dikilmektedir. Bu yöntemle, bir buğday
tanesinden iki bin taneden fazla ürün elde edilebilmektedir.
Esasen cennet, “Allah yolunda” harcanmış bir değerin âzami getirisini ifade eder. Ebedi güzelliğin üretildiği bu
merkezlerin tohumu ise, insanın bu dünyada yaptıklarıdır. İşte bu yüzden “Dünya âhiretin tarlasıdır”.
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 80 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫اّلل َورَ سُولِهٖ َو ه‬
ٰ ‫اِسْ َت ْغفِرْ لَ ُه ْم اَ ْو ََل َتسْ َت ْغفِرْ لَ ُه ْم ِانْ َتسْ َت ْغفِرْ لَ ُه ْم سَ بْعٖ ينَ مَرَّ ًة َفلَنْ ي َْغفِرَ ه‬
﴾٨١﴿ َ‫ّللاُ ََل َي ْهدِى ْال َق ْو َم ْال َفاسِ قٖ ين‬
ِ ٰ ِ‫ّللاُ لَ ُه ْم هذلِكَ بِا َ َّن ُه ْم َك َفرُوا ب‬
80 Onların bağışlanmaları için Allah’tan ister af dile, ister dileme: Onlar için Allah’tan yetmiş kez af dilemiş olsan dahi, artık Allah onları
asla affetmeyecektir. Bunun nedeni, onların Allah’a ve O’nun Elçisi’ne ısrarla nankörlük etmeleridir; zira Allah (fıtrat) yolundan sapmış
kimseleri doğru yola yöneltmez.(99)
(99) Bu son ibareye “zira Allah, yoldan sapmış kimseleri (kötü) maksatlarına ulaştırmaz” anlamı verilebilir mi?
Allahu a‘lem hayır.
Çünkü hidâyet, dilde dalâlet karşılığı konulmuştur ve kullanıldığı her yerde “lütuf” anlamına gelir. Bu nedenle “hediyye” bu kökten
türetilmiştir (Râğıb).
Kur’an’da olumsuz anlamda iki âyette ullanılmıştır:


Sâffât: 23’teki fehdûhum (ve hepsini gözleri faltaşı gibi açacak bir ateşe yönlendirin),
Hac: 4’teki yehdîhi (ve onu yakıp kavurucu bir azaba yönlendirir).
Râğıb, bu iki kullanımda da “hidayet/yöneltme” sözcüğünün, tıpkı “onları acıklı bir azap ile müjdele” (Âl-i İmran: 21) ibaresindeki
“tebşir/müjde” gibi ironik bir tehdit anlamında kullanıldığını söyler.
Bu bir yana, bu iki kullanımda da özne Allah değildir ve Kur’an’da Allah’a atfedilen hiç bir “hidayet” olumsuz anlamda kullanılmaz.
Burada ve bir çok yerde fiil formuyla (yehdi) kullanılan hidayet’in, Kur’an’ın insan tasavvurunda, insanın özgür tercihini sıfırlayan ve yok
sayan nedensiz ve yasasız bir tasarruf olmadığı açık. Aksine insanın seçimiyle bire bir irtibatı olan bu ilâhî tasarrufun, söz konusu boyutunu
da çeviriye yansıtabilmek için, “Allah’ın hidayeti”ni bir çok yerde “yöneltme” ya da “yönlendirme” şeklinde karşıladık.
Bir yöne yöneltilen kimse, bu yönlendirmenin tam karşılığını yöneltildiği yön istikametinde çaba sarf ederek elde edebilir.
Fakat şu da var ki, doğru yöne yöneltilmemiş bir çaba bütünüyle boşa gidecektir. İşte bu nedenle “hidayet”, çabayı anlamlandıran bir ‘iksir’
mesabesindedir.
‫اَلَّذٖ ين ُي ْن ِفقُون اَمْوالَ ُهم فٖ ى سب ه‬
‫ُون َما اَ ْن َف ُقوا َم ًٰنا َو ََل اَ ًذى لَ ُه ْم اَجْ ُر ُه ْم عِ ْن َد َرب ِِّه ْم َو ََل َخ ْوفٌ َعلَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم‬
َ ‫ّللا ُث َّم ََل ُي ْت ِبع‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ
ْ َ َ
ِ َٖ
ُ
َ
ْ‫ح‬
﴾٢٦٢﴿ ‫ون‬
‫ن‬
‫ز‬
‫ي‬
َ
َ
262 (478) Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettiklerini başa kakıp gönül incitmeye
kalkışmayanlar, ödüllerini yalnızca Rableri katında bulacaklardır.(479) Artık onlar gelecekten endişe
duymayacaklar, geçmişten dolayı mahzun olmayacaklar.(480)
(478) Önceki âyette müjdelenen verimin elde edilebilmesi için elbette yalnızca “harcamak” yetmemektedir. Bu
harcamayı ahlâkî ilkeleri çiğnemeden yapmak ve harcamadan yararlananları yaralamamak gerekir. Tıpkı bu
âyette vurgulandığı gibi.
(479) Velâ ezen ibaresinde lâ’nın ikinci kez tekrarlanması, “başa kakmak” ve “gönül incitmek” eylemlerinin her
birinin ayrı ayrı Allah yolunda yapılan harcamanın sevabını iptal ettiği anlamını vermektedir. Bu durumda,
amelin iptali için iki olumsuzluktan birinin gerçekleşmesi yeterlidir. Cümlenin ortasındaki summe bağlacı,
cümlede ma’tufun aleyh olan söz konusu davranış sahibinin yücelik ve erdemini vurgular.
229
(480) Havf gelecek huzn geçmiş için kullanılır (bkz. Bakara: 38). Çünkü: gelecek endişesi duyan biri olsaydı,
zaten Allah yolunda servetini harcamaya kıyamazdı. Allah’tan karşılığını kat kat alacağından kuşkusu olsaydı,
hem verir hem de verdikten sonra telaş içerisinde birilerine fatura çıkarırdı. Bu bir iyi niyettir ve iyi niyet kalbin
eylemidir. Endişe ve hüzünden arındırılmış olmak da, o eylemine karşılık kalbe verilen ilâhî ödüldür.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 38 Aşağıdadır.)
ُ ِ‫قُ ْل َنا اهْ ب‬
﴾٣٨﴿ َ‫طوا ِم ْنهَا جَ مٖ يعًا َف ِامَّا َياْتِ َي َّن ُك ْم ِم ٖ ٰنى هُدً ى َفمَنْ َت ِبعَ هُدَاىَ َف ََل َخ ْوفٌ عَ لَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم يَحْ َز ُنون‬
38 Emrettik: Oradan hep birlikte çıkıp inin! Ne var ki, Benden bir rehberliğin size ulaşması şarttır.(67) Her kim (kendisine ulaşan)
rehberliğime uyarsa, artık onlar için gelecek endişesi yoktur, geçmişten dolayı mahzun da olmayacaklar.(68)
(67) Cümledeki şartlılık cevap isteyen bir yapıda değildir. Rehberliğin ulaşmasının şart olduğunu ifade eder. Bu rehberlik vahiydir ve onu
ulaştırmak bir sorumluluktur (krş. En’âm: 19, not 1).
(68) Havf, emn’in zıddıdır.


