Parababalarının seçim oyunu sürüyor ülkemiz Sevr bataklığına

Transkript

Parababalarının seçim oyunu sürüyor ülkemiz Sevr bataklığına
Tayyipgiller; Ermenek’te 18 İşçiyi diri diri sulara gömdü!
Dava; HKP’ye açıldı
11’de
İnsanlık bir kez daha
yargılanmaktadır
Yıl: 9 Sayı: 88 1 Haziran 2015
Siyasi Gazete
www.kurtulusyolu.org
1 TL
6’da
Halkın Kurtuluş Partisi Seçim Bildirgesi (II)
Parababalarının seçim oyunu sürüyor
ülkemiz Sevr bataklığına sürükleniyor
Saygıdeğer Halkımız;
Türkiye, bugünlerde yeni bir Genel Seçim süreci yaşıyor.
Fakat şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun vahameti
göz önüne alındığında, seçimlerin filan hiçbir önem taşımadığı hemen anlaşılacaktır.
Türkiye, aslında bir Yeni Sevr süreci yaşıyor. Sevr bataklığına çekilip orada boğulma, yok olma süreci yaşıyor. Ve her
geçen gün de adım adım oraya çekilip götürülüyor Türkiye.
ve onların Türkiye’deki hain,
işbirlikçi güçleri
tarafından.
Kim mi bu
yerli işbirlikçiler?
Başta Parababaları dediğimiz Finans-Kapitalistler. TÜSİAD’cılar,
MÜSİAD’cılar, TİSK’çiler, ve
TOBB yöneticileriyle Tefeciler,
Bezirgânlar, Ağalar, Eşraflardır.
Sonra da bunların siyasi plandaki temsilcisi olan sermaye partileridir. İktidarıyla, muhalefetiyle
Meclisteki dört burjuva partisidir.
8’de
Kim tarafından mı?
Amerikan Emperyalistleri, Avrupa Birliği Emperyalistleri
Bir zamanlar
Yemen (II)
3’te
Ey Antika Tarihin büyük devrimcisi Kawa’nın ona hiç de layık
olmayan yüzkarası
torunları!
Hem Lenin’in üzerine çarpı çeken pankartın önünde Pontusçuluk yapacaksın hem de
bizim karşımıza çıkıp
ben solcuyum numaraları atacaksın öyle mi?
Hükm’ü Avam
İstinafsızdır!
Türkiye’nin güzel
Mayıs ve Haziranları
15’te
HKP:
MİT tırlarını
ÖSO’ya
gönderen
savaş
suçluları
yargılanmalı
16’da
15’te
Başyazı
“Hırsızlar İmparatorluğu”nu
yıkacağız!
HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un 31 Mayıs 2015 tarihinde TRT’de
yayımlanan seçim konuşmasının tam
metnini sunuyoruz:
2’de
Nurullah Ankut
7’de
İşçi Sınıfımız
daha ne
yapsın?
Saygıdeğer Halkımız;
Türkiye yeni bir Genel Seçime götürülüyor, bildiğimiz gibi. Fakat bu sadece göstermelik bir seçim. 1950’den beri
yani 65 yıldan bu yana sandıktan her
seferinde Amerika’nın istediği iktidarlar çıkarılıyor. Yani biz değil Amerika
seçiyor Türkiye’de bir dört-beş yıl daha
kimin hükümet olacağını. Bu bir oyun.
Bir hile, bir düzen. Bir kandırmaca.
Neyse geçelim...
Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu duruma, daha doğrusu içine sürüklendiği, düşürüldüğü duruma bakınca seçimlerin filan hiçbir önem
taşımadığını görürüz.
Çünkü
Türkiye
bugün
Mustafa Kemal’in 19 Mayıs
1919’da
Samsun’a
çıktığı
günlerden çok daha ağır, çok
daha karanlık günleri yaşıyor.
Neden mi daha ağır bugünkü
durum?
Şundan:
1919’da Türkler ve Kürtler bugün olduğu gibi ayrışmış, birbirlerine düşman kamplarda yer almış
değillerdi. Yekvücuttu her iki halk.
Ayrıca da 1919’da düşman,
işgal ordusuyla topraklarımızı
çiğneyerek, kan dökerek, ırza geçerek
ilerliyordu. İşgaller yapıyordu. Ege’de
Batılı Emperyalistlerin maşası Yunan
Ordusu, Güneyde Fransız ve İtalyan
Emperyalistleri, Karadeniz’de yine
İngiliz Emperyalistlerinin maşası Pontus çeteleri, Doğuda ise yine İngiliz,
8’de
2
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
HKP: MİT tırlarını ÖSO’ya gönderen
savaş suçluları yargılanmalı
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına
SUÇ DUYURUSUNDA BULUNAN:
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkalığı
VEKİLLER:
Av. Orhan ÖZER, Av. Metin BAYYAR,
Av. Ayhan ERKAN, Av. Ali Serdar ÇINGI,
Av. Tacettin ÇOLAK, Av. Sait KIRAN, Av.
Ayça ALPEL, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar
AKBİNA, Av. Doğan ERKAN
RA
Kızılırmak Cad. 7/9 Kavaklıdere/ANKAŞÜPHELİLER:
1- Recep Tayyip ERDOĞAN
2- Ahmet DAVUTOĞLU
3- Efkan ALA
4- Hakan FİDAN
“Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı
karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak,
yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya
hasmane hareketlerde bulunan kimseye beş
yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verilir”
denilmektedir.
Diğer yandan TBMM’nin yetkilerini fiilen ve cebren gaspeden şüphelilerin, meşru
bir yasal/anayasal dayanak bulunmadan gerçekleştirdikleri bu eylemler, Anayasayı İhlal
Suçu’na da (TCK 309) vücut vermektedir.
Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 14. Maddesinde şöyle denmektedir:
“Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan
haklarına dayanan demokratik ve lâik
Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaç-
SUÇ: Devlete Karşı Savaşa Tahrik
(TCK 304. Md.)
Yabancı Devlet Aleyhine Asker Toplama (TCK 306. Md.)
Anayasa’yı İhlal (TCK 309. Md.)
BEYANLARIMIZ:
Hürriyet gazetesinde, OdaTv haber sitesine atıf yapılarak yapılan bir habere göre:
“AK Parti Siirt milletvekili adayı ve
AK Parti Dış İlişkiler’den Sorumlu Genel
Başkan Yardımcısı YASİN AKTAY, Adana
ve Hatay’da durdurulan MİT TIR’larının
Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) gittiğini
söyledi.
“Odatv internet sitesinde yer alan görüntülü habere göre, Siirt’te seçim çalışmalarını
sürdüren Aktay, esnaf ziyaretinde tepkiyle
karşılaştı. Görüntülere göre Aktay, bu tepkiler üzerine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın Kobani ile ilgili geçmişteki açıklamasına ilişkin açıklamalarda bulunuyor.
“Bunun ardından bir vatandaşın “Oraya
giden TIR’lar nerede? O TIR’lardan ne çıktı? Silahlar. IŞİD’e giden silahlar” demesi
üzerine ise AKTAY’IN, “ÖZGÜR SURİYE
ORDUSU’NA GİDİYORDU” DEDİĞİ DUYULUYOR.” (http://www.hurriyet.com.tr/
gundem/29036154.asp)
Bu gelişmenin hemen ardından “CHP
Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MİT
TIR’larındaki bombaların görüntülerini izlediğini söyledi. Yasin Aktay’ın ”O TIR’lar
ÖSO’ya gidiyordu” sözlerini doğrulayan
Kılıçdaroğlu, “Dolayısıyla bunların gizlenecek bir yanı yok. Onun söylemesiyle de
insani yardım olmadığı çıkıyor ortaya” ifadelerini kullandı.
“CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Genel Başkan Başdanışmanı Erdoğan
Toprak ile birlikte Hürriyet’i ziyaret etti. Kılıçdaroğlu, Hürriyet Ankara Temsilcisi Deniz
Zeyrek, Temsilci Yardımcısı Şükrü Küçükşahin ve Uğur Ergan, Haber Müdürü Saffet
Korkmaz, CHP muhabiri Okan Konuralp’in
sorularını yanıtladı.
“TIR’LARDAKİ SİLAHLARI SEYRETTİM
“Kılıçdaroğlu MİT TIR’ları ile ilgili şunları söyledi:
“Yasadışı yollardan sınır geçişlerine
izin vermeyeceğiz. MİT TIR’ları da gidip
gelmeyecek. Silah taşımayacaklar. Yani
Yasin Aktay doğruyu söylüyor. Filmleri
var, kamyonlardaki kasaların nasıl açıldığının, bombaların görüntüleri var. Ben de
seyrettim. Dolayısıyla bunların gizlenecek
bir yanı yok. Onun söylemesiyle de insani
yardım olmadığı çıkıyor ortaya.” (http://
odatv.com/n.php?n=o-goruntuleri-ben-de-izledim-2005151200)
Anılan Eylemin Ulusal
Mevzuattaki Karşılığı
Kardeş ülke Suriye’nin meşru hükümetine karşı AB-D Emperyalistlerinin ve onların
yetiştirdiği Ortaçağcı güçlerin bir darbesi niteliğinde olan ve bu kapsamdaki savaş suçlarının uygulayıcısı ÖSO’ya terör desteği
sunmak anlamına gelen silah yardımı, kabul
edilemez bir suçtur.
Esasen ÖSO’ya silah göndermek, yürürlükteki Türk Ceza Mevzuatında açıkça suç
tipi olarak düzenlenmiştir. TCK’nin 304.
Maddesinde düzenlenen “Yabancı devleti
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı savaş
açması için tahrik”, yine TCK’nin 306. Maddesinde düzenlenen “Yabancı Devlete Aleyhine Asker Toplama” suçunun kapsamına
girmektedir.
Aynı yasanın “Komşu devlete karşı hasmane hareket” başlıklı 306. Maddesinde ise;
layan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.
Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete
veya kişilere, Anayasayla tanınan temel
hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya
Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde
yorumlanamaz.”
Anılan Eylemin Uluslararası
Mevzuattaki Karşılığı
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2/4. Maddesinde: “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin
toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletler’in
Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir
biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da
kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” denilmektedir.
Yine bu eylemlerin; 24 Ekim 1970 tarihinde toplanan 1883. BM Genel Kurulu’nda
kabul edilen “BM Antlaşması Doğrultusunda Devletler Arasında Dostça İlişkiler
ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk
İlkeleri Konusunda Bildirge” Ekinde belirtilen;
“Her devlet uluslararası ilişkilerinde
herhangi bir Devletin ülke bütünlüğü ya da
siyasi bağımsızlığına karşı güç kullanma
tehdidinde bulunma ya da güç kullanmaktan
ya da Birleşmiş Milletler’in amaçlarıyla ters
düşen herhangi bir biçimde davranmaktan
kaçınmak yükümlülüğündedir. Böyle bir güç
tehdidi ya da güç kullanımı uluslararası hukukun ve Birleşmiş Milletler Antlaşmasının
ihlali anlamına gelir ve hiçbir zaman uluslararası sorunların çözümünde bir araç olarak
kullanılmamalıdır.
“Saldırıdan kaynaklanan bir savaş,
uluslararası hukuka göre sorumluluğu
olan, barışa karşı işlenmiş bir suçtur.
“Birleşmiş Milletler’in amaç ve ilkeleri
uyarınca Devletlerin, saldırıdan kaynaklanan savaş lehinde propaganda yapmaktan
kaçınma yükümlülüğü vardır.
“Her Devletin, başka bir Devletin var
olan uluslararası sınırlarını ihlal etmek
amacı ile ya da toprak anlaşmazlıkları ve
Devletlerin sınırları ile ilgili sorunlar dahil
olmak üzere ULUSLARARASI ANLAŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNDE ARAÇ
OLARAK GÜÇ TEHDİDİ YA DA GÜÇ
KULLANIMINDAN KAÇINMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ VARDIR.
“Her Devletin, kendisinin taraf olduğu
ya da başka bir şekilde saygılı olmak durumunda olduğu uluslararası bir antlaşma ile
oluşturulmuş ya da bu antlaşma gereğince
ortaya çıkmış ateşkes sınırları gibi uluslararası sınır tayinlerini ihlal etmek amacı ile
güç tehdidi ya da güç kullanmaktan kaçınma
yükümlülüğü vardır. Yukarıda belirtilenlerin
hiçbiri, kendi özel rejimleri altındaki bu gibi
sınırların mevcut durum ve etkileri açısından tarafların konumlarına zarar verecek
ya da geçici niteliklerini etkileyecek şekilde
yorumlanamaz.
“Devletlerin güç kullanımını içeren misilleme hareketlerinden kaçınma konusunda
bir yükümlülükleri vardır.
“Her Devlet, eşit haklar ve kendi geleceğini tayin etme ilkelerinin işlenmesi sırasında sözü edilen halkları, kendi geleceklerini
tayin etme, özgürlük ve bağımsızlık haklarından yoksun bırakan herhangi bir zora dayalı
eylemden kaçınma yükümlülüğüne sahiptir.
“Her Devletin, başka bir Devletin toprağına saldırı amacını taşıyan, ücretli askerler de dahil olmak üzere, düzensiz güçler ya da silahlı grupları örgütlemek veya
örgütlenmelerini teşvik etmekten kaçınma
yükümlülüğü vardır.
“Her Devlet, bir başka Devletin içindeki sivil mücadele hareketleri ya da terörist
hareketleri örgütlemek, kışkırtmak, bunlara yardımda bulunmak ya da bunların
içinde yer almaktan
ya da bu tür hareketlerin yürütülmesine
yönelik olarak kendi toprakları içinde
yürütülen
örgütlü
etkinliklere rıza göstermekten, bu paragrafta sözü edilen hareketler güç tehdidi
ya da güç kullanımı
içerdiği zaman, kaçınmakla yükümlüdür.
“Bir Devletin toprağı, Antlaşmanın hükümlerine aykırı bir
biçimde güç kullanılmasından kaynaklanan
askeri işgalin hedefi olmamalıdır. Bir Devletin toprağı, güç tehdidi ya da güç kullanılması sonucunda, bir başka devletin ele geçirme hedefi olmamalıdır. Güç tehdidi ya da
güç kullanılması sonucunda sağlanan hiçbir
toprak kazanımı yasal olarak kabul edilmeyecektir.” şeklindeki ilkelere aykırı olduğu
açıktır. Hemen her gün bir yeni örneği ile
karşılaştığımız uygulamalarla, egemen bir
devletin (Suriye’nin) toprağına saldırı amacı
taşıyan güçlerin ülkemizde örgütlendiklerini
hatta bu güçlerin kontrolsüz bir şekilde kendi
halkımıza karşı da saldırganlaştıklarını görmekteyiz.
Terörizmin Finansmanının
Önlenmesine Dair
Uluslararası Sözleşme
“9 Aralık 1994 tarih ve 49/60 Kararı ile
uluslararası terörizmin ortadan kaldırılması-
nı hedefleyen beyannamesini içeren ekinde,
Birleşmiş Milletler’e üye Devletlerin, nerede ve kim tarafından yapıldığına bakılmaksızın devletler ve halklar arasındaki dostane ilişkileri ve Devletlerin güvenliğini ve
toprak bütünlüğünü tehlikeye düşürenler de
dahil olmak üzere tüm terörist eylem, yöntem ve uygulamaları suç oldukları ve haklı
gösterilemeyecekleri gerekçesiyle açık bir
şekilde ve teyiden kınadığını keza hatırlatılarak,
“Uluslararası terörizmin ortadan kaldırılmasını hedefleyen tedbirler beyannamesinde, Kurul’un, Devletleri, bu sorunun
tüm veçhelerini kapsayacak genel bir yasal çerçevenin mevcudiyetini temin etmek
amacıyla, terörizmin tüm şekil ve tezahürleriyle önlenmesi, cezalandırılması ve ortadan kaldırılmasına ilişkin olarak yürürlükte
bulunan uluslararası hukuki düzenlemelerin
kapsamını acilen gözden geçirmeleri için de
teşvik ettiğini not edilerek,
“Terörizmin, finansmanının engellenmesi ve faillerinin kovuşturulması ve cezalandırılması suretiyle tecziyesine yönelik
etkili önlemlerin oluşturulması ve benimsenmesi amacıyla devletler arasında uluslararası işbirliğinin geliştirilmesine acilen
ihtiyaç duyulduğuna kani olarak” Türkiye
Devletinin de taraf olduğu TERÖRİZMİN
FİNANSMANININ
ÖNLENMESİNE
DAİR ULUSLARARASI SÖZLEŞME
imzalanmıştır.
Ancak Türkiye Devleti, Terörist ÖSO’ya
silah göndererek; ve Uluslararası alanda da
Terörist sayılan grupları (El Kaide, El Nusra Cephesi, İslami Cephe, Ahrar-us Şam,
Ensar, gibi uluslararası Terörist Grupları)
eğiterek, bu gruplara kendi ülkesinden katılımı da sağlayarak ve silah/mühimmat
yardımında bulunarak, TERÖRİZMİN
FİNANSMANININ
ÖNLENMESİNE
DAİR ULUSLARARASI SÖZLEŞME
hükümlerini ihlal etmektedir.
Cenevre Sözleşmesi
Sivil şahısların harp zamanlarında himayesi için yapılan Cenevre Sözleşmesinin
genel prensiplerine de Türkiye Hükümeti
aykırı davranmıştır. Bir yasal, meşru, açık
savaş ilanı olmamasına rağmen Türkiye’den
gönderilen mühimmat ve silah yardımları
sonucunda taraf olmayan sivil halk ÖSO tarafından Suriye’de açıkça katledilmiştir.
ULUSLARARASI CEZA MAHKEMESİ’nin temel uluslararası hukuksal
dayanağı olan ROMA STATÜSÜ’nde ise:
“(…) Bu yüzyıl süresince milyonlarca
çocuk, kadın ve erkeğin, insanlık vicdanını derinden etkilemiş, hayal edilemeyen
katliamların kurbanı olduğunu akılda
tutarak,
“Bu tür ağır suçların, dünyadaki barış,
güvenlik ve esenliği tehdit ettiğini kabul
ederek,
“Uluslararası toplumu bir bütün olarak yakından ilgilendiren, en ciddi suçların cezasız kalmaması ve ulusal düzeyde
ve uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi
suretiyle, bu suçların etkin bir şekilde kovuşturulmasının, güvence altına alınması
gerektiğini teyit ederek,
“Bu suçların faillerinin, cezasız kalmasına son verme ve böylece bu tür suçları önleme konusunda kararlı olarak,
“Uluslararası suçların sorumluları
üzerinde yargı yetkisinin kullanılmasının
her devletin görevi olduğunu anımsayarak,
“Birleşmiş Milletler Şartı Amaç ve İlkeleri ile özellikle tüm devletlerin, herhangi
bir devletin toprak bütünlüğü ve siyasi
bağımsızlığına karşı güç veya tehdit kullanmaktan veya Birleşmiş Milletler Amaçlarına uymayan müdahalelerden kaçınmaları
gereğini tekrar teyit ederek,
“Bu bağlamda Statünün hiçbir maddesinin, HİÇBİR DEVLETE BAŞKA BİR
DEVLETİN İÇİŞLERİNE YA DA SİLAHLI ÇATIŞMALARINA KARIŞMA
YETKİSİ VERMEDİĞİNİ VURGULAYARAK,
“Şimdiki ve gelecek nesillerin iyiliği
için, uluslararası toplumu bir bütün olarak
ilgilendiren, en ciddi suçlar üzerinde yargı
yetkisi olan, Birleşmiş Milletler Sistemi ile
ilişki içinde, bağımsız ve daimi bir Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulması konusunda
kararlı olarak,
“Bu Statü altında kurulacak olan Uluslar
arası Ceza Mahkemesi’nin, ulusal ceza yargı
yetkisinin tamamlayıcısı olduğunu vurgulayarak,
“Uluslararası adaletin uygulanacağına
ilişkin, sonsuz güveni sağlama konusunda
emin olarak,
“Aşağıdaki hususlarda mutabık kalmışlardır” denilmiştir.
“Mahkemenin Yargı Yetkisine Giren
Suçlar” başlıklı 5. Maddesi ise
“Mahkemenin yargı yetkisi, uluslararası toplumu bir bütün olarak ilgilendiren en
ciddi suçlar ile sınırlıdır. Mahkeme, bu Statü’ye uygun olarak, aşağıdaki suçlar hakkında yargı yetkisine sahiptir:
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Değer Yıldız
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
43/514 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
“(a) Soykırım suçu;
“(b) İnsanlığa karşı suçlar;
“(c) SAVAŞ SUÇLARI;
“(d) SALDIRI SUÇU.” Şeklindedir.
Roma Statüsü’nün “Saldırı suçu” başlıklı 8. Maddesi ise şöyledir:
“Madde 8: Saldırı Suçu
“1. Bu statünün amacı bakımından “saldırı suçu”, bir Devletin siyasi veya askeri
eylemlerini etkili biçimde kontrol edebilme
veya yönetebilme konumunda bulunan bir
kimse tarafından, karakteri, ağırlığı ve boyutu itibariyle Birleşmiş Milletler Şartı’nı
açıkça ihlal eden bir saldırı fiilinin planlanması, hazırlanması, başlatılması veya icrasını ifade eder.
“2. Paragraf 1’in amacı bakımından
“saldırı fiili”, bir Devlet tarafından, bir
başka Devletin egemenliğine, toprak bütünlüğüne veya bağımsızlığına karşı veya
Birleşmiş Milletler Şartı’na aykırı başka
şekillerde silahlı kuvvet kullanılmasıdır.
Aşağıdaki eylemlerden her biri, SAVAŞ
İLAN EDİLMİŞ OLUP OLMAMASINA
BAKILMAKSIZIN, BM Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1974 tarih ve 3314(XXIX)
sayılı kararına uygun olarak saldırı fiili biçiminde değerlendirilir:
“(a) Bir Devletin silahlı kuvvetlerince, bir diğer Devletin topraklarına yönelik
olarak yapılan istila veya taarruz ya da ne
kadar geçici olsa da, bu tür bir istila veya
tarruzdan kaynaklanan her hangi bir askeri
işgal veya kuvvet kullanarak başka bir Devletin topraklarının tümünün ya da bir bölümünün ilhakı;
“(b) Bir Devletin silahlı kuvvetleri tarafından, başka bir Devletin ülkesine karşı
yapılan bombardıman veya bir Devlet tarafından diğer Devletin ülkesine karşı gerçekleştirilen herhangi bir silah kullanımı;
“(c) Bir başka Devletin silahlı kuvvetleri tarafından, bir Devletin limanlarının veya
kıyılarının ablukaya alınması;
“(d) Bir Devletin silahlı kuvvetleri tarafından, bir başka Devletin kara, deniz veya
hava kuvvetlerine ya da deniz ve hava filolarına saldırı;
“(e) Kabul eden Devletle yapılan bir anlaşma uyarınca o Devletin ülkesinde bulunan bir Devletin silahlı kuvvetlerinin, o anlaşmada belirtilen koşullara aykırı olarak
kullanılması veya anlaşmanın sona ermesinden sonra da bu topraklardaki varlığını
devam ettirmesi;
“(f) Topraklarını başka bir Devletin
kullanımına tahsis eden bir Devletin, topraklarının diğer Devlet tarafından üçüncü
bir Devlete karşı bir saldırı eyleminde kullanımına izin vermesi;
“(g) Bir başka Devlete karşı yukarıda sayılan fiiller düzeyinde silahlı kuvvet
eylemleri gerçekleştiren silahlı çetelerin,
grupların, düzensiz birliklerin veya paralı
askerlerin bir Devlet tarafından veya bir
Devlet adına gönderilmesi ya da o Devletin
bu eylemlere önemli ölçüde katılması.”
Dolayısıyla ÖSO’ya silah göndermek, açıkça Roma Statüsü’nün “SAVAŞ
SUÇU” ve “SALDIRI SUÇU” kapsamında bulunmaktadır.
Şüphelilerin üstlendikleri görev ve makam ne olursa olsun, SAVAŞ SUÇU niteliğindeki bu suçlardan yargılanmaları gerektiği açıktır. Anılan eylemleri, makamlarının
verdiği güç sayesinde işlendiyse de, makamın bir TBMM savaş kararı olmadan bu eylemlere cevaz vermediği açıktır. Dolayısıyla
eylemleri görevleri kapsamında ya da bir
görev suçu olarak görülemez.
Haklarında kamu davası açılarak cezalandırılmaları, ülkemiz ve bölgemiz barışı
açısından kaçınılmazdır.
Anılan eylemden bir biçimde haberdar
olduğu yukarıdaki beyanlarından anlaşılan
Kemal KILIÇDAROĞLU ve Yasin AKTAY’ın da tanık olarak dinlenilmelerini talep etmek gerekmiştir.
SONUÇ ve İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Şüpheliler hakkında soruşturma başlatılarak anılan maddelerden
yargılanmaları ve cezalandırılmaları için
kamu davası açılmasını vekâleten dileriz.
21/05/2015
Suç Duyurusunda Bulunan Halkın Kurtuluş
Partisi Genel Başkanlığı
Vekilleri
Avukat Metin BAYYAR
Avukat Sait KIRAN
Avukat Doğan ERKAN
web: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu
twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz
3
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
ğer yandan da İngiliz sömürge zulmü
altında olan Güneydeki (Aden ve çevresindeki) mücadelenin önünü açtı.
Bir politik devrimle iktidarı ele
geçirmek, bir Cumhuriyet kurmak her
şeyi bir anda düzeltmemiştir elbette. Yemen Arap Cumhuriyeti için tehlike henüz
geçmemiştir. Çünkü:
“Birinci olarak: Sanaa’daki [Kuzeydeki - Kurtuluş Yolu] cumhuriyetçi düzen, bir yandan Suudi Arabistan’dan gelen kralcı paralı askerlerin saldırıları ve
askeri abluka ile karşı karşıya kalırken,
bir yandan da paralı askerlerin bölgenin
güneyindeki uydurma sınır üzerinden
yönelttiği benzer askeri saldırılar ve abluka ile karşılaşıyordu. İngiltere ülkede
paralı asker toplama merkezleri kurdu ve bunları sabotaj grupları olarak
cumhuriyetçi düzenin denetimi altındaki alanlara gönderdi. Bütün sınırlar ve
özellikle Suudi Arabistan topraklarıyla
birbirine karışan doğudaki ve çöldeki
sınırlar, Sanaa’daki cumhuriyetçi düzene karşı yönelmiş İngiliz faaliyetlerinin
merkezi oldu.
“İkinci olarak: Yemen’in İngilizler
tarafından sömürgeleştirilen güney kesiminde silahlı bir mücadelenin yürütülmesi için güçlü bir destek meydana gelmekteydi. Bu, Sanaa’daki cumhuriyetçi
düzenin, Yemen topraklarının güney
kesimini kurtarmak amacıyla İngiliz
sömürgeciliğine karşı yürütülen silahlı
mücadeleyi destekleyerek, Yemen ulusçuluğunun savunuculuğu rolünü üstlenmesi anlamına geliyordu.
“Sorunun diğer bir yanı da Yemen
Halkının Eylül Devrimi’ni savunmak
için verdiği ulusal mücadele, Güney Yemen’deki ulusal hareketten daha önce
gerçekleşti; cumhuriyeti savunmak, Yemen Halkının bilinçlenmesinin simgesi
oldu. Burada genel olarak Yemen’deki
ulusal kurtuluş sürecinde işçiler, köylüler, öğrenciler vb.den oluşan Yemen halk
yığınları arasında etkinliği olan siyasal
örgütleri ele alacağız. Bu halk yığınları Yemen’in her iki kesiminde de Eylül
Devrimi’ni korumak için kentlerden ve
kırsal alanlardan gelerek Ulusal Muhafız saflarına katıldılar.
“Güney Yemen’deki ulusal hareket
iki görevle karşı karşıyaydı: Eylül Devrimi’ni Güneyden gelen İngiliz ve kralcı
sabotajlara karşı savunma görevi ve Eylül Devrimi’nin yarattığı İngiliz sömürgecilerine karşı verilen ulusal kurtuluş
mücadelesinin ilerlemesini kolaylaştıran tarihsel koşullardan yararlanma
görevi. Böylece ülkenin güney kesimi
kurtarılabilir, Suudi Arabistan tarafından 1934’te işgal edilen Asir ve Najran
bölgesi yeniden alınarak tüm bölgenin
ve Yemen Halkının kurtuluşu tamamlanabilirdi.
“(...)
“Bu dönemde, Eylül Devrimi’nin,
Suudi Arabistan krallığının saldırısına ve güneyden gelen İngiliz istilasına
karşı savunulmasına katılmak amacıyla
Kuzey Yemen’e gelen Arap güçleri Sanaa’ya ulaştı.
“Hareket ile Abdulnasır arasındaki
Yukarıda anlattığımız gibi 1839 yılında
Aden’i kesin olarak işgal eden İngiliz Emperyalizmi, bu bölgede esas olarak Aden’i
kontrol altında tutmuş, Aden’in etrafında-
iyi ilişkiden ve 26 Eylül Cumhuriyetini
tehdit eden tehlikelerden dolayı ve bunun yanı sıra silahlı bir mücadelenin
başlatılması açısından iç koşullar olgunlaştığı için, bölgedeki kurtuluş mücadelesi gelişebildi. “Kuzeydeki” Yemen
Cumhuriyeti ile sömürge Yemen arasındaki “sınırlar”da Mısır kuvvetleriyle İngiliz kuvvetleri arasında meydana
gelen çatışma, güneydeki silahlı eylemi
silah sağlayarak destekleyen Abdulnasır, silahlı mücadele kararı alan Arap
Ulusçular Hareketi’ni destekledi.” (Güney Yemen Kurtuluş Mücadelesi, Yöntem
Yayınları, 1976, s. 23-24-25)
Bu arada 1967 yılında Arap dünyası
bir kez daha İsrail saldırganlığıyla karşılaştı. Ve Arap-İsrail savaşı başladı. İşte
bu aşamada Mısır ve Suudi Arabistan, Yemen’deki askerlerini karşılıklı olarak çekme konusunda anlaştılar. Ancak bu bir tam
barış değildi. Yemen Arap Cumhuriyeti ile
devrilen El-Bedr yanlıları arasındaki çatışmalar sürüp gitti.
ki bölgelerde ise İngiliz himayesini kabul
etmiş Sultanlıklar, Kabileler yönetimi yer
almıştır. İngiltere bölgeyi; Doğu, Batı ve
Aden olarak üçe ayırmıştır. Ve 1937 yılında
Aden’e “krallık kolonisi” statüsünü dayatmıştır.
İngiliz Emperyalizmi, Aden dışındaki
bölgeleri fiili olarak işgal etmek için aktif
bir çaba göstermemiştir. Bunun bir nedeni Sultanlıklar, Aşiretlerin varlıkları ve
onların kendi aralarındaki savaşların işine
gelmesi ve bir diğer nedeni de Suudi Arabistan’daki yönetimin bu bölgedeki hâkimiyeti ve onların da İngiliz Emperyalistlerine bağımlı oluşlarıdır. Ayrıca da coğrafik
olarak Aden’e göre önemsiz olmasıdır.
Güneydeki ulusal tepkiler, isyanlar
üzerine İngilizler bu Sultanlıkları, bir diğer
adıyla Protektoralarını 11 Şubat 1959’da
“Güney Arap Emirlikleri Federasyonu”
adı altında birleştirmiştir.
Bu şekilde de kuzeydeki Zeydilerle güneydeki Sünnileri dengelemeyi amaçlamıştır. İngiltere 1962 yılında bu Federasyona
Bir zamanlar Yemen... (II)
Geçen sayımızda, Osmanlıların çekilmesinden sonra Yemen topraklarının;
1- Güney: Aden merkez olmak üzere
İngiliz himaye bölgesi (Aden merkezi dışında kuzeye doğru 22’den fazla sultanlık
vardı),
2- Kuzey: 1- Başkent San’a ve çevresindeki Zeydi Emirliği, 2- Asir ve Tihame
bölgelerinde Muhammed b. Ali el-İdrisi
yönetimi ve 3- Diğer kabile şeyhleri arasında bölündüğünü yazmıştık.
Bu sayımızda da Kuzey ve Güney Yemen’in tarihsel süreçlerini izlemeye devam
edelim.
Kuzey Yemen’deki
tarihsel süreç
Yemen Zeydileri’nin 87. imamı Yahya, 1918’de Yemen’de Osmanlı idaresinin
fiilen sona ermesinin ardından bağımsız
Kuzey Yemen Zeydi Emirliği’ni kurarak
ilk hükümdarlığını üstlendi. Yemen Zeydi
Emirliği daha sonra Mütevekkili Krallığı
adını aldı ve İmam Yahya ilk Kralı oldu.
Asir ve Tihame bölgelerinde egemen
olan Muhammed b. Ali el-İdrisi’nin ölümünden (1923) sonra ortaya çıkan taht
mücadelesinden faydalanan İmam Yahya,
1925’te Hudeyde’yi ele geçirdi. 1934’de
Suudi Arabistan Krallığı ile yapılan savaş
sonrasında Tâif Antlaşması imzalandı.
Kamp’a yakınlaşmasına neden olmuştur.
Küba’yla, Çin’le yakın ilişkiler kurmuştur.
Cemal Abdül Nasır 1955 yılındaki
Bandung Konferansı’na katılarak Yugoslavya devlet başkanı Josip Tito ve Hindistan başbakanı Jawaharlal Nehru ile birlikte “Bağlantısızlar Hareketi”nin önderleri
arasında yer almıştır.
1958 yılında Nasır önderliğindeki Mısır, Suriye’yle birlikte “Birleşik Arap
Cumhuriyeti”ni kurmuştur. İşte Kuzey
Yemen’de iktidarda olan İmam Ahmed, bu
Cumhuriyet’e katılmıştır.
Ancak Suriye’deki gerici yönetim bu
Cumhuriyet’ten çekilmiştir kısa bir süre
sonra. Zaten bu olayın da etkisiyle BAAS
Partisi’nin Suriye’deki kolu 1963 yılında
gerçekleştirilen bir darbeyle (bir Politik
Devrim gerçekleştirerek) Krallığı devirmiş
ve Hafız Esad’ın da önderliğinde olduğu
bir Cumhuriyet kurulmuştur.
Ortadoğu ülkelerinde (Mısır, Suriye,
Irak, Libya, Yemen vb. ülkelerde) örgütlenen BAAS Partisinin amacı ise şuydu:
“Arap BAAS Sosyalist Partisi Tüzüğü Ana Prensipleri
“Birinci Prensip: Birlik ve Arap Milletinin hürriyeti. Araplar, tek bir millet
teşkil ederler. Bu milletin tek bir devlet
içinde yaşamak tabii hakkıdır. Kendi kaderini istediği gibi tayin eder.
Politik Devrimi gerçekleştiren Cemal Abdul Nasr ve arkadaşları
İmam Yahya, Hudeyde’nin kendi idaresinde kalması karşılığında Asir ve Necran’ın
içinde yer aldığı Kuzey Yemen’in bir kısmını Suudi Arabistan’a bıraktı. Böylece
Yemen ile Suudi Krallığı arasında bugünkü
sınır oluşturuldu. Bu durum aynı zamanda
Kuzey Yemen’in esas olarak (kabileler varlıklarını sürdürüyorlardı) birliğinin sağlanması oldu.
Ancak İmam Yahya yönetimine tepkiler vardı. Nihayetinde de 17 Şubat 1948’de
İmam Yahya bir suikast sonucu öldürüldü. İmam Yahya’nın ardından iktidara
oğlu Ahmed bin Yahya geldi. Ahmed bin
Yahya San’a yerine Taiz’i başşehir yaptı.
1955’te bu kez de İmam Ahmed’e karşı
isyan başlatıldıysa da başarısızlıkla sonuçlandı.
İmam Ahmed, Yemen Halkı açısından kimi olumlu adımlar attı. 1956 yılında Mısır ile savunma antlaşması imzaladı.
Ve sonrasında 1 Şubat 1958’de Mısır ve
Suriye’nin birleşmesiyle kurulan Birleşik
Arap Cumhuriyeti’ne katıldı. Bu cumhuriyetin Başkanı, Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’dı. Ancak 1961’de
Suriye’nin kimi siyasi nedenlerle birlikten
çekilmesinden sonra İmam Ahmed de birlikten ayrıldı. Böylece Birleşik Arap Cumhuriyeti dağılmış oldu.
***
Burada bir konuyu açıklamamız gerekiyor: Mısır ile ilişkiler. İmam Ahmed aslında olumlu bir iş yapıyordu Birleşik Arap
Cumhuriyeti’ne katılmakla. Bildiğimiz
gibi Mısır’da o yıllarda iktidarda Cemal
Abdül Nasır vardır. Ve Nasır, yukarıda da
söylediğimiz gibi bir Politik Devrim gerçekleştirerek iktidara gelmiştir. Kurucusu
olduğu “Hür Subaylar Örgütü”, 1952 yılında gerçekleştirdiği bir Politik Devrimle
iktidarı ele geçirmiş ve Mısır’da krallığı
devirerek, Cumhuriyet kurulmasına yol
açan süreci başlatmıştır.
Nasır, olayların da zorlamasıyla İngilizlerin yönetimindeki Süveyş Kanalı’nı
millileştirmiştir. Bunun üzerine İngiltere,
Fransa ve İsrail ortak bir harekât düzenleyerek Mısır’a savaş açmışlardır. Ve İsrail,
Sina Yarımadası’nı Şarmü’ş-Şeyh’e kadar
işgal etmiştir. Ancak savaş, bu emperyalistlerin istediği gibi sonuçlanmamış ve Nasır
geri adım atmamıştır uluslararası ortamın
da uygun olmasından ötürü. Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp, diğer ilerici dünya
ülkeleri ve kendi uzun vadeli çıkarları açısından ABD bu müdahaleyi doğru bulmamış ve ateşkes sağlanmıştır.
Yaşanan bu süreç, Nasır’ın devrimcileşmesine, Sovyetler Birliği’ne ve Sosyalist
“Bu itibarla Arap BAAS Partisi aşağıdaki hususlara inanır:
“1) Arapların ana vatanı, bölünmez
siyasi ve iktisadi bir birliktir. Hiçbir
Arap memleketi, diğerlerinden ayrı yaşayamaz.
“2) Arap milleti, kültürel bir birlik
teşkil eder. Evlatları arasında doğacak
ihtilaflar geçici ve önemsizdir. Arap bilincinin uyanmasıyla hepsi ortadan kalkacaktır.
