28. Turgut Sungar

Transkript

28. Turgut Sungar
Turgut Sungar
TURGUT SUNGAR
Bir zamanlar, Ağrı Dağı’nın gölgesinde, Aras nehrinin
sevdalı seyrinde “Turgut Sungar”
isminde bir genç yaşardı... Şiirler,
piyesler yazar, karikatürler çizer;
ARAS diye bir dergiye can ve ruh
verir; Halkevi’nin tiyatro ve gezi
kollarında görev alıp, müsamereler ve balolar düzenler; bununla
yetinmez, futbol ve voleybol
takımlarının vazgeçilmez oyuncusu olarak bir ilçeden diğerine
koşturup, unutulmaz maçlar
düzenler; kalan boş vaktinde de
artist yarışmalarında birincilik
kazanan siluetiyle Iğdır’ın dingin
sokaklarında volta atardı.
Ayten Sungar ve Turgut Sungar
Turgut abiyi tanıdıktan
sonra, Iğdır’ı ve Iğdırlıyı bunca
içten ve doyasıya seven ikinci bir insan var mıdır, diye düşünmeden edemedim. “Iğdır sevdası” onun şiirlerine ve tuvalinde kullandığı renklere öylesine
karışmış ki!
Turgut abi, Iğdır’ı kalbinde her gün yeniden yaratıyor, ona her gün
yeni bir biçim verip, şefkatle kucaklıyor.
Iğdır seninle hep iftihar edecek Turgut abi... Buna emin olabilirsin.
Hayatım
1927 Iğdır doğumluyum. Babam Bekir Sıtkı Sungar, Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusunda Binbaşı rütbesiyle görev yaptığı yıllarda, Iğdır’a gelip
yerleşmişti. Ablam Hikmet, Iğdır eşrafından Naci Güneş’le evlenince ailemin
Iğdır’a bağlılığı daha da artmıştı.
İlk ve ortaokulu Iğdır’da bitirdikten -lise diploması 60’lı yıllarda
kısmet oldu- sonra 1948-50 yılları arasında askerlik hizmetimi yaptım. 1953
yılında Erzurum İş Bankasında stajyer memur olarak göreve başladım. 1955
yılında muhasebeci olarak Iğdır’a atandım.1961 yılında tayinim Kırklareli
Lüleburgaz’a çıkınca, kalbimin yarısını doğduğum yerde bırakarak, Iğdır’dan ayrılmak zorunda kaldım. Yola çıktığım gün, toprağı öpüp, doğup büyüdüğüm bu topraklara tekrar kavuşturması dileğiyle Allah’ıma dua ettim.
362
Iğdır Sevdası
30 yıllık bilfiil bankacılıktan sonra kendi isteğimle emekli oldum. Biri
kız biri oğlan iki çocuk babasıyım.
Aile kökenim
Babamın ailesi aslen
Kastamonu’nun Taşköprü ilçesindendir. Henüz bebek yaşta
ailesi İstanbul’a göç ettiğinden,
babamın çocukluğu ve gençliği
İstanbul’da geçmişti. Harp Okulu’ndan mezun olduktan sonra,
Balkan ve Birinci Dünya Harpleri nedeniyle, Osmanlı Devleti’nin girmiş olduğu savaşlarda at
koşturmuş, silah sıkmış, hulâsa
vatanın kurtuluşu için tüm cephelerde fedakarca çalışmıştı.
Babam, bazı günler, biz
çocukları etrafına alır, o yıllara
ait anılarını sonu gelmeyen masallar gibi anlatırdı.
TBMM’nin kurulup, düşmana karşı direnişin
örgütlendiği yıllarda, babam
Sarıkamış’ta, Kâzım Karabekir
Cemile Sungar (1891 - 1975)
Paşa’nın Kolordusunda Binbaşı
rütbesiyle görev yapıyordu. Iğdır’ın kurtuluşunu izleyen yıllarda (14 Kasım
1920) babam, bu ilçeye Askerlik Şube Başkanı olarak atanmıştı. Benim doğumumdan evvelki bir zaman diliminde, Binbaşı rütbesinden emekli olup sivil
hayata atılmıştı.
Iğdır halkı babamın sivil görevler üstlenmesine aldırmadan, ailemizi,
kendilerine hoş gelen “Binbaşı Bekir Bey” lâkabıyla çağırırlardı.
Babamın sivil hayatta yaptığı işlerden ikisini çok iyi hatırlıyorum:
Babam, Iğdır ve köylerinin kadastro ölçümleri ve toprak dağıtımı yapmak
için kurulan ekipten sorumluydu. Köy köy dolaşır, arazileri ölçüp biçerdi.
Evimizde halen o günlerden kalma, Iğdır’daki köy ve kasaba isimlerini eski
Türkçe’yle gösteren, özenle sakladığım bir harita var. Babam, bazen henüz
çocuk yaşta olmama karşın beni de arabasına alıp ücra dağ köylerine götürürdü. Bu sayede başka yaşam biçimlerini tanımak fırsatım oluyordu.
Babamın ikinci önemli görevi, Iğdır’ın ilk meteoroloji istasyonunu
363
Turgut Sungar
açıp hizmete sokmasıydı. 12 Kasım İlkokulunun arka tarafına düşen bir
mevkide inşa edilen bu istasyon binasını babam kendi eliyle bizzat çalışarak
kurmuştu.
Ben ilkokul üçüncü sınıfta öğrenciyken (1937-38) babam vefat etti
(67 yaşında); asker kökenli
olduğundan Melekli Yolu
üzerindeki Askeri Mezarlığa defnedildi.
Iğdır’ın ilk haritasını babam çıkarmıştı. Bu
haritanın bir yanında Eski
Türkçe’yle Iğdır Belediyesinin sınırları şöyle anlatılıyor:
“Iğdır Belediyesi
Deve Yatağı yolunun Hanako harkını kat ettiği yerden
başlayarak Deve Yatağı yolunu ve Kuyu harkını ve köy
yolunu ve Soğuk harkını takip ile Iğdır-Markara şosenin geçerek Soğuk harkı ile
Binbaşı Bekir Sungar
Melekli köyü bahçe ve hane
duvarlarını takiple Soğuk
harkını takiben Baharlı kuyusundan sonra Melekli-Hakveyis yolunu takiben
eski Tuğla Fabrikası ve askeri kışlaları önünden ve cephanelik arkasından
geçerek Kızılzakir ve Pulur köyleri yollarını geçtikten sonra Iğdır-Hakveyis
yoluna ve buradan Baharlı Kol harkını takip ile Baharlı ana harkına varır ve
Baharlı Ana harkını takiben Soğukbaşını da geçerek kol harkiyle Iğdır harkına varır. Ve Iğdır harkını da takip ile Iğdır harkından ayrılan Ahunt harkını,
ve Ahunt harkını ve Kol harkını takiben Hoşhaber-Iğdır yolu ile eski Değirmen Harkını geçerek eski Hanako harkına varır. Ve Hanako harkını da takiple
harap değirmene ve Iğdır-Halfeli şosesine varır. Ve buradan Halfeli-Karakuyu hududu olan dikili taşına ve dikili taşından Iğdır-Sultanabat-Karakuyu
sınırlarının birleştiği kömür kuyusuna ve buradan Beyazıt şosesinin Hanako
harkı üstündeki köprüden geçerek Sultanabat Kol harkı kenarındaki dikili
taşa varır. Ve dikili taştan Sultanabat Kol harkını takiple tarla yolu ile Sultanabat ana harkına varır. Ve Sultanabat ana harkını takiple İşkola harkına
varır. Ve Sultanabat ana harkını takiple deveci yolunu geçerek doğruca İşkola
364
Iğdır Sevdası
harkına geçer ve İşkola harkını da takiple deveci yolunu geçerek doğruca
Ağrı eteğine varır. Ve bu yolu da takiple Hanako harkı üzerinde Melekli köyü
hududunda nihayet bulan Iğdır Belediye sınırları 31 km tulûnde (uzunluğunda) olup, mesahayı satiyesi (yüzölçmü) 27.369 dekar mezru ziraat yapılan
tarlalar ve 8.164 dekar da mera ve çayır
olup cem’an (toplam) 35.533 dekardır.
Tarih: 14.3. 1937
Emekli Binbaşı
Bekir Sıtkı Sungar”
“Önce Tanrı sonra anam”
Babam üç evlilik yapmıştı. İlk
evliliğinden Seniha, Kâzım, Feriha ve
Hikmet isimli çocukları dünyaya gelmişti. İkinci hanımı Ahıska Türklerindendi. Kafkas Cephesinde görev yaparken tanışıp evlenmişti. Bu evlilikten Nazım isimli bir kardeşim olmuştu. Babam Sabahattin Sungar (1923 - 1988)
üçüncü evliliğini, Sarıkamış’ta görev
yaptığı yıllar, yine Kafkasya’dan gelip bu ilçenin Pozat köyüne yerleşmiş bir
ailenin kızı olan annem Cemile Hanım’la yapmıştı. Bu evlilikten Sabahattin
(1923), ablam Sabiha ve ben dünyaya gelmişiz.
Annem gerçekten mükemmel ve fedakar bir kadındı. Babasızlığı bize
hiçbir zaman hissettirmedi. Elinin darda olduğu günler dahi, soframızı gönlünün zenginliğiyle donattı. Sorunlarımızı ve dertlerimizi sevgiyle kucakladı.
Yavrularını en derin şefkat duygusuyla büyüttü. Bu yüzden, annem benim için
Tanrıdan sonra en kutsal varlık olarak ebediyen kalbime gömülmüştür.
İlk Kadın Belediye Meclisi Üyesi: Cemile Sungar
Annem, girişken ve sosyal karizması olan bir kadındı. Herhalde bu
yönüyle dikkati çektiğinden, kendisine Belediye Meclisi üyeliği verilmişti. O
yıllar, Türkiye’de bir kadının bu türden bir göreve getirilmesi ne işitilmiş ne
de duyulmuştu.
Meclis toplantısının olduğu günler annem faytonla belediye binasına
gider; toplantıdan sonra, Belediye başkanı ve Meclisi üyeleri örnek bir kadirşinaslıkla annemi faytona bindirip, “Güle güle Cemile Hanım!” reveransları
arasında eve doğru yolcu ederlerdi.
365
Turgut Sungar
Iğdır’da spor cümbüşü
Kendimi bildim bileli sporun içindeyim. İlkokul yıllarımdan itibaren
mahalleli gençlerle sokak aralarında kıyasıya maç yapardık. Ortaokul yıllarımda bu tutkum daha da arttı. O yıllar en çok rağbet ettiğimiz spor, voleyboldu.
Paşa Turan, Turgut Sungar,
Cengiz Taner, Şakir Solmaz, Kubilay Güner, Halil Ulusoy takımın
kütürleri (smaçörleri); ortaokulda
kâtiplik yapan Mecit Aktan, Turgut
Saita ve Turgut Lefkeli fevkalade
iyi pasördüler. Abbas Çınar ve diğer
arkadaşlarla bir araya gelir, voleybol sporunun inceliklerini öğrenip
ustalaşırdık. Özellikle ben ve Paşa,
gün boyu hep beraber olur, gittiğimiz her yere spor zevki ve yarış
heyecanı götürürdük.
Bu arada bir konuya açıklık
getirmek isterim: O yıllar smaçör’lere kütör; blok’a karşılama; plâse’ye avlama; orta oyuncu’ya arka
orta oyuncu’su denir; setler 25 değil
15 sayı ile biterdi.
Spor yerimiz önceleri Hal- Cemile Sungar ve Turgut Sungar (1953)
kevi’nin bahçesi, daha sonra Belediye Parkına yakın bir yerdeydi. Kamuya açık olması nedeniyle, Belediye
Başkanı Osman Ataman, bir gün, bize Kilisenin (daha sonra Merkez Cami)
arka bahçesinde bir yer tahsis etti. Sabahtan öğlene kadar burada yorulmak
bilmeden voleybol oynardık.
Bu iş için bir antrenörümüz yoktu. “Hudâyi-nâbit” yani Allah vergisi
bir yeteneğimiz vardı. Azmin elinden ne kurtulur ki! Ağımızı gerdiğimizde
artık önümüzde bize dur diyecek bir rakip arardık.
Sık sık, kamyon kiralar D.Beyazıt, Sarıkamış, Ağrı, Kars, Muş, Van
gibi il ve ilçelere maç yapmaya giderdik. O zamanlar Iğdır dışında bir takımla
maç yapmak sanki dünya kupası finallerini oynamak gibi hem bizi hem de
ilçeyi heyecanlandırırdı.
Belirli bir gelir kaynağımız olmadığından, maç öncesi, kasaba merkezini dolaşır, kasaba eşrafından, zenginlerinden ve esnaf kuruluşlarından
366
Iğdır Sevdası
gönüllerinden koptuğu kadarıyla para toplar; yolculuk ve otel masraflarımızı
karşılardık.
“Be baba pes ya!”
Bir gün kasabamıza Yarbay rütbesiyle, yeni bir Askerlik Şube reisi
gelmişi. Uzun yıllar Muhafız Gücü’nde futbol oynamış, bu sporu hakkını verecek derecede teknik ve organizasyon özelliklerini etüt etmişti. Şube reisinin özel çaba
ve özendirmesiyle bizim grup
yavaş yavaş futbola daha çok
zaman ayırmaya başlamıştı.
Yarbayın genç oğlu Erdoğan
da futbol takımında sağ-iç
oynadığından bu durum bizim
takımdaşlık ruhumuzu daha
da kuvvetlendiriyordu.
Sahaya
Yarbayla
birlikte çıkıyor, top göğüste
nasıl kontrol edilir gibi tek- Turgut Sungar Iğdır’ın Kurtuluş Bayramında Halka
Hitap Ederken (12.11.1952)
nik hareketleri takım halinde
öğreniyorduk. Latif Atlas, topu göğüste kontrolü becermekte zorlanınca, Yarbay sabırla, bir saati aşkın süreyle onunla özel olarak ilgilenmişti. Onun bu
davranışı bizi hem cesaretlendirmiş hem de verilen ödevleri ciddiyetle yerine
getirmemize neden olmuştu.
O yaz, Yarbayın, İstanbul Harbiye’de okuyan en büyük oğlu kasabamızı ziyarete gelmişti. Bir akşam, aile sofrasında Yarbay, büyük oğluna,
“Oğlum, bu kasabada bir voleybol takımı var. Bu çocukları al götür milli
formayı giydir” demiş. Oğlu, babasının bu konuşmasını alaya alıp, “Yapma
ya baba! Iğdır kim, voleybol kim...”diye karşılık vermiş. Albay, yargısının
bu şekilde hafife alınmasına içerlemiş, içinden “Yarın sen görürsün deyyus!”
diye geçirmişti.
Sabah olunca Yarbayın küçük oğlu yanımıza gelip akşam sofrada konuşulanları bize heyecanlı şekilde aktardı. “Hazırlıklı olun, babam sizi yanına
çağıracak” dedi. Gerçekten de öğlene doğru Şube reisinin bizi makamında
beklediği haberi geldi.
Ben ve Paşa, Yarbayın huzuruna çıktık. Küfürlerine hakim olamayan
Yarbay, “Çocuklar, dün akşam İstanbul’dan gelen eşşek oğlu eşşek olacak
oğlumla aramızda sizinle ilgili bir konuşma geçti. Bu akşam sahaya çıkın, o
deyyusa kim olduğunuzu gösterin” dedi.
367
Turgut Sungar
Akşamı dört gözle bekledik. Hazırlıklarımızı tamamlayıp, voleybol
sahasına indik. Alay bünyesinde oluşturulan askeriyenin voleybol takımı bizi
sabırsızlıkla bekliyordu. Daha maçın başından itibaren smaçlarımız rakip takımı paramparça etmeye başladı. O yıllar maçlar üç set oynandığından, o gün
biz iki seti arka arkaya kazanıp, rakibi yendik.
Yarbayın büyük oğlu, babasının
yanında durmuş maçı ilgiyle izliyordu.
Bizim ne menem oyuncular olduğumuzu anlayınca dönüp babasına, “Be baba
pes ya! Ben Iğdır’dan böyle bir voleybol
takımı çıkacağını rüyamda görsem inanmazdım” demiş.
“Akşama doğru öyle bir fırtına kopar
ki..”
1950’li yılların başında Iğdır’da
Aras ve Sürmeli Spor Kulüpleri faaliyet
gösteriyordu. Aras Sporun renkleri yeşilbeyazdı. Sürmeli Sporun kaptanı Paşa
Turan, Aras Sporun takım kaptanı da
Turgut Sungar (1948)
bendim. Ayrıca kulüp başkanlığı görevini
yürütmek de uzun yıllar bana ve rahmetli İsmet Aydınlı’ya kısmet olmuştu.
Başkanlığını Kâmil Taner’in yaptığı Sürmeli Sporun renkleri ise
sarı-lâcivertti. Ağrı Dağı tırmanışında ölen İskender Iğdır’ın amcasının oğlu
Şeref Iğdır, Oktay Zengi, İsmet Demirel, Aydın Çiftlik, Yunus Aygün ve diğer
gençler daha çok Sürmeli Spora rağbet ediyorlardı. Iğdır’ın yetiştirmiş olduğu, teknik anlamda yetenek ve becerisiyle en büyük futbolcularından Oktay
Zengi’nin ismini özellikle yad etmek isterim.
İki takım arasında kıyasıya rekabet vardı. Ancak bu durum, arada bir,
güçlerimizi birleştirip yabancı takımlara karşı oynamamıza engel değildi.
O yıllar Kars ve Sarıkamış’la inadına bir çekişme içindeydik. Sarıkamış Kars’ı, Kars’ta bizi sürekli yenip duruyordu. Bu kısır döngüden kurtulmak için ne yapıp edip Sarıkamış’ı devirmemiz gerekiyordu. Bir yaz günü
Sarıkamış’a meydan okuyup Iğdır’a davet ettik.
Sarıkamış futbol takımı bir Pazar öğlene doğru kasabamıza teşrif etti.
Maçın başlama saatini kararlaştırmak için ben, Paşa ve Sarıkamış futbol takımının kaptanı -aynı zamanda milli kayakçı- Osman Yüce uygun bir yerde
bir araya geldik. Yabancı kaptan, “Akşam serinliğinde maça başlarız!” diye
kestirip attı
Sarıkamış, rakım olarak Iğdır’dan çok yüksekti. Yaz aylarında bile
368
Iğdır Sevdası
hava yayla gibi serin olurdu. Ama ya Iğdır! Yaz aylarında obaya çöken sıcak
ve rutubet insanı ölesiye bunaltırdı. Sarıkamış’tan gelen birisi için Iğdır sıcağı
“cehennem” demekti.
Paşa da bunu bildiği için öne atılıp, “Siz deli misiniz! Akşama doğru
Iğdır’da bir fırtına kopar ki...bir toz fırtınası yükselir ki.. göz gözü görmez”
dedi. Kaptan şaşkınlık içinde, “Öyle mi!..Peki ne zaman oynayalım?” dedi.
