Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası I.Bölümü indirmek için tıklayın
Transkript
Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası I.Bölümü indirmek için tıklayın
DÜBAM Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası - I Hazırlayan: Ertuğrul Aydın DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM 1 Genel Yayın Yönetmeni Akif Emre Genel Yayın Koordinatörü Ertuğrul Aydın Mart 2011 DÜBAM Yayınları Küresel İletişim Merkezi Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22 www.dunyabulteni.net 2 İçindekiler Mumyalar ve Ortadoğu’ya yeni modeller - Pepe Escobar ............................................................. 5 İran’la müzakerelerde Türkiye’nin rolü - George Friedman ....................................................... 11 Washington Türkiye’yi yanlış okuyor - Michael Goldfarb ......................................................... 16 Türkiye-Arap ekonomik ve askeri işbirliği nereye kadar ileri gidebilir? - Aram Nergizyan ........ 19 Pax Ottomana? Türkiye’nin yeni dış politikasının karma başarısı - Hugh Pope .......................... 22 Türkiye, Araplara parlak bir geleceğin yolunu gösterebilir mi? - Marco Vicenzino .................... 26 Türkiye’ye kara çalanların tarihi körlüğü - Aliza Marcus ........................................................... 28 Yeni kurallar: ABD, faal ve bağımsız bir Türkiye’ye muhtaç - Thomas P.M. Barnett ................ 31 Türkiye bunu başında fes olmadan yapıyor - Michael C. Desch ................................................. 34 Türkiye kavşakta - Couloumbis,Ahlstrom & Weaver ................................................................. 37 Türkiye: Modernleşmenin doğası – I -Aleхander Sotnichenko ................................................... 39 Yeni Türkiye-Rusya ekseni - Eric Walberg ................................................................................ 42 Türkiye ve Japonya dönüm noktasında - Michael Auslin ........................................................... 45 Çin Hava Kuvvetleri Türkiye’ye niçin gitti? -Gavin M. Greenwood .......................................... 47 Ankara ve Brüksel karşı karşıya - Amani Maged ....................................................................... 49 3 Sunuş 2008’den 2011 Mart ayına kadar Türk dış politikası hakkında Dünya Bülteni’nin tercüme ettiği dış basında ve elektronik medyada yayınlanmış 54 makale ve 2 röportajı arşivlik değerinden dolayı tarihi sırasına göre üç bölümlük bir dosya olarak ilgilisine sunuyoruz. Sadece arşivlik değerinden dolayı mı? İster dost isterse düşman olsun, ayna tutanların önemini takdir ettiğimiz için de. Faydalanmasını bilenler için. DÜBAM 4 arasında bölünme çözüldüğünden dolayı hukukçular, doktorlar, tekstil işçileri – yani sivil toplum yelpazesi – bir hususta mutabık: Bir teokrasiye veya askeri diktatörlüğe razı olmayacaklar. Tam demokrasi istiyorlar. Mumyalar ve Ortadoğu’ya yeni modeller - Pepe Escobar Mısır’da Luksor’daki bir yeraltı tapınağında üç mumya bulundu. Tercüme edilen hiyerogliflerde mumyaların Medeniyetler Çatışması, Tarihin Sonu ve İslamofobi oldukları tespit edildi. Mumyalanmadan evvel 20. Yüzyılın ikinci on yılına kadar Batı bölgelerine hâkim olmuşlardı. Bunun zımnen ifade ettiği şeylerin Batılı diplomatik çevreleri titretmesine şaşırmayın. Seçilmiş sivil bir hükümete karşı az da olsa hesap veren bir Mısır ordusu İsrail’in Gazzeli Filistinlileri kuşatmasına veya CIA’nin terör zanlılarını Mısır hapishanelerine atmasına yahut da İsrailFilistin barış süreci denilen ucube maskaralığa körü körüne iştirak etmeyecektir. İşin bu kısmı halledildi. Ortadoğu, onlar olmaksızın, yeni bir şekilde anlaşılması gereken yepyeni bir dünya. Evvelce can çekişen istikrar ülkesi Mısır, ki Washington’da her kim olursa olsun can ciğer kuzu sarması olmuştur, Ortadoğu’nun yeni Büyük Oyunu’na savruldu. Soru şu: Mısırın ve Ocak-Şubat aylarında sarsıcı, şiddet dışı gösteriler için sokaklara dökülen milyonlarca Mısırlıların kaderi ne olacak? Ayrıca, halledilmesi gereken pek çok sıkıcı mesele var. Mesela Eylül seçimlerine doğru Ordu yönetiminde ilerleyen geçiş süreci, ekonomik göstergeleri nasıl etkileyecek? Mısır’ın ithalat faturası 2009 yılında 56 milyar dolar iken ihracatı sadece 29 milyar dolardı. Turizm, dış yardım ve borçlanma yoluyla aradaki boşluk kapandı. Ayaklanma, turizmi bunalıma soktu ve gelecek aylarda kimin, ne tür borç ve yardım vereceğini bilen yok. Söylemesi zor tabi zira gölge oyunu bir kural; ve kuralın gerçeklerini ayırt etmek zor. “Siyasetin” onlarca yıl “ordu” anlamına geldiği bir ülkede “demokrasiye geçişi” güya koordine eden kilit şahsiyetin Firavun Hüsnü Mübarek’in atadığı Yüksek Askeri Konsey üyesi Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi olduğunu kaydedelim. Halk baskısı hiç değilse Tantavi’nin askeri cuntasını geçiş dönemi başbakanı olarak Tahrir Meydanı dostu eski ulaştırma bakanı Essam Şeref’i atamaya mecbur etti. Bu arada, ülke, halkı yarı aç yarı tok da olsa beslemek için 2011 yılında en az 10 milyon ton (eğer fiyatlar yükselmeye devam etmezse 3,3 milyar dolarlık) tahıl ithal etmek zorunda. Mübarek’in bayağı mirâsının küçük bir parçasıdır bu; günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşayan 40 milyon Mısırlının yani nüfusun yarısının da içinde bulunduğu bu mirâstan bir gecede kurtulunmaz. Unutmayın, Mübarek döneminin nefret edilen olağanüstü hal kanunları – Mısır’daki ayaklanmayı teşvik eden unsurlardan biridir – halen yürürlükte ve ülke aydınları, siyasi partiler, sendikalar ve medya, hepsi de bir karşı devrimden korkuyorlar. Aynı zamanda, fırsatçıların Tahrir Meydanı devrimini ele geçirmeyeceklerinde veya isim değişikliğine gidemeyeceklerinde ısrar ediyorlar. Ülkedeki psikolojik Korku Duvarı çöktüğünde Liberalizm, sekülerizm ve İslamcılık Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki (kısaltması: ORKA) barışçıl devrimlerin silindir gibi üzerinden geçtiği Washington ve yaşlanan Avrupa Kalesi, korku dolu ve kafa bulanıklığı içerisinde debeleniyor. Ortadoğu’yu açıklamak için onlarca senedir kullanılagelen kültürel şablonların nasıl olup da kayıplara karışmayı başardığını Kuzey 5 Afrika’daki toz duman durulduktan sonra bile anlayacakları şüphelidir. Türkiye’de 1950’lerde başlayan gerçek demokratikleşme süreci, uzun bir yol olduğunu ispatladı. Ama dönemsel askeri darbelere ve Türk ordusunun devam eden siyasi gücüne rağmen, seçimler serbestçe yapılmayı sürdürdü. Şu an iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi 2001 yılı Ağustos ayında Müslüman Kardeşlerinkine benzer daha muhafazakâr İslamcı bir grup olan Refah Partisi’nin eski üyelerince kuruldu. 20111 Büyük Arap Devrimi’yle ilgili en sevdiğim sözler Tunuslu Sarhan Duib’e aittir: “Bu devrimler, Bush’un Arap dünyasını şiddet kullanarak demokratikleştirme niyetine bir cevaptır.” Kiralık veya satılık modeller TESEV yedi Arap ülkesi ve İran’da yapılmış bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarını 3 Şubat’ta açıkladı. Katılımcıların yüzde 66’sı Ortadoğu için ideal model olarak İran’ı değil Türkiye’yi görüyor. Le Monde’dan Financial Times’a kadar medya kalabalığı hemfikir şimdi. Neticede Türkiye câmi ve devlet ayrımının hüküm sürdüğü, çoğunluğu Müslüman bir ülke, işleyen bir demokrasidir. AK Parti yumuşadıkça, İslamcıların iş dünyası ve Avrupa Birliği yanlısı kanadı merkez siyasetçilerle karıştı ve en nihayet 2002’de iktidara geldi. 1920’lerden beri gücü elinde bulunduran ordunun ve İstanbul merkezli geleneksel laik seçkinlerin boğucu elleri işte ancak bundan sonra yavaşça gevşetilmeye başlandı. AK Parti, 1924’te Mustafa Kemal Atatürk’ün getirdiği laik sistemi parçalama rüyası görmedi. Atatürk’ün yerleştirdiği medeni hukuk İsviçre’den alınmıştı. Ülke ağırlıklı olarak Müslüman ama halkı Humeyni İran’ı gibi dinin kılavuzluk ettiği bir sistemden hazzetmeyecektir. Oxford’daki yıldız âlim Tarık Ramazan, Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el Benna’nın torunudur, “Türk tarzını” “bir ilham kaynağı” olarak gördüğünü söyledi. Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şubat ayı sonlarında yeni Türkiye’nin emellerini güç bela gizleyen aşırı bir tevazûyla, ülkesinin Ortadoğu için bir model olmak istemediğinde ısrar edip “ama ilham kaynağı olabiliriz” diyerek Tarık Ramazan’a katıldı. AK Parti, Avrupa’daki 1950 sonrası Hıristiyan Demokratların muadili olarak görülmelidir –dinamik, iş-ticaret odaklı, dini kökenli muhafazakârlar. Mısır’da, Müslüman Kardeşlerin ılımlı kanadı ile AK Parti arasında pek çok benzerlikler var ve ilham için AK Partiye bakmaktadırlar. Yeni Mısır’da, en nihayet meşru bir siyasi parti olacaklar ve çoğu uzman, yeni dönemin ilk seçimlerinde yüzde 25-30 arası oy alacaklarına inanıyor. Mısırlı Marksist ekonomist Samir Amin – gelişmekte olan dünyada saygı duyulan bir isimdir – Türklerin, Mısırlıların ve diğerlerinin ümidi her ne olursa olsun, Mısır’ın kaderi hakkında Washington’ın başka bir fikri olduğundan şüphelendiğini söyledi. Samir Amin, Washington’ın Türk modeli değil Pakistan modeli yani İslami iktidar ve askeri diktatörlük karması bir model istediğine inanıyor. Amin, “Mısır halkı artık iyice politize olduğundan dolayı” bu modelin tutmayacağına kani. Her yol Tahrir’e çıkar Türk eleştirmenler – genelde Batı yönelimli teknik ve idâri bir kasttır – İslam ve demokrasinin örtüştüğü modelin başarılı bir pazarlama dalaveresi olduğu, daha kötüsü, 6 Rusya’nın Ortadoğulu versiyonu olduğu suçlamasını yapıyorlar. Her şeyden evvel ordu, devletin laik vasfının garantörü olarak perde gerisinde orantısız bir güç kullanmaktadır. Ülkedeki Kürt azınlık ise (Hıristiyanlara ve Kürtlere daha fazla haklar veren anayasa değişikliklerine Eylül 2010’da yapılan referandumda evet dediler ama) sisteme gerçekte entegre edilmiş değillerdir. Mübarek’in ahbap çavuşlarının (aynı zamanda müesses askeri nizâmın) kendilerini zenginleştirmelerine fırsat veren bir - yoksullaşmayı birbirine bağlayarak meselenin özüne varmıştır. Er ya da geç kağıtlar açıldığında, ordunun ekonomiyi bu şekilde ve bu denli denetim altında tutuyor olması kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir; mesela orduya ait şirketler su, zeytin yağı, çimento, inşaat, otelcilik sektöründe ve petrol sanayisinde voliyi vurmaya devam ediyor; Nil Deltası’nda ve Kızıl Deniz’de büyük arazi parçaları rejimin istikrarını garanti altına alan “hediyeler” - yine ordunun elindedir. 2006’da Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk, muhteşem Osmanlı geçmişi olan Türkiye’nin hiçbir dünya gücü tarafından sömürgeleştirilemediğini, dolayısıyla da Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bir kısmında “Batıyı yüceltmenin” veya “Batıyı taklit etmenin” Frantz Fanon veya Edward Said’in tanımladığı küçümseyici çağrışımlarının bulunmadığını kaydediyor. Batı’daki kilit sektörlerin Mısır’da “güvenli” bir Türk modeli için bastırmalarında şaşılacak bir yön yoktur. Ancak ülkedeki sefâlete bakınca, genç göstericilerin ve onlara destek veren işçi sınıfının Türk tarzı neoliberal, İslamo-demokratik sistem ihtimaliyle yatıştırılmaları bile olası değil. Bu solcu/İslamcı koalisyonu işçi dostu, bağımsız, bihhakın egemen bir demokrasi uğruna çarpışmaktadır. Bu yeni bağımsız manzaranın mevcut statüsko adına nasıl da sarsıcı olabileceğini görmek için Seyfül İslam’ın satın aldığı gibi London School of Economics’ten doktora almaya ihtiyaç yoktur. 2002’de Türkiye’nin askerden arındırılmış demokrasi yolu ile Mısır’ın genç göstericilerinin ve yeni doğan siyasi partilerinin önündeki yol arasında büyük farklılıklar var. Türkiye’deki kilit aktörler iş dünyasındaki İslamcılar, muhafazakârlar, yeni-liberaller ve sağcı ulusçulardır. Mısır’da ise İşçi yanlısı İslamcılar, solcular, liberaller ve sol ulusalcılardır. Tahrir Meydanı devrimi esasen iki gençlik grubu tarafından başlatıldı: 6 Nisan Gençlik Hareketi (grevlerde işçilerle dayanışma içine girmişlerdir) ve Hepimiz Halid Saidiz (polisin gaddarlığına karşı seferber etmiştir). Daha sonra Müslüman Kardeşler eylemcileri – ve çok önemlidir – örgütlü emek, IMF’nin “yapısal ayarlamalar” zehrinden çok çekmiş işçi (ve işsiz) kitleler de onlara katıldı (Bir IMF heyeti Nisan 2010’da Kahire’yi ziyaret etmiş ve Mübarek’in kaydettiği ilerlemeleri övmüştü). Ayna, ayna söyle bana Yanlış anlamayın: Tahrir Meydanı’ndaki eylemciler Türk sistemini Mısır’da üretmeyi istesinler veya istemesinler, Türkiye Mısır’da ve Arap dünyasında müthiş popüler bir ülkedir. George W. Bush’un Irak’ı işgal için Türk topraklarını kullanma talebini geri çevirerek bağımsızlıklarını tesis ettiklerinden dolayı ülkenin 2003 yılından beri yükselişte olan bölgesel liderliğini pekiştirmek için Ankara siyasetçilerine mükemmel bir tablo sunmaktadır. İsrail komandolarının Özgür Gazze Filosu fiyaskosunda öldürdüğü dokuz kurbandan sekizi Türk çıktığında bu Tahrir Meydanı’ndaki devrim, gayet anlaşılabilir bir şekilde gerekli tüm bağlantıları kurmuştur. Acınası derecede düşük ücretleri, kitlesel işsizliği ve 7 popülarite daha da arttı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “kanlı katliamdan” dolayı İsrail’i şiddetle kınadığı anda artık Gazze Kralı’ydı. Mübarek, 2011 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayacağını ilan ederek Tahrir Meydanı gösterilerine karşılık verdiğinde Başkan Obama pek bir şey söylemedi; İngiltere eski başbakanı Tony Blair Mısır’ı “aceleyle seçime koşturmama” yönünde zorladı. Erdoğan’a gelince, El Cezire’deki canlı yayında tüm İslam dünyasının gözü önünde Mübarek’e cumhurbaşkanlığından çekilmesini âdeta emretti. Karadeniz, Kafkaslar, Hazar, Orta Asya, Basra Körfezi, Ortadoğu ve Akdeniz. Türkiye bugün kilit bir oyuncu ve bu bölgelerin büyük bir çoğunluğunda halklar gözünü gerçekten de Türkiye’ye çevirmiş bir haldeler. Ankara’nın Ortadoğu’da dikkate alınacak bir güç olacağına kâni olan Davutoğlu için fekalâde bir andır bu. Yeterince basit ifade ettiği üzere “burası bizim evimizdir.” Türkiye’nin “stratejik derinlik” fikrini alın ve 2011 Büyük Arap Devrimiyle birleştirin; Erdoğan’ın sadece Türk modelini Mısır’ın hatta Ortadoğu’nun modeli yapmaya değil aynı zamanda bölge ve Batı arasında müstakbel aracı olarak Mısır’ı sahne gerisine atmaya niçin teşebbüs ettiğini anlayacaksınız. Erdoğan ve Davutoğlu’nun bu yönde ilerledikleri kendilerini Suriye ve İsrail arasında aracı olarak yerleştirmeye çalışmalarından ve İran’a yönelik karmaşık bir siyasi, diplomatik ve ekonomik açılım başlatmalarından bellidir. Washington, gönülsüzce ve karmakarışık şekilde de olsa, Mübarek’in sağlam savunucuları İsrail ve S. Arabistan’ın yanında, tarihin yanlış tarafında oyalanırken, bölge siyasetinin akıllıca bir değerlendirmesini yapan Erdoğan kendi kaderlerini çizmek isteyen Mısırlıları desteklemeyi tercih etti. Ve amorti etti. Mesele Amerika’nın Türkiye’yi “kaybetme” meselesi değildir; bazı eleştirmenlerin itham ettiği gibi Erdoğan yeni-Osmanlı halifesi (o da ne demekse) olma rüyası görüyor da değildir. Burada anlaşılması gereken, yeni bir Türk kavramıdır: Stratejik derinlik. Bunun için bir kitabın kapağını çevirmemiz lazım: “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu.” 2001 yılında İstanbul’da yayınlanan kitabı şu an Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu Marmara Üniversitesi uluslararası ilişkiler bölümünde hocalık yaptığı zamanda kaleme almıştı. Tarihi ironilerden bahsedersek, İran’ın köktenci liderleri kendilerine derin bir husûmet besleyen Mısır rejiminin yok olup gitmesini izlerken, İran’ın Yeşil Hareketi protesto gösterileriyle Tahran’ı aniden sarmaya başladı - tam da Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ülkeyi ziyareti sırasında. Gösterilere (Tahran standartlarına göre) kadife eldivenle muamele edildi zira molla diktatörlüğü, Arap kitle hareketleri için bir numaralı ilham kaynağı olma hususunda kendisini Türk müttefiki karşısında kaybedebileceği bir rekabette buldu. Davutoğlu bu kitapta – artık iyice yaklaşan – bir geleceğe bakmış ve Türkiye’yi eşmerkezli üç halkanın merkezine yerleştirmişti: 1) Balkanlar, Karadeniz havzası ve Kafkaslar; 2) Ortadoğu ve Doğu Akdeniz; 3) Basra Körfezi, Afrika ve Orta Asya. Türkiye’nin gelecekteki nüfuz alanlarının en az sekiz tane olduğuna henüz 2001 yılında bile inanıyordu: Balkanlar, Java: Kahvenizin yanında Demokrasi ister misiniz? Şayet Mısırlılar demokrasinin tesisi hakkında ders çıkarmak istiyorsa, Türkiye hiç de tek ilham kaynağı değildir. Örneğin, Latin Amerika’ya bakabilirler. Güney 8 Amerika 500 yıldır ilk kez tam demokratik. Soğuk savaş döneminde Mısır’da olduğu gibi Latin Amerika’da da diktatörler ve askeri düzen hâkimdi. Mesela Brezilya’da askeri diktatörlüğü geride bırakan “yavaş, tedrici ve güvenli” siyasi açılım uygulamada bir on yıl aldı. büyük bir sorun; zenginlik ve hak (bazılarının da dediği gibi, benzer şey ABD için de geçerlidir) konusunda daha kırk fırın ekmek yemek lazım. Ama bugün hukukun üstünlüğü hâkimdir. Bir İslam devletinin hiç şansı olmadı. Bugün Endonezyalıların sadece yüzde 25’i oylarını İslamcı partilere veriyor; Müslüman Kardeşlerin ideolojisinden olan ama resmi olarak gayri Müslimlere de açık tutulan Refah ve Adalet Partisi, Başkan Yudhoyono’nun kabinesindeki 37 sandalyeden sadece dördünü elinde bulunduruyor ve 2014 yılında yapılacak seçimlerde oyların yüzde 10’nundan fazlasını da ummuyor. Yani sabır gerekir. Aynı şey bir başka model için de geçerlidir: Endonezya. 