38. Şükran Bingöl

Transkript

38. Şükran Bingöl
Iğdır Sevdası
ŞÜKRAN BİNGÖL
1930’lu yılların başında Iğdır, derin bir
alt-üst oluşu yaşıyordu.
Ermeniler ve Yezidiler on yılı aşkın süreden beri Aras nehrinin ötesine geçmiş; geride
bıraktıkları köy ve evler metruk, hâlâ onların
sıcak izlerini taşıyordu.
Oba, Hakmemet, Kuçax ve diğer köy
katliâmları, ve Kaça-Kaç’ın neden olduğu aile
dramları ve acılar, yüreklerde ve hafızalarda
Şükran Bingöl
hâlâ canlı şekilde yaşıyordu.
Kafkasya, İran ve Anadolu’dan akın
akın gelen göçmenler, yeni bir yaşamı Iğdır toprağında yeşertmek umuduyla,
köy ve kasabaları hızla dolduruyorlardı.
Beş yıla yakın bir süreyle devam eden ve bölgedeki Kürt aşiretlerinin
yapısını derinden etkileyen Ağrı Dağı İsyanı, sıcak
çarpışmalar içinde yavaş yavaş sönüp gitmişti
(1930 Eylül). İsyana katılanlar İran’a sığınmış;
katılmayanlar da baba yurtlarını terk edip başka
yaylaları ve köyleri kendilerine mesken edinmek
zorunda kalmışlardı.
1920’li yılların başında Van ve Muş’a göç
eden Iğdır’ın yerli aşiretleri, 20’li yılların sonunda
ve 30 ‘lu yılların başında, mağdur ve yoksul tekrar
baba topraklarına geri dönüyorlardı.
Müjgân Bingöl
İran Hükümeti’yle çatışmaya girip, sınırı
geçen Halit Ağa’ya bağlı Helikan aşiretine mensup
kalabalık bir gurup (500 hane) Iğdır toprağına iltica ediyordu (1930 Kış)
Bütün bu hercümerç ve yeniden yapılanmanın neden olduğu sıkıntılar
yetmezmiş gibi, Sovyetler Birliği’nde 1930’lardan itibaren, Stalin’in yükselen
“Kars ve Ardahan bizimdir!” sesi, Ağrı Dağı’nda yankı buluyordu.
Genç Cumhuriyet Devleti, bu çok yönlü siyasal ve sosyal kutuplaşmayı anlayacak ve onun sıkıntılarına göğüs gerecek bir dâva adamına ihtiyaç
duymaktaydı. İşte bu koşullar altında Hüsnü Bingöl gönüllü olarak ordudan
“Süvari Binbaşı” rütbesiyle emekliye ayrılıp, Milli Emniyet Bölge Müfettişi
sıfatıyla Iğdır’da görev üstlenmişti. Tek bir amacı vardı: Genç Cumhuriyeti
korumak ve kollamak...
527
Şükran Bingöl
Hayatım
Çarlık ordusunda Jandarma Yüzbaşısı Abdülkerim dedemin üç erkek
kardeşi varmış. Hizmetinden ve gösterdiği yararlılıklardan dolayı kendisine
bir liyâkat madalyası bile takdim edilmiş. Ancak bilemediğim nedenlerden
dolayı bir gün, dedem yanında Mülkiye mezunu kardeşi Şamil Bey olmak
üzere, Osmanlı Devleti’nden siyasi sığınma isteminde bulunmuştu. Böylece,
iki kardeş Ağrı’nın Poxan köyüne gidip yerleşmişlerdi.
Dedem ilk evliliğini “Osmanlı Nene” diye çağırdığımız bir hanımla
yapmıştı. Bu evlilikten üç oğlu bir kızı dünyaya gelmiş. “Osmanlı Nene”nin
vefatından sonra dedem, Şeyh ailesinden Cevahir Hanım’la evlenmiş. Bu evlilikten de, içlerinde babamın da olduğu, dört oğlan iki kız dünyaya gelmiş.
“Bu varken korkma!”
1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Abdülkerim dedem, Ağrı’nın Tutak
ilçesinde görevliymiş. Hızla ilerleyen Rus birlikleri ele geçirdikleri köy ve
kasabaları yakıp yıkıyorlarmış. Sıra Tutak’a gelince, dedem, Çarlık Ordusunun kendisine takdim ettiği liyâkat madalyasını yakasına takıp sokağa çıkmış.
Ninem, “Dışarı çıkma! Seni de öldürürler!” diye yalvarınca, dedem yakasındaki madalyayı göstererek, “Bu varken korkma!” demiş.
Tutak’a giren Rus askerleri, başta komutanları, yol kenarında dimdik
duran dedemi pür dikkat selâmlayıp geçmişler. Bu şekilde Tutak yakılıp yıkılmaktan kurtulmuş.
Abdülkerim dedem, Albay rütbesine terfi edince, Ağrı’dan Erzurum’a
taşınmış. Babam ve kardeşleri Erzurum’da dünyaya gelmişler.
Dedem, erkek evlâtlarının hepsini –Nizamettin amcam Mülkiye- İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesinde okutmuş, kızlarını da askerlerle evlendirmişti. Bu yüzden biz her anlamda tam bir asker ailesiyiz.
Dedem Albay rütbesinden emekli olduktan sonra Erzurum Lisesinde
Fransızca ve Rusça hocalığı yaparak boş zamanlarını değerlendirmiş.
Nizamettin Amcam
Babam ve amcalarım Harbiye Okulunda öğrenciyken Birinci Dünya
Savaşı patlak vermiş. Devlet, okulu kapatıp öğrencileri apar topar Doğu Cephesine göndermiş.
Mülkiye öğrencisi Nizamettin amcam da Erzurum’daymış. Ruslar, içlerinde babamın da olduğu Osmanlı Alayına karşı saldırıya geçince, Nizamettin amcam, alelacele bir ata atlayıp, babasını olup bitenden haberdar etmek
istemiş. Dört nala koşturduğu at yarı yolda tökezleyince, Nizamettin amcam
tepe taklak yuvarlanmış, beyin travması geçirmişti. Kalıcı sakatlık yüzünden
528
Iğdır Sevdası
devletten aldığı maaşla hayatını devam ettirdi.
Babam, savaştan sonra, Nizamettin kardeşini yanına almış, onunla ilgilenmiş. Kendisini kardeşine o denli bağlamış ki, evlilik düşüncesini gönüllü
olarak uzun yıllar bir kenara bırakmıştı.
“Asker annesi ağlamaz!”
Harbiye Okulundan gelen dört kardeş (Hüsnü, Yunus, Şükrü ve Kâmil), cepheye gitmeden önce baba evine uğrayıp vedalaşmak istemişler.
Babaannem sürekli ağlıyormuş. Dedem, ninemin sulu gözlü olmasından rahatsız, “Asker annesi ağlamaz!” diyerek onu teselli etmeye çalışıyormuş.
Dört kardeş atlarına binip uzaklaşmışlar. Babam o anı şöyle anlatırdı:
“Sabahleyin kalkıp atları hazırladık. Babam dimdik ve gururuydu.
529
Şükran Bingöl
Annem, kapının önüne yığılmış hıçkırıklara boğulmuştu.
Savaşa giden askerin dönüp arkasına bakması uğursuzluk sayıldığı için,
sırtımız anne ve babamıza dönük yola koyulduk. Annemin hıçkırık sesi kulağımıza
kadar geliyordu. Dayanamadım, ne olup
bittiğini anlamak için arkaya bir göz attım.
O an gördüğüm tablo karşısında şaşırmıştım. Babam da kafasını kolları arasına almış hafif yana dönük bir vaziyette sessizce
ağlıyordu.”
Bu onların son vedalaşması olmuş.
Savaşın devam ettiği yıllar dedem ve ninem Erzurum’da vefat etmişler. Hiçbir
çocuğu orada olmadığı için, yabancılar
Hüsnü Bingöl
onların cenazesini kaldırmıştı.
“Babamın intikamını aldım!”
(Kurtuluş Savaşı yıllarında -Ekim-Kasım 1920- Delibaş isimli bir
isyancı Konya ve civar ilçeleri ele geçirir. Amacı yeni kurulan Ankara Hükümeti’ni zor durumda bırakmaktır. Mücahit)
Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında üç amcam şehit
olmuştu. Bunlardan birisi de Yunus amcamdı.
Yunus amcam, Konya İsyanı yıllarında Şube Reisi olarak görev yapıyormuş. Bir gün isyancılar şubeyi basıp, silahlara el koymak istemişler.
Amcam direnince, isyancılar başarı sağlamadan uzaklaşmışlar.
Yunus Amcamın on dört yaşında bir kızı, küçük yaşta bir oğlu ve ev
işlerine yardım eden Çerkez hizmetçisi varmış.
Bir gün Yunus Amcam ve ailesi sofraya oturmuşken, Çerkez hizmetçi
gizliden kapıyı isyancılara açmış. İçeri dolan isyancılar Yunus amcamı sofra başında şehit etmişler. Saldırı sırasında yan odaya kaçan kızı, babasının
tabancasını eline alıp geri gelmiş, saldırganlardan ikisini öldürmüş. Mermi
bitince, isyancılardan birisi ileri fırlayıp elindeki kasaturayı kıza saplamış,
karnını bir uçtan diğerine kesip atmış. Bağırsakları dışarı fırlayan kız, yere
yığılıp kalmış.
