Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu
Gençlik Dergisi
YIL: 2
SAYI: 8
TEMMUZ-AĞUSTOS 2008
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR
Oyuna gelmeyelim:
“Türkiye halkları” değil “Türk milleti”;
“Çok kültürlülük” değil “Millî kültür ”;
“Türkiye mozaiği” değil “Türk kültürü”!
2
İÇİNDEKİLER
İçindekiler
Mustafa ÖZTÜRK
Milli Duygudan Milliyetçiliğe ............................................... 3
Yrd.Doç. A. Vehbi ECER
Kültürümüzde Atalara Saygı ................................................ 6
Osman KARABABA
Cumhuriyet Travması .......................................................... 7
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 2 SAYI: 8
TEMMUZ-AĞUSTOS 2008
İKİ AYDA BİR ÇIKAR
ÜCRETSİZDİR.
SAHİBİ:
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ:
Mustafa İLHAN
YAZIŞMA ADRESİ:
Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı
Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3
Kocasinan/KAYSERİ
TELEFON:
(0352) 232 32 67
WEB:
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA:
[email protected]
GRAFİK TASARIM:
DEĞİŞİM AJANS
(0352) 336 08 48
www.degisimajans.net
BASKI:
ORKA MATBAACILIK SAN. TİC.
LTD.ŞTİ.
OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir.
Röportaj: Hakan BOZDOĞAN
Ziraat Yüksek Mühendisi Ali Şükrü TUNCEL İle Söyleşi ........ 8
Prof.Dr. Cihan DURA
Bizim Gerçek Sorunlarımız… ............................................. 10
Mustafa YILDIRIM
Dilimizi Bizans Türkleri Bozuyor ......................................... 12
Mustafa Aykut AKŞİT
Gençliğe Notlar-4 ............................................................. 14
Mustafa İLHAN
Marşlarımızda Cumhuriyet ................................................ 17
İbrahim GÜNGÖR
Temel Eğitim..................................................................... 19
Özlem AKŞİT
Gençliğin Sevdası .............................................................. 22
Yunus Emre ÖZKAN
Tarihsel Süreçte Türkçenin Kirlenmesi................................ 24
M. ÖZTÜRK
Batı Emperyalizminin Büyük Oyunu .................................. 26
Yavuz Sezer OĞUZHAN
Aydınlıklara İnat Yaşasın Karanlıklar .................................. 29
Yusuf BİLTEKİN
Enver Paşa ve Basmacılık Hareketi ..................................... 30
Metin ÖZBEK
Teknolojinin Seyir Defteri .................................................. 32
Ahmet ALTAY
Söz: Müzik ....................................................................... 34
Ayşegül ERDOĞAN
Yaşayan Hazinelerimiz ...................................................... 35
Gülay KAPLAN
Şairi Tanımak Adına .......................................................... 36
Genç ATSIZ
Hunlardan Günümüze Türk Milliyetçiliği ........................... 37
Duran TAMER
Tam Bağımsız Türkiye (Şiir) ............................................... 38
3
FUTBOLDAKİ BAŞARI VE COŞKU
Mustafa ÖZTÜRK
T
ürk Millî Futbol Takımı’nın 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasındaki başarısını
çeşitli yönlerden değerlendirmemiz
gerekir:
Her şeyden önce, Türk futbolcuları ve teknik adamları yeteneklerini bir kez daha dünyaya
ispatladılar. Zekâ, fiziksel güç, taktik ve strateji
bakımından Avrupa’nın en iyi takımlarıyla boy ölçüştüler ve üçü dışında hepsini geride bıraktılar.
Böylece Türk milletinin kabiliyeti, futbol alanında
da kanıtlanmış oldu.
Sevindirici bir başka durum da Türkiye’nin
futbol başarısının kardeş ülkelerdeki akisleridir. Sadece Türkiye değildi mutluluktan göklere
uçan, Balkanlardan Çin’e değin tüm Türk coğrafyasıydı. Asya’nın Afrika’nın Müslüman halkları da
Türkiye’yi içtenlikle kutladılar. Bu muhteşem duygu selinin anlamı üzerinde mutlaka durulmalıdır.
Şimdilik şunu diyebiliriz: Demek ki bu insanlar
arasında bir bağ ve yakınlık mevcuttur. Bunun yanında, Türkiye’ye değer vermekte ve duygu bağla-
mında Türkiye’nin yanında yer almaktadırlar.
ABD ve AB’nin Türkiye’ye karşı sinsi plan ve
projeler yapıp uygulamaya koyduğu bir zamanda
kardeş coğrafyalardan Anadolu’ya sevgi namelerinin gönderilmesi ne kadar güzeldir.
Bir toplum acı olaylarda beraber ağlıyor ve
zaferlerine beraberce seviniyorsa millettir. Vanlı,
Edirneli, Trabzonlu, Hataylı, devlet sınırları ötesinden Bakülü, Kerküklü insanımız Marmara depremi üzerine nasıl ağlamış iseler, bu defa da Milli
Takımın başarısıyla sevince gark oldular. Çünkü
aynı milletin, aynı tarih ve kültürün evlatlarıdırlar.
MİLLİ DUYGU
Türk insanını bir anda coşturan, meydanlara
döken; kimisini sevinçten ağlatan, kimisini havalara zıplatan nedir? Elbette ki millî duygu… Bu duygu, sadece Millî futbol takımının başarısı sonucu
İnceleme
MİLLÎ DUYGUDAN MİLLİYETÇİLİĞE
İnceleme
4
ortaya çıkmış değildir; milletin kaderi ve değerleriyle ilgili her olayda kendini göstermiştir: Dağlıca
olayında milletin tepkisidir. Millet, bölücü teröre
“artık yeter!” demek için meydanlara yürümüş,
ülkeyi yönetenlere görevini hatırlatmıştır.
Millî duygu, İstiklâl Marşı okunurken yürekte
kabaran gurur; seferberlik türküleri söylenirken
gözlerden dökülen yaştır.
Millî duygu, mensubu bulunduğumuz millet
için faydalı olmamızı fısıldar bize. “Bu toplum
güzel ve güçlü olmalı.” diye söyler. Yine o ses
bize, felâketlerde ağlamanın, zaferlerde sevinmenin yetmeyeceğini haykırır. Felâketlerden ders almamızı, zaferleri devamlı kılmamızı ister.
şünür ve düşüncemizi hayata geçirirsek, yaprağın
ağaç kökünü beslediği gibi kendi milletimizi beslemiş oluruz.
Futbolda bir yerlere yükselmek güzeldir ve
gurur vericidir ama diğer alanlara da bakmamız
gerekmez mi?
Ne kadar üretiyoruz? Neler üretip satıyoruz?
Fert başına düşen millî gelirimiz nedir ve dünyada kaçıncıyız?
Millî gelir adil dağıtılıyor mu?
Üniversitelerimizde günde kaç ilmî makale
yayımlanıyor?
Bilimsel çalışmalarda neredeyiz?
Millî duygu, toplum hayatının zorunlu kıldığı
iş bölümü içinde, her ferdin mesleği en iyi şekilde
yapmasını, görevinin bilincinde olmasını emreder. Bir yer ve kurumdaki aksamanın milletin tüm
hayatını mahvedeceğini unutmamamızı öğütler.
Tarımda kendine yeten bir ülke iken, şimdi
pek çok tarım ürününü ithal etmek zorunda kaldık?
Önce meslek ahlâkı ve sorumluluk şuuru…
Meslekler, ferdî kazanç kapıları olduğu kadar, aynı
zamanda toplumsal hizmet alanlarıdır. Böyle dü-
AB ve ABD, neden üzerimize üzerimize geli-
Başından beri haklı olduğumuz Kıbrıs davasını neden kaybetmek üzereyiz?
yor?
Millî eğitim sistemi, neden amaçta belirtilen
insan tiplerini yetiştiremiyor?
Kime, neye faydan dokunur senin? Düşün de bir
yol bul kendine. Kulak ver Akif ’e:
Bu ve benzeri sorular üzerinde düşünmeli ve
neden geri kaldığımızın sebeplerini bulmalıyız.
Yüreğinde birazcık millî duygu olan insan “bana
ne” der mi?
“Nedir üç, beş alın; bir yurdun alnından
boşansın ter.”
Millî duygu, milliyetçiliğin temelidir. Başka bir
ifadeyle, millî duygu harekete geçerse milliyetçilik
ortaya çıkar. Dolayısıyla, halkımızda var olduğunu
gördüğümüz millî duygunun milliyetçiliğe yükselmesini sağlayacak işler yapılmalıdır. Türkiye’nin
geldiği bugünkü yer itibariyle, mecburuz buna.
Yapılacak çok işimiz var. Öncelikle geri ve pek
çok alanda dışarıya bağımlı bir ülke olmaktan kurtulmalıyız. Millî kültürümüzü ihmal etmemeli, geliştirmeliyiz. Her alana Türk kültürü ve zevkinin
damgasını vurmalı, taklitçiliği terk etmeliyiz.
Türkçe, bir bilim dili olacak güce sahiptir. Dilimize güvenelim.
Mimaride, sanat ve edebiyatta millîlik gerekir.
Millî olmadan evrensel olamazsınız.
Anadolu’da kentler, genişlemiş köylere benziyor. Kimliği ve kişiliği olan binalar ya Selçukludan
ya da Osmanlı’dan kalanlardır. Onlar da birkaç
cami ve kümbettir.
Düşünüyorum da Çanakkale’yi, Milli Mücadele’yi anlatan roman sayısı, yirmiyi geçmez.
Tarihimizde hiç ele alınmamış, şiiri ve romanı yazılmamış binlerce konu var. Kendini gösterecek
yiğitleri bekliyor.
Ey Türk! Tam bağımsız ve bu nedenle tüm
vatandaşların onurlu olduğu bir ülkede yaşamak
istemez misin? Eğer kararın bu ise:
Bu vatanın dağını, taşını, kurdunu, kuşunu,
denizini, ırmağını, tarihini ve insanını seveceksin.
Hastane kapısındaki insanın acısını yüreğinde hissedeceksin. Dertlilerin dert ortağı olacaksın. Mazlumların hakkını arayacaksın. Kimsesizler kimsesi,
yoksulların umudu olacaksın. Gözyaşlarını dindireceksin.
Gece-gündüz çalışacaksın, yorulacaksın, terleyeceksin. Kendi işin, kendi aşın için. Asalak ve
mirasyedi olmayacaksın. Gâvura el açmayacaksın.
Zalim karşısında eğilmeyeceksin. Hak-hukuk gözetecek, Türk’ün hakkını kimselere yedirmeyeceksin. Bunun için de fikren, bedenen güçlü olacaksın.
Bir şey üretmiyorsan; bir güzellik, bir fikir, bir
nesne, bir mal, sen neye yarasın? Ne için varsın?
Yeteneğin var ise Arda ve Tuncay gibi futbolcu olabilirsin. Bu da bir tercihtir. Mimar, sosyal
bilimci, hukukçu da… Gönlünden hangi meslek
geçerse geçsin hiç birine çalışmadan, yorulmadan
ulaşamayacağını bilmelisin.
Yine bilmelisin ki bu toplum içinde doğdun,
büyüdün, kimlik ve kişilik sahibi oldun. Bu toplum sana dilini, kimliğini, mutluluğu verdi. Aile
verdi. Ona borçlusun. Türk milleti ve devletine
borçlusun arkadaş. Sana bir vatan ve devlet bırakan şehit ve gazilere borçlusun arkadaş? Borcunu
ne zaman ve nasıl ödeyeceğini düşünmez misin?
Vatanını seversin, biliyorum ama vatan nasıl
sevilir onu bilmiyorsun. Magandalık yapıyorsun,
millî değerleri yaşamıyorsun. Tarihini bilmiyorsun. Tarihini bilmeyen düşmanını tanır mı?
Elbette ki mevcut sorunların sorumlusu gençler değildir ama bu sorunları çözme azim ve kararlığını göstermezler ise sorumlu olacaklardır.
Bu nedenle, merak edecekler, araştıracaklar, okuyacaklar ve öğrenecekler. Sonra sıra yapmaya ve
üretmeye gelecek. “Şu iş ülkem için yararlı, şu
da zararlı” diyebileceği bir bilgi birikimi ve bilinç
seviyesi kazanamamış bir insan, ülkesine hizmet
edebilir mi?
Sevgili gençler!
Yaz tatiliyle gelen imkânları
değerlendirmek hakkınızdır. Tatilinizi bir deniz kıyısında geçirebileceğiniz gibi, tarihimizin
derinliklerine dalıp Orta Asya
steplerinde, Conkbayırı’nda, Sakarya boylarında da geçirebilir,
hatta şehit atalarınızla o kutlu
yerlerde sohbet bile edebilirsiniz.
Bu mümkün mü? Elbette mümkündür. Atsız’ın “Bozkurtlar”, Turgut
Özakman’ın “Diriliş” ve “Şu Çılgın Türkler” adlı kitaplarını okuyarak ben bunu başardım. Siz de
başarabilirsiniz.
İnceleme
5
6
İnceleme
KÜLTÜRÜMÜZDE
ATAL A R A S AY GI
Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi - El. Mek.: [email protected]
İ
slâm öncesi Türk kültürü ve
töreleri içinde ata, baba,
ecdat (cetler)… sevgi ve
saygısı önemli bir yer alır. Bu
gelenek atalarımız Müslüman
adını aldıktan sonra da devam
etmiştir. Dinler tarihi ve Türk
kültür tarihi ile ilgili eserlerde
Türklerin atalarına karşı saygı
duymayla ilgili uygulamalarına “atalar kültü” adı verilmiş.
“Kült” kelimesi tapınma, ayin,
ibadet… anlamlarına gelmekle
birlikte bizim kültür tarihimizde
saygı ve atalarla ilgili yapılan eylem
ve törenleri ifade etmektedir.
Dinler tarihçilerimizden Prof. Dr.
Günay Tümer bu kültür unsurunun, insanların soyundan geldiği kimselere karşı doğuştan
(fıtrî) ve doğal (tabiî) olarak duyduğu saygı ve sevgiden kaynaklandığını, İslâmî dönemden önce de
var olan, sonra da devam eden hasletlerden (huylardan) biri olduğunu ifade eder (Bkz. TDVİA, IV,
42-43). Biz Türkler, büyüklerimize karşı sağ iken
saygı gösterdiğimiz gibi öldükleri zaman da onları
hayırla anarız. Bütün Türk tarihi boyunca milletimiz
atalarına karşı saygı göstermiş, onların ruhları için
kurbanlar kesmiş, atalarının deneyimlerinden sonra
vardıkları sonuçların özlü söz haline getirilişine atasözü demiş ve kulaklarımıza küpe yapmışız. Gene
aynı saygı anlayışından dolayı ölen büyüklerimizi
dualarla defnetmişiz, mezar ve türbeler yaptırarak
unutulmalarını engellemiş, onları ata yadigârı olarak
korumuş ve sık sık ziyaret ederek de yeni kuşaklara
hatırlatmışızdır. Atalarımızın mezar ve türbeleri atalarımıza karşı bir vefa (bağlılık) belgeleridir. Bunlar
yeni kuşaklarımızı tarihimize bağlayan, millî duygularımızı ve vatanı sahiplenmemizi sağlayan, kültür
tarihimize ışık tutan abidelerimizdir (Bu konu için
bak. A.V. Ecer, “Mezarlarımız Tarihimizdir”, Kayseri Türk Ocağı Dergisi, Ekim 2006, Sayı 70).
Bu sebeple olmalı ki ölüm yıldönümlerinde, dinî
bayram ve kutsal günlerde (kandillerde) atalarımızı ziyaret ediyor ve onlar için hem dualar, hem de
hayırlar yapıyor, yemekler yediriyor ve bu geleneğin
devamını diliyoruz.
Atalarımıza ait eşyaların hatıra
olarak saklanması, doğan çocuklara
atalardan birinin adının konması
geleneği de aynı anlayıştan gelmektedir. Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu bir eserinde (Bk. Türk
Millî Kültürü, Ankara 1977,
255-258) eski Türklerin ölülerini
silahları, kıymetli eşyaları, teçhizatları, hanımlarının cenazeleri
ise takıları ile gömüldüğünü ve
bunların ahirette rahat edecekleri
düşüncesine sahip olduklarını yazar. Su anlayış atalara saygıyı gösterir.
Hun hükümdar ailesinin mezarlarının
Bizanslı bir Piskopos tarafından açılması,
Attilâ’nın İkinci Balkan Savaşını açmasoyulması Attilâ
sına sebep olmuştur (Bkz. Kafesoğlu, 256).
Ata kelimesi tarihimizde toplumda saygı kazanmış kimselere unvan olarak verilmiştir, Korkut Ata,
Zengi Ata, Sahip Ata… gibi Cumhuriyet döneminde de aynı geleneğin devamı olarak Mustafa Kemal
Paşa’ya Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Atatürk unvanı verilmiştir.
İslâm Ansiklopedisinde “Ata” maddesini yazan M. Fuad Köprülü ata kelimesinin “halk arasında büyük bir hürmet, hattâ kutsiyet kazanmış halk
bilginleri, şairleri ve hekimlerine) unvan (Bk. İA,
II, 711-718) olarak verildiğini yazar. Gene Köprülü
Yesevîlikte de büyük saygıdeğer şeyhlere ata lakabının verildiğini anlatır.
Atalara saygı insanları tarihini öğrenmeye yönlendirir, özellikle yeni kuşakların kendilerine güvenlerini artırmayı sağlar. Atalarımızın hataları olabilir,
ancak onların hangi psikoloji, hangi şartlar altında
olduğunu incelersek doğruya ulaşırız. Onların yanılgı ve başarılarından ibret alarak onlardan daha
insancıl, sevecen, çalışkan, ahlâklı, yiğit… olmanın
yollarını araştırmalıyız. Ata yadigârı eserleri, güzel
gelenekleri, abideleri… korumalıyız. Atalarımızın,
büyüklerimizin deneyimlerinden yararlanmalı, atalarımızın bizlere emanet ettiği yurdumuzu, bayrağımızı, kültürel zenginliklerimizi korumalıyız.
CUMHURİYET
TRAVMA MI?...
Osman KARABABA
C
umhuriyet nimetleriyle en yüksek
mevkie gelirler, kuyrukları kapıya sıkışınca da “Cumhuriyet devrimleri toplum üzerinde travma yaratmıştır. Bir
gecede kıyafetlerini, dillerini değiştirmeleri
istenmiştir. Dini yaşama biçimleri ortadan
kaldırılmıştır “ diyerek ABD’den himmet dilenirler…
Bu sözler o travmanın bir tezahürü…
“Cumhuriyetin doğuşu”, “onlar”a travma
yaratmıştır.
İşte kara taassubun karnındaki üzüm aşı...
“Bir gecede yaşananlar travmadır” diyen bu zevatların nedir asıl telaşı?
Bilir misiniz onlar neyin hesabında?
* *
Peygamber Efendimiz(a.s.a)’in dünyaya
teşrifiyle Kisra Sarayı da travma geçirmişti.
Yıkıldı!
Ardından Mecusilerin bin yıllık ateşi de
travma yaşadı.
Söndü!
Ebu Cehil de o travmadan nasibini aldı.
Kendi gitti, putları kaldı.
Yalan mı?
“Kutlu doğum”, Müslümanlar için travma
olarak nitelendirilebilir mi?
Asla! Bunu ancak insanlığını yitirmiş olanlar söyleyebilir.
Öyleyse “İnsanlığa gelen müjde” travma
mıdır? Bu nasıl olur?
Türk’ü; kula kulluktan, esirine köle olmaktan, ABD-İngiliz mandacılığından kurtaran
“Cumhuriyet”, Türk için travma mıdır?
“İslamiyet’in doğuşu” kime travma yaratmıştır sizce? İslam olanlara mı gayri Müslim’e
mi? Kime? Söylesene!
Hürriyeti olmayanın dini olur mu?
“Türkiye Cumhuriyeti” kimlere travma yaratmıştır öyleyse?
İslamiyet kime travma yaratmışsa onlara!
Yani yobazlığa, hurafeye, kara taassuba…
*
“Travma” var, beşer onunla destanlaşır, ‘insan’ onunla kutsallaşır.
“Travma” var, insanın içinde 85 yıl, 1385 yıl
yaşattığı ihanetin, kinin, nankörlüğün sebebidir.
Bu söylemler, 85 yıldır Cumhuriyeti hazmedemeyenlerin kuyruk acısı…
* *
“Travma:1. Sarsıntı 2. Bir doku veya organın
yapısını veya biçimini bozan ve dıştan mekanik
bir tepki sonucu oluşan yerel yara.”
O halde “Cumhuriyet”; kimlerin dokusunu
bozar, “sosyal demokrasi” kimlerin işine gelmez?
Seksen beş yıllık travmadan söz etmek ancak o zihniyetin itirafı olabilirdi..
Aydınlığı istemeyenlerin.. İnsanca yaşamayı hazmedemeyenlerin… Karanlıktan medet
uman, dumandan hayat bulan yarasa düşüncelerin… Bir tarikat şeyhinin abdest suyunu
içenlerin, içirenlerin… Din ile Allah ile aldatanların… Takiyeli takkelerin… Şeytan evliyalarının…
Asıl travma yaşayan işte o zihniyet…
* *
O zihniyet değil mi “Atatürk’ü sevmiyorum,
Humeyni’yi seviyorum. Atatürk olmasaydı, İngilizler olsaydı, haklarım daha geniş olacaktı.”
diyerek tarihi katleden, nankörlüğün, ihanetin,
mandacılığın sembolü?