32 yıl iktidar süren Amerika destekli yaşlı bir diktatör, Şuharto, Kahire’ye yaptığı ziyaretten döndükten sadece birkaç gün sonra istifa etti. Endonezya o vakitler 2011’in Mısır’ına benziyordu: Batı dostu, ağırlıklı olarak müslüman, solcu entelektüelleri ve siyasi İslam’ı ezmiş mega-yolsuz bir askeri diktatörün fakirleştirdiği ve ondan yaka silken bir ulus. Endonezyalılar ABD’ye yakın duruyor ve Washington, Çin’e karşı ağırlık olması için Endonezya’ya kur yapıyorsa da, Brezilya büyük bir popülaritesi olan Lula da Silva döneminde daha bağımsız bir yol tutturdu (Latin Amerika’nın büyük bir kesimi için de doğrudur bu). Bu süreç yaklaşık 10 yıl aldı ve gelecekteki tarihçiler tarafından Berlin Duvarı’nın yıkılışı kadar önemli görülebilecek bir olaydır. Aradan geçen 13 yıl sonra, Endonezya bugün dünyanın üçüncü büyük demokrasisi ve Güneydoğu Asya’nın en özgürü; seküler bir hükümeti, hızla büyüyen bir ekonomisi var ve ordusu siyaset dışında duruyor. Hâlâ canlı anılarım var; 1998 Mayıs’ında bir gün başkent Jakarta kelimenin tam anlamıyla yanıyorken, yükselen duman sütunlarında öfke patlaması yaşanırken bisiklete biniyordum. Washington o vakitler müdahale etmemişti; Çin veya ASEAN’ın 10 üyesi de. Endonezyalılar kendi başlarının çaresine baktılar. Geçiş süreci daha önce büyük ölçüde gözardı edilen anayasayı takip etti. (Mısır’da ise anayasanın referandumla değiştirilmesi gerekiyor.) Doğru, Endonezyalılar bir süre Şuharto’nun kendi elleriyle seçtiği başkan yardımcısı B.J.Habib ile birlikte yaşamak zorunda kaldılar (Mübarek’in kendi elleriyle seçtiği “İşkence Şeyhi” meymenetsiz Ömer Süleyman’ın tam aksine cana yakındı o.) Seçim çalışmaları, seçim kanunlarının değiştirilmesi, meclisteki atanmış vekillerden kurtulmak bir yılı aldı. İlk başkanlık seçiminin yapılması için altı yıl geçmesi gerekti. Ve evet, yolsuzluk halen 1989, Doğu Avrupa’da, küresel pazara erişmek isteyen insanların ayaklanma zinciri olarak görülebilir kısmen de olsa. Büyük Arap Devrimine gelince, o daha ziyâde aynı pazarın diktatörlüğüne karşı bir ayaklanmadır. Tunus’tan Bahreyn’e kadar tüm göstericiler sosyal katılım, yeni daha iyi sosyal ve ekonomik sözleşmeler lehine yola düştüler. Latin Amerika’da bu sarsıcı ayaklanmalara müthiş bir sempatiyle ve “biz yaptık, şimdi de onlar yapıyor” hissiyle bakılmasına şaşmamalıdır. Gelecek elbette ki bilinmiyor fakat on veya yirmi yıl sonra Mısırlıların ve diğer Arap halkların Türk modeline veya Brezilya yahut Endonezya modeline değil de yepyeni bir yola koyulduklarını söyleyebiliriz. Gelecek, 9 Kahire’den Tunus’a, Bingazi’den Manama’ya, Cezayir’den (Allah’ın izniyle) Suud hanedanı sonrası bir Arabistan’a kadar, yeni bir siyasi kültürün icâdına ve yerli ve ümit o ki, yeni ve şaşırtıcı şekillerde demokratik yeni ekonomik sözleşmelere gebe olabilir. Bu bizi tekrar Türkiye’ye getiriyor. İslam’ın yepyeni, bugünden hiç kimsenin bir ipucuna bile sahip olmadığı, Avrupa’daki din ve siyaset ayrımına benzeyecek şeyin yapıtaşı olması pekâla mümkündür. 1968 ruhuyla, bir Arap Banksy [Banksy, duvar resimleriyle ünlü bir sanatçıdır] bile resmedebiliriz. Boydan boya Arap başkentlerine nakşediyor: “İktidarda Muhayyile” 18 Mart 2011 Kaynak: Tomdispatch Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 10 sık sık tatlı dil dökülen taraf olmalarını sağlayacak bir dinamik yarattılar. Diğerlerinin de açık rızasıyla yedinci bir ülke, Türkiye, kendisini iki taraf arasında kolaylaştırıcı ve belki de aracı olarak yerleştirdi: Bir yanda ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya, diğer yanda İran. Bu öyle bir dizi ki tekrarlamaktan kendimi alamıyorum. İran’la müzakerelerde Türkiye’nin rolü - George Friedman P5+1’in İran’la müzakereleri 21-22 Ocak‘ta başlayacak. Diplomasi dünyasının anlaşılmaz jargonuna âşina olmayanlar için söyleyelim: BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi (ABD, İngiltere, Fransa, Çin, Rusya) artı Almanya arasındaki müzakerelere P5+1 deniliyor. Bu altı ülke, bir ülkeyle, İran’la müzakere yapıyor olacak. Toplantılar bir diğer ülkenin, Türkiye’nin himâyesinde İstanbul’da gerçekleşecek. Türkiye aracılık yapmayacağını sadece toplantıya ev sahipliği yapacağını söyledi. Bu rolde kalmak Türkiye için zor olacaktır. Kuzey Kore’ye askeri bakımdan hiç kimse bir şey yapmıyor çünkü menzili Seul olan topçusuyla bile bir tehditten çok bir nüans meselesidir (sabit topçu bataryaları Amerikan hava gücü için mükemmel hedeflerdir). Müzakereler ve yer yer yapılan yardımlar sorunu çözüyor. İran’ın durumu ise çok daha önemli ve potansiyel nükleer silahların da ötesine geçiyor. Eğer ABD bölgeden çekilse, İran, nükleer silahı olsun olmasın, Basra Körfezi’ndeki en kuvvetli konvansiyonel silah gücü olur. ABD’nin bu yılın sonuna kadar Irak’tan çekilmesinin resmi zaruret olmasına bakınca, İran kayda değer ölçüde daha da kuvvetlenmiş oluyor. İranlılar, beş ülkenin (ABD, Çin, Japonya, Rusya ve G. Kore) kendisine diplomatik emsalleri gibi muamele etmeleri için nükleer programını bir çerçeveye dönüştüren Kuzey Kore’den görüp öğrendiler. Sovyetlerin çöküşünden ve Çin’in kendisini uluslararası ticarete vermesinden beri rejim bekasını dert edinen Kuzey Kore’nin ciddi bir güç gibi muamele görmesi onun nezdinde esaslı bir diplomatik vuruştur. Bunu sırf nükleer silah geliştirme tehdidi başarmıştır. Biraz geriye çekilir ve Kuzey Kore ekonomisinin Üçüncü Dünya ülkeleri arasındaki en sefil ekonomilerden biri olduğunu, nükleer yeteneklerinin ispatlanmamış olduğunu göz önüne alırsanız, beş büyük güçle müzakere için ikna edilen taraf olması (sık sık reddetmesi ve sonra tatlı dil dökerek ikna edilmesi) tam bir kazanımdır. Kuzey Kore’nin amacı rejim bekasıdır. Bunun ötesinde bir amacı yok. İran’ın emelleri arasında rejim bekası var ama ötesi de var. Doğrusu, rejime karşı bazı tehditler varsa onlar da dışarından değil İran içerisinden gelmektedir ve hiçbiri de rejim değişikliğine yol açacak denli güçlü değiller. Dolayısıyla İran, gücünü korumaktan ziyade onu pekiştirme istikametindedir. Tarihi bir fırsatla karşı karşıya ve bir kara savaşına bulaşmadan onu kullanmak istiyor. İran bir fırsatı kullanıyor Irak’taki Amerikan askeri varlığının azalması ilk adımdır. Irak’taki Amerikan gücü azalırken, İran’ın gücü artıyor. Muktada Sadr geçen hafta İran’dan Irak’a döndü. Sadr, Irak’taki İran yanlısı, Amerikan karşıtı güçlü bir milis grubunun ideriydi ve Amerikan İranlılar da benzer bir mevki edindiler. Müzakerecilerin en zayıfı olmalarına nazaran, dünyanın en güçlü altı ülkesiyle masaya oturmalarını ve Kuzey Koreliler gibi 11 kuvvetlerinden gördüğü ağır baskı yüzünden dört yıl evvel Irak’tan ayrılmıştı. Dönme kararı sırf ona ait değil. Aynı zamanda bir İran kararıdır bu ve zamanlaması mükemmeldir. İran yanlısı Nuri el Maliki başbakanlığında şu an hükmi bağımsızlığı olan bir Irak hükümeti var ve Amerikan askerleri çekilmek üzere iken Sadr’ın ileri sürülmesi, ABD’nin direncinin, Irak’taki mütefiklerinin ise güvenlerinin azaldığı bir sırada Irak hükümeti üzerindeki İran baskısını artırmaktadır. diplomatlarına ve küçük gruplar halinde ülkeye yayılmış yardım işçilerine saldırdıklarından dolayı nedâmet getirmeyeceklerdir şüphesiz. ABD yaklaşık 170.000 askerle Irak’ı kontrol edememişti ki İranlılar öteki yolu tercih ettikleri takdirde, 50.000 yahut daha az sayıda asker, Amerika’nın kayıplar vermesiyle sonuçlanacaktır. Ve bu kayıplara askeri veya siyasi bir başarı ümidi eşlik etmeyecek. Amerika’nın Irak’taki askeri kuvvetlerini çarpıcı biçimde artırmaya hazırlanmadığı varsayıldığında, İranlılar şu an tarihi bir fırsatla karşı karşıya. ABD’nin seçenekleri ABD şu an can alıcı bir seçimle yüz yüze gelmiştir. Irak’taki kuvvetlerini çekmeyi sürdürürse, Irak bir İran uydusuna dönüşecektir. Şiiler arasında bile İran karşıtı olanlar var elbette ama İran’ın örtülü yetenekleri ve açık nüfuzu, yanı sıra sınırdaki askeri mevcudiyeti, Irak’ın direnç kabiliyetini köreltecektir. Eğer Irak, İran’ın müttefiki veya uydusu haline gelirse, Irak-S. Arabistan ve Irak-Kuveyt sınırları da İran sınırlarına dönecek. Bölgede, ABD’nin İran’a karşı direnme iştahı olmadığı hissi hâkim olacak. Amerikalılara İranlılarla baş etmelerini söyleyen ama başarısız olan Suudiler İran’la bir uzlaşmaya varmak zorunda kalacaklardır. Başka bir ifadeyle, Ortadoğu’da –Irak’ta - en stratejik konumda olan İran, artık Ortadoğu’da hâkim güç olma ve aynı zamanda Arap Yarımadasının siyasetini şekillendirme kabiliyetine sahiptir. Nükleer mesele o kadar da önemli değil. İsrailliler, İranlıların nükleer silah üretmelerine üç ila beş yıl uzaklıkta olduklarını söylüyorlar şimdi de. Bu ister ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın isterse başka bir teknik istihbarat ajansının İran santrifujlarına yerleştirdiği bilgisayar solucanları sayesinde olsun, yahut da daha önce de dile getirdiğimiz gibi nükleer silah üretiminin gerçekten çok zor oluşu ve uzun zaman alması yüzünden olsun, İsrailliler kamuya açık baskıyı azalttılar. Baskı, Suudilerden geliyor. Stratfor’un dediği ve Wikileaks’in teyid ettiği üzere, ABD’ye İran hakkında bir şeyler yapılmasını söyleyen Suudilerdir ve bunu sadece nükleer silahlardan dolayı değil konvansiyonel güç dengesindeki değişimden dolayı da yapıyorlar. İran, sahip olmadığı silahların imhasına kolaylıkla karşı koyabilirken, onun gerçek korkusu İran’ın konvansiyonel kuvvetlerine özellikle de donanma ve zırhlı kuvvetlerine ABD’nin konvansiyonel bir hava saldırısı düzenlemesidir. İran donanma kuvvetlerinin yok edilmesi çok önemlidir zira bir savaşta İran’ın en güçlü karşıt hamlesi, mayınlarla, gemisavar füzelerle ve teknelerle yapılacak ABD’nin Irak’taki kuvvetleri çekmeme veya az sayıda asker çekmekle yetinme şıkkına sahiptir elbet ama burada sembollerden değil savaştan bahsediyoruz. Çekilme sürerken, eğitim ve destekleme rolü ve İran yanlısı Milis gücüne direniş için konuşlandırılan yirmi bin asker azdır. Çeşitli milis güçler, Amerikan askerlerine, 12 intihar saldırılarıyla Hürmüz Boğazını kapatmak ve boğazdan geçen petrol akışını kesmek olacaktır. Böylesi bir kesinti, küresel ekonomik toparlanmayı allak bullak eder. İran’ın gerçek “nükleer” seçeneği budur. İranlılar, isyan bastırmanın aksine, hava harbinde Amerika’nın güçlü olduğunu biliyorlar. ABD’nin uzun süreli bir hava harbinde İran’ın konvansiyonel yeteneklerini yok etme kudretini ve o konvansiyonel kuvvet olmaksızın İran’ın ciddi ölçüde önemsizleşeceğini yabana atmıyor. Dolayısıyla da İran masaya iki kartla geliyor. Birincisi, nükleer karta oynayarak sahip olduğu güçlü müzakere elini muhafaza etmek. İkincisi, ABD’nin İran konvasiyonel kuvvetlerine hava saldırısı düzenlemesinden sakınmak. teşebbüs etmek ve bu esnada Basra Körfezi’nden petrol akışının kesilmesini önlemek arasındadır. ABD nokta-i nazarından, bu seçeneklerden hiçbiri de iştah uyandırıcı değildir. İran gücüyle birlikte yaşamak, gelecekteki tehditlere kapıyı açmak olur. Irak’a iyice yerleşmek ise Afganistan’a askeri kuvvet tahsisinden dolayı mümkün olmayabilir. Her hâlükarda, Irak’tan çekilmeye son vermek bir tıkama kuvveti oluşturacaktır ama bu kuvvet Irak veya İran’a iradesini dayatabilecek kadar büyük olmayacaktır. Müeyyideleri sürdürme veya yoğunlaştırma şıkkı da var elbet. Sorun şu ki Amerikalılar bile bu müeyyidelerde büyük gedikler açtılar ve Çinliler, Ruslar, Avrupalılar da canları istedikleri vakit memnuniyetle gedik açıyorlar. ABD İran’ı abluka altına alabilirdi ama Rusya’dan gelen benzin dâhil ithalatının büyük bir kısmı kuzeyden kara yolu ile geliyor ve ABD donanmasının etkin bir deniz ablukası uygulaması için Çin, Rusya ve diğer ülkelere ait ticari gemileri durdurması ve gemilere çıkması lazımdır. Bu tartışmada bahis masasında yatan, Arap Yarımadası’nın geleceğinden daha azı değildir. İranlılar bölgeyi şekillendirmek için onu işgal etmek zorunda kalmayacaklar. Potansiyel bir İran işgalinin söz konusu olması kâfidir. Rejim bekâsı sorununu İran’dan S. Arabistan’a havale edecektir. Kuveyt’teki Amerikan askerleri işe yarar ama ana eşitliği değiştirmeyecektir. Suudiler, Irak’tan çekilmeyi ABD’nin Kuveyt’ten de çekilebileceği anlamına yoracaklardır. Suudilerin hissedecekleri İran’la uzlaşma baskısı müthiş olacaktır zira ellerindekinin hepsini ABD’ye yatırmayıp yumurtaları ayrı sepetlere koymak zorunda kalacaklar. Askerleri S. Arabistan’a mevzilendirmeye gelince, değişen derecelerde riskler zira Çöl Kalkanı ve Çöl Fırtınası sırasında Amerika’nın S. Arabistan’daki varlığı, el Kaide’nin yükselişini tetiklemişti. ABD, İran rafinerilerini bombalayabilir fakat bu yalnızca benzin ithalatına kapı aralayacaktır. Müeyyidelere genel olarak itibar etmiyorum; şimdiki müeyyideler İran’ın canını acıtsa bile rejim değişikliğine zorlamayacak veya İranlıların şu an sahip oldukları türden fırsatları tepmelerine yol açmayacaktır. Kendilerini Irak’ta tahkm ederek müeyyidelerin yarattığı pek çok problemi çözebilirler. Suudiler istedikleri barış için ödemeleri gereken bedeli ödeyeceklerdir. Dolayısıyla da seçenekler, bölgesel dengenin İran lehine dönmesini kabullenmek, ABD’nin Irak’tan çekilmesini durdurmak veya İran konvansiyonel kuvvetlerini yok etmeye Avrupalılar tek bir şey hâriç hiçbir şey de ortak fikirde değiller: Basra Körfezi’nden akan petrolün kesildiğini görmek istemiyorlar. Eğer ABD bir hava saldırısının 13 başarılı bir sonuç getireceğini garantileyebilse, Almanlar ve Fransızlar halka açık yerde Amerikan tektaraflılığını kınarken halka kapalı yerde destek vereceklerdir. Çinliler, bir Amerkan saldırısının kendileri için yaratacağı riskler karşısında dehşete düşüyorlar. Başka yerlerde Amerikan rekabetiyle karşılaşmamak için ABD’nin Ortadoğu’da bataklığa saplandığını görmekten mutlu olsalar da Ortadoğu petrolüne ihtiyaçları var. Son olarak da Ruslar yükselen enerji fiyatlarından ve ABD’nin bir diğer savaşa batmasından kazanç elde edecekler. Bir askeri saldırı, Avrupalılar ve Çinliler aksine Ruslar nezdinde kabul edilebilir duruyor. için de çabaladılar. Aynı zamanda, Türkiye kendisini İslam dünyasının lider gücü ve İslam dünyası ve Batı özellikle de Amerika arasında köprü olarak konumlandırıyor. Türkler P5+1 ve İran arasındaki müzakereleri yönetme rolünü üstlendiler. Bilhassa ABD, Türkiye’nin P5+1’in müeyyide uygulamasına denk gelen son gayreti karşısında altüst oldu. Türkler, Brezilya ile birlikte, nükleer materyallerin takasını müzakere ettiler ki takas Batı tarafından yetersiz görüldü. Gerçek şu ki Amerika, Türkiye ve Brezilya’nın o vakit oynadıkları tektaraflı role hazırlıksız yakalandı. O tarihten beri nükleer korkular dibe çöktü, müeyyideler en fazla sınırlı bir başarı kaydetti; ABD’nin Irak’tan çekilmesine bir yıl kaldı ve muharip rolden daha yeni çekildi. ABD şimdi bir Türk rolünü memnuniyetle karşılıyor. İranlılar da. Diğerleri mesele değil şu an. Gelecek hafta masada bu kampanyaların başta vaatkâr durduğunun ama hep başarısız olduğunun farkında olan Amerikalılar; uzun vadeli bir probleme düşük riskli bir çözüm isteyen Avrupalılar ve Çinliler; Amerika’nın bir kez daha müdahalesini ümit ettiği halde ve yüksek enerji fiyatlarıyla yaşamaya hazır olmasına ğmen yardımcı olur gibi görülmek isteyen Ruslar; ve konvansiyonel bir savaştan sakınmak isteyen ama İslam Cumhuriyeti’nden önce de yolunu gözledikleri Basra Körfezi üzerinde hâkimiyet kurma fırsatını da tepmek istemeyen İranlılar olacak. Türkler şimdi bir ikilemle karşı karşıyalar. Tarafsız kalarak müzakere etmeyi istemek çok iyi tabi ama en önemli taraf masada yok: S. Arabistan. Türkiye askeri kuvvet bakımından pek bir riske girmeden İslam dünyasında hâkim bir rol oynamak istiyor. Türkiye’nin problemi bu durumda ABD ve İran’ı yakınlaştırmak değil Suudiler ile İranlıları yakınlaştırmaktır ve bu çok büyük bir sorundur zira işin içinde dini meseleler olduğu gibi İran’ın, Suudilerin en çok karşı çıktığı şeyi istemesi de var: Bölgede hâkim güç olmak. Türkiye’nin problemi, bölgedeki esaslı meseleyi yani Acemler ile Arapları bağdaştırmaktır. Türklerin hissesi Ve Türkler var. Türkler, Bağdat’ta istikrarlı ve kalıcı bir hükümet kurmakta başarısız olunacağını böylelikle de İran-Irak arasındaki güç dengesinin bozulacağını düşündükleri için Amerika’nın Irak işgaline karşı çıktılar. Türkler, faaliyetlerini Irak üzerinden yürüten Türkiyeli Kürtlerden kaynaklı tehditlerin üstesinden gelmenin ötesine geçecek şekilde güneye sürüklenmekten kaçınmak Nükleer mesele kolay çünkü şimdilik zaman hassasiyeti yok. Irak’ın geleceği ise zaman hassasiyeti olan ve belirsizlik taşıyan bir mesele. ABD Irak’tan ayrılmak istiyor ve bu durum geride İran yanlısı bir müttefik bırakıyor. İran yanlısı bir Irak, sırf varlığıyla, 14 S. Arabistan’ın gerçekliğini değiştirmektedir. Türkiye yapıcı bir rol oynamak istiyorsa, üç ihtiyacı karşılayan bir formül bulmak zorundadır. Birincisi, Amerikan kuvvetlerinin çekilmesini kolaylaştırmaktır zira kalmayı sürdürüp kayıplar vermek bir seçenek değildir ve çok az kişinin istediği bir konvansiyonel hava harbiyle sonuçlanacaktır. İkincisi, İran’ın Irak üzerindeki kontrol derecesini sınırlamak, mutlak kontrol sağlamasına izin vermeksizin İran’ın Irak’taki çıkarlarını garantilemek. Üçüncüsü, S. Arabistan’ı, İran’a verilen kontrol derecesinin Suudi çıkarlarını tehdit etmeyeceğine ikna etmek. Eğer Amerika bölgeyi terk ederse, tüm taraflara bu garantileri sağlamanın tek yolu Türk silahlı kuvvetlerinin İran nüfuzunu dengeleyerek Irak’ta açık ve örtük faal bir rol oynamasıdır. Türkiye bölgede yükselen bir güç ve şimdi gücün bedeliyle yüz yüze gelmek üzeredir. Türkler İranlıların veya Suudilerin tarafını seçmeyi tercih edebilirler ama her iki strateji de uzun vadede Türk güvenliğini artırmayacaktır. dengelendiği karmaşık ve nahoş bir süreçtir. Kendisini ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya ile İran arasındaki müzakerelere ev sahibi olarak konumlandıran Türkiye’nin alması gereken temel bir karar var: Ya görüşmeler için bir masa tedarik etmekle yetinir ya da görüşmeleri şekillendirir ve neticeyi garantiler. Amerikalıların öğrendiği üzere, hiç kimse onlara teşekkür etmeyecek, hiç kimse bunları yaptı diye onlar hakkında daha iyi düşünmeyecek. P5+1 görüşmelerine daha derin dahlin tek nedeni, bölgeyi istikrara kavuşturmanın ve İran-Arap dengesini korumanın Türkiye’nin ulusal çıkarlarına olmasıdır. Fakat Türkiye’nin iç siyasi kültürünü burkan bir kayma olacaktır. Kaçınılmaz bir kaymadır. Bugün olmazsa yarın. 