Çerkez hizmetçi, bu vahşi katliamdan pişmanlık duymuş olsa gerek,
oğlan çocuğunu mutfaktaki fırının içinde saklamış. Saldırganlar çocuğu her
yerde aramışlar, bulamayınca uzaklaşmışlar.
Olay yerine gelen komşular, zavallı kızı yerde can çekişirken bulmuş530
Iğdır Sevdası
lar. Son nefesini vermeden önce, “Amcalarıma söyleyin, babamın intikamını
aldım!” demiş.
Katliamdan kurtulan çocuk, halamın yanında büyüdü. Yaşadığı olayın
psikolojik sıkıntıların kendisini uzun yıllar kurtaramamış, bünyesi zayıf düşmüştü. Lise yıllarında yakalandığı tüberkülozdan kurtulamayıp vefat etti.
Babamın Evliliği
Annemin ailesi Kafkasya’dan Hınıs’a gelip yerleşmişti. Karapapak
kökenli olduklarından babamın ailesiyle akrabalıkları bile varmış. Babamın
tayini Kıdemli Yüzbaşı olarak Hınıs’a çıktığında annemin ailesiyle tanışma
fırsatı böylece doğmuştu.
Büyükbabam Mehmet Ağa’nın (Güner), Hınıs’a bağlı Toprakkale köyünde büyük bir çiftliği varmış.Yarış atlarına meraklı olduğundan, cins atlar
yetiştirip, başka illerde satıyormuş.
Mehmet Ağa babamı ev ziyafetlerine davet edip, ilgi gösteriyormuş.
Bir gün, “Gel seni evlendirelim! Vefat eden kardeşimin kızı var onu sana
alalım!” demiş. Babam bu ısrarlara önce karşı koymuş ama sonra da “Peki!”
demek zorunda kalmış.
Halbuki kader çok geçmeden babamın karşısına başka bir kızı, yani
annem Münevver Hanım’ı çıkaracaktı.
“Amca beni kurtar!”
Kış günüymüş. Babam atıyla Hınıs’ın kasaba merkezinde geziniyormuş.
Annem ortaokul birinci sınıfta öğrenciymiş. Okul dağılınca, delikanlılar muziplik olsun diye eve dönen annemi pusuya düşürüp üzerine kar topu
yağdırmaya başlamışlar. Annem korku içinde koşarken atıyla gezinen babam
karşısına çıkmış.
“Amca beni kurtar!” diyerek yardım istemiş. Babam atından inip
gençleri uzaklaştırmış. Annemi ata bindirmek istemiş ama annem sıkılgan
bunu reddetmiş. Yürüyerek evin yolunu tutmuşlar. Babam yolda, “Kimin
kızısın?” diye sorunca kumral, yeşil gözlü genç kız cilveli cilveli, “Mehmet
Ağa’nın” demekle yetinmiş. Babam, o gün anneme aşık olmuş.
Babam, Mehmet Ağa’nın evine sıkça gidip geldiği halde kendisini
misafirlerden saklayan annemi görme fırsatı olmamıştı. Arkadaşları, Mehmet
Ağa’nın babamı kendi yeğeniyle evlendirme planını duydukları zaman, babamı bir köşeye çekip,
“Mehmet Ağa’nın kızı daha güzel, onu niye istemiyorsun?” diyerek
sitem etmişler.
Babam yüreğini yakan aşkına daha fazla dayanamamış, Mehmet
531
Şükran Bingöl
Ağa’ya haber göndertip kızını istetmiş. Mehmet Ağa,
“Benim kızım henüz 13-14 yaşında bir çocuk! Bu evliliği kabul
edemem!” diyerek babamın isteğini kesin dille reddetmiş. Babam izdivaçta
ısrar edince, Mehmet Ağa çaresiz kalıp, iki yıl nişanlı kalmak şartıyla kızını
vermeyi kabul etmiş. Babam nişanlandıktan sonra yeni görev bölgesi Sarıkamış’a gitmiş.
“Altun Diş Osman”
Babam Sarıkamış’ta görevliyken Doğuda Şeyh Sait İsyanı patlak vermişti (Şubat 1925). O yıllar Altun Diş Osman lâkabında bir şaki, bölgede terör
estiriyormuş. Yanında adamları köyleri basıyor, halka zulüm ediyor, yükte
hafif pahada ağır ne bulsa alıp gidiyormuş.
Altun Diş Osman, İsyandan önce de bölgede tanınan ve korkulan bir
şakiymiş. Bir keresinde sıkıntılı bir durumda olan Altun Diş Osman’a anneannem yardım elini uzatmış, onu önemi bir belâdan kurtarmış. Bu yüzden
anneanneme karşı bir vefa borcu varmış.
Altun Diş Osman, Mehmet Ağa’nın çiftliğini basmış. Anneannem,
kızının nişan takılarını bir beze sarıp kapının girişindeki taşın altına koymuş.
Altun Diş Osman’ın adamları evi hallaç pamuğuna çevirmişler, ama kayda
değer bir ganimet bulamamışlar.
Altun Diş Osman yorgun evden çıkıp kapının önündeki taşın üstüne
oturmuş. Anneannem, takılar kırılacak diye endişeyle taşa bakıyormuş. Altun
Diş Osman’a,
“Aman Osman kardeş! Böyle rahat otur!” diyerek sandalyeyi ikram
etmişse de, Altun Diş Osman,
“Sağol bacı! Rahatım iyi!” demiş. Anneannem, acaba ne oldu diye
ikide bir yan gözle taşın altına doğru bakınca Altun Diş Osman, şüphelenmiş;
üzerine oturduğu taşı kaldırınca altından beze sarılı mücevheratı bulmuş, neşeli neşeli ganimete göz atmış. Anneannem ileri atılıp,
“Osman, sen yiğit adamsın! Elindeki kızımın çeyizidir. Onu sana vermem!” demiş. Altun Diş Osman, elindeki mücevheratı anneanneme uzatıp,
“Korkma bacı! Almam!” deyip oradan uzaklaşmış.
Babamın İki Kaması
Babam nişanlısını görmek için Hınıs’a geldiğinde, bölgedeki durumun vahametinden ürküntüye kapılmış; eşkıyalara ve çetelere karşı savaşmak
için tereddüt etmeden görev yerini Hınıs’a kaydırmış.
Babamın komutasındaki birlikler kısa sürede Hınıs ve civarında asayişi sağlamışlar; hatta bir çatışmada da Altun Diş Osman ve adamlarını ölü
olarak ele geçirmeyi başarmışlar.
532
Iğdır Sevdası
Hınıs kaymakamı babama bu başarısından dolayı bir kama hediye
etmiş. Erzurum valisi de mükafat olarak önce para teklif etmiş ama babam
reddedince, o da bir kama hediye etmiş.
Altun Diş Osman’ın öldürülmesinden sonra şakiler babamdan intikam
almak için plan yapıyorlarmış. En çok üzerinde durdukları mevzu da annemi
kaçırıp babama bir “namus” darbesi vurmakmış!
Bu türden haberler her gün Mehmet Ağa’nın kulağına geliyormuş.
Böyle bir felâketten sakınmak için, Mehmet Ağa, kızını her gün değişik bir
evde ve mahzende saklıyormuş. Bu işin üstesinden gelemeyeceğini anlayınca, Sarıkamış’ta görev yapan babama telgraf çekip,
“Gel nişanlını götür!” demiş. Babam da Hınıs’a gelip genç nişanlısıyla evlenmiş, yeni vilayet olan Ağrı il merkezine gidip yerleşmiş.
Ablam Fazilet, 1928 yılında Ağrı’da dünyaya gelmiş. Fazilet dokuz
aylık iken, babamın tayini Urfa’ya çıkar.
“Derhal kapıyı aç!”
Bir kış günü babam ve annem, yanlarında Fazilet yaylı arabayla yola
çıkmışlar. Araba, Hasankale yakınlarına geldiğinde, şiddetli tipiye yakalanmışlar. Kasaba merkezine varıncaya kadar, öldürücü soğuktan kendilerini
zorlukla kurtarmışlar, ama dokuz aylık Fazilet soğuktan kaskatı kesilmiş bir
haldeymiş. Babam can havliyle önüne çıkan ilk kapıya yüklenmiş, var gücüyle yumruklamış. İçerden,
“Kim o?” sesi gelince, babam:
“ Bir yolcu! Açın kapıyı, donuyoruz!” diye bağırmış.
“....”
Kimse kapısını açmak istemiyormuş. Babam bir kapıdan diğerine
koşturup durmuş. Yaşlı bir kadın kafasını pencereden uzatınca, babam, “Muhtarın evi neresi?” diye sormuş.
Babam tarif edilen eve gelince, kapıyı hışımla vurmuş. Kapının
üzerindeki küçük bir pencere açılmış, muhtarın sakallı yüzü dışarı sarkmış.
Babam:
“Muhtara sen misin?”
“Evet!”
Babam muhtarın sakalından yakalayıp,
“Bu kapıyı hemen şimdi açacaksın” diye bağırmış. Çaresiz kalan
muhtar, kapıyı açmış.
