MYK Raporu - 3 Temmuz 2008

Transkript

MYK Raporu - 3 Temmuz 2008
Cumhuriyet Halk Partisi
CHP
PARTİ MECLİSİ
TOPLANTISINA SUNULAN
MERKEZ YÖNETİM KURULU
RAPORU
(Ankara, 3 Temmuz 2008)
2
İÇİNDEKİLER
3
4
CHP PARTİ MECLİSİNE SUNULAN
MYK RAPORU
(3 Temmuz 2008)
İÇİNDEKİLER
1.1.- ÖNSÖZ
1.2.- GN. BŞK. BAYKAL’IN MESAJLARI
1.2.1.- GN. BŞK. BAYKAL’IN ÇANAKKALE ZAFERİNİN 93. YILDÖNÜMÜ MESAJI
1.2.2.- GN. BŞK. BAYKAL’IN GS BAŞKANI ADNAN POLAT’A KUTLAMA MESAJI
1.2.3.- GN. BŞK. BAYKAL’IN GENELKURMAY BAŞKANI BÜYÜKANIT’A BAŞSAĞLIĞI
MESAJI
1.2.4.- GN. BŞK. BAYKAL’IN GAZETECİ ve YAZAR İLHAN SELÇUK’A GEÇMİŞ OLSUN
MESAJI
1.2.5.- GN. BŞK. BAYKAL’IN DANIŞTAY'IN 140. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ NEDENİYLE
DANIŞTAY BAŞKANI SUMRU ÇÖRTOĞLU'NA KUTLAMA MESAJI
1.2.6.- GN. BŞK. BAYKAL’IN 19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI NEDENİYLE
YAYINLADIĞI MESAJ
1.2.7.- GN. BŞK. BAYKAL’ ÇİN HALK CUMHURİYETİ BÜYÜKELÇİLİĞİ’NDE AÇILAN
TAZİYE DEFTERİNİ İMZALADI
1.2.8.- GN. BŞK. BAYKAL CANNES FİLM FESTİVALİ’NDE EN İYİ YÖNETMEN
SEÇİLEN CEYLAN’I KUTLAMA MESAJI
1.2.9.- GN. BŞK. BAYKAL’IN, DANIŞTAY BAŞKANLIĞI’NA SEÇİLEN BİRDEN’E KUTLAMA
MESAJI
1.2.10.- GN. BŞK. BAYKAL’IN AVNİ ANIL’IN VEFATI NEDENİYLE BAŞSAĞLIĞI MESAJI
1.2.11.- GN. BŞK. BAYKAL’IN CHP GENÇLİK KOLLARI GENEL SEKRETERİ ERSİN
ÇILDIR'IN VEFATINDAN DUYDUĞU BÜYÜK ÜZÜNTÜ İLE İLGİLİ AÇIKLAMASI
1.2.12.- GN BŞK BAYKAL FATİH TERİM’İ KUTLADI VE BAŞARILARININ DEVAMINI
DİLEDİ.
1.2.13.- GN. BŞK. BAYKAL’IN ADD GN. BAŞKANLIĞINA SEÇİLEN ŞENER ERUYGUR’U
KUTLAMA MESAJI
1.2.14.- GN. BŞK. BAYKAL’IN ALİ PÜSKÜLLÜOĞLU’NUN ÖLÜMÜ NEDENİYLE
BAŞSAĞLIĞI MESAJI
1.2.15.- GN. BŞK. BAYKAL’IN GENELKURMAY BAŞKANI ORG. BÜYÜKANIT’A
BAŞSAĞLIĞI MESAJI
5
II.- DIŞ ve İÇ SİYASAL GELİŞMELER
2.1.- AVRUPA VE AB İLE İLİŞKİLER
2.1.1.- AVRUPA, TÜRKİYE’YE TEPEDEN BAKAN DAYATMACI TAVRINI SÜRDÜRÜYOR…
AKP’DE ONLARA SIĞINIYOR…
2.1.2.- GİZLENEN, CHP’DEN KAÇIRILAN “MÜZAKERE POZİSYON BELGELERİ”
2.1.3.- AB YETKİLİLERİNİN KAFA KARIŞIKLIĞI DEVAM EDİYOR
2.1.4.- AB MÜZAKERELERİNDE SADECE BİR “BAŞLIK-FASIL” GEÇİCİ KAPATILDI
2.1.5.- BABACAN GERÇEKTEN HANGİ GÖREVİ YAPIYOR?
2.2.- ABD İLE İLİŞKİLER
2.3.- “CUMHURİYET, LAİKLİK VE DEMOKRASİ” MODERN TÜRKİYE’NİN TEMEL
DEĞERLERİDİR
2.4.- LAİKLİK VE MODERNLEŞMEDEN ÖDÜN VERMEYİZ
2.5.- GÜNÜMÜZDE 19 MAYIS’IN ANLAMI HER ZAMANKİNDEN ÖNEMLİ HALE
GELDİ
2.6.- “KÜRT SORUNU” BİR DEMOKRASİ VE KALKINMA SORUNUDUR
2.7.- “YARGININ BAĞIMSIZLIĞI”, TÜRKİYE’NİN EN TEMEL KONUSUDUR
2.7.1.- KAPALI KAPILAR ARDINDA HAZIRLANAN, SADECE AB’YE SUNULAN YARGI
REFORMU STRATEJİ TASLAĞINA YARGITAY’DAN TEPKİ
2.8.- ANAYASA MAHKEMESİ, AKP VE MHP’NİN “TÜRBAN OYUNUNU” BOZDU
2.8.1.- AİHM’NİN TÜRBAN KARARLARI
2.9.- TOPTAN, “GÜNDEM ÇARPTIRARAK”, TARAFSIZLIĞINA LEKE SÜRÜYOR
ADETA AKP’NİN SÖZCÜSÜ GİBİ DAVRANIYOR
2.10.- MEDYA’DA YENİ YAPI
2.11.- GN BAŞKAN BAYKAL’IN “1 MAYIS” UYARISI
2.12.- AKP, “YOLSUZLUK, KURALSIZLIK, KAYIRMACILIK” BATAĞINDA
2.12.1.- BAŞBAKANLIK ÖRTÜLÜ ÖDENEĞİ ŞAİBE KOKUYOR
2.12.2.- ENERJİ BAKANLIĞI’NDA İLİŞKİLER ÇÜRÜMÜŞ, BOTAŞ BATAKTA, BEDELİNİ
DOĞAL GAZ ZAMLARI İLE HALKIMIZ ÖDEMEKTE
2.12.3.- GÜR’E RÜŞVETTEN CEZA
2.12.4.- “KIZILAY’DA AKP İŞGALİ” OLAYI, YÜKSEK YARGI TARAFINDAN TESCİLLENDİ
6
III.- EKONOMİK ve SOSYAL GELİŞMELER
3.1.- GENEL BAŞKAN BAYKAL’IN EKONOMİDEKİ GELİŞMELERE İLİŞKİN
DEĞERLENDİRMELERİ
3.2.- ÇİFT HANELİ RAKAMLARA ÇIKAN ENFLASYON EKONOMİYİ TEHDİT
EDİYOR
3.2.1.- YILLIK BAZDA ENFLASYON YÜZDE 10,74’E TIRMANMIŞTIR
3.2.2.- AKP HÜKÜMETİNİN YILBAŞINDA BELİRLEDİĞİ YÜZDE 4’LÜK ENFLASYON
HEDEFİ RAFA KALKMIŞTIR:
3.2.3.- İTO TARAFINDAN HAZIRLANAN ENDEKS, GIDA MADDELERİNDEKİ REKOR
ARTIŞI ORTAYA KOYMUŞTUR
3.2.4.- ZAMLARIN ARDI ARKASI KESİLMİYOR: ELEKTRİKTE YÜZDE 21'LİK ZAM,
ENFLASYONU 1 PUAN ARTIRACAK
3.3.- YOKSULLUK DERİNLEŞİYOR
3.3.1.- ATO’YA GÖRE, ÜLKEMİZDE “53 MİLYON YOKSUL”, “11 MİLYON AÇ”
VATANDAŞIMIZ VAR
3.3.2.- YOKSULLAŞMA SOSYAL BUNALIMA DÖNÜŞMEKTEDİR
3.3.3.- AVRUPA’NIN EN YOKSUL 6. ÜLKESİYİZ
3.3.4.- TÜRKİYE HIZLA DOLAR MİLYONERLERİ ÜRETİYOR
3.3.5.- AİLELERİN BORÇ YÜKÜ 110 MİLYAR YTL’YE TIRMANDI
3.4.- İKTİDARIN YARATTIĞI BORÇ EKONOMİSİ TAŞINAMAZ DÜZEYLERDE
3.4.1.- KAMU TOPLAM İÇ BORCU:
3.4.2.- KAMU KESİMİ TOPLAM BORCU:
3.4.3.- SON BEŞ YILDA ÖZEL KESİM DIŞ BORCU 2,5 KAT ARTMIŞTIR
3.4.4.- ÜLKENİN TOPLAM BORÇ YÜKÜ 432 MİLYAR DOLAR SEVİYESİNE ÇIKMIŞTIR
3.5.- AKP İKTİDARINDA RANTİYE KESİMİNE 180 MİLYAR DOLAR KAYNAK
AKTARILDI
3.6.- YÜKSELEN REEL FAİZLER SICAK PARAYI YENİDEN TIRMANDIRIYOR
3.7.- SICAK PARA ARTARKEN, DOĞRUDAN YABANCI SERMAYE GİRİŞİ
YARIYA DÜŞTÜ
3.8.- DIŞ DENGEDEKİ BOZULMA ARTARAK DEVAM EDİYOR
3.8.1.- DIŞ TİCARET AÇIĞIMIZ YÜZDE 30,5 ARTTI
3.8.2.- CARİ AÇIKTA ARTIŞ KONROL EDİLEMİYOR
3.9.- İŞSİZLİK SON DÖNEMLERİN EN YÜKSEK DÜZEYİNDE: YÜZDE 20
3.9.1.- AKP’NİN İSTİHDAM PAKETİ İLE ÇALIŞANLARA BİRÇOK KONUDA HAK KAYBI
GETİRİLİYOR
7
3.10.- TARIM KORUMASIZ, ÇİFTÇİ SAHİPSİZ
3.10.1.- GÜNEYDOĞU ANADOLU’DA ÇİFTÇİ DESTEK, GAP KAYNAK BEKLİYOR
3.10.2.- HÜKÜMETİN AÇIKLADIĞI ÇAY FİYATI ÜRETİCİYİ MAĞDUR EDECEK, ZARARA
SOKACAK
3.10.3.- BUĞDAY ÜRETİCİSİ BU YIL DA MAĞDUR OLACAK
3.10.4.- “ULUSAL FINDIK POLİTİKASI” OLUŞTURULMALIDIR
3.11.- TUZLA TERSANELERİNDE ÖLÜMLER DEVAM EDİYOR, HÜKÜMET
SEYREDİYOR
3.11.1.- TUZLA TERSANESİNDE DEVLET KAYITDIŞILIKLA İŞBİRLİĞİ İÇİNDE
3.12.- ÇEVRE SORUNLARI
3.12.1.- TMMOB ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI’NIN ‘2008 ÇEVRE DURUMU RAPORU’
ALARM VERİYOR
3.12.2.- KÜRESEL ISINMA İLE MÜCADELE EKONOMİLERİ ISITACAK
3.13.- AKP TÜRKİYE’Yİ HIZLA ENERJİ KRİZİNE TAŞIYOR
3.14.- EĞİTİM SORUNLARI
3.14.1.- “GARABET’LERİN” SAYISI AKP İKTİDARLARI DÖNEMİNDE İKİYE KATLANDI
3.15.- TELEKOMUN SATIŞI BÜYÜK BİR OLAY, BÜYÜK BİR FACİADIR
IV.- PARTİ ÇALIŞMALARI ve ÖRGÜT
4.1.-PARTİ ÜST ORGANLARI
4.1.1.- PARTİ MECLİSİ
4.1.2.- YÜKSEK DİSİPLİN KURULU
4.2.- TBMM CHP GRUBU ÇALIŞMA ORGANLARI
4.2.1.- GRUP BAŞKANVEKİLLERİ
4.2.2.- GRUP YÖNETİM KURULU ÜYELERİ
4.2.3.- GRUP DİSİPLİN KURULU ÜYELERİ
4.2.4.- GRUP DENETÇİLERİ
4.2.5.- MECLİS BAŞKANLIK DİVANI ÜYELERİ
4.3.- PARTİ ETKİNLİKLERİ
4.3.1.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL DİYARBAKIR SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜ
TEMSİLCİLERİ İLE GÖRÜŞTÜ
4.3.2.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN BALIKESİR GEZİSİ
4.3.3.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN İSTANBUL GEZİSİ
4.3.4.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN ÇORUM GEZİSİ
8
4.3.5.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN KIRKLARELİ GEZİSİ
4.3.6.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN İSTANBUL GEZİSİ
4.3.7.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN ANTALYA-MERSİN-MUT GEZİSİ
4.3.8.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN İSTANBUL GEZİSİ
4.3.9.- TARIM VE ÇİFTÇİ KURULTAYI
4.3.10.- MYK DİYARBAKIR’DA TOPLANDI
4.3.11.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN TEKİRDAĞ GEZİSİ
4.3.12.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL DANIŞTAY BAŞKANI BİRDEN'İ ZİYARET ETTİ
VE KUTLADI
4.3.13.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN KOCAELİ GEZİSİ
4.3.14.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN ANTALYA GEZİSİ
4.3.15.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN BALIKESİR GEZİSİ
4.3.16.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN BİLECİK VE ÇANAKKALE GEZİSİ
4.3.17.- CHP HEYETİ ABDAL MUSA ŞENLİKLERİ’NE KATILDI
4.3.18.- GN. BŞK. BAYKAL’IN KATILDIĞI ETKİNLİKLER
4.4.- CHP TBMM GRUBUNUN ANAYASA MAHKEMESİ’NE AÇMIŞ OLDUĞU
İPTAL DAVALARI
4.5.- ÖRGÜTTE DEĞİŞİKLİKLER
4.6.- ÜYELİKLE İLGİLİ KONULAR
4.6.1.- PARTİ KÜTÜĞÜ
a.- PARTİ KÜTÜĞÜNE KAYITLI ÜYELER
b.- KÜTÜĞE KAYITLI KADIN ÜYELER
c.- PARTİ KÜTÜĞÜNE KAYITLI GENÇ ÜYELER
4.6.2.- ADAY ÜYELER
4.6.3.- PARTİ KÜTÜĞÜNÜN GÜNCEL HALİNİN İL VE İLÇE BAŞKANLIKLARINA
BİLDİRİLMESİ
4.6.4.- SAVCILIK TESPİTİ İLE BİRDEN FAZLA PARTİ DE ÜYE GÖRÜNENLER
4.6.5.- DÖNEM SONU ÜYELİK BİLDİRİMİ
4.6.6.- T.C. KİMLİK NUMARALARININ TAMAMLANMASI
4.6.7.- KİMLİK KARTI
4.7. - YENİ OLUŞTURULAN İLÇELER
4.8.- TÜRKİYE GENELİNDE BELDE BELEDİYELERİNİN DURUMU
V.- EKLER

GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN SABAH-ATV SATIŞI İLE İLGİLİ VERİLEN
GENSORU ÜZERİNDE KONUŞMASI (20.05.2008)

TARIM KURULTAYI (4 HAZİRAN 2008- ŞANLIURFA)

GN. BŞK BAYKAL’IN MYK SONRASI YAPTIĞI AÇIKLAMA (05.06.2008-DİYARBAKIR)

GN. BŞK. DENİZ BAYKAL’IN CHP GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA (10.06.2008)
9

GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN CNNTÜRK “ANKARA KULİSİ” PROGRAMI
AÇIKLAMALARI (13.06.2008)

GRUP BAŞKANVEKİLLERİ ANADOL, KILIÇDAROĞLU VE HAKKI SÜHA OKAY'IN
AKPM’DE “AKP MİLLETVEKİLLERİNİN YOL AÇTIĞI SKANDAL” KONULU BASIN
TOPLANTISI (17.04.2008)

GN. BŞK.YRD. VE KOCAELİ MV. CEVDET SELVİ’NİN 1 MAYIS KUTLAMALARIYLA
İLGİLİ TBMM GENEL KURULU KONUŞMASI (13.05.2008)

GRUP BŞK. VEKİLİ KILIÇDAROĞLU’NUN SABAH-ATV SATIŞI İLE İLGİLİ VERİLEN
GENSORU ÜZERİNDE KONUŞMASI (20.05.2008)

CHP GRUP BAŞKANVEKİLLERİ HAKKI SÜHA OKAY VE KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN
“PARTİ HESAPLARI KONUSUNDA ANAYASA MAHKEMESİ KARARI” BASIN
AÇIKLAMASI (28.06.2008)

ABD, İRAN’I VURMAYA MI HAZIRLANIYOR?

TARIM VE ÇİFTÇİ KURULTAYI İLE İLGİLİ GENELEGE

30 HAZİRAN 2008 TARİHİ İTİBARİYLE CHP PARTİ KÜTÜĞÜNDE KAYITLI KADIN
ÜYE, GENÇ ÜYE VE TOPLAM ÜYE SAYISI

06.03.2008 TARİH VE 5747 NOLU KANUNLA STATÜLERİNİ KORUYAN BELDELER
LİSTESİ
10
CHP PARTİ MECLİSİ
GENEL BAŞKAN
DENİZ BAYKAL
GENEL BAŞKAN YARDIMCILARI
ONUR BAŞARAN ÖYMEN - CEVDET SELVİ - BİHLUN TAMAYLIGİL - YILMAZ ATEŞ
GENEL SEKRETER
ÖNDER SAV
GENEL SAYMAN
MUSTAFA ÖZYÜREK
GENEL SEKRETER YARDIMCILARI
ALGAN HACALOĞLU - MEHMET SEVİGEN - MESUT DEĞER - MEHMET ALİ ÖZPOLAT
MYK ÜYELERİ
SUAT BİNİCİ - ALİ KILIÇ - AHMET SIRRI ÖZBEK - FAİK ÖZTRAK - SAVCI SAYAN
FATMA NUR SERTER - MEHMET ALİ SUSAM - ERDOĞAN TOPRAK - FEVZİ TOPUZ
M.RIZA YALÇIN KAYA
PM ÜYELERİ
AVNİ AKSU
ZEHRA ÖNAY ALPAGO
OYA ARASLI
NECLA ARAT
CANAN ARITMAN
YÜCEL ARTANTAŞ
İSMET ATALAY
DENİZ PINAR ATILGAN
BÜLENT BARATALI
NESRİN BAYTOK
TEKİN BİNGÖL
MEVLÜT COŞKUNER
İSMET ÇANAKÇI
ÖZLEM ÇERÇİOĞLU
FARUK DEMİR
YUSUF KENAN DOĞAN
MAHMUT DUYAN
NEVİN GAYE ERBATUR
GÜROL ERGİN
ABDURREZZAK ERTEN
ŞERİF ERTUĞRUL
NERİMAN GENÇ
LEVENT GÖK
GÖKHAN GÜNAYDIN
DERVİŞ GÜNDAY
ABDULLAH EMRE İLERİ
MUHARREM İNCE
ALİ NİHAT IRKÖRÜCÜ
OSMAN KAPTAN
HÜSEYİN KARAKOÇ
İLKER KARAOĞULLARI
HÜSNİYE KAYA
BİRGEN KELEŞ
AYÇA BETÜL KINIMETE
ESFENDER KORKMAZ
ALİ İHSAN KÖKTÜRK
ŞAHİN MENGÜ
BUKET MÜFTÜOĞLU
RIFAT NALBANTOĞLU
ALİ OKSAL
ENSAR ÖĞÜT
MALİK ECDER ÖZDEMİR
RAMAZAN KERİM ÖZKAN
UFUK ÖZKAN
TÜLAY ÖZÜERMAN
SEVGİ PEKŞEN
ATİLA SAV
TACİDAR SEYHAN
ÇETİN SOYSAL
HAYRİ SİNAN SUNAY
BERHAN ŞİMŞEK
EROL TINASTEPE
CAHİDE TUNÇ
ENİS TÜTÜNCÜ
BEDİR UÇAR
HÜSEYİN ÜNSAL
İNAYET BEGÜM YAVUZ
ABDÜLAZİZ YAZAR
SİNAN YERLİKAYA
EMİNE YURDATAP
CHP YÜKSEK DİSİPLİN KURULU
YDK BAŞKANI
ORHAN ERASLAN
.
YDK BAŞK. YARD.
ORHAN AKBULUT
YDK ÜYELERİ
ERGÜN AYDOĞAN
MEHMET BOZTAŞ
KEMAL CENGİZOĞLU
AVNİ ÇELEBİ
MERAL ÇİL
GÖKSEL DEMİRTAŞ
TUFAN DOĞU
SALİHA ÖĞÜTÇÜ
TÜRKAN GÜLDEREN ÖZTEKİN
NAZMİYE NÜKET TUĞCU
ALİ MUSTAFA UZUN
İBRAHİM YILMAZ
YDK SEKRETERİ
SELAHATTİN ÖCAL
11
I.- GİRİŞ
12
13
I.- GİRİŞ
1.1.- ÖNSÖZ
Bu hafta son günlerde birbiri ardından ortaya çıkan çok çarpıcı açıklamalardan belki en
önemlisi önümüze geldi. Türkiye’nin aslında hangi sorunla karşı karşıya olduğu, şu anda
yaşanan sıkıntıların temelinde ne yattığı, AKP’nin niçin Anayasa Mahkemesi önünde
bulunduğu sorularının cevabını almamıza yardımcı olacak çok önemli ipuçları içeren
değerlendirmeler yapıldı.
En son olarak AKP’li Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir FIRAT, çok çarpıcı bir
değerlendirmeyi New York Tımes Gazetesi’ne yaptı ve gazete de bunu ilgiyle değerlendirdi.
Yapılan açıklamaların yol açtığı temel değerlendirme gazetede şöyle ifade ediliyor:
“Köklere tarihe dayanan acı bir kan davasıdır… Bugünkü kavgalar, Türkiye’nin
1920’lerde başlayan olağanüstü tarihinin son halkasıdır… Mustafa Kemal yüzünü
Avrupa’ya dönmüş, Latin Alfabesine geçmiştir… Bugünkü olayları anlamak için şunları
bilmeniz lazım…Türk toplumu bir travma geçirmiştir. Bu travma ne? 1920’lerde ortaya
atılan dönüşüm programı, modernleşme projesi, Atatürk’ün yenileşme, modernleşme
projesi, bu bir travmadır… Bu, her işin başıdır… Onunla başladı, bugün anlamamız için
onu bileceksiniz… Bir gece içinde kıyafetler değiştirildi, diller değiştirildi… Bir gece
içinde çok köklü değişimler yaşandı. Dinî yaşam biçimleri ortadan kaldırıldı ve bu
travmayı bilirseniz anlarsınız, şimdi Türkiye’de yaşananları…”
Kimse, Mir Dengir Fırat’a haksızlık yapmasın, çok doğru söylemiştir, olayın özü budur. Olayın
özü gerçekten budur ve şimdi yaşadığımız olaylar 1920’lerde ortaya atılan modernleşme
projesinin yol açtığı tepkilerin istismarı anlayışına dayanan o tepkileri siyasette kullanma, o
tepkiler doğrultusunda geçmişle bir rövanş arayışını, o modernleşme projesine karış bir
rövanş arayışını sürdürme özlemleriyle beslenen bir mücadeledir, bugün karşı karşıya
bulunduğumuz. Kimse kendisini aldatmasın, olay budur, doğrudur.
Sayın Fırat, “Ben, bu iyidir kötüdür diye bir şey söylemedim, tespit yaptım” diyor. Evet, şu
anda tespit yaptın. Daha, “bu yanlış olmuştur” deme noktasına henüz gelmediniz. Şimdi,
herkesin, “ya çok acılar çektirilmiş galiba, haksızlıklar yapılmış galiba” diye size hak vereceği
bir anlayış içinde, tabloyu sunmaya çalışıyorsunuz.
Türkiye, gerçekten tarihin en önemli kaydettiği, sadece bizim tarihimizin değil, dünya tarihinin
kaydettiği en önemli değişim politikalarından birisini, çok köklü bir değişimi 1920’lerde
yaşamıştır.
Kemal ATATÜRK ve arkadaşları, Türkiye’yi daha ileri, çağdaş, kalkınmış, zengin, mutlu ve
daha özgür bir toplum hâline dönüştüreceğini inandıkları “Modern, Laik Cumhuriyet”
Projesini, o anda var olan tüm engelleri kırarak, çıkar çevrelerini, tutucu zihniyetleri, ilkel
anlayışları, istismarcı yaklaşımları bertaraf ederek,85 yıl evvel uygulamaya koymuşlardır.
Bu kolay olmamıştır, belirli kesimlerden tepki çekmiştir. Birileri alışmadıkları bir tabloyla karış
karşıya kalmanın kızgınlığı içinde bu uygulamaya olumsuz bakmışlardır. Birileri çıkarlarını
kaybettikleri için rahatsız olmuşlardır, bir kısmı, “ya yüzlerce yıldır biz böyle bilmiyorduk, bu
niye böyle”, diye bir yadırgama içine girmişlerdir. Bu uygulanırken yer yer belki haksızlıklar
14
yanlışlıklar, zorlamalar da yapılmıştır. Bütün bunlar birikmiş, toplumda bugüne kadar çeşitli
biçimlerde ortaya çıkmış, isyanlar bu temelin üzerinden tahrik edilmiş, iç isyanlar, suikastlar
bu temelden yola çıkarak denenmiş, her türlü engellemeler yapılmıştır.
Ama artık Türkiye çok partili rejime geçerken bunları geride bıraktı, artık bu modern toplum
yaşam tarzı içindeyiz. Bu yaşam tarzı içinde hep beraber o kavgayı bırakarak unutarak
“Türkiye’yi daha ileri götürme, kalkındırma, değiştirme, ilerletme mücadelesini çok partili rejim
içinde karşılıklı olarak vereceğiz” anlayışıyla yola çıkılmıştır. Çıkılmış olduğu milletimizin çok
büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir.
Ama şimdi görüyoruz ki olay böyle bu kadar masum değil, o hesaplaşma hâlâ sürdürülmek
isteniyor. Bir süre önce Başbakanın, daha son zamanlara kadar birbiri ardından söylediği o,
gerçekten çok yadırgatıcı sözler, AKP’lilerin birtakım açıklamaları şimdi anlaşılıyor ki, boşuna
söylenmiş sözler değildir.
Yani kısaca şöyle bir hatırlatıvereyim size:
Başbakan daha son zamanlara kadar diyordu ki: “Her 10 Kasımda yaygara koparıyorlar.
Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok. Türkiye kendine din
olarak Kemalizm’i almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla
dikte etmiştir. Türkiye’nin yarınında artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere,
sistemler yer yoktur. Kemalizm’in yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir.
Bunun için en üst belirleyici dinin etkileri, İslam’ın etkileridir. Her şey ona göre
belirlenir. Hem laik hem Müslüman olunmaz, ya Müslüman olacaksın ya laik; ikisi bir
arada olunca ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisi bir arada olamaz. İktidara
geldiğimizde çarşaf moda olacak.”
Bu sözler, Başbakanın, daha dün diyeceğimiz bir yakın geçmişte yazdığı, konuştuğu,
söylediği sözlerdir. Bir insan, 40’nı aşmış bir insan bunları söyledikten sonra hangi siyaset
anlayışı doğrultusunda hayatını, ömrünün geri kalan kısmını götürür? Bir hesaplaşma
yaşandı mı bu söylemlerle ilgili, bu tahlillerle ilgili, bu tespitlerle ilgili? “Gömlek değiştirdim”
lafı bunu izah etmeye yeter mi? Niye değiştirdin? Niye böyle düşünüyordun, şimdi ne
düşünüyorsun?
Yanlış nerede idi, bunları konuşmak gerekmez mi, bunların hiçbirisi konuşulmadı. Şimdi,
yavaş yavaş oradan buradan pıtrak gibi bir şeyler çıkmaya başlıyor ve birisi diyor ki “İşte,
bize büyük travma yaşatıldı.”
Türkiye, gerçekten büyük bir değişim projesini uyguladı. O projeden en çok yararlanan bugün
Türkiye’de iş başında bulunan insanlardır. O proje olduğu için sen oradasın. O proje başarıya
ulaştığı için, o proje yaşandığı için öyle, boynundaki kravatla bunu söylüyorsun. Çağdaş
tarzının bütün olanaklarını sonuna kadar kullanarak şimdi çıkıyorsun siyasi istismarını
yapmak için bunları söylüyorsun.
Bu bir tesadüf değil, daha kısa bir süre önce Dışişleri Bakanı, Avrupa’da neler söyledi.
Başbakanın sözleri ile, Dışişleri Bakanı Babacan’ın Avrupa’da söylediklerinden “Kemalizm
bir din olarak dayatıldı. Müslümanlar bilmem dinini yaşayamıyor” sözleri, daha farklı bir
anlam mı taşıyor? Dışişleri Bakanı bu sözleri kendi bireysel kanaati olarak mı söyledi?
Bu, bir zihniyettir. “Böyle bir muameleye maruz bırakıldıkları, haklarının elinden alındığı,
dinlerinin icabını yapamaz hâle düşürüldükleri” algılaması içinde kendilerini tahlil ediyorlar,
dünyada da kendilerini böyle takdim ediyorlar.
Bu gerçekten çok önemli bir olaydır. Biz, hepimiz Türkiye’de İslamiyet’i en özgür, en güzel
şekilde yaşadığımız kanısındayız, bu konuda bir tereddüdümüz yok. İnanıyoruz ki,
15
milyonlarca insan Türkiye’de dini bir baskı içinde olduğuna dair en küçük bir şüphe taşımıyor,
herkes inancını, dinini özgürce yerine getiriyor. Bu konuda bir problemi yok Türkiye’nin, ama
birilerinin problemi var. O problemi olan insanlar, şimdi bu problemi Türkiye’nin problemi
hâline dönüştürmeye çalışıyorlar.
Bir biçimde iktidara geldiler, bir biçimde oy aldılar, aldıkları oyu geldikleri iktidarı sanki
kafalarındaki bu projeyi uygulamak için verilmiş bir görev gibi sunarak Türkiye’yi çok ciddi bir
krizin içine sokuyorlar. Türkiye’de böyle bir talep yok, böyle bir arayış yok. Halkın inancıyla,
diniyle, devletiyle, imanıyla, camisiyle bir problemi yok; problem bunlarda. Kendi
problemlerini halkın problemi hâline dönüştürmeye çalışıyorlar ve çok tehlikeli bir iş
yapıyorlar. Çok sakıncalı, Türkiye’yi büyük sıkıntıların içine sokacak bir zorlamayı Türkiye’ye
getirmeye çalışıyorlar.
Sen, çıkacaksın orada “Türkiye’de sadece Ermeniler, Yahudiler, Rumlar değil, büyük
çoğunluk Müslümanlar da baskı altındadır.” diyeceksin. Bunu Dışişleri Bakanı olarak
söyleyeceksin, bunu Avrupa’da söyleyeceksin. “Müslümanlar Türkiye’de baskı altında”
diyeceksin.
Eğer Türkiye’de Müslümanlar baskı altındaysa senin işin ne, altı yıldır iktidardasın?
Vatandaş, “ben, vicdanım hür, zihnim hür, imanımı, dinimi ben yaşıyorum, bir baskı
yok” diyor. Sen “Hayır, sana baskı var” diyorsun. Senin kafandaki İslamiyet’le milletin
kafasındaki İslamiyet birbirinden herhâlde farklı iki İslamiyet.
Milletin kafasındaki İslamiyet’e göre Türkiye’de dine bir baskı yok, ama gidin İran’daki,
Afganistan’daki birtakım insanlara sorun, Türkiye’deki İslamiyeti. Onlar “O İslamiyet değil,
Türkiye’de İslamiyet’e baskı yapılıyor” diyeceklerdir. Sen de aynı anlayışı mı benimsiyorsun,
tehlike işte buradadır.
Türkiye çok ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. Hiç kuşku yok, bu sorun tarihi bir sorun, kökleri
Türkiye’nin Atatürk dönemindeki büyük değişim projesiyle ortaya çıkmıştır. Şimdi, buna karşı
bir direnç, dayanak ve onu etkisizleştirme mücadelesi verilmek isteniyor. Bu mücadelenin
Türkiye’yi nereye götüreceğinin hesabı da kesinlikle yapılıyor değildir.
Bu mücadeleyi verenler aslında bir büyük mücadelenin içinde piyon olarak
kullanılmaktadırlar. Bugün o mücadeleyi götürdüğünü düşündüğümüz insanlar, hiç şüphe
yok, bir süre sonra bir kenara itileceklerdir, çok daha farklı, çok daha iddialı projeler
Türkiye’ye dayatılacaktır.
Böyle bir süreç işleniyor, tarihsel bir süreç işliyor ve bunun içinde piyon olarak da birileri
kullanılıyor. Bakın, daha geçenlerde bir genç kızımız televizyona çıktı, “Ben Atatürk’ü
sevmiyorum, Humeyni’yi seviyorum” dedi. “Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kurdu,
bağımsız devleti kurdu, bak, onun sayesinde özgürüz” dediği zaman, “Keşke
kurmasaydı, İngilizler kalsaydı, İngilizler zamanında ben daha özgür olurdum.” dedi.
Şimdi bunlar hep tesadüf mü? Bunların yansıttığı bir gerçek yok mu?
 “Türkiye, bir farklı kültüre doğru, bir farklı anlayışa, zihniyete doğru çekilmek isteniyor”
denilse, bu yanlış mı olur?
 Türkiye’yi buraya getiren bu sürecin içinde AKP İktidarının altı yıllık bir katkısı yok mu?
 Onların getirdiği anlayışların, onların getirdiği zihniyetlerin, onların uygulamalarının
Türkiye’nin bu hâle gelişine çok ciddi bir şekilde katkı yaptığı bir gerçek değil mi?
 Bu çok ciddi bir tehlikeyle bizi karşı karşıya bırakmıyor mu?
16
Türkiye, çağdaş dünyanın bir parçası olmaktan giderek bir Orta Doğu ülkesi hâline, bir
Vahabi kültürünün egemen olduğu bir anlayışa doğru sistematik olarak sürüklenmek
isteniyor.
Bunun çok ağır sonuçları olur… Halkın refahı için olur… Halkın özgürlüğü için çok ağır
sonuçları olur… İnsan hakları için çok ağır sonuçları olur… Kadınlarımızın hak ve
özgürlükleri için olur…
Böyle bir değişimden sonra bugün Türkiye’de var olan kadın haklarının tümünün ortadan
kalktığını hep beraber tanık oluruz.
Böyle bir tabloyla karşı karşıyayız. Bunu dünyada yer yer birileri fark ediyor, yeni yeni fark
ediyor. Onlar da bunun ne kadar sakıncalı, ne kadar tehlikeli olabileceğine dikkati çekiyorlar.
Şimdi, Türkiye’de bir de Yeni Anayasa tartışması yaşanıyor. AKP geldiği ilk andan itibaren
“yeni bir Anayasa” diyordu. “Eski Anayasayı çöpe atacağız, yeni bir Anayasa yapacağız.”
diyordu.
Yukarıdaki işaretler ortaya çıktıktan sonra yeni bir Anayasa, sıfırdan yepyeni bir Anayasa
talebinin altında neyin yattığını toplumumuz şimdi daha net olarak anlamaktadır. 12 Eylül
Anayasası’nın 60 maddesi bugüne değin değişmiştir. Bunların hemen hemen hepsine CHP
olarak destek verdik. Anayasada hâlâ neresinde ne ihtiyaç varsa, yine değiştirmek imkânı
vardır. Bunlar ele alınabilir, değiştirilebilir.
“Hayır, o bizi kesmiyor” denilmek isteniliyorsa, peki ne istiyorsunuz diye sormak gerekir.
Şimdi anlaşılıyor ki, “Yeni bir Anayasadan amacı, mevcudu iyileştirmek değil, kökten
değiştirmek. Amaç, ATATÜRK cumhuriyetinin siyasi temellerini yansıtan bir Anayasa
kesinlikle değil, aksine, onun tasfiyesidir…
“Yepyeni bir Anayasa” diyenlerin bir kısmı bilinçli, mücadelenin parçası olanlar, neyi niçin
istediklerini bilenler; bir kısmı da, siyaseten “kullanılanlar”. İran’da Humeyni’nin solcuları,
Marksistleri, Komünistleri, Tudeh Partisini kullandığı gibi, “kullanılanlar”. Kullanılanların bu
tabloyu daha iyi görmeleri, bir anlamda uykudan uyanmaları ve oyunun bozulmasına katkıda
bulunmaları gerekiyor.
Son günlerde birdenbire tekrar çok şaşırtıcı çevrelerden yeni bir anayasa talebi ortaya
atılmaya başlandı. Bunu iyi niyetle;
 Türkiye’nin çağdaş dünyayı daha çok paylaşmasının önünün açılması için,
 Cumhuriyet değerlerini koruyan, laikliği güvence altına alan, yargı bağımsızlığını güvence
altına alan bir yeni ileri demokratik düzen için,
 Avrupa ile bütünleşmemize yardımcı olması için,
 İnsan hak ve özgürlüklerinin daha çok güvence altına alınması için,
bir çağdaş anayasa özlemiyle söylediklerine kuşku duymuyoruz.
Ama şimdi yapılacak herhangi bir anayasa değişikliğinin böyle bir anayasaya bizi
götüreceğini zannetmek, bugünkü şartların böyle bir anayasa değişikliği için uygun bir zaman
kesiti olduğunu kabul etmek mümkün değildir.
Bu ortamda her şey olabilir ama sıfırdan yeniden bir anayasa olamaz. Eğer bu ortamda
yeni bir anayasa yapılırsa, o yeni Anayasanın “Türkiye’de laikliği çağdaş bir anlayış
içinde güvenceye alacak, yargının bağımsızlığını güvence altına alacak, Türkiye’yi
çağdaş bir toplum olma doğrultusunda hızlandıracak” bir anayasa olabileceğini umut
etmek, düşünmek hiçbir şekilde gerçekçi değildir.
17
Umarız, bu tartışmayı açanlar da, bugün geldiğimiz noktada bunun böyle olduğunu
görmüşlerdir. Umut ediyoruz, yeni anayasa söylemi sadece anayasaya karşı, Türkiye’nin
anayasal sisteminin temellerine karşı, Türkiye’nin çağdaş, laik bir demokratik cumhuriyet
olması fikrine karşı mücadele verenlerin bir özlemi olarak kalır.
Türkiye birbirine girmiş, Atatürk-Humeyni tartışması yaşanıyor, “Türkiye’de Müslümanlar
baskı altında” diyen Dışişleri Bakanları, Türkiye’de AKP’nin, iktidarın en etkili adamı “Bir
travma Türkiye’yi bu noktalara getirdi, bunu anlamak lazım” diye geçmişe yönelik
savaşın ilk işaretlerini veriyor. Böyle bir ortamda Türkiye’nin demokratik, laik geleceğini
güvence alacak bir anayasayı yapacağımızı düşüneceğiz… Böyle bir şey olamaz, böyle bir
şey söz konusu değildir. Önce, bu işi bitireceğiz, bu işi sonuçlandıracağız, nasıl bir toplum
olmak istiyoruz, buna karar vereceğiz.
Kendi tarihimizle hesaplaşacağız, kendi anayasamızla, hukukumuzla hesaplaşacağız,
kendi milletimizle, siyasetimizle hesaplaşacağız, her şey açıkça ortaya dökülecek ve
kararımızı öyle alacağız. Türkiye ne olmak istiyor? Çağdaş bir toplum mu olmak
istiyor, yoksa Humeyni bozuntusu bir Orta Doğu İslam devleti mi olmak istiyor
Türkiye?
Belli ki, bunun kararını milletçe bir kez daha almamız gerekmektedir. Belli ki, 1920’lerde
ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nden sonra Atatürk devrimleri eşliğinde aldığımız kararları bir kez
daha yinelememiz gerekmekte… Bunun kararını hep beraber alacağız; ama herkes bilmelidir
ki, CHP hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş değerlerinden bir adım dahi geri adımı
hiçbir zaman atmayacaktır.
O kararı bugüne kadar koruduk, sürdürdük, bozmak isteyenler oldu arada, onlara fırsat
verilmedi. Şimdi, demokrasinin olanakları kullanılarak, globalleşmenin destekleri
değerlendirilerek aynı mücadele yeniden önümüze getiriliyor.
Bir kez daha sınav var. Sevgili milletimiz, vatandaşlarımız, bir kez daha, biz, çağdaş bir
toplum olma iradesini, bizde bu iradenin olmadığını zannedenlere karış ispat etmek
zorundayız.
Türkiye’yi hiçbir şekilde kolayca teslim alamayacaklarını bilmeleri lazımdır.
Türkiye, laik cumhuriyetini, demokrasisini, birbirine olan saygısını, sevgisini, bizi
birbirimize düşürmek isteyenlerin karşısında ortaya koyacaktır, kanıtlayacaktır, bunu
başaracağımızdan hiç kuşku duymuyoruz.
Bu doğrultudaki mücadele azmimizin en yüksek düzeyde olduğunu herkes bilmelidir.
Her yerde bunun mücadelesini vereceğiz; hukukta vereceğiz, siyasette vereceğiz,
meydanda vereceğiz, seçimde vereceğiz, her yerde vereceğiz ve Türkiye’yi başı dik,
onurlu, çağdaş, laik, bir demokratik cumhuriyet olarak mutlaka yaşatacağız.
18
1.2.- GN. BŞK. BAYKAL’IN MESAJLARI
1.2.1.- GN. BŞK. BAYKAL’IN ÇANAKKALE ZAFERİNİN 93.
YILDÖNÜMÜ MESAJI (18-03-2008)
"Çanakkale zaferinin 93. yıldönümünü gururla, mutlulukla kutluyoruz.
Çanakkale’de düşman kuvvetlerine dur diyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, gelecekte
verilecek kurtuluş Savaşıyla dalga dalga yayılacak bağımsızlık ve özgürlük rüzgarının da
habercisi oldular.
Ülkemize yönelik emperyalist saldırıyı püskürten ve “Çanakkale Geçilmez” dedirten
şehitlerimiz ile kahraman gazilerimizden hem bugünümüz, hem de geleceğimiz için alınması
gereken ders bağımsızlıktır, özgürlüktür, birliktir.
Etnik köken ile inanç farklılığı gözetmeden Anadolu'nun dörtbir yanından Çanakkale’ye gelen
ve anayurdu savunmak için canını veren, kanını döken askerlerimiz 93 yıl önce, işgalcilere
karşı omuz omuza mücadele ettiler.
Çanakkale Zaferi de Kurtuluş Savaşı da bağımsızlık, özgürlük, kardeşlik ve birlik ruhuyla
verilen onurlu mücadele ile kazanıldı. Bölücülük ve irtica tehdidiyle karşı karşıya olduğumuz
günümüzde de Laik Cumhuriyetimiz ile kazanımlarını, ulusal birlik ve toprak Bütünlüğümüzü
aynı anlayışla savunup, koruyacağız.
Bu inanç ve kararlılıkla Çanakkale Zaferi'nin 93. yıldönümünde Gazi Mustafa Kemal Atatürk
ile şehitlerimizi bir kez daha rahmetle anıyor, gazilerimizin önünde saygıyla eğiliyor,
şükranlarımı sunuyorum”
1.2.2.- GN. BŞK. BAYKAL’IN GS BAŞKANI
POLAT’A KUTLAMA MESAJI (23-03-2008)
ADNAN
“Galatasaray Kulübü Başkanlığı'na seçilmiş olmanız nedeniyle kutluyor ve başarılar
diliyorum.
Sizin ve sizinle birlikte görev yapacak olan arkadaşlarınızın Galatasaray Kulübü'nü amatör,
profesyonel tüm branşlarda yeni başarılara taşıyacağına içtenlikle inanıyorum.
Kuşkusuz Galatasaray’ın başarısı Türkiye’mizin tanıtımı ile kalkınmasına olduğu kadar,
köyümüzden kentimize, yurt içinden, yurt dışına tribün kardeşliğinin de yerleşmesine katkıda
bulunacaktır. Bu Galatasaray’ın şahsında sporu şiddetten uzaklaştıracak, hem tribünlerde,
hem ülkemiz genelinde kardeşliği, barışı, dostluğu pekiştirecektir.
Dün, Avrupa kupalarında olmaz denileni olduran ve başarılamaz denileni başaran
Galatasaray’ın, bugün de sizin yönetiminizde dünya çapında bir marka olma özeliğini
koruyacağına inanıyorum.
Bu inanç ve anlayışla Adnan Polat ile birlikte yönetime seçilen arkadaşlarından, Türkiye’yi
Süper Kupa’nın sahibi yapan ve şampiyonlar liginde fırtına gibi eserek yabancı
19
futbolseverlere adını ezberlettiren Galatasaray’ı istiyor, teknik direktöründen sporcusuna,
antrenöründen, idari kadrosuna, taraftarından yöneticisine kadar tüm Galatasaray camiasına
başarılar diliyor, sevgiler, saygılar sunuyorum”
1.2.3.- GN. BŞK. BAYKAL’IN GENELKURMAY BAŞKANI
BÜYÜKANIT’A BAŞSAĞLIĞI MESAJI (01-04-2008)
“Şırnak, Siirt ve Hakkari üçgenindeki Bestler Dereler Bölgesi’nde PKK’lı teröristleri
yakalamak için sürdürülen operasyon sırasında çıkan çatışmada Yüzbaşı Hasan Hatıl,
astsubaylar Faruk Kaya ve Cengiz Gülcü’nün şehit olduğunu büyük bir üzüntü ile öğrendim.
Şırnak 23’üncü Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı’nda düzenlenen törenle toprağa verilmek
üzere memleketlerine gönderilen şehitlerimiz ile tedavi altına alınan yaralılarımız teröre karşı
verdiğimiz mücadeledeki kararlılığımızı göstermektedir. Bu kararlılık terör örgütüne vurulan
ve vurulacak olan darbelerle de kendisin göstermektedir.
Zonguldak’ta toprağa verilecek olan yüzbaşı Hasan Atıl’a, Mersin’in Tarsus İlçesinde
toprağa verilecek olan astsubay Faruk Kaya'ya, Isparta’da toprağa verilecek olan astsubay
Cengiz Gülcü'ye rahmet, ailesine ve şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sabır ile başsağlığı,
yaralılarımıza acil şifalar diler, sevgiler, saygılar sunarım."
1.2.4.- GN. BŞK. BAYKAL’IN GAZETECİ ve YAZAR İLHAN
SELÇUK’A GEÇMİŞ OLSUN MESAJI (14-04-2008)
“Bu sabah saat 07.30’da Amerikan Hastanesi’nde başlayan kalp ameliyatınızın başarıyla
sonuçlanmış olduğunu büyük bir memnuniyetle öğrendim.
Basın ve düşün yaşamımızın saygın ve etkin bir temsilcisi olan sizi bir an önce sağlığınıza
kavuşmuş olarak “Pencere” de görmek ve güne bir de sizin pencerenizden bakarak güncel
olayları değerlendirmek bizleri son derece mutlu edecektir.
Bu düşüncelerle size, ailenize ve Cumhuriyet ailesiyle basın dünyamıza geçmiş olsun
dileklerimle sevgi ve saygılarımı sunarım”
1.2.5.- GN. BŞK. BAYKAL’IN DANIŞTAY'IN 140. KURULUŞ
YILDÖNÜMÜ NEDENİYLE DANIŞTAY BAŞKANI SUMRU
ÇÖRTOĞLU'NA KUTLAMA MESAJI (10-05-2008)
“Kuruluşunun 140. yılını büyük bir memnuniyet ve gururla kutladığımız Danıştay, yaklaşık
birbuçuk asırlık süreçte görevini yaparken, maruz kaldığı baskılara, saldırılara, şiddet
kullanılması sonucu şehit vermesine, üyelerinin yaralanmasına rağmen, Laik ve demokratik
Cumhuriyete sahip çıkma kararlılığından, Anayasamızın değiştirilemez niteliklerine içtenlikle
bağlılıktan, Hukuk devleti anlayışından ve hukukun üstünlüğünden zerre kadar ödün
vermemiştir.
20
Hukuk devletinin ayırt edici özelliklerinden biri yargıya güvenilmesi, yargı kararlarına
uyulması ve bu kararlara saygı gösterilmesi, diğer bir ayırt edici özelliği de hukukun
üstünlüğünün kabul edilmiş olmasıdır.
Hukukun üstünlüğü ise, Anayasanın ve yasaların eksiksiz uygulanması, İktidar gücünün
bağımsız yargı ile dengelenmesi, Yasama ve yürütme organları ile, yönetimin eylem ve
işlemlerinin yargısal denetime tabi tutulması demektir.
İşte bu yüzden, Yönetimin işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğunu denetleyen Danıştay'ın
üstlendiği rol çok anlamlı ve çok önemlidir.
Tüm bu nedenlerle, şahsınızda, 140. kuruluş yıldönümünü kutlayan Danıştay’ı, Danıştay ve
İdari Yargı Günü ile tüm Danıştay çalışanlarını kutlar, saygılar sunarım.”
1.2.6.- GN. BŞK. BAYKAL’IN 19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR
BAYRAMI NEDENİYLE YAYINLADIĞI MESAJ (19-05-2008)
“Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da iç ve dış düşmanların ihanetine son vermek ve
emperyalizme karşı mücadele etmek amacıyla Samsun’a çıkarken, ırk, din, dil, mezhep
farkına bakmadan halka güvenmiş, Halkın gücüne, demokrasi, özgürlük, bağımsızlık ve
cumhuriyet özlemine bel bağlamıştı.
Mustafa Kemal Samsun’a çıkarken, her tür manda anlayışını da elinin tersiyle itmiş,
Bağımsızlık ve demokrasi benim karakterimdir demiştir.
Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’in bu örnek alınması gereken anlayışı, geçmiş siyasî
egemenlik teorilerinin tümüne yönelik bir meydan okuma anlayışıdır.
Bu anlayış ve inanç Bağımsızlık savaşının zafere ulaştırılmasıyla önce cumhuriyete, sonra
demokrasiye dönüşmüş, giderek daha ileri, daha çağdaş, katılımcı bir uygulamayla hem
bağımsız, hem de laik cumhuriyetimizi bugüne kadar taşımıştır.
Bütün bu sürecin altında, temelinde, başlangıcında 19 Mayıs ruhu, 19 Mayıs düşüncesi
yatmaktadır.
O nedenle 19 Mayıs 1919’un 89’ncu yıl dönümünü bir kez daha kutluyor, başta gençlerimiz
olmak üzere herkesi bu tarihi günün anlamını, önemini kavramaya, laik Cumhuriyetimizi,
Cumhuriyetin kazanımlarını kararlılıkla sahiplenmeye ve savunmaya çağırıyor, Samsun’a
çıkan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü ve onun izinden gidenleri saygıyla şükranla
selamlıyorum”
1.2.7.- GN. BŞK. BAYKAL’ ÇİN HALK CUMHURİYETİ
BÜYÜKELÇİLİĞİ’NDE
AÇILAN
TAZİYE
DEFTERİNİ
İMZALADI
(21-05-2008)
Genel Başkan Deniz Baykal Çin Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği’nde Açılan Taziye Defterini
İmzaladı...
21
“Çin’deki büyük deprem faciası insanlığın karşılaştığı çok büyük bir olay olarak kendisini
gösterdi. Çin’de bugüne kadar bu boyutta bir depremin yaşanmamış olduğunu görüyoruz.
Trajik boyutlarda bir durumla karşı karşıyayız. 35 bin kişinin resmi rakamlara göre
kaybedildiği ifade ediliyor. Bu boyutlarda bir büyük facia insanlık tarihinde nadir rastlanır.
Hepimiz büyük üzüntü içindeyiz. Çin halkıyla dayanışmamızı bu facia dolayısıyla geçmiş
olsun dileklerimizi, dayanışmamızı ifade etmek için bu ziyareti yaptım. Çin halkı çok büyük bir
millet, çok büyük bir medeniyet. Böyle bir acı olayın üstesinden en kısa zamanda
geleceklerine inanıyoruz.
Bütün dünya Çin hükümetiyle ve halkıyla dayanışma içinde. Bizde Türkiye olarak bu
dayanışmanın gereğini yaptık. Bundan sonrada eminim yapmaya devam edeceğiz. Hala
temel ihtiyaçları var. Çadıra muhtaç olan 5 milyon kadar insan var. Bu konuda bir ciddi çadır
ihtiyacı içinde oldukları ifade ediliyor. Umarım en kısa zamanda bu konuda gerekli destek
sağlanır. Tabi ilaç ve tıbbı destek bir temel ihtiyaç olarak gözüküyor. Bütün bunların en iyi
şekilde, en kısa zamanda çözülmesini diliyorum. Çin halkına iyi dileklerimi sunuyorum,
geçmiş olsun dileklerimi ifade ediyorum”.
1.2.8.- GN. BŞK. BAYKAL CANNES FİLM FESTİVALİ’NDE
EN İYİ YÖNETMEN SEÇİLEN CEYLAN’I KUTLAMA MESAJI
26-05-2008
Genel Başkan Deniz Baykal Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen seçilen Nuri Bilge
Ceylan’ı telefonla aradı ve kutladı. Deniz Baykal telefonla yaptığı konuşmada, hem en iyi
yönetmen ödülünün, hem de en iyi yönetmen ödülünü alırken Ceylan’ın söylediği“ "Bu ödülü,
tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" sözlerinin Nuri Bilge Ceylan’a çok
yakıştığını söyledi.
Genel Başkan Baykal telefonla aradığı Ceylan’a, 14-25 Mayıs tarihleri arasında yapılan 61.
Cannes Film Festivali'nde Jia Zhangke, Atom Egoyan, Clint Eastwood, Steven Soderberg,
Walter Salles ve Dardenne Kardeşler gibi dünyanın en saygın ve seçkin yönetmenleriyle
yarışarak birinci olmasının her türlü takdirin üzerinde olduğunu belirtti.
Deniz Baykal 2003 yılında "Uzak" filmi ile Jüri Büyük Ödülü’nü, 2006’da da "İklimler" filmi ile
sinema yazarlarının verdiği FIPRESCI ödülünü kazanan Nuri Bilge Ceylan’ın, Üç Maymun’la
dünyanın en prestijli sinema festivali olarak gösterilen Cannes’dan üçüncü ödülünü almasının
hem başarının kalıcı olacağını, hem de Cannes’te elde edilen başarıya yeni başarıların
ekleneceğinin kanıtı olduğunu söyledi.
Deniz Baykal hem bu başarısı hem de ödülünü alırken söylediği "Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim
yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" sözleri nedeniyle Nuri Bilge Ceylan’ı içtenlikle kutlarken,
“Üç Maymun” da rol alan Yavuz Bingöl, Ercan Kesal, Hatice Aslan ile diğer oyunculara, filmin
senaristi Ebru Ceylan ile Ercan Kesal’e ve Üç Maymun’a emeği geçenlere başarı dilekleriyle
sevgilerini, saygılarını gönderdi.
22
1.2.9.- GN. BŞK. BAYKAL’IN, DANIŞTAY BAŞKANLIĞI’NA
SEÇİLEN BİRDEN’E KUTLAMA MESAJI (28-05-2008)
“Dün olduğu gibi bugünde hukuk devletinin
ayırt edici özelliklerinden biri yargıya
güvenilmesi, yargı kararlarına uyulması ve bu kararlara saygı gösterilmesidir. Diğer bir
özelliği de hukukun üstünlüğünün kabul edilmiş olmasıdır.
Danıştay hem yönetimin işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğunu denetlemek, hem laik
Cumhuriyet’e yönelik giderek saldırganlaşan tutum ve davranışlara karşı durmak, hem de
hukukun üstünlüğünü gözetmek gibi çok anlamlı ve çok önemli sorumluluklarla karşı
karşıyadır.
Yaklaşık birbuçuk asırdan beri maruz kaldığı baskılara, saldırılara, şiddet kullanılması
sonucu şehit vermesine, üyelerinin yaralanmasına rağmen, tüm görev ve sorumluluklarını
eksiksiz yerine getiren Danıştay’ın, Başkanlığınızda da, Anayasamızın değiştirilemez
maddelerine içtenlikle bağlı kalacağı, Hukuk devleti anlayışından ve hukukun üstünlüğünden
zerre kadar ödün vermeyeceği tartışılmaz bir gerçektir.
Bu inanç, duygu ve düşüncelerle Danıştay Başkanlığı’na seçilmiş olmanız nedeniyle kutlar,
saygılar sunarım.”
1.2.10.- GN. BŞK. BAYKAL’IN AVNİ ANIL’IN VEFATI
NEDENİYLE BAŞSAĞLIĞI MESAJI (13-06-2008)
”Türk sanat müziğine damgasını vuran ünlü bestekârlarımızdan Avni Anıl’ın yaşamını yitirmiş
olması yalnız müzik, sanat camiası ve ailesi için değil, insanı insan, Cumhuriyeti cumhuriyet
yapan değerlerden yana hepimiz adına çok büyük bir kayıptır.
Polislikten gazeteciliğe, gazetecilikten yayıncılığa uzanan çok geniş ve evrensel bir alanda
kendisin kabul ettiren unutulmaz bestelerin sahibi Avni Anıl 1998 yılında elde ettiği Devlet
sanatçısı ünvanıyla aramızdan ayrıldı.
Avni Anıl kişiliğiyle, tutum ve davranışıyla, yaşamıyla, yaşamı boyunca savunduğu çağdaş
değerlerle örtüşen devlet sanatçısı kimliğinin hem hakkını verdi, hem de bir devlet
sanatçısının nasıl olması gerektiğini herkese gösterdi.
Sanatçıda bulunması gereken muhalif tutumu ve boyun eğmezliği, “Sevmiyorum seni artık
gözlerimi geri ver” eseriyle gönüllere nakşeden Avni Anıl, savunduğu değerler yanında alçak
gönüllüğünü, mütevazi ama onurlu yaşamını “Biraz kül, biraz duman o benim işte” diye
notalara döktü.
Usta bestekar “Rüya gibi uçan yıllar, biraz durun durun biraz” dizelerine rağmen yılları
durduramadı ve hakkın rahmetine kavuştu. Nur içinde yatsın. Ailesine, Türk Sanat Musikisi
camiamıza, besteleriyle gönül tellerini titrettiği her yaştan insanımıza sabır ve başsağlığı
diliyorum”
23
1.2.11.- GN. BŞK. BAYKAL’IN CHP GENÇLİK KOLLARI GENEL SEKRETERİ ERSİN ÇILDIR'IN VEFATINDAN DUYDUĞU
BÜYÜK ÜZÜNTÜ İLE İLGİLİ AÇIKLAMASI
(04-06-2008)
Genel Başkanı Deniz Baykal, Tarım ve Çiftçi Kurultayı’na giderken CHP konvoyunda
meydana gelen kazada Gençlik Kolları Genel Sekreteri Ersin Çıldır'ın hayatını
kaybetmesinden büyük üzüntü duyduğunu söyledi.
Baykal, ''Tarım ve Çiftçi Kurultayı''nın ardından Şanlıurfa Devlet Hastanesi'ne giderek
kazada hayatını kaybeden Gençlik Kolları Genel Sekreteri Ersin Çıldır'la ilgili olarak
başhekim ve ameliyatı gerçekleştiren doktorlardan bilgi aldı.
Ersin Çıldır’ın babasını da arayarak üzüntülerini ileten ve başsağlığı dileyen Genel Başkan
Baykal, hastaneden ayrılırken gazetecilere, “Çok acı bir olay yaşandı” dedi.
Ersin Çıldır'ın hayatını kaybetmesinden duyduğu büyük üzüntüyü açıklayan ve Çıldır'ın
kazanın ardından ameliyata alındığını, ancak kurtarılamadığını belirten Deniz Baykal,
''Huzurumuz kaçtı, ağzımızın tadı kaçtı. Çok güzel bir programı bu acı olayla noktaladık.
Hepimizin başı sağolsun'' dedi.
ACI KAYBIMIZ - BAŞSAĞLIĞI
Şanlıurfa'da yapılan
CHP Tarım ve Çiftçi Kurultayı'na giderken
elim bir trafik kazası sonucu yaşamını yitiren
Gençlik Kolları Genel Sekreterimiz
ERSİN ÇILDIR
için 6 Haziran Cuma günü saat 15.30'da
CHP Genel Merkezi önünde tören
düzenlenecek ve ikindi namazından sonra
Karşıyaka mezarlığında toprağa verilecektir.
Ersin Çıldır'a rahmet, Ailesine,
Gençlik Kollarımıza, Arkadaşları ile
Partililerimize sabır ve başsağlığı, diliyorum.
DENİZ BAYKAL
CHP Genel Başkanı
24
1.2.12.- GN BŞK BAYKAL FATİH TERİM’İ KUTLADI VE
BAŞARILARININ DEVAMINI DİLEDİ. (16-06-2008)
Genel Başkan Deniz Baykal Çek Cumhuriyeti Milli Takımını yenerek Avrupa
Şampiyonasında çeyrek finale yükselen Türk Milli Takımının Teknik Direktörü Fatih Terim’i
telefonla aradı, kutladı ve başarılarının devamını diledi.
Fatih Terim’in düzenleyeceği basın toplantısından önce Terim’i telefonla arayan Genel
Başkan Baykal, “Gerek İsviçre maçında 1-0 mağlubiyetten, gerekse Çek Milli takımıyla
yaptığımız maçta 2-0 mağlubiyetten sonra, bir fazla gol atarak İsviçre’yi 2-1, Çek’leri de 3-2
yenmeniz, Türk Milli Takımımızın güçlüklere nasıl göğüs gerilebileceğini, zorlukların inançla,
dayanışmayla, yardımlaşmayla ve takım oyunuyla nasıl aşılabileceğini gösterdi” dedi.
Başta teknik direktör Terim ve milli takım oyuncuları olmak üzere emeği geçen herkesi ve
tribünleri bayraklarımızla coşturan taraftarlarımızı kutlayan Baykal, Avrupa’nın 8 takımından
biri olan Türk Milli Takımının karşısına çıkacak her takımın güçlü olduğunu hatırlattı ve
“Ama, millilerimiz de güçlü takımları nasıl yenebileceğini artık herkese gösterdi” dedi.
Baykal Terim’i kutlarken, çeyrek finalde Türkiye Hırvatistan’ı nasıl düşünecek ve ciddiye
alacaksa, Hırvatistan’ın da Türkiye’yi en az o kadar düşünüp ciddiye alacağını belirtti.
Bunun Türk futbolunun geldiği noktayı açıklıkla ortaya koyduğuna dikkat çeken Deniz Baykal,
Fatih Terim’e, “Milletçe teşekkür borcumuz olan millilerimizi çeyrek final sonrası da kutlamak,
sevgiyle kucaklamak için sabırsızlanıyoruz, yolunuz açık ve başarılarla dolu olsun.” dedi.
1.2.13.- GN. BŞK. BAYKAL’IN ADD GN. BAŞKANLIĞINA
SEÇİLEN ŞENER ERUYGUR’U KUTLAMA MESAJI (23-062008)
Genel Başkan Deniz Baykal Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığına yeniden seçilen
Şener Eruygur’u kutladı.
Genel Başkan Deniz Baykal’ın mesajı şöyle;
Ülkemizin saygın ve seçkin kuruluşlarından biri olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Genel
Başkanlığına yeniden seçilmiş olmanız nedeniyle kutlar, ADD’nin yönetiminde, yetkili
organlarında görev alan arkadaşlarınıza da sevgi ve saygılarımı sunarım”.
1.2.14.- GN. BŞK. BAYKAL’IN ALİ PÜSKÜLLÜOĞLU’NUN
ÖLÜMÜ NEDENİYLE BAŞSAĞLIĞI MESAJI 24-06-2008
“Edebiyat dünyamızın saygın ve seçkin bir isimlerinden biri olan, şair, edebiyatçı ve dilbilimci
Ali Püsküllüoğlu’nun vefatından derin üzüntü duydum.
Yaşamını dilimizin yaşamasına ve gelişmesine adamış değerli edebiyatçımız Ali
Püsküllüoğlu’na rahmet, ailesine, yakınlarına ve edebiyat dünyasına başsağlığı diliyorum”
25
1.2.15.- GN. BŞK. BAYKAL’IN GENELKURMAY BAŞKANI
ORG. BÜYÜKANIT’A BAŞSAĞLIĞI MESAJI (24-06-2008)
Genel Başkan Deniz Baykal Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a bir mesaj
göndererek, 2 askerin şehit olması, 14 askerin de yaralanmasından büyük üzüntü
duyduğunu belirtti
Genel Başkan Baykal’ın mesajı şöyle ;
“Diyarbakır'ın Dicle İlçesi kırsalında teröristlerle askerlerimiz arasında çıkan çatışmada Elazığ
Nüfusuna Kayıtlı Er Erhan Çalışkan ile, Gaziantep Şehit Alpay Başaran kışlasında meydana
gelen patlamada topçu er Volkan Kara’nın şehit olduğunu, kışladaki patlamada 14
askerimizin de yaralandığını büyük bir üzüntüyle öğrendim.
Şehit olan erlerimiz Erhan Çalışkan ve Volkan Kara’ya rahmet, şahsınızda ailelerine ve Türk
Silahlı Kuvvetleri’ne başsağlığı ile sabır, Gaziantep Şehit Alpay Başaran kışlasındaki
patlamada yaralanan askerlerimize de acil şifalar ile teskereler dilerim.”
26
2 Temmuz 1993’te Cumhuriyet Kenti Sivas’ta yaşanan menfur başkaldırının, Madımak
Oteli’nde 37 aydınımızı, can insanımızı yakan gözü dönmüş şeriatçı güruhun asıl hedefi laik
Cumhuriyetimizdi; Atatürk ilke ve devrimleriydi; Pir Sultan Abdal sevgisiyle bir araya gelmiş
canlarımızdı.
Aradan 15 yıl geçti ama ne yazık ki, bu tehdit iktidarın şeriatçı yapılanmayı amaçlayan
politika ve uygulamaları ile güçlenerek devam etmektedir. Yılmayacağız, ödün vermeyeceğiz.
Cumhuriyetimizi, onun temel niteliklerini, barış ve insan sevgisi ile yoğrulmuş Anadolu kültür
ve hümanizmasını her koşulda sahipleneceğiz.
Bu duygularla Sivas’ta
Madımak Oteli’nde yakılarak canlarını yitiren aydınlarımızın,
yurttaşlarımızın ;
Asım BEZİRCİ
Murat GÜNDÜZ
Muammer ÇİÇEK
Metin ATIOK
Handan METİN
Belkıs ÇAKIR
Behçet Sefa AYSAN
Sait METİN
Huriye ÖZKAN
Asaf KOÇAK
İnci TÜRK
Yeşim ÖZKAN
Uğur KAYNAR
Asuman SİVRİ
Serpil ÇANİK
Nesimi ÇİMEN
Yasemin SİVRİ
Menekşe KAYA
Muhlis AKARSU
Ahmet ÖZYURT
Koray KAYA
Muhibe AKARSU
Sehergül ATEŞ
Edibe Suları AĞBABA
Hasret GÜLTEKİN
Gülender AKÇA
Carina Cuanna THUIJS
Erdal AYRANCI
Gülsün KARABABA
Kenan YILMAZ
Nurcan ŞAHİN
Mehmet ATAY
Ahmet ÖZTÜRK
Özlem ŞAHİN
Serkan DOĞAN
Ahmet ALAN
Hakan TÜRKGİL
ANILARI ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUZ.
27
II.- DIŞ ve İÇ SİYASAL
GELİŞMELER
28
29
II. DIŞ VE İÇ SİYASAL GELİŞMELER
2.1.- AVRUPA VE AB İLE İLİŞKİLER
2.1.1.AVRUPA,
TÜRKİYE’YE
TEPEDEN
BAKAN
DAYATMACI TAVRINI SÜRDÜRÜYOR… AKP’DE ONLARA
SIĞINIYOR…
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Genel Kurulu, Belçikalı üye Luc Van den
Brande tarafından hazırlanan “Türkiye’de demokratik kurumların işleyişi” konulu taslak
rapor ve buna bağlı karar tasarısını, 318 üyeden sadece 71’inin katıldığı oturumda yapılan
oylamada, 3 “ret” oyuna karşılık 65 “evet” oyuyla kabul etti. 4 AKP’li milletvekili de
Tasarıya “evet” oyu kullanarak, “dış odaklara teslimiyetçi AKP siyasetini” yeni bir örneğini
sergilediler. Kabul edilen Raporda;
 AKPM’nin izleme komitesinden, Türkiye’deki anayasa hazırlama çalışma süreci, devlet
kurumlarının demokratik işleyişinin yakından izlenmesi istendi ve Türkiye ile izleme süreci
sonrası diyaloğun yoğunlaştırılması çağrısında bulunuldu.
 “Sonucu ne olursa olsun, iktidar partisi ile başbakan ve cumhurbaşkanı hakkında açılan
davadan endişe duyulduğu, bu davanın ülkenin siyasi istikrarını etkileyeceği” görüşüne
yer verildi.
 Kabul edilen bir değişiklik önergesinde, laiklik kriterinin siyasi partilere uygulanamayacağı
belirtilerek, dini temele dayalı bir partinin iktidarda olması halinde ve hükümetin
anayasaya aykırı bir karar çıkartması durumunda, bu konuda açılacak davanın partinin
kapatılmasına değil, söz konusu karara yönelik açılması gerektiği ifade edildi.
 Kararda, kapatma davasının sonucu ne olursa olsun Türkiye’de parti kapatmalarının
yasal dayanakları konusunda canlı bir tartışma yarattığı ifade edildi ve bu konuda
anayasada reform yapılmasının gerekli olduğu görüşü dile getirildi.
 Kararda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) parti kapatma davalarıyla ilgili
verdiği kararlara da dikkat çekilirken, yine “AİHM’in parti kapatmanın gerçekten çok ciddi
hallerde düşünülmesi gereken bir çare olarak görülmesi” yolunda verdiği görüşe de atıfta
bulunuldu.
 Anayasa Mahkemesi üzerinde hiçbir baskı oluşturulmaması çağrısında bulunulan
kararda, mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğü ve
örgütlenme hakkına uygun ve parti kapatma ile ilgili Venedik Komisyonu kararları
çerçevesinde Avrupa standartlarına uygun karar vereceği inancı içinde olunduğu
vurgulandı.
Karara tepki gösteren, başta CHP milletvekilleri olmak üzere, AKPM Türk heyetinin
muhalefet üyeleri yayımladıkları ortak bildiride, raporun AKP baskısıyla hazırlandığını
belirterek, “Türk yargıçlara baskı niteliği taşıyan kararın kabul edilemeyeceğini”
vurguladılar.
30
Raporun oylanması öncesinde Türk tarafı delegasyonun CHP milletvekilleri Birgen Keleş ve
Haluk Koç ile MHP’li 2 milletvekili tarafından yapılan ortak açıklamada;
 “Raporun hazırlanmasında AKP temsilcilerinden yardım sağlandığı, raportörün,
kaynak olarak AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu savunmayı temel aldığı”,
 “Türkiye’deki yargı sistemini politize etmeyi amaçlayan ve Türk yargıçlara baskı
niteliği taşıyan tasarının kabul edilemeyeceği”,
 “Siyasi partilerin kapatılması ile Türkiye’nin AB süreci arasında bağlantı kurulması
da yargıçları anayasa temelinde değil politik sonuçlar temelinde karar almaya
teşvik anlamını taşıdığı” vurgulandı.
Denetim mekanizması (İzleme Süreci), Avrupa Konseyi’ne yeni üye olan, demokrasisi belirli
bir olgunluğa ulaşmamış ya da bu alanda ciddi zaaflar yaşayan ülkelere uygulanıyor. Türkiye
1996-2004 yılları arasında denetim mekanizması altında tutuldu. Bu mekanizmadan
çıkmayan bir ülkenin Avrupa Birliği’yle (AB) müzakerelere geçmesi mümkün değil. Bu
mekanizmaya yeniden dahil edilen bir ülkenin de AB müzakerelerini sürdürebilme şansı
oldukça düşük. AKPM tarafından alınan bu karara gelecekte AB tarafından yayımlanacak
belgelerde atıfta bulunulmasına kesin gözüyle bakılıyor.
318 kişilik AKPM’de Türkiye’nin AB’ye eşit koşullu tam üyeliği önüne yeni engeller çıkaracak
65 kişinin görüşü ile alınan karara verdikleri destekle, AKP’nin AB konusunda ne kadar iki
yüzlü bir siyaset yürütmekte olduğunu, AKP’nin gerçek niyetinin çağdaş Avrupa’nın
değerlerini paylaşmak değil, kendi örtülü gündemlerini yaşama geçirmek olduğunu
Türkiye bir kez daha ibretle izleme olanağını elde etti.
Herkes çok açık olarak bilmelidir ki,
 “Laik Demokratik Cumhuriyetimizin” kuruluş ilkelerini özümlemek ve anlamaktan uzak,
 Yüz yıl süren kanlı din savaşlardan sonra ancak Avrupa topraklarında laiklik ilkesini
benimsemiş,
 Hala aralarında dini otoriteye son derece endeksli siyaset yapan kişilerin yer aldığı,
Avrupa, bizlere hiçbir zaman, “tam bağımsızlığa”, “Atatürk ilke ve devrimlerine”, “Sosyal
Demokrasinin evrensel değerlerine”, “Hukuk Devleti yapılanmasına”, Yargının
Üstünlüğü ve Bağımsızlığı ilkesine” dayalı onurlu duruşumuzdan geri adım
attırtamayacaktır.
2.1.2.- GİZLENEN, CHP’DEN
POZİSYON BELGELERİ”
KAÇIRILAN
“MÜZAKERE
28-29 Mayıs günlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen AB Karma Parlamento Komisyonu (KPK)
Toplantısında Baş Müzakereci (Dışişleri Bakanı) Ali BABACAN yaptığı açıklama ile,
Hükümetin, AB’ye üyelik müzakerelerinin en kritik belgelerini muhalefet partilerinden,
Meclis’ten, hatta TBMM Uyum Komisyonu’ndan saklayarak, gizlilik içinde yürütmekte
olduğunu kabul etti. Bunun AB’nin bir talebi olarak ortaya çıktığını, bu nedenle
müzakereleri muhalefete kapalı bir şekilde yürütmekte olduklarını açıkladı.
31
Bilindiği gibi müzakereler sürecinde her fasıl için (şu ana kadar 34 fasıldan sadece 6 fasıl
açıldı ve bunlardan biri geçici olarak kapandı) Hükümet o fasıl ile ilgili olarak Türkiye’nin
temel ilke ve müzakere stratejisini belirleyen bir Müzakere Pozisyon Belgesi sunmaktadır.
Diğer AB ülkelerinin çoğu (halen aday üye konumunda olan Hirvatistan veya son dönem
başkanlığı görevini yürütmekte olan Slovenya dahil) Müzakere Pozisyon Belgelerini AB’ye
sunmadan evvel kendi muhalefet partileri ve meclisleri ile paylaştı. Böylelikle, arkalarına
kendi meclislerinin ve muhalefet partilerinin desteğini alarak, müzakere süreçlerini müzakere
sürecini saydamlık ulusal dayanışma içinde yürüttüler.
Ülkemizde ise, başta CHP olmak üzere hiçbir muhalefet partisi Hükümet tarafından
hazırlanarak AB’ye sunulan Müzakere Pozisyon Belgelerini, talep etmelerine rağmen
göremediler; bu stratejik belgeleri değerlendiremediler, katkılarını sunamadılar. Bu durumun
çarpıklığını birkaç kez ısrarla TBMM Uyum Komisyonu’nda dile getirmiş olmama rağmen,
hükümet duyarlı davranmadı, sonuç alınamadı…
KPK’nın 28 Mayıs günü KPK Eş Başkanları Joost Lagendayk ve Yaşar Yakış’ın yönetiminde
sürdürülen ve Ali Babacan ile AB’nin Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli
Rehn’in de katılarak konuşma yaptıkları oturumunda, CHP milletvekilleri, bu konuda Dışişleri
Bakanı ve Başmüzakereci Babacan’dan açıklama talep ettiler. Bakan Babacan’ın yanıtı ise,
“Sn. Hacaloğlu, AB’ye sunmakta olduğumuz Müzakere Pozisyon Belgelerini sizle
paylaşmak isteriz, ancak AB buna müsaade etmiyor, belgelerin gizli kalmasını istiyor”
oldu.
AKP’nin teslimiyetçi politikasının açık bir sonucu ortaya çıkan bu onur kırıcı durumu
kabul edebilmek mümkün değildir.
 “Türkiye’nin Müzakere Pozisyon Belgeleri” AB’nin yasaklaması nedeniyle muhalefet
partilerine gösterilmeden AB sunuluyor ise, Hirvatistan, Slovenya veya şu anda üye olan
birçok eski aday üye ülke bu belgeleri AB’ye vermeden evvel kendi muhalefet partileri ile
nasıl paylaşabildiler, fasıllara ilişkin müzakere stratejilerini nasıl kendi muhalefet
partilerinin katkılarına açık tutabildiler…?
 Eğer bu bir AB dayatması ise;
 AB ulusal onurumuza olan düşkünlüğümüzün, diğer ülkelere göre daha az düzeyde mi
olduğunu zannetmektedir?
 Yoksa AB, Türkiye’nin bu kadar rahatlıkla güdülebilecek bir ülke mi olduğunu
zannetmektedir?
 Yoksa AB, halkımızın ve 85 yıllık parlamenter sistemimizin olgunluk düzeyinin,
siyasette şeffaflığı
zannetmektedir?
ve
katılımcılığı
taşıyabilecek
düzeyde
olmadığını
mı
 Halen nispeten kolay fasıllarla sürdürülen müzakereler süreci, sıra “daha dişli, ulusal
duyarlılıklarımızı daha yakından ilgilendiren” konulara gelince, AB ile eşit koşullu tam
üyelik müzakereleri muhalefeti dışlayan, onları yok sayan bir anlayışla sürdürülebilir mi?.
Hiçbir iktidar bu sorumluluğun altına tek başına girerek Türkiye’yi “AB’ye eşit koşullu,
onurlu tam üyelik” talebimiz doğrultusunda başarıya ulaştırabilir mi?
 Bir Türkiye Cumhuriyeti Bakanının veya Hükümeti’nin, AB’nin iradesine böylesine boyun
eğmesi, bu kadar teslimiyetçi duruş sergilemesi hepimizin, ulusumuzun onurunu rencide
etmektedir.
Böylesine yasakçı, örtülü, adeta halkımızın iradesinden kaçırılarak
sürdürülen bir müzakere süreci ile toplumumuzun talepleri, ülkemizin duyarlılıkları yeterli
dikkat ve hassasiyetle korunabilir mi?
32
Bu durumun derhal düzeltilmesini ve AB ile “AB’YE EŞİT KOŞULLU, ONURLU, KIRMIZI
ÇİZGİLERİMİZ KORUNARAK TAM ÜYELİK” talebimiz doğrultusunda yapılan veya
yapılacak olan müzakere sürecinin tüm muhalefet partilerin katkı ve katılımlarına açık
bir “sorumluluk, ülke duyarlılığı ve demokrasi kültürü” anlayışı ile sürdürülmesini,
Hükümetten önemle bekliyoruz. Bu konunun sürekli takipçisi olacağımızı herkes
bilmelidir.
2.1.3.- AB YETKİLİLERİNİN KAFA KARIŞIKLIĞI DEVAM
EDİYOR
AB Yetkililerinden Bazı İnciler;

