Tasarım Gazetesi Ekim sayısı için

Transkript

Tasarım Gazetesi Ekim sayısı için
SON 2 AY ICINDE, 2 FARKLI ÜLKEDEN, 2 TASARIM MERAKLISI KAPIMI ÇALDI.
MERAK KONUSU OLAN, TÜRKİYE’DE TASARIMIN GİDİŞATIYDI... TASARIMIN
DEĞERİ ANLAŞILMIŞ MIYDI EN NİHAYET? ÜRETİCİLER TASARIM TALEP EDİYOR
MUYDU AZAR AZAR? AİLE ŞİRKETLERİ BİRAZ FAZLA MIYDI NE? AİLENİN
BÜYÜĞÜ TASARIMIN DA MI BİLİRKİŞİSİ SAYILIYORDU YOKSA? “ TASARIMI
SİZDEN ÖĞRENECEK DEĞİLİZ!” DENMİŞ MİYDİ MEMLEKETTE, SIRADA MIYDI?
TASARIMCILAR İLHAM ALMAYA YETECEK KADAR PARA KAZANIYOR MUYDU?
SON DÖNEMDE YARATICILIĞI ÜST DÜZEYE TAŞIMAKTA MÜTHİŞ BİR MOTİVASYON
KAYNAĞI OLAN DEVLET, TASARIMA TEŞVİK VERİYOR MUYDU, GAZA MI GİTMİŞTİ
BİRİKİMLER? İSTANBUL DESIGN WEEK’E N’OLMUŞTU SAHİ? AMMA DA
ÇOK TASARIM OKULU VARDI, KAÇ KİŞİ MEZUN OLUYORDU ALLAH AŞKINA?
YURTDIŞINDAN TASARIM OFİSLERİ VAR MIYDI BURADA? BİR DE... KİMLER
ÜNLÜYDÜ?
GÖRÜNEN O Kİ, “POTANSIYELİMİZ” GİTGİDE ARTIYORDU. GEÇTİĞİMİZ SENELERDE
TASARIMCILARIMIZIN UYKUSUZ GECELER GEÇİRMESİNE SEBEP OLMUŞ HOLLANDA
TASARIM RAPORU NE İLKTİ, NE DE SON OLACAKTI. BURASI PEK DE TASARLANMAMIŞ
BİR COĞRAFYAYDI, TASARIMA SUSAMIŞ VATANDAŞLARIMIZ MEVCUTTU.
ÜSTELİK HİÇ BİRİ DE TASARIMA ‘TASARIM’ DEMİYOR, İNGİLİZCE’DEN DEVŞİRİLMİŞ
‘DİZAYN’ KELİMESİNDE ARADIKLARI ‘ULUSLARARASI’ YARATICILIĞI BULUYORDU.
DURUM BUYKEN BİZ MERAK UYANDIRMAYALIM DA... KİM UYANDIRSINDI?
TASARIM SEKTÖRÜNÜN SON 10 SENEDE NASIL DA DEĞİŞTİĞİNİ İLGİYLE DİNLEYEN
MİSAFİRLERİM GİTTİKTEN SONRA DÜŞÜNDÜM... EVET OKUL SAYISINDAKİ İVME
BAŞ DÖNDÜRÜCÜYDÜ, AKADEMİSYEN SAYISI YETİŞMEKTE GÜÇLÜK ÇEKİYORDU.
EVET HER GEÇEN GÜN AÇILAN YARIŞMA SAYISI DİLLERİ DOLANDIRIYOR, ALINAN
PATENT SAYISI UZAKTAN BAKIYORDU. EVET BÜTÜN CEO’LAR ERGONOMİ
DEHASIYDI; AR-GE DEPARTMANLARI İSRAF OLUYORDU. EVET INHOUSE TASARIM
EKİPLERİ ÇOK DENEMEZDİ AMA EVDE OTURAN TASARIMCIMIZ PEK BOLDU, AYNI
ŞEY SAYILIRDI.
İSTANBUL
BİENALİ’NİN
GÖRSEL DİLİ
PREMIERE
VISION
DESIGN CITY
BURSA
LONDON
DESIGN
FESTIVAL
YENİ PLATFORM:
YAKLAŞ
VE EVET, ONLAR DÜNYANIN ÖBÜR YANINDAN GELİYORDU AMA BİZİMKİLER
ŞURACIKTA (*) OLAN BİTENİ İZLEMEYE ÜŞENİRDİ.
E DURUM BUYKEN, BİZ POTANSİYEL OLMAYALIM DA, KİM OLSUNDU?
(*) BUGÜN BURSA’DA DESIGN CITY BURSA: YARATICI ENDÜSTRİLER BULUŞMASI
VAR. “MERAKLISINA” DUYURULUR!
Umut Kart
[email protected]
TASARIM VE İLÜZYON
EKİM 2013
KALE TASARIM MERKEZİ’NİN AYLIK TASARIM GAZETESİDİR, PARA İLE SATILMAZ.
KALEBODUR
HER AÇIDAN
BEKLENMEYENİ
YA R AT I R .
C-Extreme
Çimento, traverten ve
ahşap doku görünümünü
buluşturan fullbody porselen.
Kalebodur’dan.
kale.com.tr
C Extreme RADIKAL EK 240x325.indd 1
16.08.2013 18:21
EKİM/2013
Beste Sabır
[email protected]
KAMUSALIN DINAMIZMI
VE GRAFIK TASARIMLA İLIŞKISI
Temellerini kentin kamusal alandaki iletişimi ve dinamizmi üzerine kuran 13. İstanbul
Bienali’nin görsel kimlik ve grafik tasarımı LAVA Design tarafından gerçekleştirildi.
Hans Wolbers, Ruben Pater ve İKSV’den Özge Güven ile tasarım süreci üzerine konuştuk.
ve tercüme edilebilmesi gerekiyordu. Konu
çok şiirsel, ama aynı zamanda zor: “Barbar
ne demek? Sanatla ne ilişkisi var? Bienal
barbar sanat hakkında mı? Ya da benim
hakkımda mı?” gibi sorulara yol açabilir.
Bu bağlamda hatırlanabilir, akılda kalacak
ve küratörün bahsettiği ruhu aktaracak bir
tasarımı amaçladık. Özge İstanbullu bir
tasarımcı olarak tasarım kültürü ve güncel
konular hakkında bize önemli girdiler verdi,
bu süreçte onunla ortaklaşa çalışmış olmanın
önemli olduğunu düşünüyorum.
HW: Yaptığımız her çalışmada hep ana
konsepte dönerek düşündük, her birinin bir
hikayesi var, izleyiciye sorular soruyor ve
karşılık vermelerine sebep oluyor.
Editoryal tasarım, yaratıcı stratejiler,
dinamik kimlikler gibi birçok konuda
deneyim sahibisiniz.
Hans Wolbers: 1990 yılında kurduğumuz
LAVA, çalışmalarına dergi tasarımı ile başladı.
Bir editoryal takımın parçasıydık, içerik ve
grafik tasarımını bir araya getiren işler ürettik,
görsel gazetecilik de diyebilirim o dönem
yaptığımız çalışmalara. Ardından çalışma
alanımız içine kimlik tasarımı, müze tasarımı
gibi konular eklenmeye başladı. Kısacası
içerik, çalışmalarımızın kökenini oluşturuyor.
Bienal’in görsel kimlik ve grafik tasarım
sürecinde, içerik ile tasarım arasında nasıl
bir bağ kurduğunuz? Kamusal alandaki
ortak dil, edebiyat ve barbarlık gibi
kavramları nasıl yorumlayıp tasarımla
ilişkilendirdiniz?
Ruben Pater: Kasım ayından beri konu
üzerine araştırmalar yapıyoruz. Başlangıçta,
hiçbir sanatçı ve sergi mekanı belli değildi,
Gezi Parkı direnişi henüz ortada yoktu,
Fulya’nın ortaya koyduğu konsept ve
kavramları nasıl ortak bir dile dönüştürürüz,
bunun üzerinde düşünmeye başladık.
Tasarım ana kararlarından ilki; yaptığımız
çalışmalarda iki dili de (Türkçe ve İngilizce)
kullanmak oldu. Barbar aslında Yunanca
bir terim. Karşıdakini anlayamadıklarında
kullanıyorlar. Bu paralelde kamusal alanda
birbirimizi anlamak ve iletişim kurmak adına
nasıl bir dil geliştirdiğimiz üzerine düşünmeye
başladık ve bir meydan savaşı, muharebe
alanı fikri paralelinde kentin sokaklarını
bir arada kullanan insanları düşünerek bir
çözüme gittik. Sokak duvarlarına üst üste
yazı yazan insanlar gibi, poster de bir diğer
dile alan açıyor, yani sokak duvarına birisi bir
çizim yapıyor, kalan boş yere bir diğeri yazı
yazıyor, sonra bir diğeri.
Sonra Gezi direnişi başladı, Bienalin
yer yer teğet geçtiği, bazen de üzerinde
durduğu konular ile gerçeklik çakıştı.
Sokaktaki bir araya gelme şekilleri, iletişim
metotları, duvar yazıları ve bunların grafik
anlatımları… Bu süreçte üretilenler sizin
güncel tasarımınızı nasıl şekillendirdi?
RP: Uzun süredir konsept üzerinde
çalışıyorduk, web sitesi neredeyse bitmişti,
sonra Gezi le birlikte sanatçılar, bienal
mekanları ve aynı zamanda küratöryal
çerçeve de dönüştü. (Tamamıyla değil
tabii ama dil-iletişim üzerine daha çok
odaklanırken mekan üzerine olan odağımız
biraz daha azaldı.) Artık meydan savaşı
üzerine değil, daha çok kamu ve açık alanlar
üzerine düşünmeye başladık. Önceki
tasarımımızın temellendiği çizgiler daha katı,
Biraz da basılı malzemelerden bahsedelim?
RP: Kolay kullanılabilir ve kullanıcı dostu
bir rehber yapmayı amaçladık ve bir flip
kitap (flip book) şeklinde tasarladık, çizgiler
sayfaların dışına doğru hareket halinde.
Tasarım elemanlarını bir süsleme olarak
ele almadık. Bu çizgisel animasyonu bir
bütün şeklinde tasarladık ve tamamıyla
tesadüfi olarak sayfalara yerleştirdik. Yani
bir hareketler sistemi geliştirdik. Sokak
duvarlarına asılan posterler de aynı mantıkla
tasarlandı, soyutlar ama netler -kamusalda
büyüyerek bir etki bırakıyormuşçasına.
Tasarladığımız kent haritasını ise, insanların
kolaylıkla kullanabileceği yeni bir görsel dil
arayarak ele aldık, belli seviyedeki işlevselliği
içeriyor, bunu da iletişim kurulabilen ve açık
bir tasarımla elde etmeye çalıştık.
somut ve kapalılardı, tıpkı sınırlar ve duvarlar
koymak gibi. Ama eğer duvarları keserseniz
birer eleman haline geliyorlar, elemanlar da
kamusaldaki sanat. Bir diğer yandan insanlar
hareket ediyor ama aynı zamanda nasıl bir
araya geliyorlar sorusu paralelinde ortaya
çıkan iletişimi de anlatmaya çalışıyoruz
Ana tasarım kriterleriniz ve kararlarınız
neler oldu?
RP: Ülkelerarası çalışıyorduk, tasarımın
sade ve basit olması, kolay uygulanabilmesi
Web siteniz de bu paralelde şekilleniyor
sanırım?
RP: Bienalin web sitesinde yeni bir
programlama tekniği kullandık -CSS
Plugin. Sitedeki seriler halindeki bölümler
tıpkı duvara yazılan bir günlük gibi ve her
günlük-duvar yeni bir konsepte açılıyor.
Sitedeki ve görsellerdeki hareket eden bu
konsept, aslında kentlerde de süregelen bir
şey; insanlar da aynı dinamiklerle hareket
halindeler.
Mine Ovacık Dörtbaş
[email protected]
ECO-SİKLET 2013
TASARIM ÇALIŞTAYI
Hiç oksijen tüpü takmadan uzun süre denizin altında gezinti yaptınız mı? Çöpçü
balığına bindiniz mi? “0” yakıt tüketen bir araçla, hem karada, hem de suda gidip,
denizin ortasında çadır kurdunuz mu? Suda ayakta durmaya çalıştınız mı?
teknikleriyle öğrencilerle fikir geliştirme
çalışmaları yapıldı. Son üç gündeyse, beş
kavramsal tasarım ortaya çıktı.
Karşınızdaki sorular, bir tasarım çalıştayının
sonunda öğrencilerin, projelerini sunarken
izleyicileri meraklandırdıkları sorulardı.
Bodrum’da buluşan öğrenciler, “insan
gücüyle çalışan su sporu araçları” hayal
ederken, doğayla barışık, eğlenerek ve spor
yaparak bir tatil deneyimi sunma düşüncesini
şekillendiriyordu.
4-8 Eylül tarihleri arasında BodrumTurgutreis’te gerçekleşen Eco-Siklet 2013
Tasarım Çalıştayı, çevre dostu turizm ve
sürdürülebilir tasarımı ilişkilendirip, geliştirmek
amacıyla, turizm ve tasarım ilişkisini
düşünmeyi, anlamayı, farkındalığı arttırmayı
ve hayal gücüyle, “disiplinler-arası tasarım”
alıştırmalarıyla kavramsal projeler sunmayı
amaçladı. Bodrum’da, “Eco-Siklet”, 2010 ve
2011 yıllarında yarışma olarak düzenlenirken,
2013 yılında bu atölye çalışmasıyla gerçekleşti.
Eco-Siklet 2013, Çatal Ada Sanat Çevre ve
Turizm Derneği, Yaşar Üniversitesi Sanat ve
Tasarım Fakültesi, Endüstriyel Tasarım Bölümü
ve Sürdürülebilir Tasarım Uzmanı Pınar
Öncel’in işbirliğiyle, Turgutreis Belediyesi ana
sponsorluğuyla organize edildi.
Çalıştay, İzmir, İstanbul, Ankara ve Eskişehir
şehirlerindeki 11 üniversitenin, endüstriyel
tasarım, gemi inşaat, makine, elektrikelektronik mühendislikleri ve turizm
bölümlerinde öğrenci olan 24 gencin
katılımıyla gerçekleşti. Program, çalıştay
yürütücüleri, Pınar Öncel (Sürdürülebilir
Tasarım Uzmanı), Yrd. Doç. Dr. Mine Ovacık
Dörtbaş (Endüstriyel Tasarımcı / Yaşar
Üniversitesi (YÜ), Endüstriyel Tasarım Bölüm
Başkanı) ve Yrd. Doç. Dr. Özgür Kilit (Makine
Mühendisi / YÜ, Enerji Sistemleri Mühendisliği
Bölümü) ve yürütücü asistanı, Arş. Gör. Selin
Gençtürk (YÜ, ETB) tarafından, disiplinler
arası ortak-tasarım ve diyalog, tasarımda
sürdürülebilirlik, yaratıcı düşünce teknikleriyle
kavramsal proje geliştirme, “oyun ve deneyim
tasarımı” ve “insan gücüyle çalışan mekanik
tasarım” konuları çerçevesinde uygulandı.