Paşa, “Öğleden sonra 2-3 arasında maça başlasak iyi olur” dedi. Kaptan, doğanın kanunlarına (!) karşı yapılacak bir şey olmadığını anlayıp önerimizi
çaresiz kabul etti
Biz sıcağa alışkındık. Hem de nasıl! Öğlene kadar voleybol oynuyor, kısa
bir yemek molasından sonra askeriyenin
futbol sahasında karanlık bastırıncaya
kadar top koşturuyorduk.
Maç başlar başlamaz, Sarıkamışlı
futbolcular taktik ve kondisyonlarıyla
oyunun kontrolünü ele geçirdiler. Biz
acele etmiyorduk. Ağır hareketlerle onları
karşılıyor, hücumlarını bloke etmeye çalışıyorduk. Tüm çabamıza rağmen kalemize gelen erken bir golü engelleyemedik.
Aradan henüz 15 dakika geçmemişti ki, Sarıkamışlılar güneşin yakıcı
Turgut Sungar (1949
ateşi altında dökülmeye başladılar. Dilleri
bir karış havada derin derin soluyor; kimileri de bellerini bükmüş elleri dizlerinde zorlukla ayakta duruyordu. Bizim arkadaşlar sanki olup bitenden habersiz bir havada, durumu çaktırmadan idare ediyorlardı. Rakip sıcaktan pes
edince, bizimkiler topu rahat şekilde sağa sola göndermeye ve gol yollarını
aramaya başladı.
Oyun çok geçmeden kontrolümüze geçmişti. Babası PTT’de çalışan
Fikret beraberlik golümüzü atınca galibiyet için umutlandık.
İkinci yarıda da maça ciddi şekilde asıldık. Kâmil Yüksel’in galibiyet
golüyle o gün kasabamız sevince boğuldu. Iğdır halkı, Kars ilinin en iyi futbol
takımına sahip olmanın gururuyla bu galibiyeti günlerce kutladı.
O maça takımımız şu kadroyla çıkmıştı: Fikret Aydınlı, Cengiz Taner,
Paşa Turan, Aydın Çiftlik, Turgut Sungar, Turgut Saita, Mecit Aktan, Erdoğan
Heriş, Tayyip, Fikret ve Kâmil Yüksel.
369
Turgut Sungar
“Lütfen bir fotoğraf...”
Iğdır’da görev yapan aslen Vanlı, hâkim Turgut Çeliker, bir gün bize,
“Voleybol ve futbol takımınızı Van’a götürüp bir turnuva düzenleyelim” dedi.
Bu öneri bize oldukça ilginç gelmişti. Bir yaz günü, kiraladığımız kamyonun
arkasına doluşup Van’a doğru yola çıktık.
O yıllar Iğdır-Van arasında yolculuk yapmak dünyanın öbür ucuna
gitmek gibi bir şeydi. Yol
koşulları son derece çetrefildi. Kamyonun arkasına
istiflenip, sıcaktan ve tozdan
bunalmış halde zar zor kendimizi Van’a attık.
Van’ın karma voleybol takımı bize rakip oldu.
Ama bu zayıf takımı iki
sette kolayca devirmeyi başardık. Maçı izlemeye gelen
Gevaş hâkimi, eline fotoğraf
makinesini almış maçı görüntülüyordu. Maç bittikten
Turgut Sungar Yağlı Boya Çalışması
sonra Hâkim etrafındakilere
beni göstererek, “Kim bu adam be yahu!” diye bağırıyordu. Sonra elinde fotoğraf makinesiyle yanıma gelip hayranlığını gizlemeden, resmimi çekmeye
başladı. Ben zafer dolu bakışlarla objektife göz kırpıyordum.
14 yıllık spor yaşamımda beni fevkalade üzen bir olay oldu. Aradan
yarım asırdan fazla süre geçmesine karşın aklıma geldikçe o günkü üzüntümü
yeniden yaşar gibi oluyorum.
Kars Sporla Iğdır’da bir futbol maçı oynuyorduk. Takımın kalecisiydim. Deneyimsizliğim nedeniyle birbirinden hatalı goller yiyerek takımımızın
5-1 mağlup olmasına sebep olmuştum.
Bu maçtan sonra kaleciliği bırakıp santrfor (libero) oynamaya başladım.
Kar Voleybolu
Voleybol oynamanın yazı kışı yoktu.
Kış aylarında kar üzerinde bugünkü “plaj voleybolu” dedikleri türden
her takımdan iki kişi karşılıklı oynardık.
Farkında olmadan voleybolun temel kurallarını kendi kendimize keşfetmiştik. Örneğin “kar voleybolu”nu bizden başka kimse bilmezdi. Yine her
sayı yaptıktan sonra, hani elinizi uzatır, takım arkadaşınızla ayalarınızı vuruş370
Iğdır Sevdası
turursunuz ya, biz de bunu “Dest hoş!” diye bağırarak yapardık.
Bazen 50 kuruş iddiasına iki kişilik voleybol maçı düzenlerdik.Böylesine maçları ben ve Paşa nadiren kaybederdik. Ama bir keresinde
Cengiz Taner bize karşı oynamış ve kazanmıştı. Kulağı çınlasın!
“Oro lo oriyoooooo!” (Duyduk duymadık demeyiiiin!)
Komşu ilçe Doğubeyazıt’ın Kurtuluş günü nedeniyle bir dostluk maçına davet edilmiştik. Her zaman ki gibi takım arkadaşlar açık bir kamyonun
üstüne doluşup yola koyulduk. Çok sevdiğim Ağrı Dağının eteklerinden geçerek ve Çille geçidinden inerek nihayet Doğubeyazıt’a vardık.
Biz kamyondan inip kasabayı adımlarken, bir tellâl -o yıllar belediyenin henüz hoparlörü yoktu- kasabanın ana caddesinde bir aşağı bir yukarı
dolaşarak oynanacak maçı halka ilân ediyordu:
“Oro lo oriyooooo! İdir hatiye Beyazıtê! Oro lo oriyoooooo! İdir
hemberê me maç dileyize! Oro lo oriyooooo! Herın meydanê! Oro lo oriyoooo! Qeymakam ji tê! Oro lo oriyooooo!”
Çeviri: Iğdır Spor, Beyazıt’a gelmiş. Iğdır bize karşı maç oynuyor.
Meydana gidin. Kaymakam da geliyor.
Aradan bunca yıl geçmesine karşın, tellâlın bu bağırışı hâlâ kulaklarımda özlemle çınlar.
Iğdır Nezih bir Kasabaydı!
Ağrı valiliği, spor ve tiyatro etkinlikler için bizi Karaköse’ye davet
etmişti. Anlaşmaya göre Cumartesi günü öğleden sonra voleybol, Pazar günü
öğleden sonra futbol maçları yapılacak; Cumartesi gecesi de müsamere düzenlenecekti.
Otelden çıkıp şehir merkezine indiğimizde halk etrafımızı aldı; şaşkınlık ve hayranlık dolu gözlerle bizi izlemeye koyuldular. Birbirlerine, “Iğdır’dan gelmişler. Hem futbol ve voleybol oynayacaklar hem de müsamere
düzenleyecekler. Bravo vallahi!” diyorlardı. Ağrı il olmasına karşın “müsamere” türünden eğlence ve sosyal aktivitelerden bihaberdi.
Iğdır gerçekten de o yıllar nezih ve sosyal yaşamı gelişmiş bir ilçeydi.
Akşam olduğunda, ilçenin ileri gelenleri modern giyimli hanımlarıyla birlikte, kol kola, salın salına Belediye parkına gider, orada düzenlenen müzik
programlarını dinlerlerdi. Henüz sinemanın olmadığı yıllarda da ayda bir kez
müsamere düzenlerdik.
Çocuk yaşta izlediğim ve asla unutamadığım çok güzel bir gösteriden
bahsetmeden geçemeyeceğim. Tevfik Karasu’nun ablaları Halk Evinde çok
güzel bir temsil düzenlemişlerdi. Aman yarabbi o ne coşku o ne muhteşem
371
Turgut Sungar
koreografiydi! Nasıl oluyordu da, o köylü (!), taşralı (!) kızlar sanatı bu denli
özümseyip, onu ruhlarının bir parçası haline getirebilmeyi başarabiliyorlardı?
Bu soru kafamda hep bir sır olarak kalmıştır.
Bu gerçek, Iğdır’ın sosyal bakımdan Doğuda birçok il ve ilçeden ne
kadar ileride olduğunun bir göstergesiydi.
Iğdır halkı o zamanlar kendisini bir bütün olarak hisseder, düşünür ve
hareket ederdi. Ne Kürt, ne Azeri, ne Çerkez, ne Laz, hiçbir şekilde zümrecilik ve ayrımcılık olmadığı gibi bu kesimler birbirlerinden kız alıp verirlerdi.
Azeri arkadaşlar şaka yollu arada bir beni “Osmanlı” diye çağırırlardı
ama bu sözlerinde hor görme ve ayrımcılıktan ziyade, coşkulu bir kaynaşmanın ve yaşamı paylaşmanın sevinci gizli olurdu.
“Ayı” Cemile (Hurç Cemile)
Ağrı Dağı İsyanı yıllarında nasıl olmuşsa, bir kız çocuğu tek başına
bir mağaraya sığınmıştı. Devam eden çatışmalar ve başka korkular nedeniyle
olsa gerek kız çocuğu uzun yıllar bu mağarada mahsur kalmıştı. Cemile adlı
bu kız çocuğu, bir rivayete göre dağdaki ayıların koruması altında büyümüştü.
Aradan yıllar geçmişti. 18-20 yaşlarında bir delikanlı idim. Bir gün
çobanlar yarı vahşi bir kadını dağda yakalayıp Iğdır’a getirmişlerdi. Bu kadın,
Cemile adlı bu çocuktan başkası değildi. Yarı çıplak Cemile, tavır ve davranışlarıyla tıpkı bir ayı gibi hareket ediyor, ayı gibi yürüyüp oturuyordu. “Ayı
kadın”ın yakalandığı haberi ilçede hızla yayılmıştı. Halk, hergün belediye
bahçesine doluşup, meraklı gözlerle Cemile’yi izliyordu.
Cemile’nin üzerinde elbise olarak kocaman bir çuval geçirilmişti. Kafası ve kolları açılan deliklerden dışarı çıkmış; Cemile bu vaziyette üşümeden
geceyi parkta geçirirdi.
Cemile; karnı acıktığı zaman, kasap dükkanlarının önüne gider, kap
olarak kullandığı karpuz kabuğunu uzatarak “Ez bırçime, goşt, goşt!” (Karnım aç, et, et!) diyerek dükkân sahiplerine yalvarırdı. Kendisine verilen etleri
çiğ çiğ yerdi.
Bir gün bir köylü Cemile’nin kardeşi olduğunu söyledi; Cemile’yi yanına alıp dağ köylerinden birine götürdü. Ancak Cemile oradan kaçıp tekrar
Iğdır’a döndü.
Edebiyat ve sanat merakım
Resim, karikatür ve şiire karşı hayat boyu süren bir ilgim oldu. Henüz ilkokuldayken resim yeteneği bakımından sınıfımın hatta okulumun en
iyisiydim.
Ortaokulda sporla haşir neşir olunca resmi ihmal ettim. 1950’li yıl372
Iğdır Sevdası
larda bu kez düz yazı ve şiire yöneldim. Iğdır’ın Kurtuluş günlerinde kendi
yazdığım zafer mesajlarını Belediye kürsüsünden okumak bana büyük bir
zevkle verirdi. Bununla yetinmiyor zaman zaman Iğdır’la ilgili mizahi yazılar
ve karikatürler hazırlayıp bunları o zaman Iğdır’da teksir halinde basılan Mecit Hun’un DİL ve Cengiz Ekinci’nin IĞDIR gazetelerinde yayımlama fırsatı
bulurdum.
Mecit Hun ve DİL Gazetesi
Mecit Hun çok zekiydi. Her şeyden önce bir toplum insanıydı. O yıllar Lise mezunu olmak bir ayrıcalık olduğundan, Mecit Hun, bu yanıyla da
sosyal hayatın içinde göz dolduran bir kişiliği vardı. 1951’de yayın hayatına
soktuğu DİL gazetesi nedeniyle onu daha iyi tanıma şansım olmuştu.
DİL gazetesinin adı, Yasak Bölgenin kalkmasıyla kurulan Dil Üretme
Çiftliği’ne atfen verilmişti. Türkiye toprakları Aralık’tan sonra dil biçiminde
İran ve Naxcıvan’a doğru uzandığından bu bölge idari ve siyasi literatürde
“Dil” olarak adlandırılırdı.
Bu gazete, teksir makinesinde tek sayfa olarak hazırlandıktan sonra
başlık yerine lastik bir kaşe ve kırmızı mürekkeple “DİL” kelimesi kocaman
bir punto halinde basılıyordu.
Sınıf arkadaşım Hamza Mızrak ve ben, bu gazetede yayınlanmak üzere düz yazı, taşlama ve şiirler kaleme aldık. Hamza Mızrak, yazılarının altına,
ad ve soyadını kısaltarak Ha-Mız rumuzuyla imza atıyordu. Ben ismimi olduğu gibi yazmayı tercih ediyordum.
Sarıkamış futbol takımını nasıl mağlup ettiğimizi Hamza Mızrak DİL
gazetesinde kaleme almıştı. Benim için kullandığı cümleyi bugün dahi çok
iyi hatırlıyorum: “Methini çok duyduğumuz Sarıkamış’ın santrforu, Turgut’umuzu geçme imkânı bulamadı”
Karikatürlerimin gazetede basılması özel bir uğraş ve çaba gerektiriyordu. Bir kartona ya da kağıda çizdiğim karikatürleri toplu iğne kullanarak
mumlu kağıda kazıyor, bu şekilde basım sırasında boşluklara dolan boya sayesinde karikatürün bir kopyasının kağıda aktarılması mümkün oluyordu.
Mecit Hun yazı stili ve cümle kuruluşu bakımında son derece basit
ve mantık dolu bir kaleme sahipti. Bir bakıma Abdi İpekçi’nin yazı özelliklerini taşırdı. Yazılarını okuyan ister çoban ister okumuş olsun, yazının asıl
mesajını kavrar; acaba yazı bunu mu demek istedi türünden hiçbir tereddüde
kapılmazdı.
“Delikanlı basit cümle kullan!”
Bir gün Kurtuluş törenleri nedeniyle kürsüye çıkmış, özenle hazırladığım metni coşkulu söylev halinde okumuştum. Kürsüden indikten sonra Avu373
Turgut Sungar
kat Musa Kâzım Kuyucak kolumdan tutup bir kenara çekti. “Bak delikanlı,
cesaretine ve sesinin güzelliğine diyecek yok! Ama ne gereği var böylesine
ağdalı, zor anlaşılan cümleler kullanmaya. Öyle konuş ki herkes seni anlayabilsin” dedi. Onun bu sözlerini sonraki yaşantımda hep bir rehber olarak
dikkate aldım.
“Aras Dergisi” ve TDK
1950 yılında (30 Ekim 1950) içlerinde Ahmet Karaca, Ramiz Özler
gibi isimlerin bulunduğu bir grup arkadaşla teksirde “Aras Dergisi” ni yayın
hayatına soktuk. Genellikle şiir ağırlıklı olan dergi, iki haftalık olarak bir yıl
süreyle devam etti. Ne yazık ki bu dergiden elimizde nüsha kalmamıştır.
Dergi yayın hayatına devam ederken, Türk Dil Kurumunun üyesi olarak kendimi başka ve daha ciddi bir araştırmanın içinde bulmuştum. Kurumun
isteği üzerine yerel lehçeler yani Azerice ve Kürtçe kelimeleri derliyor, bunlara en uygun Türkçe karşılığı yakıştırıyordum. İlk o zaman araştırmacılığın
ne kadar yorucu ve sabır gerektiren bir uğraşı olduğunu anlamıştım. Örneğin,
“ibrik” anlamına gelen ve Azerice bir kelime olan “Aftafa” bir köyden diğerine yada bir kuşaktan diğerine farklı telâffuzlara bürünüyor, beni bunaltıyordu. İşin içinden çıkamadığım zamanlar, uzun bir dipnot düşer, “Her ne kadar
çoğunlukla Aftafa olarak bilinse de istisnalar şunlardır:...” diyerek uzun bir
liste eklerdim.
ARAS
Yıl: 1 Sayı:1
30 Ekim 1950
EN BÜYÜK BAYRAMIMIZ
Turgut Sungar
29 Teşirinievvel 1923
Güneş toz pembe renkle yaldızlanan doğuda tıpkı biz galip Türkler
gibi vakur bir eda ile doğuyor. Bu doğuş ne kadar asil ne kadar başka. Yarabbi
bu başka doğuşla şanlı Türk tarihinde yeni bir devir başlıyor: HÜRRİYET
Ey Tuna boylarında at oynatan, yanan bağrını Aras’ta serinleten Vatan
kahramanları ruhunuz şad olsun. İşte kahramanlığımızın sembolü olan bu büyük bayramımızı biz çocuklarınız bütün heyecanımızla kutluyoruz.
Mezarlarınızda rahat uyuyun aziz ölüler. Her zerresini asil kanınızla
yoğurduğunuz bu biricik ülkenin yılmaz bekçileriyiz. Bu büyük günde, Vatan
aşkıyla tutuşan kalplerimiz büyük ATAMIZIN ve sizlerin ruhlarınız önünde
hürmet ve saygıyla eğiliyoruz.
Korkmayınız! Eğilen bu asil başlarımız yalnız yine sizlerin manevi
374
Iğdır Sevdası
huzurlarınız karşısında eğilir. Başka zaman hiçbir kuvvet karşısında eğilmezler. Kolumuzu bükebilirler, kalbimizi koparabilirler, canımıza kıyabilirler
fakat imanımızdan ayıramazlar, ateşimizi söndüremezler bizim. Çünkü biz
ninni yerine sizlerin yağız atlarınızın nal seslerini, masal yerine yine sizlerin
kahramanlık destanlarınızı dinledik. Ne mutlu tarihlere ki sizlerin isimlerinizle sayfalarını süsledi.
Ey vatan kahramanları safında yeri olan asil Türk kadını! Kocanı,
kardeşini, oğlunu, torununu kaybettiğinde ağlamadın fakat bu kutsi günde
gözlerin nemleniyor. Haklısın sana ıstırap karşısında dayanmak, sevinç karşısında gülmek yakışıyor. Bomba taşımaktan nasırlanmış omzun çökmesin
hiçbir kuvvet karşısında!
Uyu yerinde rahat uyu BÜYÜK ATAM! Emanet ettiğin bu Vatan
kalbimizdir. Onu en mübarek bir varlık olarak tanıyoruz. Ruhun muazzep
olmasın ne bu toprakları yabancı bir çizme çiğneyecek ne de Ulu Bayrağımız
yere inmeyecektir. Çünkü en büyük silahımız imanımızdır.
Ne mutlu bizlere ki bu büyük ve ulvi bayramınızı bütün vatandaşlarla
bütün kalbimizle kutuluyoruz.
Bayramınız kutlu ve mutlu olsun!