İşte bunlar kula kulluk edenlerin “eşref-i
mahluk” yerine konmasıyla doğan sıkıntıların
dışa vurumudur ne yazık ki…
Kölelik zihniyetinin, cumhuriyet ışığıyla su
yüzüne çıkmış fosilleri bunlar…
Yarasa düşünceler ışıktan niye rahatsızlık
duyarlar, gözleri olmadığı için değil mi? Beyinsizler cumhuriyeti anlayamazlar bu yüzden…
Din düşmanları, cumhuriyet düşmanları…
İşte o zihniyet…
İnceleme
7
8
Röportaj
Ziraat Yüksek Mühendisi
Ali Şükrü TUNCEL
İle Söyleşi
Röportaj: Hakan BOZDOĞAN
İ
nsanlık tarihinin en eski konularından
olan insanların en temel gereksinimlerinin karşılandığı tarım son yıllarda tehlike
çanları çalmaya başlamıştır. Tarımsal hayatın şekillendiği topraklar gerek bilinçsiz kullanılması,
gerekse de aşırı talepten kaynaklanan tahribata
maruz kalmaktadır. Bu maksatla hayatı toprak ve
tarım alanlarındaki sorunlarla geçen Ziraat Yüksek Mühendisi Ali Şükrü TUNCEL ile bu röportajı
yapmaya karar verdik.
Sayın Tunçel, kendinizi tanıtır mısınız?
Bolu ili Mudurnu İlçesi Esenkaya Köyü’ndenim.
İlkokulu Mudurnu ilçesinde, orta ve liseyi Adapazarı İmam Hatip Lisesi’nde, üniversite ve yüksek
lisans eğitimimi de Erzurum Atatürk Üniversitesi
Ziraat Fakültesi’nde 1978 yılında tamamladım.
1979–1992 yılları arasında bir Devlet Kamu İktisadi Teşebbüsü olan Türkiye Şeker Fabrikaları’nda
tarım teknik personeli olarak on üç yıl çalıştıktan
sonra, 1992 yılında o zamanki yönetim kurulu
başkanı olan Sayın Rıza Kozanoğlu’nun daveti
üzerine Kayseri Şeker Şirketi’ne geldim. Sarıoğlan ilçemizde Pancar Bölge Teşkilatı’nı kurdum
ve görevlendiğim bölgede 16000 ton plan pancar
rekoltesini Boğazlıyan Bölge Müdürlüğü’ne tayinim nedeniyle ayrıldığım 2001 yılına kadar 80000
ton’a çıkarmıştım. Boğazlıyan’da iki yıl görev yaptıktan sonra Kayseri Şeker Ziraat Müdürlüğü’ne
getirildim. 2005 yılında Kayseri Şeker’den ayrıldığımda ziraattan sorumlu genel müdür yardımcılığı görevini yürütmekteydim. Halen enerji tarımı
anlamına gelen aspir ve kanola gibi yağ bitkileri
tarımı ve milli bir yakıt olan biyodizel üretimini
hedefleyen bir şirketin tarım koordinatörlüğünü
yürütmekteyim.
İnsan hayatının şekillendiği canlı doku
olan toprak sizce nedir?
Toprak, ana kayanın gerek ısı farklılıkları etkisiyle, gerekse yağmur ve kar gibi yağışlar sonucunda parçalanması sonucu oluşmaktadır. Organik
maddece zengin olup tarımsal faaliyette en büyük
işleve sahip olan bölümü, toprağın yüzeyden tabana devam eden 5 cm.lik bölümüdür. Toprak,
Âşık Veysel’in sadık yâri olduğu gibi kıvamının
insandan insana farklılıklar gösterdiğine inanılan
yaradılışımızın da kaynağıdır aynı zamanda.
Tarımsal hayatın ana kaynağı olan toprakların Türk tarımındaki yeri ve önemi nedir?
Ülkemiz topraklarının tınlı ya da tınlı kumlu
yapıya sahip olan % 36’sında tarımsal üretim yapılabilmekte, % 28’i çayır ve mera, % 30’u ise fundalık, maki ve ormanla kaplı bir yapıdadır. Ekilebilir
arazinin ise ancak % 11’i sulanabilmektedir. Genellikle kalker kayalardan ve kalsiyum karbonat
kayaların parçalanması sonucu oluşan topraklarımızda kireç miktarı yüksektir. Nüfusumuzun % 65
civarı tarımla uğraşmakta ancak kişi başına düşen
tarım arazisinin 10 dekar civarında olması, tarımsal altyapı yatırımlarında büyük maliyetleri gerektirdiğinden, tarımsal sanayiden istediğimiz getiriyi
ne yazık ki sağlayamamaktayız.
Tarımsal ürünlerin beslenme ihtiyaçlarını
karşılamada yeterlilik düzeyi ne durumdadır?
Tarım arazilerimiz ve iklimimiz, birçok ürünün üretimine fırsat verdiği halde toprak ve tarım
reformundaki gecikmeler, ülkemize ağır bir maliyet getirmektedir. Artan dünya nüfusu, insanlığı
gıda savaşlarına doğru götürmektedir. Dünyamızın bir bölümü açlık ve yetersiz beslenme ile karşı
karşıya kalmışken, bir diğer kısmı ise güvenli gıda
üretimi gibi konulara yönelmiş durumdadır. Dünya gıda pazarlarında satışa çıkan tarım ürünlerinde günümüzde “organik tarım” ya da “globalgap
(iyi tarım) belgeleri aranmaktadır. Tarım ürünlerimizde ise organik ya da iyi tarım belgeleri henüz
yeterince yaygınlaşamamıştır. Bu konularda yeter-
li ve ciddi adımlar atıldığı takdirde gıda maddeleri
ihracatımız, her yıl oluşan bütçe açıklarını fazlasıyla kapatabilecek miktarlara ulaşabilir. Bunun için
gereken reformlar yapılarak tarımsal üretim ve
pazarlamada planlama dönemine girilmelidir. Ancak; üretim ve pazar planlaması yapmadan önce,
tarım ve toprak reformunun gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Tarımsal üretim kapasitesinin arttırılması
için ne gibi önlemler alınmalıdır?
Tarımsal üretimimizde maliyetlerin düşürülerek kalitenin artırılması için yapılması gereken
reformların bir an önce gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bunları mutlak gereklilik sırasına göre
sıralamamız gerekirse;
1. Gerekli yasal düzenlemeler yapılarak topraklarımızdaki çok parçalı yapıdan bir an önce vaz
geçilerek, bir an önce toplulaştırmaya geçilmelidir. Örneğin toplam olarak 80 dönüm tarlası olan
bir çiftçinin tarlaları 8 veya 10 parça yerine 2 veya
3 parça olması halinde üretim maliyetleri düşecek
ve tarımsal alt yapı yatırımları da mümkün olabilecektir. Toplulaştırma yapılırken, istenmeyen eğimler, teraslama ile düzeltilebilecek, suyun daha iyi
kullanımı için yağmurlama ve damla sulama metotlarına yönelik alt yapı yatırımları da gerçekleştirilebilecektir. Toplulaştırma ile birlikte yapılacak
olan toprak ıslahının milli ekonomiye olan yükü,
artan verim artışının getireceği kazanç ile kısa sürede geri kazanılmış olacaktır. Yapılacak olan toprak ıslahı ve toplulaştırmanın korunabilmesi için,
miras hukuku gözden geçirilerek, birleştirilmiş
olan parselleri yeniden bölüşüme uğramaması
için gerekli yasal tedbirler alınmalıdır.
2. Köy, kasaba ve ilçelerden başlanarak bölgeler bazında üretim planlamasına gidilmelidir.
Bu planlamada bölge, ülke ve uluslararası pazar
araştırmaları yapılarak en ekonomik ekim nöbeti
oluşturulmalı, gereksiz üretim fazlalıkları ile ekonomik kayıpların önüne geçilerek aynı zamanda
da ekim nöbeti ile bu toprakların korunarak çok
daha uzun yıllar yüksek kazançlı bir tarımsal üretime imkân vermesi sağlanmalıdır. Pazar ve üretim planlamasının yapılamaması sonucunda, bazı
ürünler bazı yıllarda arz düşüklüğü sonucu çok
yüksek fiyatlara satıldığından tüketicinin alım
gücü yetersiz kalmakta, bazı yıllarda ise arz fazlalığı sonucu maliyetinin de altında çok düşük fiyatlara satıldığından üreticiler ürünlerini tarlada terk
etmektedirler. Pazar ve üretim planlamasına ek
olarak üretici birlikleri yaygınlaştırılmalı ve dev-
let tarafından her türlü denetimin yapılabileceği
yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Özellikle üretici
kooperatif ve birliklerin iştiraki olan şirketlerde
yöneticilerin suç işlemeleri halinde, kooperatiflerde olduğu gibi memurin muhakemata göre yargılanabilmelidirler.
3. Toplulaştırma ve toprak ıslahı yapılan köy
ve kasabalardaki çiftçiler, kredi ve muafiyetlerle
desteklenmelidir. Bu desteklerle ilgili düzenlemeler yapılırken tembelliğe değil ürüne, hatta kaliteye ve yüksek verime destek verilmelidir. İktisaden
gelişmiş ülkelerde 100 birim tarımsal ürüne 25 ila
35 birim destek verilirken ülkemizde bu oran ne
yazık ki sıfıra yakın bir noktadadır. Türk çiftçisi, bu
oranlarda destek gören AB ve Amerika kıta ülkeleri karşısında haksız bir rekabetle karşı karşıyadır.
Bu ülkeler tarımsal üretime verdikleri destekleri
farklı girdilerde, farklı miktarda uyguladıklarından hem üretimleri artmakta hem de maliyetleri
düşmektedir. Doğrudan ürüne destek yapmayıp
girdilere destek verdiklerinden % 30 civarındaki
destek göze görünmemektedir. Hâlbuki AB üyeliğine giriş ön şartı olarak da bizden tarımsal destekleri kaldırmamızı istemektedirler.
Türk tarımını ve çiftçisini bekleyen tehlikeler nelerdir?
Yüzyıllardır vatan edindiğimiz bu topraklarda
yaşamak için ağır bedeller ödemekteyiz, yüzyıllardır şehit verdik, hala da vermekteyiz. Emperyalist
güçlerin bu topraklarda yaşamamıza asla tahammülleri yoktur. Savaşlarla yapamadıklarını barış
ortamında yapmanın çabası içindedirler. Bizi bu
topraklarda mankurtlaştırmaktan öte, Asya bozkırlarına sürmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Bu
güçler, satın almış oldukları bankalar vasıtasıyla
özellikle tarım kesimimize tarla ipotekleri karşılığı süslü kredi kampanyaları düzenlemekte, ödeme güçlüğüne düşen büyük miktarda çiftçimizin
tarlasına ipotek koyarak sahiplenmeye çalışmaktadırlar. Bu oyunların bozulabilmesi için yukarda
iki madde halinde özetlediğimiz önlemlerin bir an
önce alınması gerekmektedir. Tarımı güçlü, çiftçisi zengin olan ülkenin tüm sektörleri zengin olur.
Çünkü tarım, iktisaden gelişmiş ülkelerde olduğu
gibi, tüm sektörlerin motorudur.
Değerli görüşlerinden dolayı Sayın
TUNCEL’e Bilgiyurdu Derneği olarak teşekkür ediyoruz. Umarız tarım konusunda okuyucularımızın daha duyarlı olmalarına vesile
oluruz.
Röportaj
9
10
İnceleme
BİZİM GERÇEK
SORUNLARIMIZ…
Prof.Dr. Cihan DURA - www.cihandura.com
Sorunlar soyut hak ve özgürlüklerle en azından yan yana
tartışılmalı, arka plana atılmamalı, üzerine şal örtülmemelidir.
Temel sorunlar çok iyi öğrenilmeli, onların çözümünde sağladığı
başarıya göre siyasi parti tutulmalı, seçimlerde oyunu ona göre
vermelidir.
T
ürkiye’de her akşam TV kanallarında,
gazetelerde, toplantılarda demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü, … tartışmalar yapılır. Bunlar güzel şeylerdir, yapılmalıdır; ancak yeterli değildir. Çünkü soyuttur, gerçekçi değildir,
bir de bir “öncelik hatâsı” ile maluldür. Neden? Çünkü
asıl sorunlar, hakikî sorunlar ikinci plana atılmaktadır;
başka bir deyişle üretim, istihdam, verimlilik, tüketim,
refah sorunları mı dediniz? Hak getire. Medyada yer
alan ekonomi programlarına bakıyorum; devlet televizyonu TRT dahil hemen hepsi, onlar da -başka bir
açıdan- aynı yolun yolcusu, realiteden uzaklar: Varsa
yoksa İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, Ulusal 100
Endeksi; varsa yoksa Dolar kuru, faiz haddi… Tarımın, sanayi üretiminin, verimliliğin, işçi ücretlerinin,
gelir bölüşümünün… adı bile anılmıyor. Oysa -dediğim gibi- asıl problemler başka, özellikle bizimki gibi
ülkelerde… Asıl sorun üretimdir, çalışmadır, verimliliktir, kaynakları adam gibi kullanmadır, kaynakları
artırma, hakça bölüşmedir.
Ben bu temel önceliği her düşündüğümde, bir
kanıt olarak aklıma hep “İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi” gelir. Kısaca açıklamam gerekiyor o zaman bu
teoriyi.
Abraham H. Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi
teorisi”ne göre, insan davranışlarını yönlendiren en
önemli etken, insan ihtiyaçlarıdır. İnsan ihtiyaçları üst
üste beş basamak halinde sıralanabilir. En aşağıdan
yukarıya doğru bir hiyerarşi söz konusudur. Bu, şu anlama gelmektedir: İnsanlar yüksek seviyeli ihtiyaçları
ortaya çıkmadan önce alt seviyede bulunan ihtiyaçlarını tatmin etmeye yönelir. İnsanın belli bir andaki
davranışını “motive” eden, güdüleyen ihtiyaç; o anda
duymakta olduğu, henüz tatmin edilmemiş olan ihti-
yaçtır. Bu ihtiyaç giderilmedikçe, üst düzeyde olana
ilgisiz kalır. Biraz kabaca ama, şu atasözümüz çok iyi
anlatıyor teorinin ana fikrini: Aç ayı oynamaz.
Maslow’a göre en alttan en yükseğe doğru beş
ihtiyaç seviyesi (basamağı) şunlardır:
- Fizyolojik ihtiyaçlar (Beslenme, giyim, dinlenme, barınma-konut, ,…)
- Güvenlik ihtiyacı (Fizikî güvenlik, gelecek garantisi, düzen ve istikrar, tasarruf, sağlık, sigorta, eğ
itim ve öğretim.,…)
- Sosyal ihtiyaçlar (Sevme-sevilme, arkadaşlık,
ilgi görme, bir gruba üyelik, bağlanma,…)
- Benliğe yönelik ihtiyaçlar (Kendi kendini sayma, başkaları tarafından sayılma, güçlülük, takdir görme, başarı, prestij, ün,…)
- Kendini gerçekleştirme ihtiyacı (Öz potansiyelini eyleme dönüştürme, yaratıcı gücünü ortaya koyma, büyük işler yapma).
Bu teoriden konumuz bakımından çıkarabileceğimiz önemli bir sonuç şudur:
İnsanın önce zorunlu ihtiyaçları ile güvenlik
ihtiyaçları tatmin edilmelidir. Her şeyden önce karnı
doyurulmalı, sırtı pek olmalı, güvenli bir yerde barınmalı, geleceğe güvenle bakmalıdır. Eğer insan açsa,
çıplaksa, barınacağı bir konutu yoksa; insan hakları,
özgürlükler, hele hele düşünce özgürlüğü lafta kalır.
Birey gerçek özgürlüğe, düşünce özgürlüğüne, haklarının bilincine üst basamaklara tırmandıkça, özellikle
son basamakta ulaşır. Aç ve çıplak olan, yurtsuz olan,
özgür olamaz; istediğin kadar düşünce özgürlüğü tanı,
düşünemez bile. Öyleyse insan haklarını, düşünme öz-
gürlüğünü, … tam olarak gerçekleştirmek için önce
insanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak, güvenliğini
sağlamak gerekir.
Peki bu berikiler, yani temel ihtiyaçlar nasıl karşılanacak? Tabiî önce gündeme getirilecekler, ön plana çıkarılacaklar; ardından, çözümleri için sürekli çaba
harcanacak! Aydınlar, bilim adamları, politikacılar
kürsülerde, mecliste, açık oturumlarda, üniversitelerde,… bunları tartışacaklar. Ne var ki böyle bir açılım,
AKP gibi hükümetlerin işine gelmez. Çünkü söz konusu değişiklik, sofraya halkın da oturtulmasını gerektirir
ki AKP’nin, destekçisi iç ve dış zengin kesimlerin işine
gelmez. Bundan dolayıdır ki ABD de, onun dümen suyunda olan Avrupa Birliği de, bu ikisinin yerli işbirlikçileri de, Atatürk’ün tanımıyla “dahilî bedhahlar”
da halkımızın gerçek sorunlarından hep uzak dururlar;
varsa yoksa özgürlükler, varsa yoksa insan hakları,
varsa yoksa düşünce özgürlüğü… İnsanları bu soyut
tartışmalarla avutur ve uyuturlar. Adı geçen odaklara
sormak lazım: Kardeşim insan gibi karnını doyurup
-onun bunun sadakasına muhtaç olmadan- iş sahibi
olmak, şerefiyle hayatını kazanmak da insan hakkı değil midir?
Peki nedir bizim gerçek sorunlarımız, tam olarak? Bizim gerçek sorunlarımız, “temel ekonomik
sorunlarımız”dır. Çünkü diğer sorunlarımızın çözümü; örneğin özgürlük, gerçek demokrasi, insan hakları,… çok büyük ölçüde bunların, temel sorunların
çözümüne bağlıdır. Kısaca açıklayayım öyleyse ne
olduklarını.
Her ekonominin bir “ana sorun”u vardır ki o
da şudur: İnsan ihtiyaçları sonsuz, kaynaklar ise kıttır.
Öyleyse kaynakları kullanırken, en rasyonel (akıllıca) kararları almak gerekir. Rasyonel karar ekonomik
kaynakların ihtiyaçlara tahsisi durumunda, mümkün
olan en yüksek tatmini (faydayı, kârı, geliri,…) sağlamamızı mümkün kılan, dolayısıyla herhangi bir israfa
meydan vermeyen karardır. Karar alacak olanlar bireyler, firma sahipleri, kurum yöneticileri, belediyeler,
âmirler, müdürler, rektörler, başbakan, bakanlardır.
Ana sorun üç ayrı şekilde karşımıza çıkar: Kaynakların tam kullanılması, kaynakların etkin kullanılması, kaynakların artırılması.
-Kaynaklar, yani üretim faktörleri (sermaye,
doğal kaynaklar, emek, teknoloji) ve diğer mallar tam
kullanılmalıdır. Başka bir deyişle mevcut kaynakların
tümünden yararlanılmalı, insanlar işsiz, diğer kaynaklar âtıl olmamalıdır. Bu soruna kaynakların tam kullanılması sorunu denir.
-Ana ilkenin bir gereği de “kaynakların etkin
kullanılması”dır. Buna kısaca etkinlik sorunu denir ki
anlamı şudur: Ekonomik özne kıt kaynaklarını mümkün olan en yüksek tatmini sağlayacak şekilde kullanmalıdır. Örneğin ülkenin kaynakları mümkün olan en
iyi amaçlara yönlendirilmeli, hiçbir şekilde israf edilmemelidir. En yararlı mallar üretilmelidir. Önemsiz
mallara kaynak ayrılmamalıdır. Kaynaklar dikkatle ve
en tasarruflu şekilde kullanılmalıdır. Üretim en uygun
tekniklerle gerçekleştirilmeli, o ülke insanları arasında
âdil bir şekilde paylaşılmalıdır; öyle ki bir tek bile aç,
çıplak, yurtsuz insan olmamalıdır.
-Ana ilkenin bir gereği de “kaynakların miktar
ve kalitesinin artırılması”dır. Buna da büyüme sorunu
denir. Büyüme bir ülkenin, elindeki kıt kaynak miktarını artırması, onların kalitesini iyileştirmesi, bu yoldan üretim kapasitesini artırması demektir.
Özetle söylemem gerekirse asıl sorunlarımız
şunlardır: İnsanına iş bulacaksın, kimsenin sadakasına
muhtaç etmeyeceksin. Kaynaklarını boş bırakmayacaksın, adam gibi kullanacaksın, israf etmeyeceksin.
Çalışıp, fedakârlık edip kaynaklarını artıracaksın.
Günümüzün hükümetleri bunlardan yalnızca
üçüncü sorunla ilgileniyor, diğerlerini, hele hele birincisini ihmal ediyorlar. Öyleyse bu sorunlar soyut hak
ve özgürlüklerle en azından yan yana tartışılmalı, arka
plana atılmamalı, üzerine şal örtülmemelidir. Temel
sorunlar çok iyi öğrenilmeli, onların çözümünde sağladığı başarıya göre siyasi parti tutulmalı, seçimlerde
oyunu ona göre vermelidir.
