MEKSİKA - Seçim sonuçları ve Oaxaca direnişi… “Türkiye`de azınlık

Transkript

MEKSİKA - Seçim sonuçları ve Oaxaca direnişi… “Türkiye`de azınlık
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
l HE
Aralık 2006/11 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X106
l l
l
Metal işçisi bunların
hesabını bir gün soracak!
l
l
MEKSİKA - Seçim sonuçları ve Oaxaca direnişi…
“Türkiye’de azınlık mazınlık yok”
19 Aralık katliamını unutma, unutturma!
“Dünya Çocuk Hakları Günü”nde çocuk olmak…
J
AR
SA
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!

editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli Okuyucu,
bu sayımız sizlerden de aldığımız
çok sayıda yazı ile yine dolu dolu.
Yeni İşçi Dünyası Çek-Al’ımızda
işçi sınıfının güncel mücadelesine
dair birçok yazı bulacaksınız.
Geçtiğimiz ay içerisinde önemli
gelişmelerden birisi metal
sektöründe son ana kadar
toqlusözleşmeye imza atmayan
Birleşik Metal İş’in de en sonunda
imza atarak bu süreci sonlandırmış
olmasıydı.
Bu konuya ilişkin ve asgari ücrete
ilişkin yazılarımızı Çek-Al’de
okuyabilirsiniz.
Uluslararası alanda Meksikadaki
seçimler ve Oaxaca direniş ve
Kenya/Nairobi’deki İklim Zirvesi
önemli birer gündem maddesi
oluşturdular, bu konuları Panorama
bölümünde değerlendirdik.
“Dünya Çocuk Hakları Günü”nde
çocukların ne durumda olduklarını
Yeni Gençlik Dünyası sayfalarında
irdeledik. Yeni Gençlik Dünyası
sayfalarında tam da bizim
İçindekiler
gençlik mücadelesinde en çok
önemsediğimiz işçi gençliğin
örgütlenmesi konusundaki iki
önemli gelişmeye yer verdik: İşçi
Gençlik Kurultayı ve Gençlik
Sendikası. İlgiyle okuyacağınızı
düşünüyoruz.
Yaşama Temellerini Koruma
Mücadelesi sayfalarında “Atom
Öldürür” başlıklı kapsamlı
araştırmanın son bölümünü
yayınlıyoruz. Fosil yakıtlara ilişkin
tartışma üzerine elimize geçen
bir okur yazısına yer nedeniyle bu
sayımızda yer veremiyoruz, ancak
bir cevap ile birlikte önümüzdeki
sayı yayınlamayı düşünüyoruz,
değerli okurumuzun bunu anlayışla
karşılayacağını düşünüyoruz.
Yeni Kadın Dünyası’nda 25 Kasım
etkinlikleri yer alıyor.
Değerli okurlar, değerli
işçiler... Aralık ayı aynı zamanda
devrimcilere yönelik büyük bir
saldırının, devrimcileri F Tiplerinde
tecrit etmek amacıyla uygulanan 19
Aralık katliamının yıl dönümüdür.
Bu konuya ilişkin değerlendirmemiz
bu sayıda yer alıyor. Ayrıca bu
konuya ilişkin pdf formatında
bir özel sayıyı internet sitemize
yerleştireceğiz, tüm okurlarımızı
bu konuda gerekli duyarlılığı
gösterip, işçi sınıfını ve emekçi
halkı bu konuda bilgilendirmek ve
duyarlı kılmak için çaba sarfetmeye
çağırıyoruz.
Yeni sayımzla yeni yılda görüşmek
üzere...
YDİ ÇAĞRI, 02 Aralık2006
GÜNDEM
Haklı biziz, güçlü biziz… Bunu anlamalıyız! . . . . . . . . . . . . . . . 3
PANORAMA
- MEKSİKA - Seçim sonuçları ve Oaxaca direnişi… . . . . . . . . . . . . 5
- KENYA/ NAİROBİ - İklim felaketine çözümsüzlük arayışları… . . . . . . . 7
- BANGLADEŞ - Seçimler öncesi kriz…?. . . . . . . . . . . . . . . . . 9
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Türkiye’de azınlık mazınlık yok”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
GÜNDEM
19 Aralık katliamını unutma, unutturma! . . . . . . . . . . . . . . . . 12
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Sendikalar ve TİS-Grev Lokavt Yasası. . . . . . . . . . . . . . . . . EK: 1
Birleşik Metal İş’de MESS süreci . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK: 2
Metal işçisi bunların hesabını bir gün soracak! . . . . . . . . . . . . EK: 3
Trakya Sanayi A. Ş. fabrikası işçileri greve çıktılar! . . . . . . . . . . . EK: 4
Deri işçileri bilinçleniyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK: 5
Deri İş Tuzla Şubesi 28. Kongresi yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . EK: 6
Tanatar Kalıp’da sendikalaşma mücadelesi sürüyor…. . . . . . . . . EK: 6
Açlığa, yoksulluğa, asgari ücrete hayır!. . . . . . . . . . . . . . . . EK: 7
SCT’de grev 252. gününde!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK: 7
Yorcam’da sendikalaşma mücadelesi.... . . . . . . . . . . . . . . . EK: 8
Kızılırmak çeltik üreticileri alanlara çıktılar. . . . . . . . . . . . . . EK: 8
YENİ KADIN DÜNYASI
İstanbul’da 25 Kasım Paneli . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Kadınlar şiddeti tartıştı…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
Kadın Platformundan 25 Kasım eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
YENİ GENÇLİK DÜNYASI
“Dünya Çocuk Hakları Günü”nde çocuk olmak… . . . . . . . . . . . . 15
İşçi Gençlik Kurultayı yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
Gençlik sendikası mı? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Atom öldürür - Doğa güldürür (3) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
Küresel ısınmaya karşı miting yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
GÜNCEL
İzmir’de Ekim Devrimi bir panel ile anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . 21
Sermaye sınıfı kan ve can üzerinden palazlanıyor... . . . . . . . . . . . 21
Vİ-KO’da zafer mücadele eden işçilerin olacak! . . . . . . . . . . . . . 22
Tez-Koop-İş sendikası Diyarbakır şubesinin 8. Olağan Kongresi yapıldı. . 23
“Barış İçin Akdeniz Girişimi Sonuç Bildirgesi” yayınlandı . . . . . . . . 23
v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
v Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul
v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27
v e-mail: [email protected] v web: www.ydicagri.com
v Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
v SAYI: 106 · ARALIK 2006 ISSN 1301-692X106
v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
v Yayın Türü: Yaygın Süreli
gündem
Haklı biziz,
güçlü biziz…
Bunu anlamalıyız!
YOKSULLUK KADERİMİZ Mİ?
GELECEK DE BİR GÜN GELECEK…
AMA NASIL BİR GELECEK?
F
ra nsa K ra liçesi Ma riaAntoinette insanların yoksulluktan yiyecek ekmek bulamadığını duyunca tarihe geçen o ünlü
sözünü söylemiş: “Öyleyse pasta yesinler!”
Kraliçenin yoksulların durumlarına, sorunlarına ilgisizliğinin bir
göstergesi olan bu söz aslında günümüz için de geçerli. Hakim sınıfların
üyeleri, onların siyasetçileri, devletleri yoksulların durumunu, sıkıntılarını değil, kendi çıkarlarını düşünüyorlar. İşçinin, emekçinin ekmek
derdi, geçim derdi onların derdi değil… Tam tersine onlar kendi iktidarlarının devam etmesi için, daha
fazla birikim yaratmak için uğraşıyorlar. Bunun için de işçilerin, emekçilerin alınterini, emeğini daha fazla
çalıyorlar… Bizim yoksulluğumuz
onların daha fazla kazanması anlamına geliyor. Ve biz her geçen gün
daha yoksullaşıyoruz. Onlar ise deveyi hamuduyla yutuyorlar.
Onlar işçilerin, emekçilerin yoksulluğunu kadere bağlıyorlar. Onlar
dinin öğretilerini de kullanarak diyorlar ki, “Herşey tanrı vergisi…
İnsanın alınyazısı nasıl yazılmışsa o
olur!” Onlar diyorlar ki, “Şükretmek,
sabretmek gerekir!” Yani onlara göre
yoksulluğumuz kader… Onlara göre
açlığımız alınyazısı… Ve onlara göre
açlığa, yokluğa, yoksulluğa şükretmemiz, sabır göstermemiz gerekir.
Gerçekten öyle mi?
Yoksulluğumuz, açlığımız, çekt iğ i mi z çi leler k aderi mi z mi?
Şükretmemiz mi gerekir yokluğumuza, yoksulluğumuza, işsizliğimize, açlığımıza? Sabır mı? Daha ne
kadar?
Eğer birileri şatafat içinde yaşarken, biz açsak, çoluğumuz çocuğumuz sefil ve perişan ise bu nasıl kader olabilir? Birileri kendi kaderini
değiştirirken, bir gecede milyarlarca
doları kasalarına aktarırken bizim
aynı geceyi açlık içinde geçirmemiz,
sıkıntılarla boğuşmamız bizim kaderimizi değiştirme beceriksizliğimizin bir sonucu mu?
Hayır, yoksulluk kader değil…
Kaderimizden bahsedeceksek eğer
egemenlerin bizim kaderimizi belir-
lediğini söylememiz gerekir. Öyle ya,
herşeyi belirleyenler onlar. Emeğimizi
çalanlar onlar! İşsizliği yaratanlar onlar! Vergilerle bizleri soyanlar onlar!
Bizim nasıl ve hangi koşullarda yaşadığımızı belirleyenler onlar! Duruma
karşı cılız da olsa sesimizi çıkardığımızda, hakkımızı aramaya kalktığımızda ölüm de dahil bize herşeyi
reva görenler onlar…
Kaderimiz onların elinde yani!
KAPİTALİZMDE GELECEK YOK!
Bugün kaderimizi belirleyenler yarınımızı da belirliyorlar. Bize gelecek diye sundukları her alanda birer
soru işareti…
Her geçen gün alım gücümüz duşuyor. Ay sonunu borçla, harçla getiriyoruz. Ne olacak bu durumun
sonu? Nasıl geçineceğiz? Bugünü atlattık, yarın karnımız doyacak mı?
Başımızı soktuğumuz ev, öğünlerde
kaynayan tencere, ısınma, giyinme…
her geçen gün daha da pahalılaşıyor.
İleride daha da kötü olacak… Ne
yapacağız? Kışın ortasında soğuğa
karşı kömürsüz dayanmaya çalışıyoruz. Çocuklarımızın en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyoruz… Kışı nasıl atlatacağız? Yaz gelse
ne değişecek; çok mu daha iyi olacak
yaşantımız?
Çoluk çocuğumuz okuyabilecek
mi? Okusa ne olacak, iş bulabilecekler mi?
Hastalanmak, yaşlanmak insanlar
için… Böyle bir şeyle karşılaşanların hali nasıl? Kim bakıyor, kim karşılıyor doktor, hastane masraflarını?
Yoksa bunlar hiç olmuyor, hastanesiz, ilaçsız, bakımsız mı tamamlanıyor yaşam?
Sorular… Sorunlar…
Aylar, yıllar geçiyor… Ancak bu
sorular, bu sorunlar ortadan kalkmıyor…
Geleceğimiz garanti altında olmadığı için bu tür soruları sık sık soruyor, sorunlarla boğuşuyor, çıkış yolları aramaya çalışıyoruz. Kimileri
kendi alternatifini kendisi yaratmak
istiyor, “geleceğini garanti altına almaya” uğraşıyor. Örneğin, kimisi geleceğini kurtarmak için şans oyunla-
rına bel bağlıyor, kimisi fazla da bir
getirisi olmayan ek işlerle gecesini
gündüzüne katıyor… Kimisi çoluğunu çocuğunu “ya topçu, ya popçu”
yaparak geleceği kurtarmaya bakıyor. Kimisi bedenini satıyor, kimisi
uyuşturucu, hırsızlık vs. işlerine bulaşıyor. Bireysel çözüm arayışları
çoğunlukla hüsranla sonuçlanıyor,
“kurtarılmak” istenen gelecek daha
da kararıyor.
Geleceğimiz kara bulutlarla kaplı;
karanlık… Geleceğimiz geleceksizlik!
Bütün bunların sorumlusu, ve suçlusu bu sömürü ve baskı sistemi. Yani
bir avuç kodamanın çıkarını koruyan, onların daha fazla kâr etmesine
yol açan, bunu yaparken emeğimizden, alınterimizden daha çok çalan
bu sistem…
Yani kapitalizm!
Kapitalizmin işçilere, emekçilere
sunduğu, sunacağı bir gelecek yoktur! O, yani kapitalizm, bir avuç asalağın daha fazla kanımızı emmesinin adıdır! Kapitalizmin gelecek
diye sunduğu, sunacağı şey kendi sömürü çarklarının, sömürü düzenlerinin devamıdır. Garantiye almaya
çalıştıkları budur. Onların işçilerin,
emekçilerin geleceğini düşünme diye
bir dertleri de yoktur. Onlar için hep
kâr, hep daha fazla kâr vardır. Biz,
işçiler, emekçiler için bunun anlamı
yoksulluk, daha fazla yoksulluk ve
açlıktır. Geçmişte olan buydu sömürücü zorbalar için, gelecekte olacak
da budur.
Daha fazla kâr esas amaç olunca
onlar sınır da tanımıyorlar. Bunun
için örneğin doğayı katlediyor, yaşam temellerini ortadan kaldırıyorlar. Böylece geleceğimizi ipotek altına alıyorlar. Her geçen gün daha da
bozulan doğal dengelerden, ortaya
çıkan felaketlerden en fazla yoksullar
etkileniyor.
Yoksulluk, daha fazla yoksulluk…
İşsizlik… Hak gaspları… “Ölmeye
çok, yaşamaya az” ücretlerle köleliğin
devamı… Yaşanamaz bir dünya…
Savaşlar… Yıkımlar…
Onların bize sundukları gelecek
böyle bir gelecek!
GÜÇ KİMDE?
İçinden geçtiğimiz dönemde tüm
dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de
ezenler ve ezilenler var. Sömürenler
ve sömürülenler var. Şatafat içinde
yaşayanlar ile aç yatanlar var…
Ezenler üretim araçlarının, fabrikaların, işletmelerin, toprağın sahipleri…Bu sahipliği sürekli kılmak için
koruyucu bir güçleri var. Devlet var.
Onlar devletin sahipleri. Devlet onların sömürü sisteminin koruyucusu.
Yeri geldiğinde, ihtiyaç duyduğunda
vurucu güçleri var. Orduları, polis
teşkilatleri, kontr-gerilla grupları var.
Zor aracının sahipleri onlar. Buna ihtiyaç duyulmadığı yerde “mülkü koruyan” hukuk var, adalet var; onlar
için… Medya denilen yalan makinası
var, yoksulların, ezilmişlerin beyinlerini, bilinçlerini esir alan…
Onlar “herşeyin sahipleri” olarak
bizim yaşantımızı, bilincimizi belirleyebiliyorlar.
Peki onlar bu gücü nereden alıyorlar?
Onlar gücü en başta bizim gerçekleri görmememizden alıyorlar. Bu
durum bizi örgütsüzlüğe götürüyor.
Onlar gücü örgütsüzlüğümüzden
alıyorlar. Onlar güçlerini bizim herşeye boyun eğmemizden, sesimizi çıkarmamamızdan alıyorlar. Onlar bu
gücü bizim “şükretmemizden” alıyorlar, sabrımızdan alıyorlar; tevekkül göstermemizden alıyorlar. Onlar
bu gücü korkaklığımızdan, sinmişliğimizden alıyorlar… vb. vb.
Kısaca söylemek gerekirse onlara
gücü biz veriyoruz. Fakat biz bu gücü
verirken bu kadar gücü verdiğimizin
bile farkında değiliz. Onların kaderlerinin bizim elimizde olduğunun
farkında değiliz.
Evet, onların kaderleri bizim elimizde…
Öyle ki, onlar biliyorlar da bizim
güçlü olduğumuzu, biz, işçiler, emekçiler bilmiyoruz.
ONLAR BİLİYOR:
ONLARI GÜÇLÜ KILAN BİZİZ!
Evet, onlar güçlerini bizden aldıklarını biliyorlar. Bunun örneklerini
gündem
çeşitli şekillerde ifade de ediyorlar.
Kendi aralarında didişirlerken ya da
seçim dönemlerinde bunun örneklerini görmek mümkün.
Yakın döneme, örneğin geçen ayın
öne çıkan gündem maddelerinden
birisine bakalım.
Bilindiği üzere Türkiye siyaseti
şu anda iki parçaya bölünmüş durumda.
Bir tarafta AKP hükümeti var.
İşçilerin, emekçilerin 2002 seçimlerinde yüzde 35 civarında bir oy vererek tek başına hükümete getirdiği
bir parti bu parti. Yani gücünü emekçilerden alan bir parti. Bu partinin
çekirdek kadrosu esasta dinci Milli
Selamet Partisi geleneğinden gelmekle birlikte liberal bir çizgi izliyor
ve bu çizgi Türk büyük burjuvazisinin
çıkarlarına uygun bir çizgi. Bu çizginin içinde Kemalistlerin hiç de işine
gelmeyen devlet erkinin, devlet bürokrasisinin, yerel yönetimlerin vs.
değiştirilmesi de var. Bu gerçekleşirse
ordu etkisizleşecek, Kemalist bürokrasinin etki alanı daralacak, 80 küsur yıllık cumhuriyet tarihi boyunca
iktidarın gerçek sahipleri olanlar iktidarlarını terketmek zorunda kalacaklar. vs. vb.
Diğer yanda kendilerini “laik” görüp gösteren ordu eksenli Kemalist
kesim var. Bu cenahın da partileri
var. AKP’nin tek başına parlamentoda çoğunluğu ele geçirdiği seçimlerde işçilerin, emekçilerin geri kalan oylarının büyük çoğunluğu da
Kemalist kesimin partilerine dağılmış. Bunlar kendi aralarında birlik
olamadıkları için bunlardan sadece
CHP parlamentoya girebildi. Bu partiler de güçlelerini işçilerden, emekçilerden aldılar; halktan aldılar.
Onlar işçilerden, emekçilerden,
halktan aldıkları güçlerle parlamentoda sermaye kesimine hizmet etmeye başladılar, kendinden önce
yine işçilerin, emekçilerin oylarıyla
oluşturulan parlamentolar gibi.
Bu parlamentonun bir farkı, AKP
ile sözümona “laik” Kemalist kesimin arasında dalaşın derinleşmesi
döneminin parlamentosu olması.
Bu dalaşın bir çok yönü var. Bu sıralar dalaşın cumhurbaşkanlığı seçimi ile yeni genel seçimler yanı öne
çıkarılıyor. Hakim sınıflar gelecek
yıl seçim yapacaklar. Ama öncesinde
yeni bir cumhurbaşkanı seçecekler.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri kendi
aralarındaki dalaşta önemli.
AKP hükümeti esasta cumhurbaşkanını seçebilecek güce sahip. Recep
Tayyip Erdoğan da isterse cumhurbaşkanlığına seçilebilir.
Olabilir mi? Normalde olabilir…
Ama Türkiye siyasetinde, daha genel konuşursak burjuva siyasetinde
ne “norm” aranmalıdır, ne de “normal”!
Dananın kuyruğu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kopuyor. Kemalist
kesimler Recep Tayyip Erdoğan’ın
cumhurbaşkanı olmasına karşılar.
Onlara göre, eşinin başı kapalı olan
birisi Çankaya’ya çıkamaz. Bunun
yanında, Kemalistler için, dini siyasete alet ettiğini söyledikleri birisinin cumhurbaşkanı olması, Kemalist
“laik” cumhuriyetin en temel kurumunun elden gitmesi anlamında
sembolik öneme sahip. Bu yüzden
vargüçleriyle bunu engellemenin yollarını arıyorlar.
“HALKIN TERCİHİ” BELİRLEYİCİ!
rıda da belirttiğimiz gibi bilinçsizlikten, bilmemekten kaynaklanıyor.
Ama sömürücü zorbalar da ellerindeki çeşitli araçlarla işçilerin, emekçilerin gerçekleri görmesini engellemek için kullanılar. Örneğin medya
üzerinden, örneğin eğitim sistemi
üzerinden bunu gerçekleştirirler…
Örneğin işçilerin, emekçilerin türlü
farklılıklarını kullanarak birbirlerine
düşman yaparak bunu gerçekleştirirler. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, İslamGayrimüslim vb. vb. farklılıklarını
kullanarak yoksullukta birleştirdikleri işçileri, emekçileri bölmeye, parçalamaya çalışırlar. Irkçılıkla, saldırgan milliyetçilikle, dinle, mezheple…
milyonların bilinçlerini karartır, geniş yığınlar arasında onarılması güç
çitlerin oluşmasına çabalarlar.
Kaderleri bir ve aynı olanların bir
araya gelmesi demek sömürücü zorbalar için istenen bir şey değildir.
Sömürücü zorbalar bilirler ki, yoksullukta birleştirdikleri milyonların
gücü örgütlü bir güce dönüştüğünde
zorba iktidarları bu gücün karşısında
tuz buz olur.
dürmekte, bu güçle işçilerin, emekçilerin geleceklerini de, kaderlerini de
belirlemektedirler. Oysa döne döne
vurguladığımız gibi, sömürücü zorbaların kaderleri işçilerin, emekçilerin ellerindedir.
İşçiler, emekçiler eğer gerçekleri
görebilseler; eğer örgütlenebilseler
ve eğer kendilerini sömüren, baskı
altında tutan sisteme karşı seslerini
yükseltseler kendi kaderlerini kendileri belirleyecekler.
Ama bugün bu durumdan uzağız.
Eksiklikler, yetmezlikler var.
Öncelikle bilinçlerin esaretten kurtarılması gerekli. Bunun için sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin milyonlara gerçekleri anlatma diye bir görevleri var.
İşçilerin, emekçilerin örgütlü bir
güç olması gerekir. Ama bugün yeterli bir güçten bahsetmek mümkün
değil. İşçi sınıfının güçleri ya dağınık
ve örgütsüz ya da cılız örgütlenmelere sahip. Bu eksikliğin giderilmesi,
için yine sınıf bilinçli işçilere, emekçileri görev düşüyor.
Çağrımız sınıf bilinçli işçilere:
Görevlerinize özverili bir şekilde sarılın!
Çağrımız bilinçleri esir alınmış işçilere: Gerçekleri görün! Size
anlatılan masallara inanmayın!
Geleceğinizi kendi ellerinize alabilirsiniz, almalısınız. Yoksulluk kader
değildir. Yoksulluğunuz sömürücü
zorbaların iktidarlarının, sistemlerinin sonucudur. Sömürücü zorbaları
başından defet! Kaderini kendi ellerine al! Çaresiz değilsin! Bunu anla…
Sınıfının örgütlü gücüne güven…
Örgütlen, mücadeleye atıl! Sınıf bilinçli işçileri dinle…
Unutma ki; kaybedeceğin bir şey
yok… Ama kazanacağın yeni bir
dünya var!
Kemalistler örneğin Recep Tayyip
Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için, bu partinin
aldığı oy oranını gösteriyor ve seçime katılanların yuvarlak rakamla
yüzde 35’lik oyunu almış bir partinin, yüzde 65’i hiçe sayarak istediği
gibi cumhurbaşkanını seçemeyeceğini söylüyorlar.
Yani onlar kendi işlerine gelmediği
zaman halkı öne sürüyorlar. Kemalist
kesimin siyasetçilerine göre halkın
tercihi AKP’ye bu hakkı vermiyor!
Ve Kemalist kesimin siyasetçileri olabilirse bir erken seçimin gerekli olduğunu, halka gidilmesi gerektiğini; erken seçim sonrasında oluşacak parlamentonun cumhurbaşkanını seçmesi
SÖMÜRÜCÜ ZORBALARIN
gerektiğini söyleyip duruyorlar. Yani
KADERLERİ BİZİM ELİMİZDE!
onların döne döne “halk” dedikleri;
çoğunluğunu işçilerin, emekçilerin,
Bunu biliyorlar.
yoksulların gücü önemli hale geliveBu gerçeği bildikleri için milyonlarca
riyor.
işçinin, emekçinin gerçekleri görmeDiğer taraftan AKP de halkın kensini engellerler. Maalesef bunda da
dilerine hükümet etme görevi verdibaşarılılar. Öyle ki, milyonlarca işçi,
ğini, erken seçime gerek olmadığını,
emekçi kendisine sunulan magazin
halkın seçtiği bir parlamento olduprogramları üzerinden hangi şarkığunu, bu parlamentonun cumhurbaşcının hangi mankenle flört ettiğini
kanını seçmesi gerektiğini, seçimlerin
bilir de, hangi sendikacının kendisinormal süresinde yapılacağını, cumnin de içinde olduğu işçileri patrona
hurbaşkanının da bu parlamento tasattığını düşünmez bile…
rafından seçileceğini söylüyorlar. Bu
Evet, 80 küsur yıllık bir çark vardır
parti de yine “halktan”, yani işçilerortada ve bugün de bu çark işlemekden, emekçilerden aldığı gücü sonuna
tedir. Sömürücü zorbalar işçilerden,
kadar kullanmak istiyor.
emekçilerden aldıkları güçle kendiTüm bu toz duman içinde her iki
lerini var eden sistemin çarkını dönKasım 2006 
kesim de “halkın tercihine”, yani işçilerden, emekçilerden aldıkları güce
sığınıyorlar.
5
Seçimler önümüzdeki yıl yapılali
200
lık dirim
a
r
n
cak. Ancak daha şimdiden bir seçim
A
İ
i
s
40
te
% at Lis
atmosferi yaratma çalışmaları sürdüFiy
rülüyor.
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ
Örneğin son dönemde peşpeşe
anketler yapılıyor, yayınlanıyor.
• 3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
Bununla yine “halkın andaki tercihi”
• BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
tespit edilerek siyasi arenadaki •rakip• 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
ler yıpratılmak isteniyor.
• 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
“Halkın tercihi” bir kez • daha
3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00
• KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00
“önemli” hale geliyor, getiriliyor.
MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
Bunun önemi bizzat burjuva• politikacılar tarafından vurgulanıyor.
GÜNCEL POLİTİKA
• STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00
Çünkü buna ihtiyaçları var. Çünkü
• EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
onları, onların sistemlerini meşru• İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00
laştıran, onları başa getiren, onlara
• MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50
sömürme “hakkını”, baskı •uygu•
DOĞA
lama “hakkını” verenler işçilerden, VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
emekçilerden başkası değil… Onlara
• ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50
• KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
“kaderini” teslim edenler de işçiler,
• Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY
(2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
emekçiler.
İşçiler, emekçiler kendi “kaderleKADIN DİZİSİ
• KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
rini” sömürücü zorbaların ellerine
• SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
ne diye bırakırlar?
• KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
Bunun en önemli nedeni •yukaKADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
DÖNÜŞÜM
N
A
L
YAYINLARI İ
Bu kitapları
isteyin, okuyun, okutun, tartışın...
• SİZİN MASALINIZ
Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• BİZİM LİSE
Hasan Kıyafet
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
• ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
panorama
PANOR AM A
Seçim sonuçları
ve Oaxaca
direnişi…
- MEKSİKA -
D
ergimizin 103. sayısında yayınlanan 17 Ağustos tarihli yazımızda Meksika’da
2 Temmuz 2006 tarihinde yapılan
seçimlerde sahtekârlık yapıldığı ve
Demokratik Devrim Partisi (PRD)
adayı Obrador’un %0.58’lik bir oy
oranıyla seçimi kaybettiği, Ulusal
Hareket Partisi’nin (PAN) adayı
Calderon’un seçimi kazandığı bilgilerini aktarmıştık. Seçim sahtekârlığı
yapıldığı yönlü itirazlar, seçim sonucunun gözden geçirilmesi talepleriyle
mahkemeye başvurulmasıyla, seçim
sonucunun nasıl belirleneceği sözkonusu mahkemenin kararına bağlanmıştı.
Tüm oyların tek tek yeniden sayılması talebi kabul edilmedi. Bunun
yerine kullanılan oyların %9’u sayıldı. Bu oyların sayımı sonrasında
Obrador lehine az da olsa bir değişiklik oldu. Ama yine de Mahkeme
Calderon’un seçimi kazandığına karar verdi. Buna göre oylardaki değişiklik % 35.89’a %35.31 yerine,
%35.71’e %35.15 olmuştu. Aradaki oy
farkı on bin civarında değişmişti.
Aslında seçimlerde sahtekârlık yapıldığı açıktı. Ve bu sahtekârlık medyaya da yansıdığı kadarıyla, iktidarı
elinde tutanların bilinçli, planlı çabalarıyla seçimlerden önce örgütlenmişti. Bu sonuç Obrador tarafından
kabul edilmedi ve mücadeleyi sürdüreceğini açıkladı.
Meksika’nın kurtuluş günü olan
16 Eylül’de yüzbinlerce kitlenin katıldığı mitingte Obrador paralel hükümet kurduğunu ilan etti. “Meksika
devriminin” yıldönümü olan 20
Kasım tarihinde ise Obrador, yine
yüzbinlerce insanın katıldığı mitingte “Ulusal Demokratik Meclis”
adına “meşru Başkan” olarak ilan
edildi. 1 Aralık’ta Calderon Fox’tan
Başkanlık görevini devralacak. Bu
tarihte Calderon’un Başkanlığı devralma töreni engellenmeye çalışılacak. Seçim sonuçlarının dalaşı henüz
sonuçlanmış değil.
Başkanlık görevini devralması engellenmezse –ki engellenmesi zor gö-
rünüyor–, seçmenin %40’ının seçimlere katılmadığı ve seçime katılan
%60’ının da sadece %35.71’lik oyunu
alan Calderon Başkanlık koltuğuna
oturacak.
Chiapas ve Tabasco eyaletlerinde
yapılan valilik seçimleri de ülke genelinde yürüyen seçim oyunu dalaşına tuz-biber oldu.
Ülke genelindeki seçimler de, eyalet bazındaki seçimler de burjuva demokrasilerinde seçim oyununun nasıl oynandığını, seçimin gerçekte bir
sahtekârlık sahası olduğunu çok açık
biçimde gözler önüne serdi. Kuşkusuz
ki Meksika tarihini yakından bilenler
için bu sahtekârlık “olağan” bir şeydi.
Gelinen yerde, farklı farklı yaklaşımlara sahip olunsa da, gidişata muhalefet edecek güçler ortaya çıkmaktadır. Kimi “light” sosyaldemokrat,
kimi de Zapatista’lar gibi biraz radikal görünen ama yine de sistem
içi hareket edenlerdir. Kitlesel mücadele içinde önemli rol oynayanlar
arasında devrimci konumda olanlar
yok. Böylesi bir durumda sınıf mücadelesinden çok, iktidar dalaşı öne
çıkmaktadır.
S e ç i m le rd e O br a d or y a d a
Calderon’un galip ilan edilmesi, gerçekte Meksika halkının büyük bölümü için özde bir şey değiştirmiyor, değiştirmeyecekti de. Sorunun
bu yönüyle ilgili gelişmelerin hangi
yönde olacağını birlikte takip edip
göreceğiz. Bu arada bu yazıyı okuduğunuzda, Calderon’un görevi devralmasında nelerin yaşandığı da ortaya
çıkmış olacaktır.
OAXACA DİRENİŞİ
Bu bölümde öncelikle bir düzeltme
yapmak zorundayız. Dergimizin 103.
sayısında, sayfa 9’da Oaxaca ile ilgili
gelişmelere dikkat çekerken şunları
söyledik:
“Obrador seçimin sonuçlarıyla uğraşıp yüzbinlerce insanı sokaklara
dökerken, Meksika’nın güneyindeki
Oaxaca kentinde 80 günden uzun bir
süre sıkıyönetim altında tutulan halk
demokratik koşulların oluşması için
mücadele etti. Faşist siyaset yürüttüğünden Vali Ulises Ruiz’i görevinden
aldırdı.”
Burada yaptığımız tespitleri o dönem haber veren medyaya dayanarak
yazdık. “Oaxaca Halk Meclisi”nin
(APPO) Oaxaca’da denetimi ele geçirdiği ve bunun sonucunda Vali
Ruiz’in Oaxaca’dan kaçmak zorunda
kaldığı olgudur. Ama burada ifade
edildiği gibi “Vali Ulises Ruiz’i görevinden aldırdı.” tespiti doğru bir tespit değildir. Vali Ruiz resmen hâlâ bu
görevdedir ve Oaxaca halkının büyük bölümü istifa etmesi ya da görevden alınması için mücadele ediyor.
Bilgi eksikliğinden, ya da medyadaki
yanlış bilgiden dolayı yaptığımız bu
tespiti böylece düzeltiyor ve okurlarımızdan özür diliyoruz.
Obrador seçim sonuçlarıyla uğraşırken ve kamuoyu da esasta seçim sonuçlarını merak ederken,
Meksika’nın Oa xaca eyaletinin
Başkenti Oaxaca’daki gelişmeler giderek daha fazla gündemi işgal etmeye başladı. Kimileri tarafından
“halk isyanı” olarak da tanımlanan
olayların perde arkasında ne vardı ve
gerçekte bu “halk isyanı” neyin nesiydi?
Kendisine devrimci, komünist diyen kesimler Oaxaca’da “devrim ile
karşıdevrimin boy ölçüştüğünü”, anlatmaya başladı. Kimi de Oaxaca halkının Vali Ruiz’in istifası için mücadelesini “devrimci direniş”, “tüm
dünyada işçi sınıfı ve emekçilerin yolunu aydınla”tan bir mücadele olarak
gösteriyordu.
“Uzaktan davulun sesi hoş gelir”
deyimi, Latin Amerika ülkelerindeki
gelişmelerin Türkiye devrimci hareketine yansıması bağlamında, belki
de gerçeği en iyi dile getiren deyimlerden biri durumundadır.
Oaxaca halkının direnişi içinde
devrimcilerin olabileceği ihtimalini
dıştalamıyoruz. Kendisini böyle adlandıranların da olduğunun bilincindeyiz. Oaxaca halkının Ruiz gibi
bir Vali’nin istifası için mücadele-
sini haklı bir mücadele olarak destekliyoruz da. Bunun yanısıra öğretmenlerin grevi ve halkın büyük bölümünün saldırılara rağmen direniş
tavrına saygı da duyuyoruz, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi talepleri
destekliyoruz. Fakat, buna rağmen
Oaxaca’daki direnişin “devrim ile
karşıdevrimin boy ölçüşmesi” (İşçi
Mücadelesi) olarak gösterilmesini
yanlış buluyoruz.
Oaxaca Halk Meclisi (APPO), genel olarak devrimci bir güç olarak
değerlendirilemez. Bu birliğin içinde
yaklaşık 350 ayrı grup yer alıyor.
APPO’nun esas talebi Vali Ruiz’in
istifasıdır. Mücadelesi sisteme karşı
değildir. Üstüne üstlük, devlet güçleri tüm saldırganlığı ile Oaxaca direnişi güçlerine saldırırken, Kasım
ayı başlarına kadar 17 kişiyi katlederken; Oaxaca Halk Meclisi, devlet güçlerine karşı şiddet eylemlerine
başvurma tavrını reddetme siyasetini sürdürmekte ısrar etmiştir.
Kendi hedefini Vali’nin istifa etmesi ile sınırlayan ve devlet güçlerine
karşı şiddet eylemlerini reddeden ve
sistem değişikliği hedefine sahip olmayan bir hareketin nasıl devrimci
bir hareket olarak gösterildiğini; bu
durumda devrim ile karşıdevrimin
boy ölçüştüğü tespitlerinin nasıl yapıldığını esefle izliyoruz.
Tüm bunların esasta gerçeklerin çıkış noktası olarak alındığı değerlendirmeler yerine, kafalardaki
isteklerin, ya da gerçeklerin yerine ikame edilen yaklaşımların sonucu olduğunu düşünüyoruz. “Latin
Amerika devrimi”nden bahsedilmesi
ve “Yaşasın Latin Amerika devrimi!”
gibi şiarların atılmasını da bu ikameciliğin bir yansıması olarak değerlendiriyoruz. Kuşkusuz ki “yaşasın devrim” sloganı kendi başına ele alındığında her zaman doğrudur ve devrim
yanlısı olanlara da hoş görünüyor.
Fakat bugün Meksika / Oaxaca’da
yaşananların, ya da Venezüella,
Bolivya vb. ülkelerdeki gelişmelerin
“Latin Amerika devrimi” gibi gös-
panorama
terilmesi, kitlelerin bilincini karartmaya hizmet eden ve kökten yanlış
olan tespitlerdir. Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeleri tartıştığımız
her yerde, bu gerçeği bilince çıkarmak, önemli görevlerden biri durumunda.
Oaxaca’daki gelişmelerin gerçekte
ne olduğunu anlatmak da, yaşananların bir “Latin Amerika devrimi”
olmadığını göstermek açısından gerekiyor.
Oaxaca’da bugünkü gelişmelerin
kaynağı Mayıs ayı sonlarında öğretmenlerin gerçekleştirdiği grev ve
devlet güçlerinin grevcilere saldırısıdır.
Oaxaca, halkının büyük bölümünün Indigen ve yoksul olduğu
Meksika’nın eyaletlerinden biridir.
2004 yılı Aralık ayında yapılan valilik seçiminde, yine seçim sahtekârlığı temelinde Ruiz valiliğe seçildi.
Ruiz, Kurumsal Devrim Partisi’nin
(PRI) adayı olarak vali oldu. PRI
Meksika’yı onlarca sene tek parti
olarak yöneten parti. Ve bu partinin
adında “devrim” tanımı olması kimseyi aldatmasın.
Ruiz’in valilik görevine başlamasıyla Oaxaca’da bir nevi ilan edilmemiş sıkıyönetim uygulanmaya başlandı. İnsan hakları örgütlerinin verilerine göre Ruiz’in 19 aylık görev
sürecinde 36 siyasi cinayet işlenmiştir ve bunların tümü de Ruiz’e muhalif kesimlerden oluşuyor.
Eğitim sendikasına bağlı olan ve
Oaxaca’daki “Öğretmenler Sendikası
Seksiyon 22”nin üyeleri olan öğretmenler, 22 Mayıs’ta Oaxaca şehir merkezini işgal edip greve başladıklarında, temel talepleri ücretlerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve eğitim politikasında düzeltmelerin yapılmasıydı.