(Aşağıdaki şiir ARAS derginin 15 Ocak 1953 Sayı 3’te yayınlanmıştır) GİTTİ
Sarardım derdimle bir gül misali
Ne olacak onsuz gönlümün hali?
Kafesten kurtulan bülbül misali
Ardına bakmadan kaçıpta gitti
İçime yaralar açıpta gitti...
Saçının omzuna dökülüşüyle
Dudağı bir yaprak bükülüşüyle
Ah beni öldüren o gülüşüyle
Yüzüme bir defa gülmeden gitti
Seni seviyorum demeden gitti
En büyük hülyayı onunla kurdum
Ruhumu aşkıyla dağladım durdum
Giderken peşinden ağladım durdum
Gözümün yaşını silmeden gitti
En büyük aşkımı bilmeden gitti
Sevgilim gel artık yeter ayrılık,
Ölümden her şeyden beter ayrılık,
Kalbime dönersen biter ayrılık,
Bahçemden çiçekler dermeden gitti
Bu gönül murada ermeden gitti
375
Turgut Sungar
“İiiiiiiii !.. Şıkla mın e!” (Vay be! Benim resmim!)
Iğdır insanı tip tiptir. Bu zenginliği başka yerde görmedim. Böyle
olunca insan ister istemez bu tipleri resmetme arzusuna kapılır. Ben de bu
yüzden olsa gerek zaman zaman farkında olmadan, Yenice sigara kutusunun
arkasına ya da sıradan bir kağıda, Şehir Kulübünde yada sokakta gördüğüm
insan tiplerini karikatür şeklinde resmederdim.
Tarım Kredi Kooperatifinde memur olarak görev yapıyordum. Avans
günleri köylüler salonu doldurur, heyecanla sıralarını beklerlerdi. Yine bir
gün, köylüler içeriyi doldurmuş, kasanın önünde kuyruk olmuşlardı. O an
beklenmedik bir şekilde kasada para bittiğinden, bankadan para gelinceye
dek işlemleri durdurmak zorunda kaldık. Yapacak iş olmadığından kasada
oturmuş boş gözlerle önümdeki insanları seyrediyordum.
Aralarından bir tanesinin yüz ifadesi karikatür sanatı için aranan
cinstendi. İnce suratı, yanaklarına gömülmüş bıyıkları ve fıldır fıldır dönen
gözleriyle beni heyecanlandırıp parmaklarımı depreştirdi. Elime kalemi alıp
sigara paketimin arkasına, daha sonra Alut köyünden olduğunu öğrendiğim
bu şahsı birkaç çizgide özetledim.
O sırada bankadan beklenen para kasaya girince, kuyrukta yeniden bir
hareketlilik başladı.
Sıra Alutlu köylüye gelmişti. Parasını almak için eğildiğinde, sigara
paketinin üzerindeki karikatürü kendisine gösterip:
“Kirve, ewa ki ye?” (Kirve bu kimdir?) diye sordum.
Köylü, karikatüre önce anlamsız bir ifadeyle şöyle bir göz attı. Sonra
daha dikkatlice baktı. Birden yüz ifadesi değişip, neşelendi:
“İİiiiiiiiiiiii ! Şıkle mın e! Şıkle mın e!” diye bir çığlık attı.
Bu olay kısa sürede tüm kasabada duyulmuştu. Herkes bu köylünün
nasıl kendi karikatürünü tanıdığını ve o anda söylediklerini birbirlerine anlatıp gülüyorlardı. Hemşehrilerim artık olur olmaz önümü kesip: “Ne olursun!
Hele bir daha anlat,. Alutlu köylü ne dedi?” Ben de dilimin döndüğünce
köylünün söylediklerini taklit ederek o anı dostlarıma tekrar tekrar yaşatıyordum.
“Bahtiyar Iğdırlılar”
Bankada çalışan her memurun başına geldiği gibi, bir gün tayinim
uzak diyârlara çıkınca, ailemi yanıma alıp Iğdır’dan ayrıldım (1961). O günden sonra sadece iki kez, o da kısa süre için çok sevdiğim Iğdır’a geri dönme
şansım oldu. Ama 40 yıldan beri, her yıl hiç aksatmadan ve severek yaptığım
bir görevim var: Iğdır’ın Kurtuluş Günü bayramlarına ne yapar eder bir kutlama telgrafı gönderirim.
Uzun yıllar Iğdır’dan ayrı kaldığım için, ilçenin yeni nesil politika376
Iğdır Sevdası
cıları beni şahsen tanımadıklar gibi soyadıma da aşina değiller. Bu nedenle
bazen garip durumlar da yaşanıyormuş. Iğdır’da futbol oynadığım yıllardan
arkadaşım Ali Rıza Bagana ve Mikail Demirci bir gün bana şu olayı anlattılar:
“Belediye başkanı Ali Ağrı, Kurtuluş törenleri için gönderilen telgrafları tek tek açıp kalabalığa okuyordu. Senin telgrafını okuduktan sonra bize
dönerek, “Turgut Sungar denilen bu şahıs kim? Her yıl telgrafı okunuyor ama
kim olduğunu bilmiyorum?” dedi. Belediye başkanı seni tanımıyordu. Bir
fırsatını bulup bu yeni nesil siyasetçiye Iğdır’ın “eski dostlar” sayfasını açtık,
kendisini senin hakkında bilgilendirdik”
Her Kurtuluş Bayramı törenlerinde kürsüye çıkar, kendimin günlerce
özenle hazırladığım “Iğdır Söylevi”ni bağıra bağıra okurdum. En son olarak
12 Kasım 1959 yılında şu metni okumuştum:
“Bahtiyar Iğdırlılar,
Yüzlerinizde gördüğüm mesut çizgilerin bana ilham ettiği manayı
ifade için, size bu suretle (nedenle) hitap ediyorum.
Kurtuluş bayramınız kutlu olsun!
Şu anda, hamaset (yiğitlik) dolu tarihimizde, kazanılan zaferlerden
birinin 38. ve 39 yılları, el ele vermiş vaziyettedir. İşte hepimiz bu büyük ve
kutsi günü tesit etmek (kutlamak) üzere toplanmış bulunuyoruz. Hepimiz gurur, heyecan ve kendi bayramımızı kendimiz yapmanın bahtiyarlığı içindeyiz.
Yiğit kardeşlerim!
Meşakkatli yılların acı ve hasretini çeken, o günün kahramanları
bundan 39 yıl evvel, tıpkı böyle bir 12 Kasım sabahı, bu dağlardan ovaya
koşarlarken, “Ya hürriyet bayrağını Iğdır’a dikeceğiz, veyahut kefenimiz
olacaktır” dediler. İşte, o günden sonra Iğdır tarihi seyrini değiştirdi. Türk’e
ve Iğdırlıya atfedilen menhus (uğursuz) talih, bir defa daha ve son olarak
yenildi.
Hür milletler safında ulvi ve şerefli bir mevkiimiz vardır. Dünya milletleri arasında, bizim geçirdiğimiz felaketlerin, aynısını yaşayarak, kendisini
çökmekten kurtarabilmiş bir devlet mevcut değildi. En kuvvetli memleket,
halkla hükümetin el ele vermesidir. İşte biz, bu millî birliğin mesut neticesi
içindeyiz.
Aziz hemşehrilerim!
Iğdır, devamlı harplere sahne olmuş, bir çok istilâlara uğramış, yüreklerimiz parçalanarak, bizden defalarca ayrılmıştı. Fakat, şu melunlar düşünmediler ki, Türk kimdir, Iğdırlı nedir? Türk demek, asil bir kavim demek,
Iğdır demek, yiğitler yatağı demektir.
39 yıl önce, Iğdır istirdat edildiği (kurtulduğu) zaman taş üstünde taş
377
Turgut Sungar
yok, her taraf yıkık ve haraptı. Fakat bugün bu topraklarda fabrika bacaları
tütmekte; kar gibi pamukları, altın deryası tarlaları var. Iğdır bugün suyu,
ışığı ve bereketiyle mükemmel bir şehir seviyesine yükselmiştir. Bunu Iğdırlının azminde aramalıyız.
Ey, insanlığın yüz karası Moskof?
Biz hudutlarımızı başkalarına açmayanlarız. Başkalarının topraklarında gözümüz yok. Onun için de dışarıdaki gözleri içeri diktirmeyeceğiz. Parolamız Aziz Ata’nın “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” vecizesidir. Şu anda bir kuzu
mazlumluğuyla duran şu bir avuç Türk’ün, neler yapmaya muktedir olduğunu
sen çok iyi bilirsin. Iğdır, ebediyen Türk’ün ve Iğdırlının kalacaktır. Buna en
büyük teminat, şu aziz topluluğun vakur edasıdır.
Ey O günün kahramanları, Aziz Şehitler!
Hayatlarınız pahasına kurtardığınız bu topraklara bir tek düşman
ayağı basmayacaktır. Çünkü biz, ninni yerine sizin yağız atlarınızın nal
seslerini, masal yerine sizin kahramanlık menkıbelerinizi dinledik. Ne mutlu
sizlere ki, asil kanlarınızla yoğurduğunuz bu topraklar, mezarlarınızda yine
kendi üzerlerinizi örtmüş.
Allah pazılarınızdaki kuvveti, gözlerinizdeki ışığı, bağrınızdaki şenliği sonsuz kılsın
Tanrı Türk’ü Korusun!”
“Aras’ın bulanık suyu ruhumu açtı”
1973 yılında, 12 yıllık bir aradan sonra yanımda eşim ve ortaokul
öğrencisi oğlum ile lise öğrencisi kızım, özel arabamızla Iğdır’a doğru yola
çıkmıştık.
Dostlara telefon açıp hangi yoldan Iğdır’a gitmemin daha uygun olacağını sorduğumda, “Erzurum-Iğdır arası düz ve asfalt bir yol. 5 saatte bu
mesafeyi aşarsın” cevabını aldım. Bu haber beni oldukça şaşırtmıştı. Çünkü
benim zamanımda Iğdır-Erzurum karayolu işlek değildi. Iğdır’dan Batıya
uzanan en kestirme yol, oldukça dolambaçlı bir güzergâh üzerinden - bir gün
süren bir yolculukla- Kars’a ulaşırdı; oradan, demiryoluyla günler süren bir
yolculukla Ankara’ya varılırdı. Kış aylarında 185 km.lik Iğdır-Kars arası iki
günlük bir yolculuk olurdu. Kağızman yakınındaki hanlarda geceledikten
sonra kızakla Kars’a doğru yola devam edilirdi. Ama şimdi yeni yollar açılmış, Doğunun çehresi değişmişti.
Kağızman’ı geçtikten sonra, Aras nehrine paralel bir yol üzerinde
Iğdır’a doğru sakin bir tempoyla yol alıyorduk. Aras’ı bu kadar yakından
görmek beni çok etkilemişti. Bir anda çocukluğum, gençlik yıllarım, coşkulu
maç günlerim, mahalle arkadaşlarım, bize kol kanat germiş fedakar annem,
378
Iğdır Sevdası
Iğdır’ın yeşil çehresi ve iyi insanları bir film şeridi gibi gözümün önünden
geçti. Birden, Aras’ı hissetmek, kucaklamak duygusuyla doldum. Arabayı bir
kenara çekip, aileme “Beni biraz bekleyin. Hemen dönerim” dedim.
Sakin ve gittikçe ağırlaşan adımlarla Aras’ın kıyısına vardım.
Aras bulanık ve ağır ağır akıyordu. Az ileride hayvanlar, geniş ve
değişik kollara ayrılmış nehrin sığ sularında serinleniyorlardı. İkindi vaktinin
durgunluğu ortalığı doldurmuştu.
Nehrin ince ve sığ bir kolu bana doğru akıyor, ayakkabılarımı yalayarak önümden geçip gidiyordu. Eğildim. Avuçladığım suyu kutsal bir duyguyla
dudaklarıma değdirdim. O an hıçkırıklara boğuldum. Göz yaşlarım, Aras’ın
çamurlu suyuna berrak su damlaları halinde dökülüyordu. Titreyen dudaklarımdan “Allah’ım, beni tekrar doğup büyüdüğüm topraklara kavuşturduğun
için sana şükürler olsun!” cümlesini birkaç kez tekrar ettim.
Hıçkırıklarımı yenip, göz yaşlarımı kuruladım. Ayağa kalkıp, arabada
beni bekleyen aileme doğru yürüdüm. Çocuklarım, kırmızıya dönmüş gözlerimden tedirgin olmuş, birbirlerine bakıyorlardı. Ama eşim, benim Aras’la
hüzünlü dertleşmemi anlamış, bir şey söylemeden, sessizce beni bekliyordu.
“Ölü şehir”
Iğdır’a ikinci kez 1975 yılında gitmiştim. Anarşik olaylar ilçeyi bir
karabasan gibi teslim almıştı. İnsanlar korku dolu hareketlerle ortalıkta dolaşıyor, birbirlerine şüpheyle bakıyorlardı. Karanlık basar basmaz herkes evinin
yolunu tutuyordu.
Gençlik arkadaşım Cihangir (Turan) beni yemeğe davet etmişti. Ancak henüz akşam çökmüştü ki, Cihangir diğer arkadaşlarla göz göze gelip,
“Gitme zamanı” anlamında birbirlerine manalı şekilde mesaj ilettiler; sonra
da toparlanıp hızlı adımlarla evlerinin yolunu tuttular.
Yapayalnız, Iğdır’ın sessiz sokaklarını arşınlarken, 30-40 yıl önceki
akşam sefalarını ve insan kaynaşmasını hatırlayıp, “Iğdır, ruhunu kaybeden
şehir!” demekten kendimi alamamıştım.
Güneş Ailesi
Hikmet Ablam, daha ben doğmadan Naci Güneş’le evlenmişti (192027 arası bir tarihte) Bu yüzden Güneş ailesinin tüm fertleriyle sıcak ve samimi bir ilişki içindeydik. İşte o günlerde edindiğim birkaç izlenimimi sizlerle
paylaşmak isterim:
Kerem Bey: Ailenin reisi ve lideri durumundaydı. Halfeli köyünde oturur, çok
nadiren kasabaya inerdi. Aşiretinin ve insanlarının arasında olmak ona büyük
bir haz ve güven verirdi.
379
Turgut Sungar
Kerem Bey’i, hayatımda ilk kez, ilkokul öğrencisi olduğum yıllar gittiğimiz yayla yerinde görüp tanımıştım. Daha ilk görüşümde Kerem Bey’in
yüz hatları ve görünüşü deyim yerindeyse beni hipnoz etmişti. Aman Tanrım
bir insan bu kadar da yakışıklı olabilir mi! Özenle bükülmüş bıyıkları, etkileyici gözleri, sağlık ve hayat fışkıran teninin güzelliği, insanın içini titretiyordu. Bugün dahi Kerem Bey’i hatırladığımda “tüylerim diken diken” olur,
karizması benliğimi içten kuşatır.
Kerem Bey’in kendisine göre bir yaşam felsefesi vardı. Yaz, kış demeden soğuk suyla duş almayı özellikle severmiş. Ölümü de bu nedenle oldu.
Bir kış günü buzlarını kırıp girdiği suda uzun süre kalınca, zatürreeye yakalanıp vefat etti (1941).
Kerem Bey’in eşi Dilber Hanım çok güzel bir kadındı. Aslen Kağızmanlı Dilber Hanım’ın küçük kardeşi Sultan Hanım, Abdürrezak Bey’le
evliydi. Bu arada Kerem Bey’in ablası Seyran Hanım’ın güzelliğini de yad
etmeden geçemeyeceğim.
Abdürrezak Bey: Abdürrezak Bey kasaba merkezinde oturur, Ticaret Odası
Başkanlığı gibi önemli görevleri yürütürdü. Toplum ve cemaat lideri olarak
kendisini hem Azerilere hem de Kürtlere kabul ettirmişti. Ağırbaşlı, ciddi ve
insanların hak ve hukukuna son derece saygılı birisiydi.
Abdürrezak Bey’i yakından tanımama vesile olan bir olay oldu. İlkokulda öğretmen yardımcılığı yapıyordum.( 1945-46-47-48 öğretim yıllarında
Iğdır 14 Kasım İlkokulunda öğretmen vekili olarak görev yaptım) Abdürrezak Bey, bir gün bana, “Turgut sana zahmet olacak. Akşamları eve gelip
çocuklara biraz ders versen!” dedi.
O günden sonra düzenli olarak Abdürrezak Bey’in Iğdırmava’daki
evine gider, ailesiyle haşir neşir olurdum. Bizzat tanık olduğum birkaç olayı
anlatmadan geçemeyeceğim.
Abdürrezak Bey’in tüm komşuları Azeri’ydi. Ne zaman çocukları
(Cemalettin, Eşref, Mehmet, İsmail) gürültü yapsa, onları vakur bir edayla
uyarır, “Akıllı olun, komşularınızı rahatsız etmeyin” derdi. Bu söz, söylendiği
şekliyle, komşularına ve özellikle Azerilere karşı derin bir saygı duygusuyla
dolu olurdu.
Abdürrezak Bey’in evinde, akşam sofrasında veya aile konuşmalarında genellikle Kürtçe kullanılırdı. Abdürrezak Bey, çocuklarının kendi
aralarında yoğunluklu olarak Kürtçe’yi kullanmasını dikkatle değerlendirir,
onların geleceğe daha iyi hazırlanmaları için, “Okulda Kürtçe konuşmayın!”
diye uyarırdı. Çocukların bu uyarıyı daha ciddiye alması için bazen abartılı,
“Mektepte Kürtçe konuşmayın, ayıptır!” derdi.
İş Bankasında çalıştığım yıllar, banka müfettişi müşteriler hakkında
380
Iğdır Sevdası
istihbarat toplamak istediğinde, Ticaret Odası Başkanı Abdürrezak Bey’e
başvururdu. Birlikte oturup bankadan kredi talebinde bulunan esnaf hakkında
bir “güven” değerlendirmesi yaparlardı. Abdürrezak Bey, böyle günlerde,
ayrımcılık ve kayrımcılıktan uzak, esnafın gerçek ticari portresi neyse onu
olduğu gibi yansıtırdı. Bu sağduyulu ve tarafsız değerlendirme nedeniyle hem
müfettiş hem de esnaf, huzur içinde, hak ve hukuka göre hareket edildiği duygusuyla hiçbir itiraza yeltenmezdi.
Abdürrezak Bey’in şehir merkezinde bir manifatura dükkanı vardı.
Küçük bir oda içerisinde iş yapan bu dükkân, ticari yönünden ziyade, Abdürrezak Bey’in oturup dostlarıyla sohbet etme yeriydi. Naci Bey de arada bir
oraya takılırdı. Ama genelde Abdürrezak Bey, dükkânın başında olurdu.
Güneş Ailesinde kardeşler mallarını ayırmamışlardı. Yayla zamanı
aynı oba yerinde çadırlarını açar; yemeleri-içmeleri ayrı gitmezdi. Her gün
koyunlar kesilir, misafirler için sofralar hazırlanırdı.