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso:
 Kapatılma davasını duyunca doğrusu şaşırdım. Laiklik bir dogma değildir. Demokratik
laik anlayışta dini gereklere saygı gösterilmeli. Böylesi bir süreci gelişmiş bir ülkede
görmek mümkün değil. Avrupa standartlarının uygulanmadığını görürsek kayıtsız
kalamayız, ama Anayasa Mahkemesi kararına da saygı duyarız. Ümit ediyorum, karar
Avrupa standartlarına, Venedik Komisyonu içtihatlarına uygun olur. (11 Nisan-Ankara)
 Türkiye’nin bir gün AB’nin tam üyesi olması için Türkiye’de tam demokrasi ve
demokratik laiklik olmalıdır. Laiklik zorla dayatılamaz. Avrupa’daki demokrasilerde
normal olduğu şekilde tüm garantileriyle uygulanan demokratik bir süreç olmalıdır.
Türkiye’deki bu durum bizi kaygılandırıyor. Çünkü açık söylemek gerekirse ülkenin
başlıca partisine karşı, devletin en üst makamlarına karşı bir kapatma davası
açılması, çok sık görülen bir şey değil ve devletin örgütlenmesinin temel ilkelerini
tartışmaya açan bir durum. (8 Mayıs-Slovenya)

AB’nin Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn:
 Kapatma davası Kopenhag kriterleri ile uyuşmuyor. AB, siyasi ve insan hakları
kriterlerinin ısrarlı ve ciddi ihlali durumunda müzakere sürecini gözden geçirmeye
mecbur kalabilir. Bu da parti kapatma olayları yaşanırsa müzakerelerin kesilebileceği
anlamına gelebilir. (30 Nisan AB Gayri resmi Dışişleri Bakanları toplantısı)
 Şu anda AKP aleyhine açılan kapatma davasıyla Türkiye yeni bir siyasi tansiyon
sürecinden geçiyor. AB’nin bu davaya tepkisi reddetmek oldu. Çünkü AB
demokrasilerinde siyasi partilerin kapatılma davaları normal değildir. AB aday ülke
olduğu için Türkiye’de yaşananlara kayıtsız kalamaz. Ama Türkiye-AB katılım sürecini
olumsuz etkilememesi için elbette demokratik prensipler ve hukukun üstünlüğünün
Avrupa standartlarına uygun şekilde uygulanmasını umuyoruz. (3 Mayıs-İngiltere)

AB Dış Politika ve Savunma Yüksek Temsilcisi Javier Solana:
 AKP’nin kapatılması Türkiye’nin AB ile ilişkilerine darbe vurur. Ancak yüksek
mahkemenin makul davranacağı umudundayım. Çünkü kapatma, Türkiye’nin
Avrupa’da bizimle ilişkilerine bir darbe olur ve bu durumun sonuçları da çok kötü
olabilir. Demokrasilerde parti kapatma hiç de normal bir durum olarak
değerlendirilemez. (9 Nisan-Avrupa Parlamentosu)

Avrupa Parlamentosu Başkanı Hans-Gert Pöttering:
33
 AKP demokratik yollarla iktidara gelen bir partidir. Bu nedenle AKP’yi kapatmak
saçma olur. (8 Mayıs-Slovenya)

Türkiye AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk:
 AKP hakkında kapatma kararı verilirse bunun sonucu Türkiye’nin AB üyelik
müzakerelerinin askıya alınması olabilir. (15 Nisan- Brüksel)
 Bence AKP’nin şüphecilere gizli gündemi olmadığını, laiklik taraftarı olduğunu
göstermesi gerekiyor. Ancak AKP kapatılacaktır. Yerine yeni bir parti kurulacak. O
parti de iktidar olacaktır... AKP anayasayı değiştirerek böyle bir şeyin olmasını
engelleyemedi. (3 Mayıs- 9 Eylül Üniversitesi)
 Avrupa Birliği'nin (AB) Türkiye Büyükelçisi Marc Pierini:
 “Kapatma
davasıyla ilgili süreç Kopenhag siyasi kriterleri ölçüt alınarak
değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Türkiye'nin İslam, laiklik ve demokrasi arasında
uyumlu bir uzlaşmaya ulaşmasının sadece Türkiye için değil, benzer sorunlarla karşı
karşıya olan Avrupa açısından da çok büyük önem taşımaktadır.”
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Barosso’nun, “Türkiye’nin demokrasiyi ve laikliği yapısal
olarak sürdürme sınavını verip veremeyeceği konusunda hepimiz tereddüt içine düştük.”
açıklaması AB yetkililerinin Türkiye’ye yönelik kafa karışıklıklarının, bir anlamda cehaletlerinin
yeni bir ipucunu oluşturdu.
AB ilgilileri, büyük çoğunlukla, “Türkiye’deki sorun laiklikle ilgili bir sorun değildir, laikliğe
yönelik bir tehdit, tehlike yoktur, demokrasi uygulanmaktadır, birileri laikliği bahane ederek
demokratik rejimi askıya alma çabası içindedirler.” görüşünü paylaşmaktaydılar. Böyle bir
anlayışla Türkiye’ye bakıyorlardı.
Barosso Türkiye’ye geldi, temaslarını yaptı, tabloyu daha gerçekçi bir şekilde algılamak
imkânına sahip oldu. Gördü ki olay laikliğe yönelik tehlikenin, tehdidin bir bahane olarak
kullanılmasıyla ilgili değil, gerçekten Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike vardır ve bu önemli
bir olaydır. Muhtemelen bu koşullarda Barosso, “Laikliğin ortadan kalkması Türkiye’yi de,
dünyayı da yakından ilgilendirir. Demokrasi içinde bunu bağdaştırmak acaba mümkün
olacak mı, böyle bir sorunla karşı karşıyayız” diye düşünmeye başlamıştır.
Bu tablo halkın, milletin talebiyle, zorlamasıyla ortaya çıkan bir tablo değildir. Millet aynı
millettir, on yıl önce de aynı millet vardı, bugün de aynı millet var; ama bir şey değişti.
Türkiye’yi altı yıldan beri bu konularda belli gizli hesapları olan, belli projeleri olan, Türkiye’nin
laik kimliğini tehdit edip cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kaldırmaya sinsi sinsi gayret eden
bir ekip Türkiye’yi yönetmektedir.
Millet bunu tercih etmemiştir, millet bunu istememiştir ama milletin çeşitli isteklerine dayanarak
iktidarı elde edenler kendi projelerini bu vesileyle yürürlüğe koymaya kalkmışlardır. Bugün
Türkiye dünyanın gözünde çok yapısal ciddi, temel var oluş sorunlarıyla, siyasi var oluş
sorunlarıyla karşı karşıya bir ülke hâline dönüştürülmüştür. Avrupa yetkililerinin kafa
karışıklığının temelinde bu yatmaktadır.
Bu çok vahim bir tablodur, çok ağır bir sorumluluktur. İşte, biz bunu önlemeye çalışıyoruz, ta
başından beri bunu önlemeye çalıştık, bu tehlikeye dikkati çektik, bu ekibi böyle yapmaktan
alıkoymaya çalıştık, uyardık.
“AB ile eşit koşullu, onurlu, Laik Demokratik Cumhuriyetimizin temel nitelikleri
korunarak tam üyelik” hedefimiz doğrultusunda iktidara gerekli desteği verdik, ancak gerçek
34
niyetleri ortaya çıkınca da, açıkça milletimizi, toplumumuzu, herkesi bu noktalarda uyarmaya
çalıştık. Ne yazık ki böyle bir manzarayla karşı karşıyayız. Türkiye bu tuzaklara hiçbir şekilde
düşmeyecektir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerine en büyük darbeyi vuran, en büyük zararı getiren
Avrupa Birliği adına gelip Türkiye’de ulu orta patavatsızca konuşan siyaset adamlarıdır.
Türkiye’de demokrasinin hangi tehditlere ne zaman, nasıl maruz kaldığını, o tehditler
karşısında Türkiye’nin nasıl demokrasiyi kendi çabasıyla tekrar devreye soktuğunu bilmezler,
laikliği bilmezler, cumhuriyeti bilmezler, Türkiye’ye gelirler kulaktan dolma yarım yamalak
bilgilerle, onun bunun yönlendirmesiyle en hassas konularda en ağır iddiaları söylerler
geçerler.
Bu kişiler demokrasi ukalalığı yapıyor, hadlerini aşıyorlar. Buna kimsenin hakkı yok. Bu
yaklaşımlar Türkiye-AB ilişkilerini de olumsuz etkiliyor. CHP AB’ye bakış açısını da kimseye
ispatlamak zorunda değil. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik temelinde bir ilişki geliştirmesine,
Türkiye’de kimse bizden daha çok istiyor olamaz. AB projesinin altında CHP Genel Başkanı
İsmet Paşa’nın imzası vardır. Gümrük Birliği anlaşmasını gerçekleşmesi için en büyük
mücadeleyi verdik. Türkiye, AB ile ilişkilerinde hiçbir zaman teslimiyetçi olmayacaktır.
AKP’nin teslimiyetçi politikalarının kendileri açısından cazibesine kapılan AB, hiçbir zaman
bizden ulusal çıkarlarımızı ve cumhuriyetimizin temel niteliklerini göz ardı eden açılımlar
beklemesinler. Biz Türkiye'nin AB'ne eşit koşullu tam üye olmasını istiyoruz. Polonya,
Romanya nasıl girdiyse, biz de öyle girmek istiyoruz.
Böyle bir ilişki giderek sürdürülebilirlik niteliğini hızla kaybetmektedir. Bu doğru bir yaklaşım
değildir. Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerine yardımcı olacak bir anlayış değildir. Herkes aklını
başına almalıdır. AKP’nin başı derde girdikçe bazı AB sözcülerinin saldırganlığı artmaktadır.
Giderek CHP’yi hedef yapmaya başlıyorlar ve böyle yaptıkça AKP’yi giderek mütareke
döneminin Damat Ferit Paşa hükümetine döndürüyorlar.
AKP giderek, teslim olmuş, gücünü yabancı sözcülerden alan, onların himayesine girmiş,
onların kolladıkları bir hükümet hâline dönüşüyor. Yani o laflar bize zarar vermez, o laflar bizi
etkilemez ama o lafları söylemesi bugünkü hükümeti perişan ediyor.
Bu en hassas konularda, Türkiye’nin kaderinin söz konusu olduğu, en ince süreçlerin
yaşandığı, herkesin olağanüstü sorumlu, dikkatli davranması gereken bu kritik dönemde
Türkiye’nin en karmaşık konularıyla ilgili bilir bilmez hüküm vermeye, Avrupa Birliği adına
böyle açıklamalar yapmaya izin verilmemelidir.
Bu konuşmaları anlayışla karşılamamız mümkün değildir. Avrupa Birliği yöneticileri
derhal bu konuyu ciddiye almalıdırlar. Türkiye’yi, Türkiye’nin tarihini, Türkiye’de büyük
modernleşme mücadelesinin seksen yıldır nasıl, ne dayanarak, ne şekilde
yürütüldüğünü bilmeyen kişilerin AB yetkilisi sıfatı ile Türkiye’ye gelerek ahkam
kesmeleri sona ermelidir.
35
2.1.4.- AB MÜZAKERELERİNDE SADECE BİR “BAŞLIKFASIL” GEÇİCİ KAPATILDI
Türkiye, şimdiye kadar açılan 6 başlıktan sadece 2006 yılının ilk yarısında Avusturya Dönem
Başkanlığı sırasında açılan “Bilim ve Araştırma” faslının geçici olarak kapatılmasını sağladı.
2007 yılının ilk altı ayında Almanya'nın Dönem Başkanlığı sırasında “İşletmeler ve Sanayi
Politikası”, “İstatistik” ve “Mali Kontrol” olmak üzere üç başlık daha açıldı. Bunun ardından
Portekiz Dönem Başkanlığında “Tüketicinin ve Sağlığının Korunması” ve “Trans Avrupa
Şebekeleri” fasıllarında da müzakereler başlatıldı.
Buna karşın, Türkiye'nin limanlarını Rumlara açmadığı gerekçesiyle sekiz başlık, Aralık
2006'daki AB Zirvesi'nde donduruldu. Buna ek olarak Fransa, müzakereleri
engellemeyeceğini her fırsatta vurgularken yine “imtiyazlı ortaklık” seçeneğini de
öngörmediği gerekçesiyle beş başlık açılmasını veto etmeyi sürdürüyor.
Oysa bizimle aynı zamanda üyelik müzakerelerine başlayan Hırvatistan'ın müzakere süreci,
Türkiye'ye göre çok daha hızlı ilerliyor. Nitekim, şimdiye kadar 18 başlığı açan Hırvatistan'ın
gelecek yıl katılıma hazır olacağı ifade ediliyor.
Oysa yaşanmakta olan bazı gelişmeler, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinin önünü
aydınlatacağına aksine belirsizlikleri daha da artırıyor.
Alman Şansölyesi Angela Merkel’in tam üyelik yerine “imtiyazlı ortaklık” tercihi, Fransız
Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi olarak görmemekte inad etmesi,
başta Avusturya olmak üzere başka bazı AB ülkelerinin de Türkiye’nin üyeliğine karşı açık
veya örtülü tavırları, tam üyelik sürecinin kırılganlığını artırmaktadır.
Fransa ve Hollanda’daki referandumlarla reddedilen Avrupa Anayasa’sının yerine geçmek
üzere imzalanan Lizbon Antlaşması da İrlanda halkının referandumda menfi oy kullanması ile
bu aşamada yürürlüğe girme şansını kaybetti.
Lizbon Antlaşması’nın karşılaştığı çıkmaz yüzünden AB’nin kurumsal yapısı Nice
Antlaşması’na dayanmaya devam ediyor. Oysa bu antlaşmadaki yapısal düzenlemeler,
Türkiye’nin olduğu kadar Hirvatistan’ın da üyeliğine göre ayarlanmış değil.
2.1.5.- BABACAN GERÇEKTEN HANGİ GÖREVİ YAPIYOR?
Ali Babacan’ın resmen tanımlanmış olan görevin ardında yatan misyonuna ilişkin farklı
söylemler yaygın. Ali Babacan’ın, resmen;
 Geçen dönemden beri taşımakta olduğu AB ile müzakere sürecinden sorumlu Baş
Müzakereci şapkasına sahip. Ancak iki dönemdir bir kez dahi TBMM AB Uyum
Komisyonu’na gelerek herhangi bir bilgiyi paylaşmamış, bir öneriye kulak kabartmamış,
aksine AB’ye verilen Müzakere Pozisyon Belgelerini sadece muhalefet partilerinden değil,
Komisyon’dan da kaçırmıştır. AB bürokrasisinde belirli kişiler dışında çok az kişi, çok az
AB Parlamentosu üyesi Babacan’ın görevinden haberdar. Zira, Babacan fiilen bu görevi
yapmıyor. Durumu idare ediyor.
36
 Keza, 11 aydır Dışişleri Bakanı. Ancak işi gücü AKP’nin teslimiyetçi dış politikasının adeta
sözcülüğünü yapmak. Hiçbir ciddi platformda, Türkiye’nin ulusal çıkarlarının tartışıldığı
zeminlerde yok. Arada bir İslam ülkelerini ziyaretlerde gazetelerde boy gösteriyor,
papağan gibi ezberlediği, yuvarlak, hiçbir ağırlığı olmayan açıklamalar yapmakla meşgul.
Ali Babacan hakkındaki yaygın kanaat ise, kendisinin şu anda dışarıdaki İçişleri Bakanlığı
görevini yapmakta olduğudur. Sürdürdüğü müzakere ise Türkiye’nin AB süreciyle ilgili değil
AKP’nin Türkiye’ye yerleştirmek istediği zihniyetin AB ile müzakeresini yürütüyor. O desteğin
müzakeresini yapıyor. Örneğin türbanın, İslam dininin, Anayasa Mahkemesinin, AKP
hakkında açılan davanın müzakerelerini yapıyor. Bu konularda kazan, kazan oyunu
oynamaya çalışıyor. Yani hem AKP kazanacak, hem de dış odaklar kazanacak. Ortada
Türkiye’nin çıkarlarının, davalarının müzakeresi gibi bir çaba, bir duyarlılık yok.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde böyle bir dışişleri bakanının (veya bakanın)
bulunduğunu düşünmek imkânsızdır.
37
2.2.- ABD İLE İLİŞKİLER
Iran ile ABD ilişkilerin hızla tırmanmakta olduğu, ABD’nin İran’a bir sıcak müdahalede
bulunma olasılığının giderek artmakta olduğu bir dönemden geçmekteyiz. NATO içinde ve
dışında stratejik nitelikte ilişkiler içinde olduğumuz ABD’nin Irak’tan sonra İran’da
girişebileceği bir sıcak müdahalenin Türkiye açısından çok ciddi sorunlar yaratacağı açıktır.
Bir yandan, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin lideri Mesud Barzani dış basına;
“Biz hiç kimseden korkmuyoruz. Toprağımızı işgal etmek bütün bölgeye yayılacak bir krize
yol açacak olan kumar oynamak gibi bir adımdır. Kürtlerin silahlı mücadele yapmamaları ve
politik mücadeleyi seçmeleri gerekir. PKK terörist bir örgüt değil. Eğer PKK Türkiye’nin
görüşme yapma taahhüdünü yapar ve onu reddederse o zaman terörist olarak
adlandırılabilir. Kürdistan bölgesi, güvenlik konusunda önemli adımlar attı. Terörizm ve
aşırılık, coğrafi sınır tanımadığı için birleşmeliyiz. Dolayısıyla işbirliği için uluslararası bir güç
gerekli.” şeklinde iki yüzlü açıklamalar yapmaktadır.
Diğer yandan, Başkan Bush’un PKK’yı ortak düşman olarak tanımlamasından sonra
sağlanan sıcak istihbaratla, Türk Silahlı Kuvvetleri Kuzey Irak’ta konuşlanmış teröristlere
karşı etkin nokta operasyonlar yapabilmekteler.
ABD’nin, Irak'taki başarısız ABD müdahalesinden sonra İran'ın bölgede bir hegemon güç
olarak ortaya çıkmasına izin vermesi mümkün görünmüyor. "Nükleer Silah" gerekçesi ile İran'ı
hedefe oturtmaya çalışan ABD'nin bu politikasını değiştirmeyeceği ve İran'ın kendisine biat etmesi için elinden gelen tüm gayreti göstereceği yaygın kanaat olarak belirtiyor.
Bu koşullarda, “Soğuk savaş sonrası Türkiye cephe ülkesi haline geldi. Ankara ile
çalışmak istiyoruz…” diyen ABD Ankara Büyükelçisi Wilson’ın aşağıdaki ölçülü
mesajlarının, herhalde ABD Başkanlık seçimlerinden sonra, tabiatıyla bu mesajlar hala
geçerli ise, daha yakından değerlendirilmeleri gerekecektir.
1-Kapatma davası: Dikkatle izliyoruz. Türkiye’nin kurumlarına güveniyoruz. Demokrasisi
güçlü, laik ve hukukun üstünlüğünü benimsemiş bir Türkiye ile çalışmak isteriz.
2- Fethullah Gülen: Vize alıp ülkemize gelmiş bir kişi. Bu yöntemle gelenleri ideolojik ya da
dini testten geçirmiyoruz. Bu hareketi destekleme ya da desteklememe noktasında değiliz.
3- Ilımlı İslam: Bu tanımı ben kullanmıyorum, ülkemde de böyle bir proje yok. Ilımlı İslam,
kimi terör amaçlı kurumların İslam örtüsüne sığınması karşısında üretilen bir kısaltma.
4- 1 Mart geride kaldı: Soğuk savaş sırasında gerilimin Doğu Avrupa’da olacağı beklentisine
göre hazırlık vardı. Bugün çatışma Türkiye’nin çevresinde. 1 Mart tarih oldu.
5- Türk Silahlı Kuvvetleri: Türk ordusu ile son derece uyumlu bir çalışmamız var. Terörle
mücadelede karşılıklı diyalogla sorunlar çözüldü. PKK gittikçe güç kaybediyor.
6- Irak politikası: Yeni başkanla birlikte Irak politikası değişebilir. Başarılı olmak için Türkiye ile çalışmanın
gerekliliğine inanıyoruz.
38
2.3.- “CUMHURİYET, LAİKLİK VE DEMOKRASİ”
MODERN
TÜRKİYE’NİN
TEMEL
DEĞERLERİDİR…
Cumhuriyet Halk Partisi içtenlikle çağdaş, demokratik rejimin inançlı, tutarlı ve kararlı
bir savunucusudur. Bu konuda kimsenin hiçbir şüphe içine girmemesi lazımdır.
 Cumhuriyet Halk Partisi ve demokrasi arasında karşılıklı uyum ve dostluk dışında hiçbir
ilişki kurulamaz. Cumhuriyet Halk Partisi bu konudaki sicilini ortaya koymuştur, anlayışını
ortaya koymuştur, Türkiye’yi demokrasiyle kaynaştıran, bütünleştiren parti CHP’dir.
 Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye’yi modernleştirme iddiasının partisidir. Modernleşme
iddiasının bir temel dayanağı demokratikleşmedir.
 Cumhuriyet Halk Partisi, tek parti döneminden çok parti dönemine bilinçli bir çabayla
geçmiştir. Sorumluluğunu üstlenerek bedelini ödemeyi göze alarak geçmiştir. İktidarında
muhalefete dönüşmüş dünyadaki tek siyasi parti kendi kararıyla dönüşmüş Cumhuriyet
Halk Partisidir. Cumhuriyet Halk Partisi bunu öngörerek yapmıştır.
 Çağdaş, hukuk devleti anlayışını getiren odur, çağdaş hukuku getiren odur… Kadın-erkek
eşitliğini getiren odur, kadınlara oy hakkını sadece Müslüman dünyada değil, dünyada en
önde getiren ülkelerin başında Türkiye ve o zaman onu yöneten Cumhuriyet Halk Partisi
vardır. Kadın-erkek eşitliğine temelden inanan bir parti olarak CHP vardır.
 Hukukun üstünlüğüne inanan bir siyasi parti vardır. Basın özgürlüğüne, yargı
bağımsızlığına içtenlikle inanan, bütün gereklerini her iktidar döneminde gerçekleştiren bir
siyasi parti vardır; o da Cumhuriyet Halk Partisidir.
 Cumhuriyet Halk Partisi, daima Türkiye’yi çağdaş bir demokratik toplum olma
doğrultusunda yönlendirmiştir, etkilemiştir, Türkiye’yi demokrasiye doğru taşımıştır.
 Demokrasinin kesintiye uğradığı dönemlerde Cumhuriyet Halk Partisi en büyük demokrasi
mücadelesini veren siyasi parti olmuştur. 12 Mart döneminde bunu yapmıştır, 12 Eylül
1980 döneminde bunu yapmıştır. Bu mücadele içinde Cumhuriyet Halk Partisi
kapatılmıştır, Cumhuriyet Halk Partili siyasetçiler yasaklanmıştır.
 Bütün bunları aldırmadan tekrar demokrasiyi Türkiye’ye getirmek için inançla hepimiz
mücadele etmişizdir. Demokrasi konusunda Cumhuriyet Halk Partisine kuşku düşürmeye
kimsenin hakkı yoktur, kimsenin de haddi değildir, bunu herkesin çok iyi bilmesini isteriz.
 Biz, Türkiye’yi çağdaş, herkesin kendi kimliğine, kendi inançlarına sahip çıktığı, saygı
gördüğü, azınlık-çoğunluk ayırımının yapılmadığı, herkesin değerlerine saygı gösterilen
demokratik bir toplum, demokratik bir siyaset arıyoruz, Türkiye’yi oraya getirmeye
çalışıyoruz. Bütün engelleri, toplumsal engelleri, hukuki engelleri aşmaya çalışıyoruz.
 Cumhuriyet Halk Partisi, hiçbir zaman, herhangi bir ara rejimden, demokrasi dışı
müdahaleden ülke için de, kendisi için de bir yarar aramamıştır, görmemiştir.
 Bu konuda hiçbirimizin bir tereddüdü yok ama sanki bir demokrasi krizi var, sanki
Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye siyasetinin temel kuruluşları demokrasiye karşı
bir tavır içindeymiş gibi bir ortam yaratılmak, bir tedirginlik oluşturulmak isteniyor. Bunun
hiçbir temeli yoktur, bu, tam bir haksızlıktır.
Cumhuriyet Halk Partisi inançla, hem demokrasiye, hem laikliğe, hem de
modernleşmeye sahip çıkan bir siyasi partidir.
39
2.4.- LAİKLİK VE MODERNLEŞMEDEN ÖDÜN
VERMEYİZ
Biz, demokrasi konusundaki inancımızın teyidine, laiklik konusundaki anlayışımızın
tartışılmasına ihtiyaç hissetmiyoruz. Biz, Türkiye’deki, Avrupa’daki herhangi bir
merciinin Cumhuriyet Halk Partisinin demokratlığı konusunda vize verme hakkını kabul
etmiyoruz.
Son günlerde demokrasi ve laiklik arasında bir çelişki, bir çatışma algılaması var;
Türkiye’ye bakanlar, bu çelişkiyi;
 “Ya laiklikten tümüyle vazgeçerek demokrasi diye tarif ettikleri dinamiklere ülkeyi teslim
ederek çıkmak istiyorlar”
 Veyahut da laikliğe sıfatlar takarak, “demokratik laiklik” tartışması açıyorlar.
Gerçekte bunlar laiklikten vazgeçme arayışının, laiklikten kurtulma özleminin
yansımasıdır.
Laiklik kendine özgü bir temel kavramdır. “Zorla laiklik olmaz” diyor bir değerli
AB yöneticisi. Doğru, zorla olmaması lazım ama, kendisine sormak istiyoruz:
 Sizin ülkenizdeki laiklik referandumla mı geldi?
 Yani Orta Çağ’dan Avrupa laikliğe referandum yoluyla mı geçti?
 Yüz yıl savaşları neyin ifadesi?
 Vatikan’a karşı, Roma’ya karşı, onu himaye eden ülkelere, Fransa’ya karşı, İspanya’ya
karşı, İngiltere’nin, diğerlerinin verdiği mücadelelerin altında yatan anlayış ne?
 Yüz Yıl Savaşları demokratik bir süreç mi?
 Otuz Yıl Savaşları demokratik bir süreç mi?
 On binlerce insanın, “sen Protestansın, sen Katoliksin” diye birbirin boğazını kestiği o
katliamlar referandum yolunun, demokrasi yolunun bir uygulaması mıydı?
Biz, laikliğe ülkeyi yönetenlerin dünya deneyimini değerlendirerek, Türkiye için
iyinin, doğrunun ne olduğunu görerek aldıkları kararlar sonucunda toplumu
buna ikna etmeye çalışmalarıyla, toplumdan destek almaya çalışmalarıyla
geldik.
Bu uygulamalara girildiği zaman birisi parmağını uzattı, Doğu Anadolu’da “din elden gidiyor”
diye isyan çıkardı. Onlara rağmen bunu getirdik, o mücadelelerle getirdik. Kolay olmadı bu
dönüşüm;
 Şimdi, demokrasiyle laikliği tehdit etmek meşrudur mu diyorsun?
 Genel oyla laikliği ortadan kaldırmak meşrudur mu diyorsun?
 Yani halktan oy aldım ben, laikliği kaldırırım demeyi hak mı biliyorsun?
 Söylediğin lafların arkasında yatan gizli kavram bu mu?
Laikliği kaldırırsak bunun;
 Demokrasinin kalkması sonucunu,
 Özgürlüğün, özgür düşüncenin, özgür insanın kalkması sonucunu,
 Tabuların egemen olması sonucunu,
doğuracağını nasıl görmüyorsun?
40
Demokrasi ve laiklik ikisi de aynı zamanda, ikisi de beraber hiçbirini öteki için
kurban etmeden, hiçbirisinin ötekini tahrip etmesine göz yummadan ama ikisini
de koruyarak götüreceğiz.
Türkiye’de laikliğin kurucusu olan Cumhuriyet Halk Partisi için
laiklik, hiçbir şekilde ödün veremeyeceği temel ilkedir.
 Toplum ve devlet yaşamında laiklik, Cumhuriyet’in, ulusal bütünlüğün ve toplumsal
dayanışmanın temel taşıdır. Laiklik korunmadan demokrasi yaşatılmaz; çağdaş toplum
oluşturulamaz.
 CHP, laikliği, bir toplumda farklı inanç özelliklerinin barış içinde birlikte yaşanabilmelerinin
ortak güvencesi olarak görmektedir.
 Lâiklik; ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük
ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık
idealinin temeli olan uygar bir yaşam biçimidir.
 Lâiklik; toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması; ulusal egemenliğe,
demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş
düzenleyicisidir.
 Laiklik; insanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür
düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve
vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir.
 Bizim laiklik anlayışımız devletin bütün inançlara, dinlere ve mezheplere saygı
göstermesini ve eşit davranmasını gerektirir. Ama aynı zamanda hiçbir inancın, mezhebin
ve dinin devletin yönetimini, hukukunu ve eğitimini etkilemesine izin vermeme ilkesine
dayanır.
 Demokrasiye geçişin de aracı olan lâiklik, Türkiye’nin yaşam felsefesidir. Demokrasinin ve
çağdaşlığın temeli olan demokratik ve laik Cumhuriyet sayesinde Türk insanı ümmetten
ulusa, kulluktan yurttaşlığa, geçebilmiştir.
2.5.- GÜNÜMÜZDE 19 MAYIS’IN ANLAMI HER
ZAMANKİNDEN ÖNEMLİ HALE GELDİ
19 Mayıs, bizim siyasal yaşamımızın çok önemli bir dönüm noktası. Çağdaş Türkiye’yi kurma
mücadelesinin çıkış tarihidir. 19 Mayısta modern Türkiye’yi kurmak üzere mücadeleyi Mustafa
Kemal başlatmıştır. O, bir devrin ilk harekete geçtiği noktadır, o açıdan fevkalade önemlidir.
Bütün önemli toplantılar ondan sonra gerçekleşmiştir… Amasya Tamimi 19 Mayıstan
sonradır…Sivas Kongresi daha sonradır… Erzurum Kongresi daha sonradır… Ankara’da
Meclisin açılması daha sonradır… Cumhuriyetin ilan edilmesi, yeni Anayasanın şekillenmesi
bunların hepsi çok daha sonradır… Tüm bunların başlangıcı 19 Mayıs 1919’dur.
41
19 Mayıs çok büyük bir yeni dönem açma iradesiyle yola çıkan bir büyük insanın Türk tarihine
damgasını vurduğu andır.
Gerçekten, bugün bunun önemini çok daha iyi anlıyoruz. Mustafa Kemal, çok büyük bir
tarihsel sezgi içinde bir büyük tarih yolculuğuna çıkmıştır ve bu yolculuğun her aşamasında
göğsümüzü kabartan, yüzümüzü ağartan çok büyük bir başarıyı gerçekleştirmiştir. Bugün
geldiğimiz noktaya bizi taşıyan sürecin altında 19 Mayıs vardır.
19 Mayıs, siyaseti geçmişte şekillendiren olaylardan farklıdır. Geçmişte siyaseti askeri
kumpaslar, hükümet düşürme girişimleri, harbiye baskınları, komplolar, suikastlar belirler idi.
İmparatorluğun çöküş dönemindeki siyaseti oluşturan, şekillendiren uygulamalar bu tür
uygulamalardı. Ama ilk kez çağdaş tarihimizde Mustafa Kemal, siyaseti çağdaş bir siyaset
projesi gibi algılamıştır. Komplo, tertip, suikast, baskın, adam öldürme yöntemlerini bir kenara
bırakarak ne yapılması gerektiğiyle ilgili bir proje ortaya koymuştur… “Millî iradeyi amil ve
hâkim kılacağız” demiştir.
Bu büyük bir iddiadır. “Altı yüz yıllık saltanat ve hilafet egemenliği karşısına millî iradeyi
geçireceğiz” diye yola çıkmıştır. Bunu Anadolu’da insanlarla, halkla, toplumla bir araya
gelerek, onları ikna ederek, sanki günümüzdeki bir seçim kampanyasını gerçekleştirir gibi il il
dolaşarak, talimatnameler değil, tamimler yayınlayarak, bildiriler yayınlayarak, düşüncesini
yaymaya çalışarak, projesini paylaştırarak, insanlarla buluşup bire bir onları ikna etmeye
çalışarak yapmıştır. Bu işi Havza’da yaparak, Amasya’da yaparak, Sivas’ta yaparak,
Erzurum’da yaparak, Hacıbektaş’ta yaparak, Kırşehir’de yaparak Ankara’ya kadar Anadolu’yu
dört bir tarafından gezmiş ve dolaşmış, projesini anlatmıştır.
Ne yapılması gerektiğine yönelik inancını paylaşmaya çalışmış, onun altyapısını şekillendirmiş
ve gerçekten Türkiye’nin ilk çağdaş, modern, demokratik sivil, halka inanan, güvenen, sadece
nazariyatta millî irade demeyen, halkı ikna ederek bunu gerçekleştirmek için uğraş veren bir
çağdaş siyaset adamı olarak ortaya çıkmıştır.
19 Mayıs bu sürecin başlangıcıdır ve bu süreç, gerçekten muhteşem bir başarıyla
gerçekleşmiştir. Siyasetin gerektiği yerde siyaset, millî bağımsızlığı kazanmanın gerektirdiği
yerde işgale karşı millî direniş, ulusal mücadele, Kuvay-ı Milliye ve savaş hepsini gereken
yerde, gereken şekilde yaparak çağdaş Türkiye’yi kurmuştur.
Bugün ne mutlu, bir yabancı bilim adamı, Yirminci Yüzyılın en büyük lideri olarak Mustafa
Kemal ATATÜRK’ü, kendi ölçüleriyle, kendi bilimsel değerlendirmesiyle ilan etme ihtiyacını
hissetmektedir. Bugün dünya, ölümünden bunca yıl sonra, yetmiş yıl sonra Mustafa Kemal’i
Yirminci Yüzyılın, yani dünyanın en büyük çalkantılar yaşadığı, en iddialı liderlerin hüküm
ferman olduğu, dünyanın rejim değişikliklerine maruz kaldığı, en köklü bunalımların yaşandığı
bu kargaşa döneminin içinden ayakta kalan tek büyük en önemli siyasi lider olarak
selamlamaktadır.
Hâlâ Mustafa Kemal’i içine sindiremeden, açıktan, gizli gizli Mustafa Kemal’e karşı
kampanya yaparak siyaset yapma peşinde koşanlara ibret olsun.
19 Mayısımız kutlu olsun, daha nice 19 Mayıslara, daha nice 19 Mayıslara hep birlikte
yürüyeceğiz.
Geçmişle iftihar ediyoruz ama önümüzde yeni görevler var, yeni hedefler var, yeni
sorunlar var, yeni sıkıntılar var, bunlarla mücadele edeceğiz, bunlara mücadele ederken
geçmişten güç alacağız. Ama her zaman geleceğe bakacağız, önümüzdeki sorunları en
doğru şekilde çözmenin yöntemlerini, yollarını bulacağız ve hep birlikte uygulayacağız.
Bu özgüvenimizi, bu inancımızı, bu umudumuzu bugün de, yarın da paylaşmalıyız…
42
2.6.- “KÜRT SORUNU” BİR DEMOKRASİ VE
KALKINMA SORUNUDUR…
Her Kökenden Tüm İnsanlarımız, Bu Ülkenin Eşit Yurttaşıdır… CHP,
Bu Sorunu Gören, Çıkış Yolunu Gösteren, Çözümü Öneren “İlk ve
Tek Partidir”…
Biz, daha 1989 yılında herkesin suskun olduğu bir dönemde Deniz BAYKAL’ın,
başkanlığında KÜRT SORUNUNA, “Bireysel Kültürel Hakların vazgeçilmezliğine” olan
duyarlılığımızı ortaya koyduk. “Etnik köken farklılıklarına ve kültürel çoğulculuğa” olan
saygımız, “demokratik değerlere, eşitliğe ve hoşgörüye” olan bağlılığımız çerçevesinde
toplumumuza, “üniter devlet” temelinde kalıcı çözüm için politikalarımızı sunduk. Bu
konuda DGM’nin “Deniz BAYKAL ve Parti hakkında” soruşturma ve kovuşturmasına
uğradık.
Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa KEMAL önderliğinde kuruluşuna öncülük
etmiş bir parti olarak bu konudaki sorumluluğumuzu kararlılıkla sürdürdük. Her türlü teröre,
ülkemizin bütünlüğünü kasteden yapılanmalara karşı çıkarken, iç barışımızın kanamaması
için gayret gösterirken, 1994 Parti Programımızın Etnik Duyarlılıklara Demokratik Çözüm
ilkemiz ile Türkiye’ye “çıkışın, barışın, kardeşliğin, demokrasinin” yolunu gösterdik.
Türkiye Cumhuriyeti, bir “ırk ve kan bağı cumhuriyeti”, bir “etnik köken cumhuriyeti” olarak
kurulmadı. Türkiye Cumhuriyeti, farklı insanların, cumhuriyetin eşit statüdeki kurucu unsurlar
olarak yer aldığı bir yapılanmadan, bir ideal beraberliğinden kaynaklandı. Kürt kökenli
yurttaşlarımız, tüm diğer farklı kökenli yurttaşlarımız gibi, ülke mozaiğimizin, bizi ulus
yapan değerlerimizin ayrılmaz bir parçasıdır.
 ETNİK KİMLİK BİR ŞEREFTİR: Etnik ve Kültürel Farklılıklar Zenginliğimizdir: Ulusal
sınırlar içinde yaşayan insanların farklı etnik kökenden gelmeleri, farklı kültürel,
mezhepsel, dinsel özellikler taşımaları, birlikteliklerinin ve ortak bir ulus oluşturmalarının
engeli olamaz. Bu farklılıkları kaldırma girişimleri hiçbir şekilde bir devlet politikası
olamaz. Bu farklılıklar ulus olarak zenginliğimizdir, güzelliğimizdir, güç kaynağımızdır.
 TÜRKİYE DEVLETİ ETNİK KÖRDÜR: Devlete göre, “etnik kökeni, ırkı, dini ve mezhebi”
ne olursa olsun, eşit haklara sahip yurttaş vardır. Devlet yurttaşın etnik kökenini göremez,
etnik kökenine göre ayrıma tabi tutamaz. Çağdaş devletin ırkı yoktur. Devlet, kimsenin
etnik kökenine karışamaz. Devletin görevi etnik farklılıkları teşvik etmek de değildir.
 KİŞİSEL KÜLTÜREL HAKLAR KUTSALDIR: Kişisel kültürel haklara saygı, kişinin
kimliğine saygıdır; insana, insan haklarına ve çoğulcu demokrasiye saygının gereğidir.
Kişisel kültürel haklar hiçbir devlet erki tarafından çiğnenemez.
 DEVKLETİN GÖREVİ ASİMİLASYON DEĞİL, ENTEGRASYONU SAĞLAMAKTIR:
Cumhuriyetimiz din, dil, ırk ve etnik köken temelleri üzerinde değil, siyasal bilinç ve ideal
beraberliği zemininde kurulmuştur. Kimsenin ırkı ve kökeni diğerinden üstün değildir. Bu
nedenle ırk temelinde çözüm veya asimilasyon uygulamalarından demokrasimiz
kendini korumalıdır.
 “ANADİL”, KÜLTÜREL DİYALOĞUN, “RESMİ DİL” İSE, SİYASAL BİRLİĞİN
ARACIDIR: Ülkemizde farklı anadillerin, lehçelerin, etnik ve kültürel kimliklerinin var
olması, varlıklarını sürdürmesi çoğulcu demokrasimizin zenginliğidir. Partimizin, kültürel
mozaiğimizin bu zenginliklerinin her boyutuyla korunması ve geliştirilmesini çoğulculuk
43
anlayışının vazgeçilemez koşulu saymaktadır. Devletin; Ne “kültürel kimlikleri yok
sayma”, ne de, herhangi bir kültür kümesinin “siyasal kimlik arama”, hakkı vardır.
CHP, “hoşgörü, demokrasi, kültürel çoğulculuk, eşitlik ve bölgesel
gelişme” politikaları ile, ülkenin her yöresinde, her kökenden
insanlarımız arasında “toplumsal barışın, dayanışmanın, bütünlüğün
ve refahın” güvencesini oluşturacaktır.
 1994 tarihli“Etnik Duyarlılıklara Demokratik Çözüm” ilkemiz gereği, KÜRT kökenli
yurttaşlarımızın,
 Kendi ana dilini özgürce kullanabilmesi, özel dershaneler veya kurslar gibi kurumlar
kurarak özgürce öğrenebilmesi ve öğretebilmesi,
 Kürtçe veya lehçelerinde, gazete, dergi, kitap ve diğer yayınlarda bulunabilmeleri,
“müzik, müzik kaydı yapabilmeleri, bunları toplumla paylaşabilmeleri”,
 Mevcut veya yeni kuracakları “özel televizyon kanalları veya radyolarda”, RTÜK’ün
genel kuralları çerçevesinde, kendi anadillerinde yayın yapabilmeleri,
 Kendi kültürel etkinliklerini, folklorlarını yaşatabilmeleri ve geliştirebilmeleri,
 önündeki mevzuattan veya uygulamadan kaynaklanan tüm engeller kaldırılmalıdır.
 Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Hukuk Devleti Tüm Kurum Ve
Kuralları İle İşlerliğe Kavuşturulmalıdır,
 Temel hak ve özgürlükler eksiksiz uygulanmalı, bölgede yaşamakta olan
yurttaşlarımızın hiçbiri potansiyel suçlu olarak görülmemelidir,
 Çatışma ortamından kaynaklanan maddi mağduriyetler hızla ve tümüyle giderilmeli,
5233 nolu yasanın uygulaması, gerçekçi kriterler çerçevesinde yeniden ele
alınmalıdır,
 “Boşaltılmış Köylere Geri Dönüş”, güvenlik, gönüllülük kriterleri çerçevesinde, yeni
bir mekansal planlama anlayışı ve “sağlık, eğitim, haberleşme, kırsal alt yapı” gibi
kamusal hizmetleri eşliğinde, gerekli devlet desteği ile hızla sağlanmalıdır.
 Devlet Yatırımı Ve Öncülüğü Olmadan Doğu Ve Güneydoğu’nun Kalkınması
Sağlanamaz…
 Devlet kalkınmanın sorumluluğunu üstlenmelidir. devlet sonuna kadar devlet kaynağı
ile bölgeye gitmelidir. Bölgede kamu öncülüğünde girişimcilik yaygınlaştırılmalıdır:
 Özelleştirme sonrası duran tesisler, verimli yapıda ekonomiye kazandırılmalıdır.
 Sınır bölgelerindeki araziler mayınlar temizlenerek, çevrede yaşayan ve Tarım
Kooperatifleri bünyesinde örgütlenen topraksız veya az topraklı köylüye, “sözleşmeli
organik tarım işletmeciliği” yapmaları koşuluyla tahsis edilmelidir...
 Bölgede Girişimcilik Desteklenmelidir
 Bölgede KOBİ’ler ve aile işletmeciliği desteklenmelidir. Mikro kredi uygulaması
yaygınlaştırılmalıdır.
 Fabrika İçin Yatırım Özendirilmelidir: Bölgeye yeni tesis ve fabrikalar için yerli veya
yabancı doğrudan sermaye akışı desteklenmelidir.
 Sektör Bazında Güçlü Teşvik: Mevcut teşvik sistemi yerine, sektör temelinde “yeni,
somut, etkin ve seçici” Yatırım Teşviki uygulamasına geçilmelidir.
 Meralar güvenli kullanıma açılmalıdır. Özellikle ahır hayvancılığı, tarımsal ve orman
ürünleri üretimi ve ev ekonomisi faaliyetlerini desteklenmelidir.
 Bölgede Sosyal Devlet Ayağa Kaldırılmalıdır:
 Sosyo-ekonomik alt yapının, özellikle eğitim, sağlık, ulaşım, haberleşme, iletişim
alanlarındaki yetersizlikleri hızla giderilmelidir.
44
 Yoksullukla mücadele için Sıfır Açlık ve Herkese Bedelsiz Sağlık Hizmeti
Projelerinin uygulamasına hızla geçilmelidir.
 Eğitimde atılım yapılmalı, eğitilmemiş çocuğumuz bırakılmamalı, özellikle Yatılı
Parasız Eğitim olanaklarının sağlanmasına çok büyük önem verilmelidir.
 Bölge, kamusal hizmetler için bir sürgün veya mahrumiyet bölgesi olmaktan
çıkarılmalıdır.
 Bölgede işsizlik sorununa kalıcı çözümler etkinlik kazanıncaya kadar, kademeli olarak
devreye sokulacak “kırsal kesim geçici istihdam projesi” uygulaması ile sosyoekonomik olumsuzluklar kısmen göğüslenilmelidir.
 GAP’ı Tamamlamak, Önceliğimizdir… CHP, “Güney Anadolu Projesi”ni (GAP) tüm
boyutları ile bir bütün olarak ele alacak, dengeli bir şekilde bir “toplumsal gelişme projesi”
niteliğinde hızla gerçekleştirilmesini sağlayacaktır. Bu çerçevede;
 GAP Bölgesi’nde 2008 yılı itibarıyla Fırat ve Dicle Havzası’nda toplam 272 bin 972 ha
alan sulamaya açılmış olup, sulama yatırımlarının ancak yüzde 15’i
gerçekleştirilmiştir. Bu gecikme hızla kapatılarak, sulamaya yönelik yatırımlar
tamamlanarak, GAP’ın çiftçiye ve tarımsal kalkınmaya katkısı sağlanacaktır.
 Organik tarım, tekstil ve konfeksiyon, uygulamalı teknoloji, yenilenebilir enerji ve
turizm GAP’ın üretim stratejisinin öncelikli sektörleri olarak hızla geliştirilecektir.
 GAP’a yönelik temel girdi ve gıda tesislerinin, dışa açık uzun vadeli bölgesel planlama
perspektifi içinde geliştirilmeleri özendirilerek desteklenecektir.
 Demokratik kooperatifçiliği temel alan, verimli işletmecilik kriterlerini gözeten adil ve
etkili bir “Toprak Reformu” ile Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da verimli ve çağdaş bir
tarım yapısına ulaşılarak, feodal koşullar aşılacaktır.
 Toprağı işleyen köylünün hakları korunacak, çiftçimizin yoksullaşması, doğaya teslim
olması, kendi kaderine terk edilmesi, “çiftçiyi yok sayan anlayış” sona erecektir.
 GAP Bölgesi’nde yer alan illerde, Organize Sanayi Bölgelerine (OSB) özel önemle
yaklaşılarak, OSB’lerin alt yapılarının öncelikle bitirilmesi sağlanacaktır.
 Bölgede demokratik kitle örgütlerinin, meslek odalarının ve üniversitelerin katkıları ile
tarım ve hayvancılık konularında çiftçilerin eğitimi için seferberlik başlatılacaktır.
 Çiftçi Emeğinin Karşılığını Alacak, Refahı Artacak…
 Gerçekçi ve Seçici Taban Fiyat, Çiftçiye Refahtan Adil Pay Üreticilerin gelirlerini
iyileştirmeyi hedef alan, verimlilik ve kalite ölçütlerini gözeten, dış pazar koşullarını
göz ardı etmeyen gerçekçi ve seçici taban fiyat uygulamasına geçilecektir. Çiftçi,
ürettiği her üründen hak ettiği bedeli ve primi zamanında alacak, ürünü elinde
kalmayacak. Bu sürece Ziraat Odalarının ve Kooperatif Birlikleri ile Üretici Birliklerinin
katkı ve katılımları sağlanacaktır.
 Yoksulun Sigorta Primini Destek: Tarım Sigortaları Kanunu değiştirilerek, yoksul
çiftçilerin sigorta primlerinin tamamı devlet tarafından karşılanacaktır.
 Çiftçinin Mazotuna Destek: Çiftçinin kullandığı bütün girdilerde gereken destekler
sağlanacak, çiftçinin kullandığı mazottan Özel Tüketim Vergisi alınmayacaktır.
 Kuzey Irak, Türkiye’ye Dost Bir Bölge Hâline Dönüştürülmesine Yeni Bir Pencere
Açılmalıdır. Bu anlamda;
 Irakla ticari ilişkilerimiz geliştirilmelidir, Irak’la ilişkimizi HABUR’un tekelinden
çıkaracak, çok yönlü ticari bağlantıların önünü açacak, OVAKÖY Kapısı ve benzeri
önlemler alınmalıdır.
 Kuzey Irak’lı gençlere Türkiye’de eğitim ve staj olanağı sağlanmalıdır:
 Bölge ile iletişimde açılım yapılması, kültürlerin buluşturulması sağlanmalıdır: Kuzey
Irak Bölgesi’ne yönelik Kürtçe, Arapça yayın yapılması karşılıklı uyum içinde
sağlanmalıdır.
 Anadolu’nun suyundan yararlanmaları sağlanmalıdır. ILISU Barajı’nı bir an önce
tamamlanarak Dicle’nin başıboş akmasına son verilmelidir.
45
2.7.- “YARGININ BAĞIMSIZLIĞI”, TÜRKİYE’NİN
EN TEMEL KONUSUDUR.
Türkiye’de yargının temel sorunu, yargının bağımsızlığı konusudur. İktidardan gelecek,
siyasetten gelecek tehdide karşı yargının bağımsız olması, siyasi talimatla hüküm verme
mecburiyetinden yargının çıkarılması, Hukuk Devleti yapılanmamızın temel koşuludur.
“Erkler ayrılığı” ilkesi, “hukuk devleti”ni gerçekleştirmenin temel koşullarından biridir.
“Yasama, yürütme ve yargı” erklerinin ayrılığı ile amaçlanan, erklerin birbirini denetlemesi
yoluyla, siyasal iktidarın kötüye kullanılmasının önlenmesi ve hukuka uygunluğun
sağlanmasıdır.
1982 tarihli Anayasa’mızın 9. maddesi, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına bağımsız
mahkemelerce kullanılacağını; 138. maddesi, yargıçların görevlerinde bağımsız olduğunu;
Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlarına göre karar vereceklerini;
hiçbir organ, makam, mercî veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere emir
ve talimat veremeyeceğini, genelge gönderemeyeceğini, tavsiye ve telkinde
bulunamayacağını öngörmektedir.
Yargı bağımsızlığındaki yetersizlikler, yargıya siyasi müdahaleler, günümüzde, yargı
etkinliğinin ve adaletin sağlanması sürecinin önündeki en önemli sorunlardır. Özellikle AKP
iktidarı ile bu sorun en üst düzeye tırmanmıştır.
Bu nedenle, bu konuda, savcı ve hakimlerin özlük haklarını koruyacak, onlara yönelik siyasi
ve diğer müdahaleleri kesinlikle önleyecek düzenlemeler öncelikle yapılmalıdır.
Anayasa’nın 140. maddesi de yargıç ve savcıların özlük işlerinin, mahkemelerin bağımsızlığı
ve yargıçlık güvencesi esaslarına göre kanunla düzenleneceğini bildirmiş; yargıç ve
savcıların mesleğe kabul edilmelerine, atanmalarına, geçici yetkilendirilmelerine, kadro
dağıtımına, yükseltilmelerine, haklarında disiplin cezası verilmesine, bu görevden
uzaklaştırılmalarına ilişkin yetkileri, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bırakmıştır.
Bilindiği gibi, Adalet Bakanı ile Adalet Bakanlığı Müsteşarı Kurul’da oy hakkı sahibi doğal
üyedirler ve Adalet Bakanı, Kurul’un başkanıdır. Bu yapı, Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu’nun yürütmenin etkilerine açık hale gelmesine ve bağımsız bir konumdan
uzaklaşmasına yol açmaktadır.
Yargıç ve savcıları idari olarak Adalet Bakanlığı'na bağlı kılan düzenlemeler kaldırılmalı,
yargıç ve savcılar üzerinde fiili baskılara olanak veren düzenlemeler sonlandırılmalıdır.
Diğer yandan Anayasa’nın 144. maddesinde, hakim ve savcılar hakkındaki soruşturmaların,
Kurul’a değil Adalet Bakanlığı’na bağlı müfettişler eliyle yürütüleceğinin ifade edilmesi, yargıyürütme etkileşiminin yoğunlaşmasına neden olabilecek bir başka husus olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Kurul’un çalışma biçimi de, bir başka olumsuzluk alanı oluşturmaktadır. Bugün Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu, ayrı örgütü, özerk bütçesi, binası, sekreteryası bulunmayan; Adalet
Bakanlığı memurları eliyle işlerini yürüten bir kurum görünümündedir. Kurul’un çalışmaları
“saydamlık”tan uzaktır.
Yargıç güvencesini ve yargının bağımsızlığını tehlikeye düşüren bu sakıncaları gidermenin
yolu ise, Anayasa’da, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, yargı organlarının seçeceği
üyelerden oluşan; Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı’na oy hakkı sahibi doğal üye
olarak yer almak imkanının tanınmadığı bir yapıya kavuşturulmasıdır.
46
2.7.1.- KAPALI KAPILAR ARDINDA HAZIRLANAN, SADECE
AB’YE SUNULAN YARGI REFORMU STRATEJİ TASLAĞINA
YARGITAY’DAN TEPKİ
Yargıtay Başkanlar Kurulu 21 Mayıs tarihinde yayınladığı bildiri ile, AKP’nin adeta gizli
kapılar arkasında hazırladığı Yargı Reformu Strateji Taslağını, herkesten kaçırarak AB
temsilcilerine sunmasını şiddetle kınadı.
Yargıtay Başkanlar Kurulu Bildirisinde,
 Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun, ''kuruluşunun 85. yılında Cumhuriyetin temel niteliklerinin
tartışmalara ve yeni tanımlamalara konu edilmesinden ve yargı erkine yönelik sistemli
saldırıların ivme kazanmasından duyduğu kaygıyla görüş ve önerilerini, adına yargı yetkisi
kullanmaktan onur duyduğu Yüce Milletiyle paylaşmak gereğini duyduğu,
 Cumhuriyetin temel niteliklerini benimseme, sahiplenme ve koruyup yüceltme işlevinde,
devletin temel organları olarak yasama, yürütme ve yargı, Anayasa gereği, uygar bir iş
bölümü ve işbirliğiyle yetki ve sorumluluk üstlenmiş, erkler arasında üstünlük sıralaması
olmadığı, üstünlüğün sadece Anayasa'da bulunduğu ilkesi getirilmiş, yargının
bağımsızlığına özellikle vurgu yapılmış olduğu,
 'Yargı Reformu Strateji Taslağı''nın Avrupa Komisyonunun Genişlemeden Sorumlu
Üyesi'ne sunulmasının eleştirildiği bildiride, ''Bu konuya ilişkin Yargıtay'ca yapılan düzeyli
ve hukuki uyarıya hiç de icaplı olmayan biçimde karşılık verildiği, zamanlaması, biçimi ve
içeriği itibariyle kabulü mümkün olmayan taslakla, yürütme erkinin nasıl bir yargı erki
yaratmak istediğinin gün ışığına çıktığı
 Yargı erkinin geleceğini şekillendirecek böylesine ciddi bir taahhüdün (Yargı Reformu
Strateji Taslağı) Yargıtay'a sunulmadan, görüş, düşünce ve deneyimlerinden
yararlanmadan diğer yüksek mahkemelerin ve yargı erkinin sair üst organ ve
kuruluşlarının ve mensuplarının görüş ve önerilerinden de yararlanma gereksinimi
duymadan AB yetkilisine verilmesinin devlet sorumluluğuyla bağdaşmayacağı, hiçbir
gerekçeye de sığınılarak açıklanamayacağının ortada olduğu,
 Kaldı ki, yayımlanmış içeriği itibarıyla reform gibi gösterilen ve gerçekleştirileceği Devletçe
taahhüt edilen birçok önerinin, yargı bağımsızlığı adına asla kabul görmeyeceği,
yoğunluğunun Avrupa Birliği'nin önceki istişare ve ilerleme raporlarıyla ve keza kabul
görmüş uluslararası yargı bağımsızlığı kavramlarıyla büyük ölçüde çeliştiğinin
gözlemlendiği,
şeklindeki görüşlere yer verildi.
47
2.8.- ANAYASA MAHKEMESİ, AKP VE MHP’NİN
“TÜRBAN OYUNUNU” BOZDU…
Anayasa Mahkemesi, türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin Anayasa’da
değişiklik yapan “AKP, MHP ve DTP” yasasının iptaline ilişkin partimizin, DSP ile
beraber yapmış olduğu anayasa değişikliğinin iptali veya yok hükmünde kabul
edilmesi, yürürlüğünün durdurulması istemiyle açtığı davayı kabul ederek, yasayı iptal
etti ve yürürlüğünü durdurdu.
Mahkeme iptal kararını, anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez
hükmüne dayandırdı. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılı ile üye Sacit Adalı’nın karşı
oyuna karşı 9 üyenin oyuyla alınan karar gereğince bundan böyle türbana ilişkin herhangi bir
düzenleme anayasaya hiçbir şekilde sokulamayacak.
Mahkemenin karardan sonra yaptığı yazılı açıklamada, “9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa’nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal
edilmiştir. Yürürlüğü de durdurulmuştur” denildi.
Mahkeme iptal kararıyla, türban düzenlemelerinin anayasanın 2. maddesinde düzenlenen
laiklik ilkesine ve anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hükümlerine aykırı
olduğunu kabul etti. Karara göre, bundan sonra türbanın anayasaya sokulması yönündeki
girişimler Anayasa Mahkemesi’nce onaylanmayacak.
İptal edilen değişiklikle Anayasa’nın, “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesi son
fıkrasında yapılan değişiklikle “Devlet organları ve idari makamları, bütün işlemlerinde ve her
türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak
hareket etmek zorundadır” haline gelmişti.
Anayasanın, “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42. maddesine ise “Kanunda
yazılı olmayan bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu
hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir” şeklinde yeni bir fıkra eklenmişti.
Alınan karar anayasanın değiştirilemez maddelerine yönelik anayasa değişikliklerinin içerik
açısından da Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi içinde değerlendirilebileceğini ortaya
koymuştur. Böylelikle çok önemli bir içtihat anlayışı şekillenmiştir. Böyle bir ictihadın ortaya
konması, umarız bazı siyasetçilerin dolaylı yollardan giderek Anayasa’nın temel niteliklerine
yönelik köhne emellerine set çeker.
Gönül isterdi ki, bu konu gelip Anayasa Mahkemesi’nin kararına dayanmadan Meclis yaptığı
yeminin özünü iyi kavrasın. CHP olarak bunun yanlış olacağını söyledik. Cumhurbaşkanı
bunu onaylamasaydı bugün farklı noktada olurduk. ‘Velev ki siyasi simge olsun...’ anlayışının
bu noktaya gelip dayanacağını AKP ve MHP anlamak istemediler.
48
2.8.1.- AİHM’NİN TÜRBAN KARARLARI
Talep:
Üniversitede
türbanla
okumak
istiyorum.
Karar:
RET
Leyla Şahin, üniversitelerdeki türban yasağına uymayı reddederek, öğrencisi olduğu İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde eğitimine türbanla devam etmek istedi. Üniversiteye alınmadı.
Bunun üzerine 21 Temmuz 1998’de bu uygulamanın “din ve vicdan özgürlüğünü ihlâl ettiği”
gerekçesiyle AİHM’e başvurdu. AİHM 2005’te toplumda dinin yorumlanışı ve kamusal alanda
dini inançların ifadesinin etkileri üzerinde Avrupa genelinde ortak bir uygulama bulunmadığını
vurguladı. Türban yasağını dengeli bir karar ve demokratik bir toplumun gereği olarak
gösterdi.
Talep:
Üniversitede
türbanla
ders
vermek
istiyorum.
Karar:
RET
Derslere türbanla gelen Doç. Sevgi Kurtulmuş’un İktisat Fakültesi’ndeki görevine 1998’de
son verildi. 2001’de AİHM’e başvurdu. Mahkeme, 2006 yılında aldığı kararında başvuruyu
geri çevirerek, bu kararına gerekçe olarak, kamusal eğitimde görev yapan memurların
tarafsız olmaları gerektiğini gösterdi. Kararda, “demokratik bir devletin kamu çalışanlarından
anayasal ilkelere sadık kalmalarını talep etme yetkisi bulunduğu” vurgulandı.
Talep:
İmam
Hatipte
türbanlı
okumak
istiyorum.
Karar:
RET
İmam hatip liselerindeki türban yasağı 94 öğrenci tarafından 2002’de AİHM gündemine
taşındı. İstanbul’un Eyüp, Tuzla, Pendik ve Ümraniye ilçelerindeki İmam hatip liselerinde
okuyan 60 öğrenci ve bu öğrencilerden 34’ünün velilerinden oluşan 94 kişinin başvurusunda
“Başörtüsü yasağının eğitim ve din özgürlüklerine aykırı olduğunu” öne sürüldü. Mahkeme
Leyla Şahin davasındaki gerekçelerine dayandırdığı kararında, İmam hatiplerde Kuran
dersleri dışında uygulanan türban yasağının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı
olmadığını belirtti ve başvuruyu reddetti.
Dahlab Davası (ilk örnek)
Türban konusunu, “demokratik değerler” kapsamında değerlendiren AİHM’in önüne,
öğretmenlerin türban takmalarına ilişkin gelen ve içtihat oluşturan en önemli dava “Dahlab”
davasıydı. İsviçre’de bir devlet okulunda öğretmenlik yapan Bayan Lucia Dablab, başörtüsü
taktığı gerekçesiyle, “açık dini sembollerin okullarda kullanılmasını yasaklayan” İsviçre’de
görevinden uzaklaştırıldı. İsviçre mahkemeleri, laik okullarda tarafsızlığın korunması
gerekçesiyle kararı onadı. AİHM de 1991 yılında, “laik okullarda tarafsızlığın korunması ve
etkilenmesi çok kolay küçük yaştaki çocuklar üzerinde dinsel bir etki oluşturmaması”
gerekçesiyle İsviçre’nin lehine karar verdi.
Talep: İmam hatipte türbanlı ders vermek istiyorum.
Karar: RET
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi derslerde türban taktıkları gerekçesiyle görevlerinden
alınan Sakarya İmam Hatip Lisesi eski öğretmenleri Fatma Karaduman ve Sevil Tandoğan’a
ilişkin dün açıkladığı kararında “kamuda türbanı” yine haksız buldu.
Türkiye’nin düşünce, din ve vicdan özgürlüklerini (AİHS’nin 9. maddesi) ihlal ettiğini ve
kendilerine ayrımcılık yapıldığını (AİHS’nin 14. maddesi) iddia eden Türk öğretmenler
mahkemeden istediklerini alamadı. Zira AİHM, daha önceki kararları ışığında türbana bir kez
daha geçit vermedi. Ancak aynı mahkeme Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
adil yargılanmaya ilişkin 6’ncı maddesini ihlal ettiği kararına vardı. Mahkeme, Karaduman ve
Tandoğan’ın 2004 yılında Danıştay önündeki davaları sırasında, Savcı’nın yazılı görüşünün
kendilerine zamanında ulaştırılmaması nedeniyle, oybirliği ile hakların ihlaline hükmetti.
49
2.9.- TOPTAN, “GÜNDEM ÇARPTIRARAK”,
TARAFSIZLIĞINA LEKE SÜRÜYOR. ADETA
AKP’NİN SÖZCÜSÜ GİBİ DAVRANIYOR
TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın Anayasa Mahkemesi’nin türban kararıyla “yetkisini aştığını” ileri sürüp
Türkiye’ye yeniden “senato” sistemini önermesi, üzerine, CHP Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay, “AKP’nin
sürekli bir gerilim siyaseti ve tartışma siyaseti yürüttüğüne” dikkat çekti. “TBMM Başkanı Toptan’ın
Anayasa Mahkemesi kararıyla ilgili açıklamaları ve yeni getirdiği senato önerisinin bu yürütülen siyasetin
bir parçası olduğunu” açıkladı.
Meclis Başkanı TOPTAN’ın tarafsız olması gerekirken, son derece tartışmalı siyasi konularda öne çıktığını
kaydeden OKAY, “Taraf siyaseti yürütüyor. Bu önerilerde bulunurken, Meclis Başkanlığı sorumluluğuyla
bağdaşmayacak bir yaklaşım sergiliyor. Anayasa Mahkemesi’nin, kararıyla yetkisini aştığını söylemesi,
Meclis Başkanı’nın işi değil” dedi.
Toptan’ın Anayasa Mahkemesi kararından hemen sonra “senato” tartışması açmasını da eleştiren OKAY,
“Ortada hiçbir proje olmadan, böyle ham bir şekilde senato önerisinin takdim edilmesi sağlıklı değildir.
Çünkü senato bir sistemin değişimini gerektiren, yeni bir demokratik mekanizmadır. Sadece bir kaç
kelimeyle, ‘senato olsun’ demekle bitmez iş. Bu yaklaşım yeni bir gündem yaratma amaçlıdır.” saptaması
yaptı.
2.10.- MEDYA’DA YENİ YAPI
Medyada son dönemde özellikle Sabah ve ATV’nin, AKP’ye yakınlığıyla bilinen Çalık
Holding’in bünyesine katılmasıyla sektörde büyük bir değişim yaşanmaya başladı. Sabah ve
ATV’nin eski patronu Dinç Bilgin, “şu sıralar yayın hayatına yeniden dönmek gibi bir temas
ve trafiğinin olmadığını, ama medyanın dışına itildiğini de kabullenemediğini” belirtti. Doğan
Yayın Holding Ceo’su Mehmet Ali Yalçındağ, birçok yabancı grubun Sabah-ATV ihalesi
öncesinde satışla ilgilendiğini, sonra hepsinin bir anda “puf” diye yok olduğunu kaydetti.
CNBC-e Business dergisinin bu ayki sayısında, 54 sayfalık “Medyada Yeni Dönem”
dosyasında Sabah ve ATV’nin Çalık Holding bünyesine katıldığı tarih olan 21 Nisan 2008’in
Türk medya tarihinde özel bir yeri olduğuna dikkat çekildi.
Bu satışın yaratacağı etkinin önümüzdeki dönemde sektörün bütününü değiştirebileceği
belirtilerek “Çünkü TMSF’nin el koymasından önce Sabah ve ATV’yi kontrol eden Ciner
Grubu, sektörde başa güreşmeye tekrar aday olduğunu ilan ediyor. Ciner Grubu’ndaki
hareketlilik ister istemez sektördeki diğer önde gelen oyuncuların pozisyonlarını gözden
geçirmelerini gerektiriyor. Tabii bu arada sektöre yeni giren ve büyümek isteyenler, ilk kez bu
alana adım atmaya heveslenenler hiç eksilmiyor, bilakis artıyor. Üstelik son 20-30 yılda
sektörde yaşanan ve sonu hüsranla biten maceralara rağmen” denildi.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de medya patronları enerjiyle, enerji sektöründe faaliyet
gösterenler de medya ile çok yakından ilgili;
 Ana faaliyet konusu medya olan Doğan Grubu, Petrol Ofisi’ni alıp petrol ve enerji
faaliyetlerini daha da büyütmeye çalışıyor.
50
 Enerji sektöründe yoğunlaşan Ciner Grubu, medyanın kalıcı ve büyük oyuncularından biri
olmak istiyor. Geçmişte medyada yer alan Uzan Grubu’nun enerji şirketlerine verdiği
önem biliniyor.
 Sabah ve ATV’yi devralan Çalık Grubu, petrol taşımadan rafineriye.. elektrik dağıtımından
üretimine, enerji sektörünün hemen bütün alanlarıyla ilgili projeler üzerinde çalışıyor.
 Mobil telefon şebekelerinin en büyüğü konumundaki Turkcell’i kontrol eden Akşam Yayın
Grubu’nun sahibi Çukurova Holding, Irak’ta petrol çıkarmak dahil enerji alanında oldukça
aktif.
 Geleceğin sektörü gözüyle bakıp bu alana yatırım yapmayı zorunlu görenlerin dışında
başka nedenlerle medyada söz sahibi olmak isteyenler de var.
Medyaya girip diğer alanlardaki faaliyetlerini desteklemek isteyenler, belirli bir cemaati
arkasına alıp bunu o cemaatin de yararına dönüştürecek şekilde ticari ve siyasi güce
dönüştürme yaklaşımıyla hareket edenler, siyasi iktidarlarca desteklenip medyaya girmeye
teşvik edilenler, bir şekilde sektörde yer alıp iktidarları destekleyerek büyümeye
heveslenenler gibi...
“Doğru haber alma, doğruları ve gerçekleri bilme, doğru bilgilenme hakkı” demokrasinin
gereğidir. Bu haklar demeti, kamusal ve toplumsal sorumluluk anlayışına duyarlılık içinde
kullanılmadan ilkeli bir iletişim ortamı sağlanamaz.
Medya dışında stratejik sektörlerle iş ilişkisine girenlerin kamu ile çıkar ilişkilerine veya
çatışmasına girmeleri çok yaygın bir oluşumdur. Kamu kesimi ile bu tür yoğun ilişkilere giren
medya aktörlerinin veya kurumlarının halkın “Doğru haber alma, doğruları ve gerçekleri
bilme, doğru bilgilenme hakkı” konusunda oldukça zorlandıkları günümüzde çok açık olarak
görülmektedir.
Günümüz Türkiye’sin de, demokrasiyi yaşatmak, cumhuriyetimizin temel niteliklerini
korumak sadece muhalefet partilerinin, sadece CHP’nin değil, özgür medya
kurumlarının da asli görevidir. CHP olarak, medyamızın bu görevi daha etkin ve ilkeli
olarak yapmasını bekliyoruz.
2.11.- GN BAŞKAN BAYKAL’IN “1 MAYIS”
UYARISI
1 MAYIS’TA YAŞANAN TABLO ÇOK ÜZÜNTÜ VERİCİDİR. ÇOK
DÜŞÜNDÜRÜCÜDÜR. 1 MAYIS’TA TÜRKİYE ÇOK BÜYÜK BİR
ŞANSI KAÇIRMIŞTIR.
Yaşanan olaylar 1 Mayıs’ta bizim çok büyük bir şansı kaçırdığımızı açıkça ortaya koymuştur.
Buna biz dikkati çekmiştik ve hükümeti 1 Mayıs’ı sendikalarla birlikte, dayanışma içinde, her
türlü önlemi alarak bir kabus olmaktan çıkarmak için işbirliği yapmaya çağırmıştık.
51
Eğer hükümet böyle bir işbirliğine girmiş olsaydı öyle anlaşılıyor ki, Türkiye huzur içinde,
barış içinde, uzlaşma içinde dünyanın bütün başkentlerinde yaşandığı gibi Türkiye’de mutlu
1 Mayıs’ı yaşama şansını elde edecekti.
Maalesef bu olmamıştır. Bunun olmamasının sorumlusu tartışma götürmez biçimde açıktır.
Sorumlusu sendikalar değildir, iktidardır. Sendikalar talep yapmıştır. 1 Mayıs’ı İstanbul’da
Taksim Meydanında kutlayalım demiştir. 1 Mayıs’ı Taksim Meydanında kutlamanın önünde
ne hukuki, ne de siyasi herhangi bir engel yoktur. Hükümetin karar alması durumunda
Türkiye 1 Mayıs’ta meşru, hukuki bir kutlama yapma şansına sahiptir. Hükümet bunu
reddedince olay bir hukuk sorunu haline gelmiştir. Bizde hükümeti bu noktada anlayışlı
davranmaya çağırmışızdır.
Hükümeti sadece biz değil, TÜSİAD’da çağırmıştır. TİSK’te çağırmıştır. Türkiye’de aklı
başında bütün çevreler 1 Mayıs’ı bir kabus olmaktan çıkaralım, bir çatışma konusu olmaktan
çıkaralım, bir hukuki ihlal olmaktan çıkaralım, elbirliğiyle her türlü güvenlik önlemini alarak
barış içinde, huzur içinde bir 1 Mayıs kutlayalım teklifi yapılmıştır ve hükümet bunu
reddetmiştir. Ne diye reddetmiştir? Provokasyon istihbaratı aldık diye.
YAŞANAN
OLAYLAR
GÖSTERMİŞTİR
Kİ,
HÜKÜMETİN
TUTUMUNUN DIŞINDA BİR PROVOKASYON YOKTUR.
Ortada bir provokasyon vardır. Ama bu provokasyon sadece iktidarın uygulamasından
kaynaklanan bir provokasyondur. Eğer iktidar bir uzlaşmacı tavrın içine girmiş olsaydı
hiçbir provokasyonun olmayacağı açıkça görülmüştür. Ne bir şiddet uygulaması var, ne bir
silah var, ne bir saldırı aracı var. Eğer güvenlik önemleri işbirliği içinde alınmış olsaydı
Türkiye Taksim’de 1 Mayıs’ı şenlik, şölen içinde gayet güzel bir olay kutlayabilecekti.
Bu kutlanamamıştır. Bundan büyük üzüntü duyuyorum. İktidar bir dayatmacı, inatçı,
yasaklayıcı bir tanım içine girmiştir ve bu tavrı demokrasilerle bağdaşmayacak
biçimde çok ileri şiddet uygulamasına, zorbalık düzeyinde şiddet uygulamasına kadar
taşımıştır.
Çok yanlış olmuştur, Türkiye’nin imajı çok ciddi şekilde olumsuz etkilenmiştir. 1 Mayıs’ın
ekonomik bedeli, tahribatı çok ağır bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani bunu izah etmek
mümkün değildir. Bu sadece iktidarın özgüvenini kaybetmiş olduğunu ortaya koymaktadır.
Hükümetin korku, telaş hatta panik içinde olduğunu 1 Mayıs ortaya koymuştur. Gereksiz
telaş, gereksiz vehim, gereksiz suçlama, gereksiz korku iktidarı esir almıştır ve bu çok
tehlikelidir, çok yanlıştır, bir an önce iktidar bu ruh halinden çıksın. Güvenini sağlasın.
MAALESEF İKTİDAR KORKUSUNU YENEMEMİŞTİR.
YENEMEMİŞTİR. ŞİDDET KULLANMIŞTIR.
PANİĞİNİ
Türkiye bir hukuk devleti, bir demokrasi. İktidar Türkiye’nin saygıdeğer kuruluşlarıyla,
sendikalarıyla uyumlu, verimli işbirliği yapabilir. Bu olayın muhatapları vatansever insanlardır,
vatansever kuruluşlardır, saygıdeğer, ciddi, büyük sendikalardır. Bunlarla iktidarın işbirliği
yapmasının önünde hiçbir engel yoktur.
Maalesef iktidar korkusunu yenememiştir. Paniğini yenememiştir. Şiddet kullanmıştır. Bu çok
tehlikeli bir tablodur. Bundan büyük üzüntü duyuyorum. Türkiye’ye büyük zarar vermişlerdir
ve bu tablo karşısında Başbakanın açıkça çıkıp özür dilemesi lazımdır. Başbakanı İstanbul
halkından ve 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen sendikalardan özür dilemesi gerektiğine
inanıyorum. Yanılmışız demesi lazım. Provokasyon olur zannettik, olmayacakmış demesi
52
lazımdır. Provokasyon korkusuna kendimizi kaptırmış olmamız yanlış olmuştur demesi
lazımdır ve bir daha böyle bir olayın yaşanmayacağı konusunda topluma güvence vermesine
ihtiyaç vardır.
Bu 1 Mayıs hepimizi çok derinden üzdü, yaraladı. İktidarın demokrasi konusundaki anlayışı,
hukuk konusundaki anlayışı, özgürlük konusundaki anlayışı, insan hakları konusundaki
anlayışı bu somut olayda ortaya çıkmıştır ve bütün bunların sadece kendi işine yaradığı
sürece, iktidarın hesabına uygun düştüğü sürece kullanılacak kavramlar olduğu
gözükmüştür. İktidarın demokrasi konusundaki içtensizliği, samimiyetsizliği çok açık biçimde
bu olayda görülmüştür.
Bu tabloyu Türkiye bir daha yaşamamalıdır. Başbakan dediğim gibi özür
dilemelidir, ilgililer hesap vermelidir ve Türkiye birbirini suçlamaya gerek
kalmadan haklarımızı, hukukumuzu kullanabileceğimiz bir ülke haline en kısa
zamanda yeninden dönüştürülebilmelidir.
CHP İKTİDARINDA 1 MAYIS TAKSİM’DE KUTLANACAKTIR
Bu olay çok rahat kontrol edilebilir bir olaydı. Bakın, biz, 1 Mayıstan çok önce bunu söyledik,
yine bu kürsüden söyledik. Bir çatışma değil, bir işbirliği, elbirliğiyle 1 Mayısa gidelim dedik,
sendikalar buna elverişli, yatıyorlar, buna destek olmak anlayışı içindeler. Onları çağırın bir
araya gelin, devlet olarak her türlü güvenlik önlemini alın, sendikalar işbirliği yapsınlar,
provokasyona yönelecek hiçbir çevreyi sokmayın, hiçbir bayrağı sokmayın, hiçbir kesimi
sokmayın, devlet olarak sokmayın, birlikte tedbir alın ama oraya insanlar gelsinler ve artık 1
Mayıs bizim için bir kâbus konusu olmaktan çıksın.
Orada da barış içinde, huzur içinde devletiyle, sendikasıyla, İstanbullusuyla, işçisiyle el ele
hep birlikte huzur içinde bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’mizde de 1 Mayısı
kutlayabileceğimizi gösterelim.
Hayır, mümkün değildir diye diretti. Niye diretiyorsunuz? “Provokasyon olacak” Ya,
provokasyon olacaksa, provokasyonu gelin el birliğiyle önleyin. Ne oldu provokasyon? Senin
yaptıkların provokasyon oldu. Türkiye’yi büyük sıkıntının içine soktun, dünyadaki görüntümüzü
perişan ettin, sendikalara zarar verdin. Efendim, tatil olursa 2 milyar zarar olurmuş! Şimdi ne
kadar oldu? İstanbul valisi “1 milyar doların üzerinde zarar oldu” diyor. Türkiye’ye verilen
zararı da hesaba katacak olursak, çok daha büyüğünün zarar olarak Türkiye’ye yazıldığını
görürüz.
Yanlış olmuştur, her bakımdan yanlıştır. Başbakan, bu konuyu hâlâ takip etmeye çalışıyor.
Bugün de Grubunda söylemiş. “Efendim, Cumhuriyet Halk Partisi hükümetleri bunu yasakladı”
demiş. Bu, doğru değildir. Başbakan yine bilir bilmez konuşuyor. 1977 yılında bu acı olay
yaşandı, Cumhuriyet Halk Partisi yokken yaşandı, 1978 yılında Cumhuriyet Halk Partisi geldi
ve 1978 yılında huzur içinde Taksim’de 1 Mayıs kutlandı. 1979 yılında İstanbul’da sıkıyönetim
vardı. İstanbul’daki sıkıyönetim, 1979 yılında 1 Mayısın kutlanmasını yasaklamıştır, sokağa
çıkma yasağı koymuştur, sıkıyönetim uygulamasıdır o.
Şimdi, “Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi” diyor, buradan söylüyorum, ilk Cumhuriyet Halk
Partisi iktidarında Taksim’de barış ve huzur içinde 1 Mayıs nasıl kutlanırmış onu inşallah biz göstereceğiz.
53
2.12.- AKP, “YOLSUZLUK,
KAYIRMACILIK” BATAĞINDA
2.12.1.- BAŞBAKANLIK
KOKUYOR
ÖRTÜLÜ
KURALSIZLIK,
ÖDENEĞİ
ŞAİBE
CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanıtlaması
istemiyle verdiği soru önergesinde, Özel Kalem Müdürlüğü üzerinden 2007 yılında yapılan
290 milyon 785 bin 381 YTL’lik harcamayla ilgili yapılan açıklamada, söz konusu
harcamaların yüzde 90’ının örtülü ödenek için kullanıldığının bildirildiğine dikkat çekerken şu
görüşleri dile getirdi:
“Bilindiği gibi, Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü’nün 2005 yılı bütçesi, küsuratlar hariç 25
milyon YTL olarak bağlanmış, ancak yıl sonu harcaması 36 milyon YTL olmuştur. Keza 2006
yılı 27 milyon YTL olarak bütçelenmiş olmasına karşın yıl sonu harcaması 9 kat fazlası ile
250 milyon YTL ve 2007 bütçesi 31 milyon olarak belirlenmiş, harcamalar yine 9 kat fazlası
ile gerçekleşmiştir. Bu durumda 2005 ve 2006 yılı harcamalarının ne kadarının örtülü ödenek
ve ne kadarının personel ve diğer harcamalardan ibaret olduğu sorunu önem kazanmaktadır.
Kaldı ki 2006 ve 2007 yıllarında, Anadolu’nun değişik il ve ilçelerinde, tarikat bağlantılı radyo,
dergi ve gazetelere örtülü ödenekten altı ayda bir olmak üzere yılda iki kez yüklü miktarlarda
kaynak aktarıldığı iddiaları yoğundur.”
Ahmet Ersin, Başbakan Erdoğan’a “Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü üzerinden 2005 ve
2006 yıllarında yapılan harcamaların, ne kadarı örtülü ödenek ne kadarı diğer giderlerden
oluşmuştur? Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü üzerinden 2005 yılında 36 milyon YTL
harcama yapıldığına göre, personel giderleri ve doğal afet harcamaları hariç tutulduğunda
örtülü ödenek için neden çok düşük bir meblağ harcandı? Bir yıl sonra ne oldu da, örtülü
ödenek harcaması 9 kat arttı?” sorularını yöneltti.
Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü’nün harcadığı 290 milyon YTL, Erdoğan tarafından
örtülü ödenek harcaması olarak açıklanmıştı. Erdoğan’ın örtülü ödeneğin başına getirdiği
Maksut Serim, Erdoğan’ın Büyükşehir belediye başkanlığı döneminde “geleceğin
başbakanını hazırlamak ve cihat hazırlığı” için oluşturulan “havuz hesabı”nı yöneten eski
Vakıfbank Şube Müdürü. Serim, AKP’nin iktidara gelmesinin ardından Vakıfbank Genel
Müdür Yardımcılığı görevine getirildi, fakat bir süre sonra sahte belge kullanmak
suçlamasıyla yargılandı ve 2 yıl ceza aldı.
Eski Özel Kalem Müdürü Hikmet Bulduk, “Başbakan Erdoğan’ı
yalanladı “Örtülü ödenek değil”:
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, yaklaşık 5 yıl Özel Kalem Müdürlüğ’nü yapan, geçen ocak
ayında görevinden istifa eden Hikmet Bulduk, özel kalem müdürlüğü bütçesinin 31 milyon
YTL’den 290 milyon YTL’ye artışıyla ilgili Başbakan’ın yaptığı “Harcamaların yüzde 90’ı
örtülü ödenektir” açıklamasını yalanladı.
54
Erdoğan’a en yakın isimlerden biri olarak bilinen ve Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı
döneminde belediyeye bağlı Beltur’un genel müdürlüğünü de yapan Erdoğan’ın özel
kalem müdürlüğünden altı ay önce istifa eden eski müdürü Hikmet BULDUK,
“Örtülü ödenek, özel kalem müdürlüğünün yetkisinde değil. Örtülü ödeneğin kendi
sorumlusu vardır” dedi. “O halde Başbakan yanlış mı biliyor” sorusuna da Bulduk, “Ben
Başbakan’ın bu konuları çok iyi bildiğini biliyorum. Eğer Başbakanımız bu örtülü
ödenek diyorsa, örtülü ödenektir. Ama bu özel kalem müdürlüğünün dışındadır”
yanıtını verdi.
2.12.2.- ENERJİ BAKANLIĞI’NDA İLİŞKİLER ÇÜRÜMÜŞ,
BOTAŞ BATAKTA, BEDELİNİ DOĞAL GAZ ZAMLARI İLE
HALKIMIZ ÖDEMEKTE…
AKP göreve geldikten bir süre sonra BOTAŞ Teftiş Kurulu Başkanını görevden aldılar ve
kurumun zarara uğratıldığına dair bir müfettiş raporu ortaya çıktı. Bu rapor, şirketin 264
milyon 789 503 milyon dolar zarara uğratılmış olduğunu ortaya koymakta idi. Sonra doğal
gaz alım düzenini değiştirdiler. Fiyatın belirlenmesini sağlayan formülde değişiklik yaptılar.
Bu değişiklik sonucunda Türkiye’nin doğal gaza daha çok, daha yüksek fiyat ödemesi
kaçınılmaz hale geldi. O aşamada Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz, çok ciddi şekilde
konuyu gündeme getirdik, EPDK’yı ve Enerji Bakanlığını mahkemeye verdik. O davalar hala
devam ediyor.
Son günlerde gazetelerde BOTAŞ eski genel müdürünün bir açıklaması çıktı. Eski Genel
Müdür, “2Formül değişikliğiyle 10 milyar dolar zarara sebep oldular.” dedi. Bir dava
dolayısıyla o da düşüncelerini ifade etmek ihtiyacını duydu. Cumhuriyet Halk Partisi bunu
mahkemeye vermiş, bu konuyu takip etmiş, davası devam ediyor ve BOTAŞ’ın, yani
Hazine’nin 10 milyar dolar zarara sebebiyet verildiği BOTAŞ eski Genel Müdür tarafından
ifade ediliyor.
3 Nisan 2003 tarihinde görevden alındığını hatırlatan BOTAŞ eski Genel Müdürü
Bildacı, geçen gün mahkemede verdiği ifadede, “Enerji Bakanı Hilmi Güler bir gece
önce beni çağırdı. Rusya’dan Türkiye’ye doğalgaz taşınmasına ilişkin Mavi Akım
projesinde formül değişikliği olup olamayacağını sordu, ben de bunu kabul
edemeyeceğimi söyledim ve ertesi gün görevden alındım. Bu değişiklikle devletimiz
10 milyar dolar zarara uğratılmıştır” iddiasında bulundu.
2007 yılının Ekim ayında Mavi Hat (Doğal Gaz) soruşturması başlatılıyor, bu kapsamda
hakkında dava açılan 28 kişiden 26 tanesi tutuklanıyor, Bunların arasında BOTAŞ Yönetim
Kurulu üyesi, Müsteşar Yardımcısı, üst düzey yöneticileri de yer almaktadır. 26 kişi
tutuklanarak cezaevine gönderilmiştir.
2008 Mayısında 73 sanık hakkında davanın görüşülmesine başlandı, dava iddianamesinde
sanıklar hakkında her türlü ağır tespit yapılmıştır. Kuruma zarar verdikleri, ihaleye fesat
karıştırdıkları, rüşvet aldıkları, rüşvet verdikleri vesaire bütün bunlar şu anda yargıda
değerlendirilmektedir.
55
Yüksek zamlar yapılarak halkımızın belini büken doğal gaz faturalarının arkasındaki kuruluş
olan BOTAŞ, budur işte.
Yönetim çürümüş, devlet 10 milyar dolar zarara sokuluyor, Enerji Bakanlığı ile ilgili birçok
yolsuzluk iddiaları ve sonuçta fatura vatandaşın sırtına yükleniyor.
BOTAŞ’ın bir başka ilkesiz ve kuralsız uygulaması, belediyelerle ilişkisindeki laubalilikten
kaynaklanıyor. BOTAŞ, himaye ettiği belediyelere borç takma müsaadesi veriyor, alacağını
tahsil edemiyor, sonra bankaya gidiyor bankadan yüksek faizle borç alarak nakit ihtiyacını
karşılıyor.
Böyle bir kurumun zarar etmesi ve sonrada “zarar ediyorum” diyerek ürününe zam yapması
haklı görülemez.
Önce sen işini iyi yönet, önce yolsuzluğa izin verme, önce anlaşmanızı, sağlanmış olan
formülleri sadakatle uygulattırmaya bil, hırsızlığa geçit verme, alacağına sahip çık,
dürüst bir yönetim uygula. Sonra kalk, oluşturacağın dürüst yönetim içindeki duruma
göre doğal gaza ne kadar zam yapman gerekiyorsa yap.
Ama senin bu zararlarının, bu yolsuzluklarının bedelini doğal gaz alma durumunda olan
tüketicinin sırtına yıkarak karşılamaya teşebbüs etme. Ne yazık ki bugünkü manzara budur.
BOTAŞ’ın alacakları kamu alacağı, onu takip etmemek suç, ancak BOTAŞ bunun gereğini
yapmıyor. BOTAŞ’ın trilyonluk, katrilyonluk alacakları var. Bankalar BOTAŞ‘a borç veremez
hale gelmeye başladılar.
Türkiye çok acı bir tablo ile, sürdürülemez bir durum ile karşıkarşıya. Hükümet bu
durumun hesabını derhal vermelidir.
2.12.3.- GÜR’E RÜŞVETTEN CEZA
“Başbakan’ın en yakın dostu, çocuklarının eğitiminden sorumlu arkadaşı, bizim Mehmet
Yıldırım’a o dönemde telefon açarak ‘oyunu şuna ver’ diye rüşvet teklif etti, iddia bu. Şimdi
mahkûmiyet çıktı. Başbakan’ın en yakın arkadaşının bir milletvekiline rüşvet teklif ettiği yargı
kararıyla ortaya çıktı. Utanmaz mısınız? Yargıya tarafsızlık getirecekmiş, bağımsızlık
getirecekmiş... Çok acı bir tablo” (Gn. Bşk. BAYKAL)
Ramsey firmasının sahibi ve Başbakan’ın yakın arkadaşı Remzi Gür, Anayasa
Mahkemesi’nce iptal edilen cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, CHP’li Yıldırım’a rüşvet teklif
etmekten mahkûm oldu. Gür, Erdoğan’ın çocuklarına ABD’deki eğitimleri için burs vermişti.
Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi, siyasi tarihe geçecek bir karara imza attı. Mahkeme,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın çocuklarına ABD’deki eğitimleri için burs veren, Ramsey
firmasının sahibi Remzi Gür’ü, “rüşvet vermeye teşebbüs ettiği” gerekçesiyle 10 ay hapse
mahkum etti.
Mahkeme, Gür’ün, Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilen cumhurbaşkanlığı seçimi turları
öncesi eski CHP Kastamonu Milletvekili Mehmet Yıldırım’ı arayarak, TBMM Genel
Kurulu’nda yapılacak oylamaya katılması karşılığında rüşvet teklif ettiği sonucuna vardı.
Gür’ün cezasını erteleyen mahkemenin kararı kesinleşirse, ilk kez bir cumhurbaşkanlığı
seçiminde iktidar partisi adına muhalefete rüşvet teklif edildiği tescillenmiş olacak.
56
2.12.4.- “KIZILAY’DA AKP İŞGALİ” OLAYI, YÜKSEK YARGI
TARAFINDAN TESCİLLENDİ
AKP’nin KIZILAY yönetimini görevden alarak, hukuksuz el koyma operasyonu 4 yıllık
dava sürecinden sonra tescillendi
Bakanlar Kurulu kararı ile Kızılay’ın yönetimini görevden alan ve kendisine yakın olduğu
belirtilen isimleri göreve getiren AKP’nin yaptığı işlemin hukuksuzluğu Danıştay kararı ile
kesinleşti. AKP’nin 30 gün içinde Kızılay’ın başına getirdiği yönetimi görevden alarak eski
başkan Gönen ve ekibini göreve iade etmesi gerekiyor.
AKP’nin, özerk kurumları ele geçirme çabasının en önemli örneklerinden biri Kızılay’da
yaşanmış ve çıkarılan Bakanlar Kurulu kararı ile derneğin AKP’den önceki yönetimi
2004’te görevden alınmış, yerine geçici kurullar oluşturulmuştu. Sonrasında da genel
kurul gerçekleştirilerek yeni bir yönetim görevlendirilmişti, ancak bu yönetimin
“AKP’nin istediği isimlerden oluştuğu” en başından bu yana dile getirildi.
Görevden alınan Kızılay Genel Başkanı Dr. Ertan Gönen ve ekibi Danıştay 10.
Dairesi’nde dava açmış, Daire ise konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürmüştü.
Anayasa Mahkemesi de Dernekler Yasası’nın, eski Kızılay yöneticilerinin görevden
alınmalarına dayanak oluşturan hükümlerini iptal etmişti.
Danıştay 10. Dairesi de Bakanlar Kurulu kararının yürütmesini durdurdu ve iptal etti.
Ancak hükümet, eski yöneticileri görevlerine iade etmek yerine, kararı temyize
götürmeyi tercih etti. Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı, Danıştay 10. Dairesi’nin
kararının bozulması istemiyle Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’na başvuru
yaptı. Ama AKP buradan da umduğunu bulamadı ve üst mahkeme de 10. Daire’nin
kararını haklı buldu.
Bu kararın taşınabileceği daha üst bir yargısal merci bulunmadığından, AKP’nin 30 gün
içinde Danıştay’ın verdiği kararı uygulaması gerekiyor. Her alanda hukuksuzluğu
politikalarının adeta omurgasına dönüştüren iktidarın hukuk devleti kurallarına saygılı
olmasını, yüksek yargının kararına uymasını bekliyoruz.
57
III.- EKONOMİK ve
SOSYAL GELİŞMELER
58
59
III. EKONOMİK VE SOSYAL
GELİŞMELER
3.1.GENEL
BAŞKAN
BAYKAL’IN
EKONOMİDEKİ
GELİŞMELERE
İLİŞKİN
DEĞERLENDİRMELERİ:
Ekonomide bu gün yaşamakta olduğumuz gerçek altı yıldan beri izlenen politikanın bizi
nereye getirdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bugün Türkiye ekonomide çok ciddi bir borç,
faiz, işsizlik ve dış açık tablosuyla karşı karşıyadır. Türkiye, devletiyle milletiyle borca
batmıştır, Türkiye faiz bataklığına saplanmıştır, 2004 yılındaki reel faizler bugün aradan
geçen dört yıl sonra hala geçerli. Şu anda devletin borçlanma faizi yüzde 22, reel faiz ise
yüzde 10’nun üzerinde. Bu, izlenen politikanın bizi getirdiği sonuçtur. Borç tablosu, faiz
tablosu, işsizlik tablosu, yoksullaşma tümü tarihi rekor düzeylerinde. İnsanlar işsiz,
gelecekten umudunu kesmiş, ne yapacağını bilemez hâlde; yoksullaşma çok reel, ciddi bir
sorun olarak önümüzde duruyor ve ülke borç batağına saplanmış durumda…
AKP iktidara gelirken 220 milyar dolar toplam dış borçla Türkiye’yi teslim aldı, Bu borç, 82
yılda, 58 hükümet döneminde yapılan toplam dış borçtur. Cumhuriyet tarihinin tümünün
gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin, 2002 yılı sonunda ortaya koyduğu borç manzarası 220
milyar dolar toplam dış borçtur. Altı yıl bile tamamlanmadı, kasım ayına daha zaman var, 5,5
yılda ortaya çıkan manzara, AKP hükümetleri döneminde, sadece beş buçuk yılda, 82 yılda
58 hükümet döneminde yapılan toplam dış borçtan fazla, tam 280 milyar dolar ek toplam dış
borç, Türkiye’nin borç stokuna eklemiştir. Türkiye’nin toplam dış borcu, bugünkü iktidar
döneminde, 5,5 yılda, 220 milyar dolardan, 280 milyar dolar ek borç yapılarak, 500 milyar
dolar düzeyine getirilmiştir, manzara budur.
Bu devletin borcu, milletin borcu? Milletin borcu olağanüstü artmıştır. İnsanların teker teker
borçları artmıştır, aileler borçludur, ailede eşler borçludur, ailede çocuklar borçludur, aileler
borçludur; şirketler, dükkânlar, ticarethaneler, iş yerleri borçludur, Türkiye olağanüstü bir borç
batağının içine, AKP döneminde getirilmiştir.
Bu bir gerçek değerli arkadaşlarım. Peki, borç, faizleri düşürdük, herkes zevkinden borç
alıyor! Borç çok kârlı, çok uygun böyle bir tablo var mı? Faizler yüzde 22 düzeyine çıkmış.
Türkiye 2004 yılındaki olağanüstü yüksek reel faiz düzeyine gelmiş. Faiz demek ne
demektir? Borçlu olan bir ülkenin yükünün daha da artması demektir. Türkiye borçlu, faiz
artınca Türkiye’nin borcu daha da artıyor. Faiz ne demektir? Yatırım yapmak için sermayeye
uygun ortam yaratma demektir; yatırım yapmaktan uzak dur, faiz yüksek, altından
kalkamazsın demektir. Faiz ne demektir? Türkiye’de üretmekten uzak dur demektir.
Bu iyi bir tablo mu? Faizi yüksek iyi bir ekonomi var mı? Bakın dünyaya, parlak ekonomiler,
kalkınmış olduğunu herkesin gördüğü ekonomilerde borç yüksek mi, faiz yüksek mi?
Türkiye’de borç da yüksek, faiz de yüksek.
İşsizlik neyin göstergesi? Artık saklanamaz hâle geldi, işsizlik en temel gerçek, her ailede
işsiz var. Türkiye işsizler ülkesi hâline dönüştü. Niçin? Yatırım yok. Niye yatırım yok?
Tasarruf yok. Dışarıdan borç alarak, yüksek faiz ödeyerek yatırım yapmak kârlı değil. 5,5
yıldır izlenmekte olan politika, Türkiye’yi buraya getirmiştir. AKP’nin izlediği politika bu politika
olmuştur.
60
Şimdi buna devam edelim, borçları artıralım, faizleri yükseltelim, işsizliği artıralım, Türkiye
kurtulur demek mümkün mü? Buraya tesadüfen mi geldi Türkiye? İzlenen politikalar sonucu
geldi.
2002 yılı sonunda iktidar AKP’ye teslim edildiği zaman ülkemizde Cari Açık 1,5 milyar
dolardı. Şimdi 50 milyar dolar oldu, daha da yükselecek bu yıl. Dış ticaret açığı olağanüstü
yüksek düzeylere tırmandı, ithalat patladı. Türkiye bu dönemde öyle bir ithalat politikası, öyle
bir dış ticaret politikası izledi ki bugün Türkiye’de yerli üretimin, sanayinin koruma oranı
Avrupa Birliğinden, Amerika’dan daha düşüktür. Türkiye’de yerli sanayi, yerli üretimi korumak
için izlenen gümrük politikası, ithal politikası, vergi politikası yerli sanayiyi, yerli üretimi,
çiftçiyi, köylüyü, zanaatkârı, dışarıya mal satmak isteyen insanı, Avrupa Birliğinden çok daha
korumasız noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği kendi üreticisini, çiftçisini daha korumaktadır;
Amerika kendi çiftçisini, kendi üreticisini Türkiye’den daha çok korumaktadır. En liberal ülke
bizimki, en serbest dış ticaret bizimki, açık Pazar Türkiye; gümrükler açık, sınırlar açık,
serbest bölge bütün Türkiye, daha doğrusu sahipsiz ülke Türkiye
Bu dönemde izlenen özelleştirme politikasından ne elde etti Türkiye? Bugün daha iyi bir
noktada mıyız, daha kötü bir noktada mıyız? Türkiye ne kazandı bu özelleştirmeden?
Türkiye’de ekonominin verimliliği, devletin üstündeki zarardan kaynaklanan yük, özelleştirme
politikası ile daha azaldı, sermaye tabana yayıldı, ekonomi halka açıldı, verimlilik yükseltildi,
verimsiz olanlar etkisizleştirildi, Tekeller ortadan kaldırıldı diyebiliyor muyuz? Özelleştirme bir
çağdaş ekonomi politikasının aracı, enstrümanı. Her ülkeyi yöneten, özelleştirme politikasını
ülke şartlarını, dünya şartlarını göz önünde bulundurarak ülkesinin hayrını, yararına kullanır.
Kullanılması gereken bir enstrüman. Doğru kullanıldı mı Türkiye’de, soru bu. Türkiye’de
özelleştirme doğru ve verimli şekilde kullanılabildi mi?
Özelleştirme sonucu devletin elde ettiği gelirler hiçbir şekilde Türkiye ekonomisinin yeniden
yapılandırılması için harcanmadı. Özelleştirme gelirleri faize ve cari açığın kapatılmasına
gitti. Özelleştirme kazancını Türkiye israf etti, ekonomiyi yeniden daha verimli hâle getirmek
için, dönüştürmek için kullanmadı, bu birinci bir temel nokta.
Ayrıca, özelleştirme tarım alanında tam bir iflasla sonuçlanmıştır. Tarımda yapılan
özelleştirme, tarımın bütün dayanaklarını ortadan kaldırmıştır. Et ve Balık Kurumu ortadan
kalkmıştır. Zirai Donatım Kurumu ortadan kalkmıştır. Tarıma yönelik devlet teşkilatı tümüyle
tasfiye edilmiştir. Köy İşleri Bakanlığı, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Zirai Mücadele
Genel Müdürlüğü, Toprak Su Teşkilatı, köylüye hizmet götüren kuruluşlar, bunların tümü
ortadan kaldırılmış, bertaraf edilmiştir. Tarım alanındaki işletmeler satılınca, aynı alanda
daha verimli üretim yapmamıştır, satılan işletmelerin arazisi spekülasyon amacıyla
kullanılmıştır ve kapatılmıştır. SEK kuruluşları öyle olmuştur. Et ve Balık Kurumları öyle
olmuştur. Özetle, tarımdaki özelleştirme tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Özelleştirmeyle KİT’in zararları ortadan kaldırılacaktı. Bugün geldiğimiz noktada KİT’lerin
zararları, kamu iktisadi teşekküllerinin zararları 2001 yılından çok daha fazladır. Bugün
KİT’ler daha çok zarar ediyor. Halbuki tam tersi olması lazım, özelleştirmeyle o zararı
bertaraf edeceksin, hayır. Bugün, özelleştirme sonucu ortaya çıkan kâr transferleri
özelleştirmenin kazancını yavaş yavaş tehdit etmeye başladı. Özelleştirmenin balayı dönemi
bitti, Türk ekonomisinde.
Sattın sattığının parasını hemen aldın ve zannettin ki bu kalıcı, sürekli bir ekonomik dayanak
noktası oluştu. Hayır, öyle bir şey yok. Bir defa, bakın, sattın aldın, sonra ne oldu? Sattığın
kâr etti, kârını transfer etmeye başladı. Transfer ettikçe Türkiye açık vermeye başladı. Şimdi
geldiğimiz noktada bu özelleştirmenin balayı dönemi, kazanç dönemi bitmiş, şimdi
özelleştirmenin bedelini ödeme, kâr transferlerinin, en kârlı kuruluşları sattığımız için, kâr
transferlerinin bedelini ödeme noktasına gelmişizdir.
Özelleştirilmeyle ekonomide tekelleşme ortadan kaldırıldı diyebiliyor muyuz? PTT Telekom
tekelini sattı. Telekom kim elinde bulunduruyor, onu da tam olarak bilmiyorsun. Sattığın bir
türlü, o ondan alan bir başkası, ne olduğu belli değil, nereye gittiği belli değil. Bu satışlar
bütün dünyada kıyamet kopartıyor. Şu anda bir büyük yolsuzluk iddiası Yunanistan’ı
61
çalkalıyor, iktidarı, muhalefeti bunun altında, Türkiye’de de bir Telekom satışı yapıldı, yıllık
ödemeden daha fazla kâr transfer etti. Telekom’da beklemeye de gerek kalmadı, ilk satıştan
itibaren bunun yanlış olduğu o yılın kâr transferleriyle ortaya çıktı. Bu da bir ders alınması
gereken çok temel, çok önemli bir nokta olarak ortaya çıktı.
İzlenen bu politikalar, en ağır tahribatını özellikle çiftçi ve esnaf üzerinde hissettirmiştir.
Tarım, bu politikalar sonucu çökertilmiştir. Bu politikaların temelinde hem özelleştirme hem
de serbest ithal, liberal ithal politikası yatmaktadır. Liberal ithal politikası, Türkiye’yi açık
Pazar hâline getirince bunun en ağır bedelini çiftçimiz ödemiştir. Avrupa’dan daha korumasız
bir hâle Türkiye çiftçisi mağdur edilerek sokulmuştur. Bugün, Yunanistan’daki çiftçi
Türkiye’den daha korunaklıdır, Türkiye’deki çiftçi korunaklı değildir, üstelik Yunanistan’daki
çiftçiye Avrupa Birliği’nin fonları vardır, destekleri vardır. Bizde hem destek yoktur hem de
yıkıcı bir rekabet, yabancı ülkelerin destekle elde ettiği ürünler dolayısıyla yıkıcı bir rekabet
Türkiye’de tarımı tehdit etmektedir.
Tarım bu politikanın en ağır bedelini ödemiştir. Tarımda ciddi yatırım yapılmamıştır. Bunun
en tipik örneği GAP’tır. Sulama yatırımları bir kenara bırakılmıştır. Tarımda altyapı konusuyla
hiç ilgilenilmemiştir. Hayvancılıkta bir atılım yapmanın gerekleri gözetilmemiştir, kendi hâline
bırakılmıştır. GAP, bugün boynu bükük bir hâldedir. Türkiye, dört tane Çukurova’yı
sağlayabilecek olan sulama yatırımlarının gerçekleştirilmemesi nedeniyle çok büyük bir
yoksulluk ve işsizlik gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır.
Esnaf en büyük sıkıntıyı çekmiştir? Niçin çekmiştir? Yine, aynı serbest pazar Türkiye, kural
yok, yasa yok, düzenleme yok, zincir süpermarketler Türkiye’de serbestçe şehirlerin
göbeğine kadar gelmişlerdir, esnaf perişan olmuştur, sahipsiz olmuştur ve ciddi bir
çöküntüyle karşı karşıya kalmıştır. Bu, önümüzdeki altı yıllık uygulamanın bizi karşı karşıya
bıraktığı tablonun ana unsurlarıdır. Buna hemen eklememiz gereken bir iki nokta daha var.
Bu geride bıraktığımız dönemde enerji altyapısı ihmal edilmiştir. Altı yıl içinde AKP yönetimi,
kendisinin temelini atıp başlattığı hiçbir enerji tesisini devreye sokamamıştır. İddialı bir şey
söylüyorum, altı yıllık dönemde AKP, kendisinin temelini atıp planlayıp başlattığı herhangi bir
enerji tesisini bu dönem içinde devreye alabilmiş değildir. Türkiye geride bıraktığımız 5,5
yıllık dönemde, enerji bakımından tamamen yatırım yapmadan durumu idare etmeye çalışan
bir anlayışla yönetilmiştir.
2002’den 2008’e kadar sağlanan enerji tesislerindeki üretim artışı yap-işlet modeliyle temeli
atılmış olan, daha önceki dönemde temeli atılmış olan tesislerin devreye girmesinden
sağlanmıştır. Ya da, devletin bizzat kurma kararını almış olduğu Çoruh üzerindeki
barajlardan, Afşin-Elbistan’dan sağlanmıştır. Bu iktidarın ortaya koyduğu bir enerji projesi,
uyguladığı bir enerji projesi yoktur. Öyle bir düzen getirmiştir ki o düzen içinde sanki
kendiliğinden piyasa enerji üretim tesislerini ortaya koyacak ve Türkiye daha yüksek bir enerji
üretimini elde edecekmiş zannetmişlerdir. Hiç böyle bir şey olmamıştır ve şimdi Türkiye enerji
kriziyle karşı karşı kalma noktasına gelmiştir.
Enerji konusunda tam bir ihmal vardır. Ne yeni büyük bir baraj ne büyük bir santral, termik
santral, ne büyük bir enerji ünitesi bu dönem içinde ele alınmamıştır, yatırım yapılmamıştır.
Enerji yatırımı yapmayan Türkiye’deki en geniş dönem, en uzun dönem bu altı yıllık dönem
olmuştur. Bunun sonuçları da Türkiye’yi önümüzdeki dönem için enerji sorunuyla karşı
karşıya bırakacaktır, bırakmaya başlamıştır.
(24.06.2008
tarihli
TBMM
Grup
Konuşmasından)
62
3.2.- ÇİFT HANELİ RAKAMLARA ÇIKAN
ENFLASYON EKONOMİYİ TEHDİT EDİYOR
3.2.1.- YILLIK
TIRMANMIŞTIR
BAZDA
ENFLASYON
YÜZDE
10,74’E
AKP iktidarı ile uygulamaya konulan ekonomi politikaları sonucunda ekonomimizde gözlenen
en olumsuz göstergelerden biri de enflasyon oranlarının seyridir. 2004 yılından bugüne
kadar düşürülemeyen enflasyon oranları, Mayıs ayında tekrar iki haneli rakamlara çıkarak,
ciddi bir tehdit haline gelmiştir.
 Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan en son verilere göre;
 Yılın ilk BEŞ ayında Toplam Enflasyon; 2007 yılı sonuna göre, TÜFE yüzde 6,38,
ÜFE ise yüzde 13,39 olarak,
 Geçen yılın aynı ayına göre ise, 12 aylık Toplam Enflasyon, TÜFE’de yüzde 10,74,
ÜFE’de ise yüzde 16,53 olarak
 Aylık bazda bakıldığında ise, enflasyon Mayıs ayında Tüketici Fiyatlarıyla (TÜFE)
yüzde 1,49, Üretici Fiyatlarıyla da (ÜFE) yüzde 2,12 oranlarında
gerçekleşmiştir.
Enflasyon rakamlarındaki bu artışın en önemli tetikleyicisi TÜFE’de gıda ve konut olurken,
ÜFE’de enerji fiyatlarındaki yükselişle artan maliyet enflasyonudur.
Diğer taraftan, Yıllık enflasyonun ÜFE’de yüzde 16.53 iken TÜFE’de yüzde 10.74’te kalması
maliyet artışlarını, üreticinin talep yetersizliği nedeniyle maliyetlerindeki artışı fiyatlarına
yansıtamadığını da göstermektedir. Bu artışların ilerleyen dönemlerde TÜFE’ye de
yansıması ve enflasyon rakamlarının çok daha yukarı çıkacak olması kaçınılmaz
görünmektedir.
MAYIS AYI ENFLASYON RAKAMLARI (2003=100):
Bir önceki aya göre değişim
Bir önceki yılın Aralık ayına göre değişim
Bir Önceki Yılın Aynı Ayına Göre Değişim
TÜFE (%)
1,49
6,38
10,74
ÜFE (%)
2,12
13,39
16,53
3.2.2.- AKP HÜKÜMETİNİN YILBAŞINDA BELİRLEDİĞİ
YÜZDE 4’LÜK ENFLASYON HEDEFİ RAFA KALKMIŞTIR:
 Enflasyon Mayıs ayında da yükselişini sürdürüp yıllık bazda 13 ay aradan sonra ilk kez
yüzde 10.74 ile çift haneye çıkarken, AKP Hükümeti ve Merkez Bankası yüzde 4’lük
enflasyon hedefini rafa kaldırıp, revizyona gitmişlerdir.
 Bu çerçeve “enflasyonun artık nominal çıpa olma özelliğinin yitirdiğini” vurgulayan
Merkez Bankası, 2009 -2011 arasında yüzde 4,0 olan TÜFE hedefini;
 2009 yılı için yüzde 7,5,
 2010 yılı için yüzde 6,5,
 2011 yılı için ise yüzde 5,5 olarak revize etmiştir.
2008 yılı enflasyonu ise Nisan ayında Merkez Bankası tarafından yapılan açıklamaya göre
yüzde 9,3 olarak revize edilmişti.
63
Görülmektedir ki, AKP Hükümeti ekonomide birçok alanda olduğu gibi enflasyonla
mücadelede de başarısız olmuştur.
Enflasyonun bugünkü gibi bir kronik yapı kazanması, AKP Hükümetinin uyguladığı programın
reel sektör ile finans sektörü arasındaki dengeyi sağlayamayan, YTL’nin aşırı değer
kazanmasını önleyemeyen ve ekonominin rekabet gücünü koruyacak bir yeni kur politikası
üretemeyen, tamamen kısa vadeli politikalarla yürüyen bir yapıda olmasından
kaynaklanmaktadır.
Enflasyon hedeflemesi yapan bir ülkenin, hedef enflasyonun yüzde 100 üzerinde
gerçekleşen bir enflasyon tablosunu doğal karşılaması, itibar kaybetmeden kabul
ettirmesi kesinlikle mümkün değildir.
3.2.3.- İTO TARAFINDAN HAZIRLANAN ENDEKS, GIDA
MADDELERİNDEKİ REKOR ARTIŞI ORTAYA KOYMUŞTUR
İTO tarafından hazırlanan İstanbul İlinde yaşayan ücretlilerin tüketim harcamalarındaki
değişimi gösteren endeksi - Mayıs 2008 / Mayıs 2007 fiyatları ve fiyat artış oranları vatandaşlarımızın karşı karşıya olduğu pahalılığı gözler önüne sermektedir.
 Bu çalışmaya göre;
 İstanbul ili ücretliler geçim endeksi bir yılda yüzde 14.16 oranında,
 Bulgur fiyatı yüzde 87, pirinç yüzde 53, ekmek yüzde 50, makarna yüzde 43, buğday
unu yüzde 33, yufka yüzde 20 oranında,
 Tereyağı fiyatı yüzde 20, sıvı yağların (ayçiçek yağı, pamuk yağının) fiyatı yüzde 85,
 Mercimek yüzde 5,1 kuru fasulye yüzde 42, nohut yüzde 33, salça yüzde 23,
 Tüpgaz yüzde 18, gazyağı yüzde 22, mazot yüzde 48, dolmuşlar, minibüsler yüzde 20
pahalanmıştır.
3.2.4.ZAMLARIN
ARDI
ARKASI
KESİLMİYOR:
ELEKTRİKTE YÜZDE 21'LİK ZAM, ENFLASYONU 1 PUAN
ARTIRACAK
"Maliyet bazlı fiyatlandırma" olarak da bilinen ilk otomatik elektrik zammını Enerji Piyasası
Düzenleme Kurulu (EPDK) tarafından onaylanarak Temmuz ayından itibaren uygulamaya
konulacaktır.
 Buna göre;
 Konutlarda tüketilen elektriğe yüzde 21 zam yapılarak, tüketicilerin kullandığı elektriğin
kwh birim fiyatı 14.830 YKr'den 17.994 YKr'ye yükseltilirken,
 Sanayide tüketilen elektriğe ise yüzde 21.6 zam yapılarak, sanayi elektriğinin kwh
birim fiyatı ise 13.280 YKr'den 16.143 YKr'ye
çıkarılmıştır.
Hem üreticilerin hem de halkın bütçesinde önemli bir sıkıntı yaratacak olan elektriğe yapılan
bu zam; yapılan hesaplamalara göre de TÜFE'de 0.84 ile 0.90 puanlık bir artış yaratacaktır.
64
3.3.- YOKSULLUK DERİNLEŞİYOR
3.3.1.- ATO’YA GÖRE, ÜLKEMİZDE “53 MİLYON YOKSUL”,
“11 MİLYON AÇ” VATANDAŞIMIZ VAR
Beş buçuk yıllık AKP iktidarında, ekonomideki büyümeden rantiyeci ve varlıklı kesimler,
üretmeden paradan para kazananlar, yüksek reel faiz ve düşük kur politikaları ile beslenenler
yararlanırken, işçiler, çiftçiler, memur ve emekliler her geçen gün daha çok
yoksullaştılar.
Vizyonunu çarpık, günübirlik politikalar üzerine kuran AKP, sosyal devlet ilkesini görmezden
gelerek, duyarsız, sosyal adaleti sağlamaktan uzak uygulamalarıyla Türkiye’de “yoksulluğu
ve eşitsizliği” giderek tırmandırmaktadır.
Kamuoyuna makyajlanarak açıklanan milli gelir rakamlarını ve istatistiki hesaplama yöntemi
değişikliği ile 9 bin doları geçtiği iddia edilen Kişi başına gelir rakamlarını, Türkiye’deki
yaklaşık 3 milyon “AÇ” ve 13 milyon “YOKSUL” ailenin durumu yalanlamaktadır.
 Türk-İş’in 2007 yılı için aylık olarak hesapladığı açlık ve yoksulluk sınırının ortalaması
dikkate alınarak yapılan hesaplamaya göre, açlık sınırının yıllık ortalaması 664.6 YTL,
yoksulluk sınırı 2 bin 91.5 YTL olarak gerçekleşirken araştırmada, 2007 yılında
Türkiye’deki ortalama hane geliri ise aylık 1.602 YTL olarak tahmin edilmektedir.
 Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) yaptığı Açlık ve Yoksulluk Araştırması’na göre;
 Türkiye nüfusunun yüzde 74.1’i yoksulluk sınırının, yüzde 15,4’ü ise açlık sınırının
altında yaşamaktadır.
 Yani, 52 milyon 278 bin 252 kişi yoksulluk sınırının altında, 10 milyon 871 bin 672
kişi ise açlık sınırının altındadır.
 Gelirden en az pay alan birinci yüzde 5’lik dilimdeki ailelerin aylık ortalama geliri 251
YTL, ikinci yüzde 5’lik , dilimdeki ailelerin geliri 450 YTL ve üçüncü dilimdekilerin
ortalama geliri ise 571 YTL’dir. Görülmektedir ki ilk üç dilimin ortalama aylık geliri,
664.6 YTL olan açlık sınırını geçememektedir.
 Türkiye’deki ailelerin sadece yüzde 20’sinin aylık ortalama hane geliri, 2 bin 91.5
YTL olan yoksulluk sınırının üzerinde bulunmaktadır.
3.3.2.- YOKSULLAŞMA SOSYAL BUNALIMA
DÖNÜŞMEKTEDİR…