13 Ocak 2011 Kaynak: Stratfor Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın Türkler İran’la hava harbi istemiyorlar. Irak’ta kargaşa istemiyorlar. Acemler ve Araplar arasında tercih yapmak istemiyorlar. İranlı bölgesel bir hegemon da istemiyorlar. Türklerin istemediği çok şey var. Soru şu: Ne istiyorlar? İstediklerini almak için ödemeyi göze aldıkları bedel nedir? Irak’ta üstlenmeleri gereken başlıca risk, İran gücünü sınırlamak, engellemek ve Arap Yarımadası’nda çok fazla ileri gittiği takdirde İran’a tehdit oluşturmaktır. Bu yapılabilir fakat Türklerin son yüzyılda davrandıkları gibi değil. Gerçekler değişti. Bölgesel güç olmak soyut bir kavram değildir. Bir ülkenin çıkarlarına karşı uzun vadede yükselen daha büyük tehditleri engellemek amacıyla, çatışan çıkarların 15 dünyasına ve dış politikasında müslüman geleneğine daha çok yoğunlaşmaya başladığı anlamına gelir mi?” diye sorup “kesinlikle” diye cevap verdiği bir rapor göndermişti. Washington Türkiye’yi yanlış okuyor - Michael Goldfarb Bir kelime yazacağım. İslamcı. Kuzum, diplomatlarımız hafta sonları Ankara’dan uzaklaşmıyor mu? Fiilen herkes uzaklaşıyor ve İstanbul’a gidiyor. Aklınıza ne geliyor? Şimdi de bir ifade yazacağım. İstanbul, Avrupa’nın 24 saat yaşayan bir başkentidir – evet Avrupa başkenti. Şehir, Avrupa Birliği’nin yıllık olarak fonladığı gereksiz bir işi, Avrupa’nın bölgesel şehirlerinin zengin kültürel hayatına ve gece hayatına ışık tutan bir görevi Avrupa Kültür Başkenti olarak daha yeni bitirdi. Önceki Kültür Başkentleri arasında içkicilerin cenneti Dublin, Glasgow ve Liverpool vardı. 2011’deki başkent ise eğlence tutkunlarının şişelerin kapağını açmaya başladıkları Estonya’nın başkenti Tallinn. İstanbul, biraz düşündüğünüzde -ki açıkçası Washington’dakileri üzerinde düşünmüş değiller - pek de İslamcı olmayan bir gelenekten daha fazlasını barındırmaktadır. Dünya’nın en dinamik şehri. Aklınıza ne geliyor? Bu ikisini bir arada düşünebilir misiniz? İslamcı denilince büyük bir ihtimalle durgun, çürümüş bir ekonomisi olan, kadınların baştan ayağa siyahlarla kapandığı gayri demokratik bir yer hayal etmişsinizdir. Kederli bir yerdir ve yerici anlamda püritendir; Amerika’ya ve Batıya hasımdır. Dinamizm denilince aklınıza New York, Hong Kong, Şangay, Rio ve Mumbai gibi herşeyin mübah olduğu bir kapitalizmin durgunluk döneminden sonra yeniden canlandığı yerler gelir. Brookings Enstitüsü’nün yayınladığı bir son bir rapora göre dünyanın en dinamik şehri, İslamcı eski belediye başkanı’nın şu an Türkiye başbakanı olduğu İstanbul’dur. İkisini bir arada düşünün. Şu AB fonu da nedir? Türkiye’nin AB üyeliği başvurusunun reddedildiğini mi düşünmüştünüz? Çok yabancı çok İslamcı çünkü öyle mi? Hayır, üyelik müzakereleri devam ediyor, uzun ve belirli bir süreç izliyor. Resmi Washington’ın hatırı sayılır bir bölümü Erdoğan’ı kelimenin en kötü manasıyla İslamcı olarak görüyor. Dışişleri Bakanlığı’nın Wikileaks tarafından sızdırılan yazışmalarına göre Erdoğan, Türkiye’yi Osmanlı’nın ihtişamlı günlerine geri götürmek isteyen bir dışişleri bakanı dâhil sosyopatlarla çevrili bir hasım güçtür. Amerikalı bir diplomat 2009 yılında Washington’a “tüm bunlar, ülkenin İslam Son tahlilde, Türkiye’nin dünyanın en zengin ekonomik birliği olan AB üyeliğine girişi – AB’nin GSYH’sı ABD’ninkinden büyüktür – ikincil bir öneme sahiptir artık çünkü Avrupa ile mevcut ticari bağları muazzam düzeydedir. 2010 yılına ait sayılar henüz belli değil ama Türkiye ekonomisi geçen yılın ortalarında yüzde 11 oranında büyüdü. Seneyi bu hızla kapatmayacaktır ama galiba 2010 yılında Avrasya kara parçasının Batı 16 ucundaki en hızlı büyüyen ekonomisine sahip olacaktır. arasında başgösteren gerilim ve İsrail komandolarının Gazze ablukasını yarmak isteyen Türk gemisine hücum edip dokuz Türk’ü öldürdüğü olay yüzündendir. İsrail’in Kongre’deki pek çok dostu ve dost yorumcuları İsrail saldırısını haklı kılarken İslam kelimesini tüm olumsuz çağrışımlarla birlikte kullandı. Fakat Washington’daki tipler yaptıkları en iyi şeyi yaparken – yüksek sesle konuşurken – İsrail’in Türkiye’yle ticareti sessizce devam etmektedir. Yahudi devleti, İslamcı Türkiye’ye insansız uçaklar dâhil savunma teçhizatı bile satmaktadır. Büyümenin büyük bir kısmı AB ile ticaretinden geliyor. Türkiye ticaretinin yüzde 44’ü AB iledir. Kesin sayıların elde olduğu 2007 yılında, AB ülkeleri Türkiye’ye 16.4 milyar dolar yatırım yaptı. Bu miktarda paralar İslamcı ülkelere akmaz özellikle de çıkaracak petrolü olmayanlara. İstanbul’un elinde tuttuğu statünün nedenlerinden biri de Avrupa ile ticarettir. Genç işadamları Türkiye’nin en büyük şehrini ziyaret ediyor ve gece boyunca yatmayıp oynuyorlar. San Francisco benzeri denize nâzır diğer şehirler gibi Tepeleri Câmilerle taçlanmış Boğaziçi’nin şehri de dinine düşkün - belki daha fazla. İnsansız uçaklar öncelikle güneydoğu’daki Kürt âsilere karşı kullanılmaktadır. Türkiye’nin olumsuz resminin bir diğer nedeni de bu olabilir. Kürtlerin ABD Kongresi ve yorumcular çevresinde Türkler’den daha çok sayıda dostu vardır. Türkiye 2003 yılında ABD ordusunun Irak’ı işgali için bir alan açmaması yüzünden Washington’da Erdoğan’ın AK Partisine karşı halen geçmemiş bir kırgınlık var sanırım. (Üstelik Türklerin ezici çoğunluğu da meclisin bu şekilde davranmasını istemişti.) 2003 Şubat ayında büyük bir hüsran duygusu yaşayan eski askeri yetkililer ve Bush yönetimindekiler bile kabul etmelidirler ki Irak’ın bazı kesimlerinde özellikle Kürt bölgesinde normal bir ekonomi görüntüsü Türkiye sayesindedir. Resmi Washington’ın Türkiye’yle ilgili kör noktasını anlamak zordur. Ortadoğu’daki en demokratik devlettir, dinamik ekonomisi vardır, NATO’daki ikinci büyük ordudur ve ordusunu mevzilendirme konusunda diğer NATO ortaklarında olmayan bir iradesi vardır. Fakat Erdoğan iktidara geldiğinden beri Türkiye’nin - anayasa değişikliklerinden bahsetmeye bile gerek yok - yaşadığı ekonomik ve sosyal dinamizm, dışişleri bakanlığından düşünce kuruluşlarına ve oped makalelere kadar göz ardı ediliyor. Türk eknomomisi büyürken bile vergilerin aşağı çekilmesi dolayısıyla American Enterprise Institute ve Heritage Foundation seminerlerinde ve Cumhuriyetçi Parti’nin etkinliklerinde Erdoğan ve birlikte çalıştığı kişiler özel misafir olarak hoşça karşılanıyorlardır diye düşünmüş olabilirsiniz. Bir de Erdoğan hükümetinin İran ve Suriye ile ilişkileri var. Dış politikamızı şekillendiren ve yönlendirenler nezdinde fazla sıkıfıkı bir ilişkidir bu; gerçi haritayı açma zahmetine katlansalar daha anlayışlı olabilecekler. Türkiye’nin Suriye ile 526 km, İran’la 310 km uzunluğunda sınırı var. Washington, Ankara’nın ne yapmasını istiyor? Komşularıyla konuşmamasını, onlarla ticaret yapmamasını mı? Birgün ABD’ye de lazım Halbuki tüm tartışmaya genel çerçevesini veren haşmetli İslam kelimesidir. Bunun birazı da Gazze saldırısı nedeniyle İsrail’le 17 olabilecek diplomatik arka kapıları açık tutmamasını mı? Washington’ın Türkiye’yi olduğu gibi görmek yerine ona İslamcılık hakkındaki tüm Beltway korkularının özüymüş gibi bakması Amerikan çıkarları için tam bir tehlikedir. ABD’nin uluslararası ticaret politikası, Türk ekonomisinin dinamizmini benimsemelidir. Türkiye, BRIC sohbetinin bir parçası olmalıdır. Evet, söz konusu olan Kürtler ve Ermeni jenositi ile yüzleşmeye isteksizlik olduğunda Türkiye’de halen ciddi insan hakları meseleleri var. Fakat insan hakları, basın özgürlüğü, yönetim şeffaflığı gibi konularda zaten tüm BRIC ülkelerinin sorunları var ve bunların hiçbirisi bu ülkelerin artan ekonomik güçleri hakkında Washington’ın politika tartışmalarına realpolitiğin ve ekonominin hâkim olmasını engellemiyor . Yeni Kongrenin, sağlık sistemi üzerinde yeniden savaş başlatmaya ve Amerikan ekonomisinin nasıl büyüyeceği konusunda genel bir tartışmaya kararlı olması öylesine utanç verici ki aksi takdirde, hakkıyla dinamik bir şehrin neye benzediğini ve ne hissettirdiğini öğrenebilmeleri – bunu yaparken de arada iyi vakit geçirmeleri - için bir gezi düzenleyip Kongre üyelerini İstanbul’a götürmeli. 10 Ocak 2011 Kaynak: Globalpost Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 18 Türkiye-Arap ekonomik ve askeri işbirliği nereye kadar ileri gidebilir? Aram Nergizyan koymaya ve Suriye’nin İran’la ittifakını dengelemeye yardım etti, ki Akdeniz’de İran nüfuzunu kontrol aracı olarak Türkiye’nin teşvik ettiği bir temayüldür. Arap devletleriyle artan ekonomik ve güvenlik ilişkileri, Türkiye’nin 2002 yılında AK Parti’nin iktidara gelmesinden bu yana Arap Ortadoğusu’yla yakınlaşma çabalarının tamamlayıcı hayati unsurlarıdır. Bu çabalar, kendisini bölgeye adayan ve bölgedeki artan rolünden emin bir Türkiye’ye işaret eder ancak Ankara’nın Araplara karşı yaklaşımı bölgesel engellerle karşı karşıyadır ve evvelce var olan egemen dış politika imtiyazlarının kısıtlamalarına mâruzdur. Aynı zamanda, Lübnan ve Suriye güçlü Türk ekonomisiyle bağları geliştirme noktasında bazı çekincelerini koruyorlar. Körfez ülkelerinin aksine, Lübnan ve Suriye rantçı devletler değiller ve rekabetçi üstünlüklerinin olmayışından kaygılansalar yeridir. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkilerinin gerçek değeri uluslararası tecridi kırmasında yatarken, Lübnan’ın böyle bir zorunluluğu yok ve bu ilişkileri ekonomik meziyetleri bakımından değerlendirmelidir. Lübnan son on yılda mal ihracından ziyâde hizmet ihracında başarı kaydetti ve gümrük târifelerini kaldırmanın gelecekte Lübnanlı üreticiler üzerinde nasıl bir etkisinin olacağı belli değil. İktisâdi ve ticari bağlar Türkiye, Arap dünyasıyla serbest ticaret anlaşmalarına varmak için bastırdı; Suriye, Fas ve Filistin Otoritesiyle 2004’te; Tunus ve Mısır’la 2005’te; Ürdün’le 2009’da; Lübnan’la 2010’da serbest ticaret anlaşmaları imzaladı. Lübnan’la imzalanan anlaşma – ülke meclisince henüz onaylanmadı – iki ülke arasındaki ticarete tedricen serbestlik getirecek, Lübnan’ın savunmasız tarım sektörünü koruyacak. Lübnan Ekonomi ve Ticaret bakanlığının verilerine göre Lübnan Türkiye’den (çoğu petrol ürünleri ve hammadde olmak üzere) 698 milyon dolarlık ithalat ve (başta hurda demir ve hammadde olmak üzere) 206 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirdi. S. Arabistan’ın liderlik ettiği Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) İran’ın Akdeniz ve Körfez bölgesindeki nüfuzunu dengelemek amacıyla Türkiye’nin daha iddialı bir ekonomik ve güvenlik rolü oynamasına destek vermektedir. KİK yatırımcıları Türkiye’nin gayrimenkul piyasasına, bankacılık, sağlık, eğitim ve iletişim sektörüne milyarlarca dolarlık yatırım yaptılar. Türkiye’deki Körfez yatırımları 2003’teki önemsemeye bile değmez bir düzeyden yükselişe geçerek 2008’de 2 milyar dolara çıktı; ticaret ise 1998’de yaklaşık 2 milyar dolarken 2009’da 8 milyar dolara tırmandı. Suriye 2004 yılında imzaladığı anlaşmadan bu yana Türkiye ile arasındaki hassaten güçlü bağlardan yarar gördü. Husûmet ve su kaynakları üzerindeki ihtilaflarla geçen onca yıllara rağmen, Ankara’yla gelişen ilişkileri Şam’a daha rahat bir bölgesel rol oynama imkânı verdi. Bu ilişkiler, Amerika’nın Suriye’ye uyguladığı siyasi tecride karşı Türkiye-KİK ticaret ve yatırımı daha yerleşik modellerle kıyaslandığında sınırlı kalmıştır. AB’nin Türkiye’yle ticareti 2009 itibariyle KİK ile olan ticaret hacminden tam 14 kat daha büyük ki Türkiye’nin 2009 yılı toplam ticari hacminin yüzde 40’ına tekabül etmektedir. 19 KİK, ABD’yi başlıca ticari ortak olarak tanıdığını ifade ediyor. ABD Ticaret Bakanlığı’nın verilerine göre ABD’nin 2009 yılında Körfez ülkelerine gerçekleştirdiği ihracat 29 milyar doları buldu (2003’e göre üç kat bir artış söz konusudur); KİK’nin ABD’ye ihracatı ise 29 milyar oldu. savaş uçağının yenilenmesi işini TAI adlı Türk şirketine verdi. Türkiye’nin bölgedeki güvenlik rolü üzerinde özellikle de önceden yapılmış hâkim Amerikan güvenlik anlaşmalarından mütevellit kayda değer sınırlar bulunuyor. Amerika’nın sağladığı sistemleri ülkelerin nasıl kullanacağı ve modernize edeceği hususundaki kısıtlamalar göstermektedir ki Türkiye’nin Ürdün ve S. Arabistan’a ait askeri araçları modernize etme çabaları, Washington’ın onayı ve zımni muvafakatı olmaksızın mümkün olamazdı. Ankara’nın Arap devletleriyle düzenlediği ortak askeri tatbikatlar da Amerika’yı pek fazla rahatsız etmeyecek şekilde dikkat çekmeme siyasetine uygun ölçekte icra ediliyor; örneğin Suriye’yle ortak operasyonların sınırlı bir kapsamı olmuş ve anlamlı askeri varlıklar veya seçkin birlikler seferber edilmemiştir. Dahası, yıllarca süren görüşmelere rağmen Türkiye ve KİK, ticaret anlaşmasına varamadılar. 2009 yılında Körfez’de gayrimenkul piyasalarındaki krizin ardından KİK ülkeleri, bölgesel ekonomik korumacılığa yaslandılar; mevcut durumda, Türkiye’nin ucuz hammaddelerine (özellikle demir ve çeliğe) ve diğer mallara karşı koruma uyguluyorlar. Askeri ilişkiler Türkiye ve Arap dünyası arasında askeri işbirliği de arttı fakat şimdiye değin sınırlı sayıda somut sonuçlar alınmıştır. Türkiye ve Kuveyt, askeri işbirliğinin artışına hukuki bir çerçeve kazandırmak amacıyla 2009 ortasında askeri işbirliği anlaşması imzaladı. S. Arabistan ve Türkiye 2010 Mayıs ayında eğitim, bilimsel araştırma ve teknolojik gelişim başlıkları altında bir askeri işbirliği anlaşması imzaladı. S. Arabistan ve Türkiye arasındaki bir diğer işbirliği alanı, Amerikan malı yüzlerce M113 zırhlı personel taşıyıcısının FNSS adlı Türk şirketi tarafından modernizasyonunu kapsıyor. Türkiye’nin evvelce yaptığı taahhütler ve egemen imtiyazlar da Arap dünyasındaki güvenlik rolünü artırma çabasıyla anlaşmazlık halindedir. Ankara bugün ve gelecekte milyarlarca dolarlık askeri satış anlaşmalarını göz ardı edemez ve nitekim Tel Aviv’le ilişkilerine hâkim olan gerilimi yatıştırma niyetinde olduğunun işaretlerini hâlihazırda vermiştir. Ankara’nın Tahran’la sıcak ilişkileri, Körfez ülkelerinin İran nükleer programını ve hegemonik emellerini bölgedeki Arap ülkelerine açık bir tehdit olarak değerlendiren hâkim görüşleriyle de bağdaşmaz. Akdeniz’de, Türkiye’yle artan askeri işbirliğinden Suriye de yararlandı; kuzeydeki komşusuyla 2010 sonlarında ortak askeri tatbikat düzenledi ki Suriye’nin tahkim ettiği bölgesel konumuna ve stratejik derinliğine işaret eden bir araç olarak havasını attığı bir işbirliği gösterisiydi. Ürdün, 17 adet Amerikan malı F-16/AM/BM çok-amaçlı Kısacası Türkiye, Ortadoğu dengesine dâhil olan en son ve belki de en önemli ilavedir fakat bölgede kesin bir mevkiyi henüz teminat altına almış değil ve gerçek gücü testten geçmedi. Arap devletleri şimdilik Türkiye’yle ekonomik ve askeri ilişkilerini 20 İran, İsrail ve ABD’yi dengelemek için kullanıyorlar ama gene de Türkiye’nin “yeniOsmanlı” temayülleri hakkında endişe beslemeyi de sürdürüyorlar. 