Bakın, Atatürk ne demiş: Bireyler düşünür olmadıkça, haklarını bilmedikçe, halk yığınları istenilen yöne, iyi ya da kötü yöne herkesçe sevk edilebilir.
Unutmayalım: insanları aç, çıplak, yurtsuz, sadakaya
muhtaç bırakıyorlar ki köle kalsınlar, düşünemesinler;
güdülsünler, istenilen yöne kolayca sevk edilsinler; özgürlük, hak, hukuk aramak nedir bilmesinler.
AKP’ye ve benzeri partilere son seçimde oy vermiş olanlar, yaptıkları tercihin muhasebesini bir de yukarda verdiğim ölçütleri kullanarak yapsınlar.
İnceleme
11
12
İnceleme
DİLİMİZİ BİZANS
TÜRKLERİ BOZUYOR
Mustafa YILDIRIM
Olan, beyindeki düşünce üretim merkezlerine olacak;
çünkü düşünce üretimi ve yaratıcılık, sular, seller gibi akan bir dil
gerektirir. O akıcılık olmazsa mağara devrine doğru yol alınırken
dilleri yetkinleşen toplumların dilsiz köleleri olunur.
M
ankenlerin ağzıyla televizyon dizilerinde başladı: İngilizce “incredible”
sözcüğünden çevirerek olur olmaz
yerde “inanılmaz” ya da “Ay inanmıyorum” dediler.
Bozulma yayıldıkça yayıldı. Anadilde ‘yardımcı fiil’
pek az kullanılırdı. Çoğunlukla yabancı dilden aktarılan fiillere “mek” ya da “mak” eklenemeyince “etmek” ve “yapmak” yardımcıları işe yarardı.
Kökü Türkçe olan fiillerin tümü binlerce yıldır
anadan öğrenilen dile uygun olarak çekim ekleriyle
yaşıyordu. Derken Türkçeyi bozmakta üstüne olmayan
Bizans İstanbul’u ağzıyla “telaş yapmak” dediler;
sonra daha da ileri gidip “panik oldum” ekleniverdi.
Ne ki, bozgunun en büyüğü kök fiillerin neredeyse tümüne “yapmak” fiilinin eklenmesiyle dilin ana
dizgesi (sistematiği), tümce yapısı kökten bozuldu.
Görüntülü yayınları bile kesintisiz bağırarak anlatan ayaktopu anlatıcısının “yitirmek” ya da “kaybetmek” fiillerini kısa görerek, hiçbir gerekçesi olmadan
“kayıp yapmak” demesiyle yeni bir kokuşturma dönemi başladı.
Gerisini yeni kuşak gazeteciler getirdiler. Haber
yazma kuralı olarak en anlaşılırı ve en yalınını yazmak
varken onlar uzattıkça uzatmayı büyük yazarlık sanmaya başladılar ve ne yazık ki kökten bozulma devlet
yazışmalarına, bilimsel yazılara sızdı.
me yaptı), korudu (koruma yaptı) yorumladı (yorum
yaptı), açıkladı (açıklama yaptı) yere indi (iniş yaptı),
niteledi (nitelemesini yaptı), etkilendi (maruz kaldı)
ve daha yüzlercesi.
Eylem amacını belirtirken bağlantı kuran güzelim “için” sözcüğü günlük sözlükten silindi. Yerine bir
başka dilden sözcük koysalar neyse; ama bir başka güzel “adına” sözcüğümüzü onun yerine kullanarak yozlaştırdılar. “İçin” de öldü; “adına” da. “Adına” sözcüğü bir kurum, bir öbek, bir tekil kişi yerine belirli bir
eylemde bulunurken kullanılırdı: Devlet adına gitmek,
Ayşe adına imzalamak, aile adına konuşmak vb.
Kim başlattı, ilk kez nerede kullanıldı anımsamıyorum; ama şu kısa saçmalık listesi yeterince can
yakıcı:
Yenmek için (yenmek adına), yapmak için
(yapmak adına), şarkı söylemek için (söylemek adına), gözünü çıkarmak için (gözünü çıkarmak adına),
dönmek için (dönüş yapmak adına), kazanmak için
(kazanmak adına)… sakatlanmak adına; göstermek adına; sevişmek adına…
Zırvalık
En yaygın kullanılan geçmiş zaman kipiyle vereceğimiz kısa liste yozlaşmanın, dili kökten bitirmenin boyutunu gösteriyor:
Gerekçe tümcelerinin başında yer alan “çünkü”
nün durumu daha da kötü. Yabancı, ses uyumsuz “zira”
sözcüğünü dilimize yeniden yapıştırdılar. Küçük çocuklar bile daha “çünkü’’yü öğrenemeden “zira” diyerek ilk adımlarını atar oldular.
Daldı (dalış yaptı), Türkiye’ye girdi (Türkiye’ye
giriş yaptı), döndü (dönüş yaptı ya da geri dönüş
yaptı), eleştirdi (eleştiri yaptı), geçti (geçiş yaptı),
vurguladı (vurgu yaptı), değerlendirdi (değerlendir-
Bu tür kullanımda yalnızca sözcük yer değiştiriyor; hiç olmazsa anlam aynı; ama şu “şans” zırvalığı
her türlü hoşgörü sınırını zorluyor. ‘Piyango’ ile dilimize yapışan ‘şans’ sözcüğü, iyi sonuçları anlatmakta
kullanılırdı. Her ne olduysa, ‘olasılık’ ya da ‘olanak’ ve
hatta ‘ihtimal’ , ‘imkân’ bile, bir yana atılarak gelenekselleşen kullanımın tam tersine ‘şans’ kötü durumları
da karşılar oluverdi:
Top kaybı yapma adına şansımız; sakatlanma
şansı; yaralanma şansı; başaramama şansımız; maçta
(karşılaşmada) yenilme şansımız; savaşta ölme şansımız…
Şu “lazım” sorunu
Arı Türkçeye karşı duranların bile diline yapışan
Türkçe sözcüklerin yerini yeniden Arapça, Farsça, Ermenice, Rumca sözcükler alıyor: “Sorun” ya da “konu”
gidiyor, yerlerine kendisi bir sorun olan “mesele” geliyor; olay, olgu uçup gidiyor ve “vakıa”, “vak’a” yerleşiyor. “Gerekli” sözcüğü birden buharlaşıyor, söylenişi
de Türkçeye o denli aykırı olan “lazım” diziden diziye
gezerken dillere yapışıyor. Sökebilene aşk olsun.
Kendilerini gerilemeye adayanlar, Cumhuriyet
devletinin yeminli düşmanları, Türkçeden kaçınmak
için ellerinden geleni yaparlardı. Bu tutum siyasal olduğundan anlaşılabilir; ama şu cumhuriyet savunucularının da sözünü ettiğimiz (ama bahis etmediğimiz)
yozlaştırmaya kapılıp gitmelerini nasıl açıklayacağız?
Dil korumacısına yakışmayacağını bile bile bu
davranışa “densizlik” demekten kendimi alamıyorum.
Bu arada “Türkçülüğü kimselere bırakmayanlara ne
demeli? Hem Türkleri kökenlerine inmeye çağırıyorlar hem de Arapçaya, Farsçaya gösterdikleri dostluğu,
korumacılığı, kendi anadil köklerinden türemiş ya da
dili geliştirmek için anadil kurallarına uygun olarak türetilmiş sözcüklere “uydurma” diyerek aşağılamadan
edemiyorlar.
Hem Arapça-Farsça-Ermenice-Rumca karmaşası Kürtçeye karşı çıkıyorlar; hem de Kürtçe karmaşasından daha beter olan “Arapça-Farsça-ErmeniceRumca” karmaşası olan Osmanlıcayı canlandırmaya
çalışıyorlar. Oysa Osmanlıcadaki Türkçe sözcük oranı
Kürtçeden yalnızca yüzde iki-üç daha azdır.
Dilin korunmasını ve geliştirilmesini ana dava
edinen gazete yazarları da bu yolun yolcusu oldular.
Dilin en önemli korumacıları olan gazeteler, dergiler
bugün dili bozmayı iş edinmiş gibiler.
Türkçenin zenginleşmesine, güçlenmesine katkıda bulunan, doğru kullanıma özen gösteren yayıncılar, bırakınız kitap dosyası değerlendirmelerinde Türkçe kullanımını birinci koşul olarak öne sürmelerini,
yayın tanıtımlarında yoz kullanıma sapıyorlar.
Yaşam öykülerini okuduğumuz çok ünlü usta
yazarların, örneğin Rifat Ilgaz’ın gazetelerde düzeltmen (çok eskilerde ‘mürettiplik’) olarak çalıştığını
okudukça şaşardık. Onca değerli yapıtları ortaya koyan
bu kişilerin daha iyi işleri olsaydı, derdik. Oysa şimdilerde gazetelerde öyle haberler, öyle yazılar okuyoruz
ki dili-anlatımı düzeltmek için değil de bozmak için
uğraşmışlar gibi.
‘Yeni çıkanlar’ raflarına her gün ortalama elli
kitap konuluyor. Bu kitapların çoğundaki Türkçe düşmanlığından söz etmek bile yersiz. Aslına bakarsanız
günümüzde yayınlanan kitapların dilini-anlatımını düzeltecek yetkinlikte dil-yazın emekçisi bulmak da çok
güçleşti.
Bu arada bazı iyi niyetli gençler anadili korumak
için girişimlerde bulunuyorlar; ancak yabancı sözcük
karşıtlığı deyince İngilizce sözcüklerle uğraşıyorlar.
Dilimizi yüzyıllarca tutsak alan yabancı sözlüklerden
kurtarma ve ölüp gitmekte olan Türkçeyi canlandırmak için uğraşan yazarların ve eğitimcilerin yarım yüz
yıllık kazanımlarını bir anda yıkıyorlar.
Yakında bu dertlerden kurtulacağız, Osmanlıcaİngilizce karmaşasında ne dil bozukluğunu, ne de anlatım saçmalığını denetlemek gerekecek; çünkü adı üstünde ‘karmaşa’ ve karmaşanın düzeni olmadığından
bozulacak bir yeri de yoktur.
Olan beyindeki düşünce üretim merkezlerine
olacak; çünkü düşünce üretimi ve yaratıcılık, sular,
seller gibi akan bir dil gerektirir. O akıcılık olmazsa
mağara devrine doğru yol alınırken dilleri yetkinleşen
toplumların dilsiz köleleri olunur.
İşin aslı; özellikle dil dernekleri bozulmaya karşı günlük sert eleştiriler yöneltmedikçe kimsenin de
uyanacağı yok!
Ne var ki, iş bununla kalmıyor. Lise öğrencisi
kızım birkaç yıl önce diyordu ki: “Edebiyat öğretmenimizin sözlerini anlayamıyoruz; çünkü Türkçe konuşmuyor!” Zeynep şimdi o öğretmeni gibi “zikretmek”,
“zira”, muhtemelen” demekle kalmıyor; “hakketen”
diyerek dilini “gerçekten” unutuyor.
Not: Hakkını yememeli; Türkiye Radyoları ve
daha sonraları TRT Türkçeyi doğru kullanma ordusunun başkumandanıydı. Son yirmi yıldır da Türkçe karşıtı saldırının başkumandanı oldu. 16.6.2008
*Mustafa Yıldırım, Ulus Dağı’na Düşen Ateş
(Samim Kocagöz 2002 Edebiyat Ödülü), 58 Gün Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına, Sivil
Örümceğin Ağında, Meczup Yaratmak, Azerbaycan’da
Proje Demokratiya, Yü-rekler Kör (şiir) kitaplarının
yazarıdır.
İnceleme
13
14
Gençliğe Notlar: 4
İnceleme
HUKUK DEVLETİ
ve POLİTİK CİDDİYET
Mustafa Aykut AKŞİT
P
olitikacılar toplumu idare edebilmek
için seçtikleri kolaycı yolda yürümeye devam ediyorlar. Birbirlerinden hiç
farkları olmadığı halde her biri kendini ötekinden
farklıymış gibi göstermek için ülke sorunlarının
en alt sıralarında yer alan konuları gündeme taşıyarak insanların dikkatlerini ana sorunlardan
uzaklaştırma gibi yararsız çabaların peşine çekiyorlar. Sorunlar bütün tehlikesi ile ortada dururken onlar milleti avutmak, daha acısı da kendilerini ciddi bir iş yapan adamlar olarak göstermek
gibi bir tavra kapılmış gidiyorlar. Ego-manyaklığın
en üst düzeylerinde geziniyorlar.
Dış politikada atılan adımlar ham meyvelerini vermeye başladı. İçerden ve dışardan beslenen
terör olgusunu çözmek için attıkları adımlar terörü daha da azdırıyor ama onlar birbirlerinin açığını yakalayıp, bu açığı günlük politika malzemesi
yapma oyununa o kadar kapılmışlar ki gelişmeleri
izlemek ve hızla tedbir almak gerekliliğini unutuyorlar. Devlet idaresi bürokratlara, çene yarışı onlara kalmış durumda. Toplum, her gün televizyon
kanallarına çıkarak adeta birbirleriyle dır dır yarışı
yapan liderler komedyası görmeye alıştı.
Öncelikle konu, Ergenekon hikâyesi oldu. Ardından türban konusu geldi. Türban dini inançlarının emri olan örtünmeyi isteyenlerin derdidir.
Başörtüsünü siyasi bir simge ve bölücü bir amaç
için kullananlar ise iç güvenlik kuvvetlerinin, savcıların ve adalet organlarının derdi olmalıdır.
Laiklik; dinsel ilkeleri öne sürerek diğer dinlere inanan vatandaşların ve din özgürlüğünün
korunması için bir mekanizmadır. Dini inançların
sömürülüyor olması, haklarını korumayı bilmeyen bir zümrenin eylemidir. Dini inançların başka
din mensuplarının üzerinde baskı unsuru olarak
kullanılması yasalar karşısında suçtur. Onu da engellemek gene savcılarının ve hükümetlerin görevidir. Bu suçu işleyenler iktidar partisi mensupları
dahi olsa, kurallar değişmez ve yasaların gereği
yapılır.
Ülkemizin siyasileri öteden
beri, sürekli olarak askeri
darbe korkusu yaşarlar. Hepsinin bilinçaltına işlemiştir bu
duygu. Ancak hiç bir zaman
da kendi eylem ve söylemlerine kulak verip “ben ne dedim”
diye sormazlar. Ağızlarından
çıkanı kulağı duymayan bu
cahil politikacı güruhu ülkeyi
meçhule doğru sürüklemekte
olduklarını, tanklar sokaklara çıktığında bile anlamazlar.
Yalnız kendilerinin “doğru işler yaptığına” iman ettiklerinden anlayamazlar, “mağdur
edebiyatı” üretmeye başlarlar.
Ülkemiz siyasi tarihinde gerçekte mağdur olmayan, ama
“mağdur” rolünü başarı ile
oynamış siyasi sayısı bir düzineye yakındır.
15
Ne siyasi partiler ne de milletvekilleri, en son
seçim dahil olmak üzere hiçbir seçimde millete
şöyle bir söz söylemediler: “Milletvekili olursak –
iktidara gelirsek- her gün laf dalaşı yapıp, geziler
düzenleyip, meclis lokantasından üç beş lira vererek aşiretin karnını doyurmak, eş dost ağırlamak,
seçim bölgelerimizdeki toplantılarda aklımızın
erdiği, ermediği her türlü konuda nutuk atmaktan vakit kalırsa sizlerin temel sorunlarıyla ilgilenmeye söz veriyoruz.” Rakı niyetine içtikleri yemin
metninde de böyle laflar bulunmamaktadır. Halk
artık bu tip politikacılardan usandı, bıktı. Derdimiz onların derdi değil galiba. Oysa milletin derdi
geçim derdi. Bunu anlamak o kadar mı zor ki, cebinde yüz lirası olmayan insanlara 10 bin dolarlardan bahsediyorsunuz?
Acaba sizin baş derdiniz, toplumu bu yöntem
ile uyutmak mı?
İngiliz orijinli liberaller ile USA orijinli yeni muhafazakâr demokratların Türk Silahlı
Kuvvetleri’ne saldırı üstüne saldırı yapmalarından
ve yazılı tuzak kurmalarından bıktık usandık. Onlar saldırma amaçlı fikir hürriyetlerini kullanıyorlar ise biz de TSK’yı her halükarda savunma gerektiği inancıyla savunuyoruz, savunmaya da devam
edeceğiz. Türk subaylarını muz cumhuriyetlerinin
subayları ile karıştıran liboş aydınlara bir tek sorumuz var: Sizler askerlik yaptınız mı? Hangi gazinoda?
İçinde bulunduğumuz yıla kadar 58, 59, 60
sıra numaralı üç hükümet kuran muhafazakar liberal demokratların – demokratlıkları şüpheli –
anladıkları ve izledikleri ekonomik çizgilerin kalın
ve yalın görüntüsü şöyle görünüyor:
Seçim başarısının arkasındaki gizli destek
olan tarikat sermayesini, yastık altı edilmiş ve yıllarca biriktirilmiş olan sermayeyi piyasaya sürerek
göreceli bir rahatlama yarattılar. Enflasyon rakamları böylece aşağılara çekildi. Adına sıkı para
politikaları dedikleri işçi ve memurların maaşlarına zam yapmama, esnafların vergilendirilmesini
maksimuma dayama ve tahsili yoluna gitme gibi
yöntemlerle nakit para topladılar. Çarklar iki yıl
bu yöntemlerle döndürüldü. Bir süre sonra dış
borçlanma yolları kullanıldı. 202 milyar dolarla
aldıkları borç stoğunu 450 milyar dolara çıkardılar. Yabancı sermayeyi (yatırım amacı ile büyük
tavizler ve faizler vererek) çağırdılar; ama yabancılar yatırım yapmak yerine borsaya girerek % 33
oranında kar sağlayıp “paşalar” gibi ülkelerine
transfer ettiler. Ülkenin kâr eden etmeyen, stratejik maden yerlerini ve fabrikalar da dâhil olmak
üzere her şeyi sattılar. Resmi rakamlara göre 100
milyar dolar dış kaynak, 38 milyar dolar özelleştirme geliri elde edilmiş durumda. Aradan geçen
altı yıl içinde 370 milyar dolar sıcak paradan bahseden hükümetlerin şu ana kadar istihdam yaratan yatırımı olmamıştır. Çok büyük bir bölümü
hizmetler sektörüne harcanmış olan bu paraların
kalkınma görüntüsünü belediyelerin hizmetleri
ile sağlamayı yeğledikleri anlaşılmaktadır. Vergileri artırıp tahsilâtını sağlamak, dış borçlar almak,
devlet mallarını satarak para kaynağı yaratmak ana
politikaları oldu.
Elde edilen gelirlerin nerelere harcandığı açık
şekilde belli olmamakla beraber, üç aşağı beş yukarı, yapılan işler şöyle: Büyük metropolleri süslemek, göze hoş gelen inşaat işlerine ve yol kaldırım
yapımlarına ağırlık vermek, demiryolu onarımlarına para harcamak… Yapılmış olanları beğenmeyip
yıkmak ve yerine şehrin bir başka bölgesine yenisi yapmak… Bilerek kaynak israfı anlamına gelen
ancak geri kalmış ülkelerde görülen bu ekonomi
anlayışı da 2008 yılında tıkandı.
Moda sloganlarla ifade edilen “YIK- YAP” lara
İnceleme
301. maddenin temel içeriğini “bir milleti
aşağılayıcı ifadeler kullanmak, fikirlerini bölücü
amaçla yazıp yaymak” eylemi oluşturur. Bu fikir
özgürlüğü değildir. Bu eylemi işleyenlerin tavırları “eleştiri” sınırlarını çok çok aşmakta, resmen
Türk milletine hakaret edilmektedir. Dünyanın
hiçbir devletinin anayasasında veya yasalarında
“devlet yıkma hürriyeti” diye bir hürriyet yoktur.
Yeni çıkan ve 301. maddede değişiklikler getiren
hükümleri heveslerine göre yorumlamak gafletinde bulunacak olanlar hakaret etmek istedikleri
insanları fikren karşılarında bulacaklardır. Liberal
hakaret etme dedikleri düşünce tarzlarını “Toplumu ağır tahrik etme sonucu isyana sebep olmak
da” kamu huzurunu bozma suçu olur ki; Türk
Ceza Kanunu’nun ilgili maddesine çarpılabilirler.
Türk milletini aşağılamayı “aydın olmak” sanan
ego manyak aydın bozuntuları şimdi daha çok
dikkatli olmak zorundadır. Sövme hürriyeti elde
ettiklerini sanırken dövme hürriyetleri olduğuna
inanan insanlar yaratmasınlar. Şu 301. maddeyi
dillerine dolayan siyasiler, sahibinin sesi aydın
(cık) lara ve dahi hariçten gazel okuyan Avrupalı
akıl danelere sormak gerekmiyor mu, hangi Avrupa devletinde vatanı bölmeye uğraşanlara kaç lira
maaş ödeniyor?
İnceleme
16
örnekler verelim: Şehrimizde yüz yıllık bir eğitim
kurumu yıkılarak yeri otopark yapıldı. Uzun yıllar hastane olarak hizmet veren bir kurum yıkıldı. Şehrin dışına yenisinin yapılacağı söyleniyor.
Terminal binası yıkıldı, yenisi yapılıyor. Terminalin başka bir amaçla kullanılması düşünülmedi.