“3) Arapların anavatanı Araplara
aittir. Devlet işlerini idare, zenginliklerinden müstefit olma [yararlanma –
Kurtuluş Yolu] ve kaderini tayin, sadece
onların hakkıdır.” (Dr. Mehmet Atay,
http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/131-154%20mehmet.PDF)
Gördüğümüz gibi, bu hedefler, bu
amaçlar ilerici, devrimcidir. Emperyalistlerin böldüğü Arap Ulusu’nun birliğini
savunmaktadır. Che’nin, Fidel’in, Chavez’in Latin Amerika’nın birliğini savunduğu gibi. Bizim Türk Ulusu’nun, Kürt
Ulusu’nun birliğini savunduğumuz gibi.
Ve ne yazık ki, Yemen Arap Cumhuriyeti’ndeki gelişmeler olumlu bir noktaya
sıçrayamadı. Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın 1970’teki kalp krizi geçirerek ani
ölümü de bu olumsuz gidişi hızlandırdı.
Yönetim içinde ayrılıklar, çelişkiler baş
gösterdi. Yönetime yeni gelen ekipler Suudi Arabistan gericiliğiyle anlaşmaya başladılar. Politik Devrimin gerçekleştirildiği
1962’den 12 yıl sonra, Haziran 1974’te
gerici, karşıdevrimci bir darbeyle yönetime
el koyan Suudi Arabistan yanlısı Albay İbrahim Hamdi, ilerici anayasayı askıya almanın yanı sıra Güney Yemen’e karşı Suudi Arabistan’dan daha geniş çapta yardım
alma yoluna gitti.
(Dikkat edersek Kuzey Yemen’deki gelişmeler bizim ülkemizdeki gelişmelere de
ne kadar benziyor. Aşağı yukarı aynı süreçler yaşanıyor. Yemen’de Krallık yıkılıyor
Cumhuriyet kuruluyor, ülkemizde Saltanat, Padişahlık yıkılıyor Cumhuriyet kuruluyor. Yine bizde 27 Mayıs Politik Devrimi
gerçekleştiriliyor Ordu Gençliği’nce gerici, Amerikancı DP iktidarına karşı ve ilerici
bir anayasa 27 Mayıs Anayasası yapılıyor.
Sonrasında da gerici iktidarlar, Amerikancı
iktidarlar yönetime geliyor. Vb.)
Bu arada dünya çapında olumsuz bir
süreç akıyordu. Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp hızla geriliyor, kendi derdine
düşüyor ve bu durum, mazlum uluslara yönelik Enternasyonalist görevlerini yerine
getirmesine engel oluyordu. Dolayısıyla
Kuzey Yemen için (ve tabiî Güney Yemen
için de) olumsuz süreç çok daha hızlandı.
Gerici darbeler birbirini izledi. Yönetimle
Ulusal Kurtuluş Cephesi Siyasal Örgütü liderleri
kabileler arasında içsavaşlar baş gösterdi. Artık Kuzey Yemen Arap Cumhuriyeti
Suudiler aracılığıyla ABD’nin isteklerini
yerine getiriyor, onun çıkarlarını savunuyordu.
Kısacası Kuzey Yemen Halkı, 1962
yılındaki Politik Devrimin getirdiği, sağladığı bütün kazanımlarını yitiriyor, bir kez
daha gerici liderlerin ve politikaların kurbanı haline geliyordu. Savaşlar, içsavaşlar
kıskacına, sarmalına giriyordu.
Güney Yemen’deki
tarihsel süreç
***
Kuzey Yemen’de
Politik Devrim ve sonuçları
İmam Ahmed’in 1962’de ölmesinden
sonra yerine oğlu Muhammed Bedr imam
seçildi. Ancak iktidara gelmesinden bir
hafta sonra, 26 Eylül 1962’de ilerici, yurtsever genç subayların oluşturduğu “Özgür
Ulusçu Subaylar Örgütü”nün gerçekleştirdiği bir Politik Devrimle iktidardan
uzaklaştırıldı. Ve Krallık rejimi ortadan
kaldırılarak yerine Cumhuriyet yönetimi kuruldu. Böylece Kuzey Yemen, Ortadoğu’da Mısır’ın yolunu izleyerek Antiemperyalist cepheye katıldı.
İktidarı bir Politik Devrimle ele alan
Kuzey Yemen Ordu Gençliği, 31 Ekim’de
Geçici Anayasayı ilan etti. Anayasa uyarınca tüm yetkiler bir Ulusal Konsey’e
verildi.
26 Eylül Devrimi’yle birlikte Mütevekkili Krallığı’nın (Kuzey Yemen’in) resmi
adı: Yemen Arap Cumhuriyeti olarak değiştirildi.
Suudi Arabistan’a sığınan İmam Muhammed el-Bedr ise Ekim 1962’de bir sürgün hükümeti kurdu ve Suudi Arabistan’ın
desteğiyle ülkenin kuzeyinde gerici bir
örgütlenme içine girdi. Ardından Yemen
Arap Cumhuriyeti’ne savaş açtı. Bu savaşta Yemen Arap Cumhuriyeti’ne en büyük
desteği Nasır yönetimindeki Mısır Halkı ve
Mısır Ordusu verdi.
Bu yeni Cumhuriyet, bir yandan Kuzeydeki halka yeni olanaklar sunarken di-
Aden’i de katarak “Güney Arap Federasyonu”nu kurmuştur.
“Protektora modeli, 19’uncu Yüzyılda sömürgeci yayılmanın biçimlerinden
biri olarak ortaya çıktı. Koruyucu devletin, korunan devlet üzerindeki genellikle
güce dayalı müdahalesinden doğan protektora, ilke olarak yetkilerin yeniden
paylaşılmasına dayanıyordu; sömürgeci
devlet uluslararası yetkileri kendisine
ayırıyor, korunan devleti de içişlerinde
özgür bırakıyordu. Gerçekte ise protektora, çoğunlukla klasik bir sömürgeleştirmenin bütün unsurlarını kendinde
topladı, kimi zaman da doğrudan ona
yol açtı.” (http://tr.wikipedia.org/wiki/Himaye)
Güney Yemen’deki süreç, açık işgal
altında, sömürge statüsünde olmalarından
dolayı daha farklı bir seyir izledi. Buradaki mücadele, bir yandan İngiliz işgalcilere
karşı, bir yandan İngiliz ve Suudilerle işbirliği içindeki Sultanlıklara (ki toplam 22
sultanlık vardı), bir yandan da Suudilere
karşı yürütülüyordu.
Bu mücadele sırasında çeşitli örgütler
kuruldu. Bunlardan birisi “İşgal Altındaki
Güney Yemen Kurtuluş Cephesi”siydi.
Ancak bu örgüt, gerçek bir halk hareketi
değildi. Gerici bir örgütlenmeydi. Bunun
dışında ilerici, halktan yana mücadele yürüten Arap Ulusçular Hareketi, BAAS’çı
ideolojiyi savunan bir örgüt, küçük (etkili
bir gücü olmayan) bir Komünist Parti, Sosyalist Halk Partisi vb. vardı.
Bunların yanında bir de 1963 yılında
kurulan “Ulusal Cephe” ya da “Ulusal
Cephe Siyasal Örgütü” diye adlandırılan
bir örgüt vardı. Ve Güney Yemen’deki özgürlük hareketinin başarıya ulaşmasını bu
örgüt sağladı.
“Ulusal Cephe” ya da “Ulusal Cephe
Siyasal Örgütü”, Kuzeydeki Politik Devrimin getirdiği olanaklardan ve Mısır lideri
Nasır’ın sağladığı olanaklardan da yararlanarak 1963 yılında silahlı mücadeleyi başlattı. Ve bu mücadele çeşitli aşamalardan
geçerek 1967 yılında başarıya ulaştı. Bu
mücadele sırasında Ulusal Cephe birçok
zorluğu yenmek zorunda kaldı. Bir yandan
İngiliz işgalcilerine, Sultanlıklara, Suudilere karşı mücadele verirken diğer yandan da
gerici “İşgal Altındaki Güney Yemen Kurtuluş Cephesi”ne karşı mücadele vermek
zorunda kaldı. Özellikle bu gerici örgüt,
Halk Cephesi liderlerine karşı suikastlar
düzenledi, mücadeleyi baltalamaya çalıştı.
Ancak savaş, Marksist-Leninist ideolojiyi
benimseyen bu örgütün zaferiyle sonuçlandı.
Halk Cephesi yekpare bir örgüt değildi.
İçinde farklı akımlar bulunuyordu. Başlangıçta Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen kadrolar azınlıktaydı. Ancak mücadele
süreci içinde bu kadrolar uyguladıkları politikalarla hem örgüt içinde çoğunluğu sağladılar hem de Güney Yemen Halkını kazandılar. Ve 30 Kasım 1967’de son İngiliz
işgalci askerlerini de ülkelerinden kovarak,
“Güney Yemen Halk Cumhuriyeti”nin
kurulduğunu ilan ettiler.
“1967 Ekim ayı sonlarında, işgal altındaki Güney Yemen’de Ulusal Kurtuluş Cephesi, 22 sultanlığa ve Şeyhliğe son
vererek ülkeyi tek bir merkezi hükümetin yönetimi altında birleştirdi.” (Güney
Yemen Kurtuluş Mücadelesi, s. 9)
Ulusal Kurtuluş Cephesi iktidara gelir
gelmez devrimci önlemler alarak, Güney
Yemen Halkının ekonomik, politik, kültürel, dinsel kurtuluşunu sağlayacak politikaları hayata geçirmeye çalıştı. İşçi Sınıfı,
Köylüler ve Balıkçılar da bu iktidarı benimsediler ve ona sahip çıktılar.
Devrimden iki yıl sonra (1969 yılında)
Ulusal Kurtuluş Cephesi içindeki liberal
akım tasfiye edildi ve yönetime tümden
Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen
kadrolar geldi. Böylece devrimci hamle hız
kazanmış oldu. Bu devrimci iktidar 30 Kasım 1970’de devletin adını “Güney Yemen
Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak
değiştirdi.
Devam edecek
4
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
Neden Bin Kalıplılar?
HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un
kaleme aldığı “Bin Kalıplılar Doğu Perinçek ve PDA Avanesi’nin İhanete Karmış
Hazin Siyasi Serüvenine Dair…” kitabı
Derleniş Yayınları tarafından yayımlandı.
Bu kitabın kısa tanıtımı anlamına gelmek
üzere “Önsöz”ünü yayımlıyoruz.
ÖNSÖZ
Hikmet Kıvılcımlı 1954 yılında kaleme aldığı, 1957’de yayımlayabildiği Vatan Partisi Programı’nın Gerekçesi olan
kitabına “Kuvayimilliyeciliğimiz” adını
vermişti. Bu ad, adlardan bir ad olsun diye
konulmamıştı. Orada, daha “Önsöz”ün ilk
paragrafında şöyle der Hikmet Kıvılcımlı:
“Bu kitapçık 1954 yılı, pratik bir
maksatla kaleme alındı: Maksat: Birinci Kuvayimilliye hareketinden çıkacak
derslerle ikinci iktisadî Kuvayimilliye
lüzumunu belirtmekti. Birinci Kuvayimilliye Seferi: Toplumumuzu boğan iç ve
dış tesirli TEFECİ-BEZİRGÂN kâbusuna karşıydı. İkinci Kuvayimilliye Seferi:
Aynı kâbusa karşı, toprak reformu ve
ağır sanayi temelleri üzerinde, modern
halk teşebbüs [girişim], teşkilat [örgüt]
ve kontrolü altında, ekonomik, toplumsal kalkınmamızı millete mal etmekti...”
(Hikmet Kıvılcımlı, Kuvayimilliyeciliğimiz (Gerekçe), Vatan Partisi Yayınları: No.
II, İstanbul, 1957)
Mustafa Kemal önderliğinde gerçekleşen Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ulusal
bağımsızlığımızı sağlamış fakat sınıfsal
sömürüyü kaldıramamıştır. Bu yüzden kısa
sürede Finans-Kapitalistler (Modern Parababaları), Tefeci-Bezirgânlıkla (Antika
Parababalarıyla) ittifak kurarak iktidarı ele
geçirmiştir. Ve hızla Kurtuluş Savaşı’mızla
ülkemizden kovduğumuz emperyalistlerle
işbirliğine girmişler ve onlara uşak olmuşlardır.
Bu süreç, Türkiye’nin İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Dünya
Emperyalist Cephesinin yeni jandarması
ABD’nin yörüngesine girmesiyle sonuçlanmıştır. 1950’de başlayan, liderliğini Celal
Bayar ve Adnan Menderes’in yaptığı Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde
zirve yapmıştır bu uşakça bağımlılık.
Ağababası ABD olan NATO’ya girebilmek, bu sayede emperyalist dünya
ile tam entegre olmak için, Meclis
kararı bile alınmadan Mehmetçik tâ
Kore’ye gönderilmiş, ABD birliklerinin zayiatlarının önüne geçmek için
Mehmetçik kurban edilmiştir.
ABD’ye bağımlılık; siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. bakımlardan tam bir uydu ülkeye dönüştürmüştür Türkiye’yi. Bu öylesine
bir uyduluğa dönüştür ki, Menderes,
Dışişleri Bakanlığına atayacağı kişiyi
bile ABD’nin Ankara Büyükelçiliği
aracılığıyla Beyaz Saray’ın onayına
sunmak, oradan onay aldıktan sonra
atamayı yapmak zorunluluğunda hisseder kendini.
Tek bu örnek bile dünyadaki ilk
başarılı Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı sonrasında kazandığımız bağımsızlığımızın Parababaları eliyle emperyalistlere nasıl peşkeş çekildiğini
göstermeye yeter.
İşte bütün bunlardan dolayı etle
tırnak gibi birbirinin içine geçmiş yerli-yabancı modern Parababalarına (Finans-Kapitalizme-emperyalizme) ve onların müttefiki Antika Parababalarına (Tefeci-Bezirgânlığa) karşı İkinci Bir Kurtuluş Savaşı
ekmek kadar, su kadar elzem olmuştur.
Hikmet Kıvılcımlı önderliğindeki Vatan Partisi 1954’te kurulurken bu kutsal
görevi yerine getirmeyi amaçlamıştır. Vatan Partisi Programı da, Programın Gerekçesi de bunu anlatır.
Derken, ülkemizin bağımsızlığını kaybetmesine ve ABD Emperyalizminin ülkemizi askeri üslerle donatmasına ve her yönlü tahakkümüne sebep olan DP iktidarının
bu vatan haini uygulamalarına katlanamayan Üniversite Gençliğimiz 27-28 Nisan
1960’ta meydanlara çıkarak isyan etmiş,
şehitler vermiştir. Ordu Gençliğimiz ise
27 Mayıs 1960’ta Politik bir Devrimle sıfır numara emperyalist uşağı Celal Bayar,
Adnan Menderes iktidarını alaşağı etmiştir.
Bu Politik Devrimin halka getirdiği bir-
Esad daha ne yapsın?
M
illiyet köşe yazarı Sami Kohen’in
23 Mayıs tarihli makalesinin başlığı, “Esad da İŞİD’i durduramı-
yor”du.
Sami Kohen makalesinde, Suriye’deki
son gelişmeleri değerlendiriyor ve IŞİD’in,
Palmira Antik kentini ele geçirdiğini ve El
Tanef sınır karakolunu da alarak Suriye’nin
Irak’la bağlantısını kestiğini belirtiyor ve bu
gelişmelerin Suriye yönetimi ve Esad için
“Sonun başlangıcı mı?” olduğunu soruyor
ama bu soruya kendisi de net bir yanıt veremiyor.
Bildiğimiz gibi AB-D Emperyalistleri,
yerli işbirlikçileri ve tüm dünyadan toplayıp
getirdikleri Ortaçağcı gerici örgütler eliyle
2011 yılında Suriye’de bir karşıdevrimci hareket başlattılar. Suriye’nin meşru iktidarını
devirmek ve iktidarı ele geçirmek istediler.
militanlarının geçiş noktası oldu. Aynı şekilde savaş araç gereçleri de Türkiye’den geçiriliyordu. Hatta bizzat Türkiye Devleti, MİT
aracılığıyla TIR’larla Suriye’deki Ortaçağcı
gerici örgütlere, ÖSO’ya, El Nusra’ya vb.
silahlar gönderdi. Bu silahlar gönderilirken
Adana’da yakalandı ama hükümet, savcıları,
polisleri, askerleri gözaltına aldırdı ve silahları gönderdi. Bu Uluslararası Hukukun açıkça çiğnenmesi ve vatana ihanet suçuydu. Yapılan bu işle ülkemiz bir başka devletle hasım
konumuna getiriliyor, o ülkenin içişlerine karışıyordu. Ama Tayyipgiller hükümeti, Suriye rejimini ve Esad yönetimini devirmek için
gözünü öylesine karartmıştı ki, bunlardan hiç
tınmadı bile. Ve 2011 yılından bu yana hem
TC, hem de AB-D Emperyalistleri Ortaçağcı
gerici örgütlere her türlü silahı, lojistik malzemeyi göndermeye devam ediyorlar. Hatta
Bu karşıdevrimci girişime başta Tayyipgiller
olmak üzere Ortadoğu’daki bütün gerici devletler (Ürdün, Suudi Arabistan, Katar vb.) ve
İsrail destek verdiler.
Öyle ki örneğin Türkiye sınırları tüm
dünyadan gelen Ortaçağcı gerici örgütlerin
yine Uluslararası Hukuku hiçe sayarak, ülkemiz topraklarında bu Ortaçağcı gerici örgütlerin militanlarını “Eğit-Donat” adı altında
askeri açıdan eğitiyorlar ve her türlü silahla
donatıyorlar Esad’a karşı.
“Ortaçağcı örgütler” dediklerimizin sa-
çok kazanımın ve görece demokratik Anayasasının yanı sıra önemli bir katkısı da
Sosyalizmi serbest bırakması olmuştur. O
güne kadar yeraltında büyük bedeller ödenerek verilen sosyalist mücadele yerüstüne
çıkmıştır. Özellikle Gençlikte muazzam bir
antiemperyalist uyanış ve sosyalizme yöneliş başlamıştır.
Ve Hikmet Kıvılcımlı’nın önerdiği
İkinci Kurtuluş Savaşı tezi tüm devrimci
akımların ana düşüncesi olmuş, ona yönelik davranışlar hayata geçirilmiştir.
Olaylar, Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye
üzerine tahlilleri doğrultusunda gelişiyor,
başta gençlik olmak üzere işçiler, köylüler
ayaklanıyordu. Türkiye için İkinci Kurtuluş Savaşı süreci başlamıştı.
Bunun üzerine bu büyük uyanışın Hikmet Kıvılcımlı önderliğinde gerçek mecrasından akmaması, başarıya ulaşmaması
için sağlı-sollu her türlü provokasyon yürürlüğe konur. Hikmet Kıvılcımlı (ki bu
Türkiye’nin Eneski sosyalist akımıdır, Gerçek TKP’dir) önce yok sayılmaya, o tutmayınca “Deli Hikmet” denilerek yaftalanmaya çalışılmıştır, hem de sağlı-sollu olarak.
Gençliğin O’nun etrafında toparlanmasına,
Gerçek Proletarya Partisi’nin Reorganizasyonuna (Yeniden Örgütlenmesine)
engel olunmak istenmiştir.
Bu provokasyonların “sol”dan en bilineni Doğu Perinçek önderliğinde oluşturulan Proleter Devrimci Aydınlık (PDA)
Hareketidir. Başta Doğu Perinçek olmak
üzere Hikmet Kıvılcımlı’ya olmadık iftiralarla saldırır bu ekip. Bu saldırıların neler
olduğunu burada uzun uzun anlatmaya gerek yoktur çünkü kitapta ayrıntılıca görülecektir.
Bugüne gelirsek;
Tayyipgiller iktidarı, emperyalizme
hizmette Menderes’i, Özal’ı kat be kat aşmıştır. Bu da kaçınılmazca antiemperyalist
bir uyanışa neden olmuştur. Bu aşamada
sağda MHP (CIA’nın Süper NATO’sunun
yaratığıdır) “milliyetçilik” edebiyatıyla bu
uyanışı köreltmek, yeniden emperyalizmin
kanallarına akıtmak görevini yerine getiriyor.
Solda ise, İP, şimdiki adıyla Yeni Sahte
Vatan Partisi (YSVP) “ulusalcılık” diyerek aynı görevi yerine getirmeye çalışıyor.
Amaç bellidir:
Bu yeni aşamada antiemperyalist uyanışın Eneski Sosyalist Akım’la, Gerçek
Proletarya Sosyalistleri’yle (Bugünkü
adıyla HKP ile) buluşmasını ne yapıp edip
önlemek.
Bu amaca ulaşmak için Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’nin adını bile çalma kurnazlığına girişebiliyor Bin Kalıplı
Doğu Perinçek ve Avanesi.
Bu hainleri kulaklarından tutup Türkiye
Halklarına göstermek ve ihanetlerini teşhir
etmek, ertelenemez bir görev olmuştur. Bu
kitabın amacı da budur.
Ayrıca,
yıları bir ara 1000’i buluyordu. Bunların en
bilinenleri, adları duyulanları ÖSO denilen
“Özgür Suriye Ordusu”, El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra, İslami Cephe, Hursan, El
Fecru’l İslamiyye Hareketi, Et Taliatu’l İslamiyye Cemaati, El İmanu’l Mukatile Tugayları, Suriye Özgürlük Cephesi, Tevhid Grubu,
Suqour el İzz, Hareket-i Şam el İslam, l Asala
A Watanmiya, Peygamberin Zürriyeti Bölükleri, İslam Tugayı vb. vb...
Son günlerde adı sıkça duyulan Fetih Ordusu bileşenlerinin bir kısmı ise şunlar: Şam
Cephesi (Cebhetu’ş Şamiyye), Feylaku’ş
Şam (Şam Kolordusu), Ahraru’ş-Şam İslami Hareketi (Şam Özgürleri), Ceyşu’l İslam
(İslam Ordusu) ve Tecemmu Festekim Kema
Umirte’nin (Emrolunduğun Gibi Dosdoğru
Ol Topluluğu).
Bu sözde ordunun kurulmasını, finansmanını, silahlarını, lojistiğini sağlayanlar kim
derseniz, cevabı: Türkiye, Suudi Arabistan ve
Katar’dır.
Ve tabiî bir de El Nusra’dan kopan ve şu
anda, Suriye’nin yarısını ele geçiren, Irak’ta
Bağdat’a dayanan, en güçlü, en acımasız, en
vahşi, en insanlık dışı katliamları gerçekleştiren örgüt olan IŞİD var.
Bu tümü de Ortaçağcı olan grupların içinde dediğimiz gibi her ulustan; Türkiye’den,
ABD’den, İngiltere’den, Almanya’dan, Fransa’dan, Kanada’dan, Libya’dan, Cezayir’den,
Suudi Arabistan’dan, Katar’dan, Yemen’den,
Çeçenlerden kısacası her boydan ve soydan
sapık, esrarkeş, katiller sürüsü var. Yani Esad
yönetimi dört bir yandan saldırıya uğruyor.
Esad’ı ve Suriye Halkını kim savunuyor
dersek kendileri dışında, en başta Hizbullah’ı
saymamız gerekiyor. Lübnan’daki Şii Hizbullah, her türlü desteği sunuyor Esad yönetimine. Suriye Ordusu’yla birlikte bu gerici
örgütlere karşı en aktif bir biçimde savaşıyor.
Çünkü bu Ortaçağcı gerici örgütler eğer Esad
yönetimini devirir, Suriye’ye hâkim olurlarsa, Alevi inancını taşıyan tüm insanlar katledilecektir. Ki bu Ortaçağcı sapıklar Sünni
İslamın-Yezid İslamının savunucularıdır ve
bu kanlı amaçlarını da gizlemek gereğini bile
duymuyorlar. Bütün Alevileri katledeceğiz,
diyorlar açıktan.
Geçmişte “Maoculuk” yaparak Hikmet Kıvılcımlı’nın önünü kesmek istemişti
bu güruh. Ve tabiî dolayısıyla da Türkiye
Devrimi’nin önünü...
Biz, 1977 yılında çıkardığımız Devrimci Derleniş Dergisi’nde “İki Süper
Oportünizm” başlıklı bir eleştiri serisi
yayımlamıştık. Daha sonra bu eleştirimizi kitap haline de getirdik. Orada da bu
Bin Kalıplılar konu edilmekle birlikte baş
hedef onların da şeyhi olan Mao ve onun
ideolojisi olan Maoculuktur. Yani Doğu
Perinçek’i ve Avanesi’ni baş hedef olarak
koymak yerine o zaman capcanlı olan “Maoculuğu” ve onun yaratıcısı olan Mao’yu
eleştirmiştik. Halkımızın deyişiyle efendisi dururken uşağı ile uğraşılmamıştır. Aslı
(Mao) dururken onun Türkiye’deki karikatürü bile olamayacak Doğu Perinçek’i uzun
uzun eleştirmek gerekmemiştir.
Fakat günümüzde Maoculuğu çoktan
terk etmiş olan Doğu Perinçek’i ve Avane-
si’ni, yeni girdiği kalıbı içinde, ne iseler o
olarak, Türkiye Halklarının önüne koymak
kaçınılmaz bir görev olmuştur. Tabiî son
kalıbı dedikse şimdilik kaydını da koymak
gerekir. Bundan sonra hangi kalıplara gireceğini kadim dostu Yalçın Küçük bile
(kesinlikle değişeceğine emin olmakla birlikte) bilememektedir. Bilemediğini zaten
yazıp çizmektedir. Yani biz de adımız gibi
eminiz ki Allah ömür verirse Doğu Perinçek’in bu son kalıbı, sondur ama, en son
kalıbı değildir...
Onun görevi, antiemperyalist uyanışı
her dönemde evirip çevirerek yine emperyalizmin kanalları içine akıtıp buharlaştırarak yok etmektir.
Buna izin verilemezdi.
Kitap okununca görülecektir:
İzin verilmemiştir... ❑
Op. Dr. Kamil Furtun cinayetinin
nedeni Tayyipgiller iktidarıdır…
2
9 Mayıs günü Samsun’da Göğüs
Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi
Hastanesinde görevli Göğüs Cerrahi Op. Dr. Kamil Furtun odasında, görevi
başında katledildi.
On üç yıldır süren Tayyipgiller iktidarı, sonunda hasta ile sağlıkçıları karşı
karşıya getiren bir sağlık düzeni yarattı.
Vatandaşı hastalıktan korumak yerine,
yerli yabancı Parababalarının vatandaşın
hastalığından kâar ettiği bir düzen oluşturuldu. Sağlık Çalışanları, performans
denilen bir sistemde, parça başı çalıştırılmaya başlandı. Ne kadar çok muayene,
ameliyat, laboratuar ve radyoloji tetkiki,
o kadar çok para verilen bir düzen... Bu
nedenle sağlık, yerli ve yabancı Parababaları tarafından çok kâr getiren sektör
olarak değerlendirilip, büyük yatırımların yapıldığı bir alan oldu. Büyük özel
ve zincir hastanelerin sayısı hızla arttı.
Başlangıçta çok az ek paraya işlem yapılırken, şimdi özel hastanelere yapılan her
iş için % 200 katılım payı vermek gerekiyor. Şu anda özellikle büyük ameliyatla-
Suriye yönetimini bir de Rusya ve Çin
destekliyor. Rusya açıktan, Çin gizli olarak
bu desteği sunuyor. Suriye’ye yönelik yaptırımlara Rusya karşı çıkıyor Birleşmiş Milletler’de ve diğer uluslararası örgütlerde. Eğer
Rusya bu tutumu almasa AB-D Emperyalistleri çok daha saldırgan, çok daha açıktan bir
savaş açacaklar Suriye yönetimine.
Ve tabiî burada en başta Suriye’nin yiğit
lideri, kahraman savaşçı Esad’ı saymamız gerekiyor AB-D Emperyalistlerine karşı ülkesini savunması açısından. Esad, karşıdevrimci
saldırıların başladığı andan itibaren kendisine
sunulan, yurtdışına çıkması önerisini hiç tereddütsüz elinin tersiyle itti ve benim yerim
yurdumdur. AB-D Empearyalistlerine teslim
olmam. Öleceksem savaşarak ülkemde ölürüm, dedi. Ve şu ana kadar da bu sözünün
arkasında yiğitçe, kararlıca durdu.
Ve yine yiğit Suriye Halkını saymamız
gerekiyor. Ülkelerini terk eden, vatanlarını
savunmayan ve sayıları sadece bizim ülkemizde 2 milyonu bulan, Lübnan, Ürdün ve
diğer ülkeleri de sayacak olsak 4-5 milyona
yakın kaçkını saymazsak, Suriye Halkı da
yiğitçe, kararlıca, inançlıca AB-D Emperyalistlerine, Tayyipgiller’e, Suudilere vb.lerine
karşı ülkesinin her karış toprağını savunuyor.
Ülkesinin her değerine sahip çıkıyor. Ölüyor
ama teslim olmuyor. Diz çökmüyor Ortaçağcı
gerici sapık çeteciler, katiller sürüsü karşısında.
Öyle ki, en son IŞİD’in ele geçirdiği Antik Palmira kentindeki tarihi eserleri güvenli
rın da % 55’i özel hastanelerde yapılıyor.
Vatandaş sağlığına tekrar kavuşmak için,
varını yoğunu satıp bu hastanelerde ameliyat olmak durumunda kalıyor.
On üç yıldan beri sağlık emekçilerine
her türlü kötü sözü söyleyen bir hükümet var. “Bu doktorların gözü doymaz”,
“Doktor Efendi dönemi bitti”, “Doktorlar
iğne vurmayı bilmez”. Bu şekilde sağlık
çalışanlarının emeği değersizleştirilmiş
oldu. Sağlık çalışanlarıyla vatandaş arasında olması gereken güven ilişkisi, dışarıdan dayatılan etkilerle bozulmuş oldu.
Suça eğilimli bazı kişilerde, kendilerine
göre “yanlış işler yapan bu sağlık çalışanlarına şiddet uygulamak meşrudur”
düşüncesi gelişmiş oldu. Zaten gün geçmiyor ki yurdun herhangi bir yerinden
sağlık çalışanlarına şiddet haberi gelmesin. Sağlık Bakanlığı 113 Beyaz Kod kayıtlarına göre; 14 Mayıs 2012’den 2015
Mart ayına kadar 31.767 sağlık çalışanı
şiddete uğramıştır. Bunların 18.000’i hekim, 13.000’i ise diğer sağlık çalışanlarıdır. Saldırıların üçte biri fiziki saldırıdır.
Op. Dr. Kamil Furtun’un cinayete
kurban gitmesi bir sonuçtur. Gittikçe
bozulan, halkımızın aleyhine dönen bu
sağlık düzenini değiştirmemiz gerekiyor.
Halkımızın iktidarı için, Partimiz Halkın
Kurtuluş Partisi etrafında tüm halkımızı örgütlememiz gerekiyor. Son olarak
Op. Dr. Kamil Furtun’ın ailesine ve tüm
sağlık emekçilerine başsağlığı diliyoruz.
31.05.2015
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
bölgelere taşıyana kadar direndiler ve savaştılar. Ne zaman ki taşınabilecek tarihi eserleri
taşıyarak güvenceye aldılar ancak o zaman
çekildiler Palmira’dan.
Ve bunun üzerine Suriye Antikalar Kurumunun Başkanı Mamun Abdülkerim yaptığı
açıklamada dedi ki: “Bu tüm dünyanın savaşı. Bu medeniyetin düşüşüdür. İnsanlık,
medeni toplum; barbarlığa karşı savaşını
kaybetti. (...) Palmira’yı asla unutmayacağız.”
Suriye Halkının ve yiğit lideri Esad’ın
vatanına, bağımsızlığına ve insanlığın ortak
malı olan Tarihine sahip çıkışlarını, kahramanlıklarını gördükçe gözlerimiz doluyor.
Yüreğimiz kabarıyor savaşçılıkları, yiğitlikleri, insanlığa sahip çıkışları karşısında. Ve
Çanakkale’de ve Birinci Kuvayimilliye’de
7 Düvele karşı savaşan Türk Kürt atalarımız
aklımıza geliyor.
Biz de İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan,
Rus, Ermeni işgalcilere karşı savaşmıştık ve
kazanmıştık zaferi. Ve o Batılı büyük emperyalistlerin ordularında da tüm sömürgelerinden topladıkları kandırılmış insanlar vardı.
Ve bugüne bakınca, Tayyipgiller’in
Irak’taki, Libya’daki, Suriye’deki alçakça satılmışlıklarını, ihanetlerini gördükçe üzüntüden kahroluyoruz, öfkeleniyoruz atalarımıza
ettikleri ihanetlerden dolayı.
Biz inanıyoruz ki Suriye Halkı ve Esad
Yönetimi de bu alçakça saldırıları boşa çıkartacak, ülkesinin bağımsızlığını koruyacak ve
kazanacaktır! ❑
5
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
27 Mayıs,
ülkemizin AB-D Emperyalistlerinin
oltasına balık yapılmasına tepkidir
Demokrat Parti’nin AB-D Emperyalistlerine sunduğu ödül, Mehmetçikleri, onların
pis çıkarları için, cepheye sürmek olmuştur. İlk elden 4500 Vatan Evladı dünyanın
öbür ucuna, Kore’ye gönderilir ve 1300 Mehmetçik Amerikan Emperyalizminin
çıkarı için katledilir. 1300 vatan evladının göz göre göre emperyalistlerin pis
çıkarına kurban edilmesinin karşılığı, Türkiye’nin 1952 yılında AB-D Emperyalistlerinin askercil savaş örgütü NATO’ya alınmasıdır. NATO’ya alınmanın da ayrıca
bir bedeli vardır. Bu bedel kanlı cinayet örgütü Kontrgerilla’nın, “Seferberlik Tetkik
Kurulu”nun kurulmasıdır.
1
4 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidara
getirilir Amerikancı Demokrat Parti
(DP). Ancak bedeli vardır iktidara getirilmenin. AB-D Emperyalistleri dünyada
hangi kuklayı iktidara taşır da ödülünü istemez?
Demokrat Parti’nin AB-D Emperyalistlerine sunduğu ödül, Mehmetçikleri,
onların pis çıkarları için, cepheye sürmek
olmuştur. İlk elden 4500 Vatan Evladı
dünyanın öbür ucuna, Kore’ye gönderilir
ve 1300 Mehmetçik Amerikan Emperyalizminin çıkarı için katledilir. 1300 vatan
evladının göz göre göre emperyalistlerin
pis çıkarına kurban edilmesinin karşılığı,
Türkiye’nin 1952 yılında AB-D Emperyalistlerinin askercil savaş örgütü NATO’ya
alınmasıdır. NATO’ya alınmanın da ayrıca
bir bedeli vardır. Bu bedel kanlı cinayet örgütü Kontrgerilla’nın, “Seferberlik Tetkik
Kurulu”nun kurulmasıdır.
AB-D Emperyalistleri tüm dünyadan
antiemperyalizmi ve sosyalizmi kazımak
için saldırıya geçmiştir. Türkiye, dünyada
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nı zaferle
taçlandıran ilk ülkedir. Mazlum Uluslara
örnek bir ülkedir. Emperyalistlerin Sevr
Antlaşması’nı parçalayıp çöpe atarak em-
peryalistlerin heveslerini kursaklarında bırakan bir ülkedir. İşte mazlum uluslar için
olumlu, emperyalist çakallar için olumsuz
bu örneğin yok edilmesi gerekiyordu. Bunun yolu da Türkiye’yi tipik bir Amerikan
uydusu haline getirmekti. Yerli satılmışların partisi DP, bunu için iktidara getirilmişti. Gereğini yapacaktı, layıkıyla yaptı da.
Devrimcilere, Demokratlara, Yurtseverlere
nefes aldırmadı. Yaşamı halkımız için çekilmez hale getirdi. Bakan olacakları Elçisi
aracılığıyla ABD’ye sordu, oradan onay aldıktan sonra atadı. Ruhunu emperyalistlere
satmış hainleri milletvekili, bakan yaptı
DP İktidarı. CIA ajanları MAH’ı ve sonrasında MAH’ın devamı olarak oluşturulan
MİT’i ele geçirdiler. Emperyalist kültürü
aşılamak için Milli Eğitimi, kültürü ele geçirdiler. Orduyu ele geçirip Rüştü Erdelhun gibi Generalleri uşaklaştırdılar. Tabiî
ki satılık DP iktidarı aracılığıyla. AB-D
Emperyalistlerine ve kuklaları DP İktidarına bu da yetmedi. “Vatan Cephesi” adında kurdukları uyduruk cepheyle toplumu
ikiye böldüler.
Ulusal kurtuluş savaşlarında bizi örnek
alan mazlum uluslara karşı da AB-D Emperyalistlerinin safında yer tuttu DP İkti-
Karanlığı yakan ışık:
19 Mayıs 1919
19 Mayıs’ı özüne uygun kutladık
Anıtkabir’de konserlere indirgediler 19 Mayıs’ı. Amaçları özünden koparmak,
içini boşaltmak, 19 Mayıs’ın Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıcı, bir
kıvılcımı olduğunu unutturmak. Mustafa Kemal’in savaşçı yönünü, askeri dehasını,
mücadeleci ruhunu yok etmek istiyorlar. Anıtkabir önündeki akşam saatlerindeki
şenliklerin, konserlerin amacı bu.
Ama unuttukları bir şey var. Mustafa Kemal’in gerçek devamcıları Halkın
Kurtuluş Partililer, Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı, daha 17 yaşında elde silah
Emperyalizme karşı mücadeleye girişmiş Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri. İkinci
Kurtuluş Savaşçıları tarafından özüne uygun kutlandı 19 Mayıs.
Mustafa Kemal-Lenin, “Bağımsızlık Benim Karakterimdir” pankartlarımızla, olta
bayraklarımızla Tandoğan’da Anıtkabir önünde “Karanlığı yakan ışık: 19 Mayıs
1919” başlıklı bildirilerimizi dağıttık.
Aynı gün İstanbul Kartal’da seçim çalışmalarımızla birlikte 19 Mayıs’a ilişkin
bir basın açıklaması gerçekleştirdik. “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi
Gidecekler”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Hırsızlar Halka Hesap Verecek”
sloganlarıyla başlayan eylemimiz Partimiz MYK Üyesi Safiye Arslan’ın açıklamasıyla
devam etti.