Güven içinde olamama,
tedirgin olma hâlidir.
Dilde yalnızca gelecek için kullanılır. Bu gelecek hem dünyevî hem de uhrevî gelecektir.
Allah’ın rehberliğine uyan kimse güvenlik içerisinde olan kimsedir.
“Mü’min” tam da budur.
O hâlde, mü’min Allah’ın rehberliğine teslim olup mutlak güvenceye kavuşan kimse demektir.
Âyette olumsuzlama yönteminin kullanılması, bu durumun hem dünya hem âhiret için geçerli olduğunun ifadesidir. Huzn, havf’in zıddına
yalnızca geçmiş için kullanılır. Âyetin asıl muştusu, mü’minler için ebedi hayatta hüzne yer olmayacağıdır (bkz. Fâtır: 34).
Zımnen: Rehberi vahiy olan dünyada da âhirette de kaybetmez (Tersi bir ibare için bkz. En’âm: 70, not 3).
ٰ ‫صدَ َق ٍة َي ْت َب ُع َها اَ ًذى َو ه‬
﴾٢٦٣﴿ ‫ّللا ُ غَ نِىٌّ َحلٖ ي ٌم‬
َ ْ‫َق ْو ٌل َمعْ رُوفٌ َو َم ْغف َِرةٌ َخ ْي ٌر ِمن‬
263 (481) Gönül yapan hoş bir söz ve rahmet dileme, arkasından incitmenin geldiği bir yardımdan daha
hayırlıdır.(482) Ve Allah kendi kendine yetendir, cezalandırmadan önce fırsat tanıyandır.(483)
(481) Yardım maksadıyla yapılan harcamada temel esprinin “gönül kırma” değil “gönül alma” olduğu, yani “iyi
davranış”ın amacının Allah değil (zira O’nun ihtiyacı yok) “insan” olması gerektiği işte şu öğütle vurgulanıyor.
(482) Bu ilâhî öğüt, ya yardıma muhtaç olan kimsenin derdini fiilen değil de kavlen paylaşarak onun gönlünü
ferahlatan söz söylemek, ya da Allah dâvâsı uğruna servetiyle yardım edemese dâhi bu uğurda sözüyle ve
davetiyle yardım etmek anlamlarına gelir. Bizim “rahmet dileme” şeklinde çevirdiğimiz “ayıp örtmek”, “güzel
sözden dolayı Allah’ın kişiyi bağışlaması” vs. şeklinde yorumlanmıştır (Râzî ve Kurtubî).
(483) Ğaniyyun için vahyin iniş sürecinde ilk geçtiği Fâtır: 15’in notuna bkz. Halîm’e verdiğimiz özgün
karşılık için Ahzab: 51.
(Nuzul 42 / Mushaf 35 : Fatır 15 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫ّللا َو ه‬
﴾١٤﴿ ‫ّللا ُ ه َُو ْالغَ نِىُّ ْالحَ مٖ ي ُد‬
ِ ٰ ‫يَا اَ ُّيهَا ال َّناسُ اَ ْن ُت ُم ْالفُ َقرَ ا ُء ِالَى‬
15 Ey insanlık! (27) Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz! Allah’a gelince: O kendi kendine yeten sonsuz zenginlik sahibidir, (28) (bilakis) her
şey O’na hamd ile memurdur.
(27) Nida ile ilgili bir açıklama için bkz. Bakara: 21, not 6.
(28) el-Ğanî: muhtemelen Kur’an’ın iniş sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır. Ğına, ihtiyaçtan fazlasına sahip olmayı değil, “kendi kendine
yeterliliği” ya da “başkasına muhtaç olmamayı” ifade eder. Çölde yeterinden fazla varlık yük addedilirdi. Ancak Araplar yerleşik hayata
geçtikten sonra bu kelime “servet biriktirme” anlamını kazanmıştır. Allah’ın el-Ğanî olması, O’ndan başka hiçbir varlığın kendi kendine
yetmediği anlamına gelir.
230
(Nuzul 105 / Mushaf 33 : Ahzab 51 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللاُ يَعْ لَ ُم مَا فٖى قُلُوبِ ُك ْم َو َكانَ ه‬
ٰ ‫َن ا ْبتَغَ يْتَ ِممَّنْ عَ َز ْلتَ َف ََل ُج َناحَ عَ لَيْكَ هذلِكَ اَدْ هنى اَنْ َت َقرَّ اَعْ ُي ُنهُنَّ َو ََل يَحْ َزنَّ َويَرْ ضَ يْنَ بِمَا ها َت ْي َتهُنَّ ُكلُّهُنَّ َو ه‬
ُ‫ّللا‬
ِ ‫ُترْ ٖجى مَنْ َت َشا ُء ِم ْنهُنَّ َو ُتپ ْٖوى ِالَيْكَ مَنْ َت َشا ُء َوم‬
﴾٤١﴿َ‫عَ لٖيمًا حَ لٖ يمًا‬
51 Onlardan dilediğini daha sonraya bırakabilir, dilediğini de yanına alabilirsin; ilişkini dondurup (sonraya) bıraktıklarından birini yeniden
istemende senin için bir beis yoktur: (67) bu (seni her görüşte) onların gözlerinin ışımasını, üzülmemelerini ve onlara verdiğin şeylerden razı
olmalarını sağlar; ve sadece Allah kalplerinizde olanı bilir: ama zaten Allah her şeyi bilir, tarifsiz bir hilim sahibidir.(68)
(67) Rasulullah kendisine tanınan bu hakkı kullanmak yerine aktif karı-koca ilişkisinde Nisâ 3’e göre hareket eder. Bu sınırlamanın
mağduriyet doğurmaması için dönüşümün gerekliliği vurgulanıyor. Sonuçta Rasulullah için çok eşliliğin tahammülü gerektiren bir fedakârlık
olduğu ayan beyan ortaya çıkıyor.
(68) Yani: “Hoşgörüsünü yerli yerince kullanır”. Hilm, yumuşak başlılık, hoşgörü, af ve merhameti istismar ettirmeden kullanmak, suçluya
vazgeçme fırsatı tanımak için cezalandırmada acele etmemek. Halîm olan, günahkarı hainden, hatayı kasıttan, saflığı hinlikten ayırmayı bilir.
‫ه‬
‫ه‬
‫اّلل َو ْال َي ْوم ْ ه‬
‫اَلخ ِِر َف َم َثلُ ُه َك َم َث ِل‬
ِ ٰ ‫اس َو ََل ي ُْؤمِنُ ِب‬
َ ‫ين ها َم ُنوا ََل ُت ْبطِ لُوا‬
َ ٖ‫َيا اَ ُّي َها الَّذ‬
ِ ‫ص َد َقا ِت ُك ْم ِب ْال َمنِّ َو ْاَلَذى َكالَّذٖ ى ُي ْنف ُِق َما َل ُه ِر َئا َء ال َّن‬
ِ
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ْ
ْ
ْ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
ً
﴾٢٦٥﴿ ‫ين‬
َ ‫ُون َعلى شیْ ٍء ِممَّا ك َسبُوا َوّللاُ َل َي ْهدِى الق ْو َم الكاف ِٖر‬
َ ‫صلدا َل َيق ِدر‬
َ ‫صا َب ُه َو ِاب ٌل فت َرك ُه‬
َ ‫ان َعل ْي ِه ت َرابٌ فا‬
َ
ٍ ‫ص ْف َو‬
264 (484) Siz ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malını harcayan, Allah’a ve âhiret gününe de inanmayan
kimse gibi, başa kakarak ve gönül inciterek yardımlarınızın sonucunu iptal etmeyiniz.(485)
O kişinin hâli, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayaya benzer: bir sağanak yağar, onu cascavlak
bırakıverir.(486) Bunların, yaptıklarından hiçbir kazançları olmaz. Zira Allah kâfir bir topluma asla rehberliğini
bahşetmez.(487)
(484) Bu âyette, önemine binaen yukarıdaki ahlâkî zaafa düşmemesi için insan yeniden uyarılıyor ve bu zaafın
temelinde inanç probleminin yattığı ifade ediliyor.
(485) Sonunda başa kakılan ve gönül incitilen bir yardım, “Allah adına” değil, “gösteriş için” yapılan bir
yardımdır. “Allah adına” yapıldığı izlenimi verilerek gerçekte başkaları görsün için yapılan her eylem, daha
derinlerdeki bir probleme işaret eder: Allah tasavvurundaki probleme... Allah’ın gördüğüne yürekten inanan
birinin sırf başkaları görsün diye iyilik yapması, o iyiliğin dayandığı ahlâkî dinamikleri tahrip eder. Ahlâkî
dinamiklerden hareketle yapılmamış bir iyilik, sonuçta gerçek bir iyilik değil bir aldanış ve aldatıştır.
(486) Evet, ahlâkî temelden ve samimiyetten yoksun olan her iyi görünüşlü davranış, gerçekte oldukça kırılgan
ve yüzeyseldir; tıpkı üzerini ince bir toprak tabakasıyla örtmüş bir kaya gibi. Aslında ideal bir bahçe ya da tarla
görünümü veren bu yerin toprağını sıyırdığınızda altından katı ve gerçek yüzü çıkar: meğerse o hiçbir şeyin
ekilemeyeceği, ekilse dâhi bitmeyeceği bir kaya değil miymiş! Zımnen: Allah kendisine karşı kullanacağınız her
maskeyi, kayanın toprağını yağmurla sıyırdığı gibi sıyırır atar.
(487) Sûrenin 262. âyetindeki yardım yapıp başa kakan kişiyle, bu âyetteki gösteriş için iyilik yapan kişi yan
yana konulmaktadır. Bunun anlamı, bir kişinin eyleminin değerini yalnızca o eylemin niceliği değil niteliği de
belirler. Özetle bu âyet riyanın “usule” ilişkin bir problem değil “asıla” ilişkin bir problem olduğunu îmâ ediyor.
Gerçek erdem, ahlâkî davranışın ifasında başkalarının fark etmesinin hiçbir etkiye sahip olmadığı eylemdir.
‫وم َث ُل الَّ ٖذين ُي ْن ِفقُون اَمْوالَ ُهم ا ْب ِت َغاء مرْ ضا ِ ه‬
ْ ‫صا َب َها َو ِاب ٌل َف ها َت‬
‫ْن َف ِانْ لَ ْم‬
َ َ‫ّللا َو َت ْث ٖبي ًتا ِمنْ اَ ْنفُسِ ِه ْم َك َم َث ِل َج َّن ٍة ِب َرب َْو ٍة ا‬
ِٰ ‫ت‬
َ َ َ
َ
َ َ
ُ َ َ
ِ ‫ت ا ُ ُك َل َها ضِ عْ َفي‬
‫ه‬
ٰ ‫يُصِ ْب َها َو ِاب ٌل َف َط ٌّل َو‬
﴾٢٦٤﴿ ‫صي ٌر‬
ٖ ‫ون َب‬
َ ُ‫ّللا ُ ِب َما َتعْ َمل‬
265 (488) Geçici servetlerini Allah rızasını elde etmek ve kişiliklerini güçlendirmek için(489) harcayanların
durumu da verimli(490) bir bahçe gibidir: bir sağanak yağar, bu sayede ürünü iki kat biter. Tut ki sağanak
yağmadı, çiselese dâhi yeter. Neticede Allah yaptığınız her şeyi görür.(491)
(488) Bir de bu yarım kişilik karşısında kâmil şahsiyet vardır. İşte bu âyet onu tasvir eder.
231
(489) Burada “kişiliklerini güçlendirmek” şeklinde çevirdiğimiz ibare tesbîten min enfusihim’dir. Bunun modern
pedagojideki karşılığı “kendini gerçekleştirmek”tir. Yardım amacıyla harcamanın karşıtı cimrilik, hırs ve
bencilliktir. Bunlar, insanın olumlu yapıda olan doğasını bastıran ve kendi kendisini gerçekleştirmesinin önüne
gerilen olumsuz tavırlardır.
(490) Rabve için bkz. Mü’minûn: 50
(491) Bu tür biri başkaları için “cennet”tir. Cennetini yüreğinde taşıyan bu kişi, elde ettiği her değerin hakkını
verir ve onu kat kat üretir. Toprağı çok verimli bir bahçe gibi, aldığı yağmura ürün vererek şükreder. Bu
yağmurun çok ya da az olması, onun verimliliğinden bir şey kaybettirmez. Çünkü o, verimliliğini daha çok
dışardan değil kendi özünden almaktadır. Onun imkanı imanıdır. O, yapacağı bir iyilik için “imkanım yok”
demez. Bilir ki imanı tükenmeyenin imkanı tükenmez. Yine bilir ki, gönül tarlasına muhabbet tohumunu alın
teri, yürek teri, zihin teri ve gözyaşıyla ekenler, hasat zamanı bu tarladan bire yedi yüz kaldırırlar. Bütün bunları
yaparken, birilerinin görüp görmediği umurlarında bile değildir. Çünkü Allah’ın gördüğünden emindirler.
(Nuzul 80 / Mushaf 23 : Mü’minun 50 Aşağıdadır.)
﴾٤١﴿ ‫ين‬
ِ ‫َوجَ عَ ْل َنا ابْنَ مَرْ َي َم َوا ُ َّم ُه هاي ًَة َو ها َو ْي َنا ُهمَا ا هِلىَرَ ب َْوةَ َذا‬
ٍ ٖ‫ار َومَع‬
ٍ َ‫ت َقر‬
50 Yine (aynı amaçla) Meryem oğlunu ve annesini de birer simge kıldık; ve o ikisini kalıcı bir güzelliğin görkemli makamına(40) ve
esenliğin bereketli kaynağına(41) yerleştirdik.(42)
(40) Rabve, bir arazinin en verimli ve görkemli yeri. Bu kelime, 11. âyette geçen ve bir anlamı da “cennetin en görkemli yeri” olan firdevs’i
çağrıştırmaktadır (krş. Âyet 11, not 8).
(41) Veya: “berrak suların çağladığı bir yere..” Tercih ettiğimiz anlam kelimenin kökeninin “iyilik, esenlik, bağış, ikram, yararlı şey”
anlamına gelen el-mâ‘ûn’dan (el-ma‘n) türediği yorumuna dayanmaktadır. Buna göre ma‘în sıfat-ı müşebbehedir; niteliğin devamlılığını ve
değişmezliğini ifade eder. Tercihimiz, kalıbın bu özelliğine dayanır. Eğer kelimenin “akarsu, su gözesi, çağlayan” anlamındaki el-‘uyun’dan
türediği varsayılırsa, alternatif anlam geçerli olur (krş. Ferrâ ve Lisân).
(42) Allah Rasulü’ne zımnen: Eğer mucize, insanların hidayeti için tek başına yeterli olsaydı, İsa ve annesi yeterdi. Ama yetmedi.
َّ ‫ب َتجْ ٖرى ِمنْ َتحْ ِت َها ْاَلَ ْن َها ُر لَ ُه فٖ ي َها ِمنْ ُك ِّل‬
‫صا َب ُه ْال ِك َب ُر َولَ ُه ُذرِّ ي ٌَّة‬
ٍ ‫يل َواَعْ َنا‬
ِ ‫الث َم َرا‬
َ َ‫ت َوا‬
َ ‫اَ َي َو ُّد اَ َح ُد ُك ْم اَنْ َت ُك‬
ٍ ٖ‫ون لَ ُه َج َّن ٌة ِمنْ َنخ‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ْ
َّ
ُ
ُ
َّ
َ
َ
ْ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
ٌ
ٌ
ْ‫اح‬
ْ‫ع‬
ُ‫ِّن‬
ُ
ُ
ُ
﴾٢٦٦﴿ ‫رُون‬
‫ك‬
‫ف‬
‫ت‬
‫ت‬
‫م‬
‫ك‬
‫ل‬
‫ع‬
‫ل‬
‫ت‬
‫ا‬
‫ي‬
‫اَل‬
‫م‬
‫ك‬
‫ل‬
‫ّللا‬
‫ي‬
‫ب‬
‫ي‬
‫ك‬
‫ل‬
‫ذ‬
‫ك‬
‫ت‬
‫ق‬
‫ر‬
‫ت‬
‫ف‬
‫ر‬
‫ا‬
‫ن‬
‫ه‬
‫ي‬
‫ر‬
‫ا‬
‫ص‬
‫ا‬
‫ا‬
‫ه‬
‫ب‬
‫ا‬
‫ص‬
‫ا‬
‫ف‬
‫ء‬
‫ا‬
‫ف‬
‫ع‬
‫ض‬
ِ ٖ‫َ َ َ ِ َ ف‬
َ
َ َ ِ
َ
َ
ْ َ ِ َ ُ ُ
266 Sizden biri,


zemininden ırmaklar çağlayan, içerisinde her tür meyve yetişen asma ve hurma bahçesine sahip olsun,
bu hâlde bakıma muhtaç çocuklarıyla yaşlılık yakasına yapışsın ve ardından samyeli vurup(492) da onu
yakıp kavursun ister mi?
İşte Allah, belki düşünürsünüz diye mesajları size böyle açıklıyor.(493)
(492) Lafzen: “yakıp kavurucu şiddetli rüzgar”. İbare Türkçe’de tek kelimeyle karşılanır: “samyeli”.
(493)



İnsanın başkaları için yaptığı karşılıksız yardımın ödülü, içerisinde her tür meyvenin yetiştiği bir bahçeye
benzetiliyor.
Gösteriş için iyilik yapmak, yapılan iyiliği başa kakmak ve gönül incitmek de “samyeli”ne benzetiliyor.
Âhiret hayatı da, insan ömrünün hasılatını derleme dönemi olan ihtiyarlığa benzetiliyor.
İnsan, sonunda cennet getirecek bir iyiliği, kötü niyet ve ahlâkî olmayan tavırla tamamen boşa çıkarıp sam
çalmış bir bahçe gibi kendi elleriyle mahvedebiliyor.
232
َ ‫ض َو ََل َت َي َّممُوا ْال َخ ٖب‬
‫ون َولَسْ ُت ْم ِب هاخ ِٖذي ِه ا ََِّل‬
ِ ‫ين ها َم ُنوا اَ ْن ِفقُوا ِمنْ َط ِّي َبا‬
َ ُ‫يث ِم ْن ُه ُت ْن ِفق‬
َ ٖ‫َيا اَ ُّي َها الَّذ‬
ِ ْ‫ت َما َك َس ْب ُت ْم َو ِممَّا اَ ْخ َرجْ َنا لَ ُك ْم ِم َن ْاَلَر‬
‫ه‬
﴾٢٦١﴿ ‫ّللا َغنِىٌّ َح ٖمي ٌد‬
َ ٰ َّ‫اَنْ ُت ْغ ِمضُوا فٖ ي ِه َواعْ لَمُوا اَن‬
267 (494) Siz ey iman edenler!


Kazancınızın temiz ve helâl olanından ve sizin için topraktan bitirdiğimiz ürünlerden karşılıksız
harcayın;(495)
Fakat, size verildiğinde gözü kapalı olmadıkça el uzatmayacağınız, bayağı ve haram olanı vermeye
kalkmayın!(496)
Zira iyi bilin ki, Allah (kendi kendine ve tüm varlığa) yetendir, hamdin her türüne lâyıktır.
(494) Yukarıda, veren kimsenin durumu ele alınmıştı. Bu âyette ise, verilen kazanç ve malın durumu ele
alınıyor.
(495) Âyette geçen tayyibât’ı “temiz ve helâl”, habîs’i de “bayağı ve haram” olarak çevirmemizin nedeni
birincilerin helâl ikincilerin haram kılındığını ifade eden âyetlere dayanmaktadır (Mâide: 5 ve krş. A’râf: 157).
Zımnen: Haram, şer’an servet değildir; dolayısıyla haram kazançla yapılan hayrın hayrı olmaz. Zira haram
necasete benzer: kirlenen temizlenir, fakat necasetin kendisi temizlenmez.
(496) Âyet 177’de geçen ahlâkî öğüt. Zımnen: Kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma!
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 5 Aşağıdadır.)
َّ ُ‫ح َّل لَ ُكم‬
ُ ‫ت َو ْالمُحْ صَ َن‬
ُ ‫ح ٌّل لَ ُه ْم َو ْال ُمحْ صَ َن‬
ُ ‫الط ِّيب‬
ِ ‫ات مِنَ ْالم ُْؤ ِم َنا‬
ِ ‫ح ٌّل لَ ُك ْم وَ َطعَا ُم ُك ْم‬
ِ َ‫َات َو َطعَا ُم الَّذٖ ينَ اُو ُتوا ْال ِك َتاب‬
ِ ُ ‫اَ ْلي َْو َم ا‬
َ‫ات مِنَ الَّذٖ ينَ اُو ُتوا ْال ِك َتابَ مِنْ َق ْبلِ ُك ْم ا َِذا ها َت ْي ُتمُوهُنَّ اُجُورَ هُنَّ مُحْ صِ نٖ ين‬
‫َان َفقَدْ حَ ِب َط عَ َملُ ُه َوه َُو فِى ْ ه‬
ْ
ْ
ْ
ُ
َّ
َ
َ
َ‫غ‬
ْ‫ر‬
ْ‫َن‬
﴾٤﴿ َ‫اَلخِرَ ِة ِمنَ ْال َخاسِ ٖرين‬
‫م‬
‫ي‬
‫اَل‬
‫ب‬
‫ف‬
‫َك‬
‫ي‬
‫م‬
‫و‬
‫ان‬
َ‫د‬
‫خ‬
‫ا‬
‫ى‬
‫خ‬
‫ت‬
‫م‬
ُ
‫َل‬
‫و‬
‫ف‬
‫ُسَا‬
‫م‬
‫ي‬
ٖ‫ِذ‬
ٖ‫ِح‬
َ
َ
َ‫ين‬
َ‫ْر‬
ٖ
ٍ
ِ
ِ
5 Bugün, temiz ve güzel olan her şey size helâl kılınmıştır. Üstelik, kendilerine daha önce vahiy gönderilmiş olanların yiyecekleri de size
helâldir ve sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. Ve (son vahye) inanan iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine vahiy verilenlerin iffetli
kadınları –kendilerine mali güvence vermeniz, onları meşru olmayan yolla ya da gizli dost tutma yöntemiyle değil de meşru bir akitle
nikahlamanız da (size helâldir).(14) Kim imanı inkâr ederse işte onun ameli boşa gitmiştir;(15) üstelik o âhirette zarara uğrayanlar arasında
yer alacaktır.
(14) Âyette kitap ehline ilişkin iki husustan söz edilmektedir.