Bunlara ek olarak sosyal ve sendikal
harekete yönelik saldırılara son verilmesi, haklarında tutuklama emri
verilen sendikacı ve sosyal hareketin
ileri gelenleri hakkındaki tutuklama
emirlerinin geri alınması ve siyasi
tutukluların serbest bırakılması gibi
talepler de dile getirildi. Bu talepler
ama esas olarak ücret artışı, çalışma
koşullarının iyileştirilmesi mücadelesine bağlı, tali bir konumdaydılar.
Kimi verilere göre Oaxaca’da
70.000 öğretmen grevdeydi. Verilen
bilgilere göre eylemin başlangıcında,
öğretmen sendikasına üyelerin yanısıra, Indigen halkının sosyal ve köylü
örgütlerine üyeler de katılmıştı ve
toplam 40.000 insan eylemi gerçekleştirmişti.
Vali Ruiz öğretmenlerin grevine
ve taleplerine cevap olarak binlerce
polisi eylemcilerin üzerine saldırtmak oldu. 14 Haziran sabahı gerçekleştirilen bu saldırıda gözyaşartıcı bombalar da kullanıldı. Yüzlerce
insan –bir kesimi de ağır– yaralandı.
Öğretmenlerin eylemine karşı gerçekleştirilen bu saldırı bardağı taşıran son damla oldu.
Birkaç gün içinde insan hakları
savunucuları, sivil toplum örgütleri
gibi örgütlerin ağırlıkta olduğu yaklaşık 350 örgüt, grup vb. bir araya gelerek Oaxaca Halk Meclisi’ni (APPO)
oluşturdu ve Ruiz’in istifa etmesi talebi diğer taleplerin önüne geçti.
APPO kimi devlet dairelerini, bankaları işgal etti, caddelere barikatlar
kurdu ve Oaxaca’da denetimi ele geçirdi. Bu arada “mega marş” dedikleri yürüyüşler gerçekleştirildi ve 200
bin ile 800 bin arasında kitle katıldı
bu yürüyüşlere.
APPO Oaxaca’da denetimi ele geçirmesine ve Ruiz Oaxaca’dan kaçmış olmasına rağmen, temel talebini
Ruiz’in istifa etmesi ile sınırlıyordu.
Bunu da öncelikle Meksika yönetiminden bekliyordu. Bunu dile getirmek için de Eylül ayı sonu Ekim
ayı başlarında Oaxaca’dan Meksiko
City’ye 19 gün süren yürüyüş gerçekleştirildi ve Meksika senatosu binasının önüne çadırlar kuruldu. 6000 civarında olduğu söylenen öğretmenlerin bu eylemde Senato’dan talebi
Ruiz’in istifa etmesine yardımcı olmasıydı. Meksika yasalarına göre senatonun sözkonusu eyalette/ şehirde
yasama-yürütme-yargı’nın işlemez
halde olduğu değerlendirmesini yapması durumunda, valiyi görevden
alma yetkisi de vardır. Fakat Senato,
Ruiz’in anda yöneten durumunda olmadığını tespit etse de, Oaxaca’da genel olarak yasama-yürütme-yargı’nın
işlemediği tespitini yapmadı ve böylece Ruiz’in görevden alınması talebini reddetti.
Oaxaca halkının büyük bölümü
Ruiz’in istifasını isterken ve aylarca
süren bir direniş gösterirken, valinin
devlet yönetimince görevden alınmaması veya istifaya zorlanmamasının
perde arkasında 2 Temmuz seçimlerinin sonuçları duruyor. Buna göre
eğer merkezi yönetim halkın direnişine bakarak valiyi görevden alırsa,
bu durum Obrador’un Calderon’un
başkanlık görevini devralmasına
karşı kitlesel eylemlerine örnek teşkil edebilir ve Calderon’un başkanlığı suya düşebilir.
İkinci bir nokta da, Meksika yasalarına göre altı seneliğine seçilen valinin iki senelik görev süresini doldurması durumunda, yeniden seçim yapılmayacak ve sözkonusu vali hangi
partiye mensupsa, o parti yeni valiyi
belirleyecektir. Bunun için de Ruiz’in
Aralık ayına kadar istifa etmemesi,
görevden alınmaması gerekiyor. Gidişat
esasta bu
yönde görünüyor.
M ay ı s ay ı
sonlarında
başlanan grev
olayların teti kçisi olsa
da, gelişmeler grevi arka
pl a na it m i ş
gibi göründü.
Fa kat hem
devlet yetkilileri ile görüşmeler, hem de
sendikacıların
kendi aralarındaki tartışmalar sürdü, sürüyor. Devlet
güçleri eyleme
son verdirmek
içi n değ işi k
yol ve yöntemlere başvurdu,
v uruyor. Bu
yol ve yöntemler tam mafya
usulü yöntemler. Silahlı saldırılarla
katletme, korkutma taktikleri, insanları kaçırıp kaybetmeler, tutuklamalar, ajanların kitle eylemi içine yerleştirilmesi vb. vb. edimler öne çıkıyor.
Medyaya yansıdığı kadarıyla Mayıs
ayından bu yana katledilenlerin sayısı 17, yüzlerce yaralı ve tutuklu, 61
kişi de kayıp. Tutuklananlara işkence
yapılması da bir başka baskı aracı.
Öğretmenlerin büyük bir kesimi,
devlet yetkilileriyle yürütülen pazarlıklarda ücretlerin artırılacağı,
çalışma koşullarının iyileştirileceği
sözlerinin verilmesini; aylarca aylık
almamanın sonucunda zor durumda
kalınmasını ve 1.3 milyon olarak sayısı verilen öğrencilerin tüm ders yılını kaybetmemesi düşüncesini gözönüne alarak okullara geri dönülmesine karar verdi.
Fakat bu kararın verildiği dönemde merkezi Meksika yönetiminin
Oaxaca’ya 5000 civarında polis/asker
kolluk gücü yollaması ve bu kolluk
gücünün “barışçıl eylem” yapanlara
saldırması ile ortaya çıkan durumda,
istedikleri tarihte okullara dönemediler. Bu kesim öğretmen, daha önce
Ruiz istifa etmezse derslere girmeyeceğiz talebine uygun davranmasa da,
Ruiz’in istifa etmesi talebini terketmemiştir. Diğer öğretmen kesimi ise
Ruiz istifa etmeden derslere girmeme
tavrını sürdürüyor. Bu bağlamda
grev bitmemiştir. Fakat öğretmenler
arasında bölünme yaşanmıştır.
Ekim ayındaki ve Kasım ayı başlarındaki gelişmeler APPO’ya “bu
böyle gitmez” dedirten gelişmeler oldu. Bugüne kadarki direnişin Ruiz’in istifasını sağlayamadığı,
merkezi devletin Ekim ayı sonlarında Oaxaca’ya kolluk gücü göndererek Ruiz’e güç-destek verdiği; şehir merkezini “eylemcilerden kurtardık” dedikleri ve buna bağlı olarak
Oaxaca’da Ruiz yanlılarının da Ruiz
için eylemler yapmaya başladığı koşullarda, APPO’nun yeni yollar aramak zorunda kalması da doğaldı.
APPO, gerçekte neyi hedef lediğini, siyasi taleplerini, tüzüğünü ortaya koymak “Kuruluş Kongresi”
yapmak için 10-12 Kasım tarihlerinde toplandı. APPO’nun “Kuruluş
Kongresi”ni yapma planı Ekim ayı
başlarından beri vardı, fakat bu aradaki gelişmeler, esas olarak “Kuruluş
Kongresi”ndeki tartışmaların yönünü değiştiriyordu.
Verilen bilgilere göre 300’den fazla
örgüt, grubun 600 kadar delegesinin
katıldığı “Kuruluş Kongresi” Oaxaca
Halkları Halk Konseyi’ni (CPPO)
seçti. Ve bu konsey Ruiz’i istifaya
zorlamak için aktif eylemler gerçekleştirilmesine karar verdi. Buna göre
yeniden barikatların kurulması, devlet dairelerine gidiş yollarının kapatılması, kitlesel yürüyüşler, yapılması
gerekenlerdi.
Bu arada “Kuruluş Kongresi”ne
Obrador’un partisi PRD de kimi yönetici kadrolarını gönderdi. 1 Aralık’ta
Calderon’un başkanlık görevini devralmasına karşı 30 Kasım’da kitlesel eylemlerin yapılması planlanıyor.
Böylece Calderon’un görevi devralması engellenmek isteniyor. Bu, aynı
zamanda CPPO’nun Obrador’u destekleyen eylemlere çağrı yapmasıdır.
APPO ya da CPPO’nun Obrador’u
desteklediği ve Calderon ile Ruiz’in
karşısında oldukları, “neoliberal” siyasete karşı olduklarını ilan etmeleri
de, bu hareketin genel olarak “devrim ile karşıdevrimin hesaplaşması”
olarak gösterilmesinin yanlış olduğunu gösteren tavırlardır.
Sonuçta, ne Meksika’da süren seçim oyunu dalaşı ne de Oaxaca’daki
direniş bitmiş değil. Mücadelenin
giderek keskinleşmesi ve devrimci
bir rotaya girmesi değişik etkenlere
bağlıdır. Anda yürüyen mücadele
Oaxaca halkının büyük bölümünün
ve özellikle de öğretmenlerin haklı
talepleri için verdikleri bir mücadeledir. Onların en basit demokratik
hakları için mücadelesinin bile devletin baskısıyla, zulmüyle karşılanması sadece Meksika ve vali Ruiz so-
panorama
mutunda da Oaxaca’daki yönetimin
halk düşmanı yüzünü göstermektedir.
Devlet güçlerinin ve Latin Amerika
ülkelerinde sık sık görülen paramiliter güçlerin halka karşı saldırılarına direnmek de haklıdır, meşrudur. Aslında APPO veya CPPO’nun
önderliğindeki hareketin “barışçıl”
eylemlerini, sadece kendisine saldırıldığında kendisini savunmak için
başvurduğu militan savunma taktiğini gözden geçirmesi gerekiyor.
“Neoliberal” siyasete karşı mücadele
etmek istiyorlarsa ve Meksika’nın
emperyalist güçlerin elinden kurtarılmasını istiyorlarsa o zaman bu
mücadelede başarılı olmak için, şiddete karşı şiddete başvurmak zorundalar. Kuşkusuz ki Vali Ruiz’in istifası talebinin gerçeğe dönüşmesi
barışçıl eylemlerle de mümkündür.
Fakat bu hareketin kendisini Ruiz’in
istifa etme talebiyle sınırlaması, aynı
zamanda bu hareketin de ufkunun
sınırını belirliyor. Vali Ruiz istifa ettiğinde Oaxaca halklarının sorunları çözülecek mi? Genelde kırsal kesimde olan Indigen halkının üzerindeki baskılar son mu bulacak? Büyük
bölümünün yoksulluk ve açlık sınırı
altında yaşadığı halkın açlık, yoksulluk, hastalık, susuzluk vb. vb. sorunları mı çözülecek?
Sonuç olarak Oaxaca halklarının
direnişi, andaki yönetime, sisteme
karşı bir hoşnutsuzluğun açık ifadesidir. Devrimci güçlerin bu hoşnutsuzluğu devrim için mücadele mecrasına akıtma görevi vardır. APPO’nun
somutta oynadığı rol ise, kitlenin bu
hoşnutsuzluğunu sistem içinde sınırlamaktır. Hareketi Obrador gibi
“light” sosyaldemokratların kuyruğuna takmaktır. Bu olguya bakıldığında devrimcilerin aslında Meksika
haklarının kurtuluşu için mücadelede, Meksika halklarının APPO’ya
da karşı mücadele etmesi gerektiği
tavrını takınması ve buna uygun
davranması gerekir.
Türkiye’de kimi “sol” ve devrimci
kesimlerin Oaxaca’daki direnişe sahip çıkmasını ve mücadeleye destek
vermesini olumlu ve doğru bir tavır olarak görüyoruz. Biz de Oaxaca
halklarının baskılara karşı mücadelesini, öğretmenlerin ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesine sahip çıkıp destekliyoruz.
Bu t av r ı m ı z a r a ğ men a ma ,
Oaxaca’daki direnişin, mücadelenin
önderliğini yapan APPO’nun genel
devrimci bir hareket olarak değerlendirilmesini yanlış buluyoruz. Bu
yönlü değerlendirmelerin kitlelerin
bilincini kararttığını düşünüyoruz.
Kitlenin mücadelesini, direnişini sahiplenmek ile, o hareketi değerlendirmenin farklı şeyler olduğunu da
bilince çıkarmak gerekiyor.
Oaxaca’daki gelişmelerin hangi
yönde ilerleyeceğini ise önümüzdeki
süreç gösterecektir.
24 Kasım 2006 
İklim felaketine
çözümsüzlük
arayışları…
- KENYA/ NAİROBİ -
İ
klim felaketinden bahsettiğimizde felaket tellallığı yapmıyoruz. Sadece, bilim insanlarının,
ciddi önlemler alınmadığında kapımıza kadar gelen felaketin yaşanacağını bilince çıkarmak için, söylenenleri yineleyip soruna dikkat çekiyoruz. Çünkü iklim sorunu insanlığın
geleceğini belirleyecek temel sorunlardan biri haline gelmiştir.
Durumu olduğundan iyi gösteren
burjuva bilim insanları bile, iklimdeki sıcaklığın artışının 2-3 dereceyi
bulması durumunda altından kalkılamayacak kötü sonuçlara yol açacağı ve bunun hemen önlemler alınmaya başlanmazsa, önümüzdeki on
ile yirmi yıl içinde gerçekleşebileceğini söylüyorlar.
Yani durum tespitinde aradaki kimi
detay farklılıkları olsa da büyük çoğunluğun tavrı açıktır. Önlem alınmazsa iklim felaketi kapıdadır. İklim
değişikliğini önlemek için gecikilmiştir. Esas sorun iklim değişikliğinin dünyamızı yok edecek sonuçlara
yol açmaması ve mümkün olduğunca
az zararla iklim meselesini çözme sorunudur.
Bu sorun ise, genelde doğayı ve çevreyi koruma sorununun bir parçası ve
önemli bir parçasıdır. Kaynağı ise, hemen her çevrecinin de, hatta çevreyi
koruma diye derdi olmayanların da
kabul etmek zorunda kaldığı gerçeklik, atmosfere zehirli gazların salınmasıdır. Yani iklimi değiştiren insanların kendileridir… Tabii ki bu insanların kendileri dendiğinde “tür” olarak “insan” sözkonusudur. Gerçekte
ise kapitalizmin gelişmesiyle, sanayi-
nin her zamankinden fazla yoğunlaşmasıyla gündeme gelen bir sorundur
bu. Burada da esas mesele kapitalistlerin kârları uğruna doğayı hoyratça
talan etmesi ve çevreyi zehirlemeye
karşı ciddi önlemler almamış olmasıdır.
Dünyayı ülkelere böldüğümüzde
de gelişmiş sanayi ülkeleri denen ve
çoğu emperyalist ülke olanlar iklim
değişikliğinin esas sorumlularıdırlar.
Afrika ülkeleri gibi kalkınmamış, sanayisi gelişmemiş ülkelerin büyük bölümü iklim değişikliğine hemen hemen katkıda bulunmayan ülkelerdir.
Fakat iklim değişikliğinin andaki sonuçlarından da en çok etkilenen ülkeler, yine bu kalkınmamış ülkelerdir.
Somut olarak iklim felaketini kapımıza dayayan zehirli gazların atmosfere salınmasında karbondioksit,
metan ve ozon ya da azot gibi gazlar önemli rol oynuyor. Kimi verilere göre %50-60 arası oranla başrolü
karbondioksit oynuyor. % 20 oran ile
metan ikinci sırada ve azot, ozon vd.
zehirli gazlar ise diğer kalan kesimi
oluşturuyor.
İşte bu iklim meselesi somut kimi
sonuçlarıyla kendisini gündeme dayatmasıyla uluslararası düzeyde “çözümler” aranmaya başlandı. Bu arayışların bir sonucu BM tarafından
1992’de “İklim Değişikliği Çerçeve
Anlaşması”nı n or taya konması
oldu. Bu anlaşmadan sonra 1997’de
Japonya’nın Kyoto kentinde gerçekleşen zirvede “Kyoto Anlaşması” ya da
“Protokolü” kabul edildi. İlk kez uluslararası bir anlaşma ile atmosfere zehirli gazların salınmasına karşı ön-
lemler almaya çalışan bu anlaşma
2012 yılına kadar sürecek. 2012 yılına kadar anlaşmayı kabul eden sanayi ülkelerinin, 1990 yılı baz alınarak zehirli gaz emisyonunu ortalama
%5.2 azaltmaları gerekiyor.
İklim değişikliğine karşı önlemler alınması gerektiğini savunan bilim insanlarına göre bu oran, azaltılması gereken orandan çok düşüktür.
Anlaşmayı ortaya koyanların teslim
ettikleri gerçek de, bu oranın aslında
tekellerin kârlarına dokunmaması
mantığı ile tespit edildiğidir.
Bunun somut sonucu, bu anlaşmanın atmosfere zehirli gazları salmada
başı çeken ABD ve Avusturalya gibi
ülkeler tarafından onaylanmamasıdır. Bu onaylama görüşmelerinin
uzun sürmesi Kyoto Anlaşması’nın
da uzun süre yürürlüğe girmesini engelledi. En son Rusya’nın onaylamasıyla Kyoto Anlaşması, yaklaşık sekiz
sene sonra 16 Şubat 2005 tarihinde
yürürlüğe girdi.
Bu anlaşmayı imzalayan ve onaylayan hiç bir ülke zehirli gaz emisyonunu öngörülen oranda azaltmış
değildir. Kimi ülkelerin –Almanya,
İngiltere vb.– 2012 yılına kadar hedefe ulaşabilme olasılıklarının olduğu söylense de, genelde Kyoto hedefine uygun adımlar bile atılmamıştır. Kimi çevrecilerin tespitlerine
göre iklimi koruma hedefine bir santim bile yaklaşılamamıştır.
Kyoto Anlaşması’na uygun davranılmadığı günümüz koşullarında,
geçen sene Kanada’nın Montreal
kentinde 11’cisi yapılan BM-İklim
Konferansı –Kyoto Anlaşması’na
onay veren ülkelerin de Birinci
Konferansı– Kyoto Anlaşması’nın
sona ereceği 2012 sonrası dönemde
ne olacak sorununu tartıştı.
Montreal’deki Konferansın aldığı kararlara göre, bu sene yapılacak konferansta “İkinci yükümlülük dönemi” olarak ele alınan 20132017 yılları dönemi için emisyon
azaltma yükümlülüğü pazarlıkları
yürütülecekti. Bunun için de “Adhoc-Working-Group” (AWG) adını
verdikleri bir çalışma grubu oluşturuldu. Bu grup üzerinde pazarlıklar
yürütüleceği önlemlerin neler olduğunu ve ne kadar emisyon azaltılması gerektiği üzerine taslak hazırlayacaktı. Montreal’de alınan bir karar
da Kyoto Anlaşması’nın gözden geçirilmesi ve iyileştirilmesiydi. Bir diğer karar da iklim değişikliğine yol
açan zehirli gazların atmosfere salınımında pek rolleri olmayan, ama
iklim değişikliğinden en çok etkilenen Afrika ülkeleri gibi geri kalmış
ülkelere yardım için fon oluşturulmasıydı.
Montreal’den sonra 17-25 Mayıs
2006 tarihlerinde Almanya’nın Bonn
kentinde toplanıldı ve 2012 yılında
sona erecek Kyoto Anlaşması’nın devamının –arada boşluk bırakılmaması için– bir an önce sonlandırılıp onaya sunulması gerektiği konusunda uzlaşıldı.
panorama
İsviçre’nin Rüschlikon/ Zürich
şehrinde 35 ülkenin temsilcileri ve
yaklaşık 25 ülkenin çevre bakanlarının biraraya geldiği toplantıda ise,
Kenya’nın başkenti Nairobi’de yapılacak olan 12. İklim Konferansı’na
hazırlık yapıldı. İsviçre Kenya ile birlikte sözkonusu konferansı örgütleyen ülkeydi. Bu toplantıda aslında
12. Konferansın gündemi de belirlendi. Kyoto Anlaşması’nın gözden
geçirilmesi ve 2012 sonrasının pazarlıklarına başlanması ve Montreal’de
oluşturulan AWG adlı çalışma grubunun emisyon azaltılmasıyla ilgili
tavrı ve yardım fonu gibi meseleler
üzerine tartışılacaktı. 2009 yılına kadar da “Kyoto sonrası dönemin” anlaşma taslağının sonuçlandırılması
üzerine uzlaşıldı.
Konferanstan k ısa süre önce
BM’nin “Sera Gazı Emisyon Raporu”
açıklandı. Buna göre sanayi ülkelerinin sera gazı salınımı Kyoto
Anlaşması hedeflerinden çok uzaktı.
Hatta, 2004-2005 yıllarında atmosferdeki zehirli gaz oranı büyük bir
artış göstermişti. Buna ek olarak
İngiltere’de hükümetin görevlendirdiği Sir Nicholas Stern’in 600 sayfalık araştırmasında ortaya koyduğu
veriler, iklim değişikliği konusunda
felaketin kapıda olduğunu bir kez
daha orta yere seriyor ve ekonomik
açıdan da düşünülmesi için tartışmalara yön vermeye başlıyordu.
İklim Konferansı öncesindeki tüm
bu ön hazırlıklar ve tartışmalar, sadece doğayı ve çevreyi korumak isteyenlere değil, ekonomik ve siyasi olarak sömürücülerin çıkarlarını savunanların da durumun çok kötü olduğunu teslim etmelerini beraberinde
getiriyordu. Özellikle Stern’in ekonomik verileriyle, önlemlerin alınmasının daha ucuz, önlem alınmazsa bunun egemenlere daha pahalıya mal
olacağını açıklaması; kapitalistlerin
kârları için bu konuda da düşünmelerine yol açtı, açıyor. Buna göre örneğin dünya çapındaki Brüt İç Ürün/
gelirin yüzde biri, iklim felaketini
önlemek için yeterlidir. Fakat kısa
zaman içinde önlemler alınmazsa,
bu yüzde birlik oran %20’ye çıkacaktır. Hem de iklimdeki değişikliklerin
beraberinde getireceği sorunların
büyük bölümünün artık düzeltilmesinin imkânı kalmayacaktır.
Sadece zehirli gaz emisyonunun
engellenmesi bile kapitalistlere uzun
vadede büyük kârlar bırakacağı da
şu örnekle verilmektedir. Anda atmosfere salınan her ton karbondioksit 65 Euroluk zarar vermektedir.
Fakat emisyonun engellenmesi her
ton karbondioksiti 20 Eurodan daha
az bir nakite düşürebilmektedir vb
vb. Sözkonusu araştırmanın kendisi
ilginçtir, çünkü egemenlerin yine
kendi çıkarları ve kârları için zehirli
gazların atmosfere salınmasını azaltmaya çalışma olasılığını gündeme
getirmektedir.
İşte bu tartışmaların gölgesinde
yapılan tespitlere göre dünya çapın-
daki zehirli gaz salınımının 2020 yılına kadar %30, 2050 yılına kadar
%50 azaltılması gerekiyor. Bu, sanayi ülkeleri denen kimi ülkelerin
%80 oranında zehirli gaz salınımını
azaltması demektir. Bu adımlar atılmazsa, geri dönülmez biçimde iklim
felaketi, felaketleriyle karşı karşıyayız. İşte bu bilgiler ve tartışmalar temelinde konferansa gidildi.
BM’NİN 12. DÜNYA İKLİM
KONFERANSI…
Konferans 6-17 Kasım 2006 tarihlerinde Kenya’nın Nairobi kentinde
gerçekleşti. Konferansa, 189 ülkeden
6000 civarında temsilci, bilim insanı,
Çevre Bakanı vb. katıldı.
Yukarıda aktardığımız olgulara
da baktığımızda konferans, iklimin
korunması bağlamında ileriye dönük tek adım bile atmadan sona erdi.
Montreal’de söylendiği gibi Kyoto
Anlaşması gözden geçirilmedi, 2012
sonrası için pazarlıklara başlanmadı.
Afrika ülkeleri gibi kalkınmamış ül-
kelere, iklim değişikliğinin sonuçlarından daha az etkilenmesi için kurulduğu söylenen ve kararlaştırılan
fond ise, vitrin süslemenin bir aracıydı sadece. Buna göre 2008-2012 sürecinde fonda aktarılacak para miktarı 300 milyon Euro olacak. Kenyalı
kimi çevrecilerin deyimiyle “kızgın
taşa bir damla su” dökülüyordu. Kimi
Alman gazetecilerinin buna tepkisini
göstermede verdiği örnek ise, sadece
Hamburg şehrinin yılda su arıtmak
için 500 milyon euro harcadığıydı.
Afrika kıtasının sayısız ülkeleri, iklim değişikliği sonuçlarına karşı,
yani kuraklık, açlık, hastalık vb. sonuçlarla uğraşmak için 300 milyonu
bozdurup bozdurup harcayacaktı…
Emperyalistler o kadar sahtekâr
ki… 2012 yılına kadar fonda aktarılacak 300 milyonun –ya da artık ne
kadar artacaksa– verilip verilmeyeceği, ne zaman ve nasıl, ya da kime
ne kadar verileceği bile belli değil.
Ama bunu konferansın başarılarından biri olarak göstermeye kalkışıyorlar tabii ki… Emperyalistlerin
“uyumlu kılma” planları da gerçekte
bağımlı ülkeleri başka yol ve araçlarla talan etmenin planlarıdır.
“Temiz kalkınma mekanizması”
(CDM) adını verdikleri proje de gerçekte tekellerin kârları uğruna ortaya
konan bir projedir. Tekellerin tekno-
loji transferi projesi olan CDM, çevreyi koruma standardını düzeltme
adına sözkonusu bağımlı ülkelere
teknoloji satmak, ucuza yatırım alanı
kapmak ve böylece kârlarına kârlar
katma projesidir. Bu projeyle zehirli
gazların salınımının gerçekte azalmayacağı burjuva yazarlar tarafından bile tespit ediliyor.
Kon f r a n s t a a l ı n a n k a r a rl arın başında, 2008 yılında Kyoto
Anlaşması’nı gözden geçirme kararı
vardır. 2007 yılında yapılacak konferansta ise 2008’in ve 2012 yılı sonrasının Anlaşma Taslağı’nın hazırlığına başlamak istenmektedir.
Sonuçta konferansı değerlendirdiğimizde, başta söylediğimizi yenileme durumundayız: Konferans,
iklimin korunması bağlamında ileriye dönük tek adım bile atmadan
sona erdi. Bunu ifade etmek için de
kimi batılı gazeteciler, ya da çevreciler konferansı “sümüklüböcekler zirvesi” olarak adlandırdılar. Afrikalı
temsilciler ise, esasta “Konferanstan
Afrika için beklentilerimiz bunlar
değildi. Konferans Afrika
için hiç bir şey getirmedi.”
yönlü tespitler yaptı.
Bu sonuçla 12.
Konferans’ta, Montreal’de
yapılan 11. Konferans’taki
karara uygun davranılmadığı, alınması gereken önlemlerin neler olması gerektiği konusundaki tartışmayı başlatmada bile
bir mutabakatın olmadığı
ortadadır.
İklim konferansı sürecinde birkaç bin insanın
katıldığı yürüyüş ya da mitingler
gerçekleştirildi. Özellikle Afrika ülkelerinin iklim değişikliğinin sonuçlarına maruz kaldığı ve bu sorunlara
çözüm talepleri dile getirildi. Ama
tüm bunlar konferansa katılanların
dikkatini fazla çekmedi.
Konferansta öne çıkan tartışmalar
ise özetle şöyleydi:
Kyoto Anlaşması esasta o dönem
“sanayi ülkesi” olarak tanımlanan
ülkeleri yükümlülük altına alıyordu.
Buna göre ABD ve Avusturalya “sanayi ülkesi” olarak anlaşmayı onaylamayan ülkeler durumundadır.
Özellikle konferans dönemine rastlayan ara seçimleri Bush karşıtlarının
kazanması ve eski Başkan Yardımcısı
Al Gore’nin hazırladığı dokümentar
film ile ilgili tartışmaları, ABD’nin
de bu konudaki tavrını gözden geçirip geçirmeyeceği yönlü sorular sorulmasına yol açtı. Eğilim ABD’nin
tavrını değiştirme yönünde ama, bunun nasıl olacağı, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise açık değil.
ABD’nin Kyoto Anlaşması’na karşı
tavrının tartışılmasına bağlı olarak
öne çıkan bir diğer tartışma, Çin,
Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika
gibi ülkelerin de Kyoto Anlaşması
çerçevesine çekilmesiydi.
Kyoto Anlaşması 1997’de kararlaştırıldığında, Çin, Hindistan gibi
ülkeler “sanayi ülkesi” tanımı çerçevesinde ele alınmıyordu. Bu tanım hâlâ yapılmış değil. Fakat özellikle Çin, tüm burjuva siyasetçilerin,
ekonomistlerin de teslim ettiği gibi
dünyanın dördüncü –kimi verilere
göre üçüncü– ekonomik gücüdür.
Ve Çin, ABD’den sonra atmosfere en
fazla zehirli gaz salınımı gerçekleştiren ülke durumunda. ABD %21.82
oranla birinci sırada iken Çin %17.94
ile ikinci sırada. Rusya’nın %5.75 ve
Japonya’nın %4.57’lik oranla devamındaki sırayı paylaştıkları görüldüğünde, ABD ve Çin’in yuvarlak hesapla atmosfere salınan zehirli gazların %40’ını gerçekleştirdiği ortadadır. Hindistan bu iki güç kadar zehirli gaz salınımı gerçekleştirmese
de 2006 Kasım ayında yayınlanan
listede Rusya ve Japonya’dan sonra
beşinci sırada yer alıyor.
Brezilya özellikle Amazon ormanları gibi, ormanların yok edilmesiyle
dünyanın ciğerlerini yok etmekte ve
atmosfere salınan zehirli gazların
emilmesini engellemektedir. Bununla
birlikte, hem Brezilya’nın hem de
Güney Afrika’nın son yıllarda sanayileri gelişen ülkeler olduğu tespit
edilmektedir.
Bu tartışmalar temelinde, Çin,
Hindista n, Brezi lya ve Güney
Afrika’nın da iklim değişikliğine
karşı önlemler alma durumunda olan
ülkeler arasına katılması isteniyor.
Kyoto Anlaşması’nı onaylayanlar
iklim sorununun sadece bu anlaşmayı onaylayan “sanayi ülkeleri”nin
sorunu olmadığını, bunun diğer ülkelerin de sorunu olduğunu söyleyerek bu ülkeleri ikna etmeye çalışıyor. Fakat, bunların kendilerinin de
Kyoto Anlaşması’na, konan hedeflere
uygun davranmaması özellikle Çin
ve Hindistan tarafından kullanılmaktadır. Çin ve Hindistan “sanayi
ülkesi” olarak tanımlanmadığından,
Kyoto Anlaşması’nın yükümlülükleri altına girmekten kaçınmaktadırlar. Hem de “adil olma” adına!
Kyoto Anlaşması’nı onaylayan
emperyalist güçler ise, kendilerinin Kyoto Anlaşması hedef lerine
uygun davranmadığı yerde, Çin ve
Hindistan’a dayatmada bulunma durumları yok. Bu mesele esasta Kyoto
Anlaşması’nın gözden geçirilmesi sürecinde öne çıkacak en önemli meselelerden biridir.
Kyoto Anlaşması’nın gözden geçirilmesi meselesinde bilince çıkarılması gereken bir nokta da, ABD ve
Avusturalya’nın anlaşmayı imzalamasını, onaylamasını sağlamak amacıyla anlaşma metninin esnekleştirilebileceği meselesidir. Örneğin her
ülke somutunda, ne kadar emisyon
azaltılacağı, o ülkenin somut tekellerinin kârları gözönüne alınarak ortaya konabilir vb.
Fra nsa Ba şba k a n ı’n ı n Kyoto
Anlaşması’nı onaylamayan ülkelerin ihraç ettikleri sanayi ürünlerine
ve mallarına daha yüksek vergi getirme önerisi de; Uluslararası Atom
panorama
Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) iklim
değişikliğini önlemek için atom santrallerinin kurulması gerektiği yönlü
propagandası da sömürücülerin, tekellerin kârlarına hizmet etmenin
yollarıdır.
Bir kez daha bilince çıkarılmalıdır
ki, doğanın, çevrenin kâr aracı olarak
görüldüğü bir toplumsal sistemde,
kapitalizmde, toplumsal kalkınma,
ihtiyaçlar ile doğanın uyumluluğu
gerçekleştirilemez. Bu olgu bize, iklim felaketini önlemenin, üzerinde
yaşanacak bir dünya yaratmanın ancak ve ancak kapitalist-emperyalist
sistemi yıkmakla; sınıfsız, sömürüsüz bir toplumu, çıkış noktasının insanların ihtiyaçlarını azami ölçüde
karşılamak ve doğa ile uyumlu yaşamak olan komünist toplumu kurmakla sağlanabileceğini göstermek-
tedir.
BM’nin iklim konferanslarının her
seferinde gösterdiği bir gerçek de,
dünyanın işçilerinin, emekçilerinin
doğayı, çevreyi koruma mücadelesini, doğayı talan eden, çevreyi zehirleyen, yaşanmaz kılan kapitalistlerin
sömürücü sistemine karşı mücadelenin kopmaz bir parçası olarak kendi
ellerine alması gerektiğidir.
Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm! sloganı günümüzün acil sloganlarından biridir ve her zamankinden günceldir.
Barbarlık içinde çöküşü engellemek isteyen herkesin, devrim için,
sosyalizm için kapitalist barbarlığa
karşı mücadele vermesi, barbarlığa
son vermenin olmazsa olmaz ön koşuludur.
22 Kasım 2006 
Seçimler öncesi
kriz…?
- BANGLADEŞ -
S
on dönemde Bangladeş, sık sık
gündeme gelen greve ve işçi
mücadeleleriyle dikkati çekiyordu. Kasım ayı başlarındaki gelişmeler, yeniden gözleri Bangladeş’e çevirdi. Bu sefer öne çıkan işçilerin asgari ücret, çalışma koşullarını ve güvenliğini iyileştirme mücadelesi değil, Ocak ayında yapılacağı söylenen
seçimlerde yarışacak güçlerin birbiriyle mücadelesiydi.
27 Ekim’de beş yıllık görev süresi dolduğundan Başbakan Halide
Ziya istifa etme durumunda kaldı.
Hükümet dört partinin esas olarak
da islamcı kesimin koalisyonundan
oluşuyordu. Halide Ziya’nın partisi
Bangladeş Milliyetçi Partisi (BMP).
Başbakanın istifası ile birlikte gündeme, seçimlere kadar “tarafsız” olarak yönetime kimin gelmesi gerektiği sorunu geldi. Başbakanın önerisi emekli Başhakim K.M. Hasan’dı.
K.M. Hasan BMP’nin kurucusu olarak tanındığından muhalefet bu öneriye Hasan tarafsız olamaz diye itiraz
etti.
Bu çelişkinin yanısıra muhalefet seçim komisyonunun bileşimine de itiraz ediyor, seçim yasasında reform yapılması gibi, seçim komisyonunun da
değiştirilmesini, tarafsızların atanmasını talep ediyordu. Muhalefet, 14
partiden, gruptan oluşan Avam Ligası.
Avam Ligası esas olarak sosyaldemokrat eğilimli ve kimi “sol” örgütlerin
birleştiği bir birlik. Hükümeti oluşturanlar islamcı, muhalefet de sosyaldemokratımsı bir muhalefet.
Birkaç gün süren anlaşmazlık sürecinde sözkonusu partilerin taraftarları ile kolluk güçleri arasında çatışmalar yaşandı. Polisin gözyaşartıcı
bomba, plastik mermi, gerçek mermilerle “uyarı ateşi” yaptığı ve sopaları
kullandığı çatışmalarda 28 kişi öldü
2000 civarında insan da yaralandı.
Bu gelişmelerden sonra aday olarak
gösterilen K.M. Hasan adaylığı reddettiğini açıkladı.
Geçici hükümete kimin başbakanlık edeceği konusunda taraflar anlaşamayınca Başkan Ahmed devreye
girdi. Bangladeş Başkanı Ahmed de
BMP kökenli. Ahmed muhalefet ile
görüşmede Ekim’in 29’una kadar geçici hükümeti atayacağı sözünü verdi,
ama kendisini hükümet başkanı ilan
edeceğini açıklamadı. Geçici hükümet ilan edildiğinde, Başkan Ahmed
başbakanlık görevini kendisine vermişti.
Bunun üzerine muhalefet bu keyfiyetçi adımı kabul etmeyeceğini ve
Başkent Dakka’yı bloke etme ve sokak protestolarını sürdüreceğini ilan
etti. Hem Başkan Ahmed’in BMP’li
olmasına, hem de iki görevin bir kişiden toplanmasına itiraz eden muhalefet, böylesi bir durumda seçimlere
hazırlığın ve seçimlerin tarafsız birince yönetilmeyeceğini, seçimlerin
adil olmayacağını açıkladı.
Somutta Başkan, Başhakim, Seçim
Komisyonu ve Ordu’nun herbirinin
ayrı telden çaldığı söyleniyor. Buna
bir de BMP’nin ve Avam Ligası’nın
(AL) liderlerinin birbirlerine karşı
kinleri eklenince ülkede kaosun çıkması normal bir sonuç olarak görülüyor.
Bu ortamda muhalefet 12 Kasım
Pazar gününden itibaren genel grev
başlattı. Bangladeş’te Pazar günü iş
günüdür. Grev esas olarak Başkent
Dakka’yı felce uğrattı. Tüm karademir-deniz yolları ulaşımı bloke
edildi. Okullar, bürolar ve birçok işyeri kapandı. Grevin başlatılmasının
startı için onbinlerce gösterici şehir
merkezinde yürüdü.
Muhalefet Başkan Ahmed’den “tarafsızlığını” ispat etmek istiyorsa öne
sürdükleri çözüm önerilerine uygun
adım atmasını talep ediyor. Bunun
başında ise Seçim Komisyonunu değiştirme, komisyon başkanı olarak
atanan M.A. Aziz’i azletme, Aziz önderliğinde seçim komisyonunun seçmen listesine eklediği ve onmilyon
civarında olduğu söylenen sahte seçmenlerin listeden silinmesi gibi talepleri var. Başkan Ahmed komisyondaki kimi kişileri değiştirdi, ama
Komisyon Başkanı Aziz’i görevden
almadı.