Muhtar, babamı soğuk bir odada misafir etmiş. Fazilet’in durumu iyi
olmadığı için babam,
“Ne yapıp et, bu odaya bir soba kur!” diye emretmiş. Muhtar, don
533
Şükran Bingöl
gömlek ortalığa düşmüş; tir tir titrer vaziyette sobayı kurup odayı ısıtmış. Ancak
bütün bu çabalar Fazilet’i yediği soğuktan
ayıltmaya yetmemiş.
Ertesi gün yola düşen kafile, günler
süren uzun ve zahmetli yolculuktan sonra
Urfa’ya varmış. Bir türlü kendisini toparlayamayan Fazilet, ilk geceyi geçirdikleri
otelde can vermiş.
Fazilet, anlatılanlara göre çok güzel
bir kızmış. Onun kaybı babamı derinden
sarsmış. Öyle ki, Urfa’da görev yaptığı
odanın penceresi Fazilet’in gömülü olduğu mezarlığa dönük olduğundan, her gün
onu hatırlayıp hüzünlenmekten kendisini
alı koyar düşüncesiyle pencereyi ördürüp
kapatmış.
Hüsnü Bingöl
“Fazilet mi Şükran mı?”
1932 yılında (Şubat ayında) Erzurum’da dünyaya geldiğimde, dedem
Mehmet Ağa, “İsmi Fazilet olsun!” demiş. “Fazilet” ismini telâffuz etmek
istemeyen babam beni “Şükran” olarak çağırmış. Böylece resmi kayıtlarda
ismim “Fazilet”, günlük hayatta da“Şükran” olmuşum. Bu durum hayatım
boyunca süren birçok karışıklığın da nedeni oldu.
İlkokulda yoklama sırasında “Fazilet!” denildiğinde oralı olmam, boş
gözlerle hocamıza bakardım. Zamanla ben ve hocalarım sıkıntılı duruma alışmıştık. (Halen nüfus adım Fazilet’tir. Kardeşim Müjgân, 29 Ekim 1935 Ordu
Mesudiye doğumludur. )
“Şeyh Şamil’le akrabayız”
Şamil dedemin torunu Maksut amcanın hazırladığı şecere esas alınırsa, Abdülkerim dedemin büyük babası, Şeyh Şamil’le kardeşlermiş. Birlikte
Dağıstan’da Ruslara karşı savaşmışlar.
Şeyh Şamil’le geçen direniş yıllarıyla ilgili birçok kahramanlık menkıbeleri anlatılırdı. Aklımda kalanlardan biri şöyle idi:
Rusların saldırısından kaçan, aralarında dedelerimin de olduğu bir
grup Karakalpak savaşçısı sürekli yer değiştiriyorlarmış. Öyle bir an gelmiş
ki dağlık bir alanda kötü kıstırılan bu birliğin, Rusların elindeki bir geçitten ne
yapıp edip geçmesi gerekiyormuş. En büyük dedem, öne çıkıp,
“Ben Rusları meşgul ederken siz geçitten geçin!” demiş. Gizliden
534
Iğdır Sevdası
geçide yaklaşmış; bir kayalığın üzerine çıkıp oradan, atı üzerinde gezinen
yüksek rütbeli Rus subayın üzerine çullanmış. Ortalık karışınca, Karakalpak
savaşçılar, geçitten sağ salim geçmeyi başarmışlar. Fedakâr dedem de yara
bere almadan Rus askerlerin arasından sıvışıp, kendisini merakla bekleyen
kafileye ulaşmış.
Ziya dayım, Hukuk Fakültesi’nden terk idi. Iğdır’da davavekili olarak
görev yaptı. Cemal dayım, doktor; Alettin dayım da bankacı idi. Muhittin,
lise öğrencisiyken Erzurum’dan Hınıs’a geldiği bir kış günü yolda zatürree
yakalanıp vefat etmişti.
“Babam dimdik yürürdü”
Babam 1.90 boyunda iri görünümlüydü. Göbeği yoktu. Dimdik durur
ve özgüven dolu bir edayla yürürdü.
İlkokul öğrencisiydim. Babamın üstlendiği hassas görev nedeniyle,
her gün bir askerin eşliğinde okula gider gelirdim. Yine bir gün okul dağıldıktan sonra dışarı çıkmış, beni götürecek askeri beklemeye koyulmuştum. Az
ilerimde bir general ve bir albay sohbet ediyorlardı. Bir inzibat koşarak geldi,
generale sert bir selam verdikten sonra,
“Komutanım, sivil binbaşım, beni beklesinler, dedi!” General, yanındaki albaya dönerek,
“Kim bu sivil binbaşı?” diye sorunca Albay,
“Hüsnü Bingöl” demekle yetindi. Babamın adını duyunca onlara
daha da yaklaştım.
Babam uzakta görünmüştü. Dimdik ve ölçülü adımlarla yürüyordu.
General babamı görünce,
“Kim olduğu zaten gelişinden belli! Biz çöktük ama o hâlâ delikanlı!”
dedi. Meğerse general ve babam, Harbiye Okulundan sınıf arkadaşıymışlar!
Albay,
“Ben de onun yürüyüşüne hayranım efendim!” dedi.
Babam yaklaşınca hasretle kucaklaştılar. General, “Hüsnü Bey, eğer
kız olsaydım sana aşık olurdum.Yaşlandıkça daha da yakışıklı oluyorsun”
dedi.
Babam genellikle sivil giyinirdi. Arada bir hudut taburlarını ziyarete
gittiğinde mecbur kalıp binbaşı formasını üzerine geçirirdi.Giyim kuşamına
ve görünümüne son derece düşkündü. (Bıyıklarını kıvrık tutmak ve saçına
dalgalı motif vermek için özel maşası vardı.)
“Turgut (Sungar) toplarımı patlatırdı”
Sınıf arkadaşlarımdan daha uzundum. 350 nolu Hidayet –benim nu535
Şükran Bingöl
maram 351 idi- teneffüs aralarında peşime takılır,
“Yalan söylüyorsun, sen sınıfta kalmışsın! O yüzden boyun uzun”
diyerek bana takılırdı.
İlkokul yıllarında unutmadığım bir isim Bekir Bey’in oğlu Turgut’tu.
Yaşça benden büyüktü. O beşinci sınıftayken ben okula henüz başlamıştım.
Babam bana güzel toplar alırdı. Ben de onları yanımda okula götürdüm. Teneffüs aralarında Turgut ne yapıp eder toplarımı ele geçirir, sağa sola
tekmelerdi. Nazik toplarım şiddetli vuruşlara dayanmaz, yırtılırdı.
Uzun bir müddet korkumdan kimseye bir şey söylemedim. Her gün
okula koltuğumun altında sağlam bir topla gidiyor, akşam da yırtık bir topla
geri dönüyordum.
Dayanamadım, ağlar bir vaziyette babamın çalışma odasına gidip,
“Baba, Turgut abi toplarımı patlatıyor! Okula gitmek istemiyorum”
dedim.Babam gülümseyerek,
“Öyle mi! Ben yarın onun kulağını çekerim” dedi.
Babam, Turgut’u uyarmış olacak ki beni rahat bırakmıştı. Bir gün
yanıma gelip,
“Babana şikayet etmişsin! Topunu yırtayım mı?” diye tehdit edince,
“N’olursun Turgut abi, topumu patlatma”diye yalvardım. Halime acımış olacak ki bir daha bana yaklaşmadı.
Zinnet Hanım (Kakioğlu)
Bitlisli Mehmet’in (Kakioğlu) eşi Zinnet Hanım’ın bize çok emeği
geçmiştir. Aslen Hınıslı olan Zinnet Hanım’ın ailesiyle annemin ailesi birbirleriyle iyi tanışırlardı.
Zinnet Hanım evlendiğinde babam Hınıs’ta Yüzbaşı olarak görev
yapıyormuş. Düğüne davet edilenler arasında o da varmış. Babam o gün başından geçen şu ilginç olayı hep gülerek anlatırdı
“Yanımda sivil giyimli teğmen arkadaş, düğün yerine gittik. Bize hürmet edip baş köşeye oturttular.
Teğmen arkadaş düğün için takım elbise diktirmişti. Yeni elbiselerini
fiyakalı fiyakalı çekiştiriyor, gelen gidenin dikkatini celp ediyordu.
Yemek zamanı, önümüze Bitlis köftesi servisi yapıldı. Teğmen arkadaş, içi erimiş yağ dolu köftelerin dikkatsiz ısırıldığı zaman ne kadar tehlikeli
olabileceğinden habersizdi. İştahla kuru köftelerden (!) birine uzandı. Gönül
rahatlığıyla sertçe ısırdı. Köftenin içinde sıkışan yağ, fıskiye gibi Teğmen arkadaşın üzerine yayıldı. Gıcır gıcır takım elbisesi, yağ lekeleriyle delik deşik
olmuştu. Kulağıma uzanarak,
“Senin yüzünden elbisemi rezil ettim” dedi. Birbirimize gülümseyerek bakakaldık”
536
Iğdır Sevdası
Şangır Şungur
Mehmet Efendi mert ve sözünün
eri bir adamdı ama çapkınlığını bilmeyen
de yoktu. Eline para geçti mi uzun bir yolculuğa çıkar, gözden kaybolurdu. Böyle
günlerde babam, Zinnet Hanım’ın yanına
bir asker gönderir, evin ihtiyaçlarını temin
etmeye çalışırdı.