Birincisi yiyecekler,
İkincisi hanımlar.
Ancak bir fark vardır:
Yiyeceklerde karşılıklı helâl kılınma açıkça ifade edilirken, nikahlama konusunda sadece “onların kadınları”nın helâl kılındığı söylenmiştir.
Müslüman erkeğin kitap ehli hanımla nikahlanmasının cevazını ifade eden ibaredeki tek yönlülük dikkat çekicidir.
Sonuç olarak âyet bir müslüman ile kitap ehlinin yiyeceklerini karşılıklı olarak serbest kılarken, bir müslüman erkeğin ehli kitap bir kadın
almasını serbest kılmış, tersi bir duruma dair birşey söylememiştir. Atâ, ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmeye izin veren âyetin ruhsat
olduğunu, zira o zaman müslüman hanımların az olduğunu, kendi zamanında ise buna ihtiyaç kalmadığını söyler ve “ruhsat zail olmuştur”
der (Râzî).
Nihai hükmü elbette İmam Atâ’nın vardığı sonuç değil âyet koymuştur. Fakat Atâ’nın bu yaklaşımı, vahyi maksat ve ruhunu gözeterek
okuma konusunda ilk nesillerin yaklaşımına ışık tutucudur ve önemlidir.
(15) Zımnen: Kim problemli de olsa imanı mutlak inkârla bir tutarsa, onun ameli boşa gitmiştir.
Bunu şu rivayet destekler: “İnsanlardan bazıları, bize, Müslümanların (o zaman) şöyle dediğini aktardılar: Biz kitap ehlinin kadınlarıyla nasıl
evlilik yapalım, onlar bizim dinimize mensup değil ki? Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi” (Taberî). Bu ibare metinde olmayan bir “Allah”
ismi takdir edilerek “kim Allah’ı inkâr ederse” şeklinde de okunmuştur. Taberî bu ikisini telif etmeye çalışır, fakat çok da ikna edici olamaz.
233
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 157 Aşağıdadır.)
َّ ُ‫ح ُّل لَ ُهم‬
َ ‫ت َويُحَ ِّر ُم عَ لَي ِْه ُم ْال َخبَائ‬
‫ِث َويَضَ ُع عَ ْن ُه ْم‬
ِ ‫الط ِّيبَا‬
ِ ‫يل َياْ ُم ُر ُه ْم ِب ْالمَعْ رُوفِ َو َي ْن ههي ُه ْم عَ ِن ْال ُم ْن َك ِر َو ُي‬
ِ ْ ‫جدُو َن ُه م َْك ُتوبًا عِ ْندَ ُه ْم فِى ال َّت ْو هري ِة َو‬
ِ ‫اَل ْن ٖج‬
ِ ‫اَلَّذٖ ينَ َي َّت ِبعُونَ ال َّرسُو َل ال َّن ِبىَّ ْاَلُمِّىَّ الَّذٖ ى َي‬
‫ت عَ لَيْه ْم َفالَّذٖ ينَ ها َم ُنوا بهٖ َوعَ َّزرُوهُ َو َنصَ رُوهُ َوا َّت َبعُوا ال ُّنورَ الَّذٖ ى ا ُ ْنز َل مَعَ ُه ا ُ ه‬
ْ ‫اِصْ رَ ُه ْم وَ ْاَلَ ْغ ََل َل الَّتٖ ى َكا َن‬
﴾١٤١﴿ َ‫ولـئِكَ ُه ُم ْال ُم ْفلِحُون‬
ِ
ِ
ِ
157 Onlar ki, Ellerindeki Tevrat ve İncil’de tanıtılmış bulacakları Rasul’ün, o Kitap Ehli’nden olmayan (116) peygamberin izinden
gidecekler;



(O peygamber) onlara iyiliği emredip kötülükten sakındıracak, (117)
Temiz ve yararlı şeyleri onlara helâl kılıp pis ve zararlı şeyleri onlara yasaklayacak; (118)
Sırtlarına vurulmuş olan yüklerini indirip öteden beri (özgürlüklerine) vurulan zincirleri çözecek.
Sonuçta ona inanan, onu el üstünde tutup destekleyen ve ona yücelerden bahşedilen ışığın (119) ardına onunla birlikte düşenler kurtuluşa
erişen kimseler olacak.
(116) Lafzen: “ümmî olan”.
Kur’an’da sadece bu ve müteakip âyette geçen en-nebiyyu’l-ummî,


Hem “Ehl-i Kitab’a mensup olmayan Peygamber”,
Hem de “Okur-yazar olmayan Peygamber” anlamına gelebilir.
Ümmi sözcüğünün “yalnızca okur yazar olmayan” anlamıyla sınırlanamayacağı Kur’an’la sabittir.
Cuma 2 ışığında;



Tevrat’ı bilmeyen, bir kutsal kitaba muttali olmayan” vurgusu zaten vardır.
Fakat Kur’an kitap ehli arasında bulunduğu hâlde kitaptan uzak durup ‘elleriyle yazdıklarına’ itibar eden ümmilerden” söz ettiği gibi
(Bakara: 78-79),
Kitap ehlinin dışında kalanları da ümmi olarak nitelemektedir (Âl-i İmran: 20, 75).
Bu ibare, ticaret yapacak kadar rakam değerli harf sistemi olan ebcede vakıf olsa da, en azından vahyin ilk yıllarına kadar okur-yazar
olmadığı bilinen Rasulullah’ın bu özelliğine dikkat çekiyor olabilir. En doğrusu, Ankebût 48. âyetin ışığında, buradaki “ümmi”liğin, her iki
anlamı da içine alacak bir çağrışıma sahip olduğunu düşünmektir.
(117) Peygamberin vasıfları arasında sayılan “iyiliği emredip kötülükten sakındırma” işi, aslında Kur’an’ın inşa etmek istediği insan tipinin
bir özelliğidir. Bu tip;




Sorumluluk bilincine sahip olduğu için sorumlu davranan,
Nesne değil özne ve
Birey değil şahsiyet olan sorumlu ve
Sosyal bir kişiliktir.
Buradaki ma’ruf ve munker terimleri akli alana dahildir.




Ma’ruf aynı zamanda iyi, meşru ve yararlıyı,
Munker kötü, gayrı meşru ve zararlıyı temsil eder.
Ma’ruf kendi içinde zorunlu olan ve olmayan diye iki kısma ayrılır.
Münker de işleyenle birlikte başkalarına da zarar veren ve sadece işleyene zarar veren diye ikiye ayrılır. Birincisini nehyetmek
ikincisinden önceliklidir.
(118) Bu âyet Mâide 3, En’âm 145, Bakara 173, Nahl 115 ışığında anlaşılmalıdır. İmam şafiî, vahiy ile toplumsal vakıa, bir başka ifadeyle
örf arasındaki münasebete işaret ederken, Hz. Peygamber tarafından bazı şeylerin, Arapların yememesi sebebiyle haram, bazı şeylerin de
yemeleri sebebiyle helâl kılınmış olduğunu belirtir. A’râf sûresinin 157. âyeti vesilesiyle, el-habâis’i bir bakıma “Arapların yemediği şeyler”;
et-tayyibat’ı da “yemiş oldukları şeyler” olarak anlamlandırmaktadır… Bu itibarla Hz. Peygamber, parçalayıcı dişi (en-nâb) olan yırtıcı
hayvanın yenilmesini men etmiş, fakat parçalayıcı dişi olduğu hâlde sırtlanın (ed-dabu’) yenilmesini de onlara helâl kılmıştır. Çünkü Araplar
onu yiyorlar, ama pis ve necis bularak yasak addettikleri aslanı, kaplanı ve kurdu yemiyorlardı (el-Müzenî, Muhtasaru’l-Müzenî, Beyrut, ty.,
s. 285-286).
Öyle ki, İmam şafiî tarihsel ve tamamen yerel olan bu durumdan şöyle bir ilke çıkarma yoluna bile gider: Hakkında haram ve helâl kılan bir
nassın bulunmadığı şeye şöyle yaklaş: “eğer Araplar onu yiyor idiyseler, o helâl ve onlarca tayyibat olan şeyler arasındadır. Çünkü onlar
hoşlandıkları şeyi helâl addediyorlardı. Necis olduğu gerekçesiyle yemedikleri şeyler ise el-habâis’in anlam alanına girer” (Muhtasar, s. 286).
(119) Lafzen: nûr. Bu kelimeyi Türkçe karşılığı olan “ışık” diye çevirmemiz, nûr’un kaynak dildeki mecazî çağrışımlarını çeviride de elde
edebilme amacına matuftur.
234
ٰ ‫ّللاُ َي ِع ُد ُك ْم َم ْغف َِر ًة ِم ْن ُه َو َفضْ ًَل َو ه‬
ٰ ‫اء َو ه‬
َ ‫اَل َّشي‬
﴾٢٦٨﴿ ‫ّللا ُ َواسِ ٌع َعلٖ ي ٌم‬
ِ ‫ْطانُ َي ِع ُد ُك ُم ْال َف ْق َر َو َياْ ُم ُر ُك ْم ِب ْال َفحْ َش‬
268


Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği(497) telkin eder.(498)
Allah ise size katından bir bağış ve daha fazlasını vaad eder.(499)
Allah (rahmet ve bağışıyla) sınırsızdır, her şeyi bilendir.
(497) Lafzen: “aşırılığı ve taşkınlığı”. Nüzûl ortamı insanı kadim zamanlardan beri cimriliği “bayağılıkta en
önde olmak” (min efhaşi’l- fahş) şeklinde tanımlardı (Menâr).
(498) Allah yolunda infakın en büyük engeli insandaki açlık ve yoksulluk korkusudur: Açlık çekeni bir ekmek
doyurur, açlık korkusu çekeni dünya doyuramaz. Cimrilik işte bu korkunun sonucudur. Bu korkunun kaynağında
ise Allah’a güvensizlik yatar.
(499) Allah yolunda yapılan her yardımın bir uhrevî ve ebedî karşılığı vardır, bir de dünyevî karşılığı vardır.
Uhrevî olanı, Allah’ın vaad ettiği “katından bir bağış” ve rahmetine muhatap kılmadır. Dünyevî olanı ise, 261’de
anlatıldığı gibi, bire yedi yüz ve hatta daha da fazla artırmak ve bereketlendirmektir (krş. Sebe’: 39).
(Nuzul 76 / Mushaf 34 : Sebe 39 Aşağıdadır.)
ُ ‫قُ ْل اِنَّ رَ ٖ ٰبى َي ْبس‬
﴾٣٩﴿ َ‫الرَّازقٖ ين‬
‫ُط الر ِّْزقَ لِمَنْ َي َشا ُء مِنْ عِ بَادِهٖ َو َي ْق ِد ُر لَ ُه َومَا اَ ْن َف ْق ُت ْم مِنْ َشیْ ٍء َفه َُو ي ُْخلِفُ ُه َوهُوَ َخ ْي ُر‬
ِ
39 Tekrar et: “Şüphe yok ki, isteyen kullarına rızkı açmayı da, onun lehine sınırlandırmayı da dileyen benim Rabbimdir; (54) ama siz her ne
infak ederseniz O onun yerini hemen doldurur;(55) zira O rızık verenlerin en hayırlısıdır.(56)
(54) Buradaki lehu, metne parantez içindeki yan anlamı kazandırır. Bu, parçayı gören insanın, bütünü ve parçanın o bütün içerisindeki gerçek
yerini gören Allah’a teslim olma îmâsını içerir (krş. Bakara: 216). Men yeşa’ formunu parantez içi ibâreyle birlikte çevirimiz için Yûnus: 25
ve Nûr: 21 ile ilgili notlara bkz. 36. âyette rızık olarak farklı iki kişiden, bu âyette ise bir kişinin rızık açısından iki farklı durumundan söz
edilmektedir (krş. Elmalılı).
(55) Yani: “verilen şeyin azalacağı” önyargısı her zaman ve her şey için geçerli değildir. Akılcı bir bakış açısını aşan, azalma ve çoğalmanın
tek ölçütünün rakamlar olmadığını anlar. Ve Allah’ın, kendi rızası için verilenin yerini bereketle, huzurla, iç enerjiyi artırarak doldurduğunu
görür. Âhirette göreceği ise dile dâhi getirilemez. Rasyonel matematikte 40’tan bir çıkarsa 39 kalır, iman matematiğinde 40’tan bir çıkarsa
400 kalır. Bunun adı “bereket”tir. Bunu anlamak için akıl tek başına yetmez, iman da gereklidir: “Allah faizin bereketini alır ve emanete
sadâkat için yapılan hayrı (kattığı bereketle) artırır” (Bakara: 276).
(56) Bu durumda yalnızca eldekinin çoğalması değil, eldekinin azalması da rızık olmaktadır. Mal azalınca sabır artıyorsa, gelir azalınca
kanaat artıyorsa, servet azalınca cennet artıyorsa, bu durumda rızık nedir? Daha da önemlisi, böylesi bir durumda kayıptan söz edilebilir mi?
﴾٢٦٩﴿ ‫ب‬
ِ ‫ي ُْؤتِى ْال ِح ْك َم َة َمنْ َي َشا ُء َو َمنْ ي ُْؤتَ ْال ِح ْك َم َة َف َق ْد اُوت َِى َخيْرً ا َكثٖ يرً ا َو َما َي َّذ َّك ُر ا ََِّل اُولُوا ْاَلَ ْل َبا‬
269 İsabetli hüküm verme yeteneğini (hak edene) vermeyi diler; ama kime isabetli hüküm verme yeteneği
bahşedilmişse, doğrusu ona tarifsiz büyüklükte bir servet bahşedilmiştir;(500) fakat, derin kavrayış sahiplerinden
başkası bunu düşünüp kavrayamaz.(501)
(500) Bu âyette

“hikmet”, insanın benliğinde muhkem bir meleke hâline gelen ve iradesine hâkim olan ve bu yolla eyleme
dönüşen bilgiyi doğru kullanarak isabetli hükme ulaşma melekesidir.
Lafız bizi mânaya götürür, mânanın ifade ettiği şey hakikat, hakikatin dayandığı şey ise hikmettir. Adına
“muhakeme” denilen yeti sayesinde insan olgularla ilkeler, hakikatle hayat, idealle reel arasındaki altın dengeyi
bularak azami faydayı elde eder. Bu ve buna benzer kullanımlarda dinî emirlerle o emirlerin muhatapları ve
uygulandığı hayat arasındaki tam isabete tekabül eder.
Âyette hikmetten “verilen bir şey” olarak söz edilmektedir. Ancak âyetin sonu bunun herkese değil doğuştan
bahşedilen bazı yeteneklerini geliştirenlere verileceğini ihtar eder.
235
İndirilen hükümlere verilen hikmetle bakan biri, bu sayede eylemlerini “sâlih amel”e dönüştürür. Bu da sahibini
mutluluğa götürür.
Âyetin hemen öncesinde de dile getirdiğimiz husus göz önüne alınacak olursa bu âyetteki hikmeti şöyle
tanımlayabiliriz:
Allah’ın ve şeytanın telkinlerini birbirinden ayıracak, insanın kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri birbirinden
seçip ayırarak onu doğru ve isabetli hükme ulaştıracak selim bir akıl, bilgi ve tecrübeye dayalı “muhakeme
yeteneği”dir (krş. Hûd: 1).
Bu yetenek kime verilmişse “gerçek şu ki, ona sınırsız bir servet verilmiştir”. Hikmetle iki cihan hazineleri
kazanılır, fakat cihanın tüm hazineleriyle hikmet satın alınmaz. İbn Abbas, hikmeti şöyle tarif eder:
Hikmet Kur’an’ı kavramaktır.
(501) Hikmetin değerini bilmek için dâhi hikmete gerek vardır.
Hikmeti,


Allah için kullanıldığında “bir şeyi yerli yerince yaratmak”,
kul için kullanıldığında “bir şeyi yaratıldığı yerde tutmak” olarak da tanımlamışlardır.
Bu tanıma giren hikmetin zıddı zulümdür; çünkü zulüm, bir şeyi yerinden etmektir.