Andaki koşullar Ocak ayında yapılacak seçimlerde BMP’nin kazanmasına yardımcı olacak, ona avantaj sağlayan bir durumdur. Gerek BMP’nin
islamcı bir parti olması ve gerekse de
hükümetteyken aşırı islamcı olarak
tanımlanan ve hatta şeriatın yönetim
biçimi olmasını isteyenlere karşı hayırhah tavrı muhalefetin tavrını belirlemektedir.
Bu yazıyı yazarken en son medyaya
yansıyan haberlere göre grev ve protestolar sadece Başkent Dakka’da değil, birçok şehirde sürmekte, onbinlerce insan transport yollarını, sokak
ve caddeleri kapatmakta, yürüyüşler
gerçekleştirmektedir. Kolluk güçlerinin eylemcilere saldırmasıyla kimi
yeni ölüm vakaları da yaşanmaktadır.
Bu krizin sonucunda ne çıkacağı tam belli değil. Fakat belli olan,
Bangladeş’in sadece bu siyasi krize
değil, işçilerin, emekçilerin, özellikle
de tekstil işçilerinin mücadelesiyle
süren çatışmalara da sahne olduğudur. Amacı ne olursa olsun 2006 yılı,
Bangladeş açısından kelimenin gerçek anlamıyla bir grevler yılı olarak
tanımlanabilir.
ASGARİ ÜCRETE AZAMİ
ÖLÜM…
Bu başlığı atmamıza yol açan olgular, Bangladeş’te asgari ücretin taşınamaz düşüklüğü ile, bu ücreti biraz da olsun yükseltmek için verilen mücadele ve bu mücadeleye karşı
egemenlerin saldırılarıdır.
Dergimizin panorama bölümünde
anda öne çıkan önemli gelişmelere
yer vermeye çalışıyoruz. Aylık dergi
olmamızın beraberinde getirdiği
dezavantajın varlığı gibi, dergimizin sayfalarının sınırlılığı sonucu da
önemli gördüğümüz tüm gelişmeler
hakkında tavır takınma durumunda
değiliz. Fakat, burada teslim etmek
zorundayız ki Bangladeş’te, özellikle
20 Mayıs-6 Haziran tarihlerindeki
gelişmelere zamanında değinmememiz bizim eksiğimiz, yanlışımızdır.
Bangladeş’te asgari ücret en son
olarak 1994’te belirlenmiştir ve miktarı ise labournet’te aktarılan bilgilere göre 940 Taka’dır. Sakın keşke
biz de 940 YTL asgari ücret alsaydık diye çıkışmayın! 940 Taka 12.40
Euro’ya eşittir. Kaba bir hesapla ve
hem de fazlasıyla hesaplarsak, aylık
asgari ücret 25 YTL’dir.
Bangladeş’te sadece asgari ücretin
dayanılmaz düşüklüğü meselesi yok
işçiler, emekçiler için. İşyerlerinde
uluslararası düzeyde öngörülen sağlık ve güvenlik standartlarına hemen hemen hiç uyulmamaktadır.
Haftada bir gün bile izin yok. Günde
14-15 saate kadar çalışılmaktadır.
Mesai yapılan çalışma saatlerinin
paraları çoğunlukla ödenmemektedir. Kimilerinin aylıkları da zamanında ödenmemektedir. Verilen
bilgilere, yapılan açıklamalara göre
insanlıkdışı koşullarda çalışılmaktadır. Sadece 2005 yılı içinde güvenlik
önlemleri alınmadığından 86 tekstil işçisi yaşamını yitirmiştir. Çıkan
yangınlarda yaşamını yitirenlerin sayısı ise tam belli değil, ama kimi verilere göre birkaç bin.
Bangladeş’in ekonomisinde tekstilkonfeksiyon belirleyici rol oynamaktadır. Tekstilde ise esasta kadınlar çalıştırılmaktadır. Bu sektörde 1.8 milyon işçi çalıştırıldığı bilgisi veriliyor
ve bunun %90’ı kadın işçilerden oluşuyor.
İş ve can güvenliğinin yokluğu, düşük ücretler, ücretsiz fazla mesai, kölece çalıştırma, küçük çocuk çalıştırma, yemekhane veya kantinlerin
halkların kardeşliği için
olmaması gibi çalışma koşullarına
bir de ustaların, yöneticilerin taciz ve
tecavüzü eklenince, kadın işçilerin
yaşamı kelimenin gerçek anlamında
çekilmez oluyor.
Yaşamın bu çekilmezliğine karşı
ama kadın işçiler her zaman olmasa da isyan bayrağını çekiyorlar. Mücadele sadece ekonomik talepler için mücadele ile sınırlı kalmıyor. Doğrudan işverene ve kolluk
güçlerine karşı eylemlere dönüşüyor. Binlerce kadın işçinin patronun
ve devletin kolluk güçlerinin saldırılarına karşı otobahn işgali ve kolluk
güçleriyle çatışması ve püskürtmesi,
polisin bir kadın işçiyi katletmesi ve
buna karşı kadın işçilerin daha da
militanlaşması; egemenleri eylemin
taleplerini kabul ettiği yönlü açıklama yapmak zorunda bıraktı. Tüm
dezavantajlarına rağmen kadın işçilerin bu mücadelesi, kimi tespitlere
göre Bangladeş işçi sınıfının tarihinde örnek bir tavır olmuştur. Tüm
baskılara rağmen yaklaşık 20 gün
canla-başla ve hayatını ortaya koyarak mücadele etmişti işçi kadınlar…
Ve taleplerini kabul ettirmede, egemenleri en azından garanti vermeye
zorlamışlardı.
20 Mayıs-6 Haziran tarihlerindeki
mücadele sonucunda, –ki bu mücadeleyi başlatan ve sürdürenler konfeksiyonda çalışan kadınlar olmuştur– asgari ücretin artırılması, haftada bir gün izin günü olarak kabulü,
güvenlik ve sağlık standartlarına uygun önlemlerin alınması gibi taleplerin kabul edildiğine dair garanti verildi ve grevle mücadele böylece durduruldu.
Verilen garanti sözlerine uygun davranıldığını gösterme çabası
içinde yönetim asgari ücret belirlenmesi için “üç taraflı” bir komisyon
oluşturdu. Sözkonusu komisyon gelecek yıllar için üç basamaklı bir çözüm planı ortaya koydu. Bu plana
göre de asgari ücret oranı işçilerin
taleplerini karşılamaktan, geçimini
sağlayabilmekten uzaktır. İşçiler yeniden asgari ücret için mücadeleye
başlarken ve yeni grevlere başvururken, egemenler komisyon tarafından
belirlenen asgari ücretin çok yüksek
olduğunu söyleyip itiraz ediyorlar.
Bu arada işverenlerin temsilcileri, 20
Mayıs-6 Haziran eylemlerine atıfta
bulunarak sözkonusu anlaşmayı zaten ortaya çıkan “anarşik ortama”
son vermek için imzaladıklarını itiraf ediyorlar.
Gelinen yerde mücadele bitmiş değil ve Bangladeş’te hem işçilerin asgari ücretin yükseltilmesi ve diğer
hakları için mücadelesinin, hem de
seçim dalaşının süreceğine kesin gözüyle bakabiliriz.
Bangladeş’te başta işçi kadınların
mücadelesi olmak üzere işçilerin,
emekçilerin sömürüye, sömürücülere karşı mücadelesi hepimizin mücadelesidir.
10
22 Kasım 2006 
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Türkiye’de azınlık mazınlı
B
aşlığa çıkardığımız bu sözler CHP Genel Başkanı Deniz
Baykal’a ait. Bunun söylendiği tarih 12 Ağustos 2006 ve Baykal
efendi bunu Maraş’ta yaptığı bir konuşmada söyledi. Bunu söylerken tabii ki, “Hepimiz Türk milletinin birer parçasıyız. Bununla iftihar ediyoruz.” tespitini de yapıyordu. Eh,
mademki “hepimiz Türk milletinin
birer parçasıysak”(!) o zaman “azınlık mazınlık” da ne demekti? Tabii
ki Baykal efendi söyleyince de her
şey yerli yerine oturuyor ve Türkiye
Cumhuriyeti devletinin sınırları
içinde yaşayan onlarca ulusal azınlık gibi onların sorunları da yok oluveriyordu… Ve biz Türk milletinden
olmayan onlarca milli azınlığın ve
Kürt ulusunun mensupları da “Türk
milletinin birer parçası olmaktan gurur duyuyorduk”…
Kuşkusuz ki Baykal efendinin
“Türkiye’de azınlık mazınlık yok”
tespitiyle ulusal azınlıkların varlığı
ortadan kalkmıyordu. Baykal’ın tespiti, TC’nin devlet sınırları içindeki
olguyu değil, Türk devletinin, Türk
olmayan millet ve milliyetlere karşı
inkâr siyasetini ifade ediyordu.
Evet, 83 yıllık Cumhuriyet tarihinin gösterdiği gibi, Türk devletinin
milli mesele konusundaki siyaseti,
Türk olmayan millet ve milliyetlerin
varlığının inkârı üzerine kuruludur.
Şu ya da bu milli azınlığın ya da
Kürt milletinin demokratik hakları sözkonusu olduğunda “Sevr paranoyasına” kapılanların ve Lozan
savunucusu kesilenlerin, Lozan
Antlaşması ile dini temelde varlığı
kabul edilen “gayrimüslim azınlıkların” sahip olduğu hakların uygulanmasına karşı tavırları da, Türk şovenizminin, milli azınlıkları yok sayma
siyasetine uygun bir tavırdır. Bunun
en güncel örneği de, yine CHP’nin
“Vakıflar Yasası” ya da “azınlık okulları” konusundaki yasal değişiklikle-
rin tartışılmasında mecliste takındığı
tavırlardır. Türk şovenizmiyle beyinleri yıkananlar, hem de “Lozancı” ve
“Sevre” karşı olma edalarıyla… gerçekte Lozan Antlaşması’nda “gayrimüslim azınlıklar”a verilen hakların
uygulanmasına da karşı çıkıyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi, özellikle dini azınlık olarak kabul edilen azınlıkların hakları bağlamında
Lozan Antlaşması’nın ayaklar altına alındığı bir tarihtir de aynı zamanda. “Gayrimüslim azınlık”lara
tanınan hakların bir bölümü bugüne
kadar uygulanmamıştır. Değişik tarihlerde alınan kararlarla sözkonusu “gayrimüslim azınlıklar”a karşı
baskılar, yasalarla garantilenmiş ve
TC’nin devlet olarak kabul ettiği yasalara bile ters uygulamalara başvurulmuştur.
“Gayrimüslim azınlıklar” sözkonusu olunca vurgulamak zorunda olduğumuz bir gerçeklik ise,
Süryanilerin, Keldanilerin, kısacası
Asuri kökenli “gayrimüslim” azınlığın varlığının bile inkâr edildiği
gerçeğidir. TC’nin tarihinde Lozan
Antlaşması’na atıfta bulunulduğunda, “gayrimüslim” azınlıklar sözkonusu olunca hep Rum, Ermeni ve
Musevi azınlıklar dile getirilmektedir. Süryaniler vd.nin varlığı dini
azınlık olarak da inkâr edilmektedir.
Türkiye’nin AB’ye üyelik adayı ve
müzakereleri sürecinde uyum paketlerinin çıkarılmasında kimi değişiklikler yapıldı, yapılıyor. Türkiye’nin
AB’ye üyeliği konusunda şimdi “9.
Uyum Paketi” adı altında kimi yeni
vitrin değişiklikleri gündemde. Bu
“9. Uyum Paketi” içinde “azınlıklarla” ilgili kimi yasal değişiklikler
de sözkonusu.
“YABANCI” AZINLIKLARIMIZ…
Baykal’ın “Türkiye’de azınlık mazınlık yok” tespitini yaptığı dönemde
Devlet Denetleme Kurulu’nun (DDK)
“Türkiye’de yabancıların taşınmaz
edinmeleriyle ilgili raporda” cemaat
vakıflarını yabancı tüzel kişiler arasında gösterdiği gerçeği kamuoyuna
yansımış ve kimi tartışma ve haklı
tepkilere yol açmıştı.
S öz konu su r apord a Tü rk iye
Cumhuriyeti vatandaşları olan Rum,
Ermeni gibi azınlıklara mensup insanlar ve bunların vakıf ları “yabancı” insan ve vakıflar olarak görülüp gösteriliyordu.
Kuşkusuz ki DDK’nin bu raporuna
tepkiler haklıydı. Fakat, kendi devlet
sınırları içinde yaşayan azınlıkları,
bu azınlıklara mensup insanları “yabancı” kategorisinde görme yaklaşımı yeni bir yaklaşım değildi. DDK,
1974’te Yargıtay Genel Kurulu’nun
aldığı bir kararı, yani kendi vatandaşı olan “gayrimüslim azınlıkları”
“yabancı” görme kararını örnek almıştır, ona dayanmıştır.
Aslında kendi azınlıklarını “yabancı” görme kararı, 11.12.1975 tarihinde E:975/11168K:975/ 12352 sayılı düzeltme kararı ile düzeltilse de,
1974’ten bu yana, bu düzeltme kararı
esasta gözönüne alınmamıştır. Yani
Lozan Antlaşması ile varlığı dini temelde kabul edilen ve TC vatandaşı
olan “gayrimüslim azınlıkların” “yabancı” olarak kabul görülmesi en gecinden 1974 yılına dayanmaktadır.
Bu kararla en başta Rum ve Ermeni
azınlıklara ait vakıfların sahip olduğu taşınmaz mülklerin önemli
bölümüne el konmuştur. 1974’ten
sonra ise sözkonusu vakıflara taşınmaz mülk edinme yasaklanmıştır.
DDK’nin sözkonusu raporu TC’nin
milli azınlıklara karşı ırkçı tavrını
göstermesine de hizmet etmiştir:
Türkiye Cumhuriyeti devleti, “yurttaşını yabancı sayan bir devlet”tir.
AB’ye üyelik müzakereleri süreci
ve uyum paketlerinin çıkarılması,
TC’nin bu tavrının gözden geçiril-
halkların kardeşliği için
ık yok”
mesini gerektiriyor. AB’nin sıkıştırmasıyla gündeme gelen “AB’ye 9.
uyum paketi” ile yapılacak kimi yasal değişikliklerle Lozan’da tanınan ama uygulanmayan kimi hakların, 83 sene sonra da olsa sözkonusu
azınlıklara verilmesi gündemde. Bu
durumda bile, “Lozancıların” Lozan
Antlaşması’nda öngörülen hakların
verilmesine karşı çıkması ibret vericidir. Kuşkusuz ki azınlıklara karşı baskılar, sadece Lozan Antlaşması’nda
öngörülen hakların verilmemesiyle
sınırlı değildir.
Genelde Türkiye’de yaşayanlara uygulanan baskıların dökümünü yapmak yazımızın kapsamını aşar. Kimi
dönüm noktalarına işaret edersek,
1923’te zorunlu mübadele, 1934’te
Trakya Yahudi olayları, 1942’de
Varlık Vergisi, 1955’te 6-7 Eylül olayları, 1964’te Rumların mallarına blokaj uygulayan kararname ve 120 bin
Rum’un Türkiye’den “sürgün” edilmesi, 1936 Beyannamesi’ne dayanarak 1974’te azınlık vakıflarıyla ilgili
onların mallarına el koymak için çıkarılan yasa vb. edimler, TC’nin tarihinde “gayrimüslim” azınlıklara
karşı uygulanan kimi baskılar, zulümlerdir.
TC’nin yağız savunucularından
Mehmet Ali Birand bile Vakıf lar
Yasası ile ilgili tartışmalarda mecliste
takınılan tavırlara karşı şunları söylemektedir:
“‘Yabancıları en çok seven halk’ yalanını icat etmişiz, kendimizi aldatıyoruz. Evet, bir kaç günlüğüne gelen
yabancı turiste karşı çok dostuzdur
ama evlerine geri dönmeleri koşuluyla. İş bulmak, çalışmak için gelmiş Afrikalı, hatta Pakistanlı birkaç
yüz işçiye bile nasıl kötü muamele ettiğimizi gazeteler yazmıştır.
Benim en çok merak ettiğim, vatandaşımız olan gayrimüslimlere
gizli düşmanlığımızdır. Tarihimizi
bir okuyun göreceksiniz. Sürekli
hoyratça davranmış, kötü muamele
etmiş, ellerindeki parayı ve mallarını
almaya çalışmışız.” (27 Eylül 2006 tarihli yazıdan)
Bazen kimi burjuva kalemşorlar da gerçekleri teslim etmektedir. Birand’ın bu tavrı da buna bir
örnek oluşturuyor. Gerçekten de
Türkiye’nin tarihine bakıldığında,
gayrimüslim vatandaşlara sürekli
hoyratça davranılmış, kötü muamele
edilmiş ve ellerindeki malları, mülkleri alınmıştır.
Birand “Vakıf Yasası nedir?” sorusu başlığı altında “her şey” 1974’te
“Yargıtay’ın birden bire azınlık vakıflarını ‘yabancı kuruluş’ sayması
ve mal edinmelerini yasaklayan kararıyla değişti. Yargıtay, kendi vatandaşı olan gayrimüslimleri ‘yabancı’
sayıyor ve mal edinmelerini yasaklıyordu.” tespitini yaptıktan sonra
şunları da teslim ediyor:
“Aslında bu bir ilk adımdı. Hedefin,
azınlık vakıflarının elindeki mallara
el koymak olduğu kısa sürede anlaşıldı. Nitekim, Yargıtay’ın bu kararından sonra devlet vakıflara bir yazı
yazıp ‘1936 beyanından bu yana elde
edilmiş taşınmazların bildirilmesini
istedi’ ve Yargıtay kararına dayanılarak ‘Sizler yabancı kuruluşsunuz,
yeni taşınmaz alamazsınız’ dendi ve
son 38 yılda edinilmiş tüm mallara el
kondu.” (aynı yerden)
Evet, yaşananların bir kesimi aynen böyledir. Gayrimüslim azınlıkların ellerindeki mallara el koymak için
özel yasa çıkarılmıştır. Şimdi gündeme gelen “AB’ye 9. uyum paketi”
tartışmalarında, vakıflarla ve azınlık
okullarıyla ilgili, en azından azınlıklara karşı yapılan haksızlıkların bir
bölümünün düzeltilmesi tartışmaları
da var. Bu bağlamda CHP’lilerin takındıkları tavırların ırkçı tavırlar olduğu yine kimi burjuva kalemşorlar
tarafından bile ortaya kondu.
Türk şovenisti tavırlarını göstermek için CHP’lilerin tavırlarını uzun
uzun anlatma yerine şu alıntıyı yapmak yeterlidir:
“Tasarının yasalaşmasından sonra
cemaat vakıflarının mal edinememeleri nedeniyle, tapuda nam-ı müstear
ve nam-ı mevhumlar adına kayıtlı
taşınmazlar, cemaat vakıfları adına
tescil olunacak. Türkiye’deki yargı
sürecinin son noktasının AİHM olduğu da dikkate alındığında, ülkemizdeki Ayasofya, Sümela Manastırı,
Akdamar Kilisesi, Ani Harabeleri ve
yüzlerce kilise ve kiliseye ait olduğu
iddia edilecek arazinin cemaatlerle
ilişkilendirmesinin önüne geçilemeyecektir. Böylece atalarımızın kanı
ile kurtardığı vatan toprakları tartışılır duruma gelecek.” (Milliyet, 26
Eylül 2006)
Vakıf Yasası ile ilgili CHP’liler
Mecliste bunları sav undu.
Ayasofya’nın, Sümela Manastırı’nın,
A kdamar Kilisesi ve Ani
Harabeleri’nin ne kadar da Türk ve
Müslümanların tarihine ait olduğu
kuşkusuz ki Türkçülükte ve ırkçılıkta “yüksek eğitim”(!) sahibi tarihçilerin bol bol tartışıp kitlelere anlatacağı hikayeler arasındadır. Fakat
CHP’lilerin ifadesi ile, sözkonusu
yerler: “atalarımızın kanı ile kurtardığı vatan toprakları” imiş.
Kan döküldüğü doğrudur. Fakat
herhangi bir vatan toprağı kurtarılmamıştır. Tersine, başkalarına ait yerlere, o yerlerin sahiplerinin kanı dökülerek el konulmuştur. CHP’lilerin
Vakıflar Yasası’na bu yönlü itirazları,
gerçekte Lozan Antlaşması ile tanınan kimi hakların verilmesine karşıdır.
Sözkonusu kiliselerin, manastırın
veya Ani Harabeleri’nin Türklere ve
müslümanlara ait olmadığını ispatlamak için özel çabaya gerek yok.
Fakat kanları dökülerek mal-mülk ve
topraklarına el konanların kimler olduğu gerçeği hâlâ Türk devleti tarafından gizlenmeye çalışılmaktadır.
Bunun bir örneği MGK’nin Osmanlı
Tapu Arşivleri’nin bilgisayar ortamına aktarılmasına karşı takındığı
tavırdır. MGK, Tapu Kadastro Genel
Müdürlüğü’ne gönderdiği yazıda arşivlerin açılması bağlamında şu tavrı
takınmaktadır:
“Osmanlı Devleti dönemine ait
sözkonusu defterlerin içerdiği bilgilerin etnik ve siyasi (asılsız soykırım,
Osmanlı Vakıfları mülkiyet iddiaları
ve benzeri) istismara malzeme olabileceği ve ülkemizin içinde bulunduğu
koşullar dikkate alındığında, kısmen
ya da tamamen çoğaltılarak dağıtılmamalarının, genel arşiv çalışması
yapılan merkezlere devredilmemelerinin, dolayısıyla bulundukları Tapu
ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nde
muhafaza edilmelerinin ve kullanılmasının ülke menfaatleri açısından
sınırlı tutulmasının uygun olacağı
değerlendirilmektedir.” (Hürriyet, 19
Eylül 2006)
Evet, CHP Meclis’te çıkarılan yasalarla sözkonusu mülklerin gerçek
sahiplerine verilmesini engellemeye
çalışırken, devletin gerçek erkini
elinde bulunduran MGK ise mülklerin gerçek sahiplerinin kim olduğunun ortaya çıkmasını engellemeye
çalışmaktadır. Ne olur ne olmaz!
Birileri de çıkıp el konulan mülklerin katledilen atalarına ait olduğunu
belgelerse ne olacak? Hatta Türk
milli burjuvazisinin üzerinde yükseldiği sermayenin, sürgün ve katledilip mal-mülküne zorla en konan
Ermeni, Rum gibi azınlıkların malımülkü olmasın? Bu gerçeğin ortaya
çıkmasından korkuyorlar, korksunlar! Korkunun ecele faydası yokmuş.
Gerçekler güçlüdür ve sonunda kendisini kabul ettirecektir.
MGK’nin bu tavrına dikkat çektikten sonra, yine Meclis’teki tartışmalara dönelim. Meclis’te yürüyen tartışma sadece kimi taşınmaz
mülklerin geri iade edilmesiyle ilgilidir. Örneğin Vakıflar Yasası çıkarılmaya çalışılırken, devletin el koyduğu mülklerin üçüncü şahıslara
devredilmesi ile gerçekte gayrimüslim azınlıklara, onların vakıflarına
geri iade edilmesi gereken çoğu taşınmaz mülk, geri iade edilmemektedir.
Bu, sadece geçmişte üçüncü şahıslara devredilen, ya da satılan mülkler bağlamında böyle değil. 2006 yılı
içinde de, gayrimüslim azınlıkların
taşınmaz mülklerinin iade edilmemesi için başvurulan yollardan biri,
sözkonusu mülkleri üçüncü şahıslara
devretme yoludur.
AB’ye 9. uyum paketi içinde yer
alan Özel Öğretim Kurumları Yasa
Tasarısı’na bağlı olarak “azınlık
okulu” tanımının değiştirilmesi üzerine tartışmalar da CHP’nin gerçek
yüzünü ortaya serdi. 21 Eylül tarihli
gazetelerin haberlerine göre, sözkonusu tanımda “Rum, Ermeni ve
Musevi azınlık” tanımları çıkarıla-
rak “Gayrimüslim azınlıkları” ifadesi kullanılmış ve sadece TC uyruklu azınlıkların değil, dini köken itibariyle sözkonusu azınlıklara mensup yabancıların da “azınlık okullarında” okumasına imkân
sağlanmıştı… Bunu okuyan kimileri de doğal olarak yasada iyileştirme var diye sevinmişti. Bu sevinç,
CHP’nin “Ruhban okulu açılacak”,
“Lozan’daki mutekabiliyet ilkesi deliniyor”, “Sevr’e dönüyorsunuz” vb.
biçimdeki yağız Türkçü muhalefetiyle kursaklarda kaldı.
Kabul edilen tasarıda yine “azınlık okulu tanımı” “Rum, Ermeni ve
Musevi azınlıklar tarafından kurulan, Lozan Anlaşması ile güvence altına alınan ve kendi azınlığına mensup Türkiye Cumhuriyeti uyruklu
öğrencilerin devam ettiği okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim özel okulları” biçiminde ifade
edildi. Hem vakıf lar yasası bağlamında, hem de azınlık okulu tanımı
bağlamında AKP’lilerin CHP’lilerle
ortak noktada buluşması, aslında her
iki partinin de azınlıklara karşı tavırda özde farklı olmadıklarını göstermektedir.
Türk şovenizmi ile yoğrulan parti
sadece CHP değil. Açık faşist, ırkçı
kesimler, her fırsatta Türk olmayan
millet ve milli azınlıklara, özellikle
de Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani
gibi Müslüman olmayan azınlıklara
karşı düşmanlıklarını sergilemektedirler. AKP de esasta hükümet olmanın getirdiği yükümlülükleri yerine getirme çabası içinde, Türkiye’yi
AB’ye uydurmaya çalışıyor. Fakat,
bunlar da CHP’nin milli meseledeki
tavrının Türkiye Cumhuriyeti’nin
bir aynası olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin de gösterdiği gerçeklik,
Baykal’ın ifade ettiği “Türkiye’de
azınlık mazınlık yok” tavrının, Türk
devletinin de yaklaşımı olduğudur.
Kısacası CHP de, açık ırkçı faşist kesimler de –kendi aralarındaki farklara rağmen–, özellikle milli meselede aynı hamurdan yoğrulmuşlardır. Ecevit’in MHP’liler tarafından
“başbuğ” ilan edilmesi, ya da Baykal
önderliğindeki CHP’nin MHP’den
ya da DYP/ Ağar’dan daha ırkçı tavırlar takınması hiç de acayip görülecek tavır veya yaklaşımlar değildir.
Türk olmayan millet ve milli azınlıklar ve onların hakları sözkonusu
olunca hepsi birbirinden ırkçı, birbirinden şoven…
Mecliste bu yasalarla ilgili tartışmalarda ortaya konan ırkçı, ayrımcı
tavırlara karşı aralarında tanınmış
gazeteci, yazar vb. olan 183 TC yurttaşı gayrimüslim, kamuoyuna yayınladıkları duyuruda şunları söylediler:
“Biz aşağ ıda imzası bulunan
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları,
‘9. Uy um Paketi ’ adı altında
Meclis’te görüşülen yasa tasarıları
sırasında, biz gayrimüslim Türkiye
Cumhuriyeti yurttaşlarına yönelik
11
halkların kardeşliği için
12
olarak Meclis kürsüsünden seslendirilen ayrımcı tutumu ibret verici buluyoruz.
Yurttaşlık haklarımızı ve sorunlarımızın çözümüne ilişkin taleplerimizi bugüne değin dikkate almayan
ve bunu ancak Avrupa Birliği’ne giriş
sürecinin bir gereği olarak ele almak
mecburiyetinde kaldığını çekinmeden itiraf eden iktidar anlayışıyla; sorunlarımızın çözümüne en ufak bir
katkıda bulunmadığı gibi, bu toplumun doğal ve tarihsel bir parçası
olan farklılıklara bakışta asimilasyoncu yaklaşımın en doruk noktasını sergileyen muhalefet anlayışını
aynı derecede kınıyoruz.
Sorunlarımıza çözüm getirip getirmeyeceğinden dahi şüphe ettiğimiz
yasa maddelerinin Meclis’te görüşülmesi vesilesiyle bizleri rehine olarak
algıladığını itiraf eden ve ‘mütekabiliyet’ talep eden zihniyete hatırlatmak isteriz ki onların tasavvur ettiği
düzen demokratik bir cumhuriyet
değildir…
Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimüslim vatandaşları olarak altta imzası olan bizler, iktidarı da muhalefeti de demokratik bir cumhuriyet
olmayı sindirmeye ve gereğini yapmaya davet ediyoruz…” (Bianet, 25
Eylül 2006)
Bizim ne iktidardan ne de muhalefetten demokratik bir cumhuriyet olmayı sindirme beklentimiz yok. Ama
gayrimüslim azınlıklara mensup TC
yurttaşlarının bu açıklamasında dile
gelen “Meclis kürsüsünde ayrımcılık” yapıldığı; azınlıkların hakları ve
sorunlarının ancak “AB’ye giriş sürecinin bir gereği olarak ele” alındığı
ve tartışmalarda ortaya konan tavırların asimilasyoncu yaklaşımı sergilediği vb. tespitlerine, olgu tespitleri
olarak katıldığımızı ve TC’nin tarihinde sözkonusu azınlıklara yapılan
haksızlıklara karşı, onların haklarını
savunmada yanlarında olduğumuzu
bir kez daha ilan ediyoruz.
Ve şunu da vurgulamak istiyoruz:
AB’ye uyum yasaları sürecinde çıkarılan yasalar, yasal düzeyde kimi demokratikleşme adımlarına yol açsa
da ve bunlar, şimdiye kadarki TC tarihinde yaşananlardan daha iyi olsa
da; bu değişiklikler de gerçekte Türk
olmayan millet ve milli azınlıkların
özgürlüğünü sağlamaya yetmiyor,
yetmeyecek de.
Türk hakim sınıfları AB’ye yönelik
vitrin değişikliği yapmak zorunda
kaldıkları durumda bile, milli meselede Kürt milletine ve milli azınlıklara karşı esas yaklaşımını, yani
ırkçı, şoven ve inkâr siyasetini sürdürmektedir. Sonuçta bu inkâr siyaseti kendisini “Türkiye’de azınlık
mazınlık yok” yaklaşımında açıkça
göstermektedir.
Halkların kardeşliği için her türlü
şoven, ırkçı, milliyetçi tavırlara karşı
mücadele vermek, her gerçek demokratın, devrimcinin ve komünistin görevidir.
19 Kasım 2006 
19 Aralık katliamını unutma, unutturma!
Dönemin Başbakan’ı rahmetli
Ecevit, “cezaevlerinde devlet kontrolünün kalmadığı, cezaevlerinin örgüt
yuvaları, yasadışı örgütlerin karargahları haline geldiği, taraftar olarak
içeri girenin militan olarak çıktığı”
vb. iddialar ileri sürerek, “bu sorunların esas olarak koğuş tipi cezaevlerinden kaynaklandığını, çözümün
ise F tipi, yani hücre tipi cezaevlerinde olduğunu, F tiplerinin en kısa
zamanda hayata geçirileceğini” açıklamıştı.
Devlet, dönem dönem gündeme
getirdiği hücre tipi cezaevleri konusunda, devrimci tutsakların kararlı
direnişi ve dışarıdan verilen destek
sonucu geri adım atmak zorunda
kalmış, F tipine geçişi ertelemek zorunda kalmıştı.
1996’da devrimci tutsaklar, zamanın Ada let Ba kanı Mehmet
Ağar’ın yayınladığı ve Eskişehir
‘tabutluğu’nun faaliyete geçirilmesini ve hücre tipi cezaevlerinin yaygınlaştırılmasını öngören ‘6 Mayıs
Genelgesi’ne karşı, Süresiz Açlık
Grevi ve Ölüm Orucu direnişi başlatmış ve bu direnişin temel konusu
olan Eskişehir ‘tabutluğu’nun kapatılmasıyla direniş sona erdirilmişti.
69. gününde sona eren ölüm orucunda 12 devrimci yaşamını yitirmiş, çok sayıda devrimci sakat kalmıştı.
Uzun süren planlı bir hazırlık sonucu, 19 Aralık 2000 tarihinde, devrimci tutsakların devletin hücre tipi
cezaevleri saldırısına karşı yürüttükleri Ölüm Orucu ve Açlık Grevleri
eylemine devlet güçleri ağır silahlarla
ve gaz bombalarıyla yanıt verdi.
19 Aralık Salı sabahı bir dizi cezaevinde aynı anda başlatılan saldırı sonucu, 32 devrimci tutsak yaşamını yitirdi. Yüzlercesi yaralandı.
Saldırıdan yaralı kurtulan yüzlerce
devrimci tutsak F tipi zindanlara
nakledildiler.
19 Aralık 2000’de devlet güçlerinin devrimci tutsaklara karşı giriştiği barbarca saldırı sonucu devletin
yıllardır hazırladığı F tipi tecrit zindanlarına geçiş operasyonu gerçekleştirildi.
Devlet adına “Hayata Dönüş
Operasyonu” adını verdiği saldırı
operasyonuyla, bir yandan F tipine
geçiş konusunda somut adım atar-
ken, diğer yandan da F tipine karşı
zindanlarda yürüyen açlık grevleri,
ölüm oruçları eylemlerini kıracağını
hesaplıyordu.
Operasyon öncesi, operasyonda
çok önemli bir rolü –yoğun bir yalan
ve dezenformasyon faaliyeti- üzerlenen medya üzerinden sürekli olarak bir temel düşünce pompalandı:
“Aslında ölüm orucu, açlık grevi eylemi içinde bulunanların büyük çoğunluğu, kendi istekleriyle değil, örgüt baskısıyla, zorlanarak bu eylem
içine girmişlerdi. Bunların örgüt baskısından kurtulmaları halinde direniş kendiliğinden dağılırdı” vb. vb.
Medyanın pompalamasına göre aslında örgüt baskısı altında oldukları
için mücadeleye istemeyerek, zorla
katıldıkları söylenen devrimci tutsaklar, üzerlerine bombalar yağdıran,
kurşun sıkan, dişine tırnağına kadar
silahlı saldırganlara karşı, çıplak bedenleriyle yiğitçe direndiler. “Eyleme
istemeyerek katılma” balonu önce bu
direnişle patladı.
Ardından diğer arkadaşlarından
soyutlanan, her biri tek başına bırakılan, her biri direniş içinde yaralanmış, 32 yoldaşını direniş içinde yitirmiş, önemli bir bölümü ölüm orucunda ölüm sınırına dayanmış vücutça iyice zayıflamış devrimci tutsaklar, F tipi cezaevlerinde devlet
güçleri karşısında tek başlarına tecrit
edilmiş, dış dünyayla ve 19 Aralık’a
kadar koğuşlarda birlikte kaldıkları arkadaşlarıyla ilişkileri kesilmiş
bir ortamda da, açlık grevi ve ölüm
orucu eylemini sürdürdüklerini ve
sürdüreceklerini egemen sınıfların
zindan şeflerinin yüzlerine haykırdılar. Egemen sınıfların “örgüt zoruyla
eylem” yalanı artık ayakta tutulamaz
hale gelmişti.
19 Aralık katliamı, açlık grevi ve
ölüm orucu eylemlerini sonlamak bir
yana, bu eylemlerin daha güçlü bir
şekilde yürütülmesinin çıkış noktası
oldu.
19 Aralık operasyonu öncesinde,
üç örgüt tarafından yürütülen ölüm
orucu eylemi, 4 Şubat’tan itibaren 10
örgütün ortak bir eylemi haline dönüştü.
Devlet, bedenlerini tutsak aldığı,
ama devrimci düşüncelerini asla teslim alamadığı, diz çöktüremediği
devrimcileri, tecrit işkencesi ve hapis
içinde hapis anlamına gelen hücrelere sokarak teslim alma amacı gütmektedir.
19 Aralık saldırısına karşı devrimci
tutsakların direnişi, F tiplerinde tecrite karşı yürüyen mücadele, devrimci tutsakların teslim alınamayacağını, devrimci iradenin her şart altında mücadele edeceğinin, direneceğinin kanıtıdır.
Devrimcilerle devlet arasında zindanlarda yürüyen irade savaşında
bugüne kadar onlarca devrimci yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı.
19 Aralık 2000 yılından bu yana,
F tipi tecrit zindanlarına karşı yürütülen mücadele içinde 122 devrimci yaşamını yitirdi. Yüzlerce
devrimci sakat kaldı. Sevgi Saymaz
Uşak Cezaevinde, Avukat Behiç
Aşçı İstanbul’da, Gülcan Görüroğlu
Adana’da ölüm orucu eylemini sürdürüyorlar.
F tipi tecrit zindanlarına karşı mücadele, ölüm orucu eylemi hakim sınıfların bilinçli suskunluk siyaseti
sonucu olarak da, ne yazık ki halk yığınlarının büyük çoğunluğu açısından, gündemde olmayan bir eylem
durumundadır. Destek devrimci örgütlerin –gelinen aşamada iki örgütün- kendi çevreleri, tutsak yakınlarının örgütlü kesimi ve kimi demokratik kitle kuruluşları, aydınlar vb.
ile sınırlıdır. Hakim sınıflar desteğin
bu kesimlerle sınırlı kalması ve hatta
daha da geriletilmesi için ellerinden
geleni yapmaktadır. Destek eylemleri medyada suskunlukla geçiştiriliyor. Çeşitli saldırı ve baskı siyasetiyle
destekçiler ezilmeye çalışılıyor.
Tecrite karşı mücadelede, tecritin
kaldırılması talebi haklı olmasına
rağmen, ölüm orucu eyleminin ilke
haline getirilmesini doğru bulmuyoruz. Tecrite karşı mücadele, toplumsal mücadelenin bir parçası olarak
yürütülmek zorundadır.
İşçi ve emekçilerin görevi, faşist
devletin devrimci tutsakları F tipi
tecrit hanelerde yalnızlaştırma siyasetine karşı mücadele etmek olmalıdır. Yaratılan sessizliği bozmak olmalıdır.
Devrimci tutsaklar üzerindeki tecrite son!
Devrimci tutsaklara özgürlük!
19 Kasım 2006 
Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Sendikalar ve TİS-Grev Lokavt Yasası
Bu yasalardaki kimi değişiklikler ve olması gerekenler üzerine
Y
ıllardan beri“ILO normları”na
uyma - uymama tartışması
içerisinde yürütülen tartışmalar bugün de yürütülmektedir.