Türk-İş Araştırma Merkezince yapılan araştırmaya göre;
 4 kişilik bir ailenin dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi için aylık zorunlu gıda
harcaması (Açlık Sınırı) tutarı, Haziran ayında 711 YTL’ye çıkarken,
 Yoksulluk sınırı olarak nitelendirilen ve 4 kişilik ailenin aylık zorunlu gıda harcaması
yanında ulaşım, kira, giyim, yakacak ve kültür gereksinimleri için gerekli olan tutar ise
aynı dönemde 2.315 YTL olarak hesaplanmıştır.

ASGARİ ÜCRET ise 2008 yılı için, ilk altı ayda net 435 YTL, ikinci altı ayda da net 457
YTL olarak (asgari geçim indirimi hariç) belirlenmiştir. Yani; AKP Hükümetinin vatandaşa
uygun gördüğü asgari ücret, açlık sınırı olan 711 YTL’nin (yani sadece gıda
harcamasının) yüzde 61,2’si kadar bir bölümünü ancak karşılayabilmektedir.
65
3.3.3.- AVRUPA’NIN EN YOKSUL
6. ÜLKESİYİZ
 Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Eurostat ve OECD tarafından yapılan “satın alma gücü
paritesi” çalışmaları çerçevesinde, 27 AB ülkesi, 3 aday ülke, 3 Avrupa Serbest Ticaret
Birliği (EFTA) ülkesi ile 2 Batı Balkan ülkesini kapsayan, Avrupa’daki 35 ülkeye ilişkin kişi
başına gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) hacim endekslerine ilişkin 2007 yılı geçici
tahminleri, ülkemizin vahim durumunu ortaya koymuştur.
 Buna göre;
 AB 27 ülkeleri ortalamasının 100 kabul edildiği çalışmada Türkiye, 2007 yılı için 42
olan kişi başına hacim endeksi ile 29’uncu sırada yer almıştır.
 35 ülke içinde en varlıklı ülke konumundaki Lüksemburg’un gelir düzeyi Türkiye’nin
yaklaşık yedi katıdır. Lüksemburg 276 ile en zengin, Arnavutluk 22 ile en yoksul ülke
olarak belirlenirken, 27 ülke içinde ise Bulgaristan en son sırada yer almıştır.
 AB dışında yer alan Sırbistan 35, AB’ye üyelik sürecindeki Makedonya 29 ve yine AB
üyesi olmayan Arnavutluk 22 ile Türkiye’den daha yoksul diğer üç ülkeyi
oluşturmaktadır.
3.3.4.- TÜRKİYE HIZLA DOLAR MİLYONERLERİ ÜRETİYOR
ÜLKEMİZDE 1 MİLYON DOLARIN ÜZERİNDE SERVETE SAHİP 50 BİN KİŞİ
BULUNMAKTADIR
Türkiye’de zengin sayısındaki artış dünya genelindeki artışı üçe katlamıştır. Söz konusu milyonerler servetlerine servet katmakta ancak,
ülkede sermaye ve tasarruf artışında bir adım yol alınamamaktadır.
 Yoksul ve dar gelirli kesimlerin gün geçtikçe daha da yoksullaştığı, buna karşın varlıklı
kesimlerin ise giderek daha da zenginleştiği, zengin - yoksul arasındaki uçurumun giderek
büyüdüğü bu çarpık yapı içinde Türkiye’de yaşanan zengin artışı 2007 yılında dünya
genelini üçe katlamıştır:
 Dünyada varlığı en az 1 milyon dolar olan kişi sayısı yüzde 6,1'lik artışla 10.1
milyon kişiye,
 Türkiye'deki varlıklı sayısı ise yüzde 17,5'lik yükselişle 42 binden 50 bine
tırmanmıştır.
66
3.3.5.- AİLELERİN BORÇ YÜKÜ
110 MİLYAR YTL’YE TIRMANDI
AKP İktidarının ekonomik ve sosyal birçok alanda uyguladığı, tamamen IMF programına endeksli,
yanlış ve vizyonsuz politikaların faturası, özellikle işçi, memur, emekli, esnaf ve dar gelirli
vatandaşlarımız üzerine yüklenmekte, halkımız giderek ağırlaşan hayat şartlarına karşı ayakta kalma
mücadelesi vermektedir.
Aileler gelirlerinin yetmediği noktada borca sarılmakta, kredi kartları ve banka kredileriyle
hayatlarını idame ettirmeye çalışmaktadırlar. 2008 yılında hanelerin tüketici kredileri ve kredi
kartı borçlarının toplamı, yılbaşından bu yana yüzde 13,8 oranında yani 13 milyar 430 milyon
YTL artarak 110 milyar 759 milyar YTL’te ulaşmıştır.
Ailelerin Bankalara Borcu
(milyon YTL)
Konut
Taşıt
Diğer
Kart
borcu
Katılım
Bank.
Finansman
Şirk.
TOPLAM
2007 Sonu
30.904
5.918
29.123
26.483
2.166
2.735
97.329
2008 Haziran
35.812
5.816
34.445
29.530
2.289
2.867
110.759

ATO tarafından yapılan çalışmada da aşağıdaki sonuçlar yer almaktadır:
 2003-2007 dönemini kapsayan son dört yılda hane halkının borçluluğu yedi kata kadar
artarken, aynı dönemde gelirlerindeki artış sadece 2 kattır.
 Ailelerin borçlarının harcanabilir gelirlerine oranı, dört yılda yüzde 7.5’ten yüzde 29.5’e
çıkarken, sadece 2007’de 15.6 milyar YTL faize ödenmiştir. Son dört yılda faize
ödenen para miktarında, 4 kata yakın artış bulunmaktadır.
 Merkez Bankası’nın hesapladığı hane halkı harcanabilir geliri, son üç yılda yüzde 89
oranında artarken aynı dönemde hane halkı borcu ise yüzde 648 oranında artarak
13.4 milyar YTL’den 100.6 milyar YTL’ye tırmanmıştır.
 2002’de yüzde 1.9 olan ailelerin borcunun ulusal gelire oranı beş yılda yüzde 11.7’ye
yükselmiştir.
 Son üç yılda ailelerin mevduat, Hazine iç borçlanma kâğıtları, menkul kıymet yatırım
fonu, bireysel emeklilik, repo ve nakit para gibi parasal varlıkları yüzde 64.5 oranında
artarken borçları yüzde 258 oranında arttı.
67
3.4.- İKTİDARIN YARATTIĞI BORÇ EKONOMİSİ
TAŞINAMAZ DÜZEYLERDE…
AKP iktidarının beş buçuk yıldır sürdürmekte olduğu çarpık, vizyonsuz ekonomi politikalarının
bir örneği de ekonomide kamu bütçesi ve nakit dengesinin sağlıklı vergi politikası
uygulamalarıyla değil, yüksek reel faiz ve düşük kur eşliğinde iç borçlanma ile sürdürülmekte
oluşudur.
Verilen yüksek faiz dışı fazlalara, sıkı maliye politikalarına rağmen, borç stokumuz
azalmamış; gün geçtikçe daha çok borçlanan, daha çok dış etkilere teslim olan
ekonomimizde bu durum iç ve dış dengeler üzerinde ciddi bir tehdit unsuru olmaya devam
etmiştir. Gelinen noktada, AKP’nin yürüttüğü borç ekonomisinin yükü ülkemiz ve halkımız
tarafından artık taşınamaz noktaya tırmanmıştır.
Ülkede, AKP iktidarının başladığı 2002 Ekim sonundan 2008 yılı Mayıs ayı sonuna kadar
olan 5 yılı aşkın dönemde İç Borç Stokunda meydana gelen artış aşağıdaki tablo ayrıntılı
olarak gösterilmiştir.
3.4.1.- KAMU TOPLAM İÇ BORCU:
AKP hükümeti ile rekor düzeylere tırmanan KAMU İÇ BORCU, Ekim 2002’de, AKP iktidarının
başlangıcında 149,1 milyar YTL. (90,9 milyar dolar) iken, 2008 Mayıs sonu itibariyle 277,9
milyar YTL (230,4 milyar dolar) düzeyine tırmanmıştır. Kısaca, 5 buçuk yıllık AKP iktidarı
döneminde, yüzde 86,4 oranında, yani 128,8 milyar YTL artmıştır.
Diğer taraftan, piyasaya yönelik borçlanmalarda, iç borç stokundaki YTL cinsinden borçların
yıllık bileşik reel faizi 2008 yılında yükselişe geçmiş; 2007 yılındaki yüzde 10,17’lik
düzeyinden, 2008 yılı Ocak ayında yüzde 10,61, Şubat ve Mart ayında yüzde 10,36, Nisan
ayında ise yüzde 10,31 olarak gerçekleşmiştir.
3.4.2.- KAMU KESİMİ TOPLAM BORCU:
İç borçlardaki bu yüksek artış paralelinde, (merkezi yönetim iç ve dış borcu dışındaki diğer
kamu borcunu da kapsayan) Kamu Kesimi Toplam Borcu da, Ekim 2002’de AKP iktidarının
başlangıcında 177,4 milyar dolar iken, 2008 Mayıs sonu itibariyle 319,6 milyar dolar
düzeyine tırmanmıştır. Diğer bir ifadeyle, AKP iktidarı döneminde yüzde 80,2 oranında, yani
142,2 milyar Dolar artmıştır.
KAMU KESİMİ
TOPLAM BORCU:
KAMU TOPLAM İÇ BORCU
(Milyar YTL)
a.) Merkezi Yönetim
b.) Diğer Kamu
Kamu Toplam İç Borcu
(Milyar Dolar )
Kamu Toplam Dış Borcu
(Milyar Dolar)
Kamu Kesimi Toplam Borcu
2002
Ekim
AKP Dönem
Artış Miktarı
128,8
Artış
Oranı
86,4
149,1
277,9
Payı
%
87,0
144,2
4,9
90,9
261,3
16,6
230,4
81,8
5,2
72,1
117,1
11,7
139,5
81,2
238,8
153,5
86,5
89,2
27,9
2,7
3,1
177,4
2008
Mayıs
319,6 100,0
142,2
80,2
NOT: (1) Döviz kuru 2002 için yıl sonu olarak, 2008 için Mayıs sonu olarak alınmıştır.
(3) KAMU KESİMİ DIŞ BORCU yıl sonu itibariyle alınmıştır.
(2) KAMU KESİMİ DIŞ BORCUNA, 2002 yılı için 22,0 milyar dolar, 2008 için 15,8 milyar
dolar olan Merkez Bankası dış borcu dahildir.
68
3.4.3.- SON BEŞ YILDA ÖZEL KESİM DIŞ BORCU 2,5 KAT
ARTMIŞTIR
AKP iktidarında, (kamu ve özel) Toplam Dış Borç Stoku;
 2002 sonunda 129,6 milyar dolar iken,
 2007 yılı sonunda yüzde 90,7 oranında (117,6 milyar dolar) artarak 247,2 milyar
dolara tırmanmıştır.
Bu dönemde “Özel Kesim Dış Borcu” dikkat çekici bir artış göstermiş; dış denge üzerinde
kırılganlık yaratan bir düzeye tırmanmıştır.
 2002 yılında 43,1 milyar dolar olan özel dış borçlar,
 2007’nin sonuna gelindiğinde yüzde 266,6 oranında bir artışla (114,9 milyar dolarlık
artışla) 158 milyar dolara çıkmıştır.
Bu rakam toplam dış borcumuzun yüzde 63,9’unu oluşturmaktadır.
ÜLKEMİZİN “TOPLAM DIŞ BORCU”
(MİLYAR DOLAR )
2002
Sonu
- KAMU
- ÖZEL
Toplam DIŞ BORÇ
86,5
43,1
129,6
Toplamda
Payı
65,7%
34,3%
100,0%
2007
Sonu
89,2
158,0
247,2
Toplamda
Payı
AKP İktidarı
Döneminde
Artış Miktarı
36,1%
63,9%
100,0%
2,7
114,9
117,6
Artış
Oranı
3,1
266,6
90,7
3.4.4.- ÜLKENİN TOPLAM BORÇ YÜKÜ 432 MİLYAR DOLAR
SEVİYESİNE ÇIKMIŞTIR
 AKP İktidarının beş buçuk yılında; Toplam KAMU BORCU (T.C Merkez Bankası dahil) ile
ÖZEL kesimin DIŞ Borcu toplamından oluşan “ÜLKE TOPLAM BORÇ STOKU”;
 2002 yılındaki 220,5 milyar dolarlık düzeyinden,
 2007 yılı sonu (iç borçlar için 2008 Mayıs) itibariyle, yüzde 116,6 oranında (257,1
milyar dolar) artarak, 477,6 milyar dolara
tırmanmıştır.
69
ÜLKEMİZİN TOPLAM BORÇ STOKU:
(Milyar Dolar)
TOPLAM KAMU İÇ BORCU
TOPLAM KAMU DIŞ BORCU
TOPLAM KAMU BORCU
ÖZEL SEKTÖR DIŞ BORCU
TOPLAM ÜLKE DIŞ BORCU
TOPLAM ÜLKE BORÇ
STOKU
2002
Sonu
(*)
90,9
86,5
177,4
43,1
129,6
220,5
2007
Sonu
(**)
230,4
89,2
319,6
158
247,2
477,6
Payı
(yüzde)
48,2%
18,7%
66,9%
33,1%
51,8%
100,0
AKP
Dönemi
Artışı
139,5
2,7
142,2
114,9
117,6
257,1
Artış
Oranı
(%)
153,5%
3,1%
80,2%
266,6%
90,7%
116,6%
(*) Merkezi Yönetim İÇ BORCU Ekim 2002 sonu itibariyle, DIŞ BORÇ STOKU değerleri ise
2002 sonu itibariyle alınmıştır.
(**) İÇ BORÇ STOKU Mayıs 2008 sonu itibariyle, DIŞ BORÇ STOKU değerleri ise 2007
sonu itibariyle alınmıştır.
70
3.5.- AKP İKTİDARINDA RANTİYE KESİMİNE
180 MİLYAR DOLAR KAYNAK AKTARILDI
YÜKSEK REEL FAİZ- DÜŞÜK KUR- HIZLI İÇ BORÇLANMA” politikasının kaçınılmaz
yansıması olan faiz ödemeleri, AKP iktidarında büyük bir rekora imza atmıştır. 2002 Kasım
ayından, 2008 Mayıs ayına dek geçen dönem içinde rantiye kesimine, faiz ödemesi olarak
aktarılan kaynak 177,6 milyar dolar ( 246,9 milyar YTL) olmuştur.
Bu süreçte, faiz ödemeleri dolayısıyla bütçeye gelen yük, vergilerle, zamlarla halkımıza
yüklenmiş; zaten yoksul olan kesimler daha da yoksullaşmış, diğer yandan varlıklı kesimler
daha da beslenmiştir. AKP Hükümeti’nin uyguladığı bu çarpık politika da diğerleriyle
birlikte, ülkemizde sosyal adaletin ve adil gelir dağılımının daha da bozulmasına yol açmaya
devam etmektedir
Diğer taraftan, Merkez Bankası, rekor düzeyde seyreden sıcak para çıkışını önleyebilmek ve
50 milyar dolara ulaşacak cari açığı finanse etmek için faizleri Mayıs ayındaki yarım puanın
üzerine haziran ayında yarım puan daha ekleyerek temel faizi yüzde 16.25'e çıkarmıştır.
İngiltere, Tayvan, Kanada, ABD’de faiz oranlarının düşürüldüğü bir dönemde Türkiye’de faiz
oranlarının bu denli yüksek düzeylere çıkarılması, reel sektör üzerinde de olumsuz sinyaller
vermektedir.
Örneğin, TESK tarafından yapılan açıklamada hükümetin bu kararına tepki gösterilmekte,
fazi oranlarının 0,50 puan artmasının yatırımı ve üretimi düşüreceği, zaten rekor düzeylerde
bulunan işsizliği daha da artıracağı vurgulanmaktadır.
AKP DÖNEMİ TOPLAM “İÇ BORÇ FAİZİ” ÖDEMELERİ:
Dönem
Ortalama
KUR
FAİZ Ödemesi
(Milyar YTL)
FAİZ Ödemesi
(Milyar $)
2002 (Kasım-Aralık)
1.594,0
8,1
5,1
2003 Yılı
1.495,3
52,6
35,2
2004 Yılı
1.422,5
50,1
35,2
2005 Yılı
1.342,0
39,3
29,3
2006 Yılı
1.410,0
38,7
27,4
2007 Yılı
1.301,5
41,5
31,9
2008 Ocak- Mayıs
1.226,4
16,6
13,5
246,9
177,6
TOPLAM FAİZ
ÖDEMESİ
(Kasım 02- Mayıs 08)
71
3.6.- YÜKSELEN REEL FAİZLER SICAK PARAYI
YENİDEN TIRMANDIRIYOR
Faizlerde nisan ayından beri giderek tırmanarak süren yükseliş, ekonomik ve siyasi
istikrarsızlığın da etkisiyle yılın ilk üç ayında kaçışa geçen spekülatif sıcak parayı yeniden
tetiklemeye başlamıştır.
Hiçbir önlem alınmaksızın ülkeye girişi özendirilen, cari açığın finansmanında ana rol
oynayarak, ekonomide kırılganlık riskini her geçen gün artıran, düşük kur ve dünyanın
en yüksek reel faiziyle beslenen sıcak para 2008 Mayıs ayı sonu itibariyle 85,8 milyar
dolarlık düzeyi ile yeni bir rekor kırmıştır.
Yabancı yatırımcıların Türkiye’deki toplam portföy yatırımlarından oluşan sıcak para
hacmi, 2002 yılı sonunda 8,9 milyar dolar iken, geçen bu süre içinde 8,5 kattan fazla
artarak 85,8 milyar dolara tırmanmıştır.
Ekonomide büyümenin ve istihdam yaratmanın temel dayanağını oluşturan yeni sabit
sermaye yatırımlarına hiçbir katkısı olmayan, ülkeden her an ani çıkışı söz konusu olabilecek
“spekülatif sıcak paraya” bağımlılık kontrol altına alınmadığı sürece, makroekonomik
dengeler üzerinde yarattığı risk de devam edecektir.
Türkiye’deki Yabancı Kaynaklı Sıcak Para Stoku:
(milyon dolar)
Hisse Senetleri
Kamu Menkul Kıymetl.
Mevduatlar
TOPLAM
2002 Aralık
(I)
3.450
3.579
1.843
8.872
2008 Mayıs
(II)
51.8
28.1
5.9
85.8
Artış Oranı
(II/I)
1401,4%
685,1%
220,1%
867,1%
72
3.7.- SICAK PARA ARTARKEN, DOĞRUDAN
YABANCI SERMAYE GİRİŞİ YARIYA DÜŞTÜ
AKP iktidarında, Türkiye’ye, fabrika kuracak, yeni işyeri açacak, ek istihdam yaratacak
DOĞRUDAN YABANCI SERMAYE akışı etkin bir biçimde sağlanamamıştır. Özellikle
geçtiğimiz birkaç yıl içinde ülkeye giren yabancı sermayenin çok önemli bir bölümü ya
Özelleştirme İdaresi ile özel sektörden kurulu işletmeyi veya finans kurumunu devralmak /
ona ortak olmak veya Türkiye sınırları içinde gayrimenkul almak için gelmiştir.
Son dönemlerde ise, küresel ekonomideki bozulma ve Türkiye’ye özgü ekonomik ve siyasi
istikrarsızlığın artması yanında, Türkiye’nin özelleştirme portföyünün boşalması ve şirket
evlilikleri potansiyelinin sonuna gelinmesinin de etkisiyle yabancı sermaye girişleri yılın ilk
dört ayında geçen yılın aynı dönemindekinin yarısı düzeyinde kalarak, ilk dört aydaki toplam
net giriş 5 milyar 336 milyon dolarla geçen yılın eş dönemindekinin (10 milyar 158 milyon
doların) yüzde 47,5 altında gerçekleşmiştir.
Petrol fiyatlarındaki hızlı artışların da etkisiyle hızla büyüyen cari işlemler açığının
finansmanında önemli işlev gören yabancı sermaye girişlerindeki azalmanın yılın tümünde
daha yüksek boyutlara erişmesinin, bu yılın makro hedeflerinde önemli sapmalara yol
açabileceği açıkça görülmektedir.
 2008 yılı Ocak-Nisan döneminde;
 Fiili yabancı sermaye girişleri geçen yılın eş dönemine göre yüzde 50,6 azalarak 4
milyar 377 milyon dolara,
 8 milyon dolarlık da yabancı sermaye çıkışı yaşanırken, net doğrudan yabancı
sermaye yatırımı 4 milyar 369 milyon dolara,
 Gayri menkul alımları yüzde 16,3 azalarak 916 milyona,
 Firmaların yabancı ortaklarından kredi kullanımı ise yüzde 75,5 azalarak 51 milyon
dolara
gerilemiştir.
73
3.8.- DIŞ DENGEDEKİ BOZULMA ARTARAK
DEVAM EDİYOR
3.8.1.- DIŞ TİCARET AÇIĞIMIZ
YÜZDE 30,5 ARTTI
AKP Hükümetinin izlediği, “Yüksek faiz, düşük kur uygulaması” ihracat artış potansiyelini aşağı doğru çekmekte ve ithalat patlamasına yol
açmakta, diğer yandan da ihraç ürünlerimizin rekabet gücünü azaltmaktadır. Bu durumun yansıması, rekor düzeylere varan dış ticaret
açığıdır.
Cari işlemler açığının ana kaynağını oluşturan ve dış dengede önemli bir kırılganlık unsuru
olan dış ticaret dengesi, 2007 yılının ilk beş ayında 29,3 milyar dolar açık vermiştir.
İhracat artışının hızlandığı dönemlerde, üretimin daha sınırlı oranda arttığı, buna karşılık
ithalatın çok daha büyük bir hızla arttığı gözlenmektedir. Bu durum Türkiye ihracatının,
ithalata önemli ölçüde bağımlı olduğunu göstermektedir. Yurtiçi üretimle bağı azalan bir
ihracat yapısının, üretim ekonomisi ve teknolojik dönüşüm atılımı gerçekleştirilmediği sürece,
ileride ciddi sorunlara yol açması kaçınılmaz olacaktır.
(milyar dolar)
İthalat
İhracat
Dış Ticaret Dengesi
Karşılama Oranı
Ocak- Mayıs
2007
63,064
40,623
- 22,440
% 64,4
Ocak- Mayıs
2008
86,303
57,018
- 29,285
% 66,1
Artış
Oranı
% 36,9
% 40,4
% 30,5
 2008 Ocak- Mayıs döneminde;
 Toplam ihracat, geçen yılın aynı döneminde göre yüzde 40,4 oranında artarak
57,018 milyar dolara,
 Toplam ithalat, geçen yılın aynı döneminde göre yüzde 36,9 oranında artarak 86,303
milyar dolara,
 Dış ticaret açığı geçen yılın aynı döneminde göre yüzde 30,5 artarak –29,285 milyar
dolara
tırmanmıştır.
 Böylece Mayıs sonu itibariyle son bir yıllık dış ticaret açığı 47,3 milyar dolar olarak
gerçekleşmiştir.
 2002 yılının ilk beş ayındaki İhracatın ithalatı karşılama oranı ise, yüzde 66,1’dir. Bu
oran 2002 yılında yüzde 69,9 idi...
74
3.8.2.- CARİ AÇIKTA ARTIŞ
KONROL EDİLEMİYOR
Cari işlemler ile dış ticaret açığının rekor düzeylerde açık vermesine karşı
somut politikalar üretemeyen AKP iktidarında yıllık 40 milyar doları geçen ve 50
milyar dolara doğru giden cari açığı finanse etmek için “HER AY DIŞARIDAN
YENİ 4 MİLYAR DOLARLIK KAYNAK” gerekmektedir. Diğer bir deyişle, bu
ekonomik yapı içinde cari açığın finansmanı tamamen sıcak paraya emanet
olarak devam etmektedir.
Özellikle son beş yıllık AKP döneminde, turizm geliri, dış müteahhitlik geliri, yurt dışında
çalışan işçilerimizin geliri gibi sahip olduğumuz döviz gelirleri de dış ticaret açığını kapatmaya
yetmemiş ve sonuçta dış ticaret açığındaki artışa paralel olarak ödemeler dengesi cari
işlemler açığı sürdürülemez boyutlara tırmanmıştır.
 Türkiye’nin dış ticaret açığı ile görünmeyen kalemler - müteahhitlik, müşavirlik,
taşımacılık, sigorta, turizm gibi hizmetlerle, işçi dövizleri, kredi faiz ödemeleri, diğer cari
finansal işlemler gibi - ile ilgili olarak ülkemize yapılan tüm döviz giriş ve çıkışların farkının
toplamından oluşan cari açık;
 2002 yılında 1,5 milyar dolar iken,
 2007 yılında ise 37 milyar 996 milyon dolar,
 2008 yılı Ocak- Nisan döneminde, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 35,2
artarak, 16 milyar 885 milyon dolar,
 2008 yılı Nisan sonu itibariyle son bir yıllık dönemdeki cari açık tutarı ise 41 milyar
946 milyon dolar,
olarak gerçekleşmiştir.
75
3.9.- İŞSİZLİK SON DÖNEMLERİN EN YÜKSEK
DÜZEYİNDE: YÜZDE 20
Ülkemizde işsizlik kronikleşmiştir..., AKP’nin reel sektörleri dışlayan, üretim ve yatırım artışı
ile istihdam yaratmaya yönelmeyen politikalarının yansımasıyla işgücünde arzın talepten
daha hızlı artması, tarımda açığa çıkan nüfusun, ekonominin diğer alanlarında
istihdamının giderek zorlaşması gibi nedenlerle bu durum sürmektedir.
İşsizlik bir numaralı sosyo-ekonomik sorun olmaya devam etmekte, giderek artan
yoksulluğun ve açlığın da temel nedeni olmaktadır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan resmi verilere göre 2008 Mart
döneminde (Şubat- Mart- Nisan 2008 dönemi), Türkiye genelinde işsizlik oranı, yüzde
10,7’dir.
İş aramak için resmi kanalları kullanmayan, dolayısıyla kayıtlarda yer almayan çok geniş bir
işsiz kesimin de, hükümet tarafından açıklanan yüzde 10,7’lik kesim içinde yer almadığı
dikkate alınmalıdır.
ÜLKEMİZDE “GERÇEK İŞSİZLİK” YÜZDE 19,9 DÜZEYİNDEDİR.
Ayrıca TÜİK, iş bulma umudunu kaybedenler ve diğer nedenlerle “iş aramayan ancak
işbaşı yapmaya hazır olanlar” ile “mevsimlik çalışanlar” olarak nitelendirilen grupları
“Toplam İşgücüne”, dolayısıyla “Toplam İşsizler” rakamı içine dahil etmemektedir.
Bunun sonucunda da, Hükümetin açıkladığı Resmi İşsizlik Rakamları, işsizlik gerçeğini
çarpıtmakta ve gizlemekte, “sokaktaki işsizlik” olarak da nitelendirilen Gerçek İşsizlik
Oranının, ancak yaklaşık yarısını göstermektedir. Yani ülkemizde “Gerçek İşsizlik”,
Hükümetin açıkladığının yaklaşık iki katı, yani yüzde 19,9 düzeyindedir.
TÜİK tarafından toplam işgücü ve işsiz sayısı rakamlarına dahil edilmeyen, son veriler
itibariyle, 2 milyon 154 bin kişiye tırmanan iş bulma ümidini kaybederek ve diğer nedenlerle iş
aramayan kesim sürekli göz ardı edilmektedir.
 “Mevsimlik çalışanlar” ile “İş aramayan ancak işbaşı yapmaya hazır olanlar”, “İŞGÜCÜ”
ve “İŞSİZ” sayılarına dahil edildiğinde, ülkemizde 2008 Mart Döneminde;

