Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası I.Bölümü indirmek için tıklayın

Transkript

Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası I.Bölümü indirmek için tıklayın
DÜBAM
Elin Aynasında Yeni Türk Dış
Politikası - I
Hazırlayan: Ertuğrul Aydın
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
1
Genel Yayın Yönetmeni
Akif Emre
Genel Yayın Koordinatörü
Ertuğrul Aydın
Mart 2011
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
2
İçindekiler
Mumyalar ve Ortadoğu’ya yeni modeller - Pepe Escobar ............................................................. 5
İran’la müzakerelerde Türkiye’nin rolü - George Friedman ....................................................... 11
Washington Türkiye’yi yanlış okuyor - Michael Goldfarb ......................................................... 16
Türkiye-Arap ekonomik ve askeri işbirliği nereye kadar ileri gidebilir? - Aram Nergizyan ........ 19
Pax Ottomana? Türkiye’nin yeni dış politikasının karma başarısı - Hugh Pope .......................... 22
Türkiye, Araplara parlak bir geleceğin yolunu gösterebilir mi? - Marco Vicenzino .................... 26
Türkiye’ye kara çalanların tarihi körlüğü - Aliza Marcus ........................................................... 28
Yeni kurallar: ABD, faal ve bağımsız bir Türkiye’ye muhtaç - Thomas P.M. Barnett ................ 31
Türkiye bunu başında fes olmadan yapıyor - Michael C. Desch ................................................. 34
Türkiye kavşakta - Couloumbis,Ahlstrom & Weaver ................................................................. 37
Türkiye: Modernleşmenin doğası – I -Aleхander Sotnichenko ................................................... 39
Yeni Türkiye-Rusya ekseni - Eric Walberg ................................................................................ 42
Türkiye ve Japonya dönüm noktasında - Michael Auslin ........................................................... 45
Çin Hava Kuvvetleri Türkiye’ye niçin gitti? -Gavin M. Greenwood .......................................... 47
Ankara ve Brüksel karşı karşıya - Amani Maged ....................................................................... 49
3
Sunuş
2008’den 2011 Mart ayına kadar Türk dış politikası hakkında Dünya Bülteni’nin tercüme ettiği
dış basında ve elektronik medyada yayınlanmış 54 makale ve 2 röportajı arşivlik değerinden
dolayı tarihi sırasına göre üç bölümlük bir dosya olarak ilgilisine sunuyoruz.
Sadece arşivlik değerinden dolayı mı? İster dost isterse düşman olsun, ayna tutanların önemini
takdir ettiğimiz için de.
Faydalanmasını bilenler için.
DÜBAM
4
arasında bölünme çözüldüğünden dolayı
hukukçular, doktorlar, tekstil işçileri – yani
sivil toplum yelpazesi – bir hususta mutabık:
Bir teokrasiye veya askeri diktatörlüğe razı
olmayacaklar. Tam demokrasi istiyorlar.
Mumyalar ve Ortadoğu’ya yeni
modeller - Pepe Escobar
Mısır’da Luksor’daki bir yeraltı tapınağında
üç mumya bulundu. Tercüme edilen
hiyerogliflerde mumyaların Medeniyetler
Çatışması, Tarihin Sonu ve İslamofobi
oldukları tespit edildi. Mumyalanmadan
evvel 20. Yüzyılın ikinci on yılına kadar Batı
bölgelerine hâkim olmuşlardı.
Bunun zımnen ifade ettiği şeylerin Batılı
diplomatik çevreleri titretmesine şaşırmayın.
Seçilmiş sivil bir hükümete karşı az da olsa
hesap veren bir Mısır ordusu İsrail’in
Gazzeli Filistinlileri kuşatmasına veya
CIA’nin
terör
zanlılarını
Mısır
hapishanelerine atmasına yahut da İsrailFilistin barış süreci denilen ucube
maskaralığa
körü
körüne
iştirak
etmeyecektir.
İşin bu kısmı halledildi. Ortadoğu, onlar
olmaksızın, yeni bir şekilde anlaşılması
gereken yepyeni bir dünya. Evvelce can
çekişen
istikrar
ülkesi
Mısır,
ki
Washington’da her kim olursa olsun can
ciğer kuzu sarması olmuştur, Ortadoğu’nun
yeni Büyük Oyunu’na savruldu. Soru şu:
Mısırın ve Ocak-Şubat aylarında sarsıcı,
şiddet dışı gösteriler için sokaklara dökülen
milyonlarca Mısırlıların kaderi ne olacak?
Ayrıca, halledilmesi gereken pek çok sıkıcı
mesele var. Mesela Eylül seçimlerine doğru
Ordu yönetiminde ilerleyen geçiş süreci,
ekonomik göstergeleri nasıl etkileyecek?
Mısır’ın ithalat faturası 2009 yılında 56
milyar dolar iken ihracatı sadece 29 milyar
dolardı. Turizm, dış yardım ve borçlanma
yoluyla aradaki boşluk kapandı. Ayaklanma,
turizmi bunalıma soktu ve gelecek aylarda
kimin, ne tür borç ve yardım vereceğini bilen
yok.
Söylemesi zor tabi zira gölge oyunu bir
kural; ve kuralın gerçeklerini ayırt etmek
zor. “Siyasetin” onlarca yıl “ordu” anlamına
geldiği bir ülkede “demokrasiye geçişi” güya
koordine eden kilit şahsiyetin Firavun Hüsnü
Mübarek’in atadığı Yüksek Askeri Konsey
üyesi Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi
olduğunu kaydedelim. Halk baskısı hiç
değilse Tantavi’nin askeri cuntasını geçiş
dönemi başbakanı olarak Tahrir Meydanı
dostu eski ulaştırma bakanı Essam Şeref’i
atamaya mecbur etti.
Bu arada, ülke, halkı yarı aç yarı tok da olsa
beslemek için 2011 yılında en az 10 milyon
ton (eğer fiyatlar yükselmeye devam
etmezse 3,3 milyar dolarlık) tahıl ithal etmek
zorunda. Mübarek’in bayağı mirâsının küçük
bir parçasıdır bu; günde 2 dolardan daha az
bir gelirle yaşayan 40 milyon Mısırlının yani
nüfusun yarısının da içinde bulunduğu bu
mirâstan bir gecede kurtulunmaz.
Unutmayın, Mübarek döneminin nefret
edilen olağanüstü hal kanunları – Mısır’daki
ayaklanmayı teşvik eden unsurlardan biridir
– halen yürürlükte ve ülke aydınları, siyasi
partiler, sendikalar ve medya, hepsi de bir
karşı devrimden korkuyorlar. Aynı zamanda,
fırsatçıların Tahrir Meydanı devrimini ele
geçirmeyeceklerinde veya isim değişikliğine
gidemeyeceklerinde ısrar ediyorlar. Ülkedeki
psikolojik Korku Duvarı çöktüğünde
Liberalizm, sekülerizm ve İslamcılık
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki (kısaltması:
ORKA) barışçıl devrimlerin silindir gibi
üzerinden geçtiği Washington ve yaşlanan
Avrupa Kalesi, korku dolu ve kafa
bulanıklığı
içerisinde
debeleniyor.
Ortadoğu’yu açıklamak için onlarca senedir
kullanılagelen kültürel şablonların nasıl olup
da kayıplara karışmayı başardığını Kuzey
5
Afrika’daki toz duman durulduktan sonra
bile anlayacakları şüphelidir.
Türkiye’de 1950’lerde başlayan gerçek
demokratikleşme süreci, uzun bir yol
olduğunu ispatladı. Ama dönemsel askeri
darbelere ve Türk ordusunun devam eden
siyasi gücüne rağmen, seçimler serbestçe
yapılmayı sürdürdü. Şu an iktidarda olan
Adalet ve Kalkınma Partisi 2001 yılı
Ağustos ayında Müslüman Kardeşlerinkine
benzer daha muhafazakâr İslamcı bir grup
olan Refah Partisi’nin eski üyelerince
kuruldu.
20111 Büyük Arap Devrimi’yle ilgili en
sevdiğim sözler Tunuslu Sarhan Duib’e
aittir: “Bu devrimler, Bush’un Arap
dünyasını
şiddet
kullanarak
demokratikleştirme niyetine bir cevaptır.”
Kiralık veya satılık modeller
TESEV yedi Arap ülkesi ve İran’da yapılmış
bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarını 3
Şubat’ta açıkladı. Katılımcıların yüzde 66’sı
Ortadoğu için ideal model olarak İran’ı değil
Türkiye’yi görüyor. Le Monde’dan Financial
Times’a kadar medya kalabalığı hemfikir
şimdi. Neticede Türkiye câmi ve devlet
ayrımının hüküm sürdüğü, çoğunluğu
Müslüman bir ülke, işleyen bir demokrasidir.
AK Parti yumuşadıkça, İslamcıların iş
dünyası ve Avrupa Birliği yanlısı kanadı
merkez siyasetçilerle karıştı ve en nihayet
2002’de iktidara geldi. 1920’lerden beri
gücü elinde bulunduran ordunun ve İstanbul
merkezli geleneksel laik seçkinlerin boğucu
elleri işte ancak bundan sonra yavaşça
gevşetilmeye başlandı.
AK Parti, 1924’te Mustafa Kemal
Atatürk’ün getirdiği laik sistemi parçalama
rüyası görmedi. Atatürk’ün yerleştirdiği
medeni hukuk İsviçre’den alınmıştı. Ülke
ağırlıklı olarak Müslüman ama halkı
Humeyni İran’ı gibi dinin kılavuzluk ettiği
bir sistemden hazzetmeyecektir.