ILO normları, uluslar arası alanda ülkelerimizde ESK denilen Ekonomik
Sosyal Konseyin bir türüdür, ya da
tersine bizimki onun bir türü durumunda.
Bu anlamda bizim “kıble”miz neden ILO olmalıdır sorusunu sorup
doğru cevaplar vermemiz gerekmektedir.
Biz işçilerin özgürce örgütlenmelerini engelleyen her türlü girişimin,
bu anlamda yasanın karşısındayız.
Hangi hükümet olursa olsun işçilerin ve emekçilerin hakları ile ilgili
çıkardıkları yasalarla sürekli olarak
işverenlerin lehine yasalar çıkarmışlardır ve buna devam etmektedirler. Kapitalist sistemin işlevi de budur tabii ki! Ama problem bu sistemin içerisinde mücadele, sadece sistemin içerisinde kalan, bu anlamda
ILO yasalarıyla da sınırlı kalan bir
mücadele mi olacak, yoksa bunu aşmaya çalışan, bu sınırları zorlayan ve
işçileri bu temelde eğiten bir mücadele mi olacak?
İşte tam da bu noktada, işçileri bilinçlendirme ve örgütleme faaliyeti
içerisinde onları yasallık lapasıyla mı
eğiteceğiz, yoksa bu mücadele içerisinde çerçeveleri parçalayacağımızı
onlara anlatacak mıyız noktasında
ayrılıklar var.
Reformistlerin yasal sınırlarla kendilerini sınırlaması kadar normal bir
şey yoktur; çünkü bu zaten onların
çizgisidir. Onlar sermaye düzeninin
değiştirilmesine değil, onun pürüzlü
görünen yönlerinin biraz düzeltilerek varlığını sürdürmesine çalışmaktadırlar.
Çünkü aksi halde bu kölelik sistemine karşı ‘rahatsız’ edici gelişmeler,
ayaklanmalar yaşanabilir ve bunlar
‘hoş’ olmayacaktır!
Esas sorun devrimcilik ve sosyalistlik adına konuşan çevre ve yapılardadır.
Bunların genel tavırları da pek
farklı olmamaktadır.
Dolayısıyla yeni çıkarılacak olan
yasalar tartışması yürütülürken bu
bakış açıları hep akılda tutularak
mücadele verilmelidir.
Son durum üzerine kısaca:
Biz burada olumlu olarak yapılan
değişimler üzerinde durmayacağız,
Reformist kesim de AB umutları ile bir şeyler
değiştireceğini umuyor ama bu kadar oluyor
yalvarmakla yakarmakla! AB’nin ‘sosyal’liğini
AB ülkelerindeki son durumlardan biliyoruz…
Her geçen gün daha fazla kazanılmış hak geri
alınmaktadır ve sınıfa daha da vahşi bir şekilde
saldırılmaktadır.
daha çok yeterli bulmadığımız ve değişmesi gereken konular hakkında fikir belirteceğiz.
- 2822 sayılı yasada Noter şartının üyelik sırasında kaldırılması bir
olumluluk olacak, ama istifalarda
Noter şartının korunması bir kısıtlamadır ve anti-demokratiktir. Çünkü
üyenin kendi iradesini beyan etmesi
günümüz koşullarında yaklaşık 60
YTL’dir. Asgari ücretin 380 YTL olduğu bir ülkede bu koşulun caydırıcı
olduğu görülebilir.
- Hak Grevi, Dayanışma Grevi gibi
haklar yoktur. 12 Eylül sonrası getirilen yasaklamalar aynen korunmaktadır. Faşizanlıkta bu noktada geri
adım yok.
- İş saatleri içerisinde sendikal faaliyet işverenin iznine bağlanarak, demokratik bir hakkın ifası engellenmektedir.
- İşkolu barajı yüzde 5’e düşürülmek isteniyor ama diğer taraftan iş
kolları 28’den 18’e düşürülmek suretiyle yetki alınması daha da zorlaştırılıyor.
- İşyeri ve işletme barajında da bir
değişiklik yoktur. Bir işyerinde sendikal temsiliyeti yüzde 50 + 1’e bağlamak, yüzde 40 ya da daha az veya
fazlasının demokratik hakkının çiğnenmesidir. Sendikalar kendilerini
ne kadar işçi istiyorsa o kadar işçiyi
temsil edebilmelidirler.
- Barajların kaldırılması, her örgütlenen işyerinde işçilerin kendilerini temsil mekanizmalarını kurma
hakları engellenmemelidir.
- Grev erteleme hakkı devletten
alınmalıdır. Grevi ancak işçi erteleyebilir hakka sahip olmalıdır. Yoksa
grevin hak olarak işlevi iğdiş edilir.
Yapılan da budur.
- Grev çadırı, grev gözcüsü vb. ile
ilgili yasaklar 12 Eylül faşizminden
geldiği gibi korunmaktadır. Bunlar
kaldırılmalıdır. Sendika grev gözcülerini korumak için ne gerekiyorsa
onu yapabilmelidir.
- Grevle ilgili TİS prosedürü kaldırılmalıdır. Sendika Batı Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi istediği zaman grev uygulamasına girebilmelidir. İşveren tarafından 60 gün önceden başlayacağı bilinen grev caydırıcı
olamaz; zaten patronlar o zamana
kadar gerekli önlemleri alıyorlar.
- Yasa hiçbir şekilde işçilerin ve
memurların bir arada örgütlenmesinin önünde engelleyici madde içermemelidir.
- 3. maddede işçi ve işveren sendikalarının ancak işkolu esasına göre
kurulabileceği şart koşularak, günümüzde gelişmiş sanayi ülkelerinde
artık aşılmış olan bir uygulama sürdürülmektedir. Bu konunun sendikaların kendisine bırakılması demokratik açıdan çok daha doğru olacağı bilinmelidir. Eğer beş ayrı iş kolunda sendika bir tek sendika içerisinde birleşmek istiyorlarsa, bu onla-
rın üyelerinin tercihi meselesi olmalıdır. Burada yine her şeye müdahale
eden bir düşünce tarzı hakimdir.
- Sendikalar yasası, sendikaların
şube kongreleri için “sendikalı işçi
sayısı 500’ü aştığı takdirde şube genel kurulu delege esasına göre yapılır” tespitini kaldırmalıdır. İki bin kişilik şubelerin genel kurullarını üyelerinin tümünün mü yoksa onların
seçtiği delegelerle mi yapacağını yasanın sınırlama hakkı olmamalıdır.
Buna bu sendika üyelerinin kendisi
karar vermelidir. Burada amaç tabanın karar verme yetkisinin elinden
alınmasıdır. Dolayısıyla delegeler
üzerinden rahatça oyunlar oynanabilecektir. Sendika genel kurul delege
sayısının yasaca sınırlandırılması da
yanlıştır. Sendika üyeleri bu konuda
kendileri karar vermelidir. Üyeler bu
karar vermeyi hangi usul çerçevesinde yapacaklarına kendileri karar
vermelidirler.
- Madde 13’teki, “genel kurulun ilgili belgelerle birlikte en az 15 gün
önce iki nüsha olarak o yer, seçim kurulu başkanı olan hakime ve mahalli
mülki amire tevdi edilir” şeklindeki
saptama kaldırılmalıdır. Bu sendikaların denetlenmesidir. Sendikaları
sadece kendi üyeleri denetlemelidir.
Çıkacak anlaşmazlıklarda ilgili mahkemeler görevli olmalıdır.
- Seçim ile ilgili tüm süreci de
sendikanın kendi üyeleri düzenlemelidir. Devletin ve kurumlarının
sendikalardaki bu denetimi anti-demokratiktir; faşizandır!
- 14. maddedeki yönetim, denet-
İÇİNDEKİLER
Sendikalar ve TİS-Grev Lokavt Yasası . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1
Metal işçisi bunların hesabını bir gün soracak! . . . . . . . . . . . . . . . . 2
Birleşik Metal İş’de MESS süreci . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2
Trakya Sanayi A. Ş. Fabrikası İşçileri Greve çıktılar! . . . . . . . . . . . . . 4
Deri işçileri bilinçleniyor!… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Deri İş Tuzla Kongresi: Kazanan kim, kaybeden kim? . . . . . . . . 6
Tanatar Kalıp’da sendikalaşma mücadelesi sürüyor… . . . . . . . . . 6
Açlığa, yoksulluğa, asgari ücrete hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
SCT’de grev 252. gününde! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
Yorcam’da sendikalaşma mücadelesi... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Kızılırmak çeltik üreticileri alanlara çıktılar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EK: leme ve disiplin kurulu üye sayılarına sendikalar kendileri karar
vermelidir.
- Üyeliğin kazanılması maddesinde “Birden çok sendikaya üye
olunması halinde, sonraki üyelikler geçersizdir” hükmü tersine çevrilmelidir. Kendi rızasıyla herhangi
bir sendikaya gidip üye olan bir işçinin son üyeliği geçerli olmalıdır.
Çünkü bu o işçinin geldiği noktadaki kararıdır ve bu belirleyici olmalıdır.
- Üyenin beş nüshalık üye kayıt
fişini doldurması gerekli değildir.
İşçinin bir nüshalık üye fişini doldurması ve sendikasının onun üyeliğini kabul etmesi yeterlidir. Diğer
kurumlara bu üyeliğin bildirilmesi
‘zor’la yapılan bir yaptırımdır, demokratik değildir ve reddedilmelidir!
- 18. maddede bir yıllık işsizlik
süresi sonunda üyeliğin düşeceği
hükmü yasa koyucunun vereceği
bir karar olmamalıdır. Bunu sendika belirlemelidir. Batıda bir dizi
sendika işsiz kalan üyelerine küçük bir aidat karşılığı hizmet verebilmektedir. Devletin müdahalesi
yine anti-demokratik zihniyetin
ürünüdür, reddedilmelidir.
- 22. maddede birinci paragraf
çıkarılmalıdır. Sendikalar uluslar
arası kuruluşlara üye olup olmayacaklarına, hangilerine üye olacaklarına kendileri karar vermelidir.
Üyelikler sonucu problemler ortaya çıkmışsa, devletin hukuk kurumları gerekli adımları atabilirler. Burada yine üye kitlesinin iradesinin yerine devletin yasakçı faşist zihniyeti ortaya çıkmaktadır.
- 26. maddede sendika ve konfederasyonların “…nakit mevcutlarının yüzde 25’ini aşmamak kaydıyla ve yönetim kurulu kararı
ile, ilgili bakanlıklara devretmek
üzere eğitim, sağlık rehabilitasyon
ve ya spor tesisleri kurabilir veya
bu amaçla kamu kurum ve kuruluşlarına ayni ve nakdi yardımda
bulunabilir.” tespiti kaldırılmalıdır. Bu amaçlarla bir çalışma yapacak konfederasyon ve ya sendikanın ilgili tesisleri ilgili bakanlıklara neden devretsin? Devletin
yardım edeceği yerde sendikalardan ve konfederasyonlardan böyle
talebin yolunu açması işbirlikçiliğin ötesinde bir şey değildir.
- 27. maddede tespit edilen sendika temsilcisi sayısına devletin
karışması reddedilmelidir. Bir sendika kendisi kaç temsilciyi ilgili işyerinde seçtireceğini kararlaştırmalıdır. İşyerinden işyerine bu değişebilir, ama genelde 25 kişiye bir
temsilci olması gereken bir şeydir.
Sınıf mücadelesi tarihi bu sayının
‘uygun’ bir sayı olduğu tecrübesini
göstermiştir. İşyerlerinde temsilcilerin sendikaca atanmasını şart
koşmak, üyelerin iradesini yok sayan anti-demokratik bir yaklaşımdır. Üye kendisi ne yapacağına karar vermelidir.
- 30. maddede, sendikaların
yurtdışındaki kişi ve kurumlardan, kuruluşlardan ayni ve nakdi
yardım alabilmelerinin bildirime
bağlanması anti-demokratiktir.
Sendikalar kendi çıkarlarına uygun gördüğü yardımı almalı ve
bunun hesabını kendi denetleme
kurullarına ve genel kurullarına
vermelidirler.
- Sendikaların denetimi yalnızca
kendi denetim kurulları ve kongre
üyeleri tarafından yapılır. Devletin
denetçilerine gerek yoktur. Bu demokratik kurumlara müdahaledir.
Anti-demokratiktir. Ancak sendika içinden itirazlar yargıya taşınırsa, o zaman ilgili yargı mercileri sorunu çözmelidir.
- 39. maddedek i “ kay y um”
hakkı devletin elinden alınmalıdır. Sendikaların üyeleri çıkan sorunları kendileri çözmelidirler.
- Patronlara getirilen para cezaları caydırıcı nitelikte değil.
Ödüllendirme gibi cezalar öngörülmektedir.
Sonuç olarak;
Yeni çıkarılan taslaklar sınıfın
özgürce sendikalarında örgütlenmesine olanak tanımamaktadır.
Ama zaten bunu beklememek gerekir.
Sınıfın bugünkü örgütlü gücü
ve sendikaların büyük bölümünün
devletçi-sermayeci bakış açıları
ancak bu yasaların çıkarılmasını
sağlayabilmektedir. Sınıf içindeki
açık hainlerin görevlerini yaptığı
kuşkusuz açıktır. Reformist kesim
de AB umutları ile bir şeyler değiştireceğini umuyor ama bu kadar
oluyor yalvarmakla yakarmakla!
AB’nin ‘sosyal’liğini AB ülkelerindeki son durumlardan biliyoruz…
Her geçen gün daha fazla kazanılmış hak geri alınmaktadır ve sınıfa
daha da vahşi bir şekilde saldırılmaktadır.
Dolayısıyla devrimci ve sosyalist
güçlerin omuzlarındadır köklü değişimler sağlamak!
Bunun için artık laf olarak savunulagelen birliklerin, pratikte fabrika fabrika, bölge bölge örülmesi
gerekir. Artık birbirini yeme zavallı
politikası yerine “birlikte kazanacağız” politikası ile, dostça eleştiri
ve öneriyi de içeren, düşman saflarına yüklenmemiz lazım.
İşte o zaman görülecektir ki biz
bugünkü gücümüzle bugünkünden daha fazla şey yapmaya ve değiştirmeye muktediriz.
Ancak böylesi bir durumda bazı
cılız duruşların dışında sadece
eleştirmekten öte etkileyici ve değiştirici siyaset yapma, yaşama
yön verme gücünde olduğumuzu
görme ve gösterme durumunda olduğumuzu bir kez daha ortaya koyacağız.
Haydi bu gücü göstermeye!
Birlik, Mücadele, Zafer!
Kasım sonu 2006 
Metal işçisi bu
METAL İŞ KOLUNDA GELİNEN
NOKTA VE GÖREVLERİMİZ
İşçi sınıfının çalışma ve yaşam
koşullarını iyileştirmenin etkin
araçlarından birisi olan Toplu İş
Sözleşmelerinin en önemlisi sayılabilecek olan Metal İş Kolundaki
sözleşme Türk İş’e bağlı işbirlikçi
Türk Metal sendikası tarafından
Ramazan bayramına çok kısa süre
kala imzalandı.
Türk Metal’in bu tavrı yeni değil. Türk Metal yıllardan bu yana
sermayenin istekleri çerçevesinde
hareket etmiş ve her dönemde metal işçisinin ve dolaylı olarak da
işçi sınıfımızın zararına tavırlar
almıştır. Bu sözleşme de sonuncusu değil, ihanetçi tavrın bir yenisidir.
Bilindiği gibi bu iş kolunda üç
sendika yetkilidir. Bunlardan Hak
İş’e bağlı Çelik İş Sendikası ile
DİSK’e bağlı Birleşik Metal İşçileri
Sendikası halen sözleşmeyi imzalamış değildirler.
Türk Metal’in bu “aceleci” tavrının bir anlamı vardır. Bayram
öncesi imzalanan bu sözleşme ile
özellikle bu iş kolunun mücadeleci sendikası Birleşik Metal İş’in
önünü kesmektir. Daha doğrusu
metal patronlarını Birleşik Metal
İş’in muhtemel mücadeleci tutumu
karşısında korumak, daha iyi bir
sözleşmenin yapılmasını engellemekti. Tabii ki aynı zamanda kendi
tabanının Birleşik Metal İş’in etkisinde kalarak hesapta olmayan
mücadelelere girmesinin de önünü
kesmek istemiştir. Bunda önemli
oranda da “başarılı” olmuştur.
TİS’de nelere imza atıldı?
Türk Metal birinci 6 ay için yüzde
10 ücret artışını kabul etmiştir.
Bu taşeron sendika kamuoyunda
yoğun bir şekilde, “biz yüzde 12
ila 21 arasında zam aldık” diyerek böbürlenmektedir. Gerçekleri
bilmeyen bazı memur sendikaları
ve medyanın bir bölümü de bunu
propaganda etmektedir.
Gerçek durum bu değildir!
Gerçekte olan şudur:
Uzlaşmacı sendika iş yerlerinin çok büyük bir bölümü için
yüzde 10’luk zamma imza atmıştır. Yalnızca 12 iş yeri için yüzde
10 zam yerine saat ücretlerine 50
kuruş zammı uygulamıştır.
Bunun anlamı, bu 12 iş yerinde
çalışan işçilerin bir bölümünün
yüksek zam bir bölümünün ise düşük zam almasıdır.
Saat ücretleri 3 milyon civarında
olan işçiler için yaklaşık yüzde 1718 ücret artışı anlamına gelen bu
zam, saat ücretleri yüksek olan
Birleşik Metal İş’de MESS süreci
Aşağıda Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreteri Selçuk Göktaş ile yaptığımız
MESS sürecini değerlendiren söyleşiyi yayınlıyoruz.
1. Birleşik Metal İş Sendikası olarak MESS sözleşmesini neden imzalamadınız?
TİS hazırlık sürecinde üyelerimizle birlikte TİS taslağını hazırladık. Bu
süreçte özellikle düşük ücretli çalışan işçi arkadaşlarımızın bir talebi
vardı. Kendi ücretlerinin biraz yukarıya çekilmesi ile ilgili bir talepti bu.
Henüz sendikadan bir imza eğilimi çıkmadığı için bu sürece kadar devam etti. Türk Metal İş’in imzaladığı TİS’in çok adil olmadığını düşünüyoruz. Bundan dolayı biz Birleşik Metil İş olarak daha iyi bir sözleşme
için mücadelemizi sürdüreceğiz.
2. Türk Metal İş ile yapılan sözleşmede esnek çalışma olduğu gibi
geçti mi?
Hayır. Geri çekildi. Özellikle bizim TİS hazırlık sürecinde olsun, gelişme sürecinde olsun verdiğimiz mücadele ile esnek çalışmayı daha da
esnekleştiren ikramiyelerin ücrete dahil edilmesi gibi maddeler geri
çekildi.
Birleşik Metal İş olarak komisyonlarımıza açıkladığımız gibi esnetme
ile ilgili maddelerin TİS’e girmesi halinde imza atmayacağımızı deklere
etmiştik zaten. Ancak bunlar geri çekildi. bu bizim açımızdan olumlu.
Çünkü bu bizim çabalarımızın sonucu gerçekleşen bir şey olduğunu
düşünüyoruz. Bu anlamda Birleşik Metal İş sendikası sürecin etkilenmesinde önemli bir rol oynadı. Türk Metal İş zaten esnek çalışmaya
olumlu bakıyordu. Bu konuda mücadele anlamında hiçbir olumlu
çaba sarfetmedi. Biz sendika olarak bu süreçte bölgelerde çalışmalar
unların hesabını bir gün soracak!
mesela 7 milyon ve üstü olan işçilere ise yaklaşık yüzde 4,5-5 arası
zam demektir.
Yani işçilere yüzde 12-21 zam
aldık lafları büyük bir yalandır.
Sosyal haklarda ise yüzde 20 civarında bir zam alınmıştır. Ama bu
zaten işçinin cebine giren paranın
küçücük bir bölümüdür.
İşbirlikçi sendika gerçekleri gizlemektedir.
Sözleşmede yer alan diğer maddelerin ne olduğu bugüne kadar
gizli tutulmuştur. 2. 3. ve 4. altı ay-
lık zamların ne olduğu gizlenmektedir. Aldığımız duyumlara göre
bu zamlar yalnızca enflasyon oranında tutulmuştur. Ama Metal işçisi bunun hesabını soracaktır işbirlikçi sendikaya. Metal patronlarının son yıllarda elde ettiği tatlı
karların bir bölümünün de olsa geriye kalan bu 6 aylık zamlarda gözönüne alınmaması, verimlilikten
işçiye pay verilmemesi işçiye yapılan büyük bir kötülüktür.
Geçen yıllarda yapılan sözleşmelerde geçmiş olan esneklik uygula-
yaptık. Özellikle metal işçisinin dikkatini bu noktalara çektik. Sonuçta
geri çekilmiş olası metal işçileri açısından sevindirici bir gelişme.
3. Türk Metal İş TİS’i imzaladı. Siz bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Biz, Türk Metal İş’in imzasından sonra komisyonlarımızı topladık. Komisyonlarımızdan çıkan eğilim, zammın fabrikalarda dağılımı ile ilgili idi.
Bu noktada anlaşma şansımız olmadı. Biz sendika olarak %10 zammın
düşük ücretlere daha farklı yansıması gerektiğini düşünüyoruz. Ücret
makasının sürekli açılması taraftarı değiliz. TİS taslağımız da bu çerçevedeydi. Bunu hayata geçirmek için şimdiye kadar çaba sarfettik.
Evet. Geçen hafta bir görüşme oldu. MESS’in TİS ile ilgili olumlu bir yaklaşımı olmadı. Bunun dışında MESS’in işyeri olarak bilinen 5 fabrikada
örgütleme faaliyetlerimiz var. Bununla ilgili yaşanan sorunlar ve mahkeme süreci vardı. İtiraz süreçleri devam ediyor. Bu 5 fabrikada patronların
itirazlarını geri çekmeleri işçilerin sendikalaşmasına engel çıkarmamaları ve yüksek ücretle düşük ücretler arasındaki farkın azaltılması ile
ilgili maddelerde henüz anlaşma sağlanamadı Görüşmeler 29 Kasım
Çarşamba gününe ertelendi.
5. TİS talepleriniz kabul edilmezse greve gitmeyi düşünüyor musunuz?
Daha önce deklere etiğimiz ve grev nedeni saydığımız başta esnek
çalışma olmak üzere diğer maddelerden ikramiyelerin ücrete dahil
edilmesi isteğinde bulunan MESS bu dönem bunlardan vazgeçti. Fakat
bu mücadele bitmiş değil. Patronlar işçi sınıfının lehine bir gelişmeyi
engellemek istiyorlar. Bizim amacımız da bu konuda işçi sınıfının kazanımlarının gelişimini sağlamaktır.
Bunun için her sözleşme döneminde yeni düzenlemeler yaptık. Biz
bu konuda sendika olarak çok duyarlıyız. Sendikamız esnek çalışma
ile ilgili dayatmaları ne bugün nede yarın kabul etmeyecektir.
6. Bir süre önce sizde örgütlü olan ve greve geçen Trakya Sanayi işçilerinin son durumu ile ilgili bilgi verebilir misiniz?
Trakya Sanayi yaklaşık altı ay önce başlayan müzakerelerin sonuç vermemesi üzerine greve başladı. Özellikle ücret noktasında karşımızda
bir muhatap bulamadık. Yani ücret konusunda işveren herhangi bir
teklif vermedi. Bir muhatap bulamama sonucunda grevi uygulamaya
geçirdik.
İşletmenin idari yapısında problemler var. Bu problemlerin işçiye
yansıması yada TİS masasına yansıması hoş değil. İşyerinin kendi iç
işleyişi açısında da hoş değil. Sonuçta iş greve kadar geldi.10 Kasım’da
başlattığımız grev bugüne kadar devam ediyor.
İşçi sınıfı içerisinde genel olarak bilinç meselesinde bir gerilik var.
Burada tabii ki sendikaların da payı olduğunu düşünüyorum. Fakat
Birleşik Metal İş sendikası diğer sendikalarla kıyaslandığında bu konuda en duyarlı olan sendikalardan biridir. Yeterli olduğunu söylemek
mümkün değil. Fakat geriye dönüp baktığımızda örneğin bu dönem
içerisinde 3600 insanımızı eğitim sürecinden geçirmişiz. Grup eğitimlerimiz devam ediyor. Bu konuda sadece sendikaların eğitim vermesi
yeterli değildir.Yaşanan süreçten insanlar olumsuz etkileniyor. İşçi
sınıfı hareketinde bir yükseliş söz konusu değil. Siyasi harekette de
bir yükseliş yaşanmıyor. Alabildiğine kötü bir süreçten geçiyoruz. bu
durum çalışmalarımıza da ister istemez yansıyor.
Trakya Sanayi somutunda grevden önce işçi arkadaşlara eğitimler
verildi. Önümüzdeki süreçte bu daha da yoğunlaşacaktır.
Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
4. Geçen hafta patronlarla bir görüşme olduğunu duyduk. Bu görüşmede neler oldu?
malarının geri alınmamış olması
bu sarı sendikanın marifetidir.
Birleşik Metal İşçileri
Sendikasının TİS taslağında esnekliğin çıkarılması talep edilmiştir. Taşeron sendika bunun da
önünü kesmeye çalışarak metal
patronlarına arka çıkmıştır.
Zaten yapılan ücret zammı da
Birleşik Metal İş Sendikasının taslağındaki taleplere daha çok uygundur. Türk Metal ve Çelik İş
Sendikası kendi taslaklarında böyle
bir öneride bulunmamışlardır.
Onlar herkes için geçerli bir zam
oranı talebinde bulunmuşlardır.
Birleşik Metal İş Sendikası ise alt
ücret gruplarının daha yüksek bir
zam alarak, aynı işi yapan işçiler
arasındaki ücret farklılığını azaltmak amacıyla alt ücret gruplarının
saat ücretinin ücretlere zam uygulaması yapılmadan önce düşük ücretli işçilere mutlaka iblağ yolu ile
alt ücret gruplarının saat ücretlerinin 2.8 YTL’ye çekilerek, ücretlerin görece dengelenmesini savunmuştur. Bu tespit iş yerlerindeki
genç işçilerin talebi olmuştur.
Bu talebi görmezden gelen sarı
sendika, pratikte Birleşik Metal
İş’in talebi çerçevesinde sözleşme
imzalamış durumdadır.
MESS – Metal patronlarının
denkleştirme ve deneme süreleri
konusundaki saldırılarını şimdilik
geri çekmesi, işbirlikçi sendikanın
yetkili olduğu iş yerlerinde bir değişikliğin yaşanacağına işaret etmemektedir. Çünkü MESS tam da
işbirlikçi sendikanın iş yerlerindeki uygulamalardan hareketle bu
önerilerini getirmiştir. İşe girişte
deneme süresinin 4 ay olması ve
fazla çalışmalarda denkleştirmenin 4 aya çıkarılması zaten Türk
Metal’in bir çok yetkili iş yerinde
uygulanmaktadır. Patronlar oralarda rahatça dilediklerini yapabi-
Söyleşi için teşekkür ederiz.
27 Kasım 2006 
EK: liyorlar.
Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
NE YAPILMALI?
EK: Bu aşamadan sonra yapılacak olan
şey metal işçisinin daha da fazla
bölünmesini engelleyecek bir sözleşmenin Birleşik Metal İş tarafından imzalanmasıdır.
MESS Birleşi k Meta l İş
Sendikasına (BMS) sadece yüzde
10 zam teklifinde bulunmuştur. Bu teklif Birleşik Metal İş
Sendikasının örgütlü olduğu iş
yerlerindeki rahatsızlıkları giderecek bir teklif değildir.
BMS’nın teklifinde de olduğu
gibi bu günün koşullarında çok
kötü görünmeyen yüzde 10’luk
zammın dağılımının iş yerlerinde
alt ücret gruplarının lehine düzenlenmesi gerekmektedir.
Eşit işe eşit ücretin sağlanmasının bir hedef olduğu çalışma yaşamında, bu hedefe varmak için
böylesi bir sözleşme bir adım olacaktır.
BMS’nın taslağına açıkça bu talebi getirmemiş olması yanlıştır.
Sosyalist hareketin çıkışından bu
yana savunduğu bu şiarın gelecekte savunulması bir görev olmalıdır. Aynı işi yapanlar aynı ücreti
almalıdırlar.
Ücretler arasındaki farklılıkların yaratılması sermaye sınıfının
bir oyunudur ve bu oyun bozulmalıdır. Bu oyun işçiler arasında
çatlakların, bölünmelerin üzerine
kuruludur. Bu bölünme üzerinde
işçilerin ortak çıkarlar için ortak
mücadele etmesi engellenmeye çalışılmaktadır.
BMS’nın yüzde 10’luk ücret dağılımını tüm iş yerlerindeki ücret
farklılıklarını azaltmak için kullanabileceği bir sözleşmeyi imzalayabilmesi için kendi iş yerlerindeki işçileri harekete geçirerek bir mücadeleyi örgütlemesi gerekmektedir.
MESS işçileri yeteri kadar bölmüştür, daha fazla bölünmeye tahammül edilmemelidir. Ama bunun için yeni eylemler gerekmektedir. İş yerlerindeki işçilerin duyarlı
hale getirilmesi, işyeri komitelerinin aktifleştirilmesi, bugünden
bazı eylem biçimlerinin gündeme
getirilmesi, BMS’nin görüşme masasındaki gücünü artıracaktır.
2. ve 3., 4. altı aylık zamların
enflasyon oranının üzerine çekilmesinin de muhtemel formülleri
bulunmalıdır.
GELECEK KAVGAYA
HAZIRLANILMALI
Bu dönemdeki TİS mücadelesi ve
elde edilen sonuçlar işçileri esas
itibarıyla memnun edecek, onların
bir dizi talebini karşılayacak bir
seviyede olmamıştır. Bunun esas
sorumlusu işbirlikçi sendika olan
Türk Metal’dir. Çelik İş’in ondan
farkı kalmamıştır. Hiçbir eylem,
etkinlik yapmamışlardır bu sendi-
kalar.
Birleşik Metal İş Sendikası bunların tersine kamuoyu çalışmaları
ağırlıklı bir çalışma yapmış ve bunda
belli bir başarı da sağlamıştır.
Ama bu yetmez!
Geleceğe hazırlanmak lazımdır.
Bunun için sınıfın öncü güçleri
sarı sendikanın kalelerini fethetmenin yollarını aramalıdırlar.
MESS’i kalbinden vuracak örgütlenme formlarını bulup uygulamalıdırlar. MESS ve taşeron sendikanın çanına ot tıkamanın yolu onların nefes borularını kesmektir.
BMS’nın bunu yapabilmesi için
gelecek kongresinde başarılı bir bileşimi sağlaması gerekir. Bu yönetim, şubelerini daha aktif yapılandırmaya götürmelidir.
Daha güçlü ve mücadeleci bir
sendika kendi önüne yeni perspektifler koyan bir sendikadır.
Tespit edilecek bu yeni politikalar çerçevesinde kendi örgütünü
mücadeleye sokacak bir disipline
de sahip olmalıdır.
İradesini kullanabilecek bir merkezi önderlik ve bu iradeyi gönüllü
bir şekilde kabul edip tespit edilen politikaları bölgelerinde uygulayacak yerel yönetimlerin oluşturulması gerekmektedir. Kendi başına buyruk, yalnızca doğru bulduğunu yapan, alınan kararlara
kerhen uyan bir örgütsel yapı büyük hedeflere vuracak, büyük kazanımlar sağlayacak yapılanmalar
olamazlar.
Bunun için yetkili olunan işyerlerinin örgütlü duruma getirilmesi
çok önemlidir. Kadroların sınıf bilinci ile donatılması, kendi sınıfsal
çıkarını her şeyin üstünde gören
ve ona uygun davranan bir metal
işçileri örgütü gün geçirilmeden
yeniden yaratılmalıdır.
Sınıfsal perspektif leri olanlar, hiçbir zaman olanla yetinemezler ve hep daha fazlasını talep
etme göreviyle karşı karşıyadırlar.
Talepleri yaşama geçirecek uygun
araçlar ise kaçınılmazdır.
BMS’nın diğer sendikalardan
çok daha iyi olması, bugün tümden istenen bir yapının varolduğu
anlamına gelmemelidir. Tam tersine aksayan, yanlış yürüyen bir
dizi yan vardır.
Bunları tespit edip emin adımlarla ileri yürümek gerekmektedir.
İşbirlikçi sendikacılardan hesap
sorulacak günler gelecektir.
Gelecek sınıf sendikalarının yaratılmasında, gelecek sosyalizmdedir!
30 Ekim 2006 
NOT: Birleşik Metal İş tarafından 30 Kasım 2006’ da yapılan
bir açıklamayla; 1 Eylül 2006 – 31
Ağustos 2008 tarihleri arasında geçerli olan grup toplu iş sözleşmesinin 29 Kasım günü imzalandığı duyuruldu.
Trakya Sanayi A
fabrikası işçileri grev
İ
zmit’ in Uzunçif t li k semtinde kurulu Trakya A.Ş.
esk i R ABAK fabrikasıdır.
Özelleştirilerek Bezmenler’e satılan bu fabrika daha sonra 1996’da
da banka hortumculuğu ile ün
yapmış Hayyam Garipoğlu’nun
eline geçmiştir.
Şu an fabrika aynı patrona ait
olan AL-CO Tencere fabrikası
başta olmak üzere tencere fabrikalarına yarı işlenmiş alüminyum
plakalar üreten bir fabrika.
Verilen bilgilere göre uzun yıllardır RABAK döneminden beri
sendikanın olduğu bu işyerinde
1996’dan bu yana işyerinde yetkili
olan sendika DİSK/ Birleşik Metalİş Sendikası’dır. Sendikayı kendi
işyerlerinde tasfiye etmede hayli
sicili kabarık olan bu hortumcu
patron Trakya Sanayi A.Ş.’de de
daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye yanaşmamış işçiler, Birleşik Metal-İş Sendikası
önderliğinde 3 ay süren direniş ve
grevi ile ancak haklarını koruyabilmişler.
Sendika 10 Kasım 2006 günü işyerinde grev uygulamasına geçti.
Sendika Genel Başkanı Adnan
Serdaroğlu burada yaptığı basın
açıklamasında7 Haziran’da başlayan TİS görüşmelerine ciddi bir
teklifle gelmeyen patron Hayyam
Garipoğlu’nun uzlaşmaz tutumunun fabrikada çalışan 150 işçiden
sendika üyesi 120 işçiye bir grev
daveti olduğunu, sendika ve işçiler olarak bu daveti kabul ederek
greve çıktıklarını, bu grevin “hak,
ekmek ve onur “ için olduğunu belirtti. Başkan işçilerin sendikalarıyla disiplinli ve kararlı bir şekilde
aileleri ve çocuklarının Kocaeli
halkı ve DKÖ’lerinin, yerel yönetim ve basının desteği ile zafere ta-
şıyacağını açıkladı.
Basın açıklamasının ardından
açıklamaya katılan 60-70’e yakın
işçi sendika aracında çalınan müzik eşliğinde kısa bir halay çektikten sonra grev gözcüsü işçilere
grev gömlekleri giydirilerek greve
başlandı. Ardından sendikanın
İzmit Şube Sekreteri işçilere grevin düzenli ve disiplin içinde yürütülmesine ilişkin kısa bir açıklamada bulundu.
İs t a nbu l ’ d a n Y Dİ Ç AĞR I
Gazetesi’nden bir grup, işçileri ziyaret ederek dayanışmamızı göstermek için Basın Açıklamasına
katıldık. İşçilere gazetemizin son
sayısından verdik ve onlarla söyleştik.
Trakya Sanayi A.Ş.’de 10 yıllık
işçi ve İşyeri Grev Komitesi’nde
olan Adem SUBAŞ greve çıkan
sendika üyesi 120 işçiden 11’inin
grev kapsamı dışında olduğu için
içerde olduğunu, patronun uzlaşmaz tutumunun esas nedeninin12
yıllık sendika örgütlülüklerini tasfiye etmek olduğunu belirtti. Metal
işkolunun işlerinin ağır olması nedeniyle fabrikada kadın işçi olmadığını, işçilerin çoğunun genç (ortalama 35 yaş) olduğunu, yeni işe
başlayan bir işçinin brüt 570 YTL,
en kıdemli işçinin ise ancak brüt
1200 YTL aldığını söyledi. Bölgede
7 işletmeden sadece kendi işyerleri
ve SEKA Bakır diye 28-30 işçinin
çalıştığı bir fabrika dışında hiçbirinde sendikal örgütlülüğün olmadığını, sendikalaşanların ise
başına nelerin gelebileceğini son
aylarda kendi patronlarının fabri-
A. Ş.
ve çıktılar!
D
eri işçileri kendi yakıcı sorunlarını tartışarak çözüm yolları arıyorlar.
Deri işçilerinin kendi sorunlarını
tartışması, çözüm yolları üretilmesi için, Deri İşçileri Dayanışma
Derneği Girişimi aktif üyeleri yoğun çaba gösteriyorlar. Bunun için
deri işçilerine yönelik olarak sadece Kasım ayı içerisinde iki toplantı yapıldı.
Birinci toplantıda; deri işçileri İş
Yasaları konusunda bilgilendiler.
Söyleşi havasında kendi sorunları
ile bağ içerisinde, İş Yasalarının
kimi yanlarını öğrendiler.
İkinci toplantıda; Genel Sağlık
Sigortası konusunda bilgi sahibi
oldular.
İk i toplantıya da Kundura
Dayanışma Derneği’nden işçi arkadaşlar da katıldılar.
Deri işçileri, kundura işçilerinin
ezici çoğunluğu kayıt dışı çalışıyor. Yani sigortasız, düşük ücretler, sağlıksız koşullarda, çalışma
sürelerinin uzun olduğu koşullarda çalışıyorlar. Kayıt dışı olmaları, bir kaç kişinin çalıştığı atölyelerde çalışıyor olmaları sendikalı
olmalarını engelliyor.
Çalışma koşullarını düzeltmek,
daha iyi bir ücret, sigortalı olmak
için, deri işçilerinin tek vücut halinde hareket etmeleri gerekiyor.
Bunu gerçekleştirmek için de tartışarak çözüm yolları arıyorlar.
Düşünülen yollardan biri, dernek
kurmaktır. Kurulması düşünülen
dernek, sendikanın alternatifi olarak düşünülmüyor. Dernek, işçilerin sorunlarını bilince çıkarması,
tartışmalarını sağlamak, sendikal
örgütlülük için gerekli zemini hazırlamak için düşünülüyor.