A
B-D Emperyalistleri, yerli yabancı Parababaları, insanlığı Ortaçağ
karanlığına götürmeye yeminli
Ortaçağcı Tayyipgiller, karanlıkları yakan
bu ışığı söndürmeye çalışıyorlar. O karanlık günlere yeniden götürmeye çalışıyorlar
halklarımızı. Karanlıkları yakan ışığın mimarı Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayimilliyecilerin bütün eserlerini ortadan
kaldırmak için canhıraş uğraşıyorlar. 96
yıldır hiç ara vermemişlerdi karanlık emellerine ulaşmak için, emperyalist bir proje
olan AKP iktidarıyla hız kazandı karanlığa
gidiş. 19 Mayıs’ta yakılan, Antiemperyalist
Kurtuluş Savaşı’yla harlanan, Emperyalist
7 Düvelin gözlerini yakan, mazlum haklara
yol gösteren ışığın ferini söndürüyorlar.
Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayi-
milliyecilerin ışığı karanlıkları yakarken,
Mazlum Uluslara örnek olurken, AB-D
Emperyalistlerinin ve Ortaçağcı gericilerin
cehennem ateşi yakmakta halklarımızı. Bu
ateşle kavrulmakta halklarımız. Bu ateşin
sonucudur; işsizlik, pahalılık, yoksulluk,
zam, zulüm. Bu aşağılık güruhun cehennem ateşiyle, binlerce yıldır kardeşçe yaşayan, Çanakkale’de düşmanı geçirtmeyen,
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızda
omuz omuza çarpışan halklarımız düşman
ediliyor. AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller eliyle Kurtuluş Savaşı’yla halklarımızın yırtıp çöpe attığı Sevr hortlatılıyor
bugün. Müslüman İsrail, Hıristiyan Ermenistan ve Müslüman Türkiye olarak bölünmüş bir Türkiye yaratılmaya çalışıyor.
Bu topraklar yerli ve yabancı Paraba-
darı. 1950’li yıllarda Cezayir Halk Savaşı
sırasında, Birleşmiş Milletler’de Fransız
Emperyalistlerinin safında oy kullandı,
Amerikan kuklası DP iktidarı. Yine Lübnan
iç savaşında Müslümanlara karşı savaşan
Hıristiyanlara silah taşındı, “Müslüman”
Bayar-Menderes Hükümetinin emriyle.
Türkiye’den kalkan uçaklar 85 sorti yaptı,
Lübnan İçsavaşı’nda Müslümanlara karşı.
İşte 27 Mayıs; ülkenin tümden bir ABD
üssü haline getirilmesine, halklarımıza
çektirilen ekonomik ve siyasi zulme, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın bütün kazanımlarını ortadan kaldırmak
ve Önderi Mustafa Kemal’in izini tozunu
silmek isteyen halk düşmanı Bayar-Menderes Hükümetine karşı, Sivil ve Ordu
Gençliği’mizin bir tepkisidir.
27 Mayıs; halklarımızın, İşçi Sınıfımızın, yurtseverlerin, devrimcilerin yararına Politik bir Devrimdir. Bunun içindir ki
Partimizin ilk Genel Başkanı Hikmet Kıvılcımlı 27 Mayıs’ı selamlamıştır. Halktan yana politik bir devrim olduğu ve
Cumhuriyet döneminin en demokrat anayasası olan 1961 Anayasası’nı hediye ettiği
içindir ki, bizler gibi Denizler, Mahirler de
sahiplenmişlerdir 27 Mayıs’ı.
Bayar’ların-Menderes’lerin bugünlerdeki en sadık devamcıları Tayyipgiller de
27 Mayıs’a; halktan yana olduğu için, sınırlı da olsa özgürlük ortamı yarattığı için,
Sosyalizmin önünü açtığı için, İşçi Sınıfının yararına kanunlar çıkarttığı için, siyasi
iktidarın keyfi tutumlarını denetleyecek,
yerli satılmışlardan yana kanunlar yapılmasını engelleyecek Anayasa Mahkemesi kurumunu yerleştirdiği için, toplumun
parçalanmasına engel olmak istediği için,
ülkenin tümden Amerikan üssü haline getirilmesine karşı bir politik devrim olduğu
için karşı çıkarlar ve saldırırlar. Ergenekon,
Balyoz vb. adlı CIA operasyonlarına, yeni
27 Mayıslar gündeme gelmesin diye taşeron olurlar Tayyipgiller.
Tayyipgiller, 27 Mayıs Politik Devrimi’ne karşı çıkış nedenlerini böyle günbaları için bir cennet, yoksul emekçi halkımız için ise bir cehennem haline getirildi.
Emekçi Halkımız madenlerde, fabrikalarda, inşaatlarda, iş cinayetleriyle katlediliyor.
Köylümüz tohum alamaz, kendi tohumunu üretemez, toprağına ürün ekemez,
ektiği ürünü kaldıramaz durumda. Yerli
tohum bırakmadılar, yerli tohum üretimini
yasakladılar, Yabancı Parababalarının kasalarını doldurmak için.
Mustafa Kemal’in 19 Mayıs’ı hediye
ettiği, geleceğimiz gençliğin geleceğini
yok ediyorlar, umutlarını söndürüyorlar.
Eğitimi-Öğretimi sadece parası olanın yararlanabileceği bir kurum haline getiriyorlar. Üniversite gençliğini eğitimli işsizler
ordusuna dönüştürüyorlar. Bu gerici ve
vurguncu düzene karşı Haziran-Gezi İsyanı’nımızda olduğu başkaldıran yiğit gençliğimizi de, acımasızca öldürüyorlar, yaralıyorlar, işkence ediyorlar.
Yarımız olan, Kurtuluş Savaşı’mızda
en ön safta mücadele eden, cepheye silah
taşıyan, işgalci emperyalistlere karşı savaşan kadınlarımız Tayyipgiller iktidarıyla
birlikte eve kapatılmaya, sindirilmeye, sosyal yaşamdan tecrit edilmeye ve ikinci sınıf
insan konumuna sokulmaya çalışılıyor.
Karanlığı yaratan dahili ve harici bedbaht AB-D Emperyalistleri ve Ortaçağcılar,
tüm güçleri, azgınlıkları ve saldırganlıkları
ile halkımızın karşısındalar ve karanlığa
doğru yol alıyorlar.
Dolayısıyla emperyalistlerin ve onların
yerli ortaklarının halkımızı 96 yıl öncesine
götürmeye çalıştıkları, Kurtuluş Savaşı’nın
ilk kıvılcımı olan 19 Mayıs’ın ruhunu, tozunu ve izini silmeye çalıştıkları bugünlerde, 19 Mayıs’ı kutlamak, 19 Mayıs’ın
mimarı Mustafa Kemal’in eserlerine sahip
çıkmak her zamankinden çok daha anlamlıdır. Hele bugünlerde İkinci Kurtuluş
Savaşı şiarını yükseltmek, mücadelesini
deme getirmezler. Gerçek düşüncelerini
Menderes’lerin idamıyla gizlerler. İdamları gündeme getirerek mağdur edebiyatıyla insanlarımızı etkilemeye çalışırlar.
Bayar-Menderes Hükümetinin 1300 vatan
evladını Kore’ye göndererek katletmesini,
gençlerimizin canına kıydığını söylemezler, söyleyemezler Tayyipgiller de aynı
toptan kesme oldukları için. Kendilerinin
de elleri kanlı olduğu için.
Parti olarak, cinsel suçlar hariç insanların ölümle cezalandırılmasına taraftar değiliz. Bu nedenle Menderes’lerin asılması
gerekmiyordu. Ama yargılanıp, dünyanın
öbür ucunda Mehmetçikleri katlettirdikleri,
topraklarımızı ABD’nin üssü haline getirdikleri, tam bir Amerikan uşağı oldukları,
ülkemizi ekonomik harabeye çevirdikleri
için yargılanıp en ağır cezaya mahkum edilip, duvarlar arasında ömürlerini geçirmeliydiler. Aslında bu ceza, Menderesgiller
gibi canları tatlı yaratıklar için ölümden
daha beter bir ceza olurdu.
Tayyipgiller,
Bayar’ların-Menderes’lerin yaptıklarının aynısını yapıyorlar. DP’nin 27 Mayıs Politik Devrimi’yle
sekteye uğrayan yarım kalan politikalarını
tamamlıyorlar. 12 Mart, 12 Eylül Faşizmleriyle ortadan kaldırılan 1961 Anayasası’nın yerine konulan faşist anayasasının
Ortaçağcı güruha hazırladığı “özgürlük”
ortamıyla ülke, AB-D Emperyalistleri tarafından Tayyipgiller eliyle Yeni Sevr’e doğ-
H
ru götürülüyor.
Satılmadık fabrika, liman, tersane, tesis bırakmadılar Tayyipgiller. Ortadoğu
Halklarının katledilmesine, birbirlerine
düşürülmesine, bağımsızlıklarının AB-D
Emperyalistlerine teslim edilmesine katkı
sunuyorlar, Tayyipgiller. Yeni Sevr’e karşı çıkan Yurtseverleri zindanlara atıyorlar,
Ortaçağa gidişe karşı çıkan gençlerimizi Şanlı Gezi İsyanı’mızda olduğu gibi
katlediyorlar, zaten evlat acısıyla yüreklerinde kapanmayacak yaralar açılan Analarımızı meydanlarda meczuplaştırdıkları
yığınlara yuhalatıyorlar. Cennet vatanımızı
halkımız için, işsizlik pahalılık, zam zulüm
cehennemine çeviriyorlar. Yargı Tayyipgiller’in Hukuk Bürosuna, Üniversiteler medreselere dönüştürülüyor. İşçilerimiz iş cinayetleriyle katlediliyor. Tayyipgiller vatana
ihanet ve insanlık suçu işliyorlar.
Tayyipgiller’in ihanetlerinin ve halkımıza, insanlığa karşı işledikleri suçların
hesabını soracak olan Halkın İktidarıdır.
Bu hesap sorulacaktır. Tayyipgiller hiç
korkmasın. Irz suçu işlemedikleri sürece ne
ipe gönderilecek, ne kurşuna dizileceklerdir. Ama şundan da emin olsunlar: Ellerine
çelik bilezik geçirilecek, dört duvar arasında ömürlerini tamamlamaları sağlanacaktır. Bu böyle biline. 27 Mayıs 2015
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
HKP 27 Mayıs’ta alanlardaydı
alkın Kurtuluş Partisi İzmir
İl Örgütü; 27 Mayıs Politik
Devrimi’ni Karşıyaka İzban
önünde yaptığı bir basın açıklaması
ile kutladı. Karşıyaka İzban önünde
bir araya gelen HKP’liler adına Genel
Sekreter yardımcısı ve İzmir İkinci
Bölge Milletvekili adayı Av. Tacettin
Çolak basın açıklaması yaptı.
Açıklama
sırasında
sık
sık
“Emperyalistler
İşbirlikçiler
Geldikleri
Gibi
Gidecekler”,
“Kahrolsun ABD-AB Emperyalzmi”,
“Gün Gelecek Devran Dönecek
Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”,
“Kahrolsun
Faşizm
Yaşasın
Sosyalizm” sloganları atıldı.
İstanbul
Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl
Örgütü olarak her yıl gerçekleştirdiğimiz 27 Mayıs kutlaması için Taksim’deki Galatasaray Lisesi önünde toplandık.
Gerçekleştirilen basın açıklaması, HKP
MYK Üyesi ve Düzce milletvekili
adayımız Ramazan Kap tarafından
okundu. 27 Mayıs’ın faşist bir darbe
değil, politik bir devrim olduğunu, Türkiye’de işçi sınıfının önünü açan 1961
Anayasası’nı doğurduğunu vurgulayan
Ramazan Kap, bu anayasanın iki faşist
cunta tarafından ortadan kaldırılmaya
çalışıldığına dikkat çekti.
Ankara
27 Mayıs Politik Devrimi 55’inci yıldönümünde İkinci Kurtuluş Savaşçıları
Kurtuluş Partililer tarafından coşkuyla
kutlandı.
Ordu Gençliği’nin Bayar-Menderes
gericiliğine tepkisi demek olan 27 Mayıs’ın, Ordu Fosillerinin emir komuta
zinciriyle AB-D Emperyalistlerinin talimatları doğrultusunda yönetime el koyup
Faşist Diktatörlükle halklarımızı canından bezdirmesi demek olan 12 Mart ve
12 Eylül Faşist Darbeleriyle aynı kefeye
konulmaya çalışıldığı bir dönemde, 27
Mayıs Politik Devrimi’ni kutlamak anlamlıdır. AB-D Emperyalistlerinin baş
oğlanı, geçen günlerde leşleşen Kenan
Evren ile halkımızın Cemal Aga lakabını
taktığı Cemal Gürsel aynılaştırılabilir mi?
İşte bu aynılaştırmayı yapan sağlı
sollu saldırılara karşı HKP’liler alanlara
indi yurdun dört bir yanında ve 27 Mayıs
Politik Devrimi’ni kutladı, unutmadığını
gösterdi.
Ankara’da da Kızılay Güvenpark’ta
alanlara indi Kurtuluş Partililer. “27 Mayıs Politik Devrimi Kuvayimilliyenin, 12
Mart 12 Eylül Faşist Darbeleri Mandacılığın Devamıdır” pankartıyla, bayraklarımızla 27 Mayıs Politik Devrimi selamlandı.
Genel Başkan Yardımcısı Av. Metin
Bayyar’ın okuduğu basın açıklaması sırasında haykırıldı sloganlar.
vermek, 96 yıl önce karanlıkları yakan ışık
etkisi yapacaktır.
Nasıl ki 96 yıl önce Mustafa Kemal bir
an olsun umudunu kaybetmemişse, sürekli
umudunu, halkına olan güvenini, emperyalistlere olan kinini hep bilemişse, bu karanlık günlerde yapılması gereken de budur.
Umudunu kaybetmeyeceksin, inancını yitirmeyeceksin, halkına olan güvenini asla
kaybetmeyeceksin, AB-D Emperyalistlerine ve yerli satılmışlara kinini hep bileyeceksin. Bu yapıldığı zaman görülecektir
karanlığın sonundaki ışık. Bu ışık yakalandığı zaman Mustafa Kemal’in Bursa Nutku’nun gereği yerine getirilebilir. O zaman
Halklarımız, “Bu ülkenin polisi vardır,
jandarması vardır, ordusu vardır, adalet
örgütü vardır deme”z. “Elle, taşla, sopa
ve silahla; nesi varsa onunla” Sevr’e gi-
deydiler, birlikte mücadele ettiler, birlikte
öldüler ve zaferi birlikte göğüslediler.
İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın önderliği
tarihen; “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek daha iyidir” diyen Hikmet Kıvılcımlı’nın gerçek
düşünce oğulları ve kızları Halk Kurtuluş
Partililerin omuzlarına yüklenmiş durumda. Kuvayimilliye Komutanı Hikmet
Kıvılcımlı’nın devamcıları, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyecek, AB-D Emperyalistlerini bir daha geri gelmemek üzere
inlerine gönderecek, Ortaçağcı İrticacıların
halklarımızı uyuşturmasına son verecektir.
Ve İkinci Kurtuluş Savaşı’yla yakılacak
ışık hiç sönmeyecek, karanlıklar bir daha
geri gelmeyecektir. Buna inancımız tam.
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın
ilk kıvılcımının çakıldığı 19 Mayıs 1919’un
dişe dur diyebilir.
96 yıl önce Mustafa Kemal ve Birinci
Kuvayimilliyeciler, Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın Kurmay Heyetini oluşturdular,
halklarımıza önderlik ettiler, yol gösterdiler. Sadece halklarımızın bir adım önün-
96’ncı yıldönümü halklarımıza kutlu olsun.
19 Mayıs 2015
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
6
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
İnsanlık bir kez daha yargılanmaktadır
P
artimizin Genel Başkanı Nurullah
Ankut ve Eşi Hacer Ankut, Hayvanseverliklerinden dolayı dün (21
Mayıs günü) yeniden hâkim karşısındaydılar.
Bu Genel Başkan’ımızın üçüncü, eşininse ikinci yargılanışıydı. Tabiî yine hayvanseverliklerinden dolayı.
Genel Başkan’ımız ilk kez 2012’de
mahallelerinde bitirim havalarında dolaşan, komşularına ikide birde hart hurt ederek bulaşan bir Tayyipçinin, baktıkları sokak hayvanı bir anne kediye tekme atması
üzerine aralarında geçen olaydan dolayı,
kömürü ve birkaç yardım çekini vererek
yanlarına çektikleri birkaç zavallıyı Genel
Başkan’ımızın eşine saldırtmaya başlarlar.
Hatta bunlardan bir kendini bilmez, Genel
Başkan’ımızın eşine ağza alınmayacak galiz küfürlerle hakaret eder. Bunun üzerine
Hacer Hoca karakola giderek, bu saldırganlardan şikâyetçi olur. Ancak olay gününden
8 gün sonra karakola çağrılan saldırganlar,
Genel Başkan’ımızın eşine ve olay anında
evde bulunmayan Genel Başkan’ımıza yönelik iftiralarda bulunurlar. “Hacer Ankut
bizi bıçakla tehdit etti. Nurullah Ankut da
bize küfür etti” yalanını söylerler. Sadece
Genel Başkan’ımız ve eşi, hepsini de küçük, sahipsiz yavrular iken sokaktan alarak ölümden
kurtardıkları kedilerinin bir bölümü ile.
Genel Başkan’ımız ve eşinin yavru iken yine ağır hasta, yaralı bir halde bulup sokaktan aldıkları, tedavi ettirip sağlığına kavuşturdukları “Sarı Kız” adlı bir de köpekleri vardır.
tehdit ve hakaret suçlamasıyla yargılanmış
ve altın kalpli bir hakime hanımın davanın
özünü kavraması sebebiyle beraat etmişti
her iki suçlamadan da.
Genel Başkan’ımıza diş geçiremeyeceklerini anlayan mahallesindeki bu gerici
güruh, bu kez sokak hayvanlarına bakmakta olan eşine sataşıp onu rahatsız etmeye ve
yaptığı vicdani, insani işten vazgeçirmeye
yönelmişlerdi. Hakaret ve tehditlerle saldırıyorlardı Başkan’ımızın eşine. İşte bunlardan bir keresinde evde bulunan Genel
Başkan’ımız aşağıya inmiş ve bunlara gereken karşılığı vererek eşini alıp üst kattaki
evlerine çıkmıştı. Olay sonrası hemen karakola koşan Tayyipçi gerici güruh, Genel
Başkan’ımızın ve eşinin yeniden yargılanmasına sebep olmuşlardı. Bu yargılamada
hakim, olayın sözde tanıklarının tümünün
yalancı tanıklardan oluştuğunun ve ifadelerinin düzmece olduğunun matematiksel bir
kesinlikle ispatlanmasına rağmen, hukuka
uygun davranmamış, karşı tarafla birlikte
Genel Başkan’ımıza da, eşine de ceza vermişti. En ağır cezayı da Genel Başkan’ımızın eşi, melek kalpli emekli öğretmen Hacer Ankut Hoca’ya vermişti 18,5 ay.
Genel Başkan’ımız ve eşini mahalleden bezdirerek kaçırtmaya azmetmiş gerici güruh, bu kez Üsküdar Belediyesindeki
konumlarından ve etkinliklerinden yararlanarak; oradan aldıkları yıllık yarım ton
bu soyut iftiralar üzerine Genel Başkan’ımız ve eşine karşı da silahlı tehdit ve hakaretten dava açılır. En ağır ceza bu davada
da yine Genel Başkan’ımızın eşi için istenmektedir.
İşte dün Kartal Anadolu Adliyesinde
24’üncü Asliye Ceza Mahkemesinde saat
09:30’da bu davanın duruşması vardı.
Müfteri saldırganlar, tedarikledikleri
yalancı tanıkları bu kez duruşmaya getirememişlerdi. Aralarında bir anlaşmazlık
çıkmış olsa gerekti. O yüzden onların avukatı, hâkimden tanıklarının zorla duruşmaya getirtilmesini talep etti.
Genel Başkan’ımız yaptığı kısa savunmada; mahallesindeki bu zalim güruhun,
kimsesiz, açlık, susuzluk, hastalık vb.
sıkıntılar içindeki, acılar içindeki sokak
hayvanlarına bakmaktan, onların acılarını
dindirmekten başka hiçbir suçu olmayan
melek kalpli eşime ve bana karşı açılmış
olan bu dava aslında hukuki bir olay değildir, bir trajedidir, dedi.
Avukat Yoldaş’ımız da, Genel Başkan’ımıza ve eşine karşı böyle bir davanın
açılmaması, açılmış olsa bile kabul edilmemesi gerektiğini, dosyanın dava açılmaksızın savcılığa geri gönderilmesi gerekirdi,
dedi. Ve bu kapsamda yazılı 3 sayfalık bir
gerekçeli talep sundu mahkemeye.
Dava, 10 Eylül’e yeni bir duruşma
günü verilerek ertelenmiştir.
HKP’nin Soma pankartına
Cumhurbaşkanına hakaretten dava
A
rtık her sözümüz, her hareketimiz yargılama konusu yapılıyor.
Soma Davası’na sahip çıktık
diye yoldaşlara gözdağı verilmek isteniyor. Duruşma salonunun önüne astığımız “Soma’nın Katili Tayyipgiller’in
Bekçiliğini yaptığı sömürü düzenidir”
içerikli pankarttan bile Cumhurbaşkanına
hakaret suçunu çıkaran Savcılara “helal
olsun”(!)
Bir kere, ortada Cumhurbaşkanı mı
var ki?..
Adam İktidar partisi lideri hâlâ...
Aralıksız seçim mitingleri yaparak,
AKP’ye oy toplama peşinde. Yine bu mi-
tinglerinin birinde “Cumhurbaşkanlığı
makamı 10 Ağustos 2014 günü yapılan
seçimle tarihe karışmıştır” diyen de
kendisi. Öyleyse kimin, neyin C. Başkanına hakaret?
Kaldı ki Yargıtay CGK “bu hüküm
ile Devlet kavramı ve Devletin varlığını
oluşturan ve maddede sayılan kurumlar
korunmuş olup, bu kurumlarda var olan
kişi veya kişilerin ya da grupların korunması amaçlanmıştır” içtihadı yok mu?
AİHM’in iç hukuku bağlayıcı nitelik-
te olan, siyasilere yapılan eleştiri hakkının neredeyse sınırsız olduğunu söyleyen
Lingens ve Handyside kararları yok mu?!
Bunların bütün dertleri Soma Davası’na desteği azaltmak, toplumu bu faşizan yöntemlerle yıldırmak. Ermenek
Katliamı’ndan sonra yaptığımız Basın
Açıklamasında da aynı pankartı kullandığımız halde bu pankarttan değil de irticalen yaptığımız konuşmalar nedeniyle
hakkımızda benzer davaları açtılar.
Bu davanın yargılaması 27 Mayıs
2015 günü Karşıyaka 8. Asliye Ceza
Mahkemesinde yapılacak.
Muhtemelen bu pankarttan dolayı da
dava açacaklar. Açsınlar bakalım...
Bakalım, kim kimi yargılayacak göreceğiz...
Ama bu devran böyle gitmeyecek.
Demokratik Halk İktidarı’nda yaptıklarının hesabını verecekler. 18.05.2015
Biz Geleceğiz!
Av. Tacettin Çolak
HKP Genel Sekreter Yardımcısı
İzmir 2. Bölge Milletvekili Adayı
Ayrıca Genel Başkan’ımız hakkında
açılmış olan 4’üncü bir dava daha vardır.
Onun önümüzdeki duruşması da 16 Haziran’dadır.
O davada da Genel Başkan’ımız, o
anda sokak hayvanlarına bakmakta olan
eşine en aşağılık, en galiz küfürlerle saldıran bir kişiyi bıçakladığı iddiasıyla, suçlamasıyla yargılanmaktadır.
Bu davalarla ilgili görüşüne ve düşüncelerine başvurduğumuz Genel Başkan’ımız özetçe şunları söylemiştir:
“Sınıflı toplum günümüzdeki biçimiyle
bu yerli yabancı Antika+Modern Parababaları düzeni, insanları çamurlara bulamaktadır. Her gün dirhem dirhem çürütmekte,
onların ruhlarını, vicdanlarını, insanlıklarını tüketmektedir. Böylece de insanları
acımasız, his yoksunu bir robota dönüştürmüş olmaktadır. Tabiî bu hale düşürülmüş
insanlar artık sadece görünüşte insan olabilmektedirler. Onlar da insani duygular,
insani erdemler, değerler bulunmamaktadır
artık. Öyle olunca da hem birbirlerini, hem
hayvanları, hem bitkileri, hem de doğayı
hiç düşünmemektedirler artık. Sadece ve
sadece kendi çıkarlarına odaklanmaktadırlar. Başka da hiçbir şey umurlarında
olmamaktadır. Yani düzenin kurbanlarıdır
bugün davalaştığımız bu zavallılar güruhu.
“Tabiî biz yarım asırdan bu yana nasıl
Amerikan ve Avrupa Birliği Emperyalistleriyle, onların yerli işbirlikçi hainleriyle
mücadele ettiysek bu zavallı, vicdansızlar
güruhuyla da mücadele ederiz. Böyle davalar, bizim ne insan sevgimizi, ne hayvan
sevimizi, ne bitki ve doğa sevgimizi bulanıklaştırabilir ne de o sevgimizin gereğini
yerine getirmekten geri bıraktırabilir.
“Olacak bunlar. Ben alışığım ve yadırgamıyorum da, eşim çok etkileniyor kendisine karşı yapılmış bu haksızlıklardan, bu
hukuksuzluklardan.
“Yerli yabancı Parababalarının bu vurgun ve sömürü düzeni sürdüğü müddetçe;
insana zulüm, kadına zulüm, hayvana zulüm, bitkiye ve doğaya zulüm de sürecektir
ne yazık ki.
“Çünkü hayvancıl bir düzende yaşıyoruz. Sosyalizm dünya çapında zafere ulaşıp, dünya tek bir sosyalist aile olduktan
sonra ancak insanlık kendine yaraşır bir
düzene kavuşmuş olacak ve böyle zalimlikler de son bulacaktır…”
Genel Başkan’ımızın söyledikleri bu
kadardır. Tabiî biz de Kurtuluş Partililer
aynı ideolojinin, aynı davanın sahipleri ve
sürdürücüleriyiz. Davamız eninde sonunda zafer kazanacaktır. Sonunda mutlaka
biz kazanacağız. İnsanlık kazanacak, tüm
canlılar kazanacak, doğa kazanacak. Buna
inancımız tamdır...
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer
Denizler’den
Gezi İsyanı’na,
devrime,
kurtuluşa…
Baştarafı sayfa 16’da
43 yıl önce, 12 Mart Faşizminin kurduğu düzmece mahkemelerin yargıladığı
ve ölüme mahkûm ettiği Üç Kızıl Fidan:
Deniz, Yusuf ve Hüseyin Yoldaşlar İstanbul’da anıldı.
Anma için Taksim’de Odakule önünde
toplanan Kurtuluş Partililer, buradan 50.
Yıl heykeli önüne kadar yürüdüler.
Yürüyüş sırasında sık sık “Emperyalistler, İşbirlikçiler. 6. Filoyu Unutmayın”, “Deniz Yusuf Hüseyin Kavgamızda
Yaşıyor” sloganları atıldı ve Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan yoldaş’ların fotoğrafları taşındı.
Yürüyüşün ardından Kurtuluş Partisi
Gençliği adına Özgür Yoldaş katledilişlerinin 43. Yılı anısına Üç Kızıl Fidan’ımız
için kaleme alınan bildiriyi okudu.
Anma etkinliği sloganlarla sona erdi.
İzmir
6 Mayıs 1972’de 12 Mart Faşist cuntası
tarafından katledilen Deniz Gezmiş, Yusuf
Aslan ve Hüseyin İnan katledilişlerinin 43.
yıldönümünde İzmir Karşıyaka’da anıldı.
6 Mayıs Çarşamba günü saat 19.00’da
Karşıyaka İZBAN önünde toplanan Kurtuluş Partisi Gençliği sloganlarla Çarşı
girişine kadar bir yürüyüş gerçekleştirerek
orada bir basın açıklaması gerçekleştirdi.
Kurtuluş Partisi Gençliği adına okunan açıklamada:
Ardından HKP Genel Sekreter Yardımcısı ve İzmir Milletvekili Adayı Av. Tacettin Çolak da bir açıklama gerçekleştirdi.
S
AB-D Emperyalistlerinin
“Oğlanı”, Halklarımız
seni hep lanetle anacak!
enin bu vatana yaptığın ihanetin ve
halklarımıza uyguladığın zulmün,
verdiğin acının haddi hesabı yok.
Hangisini sayalım?..
AB-D Emperyalistlerine, onların aşağılık cinayet örgütü Kontrgerilla’ya ruhunu
satman, bu vatana ve halklara yapılabilecek en büyük ihanet değil mi?
AB-D Emperyalistlerinin gönüllü oğlanlığına soyundun. Bu toprakların faşizme götürülmesi için kardeşin kardeşe kırdırılıp, 5 bin insanımızın katledilmesine
taşeronluk yaptın. Halklarımızın faşist bir
diktatörlüğü kurtuluş olarak görmesi için
bütün aşağılık planların kurulmasında rol
oynadın. Paul Henze’nin
oğlanıydın, başarılı olup
övgüyü hak etmen için 1
Mayıs 1977, Maraş, Çorum Katliamlarını tezgâhlayan CIA güdümündeki
Kontrgerilla’nın gönüllü
çalışanı oldun, iradi ve bilinçli olarak. Bu halklara
ve bu vatana yapılabilecek
bundan büyük bir ihanet
olabilir mi?
Senin ve efendilerinin
amacı belliydi, ülkenin
sola kaymasının önüne geçilmesi için ne gerekiyorsa yapılacak. Bu halkın şu
ana gördüğü en demokratik anayasa olan ve 27 Mayıs Politik Devrimi’nin halklarımıza en büyük hediyesi
olan, İşçi Sınıfımıza, emekçi halklarımıza
kırıntı halinde bile olsa kazanımlar sağlayan, Sosyalizmin önünü açan 61 Anayasası’nın halklarımızın gündeminden, bilincinden silinmesini sağlamak. Başardınız
da. “12 Mart’ta yarım kaldı, biz tamamladık” diye ifade ettin bu ihanetini.
Faşist diktatörlüğünüzün kimin yararına kimin zararına olduğunu senin yerli
efendilerinden Halit Narin ifade etmişti.
“Şimdiye kadar hep işçiler güldü biz
ağladık, şimdi gülme sırası bizde” diye.
Yerli yabancı Parababalarına borcunu layıkıyla ödedin, onlar ağlamasın onlar hep
gülsün diye yapmadığın ihanet kalmadı.
Bütün grevleri yasakladın, grev yapmayı
en büyük suç ilan ettin, ihanetin manifestosu olan 24 Ocak Kararlarının yaşam
bulması için üzerinde yaşadığımız 786 bin
kilometrekarelik toprak parçasını hapishaneye çevirdin.
Halklarımız hakkını aramasın diye 650
bin kişi gözaltına alındı, 1,5 milyon insanımız fişlendi, 99.000 civarında insanımız
örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı, 30
bin kişi “sakıncalı” görülerek işten atıldı,
937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklanırken, bir çoğu da “makaslandı”. 23.677
derneğin faaliyetlerine son verildi, bir kısmı kapatıldı. 3.854 öğretmen mesleğinden
ihraç edildi. Üniversitelerde 120 öğretim
üyesinin mesleki hayatlarına son verildi.
47 hâkimin işine son verildi. 31 gazeteci
mahkûm edildi, 300 gazeteci saldırıya uğradı. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
Halklarımızı örgütsüz yapıp güdülebilecek
bir sürü haline getirebilmek için, “Finans
kapitalin en gerici, en şoven unsurlarının
açık terörcü diktatörlüğü”nde sana biçilen
esas oğlan rolünü “layıkıyla” oynadın. Nasıl unutur bu halk senini bu büyük ihanetini?..
Ya kıydığın canlar, ya ağlattığın analar,
ya söndürdüğün ocaklar?
Hele idam etmek için yaşını büyüttürdüğünüz Erdal Eren?..
Sola, devrimcilere karşı yapılmış, solun
üzerinden silindir gibi geçen bir darbeydi 12 Eylül Faşist Darbesi. Devrimcileri
katletmek, ortadan kaldırmak, halklarımızın gözünde değersizleştirmekti amacınız.
Halklarımızın gözünü küllemek için, sağa
da sola da eşit mesafede desinler diye insanlıktan çıkmış, katilliği tescilli faşistleri
araya katıp çok büyük çoğunluğu devrimci
50 insanımızı darağacına gönderdin. Hiç-
bir pişmanlık duymadın, yıllar sonra olsa
bile hiçbir nedamet göstermedin. “Asmayacaktık ta besleyecek miydik”, “bugün
olsaydım aynı şeyleri yapardım” ifadelerinle, insanlıktan nasıl çıkılırın dersini
verdin insanlık düşmanlarına. Seni örnek
aldı, Berkin’imizi, anasını alanlarda meczuplaştırılan insanlara yuhalattıran Hırsızlar İmparatoru.
171 insanımız işkencelerde katledildi.
Cezaevlerinde katledildi 299 kişi. Açlık
grevlerinde kaybettik 14 gencimizi. ABD’nin oğlanı, senin eline bulaşan halklarımızın kanını, dünyadaki bütün okyanusların suyu birleşse, dünyadaki bütün kir
çıkarıcı deterjanları dökseler yine de temizleyemezler.
Ekonomik olarak çökerttin ülkemizi. Halklarımızın birikimlerini bankerlere
yeyim ettirdin. Özelleştirme furyası senin
döneminde uygulanmaya başlandı. Ülkemizin AB-D Emperyalistlerine satışı senin
başını çektiği faşist diktatörlük boyunca
geometrik olarak arttı. Faşist Diktatörlüğünüzün bir amacı da Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın kazanımlarının ve önderi
Mustafa Kemal’in izinin tozunun silinmesiydi. Bunu da o kadar “güzel” tezgâhladı
ki senin ve senin gibilerinin yaratıcısı CIA,
her defa Atatürk büstleri dikerek, her fırsatta ağızlarınıza Atatürk’ü dolayarak, Atatürkçü gözükerek yaptınız bu ihanetinizi.
“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi
öngören bir mesleği takip eden insanlarız” diyen Mustafa Kemal çıkıp gelseydi
mezarından, ilk önce, bizi mahvetmek
isteyen emperyalistlere, bizi yutmak isteyen kapitalizmin kucağına teslim eden siz
aşağılık insanlara karşı başlatırdı kurtuluş
savaşını. O kurtuluş savaşının sonunda
gönderirdi sizi vatanımızdan düşman gemileriyle.
Sanma ki Paul Henze’nin “oğlanı”, ölmekle kurtuldun yargılanmaktan. Eninde
sonunda, Halk Mahkemesinde yargılanıp
Tarihte layık olduğun insanlık düşmanları
kategorisine yerleştirileceksin.
Ölen insanın arkasından kötü şeyler
söylenmez, hayırla yâd edilir. Bizim anlayışımız, geleneğimizdir bu. Ama bu
“insan” için geçerlidir. İnsanlıktan, AB-D
Emperyalistlerinin isteği doğrultusunda
gönüllüce soyunanlar için geçerli değildir
bu anlayış. Ellerinde halklarımızın kanını
taşıyan faşistler için geçerli değildir bu gelenek. İnsanlık düşmanları hayırla yâd edilecek kategoride değildir.
12 Eylülün Faşist Gorilinin cenazesinde soracak İmam: “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye:
İçinden geçtiğimiz karanlık günlerin mimarı için bütün devrimciler, bütün
analar, İşçi Sınıfımız, köylümüz hep bir
ağızdan haykıracak ve insanlık, AB-D Emperyalistlerinin has “oğlanı”nı hep böyle
hatırlayacak:
“İşkenceciydi, Katildi, İnsanlık Düşmanıydı, Halk Düşmanıydı, Devrimci
Düşmanıydı!” 10 Mayıs 2015
HKP Genel Merkezi
7
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
Ey Antika Tarihin büyük devrimcisi Kawa’nın ona hiç de layık olmayan yüzkarası torunları!
Hem Lenin’in üzerine çarpı çeken pankartın önünde
Pontusçuluk yapacaksın hem de bizim karşımıza çıkıp
ben solcuyum numaraları atacaksın öyle mi?
A
yıp be! Yazık. İnsanın bir kalıbı
olur, bin kalıbı olmaz. İnsan gerici
olur, antikomünist olur, Amerikan
işbirlikçisi olur, şeyhçi, mollacı olur velhasıl ne olursa olur. Ama hiç değilse neyse
öyle görünür, öyle konuşur, öyle adlandırır
kendini.
Bak Barzani öyle yapıyor. Ben aşiret
reisiyim, Barzan Aşireti’nin reisiyim, diyor. Ben hiç de solcu molcu değilim, diyor.
Ve ben, Amerika’nın müttefikiyim, onun
işbirlikçisiyim, diyor. Güney Kürdistan’ın
en yüksek dağına da kendi Kürt bayrağıyla
birlikte Amerikan bayrağını dikiyor. İkisini de yan yana dalgalandırıyor. İlköğretim
çağındaki Kürt çocuklara; “Amerika bize
özgürlük getirdi. Teşekkürler Amerika”
dedirterek şarkılar söyletiyor. Yani Barzani
neyse öyle oynuyor. Barzani’nin tek kalıbı
var.
Sizse 19 Mayıs’ta Yunan Parlamentosunun önünde Mustafa Kemal ve Lenin
fotoğrafları üzerine çarpı çeken Yunan,
Ermeni ve Kıbrıs Rum ırkçılarıyla birlikte
sözde Pontus Soykırımı anması yapacaksınız, o ırkçılarla birlikte Türklere kin ve nefret kusacaksınız, sonra da bizim karşımıza
çıkıp biz de solcuyuz, sosyalistiz numaraları çekeceksiniz...
Tabiî bu kadar değil yaptığınız gericilik. Son aylarda sürekli solcuyu oynayan
Demirtaş’ın da içinde olduğu BDP heyeti
olarak (Demirtaş, Gülten Kışanak, Ahmet
Türk’ten oluşan) Amerika’ya gideceksiniz, Amerikan Dışişlerinden yani CIA’dan,
onun düşünce kuruluşlarından; “Suriye
için rol iste”yeceksiniz. Bunu da gelip hiç
utanıp sıkılmadan şöyle diyerek açıklayacaksınız:
“(…) Suriye’de işin çok zor olduğunun farkındalar. Beklentiler muhalefetin biraz güçlenmesi yönünde. Kürt
muhalefetinin dışlanmamasını ve sürece
dahil edilmesini talep ettik. Katkı yapmak istediğimizi, rol üstlenebileceğimizi söyledik.” (http://www.radikal.com.tr/
politika/abd_kurt_sorununu_cok_iyi_anlamis-1086804)
Açıkça diyorsunuz ki Amerika bize
görev ver, yenine getirelim. Hizmetimizi
yapalım.