Oxford’daki yıldız âlim Tarık Ramazan,
Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el
Benna’nın torunudur, “Türk tarzını” “bir
ilham kaynağı” olarak gördüğünü söyledi.
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu
Şubat ayı sonlarında yeni Türkiye’nin
emellerini güç bela gizleyen aşırı bir
tevazûyla, ülkesinin Ortadoğu için bir model
olmak istemediğinde ısrar edip “ama ilham
kaynağı olabiliriz” diyerek Tarık Ramazan’a
katıldı.
AK Parti, Avrupa’daki 1950 sonrası
Hıristiyan Demokratların muadili olarak
görülmelidir –dinamik, iş-ticaret odaklı, dini
kökenli
muhafazakârlar.
Mısır’da,
Müslüman Kardeşlerin ılımlı kanadı ile AK
Parti arasında pek çok benzerlikler var ve
ilham için AK Partiye bakmaktadırlar. Yeni
Mısır’da, en nihayet meşru bir siyasi parti
olacaklar ve çoğu uzman, yeni dönemin ilk
seçimlerinde yüzde 25-30 arası oy
alacaklarına inanıyor.
Mısırlı Marksist ekonomist Samir Amin –
gelişmekte olan dünyada saygı duyulan bir
isimdir – Türklerin, Mısırlıların ve
diğerlerinin ümidi her ne olursa olsun,
Mısır’ın kaderi hakkında Washington’ın
başka bir fikri olduğundan şüphelendiğini
söyledi. Samir Amin, Washington’ın Türk
modeli değil Pakistan modeli yani İslami
iktidar ve askeri diktatörlük karması bir
model istediğine inanıyor. Amin, “Mısır
halkı artık iyice politize olduğundan dolayı”
bu modelin tutmayacağına kani.
Her yol Tahrir’e çıkar
Türk eleştirmenler – genelde Batı yönelimli
teknik ve idâri bir kasttır – İslam ve
demokrasinin örtüştüğü modelin başarılı bir
pazarlama dalaveresi olduğu, daha kötüsü,
6
Rusya’nın Ortadoğulu versiyonu olduğu
suçlamasını yapıyorlar. Her şeyden evvel
ordu, devletin laik vasfının garantörü olarak
perde
gerisinde
orantısız
bir
güç
kullanmaktadır. Ülkedeki Kürt azınlık ise
(Hıristiyanlara ve Kürtlere daha fazla haklar
veren anayasa değişikliklerine Eylül 2010’da
yapılan referandumda evet dediler ama)
sisteme gerçekte entegre edilmiş değillerdir.
Mübarek’in ahbap çavuşlarının (aynı
zamanda
müesses
askeri
nizâmın)
kendilerini zenginleştirmelerine fırsat veren
bir - yoksullaşmayı birbirine bağlayarak
meselenin özüne varmıştır. Er ya da geç
kağıtlar açıldığında, ordunun ekonomiyi bu
şekilde ve bu denli denetim altında tutuyor
olması
kaçınılmaz
olarak
gündeme
gelecektir; mesela orduya ait şirketler su,
zeytin yağı, çimento, inşaat, otelcilik
sektöründe ve petrol sanayisinde voliyi
vurmaya devam ediyor; Nil Deltası’nda ve
Kızıl Deniz’de büyük arazi parçaları rejimin istikrarını garanti altına alan
“hediyeler” - yine ordunun elindedir.
2006’da Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan
Pamuk, muhteşem Osmanlı geçmişi olan
Türkiye’nin hiçbir dünya gücü tarafından
sömürgeleştirilemediğini, dolayısıyla da
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bir
kısmında “Batıyı yüceltmenin” veya “Batıyı
taklit etmenin” Frantz Fanon veya Edward
Said’in
tanımladığı
küçümseyici
çağrışımlarının bulunmadığını kaydediyor.
Batı’daki kilit sektörlerin Mısır’da “güvenli”
bir Türk modeli için bastırmalarında
şaşılacak bir yön yoktur. Ancak ülkedeki
sefâlete bakınca, genç göstericilerin ve
onlara destek veren işçi sınıfının Türk tarzı
neoliberal,
İslamo-demokratik
sistem
ihtimaliyle yatıştırılmaları bile olası değil.
Bu solcu/İslamcı koalisyonu işçi dostu,
bağımsız, bihhakın egemen bir demokrasi
uğruna çarpışmaktadır. Bu yeni bağımsız
manzaranın mevcut statüsko adına nasıl da
sarsıcı olabileceğini görmek için Seyfül
İslam’ın satın aldığı gibi London School of
Economics’ten doktora almaya ihtiyaç
yoktur.
2002’de Türkiye’nin askerden arındırılmış
demokrasi yolu
ile
Mısır’ın genç
göstericilerinin ve yeni doğan siyasi
partilerinin önündeki yol arasında büyük
farklılıklar var. Türkiye’deki kilit aktörler iş
dünyasındaki İslamcılar, muhafazakârlar,
yeni-liberaller
ve sağcı ulusçulardır.
Mısır’da ise İşçi yanlısı İslamcılar, solcular,
liberaller ve sol ulusalcılardır.
Tahrir Meydanı devrimi esasen iki gençlik
grubu tarafından başlatıldı: 6 Nisan Gençlik
Hareketi (grevlerde işçilerle dayanışma içine
girmişlerdir) ve Hepimiz Halid Saidiz
(polisin gaddarlığına karşı seferber etmiştir).
Daha sonra Müslüman Kardeşler eylemcileri
– ve çok önemlidir – örgütlü emek, IMF’nin
“yapısal ayarlamalar” zehrinden çok çekmiş
işçi (ve işsiz) kitleler de onlara katıldı (Bir
IMF heyeti Nisan 2010’da Kahire’yi ziyaret
etmiş ve Mübarek’in kaydettiği ilerlemeleri
övmüştü).
Ayna, ayna söyle bana
Yanlış anlamayın: Tahrir Meydanı’ndaki
eylemciler Türk sistemini Mısır’da üretmeyi
istesinler veya istemesinler, Türkiye
Mısır’da ve Arap dünyasında müthiş popüler
bir ülkedir. George W. Bush’un Irak’ı işgal
için Türk topraklarını kullanma talebini geri
çevirerek bağımsızlıklarını tesis ettiklerinden
dolayı ülkenin 2003 yılından beri yükselişte
olan bölgesel liderliğini pekiştirmek için
Ankara siyasetçilerine mükemmel bir tablo
sunmaktadır. İsrail komandolarının Özgür
Gazze Filosu fiyaskosunda öldürdüğü dokuz
kurbandan sekizi Türk çıktığında bu
Tahrir Meydanı’ndaki devrim, gayet
anlaşılabilir bir şekilde gerekli tüm
bağlantıları kurmuştur. Acınası derecede
düşük ücretleri, kitlesel işsizliği ve 7
popülarite daha da arttı. Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan “kanlı katliamdan” dolayı
İsrail’i şiddetle kınadığı anda artık Gazze
Kralı’ydı. Mübarek, 2011 cumhurbaşkanlığı
seçimlerine katılmayacağını ilan ederek
Tahrir Meydanı gösterilerine karşılık
verdiğinde Başkan Obama pek bir şey
söylemedi; İngiltere eski başbakanı Tony
Blair Mısır’ı “aceleyle seçime koşturmama”
yönünde zorladı. Erdoğan’a gelince, El
Cezire’deki canlı yayında tüm İslam
dünyasının gözü önünde Mübarek’e
cumhurbaşkanlığından çekilmesini âdeta
emretti.
Karadeniz, Kafkaslar, Hazar, Orta Asya,
Basra Körfezi, Ortadoğu ve Akdeniz.
Türkiye bugün kilit bir oyuncu ve bu
bölgelerin büyük bir çoğunluğunda halklar
gözünü gerçekten de Türkiye’ye çevirmiş bir
haldeler. Ankara’nın Ortadoğu’da dikkate
alınacak bir güç olacağına kâni olan
Davutoğlu için fekalâde bir andır bu.
Yeterince basit ifade ettiği üzere “burası
bizim evimizdir.”
Türkiye’nin “stratejik derinlik” fikrini alın
ve 2011 Büyük Arap Devrimiyle birleştirin;
Erdoğan’ın sadece Türk modelini Mısır’ın
hatta Ortadoğu’nun modeli yapmaya değil
aynı zamanda bölge ve Batı arasında
müstakbel aracı olarak Mısır’ı sahne gerisine
atmaya
niçin
teşebbüs
ettiğini
anlayacaksınız. Erdoğan ve Davutoğlu’nun
bu yönde ilerledikleri kendilerini Suriye ve
İsrail arasında aracı olarak yerleştirmeye
çalışmalarından ve İran’a yönelik karmaşık
bir siyasi, diplomatik ve ekonomik açılım
başlatmalarından bellidir.
Washington, gönülsüzce ve karmakarışık
şekilde de olsa, Mübarek’in sağlam
savunucuları İsrail ve S. Arabistan’ın
yanında, tarihin yanlış tarafında oyalanırken,
bölge
siyasetinin
akıllıca
bir
değerlendirmesini yapan Erdoğan kendi
kaderlerini çizmek isteyen Mısırlıları
desteklemeyi tercih etti. Ve amorti etti.
Mesele Amerika’nın Türkiye’yi “kaybetme”
meselesi değildir; bazı eleştirmenlerin itham
ettiği gibi Erdoğan yeni-Osmanlı halifesi (o
da ne demekse) olma rüyası görüyor da
değildir. Burada anlaşılması gereken, yeni
bir Türk kavramıdır: Stratejik derinlik.