O yıllar insanlar akşam oldu mu
evlerine girer, kapıyı arkadan sıkıca kapatırlardı. Lamba ve mum ışığında bir odada
toplanan ev halkı, yabancı birisinin kapıyı
zorlayıp onlara kötülük yapmasından endişe ederler; yemeklerini yer, uykuya çekilirlerdi. Bu durum evinde erkeği olmayan
Hüsnü Bingöl
kadınlar için daha da vahim hal alırdı. Bu
duruma alışamayanlardan birisi de Zinnet Hanım’dı.
Kocasının evde olmadığı akşamlar Zinnet Hanım, kapının arkasına
masa koyar, üzerine tencere ve tabakları istif edermiş. Olur ya, eğer birisi kapıyı zorlarsa tabaklar yere düşecek, tehlikeden haberdar olacaklardı!
Zinnet Hanım, tedbirini aldıktan sonra, çocuklarıyla yemeğe oturmuştu. Mehmet Efendi’nin akrabası Zeki Keki, eve gelmiş. Kapıyı çalmış,
kimse açmayınca kapıyı iteklemiş. Olan olmuş, masa devrilmiş, tencereler
paldır küldür yerde yuvarlanmış. Zeki Keki, gürültüden ürküntüye kapılıp evden uzaklaşmış. Olup bitene bir anlam veremediğinden, pencereden seslenip
kendisini tanıtmak zorunda kalmış.
Babamın vefatında sonra Zinnet Hanım’ın çok yardımını gördük. Zinnet Hanım, iki genç kızın evde yalnız kalmasını istemediğinden bizimle yatıp
kalkıyordu. Iğdır’dan ayrılıncaya kadar Zinnet Hanım’ın gösterdiği yakınlık
ve vefa duygusunu yıllar sonra bile unutmuş değiliz.
Annemin ve babamın vefatı
Annem 1947 yılında genç yaşta (35 yaş civarı) zatürreeden öldü.
Melekli yolu üzerinde, Ordu Evi’ne bitişik mezarlıkta yer kalmadığından,
babam, komşu bahçeden bir mezar yeri satın alıp annemi oraya defnettik.
Annemin vefatında ilkokulu yeni bitirmiştim. Acı olay hepimizi derinden sarsmış, aile düzenimizi alt üst etmişti. Bu yüzden ortaokula devam
etme şansım olmadı. (Ortaokulu sonraki yıllar dışardan bitirdim.)
Babam ikinci evliliği hiçbir zaman düşünmedi. Bir anne gibi bize kol
kanat gerdi.
537
Şükran Bingöl
Iğdır’da çeşit çeşit hastalıklar boy
gösterirdi. Bunların içinde “sıtma” başlı
başına büyük bir tehditti. Sıtmadan korumak için, yaz aylarında, babam, ellerimizi
ve yüzlerimizi kapatır, içinde sivrisineğin
olmadığı cibinliklere kendi eliyle yerleştirirdi. En büyük korkusu, kızlarının tehlikeli
bir hastalığa yakalanması, onlara gereken
ilgi ve ihtimamı gösterememesiydi.
Babam ilk kalp krizini 1954 yılının
sonbaharında –vefatından altı ay öncegeçirdi. Doktorlar, babamın tavsiyesine
uyarak hastalığı bizden sakladılar. Ama iç
güdülerim babamın ciddi bir hastalığa yaMüjgan Bingöl
kalandığını söylüyordu. İlaç prospektüslerini açıp okuduğumda, hepsi “kalp”le ilgili
notlar düşmüştü. Bir gün babama:
“Baba, doğru söyle yoksa kalbinde bir rahatsızlığın mı var?”
“Hayır, kızım! Onu da nereden çıkarıyorsun?”
“İlaç prospektüsleri ‘kalp rahatsızlığı’ diye not düşmüşler...”
“Güzel kızım, kalp ilacı sadece kalp hastasına verilmez ki... Bazen de
soğuk algınlığı tedavisinde kullanılır”
Babam bu sözleriyle hastalığını bizden ustaca saklamayı başarmıştı.
Her gece gizliden babamın odasına girer onun nefes alışını dinlerdim.
Babam, askerlikten kalma alışkanlık olsa gerek, tavşan uykusuna yatardı. En
ufak gürültüde gözlerini açar, etrafını kolaçan ederdi. Bir gün beni yakaladı:
“Kızım ne yapıyorsun?” diye sordu.
Utancımdan “Anne!” diye bağırıp odadan kaçtım.
Babam iki üç hafta yatakta kaldı. Babamın başucundan ayrılmayanlardan birisi de Bitlisli Mehmet Efendi idi. İlk üç kritik geceyi babamın
yanında birlikte sabaha kadar nöbet bekleyerek geçirmiştik. Mehmet Efendi,
babama moral desteği olup hızla toparlanmasında yardımcı olmuştu.
Babam, ilk krizden yavaş yavaş toparlandı. Artık, çok sevdiği çarşı
yürüyüşüne çıkabiliyor, huzurlu ve mutlu eve dönüyordu. (Doktorların tavsiyesine uyup Milli Emniyet Müfettişliği görevinden emekliye ayrıldı.)
Babam kolay kolay hastalanmaz; savaş yıllarından kalma küçük bir
romatizma ağrısı dışında şikayeti olmazdı.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında bir cepheden ötekine koştururken,
bazen günlerce sulak ve bataklık arazilerde yatıp kalkmak zorunda kalmıştı.
538
Iğdır Sevdası
Yılda bir kez vücudunun bir yerinde “sanki iğne batıyor” diye tanımladığı
romatizma ağrılarına yakalanırdı.
Bir keresinde de şiddetli bir zatürree yakalanmıştı:
İngiliz heyet Iğdır’a gelmişti. Babam heyete eşlik edip sınır boylarını teftiş etmiş, motosikletlerle Ağrı Dağı’na oradan da Aras’ gitmiş, nehirde
yıkanmıştı. Akşam üzeri serin rüzgâra karşı yolculuk yaptıkları için, babam
şiddetli soğuk algınlığına yakalanmıştı. Günlerce yatakta ateşler içinde yattı.
Babamın Vefatı
DP’nin Pazar günü yapılması beklenen ilçe kongresinin çok çekişmeli
hatta kavgalı geçeceği tahmin ediliyordu. Bu yüzden partinin ileri gelenleri
babamın yanına gelip, “Beyamca, siz kongrede olursanız kavga olmaz!”
demişler. Babam da onların hatırını kırmayıp, “Olur, gelirim” diyerek söz
vermiş.
Cumartesi akşamıydı. Müjgân’ın bademcikleri iltihaplanmıştı. Babam, en ufak rahatsızlığımızda üzerimize titrer, yatağa koyup başucumuzda
beklerdi. Hele Müjgân’a karşı aşırı bir sevgisi vardı.
Müjgân ekşi nar yediği için boğazı tahriş olmuştu. Öksürük nöbetlerinin birinde tükürüğünde kan çıkınca babam telâşa kapıldı. Müjgân’ın, o
yılların en çok korkulan hastalığı vereme yakalanmış olabileceği kuşkusuyla
babam nöbetçi eri Dr. Necdet Koçak’ı getirmesi için gönderdi.
(Dr. Necdet Koçak, yedek subaylık hizmetini Iğdır ve Doğubeyazıt’ta
yapan genç bir doktordu. Sonraki yıllar profesör olan Dr. Necdet Koçak, bir
ara da Çapa Tıp Fakültesi dekanı oldu.)
Tuzluca’da iki aşiret arasında kavga ölümle neticelendiğinden, Dr.
Necdet Koçak, hükümet tabibi sıfatıyla savcıyla birlikte Tuzluca’ya gitmek
zorunda kalmıştı.
Dr. Necdet’in hanımı eve gelen askere, “Doktor Tuzluca’da. Ne zaman geleceğini bilmiyorum!” diyerek geri göndermişti. Babam, Müjgân’ın
sağlık durumu hakkında derin bir kaygıya kapıldığı için, eli boş dönen askere,
“Git kapıda bekle! Saat kaçta gelirse hiç bekletmeden al getir. Kim hasta, diye
sorarsa ‘komutanım’ diye cevapla” diyerek onu geri gönderdi.
Dr. Necdet Koçak sabah üçe doğru eve gelmiş. Kapıda kendisini
bekleyen asker, “Komutanım hasta. Acele eve gelmenizi istiyor” demiş. Dr.
Necdet bu söze inanmamış: “Hasta olan komutan değil kızlardan birisi olmalı.
Hüsnü Bey, öyle nazik bir insandır ki, kendisi ölüm yatağında olsa bile gece
yarısı doktoru rahatsız etmez. Ama kızları için yapar!” diye cevaplamış.
Babam, doktoru kapıda karşılamış. Doktor:
“Hasta olan Müjgân, değil mi?”
“Size yanlış bilgi verdiğim için beni bağışla. Siz de yakında baba ola539
Şükran Bingöl
caksınız. O zaman beni anlarsınız”
Doktor, Müjgân’ı kontrol etti, “Korkacak bir şey yok! Boğazındaki
kılcal damarlardan birisi çatlamış” diyince babam rahatladı.
Doktor, bir anda yüzünü babama çevirdi. Babamın rengi hiçte iyi
değildi. Yatağa uzatıp tansiyonunu ve vücut ısısını ölçtü. Doktorun yüzü birdenbire endişeyle gerilmişti:
. “Sizi iyi görmedim. Yarın (Pazar) kesinlikle dışarı çıkmayın!”