Yeni bir stadyum yapılıyor. Eskisinin kime ve hangi hizmet alanı için verileceği söylenti halinde…
Kentin tarihi dokuları param parça ediliyor. Şehir
planlama uzmanlarının en başarılı olduğu işlerin
süsleme olduğunu kabul ediyor, onlara haklarını
teslim ediyoruz. Bir zamanlar şehrin ana caddelerini süsleyen reklâm panolarında, raylı sistemin
2008 yılı başında hizmete gireceği duyurulmuştu;
ama bu yatırım kaynak tüketmeye devam ediyor.
İsraf ekonomisi “Şehrimiz güzelleşiyor.” sloganları ile gizlense dahi açlığa, yokluğa çare olmadığı
gözlemledik. Şantiyeciliğin kaymağını büyük inşaatçılar yiyormuş. Vebali onların boyunlarına;
ama cicim aylarında çok sık söylenen “Devr-i
Erdoğan’da hiç zam yapılmıyor.” safsatası bitmiş
durumda.
“Küçük- Orta Esnaflar” ekonomik ve psikolojik olarak çökmek üzere. Birçoğu da tıkanmış vaziyette akıbetini bekliyor. Seçim bölgelerine giden
milletvekillerine esnafın sorunlarının duyurulup
duyurulmadığını araştırdığımızda “Söylüyoruz;
ama aldırış eden yok.” sözlerini duyduk. Türk milleti politikacıların sözlerine aldırış etmediğini yavaş yavaş öğreniyor. Sosyal patlama ve tepkilerin
polis copları ile bastırılamayacağı günlere doğru
gittiğimizi siyasi partiler fark ettikleri gün çok geç
olabilir. Ispanak alır, satar gibi ticaret ve çıkar metaı haline getirdiğimiz demokrasi, güzelliğini ve
büyüsünü kaybedebilir.
Ülkemizde dolar milyoneri olan insan sayısı
52 000 kişiye ulaşmış. Demek ki Türkiye yukardan
aşağı doğru zenginleşiyor. Millet ise aşağıdan yukarıya doğru yoksullaşıyor. Her iki yükselişin kesiştiği günü düşünmek bile istemiyoruz.
sırtarmaya devam ediyor. Tarihi mahalleleri “yık,
sat, yap” politikaları bir gün gelecek tıkanacak.
O zaman gelince ne yapılacağını ömrümüz olursa göreceğiz; ama bir tahminde bulunacağız. Üç
beş katlı binalar yıkılarak yenisi yapılacak. Şehir,
caddeleri sökülüp yeniden asfaltlanan şantiye
görüntülerinden hiçbir zaman kurtulamayacak.
Her yıl bir milyon gence iş bulmak zorunda olan
bir ülke için iç açıcı bir gelecek değil bu durum.
“Sat-Yap, Borç Al- Yap” diye özetleyebileceğimiz
bu eylemler zinciri ekonomik deha değil klasik
tüccar anlayışı ve ticaretidir. Yapılan her işte bir
mantık vardır ve bu saçmalıkların kendilerince de
bir mantığı olabilir. Ancak bu mantık ve yapılan
iş ülke kaynaklarının heba edildiği egomanizmin
doyurulmasından öteye geçemediği gerçeğini
gözden kaçıramaz. Her tarafı süslenmiş ve hatta
Lale Devrini hatırlatan “Laleler Çağı” görüntüsü
İstanbul’un aç yoksul insanlarını doyuruyor mu?
Bu, birkaç milyon romantik ve tuzu kuru insanın
gözünü okşar, o kadar.
“Türkiye şantiyeye döndü” sözleri bayındırlıktan sorumlu bakanın sözüdür. Bayındır yapma
işiyle uğraşan dostlar ile görüşmemizde hiç birinin şantiyecilik işlerinden memnun olmadığını
Devlet gibi devletlerde hukuk egemendir.
Yasalar, iktidara gelen siyasi parti mensuplarının
hevâ ve hevesine göre değiştirilmez. Küçük bir
azınlığın talebidir diye anayasa değişikliklerine
gidilmesi ciddiyetsiz bir eylemdir. Bu tür tavır ve
eylemler devletin düzenini “hukuk devleti” olmaktan çıkarır, yerini “polis devleti” alır ki, böyle bir rejime “demokrasi” denemez. Onun adı
oligarşik diktatörlüktür. Diğer bir adı ise “Örtülü
Faşizm”dir. Böyle yönetim biçimleri kol gücü ile
gelir, omuz gücü ile giderler. Ülkemizin siyasileri
öteden beri, sürekli olarak askeri darbe korkusu
yaşarlar. Hepsinin bilinçaltına işlemiştir bu duygu. Ancak hiç bir zaman da kendi eylem ve söylemlerine kulak verip “ben ne dedim” diye sormazlar. Ağızlarından çıkanı kulağı duymayan bu
cahil politikacı güruhu ülkeyi meçhule doğru
sürüklemekte olduklarını, tanklar sokaklara çıktığında bile anlamazlar. Yalnız kendilerinin “doğru
işler yaptığına” iman ettiklerinden anlayamazlar,
“mağdur edebiyatı” üretmeye başlarlar. Ülkemiz
siyasi tarihinde gerçekte mağdur olmayan, ama
“mağdur” rolünü başarı ile oynamış siyasi sayısı
bir düzineye yakındır.
Siyasi olgunluktan ve ciddiyetten uzak politikacılar oldukça, hukuk devleti her zaman tehlikede olacaktır. Bu ülke bunu hak etmiyor, yazık
oluyor kaybedilen zamana.
MARŞLARIMIZDA
CUMHURİYET
Mustafa İLHAN
M
illetlerin nasıl yönetilecekleri, yukarıdan
aşağıya veya zorlama sonucu ortaya çıkmaz. Tarih içerisinde yaşadıkları acılar,
üstün teşkilatçılık, sıkıntılı dönemler yönetimlerinin
şekillenmesinde esas teşkil eder.
Dünyanın en eski milletlerinden olan Türkler, tarih sahnesine çıkışlarıyla birlikte hak, hürriyet, özgür
yaşama ve bağımsızlık gibi üstün teşkilat ve toplumsal
değerleri temsil etmişlerdir.
Türkler tarihlerinde “kölelik kurumu” gibi sosyal
aşağılamayı kabul etmemiş; bireyi bireye, sosyal sınıfları sosyal üstün bir sınıfa, tabi kılmamıştır. Aksine bireyi ve toplumu yücelten, onun çağdaş toplumlardaki
haklarına en erken ulaşmış bir milletleşmeyi gerçekleştirmiştir. Üstün teşkilatçılıkları gereği, kendilerinin
nasıl yönetileceğine de kendileri karar vermiştir. Bunu
bağımsız yaşama arzusuyla bütünleştirmeyi bilmiştir.
Cumhuriyet yönetiminin gereği olan seçimle yöneticiyi belirleme, insan hak ve hürriyetlerini temsil etmede
ilk olmuşlardır. Zannedildiği ve başkalarına mal edildiği gibi, çağdaş Türkiye başka coğrafyaların değerleriyle değil, iç toplumsal dinamiklerin hareketlendirilmesi
ve keşfiyle kurulmuştur.
Bunun içindir ki üstün Türk devlet geleneği ve
milli kültüründen yoksun yetişmiş elitler (seçkinler),
çağdaş hukuk ve insan haklarını içlerine sindiremezler
ve yaşama tarzı yapamazlar.
Çağdaş Türkiye, Türk milletinin sadece dirilişi değil, tarih misyon ve şuurunun galebesidir. Onun içindir
ki Atatürk, cumhuriyet, vatan gibi kavramlar üzerinde
yazılan marş, şiir, türküler antoloji ve ansiklopedilere
sığmayacak kadar çoktur. Türkiye Cumhuriyeti, yeni
devlet heyecanını yaşatmış olmasından dolayı bir kahramanlık terennümüne dönüşmüştür.
Mehmet Zati Arça’nın (1863-1943) Cumhuriyet
Marşı bu terennüme öncülük etmiştir.
Cumhuriyet, cumhuriyet, en güzel şey hürriyet
Nice zahmet, nice emek verdi sana bu millet!
Gazimin sen en büyük yadigârısın bana
Nice zahmet, nice emek verdi sana bu millet!
Dalgalansın her tarafta şanlı Türk’ün bayrağı
Korumaktır ve yüceltmek azmimiz bu toprağı!
Bu vatan hiç sensiz olmaz, ey güzel cumhuriyet
Milletim öyle demiştir; ya ölüm, ya hürriyet!
“Türk milletinin karakterine en uygun
idare cumhuriyettir.”
ATATÜRK
CUMHURİYET MARŞI
Beste: Zeki Üngör (1880-1958)
Güfte: Celâl Ermem
Yurdun tanyerinden doğdu
Gün ışıkları ülkünün
Ey genç karanlıklar
Savaşı var atıl ileri
Türk’ten yok ulu bir millet
Türk’e açıktır şan yolu
Hayat yolu cumhuriyet
Tarih gördü yine
Hür doğar ve hür yaşar Türkiye
Yaşa zaferinle
Ey güzel memleket Türkiye
Sardı yarasını millet
Yaşa, yaşa cumhuriyet
10. YIL MARŞI
Son yıllarda, her kesimden seçkinlerin de söylemek ve söyletmek hevesi içinde olduğu bir marştır.
Bütün milli ve ülkü dolu heyecanlarımızda, bu toprak-
İnceleme
17
18
İnceleme
lar için verdiğimiz şehitler adına adeta “yaşatma andı”
gibi söylenir.
Söz: Behçet Kemal Çağlar-Faruk Nafiz Çamlıbel
Müzik: Cemal Resit Bey
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan.
Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız;
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk’üz, bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden İstiklal kavgasını;
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını.
Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
Örnektir uluslara açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz.
Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi ,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
CUMHURİYETİMİZİN 50. YIL MARŞI
Genç Cumhuriyetimizin 50. yılında kendimizden
emin marşlarla gerçek heyecanlarımızı sözlere döktük.
Söz: B. Sıtkı ERDOĞAN
Müzik: N. Kâzım AKSES
Müjdeler var yurdumun toprağına taşına.
Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına.
Bu rüzgârla şahlanmış dalga dalga bayrağım.
Başka bir tuğ yaraşmaz Türk’ün özgür başına.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu.
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Yılları bir çığ gibi aşarak hafta hafta
Koşuyoruz durmadan kadın - erkek bir safta...
Elimizde meşale, ilke Atatürk,
Işıklarla donattık ülkeyi her tarafta...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Aynı kandan feyz alır bunca toprak, bunca taş.
Kılıç tutan bilekler, verdi sabanla savaş.
Tekniğin dev nabzında her adım, her dakika,
Çarklarda aynı tempo, yüreklerde aynı marş.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Biz yürekten bağlıyız elli yıldır bu yola.
“Yurtta barış” ilk hedef. “Cihanda sulh” parola!
Koparamaz hiçbir güç bizi millî birlikten,
Ata’mızın izinde koşuyoruz kol kola...
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Yaşasın hür ulusum, soylu gencim, benliğim,
Yaşasın şanlı ordum, sarsılmaz güvenliğim.
Ersin elli yıllarım nice mutlu çağlara.
Örnek olsun cihana devletim, düzenliğim.
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Cumhuriyetimiz 75. yılında yeni bir marşla karşılanmıştır. Yüce Türk Milleti, aziz ve kahraman orduyu
selamlayan, inanç ve hürriyet dolu duyguları dile getirmektedir.
CUMHURİYETİMİZİN 75. YIL MARŞI
Selam yüce milletim
Selam ebedi yurdum selam selam
Selam şanlı bayrağım
Selam kahraman ordum selam selam
Bin yaşasın milletim
Bin yaşasın devletim
Yetmiş beşinci yıla erdi Cumhuriyetim
Yüceltir Türk milleti
Atatürk’üm seninle
Atam bıraktığın
En büyük eserinle
Güneş gibi parlıyor
Yurdumuza hürriyet
İnanç oldu bizlere
Ulu Cumhuriyet
Senin sonsuz hakkın var
Minnetle anacağız
Senin eserlerini her an
yaşatacağız
Bizler Cumhuriyetin
Sahibi bekçisiyiz
İşte 65 milyon
Atatürk’ün sesiyiz.
19
TEMEL EĞİTİM
İbrahim GÜNGÖR
Ö
nceki yazımızda “Okulöncesi Eğitim” üzerinde durarak önemini
vurgulamaya çalışmıştık. Bu yazıda ise “Temel Eğitim” konusu tartışılacaktır. Eğitimin tanımını hatırlayacak olursak, eğitim bir
kültürlenme sürecidir. Eğitim, bireyde istendik
davranışlar geliştirme sürecidir. Daha açık tanımı yapılacak olursa, eğitim bireyin davranışında,
kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen
yönde (eğitimin amaçlarına uygun) değişme meydana getirme sürecidir. Bu tanıma göre; eğitim bir
süreçtir. Eğitim sürecinde, bireyin davranışlarının
istenilen yönde değiştirilmesi amaçlanmaktadır.
Davranışlarındaki değişme kasıtlı olarak gerçekleştirilmektedir. Eğitim sürecinde bireyin kendi
yaşantıları esastır.
Temel eğitim (ilköğretim) ise okulöncesi eğitimi ile ortaöğretim arasında kalan ve ülkemizde
ücretsiz, devletin bütün vatandaşlarına götürmek
zorunda olduğu zorunlu ve 8 yıllık eğitimi ifade
etmektedir. Bazı ülkelerde okulöncesi eğitim, ba-
zılarında ise ortaöğretim de zorunlu eğitim bünyesine girmekle birlikte temel eğitim dendiğinde
belirli bir yaş grubu (6–14) öğrencilerinin devam
ettiği eğitim kurumları anlaşılmaktadır. Temel eğitim Türkiye’de ilköğretim olarak da adlandırıldığı için ilköğretim birinci kademe denildiğinde ilk
beş sınıf anlaşılır. İlköğretim ikinci kademede ise
eski sistemin ortaokuluna denk gelen 6–7 ve 8.
sınıflardan oluşan üç yıllık eğitim akla gelir.
Türkiye’de eğitimin eksikleri, yanlışlıkları
olduğu yaygın bir görüş olmakla birlikte, bu görüşlerin tamamının doğru olduğu da şüphelidir.
Ancak eğitim, amaçları göz önünde bulundurarak değerlendirildiğinde ciddi bir eleştiri yapılmış
olur. Onun dışındaki ve özellikle belirli bir veriye
dayanmayan eleştiriler keyfidir ve sohbet havasından öteye geçememektedir. Bu durumda öncelikle temel eğitimin amaçlarının bilinmesi gerekmektedir. Bu yazının eleştirileri de büyük oranda
amaçlar etrafında olacaktır. O halde nedir Türk
Temel Eğitimi’nin amaçları?
İnceleme
TÜRK MİLLİ EĞİTİM SİSTEMİ
ÜZERİNE DÜŞÜNCELER (2)
20
İnceleme
toplantılarda yapılarak bilimin verileri ışığında süreç yeniden ele alınmalıdır. Ancak eğitimde güzel
uygulamalar da olmuyor değil. Konunun anlaşılması açısından olumlu gelişmeler ve olumsuzluklar başlıkları altında maddeler halinde verilecek
olursa;
OLUMLU GELİŞMELER
Türk eğitim sistemi içinde temel eğitimin
amaçları genel amaçlar doğrultusunda üç ana başlık altında toplanmıştır. Bunlar; kişisel bakımdan
gerçekleşmesi beklenen amaçlar, insanlık ilişkileri bakımından gerçekleşmesi gereken amaçlar
ve ekonomik hayat bakımından gerçekleşmesi
gereken amaçlardır. Bu amaçlar maddeler halinde uzunca yer alacağından özet olarak verilmiştir.
Bunlar;
A.Kişisel bakımdan
İlköğretim, çocuğa karşılanması gereken
beden, ruh ve toplumla ilgili birtakım ihtiyaçları
geliştirecek çeşitli istidat ve kabiliyetleri bulunan
değerli bir varlık olduğunu kavratmayı; onu, kişilik ve ahlaki karakter sahibi iyi bir yurttaş olarak
yetiştirmeyi amaç bilir.
B.İnsanlık ilişkileri bakımından
İlköğretim, çocuğa aile içinde ve toplumun
diğer üyeleri ile olumlu bağlar kurabildiği ölçüde
mutlu bir kişilik geliştirebileceğini, çevresindeki
insanlarla iyi işbirliği yapabildiği ölçüde başarıya
ulaşabileceğini duyurmayı ve benimsetmeyi amaç
bilir.
C.Ekonomik hayat bakımından
İlköğretim, çocuğa yurdun kalkınmasında
insan gücünün en değerli zenginlik kaynağı olduğunu ve bu kaynağı iyi şekilde geliştirmenin en
verimli yatırım olacağını kavratmayı amaç edinmiştir. İlköğretim, çocuğa Türkiye Cumhuriyeti’nin
insan haklarına dayanan milli, demokratik, laik ve
sosyal bir devlet olduğunu, Türkiye Devleti’nin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün teşkil ettiğini ve dünya milletleri ailesinin şerefli ve yapıcı
bir üyesi olduğunu kavratmayı amaç bilir.
Yukarıda sıralanan amaçlara ne denli ulaşılabildiği tartışılmalıdır. Bu tartışmalar bilimsel
1. Şüphesiz en olumlu gelişme son yıllarda
Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesinin en büyük
bütçe oluşudur. Ancak yine de yetersizdir, çünkü
nitelikli eğitim için bu bütçe de yetmemektedir.
Bu duruma rağmen bütçenin bakanlıklar içinde
en büyük bütçe oluşu sevindiricidir.
2. Öğretim programlarında davranışçı yaklaşımdan yapılandırmacı yaklaşıma geçilmesi ve
değişikliğin sonucu olarak etkinlik temelli öğretimin, öğrencinin merkeze alındığı yaşantıya dayalı yeni bir öğretim anlayışına göre düzenlenmesi
çok yararlı olmuştur. Çoklu Zekâ Kuramı gibi yeni
anlayışlar doğrultusunda etkinlikler planlanmıştır. Bu değişiklik; araştıran, sorgulayan, hakkını
arayan bir neslin yetişmesi açısından iyi olmuştur.
Ancak her şey problemsiz bir şekilde gitmemektedir. Aşılması gereken sorunlar vardır.
3. Temel eğitimdeki yaygınlaştırma çabası,
kız çocuklarının okullu olmaları yönündeki çabalar da olumlu gelişmeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğitime yüzde yüz destek kampanyası
gibi kampanyalar milletin eğitime sahip çıkmasına
yardım etmiştir.
OLUMSUZLUKLAR
1. Yukarıda özetlenen amaçlara ulaşılamamaktadır. Bunun önündeki en büyük engel, eğitimin eleyici fonksiyonunun işlememesi, eleme
işlemini OKS, SBS ve OSS gibi merkezi sınavların
yapmasıdır. Merkezi sınavlar yine olmalıdır, ama
eğitim kurumlarında başarısız olanların sürekli
bir üst sınıfa devam etmesi de doğru değildir. Meseleye sadece ekonomik açıdan yaklaşıp, maliyet
meselesi olarak görmek doğru sonuçlara götürmemektedir. Eğitim kurumları olarak okullar ve
öğretmenler yıpranmaktadır. Özetle, sınav odaklı
bir eğitim Milli Eğitimin amaçlarına ulaşılmasına
engel olmaktadır. Çünkü öğrencinin sadece akademik, zihinsel gelişimine önem vermek zorunda
kalıyoruz. Sosyal, duygusal, insani ve ahlaki gelişimine yeterince önem verilemiyor. Bu durum
belirli (zihinsel) yönde gelişmiş ama diğer yönleri
gelişmemiş insanlar yetiştirmemize neden olmaktadır. Kısaca insan bütün yönleriyle eğitilmelidir.
2. Öğretim programlarında esas alınan anlayışı değiştirmenin beklenen düzeyde faydası
sağlanamamıştır. Bunun nedeni olarak öğretmenlerimizin yeni anlayış konusunda yeterince bilgilendirilememesi gösterilebilir. Bir başka neden
ise programlardaki kimi etkinliklerin öğrencilerin zihinsel ve bedensel gelişimlerine uygun olmamasıdır. Örneğin; 3. sınıf öğrencisinden maket
bıçağı ile maket ev ya da bir yapı yapması beklenmektedir ancak 9 yaşındaki bir çocuk maket bıçağını ayrıntılı işlerde kullanamaz. Çünkü küçük
kaslarının gelişimi bu tür işlere henüz hazır değildir. Bu ve bunun gibi bazı etkinliklerin yeniden
gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bakanlığımızın bu yönde çalışmaları olduğu bilinmektedir.