Sendikalaşma imkanının olmadığı yerde, dernek kurulması aracılığıyla, deri işçilerinin sorunlarına yönelik olarak çalışılması
doğru olacaktır. Kurulması düşünülen dernek en azından asgari
olarak şunları yapabilir:
* Deri işçilerini bilinçlendirme
faaliyeti yürütür. Kendi sorunlarının bilince çıkmasını sağlar. Bunun için belli aralıklarla bülten çıkarılabilinir.
* Parça başına
tek bir ücretin
belirlenmesini,
birli k te ha reket edilmesini
sağlamak için
çaba gösterir.
* Ç a l ı şma
koşu l la r ı nı n
dü z e lt i l me s i
için bilinçlendirme faaliyeti sür-
dürür.
* Sigortalı olma ve sosyal haklar
için aydınlatma faaliyeti sürdürür.
Dağınık olan binlerce deri işçisini bir araya getirmek, topluca
hareket etmelerini sağlamak hayal
değildir. Bu başarılabilinir. Önemli
olan bu işi yapma kararlılığını göstermektir. Bu irade de öncü işçi arkadaşlarda vardır. Uzun da sürse
bu hedefe mutlaka bir gün varılacaktır.
Deri işçisi, kundura işçisi arkadaşlar yapılan toplantılarda kendi
sorunları ile bağ içinde kimi önemli
tespitler yapma yanında çözüm
önerileri de getirdiler. Bunlardan
bazıları şunlardır:
* Atölyelerde bireysel davranmak
yerine topluca hareket etmeliyiz.
* Uzun vadeli düşünmeliyiz.
Uzun vadede mücadele ile sendikal örgütlenme sağlayabiliriz.
* İstanbul’a çalışmaya gittiğimiz
zaman yabancı muamelesi görüyoruz. İzmirli olan arkadaşlara karşı
bir antipati var.
* Çin’den dolayı iki yıldır deri
sektöründe bir durgunluk var.
* Deri fabrikaları işçi ücretlerinin
düşük olduğu ülkelere taşınıyor.
Bangladeş, Pakistan, Hindistan.
Mısır’a giden fabrika da var.
* 12 Eylül öncesinde deri işçilerinin hepsi sendikalıydı. Bu yeniden olabilir.
* Toplumun örgütsüz olmasının yansımasını yaşıyoruz.
Örgütsüzlük deri işçilerine de yansıyor.
* İşlerin en yoğun olduğu zamanda, belli talepler ileri sürerek
iş bırakabiliriz.
* Topluca SSK’ya giderek, işyerini söyleyerek sigortalı
olma talebi iletebiliriz.
* Parça başı rekabete yol açıyor.
Bu durum deri işçilerinin birleşmesini engelliyor.
Parça başı, daha fazla yaparsam,
daha fazla dikersem, daha çok kazanırım anlayışına yol açıyor. Bu
durum yeni insanların çalışmasını
engelliyor. Çalışma süreleri çok
uzun oluyor.
* Bir atölyede sendika olmadan
da işçiler birleşirse patronla toplu
sözleşme yapabilirler.
* İzmir’de 60 bin deri ve kundura işçisi var. Bunlardan sadece
4,5 bini sigortalı.
Mücadele eden yeni lebi lir.
Mücadele her koşulda başarıya
ulaşmayabilir. Mücadele etmeyen
en başından itibaren kaybetmiştir!
Değiştirmek ve dönüştürmek ancak mücadele ile olur.
Deri işçisi arkadaşlar da mücadelelerinin kesintilere uğrasa bile
bir gün mutlaka başarıya ulaşacağına inanıyorlar.
Kapitalizmde işçi ücretli köledir.
Ücretli köleliğin koşullarını düzeltme yanında ücretli köleliği ortadan kaldırma işi de işçi sınıfının
omuzlarındadır.
İşçi sınıfı Bolşevik tipte örgütlenmiş bir parti önderliğinde bu
görevi de er ya da geç yerine getirecektir.
20 Kasım 2006
YDİ Çağrı/İzmir 
Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
kası olan AL-CO Tencere’de çalışan işçi arkadaşlarının başına gelenlerin anlattığını söyledi.
Kendi çalıştıkları Trakya Sanayi
A.Ş. fabrikasına yakın olan ALCO Tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi
arkadaşlarına destek verdikleri
için İşyeri Sendika Temsilcilik
Odasında sendika şube başkanlarına ve kendilerine patron Hayyam
Garipoğlu’nun fedailerine yaptırdığı saldırı ve linç girişimi sonucu
iki işçi arkadaşlarının kollarının
kırıldığını, yaralananlar olduğunu
ve jandarmaca gözaltına alındıklarını, Şube Başkanlarını linç edilmekten zor kurtardıklarını anlattı.
Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar için
sömürü cenneti olan bu ülkede
kendi düzenlerinin anayasa ve yasalarına uymayan patronların işçilerin yasalardaki hak kırıntılarını
bile çok görüp vermek istemediğini, hak isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla susturmaya çalıştığını
gösteriyor. Onun için YDİ ÇAĞRI
Gazetesi olarak, İzmit-Tütünçiftlik
Akmeşe Sapağında kurulu Trakya
Sanayi A.Ş. Fabrikasının 120 grevci
işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini desteklemek, haklıdan
yana olan tüm insanların görevidir diyoruz.
Öyleyse görev başına! Birlikten
kuvvet doğar!
Yaşasın Trakya Sanayi İşçilerinin
Mücadelesi!
Kasım 2006 
Deri işçileri bilinçleniyor!
EK: Deri İş Tuzla Şubesi 28. Kongresi yapıldı
Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
D
EK: Kazanan kim, kaybeden kim?
eri İş Tuzla Şubesi 28.
Kongresi işçilerin yoğun
katılımıyla 19 Kasım Pazar
günü İçmeler Düğün Salonunda
yapıldı. Saat 10.00’da başlayan
kongre işçilerin yoğun katılımıyla
gerçekleşti.
Geçmişte Kazlıçeşme deri işçilerinin birliğini ve mücadelesini
parçalamak için iyi bir fırsat olan
deri fabrikalarının Tuzla Organize
Deri Sanayi Bölgesine taşınması
sonrasında yiğit işçi önderlerinin
gecesini gündüzüne katan özverili
çalışmaları sonucu patronların hevesleri kursağında kalmış, deri işçileri aşama aşama yaklaşık 3.500
kadar sayılarıyla mücadeleci bir
anlayışla sendikal faaliyete katılmış, örgütlü mücadelenin önemini
pratiğiyle göstermiştir. Süreç içerisinde grevlerle, direnişlerle süren
mücadelede, işçi sınıfı kendi doğrudan sorunları dışında yer yer cezaevlerindeki sorunlara, ülke siyasal gündemindeki diğer sorunlara
da direnişleriyle destek vermişlerdi.
Tüm bu olumlu mücadele seyri
içinde olumsuz olan işler de yapılmıştır, ancak bu olumsuz işler
yukarıda belirttiğimiz gerçeklerin
üzerini örtmez. Ancak 28. Şube
kongresine kadar bu eksiklik ve
hatalar özelde yönetim, genelde ise
muhalif kesimler tarafından ortaya konulmaktan kaçınılmış, hep
deri işçilerinin, sendikanın olumlu
yönleri ortaya konmuştur. Deri işçilerinin tümünün bildiği 96’lardaki Kopuzlar direnişinde, işçiler
kara, yağmura, soğuğa, jandarmanın grev çadırlarını parçalayıp sobalarını almasına rağmen, başarıyla sürdürdükleri direniş ne yazık ki sona gelindiğinde tüm öncü
işçilerin işe alınmadığı, sadece
patronun istediklerinin işyerinde
kaldığı olumsuz bir anlaşmayla
sonuçlandığında çoğu devrimcisosyalist gazeteler, sendika yönetimi muhalefet zafer olarak yazmışlardı. Bunun gibi onlarca anlaşma çoğu kez başarı olarak görülmüş, gösterilmiştir.
Devrimci bir grubun sendikanın
yönetiminde olduğu bugüne kadar,
çok fedakar, yiğit, gelişmeye açık
bir çok işçi bulunmasına rağmen,
işçilerden bir bölümü devrimci sınıf sendikacı hatta proletaryanın
uluslar arası deneyimleriyle yetiştirilmemiş eğitilmemiştir. Bu konuda durum nedir? 28. Kongre
bunu ibretlik bir biçimde ortaya
koymaktadır. Konuşmacılar sınıfın yerel, ulusal, küresel boyuttaki
sorunlarını kongreye katılan o ka-
dar işçiye anlatmaktan, çözüm
önerilerini, mücadele yöntemlerini
sunmaktan çok uzaktı. Böyle bir
sendikal önderliğin (hem geçmiş,
hem yeni) reformizme, salt ekonomizme düşmeme garantisi yoktur
– bunlar devrimci bir siyasetten
gelseler bile. Sorun sadece işyerinden atılan işçinin mücadelesinin,
grevinin başarısı, ekonomik durumunun düzelmesi için iyi bir toplusözleşme yapmak değildir. Sorun
tüm bunlara kaynaklık eden sömürücü devletin yıkılıp işçi devleti
kurulana kadar çektiğimiz cefanın
bitmeyeceğini işçi sınıfına kavratmak, kendi somut taleplerimizle
birlikte işsizlerin, çocuk işçilerinin, bedenini satarak yaşamak zorunda bırakılanların, dili-kültürüismi yasaklanan Kürt halkının,
Lazların, Romanların, Çerkezlerin
vb. tüm ezilenlerin taleplerini işçi
sınıfının mücadele talepleri haline
getirmektir. Devrimci sınıf sendikacı anlayışın temel görevidir bu.
Böyle olmayınca pratikte neler olmaktadır, yine 28. Kongreye bakalım. Kongre açılışında işçi sınıfının gerçek önderleri yerine, bırakalım işçi sınıfının çıkarlarını savunmayı onu sınıf olarak başından itibaren yok sayan Atatürk ve
görev arkadaşları şahsında kongreye katılan deri işçilerinin saygı
duruşuna kaldırılmalarını anlamak devrimcilik adına güç.
Yine kongrede muhalif birçok
işçi delegenin dile getirdiği üç yıllık işçilerin baskılarla adaylığını
koyamadığı, 15 günlük işçilerin ise
yönetim yanlısı diye delege seçtirildiği eleştirileri doğruysa, bunlar
kabul edilebilecek bir yöntem değildir. Devrimciler tam tersine tabanın güvenini kazanmayı, kendi
dışındaki devrimci-demokratik güçlerle sendika yönetimlerini
Tanatar Kalıp’da sendikalaşma
mücadelesi sürüyor…
E
skişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Tanatar Kalıp Fabrikası’ndaki sendikalaşma mücadelesi üzerine, YDİ Çağrı’nın 103. sayısında bilgi
vermiştik.
Tanatar Kalıp işçileri DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş
Sendikası’nda örgütlenmişlerdi. Tanatar Kalıp patronu
sendikalaşan işçilerden 21 işçiyi işten çıkarmıştı.
Birleşik Metal-İş, işten çıkarılan işçilerin işe iadesi için
dava açmıştı. İşe iade davası için Kasım ayı içinde görülen mahkeme Aralık ayının 22’sine ertelendi. İşten
çıkarılan işçiler 22 Aralık’ta mahkeme tarafından karar
verilmesini istiyorlar. İşe dönme konusunda umutlarını
sürdürüyorlar.
27 Kasım 2006
Eskişehir’den bir YDİ Çağrı okuru 
paylaşmayı, farklı fikirlerin sendikayı güçlendireceğini ilke edinmelidirler.
Geçen dönemin sendika şube
başkanlığını yapan Hasan Sonkaya
73 oyla bu kongreyi kaybetmiş, 121
oy alan Binali Tay şube başkanı seçilmiştir. 28. Kongrede söz alan
konuk konuşmacılar sadece havzada değil Türkiye genelinde büyük üye kayıplarına uğradıklarını,
20 milyon işçinin sadece 700 bininin sendikalı olduğu, bu nedenle
ya sendikaların tek çatı altında
birleşip mücadele edeceği, ya da
yok olacaklarını belirttiler.
Hasan Sonkaya yeni toplu sözleşme dönemine, emper yalist
Ortadoğu işgali ve Lübnan’a asker
gönderilen koşullarda girdiklerini,
bu sürece işçilerin birliği içinde girilmesi gerektiğine vurgu yaptı.
Gerek delegelerin gerekse işçilerin yaptıkları konuşmalarda sendikanın Dünya Deri ve Cevahir
Deri’deki mücadeleyi hataları sonucu kaybettiğini, delege seçimlerinde kendi yandaşlarını dayattığını dile getirdiler. Bu eleştirilere verilen cevapta bu direnişlerde
sendikanın elinden geleni yaptığını, tam tersine bu eleştirileri dile
getiren temsilcilerin mesaiye kalmama kararına rağmen mesaiye
kaldıkları vb. dile getirildi. Bu karşılıklı suçlamalar dışında işçi sınıfının nasıl bir mücadele hattı izleyeceğine, taşeronlaştırmaya, esnek
üretime nasıl dur denilebileceğine,
sınıf sendikacılığından, reformizmden, ekonomizmden ne anladıklarına dair ne muhalefetin ne
de eski yönetimin tek kelime dahi
etmemiş olmaları büyük bir olumsuzluktu. Bir delegenin konuşması
esnasında salondaki işçilerin eski
yönetimi yuhalaması, eski başkanın işçilerle sert tartışmalara girmesi kongreye gerginliğin yansımasına neden olmuştur.
Sonuç olarak Tuzla işçilerine,
onların eski ve yeni yöneticilerine
düşen görev, sömürü düzenini ortadan kaldırma hedefine sahip bir
sendikal anlayış temelinde birleşerek mücadele etmektir. Biz Yeni
Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak
her zaman mücadele eden deri işçilerinin yanında olduk ve bundan
sonra da yanlarında olmaya devam edeceğiz.
Yaşasın işçi sınıfının birliği!
Kahrolsun sermaye iktidarı!
Üreten biziz, yöneten de biz olacağız!
29 Kasım 2006 
Açlığa, yoksulluğa, asgari ücrete hayır!
3
Asgari ücrette 4 kişilik ailenin temel alınması, asgari ücretten vergi
kesilmemesi, asgari ücret toplantılarının halka açık yapılması, asgari ücretin yoksulluk sınırını temel alması gibi reform talepleri
bizim de taleplerimizdir. Ancak
bunlarla yetinilmesi tatlı su solcularının işidir.
Düşünelim ki bir an bu talepleri kabul ettiler, ne olacak o zaman? Sorunlarımız çözülmüş olacak mı? Hayır! Ücretli emek sömürüsü devam edecektir. Çalışma koşulları çalışanların yaşamını zehir
etmeye devam edecektir. İş kazaları, işçi sağlığı sorunlarından ortaya çıkan hastalıklar, milyonları
bulan işsizlik vb. gibi temel sorunlarımızdan bir şey değişmeyecek.
Dolayısıyla biz bir yandan bu reform talepleri için mücadele ederken diğer yandan bu mücadele içerisinde işçi ve emekçi yığınları iktidar hedefine yöneltmek için eğitmemiz gereklidir. Biz tabii ki asgari ücretin mümkün olduğunca
üst sınıra taşınması için çalışmalıyız. Ama günümüz koşullarında,
içinde bulunduğumuz örgütlülüğümüzle fazla bir değişikliği sağlayamayacağımızı açıkça söylemeliyiz. Değişiklik için örgütlenmemizin kalitesini yükseltmemiz
gerekmektedir ve işçiler bu göreve
sarılmadıkları sürece bu alanda da
ciddi bir değişim olmayacaktır.
Yaklaşık 5,5 milyon çalışanı, ki
bunlar kayıt altında olan ve kayıtdışı olanları kapsamaktadır, ilgilendiren asgari ücret tespitinin
daha yükseklere çekilmesi çalışmasının hedefi yoksulluk sınırının
üstüne çekilmek olmalıdır kuşkusuz. Şu anda 16 yaş ve üstü çalışanları kapsayan 531 YTL Brüt asgari
ücretin 380 YTL net bir paraya
denk düştüğünü biliyoruz. Asgari
ücretin bu düzeyde tespit edilmesinin sermayenin temsilcileri tarafından istendiğini biliyoruz.
İşçi tarafı olarak tanımlanan Türk
İş’in ise buna karşı tutarlı bir mücadele vermeyeceğini de biliyoruz.
Türk İş’in adı Konfederasyon olarak sarı Amerikan sendikacılığını
andırdığını da biliyoruz. Türk İş’in
sahte kahramanlar gibi ilk başta
boş peşrev çekeceğini de biliyoruz.
Onların şimdiden asgari ücretin
605 YTL olan açlık sınırına çekilmesini talep etmeleri ne kadar işçileri düşündüklerini göstermiyor
mu? Yarın diyecekler ki, biz talep
ettik ama vermediler. Bunun gerçekçi bir yaklaşımla alakası olmadığını biz biliyoruz, ama bu yetmez, bunu işçi yığınlarına anlatmamız ve onları örgütleyerek mücadele alanlarına çekmemiz lazım.
Yoksa sarı Türk İş ve sermaye kesiminin daha yıllarca bu oyuna de-
vam etmesini engelleyemeyiz.
DİSK’in ve KESK’in de bu komisyona dahil edilmesi talep edilmelidir. Fakat bunların katılımı
da fazla bir şey değiştirmeyecektir.
Kapitalist devletin kapitalistlerin
çıkarını korumak için her önlemi
aldığı bilinmektedir. Ne KESK ne
de DİSK bugünkü yapılarıyla kapitalist devlete geri adım attıracak
durumda değildirler. Ayrıca öyle
bir dertleri olduğu da meçhul.
Böylesi bir ortamda sermayenin
hükümetinin de ne vereceği aşağı
yukarı bellidir. Memura verdikleri
zammın üstüne çıkmaları beklenmemelidir. Bir koşulda görece bir
fazlalık olabilir. Bunun nedeni de
yaklaşan seçimlerdir.
Sonuç itibarıyla ne açlık, ne yoksulluk düzeyinde asgari ücret tespit
edilmesini istiyoruz. Biz daha fazla
istiyoruz. Biz insanca yaşamak için
yeterli bir ücreti bugün için istiyoruz. Bunun sınırları da iki bin
YTL’nin üstünde net ücrettir.
Biz daha fazlasını da istiyoruz:
Biz sermayenin iktidarına yerine
kendi iktidarımızın kurulmasını
istiyoruz. O zaman biz kendimiz
belirleyeceğiz ücretimizi ve “kaderimizi”!
YDİ Çağrı okuru
20.11.2006 
SCT’de grev 252. gününde!
S
CT işçisi her türlü baskı ve
ekonomik zorluklara rağmen, patrona ve onun tüm
destekçilerine karşı onurlu mücadelesini sürdürüyor. Sendikalı
çalışma konusunda kararlılığını
tekrar tekrar ispatlıyor. İşçiler
Jandarmanın baskılarına, keyfi
ve yasal olmayan işten atma
oyunlarına, grevin bir dizi zorluğuna rağmen 252. gününde
devam ediyor.
Patronun keyfi uygulamalarına karşı açılan tüm davalar
SCT işçisinin lehine bozuldu.
Ancak patron hukuk tanımaz
tutumunda ısrar ediyor. İlk atılan 21 işçinin işe iade davaları
temyizde de olumlu olarak sonuçlandı. SCT patronu mahkemenin aldığı kararlara uymuyor, bu nedenle işçiler Birleşik
Metal-İş Sendikasının önderliğinde buna karşı tekrar dava açmak zorunda kaldılar.
Kısa süre önce fabrikayı kapatıp 150 işçinin işine son verdiğini ilan eden patronun bu
saldırısına karşı açılan davada
mahkeme; fabrikayı kapatmanın yasal olmadığını belirterek,
işçiler lehine karar verdi. Bu
karar SCT patronu tarafından
temyize gönderildi. 1 Kasım’da
görülen bu dava 29 Kasım tarihine ertelendi. Patron, yasaların
da ona sağladığı kolaylıklar ile
işçileri yıldırarak grevi kırmak
ve fabrikayı sendikasız işçiler ile
çalıştırmak amacını güdüyor.
Patronun saldırıları bununla
da sınırlı kalmıyor. İşyerini kapattığını ilan etmesiyle birlikte,
Grev ve Lokavt dönemlerinde
çalışmak zorunda olan işçi ve
personeli de işten atan patron,
mahkemenin fabrikanın kapatılmasının yasal olmadığına
hükmetmesine rağmen işten attığı personeli işe geri almamış,
tazminatlarını vererek bu işçileri kapı dışarı etmiştir.
Kendisi ile görüştüğümüz işyeri baş temsilcisi Erdinç Tümük
“SCT işçisi tüm bu zorluklara
rağmen sendikalı ve toplu sözleşmeli çalışma konusunda kararlı. SCT işçisi her zaman uzlaşmaktan da yana idi, yanadır.
Bu konuda sendikamız da sürekli olarak olumlu bir tavır takınmıştır. Bugün de bu tavrımız
devam ediyor. Biz işverenin kanun ve hukuk tanımaz tavrından vazgeçip masaya oturmasını bekliyoruz.” diyerek SCT
işçisinin talebini dile getirdi.
SCT fabrikasında yaşanan
sendikalaşma mücadelesi bir
kez daha 2821 sayılı Sendikalar
Kanunu ile 2822 sayılı TİS, Grev
ve Lokavt Kanunu’nun patronlar lehine olduğunu, işçilerin
sendikalaşabilmek için çok ağır
bedeller ödemek zorunda kaldıklarını göstermiştir. Bu nedenle grevin 252. gününü geride
bırakan SCT işçileri tüm işçi sınıfı ile birlikte, bu kanunların
işçiler lehine değiştirilmesi için
de mücadele etmelidirler.
SCT işçileri patronun tüm
ayak oyunlarına karşı örgütlülüklerini sağlamlaştırmak zorundadırlar. SCT’de grevin başarısını SCT işçilerinin ve işçi
sınıfının birliği, mücadelesi belirleyecektir.
O halde tüm sınıf bilinçli işçiler bu mücadelenin zaferi için
elinden geleni yapmalıdır!
Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
0 Kasım’da asgari ücret tespit komisyonu ilk toplantısını yapacak. Asgari ücret
tespit komisyonu 5 işçi, 5 işveren
yani sermaye, 5’i hükümet temsilcisinden oluşan 15 kişiden oluşmaktadır.
Öncelikle bu komisyonun yapısına itiraz etmek gerekir.
İşçileri temsil ettiği söylenen 5
kişinin gerçekten işçileri ne kadar
temsil ettiğinden bağımsız olarak,
5 patron temsilcisinin yanına 5 kişinin de hükümeti temsilen bu toplantılara katılması, başından itibaren sermaye kesiminin toplantıda
üçte iki çoğunluğu sağladığını tespit etmek gerekir. Hükümeti temsil
edenlerin de sermayenin temsilcisi
olduğunu söylememiz gerçekçi bir
tespittir. Çünkü hükümetlerin tarafsız değil, taraflı olduğunu, burjuva hükümetlerin burjuvazi de dediğimiz sermaye kesiminin işlerini
düzenleme görevi gördüğünü biliyoruz. Bu yeni bir sav değil, daha
Komünist Partisi Manifestosu’nda
bu konu net bir şekilde ortaya konmuştu. Emekle sermaye arasındaki
kavgada tarafsızlık olmaz. Ya sermayeye karşı sınıfın çıkarı savunulur ya da tersi, yani sermayenin
çıkarı. İşçi sınıfı kendi iktidarını
kurduğunda tabii ki o günün parlamentosu işçilerin çıkarını koruyacaktır. Burjuva kapitalist devletlerin olduğu ülkelerde de hep gördüğümüz gibi burjuva hükümetler
burjuvazinin işlerini göreceklerdir.
Zaten parlamentonun üyelerinin
azımsanmayacak bir bölümü sermayedarlardır veya onların menajerliğinden gelmiş bürokratlardır.
Bu gerçeklikten dolayı, burjuvazinin ve sarı sendikacıların,
reformist sendikacıların gizledikleri, gizlemeye çalıştıkları bu gerçekliği açığa çıkarmak ve işçi sınıfının kandırılmasını engellemek
lazımdır.
AÜTK taraflıdır, oradan çalışan
insanların taleplerine uygun kararlar çıkmaz!
Bu komisyonun işçi temsilcileri
sayısının arttırılması talepleri de
sorunu çözemez. Sorun kapitalist
devlette kapitalistlerin istediği bir
asgari ücret tespiti çıkar. İşçilerin
lehine bir asgari ücreti bugün tespit etmek mümkün değildir. Ancak
sınıf mücadelesi güçlendiği oranda
sınıfın örgütlü eylemleriyle daha
yüksek düzeye ulaşan asgari ücret
tespitleri mümkün olabilir.
Ama işçi sınıfımızın temel derdi,
bazı kırıntıları almakla yetinmek
değil, biz tamamına talibiz, biz
kendi iktidarımızı kurarak sermayenin çanına ot tıkamalıyız.
Ücretli kölelik sisteminin, bu haksız düzenin ortadan kaldırılması
ancak sorunlarımızı çözebilir.
Zafer grevci SCT işçisinin olacaktır!
YDİ Çağrı/Mersin 
EK: Yorcam’da sendikalaşma
mücadelesi...
B
iz bu filmi daha öncede defalarca gördük. Bir fabrikada
çalışan işçiler, yasal hakları
olan herhangi bir sendikaya üye
oluyorlar. Patron sendikalaşan işçileri işten atıyor. Sendikalaşma
mücadelesi yasal prosedür nedeniyle uzun sürüyor. Yasalar işçileri
değil, patronları koruyor. İşçiler
bir dizi zorluğu –maddi zorluklar,
sürecin uzun sürmesi, sendikaların yetersiz desteği gibi- yenebilirlerse, sendikalaşma mücadelesi
başarıya ulaşıyor. Aksi durumda
sendikal mücadele yarı yolda takılıp kalıyor.
Tansaş depo işçileri, Graniser,
Yüksel Seramik işçilerinin sendikalaşma mücadelesine yeni bir
sendikalaşma halkası eklendi.
Yorcam!
İzmir Çiğli Organize Sanayi
Bölgesi nde ku r u lu bu lu na n,
Yorcam Yorgancılar Cam Sanayi
ve Ticaret A.Ş fabrikasında sendikalaşan işçiler işten atıldı.
1989 yılında kurulan Yorcam’da,
ısı cam, çift cam, cam ayna ve yan
ürünleri üretimi yapılıyor. Yorcam
patronu Ender Yorgancıoğlu aynı
zamanda Ege Bölgesi Sanayi Odası
Yönetim Kurulu üyesi.
Yorcam işçileri Ağustos ayı
içinde DİSK’e bağlı Kristal-İş
Sendikası’na üye oldular. 60 kişi
üretim bölümünde, 30 kişi idari
bölümde olmak üzere fabrikada 90
kişi çalışıyor. Üretim bölümünde
çalışan 60 işçiden 53 işçi Kristal-İş
Sendikası’na üye oldular.
Kristal-İş yetk i tespiti için
Çalışma Bakanlığı’na başvurdu.
Eylül ayında işçilerin Kristal-İş
üyesi olduğunu öğrenen patron,
işçiler üzerinde baskı yapmaya
başladı. Küfür, hakaret, zorla mesai yaptırma, çeşitli baskı yöntemleri ile işçileri sendikadan istifa etmeye çalıştı. Bütün bu yöntemlerin işe yaramadığını gören patron,
7 Kasım günü 30 sendika üyesi işçiyi işten attı.
8 Kasım tarihinden bu yana işten
atılan işçiler, sabah 9, akşam 17:30
saatleri arasında Yorcam önünde
bekleyişlerini sürdürüyorlar.
20 Kasım tarihinde direnişte
bulunan Yorcam işçilerini ziya-
Kızılırmak çeltik üreticileri
alanlara çıktılar
Aralık 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Ç
EK: ankırı iline bağlı Kızılırmak
ilçesinin çeltik üreticileri
28 Ekim 2006 günü sorunlarını hükümete duyurmak için
kitlesel bir miting ve basın açıklaması yaptılar.
Bu açıklamada üreticiler hükümetin kendilerine üvey evlat muamelesi yaptığını, bölgede çeltik alımı yapan TMO (Toprak
Malzeme Ofisi) yöneticilerinin bir
dizi entrika, rüşvet, ahbap- çavuş
ilişkiler içinde bazı kişilerle işbirliği yaparak üreticileri zarara uğrattığını belirttiler.
Bir kilo çeltiğin (Pirincin) üreticiye 270 Ykrş mal olmasına rağmen hükümetin taban fiyatını 270
Yeni Kuruşun da altında belirleyerek üreticiyi iflasa sürüklediğini
açıkladılar.
Üreticiler, ürettik leri tarım
ürünlerini maliyetinin altında bir
fiyatla TMO ve aracılara vermek
zorunda kaldıklarını, bölge çiftçilerinin ezici çoğunluğunun en
önemli tarım aracı olan traktörlerini borçlanarak aldıklarını ve şu
an bu borçlarını ödeyemedikleri
traktörleri geri vermek zorunda
kalacaklarını belirttiler.
Çeltik üreticilerini TMO’nin bütün uygulamalarına boyun eğecek
duruma getiren hükümetin ABD,
Mısır, Kore gibi ülkelerin pirinç
kotasına boyun eğerek ülkeyi ithal
pirinç cennetine çevirdiğini ve bu
politikanın ülkedeki yüzbinlerce
çeltik üreticisinin durumunu hesaba katmayan bir politika oldu-
ret ettik. Direniş Komitesi’nden
Ali Güler, Kristal-İş Ege Bölge
Temsilcisi Zafer Çolak ve işten atılan işçi arkadaşlarla görüştük.
Fabrikada çalışan sendika üyeleri, evde yemek yapıp işe birlikte
getiriyorlar. Direnişte olan işçi arkadaşlar içeride çalışan işçi arkadaşların getirdiği yemeği yiyorlar. İçeride çalışan işçiler, hukuksal süreçteki olası masrafların karşılanması için kendi aralarında
para toplayarak sendikaya teslim
etmişler.
Öğle arasında içeride çalışan işçiler, dışarıda bekleyen arkadaşları
ile bir araya geliyorlar. Fabrikadan
çıkışta ve girişte işçiler hep birlikte
“yaşasın sendikal mücadelemiz!”
sloganını atıyorlar.
Çalışma Bakanlığı’ndan Kristal-
İş lehine çoğunluk tespiti gelmiş.
Patron bu tespite itiraz etmiş.
Fabrikada çalışan işçiler adına
asgari ücret denilen, gerçekte sefalet ücreti olan ücreti alıyorlar. 7,5
yıldır Yorcam’da çalışan Ali Güler
430 YTL maaş alıyor.
İşten atılan işçi arkadaşlar; mücadelelerinde kararlı olduklarını,
Yorcam’a sendikalı işçi olarak geri
döneceklerini, bunun için de sonuna kadar gitmeye kararlı olduklarını ifade ettiler.
İşçi arkadaşlara YDİ Çağrı gazetemizin Kasım sayısını verdik.
Mücadelelerinde başarı dileklerimizle, tekrar gelmek üzere yanlarından ayrıldık.
ğunu belirten çeltikçiler hükümeti
böyle bir tutumdan vazgeçmeye
çağırdılar. Hükümetten çiftçilerin
bu alım fiyatlardan dolayı uğradığı zararı destekleme fiyatlarıyla
gidermesini istediler.
Hükümetten destek talep eden
sadece çeltik üreticileri değildir.
Durumları her geçen gün daha da
kötüye giden fındık, kayısı, zeytin,
buğday, mısır, ayçiçeği vb. üreten
üreticilerin de talepleridir.
Türkiye’de Dünyanın büyük sermaye holdingleriyle işbirliği yapan
bir avuç büyük holdingin, küçük
üreticilerin yararına bir politika
izlemesini beklemek çok büyük
bir saflık olur. Onlar temsil ettikleri sınıfın hükümeti devletidirler.
Onların çıkarları için vardırlar.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu
güne kadar gelen geçen tüm hükümetler kapitalist düzenin bir gereği
olarak milyonlarca işçiyi, emekçiyi
ve köylüyü (“Memleketin efendisi
köylüdür” dedikleri yıllarda da)
soyup sömürmüşler emeğini gasp
etmişlerdir. İnsan yaşamı için lazım olan her şeyi yaratan işçilerin
emekçilerin ve köylülerin kendi
ülkerinde gerçekten özgür mutlu
insan olma anlamında “efendiler”
olabilmesi ancak işçi sınıfının önderliğinde kendi devrim iktidarı
olan işçi-köylü iktidarında ve sosyalizmde mümkündür. Tüm ezilen ve sömürülenler kendi emeklerini gasp edenlerden kurtulmayı
sağlayacak devrim iktidarları uğruna verilen mücadeleyle birleştirerek vermeliler.
Kasım 2006 
20 Kasım 2006
YDİ Çağrı/İzmir 
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27
e-mail: [email protected] v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
SAYI 106’nın İşçi Eki · Aralık 2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli
yeni kadın dünyası
B
İstanbul’da 25 Kasım Paneli
u sene 25 Kasım, sadece sosyalist, devrimci ve demokratların
değil, burjuvazinin de gündemini işgal etti. 25 Kasım’a az bir süre
kala burjuvazi ve onun medyası yeniden kadına yönelik şiddeti keşfederek çeşitli kampanyalara girişti.
Bunlardan bir tanesi ise burjuvazinin
kadına yönelik şiddete karşı nasıl bir
ikiyüzlülük içerisinde olduğunu gösteriyordu. Kadından Sorumlu Devlet
Bakanı Nimet Çubukçu’nun önderliğinde başlatılan kampanyaya göre,
ünlü firmaların ürettiği, bilmem kaç
yüz YTL’lik erkek ceketlerinin etiket kısmına “Kadına yönelik şiddete
son” yazılacak ve böylece kadına yönelik şiddete karşı mücadele edilmiş
olacaktı!
Kadına yönelik şiddeti devletin
kendi yasaları ile cesaretlendirdiği,
burjuva medyanın kadına yönelik
şiddeti her gün yeniden kışkırttığı
bu ülkede bu tür kampanyalar, ezilen
kadın yığınları ile dalga geçmekten
başka bir şey ifade etmiyor.
Bu kampanya kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmayı değil, olsa
olsa işçi ve emekçi kadınların emeğini dizginsiz bir şekilde sömürerek
karına kar katan, işçi ve emekçilerin
böyle bir ceketi alabilmek için iki aylık maaşını gözden çıkarması gereken
o “ünlü” sermaye tekellerini şirin göstermeye yarayan bir rol oynuyor.
Kadına yönelik şiddet bir sistem sorunudur. Erkek egemen kapitalist sistem var oldukça kadına yönelik şiddet kaçınılmazdır. Kadın haklarının
en gelişkin olduğu emperyalist ülkelerde yaşanan gelişmeler bunun en
iyi örneğidir. Kadına yönelik şiddetin ortadan kalkmasının ön koşulu
emperyalist-kapitalist sistemin ortadan kalkmasıdır.
Bizler bu bilinçle, 25 Kasım Kadına
Yönelik Şiddete Karşı Mücadele
Gününde bir kez daha kadına yönelik şiddetin kaynağı olan erkek egemen sistemi teşhir etmek ve işçi ve
emekçi kadınları devrim ve sosyalizm mücadelesine katmak amacıyla
çeşitli çalışmalar yaptık.
25 Kasım’a yönelik “Artık Yeter!
Kurtuluş Kendi Ellerimizde!” başlıklı bir bildiri çıkararak, bu bildiriden katıldığımız çeşitli etkinliklerde
dağıttık.
19 Kasım 2006’da Güney Kültür
Merkezi ile birlikte yapacağımız or-
tak toplantı için çıkardığımız el ilanlarından çeşitli semtlerde yoğun olarak dağıttık.
19 Kasım saat 15.00’de YDİ Çağrı
ve Güney Kültür Merkezi olarak ortaklaşa düzenlediğimiz 25 Kasım panelini Güney Kültür Merkezinde gerçekleştirdik.
Saygı duruşu ile açılan panelde birinci konuşmacı kadın arkadaş; 25
Kasım’ın tarihsel gelişimini aktardıktan sonra Türkiye’de son dönemde yaşanan namus cinayetlerinden ve kadın katliamlarından örnekler verdi. Arkadaş konuşmasında
hem Türkiye’de hem de dünyada erkek egemen toplumun kadınlar üzerindeki etkilerini dile getirdi.
Diğer kadın arkadaş esas olarak
Sovyetler Birliğinde kadına yönelik
şiddete ve fuhuşa karşı nasıl mücadele edildiği konusunda bir sunum
yaptı. Sınıflı toplumda bu iki konuda
kadınların yaşadığı baskılarla karşılaştırmalı olarak yaptığı konuşmasında, Sovyetler Birliğinde bu alanda
çok önemli gelişmelerin yaşandığına
dikkat çekti.
Sovyetlerde kadına yönelik şiddetin bir biçimi olarak fuhuşa karşı
mücadele bağlamında sosyalist devletin ilk olarak yasal zeminde kadın
ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu
düzenlemeleri devrimden hemen
sonra gerçekleştirdiğini, daha sonraki yıllarda ev işi ve çocuk bakımının önemli oranda toplumsallaştırıldığını, tüm ülkede genel çalışma uygulaması ile kadın yığınların üretimin içine çekildiğini ve bütün bunların fuhuşa karşı yürütülen mücadelede çok önemli gelişmeler olduğunu
vurguladı.
1930’lu yıllara gelindiğinde kadınlar arasında fuhuşun çok önemli
oranda (%90 oranında) azaldığı belirtildi.
Sunumların ardından yaklaşık yarım saat süren bir belgesel gösterildi.
Yapım ve Yönetmenliğini Özgür
Fındık ”İklimsiz Kadınlar” adlı belgesel çalışma, yazar, gazeteci, avukat,
çeşitli kadın derneklerinin yöneticileri ile yapılan röportajlardan ve namus cinayetleri sonucu katledilen kadınların aileleri ile yapılan söyleşilerden oluşan oldukça iyi hazırlanmış
çarpıcı bir çalışma idi. Kadına yönelik her türlü şiddetin ele alınarak değerlendirildiği belgesel tüm katılımcıların beğenisini ve ilgisini topladı.
Verilen yarım saatlik aradan sonra
soru-cevap ve tartışma bölümüne
geçildi. Kadın ve erkek arakadaşların katıldığı panelin bu bölümünde
özellikle kadın arkadaşların tartışmaya aktif olarak katılmaları ve görüşlerini dile getirmeleri çok sevindiriciydi. Panelde ağırlık kazanan esas
tartışma noktaları şunlardı: Kadına
yönelik şiddetin kaynağı nedir?