Turgutreis Sakıp Sabancı Kültür Merkezi’nde,
beş-günlük çalıştayın ilk günü, sunuşlar,
film gösterimi ile çevresel sorunlar, su spor
aracı tasarımı, malzeme, üretim ve turizmde
doğayı tehdit eden eylem ve düşünce biçimi
konularında bilgi aktarıldı. Yürütücülerin,
tasarımda sürdürülebilirlik, oyun ve deneyim
tasarımı, karbon-ayak-izleri ve mekanik tasarım
konulu sunuşlarını, uzmanlar, Yrd. Doç. Dr.
Emrah Erginer, Erdem Ağan, Deborah Semel
Demirtaş ve Arif Yılmaz’ın ekoloji ve deniz,
kıyı, turizm ve deniz araçları, görsel sanatlarda
deniz konularında sunuşları izlendi. İkinci
gün, sorunları tartışma ve tasarım fikirleri
geliştirmek için “fikir kahvesi”, “açık büfe
proje” ve “proje pişirme” adlı yaratıcı düşünce
8 Eylül’de, La Blanche Otel’de halka açık
olarak projeler sunuldu. Ekovaryum, denize
girme engeli olan - ya da klostrofobi yaşayan
kullanıcılara- üstü açık, yarı suya batan şeffaf
bir hacim içinde, pedal çevirerek suyun
altını gözlemleme ve balıkları yemleyebilme
olanağı sağlıyordu. Çöpçü Balığı, suda gezinti
yaparken denizin altındaki çöpleri yakalama
oyunu sunan bir deniz bisikletiydi. ”0”
Yıldızlı Çadır-Siklet, insan gücüyle çalışan,
kiralanabilen amfibik bir araçla denizde
çadır kurma olanağı veren bir iş modeli ve
tatil deneyimi sunuyordu. Doğa için Savaş,
4 kişinin iki deniz bisikletiyle birbirlerine
mancınık sistemiyle top atarak oynanan
bir oyun fikrini paylaşıyordu. DengeSİZ, bir
plaka üzerinde suda ayakta durma ve “step”
hareketiyle suda yükselme ve inme hareketi
sağlayan bir spor ve eğlence deneyimi
öneriyordu.
Çalıştay sırasında çekilen belgesel, Eco-Siklet
2013 Tanıtım Filmi, YÜ, Film Tasarımı Bölümü
tarafından kurgulanacak. Ayrıca, tasarımlar
arasından Ağanlar Group A.Ş.’nin seçeceği
bir projenin prototip üretimi planlanıyor.
Çalıştayın ardından bu yıl, Türkiye’nin çeşitli
şehirlerinde filmin gösterimi ve üretilecek
prototipin sergilenmesi için çalışmalar başladı.
EKİM/2013
Yasemin Şener
[email protected]
P BLOK, LEAF INTERIOR
DESIGN FINALLERINDE…
İGLO Mimarlık imzalı P Blok Prodüksiyon ve Post-Prodüksiyon Stüdyosu, dünyanın
farklı ülkelerinden çok sayıda iç mimari projenin katıldığı 2013 Leaf Interior Design
Awards’da finale kaldı.
kat yüksekliğini kullanarak iki adet stüdyo
oluşturuldu.
Geçtiğimiz yıllarda Emirates Glass
ana sponsorluğunda düzenlenen Leaf
Awards’un alt kategorilerinden biri
olarak verilirken, ilk kez bu sene kendi
kategorileri bulunan ayrı bir ödül
olarak organize edilmeye başlanan Leaf
Interior Design Ödülleri’nde bu sene 7
ana kategori altında toplam 52 proje
finalist ilan edildi. Yarışmada Türkiye’den
yalnızca İGLO Mimarlık tarafından
projelendirilen P Blok Prodüksiyon ve PostProdüksiyon Stüdyosu, “Yılın Ticari Yapısı”
kategorisinde finale kaldı.
18 Ekim 2013 gecesi Berlin’de yapılacak
törenle sahiplerini bulacak olan Leaf
Interior Design Ödülleri’nde jüri,
değerlendirmesini söz konusu projelerin
yaratıcı, güncel ve iyi iç mimarlık
örnekleri olarak işverenin beklentilerini
karşılamalarının yanı sıra, iç mimarlık
standartlarını yükselten, çevresel ve
sosyal sorumluluk bilinci ile tasarlanmış
olmalarına dikkat ederek yapıyor.
Fotoğraf sanatçısı Fethi İzan’ın sahip
olduğu P Blok Prodüksiyon ve PostProdüksiyon Stüdyosu, İGLO Mimarlık’ın
Ofisler, post prodüksiyon ve stüdyo
bölümleri ile kafe, makyaj odası, depo,
WC gibi yardımcı mekanların arasındaki
fonksiyon şeması yatay ve dikeyde optimum
şekilde çözümlenirken, proje mekanlar arası
geçirgenlik ve izolasyon, ışık ve karanlık,
siyah ve beyaz gibi kontrastlar çevresinde
tasarlandı.
projelendirmesiyle Maslak’taki 450 m²
taban alanlı 8 m. iç yüksekliğe sahip
hangar binasının ofis fonksiyonlarını içeren
toplam 1150 m² kullanım alanlı fotoğraf ve
prodüksiyon stüdyosuna dönüştürülmesiyle
oluştu. Sınırlı bir bütçe içerisinde
tamamlanması gereken projede çıkış noktası
ekonomik çözümlerle çekici bir atmosfer ve
ferah mekanlar yaratmaktı.
Yapının eski cephesi yalnızca boya ile
dönüştürülürken, mevcut girişteki rampa
ve kepenk korunarak araba gibi büyük
ölçekli çekimler için düzenlendi. Yaya
girişi için sağda düzenlenen resepsiyon
bölümüne yeni bir giriş eklendi. Giriş
tarafında üstte iki ilave kat oluşturularak
ofisler ve post prodüksiyon bölümleri üst
katlara yerleştirildi. Arka bölümde ise tüm
2001 yılında Zafer Karoğlu ve Esen
Akyar tarafından kurulan İGLO Mimarlık,
farklı sektörlerden gelen müşterileri için
Türkiye’deki birçok şehirde ve yurt dışında
mimari tasarım, proje ve uygulama hizmeti
veriyor. Mimarlık alanında işlevsel tasarımlar
ve uygun maliyetli çözümler üreten İGLO,
kullanıcılara yepyeni bir tasarım süreci
yaşatırken, müşteri memnuniyetinden ve
özenli ekip çalışmasından ödün vermeyerek
yoluna devam ediyor. İGLO Mimarlık
bünyesinde birbirinden çok farklı ölçekteki
ticari yapılar, endüstriyel yapılar, ofis yapıları,
konut yapıları, karma kullanıma yönelik
projeler, kültürel yapılar, rekreasyon ve
renovasyon projeleri üretiliyor.
Bahar Türkay
[email protected]
OKUMA ZAMANI
Kısa süre önce hayatımızın önemli bir parçası haline gelen gelişmeler sayesinde,
kente dair sorunsallarla ilgili kavramlar, kelimeler, dilimize, zihnimize ve
yaşantımıza daha çok girmeye başladı.
“Kentsel dönüşüm”, “kent politikaları”,
“kent planlaması”, “kamusal alan”,
“kentsel mekan”, “barınma hakkı”, “şehir
hakkı”, “kent üzerine söz söyleme hakkı”
gibi, bu alanlarda çalışma yürütenler
tarafından zaten hep tartışılan, yazılan
çizilen kavramların, tüm bunların öznesi
olan daha geniş bir kitle tarafından da
düşünülmeye, tartışılmaya başlandı.
Bu alanlarda görsel ve yazılı medya
üzerinden sunulan bir gerçeklik mevcut
ancak bunun ötesine geçerek biraz
daha derin okumalar yapmak genelde
zor bir süreç. Sıklıkla rastlanan durum,
konunun özneleri tarafından “fazla
teknik ve karmaşık” olarak tanımlanan
ve mesafeli yaklaşılan bir takım yayınlar
olmasıdır. Son zamanlarda yayınlanan
bazı kitaplarsa hem bu konularda
okurun zihninde yeni sorgulamalar,
çözümlemeler ve tartışmalar yaratıyor,
hem de çok anlaşılabilir bir okumayla
uzman olmayanların da aslında konudan
hiç uzak olmadığını ispat ediyor.
Bu anlamda önemli yayınlardan biri Mart
2013’te Metis Yayınlarından çıkan David
Harvey’nin yazarı olduğu ‘Asi Şehirler, Şehir
Hakkından Kentsel Devrime Doğru’ kitabı.
Kentlerle ilgili sorgulama ve çözümlemelere
yer verdiği çokça eseri olan Harvey’e, bu
kitabında akademik dünyanın dışından
okur kitlesine böyle davetkâr bir şekilde
ulaşabildiği için teşekkür etmeliyiz. Kitabın
çevirisini yapan Ayşe Deniz Temiz’in yazmış
olduğu sunuş yazısıysa bize, yazıldığı Şubat
2013 tarihinden bugünlerde yaşananlarla
ilgili çok şey söylüyor. Harvey kitabına
Henri Lefebvre’nin 1967’de yazdığı ‘Şehir
Hakkı’ denemesine değinerek başlıyor ve
kitabın devamında Lefebvre’nin vizyonuna
göndermeler yapıyor. Kitap kentsel
hareketlerin temelde iktisat ve siyasetle
olan ilişkisinden başlayıp, toplumsal
hareketlere yansımasına uzanıyor. Yazar
bunu yaparken sık sık kendisinden
beklendiği gibi Marksist kurama değiniyor.
Ayrıca Paris, Çin ve Amerika’nın çeşitli
bölgeleri üzerinden yapılan örneklemeler
konuyu küresel açıdan değerlendirme
fırsatı veriyor. Son bölümdeyse bu
analizlerin vardığı yer olarak özellikle
Londra 2011 Olimpiyatları ve OWS (Occupy
Wall Street) örnekleri üzerinden toplumsal
örgütlenme biçimlerine yer veriliyor.
Kentsel dönüşümün başka pencereden
görülebileceği bir yayın da, geçtiğimiz
aylarda İletişim Yayınları’ndan çıkan
“Milyonluk Manzara, Kentsel Dönüşümün
Resimleri” kitabı. Kitap, Yayınlandığı
tarihle eş zamanlı olarak DEPO’da
sergisi düzenlenen, ‘Nar Photos’
tarafından çekilmiş fotoğraflardan
ve çok sayıda uzman, akademisyen
ve köşe yazarı tarafından yazılmış
makalelerden oluşuyor. Tanıl Bora’nın
sunuş yazısındaki ifadesiyle “…bu, eserin
tohumunu atan Nar Photos grubunun
fotoğraf harekâtıdır, onların fal taşı gibi
açılmış gözlerinden görünen kentsel
dönüşüm manzaralarıdır”. Fotoğraflar
bakmanın değil, bakıp görmenin insanı
zorladığı, bakıp geçmenin mümkün
olmadığı ‘an’ları belgeliyor. Birçoğu,
kentsel dönüşüm sürecinin değiştirdiği
tek başına kente değil, bunu gerçekten
yaşayan insanlara ve hayatlara tanıklık
ediyor ve bizim de tanıklığımızı arıyor.
İhsan Bilgin, Jean-François Perose, Pınar
Öğünç, Hakan Bıçakçı, Turgut Yüksel,
Mine Söğüt, Cihan Aktaş ve daha pek çok
kişi tarafından yazılmış olan makalelerse
konunun farklı kenar-köşelerine ışık
tutuyor ve bizlerin bir süredir sunulan
verili gerçeklik üzerinden takip ettiğimiz
kentsel dönüşüm eksenindeki konulara
mikroskobik bir bakış sağlıyor.
Benzer bir bakış açısıyla ele alınabilecek
diğer bir yayın “İstanbul: Müstesna Şehrin
İstisna Hali”. Geçtiğimiz ay çıkan kitabı
derleyenler, çeşitli dergi ve yayınlarda
muhabir ve editör olarak çalışmış
ve doktorasını kültürel antropoloji
dalında yapıyor olan Ayşe Çavdar ve
Eylül ayından itibaren Mardin Artuklu
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde
öğretim üyesi olarak görev yapan Pelin
Tan. 9 makaleden derlenmiş olan kitap,
kente, “sahipsiz şehir” olarak ortaya
konulan İstanbul’a yapılan, yapılmakta
her mekânsal müdahalenin bizim kentle
ve birbirimizle olan ilişkimizi belirlediği
sorusunu önümüze koyuyor. Bu ve
beraberinde zihnimize düşen pek çok
sorunsalı iktisadi, sosyolojik, hukuksal,
sınıfsal veriler ve değerlendirmeler
desteğiyle sorgulamamızı sağlamanın yanı
sıra, bizlere bu gelişmelerin peşinden
yeni pratiklerin ve örgütlenmelerin izini
sürdürüyor.
EKİM/2013
Gözde Severoğlu
[email protected]
TASARIMA TUTKUN
FESTİVAL
14-22 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Londra Tasarım Festivali bu sene “tasarım
her yerde” mottosu ile ziyaretçileri şehrin dört bir yanını dolaşmaya teşvik etti.
Kraliyet tarafından tutkuyla desteklenen
London Design Festival, tasarım haftaları
arasında ayrışmakta çok da zorlanmıyor.
Festival haritasında konumlanmış sergileri
görünce, her yere gidemeyeceğinize emin
oluyorsunuz.
14 Eylül itibariyle kapılarını açan Festival,
perakende mağazaları, müze ve sergi salonları
ile kültür rotası kabul edilen Brompton Design
District, öncelikle araştırmanın ve yaratıcılığın
ön planda olduğu Royal College of Art’ın
SustainRCA sergisi ile izleyicilerin gönlünü
çalıverdi. Sergide doğal kaynakların kullanımı,
plastik tüketim alışkanlıklarımız veya mayın
arama yöntemleri gibi başlıkları inceleyen,
kaygı taşıyan birçok proje yer alıyordu.
Okulun ürün tasarım bölümü mezunu
Mauricio Affonso, var olan kaynakların
verimli kullanımı ve sürecin maksimum fayda
yaratacak şekilde yönetilmesi konusunda
vizyoner bir öneri ile karşımızdaydı. Su
kabaklarını kullanarak ürettiği yeni malzemesi
farklı ihtiyaçlara çözüm öneriyor. Renk
seçeneklerine imkan veren duvar karoları,
izolasyon malzemesi ya da kırık, çatlak gibi
konularda el, kol, bacaklarımızı kolaylıkla
kavrayacak alçı alternatifi olabilecek önerisi
ile yerel ekonomiye pozitif etki yaratacağı
kesin.
Güncel tasarım ve sanat ürünlerinin
müzenin devamlı koleksiyonları ile bir
arada sergilendiği Victoria and Albert
Museum (V&A), ücret almadan her gün
binlerce ziyaretçiyi ağırlamaya devam etti.
Müze içinde Moleskine, Alessi gibi markaların
süreç aktaran sergilerinin yanında God is
in the Details (Tanrı detaylardadır) başlığı
altında tanınmış tasarımcılar müzenin klasik
koleksiyonları arasından seçtikleri detaylar
ile belirlenen başlığı kendi perspektiflerinden
değerlendirdiler.
Şehrin tam merkezine denk gelen Fitzrovia
Now Bölgesi de tasarıma yatırım yapan
markaların, sanat galerilerinin ve bağımsız
mağazaların katılımı ile canlılığını
koruyordu. Bölgenin en dikkat çekici sergisi,
içeriye girmek için kapısında, yağmur
altında, ortalama yarım saat beklediğiniz
“designjunction” oldu. Kendilerini anlattıkları
manifestolarındaki kadar ‘‘sıcak’’ oldukları
söylenemeyecek bu sergi, eski bir fabrikanın
içinde üç farklı kata yerleşmişti. Yukarıya
doğru çıktıkça gördüklerinizden duyduğunuz
tatmin seviyenizin arttığı söylenebilir.