Bunun için bir kitabın kapağını çevirmemiz
lazım: “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin
Uluslararası Konumu.” 2001 yılında
İstanbul’da yayınlanan kitabı şu an Dışişleri
Bakanı olan Ahmet Davutoğlu Marmara
Üniversitesi uluslararası ilişkiler bölümünde
hocalık yaptığı zamanda kaleme almıştı.
Tarihi ironilerden bahsedersek, İran’ın
köktenci liderleri kendilerine derin bir
husûmet besleyen Mısır rejiminin yok olup
gitmesini izlerken, İran’ın Yeşil Hareketi
protesto gösterileriyle Tahran’ı aniden
sarmaya başladı - tam da Türkiye
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ülkeyi
ziyareti sırasında. Gösterilere (Tahran
standartlarına göre) kadife eldivenle
muamele edildi zira molla diktatörlüğü, Arap
kitle hareketleri için bir numaralı ilham
kaynağı olma hususunda kendisini Türk
müttefiki karşısında kaybedebileceği bir
rekabette buldu.
Davutoğlu bu kitapta – artık iyice yaklaşan –
bir geleceğe bakmış ve Türkiye’yi
eşmerkezli
üç
halkanın
merkezine
yerleştirmişti: 1) Balkanlar, Karadeniz
havzası ve Kafkaslar; 2) Ortadoğu ve Doğu
Akdeniz; 3) Basra Körfezi, Afrika ve Orta
Asya. Türkiye’nin gelecekteki nüfuz
alanlarının en az sekiz tane olduğuna henüz
2001 yılında bile inanıyordu: Balkanlar,
Java: Kahvenizin yanında Demokrasi
ister misiniz?
Şayet
Mısırlılar
demokrasinin
tesisi
hakkında ders çıkarmak istiyorsa, Türkiye
hiç de tek ilham kaynağı değildir. Örneğin,
Latin Amerika’ya bakabilirler. Güney
8
Amerika 500 yıldır ilk kez tam demokratik.
Soğuk savaş döneminde Mısır’da olduğu
gibi Latin Amerika’da da diktatörler ve
askeri düzen hâkimdi. Mesela Brezilya’da
askeri diktatörlüğü geride bırakan “yavaş,
tedrici ve güvenli” siyasi açılım uygulamada
bir on yıl aldı.
büyük bir sorun; zenginlik ve hak
(bazılarının da dediği gibi, benzer şey ABD
için de geçerlidir) konusunda daha kırk fırın
ekmek yemek lazım. Ama bugün hukukun
üstünlüğü hâkimdir.
Bir İslam devletinin hiç şansı olmadı. Bugün
Endonezyalıların sadece yüzde 25’i oylarını
İslamcı partilere veriyor; Müslüman
Kardeşlerin ideolojisinden olan ama resmi
olarak gayri Müslimlere de açık tutulan
Refah
ve
Adalet
Partisi,
Başkan
Yudhoyono’nun
kabinesindeki
37
sandalyeden
sadece
dördünü
elinde
bulunduruyor ve 2014 yılında yapılacak
seçimlerde oyların yüzde 10’nundan
fazlasını da ummuyor.
Yani sabır gerekir. Aynı şey bir başka model
için de geçerlidir: Endonezya. 32 yıl iktidar
süren Amerika destekli yaşlı bir diktatör,
Şuharto, Kahire’ye yaptığı ziyaretten
döndükten sadece birkaç gün sonra istifa etti.
Endonezya o vakitler 2011’in Mısır’ına
benziyordu: Batı dostu, ağırlıklı olarak
müslüman, solcu entelektüelleri ve siyasi
İslam’ı ezmiş mega-yolsuz bir askeri
diktatörün fakirleştirdiği ve ondan yaka
silken bir ulus.
Endonezyalılar ABD’ye yakın duruyor ve
Washington, Çin’e karşı ağırlık olması için
Endonezya’ya kur yapıyorsa da, Brezilya
büyük bir popülaritesi olan Lula da Silva
döneminde daha bağımsız bir yol tutturdu
(Latin Amerika’nın büyük bir kesimi için de
doğrudur bu). Bu süreç yaklaşık 10 yıl aldı
ve gelecekteki tarihçiler tarafından Berlin
Duvarı’nın
yıkılışı
kadar
önemli
görülebilecek bir olaydır.
Aradan geçen 13 yıl sonra, Endonezya
bugün dünyanın üçüncü büyük demokrasisi
ve Güneydoğu Asya’nın en özgürü; seküler
bir hükümeti, hızla büyüyen bir ekonomisi
var ve ordusu siyaset dışında duruyor.
Hâlâ canlı anılarım var; 1998 Mayıs’ında bir
gün başkent Jakarta kelimenin tam anlamıyla
yanıyorken, yükselen duman sütunlarında
öfke
patlaması
yaşanırken
bisiklete
biniyordum.
Washington
o
vakitler
müdahale etmemişti; Çin veya ASEAN’ın
10 üyesi de. Endonezyalılar kendi başlarının
çaresine baktılar. Geçiş süreci daha önce
büyük ölçüde gözardı edilen anayasayı takip
etti. (Mısır’da ise anayasanın referandumla
değiştirilmesi
gerekiyor.)
Doğru,
Endonezyalılar bir süre Şuharto’nun kendi
elleriyle seçtiği başkan yardımcısı B.J.Habib
ile birlikte yaşamak zorunda kaldılar
(Mübarek’in kendi elleriyle seçtiği “İşkence
Şeyhi” meymenetsiz Ömer Süleyman’ın tam
aksine cana yakındı o.) Seçim çalışmaları,
seçim kanunlarının değiştirilmesi, meclisteki
atanmış vekillerden kurtulmak bir yılı aldı.
İlk başkanlık seçiminin yapılması için altı yıl
geçmesi gerekti. Ve evet, yolsuzluk halen
1989, Doğu Avrupa’da, küresel pazara
erişmek isteyen insanların ayaklanma zinciri
olarak görülebilir kısmen de olsa. Büyük
Arap Devrimine gelince, o daha ziyâde aynı
pazarın
diktatörlüğüne
karşı
bir
ayaklanmadır. Tunus’tan Bahreyn’e kadar
tüm göstericiler sosyal katılım, yeni daha iyi
sosyal ve ekonomik sözleşmeler lehine yola
düştüler. Latin Amerika’da bu sarsıcı
ayaklanmalara müthiş bir sempatiyle ve “biz
yaptık, şimdi de onlar yapıyor” hissiyle
bakılmasına şaşmamalıdır.
Gelecek elbette ki bilinmiyor fakat on veya
yirmi yıl sonra Mısırlıların ve diğer Arap
halkların Türk modeline veya Brezilya yahut
Endonezya modeline değil de yepyeni bir
yola koyulduklarını söyleyebiliriz. Gelecek,
9
Kahire’den
Tunus’a,
Bingazi’den
Manama’ya, Cezayir’den (Allah’ın izniyle)
Suud hanedanı sonrası bir Arabistan’a kadar,
yeni bir siyasi kültürün icâdına ve yerli ve
ümit o ki, yeni ve şaşırtıcı şekillerde
demokratik yeni ekonomik sözleşmelere
gebe olabilir.
Bu bizi tekrar Türkiye’ye getiriyor. İslam’ın
yepyeni, bugünden hiç kimsenin bir ipucuna
bile sahip olmadığı, Avrupa’daki din ve
siyaset ayrımına benzeyecek şeyin yapıtaşı
olması pekâla mümkündür. 1968 ruhuyla, bir
Arap Banksy [Banksy, duvar resimleriyle
ünlü bir sanatçıdır] bile resmedebiliriz.
Boydan boya Arap başkentlerine nakşediyor:
“İktidarda Muhayyile”
18 Mart 2011
Kaynak: Tomdispatch
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
10
sık sık tatlı dil dökülen taraf olmalarını
sağlayacak
bir
dinamik
yarattılar.
Diğerlerinin de açık rızasıyla yedinci bir ülke,
Türkiye, kendisini iki taraf arasında
kolaylaştırıcı ve belki de aracı olarak
yerleştirdi: Bir yanda ABD, İngiltere, Fransa,
Rusya, Çin ve Almanya, diğer yanda İran. Bu
öyle bir dizi ki tekrarlamaktan kendimi
alamıyorum.
İran’la müzakerelerde Türkiye’nin
rolü - George Friedman
P5+1’in İran’la müzakereleri 21-22 Ocak‘ta
başlayacak. Diplomasi dünyasının anlaşılmaz
jargonuna âşina olmayanlar için söyleyelim:
BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi
(ABD, İngiltere, Fransa, Çin, Rusya) artı
Almanya arasındaki müzakerelere P5+1
deniliyor. Bu altı ülke, bir ülkeyle, İran’la
müzakere yapıyor olacak. Toplantılar bir
diğer ülkenin, Türkiye’nin himâyesinde
İstanbul’da gerçekleşecek. Türkiye aracılık
yapmayacağını sadece toplantıya ev sahipliği
yapacağını söyledi. Bu rolde kalmak Türkiye
için zor olacaktır.
Kuzey Kore’ye askeri bakımdan hiç kimse bir
şey yapmıyor çünkü menzili Seul olan
topçusuyla bile bir tehditten çok bir nüans
meselesidir (sabit
topçu bataryaları
Amerikan hava gücü için mükemmel
hedeflerdir). Müzakereler ve yer yer yapılan
yardımlar sorunu çözüyor. İran’ın durumu
ise çok daha önemli ve potansiyel nükleer
silahların da ötesine geçiyor. Eğer ABD
bölgeden çekilse, İran, nükleer silahı olsun
olmasın, Basra Körfezi’ndeki en kuvvetli
konvansiyonel silah gücü olur. ABD’nin bu
yılın sonuna kadar Irak’tan çekilmesinin
resmi zaruret olmasına bakınca, İran kayda
değer ölçüde daha da kuvvetlenmiş oluyor.