Bir gün, yayla yerinde, Abdürrezak Bey yanındaki çobana, karşı
yamaçta otlayan at sürülerini gösterip, “Bunlar kimin atları?” diye merakla
sordu. Çoban, biraz şaşkınlıkla, “Sizin atlar!” dedi. Bunun üzerine aralarında
şöyle bir diyalog geçti:
“Bu atlara biniyor musunuz?”
“Hayır!”
“Yük falan taşıyor musunuz?”
“Hayır!”
“Yiyip içip semiriyorlar Götürün Askeriye satın bari bir işe yarasınlar”
Naci Bey: Naci Bey, Abdürrezak Bey’in aksine, yemesini içmesini seven, hafif meşrep birisiydi. Yemeklerde az da olsa alkol alır, ama bundan dolayı asla
kontrolünü kaybetmez, taşkınlık veya saldırganlığın emaresi bile okunmazdı.
Naci Bey ve Hikmet Ablamın evliliklerinden bir oğlan ve bir kız
çocukları dünyaya gelmiş, ancak her ikisi de bebek yaşta ölmüşlerdi. Daha
sonraki yıllar çocuk sahibi olamadılar.
Naci Bey, Rus yönetimi yıllarında ilkokul eğitimi almıştı. Hatta Zor
yaylasında çok eski bir binayı bizlere, Rusça “okul” anlamına gelen “İşkol”
diye tanıtmışlardı. Acaba Naci Bey bu okulda mı eğitim görmüştü bilmiyorum.
Naci Bey’in hayatına damgasına vuran bir olay oldu. 1947 yılında
“casusluluk” suçlamasıyla yakalanıp cezaevine kondu. 2.5-3 yıl kadar Erzurum cezaevinde yattı. O zamanlar Iğdır’ı ayağa kaldıran bu olay şöyle gelişmişti:
Bir gün dostları (!) Naci Bey’i yemeğe davet edip, önüne, içinde
381
Turgut Sungar
uyku ilaç olan bir içki kadehi koymuşlar. Naci Bey’i, şuur ve dengesini yarı
yarıya kaybettiği bir an, önceden hazırlanmış bir komploya uygun, bir faytona bindirip, Sovyet Rusya’ya açılan Markara sınır köprüsüne yakın bir yere
götürmüşler. Gece yarısı olduğundan şüphe uyandırmadan Naci Bey’i Sınır
Güvenlik Kuvvetlerinin olduğu noktaya yakın bir yerde indirip geri dönmüşler. Naci Bey, hâlâ uyku ilacının ve alkolün etkisi altında yarı baygın ortalıkta
dolaşıp duruyormuş. Askerler durumundan şüphelendikleri Naci Bey’i yakalayıp MİT Müfettişi Hüsnü Bingöl’e teslim etmişler. Tek Parti dönemiydi.
MİT Müfettişinin elinde olağanüstü yetkiler vardı. Hakim, savcı gibi merciler
görevlerini tam anlamıyla yapamıyorlardı.
1948 yılında askerliğimi yaptığımız zaman, Naci Bey, Erzurum Cezaevinde tutukluydu. 1950 yılında beraat eden Naci Bey, o sıkıntılı döneme
ilişkin bir anısını bizzat kendi ağzından şöyle anlatmıştı:
“Beni karanlık bir odaya kapattılar. İçerisi zifiri karanlıktı. Tek bir ışık
huzmesi bile yoktu. Yavaş yavaş zaman mefhumunu kaybettim. Yarım saatle
yarım gün arasında artık bir fark yokmuş gibi geliyordu bana. Aradan ne
kadar zaman geçti bilmiyorum, ama bir gün kapılar açılıp beni aydınlığa çıkardılar. Yanımdaki görevliye ilk sorum, “Ne zamandayız? Hangi yıldayız?”
şeklinde olmuştu. Görevli, “Altı aydır bu hücredesin” diyince şaşırıp kalmıştım. Gözlerim bağlanmadan hücreden çıkarıldığım için, kaldığım odanın bir
caminin tavan arasında, gizli bir bölme olduğunu görünce şaşkınlığım daha
da artmıştı”
Naci Bey’in “casus” şüphesiyle yargılanması abes kaçıyordu. Çünkü
Naci Bey’in böyle bir işe girişmesi için ne paraya ihtiyacı vardı ne de böyle
tehlikeli bir misyonu üstlenecek bir mizaca sahipti. Çok kereler annem, Naci
Bey’e, “Başın batsın! Senin çobanın senden daha iyi Türkçe konuşuyor” diyerek sevecen dille sitem ederdi. Gerçekten de Naci Bey meramını anlatmaktan
uzak kendi dünyasını yaşayan ehl-i keyf bir insandı. “Casusluk nere, o nere”
demek geliyordu insanın içinden.
Tosya’da görev yapıyordum. Bir gece Iğdır, ailem ve Naci Bey’e
ilişkin karışık bir rüya gördüm. Bâtıl inançlara sınırlı da olsa sahibim. Merak
edip telefona sarıldım. Cemalettin Güneş’e, “Eniştem nasıl?” diye sorunca,
“Enişten vefat etti” cevabını aldım (1972)
Güneş Ailesinin önemli bir kesimi kanserden öldü: Abdürrezak Bey,
Naci Bey, Eşref, Cemalettin ve hatta kan bağı olmamasına rağmen Hikmet
Ablam. Allah hepsinin toprağını bol etsin!
İsmail Güneş: İsmail çocukluk yıllarında ele avuca sığmazdı. Bir şeyi istediğinde mutlaka elde etmeye çalışırdı.
Bir gün arkadaşlarla ciddi bir tempoda futbol oynuyorduk. İsmail saha
382
Iğdır Sevdası
kenarına gelip, “Beni de alın!” diye ısrar etti. Mecbur kalıp, bu topaç çocuğu
aramıza aldık. Ama aldığımıza da bin pişman olmuştuk!
İsmail her yöne koşturuyor, hangisi kendi takımı hangisi rakip takım
demeden topu herkesten kapmaya çalışıyor; topu kendisine kaptırmak istemeyenlerin de ayak bileklerine acımasızca tekme indiriyordu. Kısa sürede,
iki takımın tüm elemanları sakatlanmış, yere yığılmıştı. İsmail’i zar zor teskin
edip,
“Oğlum kimsede ayak bırakmadın! Sen hele biraz dinlen!” dedik.
Rutto Yusuf
Iğdır’ı yad edip de Rutto Yusuf’u unutmamın ne mümkünü!
Askerliğimi yapıp gelmiştim (1950-51) Avukat Cengiz Ekinci’nin
kardeşi Mehmet’le arkadaş olmuş, birlikte voleybol oynuyor, arada bir akşamları aileden kaçamak yapıp az da olsa alkol alıyorduk.
Kasabada bir gün güzel bir balo düzenleniyordu. Baloya gitmeden
önce Mehmet’le beraber, Süphan Güneş’in lokantasında –kasabanın tek lokantası idi- içkili bir yemek aldık. Kol kola girip balonun düzenlendiği binaya
doğru yola koyulduk. Tam binadan içeri girmek üzereydik ki, Avukat Cengiz
Ekinci, Mehmet’in alkol nedeniyle taşkınlıkta bulunmasından çekindiğinden,
kardeşini kolundan tutup dışarı çıkardı. Ben yalnız kalınca annemin masasına
oturdum. Balodan sonra hep birlikte eve döndük.
Ertesi gün kasaba ciddi bir dedikoduyla çalkalanıyordu. Mehmet, kardeşinin avukatlık bürosunda temizlik işleri yapan 14-15 yaşındaki hizmetçi
kıza tacizde bulunmuştu! Savcılık Mehmet hakkında dava açıp tutuklatmıştı.
Rutto Yusuf yanıma geldi: “Ağa, dedi, sen dışarı çıkmasan iyi olur”
“Ne oldu?” diye merakla sorunca, “Daha, ne oldusu var mı! Akşam Mehmet’le berabermişsin!” dedi. Kızgınlıkla, “Ulan git, o da nereden çıktı!” dedim.
Rutto Yusuf, tehlikenin ne kadar ciddi (!) olduğunu bana anlattı: “Mehmet’i
dama katmışlar. Kızın sahipleri her yerde seni arıyor. Seni vuracaklar haberin
olsun!”
Delikanlı yaştaydım. Bu haber beni şoke etmişti. Rutto Yusuf’un
anlatımı o kadar canlı ve inandırıcıydı ki, yüreğim korkuyla dolmuştu. Rutto
Yusuf, “Merak etme! Ben onları hal ederim” dedi.
Rutto Yusuf ertesi gün tekrar yanıma geldi. “Ağa, seninkiler gelmişti
ama ben şimdilik durumu kurtardım” dedi. Yaptığı bu önemli hizmet (!) için
elimi cebime attım, çıkan paraları avucuna doldurdum. Rutto Yusuf, ayrılmadan önce, “Sen yine ortalıkta görünme, ben seni durumdan haberdar ederim”
dedi. İçimdeki korku her gün daha da artıyordu.
Iğdır gibi küçük bir kasabada “namus” sorunu insanın alnına bir leke
gibi yapışır; insanların sana karşı tavır ve davranışları bir günde tamamen
383
Turgut Sungar
değişebilirdi. Beni üzen sadece olayın bu yönü değildi. O gece olup bitenden
haberim yoktu. Masumdum. Ama derdimi kime anlatabilecektim?..
Rutto Yusuf her gün gelip, “Ağa seninkiler yine gelmişti. Seni her
yerde arıyorlardı. Ben durumu şimdilik idare ettim” diyor, tüm paramı alıp
gidiyordu. Baktım bu iş böyle devam etmeyecek. Hem işlemediğim bir suçtan
dolayı kendime eziyet ediyor hem de tüm servetimi azar azar Rutto Yusuf’a
kaptırıyordum.
Bir gün dayanamayıp Naci Bey’in yanına gittim. “Enişte, durum bundan ibaret!” deyip her şeyi en ince detayına kadar anlattım. Konuşmam biter
bitmez Naci Bey sinirli ayağa kalkıp, “Bana çabuk RuttoYusuf’u getirin!”
dedi.
Rutto Yusuf manifatura dükkânından içeri girdi. Daha, “Buyur ağam!
Beni iste...” sözünü bitirmeden Naci Bey birkaç tokadı sert bir şekilde Rutto
Yusuf’un suratına indirdi. Her tokatla Rutto Yusuf sendeliyor düşecek gibi
oluyordu. “Ulan sen bu çocuğun paralarını yiyorsun ha!” dedikçe, Rutto Yusuf, “Ez xulam! Ez xulam!” diyerek affını istiyordu.
O günden sonra Rutto Yusuf’la çok iyi arkadaş olduk.
Bu olayın üzerinden yıllar geçmişti. Kısa bir ziyaret için Iğdır’a
dönmüştüm. Yolda Rutto Yusuf’la karşılaştım. Rutto Yusuf yanıma yaklaşıp,
“Şekerim nasılsın?” dedi. Bu “Şekerim” sözü çok hoşum gitmişti. Kucaklaşıp
hasret giderdik.
Rutto Yusuf, arada bir Ankara’ya gelen arkadaşlarla bana selâmını
iletir. Anlatıldığına göre, mazinin tozlu sayfaları arasında kalan bu olayı arkadaşlarına anlatıp gülermiş.
Hay seni çok yaşa Rutto Yusuf!
Bir edebiyat ustası: Nejat Birdoğan
Nejat’ın ailesi aslen Erzurumluydu. Babası sağlık memuru olarak
Iğdır Sağlık Ocağında uzun yıllar görev yapmıştı. Çocuklar, bu yüzden, ya
Iğdır’da dünyaya gelmiş ya da çocukluk yılları bu kasabada geçmişti.
Nejat yaşça daha genç olmasına karşın benim arkadaş gurubuma
takılır, birlikte futbol oynar, bazı günler de edebiyat ve şiir üzerine hararetli
konuşmalarımız olurdu.
Nejat’ın şiire ve edebiyata tutkusu ve yeteneği olağanüstüydü. Şiiri
hem güzel yazar hem de güzel okurdu. Onun bu ruhumuzu saran şiir okumaları aradan yıllar geçtiği halde mazinin en güzel sadası olarak halen içimizde
yaşamaktadır.
Bizim için Nejat, Türkiye’nin en büyük Halk Edebiyatı ustasıydı.
Onun yorumları, incelemeleri öylesine detaylı olurdu ki biz elimizde olmadan
şiir yazmak için heveslenirdik.
384
Iğdır Sevdası
Nejat, Ecevit Hükümeti zamanında Kültür Bakanlığında Daire Başkanlığı görevini üstlendi. Bir ara da TRT’de Türk Halk Müziği sanatçısı Can
Etili’nin program danışmanlığını yaptı.
Nejat, Edebiyat eleştirmeni olarak birkaç kitap yayınladı. İşçi Partisinin aktif bir üyesiydi. Hatta bu partiden 1999 seçimlerinde İstanbul’dan aday
oldu.
Sevgili Nejat’ımızı 3 Mayıs 2001 tarihinde yakalandığı amansız hastalıktan kaybettik.
Ağabeyim Sabahattin
Ağabeyim 1923 doğumluydu. Mecit Hun’la okul yıllarından gelen
arkadaşlığı ve samimiyeti vardı. Aradan yıllar geçtikten sonra, yaşlanmış,
saçları ağarmış bu iki vefakâr dost Ankara’nın bir yerinde karşılaşmışlar. Her
ikisinin de gözlerinde sevinç pırıltısı birbirlerini hasretle kucaklamışlar. O anı
rahmetli Abim şöyle anlatırdı:
“Bil bakalım kime rastladım bugün? Mecit’e. Bizim Mecit’e. Bir
de baktım karşıdan geliyor. Sarıldık birbirimize. Mecit bana dönerek, “Ey
Sabahattin sen de kocadın, ha?” dedi. Sanki ben yaşlanmışım kendisi genç
kalmış gibi konuştu. Ben de ona, “Sen Allah için çok mu genç kaldın? Ben
nasıl kocaldımsa sen de öyle kocaldın” dedim. Anlaşılan ikimiz de, belimizi
büken ve bizi geçmişten koparan yaşlılığı kabullenmek istemiyorduk. Ama
yaşam işte!”
Bir günde ağabeyim İzmir Caddesinde dolaşıyormuş. Karşıdan Musa
Doğan ve Van Milletvekili Kinyas Kartal kol kola geliyorlarmış. Musa Doğan, ağabeyimi Kinyas Kartal’a, “Gardaşım” diye tanıtmış. Bunu öylesine
doğal bir şekilde söylemiş ki, insanın inanası geliyormuş. Kinyas Kartal, bu
söz üzerine kafasını şaşırmış bir şekilde geriye doğru atıp bir an için Musa
Doğan’a ve ağabeyime dikkatlice bakmış ama bu kardeşlik (!) bağından tatmin olmadığı için, “Ay Musa Beğ! Bu adam bembeyaz sen kapkara bir adam.
Biriniz ağ biriniz kara, bu gardaşlık hara?” demiş.
Bahri Yiğit
Bahri Yiğit Belediye tahsildarı olarak görev yapıyordu. Sarışın ve
mavi gözlüydü. Yüz hatları Atatürk’e çok benzerdi. Iğdır’ın renkli simalarından birisiydi.
Onun şahsında unutamadığım bir özelliği vardı: Yüz ifadesi bir saniyeden diğerine hızla değişirdi. Bazen yüzü ciddileşir, kaşlarını çatar, derdiniz
ki Bahri Yiğit, çok kızgın ve sinirli. Biz bir felâkete uğramamak için yavaşça
uzaklaşmaya hazırlanırken, birden Bahri Yiğit’in yüzü güler, gözleri ışıldar,
sevecen bir adam olurdu. Onun bu muzipliği bizi çok eğlendirirdi. Yaşça biz385
Turgut Sungar
den büyük olmasına karşın seviyemize inip bizimle haşir neşir olmasını çok
iyi becerirdi.
Gençtim. Giyim kuşamım oldukça şıktı. Fiyakalı şekilde sokakta ne
zaman dolaşsam Bahri Yiğit beni yakalar, yüzü asabileşir (!) ve büyük bir ciddiyetle işaret parmağını burnumun üzerine koyardı. Sonra da parmağını sıcak
bir sobaya değdirmiş gibi acıyla (!) “Beeeyiii!!!... Beeeyiii!!!...” diyerek geri
çekerdi. Bu lafın altında, “Sen şehvetten yanıyorsun. Senin evlenme çağın
gelmiş” anlamı saklı olurdu.
Dr. İsmail Altay
Babası, Osman Altay askerliğini Iğdır’da yapmış; teskere aldıktan
sonra bu ilçeden evlenerek kendisine yeni bir yaşam hazırlamıştı. Demirci
ustasıydı. Oğulları Hüseyin ve İsmail yaşça bizden büyük olmasına rağmen
birçok şeyleri beraber paylaşırdık. Hüseyin avukat, İsmail de dişçi oldu.
İsmail ortaokulda Türkçe hocamızdı. Bu nedenle tanışıklığımız ve
dostluğumuz sonraki yıllar daha da pekişti.
İsmail’i yakın bir zamanda kaybettik (Eylül 2001) Son yıllarda gözleri iyi görmüyordu. Bir gün sokakta karşıdan karşıya geçerken gelen arabayı
iyi seçemediğinden, araba çarpması sonucu hayata veda etti.
“Bu kadar tutar”
Bir gün Aziz Güney, dişlerine köprü yaptırtmak için Dr. İsmail’e
gitmiş. İsmail elinden geleni yapmış ama köprü istediği gibi tam yerine oturmuyormuş. Bir hayli uğraştıktan sonra, Dr. İsmail daha iyisini yapamayacağı
sonucuna varıp yarı üzgün bir ifadeyle Aziz Güney’e, “Bu, bu kadar tutar!”
demiş.
Aziz Güney, parmağıyla köprüye dokunmuş, sallantılı olduğunu fark
edince, “İsmail Allah’tan kork! Sen Iğdır’da Hanako’ya (küçük bir ırmak) mı
köprü yapıyorsun yoksa benim ağzıma mı?” demiş.
Dostluk Şiiri
(Turgut abi, bu şiiri okuduğu zaman doğrusu çok duygulandım. İki
zümrenin iç içe geçmiş aşkını ve kardeşliğini şiir dilinde ne de güzel anlatıyor! Bu sözleri önce Azeri Türkçesi ve Kürtçe yazı diline döktüm. Sonra da,
anlam çevrisini esas alarak Türkçeleştirdim. Bu güzel “Dostluk Şiiri”ni siz
okuyucularıma armağan ediyorum. Mücahit)
Sözlü anlatım: Turgut Sungar
Yazı ve çeviri: Mücahit Hun
386
Iğdır Sevdası
Bir mektup yazaram, nivi Kurmanci
Qırmızı yanaxlar, sêva turunci
Olmuşam derdinden, heste zerinci
Yabancı değilem, cinaret te me
Bir mektup yazarım, yarı Kürtçe
Kırmızı yanaklar, elma misâli
Olmuşum derdinden, ipince sapsarı
Yabancı değilim, kapı komşunum
Sallana sallana, tu jı ku dıhati?