Sergide, çağdaş mobilya tasarımları ile
elektronik ortamda satış için yeni bir
perakende mağaza zinciri kurgulayan
“Joined-Jointed” en akılda kalıcı marka oldu.
Kurucu Samuel Chan liderliğinde, işbirliği
ile yaratmanın motive edici yaklaşımını
benimseyen ve bunu ortak dil birliği içinde
zanaat ile kesiştirerek tüketiciye sunan
marka, 7 farklı tasarım ofisinin ürünlerini
hayata geçiriyor.
5. senesindeki “Shoreditch Design Triangle”,
festivale gelen ziyaretçilerin tasarım
etkinlikleri ile ilgili motivasyonunu artıracak
kadar cezbedici bir bölgeydi. İngiltere’den ve
Avrupa ülkelerinden olduğu kadar Şangay,
Tayvan gibi Uzak Doğu’dan katılımcıların da
yer aldığı ve çoğunun hükümet tarafından
desteklendiği sergilerin başında Tent
London ve Super Brands London yer
alıyordu. Aynı bölgede pragmatik ve akıllı
tasarım yaklaşımları ile ayrışan Kingston
Üniversitesi’nden bu sene mezun olan bir
grup tasarımcının ürünleri görülmeye değerdi.
Cetvel ve kesme matını bir araya getiren
Sea Hyun Cho ve deniz gözlüğüne naif bir
detay ekleyen Clea Jentsch yaratıcılıklarını
gözler önüne seren kırktan fazla tasarımcıdan
sadece ikisiydi.
1995 yılından bu yana gerçekleşen 100%
Design fuarı ise ofis, banyo, mutfak, mobilya
ve aydınlatma konularını üst başlıkta
toplayan nitelikli bir fuar olmayı sürdürüyor.
Şehirde gezerken karışıverdiğiniz,
ilişkilendirilmemiş sadece bir araya
getirilmiş bağımsız ürünler gözlemlemek
yerine bir kavramsal başlık altında çalışılmış
hissi veren kurgusu ile bu fuar ziyaretçiler
için tatmin edici. Fuarın uluslararası
markalarına yer verilen bölümünün
sponsoru da olan turkishceramics, Türk
seramiğinin değerlerini aktarmak için
oradaydı.
Yeni gelişmekte olan Chelsea Design Quarter
bölgesi ise en canlı ve cezbedici alışveriş
bölgesi olan King’s Road’u festivalin bir
parçası kılmaya istekliydi. Sergiler ağırlıklı
olarak festivalin son Cumartesi günü ziyarete
açıldı. Markalar, yeni ürünlerini festivale
denk getirerek tüketiciye tanıtmayı tercih
ederken, tasarım festivalini alışveriş festivali
ile harmanlamaya niyetliydi.
Üniversite katılımları, bireysel tasarımcı
katılımları, tasarım odaklı markalar ya da Şili,
İrlanda, Tayvan, Şangay’ın yaptığı gibi devlet
tarafından desteklendiğimiz milli sergilerimiz
ile Türkiye’den yola çıkıp Londra sokaklarına
ulaşır mıyız, sorusu da geride kalan en büyük
ve merak uyandırıcı konu oldu.
Beste Sabır
[email protected]
KAYNAĞINI YAŞAMDAN
ALAN TASARIM
Sosyal Tasarım, üretimi bireyden başlatarak hedefine toplumun genelini etkileyecek
çözümleri alıyor. Kaynağında ise sosyal gerçeklik yani “yaşam” bulunuyor. Anlık
ihtiyaçlar ve koşullar, disiplinlerin arasında yeni ilişki biçimleri doğuruyor.
Sosyal tasarım odağına “sorumluluğu”
alarak dünyada köklü bir değişimin mümkün
olduğunu vurguluyor. Victor Papanek “sorumlu
tasarım” (responsible design) başlığı altında
topladığı yazılarında, tasarımcıların daha
ekolojik malzemeler seçerek konuya katkıda
bulunabileceğini belirterek, tasarımcıların
isteklerinin ötesinde insanların ihtiyaçlarını
ön plana koyma gerekliliğinden bahseder.
Yani tasarımcılar aslında tasarım süreçlerine
dair seçeneklerinden de sorumludurlar.
Sosyal tasarımın altını çizen bir diğer konu ise
“stratejik düşünmek”. Bu bağlamda tasarım
politikası oluşturmak ve sivil düzeyde bunu
uygulamak önem kazanıyor. İki kutuplu bir
durum söz konusu: Aslında “gelenekler”
ve “piyasa ekonomisi” sosyal tasarım
modellerinden biri olarak birbirleriyle rakip
değil, “etkileşimli” kavramlar olarak ele
alınabilir. Sosyal tasarım, insan yeteneklerini
ortaya çıkaran ve onların refahına katkıda
bulunan bir süreç olabilir. Yoksulluk
yeteneklerin ve imkanların yoksunluğu olarak
görülüyor, fakat kazanca odaklanmaktansa
imkanlara ve yeteneklere odaklanarak yaşamda
bir çok sosyal yön geliştirilerek sosyal yapıya
katkı sağlanabilir.
Toplumsal hayatın tasarlanmasına odaklanan
sosyal tasarım, insanlar farkındalığında olsa
da olmasa da aslında kaçınılmaz olarak her
zaman mevcut. Toplumsal gerçeklik bireysel
eylemlerimizin toplamı paralelinde oluşuyor.
Toplumdaki değişim ihtiyacına cevap veren
sosyal tasarım paralelinde, disiplinler arasında
yeni ilişki biçimleri ortaya çıkıyor. Toplum
ve tasarım arasında günlük yaşantımızı
geliştirmek adına bir “bağ” yaratan sosyal
tasarım, gerektiğinde geçici gerektiğindeyse
ivedi çözümleri ortaya koyuyor.
Çekirge Yiyerek
Gezegeni Kurtarmak
2050 yılı için geliştirilen Lepsis, 2050 yılında
yaşanabilecek küresel gıda sıkıntısı ihtimali
paralelinde geliştirmiş. Gıda petrolün jeopolitik
öneminin önüne geçecek gibi görünüyor.
Gelişmiş ülkelerde gıda fiyatlarında artış
gerçekleşmesi beklenirken gelişmekte olan
ülkelerin kıtlık sonucunda kronik açlıkla
yüzleşmesi bekleniyor. Tasarım, 2050 yılında
hayatta kalması beklenen dokuz milyar
insanı beslemek için en iyi çözüm arayışında
çekirgeleri seçenek olarak değerlendiriyor.
Sinekler gibi çok hızlı büyüyen çekirgeler
aynı zamanda birer protein kaynağı. Şu anda
sekiz çekirge çeşidi dünyada gıda olarak
tüketiliyor. Sağlıklı ve daha sorumlu bir gıda
üretim ve tüketimine işaret eden Lepsis aslında
çekirgenin evde üremesi için tasarlanmış
bir mutfak aleti. Ürün, bir buçuk aylık bir
büyüme süresi olan çekirgelerin gıda olarak
tüketiminden önce üreme, beslenme, çekirge
hasat ve öldürme gibi süreçleri içine alıyor.
olan 1,3 milyon insan var. Biyonik iskelet
Ekso; engellilerin yeniden yürümesine
olanak sağlayan pille çalışan bir dış iskelet.
Giyilebilir cihazın, kullanıcının dengede
kalmasını, ayakta durmasını ve yürümesini
sağlamak için kullandığı motor ve sensörler;
vücudun denge, vücut konumlandırma
gibi aktivitelerine yardım ediyor. Öncelikle
omurilik yaralanmaları, Multipl Skleroz,
Guillain Barre sendromu gibi hastalıkları olan
kişiler için tasarlanan ürünün gövde ve bacak
bölümü, kullanıcının onu en az yardımla giyip
çıkarmasına olanak veriyor.
Giyilebilir Robot
Sınırları Aşarak Tasarlamak
Yalnızca ABD’de nörolojik hastalık ya da
omurilik yaralanmaları nedeniyle felç
Ekolojik Pisuar Birleşmiş Milletler’in
verilerine göre 2,5 milyar insan, temel sağlık
tesislerine erişimleri olmadan yaşıyor.
Su kaynaklı patojenlerden kaynaklanan
hastalıklar sebebiyle yılda 1,5 milyon insan
hayatını kaybediyor. Dünyadaki gecekondu
bölgelerinde gerçekleşen hastalık ve ölümlerin
en büyük sebeplerinden biri sıhhi tuvalet
eksikliği. Uganda’nın başkenti Kampala’da
1000 kişinin kullandığı, idrar ve dışkının
doğrudan sokak ve açık kanalizasyonlara
döküldüğü ortak tuvaletler bulunuyor.
Korkutan bu koşullar paralelinde, temizlik
ve sağlıkla ilgili hastalıkların yayılmasını
engellemek ve bütüncül bir sonuca ulaşmak
için Design Without Borders ekibi tarafından
Uganda’nın yoksul mahalleleri için tasarlanan
ürün, idrarı toplayıp sıhhi bir şekilde saklıyor,
basit bir işlemle rafine ederek yüksek kaliteli
gübre haline dönüştürüyor.
Elektronik Geri Dönüşüm
Sadece ABD her yıl 384 milyon adet elektronik
atık üretiyor. Neredeyse tüm elektronik atıklar
(cep telefonu, bilgisayarlar, ekranlar, yazıcılar
vb.) civa, arsenik gibi toksik madde içeriyor.
Doğru yapılamayan dönüşüm bu paralelde
doğaya fazlasıyla zarar veriyor. Erişilebilir
bir geri dönüşüm kiosku olan ekoATM,
kullanılmayan araçlar karşılığında nakit
dağıtım yaparak elektronik geri dönüşümü
teşvik ediyor, aldığı elektronik aletlerin
%60’ını geri kazanıyor, geri kalan %40’a ise
ikinci bir kullanım yaratamıyor.
EKİM/2013
Doç. Dr. Bahar Şener
[email protected]
GELECEK BURADA(YDI)!
“Gereksinim duyduğumuz nesnelerin tasarımı, üretimi ve kullanımı açısından
bakıldığında, büyük bir değişimin ortasındayız. Ticaret, sanayi ve yaşamımızın her
alanını Sanayi Devrimi’nde olduğu gibi canlı bir şekilde etkileyecek bir değişiklik...”
Bu sözler, Londra Tasarım Müzesi’nde (Design
Museum) 24 Temmuz’da açılan ‘Gelecek
Burada(ydı): Yeni Sanayi Devrimi’ sergisinin
giriş panosunda yer alıyor. Devamında, “Eski
sistem seri üretim, özdeş nesnelerin ucuz
imalatına olanak sağlarken, aynı zamanda
beraberinde alışveriş merkezi kavramını da
getiren fabrikalaşma ve sanayi şehirlerinin
oluşturulması süreçlerine doğrudan bağlıydı.
Yeni dijital imalat yöntemleri online pazarlar,
açık-kaynaklı tasarım ve sosyal ağlar ile
birleşince eski fabrikalar ve hatta fabrikaların
bağlı olduğu şehirler bir anlamda gereksiz hale
gelmeye başladı. Tasarımcı, kullanıcı ve usta
arasındaki sınırların bulanıklaştığı yeni bir
dünya yaratılmaya başladı” sözleri bulunuyor.
Bu bağlamda sergi, her geçen gün
gelişmekte olan 3-boyutlu (3B) imalat/
üretim teknolojilerinin mümkün kıldığı farklı
sektörlerden ürün örnekleri eşliğinde hem
günümüz ürün tasarımının geldiği noktaya,
hem de yakın gelecekte ürün tasarımcısının
rollerinin ne yönde şekilleneceğine dikkat
çekiyor. 3B teknolojiler, ürünlerin herhangi
bir ek masrafa gerek olmadan kişiye özel
olarak veya az sayıda üretilmesine imkan
tanıyor. Sergide, sipariş usulü ürünlerin
hızlı, kolay ve verimli üretimi için seri üretim
ekipmanlarına yatırım yapmaya gerek
kalmadan tercih edilebilecek yöntemler olarak
özellikle 3B yazıcılara (hızlı prototipleme) ve
CNC makinalarına güçlü vurgu yapılıyor. 3B
yazıcıların sağladığı en başlıca fayda, karmaşık
parçaların artık geleneksel yöntemlerdeki
talaşlı imalat ve kalıba yönelik pahalı
yatırımları yapmaya gerek kalmadan kolayca
üretilebilmesi. Bu yöntem, çok parçalı veya
hassas detaylı ürünlerin tek parça halinde
doğrudan üretimine olanak veriyor. Örneğin,
Ron Arad tasarımı gözlük. ‘Femur’ koltuk,
kullanıcısına has ağırlık ve vücut oranlarını
içeren algoritmaya göre üretilmekte. Böylece,
kullanıcısına özgü ergonomik ölçüleri
içermekte ve sadece sütrüktürel dayanıklılığı
sağlamaya yetecek malzeme kullanımını
gerektiriyor.
Sergi, ürünlerde kişiye özelleştirmenin
yanında sosyal ağ, nanoteknoloji, Rasberry
Pi ve Arduino gibi açık kaynaklı geliştirme
platformların kullanımlarının evden otomobile,
oyuncaktan ayyakkabıya geleceğin tasarım
ve üretim imkanlarını nasıl etkileneceğini de
derinlemesine sorguluyor. Günlük yaşamda
kullandığımız nesnelerin üretim yöntemlerini
kronolojik olarak özetleyen sergi, devamında
ziyaretçileri gittikçe artarak hayatımızın bir
parçası olmaya başlayan dijital üretime dair
ortaya attığı bir soru üzerinde düşünmeye
davet ediyor: “Ustalar bugüne kadar sadece
fabrikalarda üretilmeyen nesneleri küçük
ölçekte üretmekteydiler. Peki, eğer küçük
firmalar, hatta şahıslar, önceden sadece seri
üretimle mümkün olan nesneleri de üret(ebil)
meye başlarlarsa ne(ler) olur?”
Aslında bu sorunun cevabı gelecekte değil,
günümüzde… Serginin küratörü Alex Newson’ın
değindiği gibi, masa üstüne konabilecek kadar
küçük ve evde kullanılabilecek kadar hesaplı
olan üretim araçlarının hem kullanımları
giderek basitleşmekte hem de çok daha yaygın
hale gelmekteler. Öyle ki, imkanı olan herkes
bir zamanlar tasarımcı, teknisyen, makine
ustası ve distribütör zincirini gerektiren
üretim işini bugün evinde oturduğu yerden
gerçekleştirebiliyor. Peki bu, tüketici ürünleri
ile aramızda daha güçlü bir bağ oluşturarak
daha uzun süre kullanacağımız sürdürülebilir
ürünlere mi yol açacak? Yoksa, yenisini
yapmak çok daha kolay olacağı için herşeyi
atma eğiliminde mi olacağız? Bu sorulara
cevap arayışında olanlar ve günümüz 3B
masaüstü imalat araçlarının geldiği noktayı
üretimi sürmekte olan canlı örnekler üzerinden
görmek ve hatta bu araçları bizzat kullanmak
isteyenler için sergi 29 Ekim’e kadar açık
kalacak.