Gerçek “İşsiz Sayısının” TÜİK’in ilan ettiği gibi 2 milyon 496 bin kişi değil, 5 milyon
141 bin kişi olduğu,

Gerçek “İşsizlik Oranının”, TÜİK’in ilan ettiği gibi yüzde 10,7 değil, yüzde 19,9 gibi
rekor bir düzeye tırmanmış olduğu,
görülmektedir.
76
HÜKÜMETİN RESMİ İŞSİZLİK RAKAMLARI:
(Bin Kişi)
2002
Sivil Nüfus
(15+) yaşta Sivil Nüfus
68.393
48.041
İşgücü
İşgücüne katılma oranı
23.818
% 49,6
21.354
İSTİHDAM
Resmi İşsiz Sayısı
2.464
2007
Mart *
68.667
49.006
23.019
% 47,0
20.618
2008
Mart**
69.435
49.752
23.249
% 46,7
20.752
2.496
Resmi İşsizlik Oranı
% 10,3
2.401
% 10,4
İşgücü
İşgücüne Katılma Oranı
25.652
% 53,4
25.386
% 51,8
25.894
% 52,0
2.464
1.021
813
2.401
1.920
447
2.496
2.154
491
TÜİK VERİLERİ ESAS ALINARAK
DÜZELTİLMİŞ FİİLİ İŞSİZLİK
4.298
FİİLİ İŞSİZ SAYISI
Resmen Açıklanan İşsizler
İş aramayıp çalışmaya hazır olanlar
Mevsimlik İstihdam
FİİLİ İŞSİZLİK ORANI
% 16,8
*Şubat - Mart – Nisan 2007 dönemini kapsamaktadır.
** Şubat - Mart – Nisan 2008 dönemini kapsamaktadır.
4.768
% 18,8
% 10,7
5.141
% 19,9
3.9.1.- AKP’NİN İSTİHDAM PAKETİ İLE ÇALIŞANLARA
BİRÇOK KONUDA HAK KAYBI GETİRİLİYOR
AKP Hükümetinin “İstihdam Paketi” adı altında İş Kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik
yapan, işverenlere çeşitli avantajlar sağlayan ve çalışanlara birçok hak kaybı getiren yasa
tasarısı TBMM’den geçmiştir.
 Tasarıdaki bazı değişiklikler şu şekildedir:
 İşverenlerin yüzde 6 oranında özürlü, eski hükümlü ve terör mağduru çalıştırma
yükümlülüğü yüzde 3’e düşürülüp, sadece özürlü çalıştırabileceklerdir. Bunların
işveren payı da Hazine tarafından karşılanacak. Bu takdirde, eski hükümlü ve terör
mağdurlarının da iş bulması giderek zorlaşacaktır.
 İşverenin 50’den fazla işçi çalışan işyerlerinde işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğü
kaldırılmaktadır. Bu hizmet gerektiğinde dışardan satın alınabilecek. İş güvenliği
hizmetleri de dışardan satın alınacak. Böylece işyerlerinin işçi sağlığı ve iş güvenliği
iyice riske girecek.
 18-29 yaş arasındaki gençlerle, kadınların istihdamındaki işveren sigorta prim payı,
İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak. Böylece eski işçiler işten çıkarılarak örgütlü
ve yüksek ücretli işçiler tasfiye edilebilecek, onların yerine asgari ücretle çalışan
77
örgütsüz genç işçilerin istihdamı mümkün olabilecek. Bir yandan işverenlerin kıdem
tazminatı yükü de hafifleyecek.
 Tüm sigortalılar için işverenlerin ödedikleri prim miktarından yapılacak 5 puanlık
indirim Hazine tarafından karşılanacak. Böylece sermaye sınıfına yılda 4 milyar
YTL’lik bir aktarma söz konusu olacak. Hazine’nin yapacağı bu aktarma sonucunda
bütçe gelirleri azalacak, devletin sosyal harcamaları kısılacak ve emekli aylıkları daha
da düşecek.
 50’den fazla kadın işçinin çalıştığı işyerlerinde işverenin kreş açma yükümlülüğü
kaldırılarak hizmet satın alınması yoluna gidilecek. Kadınlar da kreş bulunmadığı için
işten ayrılabilecekler. Ayrıca işverenlerin spor tesisi kurma yükümlülüğü de kaldırılıyor.
78
3.10.- TARIM KORUMASIZ, ÇİFTÇİ SAHİPSİZ
3.10.1.- GÜNEYDOĞU ANADOLU’DA ÇİFTÇİ DESTEK, GAP
KAYNAK BEKLİYOR…
Güneydoğu
Anadolu
bölgesi
olağanüstü
ağır
bir
kuraklık
yaşamaktadır. Bölge çiftçisi büyük kayıplar içindedir.
Başta GAP bölgesi olmak üzere, sulamanın yetersiz olduğu yörelerde kuraklık adeta afete
dönüşmektedir. TZOB'un tahminine göre 2007 yılında kuraklığın tarıma verdiği zararın 5
milyar YTL'ye ulaştığını, tarımda yüzde 7,3 oranında küçülme meydana geldi
Güneydoğu Anadolu Bölgesi yaklaşık olarak Türkiye buğday üretiminin yüzde 13'ünü, arpa
üretiminin yüzde 16'sını, kırmızı mercimek üretiminin ise yüzde 86'sını gerçekleştirmektedir.
Halen Güneydoğu Anadolu’da tarım kuraklık altında adeta kavrulmaktadır. GAP'da meydana
gelen kuraklık koşullarının ve çiftçinin uğradığı büyük zararının artık yağışlarla telafisi de
mümkün değildir.
Kuru koşullarda üretilen buğday ve arpanın hemen hemen tamamı biçilemeyecek haldedir.
Mardin, Şanlıurfa, Diyarbakır, Batman, Hakkari, Muş, Siirt, Şırnak, Gaziantep, Elazığ
illerinde kuraklık nedeniyle, buğday ve arpada zarar oranlarının yüzde 90'ı, kırmızı
mercimekte yüzde 60'ı bulduğu belirtilmektedir.
Güneydoğu çiftçisinin üretim kaybı buğdayda 2 milyon ton, arpada 1.4 milyon ton,
mercimekte 250 bin ton dolayındadır. Fıstık üreticileri de büyük sıkıntı içindedir. Güneydoğu
Fıstık Tarım Satış Kooperatifi 3 yıldan bu yana taban fiyat vermemekte, ayrıca alım da
yapmamaktadır. Fıstık üreticisi tüccara teslim olmuş durumdadır. Çiftçi tam anlamıyla bitik
durumdadır.
Meralar yeşermediği için hayvancılık yapanlar da sıkıntıya düşmüştür. Köylü, kuraklıktan
ötürü bakamadığı hayvanlarını yok pahasına elden çıkarmaktadır.
GAP bölgesinde acilen alınması gerekli önlemler:
 Gerek bizzat yaptığımız incelemeler, gerekse tüm Güneydoğu Anadolu illerinden gelen
çiftçilerimizin Şanlıurfa'daki Tarım Kurultayımızda ifade ettikleri yalın gerçekler bölgede
tam bir afet hali olduğunu göstermektedir. Kuraklık, hem bitkisel üretimi hem de
hayvancılığı vurmuştur. Bölge, derhal Afet Bölgesi ilan edilmeli; gerçek zarar tespitine
dayalı olarak, çiftçinin tüm zararı acilen karşılanmalıdır.
79
 Bölgedeki illere derhal hasar tespit komisyonları gönderilmeli, hasar tespitleri yapılmalı ve
kuraklıktan zarar gören çiftçilerin Tarım Kredi ve Ziraat Bankasına olan borçları
ertelenmeli; çiftçinin, özel bankalara, gübreciye, akaryakıtçıya, piyasaya olan borcunu
ödeyebilmesi için olanağa kavuşturulmalıdır. Zira köylünün borcunun çok büyük bölümü,
en az dörtte üçü özel bankalardan aldıkları yüksek reel faizli kredilerden
kaynaklanmaktadır.
 Dekar başına 7 YTL'ye indirilen ve 3.5 YTL'lik kısmı ödenen DGD'nin kalan kısmı, bölge
çiftçisine hemen ödenmelidir.
 Sulamada kullanılan elektrik ucuzlatılmalı, elektrik borçlarının faizleri silinip, ana borç
yeniden taksitlendirilmelidir.
 Nakliyecilerden istenen gereksiz belgeler kaldırılmalı; nakliyeci bir kamyon için yılda 6 bin
YTL'yi bulan yükten ve gereksiz bürokrasiden kurtarılmalıdır.
 Bu çiftçilere önümüzdeki yıl için mutlaka tohumluk yardımı yapılmalıdır, çünkü tohumluk
yardımı gelecek yılın üretiminin güvencesini oluşturacaktır.
 Kuraklığın vurduğu çiftçi mazotta vergi istisnası istemektedir. Mazota son bir yılda yüzde
31,4 zam geldi, Çiftçinin kullandığı mazotta ÖTV ve KDV istisnası getirilmelidir.
Hükümet GAP’ı Unuttu; Topraklar Kuraklıktan Çatlıyor, Fırat ve
Dicle’nin Suları İse Boşa Akıyor
GAP maalesef çok uzun süredir bir kenara itilmiş, AKP iktidarı tarafından da adeta rafa
kaldırılmış bir temel konudur. Bu noktada bizim ısrarla çabalarımız, bu konunun hem
ekonomik hem sosyal hem siyasal açıdan ne kadar önemli olduğunu vurguluyor olmamız
yavaş yavaş toplumda bir sahiplenme yaratmıştır. 4 Haziran’da Şanlıurfa’da düzenlediğimiz
Tarım Kurultay’ı bu anlayışımızın bir sonucudur. GAP’a sürekli sahipleneceğiz, Türkiye’nin
bu konuyu sahiplenip çözmesini mutlaka güvence altına alacağız.
AKP iktidarında GAP yatırımları hemen tamamen durmuştur. Bölgede çoktan bitirilmesi
gereken sulama yatırımları gerçekleştirilmemiş, 6 yılda yalnızca 55 bin hektar alana su
götürülmüştür. Çiftçinin kuraklıktan ötürü yaşadığı sıkıntıda asıl pay, sulama yatırımlarını
ihmal eden, toprağı su ile buluşturmayan bugünkü hükümettir.
GAP elbette bir enerji ve sulama projesidir. Ama bütün bunlardan öte, GAP bir barış, bir
refah, bir bölgesel adaletsizliği ortadan kaldırma mücadelesi, bir Güneydoğunun ayağa
kalkmasını sağlama, projesidir.
Enerjiye Yatırım Yapılmış, Sulama ise Rafa Kaldırılmış
GAP’ın tamamlandığı zaman 27 milyar kilovat saat elektrik üretecek, 1.7 milyon hektar arazi
sulaması sağlayacaktır. Sulamanın 1,1 milyon hektarı Fırat nehri üzerinden, 600 bin hektarı
ise Dicle nehri üzerinden sağlanacak. Son 40 yıllık uygulama sonucu( ki AKP iktidarının buna
katkısı son derece sınırlıdır);
 Enerji projelerini yüzde 85’iyle tamamlandı, 20 milyar kwh üzerinde elektrik enerjisi üretimi
sağlandı. Yani 27 milyar kilovat saat elektrik enerjisi üretecek olan GAP şuanda 20 milyar
kilovat saatin üzerinde elektrik enerjisini üretmektedir. AB’nin siyasi engeller çıkarmakta
80
olduğu Ilısu Barajı ve Dicle üzerindeki birkaç küçük baraj tamamlanınca GAP’ın enerji
üretimi hedefine ulaşılmış olacak.
 Sulama Projelerinde ise hedefin ancak yüzde 15’ine ulaşılmış durumda. Fırat nehri
üzerinde, Şanlıurfa’da bir milyon hektar sulanabilir arazi var. Bunun şu ana kadar 200 bin
hektarı sulanabilmesi için kanalet yatırımları tamamlandı. AKP tarafından 6 yıldır adeta
askıya alınan aşağıdaki projelerin tamamlanması halinde 1,6 milyon hektar arazi de
sulama kanaletlerine kavuşur, GAP fiziki hedeflerine ulaşmış olur.
 Fırat’ın suyu cazibeyle Suruç ovasını sulayabilecek halde. Bunun başarılmaması için
hiçbir neden yok. Projesi hazır, suyu hazır, derhal uygulamaya konularak 150 bin
hektar arazinin suya kavuşturulması mümkün.
 Keza, Viranşehir ve Ceylanpınar sulaması, 160 bin hektar araziyi suya kavuşturacak
bir projedir.
 Aynı şekilde Hilvan projesi, Dicle, Batman, Silopi sulama projeleri, Cizre, Nusaybin,
İdil sulama projesi derhal başlatılmalıdır.
Bunlar Türkiye’nin hazır projeleri. Ülkemizde bunları gerçekleştirecek mühendis var,
müteahhit var, şirket var. Yapılması gereken, AKP’nin altı yıldır bölgeden esirgediği, yani
GAP’a yeterince kaynak aktarılması lazım.
Ancak 6 yıldır GAP’a doğru dürüst yatırım yapılmıyor. AKP iktidarı tarafından GAP’a
son üç yılda yapılan toplam yatırım, 2000 yılında yapılan yatırımın ancak yüzde dördü
düzeyindedir… 2000 yılında GAP’a 1,5 milyar YTL. yatırım yapılmıştı… Oysa, 2005,
2006 ve 2007 yıllarında AKP iktidarı tarafından GAP’a yapılan toplam yatırım sadece 69
bin YTL., yani 2000 yılının yüzde dördü…
GAP, enerji üretimi ve sulama gibi fiziki hedeflerden öte, “eğitim, sağlık, kentleşme,
spor, kültür, altyapı gibi pek çok yönü olan, o bölgedeki yaşamı derinden etkileyecek
kapsamlı bir projedir. GAP’ın bir barış ve toplumsal kalkınma projesi olarak her yönü
ile entegre bir anlayışla, hız tamamlanması partimizin öncelikli hedefleri arasında yer
almaktadır. CHP, bu sorumluluğunun gereğini her koşulda yerine getirecektir.
3.10.2.- HÜKÜMETİN AÇIKLADIĞI ÇAY FİYATI ÜRETİCİYİ
MAĞDUR EDECEK, ZARARA SOKACAK
Hükümetin çaya verdiği primle birlikte 85 kuruşluk fiyat, geçen yıla göre yüzde 16’lık bir artışı
öngörmekle beraber, üreticiyi tatmin etmedi. Zira son bir yılda girdi fiyatları bunun çok üstünde
artış gösterdi. Örneğin, gübrenin yüzde 150 arttığı, ilacın yine o düzeylerde arttığı dikkate
alınınca bu yüzde 16’lık artışın bir anlam ifade etmediği çok açık bir biçimde görülüyor.
Tabii hükümetin bu konulardaki genel tavrı, temelden yanlış olmaya devam ediyor. Hükümet,
Çay-Kur’u tasfiye etmek istiyor. Aynen Toprak Mahsulleri Ofisini tasfiye etmeye çalıştı gibi.
Çay-Kur’un tasfiye edilmesi ve çay konusunun şu andaki şirketlerin kontrolüne teslim edilmesi,
çay üreticisini büyük sıkıntılarla karşı karşıya bırakacaktır.
Türkiye’de çay konusunda bir büyük yanlışlık da, iktidarın yıllık 50 bin ton kaçak çayın
ülkemize girmesine göz yumuyor olmasıdır. Bu, hem halkımızın sağlığı açısından, hem çay
üreticimizin emeğine saygı açısından, hem de ulusal ekonomimiz açılarından son derece
yanlış bir durumdur. Ülkemize kaçak çay girişi derhal durdurulmalıdır.
81
3.10.3.- BUĞDAY ÜRETİCİSİ BU YIL DA MAĞDUR OLACAK
Buğday, 3 milyon çiftçi ailesini, 10 milyonun üzerinde nüfusu doğrudan ilgilendiren bir konu ve
bu önemli ürünle ilgili olarak Türkiye’de çok tehlikeli bir piyasa boşluğu var. Yani devletin bu
amaçla oluşturduğu kurumlar etkisizleştirilmiştir, borsa uygulaması maalesef etkin, üreticinin
hakkını koruyacak, rekabete destek olacak bir uygulama sergilememiştir ve bugün çok ciddi
sıkıntılarla karşı karşıya kalınmıştır. Tüccar, her yıl fiyatları düşürmüştür, her yıl fiyatlar ciddi
şekilde düşmüştür ve Toprak Mahsulleri Ofisine ya da bir kamu kuruluşuna ürününü,
buğdayını veremeyen çiftçi tüccara satmak zorunda kalmıştır. Toprak Mahsulleri Ofisinin
yanlış politikası üreticiye olduğu kadar tüketiciye de olumsuz yansımıştır, çünkü aradaki
şirketler ürünü aldıktan sonra çok ciddi fiyat artışlarıyla yüksek fiyatlardan bunu piyasaya
sürmüşlerdir.
Şimdi, önce Çukurova’da buğday hasadı başlıyor. 2008 yılı buğday üretiminin geçen yıldan
biraz daha fazla olacağı, 18 milyon ton dolayında olacağı tahmin edilmektedir. Buğday,
maliyet hesaplarına göre en yüksek verimin alındığı Çukurova’da, 1 kilo buğdayın maliyeti
50 kuruşun altında değildir. Fiyatın buna göre tespit edilmesi lazımdır. Bu maliyet dikkate
alınarak ve önümüzdeki dönemdeki fiyat artışları göz önünde bulundurularak bir fiyatın
belirlenmesi zorunluluğu vardır.
Son bir yılda mazota yüzde 30, gübreye yüzde 150, ilaca yüzde 40 zam yapılmıştır ve bu
ürünlere, bu tarım ürünlerine, bu arada buğdaya verilmesi gereken fiyatı çok ciddi şekilde
etkilemelidir. Yani girdi fiyatlarının bu kadar yükselmesi karşısında seyirci kalan hükümetin,
buğday fiyatını belirlerken gerekli anlayışı göstermek zorunluluğu vardır. Bu konuda hükümet
uygulamalarının çok yakın takipçisi olacağız.
Sadece buğdaya uygun fiyat verilmesi yeterli değildir; Toprak Mahsulleri Ofisi
etkin bir alım politikasıyla devreye sokulmalıdır.
İlan edilen fiyattan anlamlı, güçlü, etkili bir alıcı olarak Toprak Mahsulleri Ofisi devreye
girmezse, ilan edilen fiyatların hiçbir anlamı, geçerliliği kalmaz. O nedenle Toprak Mahsulleri
Ofisi gerekli finansman imkânları sağlanarak etkili biçimde piyasaya sokulmalıdır. Alımlarda
çiftçi kayıt sistemine dâhil olma koşulu aranmamalıdır. Üretilmiş olan buğdaya sahip
çıkılmalıdır. Kimin ürettiği meselesiyle meşgul olmadan ama çiftçiyi kayıt sistemine almak için
gerekli gayret elbette sergilenirken, fakat ürünü alma konusunda “sen, çiftçi olarak kayıtlı
değilsin, senin ürününü almam” demeden bir yaklaşım, bir çıkış yolu mutlaka bulunmalıdır.
Borsa alımlarında ciddi tıkanmalar ortaya çıkıyor. Bunu dikkate alarak buralarda yeni alım
merkezleri açılmalıdır.
3.10.4.“ULUSAL
OLUŞTURULMALIDIR
FINDIK
POLİTİKASI”
Bu sene fındık rekoltesinin, genel ortalamanın oldukça üstünde gerçekleşmesi bekleniyor.
2008 yılı toplam fındık üretiminin 800 bin ton civarında olacağı tahmin ediliyor. Ürünün heba
olmadan, en doğru şekilde alınması ve en yüksek fiyattan ihraç edilmesini sağlayacak
politikanın düzenli bir biçimde yürürlüğe konulmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Bugün itibarıyla
fındık fiyatı 3,50 ile 3,60 YTL. civarında bir noktaya gelip dayanmıştır. Bu fiyat düzeyi fındık
üreticisini iflas ettirecek bir düzeydir. Fındık üreticisi devletten alacaklıdır. Daha kuraklık
yılından kaynaklanmak üzere alacakları hâlâ devam etmektedir.
82
Fındık üreticisinin kaderinin serbest piyasaya bırakılmaması ve tekellerin elinde fındık
üreticisinin oyuncak piyon hâline dönüştürülmemesi çok temel bir görevdir, temel bir
sorumluluktur.
Doğru bir politikayla fındık her yıl Türkiye’ye 2 milyar dolar civarında bir döviz girdisini
sağlayacak bir unsurdur. Bu döviz girdisinin içinde tek kuruşluk bir döviz harcaması da yoktur,
tümü bu toprağın ürünüdür, tümü yerli malıdır ve bir Ulusal Fındık Politikasının uygulanması
ile 2 milyar dolarlık net bir döviz girdisini Türkiye’nin sağlaması mümkündür.
Fındık, sadece ekonomik bir olay değil, aynı zamanda siyasal bir olay, bir çıkar çatışmasının
odak noktasındaki bir ürünümüz. En çok kavga konusu olan, çekişme konusu olan konu.
Türkiye’nin iyi yönetilmesi hâlinde 2 milyar dolar civarında hatta daha fazla döviz getirisi elde
edebileceği bir ürün ama pek çok çıkarın çatıştığı, siyasetin maalesef çok tehlikeli şekilde
bulaştığı bir konu.
Fiskobirlik AKP yönetiminde olmadığı için bir süre önce Toprak Mahsulleri Ofisi fındık
konusunda yetkili kurum olarak ilan edilmişti ve Fiskobirlik devreden çıkarılmıştı ve Toprak
Mahsulleri Ofisi alım yapmıştı. Toprak Mahsulleri Ofisi bu alımı yaparken 2006 yılında
açıkça çıkıp, “İki yıl boyunca hiçbir şekilde biz aldığımız bu ürünü satmayacağız.” demişlerdi.
Bu çok önemli bir taahhüt, çok önemli bir angajman, bunun satılmayacağının bilinmesi,
Toprak Mahsulleri Ofisindeki stokun piyasaya çıkarılmayacağının bilinmesi piyasada fındık
fiyatının daha sağlıklı bir şekilde oluşmasına yardımcı oluyor idi. Ama maalesef, daha iki yıl
tamamlanmadan bu yıl Toprak Mahsulleri Ofisi elindeki fındığı satışa çıkaracağını ilan etti.
İlan edilen satış fiyatları 3,00 YTL. ila 3,60 YTL. arasında, 2007 ürünü için de 4,40 YTL.
fiyat verildi. Bu fiyatlarla, yani 3,00 YTL. ila 4,00 YTL. arasında ilan edilen satış fiyatlarıyla
satılacak olan ürün bir süre önce 5,30 YTL. fiyatla alınmış olan üründür. Devlet, 5,30
YTL.’ye aldı, şimdi tam yeni bir fındık mevsiminin, sezonun başlangıcı sırasında 5,30
YTL.’ye aldığı fındığı 3,00 YTL.’ye, 3,50 YTL.’ye, 4,00 YTL.’ye satacağını ilan etti. Bu durum
yeni sezonu çok olumsuz bir şekilde etkiledi, belki de amaç bu idi.
Bu son derece yanlış bir uygulamadır. Bu, üretici açısından yanlıştır, Türkiye ekonomisi
açısından yanlıştır. Şimdi birdenbire piyasadaki fındık fiyatı düşmeye başlamıştır. İki ay
sonra 4,60 YTL.’den sezon bitene kadar fındık satışı gerçekleştirilecektir. Bu da tabii fındığı
çok ciddi şekilde olumsuz etkileyecektir. Alivre satış yapmış olanlar çok memnunlardır.
Birdenbire bu şartlar altında taahhütlerini yerine getireceklerdir. Çiftçinin, üreticinin boynu
bükülmüştür, fiyat düşmüştür, ihracatçılar çok memnun kalmışlardır, aynı oyun tekrar
tezgâhlanmıştır.
Bir kez daha fındık siyasete alet edilmiştir ve fındık üreticisine ihanet edilmiştir. Bu
kararla, Toprak Mahsulleri Ofisinin bu kararıyla fındık üreticisi arkasından
hançerlenmiştir. Fındık üreticisi kendisine oynanan bu oyunların hesabını AKP’den er
geç soracaktır.
83
3.11.- TUZLA TERSANELERİNDE ÖLÜMLER
DEVAM EDİYOR, HÜKÜMET SEYREDİYOR
Tersane işçisi “işsiz kalmak” veya “ölüm” kıskacına sıkıştı
Tuzla tersanelerinde, iş yeri sağlığı koşullarına özensiz çalışma koşulları altında hayatını
kaybeden Tuzla kurbanlarının toplam sayısı 98’e, sadece son altı ayda hayatını
kaybedenlerin sayısı ise 12’yi buldu. Meclis’in komisyon kurarak nedenlerini araştırdığı ‘iş
kazaları’na tepkiler çığ gibi artmaktadır.
Tersane işçilerinin 16 Haziran’da yaptıkları toplu eylem de, aynen 1 Mayıs’ta olduğu gibi
Hükümetin kontrolsuz güç kullanması ve sendikalara baskı uygulaması ile sonuçsuz kaldı.
DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, “Bu tablonun en önemli nedeni işçi sağlığı ve iş
güvenliği önlemlerinin, işverenlerin çoğu tarafından bir maliyet unsuru olarak ele alınıyor
olması. Devletin yıllardır piyasayı ciddi biçimde denetlememesi ve sendikaları saf dışı
bırakması sonucu işçiler yaşamını yitiriyor. İş Yasası’na göre sağlık ve güvenlik kurallarını
ihlal eden işverenlere sadece para cezası veriliyor. Daha fazla kaynak, daha fazla denetim,
daha fazla özen ve daha az açgözlülük, nice işçinin yaşamasını sağlar.” değerlendirmesi ile
gerçeklere parmak bastı.
Yönetmelik boşluğu devam ediyor
İş güvenliği ve sağlına ilişkin en büyük sorun ise sadece tersaneleri değil, bütün Türkiye'yi
ilgilendiriyor. 4857 sayıyı İş Kanunu yürürlüğe girdiğinde, iş güvenliği ve sağlığına yönelik
yeni yönetmelikler çıkarılması gerekiyordu. Yönetmelikler yayınlandı. Ancak bu yönetmelikler
Danıştay tarafından 15 Haziran 2006 tarihinde iptal edildi. Danıştay iptal ederken özetle; iş
güvenliği ve sağlığının bir tüzüğe bağlanmasını ve yönetmeliklerin buna göre çıkarılmasını
istedi. Ancak üstünden yaklaşık üç yıl geçmesine rağmen herhangi bir mevzuat çalışması
yapılmadı.
Mevzuat sorunu ancak 15 Mayıs 2008'de yasalaşan ve kamuoyunda İstihdam Paketi olarak
bilinen 5763 sayılı yasa ile aşıldı. Ancak Türkiye'de Danıştay'ın iptalinden yani 15 Haziran
2006'dan bu yana geçen sürede Türkiye'de iş sağlığı ve güvenliğine yönelik denetimler artık
yürürlükte olmayan 4857 sayısı yasa öncesinde geçerli olan mevzuata göre yapıldı.
Hazırlanan yönetmeliğin ise ayrı mevzuata ihtiyaç duyan gemi inşa ve tamiri sektörüne ne
kadar yarar sağlayacağı ise belli değil.
CHP’den Çelik’e Sert Tepki
Tuzla tersanelerindeki işçi ölümlerinin nedenlerinin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis
Araştırma Komisyonu üyesi ve CHP İstanbul Milletvekili Çetin SOYSAL, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in, Tuzla’daki ölümlerin devam edeceğine yönelik sözlerini
eleştirerek, “Tuzla’daki ölümlerle ilgili Bakan Çelik’in itirafıyla karşı karşıyayız” dedi.
Soysal, Bakan Çelik’in açıklamalarıyla, konuya ilişkin tedbirsizliğini ve diğer makamların
almadığı önlemleri meşrulaştırmaya çalıştığını savunarak şu açıklamalarda bulundu: “Burada
vahim olan 15 yeni tersane için Çevre Bakanlığı’nın da onayının olmasıdır. Orası deprem
bölgesi olmasına karşın, bölgenin ekolojik yapısını bozarak, üniversitelerle kurum ve
kuruluşların görüşü olmadan o yoğun bölgeye yeni yoğunluk katacak anlayış için de yeni
tersaneler oluşturuluyor. Bu tamamen ranta dayalıdır. Bölgede halen yeterli önlem alınmıyor,
84
kayıt dışılık ve ölümler devam ediyor. Bakan orada 40 bin çalışanın olduğunu yeni mi anladı,
yeni mi keşfetti. Bugüne kadar bunları niye söylemedi ve hâlâ neden sessiz kalınıyor?”
ÇELİK’E İSTİFA ÇAĞRISI
Öte yandan CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet SEVİGEN’de Tuzla’da yaşanan işçi
ölümleri nedeniyle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in istifa etmesini istedi.
Çelik’e bir mektup yazan Sevigen, “Ölümler sürecek gerçeğini açıkça itiraf eden bir Bakan
olarak, o koltukta oturmamanız gerektiğini düşünüyorum. İstifa ederek mensubu olduğunuz
hükümeti uyarmadığınız taktirde, devam edeceğini öngördüğünüz ölümlerin sorumlusu
olacaksınız. Bugüne kadar 96 işçimiz yaşamını yitirmiştir. Tuzlada işçi ölümleri gün geçtikçe
artmaktadır. Bunun en büyük sorumlusu soruna duyarsız kalan Hükümettir.”
3.11.1.- TUZLA TERSANESİNDE DEVLET KAYITDIŞILIKLA
İŞBİRLİĞİ İÇİNDE
CHP İstanbul milletvekili Çetin Soysal’ın, Meclis Komisyonu olarak inceledikleri Tuzla tersanelerine ilişkin
görüşleri çerçevesinde;
 Tersanelerdeki ölümler son yıllarda çok artış gösterdi. Son bir yıl içerisinde 20’nin







üzerinde ölüm oldu. Yine dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta da çok ciddi düzeyde
yaralanmaların olmasıdır.
Tanıklıklarımız ve incelemelerimiz, tersanelerde 19. yüzyıl koşullarının olduğunu, vahşi
kapitalizmin uygulandığını, insani duyguların ve yaşam hakkının olmadığını gösterdi.
Artan ölüm olayları üzerine 29 Ocak’ta konuyu Meclis İnsan Hakları Komisyonu’na
taşıdık. 1 Şubat’ta da Meclis Araştırması istedik. İnsan Hakları Komisyonu önce sıcak
bakmıyorken, ölümlerin artması ve bizim de ısrarımız ile çalışmalarına başladı.
Oradaki yaşam ve çalışma koşullarının olumsuzluklarını İnsan Hakları Alt komisyonu
tespit etti ve komisyon tarafından da kabul edildi. ‘Yaşam hakkı ve insan hakkının ihlali
olmaması için, tersanelerde düzenlemeler ihtiyaç olduğu’ tespiti yapılmış oldu.
İnsan Hakları Komisyonu çalışmalarını tamamladı ancak Meclis bu konuda hantal kaldı.
Üç ay sonra ancak Meclis Araştırma Komisyonu’nun kurulması sağlandı. AKP grubu
komisyon için isimlerini çok geç verdi. Komisyon hemen çalışmalarına başladı. Ölümlerle
ilgili tespit ettiğimiz en önemli unsur, elbette ki bilgi eksikliğinden söz ediliyor, ama yaşam
ve çalışma koşullarının ağırlığı, kayıt dışılığın olduğu, alınan ücret ile SSK’da gösterilen
ücret arasında farklılık olduğunu daha önce İnsan Hakları Komisyonu’nda tespit etmiştik.
Ama bütün bunların dışında orada bir iş yoğunluğu olduğunu da tespit ettik.
Ulaşım, trafik, altyapı, tersanelere dönük yoğunlukla beraber çevreye dayalı
olumsuzlukları da beraberinde getiriyor. Tersanelerin hacminin dar oluşundan ötürü,
orada dolgu alanları yaratılmaya başlanmış. Gemilerin tonajlarının çok yüksek olması
sosyal donatı alanlarını da yok ediyor. Örneğin yemekhanelerin, soyunma kabinlerinin,
dinlenme alanlarının olmadığını söylemek de mümkün. Bunlar çok ciddi sıkıntıların
yaşanmasının nedenlerini oluşturuyor.
Tuzla tersaneleri sektör açısından da istihdam açısından da önemli. Ama bunun önemi
yeterince kavranmıyor. Örneğin ağır ve tehlikeli işkolu olmasına rağmen işyeri hekimliği
yeterince uygulanmıyor. Ortak işyeri hekimliğine de 22 tersane iştirak etmiş, diğerleri
etmemiş, o da çok kötü koşullarda idi. Neyse ki, bir hastane hayata geçecek. Hastane ile
beraber sanırım tedavileri mümkün olacak ama bu, yaşanacakları ortadan kaldırmıyor.
Çünkü orada yeni ölüm tarlaları oluşuyor.
Özellikle 43 tersane dışında, yeni tersanelerin yapılmasına dayalı deniz doldurma olayı
yaşanıyor. Kurum ve kuruluşların görüşü alınmıyor. Örneğin orası deprem bölgesi. Orada
yeni onlarca tersane daha kurulduğu zaman, oraya yeni bir yoğunluk katacaktır. Bunun
85





çok ciddi sakıncaları var. Orada çok ciddi çevre katliamı var ve maalesef Çevre Bakanlığı
‘olur’ vermiş. Ayrıca orası deprem bölgesi ve bir önceki felakette orada liman yok oldu.
Buna rağmen deniz dolduruluyor. Üstelik gazetelere ilan verilerek orası İstanbul’un toprak
dökümünün sağlanacağı adres olarak gösteriliyor. İlanlarla ‘dolgular burada yapılır’
denilerek yeni bir rant alanı yaratmaya çalışıyorlar.
Denizin öyle doldurulmaması gerekiyor. Hele deprem bölgesinde olan; hele ki,
yoğunluğun olduğu bir yer. Burada çevreye, İstanbul’a hem de sektöre yönelik ciddi bir
ihanetle karşı karşıyayız. Çevre Bakanlığı, Denizcilik Müsteşarlığı, Bayındırlık Bakanlığı
işbirliği yaparak, deprem etütleri yapılmadan, kurum ve kuruluşların görüşleri alınmadan,
yeniden rant yaratacak bir anlayışla ölüm tarlalarının oluşuma ön ayak oluyor. Burada da
uyarmak istiyorum, önümüzdeki süreçte yaşanacak bir felakette yerle bir olma ihtimalinin
çok yüksek olacağı bir ölüm tarlası oluşuyor orada. Bunu görmemek, bu konuda
denetleme yapmamak maalesef büyük bir ihmaldir. Denizin doldurulması, yüksek tonajlı
gemilerin yanaşıp çıkması halinde, deniz kazalarını da son derece artıracaktır. Bunları
bilim adamları söylüyor. Orada çalışan insanlara dönük yarınlarda doğacak bir felaketi
görmemek herhalde aymazlık olur.
Son yaşanan ölümün nedenini tersanedeki güvenlik birimleri dahi çözemiyor, gerekçe
gösteremiyorlar. En son ‘sabotaj olabilir’ iddiasını ortaya attılar. Yoğunluktan kaynaklı,
elektrikçi, kaynakçı, yağlıboyacı aynı yerde, dar bir alanda, aynı anda çalışıyorsa kaza
kaçınılmazdır, olacaktır. Bunu işçiye, emekçiye yüklemek aymazlık olsa gerek. Bunlar
önlenebilir ölümler. Ancak ortada sosyal sorumluluk anlayışı kıt kesimlerin aşırı kar hırsı
ile, rant politikası ile yürüttükleri çarpık işletmecilik uygulaması ayıbı var.
Bu sıkıntıları aşmak için devletin bütün kurumlarıyla ilgi göstermesi, parlamentonun ilgi
göstermesi, objektif değerlendirmeler yapılması lazım. İnsan Hakları Komisyonu’nun,
‘önlenebilir ölümler’ olduğu yönünde muhalefet şerhim dışında tümüyle katıldığım bir
çalışması ortaya çıktı. Ölümlerin çoğunun nedeni bile araştırılmıyor. Gaz birikmesi oluyor,
aynı anda bir kaynakçı çalışmaya başlayınca, gazla kaynak birbiriyle buluştuğunda
patlamalara neden oluyor. Yüksekten düşmeler, o dar alanda. Hepsi ölüm nedeni.
Taşeronlaştırmaya iki türlü, bir yan sanayinin üretime katkısı açısından, bir de devletin
kendi taşeronluğu açısından da bakabiliriz. Devlette, devleti yönetenlerde maalesef öyle
bir anlayış egemen oldu ki, devlet artık çalışanların sorumluluğunu üstlenmemek için
taşeronlaşmayı teşvik ediyor. Genel ve yerel yönetimlerin yapması gereken işleri
taşeronlaştırarak, kendi çalışanının sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmaya çalışıyor.
İnsan hakkı ve yaşam hakkı ihlaline neden olacak şekilde taşeronlaştırarak, o taşeronlara
yeni rant alanları oluşturarak, yani kayıt dışılıkla işbirliği yapıyor devlet. Başbakan
Çalışma Bakanlığı’nın denetim eksikliğinden ceza verdiği Dearsan Tersanesi’nde açılış
yaptı... İşte bu, oradaki kayıt dışılığı, çalışma ihlallerini, çalışma koşullarını
meşrulaştırmaktır. Ülkeyi yöneten erkin bu yaklaşımı, oradaki insan hakkı ihlalinin
göstergesidir.
Temel sorun eğitimsizlik değil denetimsizlik. Tabiatıyla işçi en uygun düzeyde eğitilmelidir.
Hem örgün Mesleki eğitim ile, hem de iş yeri eğitimi ile. Ancak Tuzla tersanesinde
Bakanlık denetiminin son derece yetersiz olduğu açıktır. Zaten bu nedenle işveren,son
derece pervasız bir şekilde, burası tekstil sektörü değil, burada ölümler olabileceğini işçi
bilmelidir” diyebilmektedir.
86
3.12.- ÇEVRE SORUNLARI
Çevre Hakkı, yüzyılımızın insanlığı en çok ilgilendiren, en çok sahiplenilmesi gereken temel
insan hakları arasında yer almaktadır. Cumhuriyet Halk Partisi; temiz doğayı, yeşil çevreyi,
dengesi korunan atmosferi çağımızın büyük iddiası ve öngörüsü, böyle bir ortamda yaşamayı
ise bireylerin temel hakkı olarak kabul eder.
Büyüme hedef ve stratejilerinin belirlenmesinde, doğal kaynakların sınırlılığını dikkate alan
“küresel ısınma ve iklim değişimi, kuraklaşma, erozyon, çölleşme” sürecini yakın
geleceğin evrensel tehdidi olarak algılayan "sürdürülebilirlik kriteri”nin dünya ölçeğinde
gözetilmesi 21. yüzyılda giderek daha büyük önem taşımaktadır.
Ekolojik dengeleri gözetmeyen kalkınma çabaları tıkanmaya mahkumdur. Bu nedenle üretim,
büyüme, sanayileşme, kentleşme strateji ve politikaları, çevreyi, doğayı ve atmosferi tahrip
etmeden yürütülmelidir.
Hızla artmakta olan toprak erozyonunu önlemek, yeşil örtünün ve canlı yaşamın
birlikte oluşturduğu ekolojik dengenin bize sunduğu doğal zenginliklerin bilinçsizce
kullanılıp, geri dönüşsüz kaybına izin vermemek zorundayız.
Sanayileşme ve enerji tüketimi ile çevre koruma politikaları birbirinin engeli değil, beraber
geliştirilmeleri gereken hedeflerdir. Teknoloji tercihlerinde çevreyi koruma boyutu kesinlikle
dikkate alınmalı, çevre kirliliğinin önlenmesi ile ilgili teknolojilerin transferi, özümlenmesi ve
üretimi desteklenmelidir.
87
3.12.1.- TMMOB ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI’NIN ‘2008
ÇEVRE DURUMU RAPORU’ ALARM VERİYOR
Çevre sorunları doğayı giderek yok ediyor
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’nın “2008 Çevre Durumu Raporu”na göre dünyada ve
Türkiye’de her geçen gün artan ve çeşitlenen çevre sorunları zaten sınırlı olan doğal
varlıkların daha da azalmasına hatta yok olmasına neden oluyor.
Ulusal düzeydeki çevre sorunlarının başında bugün; iklim değişikliği, su varlığımızın
kıtlığı ve kirlenmesi, biyolojik çeşitliliğin yok olması, çarpık kentleşme, doğal ve
kültürel varlıkların tahribi geliyor.
Çevre Durum Raporu’nun Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çevre sorunları
sıralamasında en başta su kaynakları yer alıyor. Türkiye’nin artan su ihtiyacını
karşılamak için su varlıkları üzerindeki baskının giderek artış gösterdiğine dikkat
çekilerek, Türkiye’nin su kaynakları açısından artık zengin bir ülke olmadığına vurgu
yapılıyor.
Türkiye Su Fakiri
Raporda, 1995-2002 yılları arasında, yüzey ve yeraltı suyu kaynaklarından çekilen su
miktarında yüzde 32.9 oranında bir artış görüldüğü belirtiliyor. Yılda kişi başına düşen
kullanılabilir su miktarının 1000 metreküpten daha az olduğu ülkelerin “su fakiri” olarak
tanımlandığı kaydedilen raporda şöyle denildi:
“Kişi başına düşen yıllık su miktarına göre ülkemiz su azlığı yaşayan bir ülke konumundadır.
Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1500 metreküp civarında. Tahminlere göre
önümüzdeki 20 yıl içinde, ülkemizdeki nüfus 87 milyona ulaşacak, yıllık kişi başına düşen su
rezervi ise 1042 metreküp olacak. Bu rakam, su fakiri olarak tanımlanan ülkelerdeki yıllık kişi
başına düşen su miktarına çok yakın.”
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğ’nün çalışmalarına göre sektörler itibarıyla 2003 yılı su
tüketimi ve 2030 tahminine göre ise önümüzdeki 25 yıllık dönemde su gereksiniminin
bugünkünden yaklaşık üç kat daha fazla olacağı ifade edildi.
Türkiye’nin su kaynaklarının kalitesinin bozulmasının başlıca nedenleri arasında;
doğal varlıkların aşırı kullanımı, çarpık kentleşme, plansız sanayileşme, evsel,
endüstriyel ve tarımsal kaynaklı faaliyetler yer aldığının altı çizildi.
Türkiye’nin önemli tarım ve endüstri merkezlerini kapsayan akarsu havzalarında yer
alan su kaynaklarının kalitesi, “Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği”nde belirtilen, “Kıta İçi Su
Kaynaklarının Sınıflarına Göre Kalite Kriterleri” sınır değerleri baz alınarak
sınıflandırıldığında, II. Sınıf (az kirlenmiş su) ve IV. Sınıf (çok kirlenmiş su) arasında
değiştiği kaydedildi.
3
8.54 Milyon M Su Çekildi
Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı (TÜİK) verilerine göre 2004 yılında, Türkiye’de,
belediyeler, imalat sanayii ve enerji üretimi te-sisleri tarafından su kaynaklarından
yaklaşık olarak 8.54 milyon metreküp su çekildiği, çekilen toplam su miktarının yüzde
88
56’sının belediyeler, yüzde 30’unun enerji üretimi tesisleri, yüzde 14’ünün ise imalat
sanayii tarafından kullanıldığı kaydedildi.
TÜİK’in 2004 yılı verilerine göre, tüm kaynaklardan temin edilen toplam su miktarı ele
alındığında; denizlerin yüzde 36 oranı ile en büyük su temini kaynağı olduğu, denizleri
yüzde 24 ile barajların, yüzde 19 ile kuyu sularının, yüzde 16 ile kaynak sularının
izlediği anlatıldı. Akarsular, göller, göletler ve diğer kaynakların ise toplam talebin
yalnızca yüzde 5’ini karşılayabildiği kaydedildi.
3.12.2.- KÜRESEL ISINMA İLE MÜCADELE EKONOMİLERİ
ISITACAK
Küresel Isınmayı 1
Derece Düşürmek İçin
100 Trilyon Dolar
Gerekiyor
Dünya, son üç yılda Kyoto Protokolü kapsamında çevreyi korumaya yönelik önlemler için
500 milyar dolar harcadı. Ancak 2050'de küresel ısınmayı 1 derece düşürebilmek için toplam
100 trilyon dolar gerekiyor..
Greenpeace'in hesaplamalarına göre 2050 yılına gelindiğinde küresel ısınmanın etkilerinin
makul seviyelerde tutulabilmesi için şimdiden yılda ortalama 300 milyar dolar yatırım
yapılması gerekiyor. Kyoto Protokolü'nün ise dünyanın içerisinde bulunduğu bu durumdan
çıkmak için en uygun yol olduğu belirtiliyor. 1997 yılında imzalanan ve 2005'te yürürlüğe
giren protokole katılan ülkeler 2008 ile 2012 arasında, sera gazı salımlarını 1990 yılı
seviyesinden ortalama yüzde 5.2 oranında aşağıya çekmeyi kabul ediyor. Protokolü şu ana
kadar küresel sera gazı salımlarının yüzde 60'ından fazlasından sorumlu 182 ülke imzaladı.
Pahalıya Patlar
Gözükmüyor
Görüşü
Yaygın,
Ancak
Alternatif
Henüz
Ancak karbon salınımında lider olan ABD ise protokolü henüz imzalamadı. ABD Başkanı
George W. Bush konuyla ilgili yaptığı açıklamada protokolü imzalamanın ABD ekonomisi için
fazladan 450-500 milyar dolarlık ek yük getireceği için böyle bir adımı atmak için acele
etmeyeceklerini söyledi.
89
Ancak başta çevreci kuruluşlar olmak üzere uzmanlar ABD'nin şu ana kadar Irak Savaşı için
2 trilyon doların üzerinde para harcadığına dikkat çekerek, "Eğer ABD savaş için 2 trilyon
dolar bulabiliyorsa çevre için de 500 milyar dolar bulabilmeli" diyor.
Protokolü imzalamayan ülkeler arasında Avustralya ve Türkiye'de bulunuyor. Ama Kyoto
kriterlerine yönelik eleştirilerde yok değil. Başta İsveçli Bjorn Lomborg olmak üzere çok
sayıda bilim insanı Kyoto'nun çok yüksek bir faturaya mal olmasına rağmen yeterince etkili
olmayacağı görüşünde.
Kyoto Protokolü nedir?





Küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle mücadele için hazırlanan ortak anlaşma,
1997 yılında imzalandı 2005 yılında yürürlüğe girdi, Protokole halen 182 ülke imza attı
Ülkeler atmosfere gönderdikleri karbon gazı miktarını düşürmeyi taahhüt ediyor.
Protokole imza atan ekonomisi gelişmiş 37 ülke salınım raporları yayımlıyor.
Ülkeler ön görülen hedeflere 2012 yılına kadar ulaşmak zorunda.
Kyoto Protokolünün hedefleri şöyle özetlenebilir
 Atmosfere salınan sera gazı miktarı yüzde 5’e çekilecek.
 Endüstriden, motorlu taşıtlardan, ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını
azaltmaya yönelik mevzuat yeniden düzenlenecek.
 Daha az enerji ile ısınma, daha az enerji tüketen araçlarla uzun yol alma, daha az







enerji tüketen teknoloji sistemlerini endüstriye yerleştirme sağlanacak.
Ulaşımda, çöp depolamada çevrecilik temel ilke olacak.
Atmosfere bırakılan metan ve karbondioksit oranının düşürülmesi için alternatif
enerji kaynaklarına yönelinecek.
Fosil yakıtlar yerine örneğin daha çok hidrolik ve bio dizel yakıt kullanılacak.
Çimento, demir-çelik ve kireç fabrikaları gibi yüksek enerji tüketen işletmelerde atık
işlemleri yeniden düzenlenecek.
Termik santrallarda daha az karbon çıkartan sistemler, teknolojiler devreye
sokulacak.
Güneş enerjisinin önü açılacak, nükleer enerjide karbon sıfır olduğu için dünyada
bu enerji ön plana çıkarılacak.
Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacaktır.”
Hükümet Kyoto Protokolünü imzalamaya hazırlanıyor,
Türkiye koşulları üzerinde hiçbir güvenilir çalışması yok
ancak
Küresel ısınmaya yol açan sera gazı emisyonlarının azaltılmasını öngören Kyoto
Protokolü’ne Türkiye’nin katılımının uygun bulunduğuna dair yasa tasarı 11 Haziran’da
TBMM Çevre Komisyonu’nda kabul edildi.
Ancak Kyoto Protokolü’nün süresinin 2012’de doluyor olması ve Türkiye’nin bunun
gibi imzaladığı birçok uluslararası sözleşmeyi uygulamaması nedeniyle tartışmalar
bitmek bilmiyor. İşverenler de Türkiye’nin ekonomisine zarar getireceği gerekçesiyle
dünyanın sonunu hazırlayan küresel ısınmaya karşı tek somut adım olarak karşımızda
duran Kyoto Protokolü’ne karşı çıkıyor.
90
Kyoto Protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamak
amacıyla Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde 1997’de,
yaklaşık 3 yıl süren görüşmelerin ardından imzaya açıldı.
Bu protokolü imzalayan ülkeler, karbondioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş
gazın salımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa salınım ticareti yoluyla haklarını
arttırmaya söz verdiler.
Protokol, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeylere
düşürmelerini gerekli kılıyordu ancak 1997’de imzalanan protokol, 2005’te yürürlüğe
girebildi. Çünkü, protokolün yürürlüğe girebilmesi için onaylayan ülkelerin 1990’daki
emisyonlarının yeryüzündeki toplam emisyonun yüzde 55’ini bulması gerekiyordu ve
bu orana ancak 8 yılın sonunda Rusya’nın katılımıyla ulaşılabildi.
Uzmanlar, Türkiye'nin kalkınmasının devamı için sera gazı salınımını artırmaya devam
etmeye zorunlu olduğunu belirtiyor.
Kyoto'nun müzakeresiz maliyeti 40 ile 148 milyar dolar arasında hesaplanıyor. (148 milyar
dolarlık abartılı tahmin DPT’ye ait olup, sera gazı emisyonunu yüzde 40 oranında azaltma
hedefine dönük) Ancak Kyoto Protokolunu imzalamak için yasa tasarısı hazırlayan
hükümetin, gerek Türkiye’nin sera gazı salımı konusunda, gerekse, 2012 yılından sonra
Türkiye’nin hangi düzeyde yükümlülüklerin altına gireceğine ilişkin tek bir ciddi çalışması yok.
Tasarının komisyon görüşmelerinde bu husus çok açık olarak ortaya çıktı. Tek söylenen şey,
“eğer imzalarsak müzakere masasına oturma hakkımız doğar” görüşü.
AB'nin 2004 yılında kişi başı sera gazı emisyon miktarı 11 ton karbon dioksit eşdeğeri,
Türkiye'ninki ise 4.1 ton seviyesinde tahmin ediliyor. AB, 2020 yılında kadar bu değeri yüzde
20 azaltarak 8.8 tona çekecek.
Türkiye'nin 2020'ye kadar her yıl yüzde 7.5 büyümesi ve bu arada devreye giren çevre dostu
uygulamalarla sera gazı salınım artışını yüzde 6'da tutması halinde kişi başı miktarı 8.8 - 9
ton seviyesine çıkarabileceği hesaplanıyor.
AB'nin hedeflerinin üyeler arasında dağıtılmış olduğuna da dikkat çekiliyor. Yani her bir AB
üyesi ülkenin sera gazı emisyon miktarını düşürmek gibi bir yükümlülüğü bulunmuyor.
Portekiz'in yüzde 27 ve Yunanistan'ın yüzde 12.5 artırabilecekken, denge Alman ve İngiltere
gibi üyelerin azaltma sorumluluğu ile sağlanıyor.
Çevre uzmanları, günü değil gezegeni kurtaracak uluslararası bir iklim değişimi anlaşmasının
küresel olması gerektiği ve toplam salımların yüzyıl zarfında bugünkü değerinin yaklaşık
beşte birine indirilmesinin zorunlu olduğunu bildiriyorlar.
Türkiye, tüm dünya devletleriyle birlikte kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecek
olduğunda, bugünkü CO2 salımlarını benzer bir zaman menzilinde, kaba bir tahminle üçte
birine indirmesi gerekecek. Bu indirimin büyüyen bir ekonomide, zamana karşı yarışarak
gerçekleştirilmesi gerektiğinin unutulmaması lazımdır. Zira, hedeflenen indirim seviyesi
zamandan bağımsız değil, belirli bir anda yakalanması gereken bir hedeftir.
91
3.13.- AKP TÜRKİYE’Yİ HIZLA ENERJİ KRİZİNE
TAŞIYOR
2010 yılı için öngörülen talebe cevap vermek için Türkiye’nin 12 bin megavat düzeyinde bir
elektrik enerjisi yatırımını derhal devreye sokması gerekmektedir. Oysa Türkiye son üç yılda
toplam ancak 2.364 megavat enerji üreten tesisi devreye sokabilmiştir. 2005 yılında kabul
edilen yeni yasal düzenlemeden sonra, sektörde yatırımlar artacağına azalmıştır.
Yeni yasal düzenleme ile özel sektörü özendiren bir enerji piyasası ortamı yaratılmış
olmasına rağmen, yerli veya yabancı özel girişimcilerin yeni üretim tesisleri için
gerçekleştirdikleri yatırımlar çok düşük düzeylerde seyretmiştir.
Sorun sadece yeni enerji tesisleri için yatırım yetersizliğinden kaynaklanmıyor, son yıllarda
onarım ve rehabilitasyon yatırımları da son hepsi ihmal edilmiştir.
Kısaca, Türkiye hızla bir enerji darboğazına doğru sürüklenmektedir. Bu durumun kuraklık
veya hidrolik santrallarda verim düşüklülüğü ile açıklanması mümkün değildir. Termik
santraller bakımından da benzeri, verim düşüklüğü sıkıntısı vardır. Zira kamu enerji tesisleri
nasıl olsa satılacak diye bakım onarım ve rehabilitasyona gerekli özen gösterilmemektedir.
Zaman zaman tesislere aşırı yüklenmeler yapılmakta, bu da yeni sorunların doğmasını
kaçınılmaz kılmaktadır.
Uzun perspektifli planlama yapmadan izlenen kısa vadeli kısır enerji politikaları sonucu
Türkiye’nin enerji politikası giderek doğal gaza ve LNG’ye dayandırılmıştır. Bunun doğal
sonucu olarak da ülkemizin enerjide dışa bağımlılığı giderek tırmanmaktadır. LNG’ye dayalı
enerji politikası demek, spot piyasadan spot fiyatlardan Türkiye’nin enerji tedarikini yapması
demektir. Pahalı enerji kullanılması, istikrarsız bir enerji arz tablosuyla karşı karşıya kalması
demektir.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler tarafından Milli Güvenlik Kurulu (MGK)
toplantısında sunulan raporda da, “Türkiye’nin 2009 yılından itibaren kurulu 30 bin
megavat enerji üretiminin Türkiye’ye yetersiz gelmeye başlayacağı, 2016’da da açığın
yüzde 40’ın üzerine çıkacağı ve sıkıntılara neden olacağı” vurgulandı. Raporda bunun
yanı sıra, ilk kez ayrı bir başlık olarak gündeme alınan küresel ısınmanın, barajlardan
sağlanan hidroelektrik enerjisini yüzde 70 oranında azalttığı ifade edildi.
Keza aynı Raporda, “Türkiye’de elektrik üretimi 2009 yılında ilk kez negatif değerlere
inecek. İnşa halinde olan ve lisans almış işletmeler en kısa sürede ya da öngörülen
tarihlerde devreye girse dahi enerji açığı 2011 yılında ortaya çıkacak ve talep üretilen
elektrikten yüzde 3.5 daha fazla olacak. 2016 yılında ise Türkiye’nin toplam elektrik
üretimi eksiği yüzde 40.4 olacak. Bu da Türkiye’nin sadece yüzde 60’lık bölümüne
elektrik verilebileceği anlamına geliyor.” İfadeleri yer aldı.
Bu durum, geride bıraktığımız dönemde, AKP ile geçen son altı yılda izlenen yanlış enerji
politikalarının Türkiye’yi içine soktuğu açmazdan kaynaklanmaktadır. Bu durum
sürdürülemez. Türkiye yeni bir planlama ile enerji sektörüne çok ciddi boyutlarda hızla
yatırım yapmak, yerli veya yabancı doğrudan sermayeyi ulusal enerji politikalarımızla uyum
çerçevesinde enerji sektörümüze yönlendirmek zorundadır.
Ülkemizde elektrik üretiminde kurulu gücün yüzde 32'sini oluşturan hidroelektrik tesisler
2006'da tüketilen elektriğin yalnızca yüzde 25'ini üretebildi. Yerli, yeni ve yenilenebilir enerji
92
kaynakları ile enerji ihtiyacının önemli bir kısmını karşılayabilecek potansiyele sahip
olmamıza karşın, toplam enerji arzında, petrol ürünlerine dayalı santrallarla yüzde 35,
doğalgaza dayalı santralarla da yüzde 28 oranında, yani toplam yüzde 64 oranında dışa
bağımlı durumdayız..
Oysa Türkiye'nin brüt hidroelektrik potansiyeli 433 milyar kilovatsaat/yıl, teknik hidroelektrik
potansiyeli 216 milyar kilovatsaat/yıl, ekonomik potansiyeli ise 150 milyar kilovatsaat/yıl dır.
Keza, Türkiye'nin rüzgar potansiyelinin 120 milyar kilovatsaat, jeotermal brüt teorik ısı
potansiyelinin 31 bin 500 megavat, kullanılabilir ısı potansiyelinin de 3 bin 524 megavat
olduğu, güneş enerjisi potansiyelinin ise 1460-1120 kilovatsaat/metrekare-yıl sınırlarında
bulunduğu belirtilmektedir.
Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretimi konusunda birçok projeye Enerji Piyasası
Denetleme Kurumu (EPDK) tarafından lisans verilmiş olmasına karşın, gerçekleşmiş proje
sayısının oldukça düşük düzeydedir.
Enerji üretiminde ağırlık; yerli, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına verilmelidir.
Enerji planlamaları, ulusal ve kamusal çıkarların korunmasını ve toplumsal yararın
arttırılmasını, yurttaşları ucuz, sürekli ve güvenilir enerjiye kolaylıkla erişebilmesini
hedeflemelidir.
Kamusal planlama, kamusal üretim ve yerli kaynak kullanımını reddeden, bu alandaki
yatırımların aksama, gerileme ve gecikmesinin temel nedenini oluşturan özelleştirme
uygulamalarından vazgeçilmelidir.
3.14.- EĞİTİM SORUNLARI
Yine, geçen hafta Türkiye’de ÖSS sınavları gerçekleştirildi. Yine 1,5 milyon gencimiz,
geleceğini kısa bir sınavın sınırları içinde aramaya mecbur bırakıldı. Bir kez daha bu sınav
sisteminin, yükseköğretim sistemimizin, onun ötesindeki eğitim sorunlarımızın derinliği,
önemi, çapı hepimizi bir kez daha düşündürdü, düşündürmelidir.
 Gerçekten ne yapıyoruz, niçin yapıyoruz? Bu gençleri nereye hazırlıyoruz?
 Bu hazırlığın en son aşamasına gösterdiğimiz ilgiyi niçin acaba o gençlerimizi ta ilkokula