Hatırlanacaktır daha önce de Murat Karayılan:
“ABD’nin müttefiki olabiliriz, düşmanlarımız aynı. ABD bizi hep düşmanlarımızın gözüyle gördü. Oysa biz, dost
olarak algılanmak istiyoruz... Türklerin
aksine, Kürtler fazlasıyla ABD sempatizanıdır. Eğilimleri Amerikancılık
yönündedir... ABD yönetimi Kürtlerin
yaşadığı tüm ülkeleri esas alan bir proje
oluştursun...” dedi.
PKK Avrupa Temsilcisi Zübeyir Aydar
da aynı görüşü belirtir Newsweek muhabiriyle yaptığı bir röportajında:
“Amerika uzaklardan gelen dostumuzdur. ABD’nin Irak’ta ve Ortadoğu’da yaptıklarını doğru buluyoruz...”
Yani açıkça diyorsunuz ki Barzani’nin,
Talabani’nin Irak’ta oynadığı rolü biz de
Türkiye’de oynamaya hazırız ve heveskârız. Amerika bu kapsamda da bir proje
oluştursun görevimizi yapalım.
Yani biz Amerikancıyız, diyorsunuz.
Apaçık bir şekilde. Peki biz size Amerikancı Kürt Hareketi deyince niye kızıyorsunuz öyleyse?
Siz Amerika’ya hitaben; biz Amerikancıyız, diyeceksiniz, biz, siz Amerikancısınız deyince de kızacaksınız. Olmuyor bak
işte. Ayıp. Bakın Barzani kendisine Amerikancı denmesinden hiç rahatsız olmaz.
Peki siz niye oluyorsunuz?
İlla ikili oynayacaksınız değil mi?
Tayyipgiller gibi, Doğu Perinçek ve
PDA Avanesi gibi Bin Kalıplı olacaksınız…
Devrimcilik
öncelikle Antiemperyalist olmaktır
İşin özeti antiemperyalist değilsiniz.
Olmadığınız gibi Amerikancısınız. Onun
yandaşı, müttefiki ve eklemlenmiş bir parçasısınız artık.
Bizse Antiemperyalistiz. Lenin gibi,
Mustafa Suphi ve Onbeşler gibi, Hikmet
Kıvılcımlı gibi, Che gibi, Fidel gibi, Chavez gibi, Morales gibi, Ho Amca gibi…
İşte birinci farkımız bu.
Devrimciliğin alfabesinin birinci harfi antiemperyalist olmaktır. ABD ve AB
Emperyalistlerine insan soyunun en büyük
düşmanları olan bu canavarlara karşı olmaktır. Biz karşıyız. Sizse onların yandaşısınız.
Devrimciliğin ikinci şartı
Antifeodalizmdir
Siz, “Ankara’daki dinsiz Kemal hükümetini devirip İslamın yeşil sancağını
Ankara kalesine dikeceğiz” diyerek isyan
eden Şeyh Sait için anma programları düzenliyorsunuz. Ömrünü Ortaçağcı dinciliğe adamış Said-i Nursi için anma programları düzenliyorsunuz.
Birçok Kürt ilinde ve ilçesinde “Kutlu
Doğum Haftaları” düzenliyorsunuz. Tıpkı
Tayyipgiller gibi. Pensilvanyalı İmamın
tarikatı gibi.
Pensilvanyalı İmama da az övgüler
düzmediniz bir zamanlar.
Kürt illerinin mollalarına, şeyhlerine
gidip onların ellerini öpüyorsunuz.
Yani siz Antifeodal da değilsiniz. Laik
değilsiniz. Ortaçağcılığın ve Ortaçağcı din
tüccarlarının, din derebeylerinin dostu ve
müttefikisiniz.
Bizse devrimciliğin ikinci harfi olarak
Antifeodaliz. Yani Ortaçağcılığın tüm altyapı ve üstyapı kurumlarına karşıyız. Laikliğin en tutarlı savunucusuyuz.
Üçüncü şartı devrimciliğin
Antişovenizmdir
Siz, siyasi kimliğini Türk düşmanlığı
üzerine inşa etmiş olan Ermeni ve Rum şovenleriyle birlikte Türklere karşı eylemler
düzenliyorsunuz. Onlarla aynı tezleri savunuyorsunuz. Çünkü siz de siyasi kimliğinizi Türk düşmanlığı üzerine inşa ettiniz.
Halkların kardeşliğini değil, birbiriyle düşmanlaşmasını savunuyorsunuz.
Bizse milletlerin eşitliğini, halkların
kardeşliğini savunuyoruz. Kürt Sorunu’nun da sizin gittiğiniz yolun tam tersinden gidilerek yani devrimci bir tarzda
çözülmesini savunuyoruz. İki halkın kardeşçe, yan yana, Antiemperyalist, Antifeodal ve Antişovenist bir zeminde birleşerek
Demokratik Halk Devrimini gerçekleştirmesini ve Demokratik Halk İktidarını
kurmasını savunuyoruz. Onun mücadelesi-
ni veriyoruz. Her iki halkın da gerçek anlamda eşitliği ve özgürlüğü temelinde bir
birlikteliği savunuyoruz. Sosyalist bir ekonomi sisteminde Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti’ni kurmanın mücadelesini veriyoruz.
İşte bu kale kurulunca tüm Ortadoğu’nun, Asya’nın ve dünyanın kaderinin,
gidişinin değişeceğini öngörüyoruz. Emperyalistlerin buralardan kovulacağını ve
bu halklar tarafından lanetleneceğini öngörüyoruz.
Yani siz, Antişovenist de değilsiniz.
Bizse antişovenistiz. Devrimci alfabemizin üçüncü harfi de budur.
Bundan sonra olsun bize kalkıp, biz de
devrimciyiz, biz de solcuyuz numaraları
yapmaya kalkmayın artık. Çok yavan ve
tatsız kaçıyor. Hiç inandırıcı olamıyorsunuz. Kendinizi küçük düşürüyorsunuz böyle yapmakla üstüne üstlük.
Hiç değilse Barzani kadarcık olsun dürüst olun. Neyseniz öyle görünün.
Emperyalistler halklarımızı
kan gölünde boğmak istiyorlar
Bakın Sevr haritasına dikkatlice bir.
Orada Kürtlere bırakılan bölge, Diyarbakır’la Hakkâri arasında uzanan dar bir
şerittir sadece. Diğer Türkiye sınırlarının
içindeki Kürt illerinin tamamı Ermenistan’la Fransız Emperyalistleri arasında pay
edilmiştir. Güney Kürdistan’sa zaten İngiliz Emperyalistlerinin sömürgeleştirdiği,
yuttuğu bir bölge olarak görülür o haritada.
İşte Mustafa Kemal’in önderlik ettiği
Türk ve Kürt Halklarının kardeşçe ordulaşarak savaşması sonucunda, o savaşın
zafere ulaşması ile bugünkü statüsüne kavuşabilmiştir ortak ülkemiz.
Eğer böyle bir savaş olmasaydı Ermeniler, Trabzon’dan başlayıp Kilikya’ya,
İskenderun Körfezi’ne kadar uzanan hattın
doğusunda kalan geniş coğrafyada tek bir
canlı Müslüman bırakmamaya and içmişlerdi. Antranik ve Nazar Bekov’un komutasındaki Ermeni Ordusu, ele geçirdiği
tüm yerleşim yerlerinde Kürt, Türk, Çerkez
kimi bulduysa kundaktaki bebelere varıncaya dek katledip geçmekteydi.
Bir de bunu düşünün…
Ha bakın, burjuva Ermenistan ve diaspora Ermenileri bu amaçlarından vazgeçmiş değiller. 24 Nisan “Anma”larının
sebebi budur. Geçende de hatırlattık size.
Ermenistan Anayasa Mahkemesi, açıkça
Kars ve Moskova Antlaşmaları geçersizdir, diyor. Biz onları tanımıyoruz, diyor.
Ermenistan’ın Doğu Anadolu toprakları
üzerindeki talepleri meşrudur ve bugün de
geçerlidir, diyor.
Ermenistan Cumhurbaşkanı Şerj Sarkisyan da açıkça söyledi bunu birkaç yıl
önce. Diaspora Ermenilerinin sözcüleri de
söylüyor aynı şeyi. Bunları hep aktardık
biz orijinal halleriyle. Sizin de bilmeniz
gerekir bunları ayrıca.
Şunu adınız gibi bilin: iki halkın birlikteliği son bulduğu anda yani Türk ve
Kürt Halklarının birlikteliği bittiği anda
karşınızda Burjuva Ermenistan Ordusu’nu
bulacaksınız. Üstelik de ABD, AB Emperyalistleriyle bugünkü Rus Emperyalistlerinin de bu Ermenistan Ordusu’nun destekleyicisi olduğunu göreceksiniz. İşte o zaman
halklar birbirini boğazlamaya girişecektir.
Türk, Kürt ve Ermeni Halkları arasında
kanlı bir boğazlaşma yaşanacaktır. Ve bölgemiz kan deryasına döndürülecektir…
İşte biz, Kürt Halkını bundan sakındırmak istiyoruz. Türk ve Kürt Halkları
başta gelmek üzere her üç halkı da böyle
bir katliamdan sakındırmak istiyoruz. Emperyalistlerin oyununa gelinmesin ve peşlerine takılınmasın istiyoruz. Tam tersine
o emperyalist haydutları bölgemizden birlikte kovalım ve meseleleri kendi aramızda
eşitlik ve kardeşlik anlayışı içinde çözelim
istiyoruz.
Fakat siz yolunuzu seçmişsiniz. Amerika’yla, AB Emperyalistleriyle eklemlenmişsiniz. Tüm emperyalist işbirlikçileri,
halkları ne kadar temsil ediyorsa siz de
Kürt Halkını o kadar temsil ediyorsunuz.
Yani Tayyipgiller Türk Halkını ne kadar
temsil ediyorsa siz de Kürt Halkını o kadar
temsil ediyorsunuz.
Sonunda mutlaka
halklar kazanacak
Ne yaparsanız yapın, neyi başarırsanız
başarın, neyi kurarsanız kurun sonunda
emperyalist efendilerinizle birlikte yenileceksiniz.
Biz Türk ve Kürt Komünistleri olarak
eninde sonunda devrimci prensipler çerçevesinde birleşerek savaşacağız ve Demokratik Halk İktidarını kuracağız. Türkistan
ve Kürdistan Halk Cumhuriyeti’ni kuracağız. Tabiî bu Sosyalist bir Cumhuriyet olacaktır. Ve de antiemperyalist bir cumhuriyet olacaktır. Bu cumhuriyet, tüm dünyanın
mazlum ülkelerinin ve halklarının müttefiki ve en kararlı yenilmez kalesi olacaktır.
Unutulmasın, emperyalizm bir ayağı
çukurda ölüm çağına girmiş kapitalizmdir.
Kıvılcımlı Usta’nın deyişiyle “Geberen
Kapitalizm”dir. İşte o emperyalizmle birlikte onun temsilcileri de, işbirlikçileri de,
yardakçıları da, hizmetkârları da yok olup
gidecektir.
Devrim hakkı biricik meşru, tarihsel
haktır. Devrimler durdurulamaz. Geciktirilebilir sadece. Ama sonunda mutlaka gerçekleşir.
Biz devrimciyiz. Hem de gerçek devrimci…
20.05.2015
HKP Genel Merkezi
NATO ve “barış şarkısı”(!)
AB Emperyalistlerinin talan ettiği, kurt dalamış
sürüye çevirdiği Afrika kıtasının değişik ülkelerinden
gelip Avrupa’ya ulaşmak için Libya’dan yola çıkan
ve içinde binlerce mültecinin, göçmenin bulunduğu
gemiler, kayıklar, botlar vb.leri batıyor ve binlerce
insan Akdeniz’in buz gibi soğuk suyunda can veriyorsa
bunun sorumlusu NATO’dur, onun arkasındaki ABD’dir.
AB’dir.
1
3-14 Mayıs günleri Antalya’da yapılan
NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın ikinci gününde Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve eşi konuk
Dışişleri Bakanları “onuruna” bir yemek
vermişler. Yemeğin sonunda da Enbe Orkestrası sahne almış.
Söylenen şarkılardan sonra Enbe Orkestrası şefi Behzat Gerçeker “son bir şarkı
söyleyelim” demiş ve Bakan Çavuşoğlu ile
birlikte konuk bakanları da sahneye davet
etmiş. Bunun üzerine Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Kocias ile M. Çavuşoğulu kol
kola aynı şarkıyı söylemişler. Diğer bakanlar da sahnede şarkıya eşlik etmişler.
Buraya kadar olanlar bunlar. Bizim asıl
dikkatimizi çeken ve acı acı gülümsetense,
Behzat Gerçeker’in “Son bir şarkı söyleyelim, o da barışın şarkısı olsun” diyerek “Biz Dünyayız” anlamına gelen “We
Are the World” adlı şarkıyı söyleme”si
oldu.
İroniye bak: NATO ve “barışın şarkısı”(!)
Güler misin ağlar mısın?..
Buna kargalar bile güler diyeceğiz ama
ne yazık ki ondan çok daha ötesi var. Çok
büyük acılar, ızdıraplar, kan ve gözyaşları
var burada.
NATO dediğiniz, Batılı büyük emperyalist devletlerin, önce Sosyalist Kamp’a,
sonra da dünya halklarına yönelik savaş
örgütüdür.
Yugoslavya’da “Deliberate Force:
Kararlı Güç” adıyla gerçekleştirilen operasyonlar sonucu yaşanan binlerce ölümün
sorumlusu NATO’dur.
Afganistan’da, “Kalıcı Özgürlük
Operasyonu” adı altında yürütülen savaş
sırasında gerçekleştirilen ve yüzlerce, binlerce masum Afganlının yaşamına neden
olan katliamların sorumlusu NATO’dur.
(Elbette başı ABD Ordusu çekmiştir.)
“Operation Ocean Shield: Okyanus
Kalkanı Harekâtı” adı altında Afrika
Boynuzu, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu’nda sözde Sudanlı korsanlara yönelik
operasyonları da gerçekleştiren NATO’dur.
Böylece NATO o bölgelerde bayrak dalgalandırarak güç gösterisinde bulunmuş,
halklara gözdağı vermiştir.
“Operation Unified Protector: Birleşik Koruyucu Harekâtı” adlı operasyonu
gerçekleştirerek Libya Lideri Kaddafi’yi
alçakça katlederek, meşru iktidarını kanla
devirerek, Libya’nın bugün aşiret devletlerine dönüşmesine yol açan alçaklar ordusu, NATO Ordusu’ydu. (Ve ne yazık ki bu
harekâtın komuta merkezi Tayyipgiller’in
onayıyla İzmir’di.)
Bu alçakça operasyon sunucu bugün
Libya’da iki hükümet var: Biri: Tobruk
Hükümeti, diğeri: Bingazi Hükümeti. Libya’da iki hükümet, iki meclis ve iki ordu
var. Bunun dışında da kabilelerin etkin oldukları bölgelerde kurdukları yerel devletçikler var.
Libya’daki binlerce ölümün, ülkenin
alt ve üstyapısının, tarihi mekânlarının yıkımının, yok edilmesinin sorumlusu NATO’dur.
Bu ülkelerdeki sakatların, göçmenlerin,
evsizlerin, dulların, yetimlerin sorumlusu
NATO’dur.
Özellikle AB Emperyalistlerinin talan
ettiği, kurt dalamış sürüye çevirdiği Afrika
kıtasının değişik ülkelerinden gelip Avrupa’ya ulaşmak için Libya’dan yola çıkan
ve içinde binlerce mültecinin, göçmenin
bulunduğu gemiler, kayıklar, botlar vb.leri
batıyor ve binlerce insan Akdeniz’in buz
gibi soğuk suyunda can veriyorsa bunun
sorumlusu NATO’dur, onun arkasındaki
ABD’dir. AB’dir.
Böyle bir NATO ve “barış” şarkısı!..
***
Eğer Enbe Orkestrası şefi B. Gerçeker,
NATO’nun bu savaşçı misyonunu bilmiyorsa ayıp.
Hele de bu şarkının Afrika’daki çocuklara yardım çığlığı olarak yapıldığını bilerek (ki bir sanatçı olarak bilmemesi mümkün değil), çocukları katleden bir savaş
örgütü olan NATO’nun toplantısında bu
“barış” şarkısını söylemesi çok çok ayıp.
Daha ne diyelim B. Gerçeker’e…
Gerçek sanatçı, ezenlerden, halkları
katledenlerden yana olmaz, olamaz. Sanatçı; duyarlı, içten, samimi duygularıyla
masum, mazlum insanları anlar, onlardan
yana olur. Onların acılarını, dertlerini dile
getirir, onlara acı çektirenlere de tepki gösterir. Yani NATO gibi savaş örgütünün organizasyonunda yer almayı zul sayar.
Dediğimiz gibi, bu şarkının bir hikâyesi, bir geçmişi vardır. Bir anlamı vardır
insanlık için. Somut bir olay için bestelenmiş, söylenmiştir bu şarkı onlarca ünlü şarkıcı tarafından.
Nedir bu olay?
Michael Jackson ve Lionel Richie tarafından yazılan şarkıyı, USA for Africa
(USA: United Support of Artists: Sanatçıların Birleşik Destek Hareketi) adıyla
bir araya gelen Amerikalı sanatçılar 28
Ocak 1985 tarihinde söylemişler ve şarkı
çok büyük yankı yaratmıştır. Onlarca ödül
almıştır.
Şarkıyı söyleyen sanatçıların bir kısmıysa şunlardı: Lindsey Buckingham, Kim
Carnes, Ray Charles, Bob Dylan, Bob Geldof, Hall and Oates, La Toya Jackson, Michael Jackson, Al Jarreau, Waylon Jennings, Huey Lewis and the News, The Pointer
Sisters, Lionel Richie, Diana Ross, Paul
Simon, Bruce Springsteen, Tina Turner,
Dionne Warwick, Stevie Wonder.
Kazanılan yaklaşık 60 milyon dolarla
Afrika’daki Sudan, Etiyopya gibi ülkelerdeki fakirlere ve özellikle çocuklara tonlarca yiyecek yardımı yapılmıştır.
***
NATO, bildiğimiz gibi, gizli-illegal bir
yapılanmadır da aynı zamanda. NATO’ya
bağlı illegal bir örgüt olan ve Süper NATO,
Gladio, Kontrgerilla gibi değişik adlarla
adlandırılan ve görevi NATO ülkelerinde
gelişecek devrimci hareketleri ezmek, yok
etmek olan bir örgütlenmenin de merkezidir. Ve bu örgüt, Türkiye ve Yunanistan’da
karşıdevrimci darbeler yapmış, yüzlerce,
binlerce masum insanın kanına girmiştir.
Yine Avrupa ülkelerinde gerçekleştirdiği
operasyonlarla (tren garlarını vb. bombalamış) onlarca, yüzlerce masum insanı
katletmiştir. Yani onlar kendi halklarına da
düşmandırlar, onlara da acımazlar kendi çıkarlarını korumak için…
Bunlar (NATO’cular, ABD’ciler vb.
leri) böyledir. Bir yandan kendilerinin alçakça sömürülerine izin vermeyen, bağımsızlığını savunan ülkeleri, devletleri işgal
ederler, ilhak ederler, olmadı yerli işbirlikçileri aracılığıyla yeraltı ve yerüstü bütün
servetlerini, tarihini, doğasını sömürürler.
Oralardan elde ettikleri artıdeğerleri, kârları ülkelerine götürüp giderler, diğer yandan
da yaptıkları bütün zalimlikleri de o ülkelere “özgürlük ve demokrasi”, “barış” götürmek” olarak adlandırırlar.
Oysa onlar; İnsana, hayvana, doğaya
düşmandırlar. Katliamcıdırlar, soyguncudurlar. Onlar ikiyüzlüdürler.
Barış gibi kutsal bir kavram, onların
ağzına asla yakışmaz. İğreti durur, sırıtır
o güzel sözcük onların o kanlı ağızlarında…❑
8
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
Başyazı
“Hırsızlar İmparatorluğu”nu
yıkacağız!
Baştarafı sayfa 1’de
Amerikan, Fransız Emperyalistlerinin
maşası Antranik Ozanyan komutasındaki
Ermeni Ordusu insanlık dışı katliamlarını
sürdürüyordu. Müslüman Halkı camilerde
toplayıp ateşe vererek su kuyularına baş
aşağı canlı canlı atıp üstlerine kayalar yuvarlayarak ve daha akla hayale gelmeyecek caniliklerle katlediyordu.
İstanbul’da ise Batılı Emperyalistlere
teslim olmuş Padişah Vahdettin ve
hükümetleri Mustafa Kemal ve Birinci
Kuvayimilliyeciler hakkında idam fermanları çıkarıyordu.
Yani durum apaçık ortadaydı, herkesçe
görülüp anlaşılıyordu.
Bugünse halkımız parça parça bölünmüş durumda. Üstelik de düşman; ülkemizi askeri üsleri, NATO, Avrupa Birliği gibi
askeri ve siyasi örgütleriyle; IMF, Dünya
Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi ekonomik örgütleriyle ve sanayimizin tamamını
oluşturan tekelci şirketleriyle kıskıvrak
bağlamış olmasına rağmen kendisini gözlerden uzak tutmayı, gizlemeyi başarabilmiştir.
Türkiye, aslında Yeni bir Sevr süreci
yaşıyor. Sevr bataklığına çekilip orada
boğulma, yok edilme süreci yaşıyor.
Ve her geçen gün de adım adım oraya
sürüklenip götürülüyor.
Kim tarafından mı?
İşte yukarıda saydığımız Batılı
Emperyalistler tarafından. Amerikan
Emperyalistleri, Avrupa Birliği Emperyalistleri tarafından. Yani Birinci Kuvayimilliye öncesinde Türkiye’yi parça parça
ederek yok etmek isteyen Batılı Emperyalistler, bugün de yeniden Türkiye’nin önüne Yeni Sevr Haritası koymuşlardır ve onu
kabule zorlamaktadırlar.
İşin en vahim tarafı da, halkımız bu
felaketin farkında değildir. Oysa, ABD
Emperyalistlerinin BOP Haritası ortadadır. Bu haritaya göre Türkiye, “Free Kurdistan”, “West Armenia” ve Türklere
bırakılan kısım olmak üzere üçe bölünmektedir.
Türkiye’de, 13 yıldan bu yana iktidarda bulunan AKP’nin büyük patronu, “Ben
BOP’un yani Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi’nin eşbaşkanlarından bir tanesiyim ve biz bu görevi yapıyoruz”, diye televizyon ekranlarından,
kürsülerden onlarca kez dile getirmiştir bu
ihanetini.
CIA’nın, Pentagon’un, Washington’un
hazırlayıp uygulamaya soktuğu BOP Haritası; Irak’ta, Libya’da, Suriye’de ne yazık ki hayata geçirilmiştir. Bu ülkeler üçer
parçaya bölünmüş, üstelik de hepsi kan
denizine döndürülmüştür.
Zaten ABD Emperyalistlerinin, AB
Emperyalistlerinin özgürlük ve demokrasi
getirme yalanıyla girdikleri her ülke ölüm
tarlalarına dönüşür. Cehennemin en kara
dumanları yükselir o ülkelerin üzerinde.
Bu emperyalistler, tarihleri boyunca nereye adım atmışlarsa ölüm celladı da hep
bunların yanı başında olmuştur.
İşte 1990’dan bu yana bölgemiz
Ortadoğu’da 6 milyon civarında Müslüman
insan bu emperyalistler tarafından vahşice
katledilmiştir. Hâlâ da gözleri doymuş değildir bu emperyalist haydutların.
Şimdi de gözlerini Türkiye’ye çevirmiş
durumdadırlar. “Sıra sende Türkiye”, diyorlar. “Bölünme vaktin geldi”.
Ve aynen Birinci Milli Kurtuluş Savaşı’mız öncesinde olduğu gibi dış düşmanla
ittifak etmiş yerli işbirlikçi hainlerle karşı
karşıyayız şu anda.
Kim mi bunlar?
Meclisteki başta AKP gelmek üzere
dört Amerikancı parti. Yani AKP, CHP,
MHP ve HDP. Bunların ortak paydası
Amerikancılıktır, NATO’culuktur, Avrupa
Birlik’çiliktir, İMF’ciliktir.
Bunların bir tekinin, ABD ve AB Emperyalistlerine karşı bugüne dek gık dediğini duymuşluğunuz var mıdır?
Hayır.
Tam tersine bunlar belirli aralıklarla
Washington’a giderler, Pentagon’a giderler. Oralara saygılarını, sadakatlerini
sunarlar ve görev talep ederler efendilerinden. Bize görev ver, sana hizmette bulunalım, derler.
Amerika ve AB Emperyalistleri bölgemiz ülkelerini harabeye çevirirken ve
oraları parça parça bölerken, halkları birbirine boğazlatırken bunların gıkı çıkmış
mıdır?
Hayır.
Başta İncirlik gelmek üzere Türkiye’deki üslerinden kalkan Amerikan
bombardıman uçakları ve helikopterleri o
ülke topraklarını, şehirlerini, kasabalarını
cehenneme çevirirken bunların bir teki
olsun ses çıkarabilmiş midir bu katliama?
Hayır.
Amerikan askerleri bu haydutlukları,
bu canavarlıkları sürecinde camileri bombalamışlar, oralarda ibadet eden Müslümanları tarayıp öldürmüşlerdir.
On binlerce Müslüman kadının ırzına
geçmişlerdir. On binlercesinin gece evlerine, yatak odalarına baskınlar yapmışlar,
arama bahanesiyle bedenlerini el atmışlardır. Televizyon ekranlarına yansıyan
bir görüntüde
uzun, beyaz
Arap giysisi
içindeki bir
Arap erkeği,
gözünden yaşlar süzülerek
anlatıyordu bu
faciayı: “Kadınlarımızın
bedenlerini
yokluyorlar,
ses çıkaramıyoruz korkumuzdan”, diyordu. “Karşı
çıkanları
zaten hemen
ö l d ü r ü y o rlardı”, diyordu.
Bir erkek için böyle bir duruma düşmekten daha acı başka ne olabilir?
İşte tam da o günlerde on yıllardan bu
yana saf, temiz insanlarımızın din duygularını sömüren yani din alıp satan, yani
“din kisvesi altında dünya menfaati
sağlayan”, bütün bunlarla da yetinmeyip
son günlerde seçim meydanlarında elinde
Kur’an’la dolaşan AKP’nin “Reis”i ne diyordu?
Aynen şunları diyordu, Amerika’nın
canavarlaştırılmış, insanlıktan çıkarılmış
işgal ordusu için:
“Bu cesur kadın ve erkeklerin en az
kayıpla evlerine dönmelerini umuyor
ve bunun için dua ediyoruz.”
Böyle Müslümanlık olabilir mi?
Hayır.
Bu çok açık bir şekilde Müslüman
düşmanlığıdır.
Meclisteki diğer Amerikancı partiler de aynıdır. Pek de bir farkları yoktur
birbirlerinden. İnsanların yüzüne bakarak
yüreklerinde sakladıkları ihaneti okuyamazsınız. Bunların hepsi ikili oynamaktadır.
Amerika’yla etle tırnak gibi kaynaşmış Parababaları da: TÜSİAD’cılar,
MÜSİAD’cılar, TİSK’çiler de aynıdır.
Amerikancı satılmışlar medyası da aynıdır. Türkiye’nin, Türk ve Kürt Halkının
düşmanları cephesindedir bunlar.
İşte Halkın Kurtuluş Partisi, Demokratik Halk İktidarını kurduğu zaman bunların tamamının ekonomideki
ve siyasetteki varlıklarına son verecektir.
İktidar gerçek anlamda örgütlü halkın iktidarı olacaktır.
Sözümüzdür:
“Hırsızlar
İmparatorluğu”nu
yıkacağız… Hırsızlarsa nereye giderlerse
gitsinler, nereye çıkarlarsa çıksınlar
sonunda
mutlaka
çelik
bilezikle
tanışacaklar. Tarihe de “vurguncu”, “halk
düşmanı”, “ABD işbirlikçisi hainler”
olarak yazılacaklar.
Bizi hiçbir güç korkutamaz, sindiremez, yıldıramaz…
Sözümüzü Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın şu özdeyişiyle bağlayalım:
“Vatan aşkını söylemekten korkar
hale gelmektense ölmek yeğdir.”
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz! ❑
Parababalarının seçim oyunu
sürüyor
ülkemiz Yeni Sevr
bataklığına sürükleniyor
Baştarafı sayfa 1’de
Meclis’teki dört parti
Amerikancılık ortak
paydasında buluştu
Bunların ortak paydaları Amerikancılıktır, AB’ciliktir. O sebepten de bunların
dördü de NATO’cudur, Avrupa Birlikçisidir, IMF’cidir, DTÖ’cüdür, özelleştirmecidir, kamu malı düşmanıdır, dolayısıyla
da kamuya, halkımıza, ülkemize, vatanı-
Tayyipgiller’in bildiğimiz gibi, kullandığı en önemli ve etkili siyasi enstrüman-araç din sömürüsüdür. Yani saf, masum, temiz insanlarımızın dini inançlarını;
şeytanın bile aklına gelmeyecek metot ve
biçimlerle, onları kandırarak sömürmektir.
Halkımızın deyişiyle “din alıp satmak”tır.
Din onlar için insanlarla inandıkları kutsal
varlık arasında kurdukları ilişkiler manzumesi değil de bir ticari metadır. Siyasette
en çok rant getiren bir maldır. Onlar, kürsülerde, meydanlarda, ekranlarda dini, imanı,
Kamp’ın çökmesiyle birlikte dümeni Atlantik’e ve Amerika’ya kıran, onunla kaynaşıp
eklemlenen PKK’nin legal örgütleridir. Bu
partiler de 1991’den bu yana Amerika’yla
el ele, omuz omuza Amerika’nın Ortadoğu’daki çıkarlarının gerçekleştirilmesi için
mücadele etmektedir. Dolayısıyla da bu
parti Kürt Meselesi’nin Amerikancı çözümünün peşindedir ve onun için çalışmaktadır. Başarılı olduklarında Amerika’nın
Ortadoğu’da “İkinci Bir Petrol Bekçisi” yani “İkinci Bir İsrail” veya yeni bir
“Müslüman İsrail” ortaya çıkacaktır. Bu
Yeni İsrail-Amerikancı Kürt Devleti bölge
halklarına düşman, Amerika’ya ve Avrupa
Birliği’ne sadık dost olacaktır. Tıpkı Siyonist İsrail gibi…
ABD’nin “Yeni İsrail” projesine
ve “Ermeni Soykırımı”
Yalanına
AKP, CHP, HDP’den açıktan,
MHP’den örtülü destek
mıza düşmandır. İşçimize, köylümüze ve
Mustafa Kemal gelenekli, Birinci Kuvayimilliye gelenekli antiemperyalist, laik,
yurtsever aydınımıza, bilim insanımıza,
kamu emekçilerine, sanatçımıza ve Ordu
Gençliği’mize düşmandır.
İşte bu düşmanlıklarından dolayı onların tamamı ABD Emperyalistlerinin Afrika, Ortadoğu ve Asya’daki 24 Müslüman
ülkeyi parça parça bölerek sınırlarının
yeniden belirlenmesi demek olan “Büyük
Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi”nin-BOP’unun yandaşıdır, destekleyicisidir. Velhasıl onların tamamı Batılı
Emperyalistlerin Mütareke Dönemindeki
İstanbul Hükümetlerinin yaptıklarının aynısını yani ihanetlerinin aynısını bugünlerde yapmakla görevlendirilen işbirlikçileridir, hizmetkârlarıdır.
Bunlardan;
1- AKP zaten onlarca namuslu araştırmacının yazdığı kitaplarda, somut, elle
tutulur, kesin belgelerle ortaya koyduğu
gibi bir Amerikan-İsrail projesidir. Bunlara verilen görev, BOP’un Türkiye ve Ortadoğu ayağının hayata geçirilmesinde aktif
rol üstlenmeleridir. Zaten bunun kurucu
genel başkanı, başbakanı ve devlet başkanı Tayyip, kendisinin BOP’un eşbaşkanlarından bir tanesi olduğunu ve o görevi
yapmakta olduğunu defalarca kürsülerde,
TV programlarında söylemiştir. BOP haritası meydandadır. Orada Türkiye üçe
bölünmektedir: Türklere bırakılacak kısım, “Free Kurdistan” denen kısım ve
“Batı Ermenistan” olarak adlandırdıkları kısım biçiminde.
Bu ihanetleri karşılığında, Tayyipgiller’e küplerini doldurmaları, ayrıca da
makam, ün, poz, koltuk sahibi olmaları
vaat edilmiştir. Bu vaatler de gerçekleşmiştir, bilindiği gibi.
Tayyipgiller, 13 yıldan bu yana iki trilyon dolarlık vurgun yapmıştır, kamu malı
hırsızlığı yapmıştır. AKP kurucularından,
AKP’nin şu an kullanmakta olduğu programı da yazan ekonomi profesörü Abdüllatif Şener’in tespit ve iddiasına göre, sadece Tayyip ve ailesinin mal varlığı yani
çaldığı kamu malı miktarı 100-120 milyar
dolar arasındadır. Her halükârda bu miktar, 80 milyar doların altına düşmez. Ortalama olarak 100 milyar dolar diyebiliriz
buna.
Allah’ı, Kur’an’ı dillerinden düşürmezler.
Ama bakanları kendi aralarındaki konuşmalarında “Bakara Makara”, diyerek
Kur’an sureleriyle dalga geçerler-alay
ederler, eğlenceye alırlar onları.
Çünkü bunların dini Hz. Muhammed’in
ve Dört Halife’nin savunduğu ve inandığı
Kur’an’ın ayet ayet ortaya koyduğu din
değildir. Bunlarınki Muaviye’nin, Yezid’in
dinidir.
Namuslu İlahiyatçımız Yaşar Nuri Öztürk’ün de çok haklı olarak belirttiği gibi
kamu malı hırsızı oldukları için bunların
cenaze namazları bile kılınmaz.
Bunların seçim meydanlarında elde
Kur’an’la dolaşması aynen Muaviye askerlerinin Sıffin Savaşı’nda düşman olarak
karşısına aldığı Hz. Ali Ordularını şaşkına
uğratıp hareketsiz kılabilmek için mızraklarının ucuna Kuran sayfaları takmalarına
benzer. O amaca yöneliktir.
2- Ana muhalefet Partisi denen CHP
ise, son iki genel başkan Deniz Baykal ve
Kemal Kılıçdaroğlu dönemlerinde Mustafa
Kemal’in ve silah arkadaşlarının kurduğu
gerçek CHP ile hiçbir ilgisi, benzerliği,
bağı kalmayacak ölçüde değiştirilmiş, dönüştürülmüş ve bir proje partisi haline getirilmiştir. O bakımdan, bu partinin şu anki
yöneticileri de Amerikan Emperyalistlerinin, Avrupa Emperyalistlerinin bir dediğini
iki etmeyecek kadar sadık hizmetkârlarından oluşmaktadır. Bunlar da BOP’cudur,
Yeni Sevr’cidir.
3- MHP ise zaten Kontrgerilla’nın,
Süper NATO’nun, Gladyo’nun paramiliter güçlerini örgütlemek ve yurtseverlere
karşı bunları savaştırmak amacıyla kurdurulmuş olan Amerika’nın özel bir partisidir. Onun görevi de milliyetçi duyguları ve
hassasiyetleri güçlü olan saf insanlarımızı
kandırarak, avlayarak peşine takmak ve
Amerika’nın çıkarları doğrultusunda onları
savaştırmaktır. Dikkat edersek, Tayyipgiller’in AKP’si ne zaman sıkışık bir duruma
düşse onun yardımına ilk koşan ve sınırsız
desteğini sunan hep bu parti olmuştur.
Bu parti sözcüleri kürsülerde milliyetçi
söylemlerde bulunurlar. Ama bu tamamen
saf, bilinçsiz insanlarımızı kandırmaya yöneliktir. Onların milliyetçiliği de yurtseverliği de yalandan ibarettir, aldatmacadır.
4- BDP-HDP de 1991’de Sosyalist
Bu Yeni İsrail’in oluşturulmasında bugün
Meclisteki üç parti hemfikir olduklarını açıktan itiraf etmektedir. Sadece MHP
açıktan değil de dolaylı desteklemektedir,
bu Amerikan projesini. Kandırdığı bilinçsiz kitleleri çatısı altında tutabilmesi
için öyle oynaması gerekmektedir çünkü.
Sözde, görünüşte karşı çıkar gibi görünecek ama gerçeklikte aynen öbürleri gibi
destekleyecektir bu projeyi. Zaten öyle de
yapmaktadır. Bugüne kadar öyle yapmıştır,
bundan sonra da aynısını yapacaktır.
Meclisteki bu dört partinin üçü açıktan
“Ermenicidir”. Yani emperyalist bir yalan
olan “Ermeni Soykırımı Yalanı”nın savunucusudur.
Hatırlanacağı gibi Tayyip geçen yıl 24
Nisan öncesi bir taziye, özür bildirisi yayımladı bu konuda.
Özetçe ne dedi?
“Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam
taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması
için değerli bir fırsat sunmaktadır.”
“(…)
“Her din ve milletten milyonlarca
insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani
sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış
olması, Türkler ile Ermeniler arasında
duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı
insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.”
“(…)
“Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine
yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın
başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi
iletiyoruz.”
Tehcire, bir savaş propagandası olan
“Mavi Kitap”ın iki yazarından biri olan
İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın görevli tarihçisi Arnold Tonybee bile; “Benzer
şartlarda Amerika Birleşik Devletleri de
dahil olmak üzere birçok devletin başvurduğu bir savunma tedbiriydi”, diyor;
Tayyip’se o tedbire “gayri insani sonuçlar
doğuran bir uygulama” diyor. Böylece de
tevil yoluyla da olsa Burjuva Ermenistan’a,
Diaspora Ermenilerine göz kırpıyor. Onlara
destek atıyor. Tabiî asıl mesajı da ABD’li
ve AB’li efendilerine vermiş oluyor.
Kaçak Saray’ın Sultanı Tayyip’in emanetçisi Başbakan Ahmet Davutoğlu ise
tehcir adlı savunma tedbirini ve onun uygulanışını “insanlık suçu”dur, diyerek
kendince en ağır biçimde mahkûm ediyor.