Aşkın ateşi, dıl e mın keti
Diyordun gelecem, çıma ne hati?
Yabancı değilem, kur xale te me
Sallana sallana, nerden gelirsin?
Aşkın ateşi, yüreğimi sardı
Diyordun geleceğim, nerdesin hani?
Yabancı değilim, kirve-kuzenim
Halimi sorarsan, hale ye te
Keyfimi sorarsan, keyfe ye te
Bir bacıx istiyirem, xêre bavê te
Yabancı değilem, kur xale te
Halimi sorarsan, senin halinde
Keyfimi sorarsan, senin keyfinde
Bir öpücük istiyorum, baban hayrına
Yabancı değilim, kirve-kuzenim
Rüyalarında Neler Görürler
Turgut Sungar Rumuz DELİGÖNÜL
15 Ocak 1951
Cemal Toksöz
: Kiraların serbest bırakıldığını
Memurlar
: Gelir vergisinden istifade ettiklerini
Musa Doğan
: Daimi encümen azası olduğunu
Çalgıcılar
: Muharrem ayının ortadan kalktığını
Rahim Yadigâr: Iğdır’a izharen gelme kararının feshedildiğini
Kerem Zengi
: Pamuğun kilosunu 750 kuruştan sattığını
Nurettin Kirman
: Eski günlerini ve bakkaliyesinin tuhafiye mağazası
olduğunu
Osman Ataman: Gençliğinin geri geldiğini ve belediye seçiminin
bozulduğunu
Cengiz Ekinci
: Aksak ayağının kırk santimetre uzadığını
Belediye Başkanı : Cengiz’in gazetesinin kapatıldığını
Tezel kardeşler: Cengiz’in gazetesinin kapatıldığını
Fazıl Baykal
: Milletvekili olduğunu
Savcı
: Saç çıkaran bir ilaç bulunduğunu
Kaymakam
: Erhacı’daki ördeklerin kör olduğunu
Hâkim
: Bıyıklarının siyahlaştığını
Rıza Yalçın
: Boyunun uzadığını
387
Turgut Sungar
Kooperatifçiler: Cengiz’in Iğdır’dan temelli gittiğini
Hamit Ünver
: Rahim Yadigâr’ın Birlik Umum Müdürü olduğunu
Mecit Hunoğlu: Birliğe kontrolör seçildiğini
Dr.Kâmil Kaptanoğlu : Milli piyangonun çıktığını ve Amerika’ya ihtisasa
gittiğini
Hacı Gulem Parlar
: Nevruz’un askerliğinin iki sene temdit edildiğini
Dr. Rahmi (Uluhan) : Her evde bir hasta olduğunu
Mahmut Ön
: Kerem Zengi’nin rualarının (İskambilde vale) üç
olduğunu
Veli Orkun
: Sür Kontorlu iki fazla çıkardığını (Briç oyunu)
Eşref Başaran
: Yönetim kurulunun Birlik’e iltihak ettiğini
Abbas Çınar
: Tekrar Gençlik Kulübü başkanlığına seçildiğini
Hilmi Aterman: Hacı Gulem’le uylaştığını
Kurban Akar
: Londra barı
İsmail Özgür (Terzi) : Eşref Başaran’ın öldüğünü
Hüseyin Yaycı
: Salçanın 150 kuruş olduğunu
Emniyet Amiri: Bezikte yendiğini
Yzb. Toraman
: Fransa’da oynanacak Türkiye-Fransa maçına
hakem seçildiğini
Veteriner Celâl: Yaylı arabasının helikoptere tebdil edildiğini
Banka ve Mal Md
: İçki fiyatlarının ucuzladığını
Muharrir Muzaffer
: Gece postası tarafından harp muhabiri olarak
Kore’ye gönderildiğini
Bozkurt Hoca
: Doğu Üniversitesi Türk Edebiyatı profesörlüğüne
tayin edildiğini
Ofis Şefi
: Göbeğinin eridiğini ve Zile’ye tayin edildiğini
Sinemacılar
: Birbirinden ayrıldıklarını
İcra Memuru
: Kozmetiğin ucuzladığını
Feyzullah İnan
: Kooperatife avukat tayin edildiğini
Paşa Turan
: Milli takımda bek oynadığını
Naci Güneş
: Lokantaların parasız olduğunu
Bağır Aras
: Varyeteli (şarkılı ve danslı) bir kumpanyanın
geldiğini
Ekber Çöllü
: Mollaların dükkanına gelmediklerini
Hamit Çiftlik
: Iğdır DP’nin lağvedildiğini
Ali Işık
: Kredisinin arttığını
Deli Gönül(T.Sungar) : Holywood MGM şirketinin kendisini artist olarak
angaje ettiğini
388
Iğdır Sevdası
Doğu Üniversitesi Açılırsa
Cengiz Ekinci
Rıza Yalçın
Feyzullah İnan
Kerem Zengi
Nurettin Kirman
Hamit Ünver
Rahim Yadigâr
Hacı Gulem
Bozkurt Hoca
Recep Gökgöl
Cengiz Ekinci
15 Ocak 1951
:İktisat
:İlahiyat
:Nakliyat
:Fecaat (Yürekler acısı durum)
:Ahlakiyat
:Rezalet
:İçtimaiyat (Sosyoloji)
:Edebiyat
:Sevkıyat
:Lâklâkıyat kürsüleri profesörlüklerini işgâl
edeceklerdir
YEŞİL IĞDIR
Sahip ve Mes’ul Md
Günlük Siyasi Demokrat Gazete
Fazıl Şıktaş
Muharrir
31 Mayıs 1956 PerşembeH a s a n K a r a l a r Yıl: 1 Sayı: 233
Türk Hava Kurumu Yeni İdare Heyeti Azaları Seçildi
THK Iğdır şubesinin yeni idare heyeti azalarını seçmek için kaymakamlık dairesinde kaymakam Enver Kazanoğlu, Belediye Başkanı Fazıl
Baykal, Mal Müdürü Recep Aker, THK Müfettişi Lütfullah Tamtek, Kızılay
ve Ticaret Odası Başkanı Rahim Akyüz, Yeşil Iğdır Gazetesi sahibi ve mesul
müdürü Fazıl Şıktaş, Emniyet komiseri Muhsin Ündüz, İlçe Jandarma Komutanı Yüzbaşı M.Ali Şenyaşar, DP İlçe İdare Kurulu Başkanı Feyzullah İnan,
CHP İlçe İdare Kurulu Başkanı Mehmet Ali Kutlay, PTSK Müdürü Eşref
Kaya, İl Genel Meclisi Üyesi Musa Doğan, Kooperatif Genel Kurul Başkanı
Talat Tufan ve THK’nun hasebi Musa Eyüp Zeyemli hazır bulunmuşlardır.
Kongre başkanlığına Kaymakam Enver Kozanoğlu, Katipliklere Feyzullah İnan ve Eşref Kaya seçildi.
(...) Bundan sonra yeni azaların seçimine geçildi. Başkanlığına Mal
Müdürü Recep Aker, As Başkanlığa Eşref Kaya, asıl üyeliklere Fazıl Baykal,
Fazıl Şıktaş ve Mehmet Ali Kutlay seçilmişlerdir. Yedek azalığa Musa Doğan,
Feyzullah İnan, Talat Tufan, Ali Işık, Musa Turan ve asil murakipliğe İş Bankası Muhasebecisi Turgut Sungar ve yedek mürakipliğe de Ziraat Bankası’ndan Asker Sayan seçilmişlerdir.
389
Turgut Sungar
Takviyeli Sürmeli Spor
22 Eylül 1952
Turgut Sungar
Yıl: 3 No: 406
Takviyeli Sürmeli Spor Doğubeyazıt Gençlik Kulübünü 3-2 Yendi
İlçemiz kulüplerinden Sürmeli Spor’un davetlisi olarak şehrimize
gelen Doğubeyazıt Gençlik Spor Kulübü 14-9-1952 Pazar günü kalabalık bir
seyirci topluluğu önünde takviyeli Sürmeli Sporla bir dostluk maçı yaptılar.
Maça hakem Hamza Mızrak’ın idaresinde ve saat 15.45’te Beyazıtlıların vuruşuyla başlandı. Daha tecrübeli oyunculardan müteşekkil Sarı-Lâcivertli Sürmeli Sporlular, derhal hücum faikıyetini (üstünlüğünü) ele alarak
Doğubeyazıt 18 ine yerleştiler. Fakat forvetin şut atmayışı ve çalımlı oyunu
gol yapmalarına mani oluyordu. Arada parlayan Doğubeyazıt akınları Sürmeli defansı tarafından kolaylıkla kesiliyordu. Devrenin ortalarına doğru, forvrt
hattının ileri bir pasını kovalayan santrfor Tayyip, Beyazıt defansını soldan
yararak ilk golü attı. Oyun yine Iğdırlıların baskısı altında devam ederken, bir
ara kalecinin ileri çıkışından faydalanan Doğubeyazıt sağ içi plâse (kavisli)
bir vuruşla beraberliği temin etti ve devre 1-1 bitti.
İkinci devrenin başlamasıyla yine Doğubeyazıt kalesini abluka altına
alan Sürmeli sporlular şansızlıklarına rağmen 2 gol, Beyazıtlılarda 1 gol atarak maç 3-2 Sürmeli Sporun galibiyetiyle neticelendi.
Galip Sürmeli Spor: Kubilay (Güner), Cengiz (Taner), Paşa (Turan),
Aydın(Çiftlik), Kaptan Turgut (Sungar), A. Rıza (Bagana), Mecit (Aktan),
Attila, Tayyip (Yedek Subay), Fikret (Babası PTT’de çalışıyor), Abbas (Türkdönmez), Kâmil (Yüksel) tertibindeki kadrosuyla oynadı.
Resim Tutkum
İlkokul yıllarımdan itibaren resme ilgi duymaya başlamıştım. Ancak
o zamanlar daha çok karakalem çalışması yapıyordum. İş hayatına atıldıktan
sonra işlerimin yoğunluğu nedeniyle uzun yıllar resim tutkumu bir kenara
bırakmak zorunda kaldım. Emekli olduktan sonra bu ilk “aşkıma” geri dönme
arzusu içimde uyandı. Bir olay kararımı hızlandırıp elime fırça ve tuval almama neden oldu.
Bir gün televizyonun başına oturmuş bir sanat programı izliyordum.Program, “Türkiye’nin uluslar arası ressamı ve övünç kaynağı” diye
Kayhan Keskinok adlı bir ressamı tanıtıyordu Bu isim birden beynimde çağrışımlar yaptı. Evet tanımıştım! Ben Iğdır Ortaokulunda öğrenciyken, Kayhan
Keskinok ilkokulda öğretmenlik yapıyordu. Bu nedenle kendisiyle tanışmış
hatta resim zevkimi geliştirecek nasihat ve ipuçlarını bizden esirgememişti.
390
Iğdır Sevdası
Yıllar önce tanıdığım bu hocanın, uluslararası ressam olarak ün yapması beni
çok duygulandırmış, “Ben de yapabilirim” cesaret ve kararlılığının içimde
doğmasına neden olmuştu. Ama yağlı boya hiç çalışmamıştım. Acaba bir yerlerde kurs mu almalıydım?
Eşimin aile çevresi oldukça geniş. Babamın ilk hanımı da, eşimin halası olduğundan aile fertleriyle içi içe bir yaşantım var. Bir gün, Giresun Belediye Başkanı olan kayınbiraderim bizi yemeğe davet etmişti. Sohbet sırasında,
benim resme ilgimin farkında olan kayınbiraderim, “Eğer yağlıboya çalışması
yapmak istiyorsan, kursa gitme derim! Hocanın tekniğini öğrendikten sonra
kendi stilini bulman çok zor olabilir. İyisi mi tek başına bu işe soyun!” dedi.
Onun bu nasihatına uyup, bir gün tuvalin karşısına oturdum.
“Her pınardan bir yudum”
Gel zaman git zaman fırça tekniğimi geliştirdim. Yıllardan beri
içimde fırtınalar estiren geçmişin gizli portre ve imgelerini tuvale aktarmaya başladım. İlk çalıştığım konulardan birisi “Ağrı Dağı” oldu. Evimin bir
duvarında kocaman “Ağrı Dağı” tablosu asılıdır. Her sabah erkenden uyanır
tablonun karşısına geçer, boğazım düğümlenerek Iğdır günlerimi ve dostlarımı hatırlarım.
“Benim tuval üzerindeki Ağrı Dağı ile gerçek Ağrı Dağı birbirlerine
ne kadar da benziyorlar”, diye her gün şaşırarak düşünürüm. Her ikisi de elimi
uzatsam değecek gibi bana yakın; ancak birisi gönülden diğeri mekândan çok
uzaklarda...
Kısa sürede bir sergi açabilecek kadar tablom olmuştu. 1999 yılında
İş Bankası sponsorluğunda ilk sergimi Meşrutiyet Caddesindeki İş Bankası
Galerisinde açtım. Hayatım, yurdun bir yerinden diğerine dolaşıp durmakla
geçtiğinden ve her gittiğim yerde bana ilham veren güzellikler olduğunu düşünerek sergime “Her pınardan bir yudum” ismini verdim.
“Endırrrrr!...”
Süphan Bey (Güneş) çok sevdiğim bir insandı. İlçenin tek lokantasını
işletiyordu. Bana anlattığına göre, aşçılık mesleğini askerlik yıllarında öğrenmişti. Yeteneğiyle göz doldurunca paşalardan birisi Süphan Bey’i yanına aşçı
olarak almış, yanından hiç ayırmamıştı.
Ağrı Sporla bir maçımız vardı. Konuk takımın yönetici ve sporcularını Süphan Güneş’in lokantasında ağırlamıştık. Ben, Ağrı Sporun yönetici
kadrosuyla beraber ayrı bir masada oturmuş, hem yemeğimizi atıştırıyor hem
de maçın hazırlıklarını tartışıyorduk.
Bir gözüm sporcuların masasında, her şeyin yolunda gittiğine emin
olmak istiyordum.
391
Turgut Sungar
Ağrı Sporun genç bir futbolcusu oburluk derecesinde yemeğe düşkündü. Önüne konan ilk tabağı devirdikten sonra, nefes almadan, “Hele bir karnıyarık!” diye bağırdı. Kemal isimli garson vakit kaybetmeden söyleneni yaptı.
Genç futbolcu ağzındaki lokmayı henüz yutmadan, tekrar garsonu çağırdı,
“Hele bir sulu köfte!” dedi. Garson Kemal, yine söyleneni yaptı. Futbolcu,
çok geçmeden tabağındaki köfteyi de hakkıyla temizlemişti. Garson Kemal’e
el işareti edip yanına çağırdı, ne dediyse, garson Kemal, “Endırrrrrrr!!... Sen
yine yemek yiyeceksin” diye bağırdı.
Garson Kemal’in bu “Endırrrrr” kükremesi, lokantada yankılanmış,
duymayan kalmamıştı.
Paşa Turan, garson Kemal’i bir köşeye çekip, “Allah kahretsin! Bizi
rezil ettin!” dedi. Garson Kemal, saf ve bön, bir şey söylemeden işinin başında döndü.
“Kirman ve Hun kapıştılar”
(Muhalefet partisi CHP, 13 Kasım 1955 mahalli seçimlerini veto
edince, seçimlere DP ve onun karşısında” Bağımsızlar” olmak üzere iki liste
katıldı. O yıllar belediye başkanı adayı ön plana çıkmaz, seçilen belediye
meclis azaları kendi aralarından birisini başkan olarak atarlardı.
Nurettin Kirman bu seçimlerde DP listesinde yer almış ve onun siyasi
propaganda görevini üstlenmişti. Mecit Hun ve Fazıl Baykal ikilisi de “Bağımsızlar” gurubunun lideri konumundaydılar. Seçim yaklaştıkça ilçedeki
siyasi tansiyon artıyor, iki karizmatik ve ateşli genç, Nurettin Kirman ve Mecit Hun ilk ve son kez karşı karşıya geliyorlardı. Aralarındaki siyasi rekabet
bazen kontrol dışına da çıkmıyor değildi... Mücahit)
Abbas Türkdönmez ve Ali Orkun, birlikte bir lokanta açmışlardı. Süphan Güneş’in lokantasıyla karşılaştırıldığında daha şatafatlı ve modern görünümlü olan bu lokanta, esas olarak Kars’taki Kristal Lokantası’na özenilerek
açılmıştı. Kısa sürede ilçenin önde gelen isimleri bu lokantanın müdavimi
olmuşlardı.
Bir gün akşamın geç saatleri, belediye bahçesine yakın bir yerde arkadaşlarla dolaşıyorduk. Bir anda, insanların bu lokantaya doğru koşuştuklarını
gördük. Biz de merakla oraya gittik.
Lokantadan içeri girince, bir grup insan Mecit Hun’un etrafını almış,
onu teskin etmeye çalışıyordu. Lokantanın diğer ucunda da buna benzer bir
durum Nurettin Kirman için yaşanıyordu. Onun etrafını saranlar da, Nurettin
Kirman’ı açık kapıdan dışarı çıkarmak için itiyorlardı.
Nurettin Kirman ve Mecit Hun, Iğdır’ın yetiştirmiş olduğu nadir
gençlerdi. Güzel konuşan ve toplulukları hareket ettiren, karizmatik görü392
Iğdır Sevdası
nümlü bu iki siyaset adamı, o akşam birbirleriyle kapışmışlardı.
Yaklaşan mahalli seçimler nedeniyle aralarında bir tartışma çıkmış,
Kirman ve Hun birbirlerinin üzerine yürümüşlerdi. Orada bulunanlar araya
girip, onları zorlukla ayırmışdı.
“Rahim Bey’in (Akyüz) tatsız bir günüydü”
Rahim Akyüz’ün annesi Pappa Hala kapı komşumuzdu. Tüm mahallenin sevgisini kazanmış Pappa Hala, beni çok sever, her yıl tavuklarını
kuluçkaya yatırdığında, bir civcivi kendi elleriyle bana hediye ederdi. Ben de
ta çocuk yaştan Pappa Hala’nın bu sevgisine layık olmak için onun bir isteğini
iki etmezdim.
Rahim Bey, annesinin bana karşı gösterdiği şefkat ve ilgiden haberdardı. O da benim hakkımda “Turgut bir yana, Iğdır bir yana !” gibi güzel
laflar ederdi.
Iğdır İş Bankası’nda görevliydim. Geç saatlerde bankadan çıkıp evin
yolunu tutmuştum. Motorla çalışan elektrik lambalarının solgun ışıkları sokakları doldurmuştu.
Belediye bahçesine yakın geldiğimde, insanların birbirlerine korkuyla
bir şeyler anlattığını duydum. Hepsi de gözlerini Ali Orkun’un lokantasına
doğru çevirmişlerdi. Ben de meraklanıp, “Ne var, ne oldu?” diye sordum. Birisi, “Hiç sorma! Rahim çok sarhoş. Elinde de tabanca var. Kimse korkudan
yanına yaklaşamıyor” dedi.