İranlılar, beş ülkenin (ABD, Çin, Japonya,
Rusya ve G. Kore) kendisine diplomatik
emsalleri gibi muamele etmeleri için nükleer
programını bir çerçeveye dönüştüren Kuzey
Kore’den görüp öğrendiler. Sovyetlerin
çöküşünden ve Çin’in kendisini uluslararası
ticarete vermesinden beri rejim bekasını
dert edinen Kuzey Kore’nin ciddi bir güç gibi
muamele görmesi onun nezdinde esaslı bir
diplomatik vuruştur. Bunu sırf nükleer silah
geliştirme tehdidi başarmıştır. Biraz geriye
çekilir ve Kuzey Kore ekonomisinin Üçüncü
Dünya ülkeleri arasındaki en sefil
ekonomilerden biri olduğunu, nükleer
yeteneklerinin ispatlanmamış olduğunu göz
önüne alırsanız, beş büyük güçle müzakere
için ikna edilen taraf olması (sık sık
reddetmesi ve sonra tatlı dil dökerek ikna
edilmesi) tam bir kazanımdır.
Kuzey Kore’nin amacı rejim bekasıdır. Bunun
ötesinde bir amacı yok. İran’ın emelleri
arasında rejim bekası var ama ötesi de var.
Doğrusu, rejime karşı bazı tehditler varsa
onlar da dışarından değil İran içerisinden
gelmektedir ve hiçbiri de rejim değişikliğine
yol açacak denli güçlü değiller. Dolayısıyla
İran, gücünü korumaktan ziyade onu
pekiştirme istikametindedir. Tarihi bir
fırsatla karşı karşıya ve bir kara savaşına
bulaşmadan onu kullanmak istiyor.
İran bir fırsatı kullanıyor
Irak’taki Amerikan askeri varlığının azalması
ilk adımdır. Irak’taki Amerikan gücü
azalırken, İran’ın gücü artıyor. Muktada Sadr
geçen hafta İran’dan Irak’a döndü. Sadr,
Irak’taki İran yanlısı, Amerikan karşıtı güçlü
bir milis grubunun ideriydi ve Amerikan
İranlılar da benzer bir mevki edindiler.
Müzakerecilerin en zayıfı olmalarına
nazaran, dünyanın en güçlü altı ülkesiyle
masaya oturmalarını ve Kuzey Koreliler gibi
11
kuvvetlerinden gördüğü ağır baskı yüzünden
dört yıl evvel Irak’tan ayrılmıştı. Dönme
kararı sırf ona ait değil. Aynı zamanda bir
İran kararıdır bu ve zamanlaması
mükemmeldir. İran yanlısı Nuri el Maliki
başbakanlığında şu an hükmi bağımsızlığı
olan bir Irak hükümeti var ve Amerikan
askerleri çekilmek üzere iken Sadr’ın ileri
sürülmesi, ABD’nin direncinin, Irak’taki
mütefiklerinin ise güvenlerinin azaldığı bir
sırada Irak hükümeti üzerindeki İran
baskısını artırmaktadır.
diplomatlarına ve küçük gruplar halinde
ülkeye
yayılmış
yardım
işçilerine
saldırdıklarından
dolayı
nedâmet
getirmeyeceklerdir şüphesiz. ABD yaklaşık
170.000 askerle Irak’ı kontrol edememişti ki
İranlılar öteki yolu tercih ettikleri takdirde,
50.000 yahut daha az sayıda asker,
Amerika’nın
kayıplar
vermesiyle
sonuçlanacaktır. Ve bu kayıplara askeri veya
siyasi bir başarı ümidi eşlik etmeyecek.
Amerika’nın Irak’taki askeri kuvvetlerini
çarpıcı biçimde artırmaya hazırlanmadığı
varsayıldığında, İranlılar şu an tarihi bir
fırsatla karşı karşıya.
ABD’nin seçenekleri
ABD şu an can alıcı bir seçimle yüz yüze
gelmiştir. Irak’taki kuvvetlerini çekmeyi
sürdürürse, Irak bir İran uydusuna
dönüşecektir. Şiiler arasında bile İran karşıtı
olanlar var elbette ama İran’ın örtülü
yetenekleri ve açık nüfuzu, yanı sıra sınırdaki
askeri mevcudiyeti, Irak’ın direnç kabiliyetini
köreltecektir. Eğer Irak, İran’ın müttefiki
veya uydusu haline gelirse, Irak-S. Arabistan
ve Irak-Kuveyt sınırları da İran sınırlarına
dönecek. Bölgede, ABD’nin İran’a karşı
direnme iştahı olmadığı hissi hâkim olacak.
Amerikalılara İranlılarla baş etmelerini
söyleyen ama başarısız olan Suudiler İran’la
bir uzlaşmaya varmak zorunda kalacaklardır.
Başka bir ifadeyle, Ortadoğu’da –Irak’ta - en
stratejik konumda olan İran, artık
Ortadoğu’da hâkim güç olma ve aynı
zamanda Arap Yarımadasının siyasetini
şekillendirme kabiliyetine sahiptir.
Nükleer mesele o kadar da önemli değil.
İsrailliler,
İranlıların
nükleer
silah
üretmelerine üç ila beş yıl uzaklıkta
olduklarını söylüyorlar şimdi de. Bu ister
ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın isterse başka
bir teknik istihbarat ajansının İran
santrifujlarına
yerleştirdiği
bilgisayar
solucanları sayesinde olsun, yahut da daha
önce de dile getirdiğimiz gibi nükleer silah
üretiminin gerçekten çok zor oluşu ve uzun
zaman alması yüzünden olsun, İsrailliler
kamuya açık baskıyı azalttılar. Baskı,
Suudilerden geliyor. Stratfor’un dediği ve
Wikileaks’in teyid ettiği üzere, ABD’ye İran
hakkında bir şeyler yapılmasını söyleyen
Suudilerdir ve bunu sadece nükleer
silahlardan dolayı değil konvansiyonel güç
dengesindeki
değişimden
dolayı
da
yapıyorlar.
İran, sahip olmadığı silahların imhasına
kolaylıkla karşı koyabilirken, onun gerçek
korkusu İran’ın konvansiyonel kuvvetlerine
özellikle de donanma ve zırhlı kuvvetlerine
ABD’nin konvansiyonel bir hava saldırısı
düzenlemesidir. İran donanma kuvvetlerinin
yok edilmesi çok önemlidir zira bir savaşta
İran’ın en güçlü karşıt hamlesi, mayınlarla,
gemisavar füzelerle ve teknelerle yapılacak
ABD’nin Irak’taki kuvvetleri çekmeme veya
az sayıda asker çekmekle yetinme şıkkına
sahiptir elbet ama burada sembollerden
değil savaştan bahsediyoruz. Çekilme
sürerken, eğitim ve destekleme rolü ve İran
yanlısı
Milis
gücüne
direniş
için
konuşlandırılan yirmi bin asker azdır. Çeşitli
milis
güçler,
Amerikan
askerlerine,
12
intihar saldırılarıyla Hürmüz Boğazını
kapatmak ve boğazdan geçen petrol akışını
kesmek olacaktır. Böylesi bir kesinti, küresel
ekonomik toparlanmayı allak bullak eder.
İran’ın gerçek “nükleer” seçeneği budur.
İranlılar, isyan bastırmanın aksine, hava
harbinde Amerika’nın güçlü olduğunu
biliyorlar. ABD’nin uzun süreli bir hava
harbinde İran’ın konvansiyonel yeteneklerini
yok etme kudretini ve o konvansiyonel
kuvvet olmaksızın İran’ın ciddi ölçüde
önemsizleşeceğini
yabana
atmıyor.
Dolayısıyla da İran masaya iki kartla geliyor.
Birincisi, nükleer karta oynayarak sahip
olduğu güçlü müzakere elini muhafaza
etmek. İkincisi, ABD’nin İran konvasiyonel
kuvvetlerine hava saldırısı düzenlemesinden
sakınmak.
teşebbüs etmek ve bu esnada Basra
Körfezi’nden petrol akışının kesilmesini
önlemek
arasındadır.
ABD
nokta-i
nazarından, bu seçeneklerden hiçbiri de
iştah uyandırıcı değildir. İran gücüyle birlikte
yaşamak, gelecekteki tehditlere kapıyı
açmak olur. Irak’a iyice yerleşmek ise
Afganistan’a askeri kuvvet tahsisinden
dolayı mümkün olmayabilir. Her hâlükarda,
Irak’tan çekilmeye son vermek bir tıkama
kuvveti oluşturacaktır ama bu kuvvet Irak
veya İran’a iradesini dayatabilecek kadar
büyük olmayacaktır.
Müeyyideleri sürdürme veya yoğunlaştırma
şıkkı da var elbet. Sorun şu ki Amerikalılar
bile bu müeyyidelerde büyük gedikler açtılar
ve Çinliler, Ruslar, Avrupalılar da canları
istedikleri vakit memnuniyetle gedik
açıyorlar. ABD İran’ı abluka altına alabilirdi
ama Rusya’dan gelen benzin dâhil ithalatının
büyük bir kısmı kuzeyden kara yolu ile
geliyor ve ABD donanmasının etkin bir deniz
ablukası uygulaması için Çin, Rusya ve diğer
ülkelere ait ticari gemileri durdurması ve
gemilere çıkması lazımdır.
Bu tartışmada bahis masasında yatan, Arap
Yarımadası’nın geleceğinden daha azı
değildir. İranlılar bölgeyi şekillendirmek için
onu işgal etmek zorunda kalmayacaklar.