İnsandaki hakkı bâtıldan,
doğruyu eğriden,
güzeli çirkinden,
kârı zarardan,
iyiyi kötüden ayırabilme yeteneği anlamı verdiğimiz hikmet, zaten doğal olarak bu tanımı da
kapsamaktadır.
Akıl hikmetin aletidir, kendisi değil. Bu aletten mahrum olanlar, doğaldır ki hiçbir zaman hikmete sahip
olamazlar. Ancak, bu alete sahip olan herkesin hikmete ulaştığını söylemek de mümkün değildir.
İlim de öyle.
Hikmet, hakikatle evham, vesveseyle ilham arasındaki farkı gösteren terazidir.
Hikmetin kişiye Allah tarafından verilmesinden murat, hikmet terazisinin her iki kefesi olan selim akıl ve sahih
bilgiye ulaşacak yolların kişinin önüne açılmasıdır.
(Nuzul 70 / Mushaf 11 : Hud 1 Aşağıdadır.)
ْ َ‫صل‬
ْ ‫الَر ِك َتابٌ اُحْ ِكم‬
﴾١﴿ ‫ير‬
ِّ ُ‫َت هايَا ُت ُه ُث َّم ف‬
ٍ ‫ت مِنْ لَدُنْ حَ كٖ ٍيم َخ ٖب‬
1 Elif-Lâm-Râ!(1) ÖYLE bir kitaptır ki (bu), her hükmünde tam isabet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından, âyetleri
şüpheden arındırılmış ve hayatta karşılığı olan doğru hükümlerle sabitlenmiş,(2) dahası çok boyutlu ve anlaşılır kılınmıştır (3)
(1) Mânası her ne olursa olsun, Allah Rasulü’nün bir tek harfini bile zayi etmeden vahyi ulaştırdığını îmâ eder. Ayrıntılı bir açıklama için
iniş sürecinde ilk geçtiği Kalem: 1’in ilk notuna bkz.
(2) Âl-i İmran 7. âyetteki âyâtun muhkemâtun ibaresi, bu anlamın bir başka formla ifadesidir. “Hükümde tam isabet kaydetme” mânasındaki
hikmet’ten türetilmiş olan ihkâm, hüküm ile o hükmün nesne ve öznesi arasındaki uyum, olgu ile ilke, hayat ile hakikat, lafız ile mâna
arasındaki ‘ideal denge’ ve ‘âzami yarara’ tekabül eder (bkz. Bakara: 269, ilgili notlar). Âyet, hakîm olan vahyin yine hakîm Allah’tan
geldiğini beyan eder.
(3) Fussılet için bkz. Fussilet: 3, not 6. Muhkem müteşabih’in, Mekkî Medenî’nin anasıdır. Zımnen: Kur’an sadece tefsirin nesnesi
(müfesser) değil, esasen tefsirin öznesi (müfessir) olan bir hitaptır. Zira Kur’an, varlığın hakikatini tefsir eder.
236
‫ه‬
َّ ‫ّللا َيعْ لَ ُم ُه َو َما ل‬
﴾٢١١﴿ ‫ار‬
َ ‫ين ِمنْ اَ ْن‬
َ ٖ‫ِلظالِم‬
َ ٰ َّ‫َو َما اَ ْن َف ْق ُت ْم ِمنْ َن َف َق ٍة اَ ْو َن َذرْ ُت ْم ِمنْ َن ْذ ٍر َفاِن‬
ٍ ‫ص‬
270 (502) Başkaları için her ne harcama yaparsanız yapın, ya da (bu niyetle) her ne adarsanız adayın Allah onu
mutlaka bilir; ama (hayrı engelleyen) zalimler, yardım edecek kimse bulamayacaklar.(503)
(502) Böyle bir muhakeme yeteneğine sahip olabilmek için, öncelikle insan-Allah ilişkilerinin sağlıklı olması
gerekmektedir.
(503) Allah’ın, sadece açıkladıklarını değil gizlediklerini de, sadece yaptıklarını değil duyup düşündüklerini de,
sadece eylemlerini değil o eyleme kaynak olan niyetlerini de bildiğine olan kesin inanç, insan için en büyük iç
zenginlik olan muhakeme yeteneğinin kaynağıdır. Böylesine yakın bir Allah’a yakîn bir iman duymayan biri,
ölçüp biçerken yanlış ölçüp biçecektir. Bu inanca sahip olamayan, kendi iç zenginliği demeye gelen hikmetten
mahrum kalacak, bu da kişinin kendi kendisine kötülük etmesi anlamına gelecektir.
ٰ ‫ِى َو ِانْ ُت ْخفُو َها َو ُت ْؤ ُتو َها ْالفُ َق َرا َء َفه َُو َخ ْي ٌر لَ ُك ْم َو ُي َك ِّف ُر َع ْن ُك ْم ِمنْ َس ِّي َپا ِت ُك ْم َو ه‬
‫ون َخ ٖبي ٌر‬
َّ ‫ِانْ ُت ْب ُدوا ال‬
ِ ‫ص َد َقا‬
َ ُ ‫ّللاُ ِب َما َتعْ َمل‬
َ ‫ت َف ِن ِعمَّا ه‬
﴾٢١١﴿
271 Eğer yardımları açıktan yaparsanız, o da hoş. Yok eğer onu ihtiyaç sahiplerine gizlice verirseniz, işte bu
sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur.(504) Zira Allah yaptıklarınızın tümünden
haberdardır.(505)
(504) Zımnen: Vermek yetmez, en güzel için veren güzel bir biçimde vermeli. Açılımı: Siz yoksullara yardım
ederek onların onurunu korur, onların onurunu koruyarak onlara yardım ederseniz, Allah da mahşer günü, bütün
insanlığın gözleri önünde sizin onurunuzu koruyarak size yardım eder.
(505) Birine yaptığınız yardım onun saygınlığını ihlal ediyor, kişiliğini eziyor, şahsiyetini zedeliyor ve izzetini
yaralıyorsa, bu yardım dışardan bakınca bir iyilik gibi görünse de, hakikatte telafisi oldukça güç bir kötülüktür.
Çünkü hiç bir maddî bağış, ezilen kişiliğin, zedelenen şahsiyetin ve yaralanan onurun karşılığı olamaz.
‫ه‬
‫ه‬
‫ّللا َو َما ُت ْن ِف ُقوا ِمنْ َخي ٍْر‬
ِ ٰ ‫ون ا ََِّل ا ْب ِتغَ ا َء َوجْ ِه‬
َ ‫ّللا َيهْدٖ ى َمنْ َي َشا ُء َو َما ُت ْن ِفقُوا ِمنْ َخي ٍْر َف َِلَ ْنفُسِ ُك ْم َو َما ُت ْن ِف ُق‬
َ ‫ْس َعلَ ْي‬
َ ‫لَي‬
َ ٰ َّ‫ك ه هُدي ُه ْم َو هلـكِن‬
ْ
ْ
ُ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
﴾٢١٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫ي َُوفَّ ِال ْيك ْم َوانت ْم َل تظلم‬
272 (Ey Peygamber!) İnsanların hidayeti senin elinde değildir; lâkin Allah isteyenin hidayetini diler.(506)
Hayır için harcadığınız herhangi bir şey kendi yararınızadır;(507) yeter ki yalnızca Allah’ı kazanmak(508) için
harcayın; ve hayır için yapacağınız bir harcama, size tastamam geri dönecek ve siz kesinlikle haksızlığa
uğramayacaksınız.(509)
(506) Çevirimiz yeşâ’ fiilinin çift özneli konumuna dayanır (bkz. Ra’d: 27). Yoksula yardım, o kadar hasbi ve o
denli karşılık beklentisi olmadan yapılmalıdır ki, bu beklenti değil kişisel menfaat ve minnet altına alma, onun
sapık bulduğunuz inanç ve düşünce dünyasına müdahale için bir araç olarak dâhi kullanılmamalıdır. Çünkü
hidayet Allah’tandır. Hidayet kişinin kendisine iyilik yapanın hatırı için onun istediği yola girmek değil; hakkın
hatırına, kişinin özgür iradesiyle Allah’a teslim olmasıdır.
(507) Hayır için yapılan herhangi bir harcamanın getirisini belirleyen şey, harcamanın kendisine yapıldığı
kimseden daha çok harcamayı yapan kimsenin niyet, tavır ve davranışlarıdır. Çünkü, bu hayır ve iyilikten en
kazançlı çıkan taraf, alan değil veren taraftır. Başkalarına iyilik yapan biri, aslında bilerek ya da bilmeyerek en
çok kendine, kendi öz benliğine iyilik yapmaktadır.
(508) Lafzî mânası “Allah’ın yüzü” olan bu ifade, Allah’ın zâtını ifade eden bir mecazdır. Evet, tamı tamına
“Allah’ı kazanmaktan” söz ediliyor: Allah’ı kazanan neyi kaybeder, Allah’ı kaybeden neyi kazanır?
(509) Bu âyet indikten sonra Rasulullah ve mü’minler bu tavrı terk ettiler ve yardıma muhtaç olanlara, hangi
inanca mensup olduklarına bakmaksızın yardım ettiler (Taberî, İbn Kesir vd). Bu, bir mü’minin, yanlış yolda
olan insanların gönlünü İslâm’a ısındırmak için onlara yardım yapmasına mâni demek değildi. Ne ki, muhtaç
insanlara yapılacak iyiliğin böyle bir şarta bağlanması, “iyilik” ve “hayır” kavramlarının yaslandığı insani
ölçülerle de çelişiyordu. Çünkü, başkalarına karşılıksız yardımda bulunmanın ilk ve en temel şartı, “liyakat” ve
“ihtiyaç”tı.
(Nuzul 58 / Mushaf 13 : Rad 27 Aşağıdadır.)
237
ٰ ‫َو َيقُو ُل الَّذٖ ينَ َك َفرُوا لَ ْو ََل ا ُ ْن ِز َل َعلَ ْي ِه هاي ٌَة مِنْ رَ بِّهٖ قُ ْل اِنَّ ه‬
﴾٢١﴿ َ‫ّللاَ يُضِ ُّل مَنْ َي َشا ُء َو َيهْدٖ ى ِالَ ْي ِه مَنْ اَ َناب‬
27 Yine inkârda direnenler,

“Ona Rabbinden bir mucize indirilmesi gerekmez miydi?” derler.
De ki:

“Allah dileyen kimsenin sapmasını diler, kendisine yönelen kimseyi ise doğru yola yönlendirir”; (37)
(37) Yeşa’ fiili cümle içerisinde iki özneyi de görmektedir: O (Allah) ve men (insan). Bu durumda,

“Allah’ın dilemesi” (hidayet için bkz. Tevbe: 80) “insanın tercihinin” bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.
Özellikle burada, “hidayet” zıddı olan “dalalet” ile birlikte anılmaktadır. Fakat anlamamızı kolaylaştıran asıl unsur ibaredeki ileyhi men
enab’dır (krş. Mü’min: 13). Çünkü bu kısımda hemen önceki yudillu men yeşâ’ ibaresinde gizli ikinci özne olan ‘insan’ açıkça ortaya
çıkmıştır: “kendisine yönelen kimse”.