Eniştem Naci Bey (Güneş) beni yanına çağırdı. Sesi korku dolu ve
endişeliydi. “Turgut, Rahim’in elinden bir kaza çıkacak. Seni çok sever. Hem
de kendi kardeşinden ve oğlundan daha çok sever. Git onun elinden tabancayı
al!” dedi.
Bu gerçekten zor bir görevdi. Ürkek adımlarla lokantaya doğru giderken, Abbas isimli arkadaş, “Eye Turgut kaç! Rahim vuracak!” dedi. Bu
uyarıya aldırmadan kapıdan içeri girdim.
Rahim Bey, iri yapılı, güçlü kuvvetli birisiydi. Sandalyeye oturmuş,
başı hafiften göğsüne düşmüştü. Elindeki tabanca dizinin üstünde duruyordu.
Gömleğinin düğmeleri göbeğine kadar açılmış, göğsünden sanki buhar çıkıyor gibiydi. Rahim Bey’in o andaki görünüşü gerçekten de insanın yüreğini
korkuyla dolduracak türdendi. Zaten böyle olduğu için de garsonlar ve müşteriler herkes bırakıp kaçmıştı.
Rahim Bey’in tam karşısına geçip, yüksek sesle, “Rahim Abi, ben
Turgut!” dedim. Rahim Bey, kafasını kaldırıp bana baktı. “Heeeeee! Vaaay
sen misen! Gel seni öpecem!” dedi. Korkuyla yanına yaklaştım. Elini yüzüme
attı. Şefkatle okşadı. Bana bir şeyler ısmarlamak istedi. Etrafa bir göz attı.
393
Turgut Sungar
Kimsenin olmadığını görünce, “Bu gavatlar nerede?” diye bağırdı.
Rahim Bey biraz sakinleşince, durumu fırsat bilip, “Rahim Abi, beni
seviyor musun?” dedim. “Ne demek, seni Iğdır’a değişmem!” dedi. “Rahim
Abi, senden bir şey isteyeceğim, şu tabancayı bana ver!” dedim.
Rahim Bey, düşünceli bana baktı. Yalvarır gibi, “Tabancayı menim
elimden alma!” dedi. “Rahim Abi, ben almayacağım. Sen vereceksin, tamam
mı!” dedim. Rahim Bey, “Kabul, ama şarjörü al!” dedi.
Uzattığı tabancanın şarjörünü çekip aldım. Rahim Bey, boş tabancayı
beline soktu.
İşin zorunu başarmıştım. Şimdi Rahim Bey’i evine götürmek gerekiyordu. Ama o saatlerde bırakın taksi, fayton bulmak bile çok zordu. (İlçede
eczacı Aliye Hanım, Rıfat Kalafat ve Yakup Öcal’dan başka kimsenin motorlu arabası yoktu)
Mecbur kalıp, dev yapılı Rahim Bey’in kolunun altına girip lokantadan çıkarttım. Naci Bey de gelip yardım etti. Çok geçmeden Rahim Bey’e
yardım amacıyla bir grup insan etrafımızı aldı. Rahim Bey, beni oradakilere
gösterip, “Hepinizi kurban olasınız bu çocuğa, yoksa hepinizi öldürecektim”
dedi.
Zoraki gülümseme ve şakalaşmalar arasında Rahim Bey’i oradan
uzaklaştırdık.
“Desene su kuşu olmuşsun!”
(Yaylalarda küçük akarsular vardır. Çobanlar bunların önünü setle
kapatıp küçük göletler yaparlar; yünlerinin kırpılması yakın olan koyunları
bu göletlerde yıkarlar. Böyle günlerde çobanlar da koyunlar gibi gün boyu
sudan çıkmazlar. Mücahit)
İlçede pintiliğiyle meşhur birisi vardı. Hali vakti yerindeydi ama yıkanmaya ve temizliğe tamamen kapalıydı.
Bir gün bu zat, yayla yerinde, bir çobanla sohbet ediyormuş. Laf dönüp dolaşıp temizlikten açılmış. Çoban, bu zata, “Siz kaç günde bir yıkanırsınız?” diye sormuş. Bu soru beyefendinin canını sıkmamış da değil hani! “Ne
yıkanması yahu! Bir annemden doğarken beni yıkamışlar, bir de öleceğim
zaman beni yıkayacaklar. Yetmez mi?” diye cevaplamış. Kızgınlığını üzeriden atamayan beyefendi, bu kez çobana dönerek, “Peki ya sen? Kaç günde
bir yıkanıyorsun?” diye sormuş. Çoban, “Bir koyun kırkımından diğerine..”
diye cevaplamış.
Beyefendi, bu lafı duyunca elini havada sallayarak, “Ohooo! Evi yıkılası, desene sen su kuşu olmuşsun!” demiş.
394
Iğdır Sevdası
“Mudir çu, ne çu?”(Müdür Bey, gitmiş mi, gitmemiş mi?)
Iğdır Maliyesinde çalışan Hasan Güneş’in tavsiyesine uyularak, beni
Zor köyüne görevli göndermişlerdi. Yanımdaki heyetle birlikte, at sırtında
Zor köyüne varıp, çalışmalarımıza başladık.
Gençlik yıllarımdı. Çalışma disiplinim henüz yerine oturmamıştı.
Bu yüzden gün boyu ölçüp biçmekle uğraşan arkadaşlarımın yanında canım
sıkıldığından, eniştem Naci Bey’in evinde oturur, keyfimce dinlenirdim. Akşamleyin, yorgun argın dönen arkadaşlarımın önüme koydukları tutanakları
gözü kapalı imzalar, görevimi yapmış (!) olmanın mutluluğu içinde günü mü
gün ederdim.
Bir sabah, kalbimi durduracak bir haber eve ulaştı: Mal Müdürü Iğdır’dan gelmiş, çalışmaları teftiş ediyormuş! Kaçıp gizlenmekten başka şansım
yoktu.
Köyün biraz yukarısında bir su değirmeni vardı. Kaçıp oraya gizlendim. Eniştemin ev işlerine bakan Eyo isimli hizmetçisini de bana kurye olarak
verdiler. Ama şu şansızlığa bakın ki, ben Kürtçe, Eyo da Türkçe bilmiyordu!
Birinci günü, Eyo’nun evden getirdiği ve sessizce önüme koyduğu
yiyecekleri tüketerek geçirdim. Çat-pat Kürtçe’me güvenip Eyo’dan olup
bitenler hakkında malumat alamıyordum.
İkinci gün, durum canıma tak etmişti. Sabah kahvaltısını getiren
Eyo’ya, bir gün boyunca kendimi zorlayarak hazırladığım Kürtçe sözcükleri
Türkçe cümle yapısına uygun bir hale getirerek konuşmaya karar verdim.
“Eyo, here Hikmet Xanım beje, mudir çu ne çu?”
(Eyo, git Hikmet Hanım’a söyle, müdür gitmiş mi yoksa gitmemiş
mi?)
Kendimi zorlasaydım da bundan fazla konuşamazdım. Bereket Eyo
ne demek istediğimi anlamıştı. Akşama doğru Eyo, uzaktan değirmene doğru
bağırdı:
“Orooo!..Gurgut (Turgut), mudır çu, mudur çu! Were! Were!”
Saklandığım yerden ayrılıp eve gittim. Başta Abdürrezak ve Naci
Beyler, ev halkı neşeli bir şekilde birbirlerine “Mudır çu! Mudır çu!” diyip
gülüyorlardı.
“Komşuluk hasreti Iğdır’da başka olur!”
1953 yılında İş Bankası imtihanlarını kazandım ama Iğdır’da kadro
olmadığından geçici süre için Erzurum’da görev yapmam istendi.
Yanımda annem, Iğdır’daki evimizi Dr. Necdet Koçak’a kiraya verip
Erzurum’a gittik. 1955 yılının Ağustos ayında, kadro açılınca tekrar Iğdır’a
döndüm.
395
Turgut Sungar
“Poker” isimli bir köpeğim vardı. İki yıl boyunca ayrı kalmıştık.
Bahçeden içeri girince zavallı Poker, önce bana ve anneme baktı, bizi tanır tanımaz inanılmaz bir sadakatle hoplayıp zıplayarak bize geldi. Sevinçten yarı
ağlamaklı bir iniltiyle uluyor, ayaklarımıza ve kafamıza tırmanıyordu.
Bahçeyi dolaşmaya çıktım. Çocukluğumun geçtiği bu evi ve bahçeyi
gerçekten çok özlemiştim.
Tuvaletler derme çatma kulübelerde, evden uzak, komşu duvarına
yakın bir yerde olurdu. Bizim tuvalet de Resul Bey’in (Taner) bahçe duvarına
bitişikti.
Resul Bey’in eşi Sara Hala, geldiğimizi öğrenmişti. Bahçe duvarına
doğru gelip, bana “Hoş geldin!” dedi. Bizi tekrar görmekten dolayı duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. Dayanamadı, “Ay Turgut! Sizin boxunuzun kokusu
bile adamın hoşuna gedir!” dedi.
Sara Hala’nın bu sözünü hiçbir zaman unutmadım. Komşuluk sevgisini ve hasretini bundan daha açık, cesur ve güçlü ifade edecek başka bir söz
daha olabilir miydi, diye hep düşündüm. Bu sözlerin içinde saklı olan derin
sevgiyi bundan daha güzel anlatan başka bir söze henüz rastlamış değilim.
“Hüsnü Bey (Bingöl) beni yanına çağırdı”
1949-50 yıllarıydı. Askerden yeni dönmüştüm. Her gün giyinip kuşanıp sokağa çıkıyor, arkadaş grubuyla buluşup, hoşça vakit geçiriyorduk.
Bir gün böyle amaçsız sokakta dolaşırken, Hüsnü Bey beni görmüş,
yanına çağırtmıştı. Belediye bahçesindeki kahvehanede oturmuş, kahvesini
yudumluyordu. Yanına gidip saygıyla, “Buyur bey amca!” dedim. Yanına
oturtup çay ısmarladı:
“Evlâdım, askerliğini bitirdin ama bakıyorum bomboş gezip dolaşıyorsun. Niçin çalışmıyorsun? İstersen Ziraat Bankası müdürüyle konuşup
senin için bir iş ayarlayayım” dedi. Nezaketi ve saygıyı elden bırakmadan,
“Siz nasıl uygun görürseniz beyamca!” dedim.
Birkaç gün sonra Ziraat Bankası müdürü beni çağırdı. Oturup konuştuk. Müdür, “Şimdilik Iğdır’da kadro yok. İstersen geçici bir süre Taşburun’daki Tarım Kredi Kooperatifinde çalış. Sonra Iğdır’a gelirsin” dedi. Verilen
işi hemen kabul ettim.
İş hayatımı Hüsnü Bey’e borçluyum. Onun özendirmesi ve girişimiyle iş hayatına atılmıştım. Hüsnü Bey’in bu davranışı takdire değer bir durumdu. Özellikle eniştem Naci Bey’le, Hüsnü Bey arasında geçen tatsız olayın
yankıları hâlâ devam ediyordu. Hüsnü Bey, bütün bu olumsuzluklara rağmen,
şaşılacak cesaret ve olgunlukla, bana yardım elini uzatmaktan çekinmemişti.
Yıllar sonra bile Hüsnü Bey’in bu asil davranışını kendisine karşı bir şükran
borcu olarak takdir ediyorum.
396
Iğdır Sevdası
“Abbas Çınar, ‘Turgut ben ölecem!’ dedi”
Abbas Çınar, benden 4-5 yaş büyüktü. Uzun boylu, yakışıklıydı. Aile
reisliği yapan ağabeyi Abdullah Çınar’dan yakasını kurtardıkça bize katılır,
voleybol ve futbol oynardı. Hatta aramızda Aras Sporun başkalığı için bir
rekabette vardı.
1951 yılının Mart ayıydı. Havalar soğuktu. Bir akşam, “Abbas vuruldu!” diye bir haber getirdiler. Çocukluk yıllarımdan beri arkadaş olduğum
Abbas’ın tabancayla vurulmuş olması bizi şoke etmişti. Vakit kaybetmeden
olay yerine gittik.
Abbas, evlerine giderken, kaymakamın bahçesinin arkasındaki yolda
vurulmuştu. Silah sesine ilk yetişenlerden birisi de kaymakammış. Abbas
birkaç kurşunla yaralanmış, yarı baygın yatıyormuş. Kendisini Kamber oğlu
Kasım’ın vurduğunu söylemiş, kaymakam da, Abbas’ın ifadesini cebinden
çıkardığı sigara kartonunun üzerine yazmıştı.
Abbas’ı hastaneye kaldırmışlardı. Gençler grup olup hastaneye gittik.
Doktor, kimseyi yaralıya yaklaştırmak niyetinde değildi. Israrlarımıza dayanamayıp bize kısa bir ziyaret için izin verdi.
En önde ben, odadan içeri girdik. Abbas, yüzü bembeyaz, yatakta
boylu boyunca yatıyordu. Acı çektiği her halinden belliydi. Zorlukla gözünü
açtı. Bize baktı. Çok sevdiğim arkadaşımı bu şekilde görmek beni çok duygulandırmıştı.
Göz yaşlarımı silmek üzereyken doktor yanımıza gelip hastayı yalnız
bırakmamızı istedi. Odadan en son çıkan ben oldum. Dönüp Abbas’a baktım.
Abbas bir şeyler söylemek ister gibiydi. Ama beni de itekleyip dışarı çıkardılar.
Pratisyen doktor Abbas’ı ameliyat edecek güçte değildi. Kars’a giden
yollar da karla kaplıydı. Doktor, kan kaybını azaltmak için Abbas’ın yaralarına tampon yapmakla yetinmişti.
Abbas’ın vefat haberi bizleri derin üzüntüye boğdu.
Abbas’ın başucundan ayrılmayan bir hastabakıcı yanıma gelip, “Turgut siz misiniz?” diye sordu. “Evet!” dedim. Hastabakıcı, başını üzgün bir
şekilde eğip, “Siz odayı terk ettiğiniz zaman Abbas, sizin arkanızdan ‘Beni
vurdular Turgut. Ben ölecem!” dedi. Bu rahmetlinin son sözleri oldu” dedi.
Iğdır insanın yakasını bırakmayan bu “öldürme” güdüsüne küfürler
savurup, ağlayarak uzaklaştım.
Ertesi gün Abbas’ı, hamamın arkasındaki mezarlığa defnettik.
“Hikmet konuş!”
(Bir aşiret töresi vardır. Evin yeni gelini, ilk zamanlar kocasının erkek akrabalarıyla konuşmaz. Buna kayınları ve kayınpederi de dahildir. Bu
397
Turgut Sungar
konuşmama ve suskunluk hali, gelinin aileye gösterdiği saygının bir ifadesi
olarak algılanır. Süresi de, gelinin şahıslara gösterdiği saygıyla orantılıdır.
Mücahit)
Naci Bey’le evli ablam Hikmet Hanım, sık sık Abdürrezak Bey’in
evine gider gelirdi. Ama Abdürrezak Bey’e duyduğu saygıdan dolayı onunla
konuşmayı reddederdi. Ortaya bazen ilginç durumlar çıkardı. Örneğin, Abdürrezak Bey, bir şeye ihtiyaç duyduğunda, diyelim ki sofrada tuz yok, “Hikmet
kızım, sana zahmet biraz tuz getir!” derdi. Ablam hiç ses çıkarmadan tuzluğu
masaya yerleştirirdi. Eğer Abdürrezak Bey, “Yoğurt var mı? “ şeklinde bir
soru yöneltse ablam yine cevap vermez, diğer odaya geçer, durumu oradaki
kadınlara anlatır, içeriye giren başka bir kadın, soruya cevap verirdi.
Ablamın, Abdürrezak Bey’e duyduğu bu saygı annemin sabrını taşırmıyor değildi. “Başın batsın Hikmet! Kızım konuş!” diye ısrar ettikçe, ablam
karşı gelirdi.
Abdürrezak Bey’in vefatına kadar ablam kayınbiraderiyle konuşmadı.
Abdürrezak Bey, önemli aile kararlarını almadan önce mutlaka annemin görüşünü alırdı. Eve bir fayton gönderir, annemi davet ederdi.
Akşam sofrası kurulduğunda, her ikisi ev halkından ayrı bir odada
yemeklerini yer, önemli konu üzerinde enine boyuna tartışırlardı. Bu daha çok
aile fertlerinden birisinin evliliğiyle ilgili olurdu. Örneğin Abdürrezak Bey,
“Cemile Hanım, bu evlilik için senin düşüncelerini almak istedim” diyerek
konuya girer, annem de düşüncelerini söylerdi.
“Şahitlik kimin hakkı?”
Paşa Turan’ın kızının nikâh merasimiydi. Ankara’da kalabalık bir
Iğdırlı grubu olarak nikâh salonunda hazır bulunmuştuk. Mecit Hun ve eşi
Naciye Hanım da oradaydı. (Naciye Hanım’a ilkokul yıllarında kısa bir zaman hocalık yapmıştım.)
Sıra geldi kimin nikâh şahidi olacağına... Mecit Hun ve Paşa Turan’ın
uzun yıllar hem birlikte ticari hayatları olmuş, hem de gazino işletmeciliği
yapmışlardı. Bana göre en doğrusu Mecit Bey’in bu işi üstlenmesiydi.
Paşa, bu teklifi Mecit Hun’a götürünce, şu cevabı almış: “Paşa, bu
doğru olmaz. Gördüğüm kadarıyla Cemile Hanım teyzenin oğlu Turgut da burada. Senin Turgut’la olan arkadaşlığın benden fazladır. Bu onun hakkıdır”
Paşa, daha sonra bana bu cevabı aktarınca, o gün Mecit Hun’un ne
kadar ince düşünceli olduğunu anlayıp takdir etmiştim.
Halkevi Çalışmaları
Halkevleri sportif ve kültürel anlamda büyük hizmetlerde bulunuyordu.
398
Iğdır Sevdası
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Halkevi Başkanlığını Osman Ataman
yürütüyordu. Ben de spor, tiyatro ve gezi kolunda görev yapıyordum.
Hafta sonları yakın köylere atlı geziler düzenlenirdi. Bayanların,
süvari pantolonu giyerek katıldığı ve çok zevkli geçen bu gezileri daha çok
komiser Latif Bey ve veteriner Muammer Bey organize ederlerdi.
Arada bir kaymakam bizi yanına çağırır, balo düzenlememizi isterdi.
Baloya ilçenin ileri gelenleri hanımlarıyla katılır, modern müzik eşliğinde
dans ederlerdi. Bir keresinde Naci Bey’le Hikmet ablamı dans ederken görmüş, çok garipsemiştim. Naci Bey kendisinden beklenmeyecek çeviklikle
ritme ayak uyduruyor, harika dans ediyordu.
Halkevi’ne uzun yıllar başkanlık eden Osman Ataman, uzun bir hayat
yaşadı, kardeşi İdris Ataman’ın ifadesine göre 103 yaşında vefat etti.
“ Git görevi devral!”
1960 İhtilâli olunca Şube Reisi Yarbay, Iğdır sıkıyönetim komutanı sıfatıyla idareye el koydu. Tabur komutanı Binbaşı rütbesinde olduğundan, bize
antrenörlük yapan Yarbay, bir gecede Iğdır’ın en yetkili adamı oluvermişti!