“Mecburum. Arkadaşlara -DP kongresine katılmak için- söz verdim”
“Kesinlikle olmaz! Kapının önüne yatarım, üstüme basmadan sokağa
çıkmanıza izin vermem” dedi. Doktor, babama birkaç iğne yaptıktan sonra
evden ayrıldı.
Müjgân hasta olduğu için Muhittin dayımın hanımı onun bakımıyla
ilgilenmek için bize misafir olmuştu. Üvey annesiyle geçinemeyen amca oğlu
Fikri de bizde yatıp kalkıyordu.
Babam erkenden uyanırdı. O Pazar sabahı da erkenden uyanmış, kahvaltısını yaptıktan sonra, dayımın hanımını,
“Gelin hanım, önemli bir iş için benim saat 9’da evden çıkmam gerekir. Eğer uykuya dalarsam uyandır” diye tembihlemiş. Sonra da eline gazeteyi
alıp divana uzanmış.
Saat 9’a doğru yataktan kalktım. Üzerimde geceliğim vardı. Yengem
mutfakta işe daldığından babamın tembihini unutmuş gibiydi. Babamı uyandırmak için yanına yaklaştım. Bir elinde gözlük bir elinde gazete sessizce
uzanmıştı.
“Baba saat 9’a beş var! Uyan!” dedim. Babamdan ses çıkmadı. Tuhaf
oldum. Sandalyede oturan Fikri abinin yanına gittim. Dilim tutulmuştu. Hiçbir şey söyleyemeden kolunu çekiştirip durdum.
“Ne var?” diye sorunca babamı işaret ettim. Fikri abi babama yaklaştı,
“Galiba ölmüş!” dedi. Müjgân’ın yatağına doğru koştum. O an dilim
açılmıştı:
“Müjgân babama bir şeyler oldu!” Müjgân hasta yatağından sıçrayıp
koştu, babama sıkıca sarıldı. Babam henüz hayatta olduğundan gücü yettiğince o da Müjgân’a sarılmıştı.
Bu sahneden paniğe kapılıp, caddeye koştum. Kapıda Dr. Necdet
Koçak’la yüz yüze geldim. Doktor, babam dışarı çıkmasın diye erkenden eve
gelmişti.
“Doktor çabuk yetiş! Babam ölüyor!” dedim.
Doktor babamın göğsüne iğne yaptı. Ama tüm çabalara rağmen babamı kurtaramadı. Babam, 6 Şubat 1955, Pazar günü saat 9’u 5 geçe, 63 yaşında
540
Iğdır Sevdası
vefat etti.
Babamın naaşını Ağrı’daki aile mezarlığına götürmek istedik ama
Iğdırlı dostların ısrarı üzerine Melekli yolu üzerindeki Askeri Mezarlığa defnettik.
Nişanlandığı zaman, kayınpederi babama güzel bir kol saati hediye
etmişti. Bir gece önce, saati eline alıp,
“Bu saat yıllardır hiç hata yapmadan tıkır tıkır çalıştı” demiş, yaylı
mekanizmasını kurmuştu. Babam vefat ettiğinde garip bir şekilde yıllardır hiç
aksamayan saatte 9’u 5 geçede durmuştu!
Babam 20 yıl boyunca orduda subay olarak hizmet verdikten sonra, 1931 yılında Süvari Binbaşı olarak kendi rızasıyla emekliye ayrılmıştı.
1932’den başlayarak, ilk kalp krizini geçirdiği 1954 yılının sonbaharına kadar, 23 yıl süreyle Iğdır Milli Emniyet Müfettişi olarak hizmet verdi.
Babamın vefatının üzerinden altı ay geçtikten sonra, iki kardeş Iğdır’da yalnız kaldık. Dayanamayıp İstanbul’daki dayı ve halalarımıza yakın
olmak düşüncesiyle Iğdır’dan ayrılmak zorunda kaldık.
Enis Eniştenin Vefatı
Şamil dedemin oğlu Enis, halamla evliydi. Aile içinde kendisini “Enis
Enişte” olarak çağırırdık.
Babamla birlikte –öz amca çocukları- Trablusgarp cephesinde savaşmışlardı Bir saldırı sırasında Enis Enişte yaralanınca, babam onu atın üzerine
koyup, ateş hattından geçirerek cephe gerisine götürmüş; hayatını kurtarmıştı.
Enis Enişte Yarbay olduğu bir gün Keskin ilçesinde tatbikata çıkmış.
Akşamleyin arkadaşlarıyla birkaç el tavla oynadıktan sonra, çadırına istirahata çekilmiş. Çadırın önünden geçen doktora seslenip, “Doktor bey, başım
ağrıyor!” demiş. Doktor, çantasından çıkardığı birkaç aspirini Enis Enişteye
uzatmış.
Sabah olunca, tüm birlikler hazır vaziyette Enis Enişteyi bekliyormuş.
Yarbayın gelmediğini merak eden bir subay çadıra doğru koşturmuş, kapıyı
araladığında Enis Eniştenin ölü bedeniyle karşılaşmış.
Otopside Enis Eniştenin de babam gibi kalp krizinden öldüğü anlaşılmıştı. Doktorun verdiği aspirin midesine inmeden boğazına takılmış, öylece
can vermişti.
Babamın günlük yaşantısı
Erkenden uyanırdı. En büyük zevki kahvaltısını yatakta, tepsi içinde
yapmaktı. Duşunu aldıktan sonra dışarı çıkar, kasaba merkezinde turladıktan
sonra Belediye bahçesindeki kahvehaneye uğrar, halktan dostlarıyla çay ve
541
Şükran Bingöl
kahve içer, evin yolunu tutardı.
Saat 1’e kadar çalışma odasına çekilir, ciddiyet ve disiplin dolu bir
ritimle çalışırdı. Öğlen yemeğinde
odasından çıkar, aile sofrasındaki
yerini alırdı.
Yemek konusunda seçici
değildi. Önüne konan her türden
yemeği zevkle yerdi. Eğer yemeğin kalitesinde sorun varsa, ses
çıkarmaz, “Çocuklar size afiyet
olsun!” diyerek masadan kalkardı.
Eğer biz, “Baba yemeği beğenmedin mi?” diye sorsak, babam, “İştahım yok!” diye geçiştirirdi.
Yemekten sonra bir köşeye çekilip gazetesini okur, tekrar
odasına girer, çalışmasına kaldığı
yerden devam ederdi. Saat 5’e
doğru soğuk duş alıp dışarı çıkardı. Kasaba merkezinde dolaştıktan
sonra geri gelir, kısa sohbet faslından sonra çalışma odasına çekilir,
gece 1’e kadar aralıksız çalışırdı.
Akşamları yemek yemezHüsnü Bingöl
di. Hafif türden mezeleri bir kadeh
rakıyla atıştırır, çalışmasına devam ederdi.
Sigara tiryakisi idi. Günde üç pakete yakın tüketirdi.
Bazı günler Rusça çalışırdı. Rusça’yı iyi konuşurdu ama telâffuzunu ve dilbilgisini geliştirmek için haftada birkaç gün çalışırdı. Bize Rusça
hikayeler okurdu. Anlamasak da dikkatle dinlerdik. Okuduklarını Türkçe’ye
çevirir, dikkatimizi üzerinde toplardı.
Babam, az da olsa İngilizce, Almanca ve Fransızca bilirdi. Kürtçe’yi
de günlük konuşmaları sökecek kadar hem anlıyor hem de konuşabiliyordu.
Babamın Kürtçe konuşmasını çok garipserdim. Her iki kelimden birisi mutlaka Türkçe olurdu.
Çocukken cin fikirliydim. Bir gün, babama, “Baba, Kürtçe’de ‘Efendim’ kelimesi var mı?” diye sordum. Babam bocaladı,
“Bilmem, dedi, niçin soruyorsun?”
“Çünkü Kürtçe konuşurken hep ‘Efendim’ diyorsun da...”
542
Iğdır Sevdası
Babaannem Kürt’tü. Fakat babam, ailesinden uzak büyümüştü. Kürtçe’yi görevi nedeniyle bulunduğu Ağrı’da öğrenmişti.
“Sırtına havlu koysunlar”
Babam çocuklara düşkündü Karşısına alıp büyük insan edasıyla konuşturmaktan özel zevk alırdı.
Doğubeyazıt Caddesinde, Şeyh Xano’nun evinin tam karşısında Arap
Hüseyin’e ait Rus yapısı bir evde oturuyorduk. (Bu bina sonraki yıllar postane
oldu.)
Babamın çalışma odasının penceresi sokağa bakardı. Dışarıda olup
bitenlere arada bir göz atar, çalışmasına öylece devam ederdi.
Bir gün mahalle çocukları sokakta oyuna dalmışlardı. Sağa sola koşturuyorlar, bağırıp çığırıyorlardı. Babam kafasını pencereden dışarı uzattı, ter
kan içinde kalmış bir çocuğa:
“Evladım çok terledin! Hasta olacaksın! Git annen sırtına ter bezi
koysun!” dedi. Çocuk babamın söylediklerinden bir şey anlamadığı
için oyun oynamaya devam etti.
Bu konuşmayı duyunca babamın yanına gidip, gülerek,
“Baba onlar ter bezinden anlamazlar ki!” dedim.
“!!”