Yani “Allah kendisine yönelen kimseyi doğru yola yönlendirir”.
Allah’ın hidayete erdirmesi ya da dalalete düşürmesi ile ilgili tüm âyetler, buradaki ilâhî iradenin nasıl tecelli ettiğini açıklayan şu âyet
ışığında anlaşılmalıdır: “Allah, yoldan çıkmışlardan başkasını saptırmaz” (Bakara: 26).
Ayrıca Kur’an “Allah esenlik yurduna davet eder” dedikten sonra, bu davete icâbet edenleri kastederek “dileyen kimseleri ise dosdoğru bir
yola yöneltmeyi murad eder” buyurmaktadır (Yûnus: 25).
Hidayet/dalaletle ilgili 19 âyetin biri hariç hepsinde de hem öznelerin hem de tümlecin yüklemi üçüncü şahıs formuyla gelir. Adı geçen tek
istisna olan Şûrâ 42. âyet ise birinci çoğul şahıs kipi olan “biz” formuyla gelir. Onda da, mücerret olarak “biz doğru yola yöneltiriz” şeklinde
değil, bir mef’ulü bih ile “Onun için bir ışık yaratırız, dilediğimizi o ışık sayesinde doğru yola iletiriz” formunda gelir.
Bu da, hedâ ve dalâl ile kullanılan yeşa’ fiilinin iki özneyi de gördüğüne delalet eder. Aynı sonuca istikrai bir okumayla da varılır (Ayrıca
bkz. âyet 31; İbrahim: 4; Nûr: 21; Muhammed: 17, ilgili notlar).
‫ل ِْلفُ َقراء الَّذٖ ين اُحْ صِ رُوا فٖ ى سب ه‬
‫ض َيحْ َس ُب ُه ُم ْال َجا ِه ُل اَ ْغ ِن َيا َء م َِن ال َّت َع ُّففِ َتعْ ِرفُ ُه ْم ِب ٖس هيمي ُه ْم ََل‬
َ ‫ُون‬
َ ‫ّللا ََل َيسْ َت ٖطيع‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ
ِ ْ‫ضرْ بًا فِى ْاَلَر‬
ِ َ
ِ َٖ
َٰ ‫اس ا ِْل َحا ًفا َو َما ُت ْن ِفقُوا ِمنْ َخي ٍْر َفاِنَّ ه‬
﴾٢١٣﴿ ‫ّللا ِبهٖ َعلٖ ي ٌم‬
َ ‫ون ال َّن‬
َ ُ ‫َيسْ َپل‬
273 Kendilerini Allah yolunda vakfettikleri için (ticaret amacıyla) yeryüzünde dolaşamayanlara yardım yapın!
İstemekten çekindikleri için, durumlarını bilmeyenler onları zengin zanneder. Onları kimi özelliklerinden
tanırsın: (Mesela) insanlardan arsızca istemezler: (510) Her ne iyilik yaparsanız yapın, doğrusu Allah onu
kesinlikle bilir.
(510) Böyle doğru-dürüst bir niyetle yola çıkan bir hayır sahibinin elbette tercih hakkı vardır. Hatta, seçici
davranması bir üstteki âyete aykırı davranmak anlamına kesinlikle gelmez, çünkü muhtaçlık açısından eşit olan
iki ihtiyaç sahibinden en tercihe şayan olanı, Allah’a daha yakın olanıdır. Yukarıda olay veren açısından ele
alınarak, verenin ideal niyet, tavır ve davranışı nasıl kazanacağı vurgulanmıştı. Bu âyette ise olay verilen
açısından ele alınmakta, verilen kimseyi tesbit etmede hangi ölçünün kullanılacağı dile getirilmektedir.
﴾٢١٥﴿ ‫ون‬
َ ‫ار سِ ًٰرا َو َع ََل ِن َي ًة َفلَ ُه ْم اَجْ ُر ُه ْم عِ ْن َد َرب ِِّه ْم َو ََل َخ ْوفٌ َعلَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم َيحْ َز ُن‬
َ ُ‫ين ُي ْن ِفق‬
َ ٖ‫اَلَّذ‬
ِ ‫ون اَم َْوالَ ُه ْم ِبالَّي ِْل َوال َّن َه‬
274 Gece ve gündüz, gizli ve açık, servetlerini infak edenler var ya: işte onların karşılığı Rableri katındadır.(511)
Onlar geçmişe ilişkin kaygı, geleceğe ilişkin hüzün duymayacaklar. (512)
(511) Allah yolunda verilebilen servet sahibinin atı, verilemeyen servet ise sahibinin süvarisidir.
(512) Ölümden sonra dirilmenin anlatıldığı âyetlerin ardından ile başlayan infak konusu burada tamamlanıyor.
Kur’an bu konudan, bununla doğrudan bağlantılı olan faiz konusuna geçiyor. Çünkü infak ve faiz arasında
zıddiyet ilişkisi vardır.

İnfak karşılıksız vermek,
238



Faiz karşılıksız almaktır.
İnfak Allah’ı kazanmak,
Faiz Allah’la harp etmektir (279).
Zekât farz, faiz haramdır. Zekât veren karşılığını cennette kat kat alır, faiz yiyen ateş yer.
ُ ‫ُون ا ََِّل َك َما َي ُقو ُم الَّ ٖذى َي َت َخب‬
ٰ ‫اال َب ْي ُع م ِْث ُل الرِّ هبوا َواَ َح َّل ه‬
ْ ‫َّط ُه ال َّش ْي َطانُ م َِن ْال َمسِّ هذل َِك ِبا َ َّن ُه ْم َقالُوا ِا َّن َم‬
َ ‫ون الرِّ هبوا ََل َيقُوم‬
َ ُ ‫ين َياْ ُكل‬
َ ٖ‫اَلَّذ‬
ُ‫ّللا‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ
ٌ
‫ار ُه ْم فٖ ي َها‬
َ ‫ّللا َو َمنْ عَادَ َفاُولئ‬
ِ ‫ف َواَ ْم ُرهُ ِالَى‬
َ َ‫ْال َبي َْع َو َحرَّ َم الرِّ هبوا َف َمنْ َجا َءهُ َم ْوعِ َظة ِمنْ َربِّهٖ َفا ْن َت ههى َفلَ ُه َما َسل‬
ِ ‫ِك اَصْ َحابُ ال َّن‬
﴾٢١٤﴿ ‫ون‬
َ ‫َخالِ ُد‬
275 FAİZ yiyen kimseler, başka değil sadece şeytanın dokunarak aklını çeldiği(513) kimse gibi hareket ederler:
Çünkü onlar

“Alışveriş de faiz gibidir” derler.
Oysa ki Allah alışverişi helâl, faizi(514) haram kılmıştır. Her kim Rabbinden kendisine nasihat gelir gelmez bu
işe son verirse, evvelki kazançları ona, onun hakkında karar vermek de Allah’a kalır. Her kim de dönerse,
içerisinde kalıcı oldukları ateşe mahkûm olanlar işte bunlardır.(515)
(513) Habt, “düşüncesizce, akılsızca vurma” anlamına geldiği gibi (Keşşaf), “delilik, akla musallat olma, aklı
çelme” anlamına da gelir (Lisân ve Tâc). Kur’an faizle borç para vereni akli dengesi bozuk bir insana
benzetmektedir. Başkalarının emeğini ve kazancını yattığı yerden sömüren faizci, öylesine bir hırs ve isteriye
tutulmuştur ki, onun gözünü hiçbir şey doyuramaz. Çünkü o, aklıyla değil güdüleriyle hareket etmektedir.
(514) Riba: Sözlükte artma, yükselme, fazlalaşma, nema, yükseğe çıkma, bedeni serpilip gelişme anlamlarına
gelir.
Faiz, taşan, kabaran anlamlarına gelir. Aslında ribaya “faiz” denmesi, kanaatimizce 19. yüzyıldaki buhran
sırasında devletin riba ile borçlanmasına karşı oluşacak dînî tepkileri bloke etmek için düşünülmüş bir semantik
hile idi. Bu ribalı borçlanmanın Osmanlı için sonun başlangıcı olduğu tarihi bir hakikattir.
(515) Bu âyet, bir görüşe göre Kur’an’dan en son inen âyetler grubunda (Bakara: 275-281) nâzil olmuştur. İbn
Abbas’tan nakledilen bir görüşte son âyet Mâide 3’tür. İkinci bir nakle göre ise bu âyettir. Said b. Müseyyeb’den
nakledilen bir haber bunu teyit eder. Hz. Ömer şöyle der: “En son vahyedilen âyetler riba konusundaydı, fakat
Rasulullah, bu âyetlerin anlamını bize tam açıkla(ya)madan irtihal etti” (İbn Hanbel). Fakat muhteva açısından
Mâide 3, son inen âyet sıfatını daha çok hak etmektedir. Faiz hakkında inen ilk âyet ise bu değil, Rûm 39’dur.
(Nuzul 108 / Mushaf 5 : Maide 3 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ير َومَا ا ُ ِه َّل لِغَ ي ِْر ه‬
َ ‫ّللاِ ِبهٖ َو ْال ُم ْن َخنِ َق ُة وَ ْال َم ْو ُق‬
َ ْ ‫ب َواَنْ َتسْ َت ْقسِ مُوا ِب‬
ْ ‫حُرِّ م‬
‫اَل ْز ََل ِم هذلِ ُك ْم‬
ُ ‫وذ ُة وَ ْال ُم َترَ ِّد َي ُة َوال َّن ٖطيحَ ُة َومَا اَ َك َل ال َّس ُب ُع ا ََِّل مَا َذ َّك ْي ُت ْم َومَا ُذ ِبحَ َع َلى ال ُّن‬
ِ ‫ص‬
ِ ‫َت عَ لَ ْي ُك ُم ْال َم ْي َت ُة َوال َّد ُم َولَحْ ُم ْال‬
ِ ‫خ ْن ٖز‬
ُ
َٰ ‫َل ْثم َفاِنَّ ه‬
ْ
ْ
ْ
ْ
ً
ْ
ْ
ْ ‫فِسْ ٌق اَ ْلي َْو َم َيئِسَ الَّذٖ ينَ َك َفرُوا مِنْ دٖ ينِ ُك ْم َف ََل َت ْخ َش ْو ُه ْم َو‬
َ
ُ
َ
ُ
َ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
ُ
ُ
َ
ُ
َ
َ
َ‫غ‬
ْ‫اض‬
ْ‫س‬
ْ‫ِع‬
ْ
ْ‫َم‬
ْ
‫ّللا‬
ٍ‫ِف‬
‫ن‬
‫ا‬
‫ت‬
‫م‬
ُ
‫ي‬
‫ة‬
ٍ
‫م‬
‫َخ‬
‫م‬
‫ى‬
‫ر‬
َّ
‫ط‬
‫َن‬
‫م‬
‫ف‬
‫ا‬
‫ن‬
‫ي‬
‫م‬
‫َل‬
‫اَل‬
‫م‬
‫ك‬
‫ل‬
‫يت‬
‫ض‬
‫و‬
‫ى‬
‫م‬
‫ن‬
‫م‬
‫ك‬
‫ي‬
‫ل‬
‫ت‬
‫م‬
‫ت‬
‫ا‬
‫و‬
‫م‬
‫ك‬
‫ن‬
‫ي‬
‫م‬
‫ك‬
‫ل‬
‫ت‬
‫َل‬
‫م‬
‫ك‬
‫ا‬
‫م‬
‫َو‬
‫ي‬
‫ل‬
‫ا‬
‫ن‬
ٖ‫ف‬
ٖ‫د‬
ٖ
ٖ‫َت‬
ٖ‫د‬
َ‫ج‬
َ‫ْر‬
َ‫َص‬
َ‫ر‬
َ
َ‫ع‬
َ
ْ
ْ
ْ
َ ِ ُ
َ
ِ
ِ ‫اخ َش ْو‬
ٍ ِِ
﴾٣﴿ ‫غَ فُو ٌر رَ حٖ ي ٌم‬
3







ÖLÜ HAYVAN,
Kan,
Domuz eti,
Allah’tan başkası adına kesilenler;(5)
Bir de boğulan, dövülerek öldürülen, düşerek ölen, boynuzlanarak öldürülen(6) ya da henüz canlıyken kestikleriniz hariç vahşi bir
hayvan tarafından parçalanan hayvanlar ve
Putperestçe semboller(7) üzerine kesilenler,
Ayrıca attığınız zarla geleceğe ilişkin kehanette bulunmak(8) size haram kılınmıştır.(9)
Bütün bunlar birer sapmadır.
Bugün, inkâra saplananlar, dininiz(i terk edeceğiniz)den umutlarını tamamen kesmişlerdir:


O hâlde, onları gözünüzde büyütüp de saygınlaştırmayın!
Yalnız Beni tazim edip, Bana saygı duyun!(10)
239
Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım;(11) ve (Allah’a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak
benimsedim.(12) Günaha gönüllü koşmaksızın kim hayatî bir zaruretten dolayı zorda kalırsa, iyi bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz
bir merhamet kaynağıdır.
(5) Hayvan bile olsa can değerlidir ve hayatın sahibi el-Hayy olan Allah’tır.
(6) en-Natiha: “Boynuzlanarak ölen hayvan”.
Basralılara göre mef’ul olan bir isim fail yapılacaksa, sonuna “isimleştirme te’si” getirilir (mentuh: natîh/a) gibi. Sıfat tamlamalarının,
mevsufun hazfi ile gelmesi durumunda da bu kural geçerlidir: lihyetun dehîn/ e (yağlı sakal) ve aynun kehîl/e (sürmeli göz) anlamını
mevsufu hazfederek ve bir te ekleyerek elde edebiliriz.
Kûfelilere göre, Arap’lar feîle kalıbına uygun kelimeleri bir isme sıfat yaptıkları zaman “te”leri düşürürler: aynen kehîlen. Fakat eğer mevsuf
hazfedilirse onlar da te’yi şart görürler (Taberî). Râzî: en-natîha, elmevkuze, el-mütereddiye kelimelerinin sonundaki te’yi koyunu niteleyen
sıfat olarak tarif eder. Ona göre te dişillik alametidir. Burada galibiyet kuralı geçerlidir. Araplar genelde boynuzlanmış koyunu yerlerdi.
(7) Nusub (t. nâsıbeh), müşrik Mekke toplumunun üzerinde hayvanları boğazladıkları sunaklar (Râğıb). Bu yalnızca kurban kesmek
biçiminde değil, oraya izafe edilen sahte kutsallıktan yararlanmak için hayvan kesimi yapmak biçiminde de gerçekleşiyordu.
(8) Lafzen: “çektiğiniz fal oklarıyla kısmet tesbiti yapmak”. Açıktır ki, bu tür bâtıl anlayışlar, insanın irade ve gayretini yok edici bir işlev
taşırlar. Aslında yasaklanan geleceğe ilişkin kehanette bulunmaktır.
(9) Haram kılınanlarla ilgili âyet için bkz. En’âm: 165; ayrıca 90. âyetin ilgili notlarına bkz.
(10) Sûrenin muhtevasına, sahih rivayetlere ve yaygın görüşe göre Kur’an’dan son inen âyet budur (Buhârî, Îman 33; Müslim, Tefsir 3-5).
(11)

İtmam, bir şeyin aslının (cevherinin) tamamlanmasıdır.