3. Sekiz yıllık zorunlu eğitim gelişmiş ülkelerde 12 yıla çıkarılmış ve bu şekilde uygulanmaktadır. Türkiye’deki sekiz yıllık eğitim yetersiz
kalmaktadır, çünkü Türkiye’nin hedefleri vardır,
iddiası vardır. Büyük millet olmanın yolu artık
iyi eğitimli, donanımlı vatandaşa sahip olmaktan
geçmektedir. Bu nedenle 12 yıllık zorunlu eğitime geçememek bir eksikliktir. Aslında Türkiye
koşullarında 4–18 yaş arasındaki eğitim zorunlu
olmalıdır. Yani okulöncesi eğitim de zorunlu hale
gelmelidir. Çünkü okulöncesi eğitim stratejik
öneme sahip bir konudur.
eksiklik aramak değil, genel sorunlar üzerinde
durmak ve temel eğitimin önemine vurgu yapmaktır. Şüphesiz sorunlar bunlarla sınırlı değildir
ancak burada sıralanan problemler temel problemlerdir. “Bir zincirin gücü en zayıf halkasının
gücü kadardır” diye bir söz vardır. Türk milleti de
bir örgüt olarak düşünüldüğünde Türk milletinin
gücü en zayıf ferdinin gücü kadardır dense yanlış
olmaz. Bu durumda Türk milletinin bütün fertlerini ilgilendiren temel eğitimdeki nicelik ve nitelik artışının doğrudan Türk milletinin gücünü
artıracağı da açıktır. Ayrıca temel eğitimdeki kalite
artışının ortaöğretime de katkı sağlayacağı unutulmamalıdır. Bu durumda temel eğitimin önemi
aşikârdır. Dünyada gelişmiş ülkelerin eğitimde
de gelişmiş olduğu gerçeğinden hareketle temel
eğitimin hak ettiği değeri görmesi, daha çok yatırım yapılması bir zorunluluk olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Saygı ve sevgilerimle...
GEÇMİŞ OLSUN
Dernek Başkanımız
Mustafa ÖZTÜRK’ün
torunu ameliyat olmuştur.
Geçmiş olsun der,
acil şifalar dileriz.
TEBRİK
4. Eğitimin finansmanı Türkiye için hala
büyük bir sorundur. Okul yönetimleri eksiklerini
tamamlamak için okul aile birliğine yani velilere
başvurmak zorunda kalmaktadırlar. Öğrenciden
toplanan aidatlar öğretmen öğrenci ilişkisini zedelemektedir.
Üyemiz
Bilgehan PINARBAŞI
evlenmiştir. Genç çifti kutlar,
ömür boyu mutluluklar dileriz.
5. İlköğretimin sonunda etkili bir yönlendirme yapılamamaktadır. Burada sorun okulların
yaptığı yönlendirmenin bir müeyyidesinin olmamasıdır. Bu yönlendirme (daha doğrusu sıralama ve yerleştirme) OKS ile yapılmaktaydı, artık
SBS’ler ile yapılacaktır. Bu da sağlıklı bir yönlendirme değildir.
Üyemiz
Erol IRMAK
evlenmiştir. Genç çifti kutlar,
ömür boyu mutluluklar dileriz.
Sonuç olarak burada amaç kusur ya da
İnceleme
21
İnceleme
22
GENÇLİĞİN “SEVDASI”
Özlem AKŞİT
Gençler unutmamalılar ki;
“Aşk eski kafalı bir düşüncedir”.
Gücünü gönül denen derin bir kaynaktan alır ve o
kaynağın özünü de ruhun kendisi var eder.
“Uzanmışım kumsala, güneş damlar içime, düşlerimle baş başa tatildeyim…” psikolojisinin gamsız
kollarına ruhunu alabildiğine bırakmış genç insanlarımızın bu yazıyı okuyacağına pek ihtimal vermiyorum.
Zira onlar, zaten Türk toplumunun şu son yirmi yılda
(Ya da başlangıç süreci ilk Dallas dizisinin Türk toplumunu esir aldığı makûs tarihten itibaren de olabilir)
içine girdiği büyük yapısal değişim ve dönüşümün
çoktan birer parçası olarak yerlerini aldılar. Ancak bu
yazının düşündürücü yolculuğuna çıkmak isteyenler
yaz rehavetinden ve toplumsal bilinç uykusuna bir türlü yatırılamamış olan gece ya da gündüz uyanıklılık
halinden aldıkları yüksek değerler yüzünden bir türlü kurtulamayanlar, daha doğrusu “insomnia” yani bir
türlü uyuyamama hastalığına toplumun tümü adına bilerek ve isteyerek muzdarip olmuş, Türk toplumunun
götürülmekte olduğu gri ufkun yolculuğunu berrak
bir perdeden izleyebilen, yazdan, yalancı düşlerden
nasibini alamayanlar olacaktır
68’li kuşaklar farklı, 70’li kuşaklar farklı ve 80’li kuşaklar farklı farklı olaylara imzalarını atmışlar, onlarla
birlikte bazı kavramlar da yeniden tanımlanır ve farklı
şekillerde yaşanır olmuştur. Örneğin “sevda”, ”sevgi”,
”aşk”, ”bağlılık”, ”aile”... gibi kavramlar şimdilerde iyice
tartışılır ve toptan bir yeni tanımlamaya ihtiyaç duyacak
biçimde günümüz gençlerince farklı yaşanır haldedir.
Elbette değişim kaçınılmazdır, hatta gereklidir de…
Ancak bahsetmek istediğim değişim Türk toplumu aile
yapısında sarsıcı etkileri olan bir değişimdir.
Konu, adı üstünde, toplumun dinamik beyinleri
gençler, onların sevdayı algılayışları, sevgi ve aile anlayışları ve bu anlayışların modern Türk toplumu içinde
kentlerden köylere değin ne denli değişimlere uğramakta olduğu üzerine bir gözlem.
Son yıllarda kozmetik sanayinin devasa gücünün
ülkemizle buluşmasıyla kadınlarımız daha çok ve daha
farklı kavramlarla da buluştular. Güzelleşmenin gitgide ikonlaştırıldığı ortamda uygun şartlara kavuşan her
genç, kız bedensel güzelliği yakalamaktan başka bir şey
düşünemez oldu. Moda ve reklâmlar da genç kız ve erkeklerin tüm kavramlarını belirleyici roller üstlendiler.
Yaratılan her slogan, gençlerin bedensellik, sevgi, aşk,
beraberlik, sadakat gibi kavramlarında öğretmenden
öte öğretici etki yarattı. Bir cep telefonu reklâmındaki
tek söz, gencin hayatında anne babasından daha güçlü bir etkiye ve yönlendiriciliğe muktedir oldu. Daha
genç, daha güzel, daha çekici, daha etkileyici olmak
üzerine yapılan her hesap, plastik cerrahi alanının gelişmesine katkıda bulunurken sevgi üzerine yapılan
her yatırımın çehresi değişti. Bedenselliğin bu kadar
önemsendiği bu çağda aşk ve aile kavramları ters yüz
oldu. Kadınımız kabuğundan sıyrılıp yeni bir görüntü
sergilemeye başladı. Cinsel gücünün farkına varan, taşralı olsun, şehirli olsun, pek çok kadın bu gücünü daha
rahat kullanabileceği rahatlığını içinde taşımaya başladı; tümü için söylenemese de özgür kadınlar çoğaldı,
Küreselleşme rüzgârlarının toplumlara getirdiği
toz bulutlarının en kumullu olanlarından biri de popüler kültür adı altında gençliğin taşıdığı değerlerin belli
istendik yönde değiştirilmesi ve istendik davranışlar,
eğilimler yaratılması artık herkesçe bilinen gerçeklerden biri değil midir?
Müzik, sanat, spor, moda gibi tüm alanların içine
sinmiş olan bu ortak şifrede ele alınan “özgürlük, farklılık, isyan, reddedicilik, kendi rüzgârlarında yol alma,
hayatını sil baştan tanımlama” gibi normalde gençlerin
içinde potansiyel olarak mevcut olan kavramlar sloganlaştırılarak yeni bir gençlik türü biçimlendirilmiyor
mu? Bu, yıllarca başarılı olmuş bir yöntem olarak her
nesli istendik biçimde şekillendirmiş, toplumsal çehreler değiştirilmiştir.
Toplumumuz bir çok alanda buhranlı geçişlerden
birini yaşamaktadır. Türk kadını, Anadolu kadını olmak merkezli taşıdığı misyon ve değeri modern çağın
getirdiği zihniyetler doğrultusunda yeni anlayışlarla
değiştirmektedir.21’inci yüzyıl Türk kadını daha bağımsız, irade olarak daha güçlü, ama kendini geçmişle
günümüz arasında bir yerde daha doğru tanımlama yetisinden yoksundur.
doğal olarak da bu özgür kadınların peşinden giden
ve servet avcısı kadınlara yem olan erkeklerin artışıyla
özellikle metropol kültürü içinde yaşanmaya başlayan
ilişkilerin Amerika’nın New York şehrinde yaşanan tek
gecelik ilişkilerden farkı kalmadı. Yalnızlığın buruk-tatlı
gücüne sahip olan her insan, aile kavramından uzaklaşmaya, yeni ama devamlılığı olmayan ikili ilişkilerin
peşinde yaşamaya başladı.
Modern Türk insanı aşkın şifrelerini değiştirerek
aşk anlayışını bozmaya devam ediyor. Libido aşkını
gönül aşkına tercih eden erkekler ya da kadınlar birlikteliklerini sürdürdükleri sevgili yerine koydukları
kadının ya da erkeğin gerçek gönüllerinin leylası ve
mecnunu olmadığının ayrımına yeni yeni varmaktalar
ya da cinsel açlıkları bittiği gün bu farkı çok şeyi yıktıktan sonra fark edecekler.
Erkekler için de bu dönemde kavramlar değişti.
Böyle baş döndürücü et pazarı görüntüsü içinde erkek, gönlüne hitap edeni değil gözüne hitap edeni seçme tutkusuna girdi. “Allah çirkin şansı versin” sözünün
hükmü ve çirkinin şansı hemen hemen hiç kalmadı. Ne
yazık ki bu trajikomik insan yaşamları ve ailelerin git
gide çözülmesi, sosyologlar ve psikiyatrların git gide
daha sıklıkla dile getirdikleri bir gerçek.
Gerçek aşkın gönül denen soyut kafeste yaşamasını yeniden umut ettiklerinde beyinlerindeki mânâ
gücüne yeniden kavuşacak ve aşk kavramı siyah beyaz
filmlerin,”Hatırla Sevgili” gibi dizilerin nostaljisi ile sınırlı kalmayıp layık olduğu yere geri dönecektir.
Türk kadını pek çok açıdan dünyadaki değişimleri
takip edebiliyor ve belli bir yaşam standardına ulaşmış
kadın profillerinin günümüz dünya yaşantılarını taklit
edebildiği de gözlemleniyor. Daha düne kadar Hollywood kadın film sanatçılarının sergilediği tavır ve davranışlar şimdilerde görülen tanıdık manzaralar şeklinde ortaya dökülüyor. Örneğin genç erkeklerle hayatını
kurma düşünce tarzı, üçlü ilişkiler ya da kimin kimin
sevdiği olduğu çözülemeyen kısa soluklu karışık ilişkiler, televizyonlar sayesinde daha meşru sergileniyor
ve kadın programlarında akla hayale gelmedik, daha
başka çarpıklıklar sanki doğal bir yaşam formuymuş,
herkes yapıyormuş gibi sunularak toplumda yaygınlık
kazanması sağlanıyor. Maalesef gerçek olan şu ki bu sonuç da getiriyor; çünkü çekim yasasına göre bir olumsuz olay birçok olumsuzluğu da beraberinde getiriyor
ve ataların dediği üzere “üzüm üzüme baka baka kararıyor”. Toplum iyileri taklit edebildiği kadar kötüleri
de taklit ediyor ve medya, reklamlar, billboard afişleri,
duraklardaki ticari sloganlar sayesinde toplum özellikle de gençlik ciddi bir dönüşüme giriyor.
Peki, bu iç bulandırıcı hızlı dönüşümün bizzat
içinde yaşayan gençler neler kaybediyor?
Tabii ki onlar sevebilme, severken güvenebilme,
sırtını dayayabilme, hayata doğru güvenle yürürken yanında güvenilir bir hayat arkadaşı taşıma ve her şeyiyle
inanabileceği, sevip yüceltebileceği uğruna ölünebilecek değerde bir insana sahip olma umudunu kaybediyorlar. Evliliği en son anlara ertelenmesi gerekli bir iş
olarak görüyorlar ve gelip geçici ilişkiler içinde doğru
insanı tanıma ihtiyacına giriyorlar. Bunları yerine getirirken de toplumsal değerler ve sınırlarını göz ardı
etme yoluna gidiyorlar. Tüm bunlar vıcık vıcık ilişkileri
ve yozlaşmayı beraberinde getirirken en önemli duyguyu “ gerçek aşkı” kaybediyorlar ya da yaşadıklarını aşk
zannederek kendilerini aldatıyorlar.
Gençler unutmamalılar ki; “Aşk eski kafalı bir düşüncedir”. Gücünü gönül denen derin bir kaynaktan
alır ve o kaynağın özünü de ruhun kendisi var eder.
Öyle görünüyor ki tıpkı zengin öze ulaşmak için
meyvenin kabuklarını tek tek kaldırıp çürüttükten
sonra öze doğru hızla ilerleyen kurtçuklar gibi küresel
toplum mühendislerinin değer katmanlarımıza tek tek
nüfuz eden özde de pırıl pırıl sağlam duran Türk toplumunun en bozulmamış ayakta duran gücü olan aile
yapımıza gençliğin sevdasıyla oynayarak nasıl ulaşabileceklerini, uyku ile uyanıklık arasında, bir süre daha
izleyeceğiz.
Köylerden kentlere dek sosyal yapımızı çok derinden değiştirecek olan etik bozulmalara karşı çözüm
üretebilmemiz ise kapitalizmin moda, reklâm, medya
ve ticaret gibi hırsla dönen dev çarklarının arasında
imkânsız gibi görünüyor. Ancak bizi biz yapan değerlerimizi ve insanlarımızı sıklıkla hatırlayabilir ve hatırlatabilirsek kendimizi sağlıklı bir biçimde düze çıkarırız
diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi, bugün aile
değerlerini ve fertlerini bir arada ve ayakta tutmaya çalışan ABD’nin bazı kanallarında Türk filmlerinin gösterilmekte olduğunu bilmektir. Diğeri de sevgili ulu
önderimizin şu sözlerini tekrar tekrar hatırlamaktan
yorulmamaktır:
“Biz her açıdan medeni insan olmalıyız. Çok acılar
gördük, bunun sebebi dünyanın durumunu anlayamayışımızdır. Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa medeni olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Bütün Türk ve İslam âlemine bakın. Zihniyetlerini
fikirlerini medeniyetin emrettiği değişim ve yükselişe
uydurmadıklarından(burada değişimi algılayarak çözümler üretebilme kabiliyetinden yoksunluğu ima etmiştir, birebir taklitçiliği değil!) ne büyük bir felaket ve
ızdırap içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve en nihayet son felaket çamuruna batışımız
bundandır”
Türk gençliği medeniyet ve modernlik anlayışının dıştan gelen akımlarla ve küresel reklâmlarla ve
rüzgârlarla oluşamayacağının ayrımına vararak kendi
sevdasını, kendi sevgi, aşk sadakat, aile gibi temel değerlerini yine kendi türkülerinden, kültüründen, edebiyatından, şiirlerinden, Anadolu felsefesinin içinden
çıkarmaya çalışmalı; kendi modern yaşantısını kendi
temellerinin üzerine bina etmelidir.
İnceleme
23
24
İnceleme
TARİHSEL SÜREÇTE
TÜRKÇE’NİN KİRLENMESİ
D
il milli varlığın, birliğin ve kültürün
temelidir. Dil bir milletin en değerli varlığıdır. Milleti millet yapan,
kültürü oluşturan bütün değerler dilde saklıdır.
Peyami Safa bir sözünde: “Bir milletin bütün zekası, bilgisi, hassasiyeti dilinde toplanır. Dil onun
varlığıdır, müdafaasıdır, başka millet üzerindeki
tesirinin en güçlü silahıdır.” diyerek dilin önemini
ortaya koymuştur.
Dünyanın en zengin, en köklü ve en güzel
dillerinden biri olan Türkçe’miz tarih boyunca
birçok dille ilişkiye girmiş ve bu dillerle sözcük
alışverişinde bulunmuştur. Fakat son yıllarda
Türkçe’miz, diğer dillerle girdiği iletişim neticesinde öz değerlerinden ve öz soluğundan uzaklaşmış ve yatağını yabancı sözcüklere bırakmıştır.
Bu durum Türkçe’nin kirlenmesine ve yanlış kullanılmasına yol açmıştır. Milletin en değerli varlığı
olan dilin kirlenmesi doğal olarak kültürümüze
de zarar vermiştir.
Bugün dilimizde gözlemlediğimiz yabancılılaşma ya da kirlenme aslında yeni bir durum
sayılmaz. Türkçe tarihi gelişimi içerisinde değişik
kirlenme dönemleri yaşamıştır. 13. yüzyılda Yunus
Emre ile öz sesini ve soluğunu bütün yönleriyle
ortaya koyan Türkçe bu yüzyıldan sonra hor görülmeye, aşağılanmaya ve kirlenmeye başlamıştır.
Dilimizi ilk olarak Arapça ve Farsça’ya köle
ettik. Selçuklu-Osmanlı İmparatorluğu döneminde dilimize ilk giren yabancı sözcükler Arapça’dan
ve Farsça’dan gelenlerdir. Dilbilgisi kurallarını da
beraberinde getiren bu sözcükler zamanla çoğalmış ve Türkçe’nin önüne geçmiştir. Arapça, Farsça
ve Türkçe’nin karışımıyla oluşan ve karma bir dil
olan Osmanlıca bu dönemde ortaya çıkmıştır. 16.
yüzyıldan sonra Arapça ve Farsça’ya yöneliş daha
da güçlenmiştir. Bu iki dilin Türkçe üzerindeki etkisi büsbütün artmış ve Osmanlıca ile halkın konuşma dili arasında büyük bir uçurum oluşmuştur.
Bir zamandan sonra kendilerini Arapça’nın
ve Farsça’nın büyüsüne kaptıran Türkler öz dilleri-
Yunus Emre ÖZKAN - [email protected]
ni hor görmeye ve aşağılamaya başlamıştır. Milli bilincin yetersiz olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda
Türkçe anlatım gücü olmayan kaba bir dil, çadır
dili ve avam dili olarak nitelendirilmiştir. Böylece
Türkçe’nin ilk problemi başlamıştır. O dönemlerde Türkçe’nin içinde bulunduğu bu sıkıcı durum
atasözlerimizde de dile getirilmiştir: “Türk’ün iti
kente inicek Farisice ürür.” Bugünkü söyleyişiyle:
Türk’ün köpeği şehre indiği zaman Farsça havlar.
Söylemek bile fazla, atasözleri, uzun gözlem ve
deneyimlerin ürünüdür. Âşık Paşa’nın şu yakınması da durumun ciddiyetini ortaya koyan başka
bir örnektir:
“Türk’ün diline kimseler bakmaz idi,
Türklere asla gönül akmaz idi.”
Bu sözler hiçbir açıklama ve yorum gerektirmeyecek biçimde, insanımızın ana dili duyarlılığındaki yozlaşmayı ve yabancılaşmayı çarpıcı bir
biçimde ortaya koyuyor.
13. yüzyılda başlayan Arapça ve Farsça’nın
dilimize etkisi 19. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Bu yüzyıldan sonra dilimizi kurtarmaya çalıştığımız Arapça ve Farsça sözcüklerin arasına Fransızca
sözcüklerin de girmeye başladığı görülür. Batı ile
ilişkilerimizin Fransa ile başlaması, yapılan ilk çevirilerin Fransız yazarlardan yapılması, gençlerin
öğrenim için Fransa’ya gönderilmesi, doğal olarak
Fransızca sözcüklerin dilimize girmeye başlamasına yol açmıştır. Önce Arapça ve Farsça’ya teslim
olan Türkçe’miz, Tanzimat’tan sonra Fransızca’ya
teslim olmuştur. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Atatürk sayesinde öz sesini ve soluğunu tekrar kazanmaya başlayan Türkçe’miz, Atatürk’ün ölümünden
ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise Amerika’nın
yani İngilizce’nin boyunduruğuna girmiştir.
Türkçe’mize son yıllarda Batı dillerinden özellikle
İngilizce’den bir kelime akını başlamıştır. Başlangıçta birkaç kelime ile sınırlı olan bu kelime girişi
zamanla Türkçe’mizi istila şekline dönüşmüştür.
Türkçe’miz son yılarda içten ve dıştan ağır
saldırılara uğramış, ölümcül yaralar almıştır. Özellikle günümüzde, İngilizce Türkçe’nin önüne geç-
miştir. Çocuklarımızın ve gençlerimizin beyinleri, “yabancı dille
eğitim” ile birileri tarafından İngiliz dili ve edebiyatının seçkin
örnekleriyle İngiliz kültür ve medeniyeti lehinde yıkanmaktadır.
Bu durum, günlük hayatımızda
hem Türkçe’de karşılığı olduğu
halde yabancı sözcüklerin kullanımı hem de Türkçe’nin yanlış
kullanımı şeklinde karşımıza çıkmıştır.
Türkçe’mize gereken önemi vermediğimiz ve onu koruyamadığımız için bugün yanlış
yazılan, bozuk okunan, hatalı
konuşulan bir Türkçe ortaya çıktı. Dilimiz bozuldukça siyasi ve
sosyal ahlakımız da bozuldu. Artık Türk’ün köpeği şehre indiği
zaman İngilizce havlıyor. Bugün
de Türk’ün diline kimseler bakmıyor. Yabancı dillerin havasını
soluyarak yetişen gençlik kendi
toplumuna, kendi öz değerlerine yabancılaşıyor. Ne kendisi
kalabiliyor ne başkası olabiliyor. Türk milleti olarak bu korkunç durumun önüne geçmeli,
Türkçe’mizi sevmeli ve korumalıyız. Çünkü dilimizi kaybedersek her şeyimizi kaybederiz.