Toplumda var olan genel şiddet kültürü ile bağı nedir? Fuhuşa karşı nasıl mücadele edilmelidir? Fuhuş yapan kadınları ve fahişelere giden erkekleri nasıl değerlendirmek gerekir?
Kadına yönelik şiddet bağlamında
devrimciler arasındaki durum nedir?
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda kadına yönelik şiddete karşı
nasıl bir mücadele yürütülmelidir?
Yukarıdaki başlıklar altında yaşanan yoğun tartışmaların ardından
Güney Kültür Merkezi’nin hazırladığı bir tiyatro oyunu sergilendi.
Doğuş Elden’e ait “Kadın Sığın-Ma
Resort” adlı oyun, koca dayağından
iş ilanlarındaki ayrımcılığa kadar kadınlara yönelik çeşitli şiddet biçimlerinin mizahi bir dille konu edildiği
bir oyundu. Oyun tüm katılımcılar
tarafından beğeni ile izlendi.
Yaklaşık üç buçuk saat süren etkinliğin sonunda etkinliğe katılanlara
25 Kasım ile ilgili çıkardığımız bildirilerden dağıtılarak etkinlik sona erdirildi.
Kasım 2006 ✓
25 Kasım; Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü!
Kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz her yerde!
Artık Yeter!
Kurtuluş Kendi
Ellerimizde!
25
Kasım’ın kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele günü olarak kabul edilmesinin üzerinden 46 yıl geçmiş olmasına rağmen kadına
yönelik şiddette değişen bir şey yok!
Dünyanın her yerinde kadınlar çeşitli biçim ve boyutlarda
şiddete maruz kalıyorlar. Koca dayağı; sokakta, işyerinde,
evde, gözaltında, emperyalist savaşlarda şiddet, cinsel taciz ve tecavüz bize her gün, her saat erkek egemenliğinin
hüküm sürdüğü bir sistemde yaşadığımızı hatırlatıyor.
Kimi ülkelerde “bakireliği koruma” adı altında çocuk yaşta
kızlar zorla evlendiriliyor, kimi ülkelerde evlilik öncesi
ilişkiye girmelerini engellemek için 7-8 yaşında sünnet ediliyor ve cinsel organları evlenince açılmak üzere dikiliyor.
Türkiye’de de yaygın olduğu gibi bir dizi ülkede erkeklere
kayıtsız şartsız itaat etmeyen ve erkek egemen toplumun
törelerine uymayan kadınlar namus ve töre cinayetlerine
kurban gidiyor.
Namus cinayetlerinin basına yansıyan son örneği Van’da
yaşayan Naile Erdaş oldu.
Erkek egemenliğinin bu en barbar yüzü olan töre ve namus
cinayetleri, henüz 15 yaşında olan ve hiçbir suçu olmayan
Naile’yi hayattan koparıp aldı.
Van Kadın Derneğinin verilerine göre son bir yıl içerisinde
sadece Van’da 52 kadın ya intihar etti yada katledildi.
Gözaltında cinsel taciz ve tecavüz bir devlet politikası!
Egemenler, kendilerine muhalif hareketlerin üzerine devlet terörüyle giderken, kadınlara yönelik cinsel şiddeti
de daima özel bir bastırma-sindirme yöntemi olarak
kullandılar. Bu ülkede gözaltında işkence, taciz ve tecavüz
devlet güçlerince uygulanan yıldırma politikasının sistemli
bir parçasıdır.
Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım
Projesi’nin 1997-2006 yılları arasında hazırladığı raporda,
kadınlara yönelik devlet şiddetinin tüm hızıyla devam
ettiğini, bu alanda özde hiçbir şeyin değişmediğini gözler
önüne seriyor.
1997 ile 2006 yılının Ekim ayına kadar, gözaltında cinsel
işkence şikayeti ile başvuran kadınların sayısı 236 iken
bunların 206’sı siyasi nedenlerden
dolayı
işkenceye
maruz
kalan
kadınlar.
Kadınlara
yönelik devlet kaynaklı
cinsel şiddet en çok
Kürt kadınlarına
uygulanıyor. Projeye
başvuran
kadınların 184’ünü
Kürt
kadınları
oluşturuyor. Bunun
böyle
olmasının
esas nedeni Kürt
kadınlarının ulusal
ezilmişliklerine karşı mücadele içerisinde aktif bir şekilde
yer alıyor olmalarından dolayıdır. Kadınlara cinsel taciz ve
tecavüzde bulunanların başında polisler geliyor.
Bu veriler kuşkusuz buzdağının yalnızca görünen kısmıdır.
Özellikle bölgede jandarma, korucu vs.nin cinsel taciz ve
tecavüzüne maruz kalan çok daha fazla sayıda kadın var.
Cinsel saldırılara uğrayan kadınlar, bu saldırıları “utanç
meselesi” olarak gördüklerinden yada korktuklarından,
üzerinde konuşmaktan ve kişiliklerine yapılan bu saldırının
hesabını yasal yollardan sorma yönünde adım atmaktan
çekiniyorlar.Yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını hesaplayan ve cezalandırılma korkusu olmayanlar ise bunun
verdiği rahatlıkla iğrenç saldırılarını sürdürüyorlar.
Kadınlara karşı şiddet hâlâ toplum genelinde çok büyük bir sorun olarak görülmemekte, kanıksanmakta ve hatta doğrudan
onaylanmaktadır. Son olarak çeşitli üniversitelerde 1449 öğrenci
ile yapılan bir araştırmaya göre öğrencilerin %30.9’u “namus için
cinayet işlenir” diye düşünüyor.
25 Kasım, kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele
alanında daha alınacak çok mesafemizin olduğunu bilincimize çıkarıyor. Görevlerimiz büyük ve bu görev bizim
omuzlarımızda. Ezilen, emekçi kadınların örgütlenerek
kendi hakları ve çıkarları için mücadele etmesinden başka
yol yok. Devlet terörüne, feodal ya da burjuva her türden
erkek şiddetine karşı isyan etmek haklıdır! Kadına yönelik
her türlü şiddetin ortadan kaldırılmasının önkoşullarının
yaratılması, emperyalist-kapitalist sistemin ortadan
kaldırılmasından geçiyor.
Kahrolsun erkek egemen sistem!
Kadınlara yönelik her türlü şiddete son!
Emekçi Kadınlar, Kurtuluşumuz İçin Örgütlü Mücadeleye!
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;
[email protected]; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 148· Kasım’2006; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);
Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
Kasım 2006✓
13
yeni kadın dünyası
Kadınlar şiddeti tartıştı…
25
Kasım Kadına Yönelik
Şiddete Karşı Mücadele
Günü dolayısıyla Adana
Tabip Odası salonunda bir etkinlik gerçekleştirildi. 26 Kasım Pazar
günü saat 14’te gerçekleştirilen etkinliğe yaklaşık 40 kadın katıldı.
Etkinliğe davet geçen yıl olduğu gibi
1 Ytl değerinde bilet karşılığı yapıldı.
İ
salonda bulunan kadınların büyük
çoğunluğunu ev kadınları oluşturuyordu. Bu tabloyu işçi kadınların katıldığı etkinliklere dönüştürme zorunluluğu önümüzde duran en büyük görevlerden biridir.
26.11.2006 ✓
Adana/Ydi Çağrı
Kadın Platformundan 25 Kasım eylemi
stanbul’da değişik kadın örgütlerinin bir araya gelerek gerçekleştirdikleri 25 Kasım yürüyüşünün hazırlıkları haftalar öncesinden
başladı.
Bizim de içerisinde yer aldığımız platform, 25 Kasım Cumartesi
günü saat 18.00’de, Taksim Tramvay
Durağından Galatasaray Lisesinin
önüne kadar bir gece yürüyüşü düzenledi. Yürüyüşe yaklaşık 150 kadın
katıldı.
Platform adına üzerinde “Kadına
yönelik şiddete karşı birleşelim ve
örgütlenelim” yazılı bir pankart hazırlanarak yürüyüşün en önünde taşındı. Bunun dışında Mirabel kardeşlerin resminin bulunduğu ve üzerinde “Las Mariposas: Kelebekler.
25 Kasım 1960 – 25 Kasım 2006.
Mücadelemizde Yaşıyorlar” yazılı
ikinci bir pankart taşındı. Taksim
Tramvay durağından Galatasaray
14
Ayrıca etkinlikte bazı kadın arkadaşların evlerinde yaptıkları kek, kurabiye vb. satıldı.
Sadece kadınların katıldığı etkinlikte 25 Kasım’ın tarihçesi anlatıldı,
ardından kadına yönelik şiddetin çeşitli boyutları örneklerle açıklandı.
Sunumun ardından canlı bir tartışma
gerçekleşti. Katılımcılar yaşadıkları
çeşitli sorunları anlattılar. Bu sorunlar arasında en çok ayrılma sonucu
kadınların yaşadıkları sorunlar, çocukların nasıl yetiştirildiği/nasıl yetiştirilmesi gerektiği, çalışan kadınların yaşadıkları sorunlar ve fuhuş
öne çıktı. Birçok kadının sorununu
anlattığı etkinlikte sorunun kaynağının erkek egemen sistem/devlet olduğu vurgulandı.
Tartışma bölümünün ardından 15
dk. bir çay arası verildi. Bu arada salonda kadın resimlerinden oluşan küçük bir sergi gezildi. Etkinliğin devamında şiirler okundu, türküler/şarkılar söylendi. Ayrıca Doğuş Elden’e ait
olan “Kadın Sığın-Ma Resort” adlı
tiyatro oyunu sergilendi. Etkinlikte
planlanan sinevizyon gösterimi yaşanan teknik aksaklıktan dolayı gerçekleştirilemedi.
Etkinlik bir bütün olarak değerlendirildiğinde olumlu geçti. Ancak
Lisesinin önüne kadar yapılmak istenen yürüyüşe polis, yürüyüşte taşınmak üzere getirilen birkaç meşaleyi
bahane ederek izin vermek istemedi.
Uzun bir pazarlığın ardından meşaleleri söndürmek kaydıyla yürüyebileceğimiz bildirildikten sonra meşaleler söndürülerek yürüyüşe geçildi.
Yürüyüş kadınlara yönelik şiddetin
dile getirildiği, şiddete karşı mücadelenin vurgulandığı, alkış ve zılgıtların atıldığı çok coşkulu bir yürüyüş oldu. Kadın yürüyüşü İstiklal
Caddesinde yoğun olarak bulunan
insanların zaman zaman olumlu tepkilerine neden oldu. Yürüyüşte taşınan çok sayıda dövizin yanısıra, son
dönemde kadınlara yönelik şiddetin
en barbar biçimlerinden biri olan namus cinayetleri sonucu hayatını kaybeden kadınların resimleri taşındı.
Bununla ilgili maalesef çok fazla resime ulaşılamadı.
Yaklaşık yarım saat süren yürüyüşün ardından Galatasaray Lisesi
önünde Türkçe ve Kürtçe dillerinde
bir basın açıklaması yapıldı. Basının
eyleme ilgisi göze çarpıyordu.
Yapılan basın açıklamasında 25
Kasım’ın çıkış tarihine kısaca değinildikten sonra 25 Kasım’ın üzerinden 46 yıl geçmiş olmasına rağmen
kadına yönelik şiddet bağlamında bir
gelişmenin olmadığı vurgulandı.
Kadına yönelik şiddete karşı uluslararası sözleşmelere imza atılmış olmasına rağmen devlet kurumlarına
sığınan kadınların tekrar ailelerine
teslim edildiği belirtilerek, kadınların can güvenliği sağlanmayarak kaderlerine terk edildikleri belirtildi.
Kaynağını erkek egemen sistemden
alan erkeklerin öldürmeye devam ettiği belirtilerek çeşitli istatistiki verilerle kadına yönelik şiddetin boyutları gözler önüne serildi.
Kadınların halen güvenlik güçleri
tarafından kaçırılarak taciz ve teca-
vüze maruz kalırken faillerinin adeta
ödüllendirildiği, örneğin Mardin’de
Ş.E.’ye tecavüzle yargılanan 404 askerin beraat ettiği belirtildi. Kadına
yönelik şiddetin bunlarla sınırlı olmadığı, TMY’nin yarattığı terörden,
bölgede yaşanan sel felaketi ve göç sonucu kadınların yaşadığı zorluklara,
savaş sonucu kadınların yaşadığı şiddetten, Kürt kadınlarına yönelik yaşanan şiddete kadar bir çok alandaki
şiddet dile getirilerek, kadınlara yönelik her türlü şiddete karşı mücadele
ve dayanışmanın bütün yakıcılığı ile
kendisini dayattığı dile getirildi.
Basın açıklamasının sonunda şiddete karşı en güçlü silahın örgütlenme olduğu dile getirilerek, seslerin ve yüreklerin birleştirilmesi çağrısı yapıldı.
Etkinlik, kadın dayanışmasını ve ö
rgütlü mücadelesini vurgulayan
sloganlarla sona erdi.
26 Kasım 2006 ✓
yeni gençlik dünyası
“Dünya Çocuk
Hakları Günü”nde
çocuk olmak…
Y
ılın 365 gününden birkaçını
vermişler çocuklara… Kimine
“Dünya Çocuk Günü” denmiş, kimine “Çocuk Emeğine Karşı
Mücadele Günü”, kimine de “Dünya
Çocuk Hakları Günü”… Buna bir
de Türkiye’de 23 Nisan Çocuk
Bayramı’nı ekleyin ve orada durun!
Sözkonusu günler gelince, çocuklara ne kadar değer ve önem verildiği, ya da verilmesi gerektiği üzerine
nutuklar atılır, açıklamalar yayınlanır. Hâtta Türkiye’de bir günlüğüne
değil ama fotoğraflar çekilip şovlara
hazırlanıncaya kadar, birkaç dakikalığına çocuklar Cumhurbaşkanı,
Başbakan, Meclis Başkanı ya da değişik Bakanlıkların; Vali, Kaymakam,
Komiserlerin koltuklarına oturtulur.
O gün çocuklar ülkenin yöneticisi
bile olur.
Tıpkı 23 Nisan’da çocuk ların
Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da
hangi koltuğa oturursa otursun, yönetici konumuna bürünmesinin formelliği gibi, “Dünya Çocuk Günü”
ya da “Dünya Çocuk Hakları Günü”
gibi günlerde çocukların hatırlanması, onların toplumun geleceği için
ne kadar önemli ve değerli olduğu
üzerine nutuklar atılması ve vaatler
verilmesi de gerçekte göstermeliktir.
Medyada çocukların porno kurbanı olması gerçeği üzerine haberlerin yayınlandığı günlerde,
Cumhurbaşkanı’nın çıkıp “yüreklerin sızlanmasından” bahsetmesi, gerçekte timsah gözyaşlarını andırıyor.
Çocuk Vakfı’nın açıkladığı “2006
Çocuk Hakları Karnesi”ne göre 1
milyon 400 bin çocuğun kimsesiz olduğu ve yardıma muhtaç olduğu bir
ülkede, sadece 17 bin çocuğun “koruma” altına alındığı koşullarda ve
yerde, hangi devlet yöneticisi çıkıp
konuşursa konuşsun, sadece o gün
vesilesiyle çocuk haklarından bahsediyorsa, kitleleri aldatmaktan başka
bir iş yapmıyordur.
Burjuvazinin tüm kurum ve kuruluşları aslında kitlelerin bilincini karartmaktadır. Her biri farklı
yol ve yöntemleri kullanmaktadır.
Hepsinin temel amacı sömürü sisteminin pisliklerini mümkün olduğunca gözlerden uzak tutmak, gizlemektir. Bunun için de gerekli oldu-
ğunda sistemin sivri, açık haksızlığı,
baskıyı göstermeye yarayan sivri uçlarını törpülemeye çalışırlar.
Barbarlığın egemen olduğu, sömürü sistemi çerçevesinde sanki çocukların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayabilme imkanı varmış gibi, “Dünya
Çocuk Hakları Günü” gibi günlerde
de masallar anlatılır. Masallar iyi uydurulmuşsa dinlemesi güzel olur!
İnsanlar uyutulur güzel güzel… Ve
burjuvazinin çanak yalayıcıları kitleleri uyutacak masalları uydurmakta
ustalaşmıştır.
“Büyük insanlığın” geleceğini oluşturan çocukların böylesi masallarla
uyutulamaması için, burjuvazinin
sahtekârlıklarına karşı mücadele görevi kendisini dayatıyor.
En başta vurgulanması gereken
gerçeklik, kapitalist sistemin varlığını koruduğu şartlarda, “Dünya
Çocukları” için gerçekte özgür, eşit
ve kardeşçe bir yaşam sağlanması
mümkün değildir. Egemen ve sa-
hip olmanın temel dürtü olduğu bir
sistemde, fiziki olarak toplumun en
güçsüzleri olan çocukların “mal”
gibi görülmesi ve “sahipleri”nin istemlerine uygun davranılmadığında
onlara karşı zorbalığa başvurulması
da, bu sömürücü sistemin yol arka-
daşlarından biridir.
Bu sömürü sisteminin kaçınılmaz
yol arkadaşlarından biri haksız, gerici savaşlardır. Savaşların en büyük
kurbanlarından biri yine çocuklardır. Milyonlarcası yaşamını yitirmekte, milyonlarcası ebeveynlerini
kaybetmekte ve milyonlarcası sürgün yollarına düşmektedir.
Bu sömürü sisteminin kaçınılmaz bir yol arkadaşı da ulusal baskıdır, zulümdür. Ezilen uluslara ve
milliyetlere mensup çocukların, ezen
ulusa mensup çocukların sahip olduğu haklara bile sahip olmadığı,
Türkiye’nin somut gerçekliğiyle de
belgelidir. Anadillerinde eğitimin bile
yasak olduğu yerde, çocukların eşitliğinden bahsetmek sahtekârlıktan
başka bir şey değildir.
“Büyük insanlığın” yoksulluk, yokluk içinde yaşaması, temel yaşam ihtiyaçlarını giderememesi, yolsuzluktan, doktorsuzluktan ve de evet susuzluktan dolayı her gün onbinlerce
insanın yaşamını yitirmesi de, bu sömürü sisteminin gerçeklerinden biridir. Tüm bu olumsuzluklardan en
çok etkilenenlerin yine çocuklar olması da doğal bir sonuç olmaktadır.
“Dünya Çocuk Hakları Günü”nde
dünya çocuklarının büyük bölümünün –tabii ki ezilenlerin, yoksulların,
yani “büyük insanlığın” çocuklarının– herhangi bir hakka sahip olmadığını görmek için, emperyalistlerin
kurum ve kuruluşlarının ortaya koyduğu verilere bakmak bile yetiyor.
“Dünya Çocuk Hakları Günü”
Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından ortaya konan “Çocuk Hakları
Sözleşmesi” üzerinden yükselmektedir. Sözkonusu sözleşme 191 ülke tarafından kabul edilmiştir. Türkiye de
sözleşmeyi kabul eden ülkeler arasındadır. Sözkonusu sözleşme 54 maddeden oluşuyor. Buna göre 18 yaşına kadar herkes çocuk sayılıyor. 2. Madde
1. noktada ise şunlar yazılı: “Taraf
devletler, bu Sözleşmede yazılı olan
hakları kendi yetkileri altında bulunan her çocuğa, kendilerinin, ana babalarının veya yasal vasilerinin sahip
oldukları, ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal ya da başka düşünceler, ulusal, etnik ve sosyal köken, mülkiyet, sakatlık, doğuş ve diğer statüler nedeniyle
hiçbir ayrım gözetmeksizin tanır ve
taahhüt ederler.”
Ne de güzel yazılmış! Aslında burada sayılan tüm noktalarda ayrımcılığın var olduğu teslim edilmektedir. Gerçekler de hep bunu yeniden
gösteriyor. “Taraf devletlerin” “hiçbir ayrım” yapmamayı taahhüt etmesi kâğıt üzerinde güzel görünüyor. Ammaaa… burjuva sistemde
kâğıt üzerinde güzel görünenler,
pratik yaşamda çirkinleşmektedir…
Bırakın ırkçılığın, ayrımcılığın çok
daha açık olduğu ülkeleri, Türkiye’de
yaşananlara bakalım. Bu sözleşmenin 2. maddesi’nde dile getirilip taahhüt edilen, kökeni, ırkı, ulusu, etniği ne olursa olsun “hiçbir ayrım”
yapmama durumuna ne kadar uyulmaktadır? Gerçekte hiçbirine uyulmamaktadır.
Zaten sınıflara bölünmüş bir toplumda, ezen, sömüren sınıfa mensup olanlar ile ezilen, sömürülen sınıflara mensup olanlar arasında ayrım sürekli vardır. Egemenlerin, sömürülenlerin “ayrım yapmama” düşüncesi, bu sömürü sisteminde gerçekte ezenlerle ezilenlerin varlığının
üzerini örtmek, herkesi aynı “klas
gemi”ye binen yolcular olarak göstermek için başvurduğu sahtekârlıklardan biridir.
Türkiye’de örneğin, sözkonusu sözleşmenin 6. Maddesi’nin 2. noktasında yapılan “Taraf Devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için
mümkün olan azami çabayı gösterirler.” biçimindeki tespite ne kadar
uyulmaktadır? 12 yaşındaki çocuğun
terörist ilan edilip 13 kurşunla katledilmesi, ya da 6-11 yaş arası çocukların katledilmesi bu maddeye ne kadar uygundur? Cevabı aslında açıktır! Türkiye’de sözkonusu sözleşmeye
uyulmamaktadır. Bu olgu, dünyanın
diğer ülkeleri için de –değişik oranlara ve farklılıklara rağmen– geçerlidir. Çünkü sorun sistem sorunudur ve
bu sömürücü sistemde çocukların özgürlüğü, eşitliği ve kardeşçe yaşamasının olanakları ellerinden alınmıştır.
UNICEF’in çocukların durumu
ile ilgili yayınladığı raporlarda hemen her sene –durumu olduğundan iyi gösterme yönlü tüm çabalara
rağmen–, çocukların durumunda
15
yeni gençlik dünyası
16
önemli iyileşmeler olmadığı yeniden
teslim edilmek zorunda kalınıyor.
Kimi cüzi iyileşmeleri ise Birleşmiş
Milletler’in ve ona bağlı olarak
BM’nin kararlarını onaylayan ülkelerin “çaba gösterdiği”ne örnek gösterip durumu kurtarmaya çalışıyorlar.
UNICEF’in 2005 yılı sonunda yayınladığı 2006 yılı raporuna göre
kimi rakamlar şöyledir:
Gelişmekte olan ülkelerde yeni doğan çocukların %55’i kayıt edilmiyor.
Bu yaklaşık 48 milyon insan ediyor.
Bu çocuklar kimliksiz yaşıyor ve gerçekte varlıkları bile kabul edilmemiş
olduğundan, UNICEF bile bunları
“görünmez çocuklar” diye tanımlıyor. Kimliği olmayanların okula gitmesi ya da başka herhangi bir devlet
hizmetinden yararlanması mümkün
değildir.
2004 yılı sonu rakamlarına göre
savaşlar nedeniyle mülteci olanların
%48’i çocuktur. 2004 yılı rakamlarına göre o sene mültecilerin toplam
sayısı 25 milyondu. Bunu kabaca toparlarsak 12 milyon çocuk mülteci
konumundadır. Bunların çoğunun
yetim olduğu, gittiği ülkelerde dışlandığı, o ülkenin dilini bilmediği
vb. olgular da gözönüne alınırsa, eğitim, yaşama, barınma vb. haklarda
eşitliğin bunlar için geçerliği olmadığı da görülebilir.
Savaşlarda yaşamını yitirmek, yetim kalmak, sakat kalmak ve mülteci
konumuna düşmek dışında, 300 bin
civarında çocuk, asker olarak savaşların kurbanı olmaktadır. Bunların üçte
biri de kız çocukları. Bunların büyük
bölümünün zorla kaçırılıp askerlik
yaptırıldığı, taciz ve tecavüze maruz
kaldığı da bir başka gerçeklik.
2003 yılı sonunda 93 gelişmekte
olan ülkede yapılan araştırmaya
göre 18 yaş altı insanların –BM
Sözleşmesi’ne göre çocukların– 143
milyonu anasız-babasızdır. Ve bu
sayı her geçen sene artmaktadır.
Sadece 2003 yılı içinde 5.2 milyon
çocuk yetim kalmıştır. Bunların büyük bölümünün tarımda, sokakta, ev
işlerinde çalıştırıldığı ve önemli kesiminin fuhuşa sürüklendiği yine acı
gerçeklerden biridir.
Dünyanın büyük kentlerinde sokak çocukları olarak tanımlanan 100
milyondan fazla çocuk, sokaklarda
yaşıyor. Bunların kimi avlanıyor, dövülüyor, hapse atılıyor, kimi de “şehri
temiz tutmak” için kendilerini “şerif” ilan eden çetelerin ve kolluk güçlerinin kurbanları oluyor.
2005 yılında 49 gelişmekte olan ülkede yapılan araştırmaya göre Güney
Asya’da 20-24 yaş arası kadınların
%48’i 18 yaşından önce evlendiğini
belirtmiştir. Çocuk yaşta evlilikler
çoğunlukla ömür boyu köleliğin başlangıcı olma durumunda. Bunların
hamilelik, doğum vb. durumlardaki
sağlıklarının tehdit altında olması
gibi, hamilelik ve doğum sırasındaki
hastalıklar, dünya çapında 15-19 yaş
arası genç kadınların ölmesinin en
temel nedenidir.
Dünya çapında tahminen 246 milyon çocuk çalışıyor. Gerçek sayının
ama bundan yüksek olduğu da söyleniyor. 171 milyon çocuk gelişmelerini engelleyecek ve sağlıklarına
zarar verecek koşullarda çalışıyor.
Bunların 73 milyonu 10 yaşında bile
değil. Tahminen 8.4 milyon çocuk
en kötü çalışma koşulları altında çalışıyor. Özellikle kız çocukları ev işlerinde kimi zaman 24 saat işe hazır
bekliyor, çalışıyor. Hem psikolojik,
hem fiziki ve hemde cinsel şiddetle
karşı karşıya kalıyor.
Tahminlere göre her sene 1.2 milyon çocuk insan tacirlerinin kurbanı
oluyor. Bir kere insan tacirlerinin
eline düştü mü birçok kez satılabiliyor bu çocuklar. UNICEF’in tahminlerine göre 1 milyondan fazla çocuk
da hapislerde yatıyor. Hem de yetişkin insanların yapması durumunda
mahkemeye bile çıkarılmayacak
“suçlar”dan dolayı kodese tıkılmış
durumdalar. Tıpkı bizde, Türkiye’de
yani, banka hortumlayanların devlet
bütçesiyle desteklenmesi, bir dilim
baklava yemeye kalkışan çocuğun ise
hapse tıkılması örneği gibi.
Evet UNICEF’in raporunda kimi
rakamlar bunları gösteriyor. Tüm
bunlar, gerçekte 17 yıl önce kararlaştırılan “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ne
göre “Taraf Devletler”in taahhüt ettiklerine uygun davranmadıklarını
da ortaya koymaktadır. UNICEF’in
kendisi bile, böyle giderse “BM’nin
milenyum hedeflerine” ulaşılamayacağını teslim ediyor.
Çocukların sorunları saymakla
bitmiyor… Sorunun özü ise, çocukların sorunlarının tümünün toplumun sorunu olduğu ve bunların da
kaynağının bu sömürü sistemi olduğunun bilinmesi, bilince çıkarılmasıdır. Görev, çocukların gerçekte özgürce, kardeşçe ve eşit bir dünyada
yaşaması için bu sistemin yıkılması
için mücadeleyi yükseltmektir.
Bu bilinçle Nâzım Hikmet’ten
“Çocuklarımıza öğüt”te bulunalım:
“Hakkındır yaramazlık,
Dik duvarlara tırman,
yüksek ağaçlara çık…
Usta bir kaptan gibi kullansın elin
yerde yıldırım gibi giden
bisikletini…
Ve din dersleri hocasının resmini
yapan
kurşun kaleminle yık
Mızraklı ilmihalin
yeşil sarıklı iskeletini…
Sen kendi cennetini
kara toprağın üstünde kur.
Coğrafya kitabıyla sustur,
seni “Hilkati Ademle” aldatanı…
Sen sade toprağı tanı,
toprağa inan.
Ayırdetme öz anandan
toprak ananı.
Toprağı sev
anan kadar…
1928”
21 Kasım 2006 ✓
İşçi Gençlik Kurultayı yapıldı
A
şağıda Birleşik Metal İş
Sendikasının 5 Kasım 2006
tarihinde yaptığı İşçi Gençlik
Kurultayı ile ilgili Genel Örgütlenme
Sekreteri Özkan Atar ile yaptığımız
kısa söyleşiyi yayınlıyoruz.
1. Neden ayrı bir genç işçiler kurultayı yapma gereği duydunuz? Bu ihtiyaç nereden doğdu?
Genç İşçiler Bürosu hem merkezi alanda hem de şube ve işyerlerimizde zaten var olan bir organımız. İşyeri komitelerimiz içerisinde
ağırlıklı genç işçi arkadaşlarımız var.
Bu genel kurul, merkezi Genç İşçiler
Bürosu ile birlikte aldığımız kararlar
ışığında 5 Kasım’da gerçekleştirildi.
Gençlik her zaman, hem işçi sınıfının mücadelesi açısından hem de
genel olarak toplumun ilerlemesi ve
daha iyi noktalara gelmesi açısından
son derece önemli bir kesim. Bu açıdan biz sendika olarak genç üyelerimize, genç metal işçilerimize çok
önem veriyoruz. Hem onların sınıf
mücadelesi içerisinde kendilerini geliştirebilmeleri hem de bilgi, birikim
ve deneyime sahip olmaları açısından
bu tip çalışmalar yapmak çok önemli.
Onların enerjisinden ve aktivitelerinden yararlanmak gerekiyor.
Tabii biz Gençlik Kurultayını sadece kendi üyelerimiz arasında,
Türkiye’de örgütlü olduğumuz yaklaşık 100 civarında işyerinden genç
arkadaşlarımızın temsili olarak katılımıyla gerçekleştirdik. Bunların içerisinde işyeri temsilcisi olan arkadaşlarımız ve sendikamızın farklı kurumlarında görev alan arkadaşlarımız var.
Kurultaya katılan genç işlerin ağırlıklı kesimi daha önce sendikanın
eğitimlerine katılmış, sendikayı tanıyan bazı birikimleri olan arkadaşlarımızdı.
Bu Gençlik Kurultayı, genç işçilerimizin diğer arkadaşları ile birlikte
kendi sorunlarını tartışmış olmaları, sendikal mücadeleden beklentilerini ortaya koymaları, sendika yönetiminden taleplerini dile getirmiş
olmaları bizim açımızdan çok yararlı oldu. Bu Kurultayın yapılmış
olmasındaki diğer çok önemli nokta
ise, genç işçi arkadaşlarımızı sendikal aktiviteleri içinde daha aktif bir
noktada değerlendirebilmek, sendikal süreçlere ve sorumlulukları üstlenmeye çekebilmek.
2. Gençlik Kurultayının sonuç bildirgesinden çıkarabildiğimiz kadarıyla işçi gençliğin özel sorunlarından çok işçi sınıfının genel sorunları
ele alanmış. Bu neden böyle?
Genç işçilerin kendi özel sorunları
diye bir şey olabilir mi? Aslında sınıfın
genel sorunları gençliğin de temel sorunlarıdır. Bunları ayrı düşünmemiz
çok doğru olmaz. Fakat şimdi işyerlerimizde emekliliğine birkaç yıl kalmış arkadaşlarımızın sendikal mücadeleden beklentileri farklı olabilir.
Emekliliğine daha 20 yıl, 25 yıl olan
bir üyemizin geleceğe ve mücadeleye
bakışı daha farklıdır. Böyle bir ayrım olabilir. Bu somut bir durumdur.
Özellikle son yıllarda sosyal güvenlik
yasasında sürekli kazanılmış hakların geriye çekilmesi genç işçiler üzerinde çok olumsuz etkileri olacaktır.
Bu yasaların zaten genel olarak toplum ve işçi sınıfı üzerinde olumsuz
etkileri hissediliyor. Fakat ileriye yönelik gençlik bu sorunları daha fazla
yaşayacak. Buralardan yola çıkınca
daha özel bir durum söz konusu ola-
bilir. Bunun dışında Türkiye’de çalışma yaşamı içerisinde çok ciddi
sorunlar var. Örgütlenmenin önündeki engeller, iş yerlerinde anti-demokratik uygulamalar, iş güvencesi
açısından olumsuzluklar var. Tabii
İşsizliğin çoğalması genç arkadaşlarımızı daha fazla ilgilendiriyor.
Gençlik Kurultayı henüz bir ilkti.
Gençlere yönelik eğitim çalışmaları,
seminerler mutlaka oluyor. Ama biz
biraz daha genç arkadaşlarımızın
kendilerinin daha özgün sorunları
üzerine tartışmalarını, birbirleriyle
iletişimin daha ileri noktalara taşınmasını, olumlu anlamda birbirlerinden etkilenmelerini sağlamak amacıyla bu tür çalışmaların faydalı olduğunu düşünüyoruz. Bu tip çalışmalarımız ileriki aşamalarda daha
düzenli olarak devam edicek.
Kurultayın ardından aynı günün akşamı bir konser gerçekleşti.
Tolga Çandar ve Ruhu Su Dostlar
Korosundan bir grup arkadaşımızın
katılımıyla gerçekleştirilen bir dayanışma konseri biçiminde idi. Gerek
salon hazırlıkları, gerekse konserde
verilecek mesajlar olsun, tümünü
genç arkadaşlarımızın kendileri organize ettiler. Bu arkadaşlarımızı
pratikte bir şeyler yapabilmek açısından olumlu bir şekilde etkiledi.
Kendilerine olan güven daha da arttı
diye düşünüyoruz.
Gençlik Kurultayının, genç işçilerin sendikayı sahiplenmelerinin
ve pratik işler içerisinde yer almalarının, aslında kendi haklarına ve
kendi geleceklerine sahip çıkmalarının pratikteki yansımasıdır diye düşünüyoruz.
Söyleşi için teşekkür ederiz.
23 Kasım 2006 ✓
yeni gençlik dünyası
Gençlik sendikası mı?
Genç işçiler çalıştıkları fabrikalarda
örgütlenmelidir. Kendi sınıf partilerini
yaratma esas çalışmasına bağlı olarak,
kendi sendikalarında örgütlenmelidirler.
B
u yakın zamanda bazı sol liberal gazeteler, DİSK’in “Gençlik
Sendikası” kurmak için kolları
sıvadığını yazdılar.
Yazıların içeriğine bakıldığında
aslında yapılmak istenenin gençlik
sendikası değil, öğrenci sendikası olduğu anlaşılmaktadır.
Ama bu konuda DİSK yöneticileri
de herhalde tam ne yaptıklarını bilemiyorlar. Nasıl bilecekler ki kendilerinin 11. Genel Kurul Kararlarında
alınan kararın kendisinde problemler
var. Aslında kararın kendisi yanlış.
Bunu birkaç açıdan ele almak lazım.
Ama öncelikle DİSK’in kararının nasıl olduğuna bir göz atalım. Öyle ya
“büyük” gürültü bunun üzerine kopmaktadır. DİSK’in 11. GK’da alınan
kararlar içerisinde 12 ve sonuncu kararda şunlar söylenmektedir:
“12. Genç İşçiler Dairesi’nin aktif
hale getirilmesini ve bu dairenin önümüzdeki dönemde gençlerin (öğrenciler, işsizler, genç işçiler vb.) özel bir
örgütlenmesinin (örneğin, gençlik sendikası) oluşturulması hedefiyle çalışmalar yapılmasını KARAR ALTINA
ALIR.” (Bkz.: DİSK 11.Genel Kurul
Kararları)
Bu kararı nasıl anlamak lazım:
1. Bir DİSK “Genç İşçiler Dairesi”
olduğu ve ama aktif hale getirilmesi gerektiği. Burada aktif olmayan ve kağıt üzerinde kalan bir genç
işçiler dairesi olduğu ortaya çıkıyor.
Doğrusu bu kararı okuyana kadar
böylesi bir daireden bizim de haberimiz yoktu.
2. Aktifleştirilecek olan bu daire
üzerinde öğrenciler, işsizler, genç işçiler vb’leri için özel bir örgütlenmenin yapılması gerektiği tespiti yapılmaktadır.
Bu noktada ama gençlik için özel
örgütlenme tespiti yapılırken ciddi
bir muğlaklık görülmektedir. Burada
bahsedilen işsizlerin genç işsizler
olabileceği tahmin edilebilir. Çünkü
“işsizler” kavramı genel kullanılmış
ve bunlar ne öğrenciler içinde ne de
genç işçiler içerisinde ele alınmaya
gerek görülmüş. Halbuki genç işsizler de işçidir, ama işsiz işçilerdir.
Öğrencinin işsizi olmaz, çünkü o öğrenme dönemi içerisindedir. Ama
herhalükarda öğrenciler, işsiz gençler için özel örgütlenmeler olabilir.
Bunun ne olduğu üzerinde anlaşıldıktan sonra sorun olmaz.
Genç işçilerin özel örgütlenmesi de
neyin nesi?
DİSK Konfederasyonuna bağlı tek
tek sendikaların görevi değil mi gençlerin özel örgütlenmesi? İşçi gençleri
kendi sınıf sendikalarından ayırma
yönündeki bir kararın çıkış nedeni
nedir? Bu şimdilik kararı alanların
gizi. Çünkü bu konuda farklı görüş
savunanlar, evet bu kararın saçmasapan bir karar olduğunu savunanlar da var kararı alanlar içerisinde.
3. Burası önemli, bu özel örgütlenmelerin ne olabileceğine verilen örneklerden birisi-ki başka örnek zaten verilmiyor- “gençlik sendikası”dır. İşte meselenin özü burada yatmaktadır.
Düşünün ki bir işçi sendikası ve
konfederasyonu, kendisinin örgütlemesi gereken genç işçileri, işsiz gençleri başka bir sendikaya havale edebilmektedir.
Bir genç işçinin ya da bir grubun
DİSK’in şu ya da bu sendikasına gelerek, “biz size üye olmak istiyoruz”
talebine karşın, bu karardan hareket
edilirse, sendikanın, “hayır bizim
konfederasyonun gençlik sendikası
var, adına da “genç-sen” diyoruz, lütfen orada örgütlenin” demesinin ne
anlama geldiğini bir birlikte düşünelim bakalım.