İkmal, asıl tam olmakla birlikte noksan olan detayının (arazının) tamamlanmasıdır.
İnsanlığın değişmez değerlerinin tümü olan İslâm son mesajla hem nitelik hem nicelik olarak kemale ulaşmıştır. Nimet ise, asıl olarak
kemale ulaşmış fakat fer olarak çatısı kurulup “siz kemale taşıyın” denilmiştir. Bu da tamamlanmış olan asıldan yola çıkılarak yapılacaktır.
Kelâle ve faizle ilgili âyetlerin bu âyetten sonra indiği görüşünü kabul edersek, dinin ikmaliyle dinin esaslarının kastedildiğini düşünmemiz
şart olur.
(12) Meşhur rivayete göre bu âyet, Nebi’nin vefatından 81 gün önce kurban bayramı arefesinde nâzil olmuştur.
(Nuzul 88 / Mushaf 30 : Rum 39 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ّللا َفا ُ ه‬
ٰ ‫اس َف ََل يَرْ بُوا عِ ْندَ ه‬
﴾٣٩﴿ َ‫ولئِكَ ُه ُم ْالمُضْ ِعفُون‬
ِ ٰ ‫ّللاِ َومَا ها َت ْي ُت ْم مِنْ َز هكو ٍة ُت ٖري ُدونَ وَ جْ َه‬
ِ ‫َومَا ها َت ْي ُت ْم مِنْ ِربًا لِيَرْ ب َُوا فٖ ى اَمْ َو‬
ِ ‫ال ال َّن‬
39 Yine (iyi bilin ki), başka insanların mal varlığı sayesinde artsın diye faiz karşılığı verdikleriniz asla Allah katında size artış sağlamaz.(46)
Bir de Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz arındırıcı mali yükümlülük var.(47) İşte böyle yapanlar, ödüllerini kat kat artıranların ta
kendileridir.(48)
(46) Kur’an’da “faiz” anlamına gelen ribâ’dan (bkz. Bakara: 275, not 2) ilk söz eden âyet budur. Bu âyet, sonu kesin yasakla biten bir sürecin
ilk halkasını teşkil eder. Burada açık bir yasak yer almamakta, fakat faiz yerilmektedir. İkinci halka olan Nisâ 160-161’de tefeci Yahudiler
şiddetle yerilir. Üçüncü halka olan Âl-i İmran 130’da Uhud savaşı bağlamında ilk yasak gelir: “Kat kat faiz yemeyin!” En son halka olan
Bakara 275-279 ile faiz kategorik olarak yasaklanır. Başta Mücahid olmak üzere bazı ilk müfessirler buradaki ribâ’yı “faiz” değil fazlasıyla
karşılığını bulan ve rüşveti arındıran hediyeleşmeler şeklinde yorumlamışlardır (Taberî).
(47) Lafzen: “zekât”. Tercihimizin gerekçesi için bkz. Bakara: 43, not 13.
(48) Faiz ile zekâtın aynı âyette gelmiş olması tesadüf değildir: Birincisi karşılıksız almak, ikincisi karşılıksız vermektir. Birincisi haram,
ikincisi farz kılınacaktır.
ٰ ‫ت َو ه‬
ٰ ‫ْح ُق ه‬
﴾٢١٦﴿ ‫ار اَثٖ ٍيم‬
َّ ‫ّللا ُ الرِّ هبوا َويُرْ ِبى ال‬
ِ ‫ص َد َقا‬
َ ‫َيم‬
ٍ ‫ّللاُ ََل ُيحِبُّ ُك َّل َك َّف‬
276 Allah faizin bereketini alır ve (emanete sadâkat için) yapılan hayrı (kattığı bereketle) artırır(516) Allah
günahda ısrar eden hiç bir inatçı nankörü sevmez.(517)
(516) Sadakât, “sadakalar” demektir. Esasen sadaka’ya Allah’ın emanetine sadâkat olduğu için bu isim
verilmiştir. Çünkü servetin emanet olduğunu bilenler paylaşırlar ve paylaşmak emanete sadâkattir.
240
Zımnen: Her işin püf noktası, matematiksel olarak ne kadar kazandığınız değil, kazandıklarınızın mutluluğunuza
katkısıdır. Bunu tayin edense, kârın çokluğu değil bereketi ve temizliğidir. Çünkü haram hain, helâl vefalıdır.
Kaybeden kişi için en kara gün Hesap Günü’dür. Ve ak akçe kara gün içindir. Kazançların bir de Allah’a göre
sınıflandırması vardır. İnsan kazanır, bereketi ise Allah verir. İşte bu âyet bu gerçeği çarpıcı bir dille vurguluyor
ve faizi tam da karşısına yerleştiriyor:
(517) Bu uyarıların ardından hâlâ faizin de ticaret gibi helâl olduğu iddiasında ısrar eden varsa, o Allah’ın
yasağını çiğnemekle kalmıyor, aynı zamanda harama helâl diyerek küfrünü, günahta ısrar ederek inatçılığını ve
Allah’ın verdiği serveti faize vererek nankörlüğünü isbat ediyor demektir.
َّ ‫ت َواَ َقامُوا الص هَّلو َة َو ها َتوُ ا‬
‫ون‬
ِ ‫ين ها َم ُنوا َو َع ِملُوا الصَّال َِحا‬
َ ‫الز هكو َة لَ ُه ْم اَجْ ُر ُه ْم عِ ْن َد َرب ِِّه ْم َو ََل َخ ْوفٌ َعلَي ِْه ْم َو ََل ُه ْم َيحْ َز ُن‬
َ ٖ‫اِنَّ الَّذ‬
﴾٢١١﴿
277 Buna mukabil,




bir de iman edip güvenen,(518)
ıslah edici iyi işler yapan,
namazı istikametle kılan,(519)
zekâtı gönlünden gelerek veren kimseler var;(520)
işte onlar, ödüllerini Rablerinden alacaklar: ve onlar geleceğe dair kaygı, geçmişe dair hüzün
duymayacaklar.(521)
(518) İman Allah’a güvenle doğrudan alâkalıdır. Zaten bütün problem Allah’a olan güvensizlikten
kaynaklanmaktadır. Faizcinin davranışının temelinde de geleceğe ilişkin bu güvensizlik ve kaygı yatar.
(519) Burada çok dikkat çekici olan husus namazın da özünde sâlih bir amel olmasına rağmen sâlih amelden ayrı
zikredilmesidir. Zira namaz hasenât’tandır. Islah’ın zıddı ifsat’tır ve bir şeyin sâlihât’tan olması için toplumsal
alanda cari olan bir ifsadı ıslaha yönelik olmalıdır. Bu âyetteki “namaz kılınız, zekât veriniz” cümlelerinin
başındaki vav’ları ‘Asr: 3’teki son iki vav gibi tefsiriyye olarak okumamıza mani olan şey, sâlihât ile hasenât’ın
Kur’an’daki mukayesesinden elde ettiğimiz sonuçtur (Ayrıntı için bkz. ‘Asr: 3).
(520) Bu âyette, çıkarını tanrı edinmiş faizci tipin karşısındaki Allah’a teslim olmuş yardımsever insanın portresi
çiziliyor.
(521) Çevirimizin gerekçesi için 38. âyetin notuna bkz.
(Nuzul 13 / Mushaf 103 : Asr 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ ‫صب ِْر‬
َّ ‫ت َو َت َواصَ ْوا بِ ْالحَ ِّق َو َت َواصَ ْوا بِال‬
ِ ‫ا ََِّل الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َوعَ ِملُوا الصَّالِحَا‬
3 Ancak,




Allah’a inanıp güvenenler, (4)
Erdemli ve sorumlu davrananlar; (5)
Yani (6) birbirlerine hakkı tavsiye edenler (7)
Ve sabrı tavsiye edenler (8) bundan müstesnadır. (9)
(4) Kurtuluşun temel şartı ikidir:


İman ve
Onun üzerine bina edilen sâlih amel.
Amelin üzerine bina edildiği iman, insanlığın belli bir zaman ve mekânıyla sınırlı bir iman değil, insan soyunun tamamını kapsayan bir
imandır. Böyle bir imanın ait olduğu İslâm’ın tarifi, “insanlığın değişmez değerleri olan ezeli ve biricik hakikat” olmalıdır.
(5) Farklı formlarla birçok yerde gelen ‘amilu’s-sâlihât (‘amelen sâlihan) terkibi Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde farklı vurgular kazanır.

Vahyin ilk yıllarındaki vurgusu “sorumlu davranış”tır. Bu davranış, Bakara 2’den yola çıkarak “hidayetten önceki takvâ”
diyebileceğimiz sorumluluk bilincine ve ahlâkına dayanır. Erdemlilik ve dürüstlüğü ifade eder.
241


İlerleyen yıllarda vahiy Allah’ın razı olup olmadığı, imana yaraşan ve yaraşmayan eylemleri beyan ettikten sonra “sâlih amel” terkibi
“Allah’ın razı olduğu imana uygun davranış” vurgusunu kazanmıştır.
İslâm cemaatinin iktidar yıllarını teşkil eden Medine’de ise aynı terkip “sahibini ve başkalarını ıslah edici iyilikler” vurgusuna
ulaşmıştır. Aslında bu son vurgu sâlihât kelimesinin asli vurgusudur ve imkanla orantılı olarak her dönemde sâlih amelin ana hedefini
ifade eder.
Sûrenin son âyetindeki hakkı ve sabrı tavsiye sâlih amelin mükemmel bir örneğidir. Başta iman olmak üzere Allah’a itaat, namaz kılmak ve
zekât vermek gibi hukukullah ile ilgili ibadetler bu yüzden Kur’an tarafından sâlihât’tan değil hasenât’tan sayılmıştır (Hûd: 23 ve Bakara:
277).
Fakat hasenât, sosyal amaçları geçekleşince sâlihât vasfını da kazanır. Mâ‘ûn sûresi, namaz ibadeti özelinde, hasenât’ı sâlihât’a tebdil
etmenin formülünü sunar (krş. Mâ‘ûn: 5).
Hasenât’a bire on vaad edilirken (En’âm: 160), sâlihât’a kesintisiz nimet ve cennet vaad edilmektedir (msl. Tîn: 6; Burûc: 11).


Hasenât sahipleri seyyiât’ı örtülmekle müjdelenirken,
Sâlihât sahipleri canlıların en iyisi olmakla müjdelenir (Furkan: 70; Beyyine: 7).
Hz. Peygamber’e nisbet edilen “Bir saatlik âdil yönetim altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır” (Taberânî, el-Kebir) hadisi, sâlihât ile
hasenât arasındaki büyük farka dair nebevi bir okumadır.
(6) Sâlih amel’in mahiyeti göz önüne alındığında, bu vav’ın tefsiriyye vurgusu daha isabetli gibidir. Âyetteki dört unsurdan ilk ikisi asli son
ikisi talidir. Hakkı ve sabrı tavsiye, aslında sâlih amelin açılımı ve iki örneğidir. Benzer formdaki Tîn: 6 da tercihimizi teyit eder (bkz. Bir
önceki not).
(7) Hakkı tavsiye etmek, zımnen:



İnançta tevhidi,
Eylemde sâlihât ve adâleti tavsiye etmektir.
Hakikati, hakkın yolunu, hakka ve hukuka riayeti tavsiye etmektir.
(8) Zımnen: Hakkı tavsiye etmenin bedeli vardır, bu bedeli ödemek gerektiğinde sabır tavsiye edenler... Bu sabrın tarifini de verir:
Sabır, hak ve hakikat üzerinde direnmek, düzeltme işinden vazgeçmemektir.
Hz. Ali şöyle der: “Sabretmek dert yanmaktan daha çok yorar”. Bu tavsiye, daha sonraları el-emr bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker emrine
dönüşecektir (A’râf: 157; Âl-i İmran: 104, 110, 114; Tevbe: 112). Hatta bir âyette el-emr bi’l-maruf’un ardından sabır emredilir (Lokman:
17). Beled 17 ile bu âyet arasında açık bir benzerlik vardır. Bu da sabrın aynı zamanda bir “merhamet” olduğunu gösterir.
Sabr üç ayrı edatla üç ayrı mâna kazanır:



‘an ile “hakta direnmek”,
‘alâ ile “bela ve sıkıntıya göğüs germek”,
lâm ile “ibadet, hak, hayır ve adâlette sebat” mânaları kazanır.
Burada bâ ile gelmiştir ve bu üç mânayı da kuşatmıştır. Sabır izzet ve şeref verir. Ne ki zillet ve mezellete düşürüyor, o sabır değil acziyettir.
Sabır, omuzladığı hayat emanetini sahibine zayi etmeden ulaştırmak için götürürken, rüzgar tersinden esmeye başladığında;




geri adım atmamak,
yükü atmamak,
yolu satmamak,
yola yatmamaktır.
Kişinin hakikate olan sadâkati, onun uğruna ödemeyi göze aldığı bedelle orantılıdır.
(9) Sözün özü şudur: Yalnızca iman edip sâlih amel işlemek kişiyi “iyi” yapar, hakkı ve sabrı tavsiye etmek ise kişiyi “aktif iyi” yapar (krş.
Müddessir: 2). Kurtuluşun anahtarı “aktif iyilerin” elindedir. Asr sûresinin son âyeti, toplumun ıslahının sadece emir ve yasaklarla değil,
iman ve sâlih amel sahiplerinin hakkı ve hakta direnişi tavsiyesi ile sağlanacağını ifade eder.
Kurtulmak için;