girdikleri andan itibaren gereken özeni, ilgiyi sergileyerek bugünlere hazırlama
konusundaki görevimizi yerine getirerek niçin üzerimize düşeni yapmıyoruz?
Niçin son dakikada bu çocuklar kendi kaderlerine bırakılıyor?
Niçin çocuklar hâlâ Çanakkale Savaşlarının Kars’la Ardahan arasında yapıldığı cevabını
verme durumunda kalıyor?
Niçin hâlâ Türkiye’de okul birincisi çocuklar matematikten sıfır almak durumunda
kalıyorlar? Niçin eğitim düzeyimiz gerçekten bu kadar düşüktür?
Bir yandan en kaliteli, en başarılı gençleri yetiştiren bir eğitim potansiyeline sahipken öte
tarafta yüz binlerce insanımızı, gencimizi okulsuz, öğretmensiz, malzemesiz, ilgisiz bir
şekilde niçin kendi kaderine terk ediyoruz ve kendimizi avutuyoruz?
Gerçekten çok ağır bir sorunla karşı karşıyayız. Eğitim, toplumsal değişmenin, demokrasinin,
hukuk devletinin, çağdaş yaşamın her şeyin özü, temeli ancak eğitimde başarılı olarak pek
çok konuyu çözebiliriz. Eğitim aynı zamanda bizim siyasal ve toplumsal bütünlüğümüzün
güvencesi.
93
Maalesef bu güvenciyi işleteceğimiz yerde tam tersini yapıyoruz, eğitim aracılığıyla toplumu
bölüyoruz, gençleri bölüyoruz, kutuplaştırıyoruz, bir kültür çatışmasının tohumlarını ekiyoruz.
Yıllardan beri bunu yapıyoruz. Bütün bunları derleyecek toparlayacak, Türkiye’nin geleceğe
ve kendisine olan güvenini artıracak, heyecanla, umutla gençlerimizi kucaklayıp en iyi şekilde
yetiştirecek bir eğitim hamlesini yıllardan beri bir türlü gerçekleştirememenin üzüntüsünü
yaşıyoruz. Bütün bunlar özlemlerimiz, sorunlar, birikimlerimiz, bunları yaşıyoruz.
Bu vesileyle Sayın Başbakanın dershanelerle ilgili şikâyetlerini de öğrenmek fırsatını bulduk.
Başbakan iktidara geleli altı yıl oldu. Altı yıldır iktidardadır. Eğitim sorunu Türkiye’nin en ciddi
sorunudur, en temel sorunudur. Altı yıl sonra Başbakan, sanki Türkiye’ye ilk kez dışarıdan
gelmiş bir yabancı gözlemci gibi dershaneler konusunda şikâyet söyleyerek görevini yaptığını
zannediyor.
Gerçekten bu yaklaşım, bu sorumsuzluk, bu duyarsızlık, bu ilgisizlik belki de asıl
meselemizdir. Sorumluluğunu üstlenerek, görüşünü koyarak, onun icabını yerine getirerek bir
devlet adamı olarak, bir iktidar sahibi olarak üzerine düşenleri yerine getirmeyenler, çat orada
bir türlü, burada bir türlü açıklamalar yaparak durumu idare etmeye gayret ediyorlar. Bu, tabii
çok üzüntü verici bir olaydır. Buradan herkesin, hepimizin çıkarması gereken sonuç vardır.
Genel Başkan Deniz BAYKAL
3.14.1.- “GARABET’LERİN” SAYISI AKP İKTİDARLARI
DÖNEMİNDE İKİYE KATLANDI
Başbakan Erdoğan, 15 Haziran günü ÖSS sınavının yapıldığı saatlerde İzmir’de katıldığı bir
toplantıda, dershane sistemini ağır bir dille eleştirmişti: “Çok açık, net söylüyorum, Milli Eğitim
Bakanımla konuşuyorum, niçin acaba öğrenciler üniversite hazırlık kurslarına giderler? Bunu
anlamakta zorlanıyorum. Bakıyorsunuz en güçlü liseden, fen lisesinden, Anadolu lisesinden
mezun oluyor, o bile hazırlık kursuna gidiyor, bu bir garabet.” demişti.
Başbakan’ın ‘garabet’ diye eleştirdiği, Milli Eğitim Bakanı Çelik’inse velilere ‘Çocuklarınızı
göndermeyin’ çağırısı yaptığı dershanelerin sayısı, ne gariptir ki, AKP iktidarları döneminde
neredeyse ikiye katlandı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dershaneleri ‘garabet’ diyerek
eleştirdiği, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’inse velilere ‘Çocuklarınızı göndermeyin’ diye
çağrı yaptığı özel dershanelerin sayısı AKP hükümetleri döneminde yaklaşık yüzde 90 arttı.
2002-2003 eğitim öğretim döneminde 2 bin 122 olan dershane sayısı 2007-2008 döneminde
4 bin 31’e yükseldi. Dershaneye giden öğrencilerin sayısıysa aynı dönemde 606 bin 522’den
1 milyon 122 bin 861’e yükseldi. AKP hükümetleri döneminde özel okullarla bu okullara giden
öğrenci sayısında da ciddi artış yaşandı. Altı yıl önce 2112 olan derhane sayısı şu anda
4031’e yükselmiş bulunuyor.
Bilindiği gibi, özel eğitim kurumlarının artırılması için Maliye Bakanlığı tarafından bazı
kolaylıklar uygulamaya koymuştu. Hükümet, 2005’te yapılan düzenlemeyle hem dershane
hem de özel okullardan alınan KDV oranlarını yüzde 18’den yüzde 8’e çekmişti.
94
3.15.- TELEKOMUN SATIŞI BÜYÜK BİR OLAY,
BÜYÜK BİR FACİADIR
Türkiye’deki Telekom satışını ne özelleştirme politikasının bir gereği olarak sunmanız
mümkündür ne herhangi bir şekilde ülke yararına bunu temellendirmeniz mümkündür. Üç yıl
geçti, her yıl ödenmesi gereken taksitten fazlasını, Telekom, onu alanlara kâr olarak veriyor.
Satışın şartları içinde öngörülen taksitten fazlasını her yıl Telekom alana kâr olarak taşıyor.
Yani Telekom’un geliriyle Telekom’u alana hediye ediyorsunuz. Böylesine ballı kaymaklı bir
özelleştirme olur mu?
Üstelik neyi satıyorsunuz? Telekom’u, ayni, en stratejik kuruluşlardan birisini. Putin giderayak
bir kanun çıkardı, “Telekom’da yabancı sermayeye kesin izin veremezsiniz.” dedi. Bu
duyarlılığı, Telekom’un stratejik bir sektör olması nedeniyle Fransa ve İngiltere’de uyguluyor,
Bu sektörde özelleştirmeyi kendi içinde yapıyor, yabancılara satmıyor.
Kasım 2005’de Türk Telekom’un yüzde 55 hissesini 6,6 milyar dolara Harari ailesine ait
uluslararası Telekom sektörü içinde hiçbir önem ve birikimi olmayan OGER Telekom’a sattık.
Satıştan iki ay sonra Kurumlar Vergisi yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirildi. Tahminlere göre
Harisi ailesi, bu nedenle Türk Telekom’a 2 milyar dolar arz ödemiş oldu, Hariri ailesine hiç
hesapta olmayan 2 milyar dolarlık bir kolaylık sağlandı.
Bu satışla Türkiye’de devlet tekelinin yerine özel tekel getirildi. “Özelleştirme uygulanacak”
denilmişti, özelleştirme doğrultusunda hiçbir adım atılmadı, çok kârlı bir özel tekel oluşturuldu,
hem de Başbakan ile yakın ilişkileri olan bir ailenin bu sektörle herhangi bir iddiası olmayan bir
firması tarafından Türkiye’de Telekom alanında bir tekel oluşturuldu.
2006 sonunda bu Harisi ailesine ait olan Türk Telekomun Genel Müdürü, zamları içeren yeni
tarifelerini Telekom Kurumuna bilgi vermeden tek taraflı olarak ilan etti. Yasaya göre zamdan
evvel Türk Telekom Kurumundan onay alması lazım. Oysa özel tekel, yeni tarifeyi tek başına
ilan etti. Bir süre sonra toplumda tartışma başlatılınca müracaat edildi, Türk Telekom Kurumu
da aynen onayladı.
Yani, Başbakan’ın dostu Hariri ailesine görülmemiş kıyak yapıldı. Önce ülkede “özel tekel”
olmasına göz yumuldu, sonra 2 milyar dolar KDV indirimi sağlandı, daha sonra vergi yükü
yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirildi, üstüne de firmanı tesbit ettiği yeni yüksek tarife aynen
onaylandı.
Ocak 2004’te başlanmış olması gereken özelleştirme, serbestleşme birçok alanda geriye
alındı, birçok alanda engellendi ve serbestleşme süreci askıya alındı. 2004 yılında sektörün
serbestleştirilmesi gerekiyordu. Pek çok küçük, orta boy firma ortaya çıkmıştı. Pek çok alanda
başarılı işler yapıp bir rekabet ortamı gerçekleştirmek istiyorlardı. Bunların önü tıkandı,
engellendi ve sektörde filizlenmeye başlayan birçok firma bu yüzden kapanmak zorunda kaldı.
Türk Telekom sektörü, teknolojide yenileşmeye, inovasyona en yatkın, en dinamik,
değişmeye en açık olması gereken bu sektör bu nitelikleri çok tartışmalı, ancak bol parası olan
bir Orta*Doğu Şeyhine adeta hediye edildi.
Son iki yılda OGER Telekom’un payına düşen net kâr 3,4 katrilyon Türk Lirasıdır. Yıllık ödeme
yükümlülüğü ise 1 milyar dolar civarında. Ayrıca satış sözleşmesinde öngörülen yatırım düzeyi
tutturulamamıştır. Alırken vaat etmişlerdir ki yeni yatırımlar yapacaklar, istihdam
sağlayacaklar, teknoloji geliştirecekler, bu vaatler de tutturulamamıştır.
95
Kısaca, bu özelleştirme girişimi sektörü hızla geliştirecek bir kaldıraç gibi değil, OGER
Telekom tekelinde kazanç kaynağı bir emlak gibi, bir rant alanı gibi kullanılmış, yönetilmiş ve
teknoloji ciddi şekilde gerileme tablosuna sürüklenmiştir. Şimdi tablo bu iken, geçen gün bir
halka yeni arz yapıldı. Halka arz çok açık bir şekilde çok düşük fiyatla yapıldı. Çok net, bakan
herkes bunu biliyor. Halka arz yüzde 35 içeride, yüzde 65 dışarıda yapıldı. Dışarıda kimler
aldı, bilinmiyor. Stratejik bir sektör diyoruz, önemli bir sektör diyoruz, kimin aldığını dahi bilmek
imkânına sahip değiliz. Niye? Kim aldı? Ne kadar kâr etti? Bunlardan haberdar değiliz.
AKP’nin “içeride alıcı, dışarıda verici”, her alanda teslimiyetçi, bir çok durumda kirli
çıkar ilişkileri ile kuşatılmış, yargıdan korktuğu için milletvekili dokunulmazlığı zırhına
sığınan yönetimi gitmedikçe, Telekom’da yaşanan vurguncu özelleştirme
uygulamalarını, kamu yararını hiçe sayan politikaları ülkemizin sık sık göreceğinden hiç
kimsenin kuşkusu olmasın.
96
IV.- PARTİ
ÇALIŞMALARI VE
ÖRGÜT
97
98
IV. PARTİ ÇALIŞMALARI
4.1.-PARTİ ÜST ORGANLARI
26-27 Nisan 2008 tarihlerinde yapılan CHP 32. Olağan Kurultayı’nda seçilen Genel
Başkan, Parti Meclisi Üyeleri, Yüksek Disiplin Kurulu Üyeleri ile Parti Meclisi’nin ilk
toplantısında seçilen Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri, Genel Sekreter ve Genel Sayman,
MYK ve YDK üyeleri arasıda yapılan görev dağılımı aşağıda verilmiştir.
4.1.1.- PARTİ MECLİSİ
ADI
DENİZ
ONUR BAŞARAN
CEVDET
BİHLUN
YILMAZ
ÖNDER
ALGAN
MEHMET
MESUT
MEHMET ALİ
MUSTAFA
SUAT
ALİ
AHMET SIRRI
FAİK
SAVCI
FATMA NUR
MEHMET ALİ
ERDOĞAN
FEVZİ
M.RIZA
AVNİ
ZEHRA ÖNAY
OYA
NECLA
CANAN
YÜCEL
İSMET
DENİZ PINAR
BÜLENT
NESRİN
TEKİN
MEVLÜT
İSMET
ÖZLEM
SOYADI
BAYKAL
ÖYMEN
SELVİ
TAMAYLIGİL
ATEŞ
SAV
HACALOĞLU
SEVİGEN
DEĞER
ÖZPOLAT
ÖZYÜREK
BİNİCİ
KILIÇ
ÖZBEK
ÖZTRAK
SAYAN
SERTER
SUSAM
TOPRAK
TOPUZ
YALÇINKAYA
AKSU
ALPAGO
ARASLI
ARAT
ARITMAN
ARTANTAŞ
ATALAY
ATILGAN
BARATALI
BAYTOK
BİNGÖL
COŞKUNER
ÇANAKÇI
ÇERÇİOĞLU
GÖREVİ
GENEL BAŞKAN
GENEL BAŞKAN YRD.
GENEL BAŞKAN YRD.
GENEL BAŞKAN YRD.
GENEL BAŞKAN YRD.
GENEL SEKRETER
GENEL SEKRETER YRD.
GENEL SEKRETER YRD.
GENEL SEKRETER YRD.
GENEL SEKRETER YRD.
GENEL SAYMAN
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
MYK ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
99
FARUK
YUSUF KENAN
MAHMUT
NEVİN GAYE
GÜROL
ABDURREZZAK
ŞERİF
NERİMAN
LEVENT
GÖKHAN
DERVİŞ
ABDULLAH EMRE
MUHARREM
ALİ NİHAT
OSMAN
HÜSEYİN
İLKER
HÜSNİYE
BİRGEN
AYÇA BETÜL
ESFENDER
ALİ İHSAN
ŞAHİN
BUKET
RIFAT
ALİ
ENSAR
MALİK ECDER
RAMAZAN KERİM
UFUK
TÜLAY
SEVGİ
ATİLA
TACİDAR
ÇETİN
HAYRİ SİNAN
BERHAN
EROL
CAHİDE
ENİS
BEDİR
HÜSEYİN
İNAYET BEGÜM
ABDÜLAZİZ
SİNAN
EMİNE
DEMİR
DOĞAN
DUYAN
ERBATUR
ERGİN
ERTEN
ERTUĞRUL
GENÇ
GÖK
GÜNAYDIN
GÜNDAY
İLERİ
İNCE
IRKÖRÜCÜ
KAPTAN
KARAKOÇ
KARAOĞULLARI
KAYA
KELEŞ
KINIMETE
KORKMAZ
KÖKTÜRK
MENGÜ
MÜFTÜOĞLU
NALBANTOĞLU
OKSAL
ÖĞÜT
ÖZDEMİR
ÖZKAN
ÖZKAN
ÖZÜERMAN
PEKŞEN
SAV
SEYHAN
SOYSAL
SUNAY
ŞİMŞEK
TINASTEPE
TUNÇ
TÜTÜNCÜ
UÇAR
ÜNSAL
YAVUZ
YAZAR
YERLİKAYA
YURDATAP
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
PM ÜYESİ
100
4.1.2.- YÜKSEK DİSİPLİN KURULU
ADI
ORHAN
ORHAN
SELAHATTİN
ERGÜN
MEHMET
KEMAL
AVNİ
MERAL
GÖKSEL
TUFAN
SALİHA
TÜRKAN GÜLDEREN
NAZMİYE NÜKET
ALİ MUSTAFA
İBRAHİM
SOYADI
ERASLAN
AKBULUT
ÖCAL
AYDOĞAN
BOZTAŞ
CENGİZOĞLU
ÇELEBİ
ÇİL
DEMİRTAŞ
DOĞU
ÖĞÜTÇÜ
ÖZTEKİN
TUĞCU
UZUN
YILMAZ
GÖREVİ
YDK BAŞKANI
YDK BŞK.YRD.
YDK SEKRETERİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
YDK ÜYESİ
101
4.2.TBMM
ORGANLARI
CHP
GRUBU
ÇALIŞMA
26-27 Nisan 2008 tarihinde gerçekleşen 32. Olağan Kurultaydan sonra yeni oluşturulan Parti Meclisi
Üyeliklerine seçilen Grup Yönetim Kurulu Üyeleri; Ensar ÖĞÜT, Mevlüt COŞKUNER ve Ali İhsan
KÖKTÜRK’ün yerine Ali KOÇAL, Akif EKİCİ ve Selçuk AYHAN, Grup Denetçilerinden MYK
Üyeliğine seçilen Fevzi TOPUZ’un yerine ise Ali Rıza ERTEMÜR gelmiştir.
TBMM CHP Grubu Çalışma Organlarının görev dağılımı aşağıda verilmiştir:
4.2.1.- GRUP BAŞKANVEKİLLERİ
Hakkı Suha OKAY
Kemal KILIÇDAROĞLU
Kemal ANADOL
Ankara Milletvekili
İstanbul Milletvekili
İzmir Milletvekili
4.2.2.- GRUP YÖNETİM KURULU ÜYELERİ
Ali ARSLAN
Ali KOÇAL
KÖSE
Hulusi GÜVEL
Bilgin PAÇARIZ
Akif EKİCİ
Selçuk AYHAN
Turgut DİBEK
Ali Rıza ÖZTÜRK
Muğla Milletvekili
Zonguldak Milletvekili
Adıyaman Milletvekili
Adana Milletvekili
Edirne Milletvekili
Gaziantep Milletvekili
İzmir Milletvekili
Kırklareli Milletvekili
Mersin Milletvekili
Yazman Üye
Yazman Üye Şevket
Sayman Üye
Üye
Üye
Üye (*)
Üye (*)
Üye
Üye
Not: Ensar ÖĞÜT, Mevlüt COŞKUNER ve Ali İhsan KÖKTÜRK’ün yerine (*) işaretli olan
üyeler seçilmiştir.
102
4.2.3.- GRUP DİSİPLİN KURULU ÜYELERİ
Halil ÜNLÜTEPE
Abdullah ÖZER
Hüsnü ÇÖLLÜ
Metin ARİFAĞAOĞLU
Ahmet ERSİN
Tansel BARIŞ
Rahmi GÜNER
Afyonkarahisar Milletvekili
Bursa Milletvekili
Antalya Milletvekili
Artvin Milletvekili
İzmir Milletvekili
Kırklareli Milletvekili
Ordu Milletvekili
Başkan
İkinci Başkan
Katip Üye
Üye
Üye
Üye
Üye
4.2.4.- GRUP DENETÇİLERİ
Ali Rıza ERTEMÜR
Eşref KARAİBRAHİM
Denizli Milletvekili
Giresun Milletvekili
Not: MYK Üyeliğine seçilen Fevzi TOPUZ’un yerine Ali Rıza ERTEMÜR seçilmiştir.
4.2.5.- MECLİS BAŞKANLIK DİVANI ÜYELERİ
Güldal MUMCU
Ahmet KÜÇÜK
Yaşar TÜZÜN
İzmir Milletvekili
Çanakkale Milletvekili
Bilecik Milletvekili
TBMM Başkan Vekili.
TBMM İdare Amiri
TBMM Divan Katip Üyesi
103
4.3.- PARTİ ETKİNLİKLERİ
4.3.1.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL DİYARBAKIR SİVİL
TOPLUM ÖRGÜTÜ TEMSİLCİLERİ İLE GÖRÜŞTÜ 08-04-2008
Genel Başkan Deniz BAYKAL Diyarbakır’da örgütlü 17 sivil toplum kuruluşunun
yöneticileriyle görüştü. CHP Genel Merkezi’nde sivil toplum örgütlerinin yöneticileriyle yapılan
toplantıya, CHP Genel Sekreter Yardımcısı Algan HACALOĞLU ile CHP MYK üyesi Mesut
DEĞER’de katıldı.
Genel Başkan Deniz BAYKAL’ın Diyarbakır sivil toplum örgütleri yöneticileriyle yaptığı
toplantıda şunları söyledi;
“Ben 1989’da ve daha öncesinde, ülkemizin Güneydoğu Anadolu bölgesine, oradaki insanlarımıza,
ülkemizin tüm diğer bölgelerindeki Kürt kökenli yurttaşlarımıza ne kadar sıcak bakıyorsam, şimdi de
aynı duygular içindeyim, aynı sorumluluğu taşıyorum.
Terörle mücadele konusundaki duyarlılığımız nedeniyle son dönemlerde bu konuda zaman
zaman yanlış anlaşıldık. Bazıları da bizi yanlış veya eksik anladı.
Biz, 1989'da Kürt Raporu ile, DGM soruşturmasını göze alarak, devleti kimsenin etnik
kökenine karışmamaya çağırmış partiyiz.
Ancak, devletin görevi kimseyi etnik kökenler temelinde duyarlılıkları, etnisite farklılıklarını
güçlendirmeye yönelik teşvik etmek de değildir. Kişisel kültürel haklar, kamusal alanın değil,
özel alanın olgusudur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tek bir ırkı vardır. O da, insan ırkıdır. Kimsenin etnik kimliği devlete
karşı tehdit unsuru değildir. Hepimizin amacı, kendi kimliklerimizle, inançlarımızla tam bir
eşitlik anlayışı içinde bir ve beraber yaşamaktır...
Devlet etnik kördür. Devlete göre sadece yurttaş vardır. Devlet karşısında herkes eşittir.
Devlette dini, ırkı, mezhebi ne olursa olsun yurttaş vardır. Devletin kimseyi asimile etmeye
hakkı yoktur…
Etnik kökeni ne olursa olsun, herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşıdır. Kimsenin
kimliği diğerinin altında değildir. Farklılıklar birbirimizi karşı karşıya getirmemelidir. Kimse
kendi kimliğini diğerine empoze etmemelidir. Kimsenin ırkı ve kökeni diğerinden üstün
değildir. Sülalemiz, aşiret ve kabilemiz olabilir, etnik kökenimiz olabilir. Ama bu bizi karşı
karşıya getirmeye sebep olmamalıdır…
Artvin'in büyük bölümü Gürcü kökenli yurttaşlarımızdan oluşur. Sınırın öteki tarafında da
Gürcistan diye bir devlet var. Orada bir sıkıntı olduğunda dayanışma duyguları devreye girer
ama kimsenin aklına ayrılma düşüncesi gelmez. Gürcüsü, Azeri’si, Çerkez’i kardeşçe
yaşarlar.
104
Herhangi bir çağdaş demokraside hak ve özgürlükler hangi ölçüde ise, bizde de çıta o
düzeye yükseltilmelidir. Bu, sosyal demokrat bir parti olarak temel duyarlılığımızdır.
Eksikliklerin giderilmesi için her türlü desteğe varız.
Zorla, şiddetle, terörle bir yere varılmaz, artık buna son vermenin zamanı geldi… Bir an önce
birbirimize karşı kini, nefreti, olumsuz duyguları bir tarafa bırakarak elele, kardeşçe
yaşamanın yollarını aramalıyız… Kardeşçe yaşamanın yollarını bulmalıyız."
Bölgede en az bunlar kadar öncelikli diğer sorun alanı, “ekonomik ve sosyal” gelişmede
yetersizliklerdir.
GAP, hem Türkiye bakımından hem bölgenin barışı ve huzuru bakımından olağanüstü
önemli bir projedir ancak, AKP İktidarının işbaşına geldiği günden bu yana en çok ihmal
edilen bir projesi olmuştur.
Son beş buçuk yıllık AKP İktidarı döneminde, GAP projesine yönelik hiçbir ciddi kaynak
tahsisi yapılmamış, hiçbir ciddi uygulama gerçekleştirilmemiştir. İktidarın geçen yıl, GAP
İdaresini kaldırmaya yönelik girişimleri ise Cumhuriyet Halk Partisi milletvekillerinin ve bölge
AKP milletvekillerinin işbirliğiyle ancak önlenebilmiştir. Bu sadece sembolik bir olay değildir,
onun altında GAP projesiyle ilgili yatırımlara yönelik kaynak tahsisi anlayışı da yatmaktadır.
GAP, hiçbir şekilde desteklenmemiştir, kendi hâline bırakılmıştır.
Bu bölgenin ekonomik alandaki geri kalmışlığı konusunda devlet sorumluluğu üstlenmelidir.
Devlet sonuna kadar devlet kaynağı ile bölgeye gitmelidir. Ekonomik sorunların aşılması için
devlete öncelikli görev verelim. Sosyal devleti bölgede ayağa kaldıralım.
Eğer Sayın Başbakan beş yılda GAP’a 12 milyar dolar yatırım yapacağız sözünü veriyorsa,
biz sonuna kadar Başbakanın bu sözün arkasında duracağız, onun takipçisi olacağız. Ancak
hepimiz biliyoruz ki, 2008 yılı bütçesinde böyle bir duyarlılık, böyle bir ödenek tahsisi yoktur.
Bölgede sınır ticareti geliştirilmeli, bölgeye yönelik özel teşvik olanakları sağlayarak, sektör, il
hatta ilçe bazında teşvik verilerek bölgede yatırımlar, istihdam olanakları canlandırılmalıdır.
Hayvancılığın ayağa kaldırılması için doğru yerde, doğru kesimlere yoğun devlet desteği
sağlanmalıdır.
AB’ye eşit koşullarda tam üyelik çok önemli bir hedefimiz. Ancak “tek başına halay çekilmez.
AB’de “nikah olmasa da seni kuma olarak alacağım” zihniyeti hakim. Biz AB’ye değil, iktidarın
bu konuda izlemekte olduğu “teslimiyetçi tavra, haksızlığı hazmetme tavrına” karşı çıkıyoruz.
AB Türkiye’ye eşit koşullu tam üyelik için süre versin, bizde yol haritasını belirleyelim, devlet
olarak o haritanın arkasında duralım”.
Toplantı sonrası sivil toplum örgütlerinin yöneticileri CHP Genel Merkezi’nden ayrılırken,
Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya basın mensuplarına toplantıdan
memnun ayrıldıklarını, Genel Başkan Baykal ile son derece olumlu bir görüşme yaptıklarını
belirterek, “Baykal hem duyarlı, hem sorunlarla ilgili olarak bilgili” dedi.
4.3.2.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN BALIKESİR GEZİSİ
(10 Mayıs 2008)
Genel Başkan Deniz BAYKAL 10 Mayıs Cumartesi günü Susurluk’ta CHP’ye katılım, Erdek’te
ise CHP İlçe binasının açılış törenine katıldı. ANAP, SHP ve DYP’den de CHP’ye katılımların
olacağı tören Susurluk’ta Güneş işletmelerinde düzenlendi. Susurluk’tan Erdek’e hareket
ederek CHP İlçe binasını hizmete açan Genel Başkan Deniz BAYKAL bu törenlerde birer
konuşmada yaptı. Balıkesir çalışmasına Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet SEVİGEN ile
Balıkesir ve civar iller milletvekilleri katıldılar.
105
4.3.3.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN İSTANBUL GEZİSİ
(17 Mayıs 2008)
Genel Başkan Deniz BAYKAL, İstanbul Tuzla’da seçim bürosu açılışını yaptıktan sonra
Cumhuriyet Gazetesi imtiyaz Sahibi ve yazarı İlhan Selçuk’u ziyaret etti. Tuzla
etkinliğine İstanbul Milletvekilleri ile PM üyeleri, İstanbul İl ve İlçe yöneticileri,
İstanbul İlçe ve Belde Belediye Başkanlarımız da katıldılar.
4.3.4.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN ÇORUM GEZİSİ (18
Mayıs 2008)
Genel Başkan Deniz BAYKAL Çorum Dedesli Ovası Bizim Köyler Derneği’nin düzenlediği
Türkmen şenliklerine katıldı ve bir konuşma yaptı. Dereköy, Babaoğlu, Hasandeğin,
Çıngıllıoğlu, Akdam, Kertme, Kızılkır, Hacıbey, Ferhatlı, Eskiören, Şahinkaya ve Karakeçili
köylüleriyle Çorumlu’ların bir araya geldiği Dedesli Ovası “Bizim Köyler Türkmen Şenlikleri”ne
katıldı.
4.3.5.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN KIRKLARELİ GEZİSİ
(20 Mayıs 2008)
Genel Başkan Deniz BAYKAL, Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçesine bağlı Ahmetbey beldesinde
yaptırılan Ahmetbey Kültürevi'nin (AKEV) açılışına katıldı. Burada bir konuşma yapan Genel
Başkan daha sonra Belediye Başkanı ile kültürevinin yapımına katkıda bulunanlara bir plaket
verdi.
Lüleburgaz’da kapalı Pazaryeri açılışı, Babaeski’de kapalı Pazar yeri ve hal binasının açılışına
katılan Genel Başkan Deniz Baykal, 18.Kırklareli Karagöz kültür sanat ve Kakava festivali
alanında bir konuşma yaptı. Geziye, Genel Başkan Yardımcısı Bihlun TAMAYLIGİL Genel
Sekreter Yardımcısı Mehmet SEVİGEN ile Trakya illeri milletvekillerimiz ve belediye
başkanlarımız da katıldılar
4.3.6.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN İSTANBUL GEZİSİ
(24 Mayıs 2008)
Genel Başkan Deniz BAYKAL 24 Mayıs Cumartesi günü İstanbul Kadıköy Belediye Meclisi
binasının ve daha sonra da Kozyatağı Kültür Merkezi’nin de temel atma törenine katıldı.
İstanbul çalışmasına Genel Başkan Yardımcıları Mustafa ÖZYÜREK ve Bihlun TAMAYLIGİL,
Genel Sekreter Yardımcıları Algan HACALOĞLU, Mehmet SEVİGEN ve Mehmet Ali
ÖZPALAT ile İstanbul Milletvekilleri, İstanbul PM üyeleri, İl Başkanı, İl ve İlçe Yöneticileri,
İstanbul İlçe ve Belde Belediye Başkanlarımız da katıldılar
4.3.7.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN ANTALYA-MERSİN-MUT
GEZİSİ (30 Mayıs 2008)
30 Mayıs Cuma sabahı İstanbul’dan Antalya’ya hareket eden Genel Başkan Deniz BAYKAL
havaalanında Türkiye Otelciler Federasyonu Yöneticileri ile bir araya geldi. Muratpaşa
Belediyesi Değirmen Ziyaretine katılan Deniz BAYKAL Gazipaşa’ya geçti ve Gazipaşa
Hastane Caddesini hizmete açtı. Mersin Mut’a hareket eden Genel Başkan Mut’ta Kayısı
Festivaline katıldı. Çalışmaya tüm Antalya ve Mersin milletvekilleri, PM üyeleri, belediye
başkanları, il ve ilçe yöneticileri de katıldılar.
106
4.3.8.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN İSTANBUL GEZİSİ
(3 Haziran 2008)
3 Haziran Salı günü İstanbul’a giden Genel Başkan Deniz BAYKAL, Zeytinburnu ilçe binasının
açılışını yaptı ve aynı gün akşam İstanbul İl Örgütünün Dayanışma gecesine
katıldı.Zeytinburnu ilçe açılışı bir miting etkinliğine dönüştü. İstanbul çalışmasına ve İstanbul İl
yemeğine tüm İstanbul milletvekilleri, PM üyeleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri de
katıldılar.
4.3.9.- TARIM VE ÇİFTÇİ KURULTAYI (Şanlıurfa, 04.06.2008)
Şanlıurfa’daki “Tarım ve Çiftçi Kurultayı” Genel Sekreter Önder SAV’ın başkanlığında
Genel Başkan Yardımcıları Cevdet SELVİ ve Yılmaz ATEŞ, Genel Sekreter Yardımcıları
Mehmet SEVİGEN, Mesut DEĞER ve Mehmet Ali ÖZPOLAT ile Merkez Yönetim Kurulu
Üyeleri Sırrı ÖZBEK ile Savcı SAYAN ve CHP PM üyeleriyle bazı milletvekilleri ve il
başkanlarının da katıldığı komisyon tarafından yapıldı. Tarım ve Çiftçi Kurultayı’nın açılış
konuşmasını yapan Genel Başkan Deniz BAYKAL; “Biz Çiftçimizi Göreve Çağırmak İçin
Buraya Geldik” dedi. Deniz BAYKAL tarafından Kurultay’da yapılan konuşmanın ayrıntıları
ekte verilmiştir.
Tarım ve Çiftçi Kurultayı’na, Bölgeden gelen çok sayıda İl ve İlçe yöneticileri, Belediye
Başkanları ile isimleri tespit edilebilen aşağıdaki üst düzey yöneticileri ve milletvekilleri
katılmıştır.
Yılmaz ATEŞ (Gen. Başk. Yrd. - Ankara Milletvekili)
Bihlun TAMAYLIGİL (Gen. Başk. Yrd. - İstanbul Milletvekili)
Mustafa ÖZYÜREK Gen. Sayman - İstanbul Milletvekili)
Mesut DEĞER (Gen. Sekr. Yard)
Mehmet Ali ÖZPOLAT (Gen. Sekr. Yrd. - İstanbul Milletvekili)
Algan HACALOĞLU (Gen. Sekr. Yrd. - İstanbul Milletvekili)
Fatma Nur SERTER (MYK Üyesi - İstanbul Milletvekili)
Sırrı ÖZBEK (MYK Üyesi)
Savcı SAYAN (MYK Üyesi)
Fevzi TOPUZ (MYK Üyeli, Muğla Milletvekili)
Tacidar SEYHAN (PM Üyesi - Adana Milletvekili)
Abdülaziz YAZAR (PM Üyesi - Hatay Milletvekili)
Erol TINASTEPE (PM Üyesi - Erzincan Milletvekili)
Ensar ÖĞÜT (PM Üyesi - Ardahan Milletvekili)
Abdurrezzak ERTEN (PM Üyesi - İzmir Milletvekili)
Ali OKSAL (PM Üyesi - Mersin Milletvekili)
Hulusi GÜVEL (Adana Milletvekili)
Şevket KÖSE (Adıyaman Milletvekili)
Akif EKİCİ (Gaziantep Milletvekili)
Zekeriya AKINCI (Ankara Milletvekili)
Durdu ÖZBOLAT (Kahramanmaraş Milletvekili)
Akif EKİCİ (Gaziantep Milletvekili)
F. Mevlüt ASLANOĞLU (Malatya Milletvekili)
Halil ÜNLÜTEPE (Afyonkarahisar Milletvekili)
İsa GÖK (Mersin Milletvekili)
Ali Rıza ÖZTÜRK (Mersin Milletvekili)
Gökhan DURGUN (Hatay Milletvekili)
Ali Rıza ERTEMÜR (Denizli Milletvekili)
Gürol ERGİN (PM Üyesi - Muğla Milletvekili)
Vahap SEÇER (Mersin Milletvekili)
Hüsniye KAYA (PM Üyesi)
Buket MÜFTÜOĞLU (PM Üyesi)
107
Ali KILIÇ (MYK Üyesi)
Mehmet Ali SUSAM (MYK Üyesi ve İzmir Milletvekili)
Erdoğan TOPRAK (MYK Üyesi)
Tekin BİNGÖL (PM Üyesi ve Ankara Milletvekili)
Faruk DEMİR (PM Üyesi)
Mahmut DUYAN (PM Üyesi)
Ensar ÖĞÜT (PM Üyesi ve Ardahan Milletvekili)
Malik Ecder ÖZDEMİR (PM Üyesi ve Sivas Milletvekili)
Abdülaziz YAZAR (PM Üyesi ve Hatay Milletvekili)
4.3.10.- MYK DİYARBAKIR’DA TOPLANDI (05 Haziran 2008)
CHP MYK 5 Haziran 2008 günü Diyarbakır’da toplandı. Bölge sorunlarının da görüşüldüğü
toplantıdan sonra Genel Başkan Deniz BAYKAL, Diyarbakır Sivil Toplum Örgütleri
temsilcileriyle kapsamlı bir görüşme yaptı ve Şanlıurfa’da yapılan tarım-çiftçi kurultayını,
Güneydoğu gezisini ve diğer izlenimlerini basın yaptığı görüşmeyi değerlendirdi. Diyarbakır
çalışmasına, MYK üyeleri ekinde, yukarıda belirtilen PM üyeleri ile milletvekilleri de katıldılar.
Genel Başkan Deniz BAYKAL MYK sonrası yaptığı açıklamada; “Çok yararlı, çok verimli,
çok olumlu, çok yapıcı, çok güzel bir görüşme yaptığımızı düşünüyorum. Bu diyalogun, bu
ilişkinin büyük önem taşıdığı kanısındayım. Bunu Diyarbakır’da üçüncü kez yapabilmiş
olmaktan sevinç duyuyorum.
Bu gezimizde Partimize yönelik yeni bir yükselen ilginin, bir sıcak bakışın ortaya çıkmakta
olduğunu memnuniyetle gördük. Bu izlenim bizi çok mutlu etti ve aynı zamanda da bize bir
görev ve sorumluluk yükledi. Çok daha sık bölgeye gelmemiz gerektiğini gördük” dedi.
Konuşmanın ayrıntıları Raporun ek bölümünde verilmiştir.
4.3.11.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN TEKİRDAĞ GEZİSİ
(7 Haziran 2008)
Tekirdağ’a giden Genel Başkan Deniz BAYKAL CHP Sultanköy Belde binasını hizmete açtı,
Yeniçiftlik’e geçerek Yeniçiftlik Belediyesini daha sonra da Kumköy Belediyesini ziyaret etti.
Tekirdağ çalışmasına Genel Başkan Yardımcısı Bihlun TAMAYLIGİL Genel Sekreter
Yardımcısı Mehmet SEVİGEN ile Trakya illeri milletvekillerimiz ve belediye başkanlarımız da
katıldılar
4.3.12.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL DANIŞTAY BAŞKANI
BİRDEN'İ ZİYARET ETTİ VE KUTLADI 12-06-2008
Genel Başkan Deniz BAYKAL ve CHP Yöneticileri Danıştay Başkanlığı'na seçilen Mustafa
Birden'i ziyaret ederek kutladılar.
Danıştay Başkanı Birden’i ziyarete Genel Başkan Deniz BAYKAL ile birlikte CHP Genel
Sekreteri Önder SAV Genel Başkan Yardımcısı Onur ÖYMEN, Genel Sayman Mustafa
ÖZYÜREK ve Grup Başkan Vekili Hakkı Süha OKAY da katıldı.
108
4.3.13.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN KOCAELİ GEZİSİ
(13-06-2008)
Genel Başkan Deniz Baykal, Kocaeli’nde tapu dağıttı, CHP’ye katılanlara rozet taktı, Kocaeli İl
binasını hizmete açtı, Gebze’de dayanışma yemeğine katıldı ve konuşmalar yaptı. Geziye,
Genel Başkan Deniz BAYKAL ile birlikte Genel Sekreter Önder SAV, Genel Başkan
Yardımcısı Bihlun TAMAYLIGİL, Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet SEVİGEN, MYK, PM
üyeleri, milletvekilleri, belediye başkanları, il ve ilçe örgütü yöneticileriyle ve coşkulu bir halk
kitlesi katıldı.
4.3.14.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN ANTALYA GEZİSİ
(18-06-2008)
Genel Başkan Deniz BAYKAL Antalya’da Göynük Belediye Binasının ve Muratpaşa
Belediyesinin yaptırdığı M.Çetinkaya Stadyumunun açılışını yaptı. Çalışmaya tüm Antalya
milletvekilleri, PM üyeleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri de katıldılar.
4.3.15.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN BALIKESİR GEZİSİ
(19-20 Haziran 2008)
Altınoluk’ta halkı selamlayan Genel Başkan Deniz BAYKAL, 450 yıllık köy meydanı ile Atatürk
ve İnönü büstlerini açtı, Zeytinli Belediyesi’ni ziyaret etti, buz pateni pisti ve köy meydanı açılış
törenlerine katıldı. Akçay Belediyesi’nin kuruluş yıldönümü etkinliklerine katıldıktan sonra,
Sarıkız Parkını hizmete açtı.
20 Haziran Cuma günü Ayvalık ilçe örgütü ve belediyesini ziyaret eden Genel Başkan Deniz
Baykal Ayvalık Belediyesi liman işletmesi gümrük binası, yeşil saha, futbol sahası ve düğün
salonunu hizmete açtı.
Genel Başkan Deniz BAYKAL aynı gün sırasıyla Gömeç ilçe örgütünü, Karaağaç ve Pelitköy
Belediyelerini, Burhaniye ilçe örgütü ve belediyesini ziyaret edip, Burhaniye Belediyesi hizmet
binasını hizmete açtıktan sonra Ankara’ya döndü.
4.3.16.- GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN
ÇANAKKALE GEZİSİ (27 Haziran 2008)
BİLECİK
VE
27 Haziran cuma günü helikopter ile Ankara’dan Bozüyük’e hareket eden Genel Başkan Deniz
BAYKAL Bozüyük Organize Sanayi Bölgesi’ne indi ve Cumhuriyet Halk Evi’ni açtı.
Bozöyük’te halkı selamlayan ve bir konuşma yapan olan Genel Başkan Deniz BAYKAL
Bozüyük’ten Çanakkale’ye hareket etti. Çanakkale’de şehir turu yapıp daha sonra Kordon
Boyu Sosyal Tesislerinde halkla sohbet etti. Bilecik ve Çanakkale çalışmasına Genel Sekreter
Önder SAV, Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet SEVİGEN, bölge illeri milletvekilleri, PM
üyeleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri de katıldılar.
109
4.3.17.- CHP HEYETİ ABDAL MUSA ŞENLİKLERİ’NE KATILDI
(28 Haziran 2008)
Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Yılmaz ATEŞ’in Başkanlığındaki CHP
heyetinde, MYK Üyesi Ali KILIÇ, Mersin Milletvekili Vahap SEÇER, Kahramanmaraş
Milletvekili Durdu ÖZBOLAT ve Antalya Milletvekilleri Osman KAPTAN, Hüsnü ÇÖLLÜ, Atila
EMEK ile Tayfun SÜNER yer aldı. İl Başkanı, ilçe başkanı ve diğer parti yetkilileri de
çalışmada hazır bulundu.
Yılmaz Ateş Başkanlığındaki heyet cumartesi günü saat 12.30’da CHP Antalya İl binasında
bir basın toplantısı yaptıktan sonra akşam saat 19.30’dan itibaren Abdal Musa Şenliklerinde
hazır bulundular.
4.3.18.- HALK GAZETESİ
CHP adına sahipliğini Genel Saymanı ve İstanbul Milletvekili Mustafa ÖZYÜREK, Yayın
Kurulu Üyeliğini CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Yılmaz ATEŞ, BYKP
Başkanı ve Ankara Milletvekili Nesrin BAYTOK ve 22. Dönem Antalya Milletvekili Feridun
BALOĞLU, Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü de Turan ÖZKAN’ın üstlenmiş olduğu HALK
GAZETESİ, 15 Mayıs 2005’ten bu yana, yeni düzeni içinde 15 günde bir çıkmakta ve her
sayısı 125 bin adet basılmaktadır. Gazete, İl, İlçe, Belde, Belediye Başkanlıkları ile Medya
Kuruluşları, Sivil Toplum Örgütleri ve Sendikalara gönderilmektedir.
 HALK GAZETESİ’nin;
 102. Sayısında, “CHP’de yeni dönem: Hedef Yerel ve Genel Seçimde İKTİDAR”
haberi manşet oldu.
 103. Sayı, “CHP Lideri Deniz Baykal ve parti yöneticileri tüm Türkiye’ye karış
karış dolaşmaya başladılar: CHP Anadolu Yollarında Halkla” manşetiyle çıktı.
 104. Sayıda, “CHP MYK Diyarbakır’da” ve “CHP’den Şanlıurfa’da Tarım Kurultayı”
haberleri manşetteydi.
4.3.19.- GN. BŞK. BAYKAL’IN KATILDIĞI ETKİNLİKLER
3 Mayıs 2008
Genel Başkan Deniz Baykal’ın Başkanlığında PM ve YDK Üyeleri
Anıtkabir'i ziyaret
5 Mayıs 2008
İzmir- Gümüldür, Güzelbahçe ve Bornova gezileri
6 Mayıs 2008
CHP TBMM Grup Toplantısı
7 Mayıs 2008
CHP MYK Toplantısı, CHP Mv.Haluk Koç’a “Geçmiş Olsun” Mesajı
11 Mayıs 2008
SHOV TV-Canlı Yayın “Doğruya Doğru” Programı
110
12 Mayıs 2008
Şampiyon Galatasaray, Süper Lig’e yükselen Antalyaspor ile
Kocaelispor kutlama mesajı, Vestel Manisaspor, Çaykur Rizespor ve
Kasımpaşa, Sakaryaspor, Boluspor, Eskişehirspor ve Diyarbakırspor’a
yükselme maçlarında başarı mesajları
13 Mayıs 2008
CHP TBMM Grup Toplantısı
14 Mayıs 2008
CHP MYK Toplantısı, TZOB Genel Başkanı Bayraktar ve TZOB
Yöneticilerini kabul ve ortak açıklama
İngiltere Kraliçesi 2.Elizabeth ve Eşi Edinburg Dükü Prens Philip
Onuruna İngiltere Büyükelçiliğinde verilen Garden Partiye katılım
16 Mayıs 2008
17 Mayıs 2008
İstanbul Tuzla’da seçim bürosunun açılışı
17 Mayıs 2008
Ameliyat olması nedeniyle İlhan Selçuk’u ziyaret
18 Mayıs 2008
Çorum Bizim Köyler Derneği’ Türkmen şenliklerine katılım ve FB
Bayanlar Basketbol Takımına şampiyonluk kutlama mesajı
20 Mayıs 2008
CHP TBMM Grup Toplantısı
20 Mayıs 2008
ATV- Sabah Gensorusu nedeniyle TBMM’de konuşma
21 Mayıs 2008
CHP MYK Toplantısı, Çin’de olan deprem sebebiyle Çin Halk
Cumhuriyeti Büyükelçiliğinde taziye defterine imza
21 Mayıs 2008
Avusturya Cumhurbaşkanı ile görüşme
25 Mayıs 2008
Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen seçilen Yönetmen Nuri Bilge
Ceylan’ı kutlama
27 Mayıs 2008
CHP TBMM Grup Toplantısı
28 Mayıs 2008
CHP MYK Toplantısı Danıştay’ın Kuruluş Yıldönümü nedeniyle mesaj
28 Mayıs 2008
Genel Sekreter Önder Sav’ın Dinlenmesiyle ilgili basın toplantısı
29 Mayıs 2008
30 Mayıs 2008
3 Haziran 2008
4 Haziran 2008
Genel Başkan Baykal Lüleburgaz, Babaeski Ve Kırklareli’nde,
Genel Başkan Baykal Antalya Gazipaşa, Mersin Mut Festivali
CHP TBMM Grup Toplantısı
Şanlıurfa’da Tarım ve Çiftçi Kurultayı
5 Haziran 2008
Diyarbakır’da Sivil Toplum Örgütleri
Diyarbakır’da CHP MYK Toplantısı
6 Haziran 2008
CHP Gençlik Kol. Gn Sek. Ersin Çıldır’ın cenaze töreni ve defin
7 Haziran 2008
Tekirdağ gezisi öncesi İstanbul’da açıklamalar ve Tekirdağ Gezisi
10 Haziran 2008
CHP TBMM Grup Toplantısı
11 Haziran 2008
12 Haziran 2008
CHP MYK Toplantısı
Danıştay Başkanı Mustafa Birden'i Ziyaret
13 Haziran 2008
Kocaeli’nde tapu dağıtımı, İl Binasının hizmete açılması ve Gebze’de
dayanışma yemeğine katılım
14 Haziran 2008
CNN TÜRK-Canlı Yayın “Ankara Kulisi” Programı
temsilcileriyle
toplantı
ve
111
15 Haziran 2008
Milli Takımın başarısı nedeniyle Türkiye’ye kutlama mesajı
16 Haziran 2008
Avni Anıl’ın yaşamını yitirmesi nedeniyle taziye mesajı
17 Haziran 2008
18 Haziran 2008
CHP TBMM Grup Toplantısı
Antalya gezisi
19-20 Haziran 2008 Balıkesir, ilçe ve beldelerine gezi
22 Haziran 2008
Fatih Terim’i kutlama
23 Haziran 2008
24 Haziran 2008
Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Bürosunun açılışı
CHP TBMM Grup Toplantısı
25 Haziran 2008
CHP MYK Toplantısı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt’a
başsağlığı ve ADD Başkanı Şener Eruygur’a kutlama
27 Haziran 2008
Bilecik, Bozöyük ve Çanakkale gezileri (Gn.Sekreter de katıldı)
27 Haziran 2008
Pakistan Halk Partisi Eş Başkanı Ali Zerdani’nin kabulü
29 Haziran 2008
Ayaş Dut Festivaline katılım
4.4.- CHP TBMM GRUBUNUN ANAYASA
MAHKEMESİ’NE
AÇMIŞ
OLDUĞU
İPTAL
DAVALARI
(23. Dönem)
Sıra Kanun No ve
Kanunun Adı
No Kabul Tarihi
5748
Sağlık Hizmetleri Temel Kanununda Değişiklik
1
12.03.2008 Yapılması Hakkında Kanun
Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri
5749
2
Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında
13.03.2008
Kanun
Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe
5747
3
Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik
06.03.2008
Yapılması Hakkında Kanun
Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu ile
5751
4
Mera Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında
26.03.2008
Kanun
5761
Turizm Teşvik Kanununda Değişiklik Yapılması
5
07.05.2008 Hakkında Kanun
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası
5754
Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
6
17.04.2008 Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun
5763
İş Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik
7
15.05.2008 Yapılması Hakkında Kanun
Başvuru
Tarihi
Sonucu
02.04.2008
08.04.2008
İptal
Y.D.
09.04.2008
11.04.2008
28.05.2008
19.06.2008
19.06.2008
112
113
4.7. - YENİ OLUŞTURULAN İLÇELER
Büyükşehir belediyesi sınırları içerinde ilçe kurulması ve bazı kanunlarda değişiklik yapılması
hakkında 06 Mart 2008 tarih ve 5747 kanun no ile kabul edilen kanun gereğince aşağıda
isimleri verilen toplam 43 yeni ilçe kurulması kararlaştırılmıştır.
İlgili yasa ile Antalya, Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, Kocaeli, Mersin, Sakarya, Samsun
illerindeki Merkez ilçeleri ile İstanbul Eminönü ilçesi Fatih ilçesine bağlanarak kaldırılmış,
Erzurum Ilıca ilçesinin adı ise Aziziye olarak değiştirilmiştir.
Yeni oluşturulan ilçelerle ilgili ilçe teşkilatları henüz kurulmamıştır.
S.NO
İLİ
İLÇESİ
S.NO
İLİ
İLÇESİ
1
ADANA
ÇUKUROVA
23
İSTANBUL
SANCAKTEPE
2
ADANA
SARIÇAM
24
İSTANBUL
SULTANGAZİ
3
ANKARA
PURSAKLAR
25
İZMİR
BAYRAKLI
4
ANTALYA
AKSU
26
İZMİR
KARABAĞLAR
5
ANTALYA
DÖŞEMEALTI
27
KOCAELİ
BAŞİSKELE
6
ANTALYA
KEPEZ
28
KOCAELİ
ÇAYIROVA
7
ANTALYA
KONYAALTI
29
KOCAELİ
DARICA
8
ANTALYA
MURATPAŞA
30
KOCAELİ
DİLOVASI
9
DİYARBAKIR
BAĞLAR
31
KOCAELİ
İZMİT
10
DİYARBAKIR
KAYAPINAR
32
KOCAELİ
KARTEPE
11
DİYARBAKIR
SUR
33
MERSİN
AKDENİZ
12
DİYARBAKIR
YENİŞEHİR
34
MERSİN
MEZİTLİ
13
ERZURUM
PALANDÖKEN
35
MERSİN
TOROSLAR
14
ERZURUM
YAKUTİYE
36
MERSİN
YENİŞEHİR
15
ESKİŞEHİR
ODUNPAZARI
37
SAKARYA
ADAPAZARI
16
ESKİŞEHİR
TEPEBAŞI
38
SAKARYA
ARİFİYE
17
İSTANBUL
ARNAVUTKÖY
39
SAKARYA
ERENLER
18
İSTANBUL
ATAŞEHİR
40
SAKARYA
SERDİVAN
19
İSTANBUL
BAŞAKŞEHİR
41
SAMSUN
ATAKUM
20
İSTANBUL
BEYLİKDÜZÜ
42
SAMSUN
CANİK
21
İSTANBUL
ÇEKMEKÖY
43
SAMSUN
İLKADIM
22
İSTANBUL
ESENYURT
114
4.8.TÜRKİYE
GENELİNDE
BELEDİYELERİNİN DURUMU
BELDE
Büyükşehir belediyesi sınırları içerinde ilçe kurulması ve bazı kanunlarda değişiklik yapılması
hakkında 06 Mart 2008 tarih ve 5747 kanun no ile kabul edilen kanun gereğince Büyükşehir
belediye sınırları içinde bulunan ilk kademe belediyelerinden;
 Türkiye genelinde ilgili yasa çıkmadan önceki belde sayısı : 2294’dür.
 Tüzel kişilikleri kaldırılarak köy veya mahalle statüsüne çevrilen belde sayısı: 1098’dir.
 İlçe statüsüne çevrilen aşağıda isimleri verilen belde sayısı: 32’dir.
Belde statüsünü koruyan ekte bağlı olduğu il ve ilçelere göre düzenlenen toplam 1164 belde
mevcuttur.
Ancak, bu konu ile ilgili CHP’nin Anayasa mahkemesine kanunun iptal edilmesi yönündeki
isteği henüz karara bağlanmamıştır.
STATÜLERİ BELDEDEN İLÇEYE ÇEVRİLENLER LİSTESİ
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
İL
ANKARA
ANTALYA
ANTALYA
ANTALYA
ANTALYA
ANTALYA
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
ERZURUM
ERZURUM
ESKİŞEHİR
ESKİŞEHİR
İSTANBUL
İSTANBUL
İSTANBUL
İSTANBUL
KOCAELİ
KOCAELİ
KOCAELİ
MERSİN
MERSİN
MERSİN
MERSİN
SAKARYA
SAKARYA
SAKARYA
SAKARYA
SAMSUN
SAMSUN
SAMSUN
İLÇE
PURSAKLAR
DÖŞEMEALTI
MURATPAŞA
KONYAALTI
KEPEZ
AKSU
KAYAPINAR
YENİŞEHİR
SUR
BAĞLAR
PALANDÖKEN
YAKUTİYE
TEPEBAŞI
ODUNPAZARI
BEYLİKDÜZÜ
ESENYURT
ARNAVUTKÖY
ÇEKMEKÖY
ÇAYIROVA
DARICA
DİLOVASI
AKDENİZ
MEZİTLİ
TOROSLAR
YENİŞEHİR
ADAPAZARI
SERDİVAN
ARİFİYE
ERENLER
İLKADIM
CANİK
ATAKUM
BELDE İKEN BAĞLI OLDUĞU İLÇE
KEÇİÖREN
ANTALYA MERKEZ
ANTALYA MERKEZ
ANTALYA MERKEZ
ANTALYA MERKEZ
ANTALYA MERKEZ
DİYARBAKIR MERKEZ
DİYARBAKIR MERKEZ
DİYARBAKIR MERKEZ
DİYARBAKIR MERKEZ
ERZURUM MERKEZ
ERZURUM MERKEZ
ERZURUM MERKEZ
ESKİŞEHİR MERKEZ
BÜYÜKÇEKMECE
BÜYÜKÇEKMECE
GAZİOSMANPAŞA
ÜMRANİYE
GEBZE
GEBZE
GEBZE
MERSİN MERKEZ
MERSİN MERKEZ
MERSİN MERKEZ
MERSİN MERKEZ
SAKARYA MERKEZ
SAKARYA MERKEZ
SAKARYA MERKEZ
SAKARYA MERKEZ
SAMSUN MERKEZ
SAMSUN MERKEZ
SAMSUN MERKEZ
115
116
V.-EKLER
117
118
GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN
SABAH-ATV SATIŞI İLE İLGİLİ VERİLEN
GENSORU ÜZERİNDE KONUŞMASI
(20 Mayıs 2008)
Sayın milletvekilleri, bu gensoru görüşmesinin alışılmış, sıradan bir gensoru müzakeresinin
ötesinde bir önem taşıdığına önce dikkatinizi çekmek istiyorum. Şunu herkesin bilmesini
isterim ki: Bugün, burada gündeme getirmiş olduğumuz konu, siyasi hayatımızda zaman
zaman ortaya çıkan siyasi tartışma konularından herhangi birisi değildir. Bu konu, bugün
Türkiye Büyük Millet Meclisinde gensoru olarak görüşülüyor; inanıyorum bundan sonra çok
değişik zeminlerde uzun bir süre Türk siyasi hayatının bir temel ilgi konusu olmaya devam
edecektir ve bu konu, sadece kendi içeriğiyle ilgili olarak değil, Türkiye'deki siyasal yaşamın
bir anlamda röntgeninin çekilmesine fırsat verişiyle de çok büyük önem taşıyacaktır. Böyle bir
tarihî oturumun içinde olduğumuza inanıyorum. Bu gensoru müzakeresi, siyasal hayatımızda
belki hukuki hayatımızda bundan sonraki dönemlerde de sık sık referans alınacak bir
görüşme olacaktır.
Değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakanın bugün bu görüşmede bulunmasını çok isterdim rahatsızlığını üzüntüyle öğrendim, kendisine geçmiş olsun dileklerimi, şifa dileklerimi ifade
ediyorum- keşke Sayın Başbakan burada olabilseydi, ona bu konuyla ilgili doğrudan bazı
soruları sorabilmeyi isterdim. Bunu sağlayabilmek için Sayın Başkana ve AKP yönetimine
"Gerekirse bu gensoru müzakeresini Sayın Başbakanın katılacağı bir tarihe kadar
erteleyebiliriz." dedik ama bir değişiklik yapmak mümkün olmadı, görüşmeyi sürdürüyoruz.
Ama Sayın Başbakanın da bu tutanaklardan konuyu izleyeceğine ve üzerine düşen
açıklamaları zaman içinde yapacağına inanıyorum.
Değerli arkadaşlarım, Sabah-ATV satışı sadece bir ticari olay olarak değil, onun çok ötesinde
bir büyük konu olarak toplumumuzda ilgiyle izlenmiştir. TMSF, Sabah-ATV konusunda
belirlediği takvim istikametinde bir satış operasyonu gerçekleştirmiştir ve şunu hep birlikte
görmüşüzdür ki: TMSF'ye yönelik olarak hem dünya çapında hem Türkiye'de ciddi pek çok
firma, bu alanda iddialı, kapkaç değil işin esasıyla ilgili pek çok firma yakından ilgi
göstermişlerdir. Dünya çapında basın kuruluşları Sabah'a ve ATV'ye sahip çıkmak
istemişlerdir. Türkiye'de pek çok değerli iş adamı, güvenilen, saygın, ne yaptığı bilinen iş
adamı bu konuya içtenlikle ilgi göstermiş, hazırlık yapmış, proje geliştirmiş, harcama yapmış
ve konuya yönelik olarak ciddi bir çaba sergilemiştir. Kamuoyumuz da bunu dikkatle
izlemiştir.
Böyle bir ilginin şaşırtıcı bir tarafı da yoktur çünkü söz konusu olan Türkiye'nin ikinci büyük
medya grubudur. Türkiye'de artık herkes ülkenin ekonomik, stratejik, siyasal öneminin, dünya
çapında değerinin farkında. Böyle bir tablo içinde bir medya grubuna yön vermenin
olağanüstü önem taşıdığını, sadece sıradan ticari bir operasyon olmanın ötesinde Türkiye'yi
yönlendirebilme açısından fevkalade değerli bir fırsat olduğunu herkes görüyor,
değerlendiriyor ve bu çerçevede konuya önemle yaklaşıyor idi. Bu yüksek ilgi ki, yani on
kadar firma, beşten fazlası yabancı olmak üzere on kadar ciddi firma bu konuya yönelik teklif
geliştirmiştir, harcama yapmıştır, konuya sahip çıkmak girişiminde bulunmuştur.
Ama ilgi çekici bir tabloya tanık olmuşuzdur: Bu on firma, bütün toplum, medya ve iş çevreleri
onların ilgisini yakından bildiği ve izlediği hâlde ilginç bir manzara kendisini göstermiştir ve ön
yeterlik alma süresi… "Yoğun talep var. Ön yeterlik almak isteyen çok firma var. O nedenle
ön yeterlik süresini uzatıyoruz." ilanlarından sonra ön yeterlik almak için müracaat eden firma
sayısı birdenbire üç firmaya inmiştir. Pek çok firma, bu konuya ciddi ilgi gösterdiğini bildiğimiz
119
firma ön yeterlik alma gereğini duymamıştır. Ön yeterlik alan üç firmadan ise iki tanesi ön
yeterlikten sonra vazgeçmişler ve tek firma kalmış; o tek firma da Sabah ve ATV grubunu
kendi teklifiyle almak imkânına sahip olmuştur.
İlginç bir süreç. Bu sürecin izah edilmesi lazım, anlaşılması lazım. Yani bu süreçte, pek çok
kişinin, başta Başbakanın bizzat kendisinin konuya ilgi gösteren önemli insanlarla, iş
adamlarıyla yabancı yatırımcılarla bire bir temaslar kurduğunu biliyoruz. Bu temaslarda…
Ben Başbakanın yüzüne şu soruyu sormak isterdim: Sayın Başbakan, konuştuğunuz iş
adamlarına, siz hiç "Bu işten vazgeçin." dediniz mi demediniz mi? Herhangi bir iş adamına,
siz, Sabah-ATV alımı konusuna ilgi duymaktan vazgeçmesi telkinini yaptınız mı yapmadınız
mı? Bu soruyu sormak istiyorum. Bu sorunun cevabını, keşke burada olsaydı da
Başbakandan alabilseydik.
Değerli arkadaşlar, bu, çok önemli bir sorudur. Bir devlet ihalesinde bir Başbakanın ihaleye
ilgi gösteren iş adamlarıyla bire bir görüşmeler yapması ve bu görüşmelerde bazılarına "Sen
katılma." demiş olması olağanüstü önemlidir. Sadece siyasi olarak değil, sadece ahlaki
olarak değil, hukuki olarak da büyük önem taşır. Bunların hepsini yaşayacağız, hiç telaş
etmeyin. Bu, uzun bir süreç, yeni başladı. Bunların hepsini göreceksiniz, hiç telaş etmeyin.
Değerli arkadaşlarım, şimdi, ben, çok somut olarak sormak istiyorum Sayın Başbakana: Ön
yeterlik başvuru süresi 19 Kasımda sona erdi. "Yoğun talep var." denilen müracaat artışı
orada beklendi. Adı geçenler ön yeterlik için girişim yapmadılar.
Şimdi, bu son günden beş gün önce 14 Kasım 2007 günü Sayın Başbakan siz, Prag'a
hareket etmeden önce Ankara'da VIP salonunda bu işe talip bir iş adamı ile baş başa
görüştünüz mü, görüşmediniz mi? 14 Kasım 2007 günü saat 22.55'te, Prag'a hareket
etmeden önce bu konuda talip olduğu bilinen, bunun için büyük harcama yapmış, geniş
imkânları olan, iddialı bir iş adamı ile bir görüşme yaptınız mı, yapmadınız mı? Bunun
cevabını Başbakandan duymak isterdim.
Değerli arkadaşlarım, bakınız, bu müdahaleler sonucu Murdoch'la konuştu Sayın Başbakan,
başka iş adamlarıyla konuştu; firmalar birden azaldı, birden kayboldu. İlgilenen firmalar
ilgisini kaybetti ve üç firma yeterlik aldı, bu üç firmadan da ihaleye katılma kararını alan tek
firma oldu.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, Başbakanın yaptığı görüşmelerle ilgili yapacağı açıklamalar
büyük önem taşıyor. Geçmişte bu doğrultuda "Görüşmedim." deyip sonra, öğleden sonra
görüştüğünü kabul ettiği durumları biliyoruz ama ben gene de Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanının kendisine sorulacak olan bu kadar somut bir soruya doğru bir cevap vereceğini
umut ediyorum. Bu cevabı bekliyorum kendisinden.
Bu süreçlerin sonucunda teke indi arkadaşlar; herkes teker teker çekildi, tek firma kaldı ve o
tek firmaya da bu verildi.
Şimdi, tabii, şunu sorma ihtiyacını hissediyorum: Bundan önce bazı ihaleler de mesela
Telekomünikasyon Kurumunun 7 Eylül 2007'deki üçüncü nesil telefon ihalesinde Turkcell tek
başvuru yapan firma olarak kaldığı için iptal edilmişti. Son olarak Kiler grubunun
İstanbul'daki, likör fabrikası olarak bilinen arsasıyla ilgili ihale de TOKİ tarafından "Tek firma
kaldı, toplum vicdanı rahatsız." diye iptal edildi. Şimdi, niçin acaba burada bu yola
başvurulmadı? Bundan önce tek firma kamu vicdanını rencide ediyor da burada niye etmedi?
Bunu da anlama ihtiyacındayım.
Değerli arkadaşlarım, bu, işin birinci aşaması; bu, dikkatle izlenecek, konuşulacak. Bütün o
süreçler, o temaslar, ilgilenen insanların ilgisinin kaybolması, onun altında yatan gerçekler,
ilişkiler, sözler, kimler devreye girdi, hepsi konuşulacak. Bu, olayın bir boyutudur.
120
İkinci boyutu, ihale tek kişiye kararlaştırıldıktan sonra yaşanan boyutudur yani Çalık grubuna,
Sayın Başbakanın damadının yöneticisi olduğu Çalık grubuna Sabah-ATV ihalesinin 1,1
milyar dolara verilmesi noktasından sonra yaşanan olaylar. Ne olmuştur? Kredi ihtiyacı
çıkmıştır. "Para hazır." falan denildiği hâlde, uzun süre, kredi oluşturma çabaları kendisini
göstermiştir.
Şimdi, bu süreçte şu soruların aydınlatılmasını istiyorum: İlgili grup, Çalık grubu bu 1,1 milyar
krediyi bulmak için yabancı bir şirketle, yabancı finans kuruluşlarıyla temas kurmuş mudur,
kurmamış mıdır? Bu temasları sonucunda bir kredi olanağı elde edebilmiş midir, edememiş
midir?
İki: Yerli özel bankalarla bu doğrultuda bir temas kurulmuş mudur, kurulmamış mıdır? Yerli
özel bankalardan ihtiyaç duyulan kredi alınabilmiş midir, alınamamış mıdır? Bunların, tabii,
aydınlatılması lazım. Ama net olan bir şey var: İki kamu bankası, Vakıflar ve Halk Bankaları
750 milyon dolarlık bir krediyi Çalık grubunun emrine amade kılmışlardır.
Şimdi değerli arkadaşlarım, bu krediyle ilgili konuşulacak çok konu var. Bir defa, bu kredi
nasıl bir kredidir? Proje kredisidir. Elinizi vicdanınıza koyunuz, yıllardır faaliyet yürütmekte
olan bir televizyon kuruluşuyla bir gazetenin devren satılması nasıl bir proje kredisi konusu
olabilir? Burada nasıl bir proje söz konusudur? "Proje" dediğiniz, olmayan bir üretimin, bir
çalışmanın, bir faaliyetin gerçekleşmesini sağlamak üzere ortaya atılacak bir proje
doğrultusunda fizibilitesi hazırlanmış, finansmana ihtiyacı var, o finansman bir şeklide
sağlanarak belli bir periyot içinde üretime geçip kârlılığını sağlayacağı umuduyla
gerçekleştirilen bir mali işlem değil mi? Burada Sabah, bildiğimiz Sabah; ATV, bildiğimiz
ATV. Proje nerede değerli arkadaşlarım? Bunun neresi proje? "E, canım, proje oluversin,
proje olursa ne olur?" Haa, proje olursa ödemesiz süre olur. Çünkü bir projenin ekonomik
geçerlilik kazanabilmesi için makul bir süre üzerine yürümemek lazım. E, bu, üreten, satan,
reklam alan, ilan toplayan bir kurum. Burada proje var mı? "Hayır, bu proje kredisi."
Değerli arkadaşlarım, Vakıflar Bankasının ve Halk Bankasının hangi kesimlere proje
verdiğiyle ilgili resmî yayınlarını inceledik. Hiçbirisinde "Medya kuruluşlarına proje kredisi
veririz." diye bir şey yok. Yani endüstri kuruluşlarına var, inşaata var, pek çok alanda proje
kredisi veririz diye saymış ama medya ile ilgili yok. Veriyor! "Proje kredisi" dediğiniz anda, bir
defa olay bu noktaya geliyor.
Değerli arkadaşlarım, üç yıl ödemesiz süre -proje kredisi ya- on yıl vade… E, siz normal
verdiğiniz endüstri alanındaki proje kredilerine en çok iki yıl ödemesiz süre, yedi yıl vade
tanıyorsunuz. Buraya nereden bu imkân, bu bolluk? "Üç yıl ödemesiz süre ve on yıl vade"
diyorsunuz. Faiz ne? Libor artı 4,85. Kredi verdiğiniz kuruluş, 2007 yılında piyasaya tahvil
çıkarmış, uluslararası piyasadan 200 milyon dolarlık tahvil toplamış. Hangi faizle toplamış?
Şu andaki faiz yüzde 15 civarı. Siz hangi faizle oraya kredi veriyorsunuz? 4,85 libor artı yani
7,9 faizle. 7,9 faizle siz Çalık'a veriyorsunuz, Çalık dışarıdan 15 faizle borç alıyor. Kredibilitesi
bu. Bu da hiç onun kredibilitesini düşürmeden önceki tablo.
Değerli arkadaşlarım, 750 milyon dolar kredi almış Türkiye'de bugüne kadar bir tek yerli
büyük kuruluş var mı? Yerli bankaların tek başına ya da konsorsiyum hâlinde, 750 milyon
dolar kredi verdikleri bir Koç Holding kuruluşu, Sabancı Holding kuruluşu, Eczacıbaşı Holding
kuruluşu… Türkiye'nin büyük holding devlerinin herhangi birisine, bugüne kadar, Türk finans
sisteminde 750 milyon dolarlık bir krediyi verdik mi bugüne kadar? Hayır vermedik, ilk kez
vereceğiz. Kime vereceğiz? Çalık grubuna vereceğiz. Hangi Çalık grubu? Başbakanın
damadının genel müdür olduğu Çalık grubuna vereceğiz. (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin en büyük holdingi bu mu? Hiçbirisi almamış. Buraya
veriyoruz. Vatandaş müracaat etti, "En sağlam teminatı vereceğim -teminata birazdan
bakacağız- aynı şartlarla 100 bin dolar kredi istiyorum sizden." dedi, libor artı 4,85. "Hayır
121
vermeyiz." dediler, geri çevirdiler. E, sen vatandaşa bunu vermiyorsun ama damada 750
milyon doları bu şartlarla veriyorsun!
Değerli arkadaşlarım, Vakıfbank 2008 sonuna kadar, bu yılın sonuna kadar 1,2 milyar dolar
konsorsiyum kredisi geri ödemesi ile karşı karşıya. Bu ciddi bir olay. Bir yandan bu 1,2 milyar
dolarlık geri ödemeyi yapacak, bir yandan da bir tek kuruluşa 750 milyon dolarlık bir krediden
üzerine düşeni verecek.
Değerli arkadaşlarım, teminatı ne bu paranın, bu kredinin? Sabah-ATV satışının değerinin
yüzde 70'i. Niye yüzde 70'i? Yüzde 30'u Katarlı. Yüzde 70'i oraya verildi, teminat azaldı.
Sabah-ATV'nin yüzde 70'ini 750 milyon dolarlık krediyle kabul ediyoruz. Hesabı nasıl
yapıyoruz? Kredi bedeli ile satış bedelini eş kabul ediyoruz.
Değerli arkadaşlarım, nerede bu üzümün bolluğu? Hangi banka, kendisine teminat olarak
gösterilen bir malın bedelini kredi bedeliyle eş değer kabul ederek işlem yapar? 100 milyon
borç için 200 milyon teminat almadan yola çıkan bir banka var mı? Burada yüzde 30'unu
teminat olarak kabul ediyoruz.
Değerli arkadaşlarım, bakın, TÜPRAŞ'ta teminat olarak Arçelik ve Migros hisse senetlerini
aldı banka. Şimdi, burada ne aldınız? "E, canım Sabah-ATV'yi alıyoruz zaten." SabahATV'nin kendisi alınan paranın teminatı. Başka ne var? Başka bir şey yok.
Bakınız, Fitch'in Çalık'ın kredisini düşüren notunu incelediğimiz zaman görüyoruz ki orada
çok açık bir şekilde, Turkuvaz'ın bu borcuna karşılık Holdingin ya da Holdinge bağlı
şirketlerden herhangi birisinin teminatının söz konusu olmadığını ifade ediyor. Yani
uluslararası ortama denilmiş ki: "Biz bunu sadece malın bedelini teminat göstererek alıyoruz,
yoksa kendi mal varlığımızı teminat olarak göstermedik. "
Değerli arkadaşlarım, eğer gösterdiyse o zaman sorulması gereken soru şu: Acaba Sabah
ve ATV daha önce bu bankalardan herhangi bir kredi aldı mı, almadı mı; ayrıca, bu SabahATV satışından bağımsız olarak bir kredi aldı mı, almadı mı? Kredi aldıysa o aldığı kredilere
karşılık bir teminat gösterdi mi, göstermedi mi? O teminatlarla bu Sabah-ATV alınışına
karşılık gösterilen Sabah-ATV kendi teminatının bir bağlantısı, bir ilişkisi var mı? Bunlar,
cevaplandırılması gereken çok önemli sorular.
Değerli arkadaşlarım, şunu da hemen söylemeliyim: Bu olaydan sonra, bu işlemin mali
teamüllere uygun olmadığı, Fitch'in aldığı not indirme kararıyla ortaya çıkmıştır, Fitch, Çalık'ın
notunu kırmıştır. Aslında, kırılması gereken not Çalık'ın değil -tabii o Çalık'la ilgili olarak bu
yetkiye sahip- kamu bankalarının, kamu bankalarına bu işlemi yaptıranların notunun kırılması
lazım, asıl yapılması gereken o. (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, burada, bakınız, çok tipik bir çıkar çatışması durumu var, malum
deyimiyle conflict of interest. Bir yandan bankaların genel müdürü Başbakanın emrinde,
Başbakan o genel müdürlerin sicil amiri; öbür taraftan bankanın kredi vereceği şirketin genel
müdürü Başbakanın damadı. Çıkar çatışması, özel ve kamusal görevler çatışıyor. Böyle bir
şey kesinlikle kabul edilemez.
Değerli arkadaşlarım, şunu herkesin çok iyi bilmesini istiyorum… Bu konular siyasi
hayatımızda çok konuşulmuştur. Geçmiş olaylardan herhangi bir örnekleme yapmak
istemiyorum çünkü bu geçmiş olayların hiçbirisine benzemiyor. Bu kadar kaba, bu kadar
açık, bu kadar sorumsuzca, bu kadar kurallara karşı bir uygulamayı Türk siyasi hayatında
ben hiç görmedim, hiç görmedim.
Başbakan diyordu ki: "Halk, hortumlayanların ellerindeki medya organlarını emme basma
tulumba gibi kullanmalarına fırsat vermeyecektir." Güzel! "Eskiden sırada hortumcular vardı,
122
şimdi artık yok, hortumlar kesildi. Hiç duyuyor musunuz "Filanca, filanca bankadan şu kadar
götürdü..?" Şimdi ne konuşuluyor? Götürenlerden millete geri alma dönemi başladı, bu
konuşuluyor."İnşallah, bunların da geri alma dönemi bir gün Türkiye'de konuşulacaktır.
Değerli arkadaşlarım, kamu bankalarıyla oynanmaya başladı mı, bir iktidarın artık iflah etmez
hâle geldiği açıkça görülür. Sadece iktidar bakımından değil, ekonomi bakımından da en
büyük olumsuzluklar, en tehlikeli gelişmeler kamu bankalarına böyle müdahale edildiği
zamanlarda kendisini gösterir. Maalesef, böyle bir dönem başlamıştır.
Çok açıktır ki bu ihale, gerek ihaleye katılan şirketlerin yavaş yavaş ekarte edilmesi, açıkça,
net bir şekilde çevresinin, eşinin dostunun, yakınlarının, herkesin bildiği bir şekilde "Falan
gün, falan yerde Başbakanla konuştum, bana şunu söyledi." diye açıkça ifade edilen
yönlendirmelerle, baskılarla ekarte edilmesi sonucunda tek talibe konu indirgenmiştir ve tek
talibe de kamu bankasıyla, karşılığı, teminatı alınmadan, olağanüstü uygun koşullarda, proje
kredisiyle hiçbir ilgisi olmadığı hâlde "proje kredisi" diye Türk tarihinin, mali tarihinin en büyük
kredisi en kolay şekilde açılmıştır.
O kredileri veren banka müdürleri, eğer o verdiği kredi kendi malı olsaydı bir tek kuruşunu
verir miydi böyle bir proje için? Kesinlikle vermezdi. Kimin parasını kime veriyorsunuz?
Devletin parasını bir avuç insana veriyorsunuz. Yapılan iş nedir? Devletin malı satılıyor.
Neyle satılıyor? Devletin parasıyla satılıyor. Kime satılıyor? Damada satılıyor.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye bunu kabul etmez; bu, demokrasiye sığmaz; bu, hukuka
sığmaz; bu, ahlaka sığmaz; bu, ceza yasalarına sığmaz.
Herkesin bu bilinç içinde bu konuya yaklaşmasını diliyorum.
Hepinize sevgiler, saygılar sunuyorum.
123
124
TARIM KURULTAYI
(4 HAZİRAN 2008- ŞANLIURFA)
GN BŞK BAYKAL’IN KURULTAYDA YAPTIĞI KONUŞMA
BU, ÇİFTÇİMİZİN “ARTIK YETER” DEME TOPLANTISIDIR.
Sevgili çiftçi kardeşlerim, sevgili Güneydoğulu kardeşlerim, hepinizi özlemle, sevgiyle, saygıyla
selamlıyorum.
Bugün Şanlıurfa’da hep bir aradayız. Kimiz biz, kimler bir aradayız? Bu toplantının anlamı
ne? Bu toplantı alışılmış, sıradan, geçmişte örneği görülmüş bir siyasal parti toplantısı
değildir. Bir siyasi parti çalışmasının ötesinde bir iş yapıyoruz burada.
Burada elbette Cumhuriyet Halk Partisi var. Çok güçlü bir şekilde var. Partimizin bütün
yönetim kadroları, partimizin Genel Başkanı, Genel Sekreteri, Merkez Yönetim Kurulunun
tüm üyeleri, 22 milletvekili, Parti Meclisimizin üyeleri, İl Başkanımız, bölgedeki örgütlerimizin il
başkanları, Gençlik Kollarımız, Kadın Kollarımız hep bir aradayız.
Elbette biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak varız. Ama burada bir parti toplantısının ötesinde
bir şey yapıyoruz. Bu toplantı Cumhuriyet Halk Partisinin bir toplantısı değildir. Bu toplantı
Anadolu’da yıllardan beri emeğinin, çabasının karşılığını alamayan, boynu bükük, mağdur
çiftçimizin artık yeter deme toplantısıdır.
Bu toplantıya sizler bu bölgenin çiftçileri olarak geldiniz. Diyarbakır’dan geldiniz,
Adıyaman’dan geldiniz, Şanlıurfa’nın ilçelerinden geldiniz. Suruç’tan geldiniz, Silvan’dan
geldiniz. Siverek’ten geldiniz. Sizler Şırnak’tan geldiniz, Mardin’den geldiniz. Sizler
Güneydoğumuzun dört bir köşesinden koptunuz geldiniz.
Ne olarak geldiniz? Haksızlığa maruz bırakılmış çiftçimiz olarak geldiniz. Bu toplantı parti
toplantısı değil. Hani milli mücadele sırasında Erzurum toplantısı, Sivas toplantısı vardı ya,
bu da ÇİFTÇİMİZİN AYAĞA KALKMA TOPLANTISI, hakkına sahip çıkma toplantısı, biz
hakkımızı alırız deme toplantısı.
Bu çiftçimizin bir anlamda müdafaa-i hukuk toplantısı. Hakkını, hukukunu savunma toplantısı.
Onun için buradasınız. Öyle anlıyoruz biz, öyle görüyoruz.
SİZİNLE DAYANIŞMA İÇİNDE OLDUĞUMUZU GÖSTERMEK İÇİN
BURAYA GELDİK.
Sevgili kardeşlerim, müdafaa edilmesi gereken hak mı var? Size yapılan haksızlık mı var?
Çiftçinin bizde varız demesini gerektiren bir durum mu var? Var değil mi? Nereden belli var
olduğu?
 Mazotun fiyatından belli, gübrenin fiyatından belli. Değil mi?
 Susuzluktan belli değil mi, susuzluktan!
 Girdi fiyatlarının artışından belli, ürün fiyatlarının düşük olmasından belli. Öyle değil mi?
125
Bu bir yılın olayı mı? İki yılın, üç yılın olayı mı? Yıllardan beri böyle geliyor. Bunu değiştirmek
lazım. Nasıl değişir bu? Söz verip iktidara gelenler değiştirdiler mi? Nasıl değiştireceğiz? Siz
el koyacaksınız, el koyacaksınız! Biz çiftçimizi göreve çağırmak için buraya geldik. Sizinle
dayanışma içinde olduğumuzu göstermek için buraya geldik.
Değerli kardeşlerim, bakınız bu yıl büyük bir kuraklık yaşanıyor bu bölgede. Gelirken yolda
gördük. Arpaların boynu bükük. Mercimek kavrulmuş. Toplamaya bile değer manzara yok.
Vatandaş diyor ki, “kullandığım bir ton gübreyi, bir dönüm topraktan aldığımla
karşılayamıyorum.”
Değerli arkadaşlarım, Başbakanın ne yaptığını bana söylüyorlar. Söylemeye benim dilim
varmıyor. “Siz anlarsınız ne yaptığını.” Başbakanın çiftçiye ne yaptığını söylüyorlar.
GAP KONUSUNDA İKTİDARI GÖREVE ÇAĞIRMAK İÇİN DELDİK.
Şimdi değerli arkadaşlarım, çiftçinin çok problemi var. Güneydoğudaki çiftçinin çok problemi
var. Ama bence en önemli konu, Türkiye’yi ayağa kaldırmamız gereken konu GAP projesinin
artık bir söylem, bir laf olmaktan çıkıp biran önce uygulamaya sokulması konusudur. GAP
projesinin hayata geçirilmesi konusudur. Bu konuda çiftçimizin feryadına destek vermek için
biz buraya geldik.
Uzun bir süreden beri GAP konusunda iktidarın dikkatini çekmeye çalışıyoruz. Son
zamanlarda hükümetinde bu konuyu dile getirmeye başladığını memnuniyetle görüyorum.
Biz zaten bunu sağlamak istiyorduk. GAP konusu artık rafa kaldırılmasın. GAP konusu biran
önce yaşama geçirilsin. Bunu sağlamak için ısrarla bir büyük mücadele verdik.
Şimdi bu konuya hükümetin ilgi göstermeye başladığını görüyorum. Bundan da memnuniyet
duyuyorum. İnşallah bu ilgi seçime yönelik göstermelik bir nutuk malzemesi olmaktan öteye
geçer. İnşallah hayata geçirilir, uygulanır. Bunu bekliyoruz.
GAP PROJESİ BİR BARIŞ PROJESİDİR. BİR REFAH PROJESİDİR.
Bakın, bu çerçevede bilmeniz gereken birkaç önemli nokta var. GAP konusu 40 yılı aşkın bir
süreden beri Türkiye’nin temel konusu. GAP projesi nedir? GAP projesi elbette bir enerji
projesidir. GAP projesi elbette bir sulama projesidir. Ama bence bütün bunlardan öteye;
 GAP projesi bir barış projesidir.
 Bir refah projesidir.
 Bölgesel adaletsizliği ortadan kaldırma mücadelesidir.
 Güneydoğunun ayağa kalkmasını sağlama projesidir.
 Bu bölgeyi güçlendirme projesidir.
O nedenle biran önce bu iş tamamlanmalıdır.
ENERJİYE YATIRIM YAPILMIŞ, SULAMA RAFA KALDIRILMIŞ
GAP’ın tamamlandığı zaman 27 milyar kilovat saat elektrik üreteceğini biliyoruz. GAP’ın 1.8
milyon hektar arazi sulaması sağlayacağını biliyoruz. 40 yıldan beri uygulanıyor. Ne oldu?
Enerji projesi %85’iyle tamamlandı. Yani 27 milyar kilovat saat elektrik enerjisi üretecek olan
GAP şuanda 20 milyar kilovat saatin üzerinde elektrik enerjisini zaten üretiyor. Enerji
konusunda başarıya yaklaşıldı. %15 eksik var. Ilısu Barajı tamamlanırsa, birkaç Dicle
üzerindeki baraj tamamlanırsa bu iş noktalanacak. Ama bir önemli konu var. Sulama işi ihmal
edildi. Sulama işi takip edilmedi. Enerjinin %85’i yapıldı, sulamanın %15’i yapıldı. %85’i
duruyor. Yapılması gereken iş derhal, biran önce sulamanın %85’ini tamamlamaktır.
Gerçekleştirilmesi gereken budur.
126
LAFLA OLMAZ, DEVLETİN YATIRIM YAPMASI LAZIM
Değerli arkadaşlarım, bunu başarmak için çok büyük harcamaya da ihtiyaç yok. Hükümet 12
milyar dolardan bahsediyorlar. 12 milyar dolara gerek yok. 5 milyar dolarını hemen harekete
geçirseler o %85 yapılmamış olan sulama işi büyük ölçüde tamamlanır.
 Bu konuda bakın, Fırat üzerinde, Şanlıurfa’da bir milyon hektar sulanabilir arazi var.
Bunun şu ana kadar 200 bin hektarı sulandı. 800 bin hektar daha sulanabilir arazi
Şanlıurfa’da duruyor.
 Bakın burada pankartı açan arkadaşım var. Suruç. Suruç ovasını Fırat’la birleştirin diyor.
Fırat’ın cazibeyle Suruç ovasını sulayabilecek halde. Bunun başarılmaması için hiçbir
neden yok. Projesi hazır, suyu hazır, derhal uygulamaya koymak lazım. Uygulamaya
konulur ise hiç şüphe yok 150 bin hektar, Suruç ovasındaki 150 bin hektar sulanır.
Sulanırsa ne olur? O ovada yaşayan insanların üretimi 4 kat artar. Refahı artar, zenginliği
artar, mutluluğu artar. Bunun derhal yapılması lazım. Boş lafın zamanı değil. Derhal
Suruç’un cazibeyle sulama projesini harekete geçirin.
 Suruç projesi biran önce tamamlanmalıdır. Bu, gündemimizde olan bir konu. Aynı şekilde
Viranşehir, Ceylanpınar sulama projesi biran önce tamamlanmalıdır. Bütün bunların
gerçekleşmesini engelleyen hiçbir neden yok. Birkaç yüz milyon dolarlık ihaleyle başarılabilecek
işlerdir. Viranşehir projesinin 160 bin hektarı sulayacağına da dikkatinizi çekmek istiyorum.
Viranşehir, Ceylanpınar sulaması 160 bin hektar araziyi sulayabilecek bir projedir.
 Aynı şekilde Hilvan projesi derhal yürürlüğe konulmalıdır. Dicle üzerindeki, Batman
üzerindeki sulama projeleri derhal yürürlüğe konmalıdır. Dicle, Batman, Silopi sulama
projeleri derhal başlatılmalıdır. Cizre, Nusaybin, İdil sulama projesi derhal başlatılmalıdır.
Bunlar Türkiye’nin hazır projeleri. Bunları gerçekleştirecek mühendis var, müteahhit var,
şirket var. Sadece düğmeye basacaksın, parayı ayıracaksın düğmeye basacaksın. 12 milyar
dolara da ihtiyaç yok. 5 milyar doları ayırsın Başbakan, bunların tümü yürürlüğe konulabilir.
AKP İKTİDARI İLE GAP’A YATIRIMLAR TOPALLAMAYA BAŞLAMIŞ
Değerli arkadaşlarım, bakın yapılması gereken işi size söyledim. Yapılacak işin eni, boyuda
bu. Atla deve değil. Türkiye Fırat’ın üstüne, Dicle’nin üzerine barajları kurmuş, suları
toplamış. Aşağıda tarlalar susuz, o barajdaki suyu o tarlaya indirmek lazım. Yapılması
gereken iş bu. Bunun biran öne tamamlanması gerekiyor. Bakın bu konuda son üç yılda çok
büyük bir ihmal yaşadık. Çok büyük bir ihmal yaşadık ona dikkatinizi çekmek istiyorum. Şimdi
GAP’ı keşfetmeye başladılar. Bundan büyük mutluluk duyuyoruz. Bir süre önce GAP
idaresini ortadan kaldırmayı planlayanlar şimdi GAP’ı keşfetmeye başladılar. Çok mutlu
olduk. Ama samimi olsunlar, desteklesinler.
Bakınız; GAP’a yönelik olarak son dönemde ne kadar yatırım yapıldı bunu bilginize sunmak
istiyorum. GAP’a 1998 yılından günümüze kadar yapılan yatırımları kısaca size hatırlatmak
istiyorum. Her yıl ne kadar yatırım yapılmış. Vereceğim rakamlar 2004 yılının fiyatlarıyla
belirlenmiş ve GAP İdaresi Başkanlığının resmi rakamlarıdır.
 1998 yılında GAP’a 1,3 katrilyon TL. yatırım yapılmış.
 1999 yılında 1 katrilyon 65 trilyon TL. yatırım yapılmış.
 2000 yılında 1 katrilyon 527 TL. trilyon yatırım yapılmış.
 2001 yılında kriz döneminde 689 trilyon TL. yatırım yapılmış.
 2002 yılında ise 849 trilyon TL. yatırım yapılmış.
127
AKP’NİN GÜNEYDOPU ANADOLU’YA BÜYÜK AYIBI:
AKP İKTİDARININ GAP’A SON ÜÇ YILDA YAPILAN TOPLAM YATIRIM, 2000
YILINDA YAPILAN YATIRIMIN ANCAK YÜZDE DÖRDÜ DÜZEYİNDEDİR…
 AKP’nin iktidara gelmesi ile GAP’a yapılan yatırımlar yarı yarıya azalmaya başlamış.
2003 yılında ve 2004 yılında 810 trilyon TL. yatırım yapılmış, 2003 – 2004 yıllarında
yatırım temposu yavaşlamış.
 2005-2006 ve 2007 yıllarında ise iktidarın GAP’a yaptığı yatırımlar durma noktasına
gelmiş. 2000 yılındaki 1,5 katrilyon TL. düzeyinden, 2004 yılında 818 trilyona inmiş olan
AKP iktidarının GAP yatırım harcaması, 2005 yılında 20 trilyona inmiş. 2006 yılında 25
trilyon. 2007 yılında 24 trilyon. Yani unutulmuş. 1,5 katrilyon TL.’den, son üç yılda 2000
yılı düzeyinin yüzde 1 veya 2’sine gerilemiş.
 Değerli arkadaşlarım, olay budur. Şimdi o 20 trilyonun yerine tekrar siz 1,5 katrilyonu
yılda harcarsanız ya da son üç yılda eskiden olduğu gibi 1,5 katrilyon harcamış olsa idiniz
2005’te, 2006’da, 2007’de 1,5 katrilyon her bir yıl harcamış olsaydınız bugün GAP’taki
susuzluk konusu bambaşka bir noktada olurdu. Harcanmadı. 20 trilyonla idare edildi.
Şimdi biz ne diyoruz? Lafı bırakın harcamaya başlayın harcamaya. Harcayın 1 katrilyon,
1,5 katrilyon yılda. Üç yılda, dört yılda GAP toparlanır.
 Şimdi biz bu konuya dikkati çekmek için buradayız. Türkiye en öncelikli konu
olarak bunu ele almalıdır ve bu konuda artık Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktur.
Derhal hepimiz GAP projesinin biran önce tamamlanmasını sağlamalıyız. Deminde
söylediğim gibi GAP projesi Türkiye için bir barış ve refah projesidir. BÖLGESEL
ADALETSİZLİĞİ ORTADAN KALDIRMA PROJESİDİR.
TÜRKİYE DEVLETİ BİR IRK DEVLETİ DEĞİLDİR. BİR SİYASİ BİLİNÇ
DEVLETİDİR.
Değerli arkadaşlarım, bir defa herkesin şunu çok iyi bilmesini istiyorum:
 Türkiye devleti bir ırk devleti değildir. Bir kan devleti değildir. Bir kafatası devleti
değildir. Bizim devletimiz bir siyasi dayanışma, siyasi beraberlik devletidir. Siyasi
bilinç devletidir.
 Bizim devletimiz bir imparatorluğun dağılmasından sonra elde kalan herkesin bir araya
gelmesiyle oluşmuştur. Bu imparatorluğun oluşturduğu devletin içinde her etnik
kökenden, her ırktan insan vardır. Arap’ımızda vardır, Arnavut’umuzda vardır,
Kürt’ümüzde vardır, Gürcümüzde vardır, Çerkez’imizde vardır, herkes vardır.
 Elbette olacak. Bunlar bizim zenginliğimizdir. Bunlar devlete yönelik bir tehdit değildir.
İnsanların ayrı etnik kimliklerinin olması devletimize hiçbir zarar vermez. Herkes kendi
etnik kimliğiyle iftihar edecek. Ana dilini bilecek, konuşacak, öğretecek, yayın yapacak,
gazete çıkaracak, televizyon çıkaracak, iftihar edecek. Başımızla beraber.
 Etnik kimlik kişinin şerefidir. Devletinde iftiharıdır, iftiharı. Bizim zenginliğimizdir. Bunda
hiçbir tereddüt yok. Kökümüz, kökenimiz ne olursa olsun hepimiz aynı milletin parçasıyız.
Bu Türkiye hepimizin. Türkiye’nin her coğrafyası herkesin. Herkes eşit, herkes kardeş.
Hukukumuz aynı, değerimiz aynı, birbirimizi seveceğiz, birbirimize saygı duyacağız, bir ve
beraber olacağız.
128
BU TÜRKİYE HEPİMİZİN…
Değerli arkadaşlarım, bakın bizim beraberliğimiz böyle bir beraberlik. Devlet kimsenin etnik
kimliğini ortadan kaldırmaya muktedir değildir. Devletin elinde kimsenin etnik kimliğini
yeniden tanzim etme hakkı yoktur. Hepimiz eşitiz, hepimiz kendi kimliğimizle. Bir çiçek
bahçesi gibi Türkiye. Her renkten, her çiçek bir arada. Hep beraberiz, beraber olmaya devam
edeceğiz.
Değerli arkadaşlarım, bizim bu beraberliğin değerini bilmemiz lazım. Bu Türkiye hepimizin.
Antalya’da sizin, İzmir’de sizin, Trakya’da sizin, İstanbul’da sizin, Hakkari’de sizin,
Diyarbakır’da sizin. Hakkari, Diyarbakır bütün Türkiye’nin. Hepimiz beraberiz, hepimiz
kardeşiz.
TERÖRE, BÖLÜNMEYE HEP BERABER KARŞI OLACAĞIZ
Değerli kardeşlerim, bu konuda dikkat edilecek iki nokta var.
 BİR; TERÖRDEN UZAK DURACAĞIZ: Terör bir felaket. Kim için felaket? Yapan insan
içinde felaket. Yaptığı dava içinde felaket. Muhatap olanlar içinde felaket. Terör bir iflasın
ifadesidir. Masum insanların canını almaya kimsenin hakkı yoktur. O canı Allah vermiştir,
Allah alacaktır. Terör en büyük tehlike. Terörden uzak duracağız. Teröre destek
vermeyeceğiz. Terör yapanları himaye etmeyeceğiz, kollamayacağız, terör yapanları
dolaylı desteklemeyeceğiz. Yanlış yapmayın çocuklar. Hata yapan varsa düzelttireceğiz,
ikna edeceğiz, çağıracağız, kazanacağız onları. Bir; terörü ortadan kaldıracağız, teröre
karşı olacağız arkadaşlar.
 İKİ; BÖLÜCÜLÜĞE KARŞI OLACAĞIZ: Bölünmek yanlış, ayrışmak yanlış. Kim için
yanlış? Bölünen içinde yanlış, ayrılmak isteyen içinde yanlış. Ayrılıp da ne yapacaksın.
Biz ayrılamayız artık, ayrılamayız. Türkiye bütün coğrafyalarında kaynaştı, birleşti.
Antalya’da birleşti, İstanbul’da birleşti, İzmir’de birleşti. Kim neyi ayıracak, nasıl ayıracak,
neyle ayıracak? Ayrılmanın ne yararı var? Hiçbir yararı yok. Hep beraberiz. Bu memleket
hepimizin. Benim doğduğum yer Şanlıurfa’da yaşayan bütün vatandaşlarımın. Helal
olsun, helal olsun! Eğer beraber olursak Şanlıurfalıyla Antalyalı bizim sırtımızı kimse yere
getiremez. Bizi onun için ayırmak istiyorlar. Ayrılmayacağız, ayrılmayacağız! Tamam mı?
Buna dikkat edelim arkadaşlar.
 Buna dikkat edelim, tuzağa düşmeyelim. Ayrılmakla ayrılmak isteyenlerinde yararı yok. O bir
takım büyük güçlerin bu coğrafyayı kendi amaçları için kullanma hesaplarının bir parçası. Irak’ı
ayırdılar ne oldu? Ne oldu Irak, ne oldu? Yazık değil mi, günah değil mi? Hangi insanoğlunun
vicdanına, kalbine sığar orada yaşananlar. 1 milyon insanın, Müslüman’ın canına kıyıldı. Ne
yararı var, kim ne kazandı? Bu felaketi Türkiye’ye getirmeyeceğiz. Getirmemenin yolu el ele
vermektir. Beraber olmaktır, birbirimize sahip çıkmaktır. Terör yok, ölümde yok. Ondan sonra hep
birlikteyiz. GAP’ı da yapacağız, burada okuyan çocukların gelecekleri inşallah Anadolu
liselerinde, kolejlerde, Türkiye’nin en iyi okullarında hep beraber okutacağız.
129
HAKKINIZA SAHİP ÇIKIN, HEP BERABER GERÇEKLEŞTİRELİM
Değerli arkadaşlarım, ben bu kurultayımızın, çiftçi kurultayımızın Anadolu’daki, Şanlıurfa’daki
bu çiftçi kurultayımızın açılışında yüreğimi size açtım. Geçen sene bir esnaf kurultayı
yapmıştık hatırlıyor musunuz Ankara’da. Muhteşem bir esnaf kurultayımız olmuştu ve siyasi
tarihimizde bir dönüm noktası olmuştu. Esnafın yeni bir anlayışın içine girişinin bir
başlangıcıydı. Şimdi bu yıl Şanlıurfa’da Güneydoğu Anadolu’muzda çiftçi kurultayımızı
yapıyoruz. Çiftçilerimizi ayağa kalkmaya çağırıyoruz. Kalkın hakkınıza sahip çıkın. Gelin
şikayeti beraber söyleyelim, çözümü birlikte uygulayalım. Bunun için buradayız.
Bize bu kurultayda büyük destek verdiniz hepinize yürekten teşekkür ediyorum. Hepinizi
kutluyorum.
 İnşallah Fırat’ın ve Dicle’nin sularının en verimli şekilde Harran ovasının, Suruç ovasının,
Siverek ovasının, Batman’ın, Silopi’nin gürül gürül sulanacağı günleri de hep beraber
yaşayacağız. İnşallah o günleri birlikte göreceğiz.
 Bunu başardığımız zaman, bu bölge ayağa kalktığı zaman komşularımızla ilişkilerimizde
çok daha güzel olacak. Irak’ta Suriye ile daha sıcak ilişkiler içinde olacağız.
 Habur’un tam çalışmadığını biliyorum. Habur tam çalışacak. Habur’un dışında kapılar
açılacak. Irak’la, Suriye ile dost olacağız.
 Bugün mayınlanmış olan araziler inşallah mayından temizlenecek, onu temizleyenlere
peşkeş çekilmeyecek. Oranın çilesini yıllardır yaşamış olan bu bölgenin insanının
hizmetine sunulacak. Bunları hep beraber gerçekleştireceğiz.
Ben hepinize yürekten teşekkür ediyorum. Kurultayınızın hayırlı olmasını, başarılı olmasını
diliyorum.
130
GN BŞK BAYKAL’IN
MYK SONRASI YAPTIĞI AÇIKLAMA
(5 HAZİRAN 2008- DİYARBAKIR)
Değerli arkadaşlar, Cumhuriyet Halk Partisi olarak Güneydoğu Anadolu Bölgesine düzenlediğimiz iki
günlük çalışmanın Diyarbakır’daki son aşamasındayız. Bugün Diyarbakır’da Merkez Yönetim Kurulu
toplantısı gerçekleştirdik. Biraz öncede Diyarbakır’da bulunan 22 sivil toplum örgütümüzün
başkanlarını ve iki yazar, düşünür Diyarbakırlı arkadaşımızın katıldığı bir ortak toplantıyı tamamladık.
Diyarbakır kamuoyunun temsilcisi bu değerli arkadaşlarımızla bir araya geldik. Hem Diyarbakır’ın,
hem bölgenin, hem Türkiye’nin sorunlarını ayrıntılı, kapsamlı bir şekilde konuşma olanağını bulduk.
Şimdi izlinizle bu iki günlük çalışmamızın bir genel değerlendirmesini sizlere yansıtmak
istiyorum. Bugünkü toplantıdan aldığım bazı izlenimleri de paylaşacağım.
GENÇLİK KOLLARI GENEL SEKRETERİMİZİ KAYBETMİŞ OLMANIN
ÜZÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ
Değerli arkadaşlarım, önce bu gezimizin çok dramatik bir olayla başlamış olması hepimizi
çok derinden sarsmıştır. Maalesef Gençlik Kolları Genel Sekreteri arkadaşımız Sayın Ersin
Çıldır’ı bu gezi sırasında kaybettik. Çok büyük üzüntü içindeyiz. Bir yaşamın büyük coşkuyla,
memleket aşkıyla, demokrasi aşkıyla, halk sevgisiyle en ileri hizmet vermeye yöneldiği bir
noktada böyle bir sonuçla karşı karşıya kalması hepimizi ve inanıyorum bütün toplumumuzu
çok ciddi şekilde üzmüştür. Önce bu acımızı ifade etmek istiyorum.
ŞANLIURFA’DA TARIM KURULTAYIMIZI YAPTIK
Bu olayın ötesinde Urfa’daki çalışmalarımız çok memnuniyet verici, olumlu izlenimler
almamıza yardımcı olacak bir şekilde gelişti. Şanlıurfalı vatandaşlarımızla, halkımızla çeşitli
ortamlarda bir araya geldik. Partimize yönelik bir yeni yükselen ilginin, bir sıcak bakışın
ortaya çıkmakta olduğunu memnuniyetle gördük. Bu izlenim bizi çok mutlu etti ve aynı
zamanda da bize bir görev ve sorumluluk yükledi. Çok daha sık bölgeye gelmemiz
gerektiğini, Şanlıurfa’yla, Diyarbakır’la, bölgedeki diğer bütün illerle daha sık, daha kısa süreli
kesintilere, uzun süreli kesintilere bırakmadan hızlı beraberlikler gerçekleştirmemiz
gerektiğini gördük. Bunu bir görev olarak aldık. Umut ediyorum önümüzdeki dönemde çok
daha sık bu çalışmaları arkadaşlarım yapacak, ben yapacağım. Bu bölgede daha çok
beraber olmaya gayret edeceğiz.
Bunun bölge açısından bir ihtiyaç olduğunu gördüm. Bizim açımızdan da hiç kuşku yok böyle
bir ihtiyaç var. Bu görevimizi yapmaya çalışacağız. Şanlıurfa’da bize sergilenen, gösterilen
ilgi, yakınlık ve dostluk bizi gerçekten yüreğimizden etkiledi. Bu mutluluğumu bu vesileyle
paylaşmak istiyorum.
Tabi bu gezimiz sırasında bölge insanının içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal sorunları
gözlemleme imkanını da elde ettik. Bu konuda zaten yeterince bilgilenmiş olarak bölgeye
gelmiştik. Ama gördüğümüz manzara gerçekten çok ağır bir tabloyla karşı karşıya
olduğumuzu ortaya koymuştur.
131
GÜNEYDOĞU ANADOLU’DA ÇİFTÇİMİZ PERİŞAN HALDE
Çiftçinin, köylünün, tarımın bu bölgede içinde bulunduğu durum dışarıdan bakılınca kolay
görülebilir gibi değildir. Gerçekten çok ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya olunduğu görülmüştür.
Çünkü tarım zaten giderek ağırlaşan şartlarda sürdürülüyor. Girdi fiyatları boyuna artıyor.
Mahsul fiyatları artmıyor. Giderek tarım zorunlu olarak sürdürülen bir iş haline geliyor.
Bunun üstüne birde bu yıl yaşanmakta olduğu gibi, aşırı bir kuraklık binince, alınmış olan
borçların ödenmesine yardımcı olacak bir gelir, mahsul geliri kayboluveriyor. Etkili bir Tarım
Sigortası sisteminde yoksun çiftçimiz. Mahsul kuraklık vurmuş elde avuçta bir şey yok.
Tohumluğa borç yapılmış, gübreye borç yapılmış, ilaca borç yapılmış, mazota borç yapılmış.
Mahsulde elde yok. Borç faizler binmiş, bir kısmı temerrüde girmiş. Bankalara borç var.
Bankaların ötesinde tefeciye borç var.
Şimdi bu borçlar bu sene ödenemiyor. Bir süre sonra yeni bir tarım yılı başlıyor. O tarım
yılında yeniden tohum lazım, yeniden mazot lazım, yeniden gübre lazım. Yeniden masraf
yapılması lazım. Çiftçi bunu neyle yapacak? Borçları ödeyememiş. Böyle bir tabloyla karşı
karşıyayız. Gerçekten bölge tarımında çok ağır bir mağduriyet var.
Efendim, “devlet Ziraat Bankasına ve Tarım Kredi Kooperatiflerine olan borcu erteleyecek”
deniliyor. Bu hiçbir şekilde sorunu çözmüyor. Şanlıurfa’da aldığımız bilgiler gösteriyor ki;
 Çiftçinin Ziraat Bankasına ve Tarım Kredi Kooperatifine olan borcu 735 bin YTL
 Ama çiftçilerin özel bankalara, ki onların bir kısmı yabancı banka, olan borcu 300 milyon
YTL.
Çiftçinin borcunu kim erteliyor? Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri. Yani 735 bin
YTL.’lik borç erteleniyor, 300 milyon YTL’lik borç ertelenmiyor. Tefeciye olan borç erteleniyor
mu? O da ertelenmiyor. Şimdi bu kadar ağır bir borç çığının altında kalmış bölge çiftçisi şimdi
gelecek yılın harcamasını nereden nasıl yapacağını bilemez halde. Bu çok ağır bir tablo.
Bakınız, Ziraat Bankasını, Tarım Kredi Kooperatiflerini, çiftçinin finansmanını sağlayan ana
kuruluş olmaktan çıkardığınız zaman çiftçi böyle korunaksız hale düşüyor, böyle mağdur
olabiliyor.
Eskiden öyle değildi. Çiftçinin temel mali ihtiyaçlarına cevap veren ana kuruluş olarak Ziraat
Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri vardı. Onlarla ilgili bir düzenleme yaparak durumu
toparlıyordu. Şimdi nasıl yapacaksınız? Şimdi karşınızda bir kısmı yabancı sermayeye
satılmış çiftçiye yüksek reel faizle ve çiftçinin malına mülküne ipotek işlemi yaparak çiftçiyi
borçlandırmış özel bankalar var
Ağır bir tablo değerli arkadaşlar. Yani bu geçiştirilecek bir manzara değildir. Çok vahim bir
tablodur. Türkiye’nin buna dikkatini çekmek istiyoruz. Bu mağduriyeti bu vesileyle bütün
boyutlarıyla arkadaşlarımızla birlikte gördük. Bunun önemini parlamentoda arkadaşlarım
anlatacaklardır. Ben her vesileyle bunları dile getirmeye gayret edeceğim ve bir çözüm talep
edeceğiz.
GAP’I UNUTAN, SULAMA YATIRIMLARINI DURDURAN İKTİDARI
BİRKEZ DAHA UYARIYORUZ
Bu tablo bizi bölgenin ekonomik sorunları konusunda önem verdiğimiz bir noktaya bir kez
daha dikkati çekme durumuna sokmakta. GAP konusu. Değerli arkadaşlarım, GAP konusu
bizim cumhuriyet tarihimizin 50 yıla yakın bir süredir bir temel projesi. Yığınla gelmiş geçmiş
132
hükümetler o projelerle ilgili çeşitli çalışmalar yaptılar. Artık Türkiye’nin bu projeyi çoktan
bitirmiş olması lazımdı. Maalesef bitirilemedi. Bu konuda GAP ikide bir siyasi söyleme gelir
ve içeriği ne olduğu da tam anlaşılmadan bir sihirli değnek bir mucizevi formülmüş gibi ne
anlama geldiği, eninin boyunun ne olduğu, neyin yapılması gerektiğini üzerinde durulmadan
konuşulur. Bu meseleyi daha bir ciddi gündeme almak lazım. Biz uzun bir süreden beri bu
doğrultuda gayret gösteriyoruz.
GAP konusunun önemini ben aylardır anlatmaya çalışıyorum. Bu konuda çabamızın olumlu
bir noktaya bizi getirmekte olduğunu da memnuniyetle görüyorum. Hükümetinde CHP’nin bu
konudaki duyarlığı ve çabası karşısında GAP projesine sahip çıkmaya, GAP ilgili bir söylem
geliştirmeye çalıştığını memnuniyetle görüyorum. Bundan sevinç duyuyorum. Bunu
sağlamak istiyoruz. Çünkü onlar iktidar. Yetki onların elinde. Onları ikna edersek bu sorun
çözülür. Onları ikna etmeye çalışıyoruz. O doğrultuda da bir yeni arayış içine girdiklerini
gördüm. Geçenlerde Sayın Başbakan buraya geldi GAP’la ilgili projesini açıkladı. Çok
sevindim, çok mutlu oldum. Evet bunu istiyoruz. Yalnız bunu gerçekçi, ne anlama geldiğini,
neye ihtiyaç olduğunu bilerek ele almamız lazım.
Bu çerçevede herkesin şunu çok iyi bilmesi gerekiyor; GAP’ın iki ayağı var.
Enerji ayağı ve Sulama ayağı.
 GAP’ın enerji ayağıyla ilgili olarak Fırat ve Dicle üzerinde 27 milyar kilovat saatlik enerji
üretimini öngören bir demet proje var. Bunların tamamına yakını gerçekleşti. Bir Ilısu
gerçekleşmedi Dicle üzerinde. Bir iki ufak tefek daha proje var. Ama bu bitti zaten. Yani
şuanda 27 milyar kilovat saat hedefin 20 milyar kilovat saatinden fazlası zaten üretiliyor.
%85’i tamamlanmış o işin. O nedenle sanki sıfırdan 27 milyar kilovat saat elektrik enerjisi
üretmek için yatırım yapıyoruz gibi bir havaya girmeye gerek yok. Olan olmuştur, yapılan
yapılmıştır. 20 milyar kilovat saatin üzerinde zaten bir üretim sağlanıyor.
 Sorun enerjide değil, sorun sulamada: Sulama maalesef ihmal edilmiştir. Enerji
amaçlı olarak barajlar yapılmış, sular toplanmış ama sular enerji için kullanıldıktan sonra
kurak tarlalara sulama yapmak üzere taşınabilir hale dönüştürülmemiştir. Kanaletler
yapılmamıştır. Primer kanaletler, sekonderler, tersiyerler, yani birincil, ikincil, üçüncül
kanalet sistemleri yapılmamıştır. Bu projenin en az maliyetle en yüksek verimlilik
sağlayacak bölümü sulama kanaletlerinin yapılmasıdır. Sulama halkı ilgilendiren iştir,
çiftçiyi ilgilendiren, bölgedeki insanı ilgilendiren iştir. Enerjide önemlidir. Ama sulama
doğrudan önemlidir.
 Tarlada kuraklık çeken insana sulama varsa 4 kat daha fazla verim şansı
vardır: Bu kadar büyük bir nimet, bu kadar büyük bir imkan. Bu yapılamamıştır. Yani
Türkiye 20 milyar doların üzerinde GAP’a para harcadı bugüne kadar. Ben diyorum ki 5
milyar dolar şimdi sulamaya seferber etsek şuanda 3-4 yıl içinde elle tutulur bir şekilde
bölge insanının refahında artış sağlamayı başarırız. Genel sözlerle bu işi geçiştirmeyelim.
Alt tarafı 6-7 tane projedir bunlar Fırat üstünde, Dicle üstünde. O 27 milyar kilovat saat
elektriğin 20 milyar kilovat saati Fırat’tan elde ediliyor. 7 milyar kilovat saati de Dicle’den
elde edilecek. Orada biraz daha fazla açık var. Çünkü Ilısu tamamlanmadı. Ama 1.8
milyon hektar sulama yapılacak Fırat’tan ve Dicle’den. Sadece 200 bin hektar sulama
yapılıyor değerli arkadaşlarım. Bunu biran önce tamamlamak lazım. Bu acil konudur,
öncelikli konudur. Ve bunun içinde yapılması gereken o 6-7 tane sulama projesini derhal
ihale etmektir.
 Derhal 5 milyar dolarlık bir kaynak sulama yatırımları için GAP’a
aktarılmalıdır: Bu konudaki çalışmalara destek vermeye hazır olduğumuzu peşinen
ifade ediyoruz. Söz konusu 6-7 tane sulama projesinin derhal, biran önce o 12 milyar
dolar falan güzel tabi onu da harcayın ama, bir birkaç milyar doları derhal bazı sulama
133
projeleri için ihale edelim ve harekete geçirelim. Buna ihtiyaç var. Bunu bu vesileyle
söylüyorum. Umarım bu söylemimiz iktidarı da etkiler. Umarım en kısa zamanda ihale
sürecine gireriz. Somut adımlar atmaya başlıyoruz. Bunu diliyoruz, bunu bekliyoruz.
Bunun yapılması hiç şüphe yok bu bölgede mesela bu yıl kuraklıktan dolayı yaşanan
facianın hiç olmazsa makul bir düzeye çekilmesi, çiftçinin hiç olmazsa belli bir ölçüde bu
ağır bunalımdan sıyrılması şansını da getirecektir. Bu bakımdan bu olağanüstü önemlidir.
Türkiye’de bu sulama işini yapmak açısından bir sıkıntı yoktur. Barajlarda sıkıntı olabilir.
Bakın Ilısu için bir sürü tartışma yaşanıyor. Kreditörler veriyor, vermiyor, şart koşuyor.
Avrupa Parlamentolarından onaylanması gerekiyor. Burada böyle bir şey yok. İhaleyi
yapacaksın. Bunu yapacak müteahhitte var, mühendiste var, işçide var. İş makinesi parkı
da var. Hiçbir şey değil. Hemen halledilecek bir iş. Bunu yapalım arkadaşlar. Acil bir iş.
DİYARBAKIR’A HALKLA, HALKIN ÖRGÜTLÜ TEMSİLCİLERİ İLE BİR
ARADA OLMAK İÇİN GELDİK
Diyarbakır’da bulunduğum şu sırada bu sıkıntının yaşandığı bu ortamda bu feryadı bu
vesileyle dile getirmek istiyorum. Eğer bir yararı olursa bundan büyük mutluluk duyarım.
İnşallah en kısa zamanda bu konuda olumlu bir gelişme ortaya çıkar.
Tabi bölgenin ekonomik refahı bakımından yapılması gereken başka işlerde var, başka
projelerde var. Onları da uygun zeminde daha ayrıntılı, daha kapsamlı olarak değerlendiririz,
konuşuruz. Bugünkü Diyarbakır Sivil toplum kuruluşlarıyla yaptığınız toplantıda da bir ölçüde
o konulara da arkadaşlarım dikkatleri çektiler, uyarılar yaptılar, anlayışlarını söylediler.
Onlardan da yararlandık. Onları da değerlendirmeyi düşünüyorum.
Değerli arkadaşlarım, bugün Diyarbakır’da bu 22 sivil toplum kuruluş ve 2 yazar, düşünür
arkadaşımızla ve Sayın Yusuf Akyüz din adamımızla beraberdik. Buradaki durumla ilgili
değerlendirmemi söylemeliyim. Son dönemde, son birkaç ay içinde ben üçüncü kez
Diyarbakır’daki sivil toplum kuruluşlarının başındaki değerli arkadaşlarımla bir araya
geliyorum. Önce bir süre önce yaptığım Diyarbakır gezisinde arkadaşlarımı ziyaret etmiştim.
Sanıyorum Diyarbakır barosunda bu ziyaret gerçekleşmişti. Orada bu arkadaşlarımla bir
araya gelmiştik ve çok yararlı benim açımdan. Çok önemli bir buluşma olmuştu. Orada
arkadaşlarım tam bir içtenlikle, tam bir açık yüreklilikle anlayışlarını, burada yaşanan
sıkıntıları, sorunları ayrıntılı bir biçimde dile getirmişlerdi. Şikayetlerini, feryatlarını ortaya
koymuşlardı. Bekleyişlerini, bizden ne beklediklerini, Türkiye’den ne beklediklerini,
iktidarlardan, yönetimlerden açıkça söylemişlerdi. Bende onlara gene aynı açık yüreklilikle,
aynı samimiyetle, aynı dürüstlükle bu konulardaki anlayışımı, yaklaşımımı kapsamlı, ayrıntılı
bir biçimde anlatmak fırsatını bulmuştum. benim için çok mutluluk verici bir görüşme olmuştu.
Arkasından arkadaşlarım Sayın Başbakanı ziyaret etmek için Ankara’ya geldikleri sırada beni
de ziyaret etmek istediler. Bundan büyük mutluluk duydum. Biraya geldik arkadaşlarımızla.
Orada da, Diyarbakır’da başlattığımız diyalogun ikinci aşamasını gerçekleştirdik. Gene aynı
anlayış etrafında, aynı içtenlikli çerçeve içinde karşılıklı olarak durumu değerlendirdik,
sıkıntıları konuştuk. Neler yapılması lazım bu konudaki anlayışlarımızı karşılıklı olarak
paylaştık. Benim için çok mutluluk verici bir görüşme olmuştu, çok sevinmiştim. Bunu da
arkadaşlarıma ifade etmiştim. Arkadaşlarımda bu buluşmadan memnuniyet duyduklarını
söylemişlerdi.
Şimdi bölgeye gelince Şanlıurfa’da o çalışmayı yaptıktan sonra Diyarbakır’a gelmek,
Diyarbakır’da Merkez Yönetim Kurulu toplantımızı gerçekleştirmek ve bu arada da bu sivil
toplum kuruluşlarımızın yöneticileriyle tekrar üçüncü kez bir araya gelmek ihtiyacını hissettim
ve bu çerçevede arkadaşlarımızdan rica ettik. Eksik olmasınlar onlarda lütfettiler bu
134
toplantıya katıldılar. Gene aynı duygular içindeyim. Çok yararlı, çok verimli, çok olumlu, çok
yapıcı, çok güzel bir görüşme yaptığımızı düşünüyorum. Bu diyalogun, bu ilişkinin büyük
önem taşıdığı kanısındayım. Bunu bugün Diyarbakır’da üçüncü kez yapabilmiş olmaktan
sevinç duyuyorum ve Diyarbakır’daki bu sivil toplum önderi arkadaşlarımın böyle bir
görüşmeyi uygun görüp çağrımıza katılarak topluca, güçlü bir biçimde katılarak bu
buluşmayı, bu diyalogu sağladıkları için kendilerine yürekten teşekkür ediyorum.
BÜTÜN SORUNLARIN, SIKINTILARIN ÇÖZÜMÜ İÇİN TEMEL KONU
DİYALOGDUR.
Bazıları diyalogu kesmek isteyebilirler, gerek yok diyebilirler. Canım ne dinleyeceksiniz
diyebilirler. Ama ben inanıyorum ki diyalog önem taşıyor. Aynı şeyi düşünmek zorunda
değiliz. Ama birbirimizin ne düşündüğünü bilmek durumundayız. Birbirimizi anlamak,
kendimizi birbirimize doğru yansıtmak durumundayız. Karşımızdakinin ne düşündüğünü
doğru anlamak durumundayız. O bakımdan arkadaşlarım gerçekten bence çok değerli bir
tercih yapmışlardır. Bu tartışma konusu olsun, olmasın, gidilsin, gidilmesin tartışması
konusunda diyalog kapısını açık tutma kararlılığını sergilemişlerdir. Katılan arkadaşlarıma
yürekten teşekkür ediyorum. Katılamamış iki kuruluşumuz varsa o arkadaşlarımla da ilk
fırsatta bir araya gelmekten mutluluk duyacağımı ifade etmek istiyorum. Yararlı, güzel bir
görüşme oldu. Ve bir durum değerlendirmesi yapmak imkanını bulduk karşılıklı olarak. Ben
izlenimlerimi yansıttım. Size de izlenimlerimle ilgili genel bir çerçeve vermeliyim.
Değerli arkadaşlarım, Güneydoğuda yaşanan gerginlik, şiddet ve onu besleyen çatışma
ortamının daha olumlu bir noktaya doğru dönüşmekte olduğu izlenimini aldığımı sizlere de
ifade etmek istiyorum. Yani dünyadaki, bölgedeki ve Türkiye’deki gelişmeler sanıyorum
Diyarbakır’da da, Şanlıurfa’da da, buralarda da artık bir çatışma ortamının, bir gerginlik
ortamının giderek anlamlı olmaktan çıktığı, sorunların bir araya gelerek elbette kendi
anlayışımızı koruyarak, taleplerimizi sürdürerek, itirazlarımızı yaparak. Ama bir araya gelerek
sorunları daha olumlu bir noktaya taşıyabileceğimiz umudunu giderek daha çok aldığımız bir
tabloyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Bunu memnuniyetle karşılıyorum. Daha
pozitif bir manzara, daha olumlu bir izlenim almakta olduğumuz kanısındayım. Umarım bu
böyle olur, bunu geliştiririz. Gerginlik, çatışma ortamını tasfiye ederiz ve karşılıklı tartışma,
çekişme, siyasi mücadele ve onun içinde de sorunların çözümü zeminini birlikte yaratabiliriz.
Buna şiddetle ihtiyaç vardır. Böyle bir izlenimi aldığımı söylemeliyim.
Cumhuriyet Halk Partisi olarak bizde bu tabloya katkı yapmaya çalışıyoruz. Bir süreden beri
hem bölgemizde, hem Türkiye’de daha yapıcı, daha olumlu bir şekillenme ortaya çıksın
istiyoruz. Bunun gereklerini yerine getiriyoruz. Tabi bunun gereklerinden birisi bölgede
şiddetin, terörün etkisiz kılınmasıdır. Bu doğrultuda bir olumlu gelişmenin ortaya çıkmasıdır.
Umut ediyorum buraya doğru yürüyoruz, yürüyeceğiz. Komşu ülkelerle, Irak’la, Kuzey
Irak’taki yeni yapılanmayla artık terörün, şiddetin ilişkileri bozduğu konusunda bir ortak
anlayış şekillenmektedir ve bunun gereğini hep beraber yapacağız. Bu olumlu tablo içeriye
yansıyacaktır. İçerde de gene aynı şekilde birbirimize değer vererek, saygı göstererek bir
yeni yaklaşım geliştireceğiz.
Bu Diyarbakır’daki sivil toplum kuruluşu önderi arkadaşlarımızla bundan
önceki buluşmalarımızda da sık sık arkadaşlarımız bizden şunları istemişlerdir.
 Önce GAP konusundaki anlayışımızı yüreklendirmişlerdir . Önemli bulduklarını,
doğru bulduklarını, bunu talip etmemizi beklediklerini, bu konudaki mücadelemize değer
verdiklerini söylemişlerdir. Bizde o doğrultuda zaten çalışıyoruz arkadaşlarımızdan
aldığımız bu telkin doğrultusunda.
135
 “89 RAPORUNUZU” çok önemsiyoruz, o Raporu daha çok vurgulayın
demişlerdir: O Raporda, Türkiye’nin sorunlarının, bölgenin sorunlarının çözümü
için temel bir anlayış yatıyor. Ama o anlayışı yeterince vurgulamıyorsunuz. Tekrar
onu gündeme taşıyın demişlerdir bize. Bende bunu büyük bir memnuniyetle kabul
ettim. O zaten bizim her zamanki düşüncemiz. Hiçbir zaman o anlayışın dışına biran bile
çıkmadık. Hep öyle düşündük. Ama öyle anlaşılıyor ki Türkiye’nin siyasi çatışma ortamı o
söylemi ifade etme zeminini ortadan kaldırdı o nedenle söylenemedi. Son zamanlarda
ısrarla ben gittiğim her yerde bunları vurgulamaya çalışıyorum. Bu vurgulamamızın çok
ilgiyle karşılandığını memnuniyetle görüyorum. Bunu elbette sürdüreceğiz. Bu vesileyle
bir kez daha ifade etmek isterim bu anlayışımı. Çünkü çıkış noktasının orada olduğu
giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Bu bizim temel düşüncemizdir. Nedir o düşünce? O
düşünce şudur değerli arkadaşlarım.
 Herkes bilmelidir ki, Türkiye bir ırk devleti, bir kafatası devleti, bir kan devleti
değildir. Türkiye bir siyasi beraberlik devletidir. Siyasi bilinç devletidir.
İnsanların kendi siyasi kararlarıyla, tercihleriyle bir araya gelerek oluşturdukları bir
devlettir. Bu devletin temelinde kafatası yoktur, kan yoktur, bu devletin temelinde ırk
yoktur. Bir defa temel bu. Türkiye’nin bir gerçeğidir ki, bizim birbirinden farklı etnik, ırkı
özellikler taşıyan insanlar olarak bir araya gelmemiz sonucunda bizim devletimiz
oluşmuştur. Çünkü biz bir imparatorluktan sonra ortaya çıkan bir devletiz. İmparatorluğun
içinde birbirinden farklı mezhepler, inançlar hatta, etnik kimlikler, ırk kimlikleri yer almıştır.
Şimdi onların bir kısmının bir araya gelmesiyle oluşmuş bir devlet sözkonusudur. Elbette
bu devletin içinde birbirinden farklı etnik kimlikler vardır. Kürt vardır, Arap vardır, Çerkez
vardır, Gürcü vardır, Arnavut vardır, hepsi vardır. Elbette olacak. Bilinmesi gereken temel
şey şudur; hiçbir etnik kimlik devlete yönelik bir tehdit değildir. İnsanların bir kısmının belli
bir etnik kimliğe sahip olması devlete yönelik bir tehdit ve tehlike olarak anlaşılamaz.
Devlet karşısındaki insanı görür. İnsanın arkasındaki etnik kimliği devlet
görebilemez. Devlet etnik kör olmak durumundadır. Etnik kimlikler arasında ayrımda
yapamaz, fark edemez bile. Karşısında insan vardır, vatandaş vardır. Her vatandaşın
kendi etnik kimliği, ırk özelliği istediği gibi şekillenebilir. İnsanların etnik kimliğe sahip
olması en temel haklarıdır. Devlet hiç kimsenin etnik kimliğini tayin etme, tarif etme,
tanımlama, belirleme hakkına ve yetkisine sahip değildir. Devletin işi değildir. İnsan
devletten önce vardır, toplum devletten önce vardır. Devlet o var olan kimliklerin, o var
olan insanların bir siyasi organizasyonudur. O siyasi organizasyonun yetkisi insanların
etnik kimliğiyle nüfuz etme noktasına gelemez. Ona saygı gösterecek. Onu veri olarak
alacak.
 Devlet asimilasyon politikası güdemez. Şimdi temel anlayışımız bu. Bunu
söylediğimiz zaman yani etnik kimliğini devlet tarif edemez, tayin edemez dediğimiz
zaman ne diyoruz? Bizim devletimiz asimilasyon politikası güdemez. Herkesin etnik
kimliği kendisinin. Devlet tarif etmeyeceğine göre böyle bir anlayış uygulanamaz diyoruz.
Bunlar bizim 89’da rapora geçirdiğimiz ve bugüne kadarda 1 milim şaşmadan içimize,
yüreğimize, kafamıza taşıdığımız temel anlayış. Bu anlayış ölçüsünde bakıyoruz.
Bugünde o noktadayız. Onu bir kez daha ifade etmekte yarar görüyorum. Bunu dünde
söylemiştim. İlgiyle karşılandığını memnuniyetle görüyorum. Doğrudur, bu ilgiyi hak eden
bir yaklaşımdır bu. Bu yaklaşımı eğer biz yıllar öncesinden hayata geçirebilmiş olsaydık,
söylem düzeyinde kalmamışta uygulamayı belirler hale bunu getirebilmiş olsaydık
inanıyorum Türkiye’nin yaşadığı sancıların, acıların çok önemli bir kısmı yaşanmazdı.
Bunu keşke daha önceden yapabilseydik. Ama görüyorum ki hala bunun anlatılmasına,
anlaşılmasına ihtiyaç vardır. Herkesin etnik kimliği onun şerefidir. Kimse kimsenin
şerefine müdahale edemez. Herkesin şerefi kendisine eşit ve saygı değer. Herkesin
kimliği kendi şerefi. Devletinde bir büyük mutluluğu, devletinde iftiharı, devlette içinde
yaşayan etnik kimliklerle iftihar etme hakkına sahiptir. HERKESTE KENDİ ETNİK
KİMLİĞİYLE ŞEREF DUYMAK HAKKINA SAHİPTİR.
136
 İki temel duyarlık noktamız var. Bir; arkadaşlar terörü bir siyaset yöntemi
olarak kesinlikle kabul etmeyelim. Terör bir siyaset yöntemi olarak hiçbir zaman
aklımızda, içimizde olmasın. Niye olmasın? Yanlıştır, zararlıdır. Kime yanlıştır, kime
zararlıdır? Terörü yapana da yanlıştır, uygulayana da yanlıştır, terörün hedefine de
yanlıştır, zararlıdır. Terörü yaptığını söylediğin davaya da yanlıştır. O davaya da zarar
verirsin. Terörle artık sorunların çözüldüğü dönemler geride kaldı. Artık bu işi aştık. Terör
çok aslında dramatik bir tablo ama acınacakta bir tablo. Bir iflasın ifadesi, bir çaresizliğin
ifadesi. Hiç kimse kendisini bu kadar çaresiz hissetmemelidir. Buna izin vermemek
lazımdır. Ve terörden kimse medet ummamalıdır. Terörü yöntem olarak kullanmamalıdır,
himaye etmemelidir, teşvik etmemelidir, desteklememelidir, terörle bir yere gidileceği gibi
bir zannın içine girmemelidir kimse. Bu temel bir noktadır değerli arkadaşlarım. Bu
noktada tam bir mutabakata ihtiyaç var. Açık yürekliliğe ihtiyaç var. Elbette terörün
reddedilmesi, olamayacağının söylenmesi, herhangi bir dayatmayı haklı kılmak anlamına
gelmez. Hiçbir dayatma olmamalıdır. Ama terör ve şiddet bir yöntem olarak kesinlikle
reddedilmelidir. E teröre bulaşmış insanlar ne yapılmalıdır? İkna edilmelidir,
vazgeçirilmelidir. Bunun bir yol, yöntem olmadığı onlara anlatılabilmelidir. Etkili bir
biçimde bu denenmelidir. İki; terörü besleyen psikoloji, gerginlik, husumet, düşmanlık
ortamının yerini iyi niyet, karşılıklı saygı, işbirliği, diyalog kültürü almalıdır. Ve bu bilinçli
olarak teşvik edilmelidir. Bakın bugün biz onu yaptık. Bugün bu buluşma fevkalade önemli
bir olaydı. Düşüncelerimizi biliyoruz ama birbirimizi seviyoruz. Ben arkadaşlarımı
seviyorum. Eminim o arkadaşlarımda bize değer veriyorlar. Bu duygunun karşılıklı olarak
alınması işin çözümüdür değerli arkadaşlarım. Bunun daha yaygın bir şekilde paylaşıldığı
bir ortamı birlikte yaratmamız lazımdır. Ve şiddeti artık temel bir parametre olmaktan
birlikte çıkarmamız lazımdır. Birinci temel duyarlılık noktası bu.
 İki; Bölünerek bir yere varmak mümkün değildir: Bölünmeyle, parçalanmayla
hayırlı bir sonucun çıkması mümkün değildir. Biz ayrılıverelim, biz bölünüverelim, biz
kenara çekiliverelim anlayışı doğru değildir, kimseye yararlı değildir. Ayrılmayı düşünen
insanlara da yararlı değildir. Geride bıraktıklarına da yararlı değildir. Kimi kimden neyle
ayıracaksınız, nasıl ayıracaksınız. Bütün Türkiye’de biz kaynaşmışız, birleşmişiz. Yani
İstanbul’da birleşmişiz, Antalya’da birleşmişiz, İzmir’de birleşmişiz, Türkiye’nin her yerinde
birleşmişiz. Kimi ayıracaksın, neyle ayıracaksın, değer mi? Ayırıp da ne yapacaksın?
Bütün dünya birleşmeye gidiyor. AB’de biz bütünleşmeye gidiyoruz. AB’de bütünleşmek
demek Türkiye’nin kaderiyle ilgili söz söyleme hakkını 26 tane başka ülkeye vermek
demek. Biz onlara benim kaderimle ilgili sen söz söyle diyoruz. Sonra ne yapacağız biz.
Kendi içimizde ayrışacağız. Gelin sözümüzü birlikte söyleyelim. Önce Türkiye için birlikte
söz söyleyelim. Türkiye için sözümüzü gelin burada birlikte söyleyelim. Sonra Türkiye
olarak AB’ye girelim. Biz AB’nin kaderi üzerinde sözümüzü birlikte söyleyelim. O ülkelerde
bizim kaderimiz hakkında sözünü birlikte söylesin. Bu işten herkes kazansın. Biz böyle bir
genişlemeden daha güçleniriz, daha zenginleşiriz, daha özgürleşiriz diye umut ediyoruz.
O nedenle ayrışma, bölünme, parçalanma artık tarihin derinliklerinde kalmış olması
gereken bir geçmiş çağlara ait olay. 19. yüzyılda kendisini gösteren o ayrışma
imparatorluklara karşı sergilenen ayrışma sürecini şimdi 21. yüzyılda tarihi bir gecikme
içinde geç kalmış bir milliyetçilik kavgasını dünya bütünleşmeye giderken, Avrupa
bütünleşmesine giderken Türkiye’de gündeme getirmek tarihi bir çelişkidir, ana
kronizimdir. O iş bitti, değmez. O bedeli ödemeye değmez, o kana değmez, o acılara
değmez. Bunlara fırsat vermeyelim. Beraber olalım, bir olalım, güçlü olalım, iri olalım, diri
olalım. Türkiye hepimizin Antalya’da Diyarbakır’ın, Diyarbakır’da Antalya’nın. Hep
beraberiz. Sen ben diye bir ayrım yok. Herkesin kendi ana dili, kendi kimliği elbette
iftiharı. Herke ana dilini bilecek, öğrenecek, öğretecek. Bu konuda yayın yapacak,
televizyon yapacak, gazete çıkaracak, kitap çıkaracak. Bunlar insan hak ve
özgürlüklerinin temel gereği. Bunları yapacağız. Bunda hiçbir sıkıntı yok. Bunun böyle
olması lazım. Böyle bir düzende yaşayacağız.
137
 Ama hepimiz aynı milletin parçası olacağız. E canım benim ırkımdan başka bir
devlet var. Varsa var. Ona ne kardeşim. Senin devletin burası. Bak Gürcistan diye bir
devlet var. Artvin’de de Gürcüler var. Artvin’deki Gürcüler bu devletin Gürcü’sü.
Gürcistan’dakiler Gürcistan’ın Gürcüsü. Birbirlerini seviyorlar, sayıyorlar, birbirleriyle dost,
birbirleriyle yardımlaşıyorlar. Sel felaketi oluyor, haydi bizimkiler arabalara atlayıp
yiyeceği, içeceği doldurup onlara yardıma koşuyor. Haydi bir maç oluyor Gürcüler
Gürcistan’dan geliyor bilmem neredeki maça hep beraber gidiyorlar. Bu böyle. Hatay’da
Araplar var, Suriye’de Araplar var. Suriye’deki Araplar Suriye’nin Arap’ı. Bizdeki Araplar
bu devletin Arap’ı. Ne olmuş? Onlar bu devletin kaderini paylaşıyor, hukukunu yaşıyor,
hedeflerini, mücadelesini, sıkıntısını, sorununu yaşıyor. Ama bu toplumun bir parçası.
Elbette öyle olacak. Hangimiz kuşkuyla bakmak hakkına sahibiz Hatay’daki bir Arap’a.
Hangimiz kuşkuyla bakma hakkına sahibiz Artvin’deki bir Gürcüye. Hangimiz kuşkuyla
bakma hakkına sahibiz Diyarbakır’daki bir Kürt kökenli vatandaşımıza. Bu noktaya
gelmeliyiz değerli arkadaşlarım.
 Bu devlet hepimizin. Hep beraber bu devleti sahipleneceğiz, sorunlarını
çözeceğiz, kötüsünü iyi yapacağız, yoksulunu zengin yapacağız. Baskı
altında olanını özgür yapacağız. Başı dik, şerefli, onurlu bir büyük millet olarak etnik
kökenlerimizin üzerinde bir beraberliği hayata geçireceğiz. Benim anlayışım bu değerli
arkadaşlarım. Bunu samimiyetle, dürüstlükle, içtenlikle ifade ediyorum. Bunun herkes için
iyi olduğundan hiç kuşku duymuyorum. Burada yaşayan çocuklarımız içinde iyi, başka
yerde yaşayan bu bölgenin çocukları içinde iyi. Başka etnik kökene sahip olan gerideki
vatandaşlarımız içinde iyi. Ortak iyimiz bu.
 Bunları yaparsak, Güney Komşularımızla da dostluk bağlarını, akrabalık
bağlarını güçlendirebiliriz: Bunu gerçekleştirdiğimiz anda ben inanıyorum Türkiye
komşularıyla, Suriye’yle, Irak’la gayet sıcak, dostane ilişkiler geliştirecek, onların
kalkınmasına, refahına en büyük destek vereceğiz. Bir süre önce ben açıkladım şu terörü
ortadan kaldırın gelin biz burada her etnik kökenden çocukları Irak’tan Kürt’ünü, Arap’ını,
Şii’sini, Türkmen’ini alıp binlercesiyle okutalım Türkiye’de. Bir kapı yerine bir kapı daha
açalım. Sulama konusunda işbirliği yapalım. Birlikte barajlar kuralım, refahı birlikte
arttıralım. İçtenlikle bu anlayış içindeyiz. Ve bunun önündeki tek engel ya kafamızdaki
gereksiz husumetlerdir ya da o husumetleri somut hale getiren şiddet ve terör ortamıdır.
Bunları yendiğimiz anda bu engellerden, bu ayak bağlarından kendimizi kurtarırız diye
düşünüyorum.
Değerli arkadaşlarım, bugün Diyarbakır’da bu buluşma çerçevesi içinde bir kez daha bir
çalışma yapmak imkanı bulduk. Çok memnun oldum. Bundan sonra bu çalışmaları
sürdüreceğiz, bir araya geleceğiz ve her vesileyle bu konuları, bu diyalogumuzu, bu uzun
vadeli diyalogumuzu aşama aşama birlikte taşıyacağız, birbirimize bak sen öyle söylemiştin,
böyle söylemiştin deme durumunda olacağız. Ben arkadaşlarımı da Ankara’ya bekliyorum.
Ankara’ya geldikleri zaman onları ağırlamaktan büyük mutluluk duyarım. Arkadaşlarımızla bir
arada oluruz. Bunu böyle sürdürmemiz gerektiğine inanıyorum.
 Ne bizim peygamberimize, ne bizim kitabımıza, ne bizim dinimize bu noktada hiç
kimsenin zihninde bir tereddüt olmamalıdır. Biz bunun uluslararası zeminde bunun
mücadelesini vermiş bir anlayışın içindeyiz: Benim sizlere söylemek istediğim bunlar.
Bugün gelirken burada sergilenen tepkiyle ilgili düşüncelerimi şimdi İbrahim soracak gibi
geliyor bana. O sormadan ben hemen söyleyeyim. Yani bu bizim açımızdan bir takım
kişilerin kendi demokratik hak ve özgürlüklerini uygun gördükleri biçimde yansıtmalarıdır.
Tabi söylenen sözlerin haklı olduğunu düşünmek kesinlikle mümkün değildir. Ama bunu
biz anlayışla karşılıyoruz. Demokratik bir tavır olarak görüyoruz. Hepimizin birbirimize
değer vermemiz lazım, saygı göstermemiz lazım. Yani herkesin dini inançlarını, anlayışını
138
sonuna kadar savunma, sahip çıkma, onunla iftihar etme temel hakkıdır. Bu konuda hiçbir
kuşku yoktur. Ama hiçbirimizin birbirimize bu konuda olmayan bir isnadı, haklı olmayan
bir isnadı, bir küçük düşürme anlayışını izafe etmemesi lazım.
 Kutsala olan inanca karşı fikir ve düşünce özgürlüğü diye bir şey olmaz.
Bakın, Hz. Muhammet’e karşı karikatürler çizerek en ağır suçlamalar yapılmıştı dışarıda.
Onlara çok büyük bir tepki gösterdik biz. Düşünce özgürlüğü, herkese istediğini söyler
dediler yabancılar. Bizim anlayışımızda böyle bir düşünce özgürlüğü yok. Kimse kimsenin
kutsalına saygısızlık yapmak hakkına sahip değildir. Bunu çok açık ve net bir şekilde biz
ifade ettik.
 Bakınız, biz Hz. peygambere saygı talep ettiğimiz gibi herkesin peygamberine de
büyük saygı gösteriyoruz. Ayni İsa peygamberi bizde peygamber diye kabul
ediyoruz. Ama herkesin inancına, herkesin dinine, herkesin kutsalına, herkesin
peygamberine o bizim açımızdan peygamber olarak kabul edilmese dahi saygı
gösteriyoruz, değer veriyoruz. İnsana değer veren bir anlayışın bir başka türlü
düşünmesi mümkün değildir. O nedenle değerli arkadaşlarım, bir takım sözleri bu
temel anlayış kapı ortadayken, hepimiz bu noktada sapa sağlam dururken inanç
özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, dinimizin ve imanımızın her türlü iftiraya karşı savunulması
gereğini en yüksek sesle biz parti olarak dile getirirken bir siyasi mücadele icabıdır diye
acaba bundan bir siyasi yarar sağlar mıyız diye bu kadar kutsal, önemli, ortak
değerlerimize durup durup dolaylı çürütme anlamına gelecek sözler söylenilmesi
fevkalade yanlıştır. Yani bundan herkesin sakınması lazımdır. Herkesin daha bir anlayışlı,
daha bir hoşgörülü, ortak değerlerimizi nasıl sahiplenmekte olduğumuzu bilerek ve buna
değer vererek, bundan memnuniyet duyarak, kimseyi dışlamadan, kimseyi itmeden, sen
bizden değilsin, sen öyle yaptın, böyle yaptın demeden herkesi kucaklamaya,
sahiplenmeye çalışarak bu konulara bir yaklaşım sergilemeliyiz diye düşünüyorum.
 Tabi ilgi çekici olan eskiden Cumhuriyet Halk Partisine karşı bir organize
tepki gösterme gereğini duymayanların şimdi artık Cumhuriyet Halk
Partisiyle de uğraşma ihtiyacı içine girmiş olduklarını görüyorum. Bunun
herhalde Cumhuriyet Halk Partisinin giderek gelişip, güçlenmekte oluşuyla ilgili bir tarafı
da vardır. Buna da dikkatinizi bu vesileyle çekmek istiyorum. Birde Cumhuriyet Halk
Partisine yönelik olarak geçmişte işte Kürt sorunu karşısındaki tutumu, davranışı falan
diye şikayet söyleyenlerin o şikayetlerinin artık haksız olduğunun, yanlış olduğunun,
yaşanan gerçeklerin ışığında Cumhuriyet Halk Partisinin o konularda söylediklerinin ne
kadar önemli, ne kadar haklı, ne kadar doğru olduğunun ortaya çıkması karşısında o
defteri kapattıklarını memnuniyetle görüyorum. Gerçekten artık onları konuşmanın bir
anlamı yok. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye’de etnik husumet
anlayışını kesinlikle reddeden bir partidir. Biz herkesin dostuyuz, herkesi seviyoruz.
Kürtleri çok seviyoruz. Kürtlerle Cumhuriyet Halk Partisi arasında bir duygu bağını
nitelemek isterseniz söyleyebileceğiniz tek şey sevgidir, saygıdır. Başka hiçbir şey
düşünülemez.
Şimdi bu konular artık anlaşılmaya başlandı. Gelecekte daha da iyi anlaşılacak. Bunun
anlaşılmakta olduğunu bu gezimizde Şanlıurfa’da gördük. Yeni yeni ihtilaf konuları
yaratmaya kalkmanın da hiçbir işe yaramayacağını samimiyetle bu konudaki gerçek
anlayışımızı ortaya koyarak sağlayacağımızı düşünüyorum.
Ben hepinize, Diyarbakır’daki kardeşlerime, Şanlıurfa’daki kardeşlerime, bu gezi
boyunca sergiledikleri yakınlık, dostluk için yürekten teşekkür ediyorum. Hepinize
sevgiler, saygılar sunuyorum.
139
140
GN. BŞK. DENİZ BAYKAL’IN
CHP GRUBUNDA YAPTIĞI KONUŞMA
(10.06.2008)
ÇİFTÇİ SAHİPSİZ BIRAKILDI, GAP UNUTULDU
Şanlıurfa’da bir tarım kurultayı toplamış olmamız çok önemli idi çünkü Türkiye’nin en önemli
sorunu olarak tarım, ülkenin her yerinde kendisini hissettiriyor. Bu konuya bir kez dikkati
çektik, yanlışlıkları anlattık, tarıma yönelik yaklaşımın ne kadar yanlış olduğunu, tarımı gözden
çıkaran bir anlayışın Türkiye’ye nasıl büyük zararlar vereceğini bütün gücümüzle anlattık.
Gerçekten, tarımın bütün dünyada yeniden keşfedilmeye başlandığı bir dönemin içine
giriyoruz. Dünyanın her yerinde tarımın önemi, değeri ortaya çıkıyor. Tarımın ikame edilemez
olduğu, bir başka şekilde yerine bir başka imkânın, kaynağın tahsis edilemeyeceği her geçen
gün daha çok anlaşılıyor.
Bırakınız tarımın yerine başka kaynak bulmayı, şimdi başka kaynakların yerine tarımı ikame
etmeye yönelik araştırmalar, çalışmalar gidiyor. Bildiğiniz gibi, akaryakıt ihtiyacını topraktan,
tarımdan, mısırdan, yağlı tohumlardan karşılamaya yönelik çabalar ciddi şekilde geliştiriliyor.
Yani insanlar artık topraktan sadece kendi beslenmelerini değil, ama aynı zamanda muhtaç
oldukları enerji kaynağını da elde etme zorunda olabileceklerini anlamaya başlıyorlar ve bu
doğrultuda ciddi çalışmalar yapılıyor. Ama biz, böyle bir ortamda tarımı tamamen gözden
çıkarmış gibi bir anlayışın içinde olmaya maalesef devam ediyoruz.
 Çiftçi sahipsizdir, desteksizdir, piyasanın vahşi kuralları çiftçiyi çok ciddi şekilde
ezmektedir.
 Gübre fiyatları bu son dönemde yüzde 150 artmıştır, ilaç fiyatları artmıştır ve artık çiftçilik
kârlı bir şekilde sürdürülebilir bir uğraş olmaktan çok ciddi şekilde çıkmaya başlamıştır.
 Hiçbir ciddi destek yoktur. Var olan destekler ortadan kaldırılmıştır. Doğrudan verilen
destek uygulamadan çıkmıştır Dünya Bankası ayırdığı kaynağı iptal edince Hükümet, bu
konuyu da unutmuşa benzemektedir.
Bunlar çok ciddi sorunlar, sıkıntılar doğurmakta. Bunları bölgede vatandaşlarımızla konuştuk,
çiftçi temsilcileriyle, çok yararlı oldu. Şanlıurfa’daki bu çalışmamız vesilesiyle GAP’ın içinde
bulunduğu durumu yerinde görmek ve anlatmak imkânını da bulduk.
GAP meselesini fevkalade önemli sayıyorum. GAP benim için sadece bir enerji projesi
değildir, GAP benim için sadece bir sulama projesi değildir, GAP, bir barış projesidir,
Güneydoğu Anadolu için bir refah projesidir. Bölgesel adaletsizliği yenme projesidir. Bunları
biliyoruz, bu anlayışla konuya yaklaşıyoruz.
Hükümet GAP’la ilgili çok laf ediyor. Ama GAP’ı uygulamaya aktaracak, gerçekten oradaki
insanın kaderini değiştirecek ciddi bir yatırım hâline dönüştürecek hiçbir önemli adımın bu son
dönemde atılmamış olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bakın, 2008 yılındayız, bir yaz döneminin içine girdik, inşaat dönemi, inşaat mevsimi başladı
geçiyor, gidiyor, ama hâlâ GAP’la ilgili bu kadar lafa rağmen bir tek yeni sulama projesi ihale
edilmiş değildir. GAP’la ilgili bir tek sulama projesi ihale edilmemiştir. Suruç’taki vatandaşların
haklı olarak yıllardan beri beklediği Suruç sulamasıyla ilgili proje hâlâ ihale edilmemiş, askıda
duruyor. Aynı şekilde Siverek’teki proje ihale edilmemiş duruyor.
Hükümeti uyarıyorum, bir an önce bunları yapın. 12 milyar dolardan bahsediyor Sayın
Başbakan. Bırak 12 milyar doları, 4 milyar doları, 5 milyar doları, 1 milyar doları ayır, üç tane
ihale yap da görelim, konuya sahip çık, sulamaya başlayın.
141
HERKESİN ETNİK KİMLİĞİ ONUN ŞEREFİDİR
Bu gezimizde Diyarbakır’a da gittik. Diyarbakır’daki sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle,
yöneticileriyle bir araya geldik. Çok yararlı bir diyalog kurduğumuzu düşünüyorum. Türkiye’nin
önünün açılması, ülkemizi çok ciddi güçlüklerle karşı karşıya bırakan sorunların aşılması ve
Türkiye’mizin ferahlaması açısından çok doğru bir yaklaşımı Cumhuriyet Halk Partisi olarak
ortaya koyduğumuzu düşünüyorum. Bu anlayışımızın bölgede giderek yükselen bir ilgiyle
karşılandığını, buna çok değer verildiğini de memnuniyetle saptıyorum.
Bu yaklaşımımızın altında yatan temel düşünceyi bir kez de burada söylemek isterim. yani
Diyarbakır’da söylediğimi Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisinde Cumhuriyet Halk Partisi
Grup Genel Kurul Salonunda da söylemek isterim.
 Türkiye, bir ırk devleti değildir, bir kan devleti değildir, bir kafatası devleti değildir. Böyle
olan devletler var ama Türkiye o devletlerden değildir. Türkiye’de insanların kanına,
kafatasına, ırkına bakarak vatandaşlık verilmez.
 Türkiye bir siyasi bilinç devletidir. Burada yaşamayı özgür iradesiyle kabul etmiş, bu yurdu
hep beraber sorumluluğunu üstlenerek paylaşmayı kararlaştırmış olan herkes, Misakı Millî
sınırları içinde var olan herkes, ırkı ne olursa olsun, kafatası ne olursa olsun, kanı ne
olursa olsun Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşıdır.
 Türkiye’de kimse kimseyi ırkından dolayı, etnik kökeninden dolayı, mezhebinden dolayı,
inancından dolayı dışlamak hakkına sahip değildir. Kimse kimseyi ırkından dolayı küçük
görmek hakkına sahip değildir.
 Hiçbir ırk, hiçbir etnik köken bir başkasından daha yüksek değildir. Hepimiz aynı milletin
eşit insanlarıyız; kökümüz kökenimiz ne olursa olsun, ailemiz, sülalemiz, kabilemiz,
aşiretimiz, etnik kökenimiz, ırkımız ne olursa olsun hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin
eşitleştirici, kardeşleştirici hukukunun içinde saygın ve eşit insanlar olarak var olmaya
devam ediyoruz.
 Herkes kendi etnik kimliğiyle iftihar edebilir. Herkesin etnik kimliği elbette vardır. Bunun
devlete bir sakıncası da yoktur. Herkesin etnik kimliği onun şerefidir. Devletin de,
vatandaşlarının etnik kimliği devletin de iftiharıdır. Bu anlayış içinde olaya bakmak
durumundayız.
 Ama hepimiz aynı milletin vatandaşıyız, hepimiz bu milletin, bu devletin birer vatandaşıyız.
Birbirimize eşitiz, birbirimizle beraberiz.
 Kökenimizi
elbette ortaya koyacağız… Ana dilimizi öğreneceğiz, öğreteceğiz,
konuşacağız… Elbette ana dilimizde özgür insanlar olarak cumhuriyetimizin sağladığı
olanakları kullanarak yayın yapacağız, kitap çıkaracağız, televizyon yayınları
yapabileceğiz…
 Bunlar serbest, bunlarda bir sorun yok ama hepimiz bu milletin bir parçası olduğumuzdan
bir an bile şüphe duymayacağız. Bu, herkes için geçerli.
 Bakın, Artvin’de Gürcü kardeşlerim var. Artvin’in hemen yanında da Gürcistan var. Gürcü
vatandaşlarımız, Türkiye Cumhuriyetinin, Türk Milletinin Gürcüleri, Gürcistan’ın Gürcüleri
de Gürcistan’ın Gürcüleri. Onlar da bizim dostumuz, kardeşimiz ama biz Türkiye
Cumhuriyetinin vatandaşıyız, Türk Milletinin bir parçasıyız. Aynı şekilde Hatay’da,
Mersin’de, Mardin’de Arap kökenli vatandaşlarımız var. Hemen onların altında da Suriye
var, Arap milleti var, Arap devleti var. Olacak. Bizdeki Arap kökenli vatandaşlarım Türkiye
142