Davutoğlu’nun bu “tehcir insanlık suçudur” ibaresi açıkça Ermeni Soykırım Yalanının farklı sözcüklerle kabulünden ve
dile getirilişinden başka hiçbir şey değildir.
Dikkat edersek, ABD’li ve AB’li efendilerine sadakat ve hizmetkârlık yarışında Ahmet Davutoğlu, patronu Tayyip’i boynuzun
kulağı geçmesi gibi geçmiş oluyor.
Burada her ikisine karşı da bağırıyoruz:
Sizin atalarınızın kim olduğunu ve onların ne yaptığını biz bilmiyoruz, ilgilenmiyoruz da sizinle. Ama bizim Türk ve Kürt
atalarımız tarihlerinin hiçbir döneminde insanlık suçu işlemediler. Asla soykırımcı olmadılar. Atalarımıza Amerikan ve Avrupa
Emperyalistlerinin ağzıyla çamur atmayın!
Ayıptır, yazıktır, günahtır.
9
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
Türk, Kürt ve Ermeni Halklarını birbirlerine kırdırmayı planlamaktadır. Bu halkları
kanlı bir boğazlaşmanın içine sürüklemeyi
planlamaktadır. Türkiye’yi bir kan gölüne
döndürmeyi amaçlamaktadır.
Halkın Kurtuluş Partisi
Kürt Sorunu’nun
Devrimci Çözümünden
yanadır
CHP’nin yeni pusulası:
Mustafa Kemal’e soykırımcı
diyenler milletvekili adayı
Gelelim CHP’ye. Bizim kanaatimize göre, Yeni CHP’nin bir CIA-MOSSAD-Fethullah kaset operasyonuyla yönetimine taşıdığı “Dersimli Kemal” de bu
Soykırım Yalanına inanıyor. Çünkü, Türkiye’yi Dersim Soykırımcısı olmakla da suçlayan, Hrant Dink anmasında “Yüzleşin,
Hrant’la, Soykırım’la” pankartı arkasında yine CIA devşirmesi CHP milletvekili
Şafak Pavey’le yan yana yürüyen “TR
705” Sezgin Tanrıkulu, CHP’nin Genel
Başkan Yardımcısıdır şu an. Yine Türkiye’yi Pontus dahil bir yığın soykırımcılıkla
itham eden Mustafa Kemal düşmanı Mehmet Bekaroğlu’nu son CHP Kurultayı’nda
bir hilebazlıkla yönetime taşıyan Kemal
Kılıçdaroğlu’dur. Üstelik de bunlarla yetinmiyor. Ermeni Soykırım Yalanını ve Türk
düşmanlığını eşi Erdal Doğan’la birlikte takıntı haline getiren, kendi deyişiyle “Türkiyeli Ermeni” Selina Doğan’ı İstanbul 2.
Bölge 1. sıradan milletvekili adayı gösteriyor. Bunlar Mustafa Kemal’i de “soykırımcı ve katliamcı” olarak gösteriyorlar, suçluyorlar. Tabiî Türkiye’yi de suçluyorlar aynı
zamanda.
“Dersimli Kemal” bütün bu kişileri laf
olsun diye Parti yönetimine, Meclise taşımıyor. Aldığı emri uyguluyor. Kendisini o
makama getirenlere hizmette bulunuyor…
Meclisteki üçüncü açıktan oynayan
partiye gelirsek; bu BDP-HDP’dir. Bunlar
Türkleri; Ermeni, Süryani, Pontus ve Dersim Soykırımcısı olmakla suçlamaktadır
on yıllardan beri. Hep diyoruz ya bu parti
de siyasi kimliğini Türk düşmanlığı üzerine inşa etmiştir. Ermenistan ve Yunanistan
ulusal kimliklerini nasıl Türk düşmanlığı
üzerine inşa etmişlerse bu parti de siyasi
kimliğini Türk düşmanlığı üzerine inşa etmiştir. Her 24 Nisan’da bu partinin milletvekilleri Taksim’de “soykırım mağdurları”na sözde yas tutan ABD işbirlikçilerinin,
devşirmelerinin yanı başında onlarla birlikte yer alırlar.
Süper “demokrat” Demirtaş
çıkarı için Tayyip gibi
kırk takla atıyor
Bu partinin, aylardan beri ABD’nin ve
CIA’nın solcuyu ve demokratı oynattığı
eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, 18 Ocak’ta
katıldığı bir televizyon programında aynen
şunları söylüyor:
“Hakan Çelik: Siz soykırım olarak
değerlendiriyor musunuz bunu?
“Selahattin Demirtaş: Elbette, hiç tereddüt etmeden! Milletvekili olduğumdan beri, ondan önce insan hakları avukatlığı yaptım. Bu konudaki yaklaşımım
hiç değişmedi. Kimse kusura bakmasın.
Çok acı tarihi bir olayı birileri resmi tarihi örttü diye ben de buna boyun eğecek
değilim.”
Zaten HDP Avanesinin tamamı aynı şekilde düşünür ve konuşur.
İşin enteresanı, aynı Selahattin Demirtaş seçimler yaklaştığında CHP tabanından
ve Kemalist kesimden de oy koparabilmek
için bu kez çalkalamaya başlar. Yine CNN
Türk’te 30 Nisan’da katıldığı TV programında şöyle demeye başlar:
Biz soykırımı;
“(…) peşinen kabul etmedik aslında. Bizler hakikat ve geçmişle yüzleşme
komisyonu kuracağız, bu komisyonun
çalışmasını destekleyeceğiz. Ve bu komisyonun yapacağı araştırmalar, incelemeler, özgürce yapacağı tartışmalar
sonucunda tarihimizde yaşanmış soykırım, katliam ve benzeri uygulamalarla
yüzleşme konusunda biz cesur olacağız,
dedik. Yani şuna soykırım diyoruz buna
soykırım diyoruz diye bir tanım koymadık. Hakikatle yüzleşme komisyonunu
biz destekleyeceğiz ve oradan hakikatli
bir çalışma çıktıktan sonra toplum eğer
bununla yüzleşmeyi kabul ediyorsa siyasetçiler olarak bize düşen şey bunun
gereğini yapmaktır.”
İşte böyle bunlar, kardeşler. Amerikancı burjuva partilerinin siyasilerinde siyasi
ahlâk ve namus ararsanız, sonuç hüsrandır.
Şeytanda iman arasanız daha akıllıca bir
şey yapmış olursunuz…
Burada PKK’nin, BDP’nin, HDP’nin
yöneticilerine soruyoruz:
Söyleyin bakalım Ermenistan Anayasa
Mahkemesinin şu kararları hakkında ne diyorsunuz?
“Ermenistan Anayasa Mahkemesi
(EAM), Türkiye ile Ermenistan arasında 10 Ekim 2009’da Zürich’te imzalanan protokolleri uluslararası hukuk, Ermenistan Anayasası ve iç hukuku ışığında yorumlamak suretiyle, şu ön şartların
Türkiye’ye dayatılmasını öngörüyor:
“(1) Kars ve Moskova antlaşmaları
geçersizdir.
“(2) Ermenistan’ın Doğu Anadolu
toprakları üzerindeki hakları meşru ve
geçerlidir.
“(3) 1915 soykırımı bir gerçektir ve
Ermenistan bu gerçeğin dünyaya tanıtılması misyonundan vazgeçmeyeceği gibi,
bir tarih komisyonunda da bu gerçeğin
tartışılmasını kabul etmez.” (Şükrü Elekdağ, Tarihsel Gerçekler ve Uluslararası Hukuk Işığında Ermeni Soykırımı İddiası, s.
2-3)
Bu kararları da aynen kabul ediyor musunuz?
Ediyorsanız mert olun. Evet, haklıdır,
yerine getirilmelidir bu talepler, deyin.
Yok eğer etmiyorsanız da dürüst olun.
Osmanlı’nın ve Türklerin sırtından demokratı oynamaya kalkmayın. Türk düşmanlığı
yaparak kendinizi ABD’li, AB’li efendilerinize şirin göstermeye kalkmayın. Ayıptır
ya, yazıktır.
Sadece bugünkü Kürt Halkına değil,
Kürt atalarınıza da ihanet ediyorsunuz,
emperyalistlerin soykırım yalanını savunmakla…
Sadece HDP değil, Meclisteki AKP de
CHP de savunmaktadır bu yalanı, yukarıda
aktardığımız metinlerde görüldüğü gibi.
MHP ise sözde karşı çıkmaktadır. Fiiliyattaysa öbürleriyle aynı yolun yolcusudur.
Ne yapsınlar… Hepsinin patronu ABDAB Emperyalistleri. Onların verdiği görevi
yapıyor bunlar.
Bu emperyalist haydutlarsa yakın gelecekte hainane projelerini hayata geçirerek
Saygıdeğer Halkımız;
İşte Halkın Kurtuluş Partisi, Batılı Emperyalistlerin önderlik ettiği bu hayâsızca
gidişi durdurmak için mücadele ediyor.
ABD ve AB Emperyalistlerini bölgemizden kovmak ve kardeş Müslüman Halkları
ve ülkeleri bu haydutların şerrinden, işgal
ve katliamlarından kurtarmak için mücadele ediyor. Yani Yeni Sevr haritasını tıpkı Birinci Kuvayimilliyeci atalarımızın parçalayıp bu haydutların yüzüne fırlattıkları gibi
parçalamak ve Tarihin çöplüğüne atmak
için mücadele ediyor. Kavgamız ve feryadımız budur. Çağrımız buna yöneliktir. Biz
her şeyden önce anlaşılmak istiyoruz.
Halklar hep kardeş olsun istiyoruz.
Kürt Sorunu gerçek anlamda eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelinde iki halk
arasında adaletlice, hakkaniyetlice çözülsün istiyoruz. Emperyalistlerin yalanlarına kanılmamasını ve onların peşinden
gidilmemesini istiyoruz. O emperyalist
haydutlar tüm mazlum dünya halklarının
olduğu gibi Türk ve Kürt Halkının da düşmanıdırlar. Bu hiç akıldan çıkarılmasın istiyoruz.
Bu haydutlar 1990’dan bu yana bölgemiz Ortadoğu’da 6 milyon masum Müslüman insanın canına kıymış, kanını akıtmış cellatlardır, diyoruz. Bunların işi gücü
halkları birbirine kırdırmaktır. Kendileri
de bölgenin doğal kaynaklarını ve halkların yarattığı değeri sömürmekten başka bir
şey amaçlamaz, diyoruz. Yukarıda söylediğimiz gibi bir de BOP haritası çıkardılar
ortaya. Bu haritayı pratiğe uyguladıkları
zaman bölge artık kendileri için dikensiz
gül bahçesi haline gelecek. Kendi zalimane
sömürü ve vurgunlarına gık diyebilecek tek
devlet kalmayacak bölgede. Başta Türkiye
gelmek üzere, tüm Kuzey Afrika, Ortadoğu
ve Asya ülkelerini parçalayıp küçük devletçikler haline getirecekler. Tabiî bu minik
devletçikler de kendilerine ne yapılırsa yapılsın hiç itirazda bulunamayacaklar.
12 Eylül 1980’deki Faşist Darbe bu
amaçla yapıldı. Türkiye’de sol, sosyalist,
ilerici, Mustafa Kemalci, laik, antiemperyalist, namuslu insanların neslini kurutmak
için yapıldı. 12 Eylül’ün sivil hükümetleri
Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Necmeddin Erbakan,
Bülent Ecevit ve en sonuncusu olan Tayyipgiller hükümetleri hep kesintisiz biçimde ABD Emperyalistlerinin bu çıkarları
doğrultusunda hareket ettiler. Onlara hizmet ettiler. Tabiî Türkiye Halkına da ihanet ettiler. Türkiye ekonomisini bütünüyle
onların ellerine teslim ettiler. Böylece tarımın, hayvancılığın kökünü kuruttular. Sanayileşme hiç olmadı. Var olan sanayi şirketi görünümündeki kuruluşların tamamı
emperyalist tekellerin yerli şubelerinden
ibarettir.
Batılı Emperyalistler
ekonomice ve siyasetçe
kendilerine bağımlı bir
Türkiye yarattı
Türkiye, bırakalım uçağı, füzeyi, daha
kaba bir teknoloji gerektiren otomobili bile
yapamamaktadır. Bir yerli markası yoktur
otomotivde. Sanayici geçinen emperyalist
uşakları bu durumdan hiç utanç duymuyorlar. Finlandiya gibi, Tayvan gibi, Emperyalist Kore gibi küçücük ülkeler bile teknolojinin son sözü bilgisayarları, telefonları
üretirken Türkiye, bir cep telefonunu bile
üretemez durumdadır.
Batılı Emperyalistler Türkiye’nin sanayice gelişmesine, güçlü bir ekonomisi
olmasına asla izin vermezler. Bu hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken temel bir
gerçektir.
Batılı Emperyalistler, Türkiye’nin üniversitelerini ele geçirdiler. Medyasını ele
geçirdiler. Eğitimini ele geçirdiler. Yani
bilim, kültür üretecek tüm kurumlarını denetimlerine aldılar. Onlar da kendi çıkarları
doğrultusunda görev yapmaktadır.
İşte bu hayâsızca gidiş sürsün diye Türkiye Halkı hiç uyanmasın, Ortaçağ karanlığından kurtulamasın diye bu emperyalistlerin yönetimindeki bilim ve kültür kurumları, televizyonlar, gazeteler, Parababalarının
emrindeki Meclisi doldurmuş olan burjuva
partilerinin sözcüleri durup dinlenmeden
halka yalanlar söylüyorlar. Bunların bir
teki bile içtenlikli değil, vicdanlı değil, insani ve siyasi ahlâka sahip değil. İnsan olarak çürümüş, içleri boşalmış, zombileşmiş
yaratıklar konumundadır. Hiçbiriyle herhangi bir konuda konuşup anlaşamazsınız.
Çünkü bunların kendi samimi hiçbir düşünceleri yoktur. Kendi kişilikleri yoktur.
Bunlar efendileri olan Batılı Emperyalistlerin kendilerine ezberlettiğini tekrarlarlar.
Mecliste, televizyonlarda, gazete sayfalarında bunların birbirlerine karşı söyledikleri tartışma filan değildir. Onlar bir oyun
oynamaktadırlar. Hepsi aynı amaç içindedir. Tıpkı bir tiyatro oyununda olduğu gibi
hepsi kendilerine senaryoda verilen sözleri tekrarlarlar. Amaç milleti kandırmaktır.
Bakın bizde demokrasi var. Siyasi partiler
var. Özgür medya var. Herkes düşüncesini
açıkça ifade edebiliyor. Hür seçimler var.
İstediği partiyi sandığa gidip oy vererek seçebiliyor. Daha ne olsun? Demokrasi budur
işte, diyerek insanları yanıltmak, aldatmak
ve hiç uyandırmamak istiyorlar.
Oysa bunların bir ayrılıkları gayrılıkları
yok aslında. Hepsi ABD’li ve AB’li efendilerinden memnun. Onların saldırı ve katliamlarını onaylıyor. Hatta destek veriyor
onlara. Onların soygun düzenine tamam
diyor. Bir itirazı yok.
Ve en acısı, Türkiye’nin adım adım
Yeni Sevr cehennemine sürüklenip götürülmesine hiç itirazları yok.
İnanın, Türkiye Cumhuriyeti yok olsa,
ülkemiz parça parça edilse Meclisteki siyasi partilerin tamamının yöneticileri,
Parababaları medyasının vicdanlarını emperyalistlere satmış yazarçizerleri ve Türkiye’nin TÜSİAD’cıları, MÜSİAD’cıları
hiç eyvah demezler. Hiç rahatsız olmazlar.
Tersine, sevinirler bile.
Silivri’de Fenerbahçe Başkanı Aziz
Yıldırım’a soruyor bir muhabir: “Fenerbahçe hakkında açılan dava nasıl gelişecek?”, diye.
Verdiği cevap aynen şu: “Memleket elden gidiyor diye açıklamalar yapmıştım.
Siz hâlâ basında şikeden bahsediyorsunuz. Ne şikesi, ne şike davası; memleket
elden gidiyor. Korkmayın, biz korkmuyoruz.”
Demek ki kardeşler, Meclisteki dört
siyasi partinin de yöneticilerinde, bunların
yandaşları olan medya yazarçizerlerinde ve
Türkiye Parababalarında, Aziz Yıldırım’ın
yüzde biri kadar olsun memleket sevgisi,
vatan sevgisi yok. Dikkat edersek; bu burjuva meddahları aynen Tuluat tiyatrosunun
aktörleri gibi birbirleriyle laf yarıştırmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar. Biri birine laf çakmış da, öbürü ona sert cevap
vermiş de, bir başkası onu akıllıca alaya almış da diye gidiyor bunların medyaya yansıyan soytarılıkları. Satılmışlar medyasının
yazarçizer ve konuşurları da “aa, bilmem
kim ne güzel cevap verdi, ama öbürü anında çok sert karşılık verdi”, diye methiyeler
düzüyor bu ABD uşağı soytarıların ortaoyununa.
Tüm bu namussuzluklar, kandırmacalar, ülkemizin ve halkımızın gerçeklerini
yakıcı, can alıcı sorunlarını örtbas etmek,
gözlerden uzak tutmak için yapılmaktadır.
Türkiye’nin Yeni Sevr’e götürülüşünün
halktan hiç kimse farkına varamasın, koyun sürüsünün mezbahaya götürülüşü gibi
halkımız o cehenneme sürüklensin diye yapılmaktadır.
Kurtuluş Partisi
Batılı Emperyalistlerin
Yeni Sevr planlarına isyan
eden yegâne partidir
İşte Kurtuluş Partisi kardeşler, bu alçakça, bu namussuzca oyuna isyan ediyor.
Ve bunun yerli ve yabancı aktörlerine “ey
hainler, zalimler, vurguncular, cellâtlar”,
diye meydan okuyor. “Biz buradayız işte”,
diyor. “Bu son kaleyi düşüremediniz ve
asla düşüremeyeceksiniz. Tıpkı Birinci
Kuvayimilliye’de olduğu gibi biz de halkımızı eninde sonunda uyandıracağız, örgütleyeceğiz ve sizin satılmışlar ordusunun
karşısına yenilmez, önünde durulmaz bir
güç olarak çıkaracağız”, diyoruz. “Erken
bayram etmeyin”, diyoruz. “Sizler eninde
sonunda yenileceksiniz, ülkemizden ve
bölgemizden def olup gideceksiniz”, diyoruz. “Hem de yerli işbirlikçi hainlerinizle
birlikte. Tıpkı Birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi ve 1974’te uğradığınız Vietnam
hezimeti sonrasında olduğu gibi yine rezil
rüsva olacaksınız. Yine insanlığın yüz karası olarak lanetle anılacaksınız, mazlum
halklar tarafından”, diyoruz.
HKP
NATO, IMF gibi
emperyalist örgütlere
ve vurguncu, hain
Parababalarına karşıdır
Halkın Kurtuluş Partisi, Demokratik
Halk Devrimi’ni zafere ulaştırıp Halkın
Demokratik İktidarını kurunca, ilk iş olarak
emperyalistlerin bütün askeri, siyasi, ekonomik örgütlerinden ayrılınacak. Kovulacak bu alçaklar ülkemizden. Tabiî bunların
başında NATO gelir, Avrupa Birliği gelir,
IMF gelir, Dünya Bankası, Dünya Ticaret
Örgütü gelir vb... Bu örgütlerin tamamı
Batılı Emperyalistlerin yönetimi, denetimi
altındadır ve onların emperyalist çıkarları
doğrultusunda hareket eder.
Partimizin önderliğindeki Demokratik
Halk İktidarı Batılı Emperyalist çakalların
yerli ortağı konumundaki hain Parababalarının, TÜSİAD’cıların, MÜSİAD’cıların,
TİSK’çilerin ve benzerlerinin ekonomik
varlıklarına da son verecektir. Emperyalist
uşağı bu hain vurguncular, halkımızdan
vurdukları varlıkların tümünü halka geri
vermek zorunda kalacaklardır. Bunların
işletmeleri kamulaştırılacaktır. Demek ki
Kurtuluş Partisi özelleştirme değil, tam
tersine Parababalarına peşkeş çekilen eski
kamu kuruluşları da dahil olmak üzere Finans-Kapitalistlerin ve Tefeci-Bezirgânların ekonomik kuruluşlarını ellerinden alıp
kamu malı haline getirecektir ve halkımızın hizmetine sunacaktır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir:
İyi de eskiden bu kamu kuruluşları verimli işletmeler değildi. Şimdi neden aynı
anlayışa geri dönülüyor?
Burada da namussuzca bir yalan ve
kandırmaca vardır. Başlangıçta çok verimli işletmelerdi bunlar. Ülkemizde Birinci
Ulusal Kurtuluş sonrasında sanayinin temellerini atan işletmelerdi bunlar. Halkımıza büyük faydalar sağladılar. Fakat giderek
emperyalist uşağı Parababaları siyasilerinin iktidar mevkiini ele geçirmesiyle birlikte bu kuruluşların başına da halk düşmanı, emperyalizm yandaşı kişiler
10
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
bu rakamların daha üstünde ücretler verilebilecektir.
HKP’nin Halk İktidarında
İşsiz insan olmayacak
Ha, şunu da açıkça belirtelim: Ülkemizde tek bir kişinin bile işsiz kalmasına
göz yumulmayacaktır. Halk İktidarı bu işsiz kardeşimizin evine İtfaiye Kurumunun
bir yangın mahalline koştuğu gibi hızla
ulaşacak ve onun dertlerine anında derman
olacaktır. Tabiî yeniden iş sahibi yapacaktır
o kardeşimizi hızla.
HKP İktidarında
Öğretmenler işsiz, öğrenciler
öğretmensiz kalmayacak
Eğitim ve sağlık
ücretsiz olacak
getirildi. O yöneticiler, üvey evlat gözüyle
baktı bu işletmelere. Hiçbir teknolojik ilerleme yaptırmadığı gibi siyasi parti yandaşlarını
da asalaklar konumunda yaşamaları için bu
kuruluşlara sözde personel adı altında doldurdular. Mahsus zarar ettirildi bu işletmeler, bu
ihanetler sonucunda.
HKP iktidarında, devletin en tepesinden
en alt birimine kadar hep halk temsilcileri yer
alacağı için o gerçek anlamda bir halk iktidarı
olacaktır. Kamu işletmelerine de gözü gibi
bakacaktır. Böylece de kamu işletmeleri, teknolojik ilerlemenin, gelişmenin, sanayileşmenin yeniden öncü gücü ve motoru haline
gelecektir. Tekniğin son sözü olan teknolojiyle üretim yapacaktır bu işletmeler. Emperyalist Batı’nın en ünlü tekelci işletmeleriyle,
markalarıyla yarışacak, orada üretilenlerin
daha iyisini en azından aynı kalitedekini çok
daha ucuza mal ederek üretecektir.
HKP’nin Demokratik
Halk İktidarında
hem köylümüz,
hem esnafımız
hem tüketici kazanacak
Bugün ocağı söndürülen köylümüze faizsiz ve çok uzun vadeli geri ödeme şeklinde
kredi verilecektir. Teknoloji desteği verilecektir. Şu anda işsiz konumda olan 20 bin
ziraat mühendisi ve 25 bin gıda mühendisi
köylerimize, kasabalarımıza, şehirlerimize
devlet eliyle istihdam edilerek gönderilecek,
buralardaki iklim ve arazi yapısını bilimin
tüm imkânlarını kullanarak tahlil edecek
ve oralarda hangi ürünün en verimli şekilde
kaların ve tefecilerin eline düşürülmeyecektir. Kendi emeğiyle, insanca yaşayabilmesi
ve üreterek topluma yararlı olabilmesinin
tüm yolları açılacaktır.
HKP İktidarında
Sigortasız ve sendikasız işçi
çalıştırmak yasaklanacak
İşçi Sınıfımız on yıllardan bu yana olduğu gibi işverenler elinde canı çıkıncaya
kadar güvencesiz çalıştırılıp sefalet ücretine,
dolayısıyla da sürünerek yaşamaya mahkûm
edilmekten kurtarılacaktır.
Sigortasız ve sendikasız işçi çalıştırmak
yasaklanacaktır. Sendikalar da bugün olduğu gibi sarı sendikacılar yönetimindeki sahte
sendikalar olmaktan çıkarılacaktır. İşçi Sınıfımızın gerçek temsilcilerinin yönettiği, işçi
hak ve menfaatlerini en önde tutan namuslu
işçi önderlerinin eline verilecektir.
İşçi Sınıfımız hiçbir kanunsuzlukla karşılaşmayacak şekilde iş güvencesine sahip
olacaktır. Bugün olduğu gibi işveren, hak
arayan işçiyi diğer işçilere kötü örnek oluyor, benim onları sağmal sürü gibi kullanmamı engelliyor, diyerek işten atamayacaktır.
Böylece de işverenler İşçi Sınıfımızı aşırıca
sömüremeyecekleri için mecburen tekniği
geliştirmek ve modern teknolojiyle üretim
yapmak zorunda kalacaklardır, böylece de
üretimin kalitesi ve verimliliği artacaktır.
Demek ki işçinin hak araması ve insanca yaşama koşullarına kavuşturulması ülkemizin
tümü için faydalıdır. Üretimin kaliteli olması
ve miktarının artması için faydalıdır.
İşçi Sınıfımız on yıllardan bu yana olduğu gibi
işverenler elinde canı çıkıncaya kadar güvencesiz
çalıştırılıp sefalet ücretine, dolayısıyla da sürünerek
yaşamaya mahkûm edilmekten kurtarılacaktır.
Sigortasız ve sendikasız işçi çalıştırmak
yasaklanacaktır. Sendikalar da bugün olduğu gibi sarı
sendikacılar yönetimindeki sahte sendikalar olmaktan
çıkarılacaktır.
yetişeceğini ve nasıl yetiştirileceğini ortaya
koyarak Türkiye’nin tarımda ve tarımsal
ürünlerin işlenmesinde dünyanın öncü ülkeleri arasına girmesini sağlayacaktır.
Köylümüzün ürünleri üretici ve tüketici kooperatiflerinin koordineli çalışmasıyla,
sürece dışarıdan hiçbir aracının girmesine
imkân verilmeden tüketiciye ulaştırılacak,
böylece üretmenlerimiz, ürününün gerçek
karşılığını alabilecektir. Tüketicilerimiz de,
mesela bugün olduğu gibi köylünün elinden
vurguncu bezirgânlar tarafından 1 liraya alınan patatesi 4-5 liraya alıp yemek zorunda
kalmayacaktır. Yani ne üreticiler aldatılacaktır ne de tüketiciler. Bu da tabiî üreticilerin de tüketicilerin de kendilerinin yönettiği halk kooperatiflerinde örgütlenmeleriyle
mümkün olacaktır.
Küçük esnafımız teşvik edilecek, ban-
HKP’nin Demokratik
Halk İktidarında
Asgari Ücret, Asgari Geçim
Endeksinden
şağı olmayacak
Tabiî bugün sayıları 350 bini geçen
ataması yapılmayan öğretmenlerimiz
hemen okullarına ve öğrencilerine kavuşturulacaktır. Sonrasında da bir tek öğretmenimiz bile tayin beklemeyecektir.
Eğitim ve sağlık herkesin en temel insan hakkı olduğundan, tümüyle ücretsiz
olacaktır.
Çocuklarımız, temel eğitimin ilk sınıfından itibaren üniversitenin son sınıfına
kadar hiçbir ücret ödemeden kamu okullarında; bilimsel, laik, demokratik, anadilinde eğitimlerini yapabileceklerdir.
Üniversitelerimiz, bugün olduğu gibi
siyasilerin elinde oyuncak olmaktan çıkarılacak, dünya standartlarında kaliteye sahip
bilim insanlarının hocalık ettiği dünyanın
alanında en önde gelen üniversiteleriyle
yarışır haldeki bilim yuvaları haline getirilecektir.
Böylece de doğa ve toplum bilimlerinde ülkemiz en gelişkin Batı ülkeleriyle
devamlı yarışır halde olacaktır. Yani en üst
seviyede bilim üreten kurumlar olacaktır.
Sağlık da her insanın en doğal hakkı
olduğu için parasız olacaktır. Hastalanan
her yurttaşımız sadece kimliğini göstererek
istediği sağlık kuruluşundan derdine deva
olacak sağlık hizmetini alabilecektir.
Zaten halk sağlığını korumak, Halk
İktidarının en önemli görevlerinden biri
olacağı için hastalık durumları çok önemli
oranda azalacaktır. Dolayısıyla da insanlarımız daha sağlıklı hale getirilecektir.
Çocuklarımızın ana karnından itibaren
en sağlıklı bedene ve ruha sahip olmaları
için gereken tıbbi ve gıda yardımları hiç
aksatılmadan yapılacak, sağlıklı nesillerin
yetiştirilmesi gerçekleştirilecektir.
Çocuk işçiler, sokaklarda yaşayan
çocuklar, istismara uğrayan çocuklar
asla olmayacaktır Halk İktidarında. Her
çocuk, her insan, toplumun eşit bir değeri
olarak kabul edilecek, onun korunması, geliştirilmesi, sağlıklı ve mutlu yaşaması için
gerekli her şey yapılacaktır.
HKP İktidarında
Kadın ezilen cinsiyet
olmaktan kurtulacaktır
Toplumda ezilen cinsiyet olarak var
olan kadın, bu durumdan kurtarılacaktır. Tüm eğitim ve iş imkânları kadınlarımıza da eksiksiz bir şekilde ulaştırılacaktır.
Ailede, işyerinde kadının ezilmesine, ikinci
kalitede insan olarak görülmesine asla izin
verilmeyecektir. Bunun hem maddi şartları
sağlanacak, hem de kadını aşağı gören geleneksel ataerkil-erkek egemen kültür tümden yok edilinceye kadar onunla mücadele
edilecektir.
Toplumun her alanında kadın, insanın
tam ve eşit yarısı olarak kabul edilecek,
tüm hukuki ve maddi düzenlemeler ona
göre oluşturulacaktır. Böylece de kadın,
her girişimde, her onurlu harekette, toplumu ileriye taşıyan ve koruyan her harekette
ön safta yer alacaktır.
Tabiî kadının tacize uğramasının her
yer ve ortamdaki şartları ortadan kaldırılacaktır. Ayrıca da insanımıza bu yönde eğitim ve kültür verilecektir. Yani kadını aşağı
gören düşünce, inanç ve kanaatler yok edilecektir. Bu, belli bir zaman alacaktır muhakkak. Ama mutlaka halledilecektir.
O zamana kadar da kadına yönelik her
boyuttaki saldırının ve istenmeyen davranışın önlenmesi için ne gerekiyorsa yapılacaktır.
Kadın örgütleri de bu çalışmada ön safta yer alıp belirleyici rol oynayacaklardır.
HKP İktidarında
Adalet, hukuk insanlarının
Dolayısıyla da asgari ücret, 2005 yıözgür iradesiyle güvence
lında Programımızda da belirttiğimiz gibi
altına alınacaktır
4 kişilik bir ailenin asgari geçim endeksine en azından denk olacaktır. 2005 yılında
bu rakam 1500 lira idi. O yıl bu nedenle
de 1500 rakamını yazmıştık Programımıza.
Bugünse 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 4343 lira olarak belirlenmektedir. Demek ki asgari ücret bundan düşük olamaz.
Tabiî memur maaşları da.
Yerli yabancı Parababalarının tüm sömürü ve vurgunları ortadan kaldırılacağı
için, aslında HKP’nin önderlik ettiği Demokratik Halk İktidarında halk kitlelerine
Adalet mekanizması bugün olduğu
gibi siyasilerin o alandaki ağırlıklarını,
etkinliklerini temsil eden kurumlar olmaktan, dolayısıyla da onların oyuncağı olmaktan kurtarılıp hukuk insanlarının sadece
hukuka ve vicdanlarına dayanarak özgürce, hiçbir endişeye kapılmaksızın kararlar
vermesi sağlanacaktır. Böylece de adalet
mekanizması bugün olduğu gibi acıklı durumlara asla düşürülmeyecektir.
Bugün bilindiği gibi bağımsız bir yargı
yoktur. Dün Pensilvanyalı İmam’ın tarika-
tının elindeydi yargı kurumu, bugünse Tayyipgiller İktidarının. Tabiî ağırlıklı olarak.
Tabiî köşede bucakta vicdanına ve hukuka
dayanarak kararlar veren yargıçlar da kalmıştır.
Ama siyasi davalarda ne yazık ki hukuki, vicdani kararlar çoktan tarih olmuştur.
Eğer hukuk bu hallerde olmasaydı adına
“Ergenekon Davası” denen CIA Operasyonu başta Ordu Gençliği’miz olmak üzere Mustafa Kemalci, laik, antiemperyalist,
yurtsever güçleri Silivri, Hasdal Zindanları’na dolduramazdı. Bu namuslu yurtsever
güçlere böyle aşağılık, namussuzca ve alçakça saldırılarda bulunamazdı, darbeler
vuramazdı.
Ve eğer bugün bağımsız bir yargı olsa,
Tayyipgiller’in tamamı da yüz kızartıcı, akçeli suçlardan olmak üzere, miktarı yüzlerce yılı bulan ağır cezalara mahkûm edilip
tüm mal varlıkları müsadere edilerek hak
ettikleri cezayı çekmeleri için hapishanelere tıkılmaları gerekirdi. Ama ne acıdır ki,
onlar bugün devletin tepesindedirler hâlâ.
Bu durum da Türkiye’de hukukun artık iflas noktasında olduğunu göstermektedir.
HKP İktidarında
Emeklilerimiz ve Engelli
yurttaşlarımız
insanca yaşam koşullarına
kavuşacaklardır
Halk İktidarında engelli insanlarımızın üretime katılmaları için gereken her
şey yapılacaktır. Böylece o insanlarımız
da toplumun mutlu bireyleri olarak yaşamlarını sürdürebileceklerdir herkes gibi.
Emeklilerimiz bugün olduğu gibi süründürülerek ve ömürlerinin son dönemini
ah vah ederek, tarifsiz sıkıntılar çekerek
geçirmeyecekler, ortalama geçim endeksinden aşağı düşmeyen bir aylık gelire sahip olacaklardır.
sanlarımız.
Tabiî bu hale getirilen, insani değerler
açısından böylesine doruklara yükseltilen insanlarımız; artık kent yağması gibi, Tayyipgiller’in bugün yapmakta oldukları “kentsel
dönüşüm” adı altında “rantsal dönüşüm”
gerçekleştirerek kentleri taş ve betonla doldurup harabeye uğratmaları gibi aşağılık,
utanç verici işleri, bırakalım yapmayı hayal
dahi etmeyecektir. Kentlere de evlatlarımız
gibi bakar hale geleceğiz o zaman. Kentlerin gelişimi sadece kent plancıları benzeri
bilim insanlarının yönetiminde olacaktır.
HKP İktidarında
Tarihi ve Doğayı koruyacağız
Tabiî Tarihe de aynı sevecenlikle, koruyuculukla yaklaşacağız. Tarih varlıklarının, değerlerinin orijinal halleriyle korunması için gereken her şeyi yapacağız. Çünkü
onların bir benzeri daha yapılamaz artık.
Onları kaybettik mi yerlerine yenilerini koyamayız. Onlar, bizim geçmişimizin yani
Tarihimizin birer parçasıdırlar. Geçmişimizi
anlamamız, öğrenmemiz için onları tanımamız, çözmemiz gerekmektedir.
Hatırlanacaktır, Tayyipgiller’in yaptığı en büyük katliamlardan ikisi de Tarih ve
doğa katliamıdır. Doğamız kurutulmakta, talan edilmekte, şehirlerimiz yağmalanmakta,
tarihi dokuları hızla ortadan kaldırılmaktadır. Böylece de tanınmaz hale getirilmektedir şehirlerimiz.
İstanbul başta gelmek üzere, Türkiye
nüfusu büyükşehirlere toplanmakta, böylece
de bu büyük şehirlerin rantı altın değerine
ulaştırılmış olmaktadır. Bunun sonucunda
da Tayyipgiller’in mensubu vurguncular bu
rantı küplerine, kasalarına aktararak milyon
hatta milyar dolarlarca servet edinebilmektedirler.
Halk İktidarında tarım yeniden en önemli iki ekonomi alanından biri haline getirile-
Demokratik Halk İktidarında tüm devlet
yöneticileri ortalama işçi ücretine denk gelen bir
ücret alacaklardır. Böylece de devlet yöneticiliği,
milletvekilliği vesaire gibi unvanlar, bir ün, poz ve bol
gelirli ayrıcalıklar sağlayan alan olmaktan çıkarılacaktır.
Oralara gerçekten de halka fedakârca ve içtenlikle yani
dürüstçe, namusluca hizmet etmek isteyen insanlar
seçilip gelecektir.
HKP İktidarında
Dünyamızı paylaştığımız bitki
ve hayvanları gözümüz gibi
koruyacağız
Canlılar âlemini oluşturan biz insanlardan başka hayvanlarla bitkiler de vardır bu dünyada. Ve onlar olmadan biz var
olamayız. Üçümüz bir bütünüz. O bakımdan, hayvanların hiçbir şekilde acı çekmesine, sokaklarda itilip kakılarak, açlık
çekerek yaşamasına, araçların altında kalıp ezilmesine izin verilmeyecektir. Sokak
hayvanları barınaklarda korumaya alınıp ya
da kısırlaştırılarak eski yaşadıkları alanlara
bırakılacaklar, böylece de 10-15 sene sonra
sokaklarda sahipsiz yaşayan hayvanlar görülmeyecektir. Hayvanseverlerimiz evlerinde bakabilecekleri oranda hayvanı sağlıklı
bir şekilde tutarak yaşatabileceklerdir.
Yaban hayvanlarının pompalı tüfeklerle acımasızca avlanarak nesilleri kurutulmayacaktır. Onlar doğamızın zenginliği
ve süsüdür. Onların neslinin kazınması bugün olduğu gibi buğday, arpa, bitki zararlılarının çoğalmasına, başta ekmeklik buğday
gelmek üzere gıda maddelerimizi üretemez
duruma gelmemize sebep olmaktadır. Ayrıca da Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi denen
ölümcül virüsü taşıyan kenelerin doğamızda
çoğalmalarına, birçok insanımızın yok yere
hayatını kaybetmesine yol açmaktadır. Oysa
keklik, bıldırcın vb. yaban kuşları yeterli
sayıda olsaydı bu keneleri hemen bulup tüketecekleri için bu hastalıktan ölen insanlarımız olmayacaktı. Yani doğanın dengesiyle
oynandığı anda en çok zararı o dengeyi bozan insanlar çekmektedir.