Erzincanlı Teyze
Annemin erken yaşta vefat etmesi nedeniyle babam aşçı tutmak zorunda kalmıştı. Uzun araştırmadan sonra “Erzincanlı Teyze” lakabıyla tanıdığımız bir kadını aşçı olarak görevlendirdi.
Erzincanlı Teyze zengin bir ailenin kızıymış. Evlendikten altı ay
sonra kocası savaşa gidiyor ve bir daha geri gelmiyor. Oğluyla beraber kayınvalidesinin yanında oturuyor. Oğlu 12 yaşına gelince sünnet olmuş ama
kan kaybından ölmüş. Gelin ve kayınvalide uzun zaman yoksulluk çekmişler
ellerindekini satıp zorlukla geçinmişler. Erzincan depreminde (Aralık 1939)
kayınvalide ölünce Erzincanlı Teyze yalnız kalmış, valinin konağında aşçılık
yapmış.
Erzincanlı Teyzenin Iğdır’da fırıncılık yapan bir eniştesi ve Ekber adlı
bir yeğeni vardı.
Mahallenin yaka silktiği Iğdırlı bir kadınla evli Ekber, teyzesinin
Erzincan’da yalnız kaldığını öğrenince Iğdır’a kendi evine getirmişti. Ama
karısının Erzincanlı Teyzeye rahat verdiği yokmuş. Babamın aşçı aradığını
bilen dostları, Erzincanlı Teyzeyi evimize getirdiler. İlk görüşte birbirimizi
sevmiştik. Erzincanlı Teyze, 1953 yılında zatürreeden vefatına kadar bizimle
kaldı.
543
Şükran Bingöl
“Acaba Çerkez tavuğu var mı?”
Kolordu komutanı Fahri Belen –amcamın kayınbiraderi- Doğubeyazıt’a teftişe gelmişti. Ne yapıp edip babamı ziyarete gelmeye, sınıf arkadaşıyla hasretleşmeye kararlıymış. Telgraf çekip, “Yarın sizdeyiz!” mesajını
gönderdi.
Paşa, 30 kişilik maiyetiyle geliyordu. Bu kadar misafiri Erzincanlı
Teyzenin tek başına ağırlaması beklenemezdi. Babam, durumu Erzincanlı
Teyzeye anlattığında, o kendinden emin, “Siz hiç merak etmeyin! Yalnız iyi
bir garsona ihtiyaç olacak” dedi.
Ertesi gün Erzincanlı Teyze hummalı çalışmanın içine girdi. El ayak
işlerine yardım eden askerler bahçede tavuk kesiyor, patates ve soğan doğruyorlardı. Akşama doğru Çerkez tavuğundan, çorbalara ve çeşit çeşit tatlılara
her şey hazırdı.
Misafirler yemekten son derece hoşnut kalmışlardı. Paşa’nın maiyeti
izin isteyip orduevine gitti. Paşa ve babam okul ve savaş yılları hakkında nostaljik sohbete daldılar. Zaman gece yarısına yaklaşmıştı. Karnı acıkan Paşa,
bir ara babama, “Acaba Çerkez tavuğu kaldım mı?” diye sormuş.
Babam, odadan içeri girip Erzincanlı Teyzeyi uyandırmış, durumu anlatmış. Erzincanlı Teyze, uykulu uykulu, “Siz hiç merak etmeyin! Yarım saate
kalmaz hazır olur!” demiş. Gece yarısı tavuk kesilmiş, soyulmuş, haşlanmış
ve Çerkez tavuk hazırlanıp Paşa’nın önüne konmuş.
Paşa ertesi gün vedalaşırken, özellikle Erzincanlı Teyzeyi görmek
istedi. Elini öpüp, “Yemekleriniz çok güzeldi!” dedi. Cebine yüklü bir harçlık
koyup yola koyuldu. Erzincanlı Teyze Paşa’nın bu davranışından etkilenmiş,
şaşkın ve mutlu onun arkasından bakakalmıştı.
Fahri Belen’in bir kız kardeşi Kars Milletvekili Hüsamettin Tuğaç, bir
kız kardeşi de amcamla evliydi. (Hüsamettin Tuğaç ve dedelerim, Kafkasya’da aynı kasabada ve aynı mahallede büyümüşler.)
Erzincanlı Teyzenin Vefatı
Erzincanlı Teyze, zatürree yakalanınca babama,
“Ben öleceğim! Hiç olmasa yeğenimin (Ekber) evinde öleyim, kimse
ona ‘Teyzen el alemin kapısında’ öldü demesin” demiş. Babam, bu vefakar ve
iyi yürekli kadının son isteğine saygı duymuş, Ekber’in yanına göndermiş.
Birkaç gün sonra, Erzincanlı Teyzenin vefat ettiğini öğrendik.
Erzincanlı Teyzenin eşyaları evimizdeydi. Ekber ve Ağrı’da yaşayan
Ekber’in kız kardeşinden başka mirasçısı yoktu. Babam; mirasçıları, kaymakamı, muhtarı ve eşraftan birkaç kişiyi evde topladı.
“Eşyaları iki kardeş arasında nasıl böleceğiz?” diye sordu. Kimseden
cevap çıkmayınca babam,
544
Iğdır Sevdası
“Elimi gelişi güzel sandığa daldıracağım. Bir bu kardeşe bir o kardeşe, kabul mü?” Kalabalıktan “Olur!” sesi yükselince babam mirası paylaştırmaya başladı.
Ekber, asil duygulara sahip ve maneviyata önem veren bir genç olduğunu belli etti. Kendi payına düşen eşyaların arasından hatıra mukabilinden
gümüş bir kâseyi aldıktan sonra gerisini kız kardeşine uzattı:
“Bacı, bunların kıymetini ancak sen bilirsin. Benim karımın eline düşürse rahmetli teyzemin kemikler sızlar” dedi.
Hepimiz o gün duygulu bir an yaşadık.
Hamza Karabağlı
Babam bir gün görevli Doğubeyazıt’a gitmiş. Sınırda yakalanan ve
ölüme mahkum edilen sanıkları görmek istemiş. İdam için tüm hazırlıklar
yapılmış, domuz bağı sehpada sallanıyormuş.
Babam odadan içeri girince karşısında Hamza (Karabağlı), İmam,
Kurban ve Kıyas (Muhtemelen Kıyas Alkazak. Mücahit) adlı dört Kafkasyalı’yı görmüş. Yakından tanıdığı bu dostlarını hemen serbest bıraktırmış.
İmam ve Kurban, Kars’ın en büyük kaşar peynir fabrikasını (Kars
Vazot) kurup çok zengin oldular.
Mehmet Beyazıt
Mehmet Beyazıt sürgüne gönderildiğinde (1927) Ağrı’daki evimizde
birkaç gün misafir olmuş. Yanında bir heybe dolusu altını varmış. Babamın
yardımını ve dostluğunu takdir ettiğinden her yıl paketler dolusu İstanbul’dan
şeker ve çikolata gönderirdi.
“Hüsnü Bey’i Hüsnü Bey yapan da budur!”
Babam insanlarda dürüstlüğe ve iyi karaktere önem verirdi. Bu özellikleri taşıyan herkese gönlü eşit olarak açıktı. Kimseyi ırkına, görünüşüne ya
da parasına göre değerlendirmezdi.
Bir gün babam ve Abdürrezak Bey (Güneş) Belediye bahçesindeki
kahvehanede oturuyorlarmış. Davavekili olarak görev yapan genç adam oradan geçmekteymiş. Babam sevdiği genci davet etmiş:
“Evladım gel bir çay iç!”
Genç adam oturur oturmaz, Abdürrezak Bey memnun olmayan yüz
ifadesiyle müsaade isteyip ayrılmış.
Babam, genç adamla yürüyerek eve kadar gelmişti.
Akşam yemeğinden sonra babam gazetesini eline alıp okumaya koyulmuştu. Bu saatlerde ben ve Müjgân mümkün olduğu kadar sessiz oturur,
babamı rahatsız etmemeye özen gösterirdik. Durak abi de bir köşeye çekilir,
545
Şükran Bingöl
saygılı otururdu.
Durak abi babama,
“Bey amca, Abdürrezak Bey size çok sinirlenmiş” dedi. Babam merakla kafasını gazeteden kaldırıp,
“Niçin?” dedi. Durak abi,
“Bugün Vahap isimli bir genci masanıza çay içmeye davet etmişsiniz.
Abdürrezak Bey diyor, o kim oluyor da Hüsnü Bey’in masasına oturuyor”
Babam zoraki bir gülümsemeyle, “Ne demek o kim oluyor! Benim
ondan ne üstünlüğüm var ki?.. O da anasının karnında dokuz ay kalmış ben
de..” diye cevapladı.
Durak abi, ertesi gün babamın söylediklerini olduğu gibi Abdürrezak
Bey’e aktarmış. Abdürrezak Bey, uzun uzun düşündükten sonra kafasını sallayarak,
“İşte Hüsnü Bey’i Hüsnü Bey yapan da budur!” demiş.
Durak Abi (Albuz)
Evimizde iki asker görev yapardı. Birisi dışarıda babamın çalışma
odasına yakın bir yerde nöbet tutar; birisi de evin içinde ya da bahçede hazır
bulunurdu. Görevi biz çocuklarla ilgilenmek, bahçede oynatmak ve gerektiğinde okula götürüp getirmekti. Ailemizin iç içe askerlerden birisi de Durak
abi idi.