Kıymetli Bilgiyurdu okurları sözlerimi büyük Türkçü Hüseyin Nihal Atsız’ın bir sözüyle
tamamlamak istiyorum: “Ordusunu kaybeden bir millet tehlikededir. İstiklâlini kaybeden bir
millet korkunç bir felakete düşmüştür. Dilini kaybeden bir milletse yok olmuş demektir.”
Türkçe konuşun,
Türkçe düşünün,
Türkçe sevin,
umudunuz
Türkçe olsun.
Saygı ve sevgilerimle
esen kalın.
UNUTMADIK!
UNUTMAYACAĞIZ!
SREBRENİTSA
(11 TEMMUZ 1995)
KARABAĞ - HOCALI
(25 ŞUBAT 1992)
İnceleme
25
26
BATI EMPERYALİZMİNİN
İnceleme
BÜYÜK OYUNU
M. ÖZTÜRK
Oyuna gelmeyelim:
“Türkiye halkları” değil “Türk halkı”, “Türk milleti”;
“Çok kültürlülük” değil “millî kültür”;
“Türkiye mozaiği” değil “Türk kültürü” diyelim.
Ç
ağımızda en çok kullanılan ve önem
verilen kavramlar: Demokrasi, insan
hakları ve barış… Düşünürler tezlerini
bunlar üzerine bina ederler, siyasetçiler dillerinden
düşürmezler, hükümetler programlarında en geniş
bölümleri bunlara ayırırlar. Kısacası herkes, bu evrensel
değerlerin yanında ve hizmetinde görünür.
Birleşmiş Milletler (BM) adlı örgüt, milletler
ve devletler arasındaki anlaşmazlıkları çözüp dünyaya
barış getirmek amacıyla kurulmuştur. Hemen hemen her
ülkede “demokrasi, insan hakları, barış” sözcüklerini
kendilerine ad yapan dernekler, vakıflar vardır.
Görünüşe ve söze bakılırsa, bu kadar gayret ve
uğraş karşısında dünyamızda barışın egemen olması,
zulmün de ortadan kalkması gerekirdi. Oysa bugün,
bu saatte eski çağlarda bile yaşanmamış zulümler,
katliamlar birbirini izlemektedir. ABD’nin işgali
altındaki Irak’ta bir günde öldürülen sivil insan sayısı
50’nin altına düşmüyor.
Irak’ta 5 yılı aşan ABD işgalinin faturası çok
ağır ve korkunç… 22 milyon nüfusa sahip bu İslam
ülkesinin tüm zenginliklerini vahşice sömürdükleri
yetmiyormuş gibi, 1 milyon 30 bin kişinin ölümüne, 6
milyon çocuğun yetim ve öksüz kalmasına, 2 milyon
kadının dul kalmasına, 1 milyonu aşkın kişinin engelli
olarak yaşama mecburiyetinde kalmasına, 4 milyon
kişinin ülkesini terk etmesine sebep olmuşlardır. Bu
korkunç insanlık trajedisini yazanlar, Irak’a barış
ve özgürlük getirecekleri savıyla yola çıkmışlar asıl
niyetlerini bu güzel iki sözcüğün arkasına gizlemişlerdi.
Irak halkı emperyalizmin yalanına inanmış olmalı
ki işgalcileri çiçeklerle karşıladı. Kendi mezarını
kazdığının bilincinde değildi. Halbuki, daha dün
gibi kısa bir zaman önce, Batı emperyalizmi 850 bin
Cezayirli’yi, 200 bin Bosnalı’yı katletmişti. İnsanlık
suçlarından sabıkalı olanlara güvenenlerin sonu, hep
böyle hüsran ve ölüm olmuştur.
Demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış,
Batı’da gerçekten üstün tutulan değerler midir? Bu
soruya, “evet” diyebiliriz; ancak kendi coğrafyalarıyla
sınırlı olarak. Diğer ülkeler için, meselâ İslâm ülkeleri
için demokrasinin olup olmaması çok da önemli
değildir. İster demokrasi olsun ister mutlakıyet, onlar
sömürebilecekleri bir yapı ve ortam isterler. Suudi
Arabistan, Ürdün, Kuveyt, krallıkla yönetiliyor ama
Batı’nın bu ülkelerle bir sorunu yoktur. Demek ki söz
konusu kavramlar, Batı emperyalizminin ekonomik ve
siyasî çıkarları için kullanılmaktadır.
Napolyon, Mısır’ı işgal etmeden önce,
Hıristiyanlığı terk ettiği ve Müslümanlığı seçtiği
yalanını yaydı. Müslüman halkın Fransız ordusuna
direncini bu yalanla kırdıktan sonra kolayca Mısır’ı
aldı. Düşman, zayıf yanımızı biliyor ve bizi oradan
vuruyor.
ABD, Irak’a nasıl demokrasi ve özgürlük
getirmediyse Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki
hiçbir Müslüman ülkesine de getirmeyecektir. Onun
amacı, küresel üstünlüğünü sürdürebilmek için petrol
ve doğalgaz ulaşım hatlarının geçtiği Ortadoğu’da
birinci aktör olmaktır. Bu amaca ulaşabilmek için
millî devletleri etnik ve dini farklılıkları körükleyerek
bölmeye çalışmaktadır. Yeni Dünya Düzeni’nin
27
İnceleme
bir gereği olarak, millî devletlerin küçük birimlere
bölünmesini istiyorlar. Amerikan Dış Politika
Araştırmaları Enstitüsü Başkanı R. Strausz Hope, bu
arzularını şu sözlerle ifade ediyor: “Amerikan halkının
misyonu, Millî devletleri tarihe gömmek, onların
kalan halklarını daha küçük birimlerde birleştirmek
ve elindeki güç ile düzenin muhtemel sabotörlerini
caydırmaktır.”(1)
İşte bu anlayış doğrultusunda yeni Ortadoğu
haritaları çizdiler, bunları NATO toplantılarına kadar
taşıdılar.
ABD’nin Ortadoğu politikasını bilenler, Kürtçü
bölücülüğün ve PKK terörünün de kendiliğinden ve iç
etmenler sebebiyle çıkmadığını çok iyi bileceklerdir.
Batı emperyalizminin Ermenistan ve Kürdistan hedefi,
uzun zamandır vardır ve saklanmamaktadır. Mustafa
Kemal olmasaydı ve Türk İstiklâl Savaşı yapılmasaydı,
iş çoktan bitmişti. Atatürk, Türk kültürüne, Türk
diline, Türk egemenliğine dayanan millî devleti
kurarak oyunlarını bozdu, Türklüğü tüm değerleriyle
egemen kıldı. Bu yüzden Atatürk’e düşmandırlar ve
Cumhuriyet öncesi kozmopolit yapının yeniden tesisine
ve Türkiye’nin sömürge yapılmasına çalışmaktadırlar.
Bunun için:
1. “Türklük” yerine “Türkiyelilik” kavramını,
2. “Türk kültürü” yerine “çok kültürlülüğü”
savunurlar.
üzücüdür. Bunlar, Cengiz Aytmatov’un “mankurt”
diye isimlendirdiği, kim olduklarını unutmuş,
değerlerini kaybetmiş hafızasız kimselere benziyorlar.
Anasını öldüren mankurt gibi bunlar da Türklüğü
öldürecekler.
“Türkiye bir mozaiktir.” sözü dillerinden
düşmez. Bu kullanımlarda iyi niyetin zerresi yoktur.
Çünkü millî birlik ve bütünlüğe temelden vurulan
darbelerdir. Saldırıları, Anadolu’da Türk milletini
inkâra, yok noktasına getirecek kadar ileri götürüyorlar.
Anadolu’da Türk milleti ve Türk kültürü yoksa
mutlaka birileri vardır ve onların savunulması da ABD
ve AB’ye düşmektedir.
Türklerin 1915’te bir buçuk milyon Ermeni’yi
katlettiğini iddia eden yazarın ABD’nin Irak’ta işlediği
cinayetleri kınadığını hiç duydunuz mu?
Asırlarca bir arada yaşayan, çoğunluğu aynı
kökten gelen, aynı dine inanan, tarih içinde dış
saldırılara beraberce karşı koyan, birleşip bütünleşmiş
bir toplumu sömürgeci emeller uğruna etnik ayrışmaya
sürüklemek, asla bir demokrasi ve insan hakları
meselesi olamaz. Bu, insanlar ve toplumlar arasına
fitne ve fesat tohumu ekmektir, kan ve savaşa davetiye
çıkarmaktır.
Sözde İslâmcıların ve sözde İslâmcı medyanın
hâli, tam bir çürümüşlük arz ediyor. Vıcık vıcık ABD
ve AB yandaşlığı sergilerken İslâm âlemine ihanet
ettiklerini hiç düşünmezler mi? Gözleri düşman
olarak milliyetçi-ulusalcılardan başkasını görmüyor.
Batı emperyalizminin İslâm âlemini ezmesine,
sömürmesine, siyasi haritalarını değiştirmesine karşı
koyacakları yerde ona yaltaklanmayı çıkarlarına uygun
bulmuşlardır. Nasıl da yaltaklanıyorlar? ABD’nin
düşmanlarını kendi düşmanları bilerek… ABD Türk
milliyetçiliğine karşı olduğu için bunlar da karşıdırlar.
Doğrusu bunu da çok iyi yapıyorlar:
Türkiye’de bazı devlet adamı, yazar, gazeteci
ve politikacının “çok kültürlülük”, “Türkiyelilik” gibi
Batı’nın sinsi politikalarını savunuyor olmaları çok
Aynı şekilde, ABD ve AB ile ortak projeler
üzerinde çalışan sivil toplum örgütlerinin Irak,
Afganistan ve Filistin’deki insanlık trajedisine
eğildiğini ve canilere karşı çıktıklarını gördünüz mü?
28
TCK’nın 301’inci maddesindeki değişikliği,
İnceleme
Vakıflar Yasası’nı
Annan Planı’nı ABD ve AB talep ediyor diye
ülke çıkarlarına uyup uymadığına bakmaksızın
savunmuşlardır. Hem de bölücülerle ve eski
komünistlerle işbirliği yaparak…
Türklük, Atatürk, milliyetçilik ve ordu-asker
düşmanlığı ABD ve AB’ye ne kazandırır, Müslümanlara
ve İslâm âlemine ne kaybettirir? Bu sorunun cevabını
kendini Müslüman olarak adlandıran herkesin
düşünmesi gerekir. Yüreğinde zerre kadar imanı olan,
İslâm dünyasını düşman ilân ederek 21’inci asrın Haçlı
seferini başlatan ABD’nin yanında asla olmayacaktır.
İslâm ve imân şairi Mehmet Akif, ömrü boyunca
Batı’nın “hayasız akını”na karşı durdu. Onun gibisi bir
daha gelmez. Bugün hayatta olsaydı, İslâmcı geçinen
ABD-AB yandaşlarının yüzlerine tükürürdü.
Batı emperyalizmi, Irak’ta, Afganistan’da,
Bosna’da dökülen kanlardan sorumludur. PKK
terörünü açık ve gizli yollardan beslediğinden, PKK’yı
silahlandırdığından dolayı on binlerce Türk insanının
ölümünden de sorumludur. Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarını da üstünlük ve sömürgecilik yarışına
girerek onlar çıkarmışlardı. Onlar milyonlarca masum
insanın katilleridirler. Şimdi karşımıza geçerek
masum, demokrat, hümanist rolü oynamasın ve bize
insan hakları dersi vermeye kalkmasınlar, çünkü bu
güzel kavramları hangi amaçlar için kullandıklarını
biliyoruz.
Onlar yayılmacı, sömürgeci emellerine demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış kavramlarını alet
ediyorlar diye biz bu değerlere sırt mı çevireceğiz?
Elbette ki hayır! Biz Türk milleti olarak hep bu
değerlerle yoğrulduk, insanı yaratılmışların en üstün
ve değerlisi bildik. Değil adam öldürmeyi kalp kırmayı
bile günah kabul ettik. Türk devletleri “Açları doyurur
ve çıplakları giydirirdi.”; vatandaşlar istedikleri dini
seçmekte özgürdü. İnsanın haysiyet ve onuru yüce
tutulurdu. Türk vatanı sanki “bir iyilikler adası”
idi. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti aynı değerleri
benimsemiştir. Anayasa’nın 2’nci maddesinde bu
değerler, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti
şeklinde belirtilmiştir. Bu vasıflar, Türk kültürüne,
Türk tarihinin ana çizgisine yüzde yüz uymaktadır.
Sözde kalmayıp hayata geçirilmesi ise iktidarların
irade ve ferasetlerine kalmıştır.
İktidarların irade ve feraseti diyoruz ama bu
konuda ciddi sıkıntılarımız olduğunu da biliyoruz.
Atatürk’ten bu yana Türkiye, bir türlü aradığı yönetimi
bulamadı. Buna, iktidarlar Batı emperyalizmi
karşısında dik duramadılar, desek daha doğru olur.
Bütün Müslüman Doğu gibi, Batı emperyalizminin
baskı ve tehditleri altında yaşamaya çalışıyoruz. Dünya
Bankası ve IMF denetiminde, AB Gümrük Birliği
sarmalında ancak ölmeyecek kadar nefes alabiliyoruz.
Müslüman Asya, Müslüman Afrika her geçen gün daha
da yoksullaşıyor. Batı’nın büyük şirketleri Asya ve
Afrika’nın tüm nimetlerini paylaşıyor. Özelleştirme,
toprak satışı, misyonerliğin serbest bırakılması
küreselleşmenin gereği olarak takdim ediliyor.
Devletler şirketlere dönüştürülüyor. Böyle giderse
dünyamız, şirket başkanlarının yönettiği binlerce
devletçiğe bölünecektir. Bunları da küresel büyük bir
gücün yöneteceği hesaplanmıştır.
Bilderberg
yapılmaktadır.
toplantıları,
işte
bunun
için
Bugün küreselleşme adıyla uygulanan büyük
oyunun farkına varmaz ve bu oyunu ezilen mazlum
milletler olarak bozamaz isek, insanlığın bugüne kadar
ürettiği bütün güzellikler sona erecektir. Çünkü Batı,
madde hırsı uğruna en öldürücü silahları üretmek ve
kullanmakta kararlı görünmektedir. Ya mankurtlaşıp
köleleri olacağız; ya da özümüze dönerek, millî
varlığımızı kuvvetlendirerek, millî devlet yapısını
sağlamlaştırarak, demokrasiyi gerçekten tesis ederek
karşılarına dikileceğiz.
Oyuna gelmeyelim:
“Türkiye halkları” değil “Türk halkı”, “Türk
milleti”;
“Çok kültürlülük” değil “millî kültür”;
“Türkiye mozaiği” değil “Türk kültürü”
diyelim.
Etnik bölücülüğün gelişmesine fırsat vermeyelim. Ekonomik bağımlılık siyasî bağımlılığa yol açtığı
için millî ekonomiyi nasıl kuracağımızın, ekonomik
istiklâle nasıl ulaşacağımızın yollarını araştıralım.
Dip Not:
1- Ali Tayyar ÖNDER, Türkiye’nin Etnik Yapısı,
41.Baskı,sf=335
29
YAŞASIN KARANLIKLAR
Yavuz Sezer OĞUZHAN
S
ultan 3. Selim, Osmanlı’nın
Batı’ya
dönmesinde çok büyük pay sahibidir. 3. Selim döneminde Avrupa, padişahın gözünde çıkış için en büyük kılavuzdu.
Ardından Tanzimat, Islahat derken Türk, çoktan Avrupalılaşmaya başlamıştı. Bu noktada Türkü
ikiye ayırmamız mümkün: Biri
avam, diğeri aydın.
Yenilik diye bahsedilenler,
her zaman Batı’ya endeksli olmuştur o dönemde (Bu dönemde farklı mı sanki?). Bize ait ne
varsa geriliğin alameti idi. Tanzimatçılar takımı, Osmanlı’nın
kurtuluşunu Avrupalı olmakla,
milletinin medenileşmesini(!)
de Batı kültürünü yaşamakla
mümkün kılınacağını düşünüyordu. Ne vahim, ne gafil bir durum. Hangi medeniyet?
Türk’ün en önemli özelliği; silahla, topla, tüfekle kolay
kolay yenilmemesi değil mi? Vaziyet bu kadar aleni olunca, çare
de elbette kaleyi içeriden fethetmede vücut buldu. Fakat şu da
bir hakikattir ki Türk, milli ve
manevi değerlerine hassasiyet
üstü bir imanla bağlı. O zaman
devreye soydaşlarının icraatı
girmeliydi. Bu soydaşlar, şartlar
olgunluğa erdiği zaman piyasaya “aydın” sıfatı ile çıkacaktı.
Onlar ki memleketin kurtuluşu
için çaba sarf ediliyor görünecekti halkın gözüne. Bir nevi
sahte kahramanlık. Ancak çok
ilginçtir ki her dönemde ortaya
çıkan aydınlar, hep aynı kelime-
leri sarf ediyorlardı. “Medeniyet
demek, Avrupa demek.” Gün
geldi “Tanzimat!” diye haykırdılar, gün geldi “Meşrutiyet!” diye,
gün geldi “İngiliz ya da Amerikan
mandası” Şimdi de “insan hakları, özgürlük” O kadar büyük vahamet okyanusuna batırılmışız
ki Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı geleneksel unsur oluşturduğu için Nurullah Ataç danışmanlığında (Ataç, İnönü’nün kültür
danışmanıdır.), Yunan edebiyatı
ve felsefesi halka benimsetilmek
istenmiştir. Ne aydın ama! Ne
kültür siyaseti ama! Hatta isimlerini duyduğunuzda şaşıracağınız
kimseler, Hıristiyanlık’a geçme
düşüncesinde olmakla kalmayıp, bu düşünceyi ciddi bir dilek
ve çözüm olarak Meclis’e sunmuşlardır.
Halktan kopuk bir aydın
düşünülebilir mi? Aydın, kimi ve
neyi aydınlatacak halktan başka?
Kendisini üst makamda görmek
sadece o insanların gurur hislerini ve ceplerini tatmin eder.
“Sözcülük” sıfatının varlığı tartışılmaz tabi. “Aydın” diye itibar
ettiğimiz, sözlerini tabulaştırdığımız kimseler Batı’nın yılmaz
ve sadık sözcüleridirler. Onlar
ki her şeyi ile milli kültürü, milli
şuuru; lüzumsuz, eskimiş ve en
mühimi geri kalmamızın sebebi
olarak telakki ederler. Etmekle
kalmayıp bunun hakikat olduğunu milletin mantık ve his damarlarına enjekte ederler. O milleti
çok büyük bir alçaklık kompleksine iterler. Sonra da çıkış yolu
olarak Batı’yı gösterirler.
Bir kişi iyi bir düşünceye
sahip olduğunda “Batılı gibi düşünüyor”; üstüne-başına önem
gösterdiğinde “Avrupalı gibi giyinmiş” denir. Milli geleneğe ve
mukaddesata dil uzattığınızda,
“çağdaş” sıfatını çoktan hak etmişsinizdir… Çağdaş yani Batılı.
Ne yazık ki Doğu, hiçbir şekilde iyiyi, olumluyu düşünemez!
Hiçbir şekilde kendine itina göstermez! Şimdiki aydınlarımızda
“globalleşme/küreselleşme” lafı,
kurtuluş marşı niyetiyle söylenmiyor mu? Küreselleşme dediğimiz sistem, emperyalizmin diğer
ismi değil de nedir? Yüzyılımızın
emperyalizm canavarından korkanlar için çıkarttığı yeni isim.
Madem bu sistem bütün dünyaya
hâkim olacak o zaman bu millet
milli-manevi değerlerinden kurtulmalı! Bunları savunmak çağın
gerisinde kalmakla eşdeğer ne
de olsa! Ne lüzumu var Türkçe, Hintçe, Farsça konuşmanın!
Nasıl olsa herkes İngilizce kullanıyor! Bütün dünyayı kuşatmış
vaziyette bu dil. Ve ne gereği var
bir Türk gibi, bir Hint gibi, bir
Fars gibi yaşamanın! Medeniyetin tek sembolü(!) Batı gibi yaşasak ya! Batılı olsak ya! Ne de olsa
aydınlarımız da bunu istiyor. İstiyor ki biliyor. Biliyor ki istiyor.
Boşa okumadı ya adamlar!
Aydınlarımıza ve bizi aydınlatmalarına inat yaşasın karanlıklar ve selam olsun karanlıkta yaşayanlara...
İnceleme
AYDINLIKLARA İNAT
30
İnceleme
ENVER PAŞA VE
BASMACILIK HAREKETİ
Yusuf BİLTEKİN
B
irinci Cihan Harbi’nden sonra Enver Paşa’nın düşüncelerinde bazı değişiklikler olmuştur. İlk önce
Orta Asya’da Rusya’yı destekler gibi davranmış; ama
daha sonra “Basmacılarla” bir olup, Ruslara karşı savaşmıştır.