Doğada milyonlarca yılda oluşmuş olan
bu dengeyi korumak için denizlerimize, göllerimize, nehirlerimize, çaylarımıza, dağlarımıza, ovalarımıza, ormanlarımıza, yeşil
alanlarımıza olağanüstü ihtimam göstermemiz gerekmektedir. Onları gözümüz gibi korumamız gerekmektedir. İşte insanlarımız bu
insani ruhiyata sahip olabilmeleri için yoğun
bir eğitimden geçirilecektir. İnsan, hayvan,
doğa sevgisi öğretilecektir insanımıza. Ondan sonra, bir ağaç kesildiği zaman elimiz
kolumuz kesilmiş gibi acı duyar hale gelmiş
olacağız. Amaç, böyle bir vicdanın oluşmasını sağlamaktır.
Özetçe; insan, hayvan, bitki ve doğa
sevgisi ile dopdolu hale getirilecektir in-
rek değer kazanacak, üretmen köylümüz de
ürününün ve emeğinin karşılığını alabilecektir. Eğitim, sağlık vb. imkânlar ayağına
da götürülmüş olduğundan köyünde mutlu
ve sağlıklı yaşayıp büyükşehirlerin karmaşası içinde yaşamak istemeyecektir. Böylece
de başta İstanbul gelmek üzere büyükşehirlerin nüfusları artmayacak, tersine azalacaktır. Büyükşehirlerde yaşamak kuşkusuz
insanlara ek külfetler getirir, zorluklar verir.
Ayrıca da insanı doğadan koparır. Taş ve beton yığınları arasına hapseder.
İşte bu olumsuzluk da Halk İktidarında
asgariye indirilecektir, kent planlamasıyla.
Köyden şehre göç de tersine çevrileceği için
insanlarımız her alanda rahat bir nefes alma
imkânına kavuşacaktır.
HKP’nin Demokratik
Halk İktidarında
Kıbrıs Meselesi Taksim’le
çözülecek
Biz, Kıbrıs Meselesi’nin de emperyalistlerin elinden alınarak Yunanistan’la Türkiye arasında nüfusa orantılı taksim edilerek
çözülmesinden yanayız. Bunu savunuyoruz.
Neden ve nasılı Programımızda ayrıntılıca
anlatılmaktadır.
HKP İktidarında
Devlet yöneticileri rant için
değil halka hizmet için
yarışacak
Demokratik Halk İktidarında tüm
devlet yöneticileri ortalama işçi ücretine
denk gelen bir ücret alacaklardır. Böylece de devlet yöneticiliği, milletvekilliği
vesaire gibi unvanlar, bir ün, poz ve bol
gelirli ayrıcalıklar sağlayan alan olmaktan
çıkarılacaktır. Oralara gerçekten de halka
fedakârca ve içtenlikle yani dürüstçe, namusluca hizmet etmek isteyen insanlar seçilip gelecektir.
Bu insanların ortalama işçi ücreti oranında ücretlendirilmesiyle de onların halkı
anlamaları, halkın her sorununu empati yaparak kolayca kavramaları imkânı sağlanacaktır.
Sözü uzatmayalım kardeşler;
Biz bu yalanlar, düzenler, ihanetler ve
zalimlikler dünyasında insani olan en yüce
değerleri-erdemleri temsil etmekteyiz.
Halkımızdan da bir tek şey istiyoruz:
Anlaşılmak... 10 Mayıs 2015
11
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
HKP Anayasa Mahkemesine başvurdu:
Cumhurbaşkanı görevden alınsın!
HKP, “Tarafsız Cumhurbaşkanının taraf olmasının düşünülemeyeceği bir
atmosferde; bakıyoruz ki, Cumhurbaşkanı AKP adına politikalar ve söylemler
yürütmekte, halkımız böylece iktidar partisi adına çifte bir propaganda
furyasıyla, haksız bir propaganda esiri yapılmaktadır. Bunun demokrasi
adına nasıl bir tehlike oluşturduğu açıktı” diyerek Anayas Mahkemesine
başvurdu.
Anayasa Mahkemesi Başkanlığına
Başvuran: Halkın Kurtuluş Partisi
Adresi: Karanfil Sok. No: 24/14 Kızılay-Çankaya/ANKARA
Temsile Yetkili Kişi: Nurullah Ankut/
HKP Genel Başkanı
Açıklamalar
A- Kamu gücünün işlem, eylem ya
da ihmaline dair olayların tarih sırasına
göre özeti:
Türkiye Cumhuriyetinde bir garip,
Anayasayı ihlal ve hukuk tanımazlık olayı yaşanmaktadır. Hem de devletin en başı
olan Cumhurbaşkanı bu suçu işlemektedir.
Siz Mahkeme üyelerinin de gözü önünde
cereyan eden, her gün, her saat uyması
gereken kurallar olan “Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk
ilke ve inkılâplarına, laik cumhuriyete
bağlı kalacağına, üzerine aldığı görevleri
tarafsızlıkla yerine getireceğine” yemin
ederek 10.08.2014’te Cumhurbaşkanı
olarak göreve başlayan Recep Tayyip
Erdoğan’ın, bu kuralları hiçe sayarak
Anayasa’ya ve hukuka aykırı söylev ve
icraatlarını dilekçemizde şekle takılarak
sıralayarak aktarmayı, mahkemenize de
bir saygısızlık olarak görüyoruz.
Yaşanan olaylar, hepimizin ve kamuoyunun gözü önünde cereyan etmektedir.
Ancak çözüm üretilememektedir. Yine de
aşağıda Cumhurbaşkanın hukuk tanımazlığını ve keyfiliğini ortaya koyması açısından, özet olayları aktarmak gereğini, bireysel başvurunun gereği olarak görüyoruz.
1. Cumhurbaşkanı seçilmesinin daha
ikinci haftasında, AKP’nin 27.08.2014’teki
Olağanüstü Genel Kuruluna katılarak,
yeni AKP Genel Başkanını empoze eden,
AKP’nin gerçek Genel Başkanının kendi-
si olduğunu, bu partinin çalışmalarına yön
vermeye devam edeceği mesajlarını verebilmiştir. Ve sonrasında Anayasa m 101/4
“cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisiyle ilişiği kesilir” amir düzenlemesinin
nasıl işletileceğini görmek istemiş, yargı
ve Anayasa Mahkemesi sessiz kalınca da,
giderek pervasızlaşan bir şekilde, fütursuzca, muhaliflere ve kendisine karşı çıkan
kişi ve kurumlara karşı siyasi saldırılarını
sürdürmektedir
2. Gerek medyada ve gerekse siyasi
çevreler ile düşünce kuruluşlarından gelen eleştirilere karşı da, Cumhurbaşkanı
R.T.Erdoğan; “BEN ANAYASAYI ASKIYA ALDIM” diye açıklama cesaretini
gösterebilmiştir. Bu açıklama karşısında,
harekete geçmesi beklenen YARGI KURULUŞLARI, NE YAZIKKİ BÖYLE
BİR AÇIKLAMA OLMAMIŞ GİBİ SESSİZLİĞE BÜRÜNMÜŞTÜR. DURUM
VAHİMDİR: BÖYLESİNE “BEN YAPTIM OLDU” ANLAYIŞIYLA BU ÜLKENİN YÖNETİLMESİNE İZİN VERİLEMEZ.
3. Ülke seçim atmosferine girmiştir.
Tarafsız Cumhurbaşkanının taraf olmasının düşünülemeyeceği bir atmosferde;
bakıyoruz ki, Cumhurbaşkanı AKP adına politikalar ve söylemler yürütmekte,
halkımız böylece iktidar partisi adına
çifte bir propaganda furyasıyla, haksız
bir propaganda esiri yapılmaktadır. Bunun demokrasi adına nasıl bir tehlike oluşturduğu açıktır.
4. Cumhurbaşkanı olarak, hiçbir hak
ve yetkisi olmadığı halde, MUHTARLAR
TOPLANTISI düzenleyerek, AKP propagandası içeren demeçleri ise, oynanan
oyunun ortaya koyması açısından önem
arzetmektedir.
5. “Anayasayı askıya aldığını” açıklayan ve Anayasaya aykırı eylemlerini sürdüren böyle bir Cumhurbaşkanına katlanmak, demokrasi ile nasıl bağdaştırılabilir?
Buna biz katlanamayız. Sizleri göreve çağırıyoruz.
B- Bireysel başvuru kapsamındaki
haklardan hangisinin hangi nedenlerle
ihlal edildiği ve buna ilişkin gerekçeler
ve delillere ait özlü açıklamalar:
Türkiye Cumhuriyetinde bir garip,
Anayasayı ihlal ve hukuk tanımazlık olayı yaşanmaktadır. Hem de devletin en başı
olan Cumhurbaşkanı bu suçu işlemektedir.
Siz Mahkeme üyelerinin de gözü önünde
cereyan eden, her gün, her saat uyması
gereken kurallar olan “Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk
ilke ve inkılâplarına, laik cumhuriyete
bağlı kalacağına, üzerine aldığı görevleri
tarafsızlıkla yerine getireceğine” yemin
ederek 10.08.2014’te Cumhurbaşkanı
olarak göreve başlayan Recep Tayyip
Erdoğan’ın, bu kuralları hiçe sayarak
Anayasa’ya ve hukuka aykırı söylev ve
icraatlarını dilekçemizde şekle takılarak
sıralayarak aktarmayı, mahkemenize de
bir saygısızlık olarak görüyoruz.
Yaşanan olaylar, hepimizin ve kamuoyunun gözü önünde cereyan etmektedir.
Ancak çözüm üretilememektedir. Yine de
aşağıda Cumhurbaşkanın hukuk tanımazlığını ve keyfiliğini ortaya koyması açısından, özet olayları aktarmak gereğini, bireysel başvurunun gereği olarak görüyoruz.
1. Cumhurbaşkanı seçilmesinin daha
ikinci haftasında, AKP’nin 27.08.2014’teki
Olağanüstü Genel Kuruluna katılarak,
yeni AKP Genel Başkanını empoze eden,
AKP’nin gerçek Genel Başkanının kendisi olduğunu, bu partinin çalışmalarına yön
vermeye devam edeceği mesajlarını verebilmiştir. Ve sonrasında Anayasa m 101/4
“cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisiyle ilişiği kesilir” amir düzenlemesinin
nasıl işletileceğini görmek istemiş, yargı ve
Anayasa Mahkemesi sessiz kalınca da, giderek pervasızlaşan bir şekilde, fütursuzca,
muhaliflere ve kendisine karşı çıkan kişi ve
kurumlara karşı siyasi saldırılarını sürdürmektedir
2. Gerek medyada ve gerekse siyasi
çevreler ile düşünce kuruluşlarından gelen
eleştirilere karşı da, Cumhurbaşkanı R.
T. Erdoğan; “BEN ANAYASAYI ASKIYA ALDIM” diye açıklama cesaretini
gösterebilmiştir. Bu açıklama karşısında,
Tayyipgiller; Ermenek’te 18 işçiyi diri diri sulara gömdü!
Dava; Halkın Kurtuluş Partisi’ne açıldı!
Yargılanan değil, yargılayan olduk!
D
aha Soma’nın acısı çok tazeyken
Ermenek’ten acı haber gelmişti 28
Ekim 2014’te.
18 işçi su basan kömür madeninde
sulara gömülmüştü.
Yeraltında
kalan
oğlu
için
“Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun
içinde ne yaptı” diyerek hepimizi
gözyaşlarına boğmuştu Ayşe Ana.
İşte tüm uyarılara rağmen, göz göre
göre gelen o maden “kaza”sından dolayı
sorumluların
yargılanmasını
isteyen
Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü,
02.11.2014 tarihinde bir basın açıklaması
gerçekleştirdi.
Ancak bu basın açıklamasından
dolayı olayın sorumlularına değil de
HKP Genel Sekreter Yardımcısı, İzmir 2.
Bölge Milletvekili adayı olan Av. Tacettin
Çolak’a, Çalışma Bakanı Faruk Çelik’e
hakaret ettiği gerekçesi ile dava açıldı.
Duruşma 27 Mayıs 2015 tarihinde İzmir
Karşıyaka 8. Asliye Ceza Mahkemesi’nde
görüldü. Duruşmaya Av. Tacettin Çolak,
çok sayıda Kurtuluş Partili Avukatı ve
izleyiciler katıldı.
Çolak
savunmasında;
siyaset
yaptığını, HKP milletvekili adayı
olduğunu, olay tarihinde de İzmir
İl Başkanı olduğunu, kendisinin
de işçilikten geldiğini, Soma’da ve
Ermenek’te göz göre göre yaşanan iş
cinayetlerinde yüzlerce işçi kardeşimizin
katledilmesine seyirci kalamayacağını
ve seyirci kalmanın İşçi Sınıfımıza ve
Emekçi Halkımıza karşı suç işlemek
anlamına geleceğini, bu nedenle;
katliamdan sorumlulukları bulunan
siyasiler hakkında eleştiriler yaptığını,
bunun sonucunda, herhangi bir
harekete geçmesi beklenen YARGI KURULUŞLARI, NE YAZIKKİ BÖYLE
BİR AÇIKLAMA OLMAMIŞ GİBİ SESSİZLİĞE BÜRÜNMÜŞTÜR. DURUM
VAHİMDİR: BÖYLESİNE “BEN YAPTIM OLDU” ANLAYIŞIYLA BU ÜLKENİN YÖNETİLMESİNE İZİN VERİLEMEZ.
3. Ülke seçim atmosferine girmiştir. Tarafsız Cumhurbaşkanının taraf olmasının
düşünülemeyeceği bir atmosferde; bakıyoruz ki, Cumhurbaşkanı AKP adına politikalar ve söylemler yürütmekte, halkımız böylece iktidar partisi adına çifte
bir propaganda furyasıyla, haksız bir
propaganda esiri yapılmaktadır. Bunun
demokrasi adına nasıl bir tehlike oluşturduğu açıktır.
4. Cumhurbaşkanı olarak, hiçbir hak
ve yetkisi olmadığı halde, MUHTARLAR
TOPLANTISI düzenleyerek, AKP propagandası içeren demeçleri ise, oynanan
oyunun ortaya koyması açısından önem
arzetmektedir.
5. “Anayasayı askıya aldığını” açıklayan ve Anayasaya aykırı eylemlerini sürdüren böyle bir Cumhurbaşkanına katlanmak, demokrasi ile nasıl bağdaştırılabilir?
Buna biz katlanamayız. Sizleri göreve çağırıyoruz.
C- Başvurucunun güncel ve kişisel
bir temel hakkının doğrudan zedelendiği
iddiasının açıklanması:
Cumhurbaşkanı seçildiği günden bu
yana;
Tarafsız bir cumhurbaşkanı olmak yerine, AKP’nin 1. Başkanı ve yine Cumhuriyetin 1. Başbakanı gibi, tarafsızlığıyla bağdaşmayan, propaganda ve polemik
üslubuyla her konuda taraf olacak şekilde
icraatlarda bulunan Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, hayalindeki başkanlık sistemi adına, mevcut anayasal sistemi askıya
almakta ve her türlü hukuk kurallarını hiçe
sayarak icraatlarını sürdürmektedir. Bunun
hukuk adına önlenmesi gerekmektedir ve
kamuoyu bu hukuksuzluğun önüne geçilmesini beklemektedir.
Konu acildir: Recep Tayip Erdoğan,
cumhurbaşkanı sıfatıyla da olsa, hâlâ yargıyı ve siyasi hayatı egemenliği altında tutan
tutum ve davranışlarını, demokrasi adına
tehlikeli bir biçimde sürdürmektedir. Buna
da kimse karşı çıkamamaktadır.
Bunun hukuk devletinde yeri yoktur.
Kendini halife gibi gösteren ve bu amacını
gizlemeyen bir cumhurbaşkanının, bu hukuk dışı amaç ve eylemlerinin önlenmesi
gerekmektedir. Bu merci de Anayasa Mahkemesi’dir.
Olayda, sadece başvurucu müvekkil
siyasi partinin siyasi hakları ve adil yargılanma hakkı ihlal edilmiş değildir. Tüm kamuoyunun anayasal hakları çiğnenmekte,
ihlal edilmektedir.
Aslında konuyla ilgili illa bir başvuru
gerekmediğini düşünüyoruz. Ancak konunun gündeme alınması için iş bu başvuruyu
yapmak zorunda kaldık.
Başvuru yollarının
tüketildiğine ilişkin bilgiler
A- Başvuru yollarının tüketilmesine
ilişkin aşamalar:
Bireysel Başvuruya konu ve başvuru
yolları tüketilmiş olan iki suç duyurusu söz
konusudur. Ancak bu suç duyurularından
ilki hakkında karar verilmemiş, ikinci suç
duyurusu ile birleştirilerek tek bir karar vecezalandırma yapılacaksa da canlarıyla
bedel ödemiş işçi kardeşlerimizin
yaşadıkları
karşısında
kendisine
verilecek
cezanın
bir
öneminin
bulunmadığını belirtti.
Ardından tüm avukatlar adına söz
alan Av. Pınar Akbina; müvekkilleri Av.
Tacettin Çolak’ın yöneticisi olduğu Halkın
Kurtuluş Partisi’nin Şanlı 15-16 Haziran
Direnişi’nin yıldönümünde kurulmuş ve
2015 Genel Seçimlerine 319’u işçi ve
tamamı emekçi olan 550 milletvekili adayı
ile katılan bir parti olduğunu, bu Parti’nin
Ermenek İş Cinayeti ile ilgili Recep Tayyip
ERDOĞAN (döneminin başbakanı), Taner
YILDIZ (T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanı), Faruk ÇELİK (T.C. Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanı), Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Sağlığı ve
Güvenliği Müdürlüğü, Maden İşleri Genel
Müdürlüğü yetkilileri ve Has Şekerler
Madencilik Limited Şirketi hakkında suç
duyurusunda bulunduğunu belirtti.
Ülkemizde her gün ortalama 5
kişinin iş “kaza”larında göz göre göre
öldüğü, hele hele dünyanın en büyük
maden iş kazalarından biri olarak
nitelendirilen, 301 işçinin alınabilecek
küçük
önlemlerle
kurtulabilecekken
öldüğü Soma’daki maden cinayetinden
dolayı tüm ülkenin yasa büründüğü sırada
Ermenek’te yeni bir maden cinayetinin
tüm toplumda uyandırdığı elem ve ızdırap
düşünüldüğünde bu konudaki eleştirilerin
sertleşmesinin de kaçınılmaz olduğunu
belirtti.
rilmiştir.
1. İlki şüphelilerinin R. Tayyip Erdoğan, Mustafa Özyar, İlhami Türker, suçların Anayasayı İhlal (TCK 309), Görevi
Kötüye Kullanma (TCK 257/1) ve Görevi
İhmal (TCK 257/2) olduğu 20.08.2014’te
yapılmıştır.
2. Diğeri şüphelilerinin R. Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu; suçların Anayasayı İhlal ve Görevi Kötüye Kullanma
olduğu 26.11.2014’te yapılmıştır. İlki hakkında bir karar verilmeden 26.11.2014’te
2014/114020 Srşt. No ve 2014/9536 No ile
Kovuşturmaya Yer olmadığına Dair karar
verilmiştir. 12.1.2015’te tarafımızca Takipsizlik Kararına itiraz edilmiş, 7. Sulh Ceza
Hâkimliğince 2015/1321 D. İş No ile yapılan incelemede itirazımız reddedilmiştir.
İşbu karar tarafımıza 22.04.2015 tarihinde
tebliğ edilmiştir.
Bireysel Başvuruya konu ve başvuru
yolları tüketilmiş olan iki suç duyurusu söz
konusudur. Ancak bu suç duyurularından
ilki hakkında karar verilmemiş, ikinci suç
duyurusu ile birleştirilerek tek bir karar verilmiştir.
1. İlki şüphelilerinin R. Tayyip Erdoğan, Mustafa Özyar, İlhami Türker, suçların Anayasayı İhlal (TCK 309), Görevi
Kötüye Kullanma (TCK 257/1) ve Görevi
İhmal (TCK 257/2) olduğu 20.08.2014’te
yapılmıştır.
2. Diğeri şüphelilerinin R. Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu; suçların Anayasayı İhlal ve Görevi Kötüye Kullanma
olduğu 26.11.2014’te yapılmıştır. İlki hakkında bir karar verilmeden 26.11.2014’te
2014/114020 Srşt. No ve 2014/9536 No ile
Kovuşturmaya Yer olmadığına Dair karar
verilmiştir. 12.1.2015’te tarafımızca Takipsizlik Kararına itiraz edilmiş, 7. Sulh Ceza
Hâkimliğince 2015/1321 D. İş No ile yapılan incelemede itirazımız reddedilmiştir.
İşbu karar tarafımıza 22.04.2015 tarihinde
tebliğ edilmiştir.
Sonuç Talepleri
Hukuk dışı, keyfi, Anayasayı askıya
alan icraata karşı Sayın Mahkemenizin,
re’sen harekete geçmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Bağlı olduğu Anayasa hükümlerini hiçe sayarak, önümüzdeki seçim güvenliğini de tehlikeye atan Cumhurbaşkanı’nın
bu pervasızlığının önlenmesi gerekmektedir. Aksi halde Anayasa ve demokratik kurallar yok olacaktır.
Anayasa Mahkemesi’nde kimin nasıl
seçildiği, yani güçler dengesi değil, Anayasanın ve hukuk kurallarının nasıl ihlal
edildiğinin tespiti önemlidir. Bu sizin asli
görevinizdir. Olayları seyrederek bu görev
yerine getirilemez.
TALEBİMİZ: CUMHURBAŞKANI
RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN, TARAFSIZ CUMHURBAŞKANI OLMA
SIFATINI KAYBETTİĞİNİN TESPİTİYLE, GÖREVİNDEN UZAKLAŞTIRILMASI YA DA CUMHURBAŞKANLIĞININ “ASKIYA ALINMASI” YÖNÜNDE İHTİYATİ TEDBİR KARARI
VERİLMESİDİR. 11.05.2015
Halkın Kurtuluş Partisi
Avukatı
Azime Ayça Alpel
Son söz olarak, bu davada asıl
yargılanması
gerekenler,
işçisine,
emekçisine sahip çıkanlar değil, bu iş
cinayetlerinin meydana gelmesine neden
olanlar, “kapatmaya kalktığınızda 50 kişi
araya giriyor” diyenlerdir, dedi.
Davaya Çalışma Bakanı Faruk
Çelik vekili aracılığıyla müşteki sıfatı
ile katılma talebinde bulundu. Ancak
Tacettin
Çolak’ın
savunmanları;
“bakanın doğrudan suçtan etkilenmediği
gerekçesiyle katılma talebini kabul
etmediklerini ve reddedilmesini, olayda
suç unsuru bulunmadığını ve DERHAL
BERAAT KARARI verilmesi gerektiğini”
belirttiler. Katılma talebi bir sonraki
celse değerlendirilmek üzere duruşmanın
görüleceği 05.10.2015 tarihine bırakıldı.
Duruşma çıkışında; “Davalar Bizi
Yıldıramaz!
Halkın
İktidarında
Soma-Ermenek Cinayetlerinin Hesabı
Sorulacak!” sözünün yazılı olduğu pankart
açılarak yapılan basın açıklamasında Av.
Tacettin Çolak ve Av. Pınar Akbina dava
ile ilgili bilgi verdikten sonra bu davada
yargılanan değil yargılayan olduklarını,
Halkın Davasının er geç başarıya
ulaşacağını belirttiler. 27.05.2015
Halkız Haklıyız Kazanacağız!
Halkın Kurtuluş Partisi
İzmir İl Örgütü
12
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015Y
Nakliyat-İş
Proletarya Enternasyonalizminin
temsilcilerini Türkiye’de buluşturdu
Baştarafı sayfa16’da
DSF’ye bağlı TUI-Transport Başkanlar Kurulu Toplantısı, Nakliyat-İş ve TUI
Transport Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu başkanlığında 20 Mayıs’ta,
DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Sapanca’daki sosyal tesislerinde
gerçekleştirildi. Toplantıda İşçi Sınıfının
dünya ölçeğinde yaşadığı problemler masaya yatırıldı, çözüm yolları arandı, bu çözümlere yönelik çeşitli kararlar alındı.
21 Mayıs’ta yine Sapanca’da Taşımacılık İşçileri Enternasyonali Avrupa Bölgesel
Konferansı gerçekleştirildi. Uruguay’dan
Mısır’a, Portekiz’den Kıbrıs’a, Yunanistan’dan İtalya’ya, Rusya’ya kadar birçok
ülkeden katılımcıyla gerçekleşen Konferans yaklaşık dört saat sürdü. Farklı ülkelerden gelen katılımcılar, kendi ülkelerindeki sınıf mücadelesinin seyriyle ilgili bilgiler verdi. DSF ve TUI Transport’un, sınıf
mücadelesini nasıl daha etkin bir biçimde
sürdürebileceğine yönelik değerlendirmeler yapıldı, çeşitli kararlar alındı. Bölgesel
ve sektörel bazda dayanışmanın arttırılması ve mücadelenin güçlendirilmesi kararlaştırıldı.
Konferansta Nakliyat-İş öncülüğünde 201 gündür devam eden Zet Farma
Direnişi’ne, yine Bursa’daki otomotiv
işçilerinin grevine, Portekiz’deki özelleştirme karşıtı kitlesel eylemlere, Almanya
ve İngiltere’deki demiryolu işçilerinin
grevlerine destek ve dayanışma mesajları
gönderildi. Ayrıca 2013 yılında tarihin en
büyük işçi katliamlarından birinin yaşandığı Soma’daki mağdur ailelere yönelik de
dayanışma mesajı gönderildi. Konferansın
sonunda ise bir sonuç bildirgesi hazırlandı.
TUI Transport Avrupa Bölge Konferansı’ndan bir gün sonra, 22 Mayıs’ta dünyanın dört bir yanından gelen katılımcılar Sapanca’dan İstanbul’a döndü. Saat 11.30’da
Türkiye ve dünya İşçi Sınıfı temsilcileri,
Dünya Sendikalar federasyonu Genel
Sekreteri George Mavrikos’un da katılımıyla Galatasaray Lisesi önünden Fransız
Konsolosluğuna kadar yürümek üzere bir
araya geldi. Burada çevik kuvvet polisleri
kitleyi engellemeye çalıştı fakat başaramadı. Yapılan tartışmaların ardından Ali Rıza
Küçükosmanoğlu tarafından kısa bir basın
açıklaması yapıldı ve sonrasında DSF’nin
kuruluşunun 70. yıldönümü vesilesiyle
Fransız Konsolosluğuna kadar planlanan
yürüyüş gerçekleştirildi.
Daha sonra Makine Mühendisleri Odası’nın konferans salonunda DSF’nin 70.
yılını kutlama etkinliği gerçekleştirildi.
Etkinlik Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun
açış konuşmasıyla başladı. Küçükosmanoğlu konuşmasında, dünyanın her yerinde
İşçi Sınıfının yaşadığı problemlerin ortak olduğunu, bu nedenle mücadelenin de
enternasyonal dayanışma içerisinde ortak
yürütülmesi gerektiğini vurguladı. Daha
sonra DSF Genel Sekreteri George Mav-
rikos konuşmasını gerçekleştirdi. Mavrikos, DSF’nin 126 ülkeden 92 milyon işçiyi
temsil eden dünyanın en eski uluslararası
işçi federasyonu olduğunu dile getirdi.
Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte dünyadaki sendikal hareketin
de ivme kaybettiğini, bundan DSF’nin de
belli oranda etkilendiğini ama son 15 yılda
bu durumun yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladığını vurguladı. İşçilerin birlikte
mücadele etmesinin önemine dikkat çeken
Mavrikos Nakliyat-İş Sendikası’na ve Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’na
bu üç günlük etkinlik serisini başarılı bir
şekilde gerçekleştirdiği için teşekkür ederek konuşmasını bitirdi.
Mavrikos’tan sonra söz alan uluslararası katılımcılar da yine Proletarya Enternasyonalizminin önemine dikkat çektiler.
Son sözü alan Ali Rıza Küçükosmanoğlu
katılımcı konuklara teşekkür ettikten sonra
“Yaşasın Proletarya Sosyalizmi”, diyerek
etkinliği noktaladı.
***
Dünya Sendikalar
Federasyonu’na Bağlı
Taşımacılık, Denizcilik ve
İletişim İşçileri Enternasyonali
TUI’nin
Avrupa Bölgesel Konferansı
Sonuç Bildirgesi
20-21 Mayıs 2015 Türkiye
Taşımacılık, Denizcilik ve İletişim
İşçileri Enternasyonali Avrupa Bölgesel
Konferansı, DİSK üyesi Birleşik Metal İş
Sendikasının Sapanca’daki sosyal tesislerinde 20 Mayıs tarihinde gerçekleştirildi.
Konferansa Uruguay, Portekiz, İtalya, Yunanistan, Rusya, Mısır, Bahreyn, Kıbrıs ve
Türkiye’den TUI üyesi sendikaların temsilcileri katıldı.
Konferansta şu noktaların altı çizildi:
* Katılımcıların ülkeleri farklı olsa da
dünyanın dört bir yanında işçi sınıfının karşılaştığı sorunların aynı, mücadelenin ortak
olduğu tespiti yapıldı.
* ABD, AB ve diğer emperyalist ülkelerin öncülüğündeki uluslararası finans
kapitalist sistemin işçi haklarına yönelik
saldırıları devam etmektedir. Sistem bunu
özelleştirmelerle, kuralsız ve esnek çalışmayla, düşük ücretlerle ve işçileri kölelik
koşullarına mahkum ederek yapmaktadır.
Kapitalistler daha fazla kâr elde etmek
amacıyla hayati derecede önemli ve son
derece basit önlemleri bile hayata geçirmemektedirler. Güvenli ve insana yaraşır
çalışma koşullarının sağlanmamasından
ötürü her geçen gün daha fazla sayıda işçi
hayatını kaybetmektedir.
* Bugün dünyadaki ekonomik düzen
gittikçe daha adaletsiz hale gelmektedir.
2008’de gerçekleşen emperyalizmin dönemsel krizinin sonucu olarak büyük tekeller, finans-kapitalistler daha da zenginleşirken İşçi Sınıfı giderek daha da yoksullaşmaktadır.
* 2010 yılı Küresel Servet Raporuna
göre hane halkı toplam gelirinin %85’ine
nüfusun sadece %8,6’sı sahiptir. Bu %8’lik
dilim içinde bulunan ABD’li 35 dolar milyarderi toplam servetin %44’üne sahiptir.
ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin nüfusu,
dünyanın toplam nüfusunun sadece %8’lik
bir bölümünü oluşturmasına rağmen dünyadaki toplam servetin %66’sına sahiptir.
* Yaklaşık bir milyar kişi her gün aç
yatarken ultra zenginler Picasso’nun “Cezayirli Kadınlar” adlı tablosuna 179 milyon
dolar ödeyebilmektedirler. Yine 34 modern
tablo için tam 706 milyon dolar ödeyebilmektedirler. Aynı kişiler bir kilosuna tam
13.000 sterlin ödeyerek beluga havyarı tüketebilmektedirler. Financial Times’a göre
İngiltere’deki sterlin milyarderleri 2014
ve 2015 yıllarında servetlerini 301 milyar
dolardan 325 milyar dolara yükseltmişlerdir. Ayrıca 1000 milyoner 2009 yılından bu
yana krizi bahane ederek servetlerini katlamışlardır.
* Emperyalistler kendi ekonomi politikalarını bazen IMF, Dünya Bankası gibi
ekonomik örgütleriyle, bazen AB, bazen de
uluslararası anlaşmalar aracılığıyla Dünya
İşçi Sınıfına dayatmaktadırlar.
* Taşımacılık İşçileri Enternasyonali
İşçi Sınıfının yaşadığı ortak sorunlar için
ortak bir mücadelenin verilmesi gerektiğini
vurgular.
* İşçi Sınıfının ortak sorunları, bu yıl
70. yılını kutlayan Dünya Sendikalar Federasyonu’nun sınıf temelli ilkelerinin belirleyeceği bir mücadeleyle ortadan kaldırılabilir.
* Avrupa Bölgesel konferansı katılımcılarının kendi ülkelerinden verdikleri örneklerden de netçe gördüğümüz gibi, emperyalist tekeller, kapitalistler, bazı devletler ve
hükümetler İşçi Sınıfına sarı-işbirlikçi sözde sendikaları dayatmaktadırlar. Bu sözde
sendikaların uluslar arası bağlantıları da
ortadadır. İşte bu yüzden DSF’nin ilkeleri
çerçevesinde işçi haklarını korumak için
etkin bir mücadele yürütmek bugün daha
önemli hale gelmektedir. Bugün çok açık
bir biçimde görülmektedir ki bu sarı-işbirlikçi sözde sendikalar emperyalist ve neo
liberal politikaların bir parçası haline gelmiştir.
* Avrupa Bölgesel Konferansı dünyanın dört bir yanında çalışan taşımacılık
işçilerinin mücadelesini desteklemektedir.
* TUI Başkanlık Kurulu ve Avrupa
Bölgesel Konferansı olarak Portekiz’deki
kardeşlerimizin özelleştirmelere karşı mücadelesini sonuna kadar desteklemekteyiz.
* TUI Başkanlık Kurulu ve Avrupa
Bölgesel Konferansı Kolombiya, Paraguay, Tacikistan ve Kazakistan’daki politik
ve sendikal tutukluların derhal serbest bırakılmasını talep etmektedir.
* 15 yıldan fazla bir süredir adaletsizce ABD zindanlarında esir alınan 5 Kübalı kahramanın özgürlüğüne kavuşmasını
selamlıyoruz. Bu, uluslar arası dayanışma
Dünya Sendikalar Federasyonu’nun 70’inci kuruluş yıl dönümü için
düzenlenen etkinlikte yapılan konuşmalar...
Uluslararası Taşımacılık
İşçileri Enternasyonali Genel
Başkanı,
DİSK/Nakliyat-İş Sendikası
Genel Başkanı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu:
B
ugün Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF)’nin 70’inci kuruluş yılı
kutlaması için buradayız.
Dünya Sendikalar Federasyonu üyesiyiz Nakliyat-İş Sendikası olarak.
Dünya Sendikalar Federasyonu 70’inci
yılını kutluyor. Ve Dünya Sendikalar Federasyonu Türkiye’de ilk defa böyle bir
etkinlik yapıyor. İlk defa bir kuruluş yıldönümü etkinliği yapıyor.
DSF’nin 70’inci kuruluş yılıyla ilgili
dünyanın değişik ülkelerinde etkinlikler
yapılmaya devam ediyor.
126 ülkeden 90 milyon işçinin üye olduğu bir konfederasyon DSF. Dünyadaki
en eski işçi konfederasyonu ve sınıf temelli, ücretli köleliğin ortadan kaldırılması
amacıyla, baskının ve sömürünün olmadığı
bir dünya yaratma amacıyla mücadele veren bir uluslararası işçi konfederasyonu.
Diğer konfederasyonlar gibi, sermayenin, kapitalizmin politikalarının, siyasi ve
ekonomik politikalarının yedeğine düşmüş
bir konfederasyon değil. İşçi Sınıfı davasının, İşçi Sınıfının bakış açısıyla, ekonomik
ve siyasi bakış açısıyla mücadele veren bir
sendikal örgüt. 1990 sonrasında birtakım
gerilemeler olmuş olsa bile bu süreçte hızla gelişen ve mücadelesi giderek gelişen,
büyüyen bir federasyon. O bakımdan biz
de böyle bir anlayış içerisinde olduğumuz
için sendika olarak DSF üyesiyiz.
Geçtiğimiz iki gün boyunca Taşımacılık Enternasyonali’nin Başkanlar Kurulu ve Avrupa Bölge Toplantısı yapıldı Sa-
devam eden toplantıda ortaya çıkan gerçekler; işte Uruguay’da işçilerin yaşamış
olduğu sorunlar, Bahreyn’de işçi kardeşlerimizin yaşamış olduğu sorunlar, İtalya’da,
Portekiz’de, Rusya’da işçilerin yaşamış
olduğu sorunlar, Mısır’da işçilerin yaşamış
olduğu sorunlar, Kıbrıs’ta, Yunanistan’da,
özellikle Syriza denilen projeyle işçilerin
panca’da. Ben aynı zamanda, Taşımacılık
Enternasyonali’nin Genel Başkanlığını
yürütmekteyim.
Son derece yararlı bir toplantı oldu.
Çünkü konuştuğumuz dil farklı da olsa,
dilimiz, inancımız farklı da olsa, farklı
ülkelerde de yaşıyor olsak, İşçi Sınıfı olarak yaşadığımız sorunlar aynı. Birkaç gün
ve emekçilerin yaşamış olduğu sorunlar
ortada. Aslında sorunlar aynı. Yani benzer
sorunlar...
İşçi Sınıfının, Türkiye’deki işçilerin
yaşamış oldukları sorunlar, bugün Bursa’da Metal İşçilerinin; Tofaş’ta, Reno’da
sarı sendikacılığa karşı başkaldıran metal
işçilerinin yaşadığı sorunlar aslında aynı.
hareketinin önemli bir başarısıdır.
* Uruguay’daki diktatörlük döneminde
ortadan kaybolan aktivistler anısına yapılan “Sessizlik Yürüyüşü’nün 20. yıldönümünü selamlıyoruz.
* Sao Paulo Metro Sistemi işçilerinin
ve sendikalarının, 42 işçinin yeniden işe
alınması için verdikleri mücadeleye yönelik desteğimizi ve dayanışmamızı deklare
ediyoruz.
* Şili-Santiago’daki Metro İşçileri Sendikası’nın özelleştirme (metro işletmelerinin yeni bayiliklere verilmesi) karşıtı mücadelelerine ve grev haklarının ellerinden
alınmasına karşı yürüttükleri mücadeleye
yönelik destek ve dayanışmamızı ilan ediyoruz.
* TUI Başkanlık Kurulu ve Avrupa
Bölgesel Konferansı ayrıca 2013 yılında
Soma’da katledilen resmi rakamlara göre
301 işçi kardeşimizin ailelerine yönelik dayanışma duygularını ifade eder.
* Avrupa’da, sınıf temelli sendikal hareketin ilkelerini benimseyen katılımcılarla
daha geniş katılımlı toplantılar düzenleme
ve düzenlenecek olan toplantılara çağrı
yapma görevini üstlenecek küçük bir çekirdek çalışma grubunun oluşturulmasına
öncelik verilmelidir.