Türkiye’de tüketici ürünlerinin doğrudan
üretimi anlamında henüz yeterince
olgunlaşmamış bir konu olsa da, örneğin Orta
Doğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Ürünleri
Tasarımı Bölümü’nde lisansüstü tezlerde,
ODTÜ Teknokent ve benzeri Ar-Ge’lerinde
araştırma konuları kapsamında ele alınması,
yakın zamanda bu teknolojilerle ilgilenenlerin
ve yapılan uygulamaların sayısının hızlı bir
şekilde artacağını gösteriyor.
Dilek Öztürk
[email protected]
YAKLAŞ: DISIPLINLERARASI
TARTIŞMA PLATFORMU
Türkiye’de tasarımı yüzyüze tartışabileceğimiz, güncel sorunlarımıza yönelik
alternatifleri konuşabileceğimiz yeni bir platform var artık: Yaklaş.
BAŞKA NELER
KONUŞULACAK?
“TASARIMDA HIZLI TÜKETİM VE
KALİTE İLİŞKİSİ” 23 Ekim 2013
Yaklaş, Frame Dergisi ve Tasarım Vakfı
İstanbul işbirliği ile geçtiğimiz ay hayata geçti.
Amacı, ilgili disiplinlerdeki tüm aktörleri daha
yakından bakmaya davet etmek. Platformun
ilk etkinliği; son yıllarda global ölçekte gelişen
kavramlar ve kavramsızlıklar, hızlı tüketim
toplumu ve üretimde kalite ilişkisi, kontrolsüz
kentleşme karşısında optimist bir gelecek
başlıkları üzerine giden bir panel serisi oldu.
başlığı altındaki sunumunda Türkiye’deki
tasarım tanımlarından ve zamanla bu
tanımların nasıl değiştiğinden, günlük
hayatımızdan örnekler vererek bahsetti.
Tasarımın altındaki olgunun bilgi olması
gerektiğini savunan Karakuş, Türkiye’ye tasarım
kavramının ancak 19. Yüzyılda gelebildiğini
belirtti ve bu süreçten nasıl geçtiğimizi,
hafızamızda yer edinmiş projelerle gösterdi.
Serinin ilk paneli, “Sınırları Kaldırmak /
Tanımsızlık Çağında Tasarım” başlığı
altında 16 Eylül Pazartesi günü Koleksiyon
Tarabya Merkez’de gerçekleşti. Gökhan
Karakuş, Şebnem Yalınay Çinici ve Osman
Koç’un konuşmacı olarak katıldığı panelin
moderatörlüğünü Özlem Yalım Özkaraoğlu
yaptı.
Şebnem Yalınay Çinici ise mimarlıkta
hesaplamalı teknolojiler başlığında bir sunum
yaptı. Hesaplamalı teknolojilerin mekanı
özgürleştirmesi ve böylece sınırları kaldırması
durumunu sogulayan Çinici, tasarımın düşünce
eylemi ve temsiliyet olarak açığa çıktığındaki
durumlarından bahsetti. Özellikle de, bu
temsiliyetin sınırları kalktığındaki yeni üretim
biçimlerinin ve perspektiflerinin bizlere neler
sunabildiğinden.
Gökhan Karakuş, “Craft+Design+Technology”
Nerdworking ekibinden Osman Koç, “Sanat
ve Tasarimda Teknolojinin Kullanımı”
başlıklı konuşmasında, etkileşim tasarımı,
deneyim tasarımı ve obje-kullanıcı
ilişkisinden bahsetti. Kişi tarafından
algılandığı sürece objenin ön plana çıkacağı
ve farkında olunacağını vurgulayan Koç,
bu bağlamda geçtiğimiz senelerde ekibiyle
birlikte gerçekleştirdiği interaktif video
çalışmalarından bir seçki gösterdi. Herkesin
tasarımcı olmayacağı ama tasarımın
tanımının değişeceği ifadesi ise, panelin
genel bir özeti oldu.
Güncel kent, mimarlık, tasarım sorunları
ve alternatif çözümleri konu alacak
YAKLAŞkonuşma serileri, hem profesyonel,
hem de akademik çevreyi bir araya getirecek
paneller şeklinde gerçekleşmeye devam
edecek.
Mimarlık ve tasarım hızlı tüketim
çağından nasıl etkilendi? Sosyal
medya da bu kadar geliştikçe, her şey
eleştirilmeye, kopyalanmaya çok mu
müsait? Hızlı tüketim arttıkça kalite
düşer mi?
“DAHA İYİ BİR GELECEK İÇİN”
13 Kasım 2013
Daha optimist bir gelecek hayal edebilir
miyiz? Yeni ve ileri teknoloji tasarımda
bir yandan zaman ve paramızı korurken,
diğer yandan bir baskı mı yaratıyor?
Tasarım, teknolojiyi iyi anlamda nasıl
yorumlayabilir?
“UÇSUZ KENTLERİN GELECEĞİ” 4 Aralık 2013
Geçtiğimiz sene “ucu olmayan
şehir” başlığı altında lanse edilen
“Ekümenopolis” filmi, gelecekte
İstanbul’daki kentsel nüfus artışı ve bu
nüfusun getireceği negatif sonuçlara
odaklanmıştı ve Türkiye’de bu anlamda
bir bilinç oluşturma konusunda önemli bir
adım atmıştı. Biz bu seneyi nasıl geçirdik?
Kentsel tehditlerin ne kadar farkındayız?
EKİM/2013
Esra Bici Nasır
[email protected]
TASARIM EĞITIMINDE
ÇEŞITLILIK
Tasarım disiplinleri ve eğitimi bir “açılım” yaşıyor. Artık çok daha spesifik
bölümlerle karşılaşıyor; konvansiyonel yapıların uzakta kaldığına şahit oluyoruz.
keşfetmeyi gerektiriyor. ‘İnsan ve İletişim’
bölümü görsel iletişim alanında geniş ve
kapsamlı bir uzmanlık geliştirilmesi üzerine
odaklanıyor. Hem iletişimin nasıl çalıştığı,
nasıl uygulandığı, hem de kişisel, sosyal
ve kültürel kimliklerin nasıl geliştirildiği
üzerinde duruluyor.
Güncel ihtiyaçlar ve yaklaşımlar
doğrultusunda, tasarım eğitiminde
karşımıza çıkan kategorilerin değiştiğini,
konvansiyonel yapıların ötesine çıkıldığını
görmek mümkün.
Bölümleri adlandırma, içeriklendirme
ve kategorileme biçimi olarak Design
Academy Eindhoven’nin yaklaşımı dikkate
değer. Design Academy Eindhoven’da,
tasarım eğitimi, grafik tasarım, iç mekan
tasarımı veya moda tasarımı gibi klasik
disiplinlerin hatları doğrultusunda
yapılandırılmıyor. Kategoriler, özneye,
yani insana getirdikleri farklı yaklaşımlarla
ayırt edilebiliyor. Bölümleri yapılandırma
felsefesi, ‘insan’ın herhangi bir ürün
veya hizmet için farklı bağlamlarda
farklı özelliklere ihtiyaç duymasından
kaynaklanıyor. Bir sandalye tasarlamak, o
sandalyenin kamusal alanda yer alması,
birinin kişisel odasında olması veya
işyerinde olması bağlamlarına göre çok
değişiklik gösterebilir. Böylelikle bölümler
ürün, servis ve etkinliklerin‘insan’la ilişkisi
üzerinden şekilleniyor.
Akademideki bölümler, insanın yaşam
kalitesi, hareket kabiliyeti, yaşam,
kamusal alan, kimlik, eğlence, etkinlik ve
iletişim olgularıyla ilişkisini ele alacak
şekilde kategorilendiriliyor. Bölümlere
kısaca bakacak olursak, örneğin ‘Man
and Well-Being’ bölümünde tasarım
yaklaşımında başlangıç noktası yaşam
kalitesi olarak ele alınıyor. Bu bölümde,
öğrencilerin ürün ve hizmetlerin insan
deneyimiyle birlikte bütünleştirmeleri,
projelere fiziksel ve duygusal bir bakış
açısı geliştirmeleri bekleniyor. ‘Man and
Mobility’bölümü, insanların, ürünlerin
ve bilginin hareketliliğine ilişkin
yaratıcı çözümler üretmayi amaçlıyor.
Öğrenciler, günümüzün ‘mobil’toplumu
ve teknolojinin güncel ve gelecekteki
durumlarından yaratılabilecek olanakları
üzerine çalışıyorlar. ‘Man and Living’
bölümünün odağı insanların bir mekanı
nasıl kişiselleştirdiği, çevresindeki şeylerle
Tasarım eğitiminde özgün bir branşlaşma
örneği sergileyen bir diğer kurum da
İsveç’te bulunan Umeå Institute of Design.
Üniversitenin yüksek lisans düzeyinde
ulaşım tasarımı, gelişmiş ürün tasarımı,
etkileşim tasarımı gibi farklılaşmış
programları var. Ulaşım tasarımı bölümü,
eğitim süreci kavramsal fikirlerle çalışma
yeteneği, otomotiv endüstrisindeki
gelişmeler hakkında bilgi sahibi olmayı
gerektiriyor. Öğrencilerin aldıkları temel
eğitim derslerinin dışında önemli bir
zamanları, araştırma enstitüleri veya
değişik firmaların tasarım bölümleri gibi dış
partnerlerle gerçekleştirilen işbirliklerine
ayrılıyorlar. Bu bölüm, genel ulaşım
problem alanlarını kapsamayı ve bunların
dünya çapındaki ulaşım endüstrileriyle
ilişkilerini kapsamayı hedefliyor.
bağlantı kurma biçimleri, yaşanılan
çevrenin kalitesini belirleme bileşenleri.
Bu eğitim kapsamında, insanların yaşam
çevrelerini belirleyen ürün ve hizmetler ve
insanların yaşamak için ihtiyaç duyduğu
unsurlar üzerinde duruluyor. ‘Man and
Public Space’bölümünde, kamusal alanların
gözlemlenmesi ve kullanıcıların alışkanlık
ve deneyimlerini analiz etmeleri sağlanıyor.
‘Man and Identity’ bölümünde, gündelik
hayatın içinde yer alan pek çok unsura
hassas bir algılama biçimi geliştirilmesi,
geleceğin beğeni ve stillerine yön verecek
etkilerin sezinlemesi bekleniyor. ‘Man and
Leisure’ bölümünde, insanların kişisel
zamanlarını nasıl şekillendirdikleri ve bu
zamanın kullanımı ve değerlendirilmesi
üzerine hep daha iyi ve anlamlı yolların
arayışı söz konusu. ‘Man and Activity’
bölümü, toplumdaki değişen ihtiyaçları
geniş çaplı araştırmayı ve teknolojideki
yeni gelişmelerin kullanılma biçimlerini
Gelişmiş ürün tasarımı yüksek lisans
programı, problem tanımlama ve analiz,
stratejik tasarım ve profesyonel pratik gibi
iş yönelimli konularla ilişkili yaratıcı ve
görselleştirme teknikleriyle bütünleştiriyor.
Program, öğrencileri endüstri için ürün
ve sistem çözümleri geliştiren tasarım
danışmanları olarak eğitiyor. Projenin
önemli bir bölümü bu alanlardaki aktörlerle
işbirliği halinde yapılıyor.
Etkileşim tasarımı yüksek lisans programı
ise, ürün ve kullanıcı arasındaki bilgi
alışverişine odaklanarak, insanlar ve
makinalar arasındaki ilişkiyi tüm yönleriyle
kapsıyor. Eğitimi alanların hem fiziksel hem
de bilişsel ürün arayüzünü tasarlamaları ve
bunları başarılı bir bütüne birleştirmeleri
söz konusu.
EKİM/2013
13
Bikem de Montebello
[email protected]
PREMIERE VISION VE 2014/15 KIŞI
Moda makinası 2014/15 kışına hazırlanırken bizi düşündüren, ekonominin hala zorluklarını aşamadığı bu
dönemde, düz, basit, kaliteli ve klasik, dolayısı ile satışları garanti modellerden daha fantezi bir tarza,
rüya ve hayal kurma alemine geçiş olup olmayacağı.
Sezon mevcut sorulara tam cevabını
bulamazken, “her birinden biraz var”
diyerek, kişilikli ve farklılaştırıcı, dev,
gösterişli ve kahraman mantolara sıkı sıkı
sarılıyor, onları gözbebeği ve odak noktası
yapmaya devam ediyor.
Moda siluetlerden çok form ve malzeme
üzerinden gelişiyor, endüstri ve yaratıcılık
bir nevi bilimadamı/araştırmacı karakteri
kazanıyor. Dillerden düşmeyen teknoloji
bu sezon 3D ve lazer üzerine.
Kumaşların dokusu ön planda. Üzerine baskı
yapılmış olsa bile yapısı gözüküyor, yünlüler
uzun mu uzun tüylü, dokular rölyefli.
Triko, dantel, gipür, jakar,quilting tarzı
ipekliler her şey üç boyutlu. Kumaşların
üç boyutlu olması sadece yüzeylerinin
rölyefli, kabartılı, ya da içlerinin şişirilmiş
olmasından kaynaklanmıyor; aynı zamanda
düz kumaşlara derinlik boyutu kazandıran
“in jet” tipi yeni baskı teknolojileri
sayesinde kandırıcı efektler de yaratıyor.
2014/15 sezonu genel konseptinde
aslında gerçek ve sanal arasında,
birbirine tezat oluşturan ikililer ve
özellikle onların kesişim noktalarıyla
flört ediyor: Teknolojik ve duygusal,
el işi ama dijital, tek parça fakat
endüstriyel (mass personalization),
hem sentetik hem doğal, hem dişi hem
erkek, volümlü ama aynı zamanda uzun
mu uzun siluetler, işte o dönüşümün
yakalandığı ara nokta.
Renkli, Güçlü, Zengin
Renk skalası güçlü ve zengin. Ya kurşun,
mağma, sülfür gibi ağır maddelere
dayanıyor ve sezonun enerjisini
yükseltiyor, ya da buz mavisi, toz
pembe, oranj, pastel haki ve ten gibi
açık tonlarla ortalığı yumuşatıyor. Fuşya,
plastik çimen yeşili, limon sarısı ve şeker
pembe gibi kuvvetli referanslarla, olayın
minimalist algılanması da engellenmiş
oluyor. Çok renklilikten korkmasak da
sezonun gerek kumaş gerek aksesuarda,
değişik “neredeyse siyah”ların birarada
kullanımı ve yeşil-mavi gibi soğukların
kombinasyonunu ön plana çıkardığını
göz önünde bulundurmalıyız.
Volkanik Denimler,
Strüktüre Danteller,
Çift Yüzlüler
Göze çarpan kumaşlar arasında koyu
maviden siyaha uzanan, volkanik duman
karartmalı ve çatlamış asfalt efektlerinde
ağartılmış, ya da jakarlı ve baskılı, grinin
gerçek anlamda 50 tonunun yansıtan
denimler var.
Çift taraflı kumaşlar birkaç sezondur
gündemde. Ancak teknoloji artik iki yüzü
ayrı renkten öte, bir yüzü doğal, diğer
yüzü sentetik , bir yüzü kaşmir diğer yüzü
jarse ya da iki tarafı ayrı desen emprime
sonsuz kombinasyona izin veriyor.