Potansiyel bir İran işgalinin söz konusu
olması kâfidir. Rejim bekâsı sorununu
İran’dan S. Arabistan’a havale edecektir.
Kuveyt’teki Amerikan askerleri işe yarar ama
ana eşitliği değiştirmeyecektir. Suudiler,
Irak’tan çekilmeyi ABD’nin Kuveyt’ten de
çekilebileceği
anlamına
yoracaklardır.
Suudilerin hissedecekleri İran’la uzlaşma
baskısı müthiş olacaktır zira ellerindekinin
hepsini ABD’ye yatırmayıp yumurtaları ayrı
sepetlere koymak zorunda kalacaklar.
Askerleri S. Arabistan’a mevzilendirmeye
gelince, değişen derecelerde riskler zira Çöl
Kalkanı ve Çöl Fırtınası sırasında Amerika’nın
S. Arabistan’daki varlığı, el Kaide’nin
yükselişini tetiklemişti.
ABD, İran rafinerilerini bombalayabilir fakat
bu yalnızca benzin ithalatına kapı
aralayacaktır. Müeyyidelere genel olarak
itibar etmiyorum; şimdiki müeyyideler
İran’ın canını acıtsa bile rejim değişikliğine
zorlamayacak veya İranlıların şu an sahip
oldukları türden fırsatları tepmelerine yol
açmayacaktır. Kendilerini Irak’ta tahkm
ederek müeyyidelerin yarattığı pek çok
problemi çözebilirler. Suudiler istedikleri
barış için ödemeleri gereken bedeli
ödeyeceklerdir.
Dolayısıyla da seçenekler, bölgesel dengenin
İran lehine dönmesini kabullenmek, ABD’nin
Irak’tan çekilmesini durdurmak veya İran
konvansiyonel kuvvetlerini yok etmeye
Avrupalılar tek bir şey hâriç hiçbir şey de
ortak fikirde değiller: Basra Körfezi’nden
akan
petrolün
kesildiğini
görmek
istemiyorlar. Eğer ABD bir hava saldırısının
13
başarılı
bir
sonuç
getireceğini
garantileyebilse, Almanlar ve Fransızlar
halka açık yerde Amerikan tektaraflılığını
kınarken halka kapalı yerde destek
vereceklerdir.
Çinliler,
bir
Amerkan
saldırısının kendileri için yaratacağı riskler
karşısında dehşete düşüyorlar. Başka
yerlerde
Amerikan
rekabetiyle
karşılaşmamak için ABD’nin Ortadoğu’da
bataklığa saplandığını görmekten mutlu
olsalar da Ortadoğu petrolüne ihtiyaçları
var. Son olarak da Ruslar yükselen enerji
fiyatlarından ve ABD’nin bir diğer savaşa
batmasından kazanç elde edecekler. Bir
askeri saldırı, Avrupalılar ve Çinliler aksine
Ruslar nezdinde kabul edilebilir duruyor.
için de çabaladılar. Aynı zamanda, Türkiye
kendisini İslam dünyasının lider gücü ve
İslam dünyası ve Batı özellikle de Amerika
arasında köprü olarak konumlandırıyor.
Türkler P5+1 ve İran arasındaki müzakereleri
yönetme rolünü üstlendiler. Bilhassa ABD,
Türkiye’nin P5+1’in müeyyide uygulamasına
denk gelen son gayreti karşısında altüst
oldu. Türkler, Brezilya ile birlikte, nükleer
materyallerin takasını müzakere ettiler ki
takas Batı tarafından yetersiz görüldü.
Gerçek şu ki Amerika, Türkiye ve Brezilya’nın
o vakit oynadıkları tektaraflı role hazırlıksız
yakalandı. O tarihten beri nükleer korkular
dibe çöktü, müeyyideler en fazla sınırlı bir
başarı kaydetti; ABD’nin Irak’tan çekilmesine
bir yıl kaldı ve muharip rolden daha yeni
çekildi. ABD şimdi bir Türk rolünü
memnuniyetle karşılıyor. İranlılar da.
Diğerleri mesele değil şu an.
Gelecek hafta masada bu kampanyaların
başta vaatkâr durduğunun ama hep
başarısız
olduğunun
farkında
olan
Amerikalılar; uzun vadeli bir probleme
düşük riskli bir çözüm isteyen Avrupalılar ve
Çinliler; Amerika’nın bir kez daha
müdahalesini ümit ettiği halde ve yüksek
enerji fiyatlarıyla yaşamaya hazır olmasına
ğmen yardımcı olur gibi görülmek isteyen
Ruslar; ve konvansiyonel bir savaştan
sakınmak
isteyen
ama
İslam
Cumhuriyeti’nden
önce
de
yolunu
gözledikleri
Basra
Körfezi
üzerinde
hâkimiyet kurma fırsatını da tepmek
istemeyen İranlılar olacak.
Türkler şimdi bir ikilemle karşı karşıyalar.
Tarafsız kalarak müzakere etmeyi istemek
çok iyi tabi ama en önemli taraf masada yok:
S. Arabistan. Türkiye askeri kuvvet
bakımından pek bir riske girmeden İslam
dünyasında hâkim bir rol oynamak istiyor.
Türkiye’nin problemi bu durumda ABD ve
İran’ı yakınlaştırmak değil Suudiler ile
İranlıları yakınlaştırmaktır ve bu çok büyük
bir sorundur zira işin içinde dini meseleler
olduğu gibi İran’ın, Suudilerin en çok karşı
çıktığı şeyi istemesi de var: Bölgede hâkim
güç olmak. Türkiye’nin problemi, bölgedeki
esaslı meseleyi yani Acemler ile Arapları
bağdaştırmaktır.
Türklerin hissesi
Ve Türkler var. Türkler, Bağdat’ta istikrarlı ve
kalıcı bir hükümet kurmakta başarısız
olunacağını böylelikle de İran-Irak arasındaki
güç dengesinin bozulacağını düşündükleri
için Amerika’nın Irak işgaline karşı çıktılar.
Türkler, faaliyetlerini Irak üzerinden yürüten
Türkiyeli Kürtlerden kaynaklı tehditlerin
üstesinden gelmenin ötesine geçecek
şekilde güneye sürüklenmekten kaçınmak
Nükleer mesele kolay çünkü şimdilik zaman
hassasiyeti yok. Irak’ın geleceği ise zaman
hassasiyeti olan ve belirsizlik taşıyan bir
mesele. ABD Irak’tan ayrılmak istiyor ve bu
durum geride İran yanlısı bir müttefik
bırakıyor. İran yanlısı bir Irak, sırf varlığıyla,
14
S. Arabistan’ın gerçekliğini değiştirmektedir.
Türkiye yapıcı bir rol oynamak istiyorsa, üç
ihtiyacı karşılayan bir formül bulmak
zorundadır. Birincisi, Amerikan kuvvetlerinin
çekilmesini kolaylaştırmaktır zira kalmayı
sürdürüp kayıplar vermek bir seçenek
değildir ve çok az kişinin istediği bir
konvansiyonel
hava
harbiyle
sonuçlanacaktır. İkincisi, İran’ın Irak
üzerindeki kontrol derecesini sınırlamak,
mutlak kontrol sağlamasına izin vermeksizin
İran’ın Irak’taki çıkarlarını garantilemek.
Üçüncüsü, S. Arabistan’ı, İran’a verilen
kontrol derecesinin Suudi çıkarlarını tehdit
etmeyeceğine ikna etmek.
Eğer Amerika bölgeyi terk ederse, tüm
taraflara bu garantileri sağlamanın tek yolu
Türk silahlı kuvvetlerinin İran nüfuzunu
dengeleyerek Irak’ta açık ve örtük faal bir rol
oynamasıdır. Türkiye bölgede yükselen bir
güç ve şimdi gücün bedeliyle yüz yüze
gelmek üzeredir. Türkler İranlıların veya
Suudilerin tarafını seçmeyi tercih edebilirler
ama her iki strateji de uzun vadede Türk
güvenliğini artırmayacaktır.
dengelendiği karmaşık ve nahoş bir süreçtir.
Kendisini ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve
Almanya ile İran arasındaki müzakerelere ev
sahibi olarak konumlandıran Türkiye’nin
alması gereken temel bir karar var: Ya
görüşmeler için bir masa tedarik etmekle
yetinir ya da görüşmeleri şekillendirir ve
neticeyi garantiler.
Amerikalıların öğrendiği üzere, hiç kimse
onlara teşekkür etmeyecek, hiç kimse
bunları yaptı diye onlar hakkında daha iyi
düşünmeyecek. P5+1 görüşmelerine daha
derin dahlin tek nedeni, bölgeyi istikrara
kavuşturmanın ve İran-Arap dengesini
korumanın Türkiye’nin ulusal çıkarlarına
olmasıdır. Fakat Türkiye’nin iç siyasi
kültürünü burkan bir kayma olacaktır.
Kaçınılmaz bir kaymadır. Bugün olmazsa
yarın.
13 Ocak 2011
Kaynak: Stratfor
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Türkler İran’la hava harbi istemiyorlar.
Irak’ta kargaşa istemiyorlar. Acemler ve
Araplar arasında tercih yapmak istemiyorlar.
İranlı bölgesel bir hegemon da istemiyorlar.
Türklerin istemediği çok şey var. Soru şu: Ne
istiyorlar? İstediklerini almak için ödemeyi
göze aldıkları bedel nedir? Irak’ta
üstlenmeleri gereken başlıca risk, İran
gücünü sınırlamak, engellemek ve Arap
Yarımadası’nda çok fazla ileri gittiği takdirde
İran’a tehdit oluşturmaktır. Bu yapılabilir
fakat Türklerin son yüzyılda davrandıkları
gibi değil. Gerçekler değişti.