29 Aralık 2010 Yazar hakkında: CSIS araştırmacısı. Kaynak: Carnegie Vakfı – Arab Reform Bulletin Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 21 sularda sürpriz düzenleyen o’dur. Pax Ottomana? Türkiye’nin yeni dış politikasının karma başarısı - Hugh Pope bir ölümcül saldırı AK Parti, daha fazla övgüyü hak etmektedir. AK Parti, İsrail’in 2008-2009 Gazze taarruzuna değin İsrail’le iyi ilişkiler inşa etme yolunda ilerliyordu. AK Parti liderleri, iktidarın ilk döneminde pek çok kez İsrail’i ziyaret ettiler ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Holokost anısına inşa edilen Jerusalem’deki Yad Vashem’e saygısını gösterdi. AK Partiye yakın şirketler İsrail’de iyi iş yaptılar ve AK Parti hükümeti kendisinden önceki hükümetlerden çok daha fazla sayıda resmi anlaşmaya imza attı. Ankara, yıllarca İsrail ve Suriye arasında dolaylı görüşmeleri kolaylaştırmayı denedi ve 2008’de toplantılar yoğunlaştıktan sonra taraflar beklenmedik şekilde tafsilatlı çakışma noktaları buldular. Fakat Erdoğan’ın Olmert ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad arasındaki barış planı görüşmeleri için beş saat harcamasından günler sonra İsrail yıkıcı Gazze taarruzuna başladı. İsrail’in tahminen 1,430 Filistinliyi öldürmesi karşısında sarsılan pek çok Türk gibi Erdoğan da sarsıldı; günler sonra, Davos’ta, İsrail devlet başkanı Şimon Peres’e patladı. Katliam işleyen İsrailliler hakkında kurgusal bir dizi yayına başladıktan sonra – ki hazırlayanlar özel kişilerdi - İsrail dışişleri bakan yardımcısı Türk büyükelçisini aşağıladı ve olayın bir grup kameraman tarafından çekilmesini sağladı. Sıfır sorun politikası izlemek, kimi zaman acılı, cesur bir hareketti hele ki bu yaklaşım henüz testten geçmeyi sürdürürken. Kıbrıs’ın statüsüyle ilgili müzakerelere, AB üyeliği ve Ermenistan’la yapılan protokollere ilaveten, Türkiye ve ABD arasında, Türkiye ve diğer geleneksel müttefikler arasında bu yıl iki fırsatla yeni gerilimler su üstüne çıktı: AK Parti İsrail’in Gazze ablukasına meydan okuyan uluslararası filoya Türk gemilerinin katılmalarına engel olmayı reddettikten sonra, Türkiye İran’a karşı ilave BM müeyyidelerine muhalefet ettikten ve nükleer takas anlaşmasına hayatiyet kazandırmak için Brezilya ile birlikte çalıştıktan sonra. Bu iki olayın, Türkiye’nin yönünü Batıdan İslamcılığa doğru çevirdiğinin delili olduğunu iddia ediyorlar. Bunu söyleyenler, İran nükleer programının en çok tehdit ettiği İsrail’dekilerden ibaret değil. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu Türkiye’nin, filodan sadece birkaç gün önce uranyum takas anlaşmasıyla tarafını belli etiğini, İran’la işbirliğini güçlendirdiğini söylemişti. Türk hükümeti nokta-i nazarından ise İsrail ve İran meseleleri ayrı iki meseledir. Ankara’da bu iki ülkeyle ilgili politika değişikliklerinin, İslamcı dürtüler şurda dursun, ideolojik bir eksen kaymasını temsil ettiğinin somut delilleri yoktur. Aslında, İran’la yakınlaşmasına Amerikan yönetiminin destek vereceğine inanması için Türkiye’nin iyi nedenleri var. Başta Mavi Marmara olmak üzere İsrail’in Gazze ablukasına meydan okuyan filoya düzenlediği baskın hakkında bir açıklama yapma sorumluluğu Türkiye’ye değil İsrail’e aittir zira uluslararası Sonra Mavi Marmara olayı patlak verdi; İsrail komandoları, uluslararası sularda seyretmekte olan gemiye gece vakti sürpriz bir saldırı düzenlediler. İsrail komandoları, yolcuların bıçak, demir çubuk ve süpürge sopası gibi uyduruk silahlarla direnmeleri karşısında sekiz Türk vatandaşını ve bir Türk kökenli Amerikalıyı vurarak öldürdü. İsrail hükümeti önce askerlerinden birinin 22 karnından vurulduğunu iddia ediyor; Türk hükümeti ise İsrail askerlerinin Mavi Marmara’ya çıkmadan evvel ateş açmaya başladıklarını ve Türk eylemcilerin asla silah kullanmadığını iddia ediyor. Ankara, filonun doğrudan Gazze’ye seyretmemesi için elinden geleni yaptığını ayrıca Türk milletvekillerinin ve bazı Türk yetkililerin eylemcilere katılmasını engellediklerini ve geminin, yolcuların kapsamlı bir güvenlik kontrolünden geçirildiğini söylemektedir. Türkiye’nin hareketleri bir kez daha yanlış anlaşılmıştı. Türkiye’nin BM’deki oyu, müeyyideleri destekleyen ABD’yi azarlama anlamı taşımıyordu; bir tedbir olarak Tahran’la güven inşasını amaçlıyordu, ki Türk hükümetinin ABD’nin destek verdiğini düşündüğü bir hareketti bu. İran’la müslüman bir blok oluşturma yönünde Türkiye’nin payına düşen bir teşebbüs de değildi. İki ülke, her ne kadar üç yüzyıldan beri savaşmamayı başarmışlarsa da, tarih boyunca dalaşıp durmuşlardır. Söz konusu olan Irak ve Ortadoğu olduğunda, Sünni ve Şii gelenekleri, onları açık rakipler haline getirmektedir. Türkiye ve İran (ve de Mısır) bölgede liderlik için uzun zamandır mücadele etmektedirler – ki her iki ülkenin, Suriye’nin ve Filistinlilerin başlıca ortağı olarak görülmek için öyle fazla kıvrak da sayılmayacak teşebbüslere girmelerinin bir sebebi de işte budur. Türkiye’nin İran’la ve diğer sertlik yanlısı ülkelerle yakınlaşması, onlarla müttefik olma arzusuna değil bu devletlerin davranışını değiştirme arzuna dayanmaktadır. Türkiye’nin yakınlaşmasını AK Parti’nin Amerikan karşıtı İslamcılığının delili sayan Amerikalı muhafazakar yorumcularla İsrailli sağcı yorumcular, amaç ve taktikleri birbirleriyle karıştırıyorlar. Türkiye ve İsrail, iki ülkede yapılan soruşturmaları değerlendirecek bir BM paneliyle işbirliği yapmayı kabul ettiler. Ümit o ki bulgular üzerinde mutabakat sağlanması, Türkiye’nin İsrail’in özür dilemesi ve mağdurlara tazminat ödemesi ile İsrail’in bunu yapmayı reddetmesi arasında bir orta yol bulunmasına imkân tanıyacaktır. Ancak Türkiye ve İsrail arasında yaşanan güven kırılması, Türkiye’nin İsrail ve Ortadoğu ülkeleri arasında emin bir kolaylaştırıcı gibi hareket etmesine imkân bırakmıyor. Türkiye her ne kadar incitilen taraf ise de bir ihtilafın doğrudan tarafı olduğu hissi, sıfır sorun politikasına darbe indirmiştir. Türkiye’nin yeni yaklaşımına duyulan inanç, özellikle de Washington’dakiler nazarında, Türkiye’nin İran’la ilişkileri üzerinde yaşanan krizle zedelenmiştir. AK Parti liderleri, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın 2009 Haziran’ında yapılan tartışmalı seçimde yeniden seçilmesini memnuniyetle karşıladıklarında kaşlar kalkmıştı. Eleştirmenler, bu onayı, AK Parti’nin Hamas, Sudan ve Suriye hükümetleri gibi Batının en çok kınadığı gruplara açık-kol yaklaşımıyla ilişkilendirdiler. Türkiye Tahran’a karşı ilave müeyyidelere BM Güvenlik Konseyi’nde muhalefet ettiğinde işler daha da kötüleşti. İran’ın nükleer silah edinmesine Türkiye’nin tereddütsüz bir şekilde karşı çıktığına Ankara’daki yabancı yetkililerin şüphesi yok. Ankara için mesele, bunun nasıl önleneceği ve Türkiye’nin diğer ulusal amaçları arasında bu gâyeye ne gibi bir öncelik verileceğidir. Ayrıca Türk hükümeti, İran’a karşı askeri bir harekatın İran’ın nükleerleşmesini durdurmaktan ziyâde onu sadece geciktireceğine ve İran’ı güvenlikte olmanın tek yolunun nükleer caydırıcılıkta yattığına ikna edeceğine inanıyor. Yine, Türk hükümeti İran’a daha fazla müeyyide uygulamanın sadece sertlik yanlısı rejimini 23 güçlendireceğine, ticareti azaltıp bölgedeki gerilimleri yükselterek Türkiye dâhil İran’ın komşularına zarar vereceğine inanıyor - tıpkı Saddam Hüseyin Irak’ına uygulanan müeyyidelerin benzer şeylere yol açması gibi. askıya almaktan esirgemenin bir yolu olarak sunduğu gerçeğine gene de kızıyorlar. Türkiye, Brezilya ile birlikte şekil verdiği diplomatik güzergâhı korumak amacında olduğu iddiasıyla BM Güvenlik Konseyi’nde yeni müeyyide paketine karşı çıktığında da canları sıkılmıştı. Türkiye’nin itirazı, müeyyideleri engellemedi ve Türkiye şu an bu müeyyidelerin icrasına yardımcı oluyor (ancak ABD ve AB’nin uyguladığı, Türkiye’nin İran’la ticaretine zarar verebilecek daha ağır müeyyidelere iştirak etmiyor). Sürecin karışıklığına ve Brezilya’nın bu mesele ile kendisi arasına bir şekilde mesafe koyduğu gerçeğine rağmen, Türkiye ve Brezilya’nın baharda kotardığı anlaşmanın gelecekte güven inşası için bir kapı açtığını Amerikalı yetkililer bile kabul ediyor. Türk yetkililer, Tahran nükleer programı İran’da da geniş tabanlı bir desteğe sahip olduğundan dolayı mâkul tek politika, İran yönetimiyle yakınlaşmak ve ülkelerinin güvenliği için nükleer silahların gerekmediğine bir bütün olarak İran’ı ikna etmektir diye savunuyorlar. Türk yetkililer, Amerikan yönetiminin otuz yıldan daha fazla bir süredir Tahran’a mesafeli durduğuna işaret ediyorlar. Mübadelelere izin vermenin – mesela her yıl Türkiye’yi bir milyon İranlı’nın ziyaret etmesi – daha fazla müeyyide dayatmaktan daha hayırlı olduğunu telkin ediyorlar. Başka bir ifadeyle, İran konusundaki kavgada Türkiye’nin kabahati yoktur – yani Mavi Marmara vakasından sonra İsrail’le arasında çıkan krizde ne kadar kabahati varsa bunda da ancak o kadar kabahati vardır. Türkiye’nin politikaları, uluslararası câmianın genel amaçlarına kastediyor değildir. Ayrıca her iki olay, AK Parti’nin sıfır sorun politikasının İslamcı bir politika olduğuna delil teşkil etmez. Türk hükümetinin, Amerikan yönetiminin Tahran’la nükleer takas anlaşmasını teşvik ettiği iddiası zeminsiz değildir. ABD Başkanı Barack Obama Nisan ayında Türk ve Brezilya hükümetlerine birer mektup gönderdi ve Washington’ın İran’la nükleer takasa girebilmesi için gerekli olan şartları izah etti. Çetin geçen ve neredeyse kopma noktasına gelen müzakerelerden sonra Türkiye ve Brezilya Tahran’dan yazılı bir taahhüt kopardılar ki Amerikan yönetiminin ileri sürdüğü pek çok şartı karşılıyordu. Bazı Amerikalı yetkililer, iki hükümetin İran’ı müzakere masasına getitmenin bir yolunu bulmak için samimi bir şekilde çabaladıklarına ve İran’ın onlara ayak uyduracağını öngöremediklerine inandıklarını söylüyorlar. Türkiye’nin dış politikası hakkında daha umutlu olmak için bir başka neden de ABD ve AB ile arasındaki şu son gerginliklere rağmen, Türkiye’nin Batıyla ittifakının temellerinin değişmemiş olmasıdır. Türkiye’deki dış yatırımın dörtte üçünden fazlası AB devletlerinden geliyor ve Türkiye ihracatının yarıdan fazlası AB’ne yapılıyor. Avrupa Birliği, Türkiye’den gelen 2.7 milyonluk göçmenlerin evidir; Türkiye’yi ziyaret eden turistlerin yarıdan fazlası AB ülkelerindendir. Ortadoğu, Türk iş dünyası için iyi fırsatlar sunmaktaysa da Türkiye en başta Batıya bağlıdır. Türkiye ihracatının Ama Amerikalı yetkililer, Türk hükümetinin takas anlaşmasını İran’ı müeyyidelerden veya uranyum zenginleştirme programını 24 üçte birinden azı Ortadoğu’ya yapılmaktadır. Ortadoğu sadece 110.000 Türk’ün evidir ve Türkiye’ye giden turistlerin sadece yüzde 10’u Ortadoğu’dandır. İran’la ve İsrail ile Suriye arasındaki dolaylı görüşmelerde yaptığı gibi Ortadoğu’da yine aracı rolüne teşvik etmelidir. Örneğin Türkiye, el Fetih ve Hamas arasında müzakereleri kolaylaştırabilir. AK Parti liderleri, kendi üstlerine düşen kadarıyla, Türkiye ve İsrail ilişkilerini onarmanın bir yolunu bulmalılar. Bu, Türkiye’nin batılı müttefikleriyle bağlarını iyileşmekle kalmayıp onların Ortadoğu’da herkesle güvenle konuşabilen karizmatik arabulucu nâmını da ihya edecektir. Türkiye’nin AB’ne yakınlığı, iç reform sürecinin güçlü motorudur. AK Parti liderleri İsrail’e karşı durduklarında Ortadoğu’daki halkların güvenoyunu geçici olarak kazanabilirler ama Batılı ortaklarıyla yaptığı ittifakı bu süreç içerisinde feda etmemelidir. Bir de şu var: Türkiye’yi Ortadoğu’daki diğer ülkelerden hakkıyla ayıran, onun hem ABD’nin hem de AB’nin saygın ortağı olabilme kabiliyetidir ve bölgenin geri kalanının gıpta ettiği refah ve meşruiyetin temelini teşkil etmektedir bu. Türkiye’nin ABD yönetimiyle devam eden işbirliği mesela Türkiye’nin PKK’ya karşı mücadelesinde istihbarat paylaşımı, Amerikan askerlerinin Irak ve Afganistan’dan pürüzsüzce çekilmesini temin etmek, el Kaide hiziplerine karşı beraber çalışması veya İsrailliler ve Filistinliler arasında bir çözüme varılmasına yardım etmesi – esas olmayı sürdürmektedir. 23 Aralık 2010 Kaynak: Foreign Affairs Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Türkiye, olsa olsa sıfır sorun merkezli dış politikasının kimi aksiliklerden dolayı suçlanabilir. O da kısmen. Türkiye yanılgıya düştüğünde bile – aceleden, zayıf iletişimden veya ateşli retorikten dolayı – Türk hükümeti, Gazze’deki ıstırabı dindirmek ve İran’ın nükleer silah edinmesinin önüne geçmenin bir yolunu bulmak dâhil, Batılı ortaklarının pek çok amacını terk etmedi. Türkiye’nin güvenliği ve ekonomisi, Ortadoğu’daki problemlerin etkilerine Batılı ortaklarınkine nispetle daha fazla açıktır. Ankara bu yüzden zorunlu olarak farklı taktikler izlemektedir. Batı, bunu anlamalı ve bu farklılıkları fırsat olarak görmelidir. Batı, Türk hükümetini, tıpkı Ankara’nın 25 ederek onun üstüne çıkmayı şimdiye değin başardı. Türkiye, Araplara parlak bir geleceğin yolunu gösterebilir mi? Marco Vicenzino Arap halkları, başta umutlu oldukları ama sonra hayal kırıklığı yaşatan birkaç tecrübeden sonra kuşkulu ve hüsranda olmayı sürdürüyor. Atalarının kazanımlarından duydukları gurur biraz rahatlamalarını sağlıyorsa da câri gerçekler bunu bastırıyor. İlham verici liderler neredeyse hiç yok. Irak’taki ağır aksak ilerleme daha da yavaşlayacak gibi duruyor. Şeffaf seçimlere rağmen Filisitinliler arasındaki kavga gerçek ümitleri söndürüyor. Onlarca yıl sürmüş olağanüstü halden sonra Mısır’ı çepeçevre kuşatmayı sürdüren belirsizlik, geleceğine kasteden bir hançer gibi havada asılı duruyor. Esad’ın dalavereyle serbest pazara ayar vermesi ve Suriye’yi avuçlarında sıkıca tutması gelecek nesillere bir vizyon ve emniyet hissi sunmuyor. Ürdün’deki kayda değer ilerlemenin kendi sınırları dışında tekrarlanması zor duruyor çünkü iç zorluklar ve bölgesel gerçekler, diğerleri üzerinde nüfuz tasarrufunu sınırlıyor. Bâriz ilerlemeye rağmen Lübnan her an patlamaya hazır barut fıçısı gibi. Doğal kaynak zengini Libya, tutarlılığı ülke içinde ve dışında gizli gizli sorgulanan yaşlı bir otokratın kaprislerine mâruz. Filistin’in hayatını idame ettirmesi büyük ölçüde Arap ülkeleri tarafından sağlanmışsa da Filsitinlilerin en metin sözcüsü, Recep Tayyip Erdoğan hükümeti oldu. Söylemini diplomatik güçle takviye eden Türkiye, bağımsız bir Filisitin’i tanımaları için Brezilya ve Arjantin’i de etkiledi. Peşlerinden diğer Latin Amerika ülkeleri de gelecektir. Ayrıca Türkiye, İsrail’in Gazze ablukasına son vermek için uluslararası desteği de seferber ediyor. Filistin’in içinde bulunduğu vahim duruma karşı sempati duyulmasına rağmen Türkler bu desteğin nasıl sergileneceği nokrasında ortak bir yol takip etmiyorlar. Laik Türkler, hükümetin teşvik ettiği (dinden ilham alan) sivil toplum örgütlerinin yurtiçinde ve yurtdışında kendilerini tanıtmak ve güçlendirmek için Filistin davasını istismar ettiklerini iddia ediyorlar; Gazze filosu fiyaskosu bunun son örneğidir. Arapların bedbahtlığını batı sömürgeciliğine ve dört asırlık Osmalı hâkimiyetine hamletmek Ortadoğu’da yaygın bir tutumdur. Batıya karşı ciddi bir antipati halen mevcutken, son yıllarda Türkiye’ye karşı Arap kamuoyu kanaatinde bahse değer bir değişim söz konusu. Araplar Türkiye’ye gitgide “bizim olmamız gereken bu” diyerek bakıyorlar. Türkiye’nin Arap devletleri için model olarak hizmet edip edemeyeceği Batı siyasi çevrelerinde sürekli sorulan bir sorudur. Türkiye ilham verebilir, faydalı dersler sunabilir ama model olamaz. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde yeşerdiği dinamikler ve tarihi bağlam tekrarlanamaz. Çağdaş Türkiye, demokratikleşme yolunda halen evriliyor. İç mücadeleler, Kürt meselesi ve yapılması gereken reformlar önündeki çetin yolun sadece birkaç Türkiye, kazanımları ve bölgede artan nüfuzu sayesinde büyük saygı görüyor. Çoğunluğu Sünni bir devlet olmasına rağmeni Türkiye, pek çok Arap ve müslüman ülkesinde ortada olan Sünni-Şii ayrımını zekice siyasi ve diplomatik sermayeye tahvil 26 hatırlatıcısıdır. Hükümet bir denge tutturmak zorunda. Ülke içerisinde muazzam meydan okumalar varken ülke dışına uzanmaktan sakınmalıdır. Arap nüfusunun ezici çoğunluğu, kasvetli bir gelecekle yüzyüze olan 30 yaş altındaki gençlerden oluştuğu için bölgede demografik bir saatli bomba geriye doğru sayıyor. Bu ise Türkiye liderliğinin Ortadoğu’da inisiyatifi ele almaları ve potansiyellerini açığa çıkarmaları için özel sektörü teşvik etmesi gerektiğinin altını çizer. Türkiye’nin siyasi liderliği, fırsatlar yaratmak sûretiyle, bölgesel basıncı azaltabilir ve yumuşak bir inişe katkıda bulunabilir. Daha geniş Ortadoğu’daki değişim, ekonomik büyümenin mührünü vurduğu evrimci bir süreç içerisinde cereyan edecektir yoksa dış tasarımların dayatılmasıyla değil. Zaman içerisinde daha fazla reform potansiyeli de olacaktır. İhtiyaç duyulduğunda, Türkiye’nin siyasetçileri duruma kibarca el atmalı fakat sonuçların ortaya çıkmasını işadamlarına terk etmelidirler. Herşeyden evvel, Türkiye’nin en etkili büyükelçileri özel sektörden çıkmaktadır. Arap tarihinin seyri I. Dünya Savaşı ile sona eren dört asır boyunca İstanbul tarafından belirlendi. Tarih tekerrür etmeyecektir. Ancak bir asırlık yokluktan sonra, gerçek Türk nüfuzunun daha mülayim bir formda Arap başkentlerine ulaşması memnuniyetle karşılanmalıdır. Hem, istikrarı küresel düzene sürekli tehdit teşkil eden bir bölgenin tedrici dönüşümü için bir esastır bu 23 Aralık 2010. Kaynak: Guardian Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 27 Türkiye’ye kara çalanların tarihi körlüğü - Aliza Marcus Anayasa reformları, şu an sekizinci yılında olan Erdoğan hükümetinin insan haklarını ve hukukun hâkimiyetini güçlendirmeye çalıştığı pek çok yoldan sadece bir tanesidir. Başbakan, AB üyeliği için gerekli yasal ve ekonomik reformları başarıyla yürüttü. Türkiye’deki Kürt nüfusa sınırlı da olsa daha fazla kültürel haklar veren değişiklikleri onayladı. Sivil ve askeri hâkimlerin devlete karşı işlenen sözde suçlara baktığı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin defterini dürdü. (Tam ifşaat: 1995 yılında Reuters muhabiriyken Kürt köylerine askeri saldırıları konu edinen bir makale yazdığımdan dolayı bu mahkemelerden birinde ben de yargılanmıştım.) İlhan Erdost, solcu bir yayıncı, otuz yıl önce bu ay Ankara Mamak cezaevinde askerler tarafından vurularak öldürülmüştü. Bir darbeyle iktidarı eline geçiren askeri rejim tarafından tutuklanmıştı. Suçu ise Komünist teorisyen Friedrich Engels’ın bir kitabını yayınlamış olmasıydı. 