Zaha Hadid’in dantelden yapılmış hissini
veren gökdelenleri gibi, ince mi ince işli
ancak metalize, plastik parlaklığında
lamine, aynalı payet işli, üç boyut efektli
danteller, aynı zamanda cart oranj ya
da fuşya versiyonlarıyla çok gözde. Işığı
gece kıyafetlerinde dökümlü, renkli
siyah, derin kadifelerde, gümüş veya mat
altın iplikli yünlüler ve tok ipeklilerde
görüyoruz.
Desenler genelde kravat boyu
diyeceğimiz şekilde küçük, Liberty
tarzı ufak çiçekler, mütevazi grafik
desenler ve puantiyelerden oluşuyor.
En çok etkisini sonunda tek renklilikten
kurtulan, emprime kumaşlara kesilen
pantalonlarda göreceğe benziyoruz.
Kumaşlarda çizgiler kesinlikle net değil,
kenarları yumuşatılmış ve flu görünümlü.
Kumaşlarda renklerin bir tondan diğerine
yumaşak geçişi, denimlerde buğulu,göze
yumuşak görünümlü apreleri bu trendin
destekçileri.
Örmelerde Yeni Oranlar,
Kürklerde Çarpıcı Klasikler
Standard dışı uzunluk, abartılmış genişlik
ve uzatılmış kollar şeklinde alışılmamış
oranlarda çalışılan örmeler yanında çok
kısa kazaklar görmek de mümkün. Ama
ortak nokta, omuz ya da bel hizasında
ancak bir tarafta toplanan volümler,
boyuna kesen çizgiler ya da blok
yapıştırılmış renklerle her daim asimetrik
olmaları. Sezonun sembolü ise yün örgü
boneler.
Kürkler baş döndürücü yükselişlerine
devam ederken klasik tasarımları cart
mavi, çingene pembe ya da kan kırmızısı
gibi çarpıcı renklerde kürk etollerle, işli,
yarım ay ya da şerit cut-out teknikleriyle
tekrar çekici hale getiriyor.
Küçük Elbise ve Asimetrik
“I Siluetler”
Kalın neopren,yünlü, kaşmir ya da
orta tabakası köpükten oluşan sandviç
kumaşlardan üretilen dev manto,
parka, sanki içinden şişirilmiş anorak
ve kazaklarla “fazla büyükler” hem çok
moda, hem de görünüşüne göre çok hafif.
Canada Goose’un aslında kuzey kutbu
için ürettiği anorakları, özellikle büyük
şehirliler tarafından kapışılıyor. Küçük
elbise trendi devam etse de, volümleri
farklı, artık kapitone kumaşlardan
yapılıyor. Baggy modası geri döndü ve
her ne kadar herşeyi büyük görse bile
bu sefer bol ancak kısa. “I silueti” düz,
dar pantalonlu, rahatlık kazandırmak
amacıyla streçli, kesinlikle dökümlü
değil ve asimetrinin zerafet kazandırdığı,
hiçbirşeyin ortada ve simetrik olmadığı
upuzun bir siluet şeklinde gündemde.
Drapeler tek taraflı, çizgiler ortadan
geçeceğine omuz hizasından aşağıya
doğru çekilmiş, eğer bir çiçek süsü, bir
işi ya da payeti varsa mutlaka asimetrik
bir şekilde yana kaydırılmış durumda.
Günlük Yaşamda Fantezi
Sokak modası ilham kaynağı ancak duvar
grafitileri bile artık gelişigüzel sprey
sıkmadan ibaret değil. Kolajlar, daha
anlatıcı ince ince işlenmiş dekorlarla
incelik kazanıyor. Spor malzemeler de
artık daha fantazi. Emprime kumaşlardan
yapılıyor, fosforlular yerine ışığı ayna
gibi yansıtan alüminyum yüzeyler, ipek
görünüşlü “waterproof” sentetikler
gözde. Diğer yandan erkek takım
elbiseleri jogging kumaşlarından
yapılıyor, örmeler sanki yüksek terzilik
kumaşlarıymış gibi büyük bir ciddiyet
ve ihtimamla ceket-pantalon takımlara
donüşüyor.
Aksesuarlarda ise büyük yenilik,
broderi, fermuar, düğme gibi
mazemeleri, kumaş ya da deriye ısı
ile yapıştıran, yani dikiş kullanmayan
BOND- IN teknolojisi. Trendlere gelince
genel hava “bling” ve “no bling” olarak
iki grup etrafında toplanmış durumda.
Ya gereğinden fazla zımbalı çantalar
ve ayakkabılar, kamuflaj desenli olsa
bile payetli kumaşlar, glam rock siyah
ağırlıklı aksesuarlar ya da klasik, düz,
şık deri ya da keçe çantalar moda.
Birbiri üstüne eklenen XXL beden kolye
ve zincirler, kolajlar ve paradoksal
malzemeler, makro düğmeler ve
maksi fermuarlarla gerçeğinden iyice
büyütülmüş bir motifler ve aksesuarlar
dünyası bizleri bekliyor.
F.Dilek Himam
[email protected]
KORKUNUN
ZARAFETLE BULUŞMASI
Sonsuza kadar uzayabilecek bir korku listesi; açlık, savaş, cinayet, tecavüz, karanlık,
bulaşıcı hastalık... Kült ve güçlü tasarım nesneleri sayesinde pek çoğu televizyon
dünyasında şık ve zarif biçimde izleyici karşısına çıkıyor.
Lecter için bir tür performans alanı olarak
tasarlanmış olan mutfakta ünlü yemek
stilistleri her tabağı özenle tasarlayıp ürkütücü
yemekleri birer sanat eseri olarak izleyici
ile buluşturuyorlar. Mutfak tasarımlarında
ahşap ve paslanmaz çeliğin kontrast ilişkisi
vurgulanmış.
İnsanlığın Mahrem Tarihi kitabının yazarı
Theodore Zeldin, korkunun yüzyıllar önceki
tarihsel süreci içinde insanlığın zaman zaman
korkularından kurtulmayı yaratıcı biçimlerde
başardığını gösterdiğini belirtiyor. Bu süreçte
Zeldin’e göre insanlar korkularından kurtulmak
için ya korkunun kendisinden yardım almışlar
ya da bir korkudan kaçıp diğerine sığınmışlar.
Toplumdan dışlanmak ise modern zamanların
en büyük korkularından biri olarak görülüyor.
Dışlanma ve yoksunluk duygusunun ardından
gelen yıkımlar, şiddet göstermeye dönüşüp
insanlık tarihinin en acımasız seri katillerini
de yaratmış. Dünyanın sonunun ne zaman
geleceği korkusu ile daha fazla şizofrenik bir
toplum olmaya doğru giderken artık daha fazla
süper kahramanlara ve doğaüstü varlıklara
ihtiyaç duyuyoruz. Vampirlerin, kurt adamların
ve katillerin cirit attığı filmlerin senaryoları
popüler kültürü ve tasarım nesnelerini daha
fazla etkiliyor. Yeni korku kahramanları artık
zarif caniler, modern ve cool vampirler.
Kült ve güçlü tasarım nesneleri sayesinde
birçok korku nesnesi televizyon dünyasında
şık ve zarif biçimde izleyici karşısına çıkıyor.
Bunun en popüler örneklerinden biri
Thomas Harris’in yarattığı ünlü Hannibal
Lecter karakteri. Dizinin ürkütücü karakteri
Dr. Lecter’ın bizzat kendisi ve yaşam
mekânlarında kullanılan soğuk ve tekinsiz
nesneler, korkuyu yeniden tanımlayan
popüler tasarım nesneleri olmaya aday.
Kuzuların Sessizliği filminden hatırladığımız
Anthony Hopkins’in canlandırdığı Dr. Lecter’ın
hapishanede iken suratının yarısını kaplayan
fiberglas maske tasarımının yerini şimdilerde
Hannibal dizisinin Dr. Lecter’ının giysileri, özel
tasarım ofis mobilyaları, özel yemek stilistleri
tarafından tasarlanmış sofrası ve mutfağında
kullandığı aletleri aldı.
Dizinin her bölümünde Lecter’ın kurbanlarına
yönelik arzuları ameliyathaneyi andıran
mutfağında özel olarak tasarlanmış bir yemek
şölenine dönüştürülüyor. Kusursuz empati
yeteneğine sahip özel ajan Will Graham’ın
cinayetlere ilişkin empati kurduğu sahnelerde
katilin kurbanlarını nasıl öldürdüğünü
anlatırken “this is my design” demesi, Lecter’ın
adeta her cinayeti birer tasarım süreci gibi
algıladığını kanıtlıyor gibi.
Yönetmenin “korkunç ve son derece zarif
bir korku filmi” isteme talebi üzerine
tasarımcılar klasik güzellik anlayışları ve
tuhaf estetik yaklaşımları olan Francis Bacon,
Gustave Caillebotte ve Edward Hopper gibi
ressamlardan etkilenmişler. Lecter’ın ofisi
soğuk İngiliz ve kuzey Avrupa estetiğinin
güzelliklerini yansıtacak biçimde gotik ve Art
Nouveau referanslar ile tasarlanmış. Lecter’ın
kliniğindeki gri deri sandalyeleri ve Eileen Gray
masaları ise diğer önemli tasarım detayları. Leif
Jacobsen tasarımı ofis masasının soğuk Avrupa
estetiği oyuncu Mads Mikkelsen ile de kusursuz
biçimde bütünleşmiş.
Oyuncuların giysilerinde kullanılan sonbahar
renkleri akılda kalıcı detaylar arasında ancak
karizmatik Lecter’ın giysi detaylarını ve flanuer
şıklığını hiçbir tasarım detayı gölgeleyemiyor.
Lecter’ın giysileri kiç ve özen arasında
modern çağın kaliteli zevkleri olan şizofrenik
bireyinin adeta ekrandaki canlandırması gibi.
Dizide gözünüzün içine sokmadan ürkütücü
tasarımlar kullanarak yarattılan sahneler
ve özenle çözümlenmiş tasarım detayları,
korku nesnelerinin alışagelmiş biçimlerini
değiştirecek gibi.
Artık korkularımızın her geçen gün arttığı,
her an savaş çıkacak korkusunu yaşadığımız,
topluca yaşanan alanlarda, çöp tenekelerinin
yanındaki masum naylon torbaların içinde
bomba olabilir mi? endişeleriyle dolu
korkularımız var. Frank Furedi, Korku Kültürü
kitabında: “..korkunun korkuyu doğurduğu
çözülmüş toplulukların yerine, risk alarak
özne olma cesaretini gösteren insanların
oluşturduğu yeni yapılar ve farklı dünyalar
geliştirebileceğimizi öneriyor. Son yılların
korkunç dizileri ve aksiyon filmleri de bizlere
alternatif dünyaları ve sıradışı kahramanları
sunarken aslında yaratıcı ve farklı dünyaları
geliştirebilecek özneler olabileceğimizi
hatırlatıyor olabilir.
EKİM/2013
Elif Tekcan
[email protected]
SANAT VE TASARIMLA
DEĞIŞEN ÖRGÜ KÜLTÜRÜ
Antik Mısır Uygarlığı’ndan bu yana hayatımızda olan örgü, her dönem kültürden
izler taşıdı. Dolayısıyla, son dönemde sanat, tasarım ve teknolojiyle ilişkisini
kuvvetlendiren örgünün, yeni bir kimlik edinmesi çok da şaşırtıcı olmadı.
Örgü, ilk örneklerinin görüldüğü Antik
Mısır uygarlığından bu yana, pek
çok farklı kültürün yerel dokularını
yansıtabildiği oldukça önemli tekstil
üretim yöntemlerinden biri olmuştur.
Fakat çok kısa zamana kadar ev içlerinde
kadınlar tarafından üretilen ve bir sonraki
nesle öğretilerek sürekliliği sağlanan bu
kültürel değer, pek çok zanaat gibi nesiller
arasındaki düşünsel ve yaşamsal farklılıklar
arttıkça aktarılamaz, bu yüzden de yeniden
üretilemez hale gelmiştir. Bu şartlar altında
geçmişe ait maddi kültürün koruma altına
alınması haricinde bir gereklilik daha
ortaya çıkar: Geleneksel tekniği günümüz
şartlarına uygun olarak yorumlamak ve
geliştirmek. İşte bu nedenle bugüne ilişkin
örgü kültürünü, geçmişten farklı olarak
sanat, tasarım ve teknolojiden bağımsız
düşünmek pek de mümkün değil.
Bugünün tasarım kültürü örgüye her şeyden
önce yenilikçi bir deneysellik kazandırdı.
Örme yüzeyi oluşturan iplik, çeşitli renklerde
üretilen tek boyutlu bir malzeme olmaktan
çıktı ve ipliğin dokusal, dokunsal ve hacimsel
değeri keşfedildi. Bu şekilde klasik anlamda
çoğunlukla iki boyutlu ve desenli olarak
düşünülen örgüler dünyası yerini farklı
şekillerde (düğüm, dikiş vb.) birleştirerek
örme yüzeyler ile heykelsi görünümler
yaratmak mümkün. Sandra Backlund, Mark
Fast, Stine Ladefoged ve 2013’ün öne
çıkan genç isimlerinden biri olan Liu Fang
gibi tasarımcıların kusursuz görünümleri
bu konuda oldukça ilham verici. Özellikle
geçtiğimiz haftalarda Kopenhag Moda
Haftası’nda gördüğümüz Stine Ladefoged
ve Londra Moda Haftası’nda görücüye çıkan
Mark Fast 2014 ilkbahar-yaz koleksiyonları
örme ürün kategorisinde sezonun öne
çıkanları arasında görünüyor.
materyallerin ayrı ayrı veya karıştırılarak
kullanıldığı, renksel ve hacimsel karşıtlıklara
karşı daha cesur ve bu yüzden de daha
yaratıcı ve bol alternatifli bir dünyaya bıraktı.
Ayrıca teknolojik gelişmeler özellikle 3
boyutlu örme makinelerinin de kullanılır hale
gelmesiyle bu yaratıcı ortama büyük katkı
sağladı.
Örme kumaşın 3 boyutlulukla olan
ilişkisi esneme ve kolay şekil alabilme
özelliğiyle de yakından ilişkili. Bazen uzatıp
genişletilerek, bazen içi doldurularak, bazen
dökümünden yararlanılarak, bazense çeşitli
Örgü yüzeyler hem bir teknik hem de
bir ilham kaynağı olarak sadece giyim
sektöründe değil tasarımın çok çeşitli
alanlarında görünür bir hal aldı. Endüstriyel
tasarım, iç ve dış mekan tasarımları bu
konuyla ilgili oldukça sıradışı örneklere
sahip. Geçtiğimiz ay gerçekleşen Happen
Projects 2013 kapsamında Claire-Anne
O’Brien’ın Alplerden ve buradaki oyma
işçiliğiyle yapılmış geleneksel iskemlelerden
ilham alarak gerçekleştirmiş olduğu tasarım
bu örneklerden biri. Geleneksel bir formun
alışılagelmişin dışında bir malzeme ve teknik
ile yorumlanması çağdaş bir tasarım dilinin
oluşmasına yardımcı olmuş. Bu konuda öne
çıkan bir diğer isim de Ruth Cross. Marka
geleneksel el işçiliğini çağdaş bir içerikte
sunma iddiası taşıyor. Ürünlerinde özellikle
İskoçya’dan getirtilen iyi kalitede yünleri
kullanan marka, üretimini el işçiliğine dayalı
olarak sürdürüyor. Marka bu yıl ilk defa The
Knitted Home: Creative and Contemporary
Projects for Interiors isimli bir kitap çıkardı.