Sadece inanmak yetmez,
Islah edici eylemler yapmak,
Bu cümleden olarak hakkı ve hakta direniş demeye gelen sabrı tavsiye etmek gerekir.
Bunlar imanın gereğidir. Bunu yapmayan fert veya toplum, isterse mü’min olsun, hüsrandan kurtulamaz (krş. Enfal: 25).
Ey Rabbimiz! Bizi ziyanda olanlardan ve ziyankâr olanlardan kılma!
‫ه‬
﴾٢١٨﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ّللا َو َذرُوا َما َبق َِى م َِن الرِّ هبوا ِانْ ُك ْن ُت ْم م ُْؤمِن‬
َ ٖ‫َيا اَ ُّي َها الَّذ‬
َ ٰ ‫ين ها َم ُنوا ا َّتقُوا‬
242
278 Ey iman edenler! Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun;(522) ve eğer Allah’a yürekten
güveniyorsanız, faizden kaynaklanan kazançların tümünden vazgeçin!(523)
(522) Önceki âyetin ardından mü’minlerin dikkati, tüm ilâhî emir ve yasakları içselleştirmenin en garantili yolu
olan Allah bilincine ermeye çekilir ve bu bilinçle eyleme geçmeye çağrılır.
(523) Faiz yiyenlere gerçek bir tevbe çağrısı. Zira tevbenin kabulü için günahın kötü sonuçlarını ortadan
kaldırmak şarttır.
‫ه‬
﴾٢١٩﴿ ‫ُون‬
ٍ ْ‫َف ِانْ لَ ْم َت ْف َعلُوا َفاْ َذ ُنوا ِب َحر‬
َ ‫ون َو ََل ُت ْظلَم‬
َ ‫مْوالِ ُك ْم ََل َت ْظلِ ُم‬
َ َ‫ّللا َو َرسُولِهٖ َو ِانْ ُت ْب ُت ْم َفلَ ُك ْم رُؤُ سُ ا‬
ِ ٰ ‫ب م َِن‬
279 Fakat bunu hâlâ yapmıyorsanız, bu durumda Allah ve Rasulü’ne (güvensizlik ilan ederek) azılı bir
savaş(524) açmışsınız demektir.(525)
Eğer tevbe ederseniz, sermayeniz size aittir: Böylece ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğramış
olursunuz.(526)
(524) Belirsiz formda gelen harb kelimesi bu bağlamda azamet ve teksir anlamı katar. Parantez içindeki “azim”
kelimesinin gerekçesi budur.
(525) Kur’an’ın günaha dair en ağır ifadelerinden biri, belki de birincisidir: Allah’a ve peygamberine savaş
açmak. İfadedeki bu sertlik, Sadece otoriteye boyun eğdirme talebiyle izah edilemez. Bu faizin felaket bir zulüm
ve ölümcül bir sosyal ve ekonomik zehir oluşuyla alâkalıdır.
(526) Elbette faiz almak haksızlık yapmaktır. Ancak insanlardan vâdeli mal veya borç para alıp da enflasyon
güneşi altında eritmek de bu işi tersinden yapmaktır. Âyetin “haksızlığa uğratmak” dediği bu olsa gerektir.
Bunun içindir ki vâdeli alışverişlerde vâde farkına cevaz verilmiştir. Râzî tefsirinde faizle alışverişin farklılığına
değinirken aynen şöyle der: “Bir adam bir elbiseyi peşin 10’a satarken, bir ay vâdeli 11’e satsa bu alışveriş
caizdir” (Râzî VII, 79).
﴾٢٨١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ص َّدقُوا َخ ْي ٌر لَ ُك ْم ِانْ ُك ْن ُت ْم َتعْ لَم‬
َ ‫ان ُذو عُسْ َر ٍة َف َنظِ َرةٌ ا هِلى َم ْي َس َر ٍة َواَنْ َت‬
َ ‫َو ِانْ َك‬
280 Şayet (borçlu) güç durumdaysa, rahatlayıncaya kadar ona vâde tanıyın! Eğer bilirseniz, (borcu) bağışlamak
sizin için çok daha hayırlıdır.(527)
(527) Faiz konusu burada noktalanırken, devamında Kur’an o bilinen üslûbuyla kendisine kulak verenin tüm
dikkatini ebedi geleceğe, ölüm sonrasına çeker ve insana ebedi hakikati haykırır: Hayatın öteki yüzünü unutma!
‫ه‬
‫ه‬
ْ ‫س َما َك َس َب‬
﴾٢٨١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ت َو ُه ْم ََل ي ُْظلَم‬
ِ ٰ ‫ُون فٖ ي ِه ِالَى‬
َ ‫َوا َّتقُوا َي ْومًا ُترْ َجع‬
ٍ ‫ّللا ُث َّم ُت َو ٰفى ُك ُّل َن ْف‬
281 Öyle bir günün bilincinde olun ki, o günde Allah’a döndürüleceksiniz. Ardından herkese kazandığının
karşılığı tastamam ödenecek ve kesinlikle haksızlık edilmeyecek.(528)
(528) Bu âyetin de tıpkı 275. âyet ve Mâide 3 gibi Kur’an’daki en son nâzil olan âyet olduğu iddia edilmiştir
(Ferrâ I, 183). Bu iddiaya göre Allah Rasulü bu âyetten kısa bir süre sonra (81, 21 veya 7 gün) vefat etmiştir.
243
ٰ ‫ب َك َما َعلَّ َم ُه ه‬
َ ‫ب َكا ِتبٌ اَنْ َي ْك ُت‬
َ ْ‫ْن ا هِلى اَ َج ٍل ُم َس ًٰمى َفا ْك ُتبُوهُ َو ْل َي ْك ُتبْ َب ْي َن ُك ْم َكا ِتبٌ ِب ْال َع ْد ِل َو ََل َيا‬
َ ٖ‫َيا اَ ُّي َها الَّذ‬
ُ‫ّللا‬
ٍ ‫ين ها َم ُنوا ِا َذا َتدَا َي ْن ُت ْم ِب َدي‬
‫ه‬
‫ض ٖعي ًفا اَ ْو ََل َيسْ َت ٖطي ُع‬
َ ‫ان الَّ ٖذى َعلَ ْي ِه ْال َح ُّق سَفٖ يهًا اَ ْو‬
َ ‫ّللا َر َّب ُه َو ََل َيب َْخسْ ِم ْن ُه َش ْيپًا َف ِانْ َك‬
َ ٰ ‫َف ْل َي ْك ُتبْ َو ْل ُي ْمل ِِل الَّذٖ ى َعلَ ْي ِه ْال َح ُّق َو ْل َي َّت ِق‬
ْ
ُ
ُ
َ
َ
‫ض ْو َن م َِن‬
َ ْ‫ان ِممَّنْ َتر‬
ِ ‫ْن َف َر ُج ٌل َوامْ َراَ َت‬
ِ ‫ْن ِمنْ ِر َجالِك ْم َف ِانْ ل ْم َيكو َنا َر ُجلي‬
ِ ‫اَنْ ُي ِم َّل ه َُو َف ْليُمْ لِ ْل َولِ ُّي ُه ِب ْال َع ْد ِل َواسْ َتش ِه ُدوا َش ٖهي َدي‬
‫ب ال ُّشهَدَ ا ُء ِا َذا َما ُدعُوا َو ََل َتسْ َپمُوا اَنْ َت ْك ُتبُوهُ صَغٖ يرً ا اَ ْو َك ٖبيرً ا ا هِلى‬
َ ْ‫اء اَنْ َتضِ َّل ِاحْ هدي ُه َما َف ُت َذ ِّك َر ِاحْ هدي ُه َما ْاَل ُ ْخ هرى َو ََل َيا‬
ِ ‫ال ُّش َه َد‬
‫ه‬
ُ
‫ه‬
ٰ
َّ‫ْس َعلَ ْي ُك ْم ُج َنا ٌح اََل‬
َّ
َّ
ْ
ْ
ْ
ُ
ُ
ُ
ُ
َ
َّ
ً
ً
َ ‫ارة َحاضِ َرة ت ٖديرُو َن َها َب ْي َنك ْم َفلي‬
َ ‫ون ت َِج‬
َ ‫ّللا َواَق َو ُم لِلش َها َد ِة َواَ ْدنى اََل َترْ َتابُوا اَِل اَنْ َتك‬
ِ ‫اَ َجلِهٖ هذلِك ْم اَق َسط عِ ن َد‬
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا ُ َو‬
ٰ ‫ّللا َوي َُعلِّ ُم ُك ُم‬
ٌ ‫ُضارَّ َكا ِتبٌ َو ََل َش ٖهي ٌد َو ِانْ َت ْف َعلُوا َف ِا َّن ُه فُس‬
‫ّللا ُ ِب ُك ِّل َشیْ ٍء‬
َ ‫َت ْك ُتبُو َها َواَ ْش ِه ُدوا ِا َذا َت َبا َيعْ ُت ْم َو ََل ي‬
َ ٰ ‫ُوق ِب ُك ْم َوا َّتقُوا‬
﴾٢٨٢﴿ ‫َعلٖ ي ٌم‬
282 SİZ ey iman edenler!












Birbirinizle vâdeli borçlanmaya girdiğiniz zaman, bunu belgeleyin.(529)
Onu, aranızdan âdil bir yazıcı kaydetsin!(530)
Ve hiçbir yazıcı Allah’ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın!
Borçlu olan taraf borcunu kaydettirsin, Rabbi olan Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olsun ve
borcundan hiçbir şey eksiltmesin!
Ve eğer borçlu aklî ve bedenî bakımdan yetersizse ya da kendisi kaydettirecek durumda değilse, o zaman
onun velisi borcunu âdil bir şekilde kaydettirsin!
Ve erkeklerinizden iki kişinin şahitliğine başvurun!
Eğer iki erkek bulunmazsa, bu durumda doğruluğundan emin olduğunuz kimselerden bir erkekle iki kadını
şahit tutun ki ikisinden biri şaşırır, unutur, yanılırsa diğeri ona hatırlatabilsin!(531)
Ve şahitler de çağrıldıklarında kaçınmasınlar!
Küçük büyük olduğuna bakmaksızın, vâdesiyle birlikte yazmaya üşenmeyin:
Bu Allah katında daha âdil, isbatlama açısından daha güvenilir ve kuşkuya kapılmamanız açısından daha
uygun olandır.
Fakat eğer ticari işleminiz aranızda karşılıklı peşin muameleye dayanıyorsa, onu belgelememenizde size
herhangi bir vebal yoktur.
Birbirinizle alışveriş yapacağınız zaman şahit bulundurun; ancak yazan da şahit de bir zarara uğramasın!
Zira eğer zarar verirseniz, işte bu aleyhinize bir çıkış(532) olacaktır.
Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; zira Allah sizi eğitiyor: zaten her şeyi en iyi bilen de
Allah’tır.(533)
(529) Bu âyetle emredilen vâdeli borçlanmaların kayda geçirilmesi, duruma bağlı olarak kimi zaman bir farz,
kimi zaman da bir nafile hükmündedir.
Emrin gerekçesi âyette açıkça zikredilmiştir: “Bu Allah katında daha âdil, isbatlama açısından daha güvenilir ve
kuşkuya kapılmamanız açısından da daha uygun olandır.”
Gerekçe adâlet ve güvenin sağlanması, kuşkunun giderilmesidir. Bu gerekçe başka bir şeyle gerçekleşiyorsa,
yazmak kişinin kendi tercihine kalmıştır. Yok eğer yazılmadığı zaman adâlet sağlanamayacak, güven
zedelenecek ve karşılıklı kuşku oluşacaksa, bu durumda yazmak farz olur. Çünkü illet hükümde yer almıştır ve
hiçbir tevile yer bırakmayacak kadar açıktır.
(530) Nüzûl ortamında okuma-yazma bilenlerin sayısının oldukça sınırlı olduğu göz önüne alındığında, bu
ifadenin ne demeye geldiği daha iyi anlaşılır (Ferrâ).
(531) Bu ibare öyle sanıldığı gibi iki kadını bir erkeğe denk saymak değildir. Âyet haksızlığı önleyip adâleti
sağlama konusundaki titizlikle alâkalıdır.
Bu, kadının ticaret ve ticari anlaşmalar konusundaki bilgisizliğinden kaynaklanabilecek muhtemel hataları
önleyici bir tedbirdir.
Zaten tadılle, “unutma, yanılma, şaşırma, haktan sapma” anlamlarının tümüne birden gelir. Sözgelimi iki
kadından biri unutmuşsa, doğal olarak şahit ikiden teke düşecek, sonuçta şahitlik yapan iki kadın değil tek kadın
olacaktır. Kur’an bire iki oranını şahitlikte nisap olarak belirlemez.


Zira Nisâ 15 ve Nûr 4-8’de zina dâvâsında cinsiyete bakılmaksızın dört şahit istenir.
Talak 2’de boşanma için iki şahit istenir.
244