Cumhuriyetinin vatandaşları, Türk Milletinin Arap kökenli insanları, onlar da onların Suriye
vatandaşı, Arap kardeşleri. Arada bir çelişki yok.
Bunu hazmetmemiz lazım. Bu eğitimi her kesime vermemiz lazım; Gürcüye de vermemiz
lazım, Çerkez’e de vermemiz lazım, Arnavut’a da vermemiz lazım, Kürt’e de vermemiz
lazım.
 Misak-ı Millî sınırları içinde yaşayan bütün Kürt kökenli vatandaşlarım Türk Milletinin bir
parçasıdır. Senin benim kadar, hepimiz kadar eşit bir parçasıdır. Böyle gördüğümüzü onlar
bilmelidir ve bunun gereğini de hep beraber yapmalıyız.
“TERÖR” HİÇBİR ŞEKİLDE
OLARAK KABUL EDİLEMEZ.
BİR
SİYASET
YÖNTEMİ
BİRİNCİ TEMEL NOKTA: “TERÖR YOK”
 Yanlış olan terördür. Terör hiçbir şekilde bir siyaset yöntemi olarak kabul edilemez. Terörle
sağlıklı siyasi sonuç elde etmek imkânı yoktur. Terör kimseye yararlı değildir, yapana da
yararlı değildir, hedef olarak tatbik edilene de yararlı değildir. Terörle bir yere gidilmez.
Terör batırır, terör iflas etmişliğin ifadesidir, umutsuzluğun bir yansımasıdır.
 Terörü kesinlikle hep beraber reddetmeliyiz. Terörü himaye etmemeliyiz. Terörü himaye
edenleri kollamamalıyız, desteklememeliyiz, terörü dışlamalıyız. Ve herkes bu noktada
cesur olabilmelidir. Herkesin kendisinin terörle ilgili olmaması yetmez, hepimiz ayrıca
terörü himaye etmeme konusunda tam bir kararlılık içinde olmalıyız. Bu çok temel bir
noktadır. Bunu da içtenlikle ifade etmemiz lazım ve gereğini yapmamız lazım.
 Şu anda tam gereğini yapamıyoruz, ama gereğinin yapılmasının zorunlu olduğu giderek
anlaşılıyor. Irak anlayacaktır, Kuzey Irak anlayacaktır, bizim içimizdekiler anlayacaklardır;
anlatmak zorundayız, anlatmak zorundayız.
 Bunu anlatmayı başardığımız anda Türkiye çok rahatlayacaktır, herkes rahatlayacaktır.
Birinci temel nokta terör yok.
İKİNCİ TEMEL NOKTA: “BÖLÜCÜLÜK YOK”
 Ayrışmaktan kimseye hayır gelmez. 19’uncu yüzyıl geride kaldı. Gecikmiş bir milliyetçilik
kavgasını 19’uncu Yüzyılda yapılmamış bir milliyetçilik kavgasını 21’inci Yüzyılın şartları
içinde yapıp başarıya götürmek mümkün değildir, doğru da değildir, yararlı da değildir.
 Hepimiz, bakın, çok daha yüksek düzeylerde bütünleşme arayışı içindeyiz. Avrupa Birliği
diyoruz. Avrupa Birliğine girmek ne demek? Türkiye üzerinde söz söyleme hakkını ben 28
diğer ülkeye de tanıyorum demektir. Biz, Türkiye üzerinde söz söyleme hakkını 28 ülkeye
tanımayı düşünürken, sen ne ayrılmayı düşünüyorsun, gel beraber olalım, hep birlikte biz
de o Avrupa dünyasının içinde yerimizi alalım.
 Bu düşünceleri paylaşacağız. Çıkış yolu budur. Türkiye’nin geleceği nokta budur. Biz
bunları yirmi senedir söylüyoruz. Şimdi, geldiğimiz noktada bunların önemi daha iyi
anlaşılmıştır. Bunu birbirimizle paylaşacağız, bölgenin bütün sorunlarına sahip çıkacağız.
143
ANAYASA MAHKEMESİ TÜRBAN KARARI ALDI, “ÖRTÜLÜ
GÜNDEMİ” OLANLARIN SALDIRISINA UĞRADI
Anayasa Mahkememiz, geçen hafta türbanla ilgili olarak önemli bir karar aldı. Bu kararın
açıklanmasından sonra Türkiye’de siyasi ortamın çok sakıncalı bir biçimde gerilmeye
başladığına tanık olduk. Birdenbire iktidara yandaş çevrelerde Anayasa Mahkemesine karşı
bir kampanyanın açıldığını gördük, ağır suçlayıcı bir kampanyanın açıldığına tanık olduk, en
ileri suçlamalar sistemli bir biçimde bu yayın organlarında dile getirildi.