Bölgesel güç olmak soyut bir kavram
değildir. Bir ülkenin çıkarlarına karşı uzun
vadede yükselen daha büyük tehditleri
engellemek amacıyla, çatışan çıkarların
15
dünyasına ve dış politikasında müslüman
geleneğine daha çok yoğunlaşmaya
başladığı anlamına gelir mi?” diye sorup
“kesinlikle” diye cevap verdiği bir rapor
göndermişti.
Washington Türkiye’yi yanlış okuyor
- Michael Goldfarb
Bir kelime yazacağım.
İslamcı.
Kuzum, diplomatlarımız hafta sonları
Ankara’dan uzaklaşmıyor mu? Fiilen herkes
uzaklaşıyor ve İstanbul’a gidiyor.
Aklınıza ne geliyor? Şimdi de bir ifade
yazacağım.
İstanbul, Avrupa’nın 24 saat yaşayan bir
başkentidir – evet Avrupa başkenti. Şehir,
Avrupa Birliği’nin yıllık olarak fonladığı
gereksiz bir işi, Avrupa’nın bölgesel
şehirlerinin zengin kültürel hayatına ve gece
hayatına ışık tutan bir görevi Avrupa Kültür
Başkenti olarak daha yeni bitirdi. Önceki
Kültür Başkentleri arasında içkicilerin
cenneti Dublin, Glasgow ve Liverpool vardı.
2011’deki başkent ise eğlence tutkunlarının
şişelerin kapağını açmaya başladıkları
Estonya’nın başkenti Tallinn. İstanbul, biraz
düşündüğünüzde
-ki
açıkçası
Washington’dakileri üzerinde düşünmüş
değiller - pek de İslamcı olmayan bir
gelenekten daha fazlasını barındırmaktadır.
Dünya’nın en dinamik şehri.
Aklınıza ne geliyor?
Bu ikisini bir arada düşünebilir misiniz?
İslamcı denilince büyük bir ihtimalle durgun,
çürümüş bir ekonomisi olan, kadınların
baştan ayağa siyahlarla kapandığı gayri
demokratik bir yer hayal etmişsinizdir.
Kederli bir yerdir ve yerici anlamda
püritendir; Amerika’ya ve Batıya hasımdır.
Dinamizm denilince aklınıza New York, Hong
Kong, Şangay, Rio ve Mumbai gibi herşeyin
mübah olduğu bir kapitalizmin durgunluk
döneminden sonra yeniden canlandığı yerler
gelir. Brookings Enstitüsü’nün yayınladığı bir
son bir rapora göre dünyanın en dinamik
şehri, İslamcı eski belediye başkanı’nın şu an
Türkiye başbakanı olduğu İstanbul’dur.
İkisini bir arada düşünün.
Şu AB fonu da nedir? Türkiye’nin AB üyeliği
başvurusunun
reddedildiğini
mi
düşünmüştünüz? Çok yabancı çok İslamcı
çünkü öyle mi? Hayır, üyelik müzakereleri
devam ediyor, uzun ve belirli bir süreç
izliyor.
Resmi Washington’ın hatırı sayılır bir
bölümü Erdoğan’ı kelimenin en kötü
manasıyla İslamcı olarak görüyor. Dışişleri
Bakanlığı’nın Wikileaks tarafından sızdırılan
yazışmalarına göre Erdoğan, Türkiye’yi
Osmanlı’nın ihtişamlı günlerine geri
götürmek isteyen bir dışişleri bakanı dâhil
sosyopatlarla çevrili bir hasım güçtür.
Amerikalı bir diplomat 2009 yılında
Washington’a “tüm bunlar, ülkenin İslam
Son tahlilde, Türkiye’nin dünyanın en zengin
ekonomik birliği olan AB üyeliğine girişi –
AB’nin GSYH’sı ABD’ninkinden büyüktür –
ikincil bir öneme sahiptir artık çünkü Avrupa
ile mevcut ticari bağları muazzam
düzeydedir. 2010 yılına ait sayılar henüz
belli değil ama Türkiye ekonomisi geçen yılın
ortalarında yüzde 11 oranında büyüdü.
Seneyi bu hızla kapatmayacaktır ama galiba
2010 yılında Avrasya kara parçasının Batı
16
ucundaki en hızlı büyüyen ekonomisine
sahip olacaktır.
arasında başgösteren gerilim ve İsrail
komandolarının Gazze ablukasını yarmak
isteyen Türk gemisine hücum edip dokuz
Türk’ü öldürdüğü olay yüzündendir. İsrail’in
Kongre’deki pek çok dostu ve dost
yorumcuları İsrail saldırısını haklı kılarken
İslam kelimesini tüm olumsuz çağrışımlarla
birlikte kullandı. Fakat Washington’daki
tipler yaptıkları en iyi şeyi yaparken – yüksek
sesle konuşurken – İsrail’in Türkiye’yle
ticareti sessizce devam etmektedir. Yahudi
devleti, İslamcı Türkiye’ye insansız uçaklar
dâhil savunma teçhizatı bile satmaktadır.
Büyümenin büyük bir kısmı AB ile
ticaretinden geliyor. Türkiye ticaretinin
yüzde 44’ü AB iledir. Kesin sayıların elde
olduğu 2007 yılında, AB ülkeleri Türkiye’ye
16.4 milyar dolar yatırım yaptı. Bu miktarda
paralar İslamcı ülkelere akmaz özellikle de
çıkaracak petrolü olmayanlara.
İstanbul’un elinde tuttuğu statünün
nedenlerinden biri de Avrupa ile ticarettir.
Genç işadamları Türkiye’nin en büyük
şehrini ziyaret ediyor ve gece boyunca
yatmayıp oynuyorlar. San Francisco benzeri
denize nâzır diğer şehirler gibi Tepeleri
Câmilerle taçlanmış Boğaziçi’nin şehri de
dinine düşkün - belki daha fazla.
İnsansız uçaklar öncelikle güneydoğu’daki
Kürt
âsilere
karşı
kullanılmaktadır.
Türkiye’nin olumsuz resminin bir diğer
nedeni de bu olabilir. Kürtlerin ABD Kongresi
ve yorumcular çevresinde Türkler’den daha
çok sayıda dostu vardır. Türkiye 2003 yılında
ABD ordusunun Irak’ı işgali için bir alan
açmaması
yüzünden
Washington’da
Erdoğan’ın AK Partisine karşı halen
geçmemiş bir kırgınlık var sanırım. (Üstelik
Türklerin ezici çoğunluğu da meclisin bu
şekilde davranmasını istemişti.) 2003 Şubat
ayında büyük bir hüsran duygusu yaşayan
eski
askeri
yetkililer
ve
Bush
yönetimindekiler bile kabul etmelidirler ki
Irak’ın bazı kesimlerinde özellikle Kürt
bölgesinde normal bir ekonomi görüntüsü
Türkiye sayesindedir.
Resmi Washington’ın Türkiye’yle ilgili kör
noktasını anlamak zordur. Ortadoğu’daki en
demokratik devlettir, dinamik ekonomisi
vardır, NATO’daki ikinci büyük ordudur ve
ordusunu mevzilendirme konusunda diğer
NATO ortaklarında olmayan bir iradesi
vardır. Fakat Erdoğan iktidara geldiğinden
beri Türkiye’nin - anayasa değişikliklerinden
bahsetmeye bile gerek yok - yaşadığı
ekonomik ve sosyal dinamizm, dışişleri
bakanlığından düşünce kuruluşlarına ve oped makalelere kadar göz ardı ediliyor. Türk
eknomomisi büyürken bile vergilerin aşağı
çekilmesi dolayısıyla American Enterprise
Institute
ve
Heritage
Foundation
seminerlerinde ve Cumhuriyetçi Parti’nin
etkinliklerinde Erdoğan ve birlikte çalıştığı
kişiler
özel
misafir
olarak
hoşça
karşılanıyorlardır
diye
düşünmüş
olabilirsiniz.
Bir de Erdoğan hükümetinin İran ve Suriye
ile ilişkileri var. Dış politikamızı şekillendiren
ve yönlendirenler nezdinde fazla sıkıfıkı bir
ilişkidir bu; gerçi haritayı açma zahmetine
katlansalar daha anlayışlı olabilecekler.
Türkiye’nin Suriye ile 526 km, İran’la 310 km
uzunluğunda sınırı var. Washington,
Ankara’nın
ne
yapmasını
istiyor?
Komşularıyla konuşmamasını, onlarla ticaret
yapmamasını mı? Birgün ABD’ye de lazım
Halbuki tüm tartışmaya genel çerçevesini
veren haşmetli İslam kelimesidir. Bunun
birazı da Gazze saldırısı nedeniyle İsrail’le
17
olabilecek diplomatik arka kapıları açık
tutmamasını mı?
Washington’ın Türkiye’yi olduğu gibi görmek
yerine ona İslamcılık hakkındaki tüm
Beltway korkularının özüymüş gibi bakması
Amerikan çıkarları için tam bir tehlikedir.
ABD’nin uluslararası ticaret politikası, Türk
ekonomisinin dinamizmini benimsemelidir.
Türkiye, BRIC sohbetinin bir parçası
olmalıdır. Evet, söz konusu olan Kürtler ve
Ermeni jenositi ile yüzleşmeye isteksizlik
olduğunda Türkiye’de halen ciddi insan
hakları meseleleri var. Fakat insan hakları,
basın özgürlüğü, yönetim şeffaflığı gibi
konularda zaten tüm BRIC ülkelerinin
sorunları var ve bunların hiçbirisi bu
ülkelerin artan ekonomik güçleri hakkında
Washington’ın
politika
tartışmalarına
realpolitiğin ve ekonominin hâkim olmasını
engellemiyor .