* Taşımacılık Enternasyonal’ine üye
sendikalar arasındaki bağları ve dayanışmayı güçlendirmek için sektörel ve bölgesel çalışma grupları oluşturulmalıdır.
* Ayrıca, farklı ülkelerde DSF ofislerinin açılması daha iyi bir iletişim kurulması
için faydalı olacaktır.
* Şüphe duymaksızın inanıyoruz ki İşçi
Sınıfı eninde sonunda emperyalist-kapitalist sistemi yenecek ve sömürücülerin boyunduruğundan kurtulacaktır.
Bursa’daki Metal İşçilerinin
Direnişi ile Dayanışma Mesajı
TUI Başkanlık Kurulu ve Avrupa Bölgesel Konferansı ayrıca Türkiye’de, Renault, Tofaş, Mako ve Coşkunöz’de çalışan
otomotiv-metal işçilerinin, insana yaraşır
çalışma ve yaşam koşulları için işbirlikçi
sarı sendikalara karşı verdiği mücadeleyi
selamlıyor. Onların mücadelesinin bizim
mücadelemiz olduğunu deklare ediyoruz.
Almanya’daki Grevci
Demiryolu İşçileriyle
Dayanışma Mesajı
Taşımacılık İşçileri Enternasyonali,
daha iyi bir ücret ve çalışma koşulları ve
sendikal örgütlenmenin özgür olması için,
Ama bu sorunlara karşı nasıl bir çözüm? Nasıl bir mücadele?
Asıl olan o. Yani gerçekten İşçi Sınıfının çıkarları amacıyla mı bu sorunlara
karşı ekonomik ve siyasi olarak mücadele
edeceğiz ya da giderek bu emperyalist politikaların bir aracı haline gelen sarı gangster, işbirlikçi sendikalar mı İşçi Sınıfının
sorunlarını çözecek?
İşte bunun örneği Türkiye’de Reno’da,
Tofaş’ta görülüyor. Yıllardan beri örgütlü
olan, işçilerin başını bağlayan sarı, işbirlikçi (MESS’le işbirliği içinde olan) sendikaya karşı işçiler başkaldırıyorlar, haklı
bir mücadele veriyorlar. Buradan onlara da
selam gönderiyoruz.
Yine Portekiz’de işçi kardeşlerimiz, demiryolu işçileri özelleştirmeye karşı direnişte. Onları da selamlıyoruz.
Almanya’da, İngiltere’de yine direnişler ve mücadeleler var, onları da buradan
selamlıyoruz.
Taşımacılık İşçileri Enternasyonali
geçtiğimiz yıl, aslında DSF, dünyada hiçbir
sendikanın göstermediği bir duyarlılıkla,
geçtiğimiz yıl Haziran ayında İstanbul’da
Soma’yla ilgili uluslararası bir konferans
düzenledi. Soma’da ölen işçi kardeşlerimize karşı da dünyada en sorumlu davranan,
en duyarlı davranan örgüt aslında DSF.
DSF katliamı duyar duymaz, Sayın Genel
Sekreter Mavrikos buraya geldi ve Haziran
ayında sendikamızla beraber İstanbul’da
bir konferans düzenledik. Yani Soma’daki
işçi kardeşlerimizle dayanışma amacıyla
bir konferans düzenledik.
Değerli işçi kardeşlerim, Sayın konuklar
Yani sorunlar gerçekten ortada. Buna
işverenler tarafından uygulanan engelleme
çabalarına karşı şu anda grev yapmakta
olan Alman demiryolu işçilerine yönelik
desteğini ifade eder.
Avrupa Sendikal Hareketi içerisinde
sarı sendikacılığın hâkim olması, işçi menfaatlerini korumak isteyen ve korumaya
d
çalışan ve militan bir sendikal mücadele
g
yürütmeyi amaçlayan sendikal örgütlenmenin önüne büyük güçlükler ve engeller
k
çıkarmaktadır.
Tüm bu güçlüklere ve engellere karşı
y
genelde Dünya İşçi Sınıfı ve özelde taşız
macılık işçilerinin elindeki silah sınıf dam
yanışmasıdır. Bu bağlamda, sınıf temelli
b
sendikal hareket Almanya’daki demiryolu
ş
işçilerinin mücadelelerini destekler.
b
o
25-26 Mayıs 2015’te
i
İngiltere’de gerçekleşecek m
olan RMT Greviyle
d
Uluslararası Dayanışma
l
Bugün Türkiye’de toplanan Avrupa
taşımacılık sendikaları, İngiltere’deki demiryolu işçileriyle ve RMT Sendikasıyla,
25-26 Mayıs’ta gerçekleştirecekleri grev
vesilesiyle sınıf dayanışmasını ilan eder.
RMT ve TSSA demiryolu işçileri şu an,
d
r
g
şirketin iş güvenliği için yeterince önlem
almamasından ve yeterli bir ücret sunmamasından dolayı Network Rail ile anlaşmazlık içindedir. İngiltere demiryolu işçiS
leri Avrupa Birliği tarafından teşvik edilen
R
ticarileştirme ve özelleştirme politikasının
e
cezasını çekmektedir. Halk için son derece
n
pahalı hale getirilen demiryolları gibi stratejik bir sektör ticarileştirilmekte ve özelr
leştirilmektedir. Demiryolu işçilerinin iş
i
yükleri artmakta, ücretlerine ve iş ilişkilem
rine yönelik saldırılar yapılmaktadır. Diğer
taraftan Network Rail ise milyarlarca dolar
K
kâr elde etmektedir.
g
Bugün Türkiye’de bir araya gelen
k
DSF’ye bağlı Taşımacılık İşçileri Enternasd
yonali, RMT’nin İngiliz demiryolu işçileris
nin haklarını korumaya yönelik mücadelen
sini sonuna kadar destekler ve grevlerinin
G
başarıyla neticelenmesini temenni eder.
b
A
Sapanca-Türkiye, 21 Mayıs 2015
Yaşasın Proletarya
Enternasyonalizmi!
Yaşasın Dünya Sendikalar
Federasyonu
Yaşasın Taşımacılık Enternasyonali
Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin!
karşı gerçek anlamda sınıf sendikacılığı
anlayışıyla mücadele edersek, DSF’de somutlanan, ifadesini bulan sendikal anlayışla mücadele ettiğimizde sömürüye karşı,
ücretli köleliğe karşı kalıcı haklar kazanabiliriz.
Sınıfların, sınırların olmadığı bir dünyaya ancak İşçi Sınıfı mücadelesi üzerinden oluşabilir. Ezilen dünya hakları mücadelesi ancak böyle başarıya ulaşabilir.
O bakımdan bugün gerçekten anlamlı bir
gün.
Şunu da belirteyim biraz önce de söylemiştim. Bugün aksilikler hep bizi buldu
bir anlamıyla. Aslında saat 10.30-11.00’de
Galatasaray Lisesi önünde toplanma, oradan Taksim’e yürüyüş ve salon toplantısı
olarak DSF’nin 70. yıl etkinliğini planlamıştık. Ancak sabah Sapanca’dan buraya
gelecek servis aracının bir saat gecikmesi
ve devamındaki eksiklikler sonucu programa bir saten fazla süre geç başlamak durumunda kaldık. Doğal olarak bu durum
katılımı da etkiledi.
Ancak daha kitlesel, coşkulu DSF kuruluş etkinlikleri örgütleyecek durumdayız
artık Türkiye’de, bunun bilinmesini isteriz.
70. yıl etkinliğimize katılan kurumlarımıza, DİSK Genel Sekreteri, Limter-İş
Genel Başkanına, Halkın Kurtuluş Partisi MYK üyesi Av. Pınar Akbina’ya, diğer
halk örgütlerine, işyeri temsilcilerimize ve
üyelerimize teşekkür ederiz.
Bu düşüncelerle bir kez daha
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Yaşasın Dünya Sendikalar Federasyonu DSF!
Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin!
13
Yıl: 9 / Sayı: 88/ 1 Haziran 2015
DSF Genel Sekreteri
George Mavrikos:
Sevgili Kardeşler, Sevgili Yoldaşlar,
Burada tüm kardeşlerimizle, diğer yoldaşlarımızla bir arada olmak bizim için
gerçekten büyük bir gurur kaynağı.
Bugün burada DSF’nin 70’inci yılını
kutlamak için toplanmış bulunuyoruz.
DSF ilkesel olarak sınıf temeline dayanan sendikacılığı esas almaktadır. Aynı
zamanda bunun Türkiye’de yapılıyor olması da güçlü bir geleneğin parçası olması
bakamından önemlidir. Burada başlangıçta
şunu ifade etmek istiyorum ki, Türkiye’de
bir süreden beri yiğitçe mücadele etmekte
olan Bursa’daki otomotiv işçilerini, metal
işçilerine buradan DSF olarak dayanışma
mesajı göndermek istiyorum. Aynı zamanda Nakliyat-İş önderliğinde gerçekleştirilen Zet Farma Direnişi’ne de aynı şekilde
dayanışma mesajımızı göndermek istiyoruz. Enternasyonal olarak dayanışma duygularımızı ifade etmek istiyoruz.
Sevgili Kardeşler,
Buradan Nakliyat-İş Sendikasına ve
Sendikamızın Genel Başkanı Sayın Ali
Rıza Küçükosmanoğlu’na çok teşekkür
etmek istiyorum. Onlar bizi son derece konuksever bir biçimde karşıladılar.
Dün ve dünden önceki gün çok başarılı, sonuçları bakımından da çok başarılı
iki tane toplantı yaptık burada. Kendisine
müteşekkiriz.
Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza
Küçükosmanoğlu’nun da az önce söylediği
gibi, Nakliyat-İş Sendikası Dünya Sendikalar Federasyonu’na üyedir. Aynı zamanda geçtiğimiz yıl Şili’de yapılan kongre
sonrasında da Sayın Ali Rıza Küçükosmanoğlu Taşımacılık İşçileri Enternasyonali
Genel Başkanı seçilmiştir. Bu yüzden diğer
bölgelerden gelen yoldaşlarımız işte Latin
Amerika bölgesi, Avrupa bölgesinden ve
dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen konuklarımız bu yüzden bu toplantı için İstanbul’da bulunuyorlar şu anda.
Şimdi sizlere DSF’nin tarihiyle ve
DSF’nin ilkeleriyle ilgili çeşitli bilgiler
vermek istiyoruz.
Dünya Sendikalar Federasyonu, İkinci
Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte, 1945
yılında kurulmuştur. Ve 1990 yılına kadar dünya İşçi Sınıfı hareketine sendikal
anlamda öncülük etmiştir. Tüm dünyadaki çalışan işçileri kapsayan bir mücadele
yürütmüştür. Öncelikle bizim savaştığımız cephe, sömürgecilik karşıtı cepheydi.
Aparteid rejimine karşı mücadele ettik.
Baskıcı rejimlere karşı mücadele ettik. İnsanın insan tarafından sömürülmediği bir
dünyayı yaratmak için mücadele ediyoruz
ve dünyada hiçbir köşe yoktur ki, hiçbir
bölge yoktur ki, DSF’nin güçleri, DSF’nin
sendikacıları en ön saflarda mücadele etmemiş olsun. Biz dünya çapında dünyanın
bütün bölgelerinde, en ön saflarda mücadele ediyoruz.
1990’la 2000 yılı arasında çeşitli problemler yaşadık elbette. Fakat 2000’den
2015 yılına kadar yani son 15 yıllık süreçte
yeniden toparlanma sürecine girdik ve hızlı
bir büyüme içerisine girdik. Bugün Dünya
Sendikalar Federasyonu dünya çapında 92
milyon üyeye sahip.
Bizim mücadelemizde temel şiarımız,
Karl Marks tarafından ortaya koyulan
“Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin” sloganı altında biz mücadelemizi yürütüyoruz
ve bu anlamda Proletarya Enternasyonalizminin önemine dikkat çekiyoruz.
Bizim için enternasyonalizm sadece
teorik düzeyde değil, aynı zamanda pratikte de en önemli ilkelerden birisidir. Gösterdiğimiz, sahip olduğumuz enternasyonaliz
ilkeye en bariz örnek olarak, geçtiğimiz yıl
Soma’da yaşanan işçi katliamından sonra
uluslararası düzeyde çeşitli kuruluşlara ve
hükümetlere baskı yaparak bütün işçiler
için, başta özelikle Soma işçileri, o böl-
ge için daha çok iş güvenliğinin ön plana
çıktığı tedbirlerin alınması için bir baskı
unsuru yarattık. Bu enternasyonal dayanışmamızın bir örneğidir.
Bizim için enternasyonalizm demek,
sadece sözde kalan bir kavram değildir. Biz
bunu dünya çapında somut bir şekilde yaşıyoruz. İşçi mücadelelerinde, dünyanın her
yerinde işçi mücadelelerinde somut olarak
teoriden pratiğe enternasyonalizm ilkesini
hayata geçiriyoruz.
Bizim için en önemli ilkelerden birisi
de; sınıf mücadelesi ve sınıfın birlikteliği tabiî ki. İşçi Sınıfının mücadelesi ve İşçi
Sınıfının birlikteliği ilkesidir.
Bildiğimiz gibi birçok sendikada her
zaman birlik, birlik, birlik sürekli konuşup durulur. Fakat birlik, birlik diye slogan
atanlar genellikle kendi şemsiyesi altında
birliği önermektedir. Gelin bize dâhil olun
diye. Örneğin ileriki günlerde Türkiye’de
genel seçim süreci yaşanacak. Türkiye’nin
şu andaki Cumhurbaşkanı Erdoğan, gelin
birleşelim, birleşelim diye sürekli söyleyip
duruyor. Fakat sorduğumuz zaman nerede
birleşelim diye, tabiî ki kendi partisi çatısı altında birleşmeyi öneriyor. Fakat Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, aslında
sizler Erdoğan’ın politikalarına karşı başka
bir birliğin içerisinde yer almalısınız.
Ve burada şunu belirtmek gerekir, birlik dediğimiz zaman aklımıza şu soru gelir:
Kiminle birlik kuracağız? Ve ne amaçla, ne
yapmak için birlik kuracağız?
Bizim ayırt edici özelliğimizden biriside bizler antiemperyalist, antikapitalist bir
sendikal hareketiz. Bizim tüzüğümüzde,
bizim kongrelerimizde aldığımız kararlarda daima emperyalizme karşı mücadele
ederek, sınıf farklarının olmadığı bir dünyayı kurmak için, böylesi bir mücadeleyi
yürütmemiz gerektiğini karar altına almışızdır. Ve savunduğumuz bu değerlerle birlikte çeşitli uluslararası organizasyonların
içerisinde de yer alıyoruz.
Örneğin İLO’da, Birleşmiş Milletler’de, FAO’da, bu tür organizasyonlarda
sürekli bu ilkelerimizi hayata geçirmek için
mücadele ediyoruz.
Şu anda bildiğiniz gibi, 70’inci yıl kutlamaları için buradayız. Fakat tarihten sadece ders almak yetmez. Tarihten aldığımız
dersi bugün nasıl uygulayacağımızı ortaya
koymamız gerekir ve oradan çıkardığımız
sonuçlarla yarın ne yapacağımızı belirlememiz gerekir. En önemli noktalardan birisi budur.
Bu noktada eylem planlarımızla ilgili
küçük bilgiler vermek istiyorum.
Birkaç gün sonra, önümüzdeki hafta,
1-2 Haziranda Brüksel’de gerçekleştirilecek, Avrupa Parlamentosu’yla birlikte
gerçekleştirilecek toplantıda Latin Amerika’dan ve diğer bölgelerden yoldaşlarımızla dayanışma etkinliği yapacağız, toplantımızı yapacağız.
6-7 Haziran tarihinde yine Cenova’da
Soma Mitinginde Tek Ses:
“Soma’nın Hesabı Sorulacak”
Öldürür”, “İşçide
Kömür
Karası,
Tayyip’te
Yüz
Karası” sloganları
eşliğinde yapılan
yürüyüşle miting
alanına gelindi.
Açılış konuşmasının ardından katliamda hayatını kaybeden işçilerin ailelerinin acı ve öfke dolu konuşmaları,
katliamda evladını kaybeden bir annenin “her anneler günü beni ilk oğlum
arardı. Anneler günümü kutlardı. Bugün de anneler günü. Benim oğlum
nerede?” şeklindeki haykırışı uzun süre
akıllardan silinmeyecek türdendi. Söz
alan tüm ailelerin ise ağızlarından çıkan
tek bir şey vardı: “Tüm sorumluların
cezalandırılmasını istiyoruz. Davamızın
peşini bırakmayacağız”
İzmir
Geçtiğimiz yıl Soma’da yaşanan ve
301 işçinin ölümüyle sonuçlanan katliamda hayatını kaybeden işçiler, 10 Mayıs
günü Somalı ailelerin çağrısıyla Soma’da
gerçekleşen mitingle anıldı.
HKP İzmir İl Örgütü olarak “So-
ma’nın Katili Tayyipgiller’in Bekçiliğini Yaptığı Sömürü Düzenidir” pankartımız ve flamalarımızla
Soma’daydık.
“Soma’nın
Hesabı
Sorulacak”, “Gün Gelecek Devran
Dönecek Katiller Halka Hesap
Verecek”, “Analar Doğurur Patronlar
Ermenek’te, Zonguldak’ta yaşanan
maden katliamlarında yakınlarını kaybedenler de Somalı ailelere destek vermek
ve seslerini duyurmak için alandaydı.
Onların da tek istekleri, acılarına sebebiyet verenlerden hesap sorulmasıydı.
Ailelerin konuşmalarından sonra söz
alan demokratik kitle örgütlerinden temsilcilerin konuşmalarının ardından miting, “Soma’yı Unutma Unutturma”,
“Soma’nın Hesabı Sorulacak” sloganları eşliğinde sonlandırıldı.
Soma mitinginden herkesin çıkarttığı
sonuç; Soma’nın acısının ve öfkesinin ilk
günkü tazeliğini koruduğu, sorumlular
hesap verene kadar da dinmeyeceği oldu.
***
Antalya
Soma Katliamı’nın 1’inci yılında yüreklerimizde aynı acıyla Antalya Kapalıyol’da Birleşik Kamu-iş ve HKP’li yoldaşlarımız ile birlikte bir anma yürüyüşü
George Mavrikos
kriz ve işsizlik konulu bir gösteri yapacağız, etkinlik yapacağız.
24-26 Haziran tarihlerinde Paris’te
yine Petro kimya endüstrisindeki işçilerin
sorunlarına dikkat çekeceğimiz bir organizasyon, bir etkinlik daha yapacağız.
DSF’nin 70’inci yıl etkinliklerini asıl
kitlesel olarak, çünkü 3 Ekim tarihidir kuruluşu, 3 Ekim tarihinde yani tam 70’inci
yılına girerken, Brezilya’nın Sao Paulo
kentinde farklı ülkelerden binden fazla delegenin katılımıyla gerçekleştireceğiz.
Konuşmamı bitirirken burada Sayın
Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun huzurunda,
diğer katılımcı yoldaşlarımızın huzurunda
şunu deklare etmek isteriz ki, bizler daima
mücadelenizde sizinle birlikte olacağız.
Daima İşçi Sınıfının yanında olacağız.
Bugün nasıl ki Bursa’daki Metal İşçilerinin yanındaysak, Zet Farma Direnişçilerinin yanındaysak, bu konuda son derece
istikrarlı bir şekilde mücadelemizi yürüteceğiz, daima sizlere mücadelenizde destek
vereceğiz, birlikte mücadele edeceğiz.
Çok teşekkür ederiz katılımlarınız için.
Dünya Sendikalar Federasyonu’nun
Türkiye’deki Zet Farma İşçilerinin
Mücadelesiyle Dayanışma Mesajı
Dünya Sendikalar Federasyonu
(DSF), 200 günden fazla süredir yürüttükleri mücadeleden dolayı ZET FARMA işçilerine ve onların taşımacılık
sektöründeki sendikaları Nakliyat-İş
Sendikası’na yönelik sınıf dayanışmasını ifade eder. Yürütülen mücadelenin
sebebi işçilerin sendikaya, Nakliyat İş
Sendikası’na üye oldukları için işten çıkarılmalarıdır.
Dün, işçiler şirkete ait işyerini işgal
etmişler, atılan işçilerin geri alınmasını
ve sendikal haklarının engellenmemesini
talep etmişlerdir.
Dünya çapında sınıf temelli bir örgüt olan, 90 milyonun üzerinde işçiyi
temsil eden Dünya Sendikalar Federas-
gerçekleştirdik. Soma’da ölen kardeşlerimizin, aşağılık çıkarları uğruna katlettiği
masum insanlarımızın kanının Tayyipgiller’in eline bulaştığını haykırdık.
Bildiğimiz gibi 13 Mayıs 2014 tarihinde Soma’dan tüm insanlığın yüreğine
bir ateş düştü. Manisa’nın Soma ilçesinde Parababaları tekelindeki maden işletmesinde, insanı ve insani değerleri hiçe
sayan kapitalizm bir katliama daha imza
attı. Tarihimizdeki en kitlesel işçi katliamı yaşandı. Bu katliamda 301 işçi hayatını kaybetti. Çoğu hayatının baharında
olan bu işçiler göz göre göre ölüme gönderildiler, ama katiller bunu normalleştirmeye çalışarak KAZA dediler.
Bu katliamın Tayyipgiller’in rant
sevdasıyla özelleştirme sonucu olduğunu bizler biliyoruz. Madencilik sektörü
de özelleştirmelerden nasibini almıştır.
Çağın gerisinde yöntemler ile yapılan
yonu ZET FARMA işçilerinin ve Nakliyat İş’in yanındadır. DSF, Zet Farma
şirketindeki işçilerin, işverenin terörizmine karşı sendikal haklar için verdiği mücadeleyi sonuna kadar destekler.
DSF olarak Zet Farma’daki işverenin,
işçi düşmanı, sendika düşmanı, işçileri
terörize etmeye yönelik politikalardan,
işten çıkarmalardan derhal vazgeçmesini
talep etmektedir. 5 kıtadan DSF’ye üye
tüm sendikaları Zet Farma işçilerinin
haklı mücadelesine destek vermeye çağırıyoruz.
Atina, 28 Mayıs 2015
DSF Genel Sekreterliği
madencilik özelleştirilerek, işverenlerin
insafına terk edilmiştir. Bu sektör deneyimi olmayan, gerekli teknik donanımdan
ve alt yapıdan yoksun ve tek düşüncesi
daha fazla üretim daha çok kar olan sermayenin eline geçmiştir.1150 odalı kaçak
saray yaptıran Tayyipgiller insan hayatını
hiçe sayarak madenlere yaşam odası yapmamaktadır.
13 Nisan da görülmeye başlayan davada henüz suçlular cezalarını almamışlardır. “Her şey denetlenmiştir, kusur
yoktur.” diyerek Soma Holding’in avukatlığını yapan dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın maden kazaları ile ilgili
de “ÖLÜM MADENCİNİN FITRATINDA VAR” açıklaması kulaklarımızda,
maden şehitlerinin acısı yüreklerimizde
bu davanın takipçisi olacak,mutlaka hesap soracağız!
Zet Farma’da işgal
Baştarafı sayfa 16’da
Zet Farma işvereni içeride çalışan
üyelere de sendikadan istifa etmeleri
için baskılar yapmaya başladı. Bu
baskılara bir süre direnen üyelerimiz,
işverenin bu baskılarını ve sendikal
örgütlenmeye karşı takındığı işçi-sendika düşmanı tavrını protesto etmek için
dün akşam mesai bitiminde, 17.30’da,
300’e yakın çalışanla işyerinin içinde
direniş başlattılar.
İlerleyen saatlerde İlçe Emniyet
Müdürü gelerek eylemin kanunsuz
ve yasadışı olduğunu ve derhal
sonlandırılması gerektiğini söyledi.
Ancak üyelerimiz kararlı bir şekilde
eylemlerine devam ettiler. Gece geç
saatlere kadar devam eden bu uyarı niteliğindeki eylem gece yarısı yine halaylarla, sloganlarla sona erdi.
Eylemde sık sık “Zet Farma’ya
Sendika Girecek Başka Yolu Yok”
“Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” “Direne Direne Kazanacağız”
“Yaşasın Zet Farma Direnişimiz”
gibi sloganlar atıldı.
Üyelerimizin talebi, Zet Farma işvereninin çalışanlar üzerindeki
baskılara son vermesi, sendikayı tanıması, toplusözleşme sürecini tıkamaması ve atılan işçilerin işe geri alınmasıydı.
Mücadelemiz zafere ulaşıncaya kadar, her türlü meşru eylem ve protestolarla devam edecek. 28.05.2015
İş!
İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız!
İnadına Sendika İnadına NakliyatNakliyat-İş Sendikası
Genel Merkezi
14
Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015
sınıf bilinçleri ağır bastı. Türk Metal’i ve
MESS’i devre dışı bırakmazlar, işçilerin taleplerine kulak tıkamaya devam ederlerse
sonlarının hiç de iyi olmayacağını, bu işin
burada kalmayacağını gördüler, kavradılar.
İşçilerin taleplerine boyun eğdiler.
Yani; işçilerin baştan beri söyledikleri
şu talepleri kabul ettiler:
1- Eylemden, işgalden dolayı hiçbir işçi
işten çıkarılmayacak.
Metal İşçisi, Türk Metal Sendikası’na tekmeyi vurdu
Sat sat nereye kadar
Bitti buraya kadar!
Devrimi’nin Özgücü olduğu gerçeğini bir
kez daha kanıtlamıştır böylece. Bu iki kere
iki dört ederce kesin gerçekliği, kendisini
görmek istemeyen her kesimin gözüne bir
kez daha batırmıştır İşçi Sınıfı.
Ancak, Metal İşçilerini ve Türkiye İşçi
Sınıfını bir tehlike beklemektedir. Bu da
şudur: Türk Metal’den kurtulmak çok güzel, çok iyi, çok doğru ama sendikasızlık da
bir o kadar kötüdür.
Bursa’da başlayan Metal İşçilerinin eylemi, İzmit’e, Ankara’ya, Eskişehir’e, İzmir’e ulaştı. Yani Metal İşçilerinin yoğun olarak bulundukları tüm şehirler eylem
yerine döndü. Ve sonuç olarak metal işçileri, işverenlere haklı, meşru taleplerinin
kabul ettirdiler. Bu çok önemli bir gelişmedir. Tarihsel bir öneme sahiptir.
H
er kötülüğün, her namussuzluğun,
her satışın bir sonu vardır. Sürgit
devam etmez hiçbir zaman. İnsan,
isyan huyludur ve bir noktadan sonra isyan
eder. Ayağa kalkar ve o kötülüğü, namussuzluğu yapanı alaşağı eder. Tarih bunun
birçok örneğiyle doludur. Daha doğrusu
Tarih hep böyle işler. Yoksa İnsanlık Nemrutlar ve Firavunlar Çağına takılır kalırdı.
Bunun somut bir örneğini yaşıyoruz
şu günlerde ülkemizde. ABD ve onun casus örgütü CIA tarafından kurdurulmuş
TÜRK-İŞ’e bağlı sarı gangster Türk Metal Sendikası, on yıllardır, daha doğrusu
kurdurulduğu 1963 yılından beri İşçi Sınıfımızın metal işkolundaki bölümünü,
yerli yabancı Parababalarına sattı. Türk
Metal Sendikası yöneticileri (gelmiş geçmiş hepsi) bu işkolunda faaliyet yürüten
işverenlerin, yerli yabancı Finans-Kapital
şirketlerinin üye olduğu Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS)’le, al gülüm
ver gülüm ilişkisi içinde Metal İşkolundaki
toplusözleşmeleri işverenlerin istekleri, çıkarları doğrultusunda imzaladılar. Ama ne
imzalama…
Her toplusözleşme, hep işverenlerin
dayatmaları sonucunda imzalandı. İşçi sınıfımız hiçbir zaman istediği ücret ve sosyal haklara sahip olamadı. Ne kadar direnmeye, isteklerini dile getirmeye çalışsa da
başta sarı gangster Türk Metal Yöneticileri
tarafından engellendiler. Kimi zaman, göstermelik olarak, işçilerin argo deyişle gazını almak için eylemler, direnişler hatta zaman zaman grevler bile yapsalar, sonunda
hep işverenlerin istekleri oldu. Türk Metal
Yöneticileri işçileri hep sattılar.
Nereye kadar?
İşte buraya kadar! Bugüne kadar!
En son Nisan ayı içerisinde, Bursa’da
bulunan Bosch işvereniyle imzalanan sözleşmeye kadar.
Türk Metal ve MESS, Aralık 2014’te
bu işkolunda bulunan; Renault, Tofaş,
Mako, Ford Otosan, Coşkunöz vb. büyük
fabrikalarla. “Grup Sözleşmesi” imzaladılar bugüne kadar yaptıkları gibi. Ve Metal
İşçilerini 3 yıllığına bir kez daha sattılar.
Sonra Nisan ayı içerisinde yine
MESS’e bağlı Bosch fabrikasıyla ilgili
toplu sözleşmeyi imzaladılar. Geçtiğimiz
yıllarda Bosch İşçisi, Türk Metal’den istifa edip DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş
Sendikası’na üye olmuştu. Ancak, Birleşik
Metal-İş’in basiretsizliği ve işçilere sahip
çıkmayışı sonucu işçiler tekrar Türk Metal’e üye olmuşlardı. Bu durumdan ötürü
36 aydır toplusözleşme imzalanamamış,
dolayısıyla da Bosch İşçisi hiçbir ücret ve
sosyal hak artışı alamamıştı. 36 aydır aynı
ücretlerle kölece çalışıyordu.
Türk Metal Sendikası, Bosch İşçilerinin sözde hak kayıplarını gidermek için,
gerçekte ise biriken öfkesi yatıştırmak için,
diğer büyük fabrikalarla imzaladığı toplusözleşmelerden daha iyi haklara sahip bir
sözleşme imzalamak zorunda kaldı. MESS
de buna itiraz etmedi. Bosch İşçisinin tepkisinin dindirilmesi gerekiyordu…
Başta Renault İşçileri olmak üzere, Tofaş, Mako, Coşkunöz İşçileri, Bosch’la imzalanan toplusözleşmeyle Bosch İşçilerine
sağlanan hakların kendilerine uygulanmasını, bir ek protokolle bunun sağlanmasını
istediler Türk Metal Sendikası Yöneticilerinden. Ama Türk Metal Sendikası Yöneticileri, işçilerin bu haklı taleplerini hiç
kale bile almadılar. Hiç umursamadılar, hiç
önemsemediler. Çünkü şu ana kadar nasıl
satmışlarsa, nasıl uyutmuşlarsa, tepkilerini nasıl dindirmişlerse yine öyle olacağını
düşündüler. İşçiler bir iki mızıldanır, sonra boyun eğerlerdi. Bugüne kadar böyle
olmuştu, bundan sonra da böyle olurdu.
Böyle düşündüler Türk Metal Yöneticileri. Ki işverenler de zaten böyle bir talebe
hiçbir zaman evet demezler, yeni bir hak
vermeyi asla kabul etmezlerdi onlara göre.
Dolayısıyla iki taraf da anlaşık bir vaziyette işçilerin taleplerine kulaklarını tıkadılar,
duymazdan, görmezden geldiler.
Ancak hiç beklenmedik, hiç hesapta
olmayan, hiç akla hayale gelmeyecek bir
şey oldu: Metal İşçileri ayaklandı. Gerçek
anlamda ayaklandı.
Bu ayaklanma, askeri bir ayaklanma
değildi elbette. Ama Metal İşçileri, kendi yordamlarınca, önce işyerinde yemek
boykotu, iş yavaşlatma gibi eylemlere başvurdular. Ve böylece taleplerini hem işverenlere hem de sendikacılara duyurdular.
Ama iki kesimden de tık çıkmadı. Bunun
üzerine ilk önce Renault İşçileri Türk Metal sendikası Yöneticilerine, taleplerimizi
dinlemez ve gereğini yerine getirmezseniz sendikadan istifa edeceğiz, dediler. Ve
Bursa Kent Meydanı’nda bir eylem düzenlediler ilk kez olarak. Ama gangster Türk
Metal yöneticileri, gangsterliklerini bir kez
daha gösterdiler ve işçilere çakallarını saldırttılar eylemi kırmak için.
İşte bu, Metal İşçileri açısından bardağı taşıran son damla oldu. İşçiler birikmiş
büyük öfkelerini zincirlerinden boşalttılar
ve Türk Metal’den istifaya başladılar. Sadece bununla da kalmadılar. İşyerlerinde
oluşturdukları işçi komiteleri aracılığıyla
da işverenlere taleplerini ilettiler ve işverenlerin; Sendikayı ve MESS’i devre dışı
bırakarak bizzat kendileriyle görüşmesini
istediler.
İşverenler de Türk metal yöneticileriyle
aynı anlayışta oldukları için bu talepleri hiç
önemsemediler ve eski düzenin süreceğini
beklediler. Ama dediğimiz gibi Metal İşçileri açısından bıçak kemiğe dayanmıştı.
Başta Renault İşçileri olmak üzere,
vardiyaları dolayısıyla işyerinde bulunan
işçiler işyerlerini işgal ettiler. İşyerinden
çıkmadılar. Dışarıda bulunan işçiler de
işyerlerinin önüne gelerek beklemeye başladılar. Ve eylem çığ gibi yayıldı. Renault,
Coşkunöz, Mako, derken Tofaş’a sıçradı.
Ototrim’e, Er Metal’e sıçradı. Ve Bursa’daki bütün büyük fabrikalara bir anda
eylem yerine döndü.
Ve tam bu aşamada Türk Metal Sendikası Genel başkanı Pevul Kavlak, tarihi
bir hata yaptı ve Eskişehir1 Nolu Şubesi Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada,
işçilerin eylemini yasadışı ilan etti. İşverenlerin işçileri tazminatsız olarak işten
çıkarma hakkı doğmuştur, dedi. İşçilerin,
bu yasadışı işgal eylemini sonlandırmaları,
taleplerinden vazgeçmeleri ve işverenlerin
verecekleri kararları beklemeleri, gerekir,
dedi. İşçilerle bir anlamda, hiç istemeden,
hiç başka sonuçlara yol açacağını düşünmeden, geçmişte olduğu gibi olacağını,
işçilerin boyun eğeceğini düşünerek bu konuşmayı yaptı.
Bu konuşma, bu açıklama, bu tehdit, bu
teslimiyet, bu satış konuşması her şeyi bitirdi. Artık ok yaydan çıkmıştı. Ve binlerce
işçi Türk Metal Sendikası’ndan istifa etti.
Türk Metal Bursa’da bir anda sıfırlandı.
Yok hükmüne indi. Bunun üzerine Türk
Metal Sendikası Yöneticileri iyice çirkef-
leştiler, iğrenç içyüzlerini gizleyemez bir
halde işçilere her türlü aracı, yolu, ahlaksızlığı, namussuzluğu kullanarak saldırmaya, karalamaya, başladılar. Yok işçiler kandırılmış, yok işçilerin arasında teröristler
varmış. İşçi komitelerindeki işçiler kendi
çıkarlarını düşünüyorlarmış vb. vb… Akla
hayale gelmeyecek yol ve yöntemlerle azgınca saldırdılar, saldırdıkça da bittiler…
Öyle ki eylem bir anda İzmit’e, Ford
Otosan fabrikasına sıçradı. Dytech Automotive’e sıçradı. Orada kalmadı Eskişehir’deki Arçelik’e sıçradı. Ankara’da Türk
Traktör’e. İzmir’de CMS Jant fabrikasına
sıçradı. Eylem yayıldıkça yayılıyordu. Kıvılcım ateş olmuştu. Her yönden parlıyordu...
Öyle ki eylemin etkisi sadece Türkiye’yle sınırlı kalmadı. İtalya’da, Almanya’da vb. ülkelerde de üretim durdu. Çünkü o ülkelerdeki fabrikalarda da Türkiye’de
üretilen ürünler, malzemeler, yedek parçalar kullanılıyordu. Türkiye’de üretimin
durması oralarda da üretimin durmasına
neden oldu.
Yani sermaye nasıl küreselleşmişse,
İşçi Sınıfının mücadelesi ve etkisi de küreselleşmişti.
Bu gerçekliği Lenin Usta bundan 100
yıl önce görmüş ve somutça göstermişti:
“Emperyalizm” adlı anıt eserinde.
İşte işverenler, Finans-Kapitalistler
tam bu aşamada ayıktılar. Sınıf içgüdüleri,
Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Pevul Kavlak
2- Sendika muhatap olmaktan çıkmıştır. Artık işçilerin kendilerinin kurdukları
İşçi Komiteleri muhatap alınacaktır.
3- İşyerlerindeki insanlıkdışı uygulamalar son bulacaktır.
4- Bosch’la yapılan toplusözleşmedeki
haklar kendilerine de teşmil edilecektir, uygulanacaktır.
Sonsöz
Bursa’da başlayan Metal İşçilerinin eylemi, İzmit’e, Ankara’ya, Eskişehir’e, İzmir’e ulaştı. Yani Metal İşçilerinin yoğun
olarak bulundukları tüm şehirler eylem yerine döndü. Ve sonuç olarak metal işçileri,
işverenlere haklı, meşru taleplerinin kabul
ettirdiler. Bu çok önemli bir gelişmedir. Tarihsel bir öneme sahiptir.
İşçi Sınıfı 15-16 Haziran Büyük İşçi
Direnişi sonrasındaki en büyük eylemlerinden birini gerçekleştirmiş ve haklarını
(şimdilik de olsa) kazanmıştır.
Bu eylemler, İşçi Sınıfının, Türkiye
Başta Metal İşçileri olmak üzere Türkiye İşçi Sınıfı, DİSK’e bağlı Nakliyat-İş
Sendikası dışındaki sendikalara karşı tepkilidir, güvensizdir. Bu doğrudur da, gerçektir de. Ama sendikasızlık, işyeri komiteleri
biçimi gelgeç örgütlenmeler, İşçi Sınıfının,
işverenler karşısında güçsüz olmasını getirir, hak arama mücadelesinin uzun vadede
yetersiz kalmasını getirir. Bu bakımdan bu
tehlikeyi önlemek gerekir.