Durak abi aslen Erzurum’un Horasan ilçesindendi. Kendine özgü
sükut hali ve güven veren kişiliğe sahipti. En çok da Müjgân’la oturur kalkardı.
Müjgân zayıf ve hassas bir kızdı. Babam, Müjgân’ın üzerine titrer,
onun bir dediğini iki etmezdi.
Annem erken yaşta vefat ettiğinden babam gözünü üzerimizden
ayırmazdı. Banyo günleri kendi eliyle bizi yatağa koyar, üstümüzü itinayla
örterdi. Ben hareketli ve zinde bir kızdım. Babamın bu aşırı şefkatinden kaçar,
bahçede oynardım. Müjgân onca ihtimama karşın yine hasta olunca babam,
“Anlamıyorum! Bu kızı el bebek gül bebek saklıyorum yine hasta oluyor diğeri bahçede akşama kadar koşturuyor hasta olmuyor” derdi.
Müjgân ve Durak abi, gün boyu birlikte birbirleriyle oynar, kavga
eder ve sonuçta küserlerdi. Müjgân, akşamları Durak abiyle kağıt oyunu oynar; kazandığı (!) zaman Durak abiye,
“Ben kazandım, paramı ver!” diye üstelerdi. Durak abi de,
“Tamam. Üzerimde borç olsun sonra öderim” diyince, Müjgân ağlayarak babama gider,
“Durak abi paramı vermiyor!” diyerek şikayet ederdi. Babam, başını
gazeteden kaldırır, ciddi (!)ses tonuyla,
546
Iğdır Sevdası
“Kızımın parasını ver!” diyerek müdahale ederdi.
Bir gün de Durak abi, Müjgân’a,
“Gel seni köyümüze götüreyim. Arpa ekmeği yersen öyle bir şişmanlarsın ki...” diyerek kafaya almış. Müjgân da söylenenlere inanmış,
“Baba, bana üzüm (izin) ver, Durak Amca beni köyüne götürecek,
arpa ekmeği verecek” dedi. Babam kaşlarını çatarak,
“Kızım sen arpa ekmeğini yiyemezsin!” diyerek karşı geldi. Müjgân
inatçılığını diretti,
“Vallahi yerim!” dedi.
Arpa ekmeği konusundaki ısrarlar her akşam devam edince babam bir
gün eve arpa ekmeği getirdi. Müjgân ekmeği eline alıp evirdi çevirdi, kokladı,
hoşuna gitmeyince suratını asıp Durak abinin yanına gitti:
“Ben bu ekmeği yemem!” dedi. Durak abi,
“Bizim arpa ekmeği daha lezzetli olur!” diyerek durumu kurtarmaya
çalıştı.
Durak Abi, boş durmaz eline geçen her fırsatta Müjgân’a takılırdı.
Müjgân divanda kendi halinde otursa bile, Durak abi,
“Kız ne öyle ‘beş geçe’ Kürt gibi kurulmuşsun!” diye laf yetiştirirdi.
Müjgân da boş durmaz, namaza duran Durak abinin sırtına atlar sağa sola
çekerdi.
Durak abinin terhisi yaklaşınca Müjgân’ı hüzün aldı. Her gün ağlıyor,
“Durak Amca bizimle kalsın!” diyerek babama yalvarıyordu. Babam
Müjgân’ı üzgün görmek istemediği için bir gün Durak abiyi huzuruna çağırdı:
“Ne iş yaparsın?”
“Yoksul köylüyüm, bir şeyim yok!”
“Seni bekleyen kimin var?”
“Sadece karım”
“Çocuk?”
“Hayır, çocuğum yok!”
“Iğdır’da kalmak ister misin?”
“Nasıl geçineyim burada?”
“Sen merak etme! Ben sana yardım ederim”
Babam Durak abiye Aralık’ta iskân hakkı ev aldı. Sermaye temin edip
yağ, peynir alım satım işine girmesine yardımcı oldu. (Babam vefatından bir
yıl önce de, Aralık’taki 5 dönümlük üzüm bağımızın tapusunu Durak abinin
üzerine çevirmişti.)
Iğdır’dan ayrıldığımız gün Durak abi çok ağladı. Bir daha kendisiyle
547
Şükran Bingöl
görüşme şansımız olmadı. Iğdır’da vefat ettiğini öğrendik. Bir oğlu öğretmen
bir oğlu da hakim oldu.
Soyadımız “Bingöl”
Aile şeceresinde üç farklı soyadı var: Bingöl, Gökçe ve Atalay. Her
üçü de Kafkasya’daki göl, dağ veya nehir adlarından alınmadır. Örneğin Şamil dedemin ailesi “Gökçe” soyadını almış; çünkü Gökçay isimli bir nehir
varmış. “Bingöl” isminin tam olarak hangi isme atfen verildiğini bilmiyorum
ama Kafkasya kökenli olduğundan eminiz.
Babamın Gezinti Arkadaşı, “Joli”
Babam hayvanları severdi. Özellikle köpek sevgisini bilmeyen yoktu.
Tamı tamamına beş köpeğimiz vardı. İsimleri Boncuk, Fidel, Poker, Fot ve
Joli idi.
“Fot”, terbiye edilmiş kurt köpeği idi. Biz ona “Kont” derdik. Bayramlarda, resmi geçitte “Fot”, babamın yanına oturur, ciddi yüz ifadesiyle
caddeyi uygun adım geçen askerleri seyrederdi. Askerler dönerek selâm verdiklerinde, “Fot” da başını hafiften sallayarak cevap verirdi.
“Joli”, tatlı ve minnacık bir finoydu. Onun öyküsü de şöyle:
Hamiyet Yüceses ya da Safiye Ayla, Iğdır’ı ziyarete gelmişti. Babam
ünlü ses sanatçısını karşılamış, gereken ilgiyi gösterip akşamleyin yemeğe davet etmiş. Yemek sırasında gözü sanatçının yanındaki köpeğe ilişmiş. “Aman
ne güzel köpek!” diyince, sanatçı köpeği (Joli) babama hediye etmiş.
“Joli”, babamın yanından ayrılmaz, hatta sokağa çıktığı zaman ona
eşlik ederdi. Herkesin, gezintiler sırasında babamın yanında gördükleri köpek
işte bu “Joli” idi. Fedakar “Joli” birkaç kez de babamın hayatını kurtarmıştı.
Babama Suikastlar
Ruslar, babama suikast düzenleyecek bir tim görevlendirmişti.
Bir gün babam, yanında “Joli” ve asker koruması çarşıdan eve geliyormuş. Doğubeyazıt Caddesindeki camiye yakın geldiğinde, Joli havlayarak
dört yol ağzında, köşedeki küçük eve doğru koşmuş. Sonra da koşarak gelip
babamın paçasına yapışmış, “Ne olur gitme!” dercesine yürüyüşüne engel
olmuş. Babam korumasını kuytu köşeye gönderip, “Bak bakalım ne var orada!” demiş. Suikastçılar planlarını uygulama fırsatı bulmadan kaçmışlar.
Olayın üzerinden iki hafta kadar zaman geçmişti. Van emniyet teşkilatından bir telgraf geldi. Buna göre, yakın zamanda Rusya’dan geçiş yapan
bir grup babamı öldürmek için görevlendirilmişti. Aynı yazı Iğdır kaymakamlığına da gönderilmişti ama babamı haberdar etmemişlerdi.
Mehtaplı bir geceydi. Lambaları söndürüp, perdeleri açtık. Baba, iki
548
Iğdır Sevdası
kız, çalışma odasında tatlı bir sohbete daldık. Karşı evin damında, birileri el
feneriyle evimizi taramaya aldı.Babam, “Kimse kıpırdamasın!” diyince işin
ciddiyetini anladık. El feneri, yan odaya kayınca, ben çevik bir hareketle pencereye koştum ve perdeyi çektim. Babam, korumalarına haber vermek için
dışarı çıktı. Silah sesleri mahalleyi doldurdu. Suikastçılar kaçmayı başarmışlardı.
Bir gün de babam, kahvehanenin önünde oturmuş, içlerinde Bitlisli
Mehmet Efendi’nin de olduğu bir grup dostuyla sohbet ediyormuş. Masadaki bir dostu yukarıya bakarak, “Geldi! Geldi!” diye bağırınca babam arkaya
doğru çekilip kafasını yukarı kaldırmış. O an kocaman bir kiremit parçası
babamın başını sıyırarak dizlerinin üstüne düşmüş. Bir metre zıplamış, dizine
çarpıp parçalanmış. Eğer kafasını yukarı kaldırmasaymış, kiremit kafasına
isabet edecekmiş!
Babamın eve geliş saati gecikince telâşlanmıştık. Geç kaldığında
mutlaka eve haber göndertir, bizi bilgilendirirdi. Saatler gece yarısına yaklaşıyordu. Evimizin önünde fayton durunca, caddeyi gürültü ve konuşmalar
doldurdu. Aklıma ilk gelen, “Acaba babama bir şey mi oldu?” diye düşünmek olmuştu. Dışarı çıkıp babamı, yürüyemez halde, dostlarının kucağında
görünce çığlık attım.
Dizlerinde kırık yoktu ama bacakları şişti. İki-üç hafta bastonla dolaşmak zorunda kaldı.