İçerisinde çeşitli iç mekan tasarımları ve
bunların yapılış yöntemleri bulunan kitap
örme ve dekorasyonla ilgilenenlerin ilgisini
çekebilir.
Örgü, iç mekan sıcaklığını dış mekana
taşımak isteyenler için de oldukça ideal
bir yöntem. Yarn Bombing adıyla bilinen
ve şehirdeki beton soğukluğunu örgüyle
dönüştürme amacı taşıyan sokak sanatı,
aktivist projeler için de sık başvurulan bir
yöntem halini aldı. Geçtiğimiz Ağustos
ayında 580 örme ve tığ işi battaniye
kullanılarak kaplanan Pittsburgh’un Andy
Warhol Köprüsü bu akımın hem en yeni
hem de en geniş kapsamlı örneklerinden
biri. Şehirde renklerin sıcaklığına daha fazla
ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, örgünün
sıcaklığını ve samimiyetini de hatırlamak
hazır sonbahar da gelmişken faydalı
olabilir.
Eray Çaylı
[email protected]
TAKSIM’IN YENI ANITLARI VE
“TERSINE-HARABELER”
Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi sayesinde, dalış tünelleri, otoyol bariyerleri ve
havalandırma şaftlarıyla, karayolu kenarı kentleşmesinin abideleri artık şehrin merkezinde.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Taksim’de
aylardır sürdürmekte olduğu Yayalaştırma
Projesi nihayet tamamlandı. Yeni Taksim’e
damgasını vuran mimarlık öğesi, yeraltındaki
varlıklarının yanı sıra havalandırma şaftı ve
bariyer benzeri eklentileriyle yerin üzerine de
taşan etkileri nedeniyle dalış tünelleri. Her ne
kadar, söz konusu tünellerin Türkiye’nin en
büyük kentinin tam merkezinde kendilerine
yer bulmuş olmaları yeni bir olgu olsa da,
aslında memleketin bir kısmı onlara bir
süredir aşina. Zira halk arasında “battı-çıktı”
adıyla anılan söz konusu tüneller son yıllarda
özellikle çeperdeki kentleşmenin ayrılmaz bir
parçası haline gelmiş durumda. Peki, diğer
ülkelerde örneklerine rastlansa da, bizdekilere
göre çok daha farklı amaçlar için yapıldığı
görülen bu tünellerin Türkiye kentleşmesinin
eteklerinden kalbine yaptığı yolculuğu nasıl
okumak gerekiyor?
Kuzeybatı Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik
Devletleri’nde dalış tünellerinin inşasını
gündeme getiren durumların ikiye ayrıldığı
söylenebilir. İlki, bisiklet ve yaya yollarının
otoyollarla kesiştiği noktalar. Battı-çıktılar
bu noktalarda yaya ve bisikletlileri yerin
altına alarak onlara güvenli bir “karşıdan
karşıya geçiş” sağlıyor. İkinci durumsa
otoyollarının vahşi tabiatla karşılaştığı
yerlerde gerçekleşiyor. Bu durumda, araç
yolu yerin altına alınarak doğal hayatın
korunması amaçlanıyor. Bu iki durumdan
farklı olan, son örneğini Taksim’de
gördüğümüz ve kentleşmenin yoğun olduğu
yerlerde araç trafiğinin yerin altına alındığı
dalış tünellerineyse daha çok “gelişmekte
olan ülkeler” olarak anılan memleketlerde
rastlanmakta. Ancak bu durumda da, dalış
tünelleri etkili birer çözüm sunmaktan ziyade
çabucak birer baş belası haline gelebilmekte.
Kötü şöhrete sahip bu örnekler arasında
Filipinler’in başkenti Manila’da belediye
binasının tam önünde bulunan ve en eski
battı-çıktılardan biri olarak bilinen Lagusnilad
yer almakta. Tünel geçtiğimiz ay Filipinler’in
maruz kaldığı yoğun yağış sonrası günlerce
sular altında ve işlevsiz kaldı. Öyle ki, bu sel
günlerinde halk Lagusnilad’a “olimpik havuz”
adını taktı. İstanbul’un yeni olimpik tesislere
ihtiyacı olup olmadığı sorusu bir yana dursun,
“ama orası Filipinler, orada muson yağmuru
var” diyeceklere jet yanıt Manila Belediyesi
Kriz Masası Şefi Johnny Yu’dan geliyor. Yu’ya
göre Lagusnilad tünelinin sular altında kalma
sorunu hiç de normal değil ve tünel 30 yıl
önce yapıldığından beri ne zaman yağışlar
mevsim normallerini biraz aşsa kullanılmaz
hale geliyor.
Ancak peşin hükümlü de olmamak ve
ülkemizdeki dalış tüneli uygulamalarının
hakkını toptan yememek gerek. Zira ilk battıçıktıların özgün bir Türkiyeli şehirleşme
pratiği olan “karayolu kenarı kentleşmesi”
diyebileceğimiz bağlamın içinden doğan
sorunlara yanıt verme amacını taşıyan bir
çözüm olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
İşlek yolların kenarlarında oldukları için
çekim merkezi haline gelen gayri-resmi
yapılaşmaların genişleyerek inkâr edilemez
hale geldiği ve böylece resmiyete dökülerek
“kentleştiği” aşamalarda yaya güvenliğini
sağlamanın bir yolu olarak bu tünellerin
yardımına başvurulduğunu biliyoruz. Daha
da önemlisi, battı-çıktılar benzer durumlarda
yalnızca trafik emniyetini sağlamakla
kalmıyor. Plansız kentleşen bu yörelerde,
yerin altına alınan araç trafiğinden kazanılan
bölgeyi bir tür kamusal alana çevirerek önemli
bir açığı da karşılamış oluyorlar. İstanbul’un
kalbindeki Taksim’deyse böyle bir açığın
bulunmadığı elbette aşikâr.
Araç trafiği için tasarlanmış dalış tünellerine
sıkça yöneltilen bir eleştiri de, araçların
hız kesmemelerini mümkün kıldıkları için
aslında yolları yayalar için emniyetli kılmak
şöyle dursun daha tehlikeli hale getirdikleri.
Bu eleştiriyle bağlantılı olarak, Taksim gibi
bir büyük kentin başlıca bir meydanıyla
karşılaştırıldığında, yukarıda bahsi geçen
“plansız kentleşmiş” yörelerimizdeki araç-dışı
trafiğin yayıldığı alanın darlığı gibi önemli bir
farkın söz konusu olduğunu not düşmeli. Zira
bu darlık, söz konusu bölgelerde araçların hız
kesmemesini çok büyük bir sorun olmaktan
çıkarıyor olabilir. Ancak Taksim gibi araç
yolunun kesintisiz bir kentleşme ve araçdışı trafikle çevrelendiği durumlarda dalış
tünellerinin trafik emniyetine yarardan çok
zarar getireceği söylenebilir.
İnsan yeni Taksim’e baktığında, sanatçı
Robert Smithson’ın Aralık 1967’de Artforum
dergisinde yayınlanan “The Monuments
of Passaic” (Passaic’in Abideleri) başlıklı
yazısında geliştirdiği “ruins in reverse”
(tersine-harabeler) kavramını anmadan
edemiyor. Yazı, sanatçının New Jersey’in
Passaic adlı banliyösüne yaptığı bir geziden
bahseder. Smithson’ın yazıya “abide”
başlığı altında konu ettiği yapılar görkemli
heykeller ya da saraylar değil, çoğu halen
inşa edilmekte olan, köprü, atık su kanalı ve
sondaj kulesi gibi bir grup altyapısal öğedir.
Sanatçıya göre banliyönün tarihi açıdan silik
olan varlığını kayda değer kılan, geçmişteki
unutulmaz olaylardan çok, her ne kadar salt
altyapısal işlevler için tasarlanmış gözükseler
de bu köprü, kanal ve kulelerdir. Söz konusu
banliyö abidelerini Smithson için “tersineharabe” kılan etkense zaman mevhumuyla
ilgilidir. Bu yapılar, inşalarının üzerinden
yıllar geçtikten sonra birer ören yerine
dönüşmektense, bu özelliği sürekli yapım
aşamasında gözükmeleri nedeniyle henüz
tamamlanmadan kazanırlar. Yeni Taksim’e
yapılan eleştirilere Başbakan Erdoğan’ın
yanıtı “bir etabı bitti, tamamen proje bitince
çevresi halledilecek—sonunu bir bekle
bakalım; doksan artı uzatmalar var, daha
oynayacağız,” oldu. Bu sözler, yeni dönem
şehirciliğinin abidelerinin, sürekli bir şantiye
özelliğine sahip “tersine-harabeler,” nereye
varılacağı bilinmeden inşasına başlanan
projeler ile çeperden merkeze taşınan
havalandırma şaftları, otoyol bariyerleri ve
battı-çıktılar olacağını teyit eder gibi.
EKİM/2013
Bahar Aksel
[email protected]
İSTANBUL İÇİN
‘GECE GÖRÜŞÜ’
İstanbul’un kent kimliğine uygun bir aydınlatma stratejisine kavuşması imajı açısından
büyük önem taşıyor. Zira şehrin gece görüntüsü gün geçtikçe cümbüşe dönüyor…
Işık ve yarattığı aydınlık insan hayatının
en önemli ihtiyaçlarından biri. Biyolojik
bir varlık olan insan hayatını devam
ettirebilmek için ışığa, özellikle de güneş
ışığına muhtaç. Geceleri ise özellikle
güvenlik nedenleriyle çeşitli taşınabilir
ışık kaynakları tarih boyunca insanlara
eşlik etmiş. Kentler de ise önce mum ve
gaz lambaları, ardından da elektrikli sokak
aydınlatmaları karanlığı uzaklaştırmış.
1875’te icat edilen ve ‘elektrikli mum’ ya
da ‘Yablockhov mumu’ olarak adlandırılan
sokak lambalarından 80 tanesinin ilk olarak
Paris’e yerleştirilmesi Paris’in o tarihten
itibaren ‘Işıklar Kenti’ olarak anılmasını
sağlarken bu yeni gelişme önce Londra ve
Amerika’nın çeşitli şehirleri, ardından da
dünyanın tüm kentlerine sıçramış.
Kalabalık ve kozmopolit kentlerde,
özellikle gece güvenliğin sağlanması ve
kent yaşantısının hava karardıktan sonra
da devam edebilmesi için aydınlatma vaz
geçilmez bir kentsel öge haline gelmiştir.
Kentsel aydınlatma güvenliği sağlamanın
yanında bir başka önemli rol daha oynar:
Kent karanlıkta ışık sayesinde okunabilir,
algılanabilir bir yer haline dönüşür. Önemli
yapılar, öncelikli ulaşım aksları, hareketli
alanlar vurgulanır, bölgeler tanımlanır,
kullanıcılar yönlendirilir. Gün ışığındaki
kent kullanımına kıyasla gece kullanımı
daha çok aydınlatma yoluyla şekillendirilir.
Gece ışık neyi gösteriyor ise kent görsel
olarak odur.
Zaman içinde yaygınlaştıkça, kullanımının
yanı sıra formları ile kent mekanına estetik
bir katkı sağladıkları fark edilmeye başlayan
aydınlatma elemanları için özel tasarımlar
geliştirilmeye başlanmıştır. Özellikle Paris ve
Barselona’nın Art Nouveau stilindeki sokak
aydınlatmaları diğer kent mobilyaları ile
birlikte kent kimliğinin önemli bir parçasını
oluşturmaktadır.
Aslında kent kimliğine etki eden sadece
kullanılan lambaların stil ve formları değil,
karanlıkla birlikte görünmez hale gelen kentin
silüeti, kente imaj veren anıtsal yapıları ve
uzaktan algılanabilen tüm nirengilerinin
geceleri nasıl vurgulandığıdır. Işık, karanlıkta
kentin kimliğinin yeniden yaratılmasını,
kentin yepyeni bir bakışla okunmasını
sağlar. Bu amaçla pekçok tarihi kent gece
aydınlatması için projeler geliştirmekte,
yapıların renk ve dokularına uygun, kent
dokusundaki yerlerini belirginleştiren, bir
yandan da görsel karmaşa yaratmadan
algılanmalarını sağlayacak yaklaşımlar
uygulamaktadır.
İstanbul son yıllarda kültür mirası yapıları
ve anıtları dışında alışveriş merkezi, yüksek
katlı konutlar ya da ofis yapıları olmak
üzere pek çok yeni gösterişli yapıya sahip
oldu. Farklı tasarım iddiaları ile inşa edilen
bu yapılar elbetteki kent bütünü içinde
kendilerini görünür kılmak arzusu içinde.
Gelişen aydınlatma teknolojileri her renk
ve desende, hatta hareketli renk geçişlerine
olanak tanırken kentin gece görüntüsü gün
geçtikçe bir renk cümbüşüne dönüşmektedir.
Köprüler, Saraylar, Camiler, Çeşmeler, Galata
Kulesi, Kuleli Askeri Lisesi gibi kentin farklı
noktalarından görünen anıtsal yapılar için
gece görünürlüğü arttıran özel projeler
yapılsa da ne yazık ki kentin bütünü için
bir yaklaşımdan söz etmek mümkün değil.
Tüm bunlara bir de üzerinde spotlar yer
alan, cepheleri renkli ve hareketli ışıklarla
bezeli yüksek katlı yapılar eklendiğinde kent
estetiğinden ve tutarlı bir kent kimliğinden
iyice uzaklaşılmakta. Kent silüeti dışında
sokak ölçeğinde de aynı karmaşa devam
etmekte; eczane, bakkal, berber, hastane,
teknik servis ayrımı yapılmadan hareketli
led tabelalar yanyana dizilmektedir. Tüm
bu süreç aslında görülmesi gereken işlev
ve yapıların birbiri tarafından perdelendiği,
görsel bir karmaşa içinde hiçbir şeyin
gerektiği gibi algılanmadığı, tam bir kirlilik
ortamı yaratıyor. İstanbul gibi zengin bir
külltürel mirasa sahip, yeni gelişmeler
açısından canlı uluslararası bir metropolün
bu görsel karmaşadan kurtulması ve kentin
kimliğine uygun bir aydınlatma stratejisine en
kısa zamanda kavuşması İstanbul’un ulusal
ve uluslararası kentsel imajı için büyük önem
taşımaktadır.
Dilek Ozturk
[email protected]
TASARIM VE İLÜZYON
Mimarlık ve tasarım için fonksiyonel çözümler ararken ilüzyona ne kadar ihtiyacımız
var? Görünen o ki, bazıları, çok ihtiyacımız olduğuna emin!
Richard Wright
Hiroşima Nakamura
Chiharu Shiota
Tasarım ve üretim süreçlerinde tercih edilen
müdahaleler, bazen süpriz olmaktan çıkıyor,
tasarlanan şeye çevresel anlamda olumlu
bir etki bırakıyor. Mimarlık bazen bir ifade
biçimi haline geliyor, sanat da bazen mekana
katılan ya da mekana değer katan bir işlev
görüyor. İkisi arasında gidip gelen döngüde,
mekan sonsuz da oluyor, fütursuz bir sınırla
da sonlanabiliyor.
her biri elle boyanmış 47.000 yıldız koydu.