Şimdilik kararın böyle uygulanmasını savunanların bir bölümü sıkıştıklarında, “hayır canım tabii ki genç
işçiler için bu karar alınmadı, alınmamıştır, bu karar öğrenci gençlik
için alınmıştır” diyerek işin içinden
sıyrılmaya çalışmaktadırlar.
Ama yok öyle!
Ya alınan bu karar doğrudur ve o
zaman gerekleri yapılmalıdır. Veya
bu karar bu şekliyle sınıfsal bakmayan sınıfa ve onun yedeklerine “gençler” ve “yaşlılar” yanlış bakışıyla bakıyor, ki bizce öyledir, ve bu bakış
yanlıştır. O zaman da özeleştirisi verilmeli ve bir daha ki DİSK kongresinde bu karar geri alınmalıdır.
Daha doğrusu DİSK’in bir dahaki
kongresi, böyle bir karar olmaz, biz
gençliğin sendikalar şeklinde özel
örgütlenmesinin beyhude bir girişim olduğunu düşünüyoruz ve böyle
bir kararı yanlış buluyoruz der ve sorunu çözer.
Öyle kararın sağından-solundan
çekiştirmek olacak bir iş değildir. Bu
karar soruna sınıfsal bakmamaktadır. Bu kararın esas yanlışlığı buradadır. Sınıf adına hareket eden küçük
burjuva ideolojisinin etkisinde kalan,
sınıfsal örgütlenmeyi esas alma ve
gereklerini yerine getirme yerine, ne
idüğü belli olan “toplumsal hareket
sendikacılığı”nın bir başka görün-
tüsü olan bu zararlı görüşlerini anlaşılan DİSK’in 11. GK kararlarına da
yansıtabilmişlerdir.
Sınıf bilinçli işçilerin en temel görevi, işçilerin yaşına, cinsiyetine bakmadan onları kendi sendikalarında
örgütlemektir. Evet sınıfın sendikalarda örgütlenmesi tek örgütlenme
biçimi değildir elbette.
Sı nı f ı n kendi sı nı f pa r t isini
Bolşevizm temelinde örgütlemesi gerekmektedir. Sınıfın öncü unsurları
bu çalışmalarını zaten yürütmektedirler. Bizim burada tartıştığımız, sınıfın sınıfsal temelde kendi sınıf sendikalarında örgütlenmesinin önüne
engellerin çıkarılmasıdır.
Bunun en temel nedeni de, sınıfı örgütleme becerisini gösteremeyen oportünistlerimizin sendikalara
kendi yanlış görüşlerini taşıyarak zarar vermeleridir.
İşçiler ve genç işçiler kendilerinin
çalıştıkları fabrikalarda örgütlenmelidir. Kendi sınıf partilerini yaratma
esas çalışmasına bağlı olarak, kendi
sendikalarında da örgütlenmelidirler.
Biz her iş kolunda bir işkolu sendikasında örgütlenilmesini doğru buluyoruz.
Ama bu sendikalarda sınıf bilinçli
işçiler kendilerinin sesini iyi duyurabilmeleri için, devrimci fraksiyonlarını yaratmalıdırlar. Sendikalardaki
çürümeyi engellemenin temel araçlarından birisidir bu. İşçileri sınıfsal
temelde eğitmenin, reformizmin ve
oportünizmin işçiler üzerindeki etkisini kırmanın da aracıdır bu. Bu,
sınıfı devrimci bir perspektifle eğitmenin, devrime hazırlamanın da
aracıdır.
Bu çalışmalar yapılırken kadın işçilerin, engelli işçilerin, göçmen işçilerin, baskı altında tutulan milletlerden işçilerin kendi özel örgütlenmelerinin yaratılması gibi genç işçilerin de kendilerini daha iyi ifade etmek için, kendi sorunlarını tartışıp
taleplerini formüle etmeleri ve sendikanın kongrelerinde bu talepleri
doğrultusunda kararlar aldırmak,
kendilerine yönelik özel etkinliklerin vb. Yapılabilmesinin aracı olarak özel örgütlenmelere ihtiyaç vardır. Bunun için de istisna da olsa bazı
sendikalarda Genç İşçi Komisyonu
vb’lerinin kurulmasının savunulduğunu biliyoruz. Ama bunların yönetmeliklerle değil, tüzük temelinde belirlenmesi arzulanan bir şeydir.
Bu anlamda genç işçilerin ve işsiz
gençlerin sendikalarda örgütlenmesinin olanakları yaratılmak zorundadır. Bunun için gerekli çalışmaları
yapmayanların, bu konuda sorumsuz davrananların, sınıfın en genç
dinamik kesimini “genç-sen” vb.
Örgütlemelere doğru kaydırmaya çalışma şeklindeki çabalarının önüne
geçilmelidir.
Peki bu tezlerimiz öğrenci gençlik için özel örgütlenmelere ihtiyaç
olmadığı anlamına mı gelir? Hayır!
Öncelikle şunun altı çizilmelidir:
Öğrencilik sınıfsal bir kategori de-
ğildir.
Dolayısıyla sınıf örgütü olan sendikaların, sınıfsal bir karakteri olmayan öğrenciler için kullanılmaya
çalışılması da bilinç çarpıtma girişimidir. Öğrenci emeğini sermayeye
mi satıyor ki, kendi alınterinin pazarlığını yapacak bir örgütlenmeye
ihtiyaç duysun? Öğrenciler emeğinin
pazarlığını yapacak ve onlarla oturup pazarlık yapacak bir konuma mı
sahiptirler? Hayır!
Öğrenciler gerek devletin okullarında ve gerekse özel okullarda paralı-kısmi paralı okuyan değişik sınıf
ve katmanlardan yetişkinlerin çocuklarıdır. Önemli bir bölümü anne
ve/veya babasının yarattığı olanaklarla herhangi bir okulda okuma durumundadır.
Öğrenciler bu okullarda okudukları
süre içerisinde çeşitli sorunlarla karşı
karşıya kalmaktadırlar. Okullarda alınan harçlar, katkı payı, YÖK ve daha
bir dizi yönetmelik ve yasalardan
olumsuz etkilenmektedirler.
Gayet tabii ki öğrencilerimiz bu
haksızlıklara karşı mücadele edeceklerdir. Bu mücadelenin içinde değişik öğrenci örgütlenmeleri, evet özel
örgütlenmeler gündeme gelmektedir. Öğrenci dernekleri ve bunların
üst örgütleri sürekli olarak gündeme
gelmiştir. Bu gün de bir dizi öğrenci
kuruluşu vardır.
Bunlar olmak zorundadır.
Öğrenci hareketinin en önemli sorunu, işçi sınıfının da karşı karşıya
bulunduğu aynı sorun gibi, bölünmüş durumudur.
Öğrencilerin farklı siyasi görüşler çerçevesinde kurulmuş özel örgütlenmeleri
vardır. Dernekler ve Konfederasyonların
sayısı hayli fazladır.
Bu bölünmüşlük ortak talepler ve
çıkarlar için ortak davranılmasının
önünde çoğu kez engel olmaktadır.
Dolayısıyla günün acil ihtiyacı,
gençlik sendikasının kurulması değil, öğrencilerin özel örgütlerinin
doğru bir perspektif temelinde birleştirilmesidir. Her siyasi yapının
kendi derneğini, konfederasyonunu
kurma zararlı anlayışına karşı mücadele vererek ortak paydalarda ortak örgütler yaratılmalıdır. Bu özel
örgütlerde yöneticiler işe en uygun
olanlar içerisinden seçilmeli, grup
pazarlıkları reddedilmelidir. Her öğrencinin kendi görüşünü içerisinde
demokratik tarzda tartışabileceği ve
ama ortak yükümlülükler alabileceği
bir çatı örgütü de yaratılmalıdır.
Sosyalist bir perspektifle sömürüsüz sınıfsız bir toplum yaratma mücadelesi veren kavgadaşlar bu mücadelenin içerisinde üzerlerine düşen
görevleri yerine getireceklerdir.
Sınıf bilincini çarpıtmaya karşı
mücadele et!
Sınıf örgütlerinde aktif mücadele
için fabrikalarda örgütlen!
Gençlik gelecektir, gelecek sosyalizmde!
Bir Ydi ÇAĞRI okuru
3 Kasım 2006 ✓
17
yaşam temellerini koruma mücadelesi
ATOM (NÜKLEER) ENERJİSİ TARAFTARLARI YALAN SÖYLÜYORLAR… SADECE SİNOP’A DEĞİL DÜNYANIN
HİÇBİR YERİNE ATOM SANTRALI KURULMASIN! VAROLANLAR KAPANSIN!… YALANA KARŞI DOĞRUSU..
Atom öldürür - Doğa güldürür (3)
Atom enerjisi ucuz mu?
Y
18
alnızca Çernobil “kazası” ertesinde, patlayan bloktaki
doğrudan sızmayı önlemek
için harcanan 14-20 milyar dolar arasındadır.
Almanya 1956’dan bugüne Atom
santralleri için tahminen 60 milyar
Avro üzerinde harcama yapmıştır.
Bugün bu santraller tek tek kapatılmaktadır.
Tarihi olarak birkaç reaktörün
maliyetine bakıldığında, 1992 kapatılana kadar 1.200 Megawattlık
Fransız Superphoenic maliyeti 7 milyar Avro’dur. (Yaklaşık 9 milyar dolar) 300 Megawatt Japon santralinin
maliyeti ise 5 milyar Avro (6,4 Milyar
Dolar) olmuştur. (Die Zeit 29.07.2004
No: 32). Bu santrallerin sürekli problemler yarattığı da işin cabasıdır.
Ayrıca binlerce yıllık tehlike arz edecek atom çöpünün gerçek maliyeti ise
hesaplanabilmiş değildir.
Almanya’da yapılan hesaplara göre
Atom santralleri için ödenen sigorta
primleri yıllık 20 milyar Avro’yu
bulmaktadır. (Bilgi AG Energie &
Umwelt Gymnasium Bad Essen internet sayfası) Ki bugün dünyada
hiçbir sigorta şirketi böyle bir rizikoyu sigortalamaya yanaşmamaktadır. Yine Almanya’da haftalık bir
ekonomi dergisinin yaptığı bir araştırmaya göre 1 Kilowatt saat Atom
elektriği yaklaşık 2 Avro’ya mal olmaktadır.
Gelecekte Atom enerjisinden vazgeçilmesinin zorunlu nedenleri vardır. Bunlar:
- Soğutma işlemi için gerekli olan
su miktarları (basınçlı su reaktörlerinde başka türlü olmaz- revaçta
olan da bu tekniktir) dünyada azalmaktadır, iklim değişikliği su sorununu daha belalı bir şekilde insanlığın önüne koymaktadır.
-Santrallerden enerjinin ulaşacağı
kullanım noktasına kadarki hatlarbakımı ve bunların maliyeti, nakil sırasındaki kayıp vs. elde edilen enerjiyi
hep daha pahalı hale getirecektir.
- Atom güçleri arasındaki sürekli
yarış-dalaş (bir anlamda atom terörü) daha korkutucu hal alacaktır.
- Atom ekonomisi sürekli devlet
ekonomisinin bir parçası olarak kalmak zorundadır. Bu anlamda da devlet bu enerjiyi satmak için diğer alternatifleri sürekli bloke etmek zorunda
kalacaktır. Yani harcanan paralar ve
girdiler sürekli saklanacaktır.
Günümüzde yapılan kaba hesaplarla
1.200 MW’lık bir nükleer santralde
elde edilen enerjinin Kilowatt saati
4- 8,5 Cent arasında değişmektedir,
yalnız bu hesaplara sigorta primleri
dahil değildir. Santrallerdeki kazalar
sıklaştığı oranda bu primler devamlı
yükselmiştir. Santralin kurulduğu
ülkenin jeolojik yapısındaki risk faktörü de bu primin yükselmesinin bir
başka nedenidir. Almanya’daki bir
santralin yıllık sigorta prim ücreti 13
milyar dolar olarak hesaplanmıştır.
Bunun Türkiye için ise yılda 20 milyar doları bulması normaldir. Bu da
elde edilen Kilowatt saat maliyetine
eklenmek zorundadır. Sorun bununla
da kalmamakta, atıkların depolanması masrafı da eklenince ortaya çıkan rakam Kilowatt saat 2 Avro/2,5
Dolar olmaktadır. Fosil kaynaklardan 4 cente elde edilen Kilowatt saat
elbette daha ucuzdur. Tabii biz burada nakil sorunu ve hatlarını hiç
değerlendirmeye katmadık. Türkiye
gibi bir ülkede nakil sırasındaki %30
kaybı dikkate aldığımızda öncelikli
görevin ne olduğu kendiliğinden ortadadır. Sonuçta atom enerjisi aldatıcı hesap ve rakamlardan arındırıldığında, bize atom enerjisinin ucuz
olduğunu söyleyenler büyük yalan
söylemektedirler.
Öte yandan Uranyum fiyatları
da sürekli yükselmiş, talep arz ilişkisi bağlamında gelinen yerde sınırlı
olan uranyum madeni atom güçleri
tarafından kontrol altına alınmıştır.
Fiyatı belirleyenler yine santrali kurabilenlerdir. Kendin uranyuma sahip olsan da istediğin gibi kullanamazsın.
Türkiye’de dert nedir?
Diyorlar ki enerji açığımız var.
Temmuz 2006 başında AKP hükümeti Enerji bakanı Hilmi Güler
Haber Türk TV’deki “Basın Klübü”
isimli programda açıklıyor:
“2020 yılına kadar 128,5 milyar
Dolar yatırım yapacağız, bunun 105
milyarı enerjiye.... Her yıl %7 artış
oluyor.. Enerji sorunumuzu dışa bağımlılıktan kurtarmalıyız... Er ya
da geç nükleer enerjiye geçeceğiz...
Kendi 9.000 ton Uranyum rezervimiz bize yeter. Atık sorunumuz yok,
olsa da 30 yıl sonra olacak. Belki yakıtı verenler (kimse çıkıp hani rezervin vardı demiyor- BN) kontrol için
atıkları da alabilirler... Ben de bu ülkede yaşıyorum... Zararlı olsa neden
karşı çıkmayayım. Fransa enerjisinin %78’ini nükleerden elde ediyor
ve hatta satıyor.... Nükleer cahili bir
ülkede değiliz..” Buraya aktardıklarımız 4 saati geçen geyik muhabbetinin öne çıkan bazı noktaları. Bu
sohbet 13 ilde yaşanmış olan elektrik
kesintisinin hemen akabinde yapılan
bir sohbettir.
Öncelikle bilinmesi gerekli olan
şudur: Türkiye’nin enerji talebi yıllık
büyümeyle orantılı olarak artmaktadır. 1980’lerden günümüze DİE istatistiklerine bakıldığında yıllık ortalama %3 civarında artış söz konusudur. Bugün mevcut imkanlarla üretilen enerji 246 milyar kilovat/saattir. 2010 yılında talebin 290 milyar
kilovat/saat olacağı hesaplanmaktadır. Rakamlarla oynamak, önceden
kamuoyu oluşturmak, bilinen oyunlardandır. Eğer bir ülkede üretilen
enerjinin %30’u nakil sırasında heder oluyorsa, öncelikli görev bu nakil hatlarının gözden geçirilmesi ve
bu kayıp durumunun asgariye çekilmesidir. Çünkü ülkenin herhangi bir
yerinde yapılacak nükleer santralden
elde edilecek enerji yine bu nakil hatları üzerinden yapılacaksa vay halimize. Bakan yukarıda bahsettiğimiz
sohbet sırasında bu önemli sorunu
es geçmiştir. “Gururla” kendilerinin
“anda dışarıya bağımlılığı %50’ye indirdiğini” büyük bir başarıymış gibi
anlatmaktadır. Bu anlatım içinde
öğreniyoruz ki, barajlar tam kapasite çalışmamakta, kömür havzaları
kullanılmamakta, Uzanlar tipi haydutlara 2058’e kadar soyma imkanları tanınmakta vs. Doğal gaz ve petrol ile elde edilen enerji, barajlardan
elde edilen enerjiden daha fazla durumdadır.
Enerji bakanı siyasi propagandaya
kendini o kadar kaptırmıştır ki, atom
santralinin dışa bağımlılığın daniskası olduğunu hatırlatan gazetecilerin bu yönlü sorularını es geçerek demagojisini sürdürmede, halkın gözünün içine bakarak yalan söylemede
sakınca görmemektedir.
Enerji bakanı, geçmişteki Çernobil
vakası sırasında “Karadeniz çayını”
kameralar karşısında içen bakanlar
gibi, “belki atom atığını, yakıtı bize
satanlar alacaktır” diyerek o günden
bugüne kafalarda fazla bir değişikliğin olmadığının ispatını sunmaktaydı. Bu kafalar bizde nükleer enerji
santralleri yapma kararı alıyorlar.
Vay halklarımızın, onların çocuklarının, torunlarının haline !
Nükleer enerjinin iklimi
koruduğu palavrasına gelince:
Nükleer enerji sektörünün 2050 yılına kadar fosil kökenli enerjinin
%10’unu sağlasa bile, bu yaklaşık
1000 santral anlamına gelir ki, imkansızdır. Zaten bu kadar santral
kurulsa uranyum biter. Bu durumda
iklim değişikliğine hiçbir faydası olamaz. Zaten iklim değişikliği için bir
an önce müdahale gerekli. Bunun
için yüzlerce yıl beklenecek zaman
yok. Bu ancak yenilenebilir enerjiyle
mümkündür.
Nükleer enerji aynı zamanda daha
az istihdam da demektir. Örneğin
Almanya’da 2002 yılında nükleer
enerji sektöründe 30 bin insan çalışırken aynı yıl rüzgar enerjisi sektöründe çalışan insan sayısı 53 bindi.
Tüm yenilenebilir enerji sektöründe
çalışan insan sayısı bu dönemde 120
bindi. Bu sayı giderek artmaktadır.
Nükleer enerjiye alternatifler güneş, su, rüzgar, termal ve organik
atıklardan elde edilecek yenilenebilir
enerji türleridir. Bunlar tüm ihtiyaçları karşılayacak düzeydedir.
Türkiye yenilenebilir enerji cenneti
olduğu halde neden atom santralleri
yeniden gündeme oturtuldu?
Şu dikkat çekicidir: komşularımızda atom santralleri yönünde bir
hareket söz konusu olduğunda, Türk
yaşam temellerini koruma mücadelesi
egemenleri de hemen kolları sıvamaktadırlar. Geçmişe kısa bir göz
atarsak:
Türkiye’de 1956’da atom enerji komisyonu kurulur. (ABD ile SSCB’nin
“soğuk savaşın dipten dalga dalga
yayıldığı yılllardır, Türk Ordusunun
Kore’de rüştünü ispatladığı yıllaraynı zamanda 1954 yılında SSCB’de
Obninske’de ilk nükleer reaktör faaliyete geçmiştir.)
1957’de UAEA (Uluslararası Atom
Enerjisi Ajansı)’na üye olunur, (bugün
bu kurumdan önce komisyona katılmış olmakla övünmektedir Enerji
Bakanı. Bu durum atom cahili olmadığımızın da kanıtıymış!) 1962’de
İstanbul/ Çekmece’de Nükleer araştırma merkezi kurulur, 1 MW TR-1
havuz tipi deney reaktör yapılır.
1967-70 arasında nükleer santral
etütleri yapılır, bu etütler sonucu
Sinop- İnceburun/Mersin-Akkuyu
ve Kırklareli-İğneada santral kurulabilir alanlar olarak tespit edilir.
1977’de 300-400 W’lık uranyum
yakıtlı santral kurulması kararı alınır, ama uygulanamaz, (tam da bu
dönemde Bulgaristan’da 1966 yılında
planlanan 440 MW’lık Kozluca Atom
Santralinin 1970’de inşaatı biter ve
1974/75’te faaliyete geçer, diğer yandan Ermenistan’da 1970’lerde planlanan Metsamor atom santralinin 1976
yılında l. Bloku ve 1980 yılında ikinci
Bloku faaliyete geçer. İşin ilginç yanı
bugün Bulgaristan için Kozluca’nın
kapatılması AB’ye giriş ön şartıdır.
2002’de iki ünite kapatılmış, 2006 sonuna kadar diğer 4 ünite de devre dışı
kalmak zorunda. Yoksa Bulgaristan’ın
AB üyeliği söz konusu olmayacak.
Ermenistan’daki Metsamor santralinin akibeti ise; 1988’deki çevrecilerin Çernobil’den etkilenerek verdikleri mücadele ve deprem korkusundan dolayı 1995 yılına kadar kapalı
kalmış, enerji sıkıntısından dolayı
yeniden devreye girmiştir ve ömrü
2016’da tükenmektedir.)
1983 yılında Kanada’lı AECL firması, Alman KWA ve ABD’li General
Electric’e iyi niyet mektupları verilir,
fakat deprem fay hattı incelemeleri
yapılmadığı için bahsi geçen firmalar ihaleden vazgeçerler. 1984 yılında
Özal döneminde finansman sıkıntısı
yine planın gerçekleşmesinin önüne
engel çıkarır, 1986 yılındaki Çernobil
kazası tüm çalışmaların askıya alınmasına sebebiyet verir. 1989 yılında
Arjantin ile yapılan ortak proje hukuki, mali ve teknolojik sorunlardan
ötürü 1991 yılında gündemden çıkarılır, 1997’de Mersin Akkuyu için
Fransız NPI’den alınan tekliflerden
2000 yılında vazgeçilir. (Bu arada
Ermenistan’daki Metsamor tekrar
faal duruma geçer.) 2004’te toplam
5000 MW’lık üç santral yapımı kararı alınır ve 43 kritere göre saha belirleme faaliyeti başlar. Nisan 2006’da
ilk yer olarak Sinop-İnceburun belirlenir. (Iran’ın 29 yıllık santral kurma
çalışmalarının 2006 yılı başlarında
atom güçlerinin problemi olarak ka-
şındığı dönem olduğunu geçerken
söyleyelim.)
24.05.2006’da Çevre Bakanı Pepe
“Sinop’ta Nükleer Santral kurulması
kesinleşmedi” diyebiliyor. (Yine neler
oldu, kapalı kapılar ardında neler nasıl hal edilmekte bilmiyoruz. Bu onların sırrı.) (Buradaki kaynak bilgiler T. Atom Enerjisi Kurumu, günlük
gazetelerden Hürriyet-Milliyet-Sabah
gazetelerinden alındı. Bulgaristan ile
ilgili bilgiler için www.kzpp.org’tan,
Ermenistan’la ilgili bilgiler de Alman
yeşillerinin internet sayfalarından
yararlanılmıştır.)
Görülmektedir ki ne zaman komşularımızda bir hareket var, bizimkiler (!) kolları sıvar, büyük bir heyecanla işe koyulurlar. Tam da sorunun
bu noktada öne çıkan bir başka yanı
ve bizce de en önemli yanı “Atom
Gücü” olma sevdasıdır. Bizce dert
enerji açığını kapama derdi değildir.
Atom bombasına sahip olma hayalleridir. İran bunun peşindeyse bizde
de olmalı yaklaşımıdır. Yani sonuçta
askerlerin dayatması sonucu alınan
siyasi bir karardır. Ama unutulan ve
göz ardı edilen bir gerçek vardır: isteyen atom silahına sahip olabilir mi?
Bu sorunun cevabını sorunun muhataplarından aktaralım:
UAEA başkanı El Baradey yaptığı bir mülakatta şunları söylüyor:
“Avusturya’daki Atom Enstitüsü’nün
Başkanı Profesör Doktor Helmut
Rauch: Nükleer santrali olan bir ülke
atom bombası yapabilir mi? Bu soru,
çok sık soruluyor. Aslında, şayet ülkenizde nükleer santraliniz varsa,
o zaman bu nükleer enerjiyi askeri
amaçlı kullanabileceğiniz bilgi birikimine de sahipsiniz demektir. Burada
asıl önemli olan zenginleştirilmiş
Uranyuma ya da Plütonyuma sahip
olup olmadığınızdır. Eğer elinize bir
yerden yeterli miktarda Plütonyum ya
da zenginleştirilmiş Uranyum geçerse,
o zaman bence bir atom bombası imal
etmek o kadar da zor değildir. Yani,
burada asıl önemli olan, gerekli yakıtı
bulup bulmadığınızdır. İşte, bu yüzden bu nükleer yakıtların çok sıkı biçimde kontrol edilmesi gerekiyor.
Baradey: Her şeyden önce, bir ülkenin nükleer silaha sahip olması o
kadar da kolay birşey değil. Nükleer
enerji santrali olan ve bu yoldan enerji
üreten ülkenin otomatikman atom
bombasına sahip olması gibi bir durum yok. Bunun için yüzde 90 hatta
daha fazla oranda zenginleştirilmiş
Uranyuma ya da Plütonyuma ihtiyaç
var ki, bunları sağlamak da öyle kolay değil. Bunlar bir reaktörden elde
edilemiyor. Bunun için özel zenginleştirme tesisleri gerekiyor. Ve bu tesisleri
bizden saklamak pek öyle kolay değil.
Ayrıca, diyelim ki, bir şekilde bu maddeler bulundu, ama bu maddeleri silah haline getirmek için başka teknolojiler devreye giriyor. Üstelik, bunlara
bağlı olarak bir de atma sistemi; yani
füze geliştirmeniz lazım. Biz bunların
hepsini son derece gelişmiş aletler kullanan uzmanlarımız yardımıyla araş-
tırıyoruz. Bu iş biraz da banka müfettişliğine benziyor. Biz de birer hesap
uzmanı gibi çalışıyoruz. Hesaplarda
bir yanlışlık ya da hata var mı diye sürekli kontrol ediyoruz. Tabii bizim incelemelerimiz çok daha gelişmiş metotlarla oluyor. Nükleer tesisleri hem
yerden hem de havadan uydularla izliyoruz. Peki, yüzde yüz başarılı mıyız? Hayır, bu işte yüzde yüz garanti
sağlayacak hiçbir sistem yok. Ama,
bir ülkeye daha çok gittikçe; daha çok
yere baktıkça; kısacası o ülkeyi daha
şeffaf hale getirdikçe, bu konuda daha
çok başarı sağlayabiliyoruz”.
Bugünkü UAEA’nın Mısırlı başkanı
Baradey’in dediklerinden tek kelime
ile çıkan sonuç şudur: Emperyalist
atom güçleri, herhangi bir ülkenin
atom silahı geliştirmesine izin vermezse, söz konusu ülkenin atom silahı üretmesi çok zordur.
Bugünkü tartışmada öne çıkan
İran açısından, eğer İran Uranyum
zenginleştirme işini sürdürürse,
1980’lerde nasıl atom santral inşaatları bombalandıysa bu seferkiler
de aynı akıbeti yaşayacaktır, veya
bu sevdadan vazgeçilecektir. Durum
böyle olunca da Türkiye bu emperyalist çemberden kurtulup kendisi atom gücü haline gelebilir mi?
Bizce bu ancak bugün hizmet ettikleri emperyalist güçlerin verecekleri
onayla ilgilidir. Bu aynı zamanda bir
alış-veriş meselesidir. Bu alış verişte
halklarımızın hiçbir çıkarı yoktur.
Diğer taraftan bugün atom santralinin tekniğinin emperyalistlerinbüyük güçlerin elinde olduğunu sorunla biraz ilintisi olan herkes çok
iyi bilmektedir. Emperyalistler kendileri atom enerjisinden vazgeçerken, ellerindeki bir zamanlar masraf
ettikleri “kapital”den bir daha su çıkarma çabaları işin ayrı bir yanıdır.
Kendileri için demode olmuş, kendi
halklarının tepkisini çekmiş bir tekniği kim alabilir, ancak kendilerine
bağlı ülkeler. Bunun için de önce işin
alt yapısı hazırlanmalı, tepkiler ölçülmeli vs. Bugün ülkemizde olan da
budur. Kayıtsız kalındığı oranda yenilecek kazık da o kadar büyük olacaktır. Bugün ABD’de hiçbir eyalet
atom çöplerinin-atıklarının kendi
eyaletlerinde depolanmasını istemiyor. Bu konuda ABD emperyalist yönetimi zor durumda, bundan dolayı
sürekli reaktör kapanmakta ve yenisi yapılmamaktadır. Avrupa’da 5
devletin atom santralinden vazgeçtiğini yukarıda aktardık. Hele bir
de ülkemizin 1. dereceden deprem
bölgesi olduğu nasıl gözardı edilebilir. Bunun için Enerji Bakanı Hilmi
Güler bize “masal” anlatmasın, “biz
de bu ülkede yaşıyoruz” demagojisi ve palavralarına ancak kendini
emperyalistlere peşkeş çekenler inanır ve yutar. Deprem bölgesi riski sigortacı bulmayı imkansız kılar. 2000
yılındaki Marmara depremi felaketinde acıyı halklarımız yaşadı. Çileyi
halklarımız çekti. Yıllarca aynı şeyler yazılıp çizilmesine rağmen yaşa-
dık. Atom felaketi depremle yaşanan felaketle asla karşılaştırılamaz.
Bugün bizden çok daha güçlü ekonomiye sahip olanlar bu korkuyu yaşıyorsa, bizimki bile bile lades demektir. Türkiye’nin içinde bulunduğu
coğrafyanın bir başka özelliği daha
var. O da her zaman sıcak çatışmaların, bölgesel savaşların yoğun yaşandığı coğrafya. Bu coğrafyada atom
santrali çok daha büyük riskler gündeme getirecektir.
İşte Nazım Hikmet’in “Vatan
Hainliği” dediği, budur. Halk düşmanlığı böyle bir kararın altına imza
atmaktır. Bu çılgınlığa karşı durmak
bu ülkede yaşayan her ferdin görevidir. Şimdiye kadar atom ile yaşamadıysak bundan sonra da yaşamaya
hiç ihtiyacımız yoktur.
Türkiye’de enerji açığı nasıl karşılanır? Evet fosil enerjilerin ömrü 5060 yıl, Uranyumun ömrü en iyi ihtimalle 140 yıl. Bir de bizde son dönemde ortaya atılan bir “toryum”
hikayesi var ki, evlere şenlik. Güya
230 milyarlık dış borcumuzu 500 kez
ödeyebilirmişiz, “bir çuval toryumla
bütün Türkiye ısıtılabilir”miş (Prof.
Dr. Kaya, 10.11.2002, Akşam). Henüz
teknik olarak işlenmesi gündemde
olmayan bu maddenin Türkiye’de
bol miktarda olmasını enerji sorununun çözümü imiş gibi göstermek,
göle maya çalmaya benziyor. Enerji
Bakanı ise gururla kömürü yeniden gündeme getirdik diyor. Biz ise
halklarımızın çıkarı için diyoruz ki;
ülkemiz yenilenebilir enerji cennetidir. Coğrafyamızın bize sunduğu
bu nimetten niçin doğru dürüst yararlanmayalım? Fosil ve atom enerjisi maliyeti sürekli artmaktadır.
Yenilenebilir enerjiye yapılacak her
türlü yatırım çocuklarımızın, torunlarımızın yaşamını kolaylaştıracak ve onlara sağlıklı bir dünya sunacaktır. Nedir yenilenebilir enerji:
“Doğanın kendi evrimi içinde, bir
sonraki gün aynen mevcut olabilen
enerji kaynağı”dır. Bunun aksine fosil yakıtlar ise bugün yakılıp biten bir
dahaki güne birşey kalmayan maddelerden oluşan petrol-doğal gaz-kömür vb.dir. Bugün ülkemizde enerji
kaynakları kullanımı bize:
Kaynaklar
Enerji
TeraŞattSaat
%
Akarsular
35,7
41,4
Kömür
28,1
32,6
Doğalgaz
16,6
19,3
Petrol
5,8
6,7
sayılarını sunmaktadır.
Burada dikkati çeken en önemli
nokta, yenilenebilir enerji kullanımının, ki akarsulardan elde edilen
enerji böyledir, %41,4 olduğudur. Bu
19
yaşam temellerini koruma mücadelesi
20
oldukça yüksek bir orandır. Fakat yeterli değildir. Eğer insan ve ülke çıkarları göz önüne alınırsa, örneğin
planlanan 1200 MW’lık atom santrali yerine pekala bu miktarda enerji
sağlanacak kaynaklar mevcuttur.
Hidrolik (Su) Baraj:
Bu noktada söylenecek en önemli
şey; büyük barajlar yapıp ekolojik
dengelerin bozulmasına ön ayak olunacağına, küçük barajlar ile nakil
problemine de yardımcı olacak yolu
seçmek çok daha akılcıdır. Hidrolik
santraller, her ne kadar yenilenebilir
enerji kaynağı olan suya dayalı santraller olarak, fosil yakıt veya atom
enerjisi kullanımından sağlıklı ise de,
bu gibi santrallerin de, ülkedeki iklimi altüst edecek, uzun vadede akar
suları kurutup tüketecek boyutlarda
olmaması olağanüstü önemlidir.
Güneş enerjisi:
Bir başka deyişle Solar-Termal
enerjidir. Bu enerji güneş ışığının
ayna düzeneklerine vurdurulması
sonucu elde edilen 130 dereceye varan yüksek sıcaklığın su buharı aracılığıyla jeneratörleri çalıştırmasıdır.
Bugün Akdeniz kıyılarımıza günde
ortalama 5 Kilovat-saat/m2 enerji
düşmektedir. Tüm ülke ele alındığında hesabı teknikcilere bırakalım.
Yani Sinop’ta kurulması düşünülen 1200 MW’lık Atom Santralinin
sağlayacağı enerjiyi 20.000 dönümlük bir alana kurulacak solar-termal
sistemiyle sağlamak mümkündür.
ABD Kaliforniya’da 350 MW’lık tesisler mevcuttur. Mısır bu konuda
150 MW’lık tesislerini her yıl kurmayı planlamıştır ve uygulamaktadır. Yunanistan bu yolda önemli
adımlar atmaktadır. Elbette 1200
MW’lık tesisi Atom santrali gibi bir
noktada kurmaya gerek yoktur. Bu
parça parça yapıldığında nakildeki
kayıplar da aza indirgenmiş olur.
Bugünkü Türkiye sanayisinin bu tesisleri kurmaya hem teknik hem de
fikri-işgücü imkanları mevcuttur.
Güneş bedava- atık sorunu yok. Yeni
iş alanı ve seri imalata geçildiğinde
ister istemez fiyatlar da düşecektir.
Yani hergün petrol fiyatları ne olacak derdi de yoktur. Ama anda kapitalistlerin- emperyalistlerin çıkarına pek uymamakla birlikte ne gariptir ki bu işin teknik gelişimini ve
patentini de elinde tutan yine Shell,
BP gibi büyük petrol tekelleridir.
Bugün 7 milyar dolar olarak hesaplanan 1200 MW’lık atom santralinin
nerdeyse yarı fiyatına Solar Termal
tesisler kurmak mümkündür.
Enerji bakanı, yenilenebilir enerji
için kararlar çıkardıklarını anlatıyor,
ama 4 saatlik “geyik” muhabbetinde
tek kelime Solar/Güneş enerjisi söz
konusu bile edilmiyor. Hem ısınmak
hem de ışık elde etmek için bu yenilenebilir enerji kaynağı bir kaç milyar
yıl daha ömrü olan bir kaynaktır.
Rüzgar enerjisi:
Yenilenebilir enerji kaynaklarından olan bu enerji için Ege ve Trakya
bölgelerimiz arayıp ta bulamayacağı-
mız imkanlar sunmaktadır. Bu bölgelerde yıllık ortalama rüzgar hızı 6
m/s dir. Ege’de yaz ortalaması 8 m/
s’dir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde
artık rüzgar parkı olarak adlandırılan alanlara rastlamak mümkün.
500 KW’lık bir rüzgar pervanesinin
her türlü masrafı da dahil olmak koşuluyla fiyatı 600.000 Dolar civarındadır. Seri imal edildiğinde bu fiyat ister istemez düşer. Bu fiyatlarla
Sinop’ta kurulmak istenen Atom tesisinin karşılığı 1200 MW’lık tesisten elde edilecek enerjiyi sağlaması
için gerekli masrafların toplamı 2,2
Milyar Dolardır. Rüzgar enerjisi elde
etme tekniğinin belirli bölümlerinin
Türkiye’de yapılması imkanı mevcuttur. Bu da aynı zamanda yeni iş
alanları demektir.
Yukarda açı k lamaya ça lıştı k,
önemli sorunlardan biri de Türkiye
şu anda mevcut olan %30 nakil kayıplarının normal olan %6-8’e indirgenmesi için plan ve program yapılıp çalışılmasıdır. Bu yapılmadığı
oranda eklenecek her türlü yeni tesisle kayıplar daha da fazlalaşacak.
Enerji akacak Türk bakacaktır. (Bu
bölümdeki sayısal bilgiler www.netdoktor.de’den alınmıştır.)
Bio-Dizel:
Bu enerji türü özellikle son dönemde geliştirilen dizel motorların
biyolojik-bitkisel yakıt kullanmasıdır, gelişmektedir ve kükürt oranı %
0,001’dir. Çıkardığı eksoz gazı %50
azdır. Çıkardığı CO₂ normal bitkilerin çıkardığı kadardır. Toprakla karışmasından toprağa ve suya zararı
tehlikeli boyutlarda değildir. Sözün
kısası mevcut dizele karşı çevreci bir
özelliktedir.
Jeotermal:
Yeraltında magma tabakasında artan sıcaklıkla yeraltı sularıyla ısınıp
yeryüzüne çıkar. Bu özellikle deprem
bölgelerinde sıklıkla rastlanan doğa
olayıdır. Sıcak termal sularından elde
edilen buharla jeneratör çalıştırmak
artık teknik olarak mümkün hale
gelmiştir. Bu tür enerji elde etmeye
Türkiye yabancı değildir. DenizliKütahya ve İzmir’de bu yolla ısıtma ve
elektrik üretimi yapılmaktadır. Bugün
bu kaynaklardan elde edilen elektrik
enerjisi 20 MW’lıktır, planlanan 2010
yılında 500, 2020 yılında 1000 MW
kapasitesine ulaşmaktır. Bunun da 1
milyon 250 konutu ısıtma anlamına
geleceği hesaplanmıştır bile. Birinci
dereceden deprem bölgesi olmanın
pozitif yanı da budur. Tabi kullanmasını bilmek gerekli.