İhtilâlde Iğdır Ticaret Odası Başkanlığını Cemalettin Güneş yürütüyordu. Daha önce, Cemalettin Bey’le Yarbay arasında bazı istenmeyen olaylar meydana geldiğinden, İhtilâli izleyen günlerde Yarbay, Cemalettin Bey’in
görevden ayrılması için nüfuzunu kullanarak baskı altına almıştı.
Ablam Hikmet Hanım, Güneş ailesinin gelini olduğundan, Cemalettin
Bey, benim Yarbayla olan samimiyetime güvenip, bir gün yanına çağırttı. Üzgün şekilde, “Peeeh! Yarbay beni görevden alacak!” dedi. “Ne yapabilirim?”
diye sorunca, Cemalettin Bey, “Daha nesi var mı! Yarbay seni çok seviyor.
Senin hatırını kırmaz. Beni görevimde tutmasını kendisinden iste!” dedi.
Yarbay gerçekten de beni severdi. Hem babam Şube Reisliği görevini
yapmış hem de spordaki başarı ve disiplinime yakından şahit olmuştu. Aramızda dostça bir samimiyet vardı.
Cemalettin Bey’le beraber olduğum saatlerde, Yarbay, özel kuryesiyle bana bir mektup göndermişti. Çok sonra elime geçecek mektupta, Yarbay,
“En kısa sürede Ticaret Odası Başkanlığı görevin devralınız” diye bir istekte
bulunuyordu.
Cemalettin Bey’den ayrılıp, Yarbayın yanına gittim. Yarbay, mektubu
alıp huzuruna çıktığımı zannediyordu. Halbuki olup bitenden haberim yoktu.
Masum şekilde, “Yarbayım sizden bir isteğim olacak!” dedim. “Buyur!” diye
cevapladı. “Yarbayım, eğer mümkünse Cemalettin Bey görevinde kalsın!”
dedim.
Yarbay, “Höööt!” diye bağırdı. Ağzı küfre yatkındı. Beni tehdit etti:
“Turgut bu bir emirdir. Babanın hatırını ve aramızdaki dostluğu dinlemem
399
Turgut Sungar
seni içeri attırırım. Vakit kaybetmeden git görevi teslim al!” dedi.
Cemalettin Bey, heyecan ve merakla beni bekliyordu. “Cemo hiç sorma bu işin poxu çıktı! Yarbay, görevi senden almam için beni görevlendirdi”
dedim. Cemalettin Bey, bu lafım üzerine derin hayal kırıklığı içinde, “Bunu
senden beklemezdim! Ben seni gönderdim bana yardım edesin diye ama gidip
Yarbayı kendin için ikna etmişsin” dedi.
O an, gün boyu peşimde koşturan Yarbayın özel kuryesi kapıdan içeri
girdi, özel kuryeyi uzattı. Cemalettin Bey, mektupta Yarbayın imzasını görünce işin ciddiyetini anladı, sakinleşti. Evraklarını toplayıp gitti.
Tahkikat Komisyonu
Sıkıyönetim ilân edildikten hemen sonra yapılan ihbarları değerlendirmek amacıyla bir Tahkikat (Soruşturma) Komisyonu oluşturuldu. Ortaokul müdürü, nüfus müdürü gibi ilçenin ileri gelen isimlerinin yer aldığı bu komisyona ben de davet edilmiştim. Daha doğrusu bu komisyonda yer almamız
için Yarbayın kesin emri vardı. Karşı çıkmamız mümkün değildi.
Her gün yüzlerce ihbar geliyordu. Kim Kürtçü, kim Turancı, kim neyi
hırsızlamış kim ne suç işlemiş türünden gelen bu ihbarları değerlendirmek
için komisyon üyeleri düzenli aralıklarla toplanmaya başladık.
“Pamuk battı!”
Yapılan ihbarlardan en ciddisi Pamuk Tarım Satış Kooperatiflerinde yapılan yolsuzluk iddiasıyla ilgili olanıydı. Yapılan suçlama çok basitti.
Preslenmiş pamuk balyaları Trabzon’a kadar taşınmış ama İstanbul’a gitmesi
gereken bu yük Trabzon limanında kaybolmuştu. Suçu işlediği öne sürülen
şahsı ifade vermesi için komisyona davet ettik. Sonra da karşımıza oturtup
sorgulamaya başladık:
“Beyefendi, pamukların Iğdır’daki fabrikada preslenip balyalandığı
doğru mudur?”
“Evet öyledir”
“Bu pamuk miktarının kazasız belâsız kamyonlarla Trabzon’a ulaştığı
da doğru mudur?”
“Evet öyledir”
“Peki nasıl oluyor da gemilere yüklenen miktar daha az çıkıyor?”
“İzin verin anlatayım. Biz tam balyaları gemiye yüklerken, tekne devrildi, balyalar denize gömüldü”
“Balyalar suya battı mı?”
“Evet!”
“Nasıl olur, pamuk hiç batar mı?”
400
Iğdır Sevdası
“Bunlar preslenmiş pamuktu efendim!”
Komisyon bu olay hakkında kesin yargıya varmadan önce preslenmiş
pamuğun suya batıp batmadığını bizzat denemeye karar verdi.
Yanımıza ilgili şahsı alarak, bir kamyon üzerinde Aras nehrine doğru
yola çıktık. Nehrin durgun ama derin kısmına balyalı pamukları attık. Pamuklar yüzmeye başladılar. Üzerlerine çıktık ama yine batmadılar. İlgili şahsa
dönüp:
“Görüyorsunuz ki pamuk balyaları batmıyor, ne dersiniz?”
“Burası tatlı su. Demek ki tuzlu suda batıyorlar...”
“Tekaütlerin (emeklilerin) gövde gösterisi”
Iğdır’da 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenleri görkemli geçerdi.
Yine böyle bir yıl, güzel bir törenin akabinde, orada toplanmış kalabalığa hoşça vakit geçirtmek düşüncesiyle, bir futbol maçı düzenlemeye karar
verdik.
Bizim takım hazırdı ama karşımızda kim oynayacaktı? Nihayet bizden
10-15 yaş daha yaşlı, Dr. Kâmil Kaptanoğlu (Adnan Güneş’in kayınpederi),
Nihat Renda (daha sonra Yargıtay Başkanı), aslen Vanlı hâkim Turgut Çeliker
gibi abilerimiz bir takım oluşturdular. Biz onları kendi aramızda “Tekaütçüler
yani emekliler” diyerek alaya aldık.
Takımın Paşa Turan, Kâmil Yüksel gibi en önemli oyuncuları hazır
bulunuyordu. Maça başlamadan önce bir araya gelip, “Aman bu tekaütlere
karşı biraz gevşek oynayalım. Yenersek millet güler” dedik.
Maç süratli başladı. Tekaüt takımı bizi dört bir yandan kuşatmaya aldı.
Goller geldikçe ciddileşiyorduk ama doğrusu güç yetirmekte zorlanıyorduk.
O gün sahadan 2-1 yenik ayrıldık.
“Kıllı” namında birisi
Iğdır’da birçok kimse sadece lakabıyla bilinirdi. Gerçek isimleri pek
bilen olmadığı gibi, merak eden de olmazdı.
Bunlardan birisi de mahalle arkadaşımız “Kıllı” namıyla bilinen Hidayet Yeşilçimen’di.
Kadir (Yeşilçimen) Bey’in üç oğlundan –sırasıyla İsmet, Hidayet ve
Himayet- ortancası olan Hidayet’in bu “kıllı” lakabını nasıl aldığına gelince:
Bu ailenin tüm fertleri olağanüstü güzel, gür ve dalgalı saçlara sahiptiler. Özellikle, Hidayet’in saçları her zaman şatafatla kafasını çevreler, ona
alışılmışın dışında bir görüntü verirdi. Gel zaman git zaman arkadaş çevresin401
Turgut Sungar
de kendisine “kıllı” lakabı uygun görüldü.
“Kıllı”nın kendine özgü davranışları vardı. Ağzında tüttürdüğü sigarayı “hooop” diye yutuverirdi. Bunu ondan başka kimse de beceremezdi.
Bir gün “Kıllı” bana şu olayı anlattı:
“Canım sıkılmıştı. İş olsun diye bir arkadaş grubuna, ‘Haberinizi var
mı falancının kızını kaçırmışlar’ dedim. Alevlenen sohbet epeyce devam etti.
İzin isteyip ayrıldım.
Aradan birkaç saat geçti. Çarşıda dolaşıyordum. Karşıma başka arkadaşlar çıktı. Yemin billah ederek, falancanın kızının kaçırıldığını söylediler.
‘Aman etmeyin bu benim yalanım’ dedim ama bu kez arkadaşlar, ‘Allah’ımıza, dinimize’ diye daha ciddi yeminler etmeye başladılar. Ben de inandım.
Kendi kendime ne tesadüf dedim. Eve geldim. Evdekilere bu kez ben yemin
billah ederek böyle bir olayın olduğuna inandırmaya çalıştım.
Ertesi gün böyle bir olayın olmadığı ortaya çıkınca, dedikodunun ne kadar çabuk yayılan, tehlikeli bir şey olduğunu anlamıştım”
Söz “Kıllı”dan açılmışken, öz dayısı
Kaymakçı Asker hakkında da birkaç laf etmek
isterim.
Kaymakçı Asker, tavır ve davranışlarıyla
Turgut Sungar
beni hep şaşırtmıştı.
Sabahleyin erkenden, Aliye Hanım’ın
Emek Eczanesinin önüne sehpasını kor, kaymak ve balını satar; saat 9 (sabah)
olunca tüm kaymağını satmış olduğundan evin yolunu tutardı.
Kaymakçı Asker, öğleden sonra başka bir insan olup çıkardı. Şehir
Kulübünde ilçenin kalbur üstü bürokratlarıyla yani hakim, kaymakam ve savcısıyla sanki onlarla mesai arkadaşıymış havasında oturur, hiçbir komplekse
kapılmadan briçini oynardı. Konuşmalardan ve briç oyunundan sıkıldığı zaman da kulüpten ayrılır, garibanların oturduğu kahvelerden birine gider, bu
kez ilçenin “ayaktakımı” diye tabir edebileceğimiz kimselerle fanti oynardı.
“Uçakta canlı bir kuzu vardı!”
İkinci Dünya Savaşının en sıcak günleri yaşanıyordu. Bir gün beklenmedik şekilde, Alman yapısı ağır bir bombardıman uçağı, Erivan’ı bombaladıktan sonra Iğdır’ın üzerine geldi. Alçaktan uçarak, nerdeyse kavak ağaçlarına sürünerek uçup gitti.
Birkaç saat geçmedi, ilçe merkezi ağızdan ağıza dolaşan bir haberle
çalkalandı:
402
Iğdır Sevdası
“Alman uçağı Karakale’de düşmüş. Uçakta bir de kuzu varmış”
Milli Emniyet yetkilileri Alman pilotları yakalayıp getirdiler, haklarında sorgulama başlattılar.
İnsanlar uçağı ve olup biteni unutmuş, “canlı kuzuyu” konuşuyordu.
“Yok efendim, Almanlar canlı kuzuyu yanlarında taşıyorlarmış, çünkü uçak
günlerce havada kaldığı için pilotlar karınları acıktığında kuzuyu kesip yiyeceklermiş”
Başka bir söylentiye göre, canlı kuzu kimsenin bilmediği askeri bir
sır taşıyormuş.
Ancak, aradan yıllar geçtikten sonra uçakta böyle bir canlı kuzunun
olmadığını öğrenecektik.
“Bravo Kadir Usta!”
Mahallenin çocukları Armutlu Bahçesinde oynuyorduk. Bir haber
geldi: “Kadir Usta, radyo çalıyor!”
“Huuuura!” diyip belediyenin önündeki Millet Bahçesine koşturduk.
Kadir Usta, yaz aylarında sahne olarak kullanılan yere kocaman bir radyo
koymuş, dikkatle istasyon ayar düğmesini çeviriyordu. Merakla etrafını aldık. Radyodan cızırtı ve parazit sesinden başka bir şey çıkmıyordu. Bu kadarı
bile bizi heyecanlandırmaya yetmişti. Hep birlikte alkışlayarak “Bravo Kadir
Usta” diye bağırdık.
Aslen Akşehirli Kadir (Parlak) Usta uzun yıllar Ali Bey ve Resul
Taner’in çırçır fabrikalarında ustalık yapmıştı.
Bir Halk Şairi: Deryami
Aslen Şavşatlı Deryami Iğdır’ı kendisine mesken edinmişti. Gerçek
adı Dursun Ali Erdoğan idi. Yeteneği ve becerisiyle beni derinden etkileyen,
gerçek bir halk şairiydi.
Deryami’ye ilham anlık gelir, şelâle gibi akardı. Söylediklerini istese
de tekrar edemezdi. O yüzden Deryami şiir okuyacağı zaman etrafındakilere
döner, “Yazın!” diye uyarırdı. Nejat Birdoğan, Bozkurt Hoca ve ben, Deryami’den birçok şiirleri derleme şansımız olmuştu. İşte benim derlediklerimden
bir şiir:
Deryami (Dursun Ali Erdoğan)
Benim iki kanlı gözüm,
Yaşta görsün sevdiğim yaşta,
Ben buradan gider oldum,
Düşte gör sevdiğim düşte.
403
Turgut Sungar
Yandım oralı olmadın,
Bir gün yanıma gelmedin,
Benim kadrimi bilmedin,
Taşta gör sevdiğim taşta.
Bakmadın hasta halime,
Aşkıyla saldın talime,
Dilerim ki bir zalime,
Düş de gör sevdiğim düş de.
Ne yazı ki bu değerli halk ozanı kendisini alkole verdi. Yeteneğini
istediği gibi kullanamadı.
Mecburiyet Lokantası
Süphan Güneş’in lokantası ilçenin tek lokantasıydı. Bu durum biz
gençlerin canını çok sıkıyordu.
Büyüklere karşı son derece saygılıydık. Onlardan birisi lokantada olduğu zaman, içeri girmez, volta atar, tekrar lokantaya geri dönerdik.
Rıza Bey (Yalçın), Abdürrezak Bey gibi kasabanın saygın insanları
pek nadiren lokantaya giderlerdi. Ama ileri gelenlerin çoğunluğu öğle yemekleri için eve gitmez, Süphan Güneş’in lokantasında karınlarını doyururlardı.
Lokantaya giremeyince, gençler grup halinde belediye bahçesinin bir
yerinde kümeleşirdik. İstihbarat işlerinde kullandığımız yaşça küçüklerden
birisini lokantaya gönderir son durum hakkında rapor alırdık.
Başka gidecek bir yerimiz olmadığı için Süphan Güneş’in lokantasına
kendi aramızda “Mecburiyet Lokantası” ismini takmıştık.
Turgut Sungar’dan bir Piyes: “Baba Kalbi”
Halkevinin zengin bir kütüphanesi vardı. Ödünç aldığımız tiyatro
eserlerini zevkimize göre sahnelerdik. Iğdır’daki aileler kızlarının temsil
oyunlarında yer almasına izin vermedikleri için, kadın oyuncu sayısının az
olduğu piyesleri tercih ederdik.
Bir ara kendim de bir piyes yazdım. “Baba Kalbi” adındaki bu oyunu
başarılı bir şekilde sahnelemiştik. Piyes, Iğdır ve civar ilçelerde geniş ilgi
görmüştü.
Baba Kalbi
Yazan ve sahneleyen: Turgut Sungar
Oyuncular:
Baba
Mustafa Avcı (Ofis Şefi)
404
Iğdır Sevdası
Büyük oğlu Saffet
Küçük oğlu Sedat
Diğer oyuncular
Paşa Turan
Turgut Sungar
Hidayet Yalçın, İsmet Aydınlı,
Metin Toksözlü, Nejat Birdoğan
Ertuğrul Taner
Eşi ölmüş zengin baba, iki oğluyla çiftlik evinde oturmaktadır. Derslerinde başarılı Sedat için eğitimine Avrupa’da devam etme şansı doğmuştur.
Sedat, yolculuğa pek istekli değildir. Çünkü konuştuğu ve sevdiği bir kız vardır.
Sedat Avrupa’da eğitimine devam ederken sevgilisine mektup göndermeyi ihmal etmez. Ancak sevgilisinin ağabeyi Saffet’le buluştuğundan habersizdir. Kız, Saffet’i sevmektedir.
Eğitimini tamamlayan Sedat, baba evine döner. Gerçeği öğrendiği
zaman yüreği acıyla dolar. Tek yol kalmıştır: Ağabeyi Saffet’le ölümüne hesaplaşmak. Tabancasını cebine kor, Saffet’in karşısına dikilir. Çekinmeden
tetiğe basar, ağabeyini öldürür. Sedat cezaevini boylar.
Aradan uzun yıllar geçmiştir. Tahliye olan Sedat’ın siması bile değişmiştir. Mühendis olduğu halde iş bulmakta zorlanana Sedat nihayet bir
çiftlikte at bakıcısı olmayı kabullenir.
Ahırdan içeri girer girmez babasının atını hemen tanır. Atı okşarken
farkında olmadan babası içeri girer. Baba oğul önce birbirlerini tanımakta
zorlanırlar. Baba, gerçeği öğrendiğinde, oğlunun oradan ayrılmasını ister.
Sedat gitmeye hazırlanırken baba, dayanamaz yere yıkılıp göz yaşlarına boğulur. “Baba kalbi” oğlunun gitmesine engel olmuştur.
Piyesin ana teması bu olay üzerine kuruluydu. Ancak piyesi sahnelerken bazı aksilikler olmuyor du değildi.
İlçede elektrik yoktu. Lüks lambaları kullanılıyordu. Bu lambalar
“gömlek” veya “tor” denilen özel bir aksesuar olmadan çalışmazdı. Uzun süre
yanan “gömlek”ler kendiliğinden parçalanır, lüks sönerdi. Nitekim bu felâket
bizim de başımıza geldi.
Piyese henüz başlamıştı ki, ortalık karanlığa gömüldü. Yardımcılar
mum ışığıyla lüks lambasını tamir etmeye çalışırken, baba rolünü oynayan
Mustafa Avcı, tuluat eser sahneler gibi, doğaçlama bir yetenekle, “evin uşağına” dönerek “Hayatım zaten kararmıştı. Bir de sen karartma!” dedi. Bu sözler
durumu kurtarmıştı. Hatta lüksün lambasının sönmesini piyesin bir parçası
zannedenler bile olmuştu.
İkinci aksilik; Sedat’ın ağa beyini öldürmeye çalıştığı sahnede geçmişti. Sedat’ın rolünü oynadığım için elimde tabanca vardı. Şarjörü olmayan
405
Turgut Sungar
bu boş fakat gerçek tabancanın, seyircilerin görmediği tarafına bir mantar
tabancası bağlamıştım. Ateş edeceğim zaman mantar tabancası patlayacak,
seyirci sanki gerçek tabanca ateşlenmiş zannedecekti.