Wright, müzedeki tek çağdaş eser olan bu
çalışma için; ziyaretçiyi mekanın yüzeyi ile ve
mimarlığın etkileriyle farklı bir ilişkiye sokmak
istediğini söylüyor.
Rüyadan Sonra
Hiroşima’nın Kalbinde Doğa
Hiroshi Nakamura’nın tasarladığı saydam
cepheli evde, cam tuğlalardan yapılan dış
duvar, sakin bir sokak manzarası sunarken,
aynı zamanda ses yalıtımı sağlıyor.
Nakamura’nın tasarladığı bu kare formlu tek
ailelik konutun her iki tarafında bahçeler
bulunuyor.
Yapının dış duvarı 6.000 adet cam tuğla
ile örüldü. Emek-yoğun üretimin bir ürünü
olan cam tuğlalar Çin’de üretildi. Borosilikat
madeni sayesinde, optik cam üzerinde
ham malzeme kullanıldı. Cephe inanılmaz
derecede saydamlık kazanırken, hem
içeriden, hem de dışarıdan net bir görüntü
elde edilebildi. Sonuç olarak cam tuğlaların
arasından geçen ışığı bulanıklaştıran cephe,
manzaralı atmosferi ile büyülüyor. Nakamura,
duvarın gece etkisini, soyut ve gerçeklik
arasında gidip gelen bir Gerhard Richter
tablosunu izlemekle karşılaştırıyor.
Nakamura, mimari tasarımın gücünü
hafifleterek doğaya saygının altını çiziyor.
Tasarımcının “formun oluşumunda mimar
yerine doğaya izin veren” kusursuz tasarımı
ve sunduğu yaşam biçiminin temelinde,
iklim koşulları ya da doğanın diğer tavırları
Yayoi Kusama
Hiroşima Nakamura
yer alıyor. Örneğin, Cam Bahçe’de yağmur
damlaları havuza düştüğünde yüzeyde oluşan
dalgalanmalar, giriş holünün altında sürekli
değişen aydınlanmalar oluşturuyor.
Rijk Müzesi
2013’ün en önemli mimarlık olaylarından
biri, uzun süredir restorasyonu süren Rijk
Müzesi’nin yeniden açılmasıydı. Tarihi
değerlerin korunması fikrinin yanısıra,
müzede cüretkar ve bir o kadar da deneysel
bir çalışmaya imza atıldı. Richard Wright,
Michelangelo işleri yanında, mekana özgü bir
ilüzyon yarattı. Müzenin en ünlü eserlerinden
olan Rembrandt’ın “Night Watch”unun
olduğu 9 metrekarelik odanın tavanına,
Japon sanatçı Chiharu Shiota tarafından
tasarlanan ve akıllardan çıkmayacak
bir enstalasyon olan “After the Dream”,
geçtiğimiz sene mekanın şiirselliğini Paris’teki
La Maison Rouge’la birleştirmişti. Çalışmada,
tavandan aşağıya süzülen beş beyaz elbise,
bir araya getiriliyor ve siyah yün ipliğindeki
ağın içinde asılı kalıyor. Enstalasyon, aklın,
karanlık boşluklara hapsedilerek, düşlere
tuzak kurmasını anlatıyor. Güçlü bir kaygı
hissi yaratan çalışma, izleyicilerde tedirgin
edici bir rüyadan ya da korkunç bir kabustan
irkilerek uyanma hissi yaratıyor. Berlin’de
yaşayan sanatçı, duvardan duvara ve yerden
tavana çaprazlamasına ördüğü ipleri, yaklaşık
10 yıldır çalışmalarında etkili bir şekilde
kullanıyor. Sanatçı, “Elbise, insanın diğer
bir derisi gibidir,” diyor. “After the Dream”,
cüretkar sanatçının endişe verici durumlarını,
gizemli bir etki uyandıracak şekilde ele alarak
gözler önüne seriyor.
Türünün en büyüğü
2012’de Louis Vuitton’un New York’taki
mağazasında noktalar ve aynalarla yaptığı
mekan ilüzyonundan sonra, Londra Tate
Modern’de yüzlerce düşük enerjili LED
aydınlatma ve ayna “sonsuz” bir mekan
ortaya çıkaran Yayoi Kusama, türünün en
büyük mekan enstalasyonuna imza attı.
EKİM/2013
Onur Mengi
[email protected]
EVE GÖTÜRMENİN ESTETİĞİ
Son dönemde ülkemizde de çok popüler hale gelen Uzakdoğu yemeklerini “eve
taşıma” kutularının Amerikalı olduğunu biliyor muydunuz?
Çinli take-out kutu tasarımlarının patenti
1894 yılında, Şikago’da Frederick Weeks
Wilcox tarafından alındı. Tek bir yüzey kağıt
parçadan, kağıt bir kutu (daha çok kübik bir
kova) tasarlayan Wilcox’un amacı, bu kutu ile
içerisine konan yiyeceğin akmaması ve kolay
taşınabilir olmasını sağlamaktı. Tasarımındaki
en çarpıcı unsur ise bu kutunun taşınabildiği
gibi eğilip bükülerek üzerinde yemek
yenebilen bir tabağa dönüşebilmesiydi. Eski
adıyla Oyster Pail olarak da bilinen take-out
kutular, katlanmış, balmumu ile yapıştırılmış
yada iç yüzeyleri plastik ile kaplanmış olarak
bulunabilirler. Önceleri yalnızca Amerika’da
rastlanan bu kutular, artık ülkemiz dair bütün
dünyada yaygın bir şekilde, sıcak ve soğuk
asya yemekleri için kullanılıyor. Orijinal
tasarımına en yakın üretimi, günümüzde FoldPak şirketinin yaptığı biliniyor.
Take-out kutularının tasarımındaki bütün
konsept aslında, 1800’lü yıllarda istridyelerin
taşımasında kullanılan kutulara dayanıyordu.
Bu yüzden Oyster Pail adını aldı. Bu kutular,
istridyelerin bugüne göre daha popüler
olduğu, bol ve ucuz bulunabildiği o yıllarda,
içlerinin çıkarılarak evde pişirilmek üzere satın
alındıktan sonra taşınmasını içindi. Oyster
pail bunun ucuz ve hijyenik yöntemi olarak
görülüyordu. II. Dünya Savaşı sonrasında
Amerika’lıların, dışarıdan aldıkları hazır
pişirilmiş yiyecekleri önüne geçilemeyen
bir fenomen haline getirmeleri ile, lezzetli,
farklı, oldukça ucuz Amerikan-Çin yemekleri
popülerlik kazanmaya başladı. İstridyelerin
piyasadan yavaş yavaş çekilmesi de aynı
dönemlere denk geliyordu. Hal böyle olunca,
sızdırmaz, dayanıklı, ucuz ve kolay bertaraf
edilen oyster pail, hemen o çok iyi tanıdığımız
beyaz Çin take-out kutusu olarak karşımıza
çıktı. Kutunun tasarımında dikkat çeken temel
unsurlar ise, kolayca bükülüp, katlanıp kapalı
bir kutu olabilmesi, yemek buharının çıkışına
az da olsa izin veren kat araları ve tabi ki
taşıma işlemi bitince düz bir yüzey haline
getirilip, üzerinde yemek yenebilen bir alan
oluşturmasıydı.
Bugüne kadar tasarımla evrilen bu kutular,
çağdaş birçok yemek ve yemek ısıtma yöntemi
için farklı adaptasyonlar geçirdiler; metal
taşıma sapı çıkarılıp mikrodalgaya girdiler,
elimizi yakmadılar, bazen çubukları tutturduk
üstüne, bazen üstüste koyup kolayca taşıdık.
İşaretli yerden ayırıp bölüştük. Yalnızca
form ve kullanım olarak değil, aynı zamanda
yüzey ve malzeme olarak da değiştiler; Popart dönemlerin yadedilmesinden, çevresel
duyarlılığa kadar birçok tasarım yaklaşımına
ve malzeme kullanımına altlık oluşturdular.
Hatta bu kutular, hediyelik eşyaların armağan
edildiği paketler olarak bile kullanıldılar.
2000’lerden sonra popüler kültürün en
önemli parçalarından biri olmaya başlayınca,
2011 yılında Smithsonian Amerikan Tarihi
Ulusal Müzesi ikonik take-out kutuları
Sweet & Sour adlı sergide görücüye bile çıktılar.
Günümüze kadar yapılan take-out kutularını
tasarlamak, Çin dışında heryerde iş edinildi,
çok farklı bağlamlarda kullanılmak üzere
piyasada yerlerini aldılar. Henüz çok ünlü
olmasalar da, grafik tasarımı ve illüstrasyon
öğrencilerinin atölye çalışmalarının
vazgeçilmez bir öğesi oldu take-out kutuları.
Buna en iyi örnek, İsveçli tasarım öğrencisi
Helen Maria Backstrom’ın geçtiğimiz yıllarda
tasarladığı Noo-Del adlı ürün. Alışılageldik
forma ek olarak, dış yüzeylerini Japon
geyşaların baş bölgesine benzeterek tasarladığı
kutu ile adından çokça söz ettirmişti. Hatta
yeme çubuklarını da onların saçlarına taktıkları
tokalardan ilham alarak yerleştirmişti. Londralı
tasarımcı Ashwin Patel ise ofis çalışanlara
yönelik yaptığı görselleri bu kutulara adapte
etmişti. Öğle yemeklerinin vazgeçilmez parçası
Uzakdoğu yemeklerinin, “ofisin neresinde
olursanız olun size ulaştırıyoruz” sözüyle
tasarlamıştı take-out kutusunu. Kopenhag’taki
ünlü Sticks‘n’Sushi adlı restorana Pais Design
tarafından tasarlanan kutular ise çekmeceli
olarak düşünülmüştü ve bu take-out
kutuları 3kg kadar yiyecek taşıyabiliyorlardı.
Sustainable Origami-Inspired Food Box adıyla
Endonezya’da karşımıza çıkan tasarım ise
tamamen origami mantığı ile kurgulanmıştı.
1 parça kağıt hiçbir birleştirici ara yüzey
yada yapıştırıcı kullanılmadan ister çukur bir
tabak, ister ister dairesel bir taşıma kabına
dönüşüyordu. Singapur’da ise yine benzer
bir kullanım amacıyla tasarlanmış takeout kutular, bizdeki mantıya benzer şekilde
pişirilip yenen dumpling’ler için düşünülmüştü.
Kraft kağıttan, üzerindeki geleneksel motifleri
ile alışılageldik ile aynı işlevde ancak farklı bir
formatta sunulmuştu. Her bir kutu kocaman
birer dumplig gibiydi.
Bunların üzerine, evde katlanarak
yapılabilenler, kişiselleştirilebilenler, çevre
dostu olanlar gibi daha nice birçok alternatif
üretildi. Bu yolculukta yalnızca birşey
değişmedi; bu Çinli diye bildiğimiz takeout kutuları sayesinde, istediğiniz yerde,
istediğiniz asya yemeğini, hala uzun çubuklarla
içinden keyifli bir şekilde yiyebilmek.
www.kaletasarimmerkezi.com
DESIGN CITY BURSA
Bursa sokakları bu haftasonu tasarıma doyacak! art’ı Mekan Dekorasyon ve Mimarlık
Dergisi tarafından organize edilen Design City Bursa Yaratıcı Endüstriler Buluşması,
farklı disiplinlerdeki başarılı isimleri bir araya getiriyor.
Yaratıcı endüstrilerin köşe başlarını tutan, hem Türkiye’de hem de
dünya da önemli başarılara imza atmış ünlü isimler, 04 - 05 Ekim
tarihlerinde Bursa’yı görmeye, gezmeye ve anlatmaya gidiyorlar.
art’ı Mekan Dekorasyon ve Mimarlık Dergisi tarafından organize
edilen Design City Bursa Yaratıcı Endüstriler Buluşması, Gamze
Saraçoğlu, Mehmet Turgut, Derin Sarıyer, Can Yalman, Adnan
Serbest, Erdem Akan, Oya Akman, Atilla Kuzu, Kerem Erginoğlu
ve Esra Apaydın gibi farklı disiplinlerdeki başarılı isimleri bir araya
getirerek Bursa’da bu ölçekte yapılan ilk tasarım etkinliği olma
özelliği taşıyor.
Konukların bir günlük Bursa gezilerinden çektikleri fotoğraflarla
oluşturacakları Bursa Hikayelerini konu alan proje; Bursa’nın
yükselen bir değer olduğu ve hızlı bir büyüme gösterdiği şu
günlerde, ünlü tasarımcıların kente bakışları ve sonrasında kente
katabilecekleri her türlü yaratıcı fikir ve önerilerin bir çatı altında
toplanarak muhteşem bir arşive dönüşmesini sağlıyor.
Ellerinde bir şehir haritası ile çıkacakları gezide sokak sokak,
mekan mekan Bursa’yı gezecek ünlüler, çektikleri fotoğraflardan
oluşturacakları hikayeleri Cumartesi günü Bursalılara sunacak. Bu
sunumlara moderatör olarak ünlü sihirbaz Kubilay Tunçer eşlik
ediyor.
Eğrisiyle doğrusuyla Bursa şehrinin tasarımcı gözüyle masaya
yatırıldığı etkinliğin sonunda bir de Design Party yer alıyor. Ünlü
konukların katılımıyla gerçekleşecek partide aynı zamanda bir
endüstriyel tasarımcı olan DJ Ezgi canlı performansı ile katılıyor.
Moda, Fotoğraf, Mimarlık, Endüstriyel Tasarım, Seramik, Tekstil,
İç Mimarlık alanlarında duayen isimlerin katılacağı etkinlik 04- 05
Ekim tarihlerinde Sheraton Hotel – Aloft’da gerçekleşecek.
Mehmet Turgut’un objektifinden Bursa
Mehmet Turgut, Bursa’nın en özel yerlerinden çektiği en özel
karelerle muhteşem bir Bursa Hikayesi yaratmaya geliyor.
Tekstil Şehri Bursa
Ünlü modacı Gamze Saraçoğlu, gerçekleştireceği şehir turunda
Bursa İpekçiliğinin merkezi olan Koza Han’ı keşfe çıkıyor.
Mobilya Kenti Bursa
Derin Sarıyer, Adnan Serbest, Atilla Kuzu, Can Yalman gibi isimlerin
gözünde Mobilya Kenti Bursa, bir kez daha yorumlanıyor…
EKİM/2013
Sanem Odabaşı
[email protected]
ARAÇ DEĞİL, AMAÇ
Tasarımcılar, sanatçılar ve yazarlar için vazgeçilmez olan ajandalar, artık hayatımızda
farklı bir yer tutuyor. Bu noktada onlar için “araç” demek çok zor…
daha artistik ve dinamik skeçler, yazılar
için oluşturulmuş, diğer tarafı ise günlük
kullanıma uygun olarak tasarlanmış. Bu iki
tarafı da birbirinden ayırmak yerine yekpare
olarak sunmaları ise farklılıkları bir araya
getirme isteğinden doğmuş.
Bazılarının masasının üstünde, çoğumuzun
çantasında… Az alan kaplayan ama içinde
birçok bilgiyi, tasarıyı, detayı, kelimeyi
barındıran bir tasarım ürünü söz konusu.
Ajanda ya da not almak için kullanabildiğimiz
defterler, günlük hayatımızın bir parçası
haline gelmiş, modern hayatın olmazsa
olmazı. Kimilerine göre medeniyetin
belirtisiyken bazen de insanoğlunun “kısa
süreli bellek” sorununa çözüm kurtarıcılar.