Yeni Kongrenin, sağlık sistemi üzerinde
yeniden savaş başlatmaya ve Amerikan
ekonomisinin nasıl büyüyeceği konusunda
genel bir tartışmaya kararlı olması öylesine
utanç verici ki aksi takdirde, hakkıyla
dinamik bir şehrin neye benzediğini ve ne
hissettirdiğini öğrenebilmeleri – bunu
yaparken de arada iyi vakit geçirmeleri - için
bir gezi düzenleyip Kongre üyelerini
İstanbul’a götürmeli.
10 Ocak 2011
Kaynak: Globalpost
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
18
Türkiye-Arap ekonomik ve askeri
işbirliği nereye kadar ileri gidebilir? Aram Nergizyan
koymaya ve Suriye’nin İran’la ittifakını
dengelemeye yardım etti, ki Akdeniz’de İran
nüfuzunu kontrol aracı olarak Türkiye’nin
teşvik ettiği bir temayüldür.
Arap devletleriyle artan ekonomik ve
güvenlik ilişkileri, Türkiye’nin 2002 yılında
AK Parti’nin iktidara gelmesinden bu yana
Arap Ortadoğusu’yla yakınlaşma çabalarının
tamamlayıcı hayati unsurlarıdır. Bu çabalar,
kendisini bölgeye adayan ve bölgedeki artan
rolünden emin bir Türkiye’ye işaret eder
ancak Ankara’nın Araplara karşı yaklaşımı
bölgesel engellerle karşı karşıyadır ve
evvelce var olan egemen dış politika
imtiyazlarının kısıtlamalarına mâruzdur.
Aynı zamanda, Lübnan ve Suriye güçlü Türk
ekonomisiyle bağları geliştirme noktasında
bazı çekincelerini koruyorlar. Körfez
ülkelerinin aksine, Lübnan ve Suriye rantçı
devletler
değiller
ve
rekabetçi
üstünlüklerinin olmayışından kaygılansalar
yeridir. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkilerinin
gerçek değeri uluslararası tecridi kırmasında
yatarken, Lübnan’ın böyle bir zorunluluğu
yok ve bu ilişkileri ekonomik meziyetleri
bakımından değerlendirmelidir. Lübnan son
on yılda mal ihracından ziyâde hizmet
ihracında başarı kaydetti ve gümrük
târifelerini kaldırmanın gelecekte Lübnanlı
üreticiler üzerinde nasıl bir etkisinin olacağı
belli değil.
İktisâdi ve ticari bağlar
Türkiye, Arap dünyasıyla serbest ticaret
anlaşmalarına varmak için bastırdı; Suriye,
Fas ve Filistin Otoritesiyle 2004’te; Tunus ve
Mısır’la
2005’te;
Ürdün’le
2009’da;
Lübnan’la
2010’da
serbest
ticaret
anlaşmaları imzaladı. Lübnan’la imzalanan
anlaşma – ülke meclisince henüz
onaylanmadı – iki ülke arasındaki ticarete
tedricen serbestlik getirecek, Lübnan’ın
savunmasız tarım sektörünü koruyacak.
Lübnan Ekonomi ve Ticaret bakanlığının
verilerine göre Lübnan Türkiye’den (çoğu
petrol ürünleri ve hammadde olmak üzere)
698 milyon dolarlık ithalat ve (başta hurda
demir ve hammadde olmak üzere) 206
milyon dolarlık ihracat gerçekleştirdi.
S. Arabistan’ın liderlik ettiği Körfez İşbirliği
Konseyi (KİK) İran’ın Akdeniz ve Körfez
bölgesindeki
nüfuzunu
dengelemek
amacıyla Türkiye’nin daha iddialı bir
ekonomik ve güvenlik rolü oynamasına
destek vermektedir. KİK yatırımcıları
Türkiye’nin
gayrimenkul
piyasasına,
bankacılık, sağlık, eğitim ve iletişim
sektörüne milyarlarca dolarlık yatırım
yaptılar. Türkiye’deki Körfez yatırımları
2003’teki önemsemeye bile değmez bir
düzeyden yükselişe geçerek 2008’de 2
milyar dolara çıktı; ticaret ise 1998’de
yaklaşık 2 milyar dolarken 2009’da 8 milyar
dolara tırmandı.
Suriye 2004 yılında imzaladığı anlaşmadan
bu yana Türkiye ile arasındaki hassaten
güçlü bağlardan yarar gördü. Husûmet ve su
kaynakları üzerindeki ihtilaflarla geçen onca
yıllara rağmen, Ankara’yla gelişen ilişkileri
Şam’a daha rahat bir bölgesel rol oynama
imkânı verdi. Bu ilişkiler, Amerika’nın
Suriye’ye uyguladığı siyasi tecride karşı
Türkiye-KİK ticaret ve yatırımı daha yerleşik
modellerle kıyaslandığında sınırlı kalmıştır.
AB’nin Türkiye’yle ticareti 2009 itibariyle KİK
ile olan ticaret hacminden tam 14 kat daha
büyük ki Türkiye’nin 2009 yılı toplam ticari
hacminin yüzde 40’ına tekabül etmektedir.
19
KİK, ABD’yi başlıca ticari ortak olarak
tanıdığını ifade ediyor. ABD Ticaret
Bakanlığı’nın verilerine göre ABD’nin 2009
yılında Körfez ülkelerine gerçekleştirdiği
ihracat 29 milyar doları buldu (2003’e göre
üç kat bir artış söz konusudur); KİK’nin
ABD’ye ihracatı ise 29 milyar oldu.
savaş uçağının yenilenmesi işini TAI adlı Türk
şirketine verdi.
Türkiye’nin bölgedeki güvenlik rolü üzerinde
özellikle de önceden yapılmış hâkim
Amerikan
güvenlik
anlaşmalarından
mütevellit kayda değer sınırlar bulunuyor.
Amerika’nın sağladığı sistemleri ülkelerin
nasıl kullanacağı ve modernize edeceği
hususundaki kısıtlamalar göstermektedir ki
Türkiye’nin Ürdün ve S. Arabistan’a ait
askeri araçları modernize etme çabaları,
Washington’ın onayı ve zımni muvafakatı
olmaksızın mümkün olamazdı. Ankara’nın
Arap devletleriyle düzenlediği ortak askeri
tatbikatlar da Amerika’yı pek fazla rahatsız
etmeyecek şekilde dikkat çekmeme
siyasetine uygun ölçekte icra ediliyor;
örneğin Suriye’yle ortak operasyonların
sınırlı bir kapsamı olmuş ve anlamlı askeri
varlıklar veya seçkin birlikler seferber
edilmemiştir.
Dahası, yıllarca süren görüşmelere rağmen
Türkiye ve KİK, ticaret anlaşmasına
varamadılar.
2009 yılında Körfez’de
gayrimenkul piyasalarındaki krizin ardından
KİK ülkeleri, bölgesel ekonomik korumacılığa
yaslandılar; mevcut durumda, Türkiye’nin
ucuz hammaddelerine (özellikle demir ve
çeliğe) ve diğer mallara karşı koruma
uyguluyorlar.
Askeri ilişkiler
Türkiye ve Arap dünyası arasında askeri
işbirliği de arttı fakat şimdiye değin sınırlı
sayıda somut sonuçlar alınmıştır. Türkiye ve
Kuveyt, askeri işbirliğinin artışına hukuki bir
çerçeve kazandırmak amacıyla 2009
ortasında askeri işbirliği anlaşması imzaladı.
S. Arabistan ve Türkiye 2010 Mayıs ayında
eğitim, bilimsel araştırma ve teknolojik
gelişim başlıkları altında bir askeri işbirliği
anlaşması imzaladı. S. Arabistan ve Türkiye
arasındaki bir diğer işbirliği alanı, Amerikan
malı yüzlerce M113 zırhlı personel
taşıyıcısının FNSS adlı Türk şirketi tarafından
modernizasyonunu kapsıyor.
Türkiye’nin evvelce yaptığı taahhütler ve
egemen imtiyazlar da Arap dünyasındaki
güvenlik
rolünü
artırma
çabasıyla
anlaşmazlık halindedir. Ankara bugün ve
gelecekte milyarlarca dolarlık askeri satış
anlaşmalarını göz ardı edemez ve nitekim
Tel Aviv’le ilişkilerine hâkim olan gerilimi
yatıştırma niyetinde olduğunun işaretlerini
hâlihazırda vermiştir. Ankara’nın Tahran’la
sıcak ilişkileri, Körfez ülkelerinin İran nükleer
programını ve hegemonik emellerini
bölgedeki Arap ülkelerine açık bir tehdit
olarak değerlendiren hâkim görüşleriyle de
bağdaşmaz.
Akdeniz’de, Türkiye’yle artan askeri
işbirliğinden Suriye de yararlandı; kuzeydeki
komşusuyla 2010 sonlarında ortak askeri
tatbikat düzenledi ki Suriye’nin tahkim ettiği
bölgesel konumuna ve stratejik derinliğine
işaret eden bir araç olarak havasını attığı bir
işbirliği gösterisiydi. Ürdün, 17 adet
Amerikan malı F-16/AM/BM çok-amaçlı
Kısacası Türkiye, Ortadoğu dengesine dâhil
olan en son ve belki de en önemli ilavedir
fakat bölgede kesin bir mevkiyi henüz
teminat altına almış değil ve gerçek gücü
testten geçmedi. Arap devletleri şimdilik
Türkiye’yle ekonomik ve askeri ilişkilerini
20
İran, İsrail ve ABD’yi dengelemek için
kullanıyorlar ama gene de Türkiye’nin “yeniOsmanlı” temayülleri hakkında endişe
beslemeyi de sürdürüyorlar.