Enver Paşa’nın aklından geçen, Pan-Türkçülük ile Panİslamcılık arasında bağlantı kurup yıkılan Osmanlı Devleti’nin
yerine yeni bir Türk devleti kurmaktır. 16 Eylül 1918 tarihinde
Türkistan’dan Osmanlı Devleti’ne bir heyet gelmiş ve bir rapor
sunmuştur. Rapor şöyle başlıyordu: “Biz Türkistan Türkleri,
şimdi evvelkinden belki daha çok hırpalanıyoruz, eziliyoruz.
Gerçi şimdiki şekle göre, bugün memleketimizin idaresinde bir
değişiklik oldu gibi görünür; ama bu değişiklik, milli ve siyasi
hukukumuzu tamamen kendi elimize teslim etmiş, bizleri de
hâkim unsur ile müsavi hukukta görmüş, eski ve koyu Hıristiyanlık taassubundan sıyrılıp temizlenmiş, hür bir Rusya şeklinde tecelli etmiyor. Bilakis, Demokrasi ve halkların müsavatı
bayrağının, sürükleyici himayesine sığınmış, cahil ve yağmacı
bir idarenin, biz şimdi her gün, biraz daha keyif ve heveslerin
kurbanı bulunuyoruz.
……..
Şimdi bizim kalbimiz, tamamıyla, Büyük Türkiye’ye iltihak
ihtirası ile çarpıyor. Bütün Türklüğün birleşmesi, ancak bizim
ulvi maksatlarımıza uyan yoldur. Bugün arzumuz, emelimiz budur…” Enver Paşa’nın Türkistan’a gitme nedeni belki de bu
raporun verdiği ilhamdır . Enver Paşa’nın amacı Türkistan’da
yaşayan 12 milyon Türk’ü bir bayrak altında toplamak idi .
Basmacılık Hareketi: “25 Haziran 1916’ da, o güne kadar
askerlik yaptırılmayan Orta Asyalıların orduya alınması buyruğu verilmişti. Orta Asyalılar çarpışmalara girmeyecekler ancak
çarpışanların içinde saklanacakları koruma çukurları kazacaklardır. Bu buyruk üzerine Orta Asyalı Müslüman Türkler, “Milli
Kıyam” adı verilen Türkistan Bağımsızlık Savaşını başlattılar.
Çarlık yönetimi kendi menfaati için bu oluşumu bağımsızlık
hareketi değilmiş gibi göstererek adını Basmacılık koydular .
Bu ad Ruslar tarafından baskıncı, yağmacı, zarar veren, eşkıya
manalarında yakıştırmış bir yafta olup, ilk zamanlar Basmacılar
tarafından kullanılmamış ama daha sonra benimsenmiştir .
Basmacılığın ilk yeri Kokand şehri idi. Kızıl Ordu’nun Kokand şehrini işgal ettiği zaman şehri himaye eden Küçük-Ergeş
27 Şubat 1918’de şehit olmuştur.1918 senesinin Mart’ında
40 Korbaşılar Kokand şehrindeki Baçır köyünde toplanıp KattErgeş’i Emirul Müslüman olarak seçtiler. Mücadele yaza kadar
Fergana’nın her tarafına yayıldı .
Sovyet yöneticileri bunun üzerine tedbir almak isterler,
ama başarısız olurlar. Fergana’da Ruslar tarafından askeri yönetim oluşturulur. Bu bölgeden sonra Buhara ve Hive’de hızla
yayılan Basmacılık Hareketini Ruslar kolayca bastırabileceklerini sanırlar ama başarısız olurlar.
Bu hareketler Türkistan’da Rus varlığını tehlikeye sokmuştur. Silah sayısının az olmasından dolayı Türkler ağır kayıplar
verir. Silah yardımı almak için İngiltere ve Afganistan’la irtibata
geçilse de bir sonuç alınamaz.
Bu kötü gidişat sonunda Enver Paşa’nın liderliğe oturması
31
Enver Paşa, 19 Mayıs 1922 tarihinde Sovyet hükümetine
bir uyarı göndererek Kızıl Ordunun Türkistan’dan çekilmesini
ister. Sovyetler Türkistan’dan çekilmeyince savaş başlar ve Enver
Paşa’nın ilk zaferi Duşanbe’yi kurtarmak olur.
Üstün Rus Ordusu 15 Haziran 1922’de Enver Paşa’yı yenilgiye uğratır. Enver Paşa Duşanbe yakınlarında Belcevan köyüne
çekilir .
Takvimler 4 Ağustos 1922 tarihini göstermektedir. Bugün
Kurban Bayramıdır. Enver Paşa Belcevan Köyünde dava arkadaşlarıyla bayramlaşırken doğudan, Çegan Tepesi istikametinden
silah sesleri duyulur. Enver Paşa hemen atına atlar, aralarında
Osmanlı Türkü nün bulunduğu 25 civarında atlı, hemen onu
takip ederler. Çegan Tepsine yönelirler. Burada mevzilenmiş,
elinde makineli tüfekleri olan bir düşman müfrezesine saldırıya geçerler. En önde Enver Paşa Atını yıldırım gibi sürer. Ateş
saçan mitralyözlerin üzerine kılıçlarla hücuma geçen bu 25 kadar süvarinin akıllara zarar saldırısı düşmanda şaşkınlık yaratır.
Düşmandan teslim olanlar yaralananlar bile olur. Öndeki mitralyöz susturulmuştur. Arkadaki mitralyöz Enver Paşa’yı hedef
almıştır. Enver Paşa vurulup atından düşer ve şehit olur. Enver
Paşa’nın atı “Derviş” de vurulmuştur ve iki ayağı üzerine çökerek can vermiştir. Enver Paşa’nın şehit oluşunun ardından
onun yiğit arkadaşı Devlement Bey saldırıya geçer ama kendisi
de şehit olur.
42 yaşında şehit düşen Enver Paşa, Türkistan topraklarında, Abîderya suyu kenarında ve vadisindeki Abîderya köyüne
defnedilir. Daha sonra Enver Paşa’nın naaşı İstanbul’a getirilir.
Naaşı yeniden toprağa vermek için mezara inen Ayvaz Gökdemir
naşın 70 yıldır hiç bozulmadan kaldığını görür.
Enver Paşa’nın ölümünden sonra Kızıl Ordu, Basmacıları
yok edene kadar mücadeleyi sürdürür .
Mustafa Kemal Anadolu’da batı emperyalizmine karşı başarılı olup Milli Mücadeleyi zaferle sonuçlandırırken Enver Paşa
Türkistan’da neden Ruslara yenilmiştir? Türkistan’daki “millî
kıyam” neden sonuçsuz kalmıştır? Bu soruların cevabı, sadece
Türkistan için değil Anadolu için de çok önemlidir.
Enver Paşa’yı jeopolitik şartlar, devrin gelişmeleri ve hiç
görmediği bir coğrafyanın sosyal şartları yendi . Bu yüzden Enver
Paşa başarısız oldu. Basmacılık Hareketi de başarıya ulaşamadı,
çünkü silahları yoktu, karşı taraf güçlüydü, dışarıdan destek
alamamışlardı.
Enver Paşa’nın Türkleri birleştirme fikrini daha önce de
düşünenler oldu. Hala da bu kutlu düşünce devam etmektedir.
3 Mayıs 1944’te bu düşünce fikir olarak yeniden alevlendi. Bu
düşünce hiç yok olmayacak, düşünenleri hapse atsalar bile.
Dipnotlar:
1- Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver
Paşa,3.cilt,4.Basım,Remzi Kitabevi,İstanbul,1992,s.432-433.
2- Mehmet Yılmaz, Feridun Ata, www.turkiyat.selçuk.edu.tr/pdfdergi/s15/yilmaz.pdf.
3- Kenan Aksu, İngiliz Gizli Belgelerinde Enver Paşa, Çatı
Yayınları,İstanbul 2007, s. 103-129.
4- Yılmaz,Ata, www.turkiyat.selçuk.edu.tr/pdfdergi/s15/yilmaz.pdf.
5- İrfan Ülkü, Baymirza Hayıt ,KGB Arşivlerinde Enver Paşa, Kamer
Yayınları, İstanbul 1996, s.61.
6- www.milliyetçiler.de/Forums-file-viewtopic-+-4071, “Basmacılık
Harekatı” 5 Haziran 2008
7- Aydemir.a.g.e.s.648-649.
8- Ülkü,a.g.e. , s.67.
9- Aksu,a.g.e.,s.138-141.
10- Aydemir.a.g.e.s.652.
Ergenekoncu diye tutukladılar.
Hapishaneye koydular.
İddianame yüzüne okunmadı.
Cürmünün ne olduğunu bilemedi.
Kansere yakalandı.
On iki ay sonra, ceset haline gelince tahliye
edildi.
Altı gün sonra öldü.
İnsan hakları savunucuları nerede?
AB komiserleri nerede?
İkinci Cumhuriyetçi zevat nerede?
Vicdanınız nerede?
İnceleme
savaşçılar tarafından sevinçle karşılanır.
32
Teknolojinin Seyir Defteri
İnceleme
YENİ AR-GE TEŞVİKLERİ
Metin ÖZBEK - [email protected]
Y
enilikçilik ve Ar-Ge ihtiyacı, günümüzde rekabetin sürdürülebilmesi için
vazgeçilmez iki unsur haline gelmiştir. Ancak bu güce erişebilmek için firmalarımızın yatırımlarının planlanmasından, projelere
gerekli desteğin sağlanabilmesine kadar geçen
süreçte desteklenmeleri başarı oranını ciddi şekilde artırmaktadır.
Şirketlere önemli kazanımlar getirmesi beklenen “Ar-Ge Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkındaki Kanun” 01.04.2008 tarihinde yürürlüğe
girdi. Yapılan yasal düzenleme gereği, ürünler
sosyal ve ekonomik gereksinimlere cevap verebilen mevcut pazarlara başarı ile sunulabilecektir.
Yapılan yeni düzenlemeler çerçevesinde ArGe faaliyetlerine önemli maddi olanaklar ve vergisel teşvikler sağlanmış bulunmaktadır. Bunlar
kısaca;
• Gelir ve Kurumlar Vergisi matrahları üzerinden indirim olanağı;
• Gelir vergisi stopajı teşviki,
• Damga vergisi istisnası,
• Tekno girişim sermayesi desteği,
• Özel proje hesapları oluşturulması,
• Özel nitelikteki fon hesaplarının kullanımı,
• Gelir ve Kurumlar vergisi yasalarında
yer alan Ar-Ge indirimi oranının yüzde 40’dan
yüzde 100’e çıkarılması olarak belirlenmiştir.
Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklemesi Hakkındaki Yasa ile Ar-Ge faaliyetlerine tanınan bu olanaklar, diğer ülkeler dikkate alındığında ülkemizde Ar-Ge çalışmalarına,
benzer ülkelere göre çok daha farklı bir teşvik ve
özendirme sisteminin uygulamaya konulduğu
ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de Ar-Ge faaliyetlerine 2006’da 4
milyar 400 milyon YTL harcandı. 2005’te bu rakam 3 milyar 835 milyon YTL idi. GSYİH içindeki
payı binde 7.6. AB ülkelerinde bu oran yüzde 2-3
civarındadır. 54 bin 444 tam zamanlı Ar-Ge personeli çalışmaktadır.
Ar-Ge faaliyetleri ve bunun sonucu olarak
inovasyon, maliyetlerin gelişmekte olan ülkeler
arasında yüksek olduğu ve verimliliğin belirli
bir seviyeye ulaştığı Türkiye’de hem makro hem
de mikro düzeyde büyümek için tek garantili
yoldur. Ayrıca Avrupa Birliği ve Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ) normlarının sanayiye verilen teşvikleri kısıtladığı, hatta yasakladığı bir ortamda inovasyon, çevre ve güvenlik ile birlikte devlet teşviklerinin meşru olduğu seyrek alanlardan
biridir.
Sanayi Politikaları Özel İhtisas Komisyonu’nun 9. Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde
hazırladığı raporda küresel ekonomide rekabet
edebilen bir sanayi tabanının oluşturulabilmesi için teşvik sistemi reformu gerekli görülmektedir. Türkiye’nin sanayi politikaları ile ilgili
en geçerli belge olma niteliği taşıyan raporda,
teşvik sisteminin; rekabetçi yapıya zarar vermeden, ekonomideki yenilikçi faaliyet, toplam faktör verimliliği, istihdam ve yatırım miktarında
artış yaratacak şekilde tasarlanması gereğini
vurgulamakta, aksi takdirde, teşviklere dağıtılan kaynakların israfı sonucunun ortaya çıkacağı uyarısını getirmektedir.
Rapor, teşviklerin ekonomide verimliliği arttıracak yenilikçi faaliyetlere verilmesini temel
ilke olarak benimsenmiştir. Burada faaliyetler
yeni bir ürünün geliştirilmesi olabileceği gibi
mevcut ürünlerin daha verimli üretilmesini sağlayacak organizasyonel yapılar ya da teknolojiler geliştirilmesi de olabileceği belirtilmiştir.
Mevcut sektörlerin verimliliğinin hızla arttırılması ve girişimcilerin daha önce var olmayan yeni alanlara yeni yatırımlar yapması,
Türk sanayinin rekabet edebilmesi dolayısıyla
33
Ar-Ge teşviklerini gerekli kılan diğer önemli bir husus ise yurt içi ithalat bağımlılığının ve
dolayısıyla cari açığın azaltılması amacıyla sanayide kullanılan ithal ara girdilerin yurtiçinde
üretilmesini sağlayacak mekanizmaların geliştirilmesidir. Bu çerçevede çıkarılan kanun, imalat sanayisinin Ar-Ge faaliyetlerinin yaygınlaştırılması sağlanarak, özellikle yüksek teknolojili
ara girdilerin yurtiçinde üretilmesinin mümkün
hale getirilmesini amaçlamaktadır.
Bu bağlamda 5746 numaralı kanun şirketler düzeyinde reel sektörde başarılı uygulamalar
geliştirildiğinde Rekabet Gücü açısından önemli
sonuçlar doğurabilecektir.
Yeni Ar-Ge Teşviki Yasası ile:
• Teşvik ve destekler sektör ayrımı yapılmaksızın 2024’e kadar verilecek.
• En az 50 Ar-Ge personeli çalıştırma şartı
aranacak
• Ar-Ge harcamalarına yüzde 100 matrah
indirimi sağlanacak
• Ar-Ge personelinin ücreti üzerinden hesaplanan Gelir Vergisi’nin yüzde 80’i, doktoralı
personelde ise yüzde 90’ı alınmayacak.
• Personelin işveren tarafından ödenmesi
gereken sigorta priminin yarısı 5 yıl süreyle bütçeden karşılanacak.
• Ar-Ge projeleri ile rekabet öncesi işbirliği projelerine ilişkin harcamaların tamamı ile
500’den fazla Ar-Ge personeli çalıştıran işletmelerde bir önceki yıla göre ek olarak yapılan harcamaların yarısı vergi matrahından düşülecek.
• Giderler amortisman yoluyla sonraki yıllarda vergi matrahından düşülecek.
Kanunun amaçları içeren birinci maddesinde desteklenen ve teşvik edilen faaliyetler şöyle
sıralanmıştır:
• Teknolojilik bilgi üretimi
• Üründe ve üretim süreçlerinde yapılacak
yenilikler
• Ürün kalitesi ve standardının yükseltilmesi çalışmaları
• Verimliliğin artırılması çabaları
• Üretim maliyetlerinin düşürülmesi çalışmaları
• Teknolojik bilginin ticarileştirilmesi amacıyla yapılan faaliyetler
• Rekabet öncesi işbirliklerinin geliştirilmesi
• Teknoloji yoğun üretime geçiş girişimleri
• Girişimcilik ve bu alanlara yönelik yatırımlar
• Ar-Ge’ye ve yeniliğe yönelik doğrudan
yabancı sermaye yatırımlarının ülkeye girişinin
hızlandırılması
• Ar-Ge personeli ve nitelikli işgücü istihdamının artırılması
Gelecek sayıda teşviklerden yararlanma koşulları ve yasaya yönelik eleştirileri anlatan bir
yazı ile konuya devam etmeyi planlıyorum. Gelecek sayıda görüşmek ümidiyle…
İnceleme
da ülke ekonomisinin sürdürülebilir ve tempolu
şekilde büyüyebilmesi için en önemli koşuldur.
Türkiye’nin teknolojik açıdan ilerlemesi, yenilik
yapabilmeleri(inovasyon) ve kendi teknolojik
yenilenmelerini gerçekleştirebilmeleri ile mümkündür. Küçük ve orta ölçekli işletmelerden,
komşusunun faaliyetlerini kopyalamak yerine,
verimlilik ve karlılığını arttırmak amacıyla yenilik yapanlar ve sonucunda daha yüksek katma değer üretebilenler desteklenmelidir. Bunun
mantığı şöyle açıklanabilir: Bu firmaların başarısız olmaları durumunda bu durumun maliyetini sadece kendileri karşılamaktadır. Ancak
başarılı olmaları durumundaysa, bu yeni faaliyetlerin başarılı olduğunu gören diğer şirketler
benzer girişimi tekrarlamaya başlayacak ve yeniliği ilk yapmış olan şirketin karlılığını azaltacak, hatta rekabet ortamını durumuna göre belki de sıfıra indirebilecektir. Başarısızlık halinde
zararının tamamının kendisi tarafından karşılanacağını, başarı halinde ise karın sadece bir
kısmının kendisine kalacağını kestiren potansiyel yenilikçi girişimciler doğal olarak, getirisi
belli olan faaliyetlerle sınırlı kalmaktadırlar.
Yenilikçilik faaliyetlerine normal piyasa şartlarında giremeyen yenilikçilerin, yani bir ürünün
veya sürecin geliştirilmesinde ilk adımı atanların, teşvik edilmesi, küçük şirketlerin büyüyebilmesi, diğer şirketlere örnek olabilmesi ve ekonominin gelişebilmesi için son derece önemlidir.
34
İnceleme
Söz:
Müzik
ABDAL, OZAN, AŞIK KAVRAMLARI
ve NEŞET ERTAŞ ÜZERİNE (1)
Ahmet ALTAY - [email protected]
M
üzik olgusu, bir milletin kültürünü
oluşturan unsurların en başında gelenlerindendir. Bir başka ifadeyle;
kültür kavramının temel öğelerindendir. İnsan toplulukları yerleşik yaşamaya başladığı andan itibaren yaşam şartlarını iyileştirmeye çalışmış, beraberinde de
farkında olmadan yine yerleşik davranışlar sergilemiştir. Bu davranışlar bütünü, hayatın içerisinde var olan
her şeyle “kültür” kavramını oluşturmaya yöneliktir.
Öyle ki göçebe toplulukların ya da yersiz yurtsuz insan
kalabalıklarının sağlıklı ve örnek alınacak bir kültür
birikiminden bahsedilemez. Değişen şartlara bağlı olarak davranış biçimi de değişmektedir ve hayatta kalma
mücadelesi her türlü davranışı meşru kılmaktadır.
Dünyada en az 3500 yıldır var olan ve kültürmedeniyet kurabilmiş bir kavim olarak en eski insan kalabalıkları arasındayız. Hint, İran, Çin, Mısır,
Antik Yunan... gibi. Öyle ki resmi araştırmalara göre
Türkçe’miz dünyada halen konuşulan diller arasında 4.
sıradadır. Dünyanın toplam nüfusu göz önüne alındığında bu rakamın gerçekliği görülecektir. Ayrıca çok
geniş bir coğrafyada konuşulduğu da gözardı edilmemelidir.
Yerleşik ve biriken Türk kültürünün başlangıcını
Türk tarihinin başlangıcıyla eş zamanlı olarak düşünebiliriz. Akıp giden zamanın ve coğrafi değişikliklerin insanların ve toplumların yaşamını değiştirdiği,
geliştirdiği ve etki altına aldığı bilinen bir gerçektir.
Ama kimi kavramlar var ki üzerinden akıp giden zaman onu aşındırmayıp değerine değer katmıştır. “Orta
Asya Türk Kültürüne bağladığımız âşıklık ve ozanlık
geleneğimiz hiç şüphesiz zamanın tahribatına uğramadan süregelmiş eşsiz kültür hazinelerimizden biridir.”
Mehmet Özbek, Türk Halk Müziği sözlüğünde “abdal”
maddesi için şunları yazmıştır:
“Eskiden bazı gezgin dervişlere verilen sıfat”,
“Tasavvufta, dünyanın manevi düzenine yön vermeleri için Tanrı’nın görevlendirdiğine inanılan kişiler”; “
abdal davulcuları” için ise: “Anadolu’ nun çeşitli yörelerinde eskiden göçebe, şimdi kısmen yerleşik olarak
yaşayan, Türkmen olan ve daha çok müzikle uğraşan
halk” ifadesini kullanmıştır. “Ozan” için: “Sazlı şair.
Kopuz eşliğinde hece ölçüsüyle yazılmış şiirler söyleyen saz şairlerine Oğuz Türkleri’ nin verdiği ad”
demiştir. “Âşık” için ise: “Sözlü şiir geleneğine bağlı
olarak düzüp koştuğu şiirlerini saz eşliğinde söyleyen
halk şairi” ifadesini kullanmıştır. Türk varlığının Orta
Asya’dan Anadolu’ya göç etmesiyle beraber bu kültür
Anadolu’ya taşınmıştır. Yüzyıllar boyunca halk dilinde, âşıkların ve ozanların gönlünde hayat bulmuştur.