Ajanda denildiğinde ilk akla gelen marka
“Moleskine”. İtalyan markası olarak doğan
Moleskine ajandalar, Van Gogh, Ernest
Hemingway gibi bir çok sanatçının ilham
defteri olarak tarihte yerini aldı. Şimdilerde
de bir çok insanın severek kullandığı ve
çantasından eksik etmediği bir marka.
Moleskine’ler günlük, haftalık, aylık ajandalar
olarak çok farklı seçenek sunarken başkent ya
da metropol şehirler için özel olarak yapılmış
olan defterlerle de gezginlere kılavuzluk
Kapağın Önemi
ediyor. Moleskine, geçtiğimiz aylarda, düğün
planlayanlar ve yemek tarifi yazanlar için yeni
defterler çıkardı. Her sene farklı konseptlerle
ajandalarına renk getiren Moleskine’ler 2014
yılı ajandaları için Peanuts ailesiyle anlaşma
yaparak Snoopy çizgi filminin karakterlerini
defterlerinde kullanıyor.
DayCraft adlı Hong Kong firması geçtiğimiz
aylarda Signature Duo adlı defterleriyle beyin
loblarımıza güzel bir gönderme yaparak iki
taraflı defterlerini sundu. Defterin bir tarafı
Defterler söz konusu olduğunda ilk
dikkatimizi çeken şey defterlerin kapakları.
Bir çok grafik tasarımcının da gerek tipografi
kullanarak gerek çizimleriyle destekledikleri
defterlere bir örnek de “Makers Gonna
Make” defterleri. Japon markası olan Muji
defterlerinin üzerine değişik tipografilerle el
baskısı yöntemiyle oluşturulan bu defterler,
kapağın üstündeki cümle ile motivasyonu
yükseltiliyor.
Bir diğer kapak örneği ise The Notebook
Beard adlı defterlerden. Kapağın üzerindeki
sakal figürü ile kullanıcılar defteri yüzlerine
doğru tuttuklarında komik ve eğlenceli
görüntüler elde edebiliyor.
Söz konusu ajandalar olduğunda da çevrecilik
geride kalmıyor. Eco Clip adlı ajandalarla
isteyen herkes kendi kullanmadığı kağıtları
ajanda haline getirebiliyor. Kağıt parçalarını
ciltlemeye yarayan küçük bir aparatla bir
araya gelen kağıtlar, defterleri oluşturmaya
olanak veriyor. Böylece kullanılmayan kağıtlar
kullanmaya müsait hale geliyor.
Hamutelet adlı defterler ise 100% geri
dönüştürülmüş kağıtlardan oluşuyor. Defter
kapakları son derece basit kahverengi renkli
kağıtlardan ve iç sayfalarda düz beyaz
renkli kağıtlar kullanılmış. Baskı yöntemiyle
kapaklarda grafiksel desenler kullanılırken,
defterlerin el yapımı dikim yöntemiyle
ciltlenmesi ayrı bir özellik katıyor.
Sanem Odabaşı
[email protected]
AMBALAJ TASARIMINDA
YENİ TREND
Sterling-Rice Group ve New Hope Natural Media, ambalaj tasarımına yön verecek
yenilikleri ve trendleri belirten bir rapor hazırladı. Sonuç, beyaz rengin lehine oldu.
Ambalaj her yerde. Okuduğumuz
kitaplarda, yediğimiz yemekte, içtiğimiz
suyun şişesinde, markette, restoranlarda,
okullarda, iş yerlerinde, kırtasiyelerde…
Kısacası diğer bir çok tasarım ürünü gibi
ambalajlar da hayatımızın farkettiğimiz
ya da bilinç altımızı meşgul eden bir
alanında hayatını sürdürüyor. Renkler,
desenler, materyaller, süslemeler hepsi
ürünün sunumunun bir parçası. Ve tabii ki
günden güne değişen, gelişen, şekillenen
farklı yaklaşımlar ve prensipler taşıyor
ambalaj tasarımı da.
Sterling- Rice Group ve New Hope Natural
Media geçtiğimiz haftalarda gelecek
dönemlerde ambalaj tasarımına yön
verecek yenilikleri ve trendleri belirten
bir rapor hazırladı. Bu raporda beyaz
renginin yükselişi göze çarpıyor. Beyazın
ambalaj tasarımında temiz, yalın ve
üst düzey bir görünüm elde etmek için
sıklıkla kullanılıyor olması ve dikkat
dağıtıcı yan özelliklerden kaçınmak için
son derece minimal ambalaj tasarımları
yapılması vurgulananlar arasında.
Bu trendin referans noktası Dieter
Rams’ın Phaidon yayınlarından 2011
yılında çıkan “As Little Design as
Possible” adlı kitabı. Kitabın gerek içeriği
gerekse sunumu-kitabın kapağı tamamen
beyaz bir kapaktan oluşuyor- bu trendin
ilk öncüsü belki de ilham noktası bile
olabilir. Yüksek teknoloji gerektirmeyen,
akıllı ve basit ürünler tercih noktası
haline geliyor.
Saskia ve Stefan Diez birlikte “Papier”
adlı bir projeye imza attı. Günlük hayatta
en çok kullandığımız malzemelerden
biri olan kağıta farklı bir yaklaşımda
bulundular ve Tyvek kağıdından su
geçirmeyen bir çanta ürettiler. Çanta
temel özelliklerini yitirmiyor üstelik;
koruma, hafiflik, taşıma gibi özelliklerini
taşıyor. Materyal tamamen geri
dönüştürülebilir olmakla beraber, beyaz
renkte basit bir formdan oluşuyor.
The Laundress torbaları oldukça sade
ve abartıdan kaçıyor. Basit bir bohça
görünümünde, beyaz renk üzerine yalın
fontlar kullanılarak hazırlanmış. Acne
firması ise yine benzer niteliklerde
alışveriş torbalarında, kutularında beyaz
renkten ve düz hatlardan yararlanıyor.
Bakır renkli küçük bir damga detayıyla
kutuların üzerindeki kurdeleye canlılık
veriyor.
Beyaz ambalajlarda da çevrecilik ve geri
dönüşüm fikri devam etmekte. Bunun en
güzel örneği ise Boxed Water Is Better
adlı su markası. Marka pet şişe kullanmak
yerine, karbon ayak izini azaltmak ve
geri dönüşümü kolay malzeme olan
karton ambalaj kullanmayı tercih etmiş.
Beyaz fonda, siyah renkli fontlarla düz,
şık ve çevreci bir ürün üretebilmeyi
başarmışlar.
Beyaz sadece ambalajın ham
maddesinde de değil, aynı zamanda
ambalajın üzerindeki desenlerde
de kendini gösteriyor. Örneğin son
yıllarda çiçek figürleri, rustik desenler
oldukça fazlalaştı. Cowshed’in kozmetik
ürünlerinde görülen desenler bunun bir
örneği. Virgine Denny ise kalemlerinde
beyaz ve siyahın uyumundan
yararlanarak sağlam görünümlü ama
oldukça romantik desenler yaratmıştı.
Dyptique adlı Fransa markası da,
mumlarını beyaz renkte seçerken,
ambalaj tasarımında beyazdan ve
çiçeklerden vazgeçmiyor.
EKİM/2013
Gözler
Hollanda’da
Yeni ve umut verici
yaklaşımlar, yaratıcı
tasarım ve akıllı çözümleri
buluşturmayı hedefleyen
Hollanda Tasarım Haftası 19
Ekim’de kapılarını açıyor.
Dokuz gün boyunca yaratıcı
enerjinin kaynağı olacak
Hafta’da, 1800’den fazla
tasarımcının çalışmasından
ilham almak, Hollanda
Tasarımı’nın gücünü
yakından mümkün.
Hafta boyunca ziyaret
edilebilecek en ilginç
etkinliklerden biri Modern
Çağda Seyahat için Tasarım
sergisi. Sergi kapsamında
Bose, Samsonite, Teague,
ve IDEO gibi firmaların
prototiplerini görebilirsiniz
İMA 2013
Show
Çevre - Tasarım
Kongresi Bu sene 5. mezunlarını veren
İstanbul Moda Akademisi
(İMA), sektör odaklı,
iş temelli, bağımsız ve
araştırmacı eğitim felsefesi
ve vizyonuyla yetiştirdiği
öğrencilerle moda
sektörüne ciddi katma değer
kazandırmaya devam ediyor. Moda Tasarımcıları Derneği
Başkanı Mehtap Elaidi,
Moda Tasarımcısı Gamze
Saraçoğlu’nun yanı sıra
IMG Doğuş Moda Direktörü
Banu Bölen ile İsko Uzman
Pazarlama Yöneticisi Banu
Yenici ve İMA Direktörü Seda
Lafçı ile Akademik Direktör
Eda Dorman’dan oluşan
jürinin belirlediği mezunlar,
‘İMA 2013 Show’ ile
MBFW İstanbul’daki yerlerini
alıyor.
Çevre sistemleri, insanların
en önemli eylemlerinden
biri olan tasarım eyleminin
biçimlenmesinde de hem bir
araç hem de bir süreç olarak
değerlendiriyor. Bu bağlamda
her tasarım eylemini de çevre
sistemlerinin bütünü içinde
değerlendirmek gerekiyor.
Bunlardan yola çıkarak
düzenlenen Çevre - Tasarım
Kongresi 2013’ün ana teması
“Sağlıklı Çevre - Sağlıklı
Tasarım”. Uludağ Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi’nde
gerçekleşen kongrenin
tarihler şöyle: Atölye
çalışması: 08-10 Kasım 2013,
Kongre: 12-13 Aralık 2013,
Sergi: 12-13 Aralık 2013.
Forklift tasarımı
Toyota Lojistik Uluslararası
Tasarım Yarışması 2014’ün
teması Forklift tasarımı.
Ağır, güçlü ve güvenilir
araçlar olan forkliftler, uzun
mesafelerde ağır yükler
taşıyarak zaman, enerji ve
para tasarrufu sağlıyor.
Yarışma katılımcılarından
bu işlevsel araçların
aynı zamanda çok şık da
olabileceğine yönelik tasarım
önerileri bekleniyor. Son
başvuru tarihi 15 Kasım
2013 olan yarışmanın jürisi
alanında uzman tasarımcı ve
yöneticilerden oluşuyor.
Serap Alp
[email protected]
Güvenlik İçin
Tasarım
Anadolu Üniversitesi,
Eskişehir Fotoğraf Sanatı
Derneği, Eskişehir İnşaat
Mühendisleri Odası ve
Anadolu Üniversitesi
Fotoğrafçılık Kulübü
tarafından düzenlenen “İş
Ve İnşaat Güvenliği” Temalı
Fotoğraf Ve Afiş Tasarımı
Yarışması’nın amacı, iş sağlığı
ve güvenliği konularında
toplumda ve sektörlerde
farkındalık yaratmak ve bir iş
sağlığı ve güvenliği fotoğraf
ve afiş kataloğu oluşturmak.
Son başvuru tarihi ise
07 Ekim 2013.
Destanlar Şehri
Güney Marmara Kalkınma
Ajansı (GMKA) destekli
Çanakkale Ticaret ve
Sanayi Odası (ÇTSO)
tarafından hazırlanan
‘Çanakkale Turizmde Yeni
Markasını ve Değerlerini
Ortaya Çıkarıyor’ projesi
kapsamında Çanakkale’nin
kimliğini ön plana çıkaracak,
Çanakkale’nin ulusal ve
uluslararası alanda temsil
edecek, Çanakkale’nin
tüm kurumları tarafından
kullanılabilecek,
Çanakkale’nin markalaşma
çalışmalarının simgesi olacak
logonun özgün tasarımını
arıyor. Son başvuru tarihi
23 Ekim 2013.
Sanayi
Müzesi’ne
Logo
İnegöl bir grafik yarışmasına
ev sahipliği yapıyor. İnegöl
Mobilya ve Ağaç Sanayi
Müzesi’nin logosunu
bulmayı amaçlayan yarışma;
danışma kurulu üyeleri ve
birinci derece yakınları
haricinde profesyonel ya da
amatör, herkese ve her yaşa
açık. İnegöl Belediyesi’nin
düzenlediği yarışmanın son
başvuru tarihi 11 Ekim 2013
Cuma. Daha detaylı bilgi için
www.inegol.bel.tr adresini
ziyaret edebilirsiniz.
İklimlendirme
Tasarımı
“İklimlendirme Sanayii
İhracatçı Birliği (İSİB)” nin
düzenlemekte olduğu Tasarım
ve Uygulama yarışmasının
amaçları özetle şu şekilde
sıralanabilir: Geleceğin
iklimlendirme pazarında söz
sahibi olabilecek ürünlerin
geliştirilmesine öncü
olmak; Endüstriyel tasarım
etkinliklerini yaygınlaştırmak
ve özendirmek; İklimlendirme
sektörü ihracatında rekabet
sağlayıcı çözümler üretmek
ve sektörün rekabet
gücünü artırmak, sektörün
gelişimine katkıda bulunmak.
Yarışmanın son başvuru tarihi
21 Ekim 2013. Daha detaylı
bilgi için www.oaib.org.tr/
adresini ziyaret edebilirsiniz.
Özyeğin’den
Teşvik
Özyeğin Üniversitesi
Teknoloji Transfer Ofisi,
Girişim Fabrikası ve
Endüstri Ürünleri Tasarım
Bölümü, Türkiye’de
yenilikçi tasarımların teşvik
edilmesi amacıyla “Genç
Endüstriyel Tasarımcıları
Teşvik Yarışması (GETT)”
düzenliyor. Yarışma,
herhangi bir fark
gözetmeksizin her sektör
için özgün ve yenilikçi ürün
tasarımları ile başvurulara
açık. Proje başvurularının
son teslim tarihi 22 Ekim
2013 olan yarışmayla ilgili
daha detaylı bilgi almak
için www.ozyegin.edu.tr
adresini tıklayabilirsiniz.
Yayın Türü: Aylık Sahibi: Kaleseramik Çanakkale Kalebodur Seramik A.Ş. Koordinasyon: Kale Tasarım Merkezi
Editör: Umut Kart (sorumlu) Katkıda Bulunanlar: Gözde Tüfekçi Sayfa Tasarımı: Emre Senan Tasarım ve Danışmanlık;
Emre Senan, Özge Güven, Nurhan Seyrekbasan Danışma Kurulu: Serhan Ada, Erdem Akan, İhsan Bilgin, Asiye Bodur,
Füsun Curaoğlu, Yeşim Demir, Ömer Durmaz, Alpay Er, Cem Erciyes, Sertaç Ersayın, Hakan Ertem, Güran Gökyay, Korhan
Gümüş, Gamze Güven, Gülay Hasdoğan, Tansel Korkmaz, Zeynep Bodur Okyay, Suha Özkan, Kuyaş Örs, Nevzat Sayın, Emre
Senan Baskı: Veritas Baskı, Yeşilce Mahallesi Diken Sokak No: 34. Levent-İstanbul Tel: 0212 294 50 20 İletişim: Kale
Tasarım Merkezi-Silahtarağa Mah. Kazım Karabekir Cad. No: 2/6 34060 Eyüp/İstanbul, Tel: 0212 311 75 68, 0212 371 53 95
[email protected], [email protected] Kale Tasarım Merkezi’nin ücretsiz tasarım gazetesidir.

Benzer belgeler