Hatta âdil yargılamayı sağlamak için bazı durumlarda erkeğin değil, sadece kadının şahitliği kabul edilir.
Bunların hiç birinde de cinsiyet belirtilmez. Burada da maksat şahitlik yapacak kimsenin cinsiyeti değil, hatta
şahitlik bile değil, vâdeli borçlanmalarda mağduriyeti önlemektir. Borç vermeyi aşırı teşvik eden vahyin verilen
borçların tahsili konusunu ihmal etmesi düşünülemezdi.
(532) Fâsık “çıkan”, fısk “çıkmak” anlamına gelir. Arap dilinde bu kelimeyi ilk kez olumsuz anlamda kullanan
Kur’an’dır. Değilse bu kelime cahiliyye de “bitkinin kabuğundan çıkması” anlamında kullanılmaktadır. Bu da
gösteriyor ki fısk terimi, İslâm’ın içeriğini kendisinin doldurduğu kavramlardan biridir (Râğıb).
(533) Bu âyet Kur’an’ın en uzun âyetidir. “Deyn âyeti” veya “Müdâyene âyeti” olarak isimlendirilir. Sanki
bunda, gelecek çağların en büyük probleminin ekonomik alanda olacağına bir işaret vardır. İbn Abbas’tan
rivayetle İbn Kesir’de yer alan kayda göre bu âyet faiz yasağından sonra henüz olmamış hurmaları daha
dalındayken satın alma yoluyla gerçekleşen ticari akde izin veren âyettir.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 15 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ت اَ ْو يَجْ عَ َل ه‬
ً ‫سَب‬
ُ ‫ت حَ ه ٰتى َي َت َو ه ٰفيهُنَّ ْالم َْو‬
﴾١٤﴿ ‫يَل‬
ِ ‫ح َش َة مِنْ نِسَائِ ُك ْم َفاسْ َت ْش ِهدُوا عَ لَي ِْهنَّ اَرْ بَعَ ًة ِم ْن ُك ْم َفاِنْ َش ِهدُوا َفاَمْ سِ ُكو ُهنَّ فِى ْال ُبيُو‬
ِ ‫َوا هلٰتٖ ى َياْتٖ ينَ ْال َفا‬
ٖ َّ‫ّللاُ لَهُن‬
15 HAYASIZLIK sergileyen kadınlarınıza gelince: (24) aranızdan onlar için dört şahit gösterin! Ve eğer bunlar onun için şahitlik yaparlarsa,
ölüm gelinceye ya da Allah onların lehine(25) bir yol gösterinceye kadar evlerde hapsedin!(26)
(24) Ölenin malının paylaşılmasıyla ilgili hükümlerin ardından yoksulluğun azdırdığı zina hükümleri geliyor. Fâhişeten ile ilgili bkz. Nisâ:
22, not 4 ve Talâk: 1, not 5.
(25) “Onlara bir kapı açılıncaya kadar” ile sopa ve taşlamanın kastedildiği yorumunu Ebu Müslim şu gerekçeyle reddeder: “Bu yorum doğru
değildir; çünkü sopa ve taşlama onların lehine değil aleyhinedir.” Âyetteki lehunne ibaresinin “onların lehine” anlamına geldiğine ise
“kişinin kazandığı kendi lehine” (Bakara: 286) âyetini delil gösterir (nkl. Râzî).
(26) Ebu Müslim, bu âyette sözü edilen “fuhuş yapan kadınlardan” maksadın, lezbiyen ilişkiye (sihâk) giren kadınlar olduğunu, zinanın
cezasının daha sonra açıklandığını ifade eder (nkl. Râzî). Bu tür kadınların cezası evlerine hapsedilmeleri, eğer bu tür bir ilişkiden
vazgeçerlerse özgürlüklerine kavuşturulmaları, vazgeçmezlerse ömür boyu evlerinde tutulmaları hükmü getirilmektedir.
(Nuzul 97 / Mushaf 24 : Nur 4-8 Aşağıdadır.)
‫شهَدَا َء َفاجْ لِدُو ُه ْم َثمَانٖ ينَ جَ ْلدَ ًة َو ََل َت ْق َبلُوا لَ ُه ْم َشهَادَ ًة اَبَدًا َوا ُ ه‬
ُ ‫ت ثُ َّم لَ ْم َياْ ُتوا بِاَرْ بَعَ ِة‬
﴾٥﴿ َ‫ولئِكَ ُهمُ ْال َفاسِ قُون‬
ِ ‫َوالَّذٖ ينَ يَرْ مُونَ ْالمُحْ صَ َنا‬
4 İffetli kadınları (zinayla) suçlayıp da,(8) ardından buna dört tanık getirmeyen kimselere gelince: işte böylelerine seksen celde(9) vurun, bir
daha da onların tanıklığını kabul etmeyin: zira gerçekte kötü yola düşenler işte bunlardır.(10)
(8) Buradaki “da”, baştaki ve bağlacının karşılığıdır.
(9) Celde için bkz. âyet 2, not 3. Kur’an’da “zina” dışında bir suç için dört şahit istenmez. Zina iftirası dışındaki bir iftira için de dört şahit
istenmez. Bu, insan iffetine verilen değeri gösterir.
(10) Gerçek sapkınların doğru yolda olanları sapıklıkla suçladıkları bu bağlamda, el-fâsikîn’a verilecek en uygun karşılık.
ٰ ‫ا ََِّل الَّذٖ ينَ َتابُوا مِنْ بَعْ ِد هذلِكَ وَ اَصْ لَحُوا َفاِنَّ ه‬
﴾٤﴿ ٌ‫ّللاَ غَ فُو ٌر رَ حٖ يم‬
5 Ancak bunun ardından(11) tevbe edip kendilerini düzeltenler bunun dışındadır; iyi bilin ki Allah tarifsiz bir bağış, eşsiz bir merhamet
kaynağıdır.
(11) Yani: “İftira cezasının ardından..” Hz. Ömer ve ona katılan bir çok isme göre tevbe, bir kamu dâvâsına dönüşen iftiranın cezai
sonuçlarıyla değil, âyette belirtilen “tanıklık yasağı”nın kaldırılmasıyla alâkalıdır (Taberî).
‫شهَدَا ُء ا ََِّل اَ ْنفُ ُس ُهم َف َشهَادَ ةُ اَ دهم اَرْ ب ُع َشهَادَا ٍ ه‬
ُ ‫َوالَّذٖ ينَ يَرْ مُونَ اَ ْزوَ اجَ هُ ْم َولَ ْم َي ُكنْ لَهُ ْم‬
﴾٦﴿ َ‫اّلل ِا َّن ُه لَمِنَ الصَّادِقٖ ين‬
َ ْ ِ ِ َ‫ح‬
ِ ٰ ِ‫ت ب‬
ْ
6 Bir de, kendilerinden başka tanıkları olmadığı halde eşlerini (zinayla) suçlayan kimseler var. İşte bu tür kişilerin her birine düşen, dört kez
kendisinin doğru söylediğine Allah’ı tanık tutarak şahadette bulunmaktır;
ٰ ‫َو ْال َخامِسَ ُة اَنَّ لَعْ نَتَ ه‬
﴾١﴿ َ‫ّللاِ عَ لَ ْي ِه اِنْ َكانَ مِنَ ْال َكاذ ِٖبين‬
7 Beşincisinde ise, eğer yalancılardan biriyse Allah’ın lânetinin üzerine olmasını (ister).
245
‫ويدْ ٶُ ا ْنهَا ْال َذا اَنْ َت ْشه َد اَرْ ب َشهَادَا ٍ ه‬
﴾٨﴿ َ‫اّلل ِا َّن ُه لَمِنَ ْال َكاذ ِٖبين‬
َ‫َع‬
َ
َ‫عَ ب‬
َ‫َ َ رَ ع‬
ِ ٰ ‫ت ِب‬
8 (Suçlanan eşin) Allah’ı tanık tutarak, dört kez (kocasının) yalan söylediğine dair şahadette bulunması, cezayı kendisinden düşürür;
(Nuzul 107 / Mushaf 65 : Talak 2 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫اّلل َو ْالي َْوم ْ ه‬
ُ َ‫شهَادَ َة ِ ه ّٰللِ هذلِ ُك ْم يُوع‬
ٰ ‫اَلخ ِِر َومَنْ َي َّت ِق ه‬
َّ ‫ارقُوهُنَّ بِمَعْ رُوفٍ وَ اَ ْش ِهدُوا َذ َوٌْ عَ دْ ٍل ِم ْن ُك ْم وَ اَقٖ يمُوا ال‬
‫ّللاَ يَجْ عَ ْل لَ ُه م َْخرَ جً ا‬
ٍ ‫َفا َِذا َبلَ ْغنَ اَجَ لَهُنَّ َفاَمْسِ ُكوهُنَّ بِمَعْ رُو‬
ِ ٰ ِ‫ظ بِهٖ مَنْ َكانَ ي ُْؤمِنُ ب‬
ِ ‫ف اَ ْو َف‬
ِ
﴾٢﴿
2 İmdi, sürelerinin sonuna yaklaştıklarında ya onları meşru bir biçimde tutun, ya da meşru bir biçimde ayırın; ve
siz(in toplumunuz)dan iki kişiyi de şahit olarak bulundurun; (8) ve (hepiniz) şahitliği Allah için dürüstçe yapın! Bakın, bütün bunlar, Allah’a
ve Âhiret Günü’ne iman edenlere verilen bir öğüttür. Ve her kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa, O onun için bir kapı aralar
(8) Zımnen: Tarafların haklarının zayi olmaması için hukuki bir bağlayıcılığa kavuşturun. şahidi olmayan talak mağdur doğuracağı için ilâhi
emre aykırıdır. Bazıları Bakara 282’deki ticaret şahitliğiyle kıyaslayarak vacip olmadığı sonucuna varmışlardır. Oysa ki nikah akdiyle alımsatım akdi arasında insan ile mal arasındaki fark kadar fark vardır. “şahit bulundurun” emrinin “boşama” ile mi, yoksa hemen önündeki
cümlede yer alan “ayırın” ya da “tutun” ile mi alâkalı olduğu tartışılmıştır. “Tutmak” ya da “ayırmak” boşanma işleminin doğal bir uzantısı
olduğu için buradaki şahitlik her halükarda boşanmayla ilgilidir. Doğaldır ki, şahitler huzurunda akdedilen nikaha yine şahitler huzurunda
son verilmesi istenmektedir. Aksi halde birtakım mahzurlar ve mağduriyetler doğabilir.
‫ه‬
ً ْ‫ض ُك ْم َبع‬
ُ ْ‫ض ٌة َف ِانْ اَم َِن َبع‬
‫ّللا َر َّب ُه َو ََل‬
َ ‫َو ِانْ ُك ْن ُت ْم َع هلى َس َف ٍر َولَ ْم َت ِج ُدوا َكا ِتبًا َف ِر َهانٌ َم ْقبُو‬
َ ٰ ‫ضا َف ْلي َُؤ ِّد الَّذِى ْاؤ ُت هم َِن اَ َما َن َت ُه َو ْل َي َّت ِق‬
ٰ ‫َت ْك ُتمُوا ال َّش َها َد َة َو َمنْ َي ْك ُت ْم َها َف ِا َّن ُه ها ِث ٌم َق ْل ُب ُه َو‬
﴾٢٨٣﴿ ‫ون َعلٖ ي ٌم‬
َ ُ‫ّللا ُ ِب َما َتعْ َمل‬
283


Eğer seyahatteyseniz ve yazan birini de bulamamışsanız, bu durumda alınan bir rehin de yeterlidir.
Birbirinize güveniyorsanız, kendisine güvenilen kimse, bu güvenin gereğini yerine getirsin ve Rabbi olan
Allah’tan korksun:(534)
Artık şahit olduğunuz şeyi gizlemeyin; her kim onu gizlerse, işte onun kalbi günahkar olur: (535) zira Allah
yaptıklarınızı çok iyi bilir.
(534) Bir önceki âyetin devamı niteliğindedir ve güven ortamının oluşması hâlinde bu yükümlülüğün
kalkacağını, yani bu emrin güveni tesis amacı taşıdığını ifade eder.
(535) Müthiş bir ifade: Kalbin günahkar olması, beden ülkesinin başkenti olan kalpte şeytanın iktidarını ilan
etmesidir. Zımnen: Merkez bozulursa tohum çürür, insanın özü kurur.
‫ه‬
ٰ ‫ّللا ُ َف َي ْغ ِف ُر لِ َمنْ َي َشا ُء َوي َُع ِّذبُ َمنْ َي َشا ُء َو ه‬
ٰ ‫ض َو ِانْ ُت ْب ُدوا َما فٖ ى اَ ْنفُسِ ُك ْم اَ ْو ُت ْخفُوهُ ي َُحاسِ ْب ُك ْم ِب ِه ه‬
ِ ‫ّلل َما فِى الس هَّم َوا‬
ِِٰ
ِ ْ‫ت َو َما فِى ْاَلَر‬
ُ‫ّللا‬
﴾٢٨٥﴿ ‫َع هلى ُك ِّل َشیْ ٍء َقدٖ ي ٌر‬
284 Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’a aittir. Siz içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah sizi
ondan dolayı hesaba çekecektir;(536) ve ardından istediğini bağışlar, istediğini cezalandırır: Zira Allah her şeye
kadirdir.
(536) Bu ifadeler 286. âyet ışığında anlaşılmalıdır.
‫ه‬
‫اّلل َو َم هل ِئ َكتِهٖ َو ُك ُت ِبهٖ َو ُر ُسلِهٖ ََل ُن َفرِّ ُق َبي َْن اَ َح ٍد ِمنْ ُر ُسلِهٖ َو َقالُوا َس ِمعْ َنا‬
ِ ٰ ‫ون ُك ٌّل ها َم َن ِب‬
َ ‫ها َم َن الرَّ سُو ُل ِب َما ا ُ ْن ِز َل ِالَ ْي ِه ِمنْ َربِّهٖ َو ْالم ُْؤ ِم ُن‬
ْ
َ
ْ
َ
ُ
َ
َ
َ
َ
﴾٢٨٤﴿ ‫صي ُر‬
ٖ ‫ك ال َم‬
َ ‫ك َر َّبنا َو ِال ْي‬
َ ‫َواطعْ نا غف َران‬
285 Rasul Rabbinden kendine indirilene önce kendisi iman etti, sonra da mü’minler. Hepsi ;






Allah’a,
meleklerine,
mesajlarına ve
elçilerine inandılar:
“O’nun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız.
İşittik ve itaat ettik; bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz: zira varış sanadır!” dediler.
246
ٰ ‫ََل ُي َكلِّفُ ه‬
ْ ‫ت َو َعلَ ْي َها َما ْاك َت َس َب‬
ْ ‫ّللا ُ َن ْفسً ا ا ََِّل وُ سْ َع َها لَ َها َما َك َس َب‬
‫ت َر َّب َنا ََل ُت هؤاخ ِْذ َنا ِانْ َن ٖسي َنا اَ ْو اَ ْخ َطاْ َنا َر َّب َنا َو ََل َتحْ ِم ْل َعلَ ْي َنا ِاصْ رً ا‬
ْ ‫ين ِمنْ َق ْبلِ َنا َر َّب َنا َو ََل ُت َحم ِّْل َنا َما ََل َطا َق َة لَ َنا ِبهٖ َواعْ فُ َع َّنا َو‬
‫اغ ِفرْ لَ َنا َوارْ َح ْم َنا اَ ْنتَ َم ْو هلي َنا َفا ْنصُرْ َنا َعلَى‬
َ ‫َك َما َح َم ْل َت ُه َعلَى الَّ ٖذ‬
ْ
ْ
َ
َ
﴾٢٨٦﴿ ‫ين‬
َ ‫الق ْو ِم الكاف ِٖر‬
286 Allah hiç kimseye taşıyacağından fazlasını yüklemez. (537) Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği
kötülük de kendi aleyhinedir.





Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak, bundan dolayı bizi sorguya çekme!(538)
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme!
Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükü bize taşıtma!
Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et!
Sen bizim Mevla’mızsın; Kâfirler güruhuna karşı Sen bize yardım et!(539)
(537) Bu âyet üç şey söyler:
1) Allah herkese sorumluluk yüklemiştir. Sorumlu olmayan insan yoktur, sorumsuz insan vardır.
2) Allah herkese mutlaka taşıyacağı bir sorumluluğu yükler, hiç kimseyi sınırsız ve sorumsuz bırakmaz.
3) Her insanın sorumluluğu gücüne denktir.
Nitekim zekât zengine, hac ona bir yol bulabilene, oruç sıhhati olana farzdır.
Sorumsuz davranan üç kez zulmetmiştir:
1) Kendisine,
2) Terk ettiği yüküne,
3) Onun terk ettiği yükü taşıyana.
(538) Ahtae, “kasıtsız yanılma”dır (A’râf: 161, not 3). Unutma ve yanılma iradenin ve kastın dahil olmadığı bir
süreçtir. İlâhî ceza ise iradenin ve kastın dahil olduğu bir sürecin sonucudur (krş. Bakara: 225; Nahl: 106; Ahzab:
5). Unutmak bilgiye, yanılmak iradeye ilişkindir. Nebi bu âyetin ardından Allah’ın vaadini müjdeledi (Müslim,
İman, 54).
(539) Lâ tuhammilnâ fiil olarak gelmişken, lâ tâkate lenâ isim olarak gelmiştir. Üstelik ikincisinde kulun
“lehine” iması taşıyan bir lenâ (lâm-ı leh) ile gelmiştir. Birincisinin fiil gelmesi, yükün artıp azalabilir niteliğine
delalet eder. Allah hem kişiden kişiye, hem aynı kişinin ömür seyri içerisinde onun yüke, kendisine ve Rabbine
karşı duruşuna bağlı olarak “yüklediği yükü” değiştirebilir. İkincisinin isim gelmesi, takatin cevherî ve zâtî
niteliğine delalet eder. Lenâ’daki lâm bu niteliğin kulun lehine olarak kullanılacağını ifade eder. Tam bu noktada
“O yarattıklarının kapasitesinde dilediği artışı gerçekleştirir” (Fâtır: 1) âyetini hatırlamak gerekir. İşbu âyet
ışığında bu dua zımmen: Rabbimiz! Yüklediğin yük oranında gücümüzü arttır” vurgusu kazanır. Mamafih, Allah
yarattığını bilir. Yarattığını bilen, kulunun kapasitesini de bilir. Bu âyette öğretilen dua yalnızca “yükümü azalt”
vurgusu taşımaz, belagâtı gereği dolaylı olarak “kapasitemi artır” vurgusunu da taşır. “Yük” Rabbin
rububiyyetinin tecellisi ve ilâhî terbiyenin vesilesi ise -ki öyledir-, parçayı görene düşen bütünü gören Allah’a
teslim olmaktır. Bunu bilen her kula ise bu bilinçle dua etmek yakışır.
247

Benzer belgeler