35 yaşındaydı. İlhan’ın dul eşi Gül Erdost, eşinin ölümünden sorumlu tuttuğu kişilere, 12 Eylül 1980 darbesini düzenleyen generallere, dava açmaya hazırlandığını açıklayarak eşinin ölümünün otuzuncu yıldönümüne damgasını vurdu. Türkler açıktır ki Erdoğan’ın gayretlerinden memnundurlar. Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten beş yıl sonra 2007 yılında ona yeniden iktidar yetkisi verdiler. Anayasa değişikliği için yapılan referandum, Erdoğan’ın desteğiyle yaklaşık yüzde 15’lik bir farkla geçti. Gül Erdost, orduya nihayet meydan okuma şansına Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan sayesinde sahip oldu. Türk şehirlerinde tankların dolaşması üzerinden geçen otuz yıl sonra, ki ülke tarihinin en gaddar ve en demokrasi karşıtı dönemidir, seçmenler eski askeri yöneticilerin hazırladığı anayasaya üzerindeki değişiklik paketini onayladı. Bu değişiklikler arasında askeri yöneticilere yargı dokunulmazlığı veren maddenin kaldırılması da var. AK Parti karşıtı eleştirmenler ikna olmadılar. Erdoğan’ı Türkiye’yi otoriteryan ve köktenci bir devlete çevirmeye niyetli iktidar açlığı çeken bir İslamcı radikalmiş gibi tasvir ediyorlar. Erdoğan hükümeti, silahlı kuvvetlerin Ergenekon ünvanlı bir tezgahta darbe planı yapması gibi “özenle hazırlanmış bir politik kurgu” hazırladı; 60 civarında subayın ve sivil darbe destekçisinin sözde darbe planından dolayı tutuklanması, sırf Erdoğan muhaliflerini taciz ve boğma amaçlıdır diyorlar. İddialarına göre, subayların ve sivil destekçilerinin aleyhine getirilen deliller uydurmadır ve laik Türkler için “bir korku iklimi” yaratmıştır. Fakat Amerika merkezli birçok analiste kulak verilecek olunursa, Erdoğan, Türk demokrasisini inşa etmeyip onu alaşağı ediyormuş. Bu eleştirmenler – ya bile isteye aldırmadıklarından yahut da katıksız cehaletlerinden dolayı – Erdoğan’ın neyi başardığını ve seçmenlerin onu desteklemeye niçin devam ettiğini gerçekleri saptırarak sunmaktadırlar. Erdoğan hükümetini – önceki hükümetler döneminde yaşanan ihlalleri nazar-ı itibara almadan - Türkiye’nin geçmişinden uğursuz bir ayrılış olarak tasvir ediyorlar. AK Parti eleştirmenlerinin pazarladığı bu yanlış hikayelerde, insan hakları ihlalleri alıp başını yürümüş ve Türkiye mahkemeleri 28 hükümetin baskıcı politikacılarının piyonları haline gelmiştir. Bu analistlere göre, ılımlı İslami bir devlet görme ümidi taşıyan Amerikalı politikacılar, başbakanın gerçek gündeminden bihaberdir. Olup bitenlerin farkında olanların sayısı çok azdır çünkü hikayeye göre dava tehdidiyle yıldırılmış veya İslamcıların kontrolünde bulunan Türk medyasındaki ordu düşmanlığı onun gözünü kör etmiş, Erdoğan’ın ihlallerini soruşturamaz hale gelmiştir. olduğundan şüphelenilen kişilere karşı ordunun acımasız taktikleri veya genel insan hakları ihlalleri gibi konular hakkında yazı yazan gazetecilere karşı binlerce dava açıldı. Merkez Türk medyası genel olarak baskıdan şikayetçiydi meğer ki desteği açıktan vermiyor olsun. Tanınmış köşe yazarlarından Oktay Ekşi, sırf bu yargılama beni meşhur ediyor diye hükümetin yargılamanın devamına asla izin vermemiş olması gerekirdi diye hayıflanıyordu. Diğer yazarlar benim muhtemel bir gizli gündem sahibi olduğumu yazıyor veya Kürt eylemcilerin oyununa geldiğimi iddia ediyorlardı. Şanslıydım. Her ne kadar ülkeyi terke zorlandımsa da beraat ettim. Türk ve Kürt muhabirlerin başından daha kötüleri geçti. Fakat aslında Türkiye daha önce hiç olmadığı kadar daha demokratiktir ve insan haklarına daha saygılıdır. İlerleme yavaş; ve mükemmel değil. Bazıları ciddi olmak üzere gücün kötüye kullanılması söz konusu ama durum çok, çok daha iyi. 1980 darbesinden sonra, askeri cunta tüm sivil hakları askıya aldı ve orduyu Türk siyasetinin nihâi hakemi olarak kutsayan yeni bir anayasayı hazırladığında bu kez sivil hakları iyice budamıştı. Askeri yönetim sırasında 650.000’den fazla kişi tutuklanmış, içlerinden pek çoğu işkenceden geçirilmiş ve öldürülmüştü. Kürtlerin başına en kötüsü gelmişti: O vakitler askerin idâresinde bulunan Diyarbakır Hapishanesi’ndeki tutuklulara cop sokulmuş, dışkı yedirilmiştir; farelerin istila ettiği hücrelerde tutulmuşlar ve içme suyu olarak içine deterjan katılan su verilmiştir. Ancak şu anki AK Parti karşıtı dalga geriye dönüp bakmaktan sakınıyor ve Türkiye’nin bugününü işte bu yüzden böylesine yanlış anlıyor. Mesela PKK’lılara çalışmakla suçlanan 152 Kürt politikacının sözümona kitlesel yargılanması ile Ergenekon davasını ele alın. Güya bu tür kitlesel yargılamalar “kural haline geliyor” – ama ne ki Türkiye’de sessizce hareket eden bir otoriteryanizm olduğunun işaretidir. Fakat 1980 darbesinin ardından solculara, Kürtlere, sendikacılara ve diğerlerine karşı açılan davaların yanında bunlar mütevazı kalır. Solcu Dev-Yol’un üyelerine karşı 1982’de açılan bir davada 700 sanık vardı. Onsekiz yıl sonra dava halen devam ediyor. Diğer iki Dev-Yol davalarının her birinde 900 zanlı vardı. DİSK’e karşı açılan davada 1.400’den fazla sanık vardı. Türkiye kanunlarının kitlesel yargılamaya izin verdiği gerçeğinin – duruşma takviminin davaların yıllarca süreceği şekilde düzenlemesinin – Erdoğan’la hiçbir alâkası yoktur ve eski cuntanın bugünkü Türk liderliğine mirâs 1990’lar ortalama bir Türk için az da olsa daha iyiydi fakat durum Kürtler için öyle değildi. 1990-1995 arasında bir düzineden fazla Kürt gazeteci, Kürt siyasi partisinden en az 62 partili ve yüzlerce Kürt eylemci gizemli bir şekilde öldürüldü. Suçu işleyenlerin güvenlik kuvvetlerinin veya müttefik grupların üyesi olduğu pek çok vakada iddia edildi ki eldeki delillere göre akla yatkındır. Kürt meselesi, örgüt sempatizanı 29 bıraktığı, kasıtlı olarak kusurlu bırakılmış sistemle alâkası vardır. bilemeyecek olsanız da tüm bunlar olumlu değişimlerdir. Bu eleştirmenler, Ergenekon davasının sıhhatine inanan kişileri görünce sarsıldıklarını itiraf ediyorlar. Ancak gerçek sürpriz, silahlı kuvvetlerin bazı üyelerinin bir darbe planlaması değil Erdoğan’ın orduya meydan okuyacak denli cesur oluşudur. Ordu, darbe planlama ve düzenlemeyi herşeyden evvel alışkanlık haline getirmiştir. Nitekim 1960, 1971 ve 1980’de iktidarı eline geçirmiş, 1997’de yumuşak darbe düzenleyerek Başbakan Necmettin Erbakan’ı istifaya zorlamıştır. Yargılanmakta olan kişilerin hepsinin suçlu olup olmadığını bilmek imkânsızdır. Fakat *Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in yaptığı üzere+ davanın “ülke demokrasisi adına uğursuz bir geleceğin” alâmeti olduğu iddiası, Türkiye tarihinde demokrasi ihlallerinin en kötüsünden bizatihi ordunun sorumlu olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Türkiye’deki durum değişebilir elbet. Reformlar hız kesebilir. Erdoğan gücü fazla seven bir kişi haline gelebilir. Fakat bir şey kesin. O da şu: Buradaki tek gerçek kurgu, Erdoğan iktidarı öncesinde Türkiye’nin daha özgür ve daha demokratik olduğudur. 27 Kasım 2010 Kaynak: Foreign Policy Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın Türk yargısında ve siyasi kurumlarında halen noksanlıklar bulmak için iyi nedenler var. Erdoğan, mirâs olarak devraldığı, kusurlu ve kolayca ihlal edilebilen adli, siyasi ve sivil sistemi şöyle iyicene altüst etmiş değil. Ve Türkiye henüz Batılı, liberal bir demokrasi değil. Fakat doğru yolda ilerliyor. Türkiye son sekiz yılda sivil hakların korunmasında mesafeler kaydetti, serbest Pazar ekonomisini tahkim etti ve AB üyeliğinin taleplerini karşılamaya daha bir yaklaştı. Erdoğan, Türk ordusunu siyasi karar alma süreçlerinin dışına itti ve 1990’larda Kürtlerin yargısız infazına bulaşan askerler hakkında soruşturma yürütmesi için yargıya tazyikte bulundu. *Pek çoğu Soner Çağatay gibi+ Türkiye’yi tekrar doğru yola koymak için bir askeri darbe daha yapılması gerektiğini düşünen AK Parti karşıtı yorumcuları okumakla hiçbir zaman 30 Nükleer program hakkında İran’la diplomatik temas kurarken Tahran’ın Ortadoğu’daki kemirici nüfuzunu zarif bir biçimde dengelemesi. Yeni kurallar: ABD, faal ve bağımsız bir Türkiye’ye muhtaç Thomas P.M. Barnett Eğer Amerika’ya ideal Müslüman stratejik ortağı sihirli değnekle sunulacak olsaydı, nasıl bir ortak dilerdi? Amerika’nın her politikasıyla aynı çizgide duran bir ülke mi dilerdik? Eğer rejim, İslam dünyasında itibara sahip olacaksa cevap hayır. İdeal olarak, yönetim, ulusun dini ve kültürel kimliğini koruyor görünmeye yetecek kadar İslamcı olacaktır hatta ki toplumunu atılgan bir şekilde modernize ederken ve ekonomisini dünyaya bağlarken bile. Diplomasiye, çok-taraflılığa ve bölgesel istikrara vurgu yapan, bu esnada, Washington’ın bağımlısı olmadığını, tarihi seyri içinde yol alan kendinden emin bir büyük güç olduğunu göstermeye yeterli bir bağımsızlığı muhafaza eden bir ülke olacaktır. Özetle dindaşlarına, Müslüman bir devletin, Müslüman devlet olarak kalmayı sürdürürken, küreselleşmenin ortasında kendisini nasıl iyileştirebileceğinin örneği olacaktır. - Suriye’yi sistemin bir parçası yapmak için ekonomik fırsat savuşturucusuyla/yumuşak öldürücüyle (soft kill) elinden gelenin en iyisini yapması. - Bağlayıcı bir kordun olarak bahse değer bir yatırım akışı sağlayarak Irak istikrarının sorumlu bir kahyası olması. Rusya’yla ilişkilerimizi yeniden başlatması ve Balkanlar’da artakalan operasyonlarımızı sessizce perçinlemesi. Güney Lübnan ve Afganistan’a barışı koruma askerleri göndermesi, Afganistan’da uzlaşmayı teşvik için Taliban’a erişmesi. - Huzursuz Kafkasya’da ve Orta Asya’da altyapı geliştirme çalışmalarına katkı sunarak gelişmekte olan bu ekonomileri Batı’ya bağlaması. - Ve tüm bunları, komşularla arasındaki tarihi ihtilafları bastırıp sıkıştırarak dolayısıyla da emperyal niyetler taşımadan, sıfır toplamlı oyuna başvurmadan, hüsn-ü niyet şartıyla yapacak. Ancak burada durmayalım. Kendimize karşı dürüst olacaksak, ideal Müslüman stratejik ortağımızın Amerikan çıkarlarına bizim yapamadığımız şekillerde faydalı olmasını da isteriz. Örneğin: Baştan beri Türkiye hakkında konuştuğumu fark etmediyseniz, imkânsız bir paket bu diye düşünmüş olabilirsiniz. Türkiye’nin iktidardaki İslamcı partisi, 2003 yılından beri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından ustalıkla yönetilen Ak Parti, tüm bunları gerçekleştirdi ve aynı anda da kendi evinin ekonomisini derleyip toparladı, hızla genişleyen orta sınıfın reform beklentilerini karşıladı, inatçı Kürt ayaklanmasını ele aldı, geçmişte demokrasisini defalarca kesintiye Kuran’ın yeniden yorumlanmasına, Peygamber Muhammed’in mesajının modern çağ için güncellenmesine cesurca önayak olması. - Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere sefil muamelesinden dolayı İsraillilere doğrulukla karşı çıkması, işgal altındaki topraklarda istihdam yaratacak projeleri teşvik etmek sûretiyle maddi destek de sunması. 31 uğratan (mesela 1960-1961, 1971-1973, 1980-1982) askeri diktatörlüğe batıp zevale uğramaktan uzak durdu. olduğunu uzun zamandır savunuyorum. Niçin? Basitçe söylemek gerekirse, Amerika’nın – yahut Amerika dolayısıyla dünyanın - şu anki İran rejimini bu amaçtan çevirmelerine yol yok ki bu, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın İran teokrasisini cumhurbaşkanı merkezli, Devrim Muhafızlarının ekonomi üzerindeki mafyavâri pençesi etrafında inşa edilmiş tek parti diktatörlüğüyle değiştirme stratejine de uymaktadır. Daha fazlasını kim isteyebilir? Öyle değil mi? Ama ne ki bu askeri ittifakın her iki yakasındaki yetkililer ve uzmanlar, Amerika’nın Türkiye’yle bugünkü ilişkilerini ciddi bir çöküşten hatta bastırılmış düşmanlıktan muzdarip diye tanımlıyorlar. Obama yönetimi, Türkiye’nin BM’de İran’a karşı son ekonomik müeyyide paketine karşı oy kullanmasından dolayı açıkça öfkelenmişti. Ancak geçen Mayıs ayında Türkiye ve Brezilya’nın tasarladığı nükleer takas anlaşmasını - Obama ekibi başlangıçta bu çabayı desteklemiş olmasına rağmen Washington’ın daha sonra kibirle reddettiğini kaydetmeye değer. Eğer bu terminoloji size son dönem Sovyetleri hatırlatıyorsa tesadüf değildir: Sağ çıkan büyük felaketzedeler benzer şekilde düşünür. Sovyet lideri Leonid Brejnev ve avanesi, Josef Stalin’in kaçık tasfiye hareketi ve II. Dünya Savaşı gibi çifte kabustan nihayet kurtulduklarında, nükleer cephaneliği saçmalığın zirvesine taşıyıp Batı “hücumundan” insiyâki olarak kurtulmaya baktılar. Ancak yıllar içerisinde kıdemleri ilerledikçe, gerçekte Batı’dan istedikleri şey, büyük kazanımlarını Batı’nın tanıdığına işaret eden, emperyal müesseselerinin stratejik bekasını garanti eden – yahut garanti edeceğini düşündükleri - kağıt parçalarıydı. Richard Nixon ve müteakip başkanlar, o kağıt parçalarına imza attılar ve bunun beraberinde ikili ilişkilerin rahatlaması, Sovyetleri zamanın kendilerinden yana olduğuna inandırarak onları zor duruma düşürdü. Daha bir nesil geçmeden, tarih aksini ispatlayacak, Sovyetler gözden kaybolacaktır. Beyaz Saray, İsraille “Gazze Özgürlük Filosu” kıyametinden ve gürültünün hala bitmemesinden dolayı tarihi olarak güçlü ikili askeri bağlarımızı azaltıp, hassaten de taahhüt edilmiş silah satışlarını torpidolayıp Türkiye’nin en büyük yıllık askeri tatbikatını boykot ederek Ankara’yı cezalandırmakla tehdit ediyor. Yeterince şaşkına çevirici: İkiyüzlü Pakistan, Pentagon’ın verdiği açık çeklerle ödüllendirilirken, Türkiye tavan arasına atılıyor. Eğer bu ikilik size mantıksız göründüyse o halde dış politika realisti olmalısınız. Mesele Türkiye’nin rakibi İran’ın nükleer emellerine meşru tepkisi olunca işler karışır ama halen Amerika’nın stratejik davası lehinedir. Ahmedinejad ve avanesi, Brejnev’den daha genç yaşta siyasi üstünlüklerinin zirvesindeyseler de, kirli bir düşkünlük içindeler: Nükleer salahiyetin kendisine yaraşır şekilde korkuttuğu Amerikan süpergücü’nün büyük devrimlerini sonunda İran’ın nükleer silah edinmesinin bir “eğer” meselesi olmayıp bir “ne zaman?” meselesi 32 tanıması istiyorlar ve bu amaçla imzalayacağımız kağıt parçalarını memnuniyetle karşılayacaklar. Ancak tıpkı Sovyet vakasında olduğu gibi, devrimci güç bu nevi anlaşmalara vardığında, böylesi bir radikal hareket, amansız bir düşman yokluğundan dolayı sararıp solar ki sinsice başarılan bir savuşturulma/yumuşak ölümdür bu. zorunda kalacak ki bunlardan bazıları İsrail ve ABD gibi eski dostlar için acılı olacak ama en sonunda tüm bunlara değecektir. Doğrudur, Batı’nın duymak istediği stratejik anlatı bu değil ama iş bitirici “nokta saldırıları” gibi sihirli kurgular ve “nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya”, “küresel sıfır” gibi gerçeklerden kaçışla kıyas edildiğinde güvence veren bir yoldur. Bu yoldan daha önce başarıyla geçmiştik ve tekrar yapabiliriz zira tarihin yürüyüşünün bize tatminkâr başka bir fırsat sunabilmesi ihtimal dâhilinde değildir. İran askeri diktatörlüğü bu tuzağa niçin düşsün ki? Kendi halkından korku duyarak yaşamaktan başka seçeneği yok. İran nükleer programı hakkında “tüm seçeneklerin masada olması” gibi cesur laflara rağmen – yanı sıra muhtemel bir İsrail saldırısını analım – sorulmaya değer tek bir soru var: ABD, nükleer bir İran karşılığında ne alacak? Bu yola girme vakti geldiğinde, Türkiye, her ne kadar şu an zahiren içimizdeki diken gibi görünse de, hakikaten ihtiyaç duyduğumuz müttefik olduğunu gösterecektir. 15 Eylül 2010 Tahran ve Tel Aviv’in gayeleri uğruna yüksek risk almalarından kaynaklanan tedirgin edici müsabakalardan sonra bizim alacağımız şey, Ortadoğu için tepeden tırnağa yeni bir güvenlik mimarisidir ve bu, İsrail’in Filistin’le kalıcı bir barış yapmasına imkân tanımaktadır. Bunun olması için on yıllarca çabalayıp sonra da böylesi çabaların daha büyük bölgesel çekişmelere, bölgede zuhur eden nükleer çekişmelere yenik düştüğünü görüvermek – önce İsrail-İran sonra İranTürkiye ve muhtemelen de İran-S.Arabistan arasında – bölge başkentlerini diplomatik uzlaşmaya mecbur etmek için dünyanın enerji bağımlısı büyük güçlerini harekete geçirecektir. Kaynak: WPR Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın Bu müzakereler – ki çok yoğun geçecektir – nihayet sadede davet edildiğinde, Amerika masada oturan, İran’ın hülyalarını ve İsrail’in korkularını dengeleyen bir Türkiye’yi görmekten memnuniyet duyacaktır. Türkiye, buradan oraya varmak için, her çeşit stratejik yeniden yönelimi çekip çevirmek 33 Türkiye bunu başında fes olmadan yapıyor - Michael C. Desch kazandıran militan sonucuydu. Türkiye kavşakta: Ekonomi gürleyerek büyüyor; Türk ekonomi mûcizesi, şu anki hükümetin yurtiçinde girişimciliği teşvik etme ve ülkeyi 21. yüzyılın küresel ekonomisiyle bütünleştirmek için gerekli her şeyi yapma iradesinin doğrudan bir sonucudur. Vahamet ortada. Siyasal İslam’ın Türkiye’de sürgit büyümesi, Türk toplumunu kutuplaştırıyor ( bu arada, siyasal İslamın büyümesi, AK Parti’den önceye gider). Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un cadde ve sokaklarında gezince, Türkiye’deki siyasi yelpazeyi caddelerdeki çok farklı kostümlerde ve giyinip kuşanmış bakımlı insanlar üzerinde tastamam görürsünüz: Başörtülü ve tesettürlü dindar kadınlar, “İslami” olduğu hemen belli olan bıyık bırakmış erkekler (mesela Tayyip Erdoğan’ın bir fotoğrafına bakın), sanki Berlin ya da Paris’te yaşıyormuş gibi giyinen laikler, Avrupa’nın daha da Kuzey’inden gelmiş gibi görünen sarı saçlı “beyaz Türkler.” Ayrıca, artan sert ve yumuşak gücünün bir sonucu olarak da Ortadoğu’da bir kez daha hâkim güçlerden biri haline geliyor. Türkiye’nin sert gücü, onun Soğuk Savaş sırasında NATO’nun güney kanadında oynadığı çapa rolünden mirastır. Türkiye, İslam ve Modernitenin – husûsan, demokrasi ve küresel ekonomiye katılımın – pek çok bakımdan bağdaşır şeyler olduğunu ispatlıyor görünmektedir, ki Türkiye’nin en azından Ortadoğu’daki yumuşak gücü, bu gerçeğin bir fonksiyonudur. Eğer Türkler bu işi becerirlerse, İslam dünyasını 21. yüzyıla taşımaya hazır olacaklardır. Ancak radikal her bir deney ve tecrübede olduğu üzere, bunun başarılı olup olmayacağı henüz belli değil. Çağdaş Türkiye’nin ABD için sunduğu tehdit/tehlike ve fırsat/vaatler işte burada yatmaktadır. laikliği reddedişinin Çağdaş Türkiye’deki çatışmanın odağında başörtüsü var (Atatürk’ün 1925’te fesi yasaklamasını hatırlatıyor); laikler, bugün Türkiye’yi yarıp parçalayan laik kültür-İslam kültürü savaşında bunu merkez cephe olarak nitelendiriyorlar. Türkiye’nin laik seçkinlerinden olan bazı akademisyen meslektaşlarla konuştuğumda, sorumluluklarının bir parçası olarak üniversitedeki İslamcı öğrencilere başörtüsü aleyhine *ikna odalarında+ “nasihat vermekle” görevlendirildiklerini, bunun destekledikleri bir ilke olduğunu ama gene de rahatsız edici bir görev olarak gördüklerini söylediler. Türkiye’nin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde İslami yönelimli bir hükümeti var. AK Parti’nin 2003’deki zaferi (ve 2007 seçimlerini yeniden kazanması, ki emsalsizdir) Türkiye’nin şimdiye değin hâkim siyasi partisi olan, Mustafa Kemal Atatürk’ün merkez soldaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yozlaşması ve fikrî tükenişinin ve de Türk seçmenlerinin büyük çoğunluğunun Türkiye Cumhuriyetine 1923’ten beri vasfını Bir Türk üniversitesinde ders verdiğimden dolayı Türk kanaati hakkındaki “örneklemim” laiklere meyillidir. Türkiye’deki entelektüel ve siyasi seçkinlerin kayda değer bir kesimini oluşturan bu grup, İslam’ın Türk siyasetinde artan rolüne karşı tetikteler. Eski Dışişleri Bakanı Emre Gönensay, Obama yönetiminin Erdoğan 34 rejimiyle sarmaş dolaş olması - ki ona göre bu, Türkiye’yi İslami Truva Atına çevirme senaryosunun doruğa ulaşmasıdır- aleyhine olacaktır diye uyarmıştı beni. aşağılama gayreti ve Gazze ablukasını yarmak için seyirde olan Türk gemisi Mavi Marmara’ya İsrail ordusunun el koyması sırasında dokuz kişinin ölmesi) iki ülkenin evvelden samimi olan diplomatik ilişkilerini sarstı ve derin stratejik işbirliğini tehdit etti. Türkiye, İslam dünyasının öncü sesi olmayı arzuladığından dolayı Yahudi devletiyle ilişkilerinin öncelikle de çözümsüz kalmış İsrail-Filistin meselesi üzerinden soğuması belki de kaçınılmaz bir şeydi. Gönensay gibi laikler Türkiye’nin İran gibi olmasından korkuyorlar açıkçası. Fakat hemen göze çarpmayan başka bir korkuyu saptadığımı düşünüyorum: AK Parti’nin yükselişi, Türklerin seçeneğinin bir yanda modernite, demokrasi ve ekonomik büyüme, diğer yanda ise İslam ve gerilik olmadığını ispatlamaktadır. Başka bir ifadeyle, çağdaş Türkiye’deki gelişmeler, Atatürk Devrimi’nin ana önermesinin yani başarılı modernleşmenin ancak laiklikle olabileceği önermesini çürütme niteliği kazanmaktadır. Bugünün Türkiyesi’nin önceki Türkiye hatta birkaç yıl öncesinin Türkiyesi olmadığına şüphe yok ve bu durum hem iç gerilimlere hem de uluslararası komplikasyonlara yol açıyor. Fakat bu gerçek mâliyetlerin, Türkiye’deki değişimin hem bölgeye hem de ABD’ye sunacağı potansiyel kazançları gölgelemesine izin vermemeliyiz. İslam’a daha meyilli bir Türkiye’den hâsıl olan uluslararası komplikasyonlar da âşikar hale geliyor. AK Parti’nin İslam ve moderniteyi uzlaştırma projesi, Avrupa’nın militan laikliğine ve artan İslam fobisine bakınca, Türkiye’nin zaten düşük olduğu kabul edilen AB’ne katılım şansını artırmaya yardımcı değil galiba. AK Parti’nin yükselişi kısmen de diğer siyasi şıkların, buna Kemalizm de dâhildir, iflasını yansıtmaktadır. Bu yükseliş, Türkiye’nin devam etmekte olan demokratikleşmesiyle ille de bağdaşmaz gibi de görünmüyor. Hakikat, Erdoğan hükümetinin, ihtiyaç duyulan adli reformlarla, anayasa reformlarıyla demokratikleşme sürecini derinleştirdiği savunulabilir. AK Parti, otonomi mücadelesi son yirmibeş yılda yaklaşık kırkbin cana mâl olan huzursuz azınlığa verdiği küçük ama sembolik tavizlerle, Kürt çatışmasını çözme yolunda önceki hükümetlere nispetle en cüretkâr adımları da attı. Türkiye’nin İran ve Suriye gibi diğer bölgesel güçlere uzanma çabaları da ABD’de iyi takdim edilmiyor, ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” diplomasisini, Türkiye’nin, sert ve yumuşak gücün bir bileşimiyle, bölgeye liderlik çabasının bir parçası olarak görmek yerine Türkiye’nin o ülkeleri yatıştırması şeklinde yanlış anlıyoruz. Türkiye’nin İran ve Suriye’ye yaptığı teklifleri “Şer Eksenine” katılma arzusunun göstergesi olarak görmek yerine, biz, ABD’dekiler, bunu İslam Cumhuriyeti’nin sunduğuna alternatif olacak, İslami değerlere dayalı ama demokrasi ve serbest ticaret gibi modern dünyanın ilkelerine de bağlı bir model Ancak en çarpıcı diplomatik değişim, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde yaşandı, hem incir çekirdeğini doldurmayan hem de ölümcül olaylar (İsrail Dışişleri Bakan yardımcısının diplomatik hareket sırasında Türk büyükelçisini alçak koltuğa oturtarak 35 sunarak İran’ın bölgedeki nüfuzunu etkisizleştirme çabası olarak görürsek daha iyi yaparız. elbet. Ancak sadece komplikasyonlara odaklanıp Amerika’nın Türk tecrübesinin başarısında yatan menfaatlerini gözardı etmek daha büyük bir hata olur. Türkiye’nin ABD’deki imajının, onun bölgedeki diğer Amerikan müttefiki İsrail’le ilişkileri üzerinden şekillenmesi kaçınılmazdır. Washington’daki İsrail yanlısı lobinin - Ermeni soykırımı gibi hassas meselelerde Türkiye adına işe karışırdı - bir zamanlar sevgilisi olan Türkiye, bölgesel diplomasisindeki değişim onu geçmişe nazaran daha iddialı bir Filistin yanlısı duruşa sevkettiğinden dolayı Yahudi devletinin destekçilerince artık yeriliyor. Oysa vaadi gerçektir: Eğer Türkiye, İslam ile siyasi ve ekonomik moderniteyi telif etmeyi başarır ve sonra İslam dünyasının geri kalanının da bu sentezi yapmasına yardım ederse, Bush yönetiminin ve onun YeniMuhafazakar (neocon) müttefiklerinin saptırıcı Irak savaşında uğruna çabaladıkları ama başaramadıkları bölgesel çaplı dönüştürücü etkiye sahip olacaktır. Başkan Obama’nın geçen yıl kaydettiği gibi, “Türkiye’nin hukukun üstünlüğüne saygı duyan - ama aynı zamanda çoğunluğu müslüman bir ulus olan - seküler demokratik devlet tarihine bakınca, sadece kendi civarında değil dünyada da karşılıklı anlayışın, istikrarın ve barışın şekillenmesine yardımda kritik bir rol oynadığını düşünüyorum.” Ancak her ne yaparsa yapsın, Türkiye’yi Amerika’nın Yahudi devletine sorgusuz sualsiz destek standardıyla yargılamamız hata olacaktır. Evvela, Türkiye’de ve bölgede (dünyanın geri kalanını söylemeye bile gerek yok) kamuoyu kanaatine ayak uydurmayan, tarafsızlık değil, aslında bu standarttır. Amerika’nın İsrail’e verdiği tarafgir desteğin barış sürecine öyle pek katkı sağlayıp sağlamadığı da belli değildir, ki barış süreci en nihayetinde Türkiye’nin, bölgenin, ABD’nin ve de bizzat İsrail’in çıkarınadır. Modern Türkiye’nin gerçeği, İstanbul’da gördüğüm sokak tablosu kadar girifttir. Hem başörtüsü hem de mini etekleri var; hem İran ve Suriye’ye uzanıyor hem de AB’ne yakınlaşıyor; İslami mirâsını yeniden talep ederken modern küresel ekonomiyle bütünleşiyor. Demokratik, küreselleşmiş ve ılımlı İslamcı bir Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına bizim doğrudan yapabileceğimiz başka herşeyden daha çok katkıda bulunmaktadır. Türkiye’nin tecrübesinde yatan menfaatimiz işte budur. Eğer bir kimse Obama yönetimi gibi İsrailFilistin çatışmasının çözümünün, bölgedeki Amerikan çıkarları adına atılacak en önemli adımlardan biri olduğuna inanıyorsa bilsin ki Türkiye’nin Filistin self-determinasyonu adına ve lehine sergilediği daha iddialı duruş, iki devletli çözümde ilerleme kaydedilmesine Aaron David Miller’in yerinde ifadesiyle “İsrail’in avukatı” olarak çalışan şu bildik stratejimizden daha fazla katkı sunmaktadır. 14 Kasım 2010 Kaynak: National Interest Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın Bu yeni gerçekliğin hem yurtiçinde hem de yurtdışında Türkiye için durumu karmaşıklaştıracağını inkar etmek saflık olur 36 Türkiye kavşakta Couloumbis,Ahlstrom & Weaver ulus devleti, Osmanlıların çok-kültürlü ve çok-dilli imparatorluğunun yerini almıştır. Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında tarafsız kalmayı başardı ve müttefik kuvvetlere ancak 1945 Şubat’ında katıldı; fakat 1940’ların ortalarında ve sonlarında Soğuk Savaş hattı çizilirken Sovyetlerin ileri sürdüğü toprak iddiaları, Türkiye’yi taraf seçmeye zorladı. Soğuk Savaş süresince Türkiye’nin yönelimi belliydi: Batılı bir ülkeydi; Sovyetleri ve onun uydularını kuşatmak üzere tasarlanmış müttefik zincirinin hayati bir halkasıydı. Avrupa ve Amerika’daki pek çok kişi Türkiye’yi yanlış anlıyor. Bunun nedeni sadece Türklerin kendilerini rahatça Avrupalı, Avrasyalı, Balkan, Akdenizli ve Yakındoğulu olarak anmaları ve bu son derece mondern, ticari bakımdan faal NATO üyesinin aynı zamanda İslam Konferansı Teşkilatı’nın öncü sesi olması değildir. Nüfusu, Almanya’nın nüfusundan yalnızca yüzde 10 daha düşüktür; ulusal zenginlik bakımından G-20 arasında 15’nci sıradadır; 2009’da yaklaşık yüzde 5 daralmanın ardından 2010’da yüzde 10 civarında büyüme kaydediyor ki küresel mâli krizi müteakip en hızlı toparlanmalardan biridir. 1952’de NATO’ya katıldıktan sonra Anadolu’da büyük bir Amerikan üssüne evsahipliği yaptı ve savaş zamanında Sovyetlerin Karadeniz filosunun Akdenize çıkışını engelleyecek olan kapıları (İstanbul ve Çanakkale boğazları) tuttu. Ayrıca Sovyetlerin Ortadoğu petrolüne erişimini engellemek amacıyla kurulan Bağdat Paktı’nın bir üyesiydi. Yaklaşık ikibin yıldır imparatorlukların, dinlerin, ticaret yolları ve bölgesel çatışmaların kavşağında olan Türkiye bir kez daha kavşakta. 29 Ekim’de Türkiye Cumhurbaşkanı ve başörtülü eşinin ayrı, askeri liderlerin yani “laik devletin bekçilerinin” ayrı bir resepsiyona evsahipliği yapmaları bunun sembolüdür. Ancak 1980’lerin sonlarında Sovyet komünizminin çöküşü yeniden saflaşma sürecini başlattı. Boris Yeltsin’in yönetimindeki Sovyet sonrası dönemin Rusyası içe döndü ve Türkiye’nin stratejik planlamacılarının başlıca kaygısı sona erdi. Sovyet tehdidinin yok oluşu üzerine Türkiye, yeni jeopolitik gerçekliği tanıyan yeni bir stratejik doktrine ihtiyaç duydu. Tüm bunlar nasıl oldu? Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı’nda mağlup olmasının ardından karizmatik lideri ve ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk, Türkiye’ye laik cumhuriyet şekli kazandırdı. Türkiye, Atatürk 1938’de ölene dek köklü dönüşümler yaşadı. En bâriz değişimler şapka ve kıyafet devrimi, harf devrimi, din ve devlet işlerinin katı bir şekilde ayrılması ve orduya laik düzenin bekçiliği rolünün tahsis edilmesidir. Bu rol, laikliğin tehlikede olduğunu düşündüğü takdirde ordunun dönem dönem siyasete müdahale gerekçesi olmuştur. Yeni Türk Türkiye’nin uzun süre Washington büyükelçiliğini de yapmış tecrübeli diplomat Şükrü Elekdağ, Türkiye’nin bazı komşularından kaynaklanan potansiyel tehditlerle yüzyüze olduğunu, Suriye ve Yunanistan’la aynı anda savaşa hazırlıklı olması gerektiğini ve PKK kaynaklı terör tehdidini etkisizleştirmesi gerektiğini savunmuştu. Bu yeni strateji mantıken 37 Washington’la geleneksel ortaklığın devamını öngörüyor ama aynı zamanda yeni bir stratejik ortak ilave ediyordu. Tel Aviv. Erdoğan ve Davutoğlu, yıllar içerisinde iltihap toplamış tehlikeli durumları istikrara kavuşturmada esasen hem batı çıkarlarını hem de bölgesel çıkarları destekleyen Türkiye’yi Ortadoğu meselelerinde barışçıl çözümlere vesile olabilecek bir aracı olarak konumlandırmaya çalışmaktadırlar. Türkiye 1990’ların sonuna doğru yeni bir rol imkanı elde etmiş ve Avrupa Konseyi, OECD ve AGİT üyelikleri, Avrupa Birliği üyeliğini birinci öncelik haline getirmişti. Bu ise Ege konusunda Yunanistan’la yumuşamayı, Kıbrıs’la ilgili daha esnek bir politikayı ve Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeyi talep ediyordu. 2002’de yapılan genel seçimlerde AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın iktidara yürüyüşü üzerine Türkiye, Elekdağ’ın karşılaşmacı stratejik dokrinlerini terk edip farklı bir rol tanımladı. Üst düzey subaylar ülke demokrasisine darbe planlamaktan dolayı yargılanmayı beklerken, Erdoğan hükümeti genel seçimlere hazırlanıyor ve muhtemelen yeni bir anayasa hazırlıyor. Sırf Atatürk’ün laik ilkelerine adanmış subaylar Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başörtülü eşiyle tokalaşmayı istemiyorlar diye iki ayrı cumhuriyet resepsiyonu düzenlenmiş olması Türk kamuoyunu etkilememiştir ve dış gözlemcileri de etkilememelidir. ABD’nin 2003 yılında Irak’a yapacağı müdahaleden şüphe duyan, İsrail’le arasına mesafe koymak isteyen ve Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin ekonomik performansına eş bir performans sergileyen Erdoğan hükümeti, 2007 yılında yapılan seçimlerde kesin bir zafer elde ettikten sonra Türkiye’nin dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya artık hazırdı. 15 Kasım 2010 Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis, Hellenic Foundation for European and Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill Ahlstrom, bir çok-uluslu Amerikan şirketinde yönetici; Gary Weaver, American Üniversitesi School of International Service Profesörü. Erdoğan’ın dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, geniş bir stratejik bakış açısı üzerinde durmakta ve Türkiye’nin komşularıyla “sıfır sorun” istemektedirler. AB üyeliği halen birinci öncelik ama genişleme yorgunluğu ve Fransa-Almanya muhalefeti, üyelik ümitlerini azaltmaktadır. Türkiye ve Brezilya, İran’ın farazi nükleer planlarına yönelik alternatif bir yöntem sundular ve BM müeyyidelerine destek vermediler. İsrail’in Gazze’yi işgali ve İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria topraklarında uyguladığı yerleşim politikalarını Erdoğan’ın yüksek sesle eleştirmesi üzerine Türkiyeİsrail ilişkileri kötüleşti. Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 38 Türkiye: Modernleşmenin doğası – I -Aleхander Sotnichenko gerilla savaşı hüküm sürüyordu. Rusya’yla ilişkiler halen hasım bir ilişkiydi (Soğuk Savaş’tan dolayı). Türkiye, Çeçenya’daki savaşa adam sağlayan başlıca kaynaklardan biriydi; silah, cephane, para ve teçhizat Türkiye topraklardan geçiyordu. Sovyetlerin çökmesinden sonra, devlet liderleri birleşik bir Türk Avrasyası oluşturmaya karar verdiler. Ancak yeni yüzyıl dönemecinde, kuvvetten çok problem olduğu ortaya çıkmıştı. Yeni talepleri karşılamak için devlet politikası değişmeye başladı. Joseph Stalin, Sun Yat-sen Üniversitesi öğrencileriyle görüşmesinde şöyle demişti: 10-12 milyon nüfuslu Türkiye artık küçük bir devlet kümesine düştü. Emperyalizm için ne heybetli bir pazar ne de belirleyici bir meseledir. (Т. 9. P. 256-258) Büyük Sovyet Ansiklopedisi “Türkiye” maddesinde şöyle kaydedilmiştir: Türkiye, özellikle de tarımda feodalist kalıntıların görüldüğü bir tarım-sanayi ülkesidir. Türkiye, uluslararası kapitalist işgücü farklılaşmasında, tarım-hammadde bölgesi rolünü oynamaktadır ve ekonomik bakımdan Batı Avrupa ve ABD’nin emperyalist tekellerine bağımlıdır…Kişi başı ulusal geliri 600 dolardır - kapitalist dünyadaki en düşük ulusal gelirdir. Bugün Türkiye, dünyanın en dinamik kalkınan ekonomilerinden biridir. Az gelişmiş tarım devleti, dünyanın en büyük ekonomileri arasında 15’nci sırayı aldı ve G20 üyesi oldu. GSMH’sı 2002-2009 arasında yüzde 6-9 arasında büyüdü; sayılar beş yıl zarfında iki katına çıktı: Şu an 880 milyar dolar. En yakın rakibi, Güney Kore, Meksika ve Avustralya. Türkiye, uluslararası nüfuzunu genişletiyor, Ortadoğu ve Balkanların gayri resmi lideri rolünü almaya bakıyor ki Osmanlı İmparatorluğunun dirilişine ön ayak olabilecektir. Peki, fakir bir devlet, siyasi ve iktisâdi bir kudrete nasıl dönüştü? Türkiye’nin hızla değişen imajı Bir Rus Türkiye’yi popüler filmlerin, edebiyatın ve kural olarak, biraz da tatil seyahatleri sırasında edindiği kişisel izlenimlerin şekillendirdiği şablonlardan görür. Çiçek dürbünü/kaleydoskop, Tolstoy ve Leonid Gaidai ve bir de Rus turistlerin ebedileştirdiği Antalya’dan oluşuyor. Suvorov’un Türkleri mağlup etmesiyle ilgili anılarla, Almanya’ya göç ve Rus kadınlarını toptan ve perakende satın alan genelevlerle bu resim tamamlanıyor. Ve bu resim, yoksulluk develer, haremler ve yoksul semtlerden oluşan bir arka zemin üzerinde çizilmektedir. Ulusal politikanın muayyen nitelikleri 2002 seçimleri hem Türkiye’yi hem de uluslar arası câmiayı sarsmıştı. Enflasyon, yoksulluk ve işsizlik popüler siyasi partilerin yüzde 10 barajını geçmelerine izin vermemişti. Hükümet, yıllardır ilk kez tek bir partiden, yeni bir siyasi güçten oluşuyordu yani ordunun yasakladığı Fazilet Partisi üyelerince kurulan AK Parti’den. Bu imaj uzun bir süre –kısmen de olsa – hakikate yakındı. Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul 10 yıl evvel gecekondulardan ibaret bir şehirdi. Yıllık enflasyon yüzde 60 düzeyindeydi ve ülkenin güney kesimlerinde Küresel haber ajansları olayı önce şöyle duyurmuştu: İslamcılar Türkiye’de iktidara geldiler! Batı, Usame bin Ladin’i, Rusya ise Emir Hattab’ı görmüşlerdi ama yeni siyasi 39 liderler daha zeki çıktılar. AB üyeliği azmi ve AB standartlarını karşılamak için çıkarılan reform yasaları, siyasi programın ana yönelimlerinden biri haline geldi. Bu adım çok başarılıydı ve Ak Parti attığı bu adımlardan hissesine düşeni hala almaktadır. Yeni Türk lider, Recep Tayyip Erdoğan, partisine yönelik tehlikenin yurtdışından değil ülke içerisinden yani Anayasa Mahkemesi, MGK gibi kurumların başındaki geleneksel laik askeri ve sivil bürokratlardan geldiğini hemen keşfetti. Yürürlükteki 1982 Anayasasına göre bu kurumlar, devletin laik temellerini çiğneme teşebbüsüyle suçlanabilecek her hangi bir siyasi gücü feshetme hakkına sahipti. Avrupalılaşma doğrultusunda yapılan yasa değişikliği, bu hakkı ordunun elinden alacaktır. Demokratikleşme ve Avrupalılaşma sloganı yurtdışından güçlü destek gördü. sosyal programından ödünç alınmaydı. Aslında, bugün çeşitli sosyal ihtiyaçlar için büyük fonlar ayrılmış durumda: Okullar, hastahaneler, kamuya ait spor tesisleri, halk eğitimi/beceri geliştirme dersleri vb. Tüm bunlar, en büyük şehirde (AK Parti’nin bugünkü lideri 1994-98 arasında İstanbul Belediye Başkanıydı) test edilmiş adımlardı ve toplumun en fakir katmanlarından partiye destek devşirmişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın biyografisi dahi bir sol liderinkine daha uygundur: İstanbul’un fakir bir semtinde doğmuştu; babası, ailenin maişetini kazanmak için Karadeniz’den kalkıp bu semte taşınmıştı. Dini rönesans ve iş/letme Ancak yeni Türk sosyalizmi kızıl değil, yeşil. Türk toplumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün reformlarından sonra laik seçkinler ile gelenekçi fakir arasında bölünmüştü. İslami olan herşey 1950’lere kadar yasaklanmıştı. Fakat gelenek tedricen geri döndü. İlk önce, İslam dünyasında her zaman olduğu gibi minarelerden Arapça ezan okunmasına izin verildi (izinden önce yalnızca Türkçe okunuyordu); sonra, okullarda temel İslami derslerin verilmesine ve imam-hatip okullarının açılmasına izin çıktı. Söylemeden geçmeyelim, şu anki başbakan, bu okullardan birinden mezun oldu. Devlet makamlarının yasaklandığı dindar müslümanlar kendilerini, laik hukukun yasakladığı Sufi tarikatlar etrafında holdingleşecek küçük işletmelerde buldular. 1980’lerdeki özelleştirmelerden ve hidrokarbon ihracından elde edilen gelirin ani yükselişiyle zenginleşen Körfez bölgesindeki Arap ülkeleriyle bağlantı tesisinden sonra İslami sermaye ekonomiye yerleşti; 1990’lara gelindiğinde, Koç, Sabancı ve OYAK gibi geleneksel laik holdinglerle İktidarda tek partinin olması sayesinde, bir koalisyonda olabilecek muhalefet mücadelesinin dikkat dağıtıcı etkisine maruz kalmaksızın vahim ekonomik ve sosyal sorunlara eğilebildi. Artık iktidarda olan geleneksel çevrelerin reformları, sağ-sol şeklindeki geleneksel siyasi bilim ayrımından alınacak bir yardımla tanımlanamaz. Öte yandan, reformlar elbette ki liberal reformlardır. Son sekiz yıl zarfında kamu teşebbüsleri özelleştirmeye tabi tutuldu, ekonominin pek çok sahasında özel sermaye egemen hale geldi. Bankacılık sistemi, devletin mali sistemi düzenleme mekanizması, AB yönergelerine göre elden geçirildi, çok sayıda sınır ötesi engeller kaldırıldı. Bununla birlikte, K.K.T.C Cumhuriyetçi Sol Parti başkanı Ferdi Sabit Soyer’in bu metnin yazarına anlattığına göre (bu parti 1970-80’lerde Sovyet yönelimliydi) Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı sosyal program, Türkiye İşçi Partisi’nin 1970’deki 40 yarışmaya başladı. “Yeşil sermaye” dinamik bir şekilde gelişti ve turizm, ihracat odaklı sanayi grupları, BDT pazarlarında iş geliştirme gibi yeni yönelimlere girdi (eski piyasa oyuncularının iyice keşfetmediği pazarlardı bunlar) ve artık laik piyasa oyuncularına eşit veya hatta onları gölgede bırakacak bir nüfuza kavuşmuşlardı. İslami güçler siyasete etkide bulunmak için umutlarını demokrasinin gelişimine bağlamışlardı elbette. Laik çevrelerin sülbünden gelmeyen siyasetçiler ancak ve ancak 1980’lerin sonunda ortaya çıkmışlardı. Belirli bazı iş çevrelerinin desteğini kazandılar. Bununla beraber, zirveye söz geçiremiyorlardı. Öte yandan, köylerdeki geleneksel nüfus ve pozitif demografik dinamiklerden dolayı tam bu dönemde sayıları yıldan yıla artan şehirdeki fakirler, seçmen desteği sağlayabilirlerdi. İslami siyasi güçler 1980-90’larda kitlelerin ilgisinin hedefi haline geldiler tıpkı bu ilgi odağının geçmişte Komünist ve Sosyal Demokrat hareketler olması gibi. Geleneksel seçkinler baskıyla cevap veriyorlardı ama kendi lehlerine bir sonuç çıkmıyordu. Avrupalılar ve Amerikalılar iktidarda sâbık ulusçuları görmeyi tercih ederlerdi muhtemelen ancak iktidardaki partinin aldığı halk desteği ve ekonomik büyümeye bakınca bir askeri darbeyi desteklemediler. 1 Ekim 2010 Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 41 Yeni Türkiye-Rusya ekseni - Eric Walberg Nefis bir ironidir, ABD ve İsrail’in Ortadoğu ve Avrasya’daki işgalleri, etkilenen ülkeleri yıldırmadı. Bilakis, Rusya, Türkiye, Suriye ve İran dâhil, yeni bir saflaşmanın temelini oluşturarak onları birlikte çalışmaya sevketti. Neoconların Ortadoğu ve Orta Asya’yı Amerikan imparatorluğunun uysal uydularına dönüştürme planı ve ABD’nin Ortadoğu’daki tek demokrasisi *İsrail+ artık çok farklı bir oyun sahasıyla karşı karşıya. Filistinlilere, Afganlara ve Iraklılara karşı yürütülen savaşlar ancak bata çıka ilerlemekle kalmayıp bölgesel tüm oyuncuların öngörülmemiş hamleler yapmasına da yol açtı. Suriye, Türkiye ve İran sadece gelenekle, inanç ve ABD-İsrail planlarına direnişle değil aynı zamanda ABD ve İsrail’in desteklediği Kürt ayrılıkçılara karşı savaşta da birleştiler. Ekonomik işbirlikleri şaşırtıcı bir süratle artıyor. Bu karmaya Rusya’nın da eklenmesi, hemfikir, Sünni ve Şia Müslümanların, Hıristiyanların hatta Yahudilerin ve laik geleneklerin olduğu sosyo-politik bir tayfı kapsayan güçlü bir bölgesel kuvvet demektir. İmparatorluk, dirilen bir Türkiye’yle, binyılın yarısına yayılan bir zaman süresince büyük ölçüde barışçıl bir Ortadoğu yönetmiş Osmanlının vârisleriyle karşı karşıya. Türkiye, AK Parti döneminde yürütülen dinamik bir diplomatik açılımın bir parçası olarak, Halifeliğin Arnavutluk, Ürdün, Lübnan, Libya ve Suriye’ye vize muafiyeti geleneğini geçen yıl yeniden tesis etti. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, geçen Şubat ayında vize muafiyetini Mısır’a da teklif etti. İsrail Şamir şöyle demişti: Türkiye’yle “Avrupa Birliği’nin bölgesel muadili yeni, muazzam bir Ortadoğu Birliği kurma planı var.” İşte bu, önce İngiliz sonra da Amerikan imparatorluğunun dayattığı, 150 yıldır süren sûni mantık değil tabiî bölgesel jeopolitik mantıktır. Bin yıl önce Haçlıların ortalığı darma duman etmek için gelip de bölge yerlilerini istilacıları püskürtmek üzere birleşmeye mecbur etmeleri gibi bugünün Haçlıları da fişlerini çekecek güçleri harekete geçirdiler. Türkiye’nin, Batı’nın İran karşıtlığını etkisizleştirmek için Mayıs ayında Brezilya’yla birlikte yürüttüğü cesur hamlesi dünyayı meraklandırıp dikkatleri üzerine çekti. Türkiye, Haziran ayında Gazze ablukasını yarmaya çalışan Ögürlük Filosuna İsrail saldırısından sonra İsrail’e gösterdiği mukavemetle Arap dünyasının sevgilisi haline geldi. Türkiye son iki yıl zarfında Rusya’yla stratejik ortaklık ve vize muafiyeti rejimi kurdu, yeni boru hatları ve nükleer enerji tesisleri inşası dâhil ruble ve liranın kullanıldığı hırslı bir ticari ve yatırım planına girişti. Türkiye’nin Osmanlı’nın vârisi olması gibi, Rusya da büyük ölçüde barışçıl bir Ortadoğu’yu Türklerden evvel yaklaşık binyıl yönetmiş Bizanslıların vârisidir. Rusya ve Türkiye’nin, Ortadoğu “hegemonları” olarak 20. yüzyılın İngiliz-Amerikan gâsıplarından çok daha fazla haklı gerekçeleri vardır ve sahip de çıkmaktadırlar. Rusya, Ortadoğu’nun bugün için en yanıcı meselesine daha az göz alıcı kendi katkılarını sundu. Rusya’nın problemleri var. Felç olmuş ekonomisi ve zayıf düşmüş ordusu, süpergücü kışkırtacak her şeye mola 42 vermesine yol açtı. Rus seçkinleri, ABD’yle nasıl bağdaşacakları hususunda bölündüler. Afganistan ve Çeçenya’daki trajediler, Orta Asya’daki kördüğümlerden kaynaklanan korkular, Rusya’nın Müslüman Ortadoğu ile ilişkilerine musallat olmayı sürdürüyor. üzerinde yürütülen müzakerelere Türkiye ve Brezilya’nın dahlini reddederek ABD ve AB tarafını tutuyor. Voltairnet’te yazan Thierry Meyssan “genelde bağlantısız ülkeler özelde İran, BMGK’daki Rus oyu’nu, büyük bir gücün, yükselen güçlerin ekonomik kalkınmaları için elzem olan enerji bağımsızlığını engelleme iradesi olarak yorumladılar. Rusya’nın bu uygunsuz hareketini unutmaları çok güç” diyor. Sovyetlerin 1972’de Mısır’dan çekilmesinin ardından Rusya’nın Ortadoğu’da güçlü bir mevcudiyeti bir daha asla olmadı 1980’lerin ortalarından itibaren, bir milyon küsür Rus’un İsrail’e göçüne tanık oldu; diğer yerlerden İsrail’e gelen göçmenler gibi onlar da sadakatlerini ispatlama kaygısı güden, Filistin’de iki devletli bir çözüm için toprak vermeye gönülsüz göçmenlerdi. İsrail’e göç eden Anatol Sharansky Bill Clinton’ı şöyle iğnelemişti: “Dünyanın en büyük ülkelerinden birinden kalkıp en küçüğüne geldim. Yarısını bölmemi istiyorsun. Hayır, teşekkür ederim.” Rusya kendi İsrail lobisine sahip; pek çok Rus aynı zamanda İsrail vatandaşı yani çifte vatandaş ve İsrail’in vize muafiyeti kapsamındalar. Bu noktada hakikat her ne olursa olsun, Rusya’nın İran’la, Suriye ve Mısır’la ve artık Türkiye ile barışçıl nükleer enerji alanında işbirliği yapıyor olması, Suriye’ye P-800 cruise füzeleri satma anlaşması, Ortadoğu meselelerinde ABD ve İsrail’in oyuncağı olmadığını gösterir. İsrail, Suriye’ye füze satışından dolayı küplere biniyor; geçen hafta “stratejik önemdeki bölgelere” intikam amacıyla silah satmakla tehdit etti Rusya’yı. Rus hamleleri, İran ve Suriye konularında, patlamaya hazır durumları yatıştırmaya çalıştığı intibaını veriyor. Ayrıca Rusya, Batı ve İran arasındaki çekişmede muğlak bir duruş sergiliyor. Nükleer enerji konusunda İran’la işbirliği yapıyor ama İran’ın nükleer emelleri hakkında endişeleri de var; BMGK müeyyidelerini destekledi ve 2005 yılında İran’la yaptığı S-300 füzeleri satış anlaşmasını iptal etti. Afganistan’da Amerikan çabalarına da destek veriyor. Pek çok yorumcu tüm bunları, Medvedev liderliğindeki Rusya’nın Washington’a teslim olmasının, Putin’in anti-emperyal politikalarından ricat edildiğinin işaretleri olarak yorumluyor. İran Savunma Bakanı Ahmed Vahidi “güvenilir olmadıklarını gösterdiler” dedi. Rusya’yı muhtemel bir Ortadoğu gücü olarak görmek için başka nedenler de var. İsrail’e göçen Rusya kökenli milyonlarcaYahudi, Rusya adına ille de Lieberman benzeri Aşil topuğu hükmünde değiller. Bu göçmenlerin üçte biri, yeterince koşer olmadıkları için hor görülerek gözden çıkarılıyorlar ve yalnızca arı bir ırk adına kurulmuş bir devlet için ciddi problem teşkil edebilirler. Birçoğu Rusya’ya döndü veya mezralara yerleşmeye bakıyorlar. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun siyasi hamisi Moşe Arens gibi sağcı politikacılar tek devletli çözüm üzerinde düşünüyorlar. Bu Rus göçmenler muhtemelen Güney Afrika ırkçılığını bitiren Frederik de Klerk gibi bir şahsiyet çıkaracaktır. Rusya, bu nazik ikilemde tarafsız duruyor. Aynı zamanda, İran nükleer programı 43 Rusya, Ortadoğu barışının şaşırtıcı bir diğer anahtarına da sahip. Siyonizm baştan beri laik sosyalist bir hareketti; muhafazakar Yahudiler Siyonizme güçlü bir şekilde karşı çıkıyorlardı ki durum bugün de böyledir her ne kadar Ben Gurion ve Netanyahu gibilerin yağcılığıyla taraf değiştiren pek çok kişi varsa da. Filistinliler gibi Gerçek Tevrat Yahudileri de “Yahudi devletini” tanımazlar. Amerikalı ve İsrailli stratejistler İran’ı işgale yoğunlaşmışlarken, Rus ve Türk liderler nükleer enerji dâhil Ortadoğu’da ticaret ve kalkınmayı artırma planları yapıyorlar. Ortadoğu nokta-i nazarından, Rusya’nın İran, Türkiye, Suriye ve Mısır’da nükleer santral inşa etmeye gösterdiği şevk, Batılıların - İsrail hâriç - uzun zamandır Ortadoğu’dan esirgedikleri ekonomik kalkınmanın hızlanmasına yardım etme arzusunu göstermektedir. Buna Lübnan da dâhildir; Stroitransgaz ve Gazprom, Beyrut’un, kendi kıyılarındaki geniş doğalgaz rezervlerini çıkarması önündeki İsrail engellerini aşana dek Suriye doğalgazını Lübnan’a nakledecek. Ancak bekleyin! 1928’de Sovyetlerin laik tabiiyet politikaları uyarınca Rusya’nın Brobican bölgesinde kurulmuş meşru bir Yahudi devleti mevcut. İster Ortodoks isterse laik olsun, İsrail Yahudilerini bol miktarda hammadde’nin bulunduğu bu Yahudi vatanına, Golda Meir’in “topraksız bir halk için halksız bir toprağına” kaçmaktan beri tutacak hiçbir engel yok. Burası, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra yeniden doğdu. Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev bu yaz eşsiz bir ziyaret düzenleyerek (bölgeyi ziyaret eden ilk Rus veya Sovyet lideri oldu) Eşkanazi dilinin, Avrupalı Yahudilerin seküler dilinin (yani sadece kutsal İbranice’nin değil) resmi dil olduğu Yahudi toprağına güçlü bir destek verdiğine işaret etti. Rusya, müttefiki Türkiye gibi, kendisini Ortadoğu’daki en acil problemler arasında (Filistin ve İran) bir köprü olarak konumlandırdı. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Bin Yıllık Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nde “Ortadoğu’da barış, dünyada barışçıl ve istikrarlı bir geleceğin anahtarıdır” demişti. Şimdi dünya, çabalarının meyve verip vermeyeceğini görmek için izlemede. 3 Ekim 2010 Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Yeni bir siyasi oluşum içine giren Türkiye ve Rusya’ya rehberlik eden sihirli bir el yok. Bilakis, bu el, Batı hücumu karşısında İslamın esnekliği ve ayrıca – şaşırtıcıdır – Sovyetlerin laik ulusal self determinasyon tarihinden bir sayfadır. Türkiye, bir zamanlar Avrupa’nın hasta adamı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün BM Bin Yıllık Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nde dediği gibi “artık Avrupa’nın sağlıklı tek adamı”, İngiliz imparatorluğu ve onun demokratik dölü ABD ve İsrail’in yarattığı karmaşayı toplamak için kendisini Rusya ile, İranlı ve Suriyeli dostlarla konumlandırmaktadır. 44 Türkiye ve Japonya dönüm noktasında - Michael Auslin Türkiye’nin karşı çıkması ve Hamas ablukasını geçmeye kalkışan Türk sponsorluğundaki bir gemiye İsrail’in mani olması üzerine İsrail’le ilişkileri dondurması yüzünden daha da arttı ki bunların hepsi de bu yıl yaşandı. Türk diplomatlar, NATO’nun ikinci büyük askeri gücünün anti-liberal, batı karşıtı rejimlere doğru eğilim gösterdiği şeklindeki iddiaları reddederek savunma halindeler. Asya’nın diğer ucunda, Japonya’da, iktidardaki Demokrat Parti, kurucuları Ozawa Ichiro ve Kan Naoto arasında bir iç çatışmaya sahne oluyor (Kan Naoto şu an başbakan). Sayın Kan Naoto rakibine karşı zafer kazandıysa da partinin birliği zarar gördü ve DPJ’nin berrak bir siyasi gündemi başarıyla oluşturup oluşturmayacağı henüz belli değil. Japonya’da gelecek beş yıl zarfında yapacağı ekonomik reformlar ve Japonya’nın ABD’yle ittifakının yakın vadedeki durumu risk altında. DPJ, geçen yıl iktidara geldiğinden bu yana reform gündemi hız kesti ve Yukio Hatoyama’nın Amerikan donanmasını Okinawa’nın güneyindeki tartışmalı askeri üsten taşımakla ilgili bir anlaşma kotaramamasından dolayı Washington’la ilişkileri sıkıntı çekiyor. Japonya hem ekonomik gerileme hem de deflasyonla kol kola olmayı sürdürürken bu esnada Çin’le – bir başka deniz hadisesi yüzünden - yaşadığı gerilimler kriz seviyesine yükseldi. Türkiye gözlemcileri gibi Japonya gözlemcileri de ülkenin iç ve dış politikasını korkuyla izliyorlar. Fakat iki ülke arasındaki iç benzerlikler buraya kadar. Türkiye’de enerjik ve canlı bir lider, ülkesinin sosyal yapısını ve dış politikasını hızla yeniden tariflendirmekte ve yapıp ettiklerinin sadece ülkesini uluslararası normlarla aynı hizaya daha bir yaklaştırmak olduğunu iddia etmektedir. Öte yanda, Japonya’da, ömür boyu siyasette olan cansız Amerikalı siyaset bilimcileri 1960’larda Türkiye ve Japonya’nın siyasi modernleşmesi konusuna eğilirlerdi. Birbirinden çok farklı iki toplumun – biri, asırlarca çok-uluslu imparatorluktu; diğeri ise feodal, tecrit içindeki adalar grubuydu – 19 yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında geleneğin prangalarını kırıp siyasi, iktisâdi ve içtimâi sistemlerini yeniden şekillendirmelerine izin veren emsalleri keşfetmeyi hassaten istiyorlardı. Türk ve Japon vatandaşların, ülkelerinin geleceğini belirlemeye yardım etmek üzere oy sandığına gittikleri bu ay, siyasi analistler dünyanın en önemli iki ulusunda demokrasinin nereye doğru seyrettiğini görmek için Asya’nın iki kutbuna bir kez daha bakmalılar. Türkiye’deki seçmenler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın teklif ettiği, sivil hakların korunmasını zahiren artıracak ama İslamcı parti liderine Türkiye’nin en önemli mahkemelerindeki hâkim sayısını artırma ve orduyu kontrol etme imkânı da verecek olan anayasa değişikliği referandumuna güçlü bir onay verdiler. Bu