Bu arada birkaç söz de kendimize söylersek: Evet ne yazık ki biz de bu süreçte
İşçi Sınıfına öncülük edemedik, onu olumlu, doğru yönde etkileyemedik. Bu bizim
büyük bir eksikliğimizdir. Ve biz bu eksikliğimizi gidermek, bu olaydan gerekli
dersleri çıkarmakla yükümlüyüz. Bunu da
başaracağız, olumsuzluğumuzu olumluluğa dönüştüreceğiz. İşçi Sınıfımıza öncülük
edeceğiz. ❑
Türkiye’nin güzel Mayıs ve Haziranları
Baştarafı sayfa 16’da
yüzünden. Gezi’nin diğer önemli etkisi Tayyipgil-Fetogil domuz topunun yarılması oldu. Tayyipgil’in de Fetogil’in de
pislikleri böylece açığa çıktı, kanıtlar ortaya döküldü, 17-25
Aralık böyle gelişti, Ergenekon-Balyoz tutukluları böyle kurtuldu. Emperyalizm, Tayyip’in yıprandığını böyle gördü ve
hafiften uzak durmaya başladı, yeni arayışlara girdi.
Böyle günlerde sapla saman ayrılır. Gezi’nin bir etkisi de
bu oldu. Türkiye Solu’nun önemli bir kesimini, özellikle Sevrci Sol’u peşinden sürükleyen Amerikancı Kürt Hareketi’nin
maskesi Gezi günlerinde düştü. Bugün bezirgân partilerin
çapsızlığı ve Tayyipgil’in yıprandığı mevcut durumda iç ve
dış desteklerle, özellikle medya desteğiyle parlatılan, hatta
kurtarıcı haline getirilen Selahattin Demirtaş, Gezi’nin en
görkemli günlerinde şu sözleri edebilmişti:
“Gezi Parkı’nda yaşananları barış müzakerelerinin
karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz
onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve
faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız
ne yapacağını bilir.” (Milliyet, 1 Haziran 2013)
Böylece masum Gezi direnişçileri ırkçı ve faşist yapılmıştı. Bugünkü HDP çıkışı, Amerikancı Kürt Hareketi’nin
yüzüne takılan ikinci bir maskedir.
Bu şanlı Mayıs-Haziran hareketlerinin en büyük eksikliği,
örgütsüz oluşlarından kaynaklanıyordu. Bu yüzden başarıya
ulaşamadılar. 27 Mayıs, DP iktidarını düşürse de, tepeden
vurulan ilerici bir vuruş olarak kaldı. Gerçek halk iktidarı
ile taçlanamadı. Eğer halkımız örgütlü olsaydı, devrim önlenemezdi. 15-16 Haziran ve Gezi önemli değişikliklere yol
açsa da, sonuçta gericilik yeniden azıttı. Hele bugün durum
daha da vahim. Çünkü Tayyip, koltuğunu kaybetmemek için
her türlü riski alabilecek ölçüde zıvanadan çıkmış durumda.
Tayyipgil’in açmazını gören emperyalizm, bu vatan satıcılığ
sonuna kadar kullanacaktır. Kürt sorunu için Amerikan planını uygulamaktaki iştahlılık, Suriye’de gönüllü emperyalist
piyonluğu, “Eğit-Donat” hainliği, hep bunun göstergesi.
Bugün seçim arifesindeyiz. Bezirgân partiler kayıkçı dövüşü yapıyorlar. Seçimden sonra bu dövüşler, verilen sözler
suya yazılmış yazı gibi olacaktır. AKP belki oy kaybedecektir
ancak, HDP barajı aşarsa, emperyalizmin yönlendirmesiyle
çok kolay AKP ile ittifak yapacaktır. Hoş, diğer düzen partileri de farklı durumda değildir. Dolayısıyla pislikleri, hainlikleri Tayyipgil’in yanına kalacaktır. Bu yüzden seçimden hayır
ummak nafiledir.
Sonuç olarak Tayyipgil’i devirecek olan, pisliklerinin
hesabını soracak olan kitlesel hareketler olacaktır. İkinci bir
Gezi İsyanı mayalanmaktadır. İşçi Sınıfımız da uyanmaktadır.
Devrimciler yakındaki bu günlere hazır olmalıdır.
Yazımızı, 27 Mayıs’ı yaşayan, o günlerde yedeksubay olan
ünlü şairimiz Cemal Süreya’nın bir şiiri ile bitirelim. Şiir 27
Mayıs için yazılmış olsa da, tüm kitle hareketlerine yakışıyor.
555K*
Şimdi Bursada ipek çeken kızlar
Bir karasevda halinde söylemektedir:
Görmeğe alıştığımız nice yazlar
Kimleri alıp götürdüler ama kimleri
Karanfil bıyıklı genç teğmenleri
Ak saçlı profesörleri, öğrencileri
Adları şuramıza işlemektedir
Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
Bir karasevda halinde söylemektedir
Şimdi Bursada ipek çeken kızlar
Şimdi Erzurumda çift sürenlerin
Geçit vermez kaşlarının altında
Derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
Sabanın demiri girdikçe toprağa
Hınçlarını gömmektedir içine yerin.
Çünkü millet hayınları Ankaralarda
Çünkü İzmirlerde, çünkü İstanbullarda
Çünkü başka yerlerinde memleketin
Kanına girdiler masum gençlerin
İşte onun için karanlıktır gözleri
Şimdi Erzurumda çift sürenlerin.
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
Şimdi acının ve hüznün göklerinde
Umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
Uykumuzun bir ucunda bombalar
Bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
İngiliz usulü piyade tüfekleriyle
İnsanca yaşamanın onuru arasında
Milletcek bir gidip bir geliyoruz
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Şimdi ay doğar bulutlar arasından
Kavat derebeyleri, yüreksiz Bolu beyleri
Hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
Cebren ve hile ile haklarımızı alan
Zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçgen
Biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
Türküleri duyuyor musunuz nice derin
Yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
Karanlığı tutuşturup bir köşesinden
Geceyi gündüze çevirenlerin
Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.
Cemal Süreya, 1960
*555k: 5. ayın, 5. günü, saat 5’de Kızılay’da anlamına gelen
şifredir. Bu şifreyle devrimci asker-sivil gençlik 5 Mayıs 1960’da
Kızılay’da yürüyüş yapmış, DP diktatölüğünü sallamıştır.
15
Yıl: 9 / Sayı: 88/ 1 Haziran 2015
İşçi Sınıfımız daha ne yapsın?
İşçi Sınıfımızın sahip olduğu Devrimci Öz’e her zaman inandık, güvendik ve
güveniyoruz. Sendikal ve siyasi hareketin dibe vurduğu dönemlerde dahi bu
inancımızdan milim sapma olmamıştır.
Bu nedenle Usta’mız Kıvılcımlı gibi hep; “başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere”
diye söze başlarız. Çünkü biz; İşçi Sınıfı Bilimine inanan Sosyalistleriz.
Bu bilimdir insanlığı gerçek kurtuluşa götürecek olan.
B
ursa’da Renault İşçileri 15 Mayıs
2015 günü gece yarısından itibaren
sarı-gangster Türk Metal Sendikası’na
karşı isyan bayrağını açtı, üretimi durdurdu.
Talepleri;
Ücretlerinin Bosch sözleşmesi baz
alınarak yeniden ayarlanması, ve bunun
protokol altına alınması,
Temsilcilerin seçimle belirlenmesi,
Eylemler nedeniyle hiçbir işçinin işten
çıkartılmayacağına dair garanti verilmesi,
şeklindeydi.
Bir anda 2500 civarında işçinin eyleme
geçmesi, diğer sınıf kardeşlerinin de dikkatini
çekti.
Bursa’dan başlayan bu isyan dalgası
ülkenin dört bir yanına yayıldı. Delphi,
Ototrim, Coşkunöz, Tofaş, Ford, Türk
Traktör, CMS işçileri de ilerleyen günlerde,
üretimi durdurarak, içinde bunaldıkları
kölelik düzenine isyan
etmeye başladılar. Metal
İşçilerinin bu isyanı
diğer işkollarına da
örnek oldu. Ve bu yazının
kaleme alındığı gün
itibariyle Aliağa Petkim
İşçileri de patronun
Toplu İş Sözleşmesi
görüşmelerindeki
dayatmalarına
karşı
eyleme
geçmiş
durumda.
Başta Renault ve
Tofaş İşçileri olmak
üzere isyana katılan
metal işçilerinin tek
hedefi; kendilerinin hak ve çıkarlarını
işverenler karşısında korumayan sarı sendika
Türk Metal’di.
Hatta eylem anında yazılı ve görsel
basına verdikleri demeçlerde; “bizim
işverenle bir sorunumuz yok, bizi satan
sendikadan kurtulmak istiyoruz” diyerek
bu hedeflerini dillendirdiler. Direnişin
ilerleyen günlerinde ise T. Metal’den istifa
ettikleri halde, başka bir sendikaya üye
olmayacaklarını, gerekirse yeni bir sendika
kurmayı düşündüklerini açıklayanlar da oldu.
Hatta, bir kısmı “Harranlılar” diye döviz
açarak bir anlamda sendikasız kalmayı tercih
ettiklerini ifade etti.
Metal İşçilerinin haklı ve meşru
isyanlarının nedenlerine geçmeden önce,
üyesi oldukları sendikayı kısaca bir tanıtmak
gerekir.
Bu “sendika”ya, bilinen anlamıyla
sendika bile demek fazlalık aslında.
Çünkü bu “sendika”; 12 Eylül öncesinde
İşçi Sınıfı içindeki Faşist örgütlenmenin yuvası
halindeydi. Özellikle Ereğli-İskenderun
Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum,
Kırıkkale MKE gibi işyerlerinde, işçilerin
katledilmesi dâhil her yönteme başvurarak
DİSK’in örgütlenmesinin önünü kesiyorlardı.
Bu bölgelerdeki her ilerici-devrimci harekete
bu işyerlerinden zorla getirdikleri işçilerle
saldırıyorlardı.
Aynı yöntemi bugün de uygulamaktadırlar.
Sendika değiştirmek isteyen, başka sendikaya
üye olmak isteyen işçilere silahlı, bıçaklı,
sopalı adamlarıyla saldırmaktalar, işçileri
işten attırmaktalar.
Bunun en yakın ve somut örneği
Bursa’daki Bosch işçilerinin DİSK’e bağlı
Birleşik Metal-İş Sendikası’na geçmek
istediklerinde uğradıkları saldırıdır. Bu
işyerindeki DİSK örgütlenmesi yukarıda
belirtilen yöntemlerle engellendi. Ne hazindir
ki, bugün T. Metal’e isyan eden işçilerin
bir kısmı da o günlerde Bosch İşçilerine
saldıranlar arasında bulunmaktaydı. Yani
bu adamlar, işçiyi işçiye düşman etmenin
ustasıdırlar.
Yine bu “sendika”nın ambleminde ise;
işçiyle, üretimle, metal işkolu ile hiçbir ilgisi
bulunmayan kurt resmi bulunmaktadır. Tek
başına bu bile T. Metal’in baştan itibaren
faşist bir örgütlenme olarak kurulduğunun
kanıtıdır.
Seçimler mi?
Ne gezer...
Burada ne işyeri temsilcileri ne de sendika
yöneticileri gerçek anlamda bir seçimle
belirlenir. Her ne kadar yasada sendika şube
ve merkez seçimlerinin yargı gözetiminde
yapılacağı öngörülmüş ise de bu seçimler,
kongrelerden önce Genel Merkez tarafından
oluşturulan listenin oylanmasından ibarettir.
Genellikle de tek liste çıkar bu kongrelerde.
İşyeri temsilcileri Genel Merkez
tarafından atanır. Zaten yukarıda da
belirtildiği gibi “temsilcilerin seçimle
belirlenmemesi” Metal İşçilerinin isyan
gerekçelerinden bir tanesiydi.
Toplu
İş
Sözleşmeleri;
taslak
hazırlanması ya da görüşmeler dâhil işçilere
hiçbir şekilde sorulmadan kotarılan satış
sözleşmeleridir. İtiraz edenler ise yukarıda
anlatılan yöntemlerle anında susturulurlar.
Zaten sendikasız ya da sendika değiştirmek
isteyen işyerlerinde çalışan işçilerin başka
sendikaya, özellikle DİSK’e gitmesini
önlemek için işverenler bizzat T. Metal’i
çağırırlar. Elleriyle işçileri bu “sendika”ya
üye ederler.
İşte bu yöntemlerle korkutulmuş,
sindirilmiş işçi yapısı ile metal işkolunda
yüz binlerce üyeye sahip en büyük “sendika”
konumundadır, T. Metal.
Peki, bu işçilere ne oldu da “Yeter Be!”
diyerek isyana kalkıştılar?
Çünkü bıçak kemiğe dayanmıştı.
AKP iktidarının “istikrar, verimlilik”
gibi yalanlar ve rakam oyunları ile güllük
gülistanlık gösterdiği ülke ekonomisinde
İşçi Sınıfının payına hep İşsizlik-Pahalılık
düşmektedir.
Hayat pahalılığı, yüksek faizli kredi
borçları sendikalı bir yerde çalışan
işçilerimizi bile canından bezdirir hale
getirmektedir. Üstelik bu işçiler, ülke
ekonomisindeki en büyük katma değeri
yarattıkları halde kendileri süründüren
ücretlere talim ediyorlardı. Yıllardır yapılan
satış sözleşmeleri ile almakta oldukları
ücretleri hayat pahalılığı karşısında sürekli
eriyordu. Sendikalı olmanın hiçbir cazibesi
kalmamıştı.
Üstüne üstlük bir de bu sarı-gangster
sendika; yukarıda belirtilen saldırılarla ve
işveren-polis yardımıyla Birleşik Metal’e
gitmesini engellediği Bosch İşçilerine,
kendilerinden daha yüksek ücret ve sosyal
haklar içeren TİS imzalamıştı. Daha doğrusu
işveren; “İşçilerim aman DİSK’e gitmesin de
üç kuruş fazla para vereyim” düşüncesiyle bu
sözleşmeyi bunlara bahşetmişti.
Demek ki, oluyormuş…
Öyleyse
niye
kendi
ücretleri
iyileştirilmesin?
İşte, sınıf hareketi böyle bir şeydir.
Kimsenin beklemediği anda ayağa kalkar,
ben buradayım, der. Bir yerden bir kıvılcım
çaktı mı ortalık yangın yerine döner.
Bundan 45 yıl önceki Şanlı 15-16
Haziran Direnişi de; “DİSK’in çanına
ot tıkayacağız” diyerek DİSK’i ortadan
kaldırmak isteyenlere karşı bir iki fabrikada
başlayıp İzmit-İstanbul arasındaki neredeyse
tüm işyerlerini mücadelenin içine çekmişti.
Bu şanlı direniş sayesinde işçi sınıfımız
o zamanların en tartışılan konusu olan;
“Türkiye’de işçi sınıfı var mıdır yok
mudur?” tartışmalarını bıçak gibi kesmişti.
İşte ben buradayım diyerek, hem varlığını
hem de sahip olduğu devrimci özü dosta da
düşmana da kabul ettirmişti.
İşçi Sınıfımız daha ne yapsın?
Daha sonraki yıllarda İşçi Sınıfımızın
ekonomik ve siyasal içerikli kitlesel
eylemlerini hep yaşadık.
Kimisinin içinde olduk.
Ancak bu eylemlerin (15-16 Haziran
Şanlı İşçi Direnişi ve en son Metal İşçilerinin
isyanı dâhil) birçoğu kendiliğinden gelme ve
siyasi önderlikten yoksun eylemlerdi.
Öyle ki, sendikal önderliklerin birçoğu
da sarı sendikacılara aitti. Bu nedenle İşçi
Sınıfımızın kendiliğinden gelen bu devrimci
atılımları doğru önderlikle buluşamayınca,
kalıcı ekonomik ve siyasi kazanımlar elde
edilmedi. Dolayısıyla eylemler bir biçimiyle
sonuçlanınca tekrar başa dönüldü.
Metal İşçilerinin son isyanında da
bu durumu görmekteyiz. Zira bu işçiler,
1998 yılında da T. Metal’e isyan etmişti. O
zamanki hareket de ülke geneline yayılmış ve
T. Metal’den topluca istifa etmişlerdi. Ama
başka bir sendikaya geçiş yapmamışlardı.
Bugün de benzer bir durum vardır.
Bu arada, T. Metal’den istifa ederek
isyan bayrağını açan Metal İşçilerinin
DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na
geçmemelerini de sorgulamak gerekir.
Bize göre bu hareketsizlik ya da işçinin
kendisini “Harranlıyız” diye tanımlayarak
sendikasızlığı içselleştirmesinde Birleşik
Metal’in de vebali vardır. Kendiliğinden
başlamış olsa da bu hareketlere önderlik etme
becerisini gösterememiştir. Daha doğrusu
Metal İşçilerinin bu hareketlerini, yani T.
Metal’den kopuşlarını bilinçlice örgütlemek
B. Metal-İş’in asli görevlerinden olmalıdır.
Ne yazık ki, Birleşik Metal-İş, böylesine
cesaretli ve mücadeleci bir tavır almamakta
ısrar etmektedir.
Kaldı ki, bu sendika MESS görüşmelerinde
T. Metal’den ayrılarak doğru bir taktikle grev
kararı almış olmasına
karşın, AKP iktidarının
siyasi müdahalesi ile
MESS
grevlerinin
yasaklanmasına
karşı,
yasakları tanımayan bir
tutum alsaydı, bugün
bu işçiler “Harranlı”lığı
seçmezler, isyan başlar
başlamaz
DİSK’e
geçerlerdi.
Maalesef
böyle
bir
cesareti
göremedik B. Metalİş’te.
Esasen bu konu
ayrı bir değerlendirme
g e r e k t i r m e k t e d i r.
Geçelim...
Sonuç olarak;
“Tarafsızlık” bizim harcımız değil.
İşçi çocuğuyuz. Olduk olası: “Başta İşçi
Sınıfımız”dan yana düşünüp davranmayı
öğrendik. İnsanoğlunun ancak ve yalnız
İşçi Sınıfı yanından gerçek İNSAN
olacağına inanıyoruz.” (Hikmet Kıvılcımlı,
Oportünizm Nedir?, Derleniş Yayınları,
Sunuş)
Onun için; tarafımız İşçi Sınıfından yana..
İşçi Sınıfımızın sahip olduğu Devrimci
Öz’e her zaman inandık, güvendik ve
güveniyoruz. Sendikal ve siyasi hareketin
dibe vurduğu dönemlerde dahi bu
inancımızdan milim sapma olmamıştır.
Bu nedenle Usta’mız Kıvılcımlı gibi hep;
“başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” diye
söze başlarız. Çünkü biz; İşçi Sınıfı Bilimine
inanan Sosyalistleriz.
Bu bilimdir insanlığı gerçek kurtuluşa
götürecek olan.
O nedenle İşçi Sınıfımızdan gelen her
hareket bizleri heyecanlandırır. O’nun
bilimine olan inancımızı pekiştirir. Hele
hele bu sınıf hareketi ülkenin dört bir
yanına yayılıp, dünyanın çeşitli ülkelerinin
işçi sınıflarına ilham kaynağı oluyorsa
heyecanımız daha da artar, içimiz kıpır kıpır
eder. Çünkü biliyoruz ki, her ülkenin İşçi
Sınıfı hareketi ya da devrimci hareketi;
insanlığın kurtuluş davasını yürüten
Dünya Proletarya Hareketi’nin bir
parçasıdır.
Ancak Kıvılcımlı Usta’nın dediği
gibi; “Modern toplulukta hiçbir sınıf
yalnız kendisini görmek ve düşünmekle
meselelerini
çözemez.
Toplumsal
sınıflar milletin ve memleketin en geniş
münasebetleri içinde, tesirli olabilecek
davranış ve düşüncelerle rol oynayabilirler
ancak... İşveren sınıfı, toplumumuza
ileri gidişi sağlamada başarıyı sağladığı
ölçüde millet ve memleket kaderine
hâkim olmuştur. İşçi Sınıfımız da, ister
istemez kendi bencilliğinden sıyrılıp
millet ve memleket ölçüsünde ilerlemeyi
ve yararlılığı sağlayacağına inanır ve
halkımızı inandırırsa milletçe tutulur...”
(Ekonomik Mücadele Üzerine, s. 61)
Dolayısıyla İşçi Sınıfımızın “kendi
bencilliğinden sıyrılıp” tüm topluma önderlik
yapabilmesi için her bakımdan örgütlü
olması gerekir. Ne yazık ki, İşçi Sınıfımız
bugün için hâlâ örgütsüz olduğundan tarihçil
görevlerinin bilincinde değildir. Bu nedenle
de sendikasız kalmayı, geçici bazı ekonomik
kazanımlarla yetinmeyi kabullenmektedir.
Oysa İşçi Sınıfımızın önünde koca bir
dünyayı değiştirme görevi durmaktadır. Bu
görevin bilincine varabilmek için de örgütlü
olmak gerekir.
Biliyoruz ki; İşçi Sınıfı Örgütlü ise
Heptir, Örgütsüz İse Hiçtir ya da Sıfırdır.❑
Hükm’ü Avam
İstinafsızdır
Goril meydanlarda vatan-millet, Atatürk’ten dem
vurarak demagoji yapardı, sen ise elinde Kur’an
olmadan miting meydanlarına çıkmaz oldun
bugünlerde. Hiç düşündün mü bilemeyiz ama bak
bir ortak noktanız daha çıktı: Halkın değer verdiği
kavramların sömürüsünü yapmak, onları istismar
etmek.
Ç
ok fazla belli etmedin ama eminiz
ki o Gorilin, o Amerikan uşağı
satılmışın, o halk düşmanının ölümü
seni korkudan tir tir titretti. Düşündün belki
de kendi kendine:
Bu adam da zamanında benim gibi
Amerikan uşağı bir diktatör bozuntusuydu.
Tıpkı bugün benim yaptığım gibi o da
insanı insan yapan tüm değerlerden para,
makam, ün, şan şöhret uğruna bir çırpıda
vazgeçmişti…
Düşündükçe daha çok dehşete kapıldın
belki de. Aklına gelen her örnek, Gorille
senin ne kadar birbirinize benzediğinizi
hatırlatıyordu sana:
O da benim gibi masum insanların
kanını döktü, dedin. Binlerce devrimci vatan
evladını katletti, en insanlık dışı yöntemlerle
masum insanlara işkence yaptı. ABD
Emperyalistlerinden aldığı emirle ülkeyi
yarı kapalı cezaevine çevirdi. Yüzbinlerce
masum insanın hayatını mahvetti yaptığı
aşağılık işlerle, dedin.
Evet, eminiz ki bunların hepsini
düşündün, düşündükçe soğuk terler döktün.
Soğuk terler döktün çünkü aklına
katlettiğin, aşağıladığın, tekmelettiğin,
miting otobüsüne getirtip boynuna
yapıştığın, zindanlara tıktırdığın masum
insanlar geldi.
Tüm bunları düşünürken belki
televizyon ekranlarından halk düşmanı
Gorilin yaptığı aşağılık işleri anlatan
görüntüler akıyordu. Kim bilir belki bir ara
17 yaşında olmasına karşın yaşı büyütülerek
asılan Erdal Eren ilişti gözüne. Bir kez daha
dehşete kapıldın. Eminiz ki o an aklına
“destan yazan” polislerin tarafından 14
yaşında katledilen Berkin Elvan geldi.
Hani o acılı annesini miting alanlarında
meczuplaşmış kitlelere yuhalattığın Berkin
Elvan. Belki de kendinle Goril arasında
bir kez daha kıyaslama yaptın. “O halk
düşmanı bile en azından katlettiği vatan
evlatlarının annelerine dil uzatmamıştı”,
dedin kendi kendine. Tabiî Berkin’le
Emperyalizminin “our boy”u da benim gibi
çevresinde binlerce yalaka toplamıştı, dedin
kendi kendine. Etrafında, teslimiyeti ve
onursuzluğu vazgeçilmez karakter özelliği
haline getirmiş olan tonla satılmış “gazeteci”
vardı, dedin. Hani bugün on binlerce dolarlık
maaşlar karşılığında arayıp rahatlıkla
fırçalayabildiğin, emirler yağdırdığın sözde
gazeteciler var ya; tıpkı onlar gibi 12 Eylül
Faşizminin destekçiliğine soyunan zavallı
güruh da Gorili yere göğe sığdıramıyordu
o günlerde. Gorille benzerliklerinin farkına
vardıkça ruhunu saran korku da artıyordu.
Adet olduğu üzere Gorilin arkasından
yayınlanan televizyon programlarında
Gorilin hayatı ve yaptıkları anlatılıyordu.
12 Eylül Faşizminin ardından yapılan
Anayasa Referandumu da sende çağrışımlar
yaptı belki. O dönemler dipçik zoruyla,
korku atmosferinde sandığa sürüklenen
insanlarımız yüzde 91,37’lik oy oranıyla
“onay”lamıştı o faşist anayasayı. Aklına
Türkiye’de son yıllarda yapılan “seçim”ler
geldi. 13 yıl boyunca din maskesi takarak
istismar ettiğin gariban halkımızdan aldığın
“yüksek” oy oranlarını düşündün. Demek ki
dedin kendi kendine, Parababalarının seçim
oyununda kandırılmış kitlelerden “yüksek”
oranda oylar almak; ölenin arkasından
“ölüsüne bir tas suyu dökenin de
avradını” denmesine engel olmuyormuş...
Goril
meydanlarda
vatan-millet,
Atatürk’ten dem vurarak demagoji yapardı,
sen ise elinde Kur’an olmadan miting
meydanlarına çıkmaz oldun bugünlerde.
Hiç düşündün mü bilemeyiz ama bak bir
ortak noktanız daha çıktı: Halkın değer
verdiği kavramların sömürüsünü yapmak,
onları istismar etmek. Bu konuda Gorile ne
kadar benzediğine sen bile şaşırdın.
Ruhiyatınız aynı olmasına rağmen
“darbe karşıtlığı” görünümü altında
sözde 12 Eylül’ü yargılamak için Gorili
göstermelik mahkemelere çıkardığın geldi
aklına. Bir an bu göz boyamayla “yetmez
ama evet”çi ahmakları nasıl da kandırdığını
sınırlı kalmadı aklına gelenler. Yaşandığı
günlerde korkudan Afrika’ya topukladığın
Gezi Direnişi’nde katlettirdiğin gencecik
fidanları anımsadın. İçindeki korku daha da
arttı.
Korku belası insan zihnine bir kere girdi
mi, onu bilinçten kovmak kolay değildir.
Hele senin gibi politik hayatı sayısız insanlık
suçu işlemekten ibaret olanlar için korkuyu
unutmak mümkün değildir. Korkun arttıkça
arttı, televizyonları izlerken, gazeteleri
okurken. Belki bir anda aklına Roboski’de
ABD Emperyalistleriyle el ele vererek
katlettiğin masum Kürt köylüleri geldi.
Malum, en azılı katiller bile işledikleri
cinayetleri kolay kolay unutamazlar. O yan
yana dizilmiş 34 köylünün cenazesi geldi
gözlerinin önüne.
Gorilin geriye bir leş bırakarak
gittiği günler, Soma’daki işçi katliamının
yaşandığı günlere denk gelmişti. Sen de
Soma’yı düşündün ister istemez. Soma
katliamına giden süreçte rant uğruna, rüşvet
uğruna işçilerin hayatıyla nasıl oynadığın
geldi aklına. Kim bilir belki de o sakallı
bakanının insan aklıyla alay edercesine
“İçerde 18 işçi var, 299-300-302 işçi
kardeşimizi kaybetmiş olarak burayı
kapatırız” sözleri geldi. Zannetmiyoruz
ama belki de bir nebze de olsa rahatsızlık
duydun bu utanç verici sözlerden.
Gözün bir anda yine televizyona takıldı
belki. Gorilin, etrafındaki “maiyeti” ile
birlikte kasılarak nasıl poz verdiğini gördün,
12 Eylül sonrasının o kasvetli Türkiye
ortamında. Yine düşünceye daldın:
O
zamanlar
bu
Amerikan
hatırladın. Korkudan tir tir titreyen yüreğin
biraz ferahlar gibi oldu. “Acaba kitleleri
kandırabilmiş miyimdir?”, diye düşündün
kendi kendine. Ama nafile. Bu bile korkunu
engellemeye yetmedi. Çok iyi biliyorsun ki
insanlar sürgit hayvan yerine konulamaz.
İlelebet kandırılamaz. “İleri demokrasi”
yalanı söyleyip adım adım faşizmi
uygulamaya başladığını halk görmüştü.
Kendine vatan topraklarında yaşam alanı
bırakmadığını çok iyi biliyordun.
Evet, Gorili milyonlarca insan nasıl
lanetle anıyorsa, beni de lanetle anacak,
dedin kendi kendine. Şunu da düşündün
muhakkak: “Acaba ben de Goril gibi çelik
bilezikle tanışmadan mı gideceğim? O
kadar şanslı olabilecek miyim?”
Cevabı biz verelim:
Hayır, o kadar şanslı olamayacaksın.
Katliamlarının hesabını tek tek vereceksin.
Halkımızın alınterinden çaldığın değerleri
kuruşu kuruşuna tahsil etmeden seni
Gorilin gittiği yere göndermeyeceğiz. Ve
eninde sonunda bileğine taktığın çelik
bilezik sana tüm ihanetlerinin pişmanlığını
yaşatacak. Ama iş işten geçmiş olacak. Hani
şu an emrine amade kıldığın “bağımsız”
mahkemeler var ya; Halk İktidarında işte
oralarda yargılanacaksın.
Gerçek halk mahkemeleri sana ne tür
cezalar verir, bilemeyiz. Ama bir şeyden
adımız gibi eminiz:
Tıpkı Goril gibi halkın vicdanında asla
beraat edemeyeceksin. Çünkü eskilerin
deyişiyle Hükm’ü Avam İstinafsızdır:
Halkın adaleti temyiz edilemez…❑
B
Nakliyat-İş
Proletarya Enternasyonalizminin
temsilcilerini Türkiye’de buluşturdu
Türkiye’nin güzel
Mayıs ve Haziranları
aharın sonlanıp yaza doğru geçildiği aylardır Mayıs
ve Haziran. Bu coğrafyanın en güzel aylarıdır. Doğa binbir
güzellik koyar önümüze. İklim de
hoştur.
Bu aylar tarihimiz açısından
da müthiş zengindir: 27 Mayıs
Devrimi, 15-16 Haziran İşçi Hareketi ve iki yıl önce yaşadığımız
Gezi İsyanı.
Bu üç hareketin de ortak noktası büyüklükleri, kitlesel oluşları
ve ilericilikleridir. Diğer vurgulanması gereken bir ortak noktaları, kendiliğinden gelişen hareketler olmalarıdır. 27 Mayıs ve Gezi
“kendi kendine” bir sınıf değil,
“kendisi için” bir sınıf olduğunu
kanıtlamıştır. Sosyalistler içinde
bile söylenegelen “Türkiye’de
işçi sınıfı yoktur” sözü, söylenemez olmuştur. Kuşkusuz, İşçi
Sınıfımızın elde ettiği haklar, tüm
halkımıuzın, tüm emekçilerimizin
refahına katkı anlamına gelir. Bu
sayede gerici Adalet Partisi iktidarı sallanmıştır. CIA-Kontrgerilla provokasyonlarıyla 12 Mart Faşizmi devreye sokulmuşsa da, Haziran Hareketi sayesinde DİSK
faşizme rağmen güçlenebilmiş,
kitleler sosyalizme yakınlaşmıştır.
Bugünlerde Şanlı Gezi İs-
İsyanı bir gençlik hareketi niteliğindedir. 15-16 Haziran Hareketi
bir işçi hareketi olmakla birlikte,
kaçınılmaz olarak devrimci gençliğimizi de içine çekmiştir.
Bu üç kitle hareketi de halkımızın büyük sempatisini kazanmıştır. Çünkü ülkemizin önünü
açan hareketlerdir.
27 Mayıs Devrimi, köhnemiş
Demokrat Parti diktasını alaşağı etmiştir. Ülkeye nispi de olsa
demokrasi getirmiş, emekçilerin
örgütlenmesinin önünü açmıştır.
Sosyalist kültür yaygınlaşmıştır.
Bu anlamda 15-16 Haziran hareketi de 27 Mayıs’ın ürünüdür. Bu
yüzden gericiler 27 Mayıs’tan öcü
görmüşçesine korkarlar.
15-16 Haziran hareketi ise
İşçi Sınıfımızı silkeleyerek kendine getirmiş, İşçi Sınıfımızın
yanı’mızın başlayışının ikinci
yıldönümünü kutluyoruz. Gezi
İsyanı’mız bugüne dek halkımızın gördüğü en uzun soluklu, en
kitlesel, en yaygın hareket oldu.
Gezi de kendiliğinden gelişen,
esas olarak gençliğin başını çektiği bir hareketti. Ama önemli bir
etki doğurdu. En önemlisi, Tayyipgil’in yüreğine öyle bir korku
saldı ki, atlatmaları mümkün değil. Bu belki çok görünür bir etki
değil ama en azından söylemlerine yansıyor Tayyipgil’in. Ayrıca,
sarayların yapılması, 1500 kişilik
koruma ordusu, artan polis baskısı, sansür vb., hep bu korkunun
gittikçe artması
Uluslararası planda Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) üyesi olan Nakliyat-İş Sendikası her fırsatta Türkiye’deki İşçi Sınıfı mücadelesini dünyayla buluşturuyor, aynı zamanda
da dünya genelindeki İşçi Sınıfı mücadelesiyle dayanışma içerisinde hareket ediyor.
T
ürkiye’de İşçi Sınıfımızın hak arama mücadelesinin gerçek önderliğini yürüten
Nakliyat-İş Sendikası aynı zamanda enternasyonal dayanışmanın da en güzel örneklerini sergiliyor.
Uluslararası planda Dünya Sendikalar Fede-
rasyonu (DSF) üyesi olan Nakliyat-İş Sendikası
her fırsatta Türkiye’deki İşçi Sınıfı mücadelesini
dünyayla buluşturuyor, aynı zamanda da dünya
genelindeki İşçi Sınıfı mücadelesiyle dayanışma
içerisinde hareket ediyor.
Bilindiği gibi, 126 ülkeden 92 milyon işçiyi
temsil eden Dünya Sendikalar Federasyonu’na
bağlı Taşımacılık İşçileri
Enternasyonali’nin (TUI
Transport, Fisheries and
Communication) geçen yıl
Santiago-Şili’de yapılan
genel kurulunda, Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali
Rıza Küçükosmanoğlu,
Taşımacılık İşçileri Enternasyonali Genel Başkanı
seçilmişti. Bu kongreyle
ilk kez, milyonlarca işçiyi
temsil eden bir Enternasyonal’in başkanı ülkemizden seçilmiştir. Bu, Türkiye Devrimci Sendikal
Mücadelesi ve Dünya İşçi
Sınıfı Mücadelesi açısından son derece önemli bir
gelişmedir.
Geçtiğimiz
günlerde
Türkiye, dünyadaki gerçek sınıf temelli sendikal hareketin temsilcilerine üç gün boyunca ev
sahipliği yaptı.
12’de
Denizler’den Gezi İsyanı’na,
devrime, kurtuluşa…
Üzülüyorduk Denizler’le aynı dönemde yaşayamadığımız için. Ama
şanslı bir nesilmişiz ki Gezi İsyanı’mızı yaşadık. O yüzden 2 yıldır daha
bir heyecanla gidiyoruz Denizler’in mezarbaşına. Onlara anlatacaklarımız var artık bizim de. Bu nedenle Kurtuluş Partisi Gençliği olarak bu yıl da Karşıyaka Mezarlığı’nda, herkesin
önünde fotoğraf çektirmek istediği o muhteşem pankartımız ve bayraklarımızla onların huzurunda saygı ve gururla yerimizi aldık. Liseli Umut Yoldaş’ımızın yaptığı
açış konuşmasından sonra, yine liseli Kıvılcım Yoldaş’ımız anlattı yaşadıklarımızı, onlardan aldığımız bayrağı
onurla, gururla dalgalandırdığımızı, görevlerimizi söyledi. Ve Üniversiteli Umutcan Yoldaş’ımız andımızı içirdi. İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı başarıya ulaştıracağımıza
and içeriz diye haykırdık hançerelerimizi yırtarak.
6’da
Zet Farma’da işgal
B
ursa’daki Metal işçilerinin işyerin
terk etmeme eyleminin ardından
İstanbul’da da Nakliyat-İş Sendikası üyesi Zet Farma İşçileri işyerini terk
etmeyerek işyerinde eylem yaptılar.
Zet Farma’nın Kıraç’ta bulunan iki deposundaki işçiler akşam iş çıkışı servislere
binerek Hadımköy’deki depoya geldiler.
Buradaki üyelerle bir araya gelen Zet Farma
İşçileri gece yarısına kadar sloganlarla, halaylarla topluca işyerini terk etmeme eylemi
gerçekleştirdiler. Sendikamız Genel Başkanı, yöneticilerimiz ve İstanbul Şubesi yö-
neticileri ve üyelerimiz de eyleme katıldılar.
Zet Farma’da Sendikalaşma sürecinin
başlaması ile birlikte çok kısa zamanda sendikamız çoğunluğu sağlayarak yetki başvurusunda bulundu. Ancak işverenin itirazları
sonucu açılan davalar toplu iş sözleşme sürecini tıkamıştır. İşveren Sendikalaşmanın
ardından üye olan işçilerden 14 işçiyi işten
attı. Atılan üyelerimiz 208 gündür işyerinin
önünde direnişlerini sürdürüyorlar.
13’te
İzmir Emniyeti
de modaya uydu
Son yıllarda her türden Emperyalist Uşağı
yerli satılmışların 27 Mayıs’a saldırması moda
oldu. 27 Mayıs’ı ve kazanımlarını cesaretle savunan HKP dışında neredeyse kimse kalmadı.
Ortaçağcı AKP iktidarı da 27 Mayıs Anayasası
anısına dikilen Beyazıt Meydanı’ndaki anıtı kaldırdı. Turan Emeksiz’in Cağaloğlu’ndaki büstüne tahammül edemedi.
Son bir saldırı da, mevcut durumdan vazife
çıkaran İzmir Emniyet Müdürlüğünden geldi.
Emniyet Müdürlüğünün girişindeki antrede yıllardır bulunan “Cumhurbaşkanlarımız” panosundan 27 Mayıs’ın önderlerinden “Cemal Ağa”
lakaplı Cemal Gürsel’in resmini kaldırılmışlar.
Yani dört bir yandan 27 Mayıs’a ve önderlerine saldırılar devam ediyorlar.
Ne diyelim, bugünler de geçecek. Demokratik Halk İktidarında bütün bunların hesabı sorulacak.
İzmir’den Kurtuluş Partililer
14’te
HKP’nin
Soma pankartına
Cumhurbaşkanına
hakaretten dava
6’da

Benzer belgeler