“Yargı darbesi… Yetki aşımı” denildi…
“Hukuki değil, siyasi bir karardır” denildi…
“Anayasa Mahkemesi üyeleri yargılanmalıdır, cezalandırılmalıdır” denildi,,.
“Artık meşruiyet bitti… Sözleşme sona erdi” denildi…
“Anayasa artık yürürlükte olmaktan çıktı” denildi.
Sistematik bir şekilde bunlar söylenildi, söylenilmeye de devam ediliyor.
Bu tepki tabii çok açıklayıcı, çok aydınlatıcı, yani niçin acaba bir Anayasa Mahkemesi kararı,
birtakım çevreleri bu kadar ağır ithamlar yapma noktasına gelecek şekilde tahrik etmiştir,
bunun altında ne yatıyor? Şimdi, söyleme bakılırsa şu yatıyor:
 Diyorlar ki, “Anayasa Mahkemesi yetki tecavüzü yaptı, yetki aşımı yaptı.”
 Diyorlar ki “Anayasa Mahkemesi Parlamentoyu etkisiz kılmıştır. Kuvvetler ayrımı
zaafa uğramıştır. Bundan dolayı bu tepkiyi gösteriyoruz. Türkiye’de demokrasi
böylece tehdit altına girmiştir.”
Keşke soyut bir Anayasa probleminden kaynaklanarak Türkiye’de vatandaşlarımız böyle bir
siyasi ilgi içine girmiş olsalardı. Yani bu konunun altında sadece soyut bir Anayasa
Mahkemesinin yetki sorunlarıyla ilgili bir görüş ayrılığının yattığına inanabilmeyi çok isterdim.
Yani bir Anayasa tartışması mı yapıyoruz? Anayasa Mahkemesine “Yargılansın” diyenler,
“Cezalandırılsın” diyenler Anayasa hukukuyla ilgili bir ihtilaf dolayısıyla mı bunu söylüyorlar?
Ne var bunun altında? Olay nedir? Olay, bir hukuk tartışması mıdır? Bir Anayasa hukuku
tartışması mıdır? Bir yetki tartışması mıdır?
“Efendim, kuvvetler ayrımı ihlal edildi.” Kuvvetler ayrımı ihlalini kabul edemeyiz, kuvvetler
ayrımı ihlal edilir mi? Kim ihlal etti? Bunu Anayasayı yürürlükten kaldırmak anlamına gelir mi
diyorlar? Onların derdi kuvvetler ayrımı mı? Bunu anlamamız lazım, bu önemli bir sorun.
Sorunun ne olduğunu hepimiz çok iyi kavramalıyız. Niçin bu olağanüstü şaşırtıcı siyasal
yaşamımızda bugüne kadar pek tanık olmadığımız bir tepki gösterilmek istenmiştir? Bunun
altında önemli bir şey yatıyor olmalı, ince bir şey yatıyor olmalı.
Ne yatıyor bunun altında? Bakın, bu son tartışma kararından bu yana yapılan tartışmada itiraz
edenlerin ağzından olayın özüyle ilgili bir şey çıkmıyor. Tamamen usul tartışması, yetki
tartışması, meşruiyet tartışması falan; hatta öyle oluyor ki AKP MYK’sı toplanıyor, beş buçuk
saat çalışıyor kendi içinde ve o arada bir karar alıyor. “Bu Anayasa Mahkemesi kararının
muhatabı AKP olarak biz değiliz. Kimdir bunun muhatabı? Meclistir. O nedenle Anayasa
Mahkemesiyle Meclis kavga etsin. Kavga etsin, kavgaya gerek var ama ben kavgayı ben
etmeyeyim, kavgayı Meclis etsin” diye karar alıyor.
Ertesi gün de Sayın Meclis Başkanı, kendi iradesiyle bir basın toplantısı yapma kararı alarak
bu Anayasa Mahkemesi kararına karşı, kendisinden bir görev bekleyenleri belki hiç tatmin
144
etmeyecek, onların belki üzüntüyle karşılayacağı düzeyde bir değerlendirmeyi yapma
durumuna geliyor ve Anayasa Mahkemesiyle ilgili “yetki aşımı” değerlendirmesini yapıyor.
KONUNUN ESASI, NE “ANAYASA HUKUKU”, NE DE “KUVVETLER AYRIMI”
TARTIŞMASIDIR. KONUNUN ESASI “LAİKLİKTİR”…
Kuvvetler ayrımı tartışması açmak isteyenler, yürütme organı kimliği içinde yasama organına
talimat verip onları seferber etmek üzere göreve çağıranlardır. Kendileri bizzat yasama organı
üzerinde onu yönlendirme faaliyetini götürenler şimdi kuvvetler ayrımı şikâyetiyle milletin
karşısına çıkmaya çalışanlardır. Bunun bir inandırıcı tarafı yok. Bu heyecan, bu telaş, bu
kızgınlık, bu öfke buradan kaynaklanmıyor.
Bu kızgınlık, bu öfke türbandan da kaynaklanmıyor. Çünkü türban konusu Türkiye’nin şu
andaki konusu değil… Koca bir beş yıllık iktidar döneminde AKP, türban konusunda kılını
kıpırdatmadan geçirirdi. Hiçbir zaman böyle bir telaş, heyecan yoktu. O zaman onlar çıktılar,
“Bu milletin yüzde 2’sinin meselesi, bunu Türkiye’nin sorunu olarak tarif edenler
toplumun yüzde 2’sidir. Tuzağa düşmeyeceğiz, yanlış yapmayacağız, gündemi
değiştirmeyeceğiz, bir büyük mutabakat olmadan harekete geçmeyeceğiz” dediler. Ne
oldu? Hiçbir şey olmadı, beş yıl geçti. Şimdi, birden bunu önemli bir konu hâline dönüştüren
nedir, nereden geliyor iş?
Açık ve dürüst olalım. Bu konuda kimse kimseyi aldatmasın, kimse birbirini yanıltmaya
kalkmasın, dürüst ve mert olalım. Buradaki sorun, Anayasamızın laiklik ilkesinin
delinmesine yönelik teşebbüsün engellenmiş olmasına yönelik kızgınlık ve tepkidir,
olayın arkasında yatan budur.
Türban konusu, o büyük mücadelenin bir aşamasıdır, bir parçasıdır, hepsi değildir. Olayın
temelinde bu laiklik meselesi var, bunu gözden kaçırırsanız, bu olayı kavrayamazsınız.
Bakınız, Türkiye’de bizim Anayasamızda çok güçlü bir laiklik düzenlemesi vardır, çok temel bir
laiklik düzenlemesi vardır Anayasamızda. O kadar ki laikliğe ilişkin Anayasa değişikliklerin
teklif dahi edilemeyeceği düzenlenmiştir. Olağanüstü güçlü bir laiklik düzenlemesi var.
Anayasa sadece laik olduğunu ifade etmekle yetinmiyor, ona karşı tehditler ve tehlikeler
karşısında bir savunma stratejisi kuruyor, bu doğrultudaki bir Anayasa değişikliği, laikliğe
yönelik bir Anayasa değişikliği, sadece laiklik değil, diğerleri de ama laiklik içinde, diğerleriyle
şu anda kimse meşgul değil, “teklif dahi edilemez” diyor.
Dünyada nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan 54 ülke var. İçlerinde bir tane
laik var mı? Yok.
Bu neyi gösterir? Demek ki bu kültür ve maneviyat dünyasında, bu inanç dünyasında laiklik
kendiliğinden doğal olarak neşvünema bulan, yetişen doğal bir bitki değil, bunun özene
ihtiyacı var, bunun sahiplenilmeye ihtiyacı var, bunun korunup kollanmasına ihtiyaç var, ancak
öyle bunu ayakta tutabiliyorsunuz.
 Biz seksen yıldır bunu bugünlere getirmişiz… Nasıl getirmişiz? Bu dikkat içinde getirmişiz.
 Bu düzenleme herkes tarafından kabul edilmiş mi? Halkımızın ezici çoğunluğu tarafından
kabul edilmiş.
 Bugün, bizim vatandaşlarımızın laiklikle ilgili bir şikâyeti yok, herkes inancını, dinini
özgürce yaşayabiliyor, ibadetini yapabiliyor, imanının gereğini yerine getirebiliyor.
Türkiye’nin nüfusunun ezici çoğunluğunun tercihleri doğrultusunda Anadolu coğrafyasının dört
bir tarafında günde beş vakit “Ezan-ı Muhammedi” okunuyor. Herkes özgürce namazını,
ibadetini yaşıyor, dini bayramlar toplumumuzda bir büyük sevgi, dayanışma, kardeşlik havası
145
içinde coşkuyla kutlanıyor, bir büyük manevi atmosfer bütün Türkiye’nin üzerine yerleşiyor.
Herkes bundan sevinç ve mutluluk duyuyor, bir sorun yok, bir sıkıntı yok. Herkes özgürce
hacına gidiyor, tek kısıtlama Suudi Arabistan’ın getirdiği kota. Onu da aşmak için boyuna
mücadele ediyoruz. Bir sıkıntı yok Türkiye’de. Dini yayın yapan televizyonlar var, dini yayın
yapan gazeteler var, dergiler var, siyasi istismarını yapan siyasi partiler var, her şey var, bir
sıkıntı yok Türkiye’de. Vatandaşımızın da bir şikâyeti, bir talebi yok, vatandaşımız da inancı,
dini, maneviyatı bakımından bir tatmin içinde, hiç kuşku yok.
Ezici çoğunluk böyle ama herkes öyle mi? Hayır, herkes öyle değil. Öyle olmayanlar var mı?
Var, içeride var, dışarıda var, dün vardı bugün var, yarın da olacak.
Eğer bu konu önemliyse, laiklik gerçekten Türkiye’yi bütün diğer ülkelerden ayıran, bize özellik
kazandıran, üstünlük kazandıran, Türkiye’nin inancıyla, demokrasiyi, kadın erkek eşitliğini,
çağdaş hukuku, çağdaş dünya değerlerini bütünleştiren, birleştiren bir noktaya bizi getiriyor
ise, bu yönüyle de kıymetliyse onu tutmamız için özen göstermeye devam etmemiz lazım,
bugün de etmemiz lazım, yarın da etmemiz lazım.
 Tarihimizde buna karşı ciddi tepkileri hep yaşadık. İsyanları yaşadık, “Din elden gidiyor”
diye milleti ayağa kaldırıp kışkırtıp isyanları teşvik ettiler, suikastlar yapıldı… Atatürk’e
suikastların altında bu yatar… Menemen olaylarının altında bu yatar…
 Türkiye’de yaşanan Hizbullah örgütlenmesinin, bir süre önce İstanbul’da ortaya çıkarılan,
Şanlıurfa’da yaşanan olayların altında yatan budur.
 Bahriye Üçok’un öldürülmesi, Muammer Aksoy’un öldürülmesi, Uğur Mumcu’nun
öldürülmesinin altında hep bu zihniyetler yatar.
 Danıştay cinayetinin altında bu yatar,
 Eğer Türkiye’nin Dışişleri Bakanı, Avrupa Konseyinde muhataplarına “Müslümanlar da
baskı altında Türkiye’de” diyorsa, işte o, bu meselenin onun kafasında da olduğunu
gösterir.
Bir Dışişleri Bakanı, görevi ülkesini savunmak olan bir Dışişleri Bakanı, böyle bir konuda
haksız bir ithama maruz kalınca “Evet, haklısınız, Türkiye’de Müslümanlar da baskı
altında” diyerek görevini yapmış olabilir mi?
Söylenen ne? Türkiye’de azınlıklar baskı altında! Böyle bir söyleme muhatap olan Türk
Dışişleri Bakanının yapması gereken ilk iş, Batı Trakya’daki Müslümanların durumunu onların
önüne koymaktır. Batı Trakya’daki Müslümanlar karşısında sessiz kalanların, Türkiye’deki
azınlıkların dini hak ve özgürlükleriyle ilgili şikâyet söylemeye hakkı var mı? Müftüsünü
seçebiliyor mu Batı Trakya’dakiler? Vakıflarını tamir edebiliyorlar mı? Çocuklarına Türkçe ders
kitabını yeterince bulabiliyorlar mı? Türkçe öğretmen getirtebiliyorlar mı?
Bu acı gerçek. Bunu söylemesi gereken insan bırakıyor bunları, “haklısın haklısın” diyor,
“Ben sana daha fazlasını söyleyeyim, Türkiye’de Müslümanlar da baskı altında” diyor.
Rica ederim değerli arkadaşlarım, bunun kafasında nasıl bir İslamiyet var, nasıl bir din var?
Baskı altında bir din. Neden dolayı baskı altındaymış? Altı yıldır iktidardasın, o baskıyı
kaldırmak senin görevin niye kaldırmadın, niye kaldırmadın? Diyecek ki, “Anayasada laiklik
maddesi var”…
Değerli arkadaşlarım, bu konuda samimi olmalıyız. Dikkatinizi çekerim, Anayasa
Mahkemesinin iptal ettiği Anayasa değişikliği burada konuşulurken Mecliste ben çıkıp
demiştim ki, “lütfen samimi olun, sizin derdiniz bu laiklik maddesiyle ilgili, onu değiştirin
o zaman” dedim. Şimdi, amacın o olduğu mahkeme kararıyla ortaya çıktı.
146
 Bakın, bu Hükümet kurulur kurulmaz Başbakanlık Müsteşarlığına getirilen kimsenin dünya
görüşüne dikkatinizi çekerim. Diyor ki: “Artık cumhuriyet dönemi bitti. Bundan sonra
cumhuriyeti, laikliği ve milliyetçiliği dinî temellerde yeniden inşa edeceğiz ve ben
hâlâ aynı düşüncedeyim” diyor. Bu insanı Başbakanlık Müsteşarlığına getiriyorlar ve
devletin bütün kritik noktalarına atanacak olan insanları onun belirlemesini istiyorlar ve o, o
dönemi öyle geçiriyor.
 Kadrolaşmanın altında yatan zihniyet bu, bu temellere dayalı. Onun içindir ki devletin en
yüksek noktalarında bulunanların tümünün belli bir zihniyeti yansıttığına tanık olursunuz.
Laik olmak bu iktidarın gözünde cezalandırılmak için neden neredeyse. Bir yere tayin
yapacağı zaman baktığı başka şeyler. Bu nasıl bir tablo? Buna demokrasinin doğal gereği
mi diyeceğiz?
 Hatırlayın, 2005 yılının 23 Nisanında o zamanki Meclis Başkanının yaptığı konuşmayı. Ne
diyordu orada Meclis Başkanı? “Laiklik ilkesini artık tartışmaya açalım” dedi. Dilinin
altındaki bakla çıktı. Niyet bu, bunu görüyoruz. Boyuna hatırlatmamız mı gerekecek
arkadaşlar? Boyuna unutacak mıyız bunları? Başbakan çıktı bir hafta sonra “Evet,
haklısın. Merak etme, ben sessizce yapacağım onu” dedi. Sessizce yapmaya
çalışıyordu ki yapamadı, olay bu.
OLAY, LAİKLİK KONUSUDUR…
Anayasamız laikliği özel bir şekilde düzenlemiştir ve Anayasa kendisini savunsun diye bu
konuda bir mekanizma getirmiş, “Değiştirilmesi teklif dahi edilemez.” demiştir.
Şimdi, hukuk tartışması açılıyor. “Efendim, şekil açısından denetleyebilir Anayasa
Mahkemesi, esas açısından denetleyemez.” Peki, Anayasanın 4’üncü maddesi çok açık bir
şekilde “Teklif dahi edilemez” demişse, bu şekle uygun hâle mi getirmiş oluyor?
Yani teklifin, değişiklik önerisinin teklif edilebilir olup olmadığına kim karar verecek? Elbette
Anayasa Mahkemesinin kendisi karar verecek. Tabii ondan önce karar vermesi gerekenler var
ama onlar karar vermiyor ise, sonunda Anayasa Mahkemesinin önüne gelecek. Kimdir
onlar?
 Önce, bu teklifi aldığı zaman Meclis Başkanlık Divanı, “Anayasamıza göre bu görüşebilir
bir önerge değildir.” diyecek.
 Eğer orayı aşmış da Anayasa Komisyonunun, Adalet Komisyonunun önüne gelmişse onlar
bunu söyleyecekler.
 Meclis bunu tutacak. Meclis tutmayıp kabul etmişse, “Kabul edenler, etmeyenler, sayı
tutturuldu” deyip Anayasa Mahkemesine göndermişse, Anayasa Mahkemesi, “bir defa bu
Anayasamıza göre, benim uygulamak zorunda olduğum, denetlemekle yükümlü olduğum
Anayasamıza göre teklif edilebilir midir, değil midir ben ona bakacağım” demek
durumunda değil mi?
Anayasanın açıkça bunu öngören maddeleri ortada dururken, “148’de sadece şekil açısından
bakar, şekilde şu şudur” demek olayı çarpıtmaktır. Evet, 148. madde ki şekil açısından o üç
nokta, teklif edilebilir olan Anayasa değişiklikleriyle ilgilidir. Teklif edilebilirse o üç noktadan
bakarsın, ama teklif edilemez ise oraya gitmeden daha ona bakarsın.
147
Anayasamız bunu, Anayasa Mahkememiz, anayasanın kendisine verdiği yetki çerçevesi
içinde şeklen teklif edilebilir bir meşru muteber teklif olmadığı anlayışı doğrultusunda, herhâlde
gerekçe yayınlanınca göreceğiz, bu tespiti yapmıştır.
Şimdi, sorun şudur: Açıkça biz, Anayasanın laiklik maddesini, ilkesini değiştirelim demiyoruz
ama onun içini boşaltacak, onun arkasından dolanacak, onu etkisiz kılacak Anayasa
değişikliklerini yapalım, kimse de sesini çıkarmasın istiyoruz. Bu yaklaşım Türkiye’ye kabul
ettirilmek isteniyor. Anayasa Mahkemesi buna cevaz vermemiştir. Bu konuda gereken tavrı
sergilemiştir.
Değerli arkadaşlarım, bakın, her ülkenin kutsalları vardır, inanç kutsalları vardır, din kutsalları
vardır, siyaset kutsalları vardır. Bu kutsallar bazen anayasalarda ifade edilir, bazen ifade
edilmez. Ama ülkeyi yöneten insanların vicdanında, bilincinde, sorumluluk duygusunda vardır,
herkes o dikkatle karar alır, uygulama yapar ve kimse bozmaz o dengeyi. Bazen açıkça belli
ilkeler söylenir.
Mesela Amerikan Anayasasında, senatonun oluşumunda her eyaletin iki temsilci seçeceğiyle
ilgili düzenleme vardır. Günün birinde birileri gelip de Amerikan Kongresinde, “bu adaletsiz bir
düzenleme, niye iki olsun, California, dünyadaki pek çok ulus devletten daha kalabalık, daha
zengin, daha büyük, onuncu büyük devletidir. O iki tane senatör gönderecek, buna karşılık
Havai de iki tane senatör gönderecek; bu adaletsiz bir durum, bunu değiştirelim” diyebilir mi?
“Beni halk seçti, çoğunluğum var, arkamda şu kadar oy var, ben bunu değiştireceğim” diyebilir
mi? Amerikan Anayasası buna izin verir mi? Anayasa Mahkemesi buna izin verir mi? Vermez.
Yapamazsın, çünkü Amerikan anayasasının değiştirilemez bir maddesidir bu.
Gönül ister ki değiştirilemez diye bir madde olmasın, o madde olmadan da her ülke kendi
barışını, dengesini sürdürebilsin… Ama biz, güç bir coğrafyada çok özel koşullarda dünyada
örneği olmayan bir işi başarmaya çalışıyoruz… Çalışırken de belli dikkatleri gözetmek
zorundayız…
Tarihimizden çıkan bir derstir bu. Bunu korumamız gerekiyor mu? Gerekiyor diyor isek ki, biz
diyoruz ve milletimizin ezici çoğunluğu da diyor, o zaman kardeşim özen gösterin, bozmayın
bunu, sorumlu olun, basiretli siyasetçi olun.
Bakın bizim onlardan farkımız, bir Irak’a bakın, bir Lübnan’a bakın, bir Filistin’e bakın ne
haldeler? Aradaki fark ne? Niye onlar o halde?
 Niye biz en ileri, en demokratik, çağdaş hukuku en ileri ölçüde özümsemiş bir ülke
konumundayız? Niçin bizde böyle bu?
 Niçin bizde kadın-erkek hukuki eşitliğini sağlamış halde?
 Niye en ileri, en kalkınmış, en çağdaş ülke Türkiye? Onların hepsinden niye biz daha
ileriyiz?
Biz daha ileriyiz, çünkü nur içinde yatsın, Mustafa Kemal, o laiklik ilkesini getirmiş koymuş.
Bununla oynamayın, oynamama basiretini gösterin ne olur. Oynamak yanlış,.. “Hayır, biz
oynayacağız. Canım, biz onunla oynamıyoruz, biz kuvvetler ayrımı teorik kavgasını
götürüyoruz. Biz onunla oynamıyoruz, biz, yetki aşımı var mı, yok mu onun için feryat figan
ediyoruz.” demek mi istiyorsunuz?
Birbirimizi aldatmayalım, ne olduğu açık, ortada. Olay bu, bunu korumak lazım, bu Türkiye için
önemli, dünya için de önemli… Dünya da bunun farkında değil… Avrupa da farkında değil…
Türkiye’de laiklik ilkesi kalkarsa Türkiye büyük sıkıntının içine girer, elbette biliyoruz. Tekrar
mezhep kavgaları, tekrar din kavgaları, Türkiye bir Hamas coğrafyasına dönüştürülme
tehlikesiyle karşı karşıya kalır, bunun bedelini biz öderiz… Biliyoruz, onu önlemeye
148
çalışıyoruz, ama sanmasın ki o Avrupa’daki siyasetçiler kendileri rahat eder, onun bedelini asıl
onlar ödemek zorunda kalırlar.
Bu tabloyu hepimiz çok iyi bilelim. Efendim, 9 mu büyük, 411 mi büyük? Bunlar boş laflar.
Dünyanın her yerinde anayasa mahkemesi bir avuç insanla bunu götürür. Anayasa
Mahkemesinin işi, Meclisin yaptığı yanlışı, hukuka aykırılığı tespit etmektir, bu çok doğal bir
şey. Anayasa Mahkemesi bunun için var., Meclisin yaptığını eğer gerekiyorsa iptal etmek için
var.
“Biz seçildik geldik. Seçildik bütün dünya bizden sorulur” deme hakkına sahip miyiz? Seçimin
ertesi günü, “artık, Türkiye bizim, madem biz seçildik artık her şeyi biz kararlaştıracağız” deme
durumunda mıyız?
Seçildiğimiz gün, seçimin ertesi gün milletvekili oluyor muyuz biz? Hayır. Ne zaman milletvekili
oluyoruz? Seçildikten sonra geliyoruz Ankara’ya, Mecliste toplanıyoruz, Mecliste Anayasaya,
onu koruyacağımıza, sahipleneceğimize yemin ediyoruz.
 Anayasa Mahkemesinin görevini yapmasına yemin ediyoruz,
 Yargının bağımsızlığına yemin ediyoruz,
 Temel hak ve özgürlüklere yemin ediyoruz.
Yemin ettikten sonra dokunulmazlık geliyor, yemin edildikten sonra artık yetkin geliyor savaşa,
barışa karar alabiliyorsun, bütçeyi yapıyorsun, ülkenin hükümetini kuruyorsun o zaman oluyor
o işler, yani hukukileşiyorsun, hukukileşiyorsun.
Seçimden çıkar çıkmaz değil, seçimden çıktıktan sonra Anayasanın önünde diz
çöküyorsun, Anayasaya “evet” diyorsun, öyle milletvekili oluyorsun.
MİLLÎ İRADE “KURUCU İRADEDİR”. MİLLÎ İRADE “ANAYASAYA YANSIYAN”
İRADEDİR, “DEVLETİ KURAN” İRADEDİR. “MİLLÎ İRADE”, ANAYASADIR.
“Millî idare, millî irade” deniyor, millî nedir? Millî irade kurucu iradedir. Millî irade Anayasaya
yansıyan iradedir, devleti kuran iradedir. Millî irade anayasadır. Onun dışında bir de siyasi
irade vardır, siyasi irade de Anayasanın koyduğu çerçeve içinde seçimlerde aldığın oyla
kullandığın yetkilere yönelik bir iradedir, o siyasi iradedir. O siyasi iradenin temelinde kurucu
irade, devleti kurma iradesi vardır.
Bizim millî irademiz ortada, millî irade öyle sadece sandıkta falan şekillenmedi, millî irade
bağımsızlık savaşında şekillendi, millî mücadelede şekillendi. Millî irade Kuvay-ı Milliye’de,
Müdafaa-i Hukukta şekillendi, millî irade Sakarya’da, Kocatepe’de, Dokuz Eylül’de, 23 Nisan
1920’de gerçekleşti. O, millî irade işte.
Millî iradenin içinde herkes var; askeri var sivili var, kadını var erkeği var; millî iradede de bu
topraklarda biz bağımsız yaşayacağız diyen ve bunun bedelini ödeyen, mücadelesini yapan
anlayış var, o millî irade, Anayasa o işte. Şimdi, sen onun içindesin.
Bir ülkede her siyasi gerilimden sonra anayasayı değiştirelim, rejimi değiştirelim tartışmasının
yapılması hazımsızlık ifadesidir. Böyle şey olur mu? Siyasi gerilimler olur, siyasi tartışmalar
olur, sonra merciine gider, merci kararını alır, Anayasa Mahkemesi bunun için var. Anayasa
Mahkemesi, hep, senin işine gelen kararı almak için var değil, Anayasanın gerektirdiği kararı
almak için var, seni Anayasanın içine sokmak için var, kaytarıyorsan Anayasanın içine
çekmek için var.
Millî irade kurucu irade. Öyle her önüne gelen her gün millî irade tanımı yapamaz. O millî irade
yıllar alır. Onun içinde her şey var; sabır var, mücadele var, şehit var, kan var, her şey var.
Bunu bileceğiz ve onu bozmaya kalkmayacağız. Onunla oynamayacağız, onun içinde
çalışacağız değerli arkadaşlarım.
149
Şimdi, Başbakan diyor ki: “Cumhuriyet Halk Partisi bize kuyu kazıyor.” Ben senin
karşındayım. Ben senin kuyunu falan kazmak, kimsenin kuyusunu kazmam, o benim işim
değildir. Sen, bir kuyu korkusu içine girmişsen etrafındakilere bak. Senin kuyunu kazıyor
olabilecek olanlar senin etrafındakilerdir, yanındakilerdir, sen onlara bak. Sana, “hadi, yürü
aslanım, arkandayız” diyenlerdir. Sana, “hiç merak etme, haklısın, yürü bu yolda, biz de sana
her türlü desteği vereceğiz” diyenlerdedir, sen onlara bak.
Bizimki çok açık, çok net, biz senin karşındayız, yanlış yaptığın her yerde bu yanlışını
söylüyoruz, seni yanlıştan kurtarmak için üzerimize düşeni yaptık, uyarıları yaptık.
 2002 seçimlerinden üç gün sonra, Genel Merkezinizde ben sana uyarı yaptım, sakın ha
bunları yapma diye. Kuyu kazmak mı bu? Sana uyarı görevimi yaptım ben.
 Arkasından, 2005’te Genel Merkezimize geldiğin zaman yine uyarılarımı yaptım, söyledim,
 Cumhurbaşkanı seçiminde yapma, “yanlış yapıyorsun” dedim. “Seçilecek olan senin
siyasi partinin çekirdeğindeki üç kişiden birisi olmamalı, senin de yarın frene
ihtiyacın var, dur diyebilecek birisine ihtiyacın var, dinleyebileceğin birisine ihtiyacın
var, yapma, bırak, hepimizin kabul edeceği saygıdeğer bir vatandaşımızı oraya
seçelim. Bizim için hiç önemli değil, partisi bile önemli değil” dedim.
Bu mu tuzak sana, bu mu kuyu kazmak?
Sen çıktın İspanya’da “Velev ki siyasi simge” dedin. Olur mu? Hem dinî simge hem siyasi
simge, ikisi bir arada olur mu? Bunu sen söylediğin anda “yanlış, sakın ha yapma” dedim.
Birileri “yap, yap merak etme, biz arkandayız” dediler, yaptın ne oldu? Arabayı sen devirdin.
Sana “arabayı devirirsin yapma, girme bu yola” dedim. Ona rağmen girdin ve araba
devrildi. Kuyu kazmak bizimle ilgili değil.
Başbakan bugün bir de, “Vesayeti kabul etmeyiz” demiş. Kimsenin Meclise vesayet
kurmaya hakkı yok, haddi yok. Hepimiz Anayasanın içinde yetkilerimizi, görevimizi
biliyoruz, onun gereğini yapacağız. Vesayet deyince, sen sakın ha, yargıya vesayet
kurmaya kalkma, Meclise vesayet kurmaya kalkma, Anayasa Mahkemesine sen vesayet
kurmaya kalkma, sen haddini bil, sen ölçünü bil, Anayasa içindeki yerini bil, kendini
içine sindir ve onun gereğini yap, başka hiçbir şeye gerek yok.
Türkiye’nin dokunulmazlığa ihtiyacı olmayan insanlar tarafından yönetileceği günler gelecektir,
gelmelidir. Başbakanın eğer tuzak ve kuyu anlayışındaysa ona son bir uyarı daha yapmak
isterim: “Sakın ha, Anayasayı değiştiriverelim diyenlerin tuzağına düşme, sakın ha”.
Şimdi, sana etrafındakiler, “elimizdeki gücü kullanalım, haddini bildirelim, mahkemenin
yetkilerini kısalım, bunun altında kalmayalım” diyorlar, diyeceklerdir.
Bak sana bir tavsiye: Bir ana muhalefet partisi tavsiyesi, Cumhuriyet Halk Partisinin
vatanseverce yaptığı bir tavsiye, “sakın ha, o telkinlere kulak asma, sakın ha Anayasa
değişikliğine kalkma. Bırak, durumu hazmet, gereğini yap, siyaset uzun vadeli bir iş, hiç
merak etme, yanlışların hesabı sorulur ama hiçbir şey ebedi değildir, gün gelir senin
hakların iade edilir, sen de gereğini yaparsın. Bu anlayış içinde bakmak lazım, yanlışın
varsa tespit edilir, yoksa olmadığı ortaya çıkar, kimsenin söyleyecek bir sözü olmaz.
Bundan korkmak, kaçmak, yargıdan korkmak siyasetçiye yakışmaz ama sakın ha,
kendine göre hukuk yapmaya kalkma, kendine göre yargı düzeni kurmaya sakın ha
kalkma, onun altından kalkılmaz.”
“Yoksa, var olan hukuk sistemi içinde en istemediğin sonuç da ortaya çıksa, hiç merak etme,
onların hepsi hukuk düzeni içinde aşılır ama düzeni bozarsan o zaman altında kalırsın. Sana
tavsiyem, sakın ha itibar etme, yapılan yanlışlıklar değerlendirilir, gereği yapılır ve aşılır,
böyle bakmak lazım, önümüzdeki dönemlerde Türkiye’yi daha çok karıştırmaya yönelik
telkinler, o gazetelerin telkinleri asıl o tuzaktır, sakın ha onlara kendini teslim et.
150
GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN
CNNTÜRK “ANKARA KULİSİ”PROGRAMI AÇIKLAMALARI
(13 HAZİRAN 2008)
Murat YETKİN- Bir Ankara Kulisi programıyla daha arkadaşım Fikret Bila ve ben Murat
Yetkin karşınızdayız. Türkiye’nin güncel sorunlarını bu hafta Cumhuriyet Halk Partisi Genel
Başkanı Sayın Deniz Baykal’la konuşacağız. Efendim hoşgeldiniz.
Konu malum, herkesin düğün evinde, cenaze evinde ilk konular bittikten sonra konuştuğu
konu siyaset. Kapatılma davası, işte türban davası. Ne oldu, ne olacak, Türkiye önünü
görmeye çalışıyor. En sondan başlayarak isterseniz geriye gidelim. En son Sayın
Cumhurbaşkanının, Abdullah Gül’ün Hırvatistan gezisi sırasında gelişmelere verdiği bir tepki
var. Diyor ki, 14 Mart’ta AKP’ye kapatılma davası açıldığında Türkiye karıştı. Her şeyin
başlangıcında da o vardır diyor. Kapatma davası tabi ki hoş bir şey değil. Sizde bu konuda
tepki vermiştiniz. Siz katılıyor musunuz? Yani 14 Martta mı başladı Türkiye’nin sorunları bu
anlamda?
Deniz BAYKAL- Tabi bu tavır kapatma davasına muhatap olan insanların savunma tavrıdır.
Bir Cumhurbaşkanının ülkenin karşı karşıya bulunduğu durumu doğru teşhis etme, o
konunun aydınlanmasına yardımcı olma yaklaşımı değildir. Bu bir savunma
değerlendirmesidir. Yani 14 Martta her şey başladı. 14 Mart bir başlangıç mı, bir sonuç mu?
14 Mart’a Türkiye’yi getiren bir süreç yok mu? 14 Mart’ın bir öncesi yok mu? Siz 14 Marttın
öncesinde yapılan yanlışlıkları, Türkiye’yi sıkıntıya sokan, bu noktaya Türkiye’yi taşıyan
olumsuzluklar olarak tespit edemezseniz, onun adını koyamazsanız, onları doğal, haklı,
meşru sayıyor gibi o tarafı bir tarafa bırakıp davanın açılmış olmasını, sadece onu Türkiye’yi
karıştıran bir eylem gibi algılarsanız sanık psikolojisinin ötesine geçememişsiniz demektir.
Murat YETKİN- Yani Cumhurbaşkanı sanık psikolojisiyle mi?
Deniz BAYKAL- Ben özel, kişisel bir şey söylemek istemiyorum. Ama bu bir savunma
yaklaşımıdır. Yani olayın çok karmaşık olduğu açık. Sanki 14 Mart’tan önce Türkiye güllük
gülistanlık. Türkiye nasıl Cumhurbaşkanı seçti? Yani biriside çıkar pekala derki Türkiye’nin
karışmaya başlaması senin Cumhurbaşkanı seçilişinle olmuştur da diyebilir.
Murat YETKİN- Siz diyor musunuz bunu?
Deniz BAYKAL- Ve öbür hükümden daha yanlışta olmaz. Yani yanlışlıklara baktığınız
zaman bugün AKP yönetimi bile yanlışlıkların başlangıcında Cumhurbaşkanı seçiminin
yattığını söylüyor. O seçime ben karşı çıkmıştım. Yani Sayın Abdullah Gül’ün mizacı, kişiliği,
ilişkileri bakımından herhangi bir sorun olduğu için değil. Onunla ilişkimizde bir problemle
karşı karşıya hiçbir zaman kalmadım. Yani dostça, insani ilişkilerimiz gayet iyi götürüldü.
Ama Cumhurbaşkanı olması yanlış. Yani Anayasayla ciddi temel ihtilafları olan bir partinin,
çekirdek yönetimindeki üç kişiden birisinin Cumhurbaşkanı olarak oraya getirilmek istenmesi,
bunun bir fetih ihtiyacı içinde, bir önemli hedef haline getirilip zorla Türkiye’ye dayatılması
belki de Türkiye’deki bu sıkıntıların çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ve belki bugün
onun sonucu olarak Cumhurbaşkanlığı kendisinden beklenen işlevi yerine getiremez
haldedir. Şimdi böyle söyleyen bir Cumhurbaşkanı nasıl olacakta benim bu teşhislerimi
anlatabileceğim bir muhatap rolünü, bir Cumhurbaşkanlığı rolünü oynayabilecek. Yani orada
bir taraf var artık. Bu Türkiye’yi buraya getiren, bu talihsiz, olumsuz gelişmelerin
sorumluluğunu şuanda dahi, işgal ettiği noktaya rağmen, üstlenmekten geri kalmayan bir
151
Cumhurbaşkanlığı modeliyle karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanlığı seçimi, arkasından türban
değişikliğini siz 5 yıl bu konuya el atmamışken, el atmanın yanlış olduğunu söylemişken,
bizim Cumhuriyet Halk Partisi olarak ta 2002 seçiminden hemen sonra yaptığımız uyarı
doğrultusunda aman bu işleri karıştırmayın, laiklikle uğraşmayın değerlendirmemizi
Başbakanın ifadesiyle söylüyorum. 5 yıl boyunca gözetmişken, 5 yıl dinledik onu diyor. 5 yıl
ben sana vadeli çek vermedim ki, 5 yıl dinle ondan sonra istediğini yap demedim ki.
Yapmayın bunu, bu yanlıştır. 5 yılda da yanlıştır, daha sonrasında da yanlıştır. O 5 yıllık
dönemde dinledik diyor. Daha sonrada dinleyecektin. Onun dinlemekten vazgeçmiş olması.
Yani Türkiye’de bir temel mutabakat sağlanmadan bu konuda velev ki siyasi simge olsun,
dini simge ama siyasi simgede olsun ne olacak, bunun ne mahsuru var diyerek yürümeye
kalkması ve anayasa değişikliği için kendisini hangi niyetle ülkeyi ve AKP’yi çıkmaza sokmak
için mi, hasat sağlamak için mi? Ne olduğu tartışmalı bir biçimde teşvik eden yandaşlar,
yoldaşlarda bulduktan sonra bu yolda yürümesi, Türkiye’yi buraya getiren yanlışların
arasında yer almaz mı? Sayın Cumhurbaşkanı bunu hala görmemiş midir?
Yani bugün Sayın Tayyip Erdoğan’ın bile akşam başını yastığa koyduğu zaman ya yanlış
yaptık, bu Abdullah Gül’ü oraya keşke seçmeseydik, yanlış yaptık, bu velevki diye o süreci
başlatmasaydım, biraz kendimi tutsaydım dediğini zannediyorum. Bunları niye görmezlikten
geliyor? Cumhurbaşkanı bunları da görecek.
Fikret BİLA- Efendim şöyle bir siyasi süreçte yaşadık ama. Şimdi bu tıkanma noktalarından
biri ifade ettiğiniz gibi Cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Orada Türkiye hem hukuk sürecini işletti,
Anayasa Mahkemesinin kararları ortaya çıktı 367 deliliyle. Ama Sayın Başbakanın şöyle bir
yaklaşımı vardı. Bunu uyguladı da. Mahkeme böyle diyebilir ama ben işte halka giderek,
seçime giderek bu tıkanıkları aşabilirim dedi ve 22 Temmuz seçimlerine biz böyle gittik. O
seçimden çıkan siyasi tabloya bakarak da Sayın Abdullah Gül Çankaya’ya çıktı. Hemen
ardından da türban değişikliği gündeme geldi ve Türkiye çok kısa bir süre içerisinde siyasi
olarak tıkanma noktasına geldi.
Şimdi şöyle bir gözlem ortaya koyabiliriz. Anayasa Mahkemesinin AKP’yi kapatma olasılığına
karşı iktidar partisinde bir seçim hazırlığı olduğu gözleniyor. Yani bu kez de Sayın Erdoğan
mahkeme böyle bir karar vermiş olabilir ama ben yine millete gideceğim, halka gideceğim,
seçim sandığından alacağım güçle ben bu sorunu da aşarım gibi bir hava veriyor. Son grup
konuşmasında Sayın Başbakan devlet kurumlarıyla değil, milletle beraber yürüyeceğini ifade
etti.
Şimdi siz bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani her sorunu seçime giderek aşan ve
halk desteği devam eden bir başbakan karşılığında partisi kapatılsa da, Anayasa
Mahkemesinin kararları ortaya çıksa da Türkiye yeniden kısa bir süre içerisinde seçim
atmosferine geldi. Sayın Başbakanın bu yöntemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Deniz BAYKAL- AKP yönetim çevrelerinde Sayın Başbakanın etrafının anlayışında bir
seçim konusunun yer almaya başladığı görülüyor. Ama bunun AKP’nin kapatılması
olasılığına karşı bir tedbir olma niteliği yoktur. Çünkü mahkeme kararını seçime giderler mi,
gitmezler mi hesabıyla alacak değildir. O Anayasaya bakacaktır, kendi sorumluluk ve yetki,
görev çerçevesi içinde kararını alacaktır. O karar alındıktan sonra seçime gitmeyi düşünüyor.
Murat YETKİN- Kapatma çıkarsa.
Deniz BAYKAL- Evet, çıkarsa. Şimdi bunu tahlil etmemiz lazım. Bu neyi çözecektir. Bakınız
değerli arkadaşlarım, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde seçimden 1 yıl sonra parlamentoyu
yenileme ihtiyacını dile getirmiş hiçbir parti yoktur.
Murat YETKİN- Parlamento miyadını doldurdu efendim. Cumhurbaşkanını seçmek için
kuruldu, seçti, başka bir şey yapmadı.
152
Deniz BAYKAL- O ayrı, o bitti. Nerede miyadını doldurdu. 4 yılı var bu parlamentonun. Bu 4
yıl içinde 1 yıl geçti. Sen yazdın onu da onu bilerek söylüyorum sana. Bakın şunu iyi
anlayalım. Parlamento seçimi daha 1 yıl bile olmadı. Temmuz’a gelmedik daha. Yani daha
Haziran’ın içindeyiz. 10 ay oldu. 10 ay sonra düşünün ve %47’yle iktidara geldi. %46,5’la
iktidara geldi. Parlamentoda çok rahat bir çoğunluk var. Anayasa Mahkemesi hangi kararı
alırsa alsın parlamentoda çoğunlukla ilgili bir problem ortaya çıkmayacak. Bir iktidar
çoğunluğu var olmaya devam edecek. Ve şunu da söylememe izin verin. Yani bir seçime
gidilirse bunlar hep tartışılacak konular. Ama çoğunluğun orada tekrar ortaya gelmesi de
mümkün değil. Bunun herkes farkında. Ama bir seçim ihtiyacı, seçim kararı düşünülüyor. Bu,
şunu bilmenizi istiyorum Türkiye’nin ihtiyacından dolayı değildir. Türkiye’nin zorunluluğundan
dolayı da değildir. Yani ne yönetilebilme konusunda bir zorunluluk, ne ekonomi, dış politika,
bir başka yol. Böyle bir şey yok. Ama seçim söz konusu. Niye seçim söz konusu biliyor
musunuz? Çünkü Sayın Tayyip Erdoğan’ın dokunulmazlık zırhı olmadan uzun süre ayakta
kalma şansı az gözüküyor.
Fikret BİLA- Kendi arkadaşlarını üzecek kişisel davalardan mı çekiniyor demek
istiyorsunuz?
Deniz BAYKAL- Oraya gelelim. Türkiye niye erken seçime gidecek? Buna Türkiye çok iyi
teşhis koymalıdır. Türkiye’nin seçime gitmesini gerektiren ne bir AKP ihtiyacı vardır. AKP’nin
belki kongreye gitme ihtiyacı vardır. Yani kapanma kararından sonra AKP bir kongre yapıp
yeni bir yönetim seçebilir.
Fikret BİLA- Yeni bir parti kurması gerekebilir.
Deniz BAYKAL- Veyahutta yeni bir parti kurulur. Yeni parti şekillenir. Bütün bunlar doğaldır.
Ama seçim sadece Sayın Başbakanın, şuandaki Başbakanın kişisel korunma ihtiyacı
dolayısıyla gündeme gelmiştir. Şimdi bunu herkesin çok iyi anlaması lazım. Bunun bir bedeli
olacak Türkiye’ye. Yani bunun maddi bedeli olacak, siyasi bedeli olacak.
Şimdi ne diyecek AKP yönetimi ya da onun yerine kurulan insanlar seçime gidip. Niye
seçime geldin? Sana %47 oy verdim ben. 3’te 2’ye yakın bir çoğunluk verdim. Ne istiyorsun
şimdi benden? Vatandaş soracak. %60 mı oy istiyorsun? 4 yılda süre verdim sana. 1 yıl
sonra döndün geldin. %47 oyla 3’te 2 çoğunlukla 1 yıl sonra döndün tekrar bana geldin.
Kardeşim senin derdine ben çare olamam. Sen git derdini başka yerde ara diyecek. Bu çok
önemli bir olaydır. Senin sorununu ben çözemem. Senin başka sorunun var onu çözde gel
diyecek.
Şimdi o nedir? Yani ülkenin sorunu bakımından bu tablo, bu değerlendirme doğrudur. Ama
Tayyip bey diyor ki, benim dokunulmazlığa ihtiyacım var. Dikkat ettiniz mi bu son
konuşmasında. Durduk yerden dokunulmazlığı bir daha değerlendirdi. Buda bir tuzaktır dedi.
Niye tuzaktır? Yani dünyanın her yerinde ülkeyi yönetenler dokunulmazlık zırhına bürünerek
mi ülkeyi yönetiyorlar. Yani iktidar olmanın gereği hakkında dava açılamaması mı? Yasaları
ihlal etme imtiyazı verilmeden insanlar ülkeyi yönetemez mi? Bu ne biçim anlayış, ne biçim
demokrasi davası bu? Ne biçim parlamento üstünlüğü? Parlamento hukuka saygılı olacak.
Ülkeyi yönetenler yargı karşısında başı dik olacak. Arkasında yolsuzluk dosyaları olmayacak.
Şimdi böyle zafiyetler içinde Türkiye seçim. Türkiye seçime Sayın Tayyip Erdoğan’ın kişisel
ihtiyacı dolayısıyla gidiyor. Ve bunun bedelini de ödeyecek olan, AKP milletvekilleridir. Çok
büyük ölçüde AKP milletvekilleri Sayın Tayyip Erdoğan’ın dokunulmazlık zırhına bürünmesi
ihtiyacının bedelini önlerinde 3 yıllık bir milletvekilliği imkanı varken büyük ölçüde önemli bir
kısmını bunun kaybetmesi şeklinde bir bedel ödeyeceklerdir. Ve bu bedelin bir tedirginlik
yaratması olasılığını Başbakan bildiği içindir ki, “trenden inen bir daha binemez” demiştir. Bu
trenden inme ihtiyacının ciddi bir ihtiyaç olduğunun itirafıdır.
153
Fikret BİLA- Efendim bu noktada şunu sormak istiyorum. Şimdi MHP lideri Sayın Devlet
Bahçeli’de bir değerlendirme yaptı ve dedi ki, “eğer bir kapatma olasılığı varsa, ki var. O
halde AKP’nin yapması gereken işte yasaklanması muhtemel Sayın Başbakan ve
milletvekilleri dışında yeni bir parti kurup, partiyi klonlayıp işte başına yeni bir yönetim geçirip
devam etmektir”. Şimdi sizin bu yorumunuz biraz paralel gibi geldi bana. Yani seçime
gitmeye gerek yok ama AKP çoğunluğuyla devam edelim gibi.
Deniz BAYKAL- Yo yo, öyle değil. Şimdi ben bir defa parlamento, AKP’nin klonlanmasına
yönelik bir ihtiyaç olduğu kanısında değil. Parlamentoda yeterince AKP var. Yani açıkça
AKP’li olarak var, AKP’li olmadan aynı doğrultuda katkı yapacak şekilde yeterince insan var.
Murat YETKİN- Yani MHP’yi mi kastediyorsunuz?
Deniz BAYKAL- Şimdi klonlanma ihtiyacı, AKP’nin klonlanması ihtiyacı bir Türkiye ihtiyacı
değildir. Birde herkesin şunu çok iyi bilmesi lazım. Siyasi partiler kurulur, kapanır, halk onları
bitirir. Bir sürü bakın, daha dün Türkiye’yi yöneten nice partiler vardı. Daha 5 yıl önce, 10 yıl
önce Türkiye’nin sözünü söyleyen. Tablo ne? Bunlar gelir gider. Aman gitti ne oldu? Yani ne
yapacağız şimdi onlarımı klonlayacağız yani. Onların davasını mı güdeceğiz? Bugünkü
partiler yarın onlar gibi olacak. Hiç olmazsa önemli bir kısmı öyle olacak. Öyle
olmayacaklarda var. Ben biliyorum öyle olamayacakların var olduğunu da. Çoğunun böyle
olması bir siyasi gerçeğimiz. O nedenle ülkeyi düşünen insanların partileri klonlama
arayışından önce düşünmesi gereken başka şeyler var. Partiler kapanır, kurulur, klonlanır o
mühim değil. Ama cumhuriyet, devlet, demokrasi, rejim bir kere elden giderse onu bir daha
klonlamak mümkün değildir. O nedenle hepimizin görevi biz kendi dışımızdaki partilerin nasıl
klonlanacağı konusunda fikir jimnastiği yapmak değil...
Fikret BİLA- Ama efendim sonuçta siz seçime gitmeye gerek yok diyorsunuz. Parlamento
böylece 4 yıllık görevini tamamlayabilir. İlla Sayın Erdoğan’ın Başbakan olması gerekmez
gibi bir sonuç çıkartıyorum.
Deniz BAYKAL- O işte Başbakanın şahsi ihtiyacı. Yani ülkenin gerçeği bu. Yani bu
parlamento Anayasa Mahkemesi şu yada bu kararı aldığı zaman ortadan kalkmayacak ki.
Parlamento var olmaya devam edecek. Parlamentodaki siyasi çoğunluk var olmaya devam
edecek. O siyasi çoğunluk bir şekilde ülkeyi yönetme ehliyetine, iddiasına, hukukuna sahip
konumda olacak.
Murat YETKİN- Deniz bey öyle diyorsunuz da parlamentonun bana kalırsa şu anda temel
yasama faaliyetlerini sürdürme yeteneği zedelendi.
Deniz BAYKAL- Niye? Parlamentoda üç tane kanun çıkıyor günde.
Murat YETKİN- Doğru ama Meclis Başkanı yorulduk diyor; bunu da psikolojik yorgunluğa
bağlıyor.
Deniz BAYKAL- Bunlar niye yoruldu biliyor musun? Kavgadan, gerginlikten. Tutuyorlar
İsmet İnönü hakkında millete düşman. Yani insaf edin bunu söyleme hangi sıkıntının
yansımasıdır onu düşünmek lazım. Yani bu yorgunluk değil. Yani böyle değerlendirmeler
yapılabilir mi? Ne kadar yakışıksız. Devletin kurucusu bütün hayatını, bütün ömrünü bu
millete, devlete vakfetmiş. Ayrıca bilmiyor ki o düşmanlık yapanlar Türkiye’ye demokrasiyi
getiren insan İnönü’dür. Yani Atatürk’ün daima hedefinde vardır serbest fırkayı denedi, diğer
terakki perver fırka denemelerini yaptı falan olmadı. Ama büyük cesaret gösterdi İsmet İnönü,
kendisi Cumhurbaşkanıyken iktidarını kaybedeceğini bilerek ve kaybettikten sonrada devletin
tehlikeye girmemesi için tedbirler alarak laiklik konusunda, Bayar’la ikili görüşmeler yaparak.
Teslim etmeyi göze aldı. Ve benim sağlımda bu iş olsun dedi. Ben sağken Türkiye’de iktidar,
muhalefet kendine alışsın, devlet işlesin. Bunu görmek istiyor. Şimdi bunu yapmış insana ne
154
kadir bilmezliktir, ne böyle hiçbir inanca, hiçbir anlayışa yakıştırılamayacak bir ruh halidir
bunların söylenmesi. Yani bir yazar hadi söyler, söyledi. Parlamentodaki bir iktidar grubunun
çıkıp da yetkilisinin, sorumlusunun parlamento kürsüsünden buna sahip çıkması utanç verici
bir manzara.
Şimdi bunlar parlamentoda yaşanan gerginlikler, bu gerginlikler yaşanır gider.
Murat YETKİN- Parlamentonun ne kadar gergin olduğunu görüyoruz efendim. Her gün
kavga çıkıyor.
Deniz BAYKAL- Ne olacak, kavga çıktı diye parlamentomu yenilenir? Türkiye’de ilk kez
kavga çıkmıyor. Türkiye’de 10 ay sonra parlamentoyu yenileyelim diyen iktidar grubu oldu
mu? Muhalefet demiyor iktidar diyor. Niye diyor? Başbakanın dokunulmazlığa ihtiyacı var.
Böyle bir şey olur mu ya rica ederim. Yani lütfen bunu görelim. Bir Başbakanın kişisel, eyvah
üstümden dokunulmazlık kalkıyor, ben nasıl olurum, nasıl hesap vermek durumunda kalırım,
mahkemelerin karşısına nasıl çıkarım, böyle şey olur mu? Mutlaka Türkiye seçim yapsın,
bana da bir formül bulsun, bende milletvekili olayım, Başbakan olamasam da. Milletvekili
olarak hiç olmazsa dokunulmazlığım olsun. Bunun içinde koca parlamento buna alet olacak.
AKP milletvekilleri bir daha gelemeyeceklerini bile bile 3 yıllık milletvekilliklerini bırakacaklar
ve Türkiye cümbür cemaat seçime gidecek. Bundan korkan Başbakanda tedbir alacak, tehdit
edecek, aman sakın ha inmeyin trenden şu olur, bu biter diyecek. Herkes acaba diye
bakacak. Ve diyecek ki, biran önce karar çıksın. Bakın, biran önce Anayasa Mahkemesi
karar çıksın. Yani Anayasa Mahkemesine, sen bırak o kendi usulüne göre. Hayır biran önce.
Niye? Benim ihtiyacım o.
Murat YETKİN- Meclisi açık tutmasının nedeni bu herhalde.
Deniz BAYKAL- Sonra tatile gitmek yok. Seçim çevresine gitmeyin. Seçim çevresine
giderseniz halkla konuşursanız, köylüyle konuşursanız, vatandaşla konuşursanız ya
davulcuya varırsınız, ya zurnacıya. Oturun dizimin dibinde.
Murat YETKİN- Deniz bey, şimdi bu dediklerinizin, doğru Başbakan yeniden dokunulmazlık
dosyaları devreye girmesini istiyor. Bu çok açık görünen bir şey. Kendiside söylüyor zaten.
Fakat şimdi seçim olmasın demenin ana muhalefet partisi içinde getirecekleri var. Bunu nasıl
anlatacaksınız. Şimdi Başbakan çıkıp diyecek ki, bakın Deniz Baykal seçim istemiyor.
Deniz BAYKAL- Biz sadece durumu anlatıyoruz. Bu seçim istiyor, istemiyor bu bir yarış işi
değil. Ciddi olmak lazım. Biz Türkiye’yi tahlil ediyoruz. Biz Başbakanın niye seçim istediğini
anlatıyoruz. AKP çoğunluğu evet biz hepimiz, tümümüz seçim istiyoruz diyorsa hiç mesele
yok. Elbette seçime gideriz. Biz seçim kampanyamızı açtık, gidiyoruz. Bak ben buradan çıkar
çıkmaz şimdi sizden İzmit’e gideceğim, Kocaeli’ne gideceğim.
Murat YETKİN- Seçimden kaçıyor değiliz diyorsunuz.
Deniz BAYKAL- Hiç böyle bir şey yok. Gebze’de akşam toplantımız var, İzmit’te
bulunacağız, Uzunçiftlikte tapu dağıtacağız. Yani biz gidiyoruz. O olur. Ama ben bunu teşhir
etmek durumundayım. Bu budur. Ha AKP içinde bir grup milletvekili çıkıp kardeşim böyle şey
olur mu, nereden çıktı bu seçim derse, ha o zaman bunu muhalefet partileri otururlar,
değerlendirirler, konuşurlar, olmasın mı olmasın mı o zaman bakılır o iş.
Biz şimdi seçim olacak diye yürüyoruz. Ama seçimin niye olduğunu da özellikle o AKP’li
milletvekillerine anlatıyoruz.
155
Fikret BİLA- Efendim şimdi Anayasa Mahkemesiyle ilgilide önemli bir tartışma süreci
yaşıyoruz. Özellikle AKP ve AKP’ye yakın yazar ve bazı hukukçular Anayasa Mahkemesinin
bir yetki gaspı yaptığını, davanın anayasa değişikliğinin esasına girme yetkisi olmadığı halde
esasına girdiğini ve parlamentoya tecavüz ettiğini, parlamento yetkilerine tecavüz ettiğini
söylediler. Hatta bunu TBMM Başkanı olarak Sayın Köksal Toptan’da söyledi. Sayın
Başbakanda iki önemli soru soruyorum diye grupta aynı şeyleri söyledi. Şimdi Anayasa
Mahkemesi türban kararıyla yetki gaspı yapmış oldu mu? Sizin hukukçuluk yönünüzde var.
Veya kendi kendine yetkilendirmiş mi oldu? Anayasa Mahkemesinin bu kararını ve bu karara
yönelik eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Deniz BAYKAL- Valla bu konuda siz bütün Türkiye’yi çok doğru biçimde aydınlattınız. Sizi
de bu vesileyle kutluyorum. Bu konuda yazdığınız yazılar ciddi bir incelemeye dayanan bir
nitelikteydi ve gerçekten çok açıklayıcıydı. Kutluyorum sizi de.
Şimdi hepimiz bir kez daha baktık. Bilmeyenlerimiz öğrendik bu Amerikan Yüksek
Mahkemesinin nasıl bir anayasa denetimi noktasına geldiğini ve bu denetim konusundaki
içtihatlarını nasıl götürdüğünü ve 200 yılı bulan bir süre içinde Amerikan anayasal sisteminin
herhangi bir anayasayı toptan değiştirelim talebi ortaya atılmadan, istikrarlı bir şekilde 200 yıl
Murat. 200 yıl boyunca dünyanın, teknolojinin her şeyin değiştiği, siyasetin allak bullak
olduğu bu dönemde aynı anayasayla ve anayasada öngörülmeden yeni yetki kazanan
Anayasa Mahkemesinin katkılarıyla nasıl düzenli bir şekilde yönetildiğini bir kez daha bize
gösterdiniz.
Fikret BİLA- 1803 kararı.
Deniz BAYKAL- Evet 1803 kararı. Bugünde yazınızda vardı. Şimdi bu konuya bakarken
şunları ben düşünmemiz gerekir diye düşünüyorum. Yetki gaspı, yetki gaspı deniyor. Ortada
bir yetki alma ya da yetki önleme tablosu varsa bu Anayasa Mahkemesince yapılan bir yetki
gaspı, yetki elde etmesi ya da yetki kesmesi değildir. Yetki kısıtlamasını yapan anayasadır.
Herkesin gözünden kaçırdığı ana olay bu. Bizim anayasamız parlamentoya yönelik olarak bir
yetki sınırlaması getirmiştir. Parlamento tek yetkili organ değildir. Çağdaş demokraside böyle
bir şey yok. Yargıda yetkilidir, yürütmede yetkilidir. Özerk kurullarda yetkilidir, parlamentoda
yetkilidir. Parlamentonun kendine özgü bir yetki alanı var. Parlamentonun kendine özgü yetki
alanında dahi yetkisinin sınırını bu Anayasa Mahkememiz değil, anayasanın kendisi
koymuştur. Ve o anayasada %90 küsur oyla kabul edilmiştir. Milletin %90’ı anayasaya,
parlamentoya demiştir ki ey parlamento sen her istediğin şekilde yasal tasarruf yapabilirim
zannetme. Kim demiş bunu? Anayasa demiş, %90’ı demiş. E ne olacak? Senin
değiştiremeyeceğin bu anayasada değiştiremeyeceğin maddeler var. Ben senin bunları
değiştirmeni hiçbir şekilde kabul etmiyorum demiş. Nedir onlar? İşte o bildiğimiz anayasanın
değiştirilemez maddeleri.
Şimdi değiştirilemez maddeleri diye bir kavram bazı anayasalarda var, bazı anayasalarda
yok. Bizde buna gerek olmasa diye düşünebiliriz. Keşke bizim anayasamızda da hiç böyle bir
madde olmasa ve bizim demokrasimiz böyle bir madde olmadan da sağlıklı şekilde, hiçbir
şeyi tehlikeye atmadan, hiçbir değerimizi, hiçbir amacımızı sıkıntıya sokmadan. Ne o?
Laiklikte onlardan biri. Bunu da sıkıntıya sokmadan işleyebilse mesele yok. İdeali bu.
Fikret BİLA- Ama efendim 1921 anayasasında yok. Eski anayasa ama cumhuriyet ilan
edildikten sonra 1924 anayasasında var. O da değişti bükülmez anayasa.
Deniz BAYKAL- Tabi. Bükülmez anayasa oldu, rejit anayasa oldu.
Fikret BİLA- 24, 61, 82 öyle.
156
Deniz BAYKAL- Şimdi öyle. Burada bu olmaz diye koymuşuz. Niye koymuşuz? Yaşanan
deneylerden gelmiş. Şimdi artık biz kardeşim bu bir haşiv, gereksiz bir düzenleme. Böyle bir
tehlike yok, böyle bir sorun yok, bunu kaldıralım. Daha da demokrat oluruz ve laiklik
bakımından da bir sıkıntı olmaz noktasına geldik mi? Bütün mesele bu. Yaşadığımız
sıkıntılar ortada. Tam tersine bu konuda çok ciddi bir tabloyla karşı karşıyayız. Türkiye’de
iktidarı eline geçirmiş olanlar ilk kez 80 yıllık cumhuriyette ilk kez açıktan bu laiklik ilkesinin
değiştirilmesi gerekir diye talepte bulunuyorlar. Yani böyle bir noktadayken şimdi o maddenin
önemi var.
Şimdi Anayasa Mahkemesini suçlayanlar aslında suçlaması gereken hedefi gözden
kaçırıyor. Anayasa, yani %90 küsuru toplumun bunu kabul etmiş. Oraya o maddeyi koymuş.
Ondan öncede var bu. Şimdi bu değiştirilemez madde konseptinden çıkıyor, bu kavramdan
çıkıyor bütün mesele. Buna ihtiyaç var mı, yok mu? Bu da değiştirilmesi önerilemez denilen
maddeleri sevip sevmediğimizle ilgili mesele. Türkiye’de bunu istemeyenler kavgayı Anayasa
Mahkemesi üzerinden götürüyorlar. Yani Anayasa Mahkemesinin yaptığı da, çok açık. Yani
anayasanın getirdiği iki düzenleme var. Birisi bazı değişiklikler, anayasa değişiklikleriyle ilgili
getirdiği iki düzenleme var. Bir; bazı değişiklikler teklif dahi edilemez diyor. İki; teklif edilebilir
değişiklikleri Anayasa Mahkemesi sadece şekilden izleyebilir. O şekilde şu üç noktadadır
diyor.
Şimdi bizim Anayasa Mahkemesi kararından mutlu olmayan arkadaşlar bunu tümüne teşmil
etmeye çalışıyorlar. Halbuki bu sadece anayasa değişikliği teklif edilebilir anayasa
değişiklikleriyle ilgili.
Fikret BİLA- 73. madde dışındaki maddelerle ilgili.
Deniz BAYKAL- Hah onlarla ilgili. Ona dokunan bir düzenleme varsa ne olacak? Teklif
edilemez. Peki değişikliği teklif dahi edilemez bir teklif Anayasa Mahkemesinin önüne
kanunlaşmış olarak gelmiş ise ne yapacak Anayasa Mahkemesi? E ne yapalım geldi artık,
bende teklif edilebilirler için sadece şunlara bakıyordum. Bu teklif edilemez içinde sadece
onlara bakmalıyım mı diyecek? Orada bu teklif dahi edilemez demiş. Teklif edilmede tıpkı
teklif edilebilirlik gibi bir şekil esasıdır.
Fikret BİLA- Öyle yorumlamış Anayasa Mahkemesi zaten.
Deniz BAYKAL- Şekil esasıdır ve diyecek ki böyle bir meşru, muteber, kabul edilebilir bir
teklif var mı, yok mu? Ben ona bakmak durumundayım. Tabi ondan önce kim bakmak
durumunda? Meclis Başkanı bakmak durumunda. Anayasa Komisyonu bakmak durumunda,
Adalet Komisyonu bakmak durumunda. Sen anayasanın değiştirilemez maddelerine taalluk
eden bir anayasa değişikliğini görmezlikten geleceksin. Anayasa Mahkemesi önüne geldiği
zaman beyler bu değiştirilemezlerle ilgili dediği zaman vay sen yetkine tecavüz ediyorsun
diye kıyamet koparacaksın. Böyle bir şey olabilir mi? O görevini yapıyor. Peki şu denilebilir.
Bu niye açıkça ona doğrudan böyle bir görev olarak verilmediği halde oluyor. Hukuku
anayasa, yasalar ve içtihatlar belirler. Bakın Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Hukuk Genel
Kurulu ihtiyaç doğan alanlarda kararlar alır, o kararların bir kısmını müstekar, sürekli karar
haline gelir ve o da yasal sistemin bir parçasıdır.
Fikret BİLA- Boşluğu içtihatla doldurur.
Deniz BAYKAL- Anayasanın değiştirilemez maddeleriyle ilgili bir değişiklik olup olmadığına
kim karar verecek? Böyle bir merci, böyle bir konusu var mı, anayasada halledilmiş bir sorun
var mı? Yok. Kim yapacak? Anayasa Mahkemesi. Anayasa Mahkemesi bakar, bu budur der.
Tıpkı 1805 kararında olduğu gibi Amerikan Anayasasının. Var mıydı orada bir yetki? Yok. O
dedi ki buna bakmam lazım. Burada aynı mantıkla buna bakıyorsun.
157
Fikret BİLA- Halada o yetki yok Amerikan Anayasasında.
Deniz BAYKAL- Yani bunu efendim yok liberal hukuk, yok bilmem ne hukuk. Bunlar boş
şeyler. İşin esası da laiklik tartışmasıdır unutmayalım. Şuanda hukuk mukuk tartışmıyoruz.
Şuanda Türkiye’de laiklik işlesin mi, işlemesin mi? Laikliği delecek miyiz, delmeyecek miyiz?
Bu şeyi bile söylüyorlar. Ya türbanı nereden çıkardınız, bu değişiklik onunla ilgili değil.
Kardeşim YÖK Başkanı daha anayasadan çıkar çıkmaz değişiklik genelgeyi niye yaptı?
Gerekçesinde var. Birde siz çıkarırken neler söylediniz. Yani sorunu çözeceğiz. Velev ki
siyasi simge olsa diyen Başbakan değil mi? Şimdi sanki hepsi ya nereden çıktı, bununla
alakası yok falan diyecekler. Bizim dürüstlüğe ve samimiyete ihtiyacımız var. Yani neyse ki,
kül yutmuyor Türkiye’de hukukçularda, siyasetçilerde, medyamızın bir kısmı da. Bir kısmı da
yutturmak için gayret ediyorlar ama herkes bunun farkında.
Murat YETKİN- Deniz bey, şimdi yargıdan ve Anayasa Mahkemesinden söz açınca Anayasa
Mahkemesi üyelerinin nasıl bir baskı altında olduğunu da görmek gerekiyor. Şimdi iki tane
size soru soracağım. Bir tanesi Sayın Osman Paksüt’ün izlenmesi olayı vardı. İzlenmediği
ifade edildi. Oysa bugün bir tane gazetede görüyoruz ki, artık Osman Paksüt mü izlenmiş,
yoksa Sayın Kara Kuvvetleri Komutanı mı izlenmiş belli değil. İkisinin belli bir tarihte yaptığı
belli bir görüşme ayrıntıları, efendim güvenlik kameraları nasıl karartılmış buna varana kadar
yapıyor. Demek ki, Osman Paksüt fazla bir evham yapmamış. Yani bunu görüyoruz. Bir bu
olay var.
İkincisi; dün siz Danıştay Başbakanına bir ziyarette bulundunuz. Orada Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı Sayın Yalçınkaya’yla da görüştüğünüz, özel kalemde 5 dakika bir toplantı
yaptığınız, bunlarda yazıldı. Bir size öncelikle bunu sormuş olayım. Dünkü şeyinizi, ne
görüştünüz, yani Yalçınkaya’yla ne görüştünüz, Birden’le ne görüştünüz. İkincisi de şu
dinleme, izleme olaylarına çünkü sizinde canınız yandı Sayın Önder Sav’ın başına çok nahoş
bir olay geldi. Bunları bir konuşalım istiyorum.
Deniz BAYKAL- İyi ki sordunuz. Bugün bir yayın organının, bilerek söylüyorum Ertuğrul
yayın organıyla gazete ayırımı yapmış. Bir yayın organının manşetinde bir iddia var. Sende
soruyorsun özel kalemde 5 dakika, özel kalemde değil de yanındaki özel bir oda da olabilir.
Özel kalemde de olabilir, Danıştay Başbakanının yanında da olabilir. Yani mekan tasrih
etme.
Murat YETKİN- Ben etmiyorum yazılı olanı size aktarıyorum.
Deniz BAYKAL- Nerede konuştum?
Murat YETKİN- Konuştunuz mu, nerede konuştunuz, ne konuştunuz onu soruyorum.
Deniz BAYKAL- Şimdi şaka bir yana çok açıkça söylemeliyim. Bakınız ne giderken böyle bir
görüşme olacağına dair bir bilgim vardı. Ne o görüşmeye giderken bir karşılaşma söz konusu
oldu. Ne yolda, ne merdivenlerde, ne özel kalemde, ne de oda da. Ne Sayın Danıştay
Başkanı ya sizden önce işte falan kişi vardı, falan diye herhangi bir şekilde bu konuda bilgi
verdi. Ne ben çıkarken bu konuda böyle bir görüşmenin herhangi bir emaresine maruz
kaldım. Arabaya bindim, çıktım gittim. Hiçbir şekilde öyle ziyaretin orada olup olmadığı
hakkında hiçbir bilgim yoktu. Şuanda da yok. Yani oldu diyorsa gazeteler biliyordur oldu
demişlerdir. Benimle herhangi bir biçimde bir rastlantısal karşılaşma, bir selamlaşma dahi
söz konusu olmamıştır. Hiçbir ilişki söz konusu değildir. Böyle bir olay yoktur. Öyle olduğu
halde işte manşette gelindi, gidildi. Yaptığımız ne? Yaptığımız bir her zaman her Danıştay
Başkanına, Anayasa Mahkemesi Başkanına yaptığımız gibi, Yargıtay Başkanına yaptığımız
gibi bir nezaket ziyareti yeni görevlendirmeden sonra. Sayın Haşim Kılıç’a da bunu
yapmıştık. Diğer Yargıtay ve Danıştay Başkanlarına da aynen bunu yapmıştık.
Ayarlayamadık bugüne kadar sarkışı. Bizim işte Şanlıurfa gezimiz vardı, Anadolu’daki
158
çalışmalarımız vardı. Olmadı. Onların toplantıları vardı. Bugün kararlaştırıldı. Ve ben tam bir
safiyet ve masumiyet içinde, sadece bir kutlama ziyareti yapacağımı bilerek gittim. Toplantıya
girerken kapıdan bizi Genel Sekreter aldı. Genel Sekreterde bütün bu şeye tanıktır. Yani
Başkanla görüşmeden önce Danıştay’da arabadan indiğim anda Danıştay Genel Sekreteriyle
yan yana geldik. Beraber gittik, orada oda bulundu. Benimde bir sürü arkadaşım vardı, hep
beraber konuştuk.
Yani hiçbir temas olmadı, hiçbir görüşme yok. Yani bunu özellikle çizmek istiyorum bunun
altını. Bu maalesef hiç doğru olmayan konular etrafında büyük spekülasyonlar,
anlamlandırma. Bu bir çaresizliğin ifadesi. Yani ben kendimi koyuyorum bunu yapanların
yerine. Yani bu kadar tenazil, bu kadar boş, bu kadar gerçeklerden uzak bir temel üzerinde
niye bir siyaset yapıyorsun. Ayıp değil mi? Bizim davamız yok mu, iddiamız yok mu? Yani illa
yalana dayalı olarak mı bir iddia ortaya atacağız? Gerçeği niye savunamıyoruz? Yani ben
çok rahatsız olurum mesela böyle bir iddianın temelinin olmadığını. Özür dilerim, yanlış ben
öyle bildim, çok dikkat etmem lazım, anlıyorum falan derim. Yok böyle bir şey. Yok böyle bir
hikaye. Türkiye’nin her yerine yayılmış. Öyleydi, görüştün mü, konuştun mu, selamlaştın mı,
işaretleştin mi? Ne münasebet? Yani ben gizli bir görüşme yapacağımda, şu mantığa da
dikkatini çekerim. Gizli bir görüşme yapacağımda bunu Danıştay Başkanının odasında,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısıyla buluşarak yapacağım. Yani benim özel, gizli buluşma
mekanım mı Danıştay Başbakanının odası? Ne biçim iş bunlar? Yani abuk sabuk şeyler.
Yani medyamızın bu kesiminin içinde bulunduğu tabloyu hali tür melali, perişanlığı ortaya
koyan bir manzaradır. Bırakalım. Öbür mesele?
Murat YETKİN- Tam dinleme, izleme konularını tartışıyorduk. Deniz bey sizinde başınızdan
nahoş bir olay geçti. Genel Sekreter Önder Sav’ın telefonları artık dinlenmiş mi, not mu
alınmış, kayıt edilmiş mi onu biliyoruz. Ama bir Vakit Gazetesinde yayınlanan şeyler var.
Birde Sayın Paksüt’ün aylardır demek ki nereye gittiğinin kaydı alındığı bugünkü bir yayınla
ortaya çıktı. Ne diyorsunuz bu işlere?
Deniz BAYKAL- Şimdi yani somut olayların her birisini tabi ayrıntılı şekilde incelemek
gerekir. Fakat işin geneline baktığımız zaman Türkiye’de kabul edilemez, vahim bir tablonun
bulunduğu anlaşılıyor. Yani olağanüstü yaygın, kitlesel bir izleme uygulamasının
gerçekleştirildiği görülüyor. 5000 kişi bu işle görevli. Teknoloji değiştirilmiş ve bütün emailleşme, telefon bağlantıları, SMS mesaj bağlantıları, tümü herkes için tespit ediliyor ve
bunlar İstihbarat Daire Başkanlığına, Emniyet Genel Müdürlüğüne intikal ettiriliyor. Bunlar için
önceden bir özel dinleme izni alınmadan bu yapılıyor. Genel bir, tek bir Ankara
Mahkemesinin kararıyla 70 milyonun bütün bu temaslarını izleme hukuku oluştu diyorlar.
Böyle bir uygulama var. Yani böyle başladı bu iş. Ve elde edilen bilgiler Emniyet Genel
Müdürlüğü İstihbarat Dairesine intikal ettiriliyor. İstihbarat Dairesi bunları süzüyor, seçiyor.
Bunların içinde artık her türlü kullanıma elverişli malzeme var. Yani işadamlarının temasları,
yargı organlarındaki insanların ilişkileri, bürokrasideki insanların ilişkileri, devletin önemli
karar alacak gümrükteki, bilmem neredeki falan insanların, siyasetçilerin, gazetecilerin
hedefinizde kim varsa önce bir getirin şunu bir görelim diyebiliyorsunuz. Onun mutlaka
mahkemeye intikal ettirilmesi gerekmiyor. Ama siz onun hakkında her türlü bilgiyi elde
ediyorsunuz. Murat Yetkin kiminle hangi sıklıkla temas kuruyor. Kimlerle sms’leşiyor, kimlerle
bilmem şey yapıyor. Hangi sitelerin...
Murat YETKİN- Ya da haber kaynakları kim?
Deniz BAYKAL- Haber kaynakları kim? Gazeteciler bakımından önemli olan o tabi.
Murat YETKİN- Eminim bunu merak edenler ve bakanlar var.
Deniz BAYKAL- Bütün bunları görüyor. Gördükten sonra bilgileniyor. O bilgiyi mahkemeye
delil olarak sunma ihtiyacı içindeyse gidiyor mahkemeye diyor ki falan kişiyi dinlememiz lazım
159
onun böyle temasları var. Onun için ayrıca karar alıyor. Karar almadığı zamanda şantaja
müsait. Bir insanın özel hayatına müdahale imkanı veren, onu çıplak seyretme imkanı
getiren. Ben bunun için röntgenci devlet mi dedim bu. Ne röntgenliyorsunuz kardeşim
insanları?
Murat YETKİN- Önder Sav’a ne olmuş?
Deniz BAYKAL- Önce bunu bir bitirelim. Bu bu şekliyle bir defa ortaya çıktı ki böyle bir
manzara var. Bu kabul edilemez. Dünyada böyle bir şey olmaz. Hiçbir demokraside olmaz.
Bu Orvel’in 1984 modeli. Bir dünya düzeni. Hayvan çiftliği gibi böyle.
Murat YETKİN- Abiniz sizi seyrediyor.
Deniz BAYKAL- Bu tavukları mavukları seyreder gibi orada herkes her şeyi seyrediyor.
Böyle bir şey olmaz.
Şimdi bununla ilgili bir yargı ihtilafı çıktı. Tabi bunu emniyet bu yetkiyi almış. Bunu alınca
jandarmada müracaat etti. Jandarma dedi ki, benim yetki alanımda, bende aynı şeyi
yapayım. O müracaat etti. Ona da verdiler. Peki öbürüne verdik sana da verelim diye. Adalet
Bakanlığı kıyameti kopardı. Vay bu olamaz, bu nasıl olur. Bunu ancak polis yapar.
Jandarmada yapıversin madem bu yapılabiliyor. Yani polise helal olan jandarmaya haram
mı? Bu ne biçim iş? Bunun üzerine bu konu Adalet Bakanlığının bu çifte standardı. Önemli
olan o. Türkiye’deki adaletin anlayışı. Jandarmaya güvenmiyor, polise güveniyor. Polisi
kullanıyor, bilmem jandarmayı kullanamam belki diye düşünüyor gibi şeyler akla geliyor.
Bunun üzerine Yargıtay Genel Kurulu çok güzel bir karar aldı. Dedi ki, bu yanlıştır, bu olmaz.
Şimdi o karar ortada. Ama bu kararın sonucu şudur; jandarmaya da verilmemeli, polise de
verilmemeli. Şimdi bunun uygulaması yapılamadı henüz onu söylemek istiyorum.
Fikret BİLA- Yargı kararının uygulamaya geçirilmesi lazım.
Deniz BAYKAL- 70 milyonla ne uğraşıyorsun. “Falan yerde bir kaçakçılık olayı var. Ya da
bilmem ne var. Ben şunları izlemek durumundayım..” Eğer durum buysa, bunun için git karar
al haklısın. Onu yap. Ama bu 70 milyon izlenir mi? İçinde siyasetçisi de, iş adamı da var,
gazetecisi de var.
Fikret BİLA- Efendim süremiz bitiyor, bir konu kaldı onu sormak istiyorum. AKP’de bir
danışmanlıktan istifa olayı var Reha Çamuroğlu alevi kimliğiyle bilinen ve Başbakana
danışmanlık yapan bir kişi. AKP’deki alevi açılımına verilen tepkilerden rahatsız olduğunu
söyledi ve istifa etti. Trenden inmedi ama istifa etti. Yani bu alevi açılımına AKP’den gelen
tepki Reha Çamuroğlu’nun istifasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Deniz BAYKAL- Yani bu benim hakkında yorum yapmam uygun olmayacak bir konu. Üzülüyorum.
Yani ben Sayın Reha Çamuroğlu’na, araştırmalarına değer veririm. Onu saygıdeğer bir insan olarak
görürüm. Ama bu kararı almış olmasını ta başından beri yanlış buldum kendi anlayışım doğrultusunda.
Ama herkesin kendi yanlışını yapma hakkı vardır. Yaşarız, görürüz. Şimdi anlaşılıyor ki, kendiside bu
gelinen noktada bir huzursuzluk içindedir, bir tedirginlik içindedir. Bu tedirginliğini bu son
açıklamasıyla ortaya koymuştur. Ama kendi ifadesine göre trenden inmediğini, ancak
kompartımandan çıktığını görüyoruz. Yani kuşetlide. Oradan çıktığı görülüyor. Yani hüzün verici bir
tablo. Keşke hiç böyle şeyler olmasa. Yani bir hayal kırıklığı, bir yanıltma, yanlış umut verme. Hangi
iddialı açılımlar yapmışlardı hatırlayın. Yemekler veriyorlar. Türkiye’yi ayağa kaldırıyorlar. Ne oldu
şimdi? Ne oldu? Ortada hiçbir yok. Siyasi istismar. Her şey aldatmacaya dayalı. Ortaya çıktı kim
söylüyor? Sayın Çamuroğlu’da bu aldatmacayı ifade ediyor. Ama aldatmacanın gereğini henüz yapma
noktasında olmadığı anlaşılıyor. Kompartımandan çıkmakla yetinmiş.
160
GRUP BAŞKANVEKİLLERİ ANADOL, KILIÇDAROĞLU VE
HAKKI SÜHA OKAY'IN AKPM’DE
“AKP MİLLETVEKİLLERİNİN YOL AÇTIĞI SKANDAL”
KONULU BASIN TOPLANTISI
(17 Nisan 2008)
Dün Türk siyasal yaşamının bir utanç tablosu tarihe geçti... Bir AKP Milletvekili Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Sayın Luiz Maria De Puig'i ziyaret ederek
AKP'nin kapatma davasıyla ilgili olarak AKPM'nin bir bildiri yayınlamasını istiyor...
 Yargıya saygı göstermeyip, yargıya müdahaleyi uluslararası kurumlara taşımayı görev
sayan, bundan medet uman bir siyasal anlayış kabul edilemez... Herkes ve özellikle de
AKP milletvekilleri şunu çok iyi bilmelidir ki, Türkiye bir müstemleke devlet değildir...