Ağabeyim Saffet (Paşa Turan) karşımda duruyordu. “Bana ihanet ettin!” diyerek tabancayı cebimden çıkarttım, Saffet’e doğrultup tetiğe bastım.
Tabanca ateş almadı ama Paşa kendisini yere atarak “Ahhh! Yandım!” dedi.
Gülünç bir durum olmuştu. Paşa’nın kulağına “Tabanca patlamadı. Nasıl yanıyorsun öyle!” dedim. Bereket yardımcı oyuncular sahne arkasında mantarı
ayaklarının altında patlatınca bu sahneyi de kazasız belâsız atlatabilmiştik.
“Baba Kalbi” piyesini Doğubeyazıt Ziraat Bankası şubesinde görev
yapan Hidayet sahnelemek için ödünç almıştı. Akıbeti hakkında bilgi sahibi
değilim.
Arada bir manzum (şiir) piyesler de oynardık. Aradan 50 yıldan fazla
bir zaman geçmesine rağmen mısralar hâlâ kulaklarımda çınlar:
Uyudum mu desem rüzgar canıma kıydı
Gecenin ayazında koştum tepeler aştım
Yollarda kimse yoktu kurtlarla arkadaştım
Atıf Kaptan ve Halide Pişkin gibi Türkiye çapında tanınmış tiyatro
sanatçıları yaz aylarında Iğdır’a turneye gelirlerdi. Bir keresinde oyunculardan birisi hastalanınca, Halkevi’ne başvurup yardım talebinde bulunmuşlar;
Halkevi başkanı da benim ismimi önermişti. Rolümü bir gecede ezberleyip,
onlarla beraber sahneye çıktım.
Foto Döner
Hatırlayabildiğim en eski fotoğrafçı “Foto Döner” lakabıyla bildiğimiz amcaydı. Sokağın bir kenarında durur, müşteri beklerdi. Çoğu zaman
sakin, kendi halinde biri olduğundan, yanına yaklaşanların niyetini anlamakta
zorluk çekerdi. Müşteriyle arasında her seferinde şöyle bir konuşma geçerdi:
“Döner Emmi”
“Ne var balam!”
“Menim bir şeklimi çekesen...”
“Beeee!... Gel otur balam, gel çekim!”
Bu kısa konuşmanın ardından ayaklı fotoğraf makinesinin karanlık
odasını açar, eline aldığı negatif tabakaya dua okuduktan sonra “Bismillah!”
diyerek bölmeye yerleştirirdi.
406
Iğdır Sevdası
“Ben sersıng’ı seviyorum!”
Güneş ailesinde her gün bir koyun kesilirdi. Evin erkekleri ilçe merkezinde olduğu için, kadınlar eti kendi aralarında bölüştürürlerdi. Yıllar süren
alışkanlık gereği kimin hangi eti sevdiğini bilmeyen yoktu. Örneğin Naci
Bey, bağırsakları terbiye edip, son derece lezzetli bir kebap yapardı.
Hikmet ablam, aile kültürüne ayak uydurmakta gecikmemişti. Koyun
kesildiğinde uzakta durur, yüksek sesle tercihini,
“Ben de sersıng’ı seviyorum” diyerek belli ederdi. (Sersıng, kaburga
et anlamındadır)
Türkçe-Kürtçe bu cümle, iki kültürün iç içeliğini hoş bir şekilde özetlerdi.
“Kim bu kadın?”
Annem arada posta arabasıyla Kars’a gider gelirdi. Posta arabası,
arkası açık bir kamyondu. O zamanlar şoför mahallinde yolculuk etmek lüks
sayılırdı.
Bir gün annem, şoför mahalline kurulmuş, Iğdır’a dönüyormuş. Posta
arabası ne zaman konaklasa annemi tanıyanlar etrafını alır, “Cemile Hanım
şöyle buyur! Cemile Hanım’a bir çay! Cemile Hanım’a tavuk kızartması”
diyerek iltifat ederlermiş. Yolu Iğdır’a düşen bir Laz da, uzakta durup olup biteni şaşkın gözlerle izliyormuş. “Kim bu kadın?” diye sorunca oradakilerden
birisi şaka yollu, “Cemile Hanım, Milletvekili” demiş.
Laz kardeşimiz yolculuk boyunca gözlerini annemden ayırmamış.
Annem, üzerinde ev elbiseleri komşumuz Kâmil Taner’in evine gitmişti. Bahçeye adım atar atmaz bir de ne görsün, birlikte yolculuk yaptığı Laz
büyük bir ciddiyetle hızar çekmiyor mu!
Annem pür telâş eve geldi. “Ne oldu anne?” diye sorunca, nefes nefese, “Laz, yolculuk sırasında benim yüzümden yeterince şaşkınlığa uğramıştı.
Beni bu kıyafetle görse zavallı ikinci kez şaşkınlığa uğrar, üzülür diye görünmeden koşup eve geldim” dedi.
“Café des Cafés”
Tunalı Hilmi Caddesi üzerinde Café des Cafés isminde bir lokal var.
Paris café’lerini andıran nostaljik atmosferde düzenlenmiş bu bistroya bir gün
damadım da takılmıştı.
Akşam eve gelince, “Baba senin gençlik resmini Café des Cafés’nin
duvarında asılı gördüm” dedi. “Şaka yapma!” dedim ama damat hemen yan
odaya geçerek duvarda asılı gençlik resmimi eline aldı, “İşte bunun aynısı
orada asılı” dedi.
Ertesi gün yanımda eşim Café des Cafés’nin yolunu tuttuk. Benim re407
Turgut Sungar
sim gerçekten de bistronun duvarında asılıydı. Halil isimli patrondan bu resmi
nereden ele geçirdiğini sordum. Şu hikâyeyi anlattı:
“Bu yeri kiralayıp, bistro olarak açmaya hazırlanıyorduk. Duvarlar
bomboştu. Kendi kendimize ‘Duvarlara ne asalım?” diye kafa yorarken, kayınvalidem, ‘Evimde eski tarihli magazinler var. Resimler kesip, çerçeveletip
asalım’ teklifinde bulundu. Gerçekten de bu resimler bistroya nostaljik bir
hava verecekti. İşte sizin resminizi de bu magazinlerden bulup kestik” dedi.
“Heyhat!” dedim kendi kendime. Nasıl da unutmuştum bir zamanlar
yapılan artist yarışmasına bu resimle katıldığımı... Bu resmimle birinci olmuş; sinema magazinlerinde boy boy yayınlanmıştı.
“Eşşekoğlu eşşek, bizim Metin gibi”
Cemal Toksöz, ordudan emekli olup Iğdır’a yerleşenlerdendi. Oğlu
Metin yaşıtımızdı. Gün boyu beraber olur, hoşça vakit geçirirdik.
Kendi halinde, mazlum görünümlü Metin’in bir kusuru vardı. İçkiyi
fazla kaçırdığında sokağa fırlar, “Buradan gelip geçenin ve geçecek olanın ...”
diyerek tehlikeli küfür nöbetine yakalanırdı. Metin’in bu zayıf yönünü ilçede
bilmeyen yoktu.
Ramazan bayramıydı.
Bayram günleri likör ikram etmek gibi ilginç bir âdet vardı. Ancak bu
âdet belirli bir çevreyle sınırlıydı. Kime likör ikram edeceğinizi kestirmeniz
zor olabilirdi.
Cemal Toksöz, bayramlaşmak için misafirimiz olmuştu. Eşim, likör
ikram edip etmeme konusunda ikircikli davrandı; karar veremeyince kulağıma, “Likör ikram edeyim mi?” diye fısıldadı.
Eşim Ayten Hanım, kapıdan çıkmak üzereyken Cemal Bey, gür sesiyle, “Bayan, bir dakika siz ona ne dediniz?” dedi. Ayten kem küm edince
araya girip, kendisine likör ikram edip etmemek konusundaki tereddüdümüzü
anlattım. Cemal Bey, gülerek,
“Dünyada içmeyen eşektir. İçmesini bilmeyen de eşşek oğlu eşşektir,
bizim Metin gibi...” dedi.
Cemal Bey’in sözü tam yerine oturmuştu.
Bir Cömert İnsan: Musa Doğan
Musa Bey (Doğan), Sabahattin ağabeyimle yaşıttı. Bu yüzden ben
kendisine “Musa Abi” veya daha hoş bulduğum “Doğan Abi” diyerek hitap
ederdim.
Musa Bey gördüğüm en cömert insanların başında gelirdi. Ne zaman
beni görse koluma girer tatlı bir ısrarla en yakındaki lokantaya zorla oturturdu. Karşı gelmenin ne mümkünü!
408
Iğdır Sevdası
Yine bir gün eşimin bana vermiş olduğu alışveriş listesi cebimde Kızılay’da dolaşıyordum. Musa Abi, karşıma çıktı. Koluma girip beni Anadolu
Kulübü’ne doğru sürüklemeye başladı. Her adımda kekeleyerek yalvarıyordum:
“Hanım bekliyor. Alış veriş yapmam gerekiyor..”
“Alışverişi sonra yaparsın, hele bir şeyler atıştıralım”
Musa Bey’in ısrarına yenik düşmeyenimiz mi vardı? Artık öyle insanlar ne yazık ki aramızda yoklar.
“Aziz Bey’in sineması yardımıma koştu”
Bankacı olarak meslek hayatıma devam ettiğim günlerdi. Her kuruluşta olduğu gibi benim bankada da bir ara sıkıntılı anlar yaşandı. Sorunları
tartışmak için bir panel düzenlenmişti. Konuşmacılardan birisi de bendim.
En büyük sorunumuz yaşlı üyelerin alınan kararları genç arkadaşlara danışmadan inatla uygulamaya koymasıydı. Kürsüde bu sorunu açıktan
konuşmak kırıcı olabilirdi. Ne yapabilirim diye düşünürken delikanlılık dönemimde Iğdır’da gördüğüm bir filmin konusu yardımıma koşmuştu. Konuşmama şöyle başladım:
“Sayın konuklar, ben haspelkader Iğdır’a yerleşmiş asker bir babanın
oğluyum. Bu şirin ilçede doğup büyüdüm. Bir gün ilk olarak bu ilçeye sinema
getirildi. (Aziz Güney ve Ali Orkun’un Aras sineması) Vizyona konan ilk filmi
bugün bile çok iyi hatırlıyorum: “Şafak Habercisi”
Filmin konusu şöyle idi: Bir savaş sahnesinin orta yerinde, düşman
tarafından kuşatmaya alınmış askeri birlik vardı. Komutan, çemberi yarmak
için her seferinde yanlış kararlar alıyor, birlik gereksiz yere zayiat veriyordu.
Genç bir teğmen, komutanın yanlış kararlarına tahammül edemiyor, karşı geliyordu. Filmin sonlarına doğru, yaşlı komutan pes edip, komutayı genç teğmene verdi, “Ben de sizin emrinizde bir askerim artık!” dedi. Genç teğmen,
birliği sağ salim düşman çemberinden çıkarmayı başarmıştı”
Konuşmama bu şekilde devam ederken, en ön sırada oturmuş bankamızın yaşlı yöneticileri, “Turgut Bey, teşekkür ederiz, mesaj alınmıştır”
dediler.
Derdimi, kimsenin kalbini kırmadan anlatmış olduğum için, Aziz
Güney’e içimden teşekkür ederek kürsüden indim.
“Olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?”
1960 İhtilâlinden hemen sonraydı. Bir yaz günü, mahallemizin belli
aileleri, bir kamyona doluşup, Karasu ırmağına doğru yola çıktık. Amacımız
gönlümüzce eğlenmekti.
Piknik sefamızın orta yerinde, dört beş askeri cemse bize yakın bir
409
Turgut Sungar
yerde durdu. Komutanlar ve askerler piknik hazırlığına başladılar.
Bizim yerimiz, piknik için daha uygundu. Askerler de bunu bildikleri
için, tavır ve davranışlarıyla bize göz dağı verip uzaklaştırmayı denediler. Sinirli hareketleri ve sert bakışlarıyla bunu ima ediyorlardı.
Dönem onların dönemiydi. Karşı gelmenin anlamı yoktu. Eşyalarımızı toparlayıp kamyona yükledik, Iğdır’a dönmek için yola koyulduk.
Ayrılacağımız zaman hep birlikte koro halinde o dönemin gözde şarkısı, “Olur mu, kardeş kardeşi vuru mu?”yu söylemeye başladık.
Sözlerimiz etkisini göstermişti. Futbol ve voleybol maçlarından tanıştığım Tabur Komutanı, önümüze çıktı. Özür diledi.
Biz; Binbaşıyı kamyonun tozları arasında geride bırakıp, şarkımızı
daha gür söyleyerek yolumuza devam ettik.
“Vê dırej, bala xwe bıdın!” (Bu sırığa aman dikkat edin!)
Bir dil bilmenin çeşitli avantajları vardır. Kürtçe’yi her ne kadar konuşamazsam da söylenenleri aşağı yukarı tahmin edecek bir önsezim vardır.
Bunun avantajını da bir kez doyasıya yaşadım.
Batman İş Bankası müdürlüğüne önemli bir misyonla atanmıştım.
Görevim, banka kredilerini usulsüz şekilde dağıtan banka şebekesini içten
çökertmekti.
Göreve başladığım gün, gelişimden rahatsız olan grup masama yakın
bir yerde bir araya gelip kendi aralarında Kürtçe konuşarak benim hakkımda
dedikodu yapıyorlardı. İçlerinden birisi “Bu dırej’e dikkat! Ne de olsa Iğdırlıdır” anlamında sözler ediyordu. Benim konuşmaları anladığımı tabii
bilmiyorlardı.
İşleri kısa sürede yoluna koyduktan sonra, banka politikası gereği,
ani bir kararla tayinim çıkarıldı.
Gitmeye hazırlandığım gündü. Çok sevdiğim ve dürüstlüğünden şüphe duymadığım bir banka elemanı yardımıma gelmişti. Vedalaşma anında
Kürtçe, “Xudê, jı te ra razi bê!” (Allah senden razı olsun!”) dedim. Şükrü
isimli genç adam ellerime sarılıp öpmek istedi. Anlaşılan benim ona gösterdiğim yakınlık ve ilgiye bir de Kürtçe vedalaşma eklenince, genç adam dayanamamış, duygulanmıştı.
“Sıtma titremesi”
Iğdır’da çocukluk yıllarımızda sıtma büyük bir sorundu. Sıtmaya yakalanalar önce titrer, sonra ateş basardı.
Sıtmaya karşı iki ilaç vardı: Kinin ve atabirin. Kinin mavi renkte, atabirin de sarı renkteydi.
410
Iğdır Sevdası
Sınıfa girdiğimiz zaman kimin sıtmalı olduğu hemen belli olurdu.
Hocalar, yüzü kıpkırmızı, ateş basmış öğrencileri hemen diğerlerinden ayırır,
evlerine gönderirdi.
Aras’ın Sevdası
Turgut Sungar
Bir sevdasın başımda sen
Ekmeğimde aşımda sen
Toprağımda taşımda sen
Beni koyup gitme Aras.
Yüreğimde sevdan yatar
Karabağ’a selam apar
Benim ahım seni tutar
Beni koyup gitme Aras
Sevdalısan Hazar’a sen
Baycan ile Azer’e sen
Toprağımda can verensen
Beni koyup gitme Aras
Son durağın Azerbaycan
Ona kurban olsun bu can
Selam sana ey Nahcıvan
Beni koyup gitme Aras
Iğdır’ımdan Sürmeli’mden
Oğlum kızım gelinimden
Neyim varsa al elimden
Beni koyup gitme Aras
Bakü, Gence bekler seni
Goyma burda yetim meni
Dalın sıra apar beni
Meni goyup gitme Aras
Gazete köşelerinde Turgut Sungar
(Turgut Sungar abimiz, bankacılık mesleğinden vakit buldukça şiirler
yazmış, karikatürler çizmiş; hoşuna gelenleri Milliyet gibi önemli gazetelerin
köşe yazarlarına göndermiş. Aşağıda bunlardan birkaç tanesini sizlere sunuyorum. Mücahit)
411
Turgut Sungar
Milliyet Gazetesi
28 Mayıs 1967
Halit Kıvanç ve Altan Erbulak’ın
“Pazarlık” köşesi
Yazan: Turgut Sungar
Burası Mithapaşa,
Karşınızda da Kıvanç,
Daha ilk dakikada
Fenerbahçe attı taç...
Ben birinci devreyi
Anlatayım sizlere,
Eskişehir ilk defa
Girdi bu yıl liglere...
Kırk otobüs dolusu
Taraftarıyla gelmiş,
Lig’de yeni parlayan
Kırmızı Şimşekler’miş...
Hava açık,güneşli,
Birazcık da rüzgârlı,
Ama saha çamurlu,
Kenarları da karlı...
Maçtan evvel bu saha,
Sanki yeşil halıydı...
Hakkı yediği golde
Belki de hatalıydı...
Toto’cular beklesin,
Vakit bulursam eğer,
Vereceğim onlara
Diğer maçlardan haber...
İlk kırk beş dakikada
Kayda değer tek olay,
Fener’in ilk golünü
Ogün attı çok kolay...
Bu maça rağbet pek yok
Tribünler çok seyrek
Pek can sıkıcı geçti,
İlk yarıda ilk çeyrek...
Lider Beşiktaş ile
Bir puan fark arada
Çok çetin bir lig maçı
Var bugün Ankara’da...
Vakitsizlik yüzünden
Kadroları saymadık,
Diğer maçlardan henüz
Bir haber alamadık...
Bırakıp da bunları
Anlatalım biz maçı,
Sağ taraftan Fener’li
Şükrü atıyor taçı...
Ben size özetlerken
Maçın ilk devresini,
Gol olurken duydunuz
Tarafların sesini...
Dörtte üçlük bir kısmı
Bitti artık bu maçın,
İşittik düdüğünü
Hakem Tarık Yamaç’ın ...
Anlatırken kavgayı
Durum da üç-bir olmuş,
Bizim saate göre
Norma süre de dolmuş...
Maçı size anlatan
Spiker Halit Kıvanç,
Sonucu da tekrarlar,
Üç-bir oldu, bitti maç...
Milliyet Gazetesi
26 Temmuz 1967
Hasan Pulur’un “Olaylar ve İnsanlar” köşesi
412
Iğdır Sevdası
Günün Şiiri
Yazan : Turgut Sungar
ŞİKENAME
Düşmek istemiyorsan İkinci Milli Lig’e
Anlaşıp bir takımla , sen de yapıver şike.
İkinci Milli Lig’de kıran kırana maç var,
İster para ver, ister şike yapana yalvar.
Şiddetle ihtiyacın varsa iki puana
Anlaş şike yapanla, çıkmadan deplasmana.
Kaide bilir hakem, o şikeden anlamaz,
Elde delil yok diye Apak’a gammazlamaz.
Futbolcu karşılığı yüzbinlerin yerine,
Şikeyle halledersin ver şike transferine.
Antrenör, menecere para verme boş yere,
Şikeyle halledersin, lüzum yok transfere.
Yıldız futbolcuların kaprisleri çekilmez,
Şike yapan takımlar, asla kümeden düşmez.
413