Bir başka önemli unsur da tasarruf. Her birey günde Vı saatlik enerji
tasarufu ile milyonlarca kilovat-saat
enerji tasaruf edileceğinin bilinci
yaygınlaştırılmak zorundadır.
Öte yandan deniz dalgalarından,
med-cezir (gel- git) olayından, çöpten sağlanan metan gazı ve de kanalizasyon ısısından da ısı ve elektrik
enerjisi elde etmek mümkün hale
gelmiştir.
Sözün kısası Türkiye’nin Atom
santraline ihtiyacı olmadığı gibi atom
bombasına da hiç ihtiyacı yok. Tüm
enerji kaynakları içinde hem toplumsal hem de çevre açısından ve hem de
ekonomik açıdan en maliyetli olan
atom santrallerini kurmak kolaydır
belki ama onlardan kurtulmak çok
zor. Bugün bu santrallere sahip olanlar nasıl kurtulacağım diye kara kara
düşünmektedirler.
Bir kez daha üstüne basarak vurguluyoruz, Türkiye’nin jeolojik yapısına bakıldığında Nükleer Santral
kurmak halk larımıza ihanettir.
Doğmamış bebelerimizin kaderiyle
oynamaktır. Bizde o kadar yenilenebilir enerji kaynağı söz konusu
olduğu halde bunları harekete geçirmek yerine kömürü-petrolü doğal gazı gündemde tutanlar insanlığa karşı sorumsuz, gözünü aşırı kar
hırsı bürümüş sömürücülerdir.
Kapalı kapılar ardında
halklarımızın kaderi ile oynama
hakkınız yoktur. Bu konuda mahalle
mahalle, köy köy, kasaba kasaba tartışmalar yürütülmeli, kitleler aydınlatılmalı ve bunun sonucunda halklarımız bir REFERANDUM ile kendisi karar vermelidir. Devlet böyle
bir referanduma-oylamaya taraftar
olmaz ise, devrimciler, sendikalar
ve tüm sivil toplum örgütleri harekete geçip kendileri bu referandumu
yapmalıdır. Devletten bağımsız şehirlerde-mahallelerde-köylerde kasabalarda sandıklar kurulup oy talep edilmelidir. Referanduma gidilmeli!! Özel halk oylaması yapılmalı.
Öyle bir aydınlanma kampanyası südürülmeli ki, katılan insanlarımız
atom lanetinin ne olduğunu kendi
çevresine aktaracak bilgiyi edinebilsin. Sorunun ciddiyeti herkese kavratılmalı. Bizi aptal yerine koyanlara
torunlarımızın geleceğini savunarak
cevap vermeliyiz.
Sinop hakim sınıfların taraflı tavırlarına rağmen atoma karşı tavır aldı. Turistik Sinop, Radyoaktif
Sinop’a karşı “Nükleer Santral değil,
rüzgar çiftlikleri istiyoruz” diyerek
dikildi. Nükleer enerji lobilerine mesaj olarak “Nükleer sizin olsun, Sinop
bizim” dediler ve yenilenebilir enerji
taraftarı olduklarını dosta düşmana
açıktan ilan ettiler. Yapılması gereken yapılıyor!
Tüm nükleer santraller kapatılsın!
Atom Öldürür! Doğa Güldürür!
15.07.2006 
(bitti)
Küresel ısınmaya karşı miting yapıldı
T
üm dünyada “Küresel Isınmaya
Karşı Küresel Direniş Günü”
ilan edilen 4 Kasım 2006
günü İstanbul- Kadıköy’de bir miting yapıldı.
Mitinge, nükleer karşıtı ve çevreci gruplardan KESK üyelerinden
nükleer karşıtı bir grup kamu emekçisi, Sinop’ta Nükleer Santrale Hayır
Platformu, KEG (Küresel Eylem
Grubu), Green Peace v.b gruplar döviz, pankartlar ve Dünyayı yok etmeyi anlatan kuklalarla katılmışlardı.
20 milyona yakın insanın yaşadığı
İstanbul’da yapılan bu eyleme çok az
sayıda insanın (250- 300 civarında.)
katılımı sadece o gün havanın çok
soğuk ve yağışlı olmasıyla açıklanamaz. Bu mitinge bir grup anarşist ve
kendine “anti- kapitalist” diyen siyasi
çevre dışında hiçbir siyasi çevre bu
eylemde yoktu. Bu durum devrimci
çevrelerin dünya egemenleri tarafından yaşanamaz duruma getirilen doğaya sahip çıkma konusundaki duyarsızlığını da gösteriyordu.
İçeriğine esas olarak reformist anlayışın damgasını vurduğu bu eyleme
biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak bir
grup arkadaş katıldık. Eylemcilerin
çoğunluğunun sık sık attığı “Yeni Bir
Dünya Mümkün!” sloganın peşinden
bizler de “Yeni Bir Dünya Mümkün,
Sosyalizmle!, Kapitalizm Öldürür!,
Ya Barbarlık Ya Sosyalizm!” v.b. şeklinde sloganlar atarak bu konudaki
devrimci düşüncelerimizin propagandasını yaptık.Toplanma yerinden
miting alanına kadar yürüyüş bo-
yunca “Rüzgar, Güneş Bize yeter!” en
çok atılan sloganlardandı.
Genç arkadaşlarımız, “Yeni Dünya
Gençliği” adına çıkarmış oldukları
“Nükleer Enerjiye, Nükleer Santrale
Hayır!” başlıklı bildiriden dağıttılar. Gerek bildiriye, gerekse Küresel
Eylem Grubunun çevre ile ilgili çıkarmış olduğu özel broşüre ilgi oldukça iyiydi.
Miting alanında Tertip Komitesi
adına yapılan k ısa konuşmada
ba şta A BD ol ma k ü z ere t ü m
emperyalistlerin savaşları, atom santralleri, atom denemeleri v.b. ile doğanın dengesini bozduğunu, karları
için doğayı kirlettiklerini ve bu yüzden yerkürenin hızla ısındığını, son
yıllarda dünyada yaşanan ve binlerce
insanın canına mal olan milyarlarca
dolar maddi kayba yol açan tsunami,
sel, kuraklık v.b. doğa felaketlerinin
bu ısınmadan kaynaklandığı açıklandı. Hızla ısınan yerküremizde
önümüzdeki yıllarda buzul dağlarının erimesi sonucu denizlerin ve
nehirlerin taşacağı daha büyük tsunami ve sel felaketlerinin yaşanacağı
belirtildi. 8 ülkede aynı anda eylemliliklerin gerçekleştiği belirtilen basın açılamasında,Türkiye’de de son
günlerde yaşanan sel felaketlerinin
temel nedeninin küresel ısınma olduğunu vurgulayan konuşmacı herkesi doğaya sahip çıkma mücadelesine katılmaya çağırdı.
Bir müzik grubunun çevre ile ilgili
kısa dinletisinden sonra miting sona
erdi.
Kasım 2006 ✓
İzmir’de Ekim Devrimi bir panel ile anıldı
1
2 Kasım günü İzmir’de, Ada
Kü lt ü r Merke zi ’nde , İş ç i
Mücadelesi, Proleter Devrimci
Köz, Yeni Dünya İçin Çağrı dergileri tarafından, Ekim Devriminin 89.
yıldönümünde, “Ekim Devrimi ve
Öğrettikleri” konulu ortak bir panel
gerçekleştirildi.
Panel duyurusu için el ilanı ve afiş
çıkarıldı. İzmir’de geniş bir şekilde
panelin propagandası yapıldı.
Panel, komünizm uğrunda toprağa düşenler için yapılan saygı duruşu ile açıldı. Saygı duruşu sırasında Enternasyonal marşının ilk kıtası okundu.
İlk konuşmayı İşçi Mücadelesi
yaptı. İşçi Mücadelesi adına konuşan
arkadaş konuşmasında; “Troçki’nin
Sürekli Devrim anlayışını” anlattı.
“Troçki’nin Sürekli Devrim teorisi
ile Lenin’i tamamladığını, Troçki’nin
işçi iktidarı konusunda daha net olduğunu, Ekim devrimi ile işçi iktidarının gerçekleştiğini, Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin bürokratik
devlete dönüştüğünü, Stalin’in milliyetçi, Troçki’nin enternasyonalist
olduğunu, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin olmadığını, çünkü sosyalizmde, meta üretimi, değer yasası ve
devletin olmadığını” savundu.
İ k i n c i k o nu ş m ay ı P r o l e t e r
Dev r i mci Köz yapt ı. Proleter
Devrimci Köz adına konuşan arkadaş konuşmasında; “Şubat Devrimi
ile Ekim Devrimi stratejisinin İki
Taktik’te belirlenen strateji ile aynı
olduğunu, Bolşevik Partinin devrim
aşamaları bağlamında belirlediği siyasetin gerçekleştiğini, burjuva demokratik devrime burjuvazinin mi,
proletaryanın mı önderlik etmesi gerektiği noktasında, Menşeviklerle yürütülen tartışmayı aktararak, bu tartışmanın Şubat Devriminden sonra
Kamanev ile sürdürüldüğünü, Şubat
Devriminden sonra Bolşevik Partinin
yönünü tayin etmede yalpaladığını,
bu yalpalamaya Lenin’in son verdiğini, Bolşevik Parti gibi devrimci bir
parti olmadan Ekim Devriminin başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını” anlattı.
Üçüncü konuşmayı Yeni Dünya
İçin Çağrı dergisi yaptı. Yeni Dünya
için Çağrı adına konuşan arkadaş
konuşmasında; “Ekim Devriminin
genel geçerliliğe sahip olan kimi
derslerini anlattı.Yoksul köylülüğün
nüfusun önemli bir bölümünü oluşturduğu ülkelerde, işçi sınıfı önderliğinde, işçi-köylü ittifakı olmadan
devrimin başarıya ulaşamayacağını,
Lenin’in kesintisiz devrim teorisini
savunduğunu, bu teorinin demokratik devrimde işçi sınıfının köylülükle birlikte demokratik devrimi yapacağı, işçilerin köylülerin devrimci
demokratik iktidarı sırasında, sınıf
mücadelesinin sürdürülerek, işçi sınıfının yoksul köylülükle, yarı-proletarya ile sosyalist devrime yürüye-
ceği, proletarya diktatörlüğünün kurulacağı anlamına geldiğini, Lenin’in
Troçkist Sürekli Devrim anlayışını
eleştirdiğini, Ekim Devrimi ile işçi
sınıfı ve yoksul köylülüğün iktidara
geldiğini, iktidarın sadece işçi iktidarı olarak adlandırılmasının yanlış
olduğunu, emperyalizm döneminde
C
devrimin zayıf halkada gerçekleşeceğini, Ekim Devriminin bunu ispatladığını, Ekim Devriminin ulusal sorunun çözümünün işçi sınıfı önderliğinde bir devrim sorunu olduğunu
gösterdiğini, proletaryanın sınıf olarak devrime önderlik edebilmesinin ancak Bolşevik tipte bir parti
ile mümkün olduğunu gösterdiğini”
anlattı.
Dinleyicilerin soru ve görüşlerini
ifade etme bölümüne geçildi. Bu bölümde dinleyiciler panelistlere sorular sordular. Kendi görüşlerini ifade
ettiler. Kimi dinleyiciler sorularını
yazılı olarak panelistlere ilettiler.
Yapılan aradan sonra, son sözler
bölümüne geçildi.
İlk konuşmayı Yeni Dünya İçin
Çağrı yaptı. Yeni Dünya İçin Çağrı
adına konuşan arkadaş; dinleyicilerin kendisine sorduğu sorulara, zaman dahilinde ancak bir bölümüne
cevap verdi.
“Demokratik devrimi savunanların, burjuvazinin önderliğini savunduğu eleştirisine karşı, olgunun bu
olmadığını, demokratik devrimin
işçi sınıfı önderliğinde olacağı, köylülükle ittifak kurulacağı, köylülüğün
rolünün Troçkistler tarafından yadsındığı için bu iki şeyin birbirine karıştırıldığını aktardı. Şubat Devrimi
Sermaye sınıfı kan ve can
üzerinden palazlanıyor...
oğrafyamızda olduğu gibi,
dünyanın bir çok başka ülkesinde de çalışan insanların sermaye için pek fazla bir değeri yok.
Sermaye sahipleri için tek hedef,
ellerindeki sermayelerini işçilerin
emeklerini mümkün olduğunca
ucuza satın alarak karlarını en
yüksek noktaya doğru taşımaktır.
Bu süreçte işçinin sağlığı çok
önemli değildir. Azami karı elde
etmek için patron elinden geldiği
kadar da işçi sağlığı ve iş güvenliğine para ayırmamaya ve işçinin en
tehlikeli koşullarda çalışmasını zoraki de olsa sağlamaya çalışmaktadır.
Sermaye sınıfı bunu en rahat bir
şekilde işçi sınıfının örgütlü olmadığı işyerlerinde yapabilmektedir.
Bu dünyanın her tarafında böyledir.
Daha yakın zamanda Bursa’ya yakın bir yerde tam da bir yılbaşı akşamında çalışan kadınların çıkan
yangın sonucu hayatlarını kaybetmesinde gördüğümüz acı tabloyu,
başka ülkelerde de görmekteyiz.
Çok fazla bilinmese de kısaca
Bangladeş’te yakın zamanda yaşanan bazı acı olaylar hakkında bilgi
vermek istiyoruz.
2006 yılının başlarında ardı ardına çıkan fabrika yangınlarında
ve fabrika binasının çökmesinde
çok sayıda işçi hayatını kaybetmiş,
yüzlerce işçi de yaralanmıştır.
Bazı örnekler:
- Chittagon’da 23 Şubat’ta bir
tekstil fabrikasında çıkan yangında
64 işçi ölmüş, 100’ün üzerinde işçi
yaralanmış. Ölenler arasında çocuk yaşta işçiler de bulunmaktadır.
Patronun güvenlikçileri işçilerin yaşamını ürünlerin çalınmasını engellemeye tercih etmişlerdir. Bu kadar
vahşet ancak sermaye sisteminin bir
ürünü olabilir.
- Dakka’da Phönix fabrikasında
konfeksiyon ürünlerinin üretimi sırasında 26 Şubat’ta binanın çökmesi
sonucu 20’nin üzerinde işçi hayatını
kaybetmiş, 50’nin üzerinde de yaralı
var.
- Chittagong’da bir fabrikadaki
patlama sonucu 60’a yakın işçi yaralanmıştır.
- Yine bir dizi giyim fabrikasında
meydana gelen kazalar sonucu 90 civarında işçi ölmüş ve 300’e yakın işçi
de yaralanmıştır.
Aslında bunlar kaza değil, sermayenin aşırı kar hırsıyla alması gereken zorunlu önlemleri almadığı için
meydana gelen katliamlardır.
2500 civarındaki tekstil fabrikalarının olduğu bölge bir ucuz iş gücü
cenneti olduğu kadar, her gün ortaya
çıkan sorunlar karşısında binlerce
işçinin eylemlerle sermayenin yüreğine korku saldığı için de bir umut
kaynağıdır.
1, 8 m i lyon i şçi n i n ç a l ı şt ığ ı
Bangladeş’te çalışanların önemli bir
bölümü kadın işçiler (yaklaşık yüzde
80) ve bunların geneli de 30 yaş grubunun içerisinde.
Yüksek çalışma temposu, günde
14-16 saat arasında çalışma ancak
genç yaştaki insanların dayanabileceği bir çalışma ortamıdır. Genç işçilerin emek gücünü kısa zamanda en
rasyonel şekilde kullanma ve bu genç
insanların enerjilerini tüketerek çalışma hayatının dışına itme genel bir
ahlaki yapıdır kapitalistlerde. Onlar
için 30 yaşından sonra bu insanların
sokağa atılması sonucunda ne olacağı çok önemli olmamaktadır.
22-23 Mayıs tarihleri arasında işçiler çalışma koşullarının düzeltilmesi için talepler öne sürdüler. Bu
talepler içerisinde ücretlerin arttırılması ve hafta sonu tatili öne
çıkmaktadır. Bunun için yapılan
eylemlere polisin saldırması sonucu bir işçi öldü. Bu olay sonucunda meydana gelen eylemlerde
polisle çıkan çatışmalarda 100’ün
üzerinde işçi yaralandı. Bu eylemler sırasında 300 civarında fabrika
ve bir o kadar da araç ateşe verildi.
Eylemler bir çok şehire yayıldı.
Bangladeş’te yürütülen mücadele,
sermayenin uluslararası alanda
sürdürdüğü saldırıların sessiz sedasız bir şekilde sineye çekilmediğini, buna karşı can bedeli mücadelenin verildiğini de göstermektedir.
Bu mücadele içerisinde gerçek sınıf partisinin yaratılması gündeme
getirilecektir. Ancak o zaman daha
koordineli, bilinçli bir mücadelenin
öznesi yaratılmış olacaktır. Ancak
sınıf partisi işçi sınıfının sermaye
sınıfına karşı doğru temelde yürütülen mücadelesini koordine edecek ve sınıfın iktidarı ele geçirmesi
hedefine doğru emin adımlarla
yaklaştıracaktır.
Bangladeşli sınıf kardeşlerimizin
mücadelesi bizim ortak mücadelemizdir.
Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası
Birliği!
YDİ Çağrı okuru
19.11.2006 
21
okuyucu mektubu
ile değişenin ne olduğunu Lenin’den
yaptığı bir alıntı ile aktardı. Şubat
Devriminin sadece Çarlık iktidarını
yıktığını, geri kalan burjuva devriminin görevlerini, Ekim Devrimin
geçerken çözdüğünü anlattı. Sürekli
Devrim teorisine neden karşı olunduğunu, Lenin’den yapılan iki alıntı
ile birlikte anlattı. Troçki’nin köylülüğün demokratik devrimde oynayacağı devrimci rolü görmediğini, köylülüğün rolünün Troçki tarafından
yadsındığını, Troçki için köylülük
diye bir sınıfın olmadığı, bu tavrın
demokratik devrimi imkansız kılma
tavrı ile bir olduğunu, bir ülkede sosyalizmin olamayacağı, sosyalizmin
olabilmesi için ileri emperyalist ülkelerde devrimin olması gerektiği
düşüncesinin yanlış olduğunu, bu
iki düşüncenin Sürekli Devrim teorisinin temel ayakları olduğunu, bu
teorinin yanlış bir teori olduğunu”
anlattı.
İkinci konuşmayı Proleter Devrimci
Köz yaptı. Proleter Devrimci Köz
adına konuşan arkadaş yaptığı konuşmada; “Sosyo ekonomik bakış
açısıyla devrim aşamasına yaklaşıldığını, İki Taktik’te, Nisan Tezleri’nde,
olan devrim aşamasının gerçekleştiğini, devrim, devrim aşamaları konusunda kafa karışıklığı olduğunu,
kendilerinin Sürekli Devrim anlayışını savunmadıklarını, eleştirdiklerini, Ekim Devriminin ulusal sorunu
çözüm yönteminin bilince çıkarılması gerektiğini, Filistin, Kürdistan
konusunda kısaca kendi düşüncelerini aktardı.”
Üçüncü konuşmayı İşçi Mücadelesi
yaptı. İşçi Mücadelesi adına kanuşan arkadaş yaptığı konuşmada;
“Troçki’nin işçi-köylü ittifakını savunduğunu, Troçki’nin köylülüğün
rolünü küçümsemediğini, tek ülkede sosyalizm teorisi ile bürokratizmin çıkarının savunulduğunu,
Troçki’nin proleter dünya devrimini
savunarak bürokrasiyi reddettiğini,
Troçki’de parti kuramının olmadığını, Lenin’de parti kuramı olduğunu, tek ülkede devrimin olabileceğini, işçi iktidarı olabileceğini, sosyalizmin zaferi için dünya devriminin
gerekli olduğunu” anlattı.
Panele 55 kişi katıldı.
İşçi Mücadelesi adına konuşan arkadaşın yaptığı konuşmalarda, Troçki
ismini sık sık vurgulaması, Stalin’e
yönelik kimi eleştiriler getirmesi, panel havasının olumsuz anlamda değişmesine zemin sundu. Bu eksikliğe,
olumsuzluğa rağmen, panel planlandığı gibi genel olarak olumlu geçti.
Pa nel; çı k ış nokta la rı fa rk lı
olan, referansları farklı olan, Ekim
Devriminden değişik dersler çıkaran, üç derginin yan yana gelerek, bir
paneli ortak örgütleyerek, aynı ortam
içerisinde, gayet olgun bir şekilde
tartışmalarının mümkün olduğunu
gösterdi. Gelecekte de bu tür panellerin yapılması yararlı olacaktır.
22
13 Kasım 2006, YDİ Çağrı/İzmir ✓
Baskı ve sömürü son bulacak!
Vİ-KO’da zafer mücadele eden işçilerin olacak!
B
izler Samandıra’da bulunan
ve elektrik malzemeleri üreten Vİ-KO’dan bir süre önce
atılan işçileriz. Atılma nedenimiz ise
Vİ-KO’daki kölece çalışma koşullarına boyun eğmememiz, bu koşulları değiştirmek için birlik olmak,
sendikalaşmak istememiz.
Birçoğumuz daha çocuk denecek
yaşlarda Vİ-KO’da çalışmaya başladık. İlk işe girdiğimizde bizlere
“Vİ-KO’da çalışmak ayrıcalıktır!”
demişlerdi ve bizler de inanmıştık.
Dışarıdan bakıldığında her şey çok
güzeldi. Ücretler düzenli ödeniyordu,
sigortalar yatırılıyordu. Hele bir de
birkaç ay önce taşındığımız fabrikaya dışarıdan bakanlar için, Vİ-KO
bir cennetti. Ama çok geçmeden orasının bizim için nasıl bir cehennem
olduğunu anlamış olduk.
Dediğimiz gibi, birçoğumuz çocuk yaşlarda çalışmaya başladık.
Anlaştıkları bir ilköğretim okulu
var. Oradan mezun olan öğrencileri kalfalık belgesi vaatleri ile işe
alıyor, çırak adı altında çalıştırıyorlar. Normal işçi ile aynı işi yapan çıraklar 225 YTL ücret ile çalışıyorlar.
Üstelik sigorta primleri de daha düşük. Yasalarda çırak olarak çalışabilecek işçi sayısı gündüz vardiyasında
çalışan işçi sayısının %10’u ile sınırlı
iken, orada bunun çok üzerinde, 6065 civarında çırak çalışıyor. Böylece
de kârlarına kâr katıyorlar. Üstelik
çıraklara çok daha kolay hükmedebiliyor, onları çok daha kolay eziyorlar.
Okul günlerinde izinli olmaları gerekirken okul müdürü ile anlaşarak
öğretmeni getirmiyor, çalıştırmaya
devam ediyorlar.
Birçoğumuz 18-20 yaş civarındayız. Erkek olanlarımız askere gidiyor,
bayan olanlarımız evlenip işten çıkıyor. Çocuk yaşımızı fırsat bilip bizleri diledikleri gibi sömürüyorlar. En
azından öyle yapmayı hedefliyorlar.
Ücret ve sigorta dışında en ufak bir
sosyal hakkımız yok. Verdikleri ücretler de asgari ücret. 8-10 yıllık bir
işçi bile 400-450 YTL civarında bir
ücret alıyor. Biz elimizdeki üç kuruşla geçinmeye çalışırken, onlar sırtımızdan kazandıkları trilyonlarla
sefahat sürüyorlar. Belki bunlar her
işyerinde olan şeyler diyeceksiniz.
Ama biz böyle olmaması gerektiğini
biliyoruz. Ve Vİ-KO’da daha da fazlası var. Çocukluğumuzu fırsat bilerek bizi ezmek için her türlü yolu
kullanıyorlar. Baskılar, hakaretler,
aşağılamalar birbirini izliyor. Takım
şefleri, amirler, en ufak olayda verilen durum bildirim raporları ile sürekli baskı altında tutuluyoruz. İşyeri
hekimi vizite vermekten kaçarken, iş
kazalarında masraflar biz işçilerden
kesilirken, işyerindeki sözde psikolog ile bizlere komuta etmeye çalışıyorlar. Psikolog bize yardımcı olmayı
değil, patrona itaat etmemizi sağlamayı, rahatsızlıklarımızı ispiyon etmeyi düşünüyor. Sanki azılı birer katilmişiz gibi hepimizin dosyaları tutuluyor, parmak izlerimiz alınıyor,
yer yer patronun adamları tarafından takip ediliyoruz.
İşte tüm bunlara bir son vermek
için, insanca yaşayabilmek ve çalışabilmek için birkaç ay öncesinde harekete geçtik. Biz birlik olamadığımız
için istedikleri gibi davranabiliyorlardı, bunu değiştirmenin tek yolu
örgütlenmekti. İstediğimiz insanca
bir yaşamdı. İstediğimiz onurumuzun ayaklar altına alınmasına engel
olmaktı. Bunun için anayasal hakkımızı kullanmak, sendikalaşmak istedik.
Çalışmanın belli bir evresinde patron çalışmadan haberdar oldu. Önce
hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi
davrandı. “Aile birliğimizi bozmak
isteyenler var. Aldanmayın!” dedi.
Bu nasıl bir aile ise biz hep açtık, onlar istedikleri gibi yaşıyorlardı.
İşin ciddiyetini anladıklarında azgınca bir saldırı başlattılar. Telafi çalışmasını yaptığımız bir gün hepimizi işe çağırarak sorgulamaya başladılar. Önce bant bant sorguladılar.
Kimlerin bu işin içinde olduğunu
anlamaya çalışıyorlardı. Bazı arkadaşlarımızı teker teker odalara çekerek sorguladılar. Bir kısmımızın ise
evlerine kadar geldiler, tehdit ettiler,
gecenin bir yarısı fabrikaya götürüp
sorguladılar. Baskılar, tehditler sökmeyince sendikaları kötülemeye başladılar. Çalışmayı yürüten arkadaşlarımızı karalamaya yeltendiler. Bizleri
öylesine düşünüyorlardı ki böylesine
“kötü” bir yola girmemize engel olmaya çalışıyorlardı. Aileye ihanet ettiğimizi söyleyerek duygu sömürüsü
yaptılar. Dini duygularımızı istismar
ederek Kuran’a el basmamızı istediler. Evlerimize kadar gelerek ailelerimizi baskı altına almaya, bizlere engel olmalarını sağlamaya çalıştılar.
Bizleri işyerinin tuvaletine götürerek
tuvalet kağıdı bile verdiklerini söyle-
diler, bir kez daha onlara ihanet ettiğimizi iddia ettiler. Cep telefonlarımıza el koydular, tuvaletleri kilitlediler.
Söylediklerine göre ellerinde liste
vardı, her şeyi biliyorlardı. Ama nedense her sorguda isimleri istediler,
onlara ajanlık yapmamızı, arkadaşlarımıza ihanet etmemizi istediler.
Tüm bu baskılar halen devam ediyor. Bunlar olurken bir kısmımız ise
parça parça işten çıkartıldık. Güya
performansımız düşüktü, güya işyerinde mutsuzduk. Türlü türlü bahaneler uydurdular. Ama her defasında
gerçek nedeni gözler önüne seriyorlardı. Bizlerin birlik olmasından, örgütlenmesinden ölesiye korkuyorlardı. Bunun için gecenin 3’ünde ve
bayram günlerinde pijamalarıyla işyerine geldiler.
İşten çıkartırken bile baskılar ve
hakaretler eksilmedi. Önlerimize
önce istifa mektuplarını koydular,
kabul etmeyince hep bir ağızdan hakaretlere başladılar. Fiziksel özelliklerimizi aşağıladılar, medeni cesaretimizi kırmaya çalıştılar. İstedikleri
onlara boyun eğmemiz, teslim olmamızdı. Onları asıl delirten de bu.
Sorguya çekilen arkadaşlarımız arkadaşlarına ihanet etmeyeceğini söyledikçe daha fazla delirdiler.
Ve onlar da biliyorlar ki Vİ-KO’da
bir tohum ekildi. Onlar her ne kadar
dallarımızı kırmaya çalışsalar da başaramayacaklar. Onlar sömürmeye
devam ettikçe biz başkaldırmaya devam edeceğiz. Ve bizler Vİ-KO’dan
atılan işçiler olarak her zaman halen
Vİ-KO’da çalışmakta olan arkadaşlarımızın, onların mücadelesinin yanında olacağız.
İşten atılan Vİ-KO işçileri 
“Barış İçin Akdeniz Girişimi Sonuç
Bildirgesi” yayınlandı
PKK’nin en son ilan ettiği ateşkesten bu yana bölgede operasyonlar
tüm hızıyla sürüyor. Devletin bu politikasına karşı burjuvazinin bir kesimi, özellikle liberal burjuvazi “bazı
demokratik hakların verilerek” bu
sorunun çözümü yönünde tavır takınmaktadır. Liberal burjuvazinin
bu tavrı, Kürt ulusunun ulusal haklarını savunduğu, ona saygı duyduğu
için değil, tamamen kendi ekonomik ve siyasi kaygılarından dolayıdır. Bu bölgede savaşın sürmesi demek, burjuvazi açısından uluslar
arası alanda daha fazla tecrit demektir. Onun için de bu sorun çözülmelidir. Bunun karşısında esas iktidar
olan ordu eksenli Kemalist burjuvazi
ise, önemli ölçüde sarsılan iktidarını
bu kesime kaptırmamak için bu savaşı her ne pahasına olursa olsun yürütmekten yanadır. PKK’nin tek taraflı ateşkesine ve bazı aydınlar ile,
sivil toplum örgütlerinin barış çağrılarına rağmen bölgede operasyonlar
tüm hızıyla sürüyor.
PKK’nin ateşkes ilanı sonrasında,
bazı aydınların katılımı ile Kürt cephesinden barış çağrıları daha da yoğunlaşarak gelmeye başladı.
Son olarak aralarında Şair Şükrü
Erbaş, Adil Okay, Eğitim–Sen Adana
Şube Başkanı Güven Boğa, Emep
Mersin İl Başkanı Gürsel Sığınır,
İHD Mersin Şube Başkanı Celal
Savunur ve Mersin Akdeniz Belediye
Eski Başkanı Fazıl Türk’ün de aralarında bulunduğu 42 aydının girişimi ile oluşturulan “BARIŞ İÇİN
A K DEN İ Z Gİ R İŞİ M İ SON UÇ
Tez-Koop-İş Sendikası Diyarbakır
Şubesinin 8. Olağan Kongresi yapıldı
T
ez-Koop-İş Diyarbakır Şubesi
olağan 8. kongresini gerçekleştirdi. Malabadi Otel konferans salonunda gerçekleşen kongreye
çok sayıda sendika temsilcisi, çoğunluğu Tez-Koop-İş üyesi olan şube ve
genel merkez yöneticileri ve genel
başkan Sadık Özben katıldı.
Salonda “Herkese iş, parasız eğitim
ve güvenli gelecek!”, “Örgütlenmenin
önündeki engeller kaldırılsın!” vb.
hak talepleri vardı. Tabii ki bu talepler belirli bir mücadeleyle kısmen de
olsa alınabilecek taleplerdi.
Divan seçiminde S. Özben ile birlikte 5 kişi önerildi ve kabul edildi.
Divan seçiminden sonra gündem
maddeleri sunuldu. Saygı duruşundan sonra şube başkanı M. Adem Can
kısa bir konuşma yaptı. Konuşmasına
bölgede yaşanan sel felaketine değinerek ve hükümetin kayıtsız kalmasını eleştirerek başladı. ABD’deki 11
Eylül saldırısı ve sonrasındaki ABD
işgallerini eleştirdi. Bölgede “ABD
jandarmalığını yapan İsrail’in gelinen noktada yıprandığı noktada
Birleşmiş Milletler ve NATO üyesi
ülkelere gelin siz de görev yapın. Bu
noktada 1 Mart tezkeresinde sınıfta
kalan hükümete de bu işi sorunsuz
halledin, Ortadoğudaki çıkarlarımız için siz de yer alın” vb. eleştirilerle hükümeti eleştirdi. “1473 sayılı
yasa ile kazanılmış haklarımız 4857
sayılı yasayla “iş güvencesi” kaldırılmış. Emeklilik hakkımız elimizden
alınmakta ve elimizdeki en son hak
olan kıdem tazminatı da mücadele
etmez eski tavrımızı sürdürürsek elimizden alınacak. Bu yıldan sonra sigortalı olanlar artık emekli olmaları
hayal olacak.” dedi.
Tez-Koop-İş Başkanı Sadık Özben;
“Bu yılın başında 300 milyar dolar
olan dış borcumuz bugün 360 milyar dolar olmuştur. Özelleştirmeler
sonunda elde edilen gelirler peşkeş
çekilmiş, bu anlamda özelleştirilen
bazı kurumlardan geri adım atılmak
BİLDİRGESİ” yayınlandı. Bildirgeyi
yayınlayanlar, 1 Temmuz 2006 tarihinde Mersin Ticaret ve Sanayi
Odasında bir araya gelerek bir basın
açıklaması ile bildirgeyi duyurdular.
Bu sonuç bildirgesinde “Türkiye’de
bir Kürt sorunu olduğu, bu soruna
ilişkin kalıcı bir barışın sağlanması
ve demokratik yöntemlerle çözülmesi” gerektiği noktasına vurgu yapıldı. “Çatışmanın, kanın ve gözyaşının Kürt sorununun çözümüne katkı
sağlamayacağını” belirten girişimciler Kürt sorunun çözümünde kendi
alternatiflerini de ortaya koyuyorlar.
Ortaya konulan alternatifler şunlar;
— Özgürce tartışma ortamının yaratılması,
— Özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması,
— Anadilde eğitim hakkı,
— Koruculuk sisteminin kaldırılması ve göç ettirilenlerin geri dönüşünün sağlanması,
— Devlet bu sorunun çözümüme
yönelik proje geliştirmeli ve diyalog
yöntemini esas almalıdır,
— Ayrımsız siyasi genel af.
Özetleyerek sunduğumuz bu öneriler ile girişimciler; “çalışmalarını;
İstanbul, İzmir, Ankara, Diyarbakır,
Samsun toplantılarında ortaya çıkan
girişim ve inisiyatiflerle birleştirecek ve barış mücadelesini süreğen bir
mücadeleye dönüştürecektir” diyerek
barış için mücadeleyi “süreğen” kılmaya çalışacaklarını söylüyorlar.
Biz önce özetleyerek ortaya koyduğumuz bu önerilerin yalnızca Kürt
ulusal hareketi ile değil, aynı za-
manda Türkiye’de gelişecek olan ve
Kürt ulusunun ulusal haklarına sahip çıkan güçlü bir sınıf mücadelesi
ile mümkün olacağını düşünüyoruz.
Bu temelde mücadele tüm komünistlerin, devrimcilerin görevi olmak zorundadır. Türk işçi ve emekçileri arasında Kürt ulusuna karşı yürütülen,
ırkçı, şoven düşüncelere ve uygulamalara karşı sistemli bir mücadele
yürütülmek zorundadır. Bu mücadele proleter enternasyonalizminin
olmazsa olmaz ön şartıdır.
Bizim yazımızda da ortaya koyduğumuz genel taleplerle bir sorunumuz
yoktur. Tam tersine her devrimci demokratın savunması gereken taleplerdir bu talepler. Bizim sorunumuz
“kalıcı bir barışın sağlanması”nın
kapitalizmin doğasına aykırı olmasıdır. Kapitalizm ancak, milliyetçilik zehiri ile halkları bir birine düşman edip savaştırarak ayakta durabilir. Kapitalizm koşullarında “kalıcı
bir barış”tan söz etmek, kapitalizmi
ezilenlere barış içerisinde yaşanabilir bir sistem olarak göstermenin ötesinde bir şey değildir.
Bu nedenle barış için mücadelede,
belirttiğimiz ilkeler bilinçte tutulmak zorundadır.
Sermayenin egemenliği koşullarında kalıcı barıştan bahsedilemez.
Kalıcı barış ve Kürt ulusunun gerçek
özgürlüğü ancak sermayenin egemenliğinin devrimle alaşağı edilmesiyle mümkündür.
suretiyle vazgeçmişlerdir. Örneğin
et-balık kurumları. Bugünkü durum üç konfederasyonu kaldıracak
bir durum değildir. Ben kendi adıma
başkanlık da dahil olmak üzere fedakarlık yapmaya hazırım, yeter ki
konfederasyonlar birleşsin. Bu durum memur sendikalarında da böyledir. Bu anlamda sınıfın mücadelesi
parçalanmakta, hak almak ta zorlaşmakta.” dedi. Konuşmasının bir kısmını “laik ve laik olmayanlar” noktasında hükümete eleştiri yönelterek devam etti. Türk-İş adına özeleştiri veren Özben sendika olarak
özelleştirmelere ve diğer sınıfın çıkarına olacak mücadelelerde “yeterli bir mücadele yürütmediğimiz
bir gerçek”, bundan sonra bu konuda her türlü mücadeleyi vereceklerini belirtti. Bu sözlerini ne kadar
tutacaklarını da zaman belirler.(bn)
Sendika olarak işçilere yönelik eğitim hedeflerinden sapmayacaklarını
belirtti. “Buraya gelmeden önce çalışma bakanıyla görüştüm, geçici işçiler sorununu bakanın bana dediği
bu. Ama yarın kararlarını değiştirirlerse bilemem. Bizim çalışmamız şu
an “tüm altı aylık süre içinde görev
alan işçilere kadro verilmesidir.” “Üç
aylık çalışanların durumu üzerinde
de durmaktayım, o konuda da hükümeti sıkıştırmak için elimizden geleni yapacağız.” dedi. Özben Avrupa
Birliği konusunda “daha önce taraftık, şimdi ülkemizin çıkarı için bu
birliğe karşı olduğumuzu (sendika
içinde görüş ayrılığı olsa da) belirtmek istiyorum.”
Türk-İş bölge temsilcisi aldığı söz
hakkını; barış ve kardeşlik noktasına
değinerek kullandı. Sendikalarına
yönelttiği eleştiride “daha önce özelleştirmelerin şurasına burasına karşı
olan sendikamız bu konuda net tavrını koymalı ve her türlü özelleştirmelerin karşısında mücadele vereceğini beyan etmelidir. Toplu sözleşmeler için daha aktif mücadele yürütmelidir, pratik böyle değil onun
için gücümüzü önceden mücadele
içine çekmeliyiz.”
Başkan M. Adem Can tek liste olarak seçime girdi ve kazandı. Yaklaşık
250 kişinin katıldığı kongre beklendiği gibi sonuçlandı.
24 Kasım 2006 ✓
Bir YDİ Çağrı okuru,
Diyarbakır 
23