Bu hareket, AKP ve onun yandaşlarının Türkiye'nin bağımsız bir ülke olduğunun farkında
ve bilincinde olmadıklarını göstermiştir...

CHP Milletvekilleri olarak, kendi yargısına güvenmeyip, bazı uluslararası kuruluşlardan
medet umanlarla aynı parlamento çatısı altında bulunmaktan üzüntü duyuyoruz... Tüccar
siyaset anlayışının Türkiye'yi bu noktaya getirmesi gerçekten de ibret vericidir. Türkiye'yi
pazarlayanlar, Türk siyasetini ve haysiyetini de birilerine pazarlamayı göze almış
durumdalar...

Bazı uluslararası kuruluşları kullanıp, Türk yargısını baskı altına almayı denemek,
birilerinin yanaşması olmayı kabul etmek demektir... CHP bu anlayışı şiddetle
reddetmekte ve kınamaktadır.

Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisinde bulunan Türk Heyetinin Başkanı ve AKP
milletvekili Mevlüt Çavuşoğlu, hangi yetki ve sıfatla, kapatma davası hakkında Avrupa
Komisyonu Parlamenterler Meclisinin bildiri yayınlamasını istiyor. Çavuşoğlu, TBMM'nin
saygınlığına gölge düşürmüş, bunun da ötesinde Türkiye Cumhuriyetinin temel
değerlerine, var oluş gerekçelerine açıkça ihanet etmiştir. Kendisini ve kendisi gibi
düşünenleri açıkça kınıyoruz. Bu bağlamda, TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan'ı, bu
utanç tablosunu gidermesi için göreve davet ediyoruz...

Şimdi geldiğimiz bu aşamada, AKP'nin Mevlüt Çavuşoğlu ile ilgili tutumunu merak
ediyoruz. Şayet AKP bu konuda suskunluğunu korursa, Türkiye'yi ekonomik açıdan
pazarlama yanında Türk yargısını ve Türk siyasal iradesini de pazarlamayı göze almış
demektir.

Luîz Maria De Puig'e sesleniyoruz. "Demokrasiye saygılıysanız, demokrasinin
kurumlarına da saygılı olmalısınız... Kendini bilmezlerin, yetki, görev ve sorumluluklarını
aşarak, Türkiye'yi size gammazlayanların kimliğinde milletvekili yazılabilir. Ama o kişi sizin
ülkenizde de, bizim ülkemizde de gerçek anlamda halkın temsilcisi sayılmaz. Onlar
çıkarları uğruna biat kültürünü yeri geldiğinde demokrasi olarak size pazarlamaya
kalkarlar. Onlara güvenmeyin... Onlar gerçekte demokrasi düşmanlarıdırlar..."
Kemal ANADOL
İzmir Milletvekili
Kemal KILIÇDAROĞLU
İstanbul Milletvekili
Hakkı Süha OKAY
Ankara Milletvekili
161
162
GN. BŞK.YRD. VE KOCAELİ MV. CEVDET SELVİ’NİN 1 MAYIS
KUTLAMALARIYLA İLGİLİ TBMM GENEL KURULU KONUŞMASI
(13 Mayıs 2008)
Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; İstanbul'da 1 Mayıs kutlamalarının Taksim'de
yapılmasını engelleyerek toplantı ve gösteri özgürlüğünü ihlal eden, açıklamalarıyla güvenlik
güçlerini orantısız kuvvet kullanmasına teşvik eden ve bu tutumu ile toplumsal barışı
tehlikeye atarak çatışmalı bir süreç başlatan Başbakan Tayyip Erdoğan hakkında gensoru
açılmasıyla ilgili önerge üzerinde Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına söz almış
bulunuyorum. Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlarım.
Değerli arkadaşlarım, herkesin bildiği gibi, 1 Mayıs, bundan yüz on sekiz yıl önce, bir asrı
aşkın süre önce, Amerika'da sekiz saatlik iş gününü sağlayabilmek için verilen birlikte bir hak
mücadelesi sonucunda ortaya çıkmıştır. 1889 yılında da Paris'te, bir işçi temsilcisinin
önerisiyle, bütün dünyada bu, emek, dayanışma ve mücadele günü olarak kutlanır hâle
gelmiştir ve o mücadelede 7 işçi ölmüştür, öldürülmüştür ve o yıldan bu yana, hangi sistem
ve rejim ve dünya coğrafyasının neresinde olursa olsun tüm ülkeler bunu kutlama ihtiyacını
hissetmiştir; o karanlık günleri, o acı günleri, o çatışma ve kavgayı azaltmak, toplumu daha
da bir arada tutmak gayretini göstermişlerdir. Pek çok ülkede de 1 Mayıs, tüm o insanların, o
topluluğun hepsinin memnuniyetle karşıladığı dayanışma, birlik günü ve bayramı olarak
kutlanır.
İşte, Türkiye'de, her türlü söze, her zaman demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından ve
özellikle uzlaşmadan bahsedilmesine rağmen, başka ülkelerin mutluluk içinde, hoşgörü
içinde birliği sağlayacak şekilde kutladığı 1 Mayıslar ve özellikle hiç bugüne uymamış 2008 1
Mayısı, acı, huzursuzluk, kuşku günü olarak ortaya çıkmıştır.
Aslında, 1977 yılında 1 Mayısta, 500 bini aşkın emekçi, sivil toplum örgütü, sendikalar
katılmış. Orada hiçbir emekçinin, toplanan işçilerin ve örgütlerinin ve kuruluşlarının bir tek
sürtüşmesi ve çatışması olmamıştır. Orada, tüm dünyada olduğu gibi, o günü birlik
beraberlik, bir bayram havası, emeğin önemini ortaya koyabilmek… Elbette, sorunlarını
demokratik çerçeve içerisinde anlatma gayretine çalışan insanların üzerine ateş edilerek,
panzerler önünü keserek, beyaz bir Renault arabadan ateş edip etrafından dolaşarak
öldürülmüştür. O, kanlı, Türkiye tarihinde, işçi sınıfı tarihinde utanç verici kara bir leke olarak
hâlâ durmaktadır. İşte bu olumsuzluğu giderebilmek için, nasıl 7 işçi Amerika'da öldüğü
zaman o meydan ve o 1 Mayıs önem taşımışsa, hiç suçu olmayan, namusluca çalışıp insan
gibi yaşamak, ülkesine, milletine sahip çıkmaktan başka değişik görüş ve düşüncesi olmayan
ve haksız yere öldürülen insanların öldürüldüğü alanda bir çiçek atmak, okuyan duasını
okumak, onu anmak hakkının neden verilmediğini anlamak mümkün değil.
Gösteri ve toplantı temel insan hakları çerçevesi içerisindedir ve ne yazık ki o 2008 1
Mayısının umut veren bir kısmı vardır çünkü 1 Mayıstan önce AKP'li bir milletvekili
arkadaşımız 1 Mayısın tatil olması için kanun teklifi vermiştir, bizim partimizde de
arkadaşlarımız kanun teklifi vermiştir. "Bunlar birleşsin, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de
de bu bayram kutlansın, o 1 Mayıs sendromu, o, ülkedeki huzursuzluk yaratan olay kalksın."
denmiştir ve ne yazık ki işçiler, sendikaları ve konfederasyonu umutlanmışlardır. Çünkü altı
yıldan beri "uzlaşma, demokrasi, özgürlük" sözlerini ağzından bırakmayan Başbakan buna,
hiç olmazsa, altı yıldır işçi sınıfının, emekçilerin yararına ve çıkarına hiçbir şey yapmadığı,
özgürlükleri ve haklarını kullandırmadığını bildikleri için, şu altı yıl sonra, belki böyle bir jest
yapar umuduna sahip olmuşlardır.
"Neden Taksim?" dendiğinde… Elbette Taksim'in özelliği vardır. Bunu kavrayamamak ya
cehaleti ya art niyeti ortaya çıkarır. Elbette, 1 Mayıs Taksim'de önemlidir ve bu umutla
163
bekleyen işçilere, Bakanlar Kurulu toplanmış -dağ fare doğurmuştur- bilinen, yüz asrı geçmiş
olayı tekrar söylemiştir. Ama ne yazık ki akla, zekâya hakaret niteliği taşıyan gerekçelerle
önlenmeye kalkılmıştır. "2 katrilyona mal olur." demiştir. Bunun doğru olmadığı ertesi gün
söylenmiştir. "Efendim, çalışmaya ihtiyacımız var." denmiştir ve provokasyon baskısıyla halk
ve işçiler korkutulmaya çalışılmıştır.
Değerli arkadaşlarım, işçi sağlığı, iş güvenliği, iş kazaları nedeniyle ve meslek hastalıkları
nedeniyle yılda 20 katrilyon kaybeden, o canından olan işçileri, ekonomiye bu yönden, 20
katrilyon zarar verirken dikkate almayan Başbakan, 2 katrilyonun -israf içinde yaşayan AKP
ve Başbakan- hesabını sormaya kalkmıştır. "Çalışmak lazım." demiştir. Son ILO raporunda,
Türkiye'de haftalık çalışma süresi elli iki buçuk saat olarak en fazla çalışan ülkelerin ön
sırasındadır. Bunun bir mantığı yoktur. "Provokasyon olacak…" İnanmak mümkün değildir.
Valiye, Emniyet Müdürüne açıkça baskı yaparak o provokasyonun arkasına sığınıp
korkusundan oraya işçileri, haklarını gasbettiği emekçileri toplamaktan korktuğu için o baskıyı
sürdürmüştür ve bu 1 Mayıs Türkiye için son derece önemli olmuştur.
Yıllardan beri her olanağı elinde bulunduran, Meclis çoğunluğuna sahip olan bir iktidarın
kendine oy verenlere hakaret etmesine, aç bırakmasına rağmen, hâlâ umutla "Belki olumlu
bir noktaya ulaşır." diye sabırla beklemelerine rağmen, ne yazık ki o sonuç alınamamıştır. Bu
1 Mayısın Türkiye'deki gerginliği giderebilmesi için tüm sendikalar, oraya katılmak isteyen
konfederasyon ve sendikalar tarafından her türlü uzlaşma arayışına girilmiştir.
Cumhurbaşkanıyla dahi konuşanlar olmuştur, olumlu karşıladığını söylemişlerdir. Sayın
Başbakanla görüşmüşlerdir. Çalışma Bakanıyla, yok… İçişleri Bakanını bulmak mümkün
değildi. Başbakanla da görüştüklerini söylemişlerdir. Ama "bir saatliğine" denmesine rağmen,
"Provokasyon olacak, İstanbul halkına eziyet olur, burada İstanbullular perişan olur."
demişlerdir. Mantığı olmadı, fakat haklı çıkmışlardır. Çünkü provokasyon olmuştur. Bu
provokasyonu Tayyip Erdoğan kendi korkusu nedeniyle gerçekleştirmiştir. Nasıl
gerçekleştirmiştir? Kamu görevi yapan, yurttaşının güvenliğini sağlayan insanları tahrik etmiş,
İstanbul'u felç etmiş, bütün araçlar durdurulmuş. Sözde, orada 1 Mayıs olsaydı bunun gibi,
bunun kadar ağır olması mümkün değildi.
İki: Bir Başbakan "Provokasyon olacak." diye kamuoyuna emniyet yetkilileriyle, bakanlarıyla
açık seçik söylüyorsa bunun bir zafiyet olduğunu, bunun bir provokasyonu önleyemeyecek
emniyet güçlerine sahip olunduğunu anlamaması mı gerekir? Provokasyon varsa, istihbar
edilmişse önlemleri de elbet alınmalıdır, alınacaktır ve Türk polisi, öyle ufak tefek
provokasyona pabuç bırakmaz ama başında onu yönetecek yetkili, halkı ve polisi
şartlandıracak, devlet sorumluluğu olan bir başbakanı olması lazım. Her olayda gerginlik, her
olayda bir yarış, devletin güçleriyle sendikaları… Kendini taraf olarak görüp sendikaları
mahkûm etmeye, baskı altına almaya kalkmıştır, bütün iyi niyetli olmalarına rağmen.
Uzlaşma istedikleri ve bu 1 Mayısların Türkiye'de de diğer ülkeler gibi hoşgörüyle, acının
kapandığı bir noktaya gelmesi için "bir saatlik" demişlerdir. "Üç koldan değil, tek koldan
gidelim. Provokatif birtakım hareketler varsa bizim de sorumluluğumuz var, bunu önleriz. Tek
pankartla gidelim." "Hayır çünkü orada bir güç gösterisi yapılacaktır." Fakat en önemli nokta
şudur: Bunlar yaşanmış geçilmiştir. İyi ki milletvekillerimiz ordaymış. Her ne kadar Valiyi
arasalar da bulamamışlar. Çünkü görüşme ihtiyacı kalmamıştır. Yakaladığını dövecek,
gazeteciyse kolunu kıracak, kenarda oturmuş bir kızsa tekme atıp geçecek ve orada...
Hepinizin dikkatini çekmek istiyorum, bu güvenlik güçleri bize, bu Türkiye'ye lazım. Güvenlik
güçlerinin de -Sayın Başbakan gibi- toplumda güvensiz bir noktaya düştüğü zaman bu
insanlar kime güvenecek? Ne hakkı var, toplumdan kaçmış, kenarda oturan birisine…
Değerli arkadaşlarım, "Avrupa'da da bunlar oluyor. Dünyanın her yerinde olan bizde de
olacak." demek yeterli değil. Avrupa'da hayvanları eğitiyorlar, atları eğitiyorlar; tekme atmıyor
o toplumdaki insanlara, yan yan kenara itiyor. Atlar tekme atmıyor. Amaç o toplumu
dağıtmak, işkence etmek değil. Ama orada, dağılmış, çaresiz birisine tekme atacak, bu
asırda, insan haklarından bahseden, Avrupa Birliğine gireceğini söyleyen AKP'liler de
164
alkışlayacak… Bu, siyasetin ötesinde. Bu, bir ülke yönetimindeki vicdan meselesidir,
demokrasiyi özümsemek, kavramak meselesidir. Bu, özgürlüklere yaklaşım meselesidir. Ama
bu 1 Mayıs neleri göstermiştir? Bu 1 Mayıs Tayyip Erdoğan'ın ve AKP'nin demokrasiyi
kendine göre yorumlayıp kendi çıkarına kullandığını göstermiştir.
Bu 1 Mayıs, özgürlükleri, kendi ideolojisi, kendi siyasi anlayışına yakın olanlara kullandırdığı,
karşı olanlara kesinlikle bu imkânı tanımadığını göstermiştir. İnsan hakları, kendinden yana
olanlara ekonomik, maddi, manevi, fiziki insan haklarının korunması kendi camiasına aittir,
bu görülmüştür.
Hangi özgürlük vardır Türkiye'de? En ilginç yanı, bir devlet adamı olması gereken
Başbakanın, o oy aldığı insanlara, tahammül edilemeyecek hakaretleridir. Sendikacılara,
sosyal sigortalar ve genel sağlık sigortasında o kazanılmış haklar haksız yere alabildiğine
yok edilirken, çıkmış "Sendikacılar namuslu davranmıyor, yalan söylüyorlar." demiştir oy
veren insanlara. Ertesi gün, sendikalar -elbet siyasi partiler de- medya çarşaf çarşaf yalanını
yazmış; hâlâ daha insanları şaşkına uğratan -bana göre biraz da yüzsüzce- yalan söylediğini
binlerce, milyonlarca insan haykırırken, gayet rahat, o da başkalarını suçlayarak vakit
geçirmeye çalışmıştır. Bu mudur? Telefonlardan bıktık. Tayyip, Sayın Başbakan olduğu için
bizi çok üzüyor, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olduğu için üzüyor. Canı sıkılan telefonu
açıp "Pinokyo Başbakan" diyor. Bunu biz hak etmedik, Türkiye Cumhuriyeti hak etmedi.
Arkadaşlarım, 1 Mayısla uyum sağlamaya çalışan "uzlaşma, uzlaşma" dediği için yanılan, her
türlü olumlu yaklaşımı gösteren sendikalara "Namussuzca…" affedersiniz, "Namuslu
davranmıyorlar." dedi, "Yalan söylüyorlar." dedi. Yalan söyledikleri herhangi bir şey yoktu.
Neden herkesi namussuzlukla suçladığı dikkat gerektirir. Neden kendi söylediği yalanına,
ısrarla üstüne, insanların gözüne baka baka devam edip ısrar etmesini anlamak mümkündür.
Çünkü geleceği muhalefetten daha iyi görmektedir. Çünkü o demokratik haklar kullanılır ise
çiftçisinden işçisine kadar, memurundan emeklisine kadar, perişan olmuş esnafına kadar tüm
emeğiyle geçinenler elbet toplanacak, altı yılın sabrını, altı yılın fedakârlığını soracak. O
korkudan polisi kullanmıştır. Valiye suç işletmiştir, yasalarımıza göre ve hastaneye bomba
atılmış… Balık baştan kokar. Hastaneye biber gazı… Küçücük çocuk… Ne istediniz? Orada
da, belinden düşmüş. Yukarıda o kadar büyük yalanlar, daha doğrusu, yanlış, saptırma,
kamufle, açık seçik gerçek dışı sözler söylenirse, hele onların arkasında "Vur bunlara, korkut
bunları bir daha toplanamasın, bize şikâyet gelmesin." diye baskı yapılırsa o memurlar da
elbet yalan söyler. Televizyonlar hepsini gösterdi ve burada nasıl devlet kademelerinde
örgütlenmiş, orayı kuşatmış ve kuşattıkça baskılarını arttırmışsa, işine gelmeyen düşünür ve
yazarları işinden attırıp hoşuna gitmeyenleri sabaha karşı içeriye aldırma alışkanlığını
sürdürmüşse 1 Mayısta da aynı şeyi yapmıştır.
Bakın, bundan sonra, dikkat edin, Türkiye'de şu olaydan sonra hiçbir vatandaş huzurlu
olamaz. Neden olamaz? Yani sizin, bir iktidar oldunuz diye, halkın parasıyla halkın
güvenliğini sağlamak durumunda olanları benim işime gelmiyor diye diğerlerine saldırmaya
hakkınız var mı? Bunlar kamu görevlisi değil mi? Tayyip Erdoğan'ın tayfası ve takımı mı?
Niye söyledim bunları? O polisi tanımak mümkün değildi. Yüzlerinde maske, ne miğferlerinde
ne kollarında, polis olduğunu kanıtlayacak, iyi bir şey yapmışsa taltif edilecek, kötü bir şey
yapmışsa suçunun cezası verilecek polisi bulmak mümkün değildir. Yarın öbür gün, birbirini
tanımayan polis, vatandaşını tanımayan, mutlak onu hırsla, kinle yaralamaya, hatta
öldürmeye dönük saldırıların içerisine başkaları girerse ne olur? Sayın Başbakan, işçileri
böldü bu olayla. Gelin, benim dediğim gibi, benden yana olanlar burada miting yapsın. Son
derece sağlıklı olan Sıhhiye'de bile rahat verilmedi, orada cümbüş yapıldı ve AKP'li
milletvekilleri, grup başkan vekilleri orada ve 1 Mayıs bu değildi, ayrımsız herkesin bir araya
gelmesiydi. Her yerde olduğu gibi, işçiyi, sendikayı da böldü, bölmek için gayret sarf etti.
165
Değerli arkadaşlarım, bu iş artık dikiş tutmaz. Korku dağları sarmış. O, demokrasiyi ve diğer
konuları kendi çıkarına göre bu toplumda yeni huzursuzluk, yeni çatışmalar yaratacak
sorumsuzluğu daha da sürecektir. Türkiye'yi dolaştı, halkı tahrik etmeye çalıştı. Söylediği
neydi? Söylediği, şu kritik noktada: Üç çocuk yapın… Kabahat CHP'de. Yahu, Türkiye batıyor
Allah'tan korkun.
Repertuarında hiçbir şeyi yok, kendi bir malzemesi yok, Avrupa Birliğinin komiserleriyle
girmiş kol kola, onlar da papağan gibi, iş yaptıklarını sanıyorlar. "Sağır Sultan duydu." demiş.
Avrupa'da da hep bu deyim kullanılır, -atasözüyse- bu atasözü kullanılır ya. Yazık ettiniz
adamlara. Onların da kapasitesi belliymiş! Türkiye'yi mi almak istiyorlar veya almayacaklar
ama Türkiye'yi mi baz alıyorlar, AKP'yi ve onların yakınlarını mı oraya eş, dost, ahbap diye
almak istiyorlar, anlamak mümkün değildir.
Değerli dostlarım, Türkiye'nin geleceği için, insanların mutluluğu için, şöyle veya böyle elinize
imkân geçti diye bu ülkenin sahiplerini, bu ülkenin geleceğini düşünenleri totaliter bir rejime
sürüklemeye hakkınız yok. Faşizan bir yaklaşımla, keyfî bir tutumla Türkiye'yi birbirine
sokmaya hakkınız yok, başarılı olma şansınız da yok.
Şöyle bir vicdanınızla düşünün, yağmaları düşünün, polisin saldırılarını düşünün. Elinde
sopalar… Sen çıkacaksın demokrasi, özgürlükten bahsedeceksin. Bu neyin denemesiydi?
Elimde belgeler var, çıkarmak istemiyorum: "AKP kendi ordusunu kuruyor."
166
GRUP BŞK. VEKİLİ KILIÇDAROĞLU’NUN
SABAH-ATV SATIŞI İLE İLGİLİ VERİLEN
GENSORU ÜZERİNDE KONUŞMASI
(20 Mayıs 2008)
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sanıyorum bu kürsüye gelen ve yolsuzluk konusunu
işleyen her AKP milletvekili arkadaşım, bürokrat, siyasetçi ve iş adamı arasındaki bağlantıları
defalarca dile getirmiştir. Bugün bu kürsüde bürokratın, siyasetçinin ve iş adamının nasıl iki
kamu bankasını hortumladığını göreceğiz.
Değerli arkadaşlar, konuşmaya başlamadan önce, acaba Sayın Başbakanın görevleri nedir
diye Başbakanlık yasasına bakma ihtiyacı duydum. Çünkü bu Parlamentoda Türkiye
Cumhuriyeti'nde kim hangi görevde bulunuyor ise yasalarla tanımlanmış görevleri vardır ve
yetkileri vardır. Sayın Cumhurbaşkanının, Sayın Başbakanın, bakanların, genel müdürlerin,
müsteşarların hatta milletvekillerinin görevleri yasalarla tanımlanmıştır. Ben düşündüm,
acaba Sayın Başbakanın görevleri arasında, örneğin ihalelere müdahale etmek gibi, ihale
öncesi iş adamlarıyla görüşmek gibi bir yetkisi, bir görevi var mı, yok mu diye. Baktım böyle
bir görevi yok. Nitekim böyle bir görevi olmadığı içindir ki, geçmişte Başbakanlık yapan
birisinin yine medyayla ilgili bir olayda ihale öncesi görüşmeler yaptığı için yine bu Mecliste
AKP'li milletvekili arkadaşların da oylarıyla Yüce Divana gönderilmişti.
Şimdi, değerli arkadaşlar, Anayasamız diyor ki: "Hiçbir kişiye, kuruma, zümreye, sınıfa
imtiyaz tanınamaz." Peki, acaba Sayın Başbakana, Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a tanınmış
bir özel imtiyaz var mı ki ihale öncesi ihale sürecine müdahale etsin? Son derece ağır bir
suçlama. Diyeceksiniz ki: "Siz bunu kanıtlayabilir misiniz?" Evet kanıtlayabiliriz.
Ben size bir örnek vereceğim değerli arkadaşlar. Haydarpaşa Projesi'ni biliyorsunuz.
Haydarpaşa Projesi'nde mimari projeleri çizen, uluslararası üne sahip bir Türk mühendisle,
mimarla yapılan röportaj var, o röportajda bu arkadaşa sorulan soru şu: "Haydarpaşa
Projesi'ne siz nasıl dâhil oldunuz?" Verdiği yanıt şu: "Haydarpaşa Projesi ilk defa 2005 yılının
başında Çalık grubu tarafından bana getirildi." Bakın ortada bir şey yok, görüşme yok, yasa
dahi çıkmamış ama 2005 yılının ortalarında Çalık grubu bir ihaleyi bu uluslararası mimara
gönderiyor. Ahmet Çalık aynen şunu söylüyor: "Öyle büyük bir alanda çalışabileyim ki, çok
fonksiyonlu bir kentsel dönüşüm projesi yapabileyim." Diyebilirsiniz ki, olabilir, bir iş adamıdır,
bir proje çizebilir; hiç itiraz etmeyiz, olabilir ama arkası var. Soruyor gazeteci arkadaş:
"Haydarpaşa Projesi'nin Hükümet yetkililerine sunumunda ve sonrasında neler yaşandı?"
Hükümete sunuyor bakın. "Çalık Holding Hükümete farklı proje alternatifleri sundu." diyor.
"Benimle ve bir de Fransız mimarla anlaştı. İki projeyi devlet yetkililerine sunduk." Kime
sunmuş biliyor musunuz arkadaşlar? "Benim de katıldığım bu toplantıda Başbakan,
Ulaştırma Bakanı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı bulundu." Kim söylüyor bunu?
Çalık Holdinge proje çizen mimar söylüyor, bir dergiye verdiği röportajda söylüyor bunu.
Kendisine soruyorlar. Kendisinin projesi beğeniliyor. "Ne kadar sürede yaparsınız?" "Biz bu
araziyi altı ayda boşaltırız." Kim söylüyor bunu? Sayın Başbakan söylüyor ve burada
Haydarpaşa'yla ilgili bir gece yarısı bir önerge yasaların arasından geçirildi ve biz itiraz ettik,
geçti.
Şimdi, değerli arkadaşlar, bir başbakanın ihalelere müdahale etme süreci ve yetkisi nereden
kaynaklanıyor? Sayın Başbakan, kim ne söylerse, bilse ki kendi aleyhinedir, derhâl dava açar
ve yalanlama gönderir. Bu olayda bir tek yalanlama, bir tek dava açma süreci yaşanmamıştır
ve değerli arkadaşlar, eğer bir ülkenin Başbakanı bunu yapıyorsa, önce o Başbakanı iktidar
167
grubunun kendi vicdanında sorgulaması lazımdır; Sayın Başbakan sizin böyle bir yetkiniz
yoktur, ihalelere bu kadar müdahale etme yetkiniz de yoktur demeniz lazım.
Sadece bu mu? Hayır. Sayın Başbakan ile Çalık grubunun bizim bilmediğimiz, şu ana kadar
da keşfedemediğimiz özel ilişkileri var. Haydi damadı anladık, hısımlık, akrabalık var,
CEO'sudur o şirkette. Damat bir yerde çalışabilir ama çalıştı diye o şirkete özel ayrıcalıklar
demokrasilerde sağlanamaz. Özel ayrıcalık sağladığınız andan itibaren orada "dur" dememiz
lazım. Nasıl dur diyeceğiz? Sayın Başbakan, sen Samsun-Ceyhan petrol boru hattını ihalesiz
Çalık grubuna veremezsin dememiz lazım, buna yetkiniz yoktur dememiz lazım.
Veriyorsunuz, ihalesiz veriyorsunuz.
Başka? Bakın, Ofer ve Kuşadası olayını hatırlarsınız. Kuşadası'yla Sayın Mehmet Kutman ne
demişti televizyon ekranlarında: "Yönetmelikle değiştiremediğimiz şeyde kanun çıkarırız." Ve
kanun çıkardı! Kimin sayesinde çıkardı? Mehmet Kutman'ın talimatıyla Hükûmet çıkardı.
Bana söyler misiniz değerli arkadaşlar: Bir hükûmet nasıl olur da bir iş adamının taşeronu
konumuna gelebilir? Böyle bir şeye Parlamento nasıl izin verebilir? Buna müdahale etmek,
buna vicdani olarak müdahale etmek bizim görevimiz değil mi?
Bakın değerli arkadaşlar, bir belge daha göstereceğim size. Sayın Enerji Tabii Kaynaklar
Bakanının belgesi. Sayın Bakan… Tabii sadece Başbakan ayrıcalık tanısa, diyeceğiz ki,
haydi Sayın Başbakanın özel bir ilgisi var. Merak ediyorum, Sayın Enerji Bakanının ne ilgisi
var? Sayın Enerji Bakanı gidiyor, İsrail'de Çalık grubuna ihalesiz iş verilsin diye kulis yapıyor.
Şunu kabul ederim: Bir bakan Türkiye Cumhuriyeti iş adamlarına iş verilsin diye kulis
yapabilir, hiçbir itirazımız yok. Ama, sadece ve sadece "Çalık grubuna iş verin." derse, orada
"bir dakika" dememiz lazım… Bakın, "gizli" kayıtlı Dışişleri Bakanlığının yazısı. Buraya da
yansıdı bu, buraya da yansıdı.
Geliyorum başka bir şeye: Çalık grubu o kadar ilginç bir grup ki değerli arkadaşlar, sadece
bakanlar çalışmıyor, Hükümet çalışmıyor, yerel yönetimler de Çalık grubuna çalışıyor. Size
onlarca iş söyleyebilirim. Yüksek Planlama Kurulunun kararıyla iş verildiğini de söyleyebilirim
ama vaktim yok. Nasıl oluyor da bütün bunların hepsi yapılıyor?
Bakın değerli arkadaşlar, Çalık grubu öyle bir grup ki devletten bürokrat alabiliyor. Ne
zaman? Çalık ile Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı arasında gizli sözleşme yapıldıktan
sonra. Bir süre sonra o genel müdür ayrılıp, Çalık grubuna geçiyor. Ortada yasa var
biliyorsunuz, yasak bu. Bakın, hâlâ bakanlık bu bürokrata sahip çıkıyor, hâlâ bakın sahip
çıkıyor. Bitmiş artık. Çalık grubuna, sadece yöneticisi değil, aynı zamanda ortağı olarak
geçiyor oraya.
Sadece o mu? Çalık grubunda çalışan bazı bürokratlar da devletin önemli yerlerine genel
müdür olarak atanıyorlar. BOTAŞ'a…
Bana söyler misiniz, siyasi iktidarla bu kadar içli dışlı olan bir iş adamına, siz, kalkıp da,
bankaları hortumlarcasına, 750 milyon dolar parayı gözünüzü kırpmadan nasıl
verebiliyorsunuz? Hangi gerekçeyle verebiliyorsunuz? Hangi ahlaki gerekçeler var bunun
arkasında? Bana söylemeniz lazım, millete söylemeniz lazım. Nasıl oluyor da bu
hortumlamalara biz müdahale ediyoruz, sizin de müdahale etmeniz lazım.
Değerli arkadaşlar, bakın sadece para bulmak yetmiyor Çalık grubuna, bir de yurt dışından
para bulmak için uğraşıyorsunuz. Nasıl? Katar'a gidiliyor. Nasıl gidiliyor? Katar katar Katar'a
gidiliyor. Olur mu arkadaşlar bu? Cumhurbaşkanı, başbakanlar, bakanlar ne için gidiyorlar?
Çalık grubuna kredi bulacağız diye.
168
Allah aşkına söyler misiniz? Bu para nereden geldi biliyor musunuz? Paranın verildiği,
Katar'dan gelen paranın verildiği adresini de biliyor musunuz? Bir posta kutusu. Arzu eden
Ticaret
Sicili Gazetesi'ne baksın arkadaşlar. Peki, bana söyler misiniz değerli arkadaşlar, bu kişi
kim? Firma göndermiyor parayı, bakın, bir şahıs gönderiyor.
Bir şahıs gönderiyor, 1976 Suudi Arabistan doğumlu, baba adı Ahmad, anne adı Zeynep,
Türkiye'de herhangi bir aracı, taşınmazı söz konusu değil, sadece vergi dairesinde numarası
var, Ahmad Mohd Ayal Sayed diye bir yurttaş. Nasıl oluyor da Türkiye'nin en büyük medya
devine ortak olan bir kişinin kimliği bu kadar gizli kalabiliyor? Bu para kimin? Katar'ın ve
Dubai'nin kara para aklama merkezi olduğunu bütün dünya biliyor. Kimin bu Katar'dan gelen
para? Asıl sorgulanması gereken alanlardan birisi de bu değil mi değerli arkadaşlar?
Arkadaşlar, şunu bütün samimiyetimle ve içtenliğimle söylüyorum: Hükümet bunu AKP
Grubundan cesaret aldığı için yapıyor. "Nasıl olsa benim 340 tane kurşun askerim var, ne
yaparsam el kaldırırlar." diyor. (CHP sıralarından alkışlar)
Sizden istirham ediyorum: Banka hortumlamasının bu kadar açıkça ve bu kadar cüretkâr
yapıldığı bir tek ortam mevcut. Buna "hayır" deyin, o zaman size "ak parti" diyelim.
Teşekkür ediyorum.
169
170
CHP GRUP BAŞKANVEKİLLERİ
HAKKI SÜHA OKAY VE KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN
“PARTİ HESAPLARI KONUSUNDA ANAYASA MAHKEMESİ
KARARI” BASIN AÇIKLAMASI
(28 HAZİRAN 2008)
Hakkı Süha OKAY- Değerli arkadaşlarım, günaydın. Bugün Anayasa Mahkemesinin kısa açıklaması
nedeniyle Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekilleri olarak bu konuda sizlerle hem bir sohbet,
hem de kimi açıklamalarda bulunacağız. Onun için bu basın toplantısını düzenledik.
Değerli arkadaşlarım, sizlerinde bildiği üzere, özellikle son günlerde Cumhuriyet Halk
Partisine yönelik kimi dinci, gerici, tetikçi medyanın da ateşlediği ve Cumhuriyet Halk
Partisinde sanki bir mali yolsuzluk varmış gibicesine büyük bir gayret ve çaba görüntüsü
medyada yer aldı ve özellikle bu Kanaltürk televizyonuyla ilgili olarak yer aldı. Ve de Anayasa
Mahkemesinde bir inceleme süreci anayasadan kaynaklanan mali denetim sürecini her siyasi
parti geçirdiği gibi Cumhuriyet Halk Partisi de geçirdi. Tabi bu Kanaltürk’le ilintili olarak
yapılan kimi yayınların sonucunda bu yayınları yapan kimi organların beklediği sonucu
bulamaması nedeniyle bu kez Anayasa Mahkemesinin kısa açıklamasında bugünkü
medyada yer aldığı üzere Cumhuriyet Halk Partisinde birileri sanki bir yolsuzluk yapıldığı
intibanı veren manşetler attı. Tabi bu manşetlerin yanı sıra dünde kimi siyasi parti yetkilileri
basına açıklamada bulundular ve de şunu ifade ettiler. Efendim bu görünen yüzü. Oysa
birazda sonrada ifade edeceğim. Geçmişte de her siyasi partide bu tür incelemeler yapılmış
ve bu incelemeler karşılığında kimi zaman parti gelirleri irat kaydedilmiş. Ancak işin dikkat
çekici yanı şu idi; Cumhuriyet Halk Partisine yönelik olarak yapılan bu inceleme sadece bir
yılı değil, geçmiş 8 yılı kapsayan bir incelemeydi. Bütün defter ve belgeleri tek tek incelendi
ve Cumhuriyet Halk Partisi kendi parti içi demokrasi anlayışı, şeffaflık anlayışı gereği
Anayasa Mahkemesinin denetimine tüm belgelerini açtı ve istenen tüm belgeleri de verdi. Ve
dikkate calip olan bir hususta Anayasa Mahkemesi bu konuda yardım istediği Sayıştay
uzmanlarına teslim edilen bu belgeler akabinde derhal medyada da yer aldı. Hani Türkiye’de
kimi konuşmaların, kimi belgelerin bazı özel medya kuruluşlarına servis edildiği gibi burada
da aynı servisi hep birlikte yaşadık.
Değerli arkadaşlarım, aslında bunu birazda farklı sunarak Cumhuriyet Halk Partisinde yeni
tartışmalar yaratmak isteyen kimi siyasi yetkililer bugünde gördüğüm kimi bilim adamı diye
adlandırılan kişiler kimi medyada bu konuda Cumhuriyet Halk Partisine çok haksız bir
eleştiride bulundu.
Değerli arkadaşlarım, anayasamızın 69. maddesi çok açık bir şekilde şunu ifade ediyor.
Siyasi partilerin gelir ve giderlerinin amaçlarına uygun olması gereklidir. Cumhuriyet Halk
Partisinin bu yönde hiçbir çekincesi yoktur. Cumhuriyet Halk Partisinin yapmış olduğu tüm
harcamalar parti faaliyetleri içindir ve harcamalarla ilgili gerek Anayasa Mahkemesinin bu
konudaki inceleme yapan uzmanlarının yorum farkı, gerekse Anayasa Mahkemesinin
geçmişten bu yana olan ilke kararları nedeniyle bir miktar paranın hazineye gelir kaydı
yönünde bir karar, kısa açıklaması yer almıştır.
Şimdi bu kısa açıklamayı okuyunca bunun satır aralarını çözmeye çalıştık ve Anayasa
Mahkemesinde görev yapan uzmanlar Cumhuriyet Halk Partisinden hangi belgeleri istedi,
hangi belgelerde tereddüt oldu ve bu tereddütlerden kaynaklanan miktarlar ne idi? Zaten
sizlerde de olan bu kısa açıklamada örneğin 98 yılı hesabına baktığımızda 35 milyar lira için
resmi belge niteliğindeki posta işletmesi alındıları üzerinde tahrifat yaparak partiyi zarara
171
uğratan sorumlular
bulunmasına.
hakkında Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığına
suç duyurusunda
Değerli arkadaşlarım, Cumhuriyet Halk Partisi bunun gereğini yapmıştır ve bu konuda
Ankara 14. Asliye Ceza Mahkemesinde 99/657 esas sayıda ve 2000’e 1730 karar sayıyla
mahkeme hüküm tesis etmiştir. Ve de bu yargılama 4616 sayılı yasa gereğince kesin hükme
bağlanması ertelenmiştir hatırlarsınız Rahşan affı nedeniyle. Peki bu sorumlular hakkında
Cumhuriyet Halk Partisi gereğini yapmış mıdır? Cumhuriyet Halk Partisi yine gereğini
yapmıştır. Haklarında dava açmıştır. Ankara 8. İş Mahkemesinde dava açmıştır. Peki bu
tahsilat için çaba göstermiş midir? Ankara 32. İcra Müdürlüğünde icra takibi de yapmıştır.
Ama bu sahteciliği yapan personelden bu paranın tahsilinde zorluk çıkmıştır. Çünkü rakam
yüksektir para tahsil edilememiştir. Söylemek istediğim şu; Anayasa Mahkemesi
uzmanlarının örneğin 98 yılı için söylediklerinin tamamı yargı kararlarıyla çözülmüş, gereği
Cumhuriyet Halk Partisi tarafından yapılmıştır.
Bir başka husus; 2004 – 2005 ve 2006 yılı hesapları. Burada da kimi ödemelerin kabule
uygun olmadığı ifade edilmiştir. Bu ödemelere baktığımızda, nedir bu ödemeler diye
baktığımızda ve bizim parti yetkililerinin bu ödeme belgeleriyle ilgili incelemede talebe
taşıdıkları evraklara baktığımızda Cumhuriyet Halk Partisinde görev yapan personelin iş akdi
sona erdikten sona yeniden onlarla sözleşme yapılmasıdır. Ve hizmet sözleşmesi yapılmış,
ayrıca gelir vergisi de ödenmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesinin değerlendirmesi şu; diyor ki
bununla ilgili ya serbest meslek kazanç makbuzu alacaktınız veyahutta yeniden bordroya
alacaktınız. Yani bir hizmet verilmiş, bu personel burada çalışıyor ve personelin emeği
karşılığı bir ödeme yapılıyor. Hani biraz evvel size okuduğum Anayasanın 69. maddesi var
ya, gider amaca uygun mu? Gider amaca uygun. Çünkü o personel bu hizmeti vermiş.
Burada hizmet veren personele ödenen para nedeniyle kardeşim bu usulsüz harcama.
Bir başka şey; Cumhuriyet Halk Partisi adına görev yapan parti yetkilileri gerek uçak bileti,
gerekse kaldığı mekan, otel için yapmış olduğu faturalarda. Kendi adına yazdırmış, adres
CHP Genel Merkezi yazmış. Hayır CHP Genel Merkezi denilecekti. Şahıs adına fatura
tanzim edilmiştir. Onun için usulsüz harcamadır gibi kalemlerden oluşmuştur.
Değerli arkadaşlarım ayrıca, yine biraz evvel ifade ettiğim kimi Cumhuriyet Halk Partisi
personeline emekli olurken emekli ikramiyesi yanısıra ihbar tazminatı da ödenmiştir. Bu ihbar
tazminatının ödenmesini de Anayasa Mahkemesi geçmişteki ilke kararları doğrultusunda
usule uygun bulmamıştır. Tabi bunları sürdürebiliriz bu örnekleri. Ancak bir bardak suda
kıyamet koparılmak istenip Cumhuriyet Halk Partisini de kimi yolsuzluklar içerisine
bulaştırmak isteyenler olabilir. Bu da çok doğaldır. Çünkü Türkiye’nin gündemini değiştirmek
isteyenlerde var. Türkiye’nin gündeminde diğer siyasi partilerle ilgili kimi tartışmalar olurken
birilerinin Cumhuriyet Halk Partisinde gündeme getirip tartışmak arzuları da var. Bunları
doğal karşılayabiliriz. Ama dün basına açıklama yapan kimi siyasi parti yetkililerinin hiç kendi
geçmişlerine, özellikle Anayasa Mahkemesinin mali denetimiyle ilgili hiç kendi geçmişlerine
bakmaksızın ulu orta, kontrolsüz söyledikleri sözleri de hayret ve ibretle izledik. Tabi bunlar
Türkiye’nin gündeminde vardı ama insanlar bazı şeyleri çok çabuk unutuyor.
Değerli arkadaşlarım, Anayasa Mahkemesinin 2004/19, 2005/24 sayılı kararı. Karar günü
1.12.2005. muhatap parti Adalet ve Kalkınma Partisi. İrat kaydedilen rakam 3 trilyon 304
milyar lira. Yine Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkanvekili de bu konuda bir açıklama
yaptığı için onunla ilintili olan bir karardan bahsedeceğim. Bu kararda gene Anayasa
Mahkemesinin kararı. 22.10.2003 – 2001 yılı kesin hesabının incelenmesinde 88 milyar, 300
milyar. Bu da Milliyetçi Hareket Partisinin. Sadece AKP veya MHP değil geçmişte birçok
partinin bu konuda mali denetimi oldu ve mali denetiminde Anayasa Mahkemesince kimi
giderler kabul edilmediği için belirli rakamlar irat kabul edildi.
172
Şimdi buradan hareketle Cumhuriyet Halk Partisini töhmet altına sokmak isteyenler,
Cumhuriyet Halk Partisini zorlayarak, yolsuzluklara bulaşık bir parti görüntüsü vermek
isteyenler bilmelidir ki, Cumhuriyet Halk Partisinde hiçbir kişinin kursağından geçen bir tek
kuruş haram lokma yoktur. Ve devam ediyorum, bu sadece şekil, usul veya yorum farkından
kaynaklanmıştır. Ayrıca şunun da bilinmesini isterim ki, böyle iddialarla Cumhuriyet Halk
Partisine çamur atma hevesinde olanların bu hevesleri, bu istekleri kursaklarında kalacaktır.
Değerli arkadaşlarım, Cumhuriyet Halk Partisiyle uğraşarak, Cumhuriyet Halk Partisini zor
durumunda bırakacaklarını sananlar önce kendilerine bakacaklar. Önce kendi geçmişlerine
bakacaklar ve acaba benim geçmişimde ne vardı diyecekler. Bunun Türkiye’nin içinde
yaşanan yolsuzlukların ayyuka çıktığı, hat safhaya ulaştığı, dokunulmazlıklarının
kaldırılmasından korkanlar veyahutta yolsuzlukları ve dokunulmazlık dosyalarını Türkiye
gündeminden düşürtmek için Türkiye’deki sistemi zorlayanlar, bu sistemden sonuç
alınamayacağı endişesini taşıdıklarından Türkiye’de yeni af söylentilerini ortaya çıkaranlar
önce bir kendi geçmişlerine bakacaklar. Cumhuriyet Halk Partisiyle uğraşmak yerine herkes
kendi geçmişsinin, kendi kirli, karanlık geçmişinin hesabını nasıl vereceğini düşünsün
diyorum.
Bu konudaki açıklamalarımı burada noktalıyorum. Zannederim Sayın Kılıçdaroğlu’da sizlere
bu konuda düşüncelerini ifade edecek. Teşekkür ediyorum.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Değerli basın mensupları, aslında ben dün düşüncelerimi kısmen
aktarmıştım. Biz Anayasa Mahkemesinin kararlarına saygılıyız. Bir hukuk devleti varsa
Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamak durumundayız.
Ancak Anayasa Mahkemesi kararlarının ayrıntıları konusunda pek fazla bilgimiz yoktu.
Bugün o bilgilerin önemli bir kısmına ulaştık. Sayın Okay bunları anlattı. Yapılan harcamalar.
Ama bu harcamaların bazıları Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmemiş ve harcama
bedelleri hazineye irat kaydedilmiş. Bu sadece CHP’ye özgü bir olay değil, biz çok uzun bir
denetim süreci içerisinde 930 milyar liralık bir rakam hazineye gelir kaydediliyor ama AKP’nin
daha kısa bir dönemi için 3 trilyonluk bir hazineye kaydedilen gelirin olduğunu da biliyoruz.
Bu MHP içinde geçerli bir olay.
Bütün mesele şu değerli basın mensupları. Anayasa Mahkemesinin bu tür kararları ortaya
çıktıkça her siyasal parti ondan ders alıyor. Dolayısıyla bir daha o tür yanlışlıklar yapmamaya
kalkıyor. Az önce Sayın Okay’ın söylediği gibi parti yetkilileri görevlendiriliyor. Bunlar değişik
illere gidiyorlar. E fatura alacaklar kendi adlarına alıyorlar. Adlarına alıp burada ödendiği
zamanda örneğin Anayasa Mahkemesi bunları kabul etmiyor. Bunun yanında partide çalışan
çok sayıda sigortalı işçiler var. Diyelim ki bunların bir ya sigorta primleri geciktiği zaman
gecikme zamlarını Anayasa Mahkemesi kabul etmiyor. Dava açıldığı zaman mahkeme
masraflarını Anayasa Mahkemesi kabul etmiyor. Az önce ifadede de ihbar tazminatı ödenmiş
işçilere. Emekli olanlara ihbar tazminatı ödendiği için bu ödenmez diyor. Bunları ben siyasi
partinin amacı olarak kabul etmiyorum diyor. Kabul etmiyor. Ama yapılan harcamaların hepsi
belli. Kimlere yapıldığı belli, nasıl yapıldığı belli. Ama Anayasa Mahkemesi kendi
penceresinden bu harcamaların bazılarını siyasi partiler açısından uygun görmüyor.
Dolayısıyla biz medyanın daha sağduyulu davranıp olayı daha sağlıklı irdeleyip haber ve
yorum yapacağını düşünüyorduk doğrusunu isterseniz. O çerçevede, yani ortada bir yargı
kararı varsa o karara herkes uyacaktır diye bir açıklama yapmıştım. Ama bugün bazı
gazetelere bakınca sanki böyle CHP’de önemli yolsuzluklar varmışta hiç kimsenin haberi
yokmuş gibi böyle pek çok kişileri bir araya getirip, konuşturup, onlardan yorum almak vs.
falan. Bu doğru değil. Eğer bazıları kendi yolsuzluklarına meşruiyet kazandırmak için
Anayasa Mahkemesinin bu kararını kullanmak istiyorlarsa hemen belirtelim yanılıyorlar.
Çünkü burada herhangi bir kişiye sağlanmış özel bir çıkar yoktur. Ama birilerine bu ülkede
siyasal gücü kullanarak özel çıkarlar sağlandığını gayet iyi biliyoruz. Bunların içinde bakanlar
173
var. Bunların için belediye başkanları var. Bunların içinde milletvekilleri var. Bunların içinde
siyasal partinin, iktidardaki siyasal partinin yandaşları var. Bütün bunların hepsini biliyoruz.
Onların hesabını veremeyenlerin CHP’den bunun hesabını sormaları için önce onların
hesabını vermesi lazım.
Bakın biz, duyarlığımızı gösteriyoruz ve hemen basın toplantısı yapıyoruz. Bu konudaki
duyarlığımızı sizlerle paylaşıyoruz. Çünkü biz yolsuzluklar konusunda duyarlılığa sahip olan
ve konuda tarihsel kimliği, kültürü olan bir siyasal partiyiz. Biz isteriz ki, diğer siyasal
partilerde aynı duyarlıkları göstersinler. Adalet ve Kalkınma Partisinin 3 trilyonu aşan bir
rakamı hazineye gelir kaydedilirken niçin acaba o gazeteler manşetlere taşımadılar bunu? Bir
engel mi vardı? Ama bakın biz çıkıp onlar bu konuda yolsuzluk yaptılar diye söylemedik.
Neden? Ki o zaman biz denetlenmemiştik daha. Şunun için söylemedik. Çünkü siyasal
partiler için alınan kararlar Anayasa Mahkemesi tarafından veriliyor, tartışmasız veriliyor,
itirazı sözkonusu değil. Kendi ilke kararlarına uyulmayabilir. Harcamalar yapılmıştır.
Dolayısıyla o çerçevede belli ödemeler yapılmıştır. Biz Kanaltürk dolayısıyla ne kadar
suçlandık. Ne kadar ağır suçlandık. Peki ne oldu? Günlerce manşet atıp CHP’yi konuda
suçlayanlar Anayasa Mahkemesi kararından sonra acaba kısmen de olsa Cumhuriyet Halk
Partisinden özür dileme erdemini gösterecek mi bu arkadaşlar? Bu gazeteler başlık atıp,
köşe yazarları veya başyazarları veya gazetenin birinci sayfasından küçük bir ibare olarak
CHP’ye verdiğimiz haksızlık, yaptığımız haksızlık için özür diliyoruz erdemini gösterecekler
mi?
Şimdi geldiğimiz noktada Cumhuriyet Halk Partisi geçmişinde olduğu gibi bugünde halkına,
yurttaşlarına, basın mensuplarına, üniversitelere, bu konuda ilgi duyan bütün taraflara, sivil
toplum kuruluşlarına, hem hesaplarını açmak, hem hesap vermek gibi sorumluluğu her
zaman üstlenmiştir. Bundan hiçbir zaman çekinmedik.
Değerli basın mensupları, bu vesileyle bir şeyi bilginize sunmak isterim. Yapılan denetimler
sonucu hazırlanan rapor CHP’ye gönderilmiyor, diğer siyasal partilere gönderildi mi,
gönderilmedi mi bilmiyoruz. Dolayısıyla bu rapor konusunda şu sorulması lazımdı. Siz bu
rapora ne diyorsunuz? Ve bizimde buna yanıt vermemiz lazımdı. Örneğin 98 yılında efendim
işte bu konuda suç duyurusunda bulunan biziz, dava açan biziz, kişilerden icra takibi yapan
biziz. Şimdi yargı kararına göre sanki biz suçlanmışız gibi bir olay çıkıyor ortaya.
Değerli basın mensupları, yani ortada bir yolsuzluk var ve CHP bunun üstüne gitmiş. Üstelik
daha ortada Anayasa Mahkemesi kararları yok. Dava açmışız, kişileri mahkum ettirmişiz, icra
takibi yaptırmışız. Şimdi deniyor ki, efendim işte biz bunu hasılat kaydediyoruz hazineye.
Olabilir. Eğer raportörün raporu ilgili siyasal partilere yüce mahkeme tarafından karara
bağlanmadan önce bir gönderilip, bir de bizim görüşlerimiz oraya sunulsaydı sanıyorum
kamuoyunda bu tartışmaların çoğu engellenmiş olacaktı. Çoğu ortadan kalkmış olacaktı. Ve
yargılama süreci daha adil olacaktı. Şimdi biz görmediğimiz, bilmediğimiz bir rapor
dolayısıyla bir anlamda medya aracılığıyla suçlanıyoruz. Ama biz edindiğimiz bazı bilgilerle
kendimizi savunmaya kalkıyoruz. Keşke bu raporlar Anayasa Mahkemesi böyle bir geleneği
başlatırsa bu vesileyle ona da seslenmiş olalım. Başlatırsa çok mutlu oluruz. Siyasal
partilerin mali denetiminde düzenlenen raporlar siyasal partilere gönderilsin. Siyasal partiler
görüşlerini bildirsinler. Elbette ki, Anayasa Mahkemesinin vereceği karara hepimiz saygı
duyacağız. Gereğini de yapacağız. Katılırsınız veya katılmazsınız. Ama hukuk devletiyse
hukuk devletinin gereğini de Anayasa Mahkemesi ve siyasal partiler yerlerine getirecektir.
Teşekkürler değerli basın mensupları.
Hakkı Süha OKAY- Bir hususu ilave etmek istiyorum. O da şu; örneğin yine edindiğimiz ve
talep edilen bilgilere göre Genel Merkez bünyesi dışında çalışan kimi personele ücret
alacağıyla ilgili açmış olduğu davalardan mahkeme kararına dayalı olarak yapılmış olan
ödemeler. Bunlarda kabul edilmiyor. Yani personel çalışmış bir il veya ilçe binasında ücretini
174
alamamış veya sigortalı değil. Dava açmış, Cumhuriyet Halk Partisi davayı kaybetmiş
çalıştığı için. Buda mahkeme kararına dayalı olarak ödenmiş. Bunlarda kabul edilmiyor.
Örneğin trafik cezası. Genel Merkeze ait bir araç trafik cezası kesilmiş, ödenmiş. Bunlarda
kabul edilmiyor.
Değerli arkadaşlarım, bir iki hususu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Anayasa Mahkemesinin
Kanaltürk’le ilgili verdiği kararı içine sindiremeyeceksin, onu eleştireceksin, ama diğer kimi
usulsüz veya belgeye dayanmayan ödemelerle ilgili kısa açıklamasından da büyük mutluluk
duyacaksın. Böyle bir çifte standart olmaz. O da Anayasa Mahkemesinin mali denetim
kararıdır, öbürüde Anayasa Mahkemesinin mali denetim kararıdır. İşine geldiği gibi Anayasa
Mahkemesi kararlarını benim için iyi olan, benim için kötü olan denemeyeceksin. Bunu içine
sindireceksin. Birde malumunuz her işi anlayan, bilen AKP Genel Başkan Yardımcısı Bay
Dengir, biz diyor internette, sayfada mali bilançomuz var diyor. Mali bilançoyu hepiniz
biliyorsunuzdur. Bilmeyenlere de bir kez daha hatırlatayım. Gelir giderdir. Nihayetinde bir
tablodur. Detay, hesap orada yer almaz. Ama şunu ifade edeyim. Cumhuriyet Halk Partisi
bundan sonraki süreç için Cumhuriyet Halk Partisi kayıtlarını bir bağımsız denetim
kuruluşuna teslim edecek ve o bağımsız denetim kuruluşu vasıtasıyla da ayrıca kendi iç
denetimini bir kez daha yaptıracak.
Arkadaşlarım, katıldığınız için teşekkür ediyoruz.
Soru: Yani bir muhasebe şirketine mi?
Hakkı Süha OKAY- Bir bağımsız denetim kuruluşuna.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Kamunun yetki verdiği bağımsız dış denetim kuruluşları sermaye
piyasası kurulunun yetki verdiği, yetkilendirdiği kuruluşlardır. Tıpkı bankaların denetimleri
nasıl bağımsız dış denetim kuruluşları tarafından yapılıyorsa Cumhuriyet Halk Partisinin de
hesaplarını bundan böyle bir bağımsız dış denetim kuruluşuna ayrıca denetletecektir her yıl.
Soru: Bu olay Refah Partisinin kayıp trilyon davasıyla ilişkilendirildi ne diyorsunuz?
Hakkı Süha OKAY- Hatırlıyorsanız partinin kapatılma kararının çıkacağı anlaşıldığında
hazineden alınan yardım bir anda Refah Partisi üst yönetimi tarafından kimi parti
yöneticilerine, yani il ve ilçe başkanlarına dağıtıldı sahte belgelerle. Faturasız yoktu. Oysa
bizim yaptığımız harcamaların tamamı banka kayıtlarıyla sabit. Yeri sabit. Ben bunu kabul
etmiyorum diyor. Yani Refah Partisiyle hiç alakası yok. Ama birilerinin aklından bu geçiyorsa
veya kimi fantezi hukuk yorumları olursa, hatta bundan kiminiz Sayın Genel Başkanımıza
kadar sorumluluk düştüğü ifade ediliyorsa. Bunlar açıkçası hukuk bilmezlik değil. Bu kasten
bilgi kirlenmesi yaratmak, kafalarda kargaşa yaratmak içindir. Burada herkese görev
düşüyor. Özelliklede basın mensuplarına çok daha fazla görev düşüyor.
Soru: Ulustaki bir binanın ya da yerinin satılması karşılığındaki bir şeyiniz var mı? O nedir?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Bilgi sunayım değerli arkadaşlar. Biliyorsunuz 1980 sonrası siyasal
partiler kapatıldı. Kapatılınca bütün malvarlıkları hazineye intikal etti. Daha sonra bir yasa
çıktı ve siyasal partilerin hazineye devredilen mal varlıkları tekrar siyasi partilere iade edildi.
Şimdi Anayasa Mahkemesi diyor ki, siz devredilen bu gayri menkulleri niçin demirbaş
defterine kaydetmediniz. Bizim arkadaşlarımızda biz bunları devraldık ama bir bedel
ödemedik. Bedel ödemediğimiz için karşısına bir rakam yazamadık. Çünkü bunlar bize
bedelsiz verildi hazine tarafından. Daha önce almıştık. Ama her yıl, her siyasal partide
olduğu gibi bizde bütün gayri menkullerimizin listesini Anayasa Mahkemesine göndeririz. Bu
listeler orada var. Burada demirbaş defterine yazılmaması eleştiri konusu yapılıyor. Demek
ki, demirbaş defterine yazmak, karşısına da belki bir not düşmek gerekiyor. Hazineden
175
devralınan gayri menkuller diye. Bu sadece Ulustaki bina değil, aşağı yukarı o dönemde
partinin el konulan daha sonra iade edilen bütün taşınmazları için geçerli olan bir düzenleme.
Birde tabi defteri kebir ve yevmiye defteri, defteri kebirin onaylanmadığına dairde bir uyarı var
Anayasa Mahkemesi tarafından. Defteri kebir Türk Ticaret Kanununa göre tasdike tabi olan
defterlerden değil. Ama Anayasa Mahkemesinin bu uyarısı dikkate alınarak ve bundan sonra
defteri kebirde noterde onaylatılır tabi yani. Eğer bu bir hataysa, bu hatayı da Anayasa
Mahkemesi kararı çerçevesinde diyeceğiz ki bundan sonra onaylatacağız ve kabul edeceğiz.
Soru: Bu bağımsız denetim kuruluşlarının bir çok şirketi, holdingi denetliyor onu biliyorum da.
Siyasi partilerden bunu yapan var mı?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Başka siyasal partiler bildiğim kadarıyla yok bağımsız dış denetimi
kendi hesaplarına tabi tutturan. Ama belki CHP bu geleneği başlatır. Diğer siyasal partilerde
kendi hesaplarını bağımsız dış denetim kuruluşlarına denetletirler. Bu parti açısından da
büyük katkı sağlar. Çünkü yapılan denetimlerin Anayasa Mahkemesinin ilke kararları
çerçevesinde ne kadar sağlıklı olup olmadığını, varsa hatalarımız Anayasa Mahkemesi
sürecine, mali denetim sürecine girmeden de bunlar düzeltilebilir ve bu tür usulsüzlüklerde
belki giderilmiş olur.
Soru: Hukuki açıdan bunu bilmediğim soruyorum. Şimdi Anayasa Mahkemesi bu kararı verdi
hazineye aktarılması gerektiği, kesin karar. Suç duyurusu var. Bu suç duyurusunun
sonucunda ne olur? Yani suç duyurusunun ardından nasıl bir süreç işleyebilir? Mahkeme
dava açar mı? İşte savunmamı yapılır?
Hakkı Süha OKAY- Tabi, tabi. Yani suç duyurusu hangi konuda olursa o konu kısa
açıklamanın içeriğinden anlaşılmıyor. Ona bakarız ona göre doğrudan savcılığın işidir. Bu
değerlendirilir.
Soru: Hesapları kamuoyuna ilan etmenin yöntemleri
Hakkı Süha OKAY- Şimdi bunu işte o bağımsız denetim kuruluşu raporlarını açıklayabiliriz.
Yani bir bilançonun açıklanması 4 rakamın yazılması değildir. Ama mali denetimi yaptırırız,
açıklarız. Ondan sonra Anayasa Mahkemesinin mali denetimi tabi çok doğal ki, anayasadan
doğan hakkıdır devam edecek. Ama şeffaflığımızı anlatmak anlamına, Cumhuriyet Halk
Partisinin bu konuda ne kadar Anayasaya ve Siyasi Partiler Yasasına uygun davranışını
kanıtlamak adına bir kez de bizde bunu kendi iç denetimimiz olarak yapmayı düşünüyoruz.
Soru: Sayıştay’dan gelen bilgilerin sızdırıldığını söylemiştiniz. Kim sızdırıyor, bir saptamanız
var mı?
Hakkı Süha OKAY- Valla sızıntıyı teslim alanlar belli. Hangi gazetelerde o sızıntıyı
görüyorsunuz belli.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle daha net bir ifade kullanalım belki. Sadece CHP’de olup
Anayasa Mahkemesi Başkanlığı tarafından istenen bir belgeyi CHP Anayasa Mahkemesine
göndermiştir. Ama bu belge medyada yer almıştır. Partiden bunu isteyen bellidir, Anayasa
Mahkemesine götüren bellidir.
Hakkı Süha OKAY- Ama yer aldığı medyada Star TV, gazetesi.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Yani yer alan gazetelerde bellidir evet.
176
ABD, İRAN’I VURMAYA MI HAZIRLANIYOR?
ABD’nin büyük stratejisine göre Washington, Körfez bölgesinde çıkarları nedeniyle tek
başına hareket etme serbestisine her zaman sahip olmalı ve bu serbestiyi sınırlayıcı
hiçbir gücün oluşmasına izin vermemelidir.
Kendi iç keşmekeşinin girdabına yakalanan Türkiye pek farkında değil ama, ABD’nin
gündeminde başkanlık seçiminin yanında en önemli yere “Bush İran’ı ne zaman vuracak?”
tartışması oturmuş bulunuyor. Böyle bir saldırının gerçekleşmesinin ise Türkiye’yi
Cumhuriyet tarihinin en çetin kararıyla karşı karşıya bırakacağı muhakkak... İlginç olan,
Washington’ın İran’ı artık uluslararası terörün odağı olarak göstermeye başlaması ve Irak’taki
başarısızlığının temel nedeni olarak Tahran’ı suçlamasıdır. Nitekim, ABD’nin Irak Büyükelçisi
Crocker ve halen Merkezi Kuvvetler Komutanlığı’na atanmış olan Orgeneral Petraeus,
Kongre’de yaptıkları açıklamalarda, İran Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü’nün, Irak’taki
anti-Amerikan grupları silahlandırdıkları ve eylemlere yönelttiklerini vurguladılar.
Arkadan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice bu suçlamalara çok daha ciddi bir boyut
kazandırarak İran’ı uluslararası terorizmin baş destekçisi olarak ilan etti: Rice’a göre, İran,
Lübnan’da, Filistin’de, Afganistan’da ve Irak’ta terörist güçleri eğitiyor, finanse ediyor
ve silahlandırıyor, bu şekilde dünya barış ve istikrarına karşı bir numaralı tehdidi
oluşturuyor. Başkan Bush ile Başkan Yardımcısı Cheney ve Cumhuriyetçi başkan adayı
McCain de tehdit yansıtan bir söylemle İran’ı baskı altında tutuyorlar. Bu koroya son olarak
Demokrat başkan adayı Barack Obama da katıldı.
Bush yönetiminin, kamuoyunu İran’a karşı bir saldırıya hazırlarken, bu süreçte Kongre’ye de
bilgi vermesi gayet normal. Nitekim dört önde gelen senatöre bu konuda bir brifing
düzenleniyor. Ancak, bazı bilgiler basına sızınca ve bunlar çeşitli kaynaklardan teyit edilince,
Bush’un planının ana unsurları belli oluyor. Buna göre, İran Devrim Muhafızları ile Kudüs
Gücü’nün garnizonları ve üretim te- sisleri füzelerle ve hava bombardımanıyla
ağustosta vurulacak. Plan, Irak’taki ABD karşıtı gruplara ve Şii milisllere, Hizbullah’a,
Hamas’a ve Taliban’a roket, silah ve çeşitli mayın ve bombalar üreten fabrikaların da
imha edilmesini öngörüyor.
Yani bu operasyon, İran nükleer te- sislerine yönelik bir harekât değil, sınırlı ve İran’ın
bünyesindeki terörist güçlere yönelen bir müdahale niteliğinde olacak. Operasyonun
sınırlı olması nedeniyle, ABD planlamacıları, İran’ın buna karşılık vermeyeceğini ve
Körfez’deki Amerikan hedeflerine veya İsrail’e saldırmayacağını, zira saldırdığı takdirde,
ABD’nin müdahalesinin çok daha sert olacağını bilmesinin Tahran’ı mukabele etmekten
caydıracağını hesap ediyorlar.
Operasyonu bu şekilde sınırlamaktan Bush yönetiminin beklentileri şunlar olabilir. Birincisi,
kamuoyunu fazla ürkütmemek ve büyük bir risk altına girildiği izlenimini vermemektir. İkincisi,
öngörülen operasyonla İran’a kuvvetli bir şamar atarak ona bir ders vermek ve böylece, hem
Cumhuriyetçi aday McCain’in seçilme şansını arttırmak hem de Tahran’ı nükleer silah
programı konusunda uysal davranmaya zorlamaktır. Üçüncüsü, hedefin bu şekilde tarifiyle
mevcut yasalar çerçevesinde Kongre’den savaş ilanı için izin alınmasına ihtiyaç duyulmadan
İran’daki söz konusu hedeflerin vurulmasıdır...
Bush yönetimi, her ne kadar İran’a askeri müdahaleyi kamuoyuna fazla riskli olmayan bir
ambalajla sunmayı tasarlasa da, İran’ın ABD bombardımanına fiilen karşılık vermeyeceğinin
177
ve savaşın tırmanmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Washington’ın da bu konuda başka
türlü düşünmesi mümkün değildir. Bu bakımdan, sınırlı operasyon yaklaşımını “bir göz
boyama” veya kapsamlı bir savaşın ilk aşaması olarak görmek gerçekçi olur.
Kanımızca, Bush yönetimi, İran’ın da mukabelesinden yararlanarak savaşı istediği gibi
tırmandırmayı, nükleer tesislerle birlikte, İran’ın füzelerini, zırhlı birliklerini, hava ve deniz
kuvvetlerini ve bazı anahtar sanayi tesisleriyle altyapısını imha etmek suretiyle, bu ülkeyi
önümüzdeki 10-15 yıl için kötürüm bir hale getirmeyi ve Amerika’nın Körfez’deki hâkimiyetine
meydan okuyan bir güç olmaktan çıkarmayı öngörmektedir.
ABD’nin büyük stratejisi
ABD’nin İran’a yönelik stratejisi, ‘büyük stratejisi’nin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle,
yukarıda belirttiğimiz olasılıkların büyük strateji perspektifinden değerlendirilmesi ne ölçüde
gerçekçi olduklarına ışık tutacaktır. Büyük strateji, Amerika’nın bölgedeki enerji
kaynaklarının kontrolünde tekele sahip olmasını sağlamaya yönelik tüm politikaları ve
önlemleri içerir.
Büyük stratejiye göre, ABD Körfez bölgesinde enerji alanına ilişkin çıkarları açısından
tek başına hareket etme serbestisine her zaman sahip olabilmeli ve bu serbestiyi
sınırlayıcı veya engelleyici başka hiçbir gücün oluşmasına izin vermemelidir. Diğer bir
deyişle, bu bölgede ABD’den başka bir devlet, dengeleri değiştirecek güce
erişememelidir.
Ne var ki, 2003 Mart’ında Bush yönetiminin Irak’a başarısız müdahalesi sonucunda, Körfez
bölgesinde dengeler bozulmuş ve bunun sonucunda İran Ortadoğu’da hegemonya kurmaya
aday ve ABD’ye meydan okuyabilecek bir güç olma yolunda ciddi mesafe kaydetmiştir.
Nitekim, Tahran’ın, Irak’ta devletin her kademesinde etkili olması ve bu ülkenin istikrarına
gayet güçlü müdahale imkânlarına sahip bulunması, İsrail’e karşı savaşta kendini kanıtlayan
Hizbullah üzerindeki tartışılmaz etkisi, bölge devletlerinde yaşayan bazı Şii toplumlar
üzerindeki nüfuzu, Hamas ve Taliban ile ilişkileri, İran’ın bölgede ABD’nin çıkarlarına ciddi
boyutlarda zarar verme potansiyeli kazandığını ortaya koyuyor. Bu durum Amerika açısından
kabul edilemez bir tehdit yaratmıştır.
ABD’nin ciddi basın organları, Başkan Bush’un Tanrı’nın kendisine İran’ı vurma
misyonunu verdiğine inandığını yazdıkları zaman, Başkan’ın bazen mistik bir anlayışla
ve inancından aldığı ilhamla siyasi kararlar verdiği bilindiğinden bu haber
yadırganmamıştı. Ancak, İran’la ilişkilere her ne kadar inanç penceresinden baktığına
inanılsa da, Beyaz Saray’ın İran’ı vurma konusunu şöyle bir mantığa da oturttuğu biliniyor:
(1) Nükleer silaha sahip bir İran her türlü çılgınlığı yapabilir. (2) Evet, İran’ı vurmanın riskleri
yüksek ve bedeli ağırdır. (3) Fakat şimdi bu konuda bir şey yapmazsak, birkaç yıl sonra çok
daha riskli bir durumla karşılaşacağız ve ödeyeceğimiz bedel çok daha ağır olacaktır.
Bu gerilim ortamında dikkati çeken bir gelişme, Demokrat başkan adayı Obama’nın da birden
söylemini değiştirerek İran’a operasyon konusunda şahin kesimin temsilcisi Cumhuriyetçi
aday McCain’le aynı paralelde konuşmaya başlamasıdır. Bu davranış üç noktaya işaret
ediyor. Birincisi, Obama’nın operasyona gerçekleşmesi olası bir gelişme olarak baktığı ve
İran vurulursa bunun seçime etkisinin sadece Cumhuriyetçiler yararına olmasını önlemek
istediğidir. İkincisi, İran’a saldırının seçim sürecinde bir hamaset yarışına yol açacağıdır ki,
bundan sağlıklı ve akılcı bir sonuç beklenemeyeceğidir. Üçüncüsü ise, operasyon seçim
döneminde gerçekleşmez ve Obama başkan seçilirse, neoconlar ile İsrail’in aşırı sağının yeni
ABD yönetimini kendi gündemlerine mahkûm etmiş olacaklarıdır.
Şükrü M. ELEKDAĞ CHP İstanbul Milletvekili
178
179

Benzer belgeler