Son suikast girişimi yine Doğubeyazıt Caddesi üzerinde, eve gelirken
oldu. “Joli” ikinci kez, babamın hayatını kurtarmıştı. Köşeye siper almış saldırganlar, köpeğin havlamasıyla tereddüde düşmüş, öldürüp öldürmeme konusunda tartışmışlar. Korumaların yaklaşması üzerine de bırakıp kaçmışlar.
Van emniyet güçleri suikast grubunu İran’dan Türkiye’ye giriş yaparken yakalayıp sorgulamış, onlar da her şeyi itiraf etmişti.
Babam sürekli tehlike ve tehdit altındaydı. Bu stres kalp rahatsızlığını
daha da kötüleştiriyordu. Halbuki onun rahata ve huzura öylesine ihtiyacı
vardı ki...
“İki kız bir köpek, hepsi bu mu?”
Babam Teğmen iken, Doğubeyazıt’ta kısa bir görev yapmış; bir keresinde de bir köylüye yardımı dokunmuştu. Köylü, yardımı aradan yıllar
geçtiği halde unutmamış; babamın Iğdır’da olduğunu öğrenince sırtına güzel
bir kilim atıp evimizin yolunu tutmuştu.
Babam öğleden sonraları birkaç saat uyurdu. Köylü, nöbetçi askere,
“Hüsnü Bey’i görmek istiyorum” demiş. Asker,
“Şimdi uyuyor. Birkaç saat sonra gel!” demiş. Köylü, duvara yaslanıp
549
Şükran Bingöl
beklemeye koyulmuş.
Akşama doğruydu. Babam uyanmış, hep birlikte bir gezinti için hazırlık yapmaya koyulmuştuk. Ailece sokağa çıktık.
Nöbetçi asker, unuttuğu köylüyü hatırlamış, yanına çağırıp, “İşte
Hüsnü Bingöl gidiyor”demiş. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
“Bu iki kız onun nesi?”
“Hüsnü Bey’in kızları”
“Oğlu yok mu?”
“Yok!”
“Karısı nerede?”
“Hüsnü Bey’in karısı vefat etmiş. Bekâr”
Köylü, hayal kırıklığı içinde elini havaya kaldırıp, “İiiii! Hüsnü Beg
dedikleri bu mu? İki kız bir köpek! Böyle bir adamın en azından üç karısı yedi
oğlu olmalı!”
Gezinti dönüşü nöbetçi asker,
“Komutanım size bir şey söylemek istiyorum ama ...”
Asker tereddüt edince, babam,
“Söyle evladım, korkma!” dedi. Asker,
“Komutanım bir köylü geldi, sizinle görüşmek istedi. Ama, sadece iki
kızınızın olduğunu öğrenince çok üzüldü” dedi.
Akşamleyin köylü tekrar geldi. Babam kendisini eve davet etti. Hediye olarak getirdiği kilimi ısrarına rağmen kabul etmedi. Babam gülerek,
“Doğru mu benim hakkımda böyle söylemişsiniz?” diye sordu.
“Tabii. Babayiğit adamsın. Sana 7-8 erkek evlâdı yakışır..”
“Biz yedi erkek kardeşiz. Ama babam ve annem öldüğü zaman cenazelerinde bile hazır bulunamadık. İki kızımı değil yedi, on yedi erkek evlâdına
dahi değişmem!”
İlk ve Son Yalanım
İlkokula yeni başlamıştım. Bir asker, beni okula götürüp getiriyordu.
Sonbahar günüydü. Hava yağmurlu ve soğuktu.
Sabahleyin okula götüren asker, o gün teskere almış, memleketine
dönmüştü..
Biz çocuklar, tanıdık asker amcaların birdenbire gözden kaybolmasına bir anlam veremiyor arkalarından ağlardık. Bu yüzden babam, askerlerin
bize “veda” etmesini yasaklamıştı. Sorulduğunda,
“Asker amcan birkaç gün sonra geri gelecek!” diye cevap alırdık.
O gün beni okuldan alması için başka bir asker görevlendirilmişti.
İşini ciddiye almayan asker beni okulda bulamayınca (!) eve geri dönmüştü.
550
Iğdır Sevdası
Okul dağıldıktan sonra her zaman ki gibi dışarı çıkıp bahçe kapısı
önünde beklemeye koyuldum. Gelen giden yoktu. Hava yağmurluydu, beklemeden ağır adımlarla eve doğru yola çıktım. Doğubeyazıt Caddesindeki
caminin önüne geldiğimde durakladım. Caminin bahçesinde sürekli bir tabut
olurdu. Ben bu tabuttan çok korkardım. Eve gitmem için başka yol da yoktu.
Bir evin köşesine sığınıp korkuyla beklemeye başladım.
Babam eve dönmediğimi fark edince askeri çağırıp sormuş. “Gittim
ama kimse yoktu!” cevabını alınca, Eşref Kaya’yla birlikte panik halinde
sokağa çıkmış.
Duvarın dibine sinmiş, yağmurdan korunmaya çalışıyordum. Babamın geldiğini görünce sevinçle ona doğru koştum. Babama sarılıp,
“Baba, biliyor musun, az kalsın bir kurt beni yiyecekti” dedim. Babam,
“Vah vah! Öyle mi!” diyerek beni kucakladı.
“Evet, hem de kulakları kırmızı gözleri mavi, benim kadar kocaman
bir kurt!” dedim. Babam, Eşref Kaya’ya,
“Duydun mu abisi! Kurt az kalsın kızımızı yiyecekmiş” dedi. Babamın ilgi (!) gösterdiğini görünce yalanımı daha da abartılı söylemeye devam
ettim.
Evde babam anneme,
“Münevver iyi ki gitmişim. Yoksa kırmızı kulaklı bir kurt kızımı yiyecekti” dedi. Annem yanıma gelip,
“Sus bakayım terbiyesiz! Şehirde kurt ne arar... Eğer böyle yalan konuşursan büyüdüğün zaman kimse sana inanmaz” dedi. Annem kızgınlığını
alamadı, babama döndü sinirli sinirli,
“Bu kızı yalana alıştırıyorsun! Sonra daha neler başımıza getirecek
Allah bilir!” dedi.
Eşref Kaya araya girip annemi teskin etmeye çalıştı.
O günden sonra bir daha yalan konuşma cesaretini kendimde bulamadım.
Kürdün Dayısı
Cemal dayım doktordu. Uzun yıllar Batı illerinde görev yapmış ailesinden uzak kalmıştı. Bir gün ani bir kararla Iğdır’a gelmişti.
Akşam üzeriydi. Kapıdaki nöbetçi asker dayımı durdurmuş, içeri
sokmamıştı.
“Evdekilere, ‘Hüsnü Bey’in kayınbiraderi geldi’ diye haber ilet!”
Askerin ‘kayınbirader’ kelimesini telaffuz etmekte zorlandığını gören
Cemal dayım, “Söyle çocukların dayısı geldi!” demiş.
Anneannem bizde misafirdi. Kapıyı o açtı. Nöbetçi asker,
551
Şükran Bingöl
“Komutanın dayısı geldi, içeri alayım mı?”dedi.
Bölgedeki Kürt aşiretleri babamı ‘dayı’ olarak çağırırlardı. Sık sık eve
gelip, “Hüsnü dayıyla konuşmak istiyoruz” derlerdi.
Anneannem ‘bir dayının geldiği haberini çalışma odasındaki babama
iletince, babam, başını masadan kaldırıp, “Anne, yine bizim köylerden gelmiş
bir akraba olsa gerek. Söyle yarın saat 10’da gelsin” dedi.
Nöbetçi asker, Cemal dayımın yanına gidip,
“Yarın gelin! Sizi bu akşam görmek istemiyor” demiş. Cemal dayım
hata yaptığını anlayınca,
“Gidin söyleyin çocukların dayısı Doktor Cemal Güner geldi!” demiş.
Kapıdaki asker, “Doktor Cemal” diyince biz çocuklar yataklarımızdan
fırlayıp heyecanla kapıya koştuk. Anneannem yıllardır görmediği oğlunun geliş haberine o kadar sevinmişti ki çalışma odasına gidip babama,
“Gözünüz aydın! Çocukların dayısı Doktor Cemal geldi!” demiş.
Cemal dayımı bu son görüşümüz oldu. İstanbul’a döndükten sonra
kansere yakalandı. İsviçre’de tedavi gördü. Yarbay rütbesine terfi edildiği
günler vefat etti.
Ah şu sigara!
Babam sigara tiryakisiydi. Günde üç paketi rahatlıkla içerdi. İlk kalp
krizinden sonra sigara yasak edilince çok zorlandı. Yeni duruma alışmak
kolay olmuyordu. İçmediği halde, sigara paketini cebine koyup eli üzerinde
öylece dolaşıyordu.
Babamın dostları, “Hiç olmasa ağzına pipo koy, ıslak tütün kokusunu
çek, belki ıstırabını biraz diner” diye tavsiye edince, babamda pipo merakı
başlamıştı. Özel çakmak, maşa ve tütün nemlendiricisi gibi aksesuarlardan
evden geçilmiyordu. .
“İsimsiz Kahraman”
Çankırılı Emin Paşa vardı. Babamın ardından onun bir mecliste söylemiş olduğu söz, sanırım babamı çok iyi tanımlıyor:
“O bir isimsiz kahraman idi”
552

Benzer belgeler