durum AK Parti’nin laik muhaliflerini, Erdoğan’ın 1920’lerdeki Kemalist devrimin temellerini sarsacak anayasal araçları kullandığı ve ülkeyi İslami örf ve âdetlere yakınlaştırdığı iddiasını dillendirmelerine yol açtı. Türk toplumunu izleyenler, Erdoğan’ın son sekiz yıl zarfında orduya göz dağı verme, iddia olunan darbe tertipçilerini yargılama ve medyadaki rejim muhaliflerine zor kullanma teşebbüsleri hakkında tehlike çanları çaldılar. Sayın Erdoğan’ın politikaları sadece iç gözlemcileri değil dış gözlemcileri de endişelendiriyor. Ankara ve Washington arasındaki gerilimler, İran nükleer programına karşı BM müeyyidelerine 45 ve neşesiz bir siyasetçiler grubu, ülkelerinin ekonomisini ve ana müttefikleriyle ilişkilerini reformdan geçirmenin mücadelesini veriyor, dizginsiz kapitalizmden bir çıkış yolu aradıklarını dile getiriyorlar. Türkiye’deki bazı seçmenlere göre Erdoğan çok hızlı ilerliyor ve ülkeyi nereye kadar dönüştüreceği henüz belli değil. Sayın Kan’a şans tanıyanlar ise hiçbir siyasetçinin Japonya’yı bir on yılı – 20 yıl zarfında kaybedilecek ikinci bir on yıl – kaybetmekten korumak için onu yeterince uzağa - veya yeterince hızlı - taşıyamayacağı korkusuyla muhataplar. Türkiye ve Japonya’da sahnelenen demokratik dramalar, liberalizmin dünyadaki gel-gitlerini izleyenler için önemlidir. Asya’nın bir ucundaki dayanak liberal kaidelerden başka taraf yönelirken diğer ucundaki dayanak durgun ekonomisini reformdan geçiremediğinde, demokratik model bunun acısını çekecektir. Dünya Çin’de, İran ve Rusya’da otoriteryan rejimlerin dirilişini izlerken haydi haydi kaygı vericidir bu. Türkiye’nin AB üyelik başvurusunu Fransa ve İngiltere’nin aşağılayıcı bir şekilde reddetmesi, “ileri” uluslar klübünün ne kadar kaprisli olabileceğini göstermektedir. Aynı zamanda, Avro bölgesindeki kriz ve Çin’in Japonya’yı ekonomik çembere alması, temsili rejimlerin ekonomik büyümeyi muhafaza kabiliyetlerine soru işareti koymaktadır. Sonuç, demokrasi ve liberalizm hakkında şüphe doğmasıdır, üstelik demokratik ulusların, sistemlerine ve 1940’lardan beri uluslararası kalkınmaya rehberlik eden dünya düzenine yönelik meydan okumaları püskürtmek üzere birleşmesi gereken bir zamanda. Liberalizmin küresel şöhretinin birkaç ülkedeki olaylara bağlı olması rahatsız edicidir; hatta adil de değil. Ancak Japonya ve Türkiye hiçbir zaman sıradan uluslardan biri olmadılar. Amerikan siyaset bilimcilerinin yarım asır önce kavradıkları üzere, her iki ülke de bölgesel ve küresel düzeyde çaplı bir nüfuz sahibi olmuşlardır. Hassaten Japonya ve de Türkiye, çevrelerindeki ülkelere istikamet göstermiş ve Amerika’nın savaş sonrası küresel ittifak sisteminin hayati çapaları olmuşlardır. Dolayısıyla bugün ve gelecekte seçecekleri yol, Ankara ve Tokyo varoşlarının dışında da anlamlı olmayı sürdürecektir. Yapacakları seçimler, bu iki ülkeyle yakın işbirliği olmaksızın Ortadoğu ve Uzakdoğu’da nüfuzunu koruma noktasında büyük sorunlarla karşılaşacak olan Amerika için de çok önemlidir - ki bu esnada, dünyadaki demokratlar Boğaziçi ve Japon Denizi’nde rüzgârların hangi yönde eseceğini görmek için olayları yakından izleyeceklerdir. Japonya ve Türkiye pek çok bakımdan beklegör politikası izliyor: Türkler, toplumun hukuki temelini kökten değiştirmesi için Erdoğan’a iktidarı verdiler ve ülkeyi İslamcı yola sokmayacağına yahut otoriteryan ortakların kollarına atmayacağına güveniyorlar. Japonlar ise partisinin başka bir şans tanıdığı Kan’ın ekonomik büyümeyi canlandıracak planlar hazırlayıp dünyada anlamlı bir rol bulup bulamayacağını bekleyip görmek durumundalar. Her iki ülkeye de şüphe hâkim ama seçmenler şimdilik her iki adama da işe devam etmeleri için demokratik meşruiyeti tanıdılar. Onlarla birlikte dünyanın geri kalanı da beklemektedir. Japonya ve Türkiye, 20. yüzyılın şekillenmesine yardım etmişlerdi; 21. yüzyılı da şekillendirebilirler. 6 Ekim 2010 Yazar hakkında: American Enterprise Institute Japonya Çalışmaları müdürü. Kaynak: National Review Online Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 46 Çin Hava Kuvvetleri Türkiye’ye niçin gitti? -Gavin M. Greenwood Çin ve Türkiye, şüpheleri bir şekilde yatıştırmaya ve üstü güç bela örtülen husûmetleri dindirmeye ayarlı yapmacık sosyal etkinlikler ve yavan kurumsal işlevlerin ötesinde herhangi bir askeri işbirliği şekli için tutuk bir ikili görünümündeler elbet. Hassaten, her iki ülke Uygur câmiasına, Çin’in Batısı’nda meskun Türkçe konuşan bu Müslüman azınlığa muamele konusunda kısa süre önce ciddi farklılıklar tecrübe ettiler. Pekin ve Uygurlar arasında yaşamakta olan pek çok Han Çinlisi Uygurlara şüpheyle bakıyor ve onları ayrılıkçı fitnenin ve potansiyel İslamcı aşırılığın kaynağı olarak görüyorlar. Aynı şekilde, pek çok Türk, Uygurları Çin zulmünün kurbanları olarak görmekte ve pan-Türkçü dayanışma adına seve seve destek vermektedirler. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 2009 Temmuz’unda Sincan’da/Doğu Türkistan’daki Uygurlar ve Han Çinlileri arasındaki çatışmaların ardından durumu “âdeta soykırım” olarak nitelendirmişti ki meselenin yaratacağı duygulanımın kuvveti işte burada açıktır. Can kayıplarının ve yaralıların – 200 civarında insan öldü ve binlercesi yaralandı - büyük bir kısmının Han Çinlisi olduğu ortaya çıktığında, Türk hükümeti kullandığı dili yumuşattı - ki Türklere hâkim olan halet-i ruhiye Çin karşıtı değilse bile Uygur yanlısıydı. Erdoğan’ın görünüşe göre insiyaki ama abartılı tepkisi ve sonraları Çin’e karşı daha yumuşak bir tonda konuşması – Pekin’in Uygurlara karşı durumunun Türkiye’nin Kürt ayrılıkçılar karşısındaki durumuna benzediğini Ankara’nın isteksiz de olsa tanıması olabilir bu – Çin Dışişleri Bakanlığında bağları güçlendirme fırsatı olarak telakki edilmiş olsa gerek. Dolaylı da olsa güçlü tepki gerektiren bir dizi diplomatik fikri değişimi müteakip Çin Hava Kuvvetlerine bağlı sayısı bilinmeyen Rus yapımı Su-27 ve Mig-29 savaş uçakları Eylül ayı içerisinde Orta Anadolu’daki dev Konya hava üssüne indi. Birkaç gün içerisinde, bir NATO ülkesi ve Çin arasında türünün ilk örneği bir askeri tatbikatta Amerikan yapımı Türk F-16’larıyla eğitime başlamışlardı. NATO ve diğer dost ülkelerle yapılan ortak askeri manevraların yapıldığı Anadolu Kartalı himayesindeki bu kısa süreli tatbikat, Türkiye müttefiklerinin anlamını çözmeleri vakit alacak çok sayıda etkeni yansıtmaktadır. Batı nokta-i nazarından, Çin’in aniden NATO’nun güney cenahında görünmesi ve hemen hemen aynı vakitlerde Orta Asya’daki diğer askeri maceraları, Pekin ile Washington ve pek çok Avrupa ülkesi arasındaki ilişkilerin bir dizi iktisâdi ve askeri gerilimden muzdarip olduğu bir zamanda kışkırtıcıdır. Çin uçaklarının Türkiye’ye intikalinin/konuşlanmasının Çin Başbakanı Wen Jiabao’nun 6 Ekim’de Brüksel’de AB komisyonu ile yapacağı, gergin ve verimsiz geçmesi beklenen zirve öncesine rastlamasının birincil –ve galiba fırsatçı – niyeti bu olabilir. Anadolu semalarındaki it dalaşına gömülü daha stratejik bir diğer mesaj ise Çin’in ana kaygılarına daha yakın. Çin savaş uçaklarının Türkiye’ye intikali, Çin yönetimi ve ordusunda Pekin’in erişim ve sürpriz kabiliyetini ispatlama azminde olanların gündemini pekiştirecektir. Bazıları, tatbikatın gerçekte yapılıp yapılmadığı hakkında kararsız olsalar da, pek çokları bu hadisenin Türkiye’nin amaçlarını, NATO’yla ve AB’yle gelecekteki ilişkilerini ortaya koyabileceğini düşünüyorlar. 47 Ankara’nın yaptığı hesaplar, bu hüner gerektiren işte Çinli diplomatlara yardımcı oldu. Türkiye’nin AB ile gitgide endişe verici ilişkisi- ki Ankara’nın atalardan kalma Müslüman yayılması anılarını çalmaya devam ederken Avrupa kalpgâhına yakınlaşma yönündeki herhangi bir çabasını elekten geçiren güçlü bir “Viyana Kapısı” var – Çin pilotlarını NATO hava sahasında eğitme kararına katkıda bulunduğu kesindir. Benzer şekilde, 2010 Mart ayında, Amerikalı yasa koyucuların 1915’te Osmanlı kuvvetlerinin Ermenileri öldürülmesini soykırım olarak tanıyan bir oylamada evet demeleri ve bunun yanısıra 2010 Mayıs ayında, İsrail’in Gazze yardım filosundaki dokuz etnik Türk’ü öldürmesi üzerine Washington’ın İsrail’i ciddi bir sansürden geçirememesi, Türkiye’nin ABD müttefikleri tapınağında mevkice aşağıda bir yer işgal ettiğine pek çok Türkü ikna etti. Çin Hava Kuvvetleri’nin davet edilmesinde etkin olan bir diğer – ve karşı konulamazsaik, Türkiye ve Yunanistan arasındaki farkı vurgulamak olabilir. Yunanistan ekonomisinin müşkül durumu, bu ülkeyi daimi dilenciliğe ve kilit nakliyat sektörünü finanse etmek için Çin’den borçlanmaya ve Çin’e bel bağlamaya itti. Türkiye’nin bu hareketi – hitap edilen ana kitle yurtiçinde olsa da – Yunanistan’ın tam aksine, ülkenin bağımsızlık ve egemenlik bakımından büyük bir güçle denk olduğunu gösterdi. Çin’in Türk davetini kabul edip Konya’ya savaş uçakları göndermesinin ardında yatan dürtüler de ev sahibi ülkenin konum ve öneminden bağımsız bazı çıkarları yansıtmaktadır. Pekin, ülke askerinin ana çıkar alanlarının çok ötesine intikalini içleri daha bir rahat izlerken, Çin’in genelde ihtiyatlı diplomatları, ulusçu yurtiçi kitle nâmına bu nevi gösterilerin faydalarına kıymet veren siyasi ve askeri hizipler tarafından hükümsüz kılınıyor veya göz ardı ediliyor gibiler. 2009 Ocak ayında korsanlıkla mücadele kapsamında Aden Körfezine savaş gemileri gönderilirken de bu halet-i ruhiye göze çarpıyordu; resmi ağızlar, 15. Yüzyılda Amiral Zheng He’nin Ortadoğu ve Afrika’ya gerçekleştirdiği yedi deniz seyahati ile bu misyon arasında kıyas yapmışlardı. Çin Halk Kurtuluş Ordusu ve Hava Kuvvetleri 2010 Eylül ayında Kazakistan’da yapılan, Şangay İşbirliği Örgütü’nün Kırgızistan, Tacikistan ve Rusya gibi üyelerinin de katıldığı “Barış Misyonu 2010” adındaki bir dizi askeri tatbikata da katılmıştı. Tatbikatın görünüşteki gayesi, terörle mücadele operasyonlarını test etmek ve eşgüdümlemek olsa da “Barış Misyonu” gerçekte Çin’e kara ve hava gücünü sınırları ötesine konuşlandırmak gibi eşsiz bir fırsat sundu. Resmi Xinhua haber ajansına göre en az sekiz adet Çin savaş uçağı, bombardıman uçakları, erken uyarı ve tanker uçakları Urumçi’den havalanıp Kazakistan’da adı belirtilmeyen bir mahalde tatbikat yaptılar. Türkiye’ye giden ekip ve teçhizat, İran hava sahası üzerinden Konya’ya varmadan evvel benzer bir güzergâh izlemiş olmalıdır. ABD ve Çin arasında Güney Çin Denizi’nde süren gerilimlere bakınca, Çin savaş uçaklarının bir NATO ülkesinde manevra yaparken görünmesi, 12 Ekim’de Hanoi’de yapılacak ASEAN konferansında buluştuklarında ABD Savunma Bakanı Robert Gates ve Çinli mevkidaşı General Liang Guangle arasındaki sohbete renk katacaktır. 9 Ekim 2010 Yazar hakkında: Hong Kong merkezli bir risk yönetimi şirketi Allan & Associates’te güvenlik danışmadıdır. Kaynak: Asia Sentinel Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 48 Ankara ve Brüksel karşı karşıya Amani Maged bir dönemeç olduğu kanaatini pek çok analist paylaşıyor. Sivil hayat üzerinde askeri hâkimiyetin gevşemesi, Türkiye’yi tam üyelikten uzak tutmak ve “imtiyazlı ortaklıkta” oyalamak için AB’nin ileri sürdüğü bahaneleri yıkacağa benziyor. Osmanlı tarihi, Türk lügatında taviz kelimesine yer olmadığını göstermektedir. Ancak Türkiye, AB’nin üyelik için ileri sürdüğü pek çok reformu yerine getirme sözünü tutma azminde görünüyor. “Bizi bekletmeyin” ifadesi, Türk siyaset lügatında AB üyeliği talebinde kullanılan yeni bir ifade. Ankara, AB üyesi olmak için yıllardır elinden geleni yapıyor. Türkiye, daha büyük bir uluslararası saygınlık ve ekonomik üstünlük getirmesini ümit ettiği bu rüyanın peşinden giderken diplomasi mücadeleleri veriyor, siyasi reformlar yapıyor ve ekonomik kalkınmada muazzam sıçrayışlar gerçekleştiriyor. Ankara’nın AB ile 2005 yılında başlayan üyelik müzakereleri ağır ilerliyor, öylesine ağır ki gecikme olarak da tanımlanabilir. Bunun birçok nedeni var ve bunların en başında 73 milyon nüfuslu bir ülkenin AB’ye katılmasıyla Avrupa örgütünde kendi ağırlıklarını kaybetmekten korkan Fransa ve Almanya’nın muhalefeti var. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “sabrımız azalıyor” diyor ve AB’nin, Türkiye’nin üyeliği konusundaki duruşunu açık ve kesin bir dille ifade etmesini istiyor. Türkiye ehliyet ve sicilini AB’ye ispatlamak için pek çok yol denedi. AK Parti iktidara geldiğinden bu yana Türk ekonomisini dünyanın en gürbüz ekonomilerinden biri haline getirdi. Türk mâmülleri ve tarım ürünleri Arap pazarlarına bilhassa da Körfez pazarına akın etti ve Türk şirketleri bölgede çeşitli inşaat projelerine girişti. Diğer analistler, Avrupa muhalefetinin dini/kültürel tarafgirlikten de kaynaklandığını söylüyorlar. Avrupalıların geniş bir kesimi, halkının yüzde 99’u müslüman olan bir ülkeye AB kapılarının açılmasına itiraz ediyor ki AK Parti’nin iktidara gelmiş olması ve akabinde, İslamcı nüfuzun arttığı korkularının azdırdığı geçmişten gelen bir tutumdur. Öte yandan, Kürt meselesi Türkiye’nin üyeliği yönünde tökezlemesine katkıda bulunuyor. Siyasi olarak, Ankara kendisini üst bir stratejik konuma yükseltti. Tahran ve Batı arasında aracılık yaparak hatta nükleer takas anlaşması taslağının ortaya çıkmasına yardım ederek İran nükleer meselesinde kilit bir oyuncu oldu. Şam ve Tel Aviv arasında müzakerelere aracılık etti ve bu esnada Filistin davasının müdaafi olduğunu ispat etti. Ankara’nın aracılık kabiliyeti - ki hiçbir Avrupalı gücün gidemediği yerlere kendi başına gidebilmesi bu kabiliyetine bir takviyedir – AB üyelik başvurusunda mantıken Ankara’nın lehine çalışacaktır. Keza, Anayasa referandumunun sonuçları da aynı doğrultuda iş görecektir. Anayasa değişikliklerinin Türkiye-AB müzakerelerinde Problemler arasında Türkiye’nin Kıbrıs Rum kesimi bayraklı uçak ve gemilere hava ve deniz limanlarını kapalı tutmayı sürdürmesi de var. Kıbrıs, AB ve Türkiye arasındaki çetrefilli sorunlardan biridir. Ankara bu meselenin müzakere sürecinden çıkarılmasında ısrarlı. AB de bu meselenin ve yanısıra Türkiye’nin KKTC’yi tanımasının müzakere gündeminde yer almasında ısrarlı. 49 Türkiye’deki siyasi hayat, Yunanistan gibi hem askeri hem de sivil hâkimiyet görmüş AB ülkelerinin siyasi hayatına epey benziyor. Fakat Yunanistan’ın aksine Türkiye ağırlıklı olarak müslüman ki Almanya ve Fransa gibi AB üyesi ülkeler, Türkiye’nin AB üyesi olmasına izin verildiği takdirde Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin ve sosyal dokusunun parçalanacağından korkuyorlar. Türkiye’nin insan haklarına, demokrasiye, sosyal ve ekonomik modernleşmeye olan bağlılığını ispatlamak için aldığı çok sayıda tedbir, Avrupa tutumunda kayda değer bir gedik açmadı. ilgili olanında anlaşma sağlandı. Başlıkların sekizi donduruldu. AB müzakerecilerine göre Kopenhag’da formüle edilen şartları karşılaması için Türkiye’nin alması gereken mesafeler var. Bunlar arasında hukukun egemenliği, insan haklarına saygı, ekonomik istikrar ve tarımdan eğitime kadar farklı alanlarda performansın iyileştirilmesi yer alıyor. Mesela Türkiye idam cezasını kaldırdı ancak halen siyasi suçluların serbest bırakılması çağrıları alıyor. Eğitim reformunda müthiş sıçramalar yaptı ama üniversitelere kayıt oranı AB ülkelerindeki oranın halen gerisinde. Avrupalı güçleri telaşa düşüren bir diğer etken, Türkiye’nin nufüsunun 2015 yılında Almanya nüfusunu aşacak olması. AB’ye girmesine izin verildiği takdirde, AB Parlamentosu’ndaki Türk vekil sayısı Almanya’nın vekil sayısından fazla olacak dolayısıyla da daha büyük bir oy gücü olacak. Bu gerçeğe bir de AB’nin, parasının çoğunu üye ülkelerdeki tarıma ve yoksul bölgelere yardıma tahsis ettiğini ekleyin. Türkiye her ikisine de ihtiyaç duyuyor ve bu masraflar, hâlihazırda mali problemler yaşayan ve ciddi reform isteyen AB bütçesine külfet ekleyecek. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmak için olduğu kadar Ankara’ya AB’de koltuk sunmak için de iyi ve güçlü nedenler var. Avrupa’daki bazı yetkililer, Türkiye’nin üyelik başvurusunun sürekli reddedilmesinin Ankara’yı Arapların kollarına iteceği kaygısını dile getiriyorlar. Türkiye, İran ve Arap dünyasının kilidini elinde tuttuğunu defalarca göstererek bunu ustalıkla kendi avantajına çevirdi. Muhtemelen Türkiye AB üyeliğinin peşinden gitmeyi, AB ise Yeni-Osmanlıların ısrarına direnmeyi sürdürecek. Ama nihayetinde AB sırf ırkçılığı ve aşırılığı reddettiğini ispatlamak için gene de Türkiye’ye kollarını açabilir. Bu arada, Ankara’nın Brüksel’e giden trene binmek için istasyonda beklemek zorunda olduğu zamanın uzunluğu, Fransa ve Almanya’nın tutumlarındaki değişime bağlı olduğu kadar Türkiye’nin ve destekçilerinin çabalarına da bağlıdır. Fakat AB üyeliği sorusu büsbütün tek taraflı değil. AB üyeliğinin kültürel ve lisâni çeşitlilik demek olduğunu fark eden pek çok Türk’ün peşinde psikolojik, sosyal ve kültürel hayaletler olarak dolanıyor. Türkiye’de yapılan son bir kamuoyu araştırmasına göre AB üyeliğine verilen destek yüzde 75’ten yüzde 50’ye geriledi. Şevk kaybının nedeni daha ziyade, yüreklendirici hiçbir işaret vermeden 5 yıl boyunca ayak sürüyen müzakere sürecindeki hayal kırıklıklarından kaynaklanıyor elbette. 35 müzakere başlığından/faslından sadece 13’ü açıldı ve yalnızca bir tanesinde, bilim ve araştırmayla 20 Ekim 2010; Kaynak: El Ahram ; Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 50