Öyle ki bu kaynaktan beslendiğini düşündüğümüz
Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali
vs. gibi ustalar bu kültürün önemli temsilcilerindendir.
Bugün Kırşehir dolaylarında yaşayan bu topluluğun
günümüzde göz önünde olan temsilcilerinin sayıca az
olmasına rağmen özellikle 1995’li yıllardan bu tarafa
adı daha çok duyulan ve varlığının farkına varılan “Neşet Ertaş”, yaktığı ve dile getirdiği türkülerle toplumun
beğenisini kazanmıştır. Türkü söyleme, türkü dinleme
kültürümüze canlılık katmış Anadolu bozkırının öz sedalarını sazıyla ve yüreğiyle haykırmıştır. Kendi ifadesine göre 1955 yılında taş plağa türkü okumuştur.
Böylece daha geniş halk kitlelerine sesini duyurmaya
çalışan usta, TRT kurumu bünyesinde de yer almış, ardından kendi hayat şartlarına bağlı olarak Almanya’ya
yerleşmiştir. Bu sıralarda yine plak, kaset gibi kayıt
çalışmalarına devam etse de bugünkü anladığımız
manada popülaritesi ülkemizde oldukça geç kalmıştır.
Türkü dinleme, türkü söyleme, ülkemizde sanki belirli
bir sosyal zümreye ve sınıfa aitmiş gibi çeşitli zümreler
tarafından sahiplenilmiş ve ideolojik olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Oysaki sanatın her türlüsü siyasetin
üzerinde olmalıdır. Siyasetin etkisi altında kalan, siyasetin tekelinde olan bir sanat anlayışı yerine siyasetin
üzerinde olan ve siyasilere hükmeden bir sanat gerçek
varlığını ortaya koyacaktır…(Devam edecek)
KAYNAKÇA
1- ATAMAN, Sadi Yaver, “Eski Trük Düğünleri”,
152 s., Kültür Bak.Yay. No:1425, Ank.,
1992
2- NUTKU, Özdemir, “4. Mehmet’in Edirne Şenliği”, 158 s.+levhalar, Türk Tarih Kur.,Ank.,1972
YAŞAYAN HAZİNELERİMİZ
Ayşegül ERDOĞAN
S
evgiye, ilgiye ve şefkate muhtaç açılmamış birer
goncadır çocuklarımız. Bu minik çiçeklerin açılıp etraflarına mis kokular yaymaları da kuruyup
yapraklarını dökmeleri de çocuklarımızın anne ve babalarının elindedir. Annenin ve babanın çocuğa yaklaşımı, davranışları, çocuğun ahlak gelişimini, özgüvenini, bağımsızlık
duygusunu yani kişilik yapısını büyük ölçüde etkileyecektir.
Çünkü anneler ve babalar çocukları için birer örnektir.
İnsan, gelişim sürecinin ilk aşamalarından itibaren çevresiyle iletişim kurmaya başlar. Göz temasıyla başlayan iletişim, diğer duyu organlarının devreye girmesiyle gelişerek
artmaya devam eder. Bu iletişimde ilk ve en önemli ortam
ailedir. Anne- babaların çocukları ile olan iletişimlerindeki
tutumları, çocuğun zihinsel, duygusal ve sosyal gelişiminde
rol oynayan en temel etkendir. Çocuk kimliğini aile ortamında oluşturmaya başladığı için hal ve hareketleriyle içinde
bulunduğu ailenin bir yansımasıdır. Her anne ve baba çocuğunun kusursuz olmasını ister ve bunu sağlamak için de var
gücüyle çalışır. Anne ve babaların bazıları bu amaç doğrultusunda açılmış kurslara gider. Bazıları bu konu hakkında
yazılmış kitapları okur. Bazıları da görmüş geçirmiş büyüklerimizden bu konuda yardım alır. Yani bu süreçte anne ve
baba yeni bilgiler edinir. Aslında anne ve babayı eğiten de
geliştiren de çocuklarıdır.
Çocuklarına bir şeyler öğretmek için çaba harcayan
anne ve babaların bazı hususlara dikkat etmeleri gerekir.
Bunların başında yapacakları her işin temeline sevgiyi koymak gelir ki bu çok önemlidir. Sonra çocukların önünde
kavga etmemek, karşılıklı konuşmalarında düzgün cümleler
kurmak, hal, hareket ve söylemleriyle birlik ve beraberliğin
önemini vurgulamak, sevgi ve saygı çerçevesini hiç terk etmemek, aile olmanın önemini çocuğa hissettirmek...
Aile, çocuk için koruyucu bir kalkandır. Aile çocuğa
hayat karşısında dimdik durmayı, hayata karşı mücadele
etmeyi, sorunlarla savaşmayı, onların üstesinden gelmeyi
öğretir. Çocuklar birer tarladır aileler bu tarlaya ne ekerse
ileride onu biçer. Anneler ve babalar şunu çok iyi bilmeli ve
idrak etmeli: Çocuklarınızın duygularını ve aklını biz beslemeliyiz, biz beslemezsek çocuk başka beslenme kaynakları
bulmak zorunda kalabilir. Bu ülkenin geleceği çocuklarımıza emanettir. Bunun içindir ki aileler çocuklarını eğitirken
milli değerleri göz önünde bulundurmalı, çocukların gönüllerine vatan, millet, dil ve bayarak sevgisini koymalı. Sadece karınlarını değil aynı zamanda beyinlerini de doyurmalı.
Çocuklar, mantıklı ve yaradılışlarına uygun olarak eğitilmeli
ve yetiştirilmelidirler. Çünkü Türk milleti aydınlık geleceğine ancak iyi eğitimli genç nesiller sayesinde ulaşacaktır.
Nasıl ki bir gül goncası açmak için gün ışığını beklerse çocuklarımız da bizim ilgimizi, sevgimizi, saygımızı
ve şefkatimizi beklemektedir. Sevgimizi, ilgimizi gün ışığı
niyetine sunmalıyız çocuklarımıza. Unutmayalım ki çocuklarımıza verdiğimiz doğru eğitimle geleceğimize yatırım
yapıyoruz. Bizi ömür boyu gönüllerinde yaşatacak, baş tacı
yapacak, sözlerimizi dinleyecek, bizimle ilgilenecek çiçeklerimize en doğru eğitimi vermeliyiz Unutmayalım ki doğru
eğitim doğru gelecektir. İyi bir çocuk yetiştirmek, kasalar
dolusu servetten daha iyidir. Çünkü çocuklarınız yaşayan
hazinelerimizdir. Tevfik Fikret’in de söylediği gibi:
“ Kim demiş çocuğa küçük şeydir
Belki çocuk en büyük şeydir.”
İnceleme
35
36
İnceleme
ŞAİRİ TANIMAK ADINA
Gülay KAPLAN
K
kitabını.
ısa bir süre önce okudum “Âşık Ziya”
mahlası ile tanıdığımız ozan Ziya
ŞAHİN’in “Dağlara Döneceğim” adlı
Kendisiyle tanışmak da nasip oldu. Öyle uzun
uzadıya oturup sohbet etme fırsatını yakalayamadım, sadece birkaç dakika konuşabildim. Çok önceden başlayıp da çoktan sonuna gelinmiş bir sohbetin
içinde tanıdım kendisini. Sorduğum sorulara cevap
verirken kurduğu cümleler çok samimi bir kişiliği
olduğunu düşünmeme neden oldu. Keşke diyorum
kendime, birkaç dakika değil de şöyle içime sine sine
birkaç saat konuşabilme imkânı bulabilseydim. Kim
bilir neler öğrenirdim, nerelere gider, nerelerden geçer, kimlerle tanışırdım o sohbet esnasında.
Âşık Ziya’yı daha yakından tanıyabilmek için,
şiirleri hayatının parçalarını ele verir düşüncesiyle
kitabının sayfalarını çevirmeye başladım.
Ozanın yüreğinin çok geniş olduğunu düşündüğüm için şiirlerindeki çeşitlilik beni hiç şaşırtmadı.
Hayatın dört bir yanından topladığı mutlulukları,
beklentileri, özlemleri, kaybetmişlikleri, düş kırıklıklarını ve umutları ince ince işlemiş satırlarına. Hem
de sözü hiç dönderip dolaştırmadan, içinden geldiği
gibi, dupduru bir dille döküvermiş kaleminde biriktirdiklerini sayfalara.
Ozanın vatan için sunduğu sözcüklerin yüreği
coşturan ahengine kapılıp gittiğim oldu sayfalar boyunca. Heyecan vardı vatan şiirlerinde kahramanlık,
vefa, vatan topraklarına koşulsuz bağlılık vardı. Bir
de her şeyden çok Türk olmanın gururu doldurmuştu
mısralarını. O vatanını adıyla değil sadece, taşıyla,
toprağıyla, kuşuyla, çiçeğiyle ve insanıyla birlikte
sevmişti.
Ailesini sevmeyen kişi insanları, insanları sevmeyen kişi ise vatanını sevebilir mi? Âşık Ziya da
ailesine olan düşkünlüğünü damla damla akıtmış
şiir deryasına. Sevgisini tane tane işlemiş harfler
arasına. Ozanın annesine duyduğu bir özlem var ki
onu yüreğinizde hissetmemeniz imkânsız. Dağlara ve
sılaya duyduğu hasreti ise ayrı bir tat katmış kitaba.
Ozanın şiirlerinin yüreğime fısıldadıkları bunlar, daha fazlası da var ama onlar satırlarda gizli.
37
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
Genç ATSIZ
ürk Milliyetçiliği fikir, yöntem, sistem, anlayış
ve uygulanış bakımından Batı milliyetçiliğinden Kaf Dağı kadar uzak ve apayrı bir yapı arz
etmektedir. Her açıdan Batı medeniyetine göre daha erken
gelişen Doğu medeniyetinin öncüsü olan Türklerde, milliyetçilik anlayışının çok eskiden beri var olduğunu ve uygulandığını görmekteyiz. Aşağıda verdiğimiz örnekler, Türk
milliyetçiliğinin Hunlar ile başladığının kanıtlarıdır:
T
Mete’nin oğlu Loişang:
“Yabancı kültüre girmek demek, onun egemenliğini kabul etmek demektir... Öteden beri Hunlar kuvvetliyi takdir
eder, ona veya kuvvetliye tabi olmayı hakir görürler. Savaşçı, süvari hayatımız sayesinde, adı yabancıları titreten bir
millet olduk. Zira, bilirler ki savaşta muhariplerin (savaşcı)
kaderi ölümdür. Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacak, çocuklarımız ve torunlarımız, diğer kavimlerin efendisi olacaklardır.”
Çiçi Kağan:
“Çinlilere tabi olmayınız. Çünkü bu, şanlı ve şerefli yaşamı olan cetlerimize karşı yapılması mümkün hiyanetlerin
en büyüğüdür. Atalarımız bize en geniş ülkelerle birlikte hürriyet ve istiklal emanet ettiler. Korumakla sorumlu olduğumuz bu emanetleri, adi bir ömür uğruna feda edemeyiz. Hiç
bir Türk’ün, alnında esaret damgasını taşımaya tahammül
edebileceğini tahmin etmem.”
Kaşgarlı Mahmut:
“Gördüm ki, Yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin
burçlarında doğurmuş, göklerdeki burçları, onların devletleri çevresinde döndürmüş. Onlara Türk adını kendisi vermiş.
Mülk ve saltanatı onlara vererek, onları asrın hükümdarı kılmış. Cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış ve
onları bütün insanlardan üstün eylemiş. Doğrulukta onlara
her zaman yardımcı olmuş; onlara intisap edenleri, onların
nimetinde bulunanları hep aziz kılmış ve bütün dileklerine
erdirmiş, kötülerin şerlerinden korumuş.
Milliyetçiliğin meyvelerinden en güzeli bağımsızlık
ateşidir. Bağımsız ve hür olma istediğidir. Hürriyet duygusunun asırlar önceden Kürşad Ata’nın 40 neferle Çin’de yaptığı ihtilalle biz Türklerde var olduğunu görmekteyiz. Yine
milliyetçilik duygusu milletlerin refahını, yaşam kalitesini
arttırmayı hedefleyen sosyal devlet anlayışının temelidir.
“Açı doyurdum, çıplağı giydirdim” diyen Bilge Kağan’ın
hitabelerinde sosyal devlet anlayışının güçlü örneklerine
rastlamaktayız.
Milliyetçilikte dile sahip çıkmak ve onu muhafaza etmek, son derece önemlidir. Ali Şir Nevai’nin ve Kaşgarlı
Mahmut’un Türk dilinin güzelliklerini, inceliklerini ve gücünü belirtmeleri milliyetçilik duygularının ne kadar gelişmiş
olduğunu göstermektedir. Ayrıca Karamanoğlu Mehmet’in:
“Bugünden sonra divanda, dergahta, bargahta, mecliste ve
meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.” sözü
Türk dili ve Türk milliyetçiliği bilinci açısından en güzel örneği teşkil etmektedir.
Milliyetçilik duygusunun teşkilatlanma ürünü olan milli devlet ve milli ordu; diğer toplumlardan çok önce Hunlar
çağında gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı’nın son demlerine rastlayan milliyetçilik kasırgası, elemdir ki büyük Türk İmparatorluğunun yıkılma sürecine ivme kazandıran olgulardan biri olmuştur. O dönemde
ortaya çıkan aydın takım ve onların imparatorluğu kurtarma
adına yürüttükleri fikir akımları dahi bu gidişe engel olamamıştır. Islahat Fermanı’yla (1856) kabul edilen Osmanlı
vatandaşlığı olgusu imparatorlukta Namık Kemal’in başını
çektiği “Osmanlıcılık” akımını filizlendirmiştir. Bu akıma
göre dil, din, ırk, mezhep, renk ayırımı olmaksızın bütün
halk Osmanlıdır ve Osmanlılık kimliğine sahiptir. Burada
“Osmanlı milleti” yaratma gayreti, Osmanlıca’nın yaygınlaştırılması, imparatorluğun birlik ve bütünlüğü için önlem
olsa da cılız kalmıştır. Eşya’nın tabiatına aykırı olan bu fikir,
Yunan, Bulgar, Arnavut, Sırp isyanlarının başlamasıyla geçerliliğini ve manasını yitirmiştir. Bu arada Kavalalı Mehmet
Ali Paşa denen gözü dönmüş Mısır Valisi’nin Osmanlı’dan
ağır talepleri imparatorluğun bütün tebaasıyla birlik ve bütünlük arz etmesine güneyden sekte vurmuştur. Devamını
izleyen süreçte “İslamcılık” akımı imparatorlukta ağır basmıştır ki o dönemde Meşrutiyetin ilanıyla birçok gayrimüslim azınlığın ve sömürücü ayan takımının meclise dolması
ve de batıda gayrimüslim isyanların hızlı artışı Gök Sultan
İkinci Abdulhamid Han’ı bu düşünceye sevk etmiştir. Lakin
Müslüman Arnavutların isyanı, yine güneyde rahat durmayan Arapların ihaneti , “İslamcılık” fikrinin geçerliliğini bitirmiştir. Böylece güçlü milliyetçilik şuurunun kol gezdiği
dünyada, din olgusu milletleri bir arada tutabilecek tutkal
olmaktan çıkmıştır.
Osmancılık ve İslâmcılık akımları da Türk Milletinin
vatanperverliğinin göstergesidir. Çünkü ne olursa olsun bu iki
akım imparatorluğu ayakta tutmak ülküsüyle ortaya çıkmış,
yalnız bazı noktalarda eksik kalmıştır. İşte o dönemde Türk
milliyetçiliğinin adı olan Türkçülük fikrini Alp Er Tunga’dan
gelen yoğun duygusuyla beraber sistemleştiren büyük Türkçü aydınlar, düşünceleri ile Türk Milleti’nin kararan mukadderatına ışık olmuşlardır. Yusuf Akçura “Üç Tarz-ı Siyaset”
adlı esriyle Türkçülükten başka tutunacak dalın kalmadığını
ve Türk Milleti’nin temel ülküsünün Türkçülük olduğunu
İnceleme
HUNLARDAN GÜNÜMÜZE
İnceleme
38
ortaya koyarken, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul,
Ziya Gökalp gibi Türkçüler de şiir ve makaleleriyle Türkçülük ülküsünü coşturuyor, yüreklere nakış nakış işliyorlardı.
O dönemde Kurtuluş Savaşına önderlik eden Türk Ocakları
(1912) kurulmuş, Türk Yurdu dergisi çıkartılmıştır. Türkçülük, Batı milliyetçiliğinden farklı olarak hem duygusal olarak yoğunlaşmaya hem de sistemleşmeye başlamıştır. Ziya
Gökalp “Türkçülüğün Esasları” kitabıyla Türkçülüğün sosyolojik izahını yapmış ve fikrî temellerini atmıştır. Başbuğ
Mustafa Kemal’le Türk Milleti Türkçülük ülküsüne sarılmış
ve Türk ülküsünü benimsemiştir.
Atatürk’ün ölümünden sonra komünizmin Türkiye için
bir tehlike oluşturması, İsmet Paşa ve yönetiminin buna
tolerans göstermesi, bazı kişilerin komünizme methiyeler
düzmeleri, Türkçülük ülküsüne inanmış Türkçüleri harekete
geçirmiştir. Türklüğün ölümsüz güneşi, 20 yüzyılın Kürşad’ı
Hüseyin Nihal Atsız ve Türkçüler komünizme karşı büyük
bir direniş göstermeye başladılar ve kısa sürede bu fitneci fikri çürütmeyi başardılar. Bununla birlikte gerek devlet
erkânı gerekse sözde aydınlar tarafından yoğun suçlamalara
maruz kaldılar. Lakin yürekleri Türklük ateşiyle alev alev
yanan Türkçüler bu isnatlara da gereken cevabı tokat gibi
yapıştırdılar. Türkçü Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun mecliste yaptığı konuşmadan sonra, Hüseyin Nihal Atsız dönemin
başbakanına hitaben iki açık mektup yayınladı. Bu mektuplarda artan komünizm tehlikesini, yerli komünistlerin faaliyetleri ortaya koydu ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan
Ali Yücel’i istifaya davet etti. Atsız, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in de kışkırtması ile Sabahattin Ali tarafından
mahkemeye verildi. Atsız ve Sabahattin Ali arasında başlayan bu dava zamanla Türkçülük ile komünizmin mücadelesi
haline dönüştü. 3 Mayıs 1944’te yapılan ve tarihe Türkçülük
Turancılık Davası olarak geçen ilk duruşma ve bunu takip
eden diğer duruşmalar, Türkçülere uygulanan işkence ve zulümler Türkçülük ülküsüne bağlı gençleri sokaklara döktü.
Ülke genelinde “Türkçülüğe evet komünizme hayır!” diyen
gösteriler yapıldı. Bu gösteriler ihanete atılan tokattı. Türklüğün üzerine doğan güneş, Türkçülüğün soysuzlaşma ile
gördüğü hesaptı. O dönemde İkinci Dünya Savaşı’nın Rusya
lehine dönmesi ve Milli Şef İnönü ve takımının Sovyetlere kur yaparcasına Türkçüleri hapsetmesi, Atatürk’ten sonra
Türkçülükten kopuşun, acizliğin, korkaklığın en büyük göstergesi olmuştur.
Türkçüleri faşizmle suçladılar. Atsız’ın faşist lider Mussoliniye hitaben yazdığı “Davetiye” adlı şiiri gözardı ettiler.
Türkçülerin yalnızca Türk özünden gelen fikirlerle, Türk’e
ait ideolojilerle beslendiğini anlamadılar. Turan’a hayal, Turancılara hayalperestler dediler. 3 Mayıs günü mahkeme salonunda “Sovyet Rusya çökecek.” sözüne katıla katıla güldüler. İkinci Cihan Harbi’den sonra Sovyetlerin Selim Sarper’e
Rus ülküsü olan sıcak denizlere inme sevdası namına verdiği
Kars, Ardahan ve boğazları içeren notayı içlerine sindirdiler
de tarih sahnesinde Mete Han ve Timur Han ile gerçekleşmiş
Türk Birliğini Türk dünyasına uzak gördüler.
Şimdi Sovyetlerin dağıldığını ve o topraklarda 5 Türk
Cumhuriyetinin bayraklarının dalgalandığını görüp hatalarını anlamışlar mıdır? Ne dersiniz?
TAM BAĞIMSIZ
TÜRKİYE
Türk’e gaflet yakışmaz kaldırın başınızı
Yedi düvele karşı çatalım kaşımızı
Vermeyelim düşmana bir çakıl taşımızı
Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye
Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye!
Dönelim aslımıza bu millet ezilmeden
Bu yurdun haritası yeniden çizilmeden
Yürüyelim el ele şehitler üzülmeden
Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye
Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye!
Çözelim hainlerin bize isyanlarını
Ne çabuk unuttular Türk’ün aslanlarını
Yazmadık mı Kıbrıs’ta mertlik destanlarını?
Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye
Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye!
Benim asil soyuma melezler katılmasın
Erenler diyarında destursuz yatılmasın
Elin yabancısına toprağım satılmasın
Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye
Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye!
Duran’ım bu birliğe davet eder herkesi
İçimizdeki volkan Atatürk’ün ilkesi
Ebediyen var olsun şehitlerin ülkesi
Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye
Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye!
Duran TAMER
İnceleme
39
İnceleme
40

Benzer belgeler