29 Aralık 2010
Yazar hakkında: CSIS araştırmacısı.
Kaynak: Carnegie Vakfı – Arab Reform
Bulletin
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
21
sularda sürpriz
düzenleyen o’dur.
Pax Ottomana? Türkiye’nin yeni dış
politikasının karma başarısı - Hugh
Pope
bir
ölümcül
saldırı
AK Parti, daha fazla övgüyü hak etmektedir.
AK Parti, İsrail’in 2008-2009 Gazze
taarruzuna değin İsrail’le iyi ilişkiler inşa
etme yolunda ilerliyordu. AK Parti liderleri,
iktidarın ilk döneminde pek çok kez İsrail’i
ziyaret ettiler ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan, Holokost anısına inşa edilen
Jerusalem’deki Yad Vashem’e saygısını
gösterdi. AK Partiye yakın şirketler İsrail’de
iyi iş yaptılar ve AK Parti hükümeti
kendisinden önceki hükümetlerden çok
daha fazla sayıda resmi anlaşmaya imza attı.
Ankara, yıllarca İsrail ve Suriye arasında
dolaylı görüşmeleri kolaylaştırmayı denedi
ve 2008’de toplantılar yoğunlaştıktan sonra
taraflar beklenmedik şekilde tafsilatlı
çakışma noktaları buldular. Fakat Erdoğan’ın
Olmert ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar
Esad arasındaki barış planı görüşmeleri için
beş saat harcamasından günler sonra İsrail
yıkıcı Gazze taarruzuna başladı. İsrail’in
tahminen 1,430 Filistinliyi öldürmesi
karşısında sarsılan pek çok Türk gibi Erdoğan
da sarsıldı; günler sonra, Davos’ta, İsrail
devlet başkanı Şimon Peres’e patladı.
Katliam işleyen İsrailliler hakkında kurgusal
bir dizi yayına başladıktan sonra – ki
hazırlayanlar özel kişilerdi - İsrail dışişleri
bakan yardımcısı Türk büyükelçisini aşağıladı
ve olayın bir grup kameraman tarafından
çekilmesini sağladı.
Sıfır sorun politikası izlemek, kimi zaman
acılı, cesur bir hareketti hele ki bu yaklaşım
henüz testten geçmeyi sürdürürken.
Kıbrıs’ın statüsüyle ilgili müzakerelere, AB
üyeliği ve Ermenistan’la yapılan protokollere
ilaveten, Türkiye ve ABD arasında, Türkiye
ve diğer geleneksel müttefikler arasında bu
yıl iki fırsatla yeni gerilimler su üstüne çıktı:
AK Parti İsrail’in Gazze ablukasına meydan
okuyan uluslararası filoya Türk gemilerinin
katılmalarına engel olmayı reddettikten
sonra, Türkiye İran’a karşı ilave BM
müeyyidelerine muhalefet ettikten ve
nükleer takas anlaşmasına hayatiyet
kazandırmak için Brezilya ile birlikte
çalıştıktan sonra.
Bu iki olayın, Türkiye’nin yönünü Batıdan
İslamcılığa doğru çevirdiğinin delili olduğunu
iddia ediyorlar. Bunu söyleyenler, İran
nükleer programının en çok tehdit ettiği
İsrail’dekilerden ibaret değil. İsrail Başbakanı
Benjamin Netanyahu Türkiye’nin, filodan
sadece birkaç gün önce uranyum takas
anlaşmasıyla tarafını belli etiğini, İran’la
işbirliğini güçlendirdiğini söylemişti. Türk
hükümeti nokta-i nazarından ise İsrail ve
İran meseleleri ayrı iki meseledir. Ankara’da
bu iki ülkeyle ilgili politika değişikliklerinin,
İslamcı dürtüler şurda dursun, ideolojik bir
eksen kaymasını temsil ettiğinin somut
delilleri
yoktur.
Aslında,
İran’la
yakınlaşmasına
Amerikan
yönetiminin
destek vereceğine inanması için Türkiye’nin
iyi nedenleri var. Başta Mavi Marmara
olmak üzere İsrail’in Gazze ablukasına
meydan okuyan filoya düzenlediği baskın
hakkında bir açıklama yapma sorumluluğu
Türkiye’ye değil İsrail’e aittir zira uluslararası
Sonra Mavi Marmara olayı patlak verdi;
İsrail komandoları, uluslararası sularda
seyretmekte olan gemiye gece vakti sürpriz
bir saldırı düzenlediler. İsrail komandoları,
yolcuların bıçak, demir çubuk ve süpürge
sopası gibi uyduruk silahlarla direnmeleri
karşısında sekiz Türk vatandaşını ve bir Türk
kökenli Amerikalıyı vurarak öldürdü. İsrail
hükümeti önce askerlerinden birinin
22
karnından vurulduğunu iddia ediyor; Türk
hükümeti ise İsrail askerlerinin Mavi
Marmara’ya çıkmadan evvel ateş açmaya
başladıklarını ve Türk eylemcilerin asla silah
kullanmadığını iddia ediyor. Ankara, filonun
doğrudan Gazze’ye seyretmemesi için
elinden geleni yaptığını ayrıca Türk
milletvekillerinin ve bazı Türk yetkililerin
eylemcilere katılmasını engellediklerini ve
geminin, yolcuların kapsamlı bir güvenlik
kontrolünden geçirildiğini söylemektedir.
Türkiye’nin hareketleri bir kez daha yanlış
anlaşılmıştı. Türkiye’nin BM’deki oyu,
müeyyideleri destekleyen ABD’yi azarlama
anlamı taşımıyordu; bir tedbir olarak
Tahran’la güven inşasını amaçlıyordu, ki
Türk hükümetinin ABD’nin destek verdiğini
düşündüğü bir hareketti bu. İran’la
müslüman bir blok oluşturma yönünde
Türkiye’nin payına düşen bir teşebbüs de
değildi. İki ülke, her ne kadar üç yüzyıldan
beri savaşmamayı başarmışlarsa da, tarih
boyunca dalaşıp durmuşlardır. Söz konusu
olan Irak ve Ortadoğu olduğunda, Sünni ve
Şii gelenekleri, onları açık rakipler haline
getirmektedir. Türkiye ve İran (ve de Mısır)
bölgede liderlik için uzun zamandır
mücadele etmektedirler – ki her iki ülkenin,
Suriye’nin ve Filistinlilerin başlıca ortağı
olarak görülmek için öyle fazla kıvrak da
sayılmayacak teşebbüslere girmelerinin bir
sebebi de işte budur. Türkiye’nin İran’la ve
diğer sertlik yanlısı ülkelerle yakınlaşması,
onlarla müttefik olma arzusuna değil bu
devletlerin davranışını değiştirme arzuna
dayanmaktadır. Türkiye’nin yakınlaşmasını
AK Parti’nin Amerikan karşıtı İslamcılığının
delili
sayan
Amerikalı
muhafazakar
yorumcularla İsrailli sağcı yorumcular, amaç
ve taktikleri birbirleriyle karıştırıyorlar.
Türkiye ve İsrail, iki ülkede yapılan
soruşturmaları değerlendirecek bir BM
paneliyle işbirliği yapmayı kabul ettiler. Ümit
o ki bulgular üzerinde mutabakat
sağlanması, Türkiye’nin İsrail’in özür
dilemesi ve mağdurlara tazminat ödemesi
ile İsrail’in bunu yapmayı reddetmesi
arasında bir orta yol bulunmasına imkân
tanıyacaktır. Ancak Türkiye ve İsrail arasında
yaşanan güven kırılması, Türkiye’nin İsrail ve
Ortadoğu ülkeleri arasında emin bir
kolaylaştırıcı gibi hareket etmesine imkân
bırakmıyor. Türkiye her ne kadar incitilen
taraf ise de bir ihtilafın doğrudan tarafı
olduğu hissi, sıfır sorun politikasına darbe
indirmiştir.
Türkiye’nin yeni yaklaşımına duyulan inanç,
özellikle de Washington’dakiler nazarında,
Türkiye’nin İran’la ilişkileri üzerinde yaşanan
krizle zedelenmiştir. AK Parti liderleri, İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın
2009 Haziran’ında yapılan tartışmalı
seçimde yeniden seçilmesini memnuniyetle
karşıladıklarında
kaşlar
kalkmıştı.
Eleştirmenler, bu onayı, AK Parti’nin Hamas,
Sudan ve Suriye hükümetleri gibi Batının en
çok kınadığı gruplara açık-kol yaklaşımıyla
ilişkilendirdiler. Türkiye Tahran’a karşı ilave
müeyyidelere BM Güvenlik Konseyi’nde
muhalefet ettiğinde işler daha da kötüleşti.
İran’ın nükleer silah edinmesine Türkiye’nin
tereddütsüz bir şekilde karşı çıktığına
Ankara’daki yabancı yetkililerin şüphesi yok.
Ankara için mesele, bunun nasıl önleneceği
ve Türkiye’nin diğer ulusal amaçları arasında
bu gâyeye ne gibi bir öncelik verileceğidir.
Ayrıca Türk hükümeti, İran’a karşı askeri bir
harekatın
İran’ın
nükleerleşmesini
durdurmaktan
ziyâde
onu
sadece
geciktireceğine ve İran’ı güvenlikte olmanın
tek yolunun nükleer caydırıcılıkta yattığına
ikna edeceğine inanıyor. Yine, Türk
hükümeti İran’a daha fazla müeyyide
uygulamanın sadece sertlik yanlısı rejimini
23
güçlendireceğine, ticareti azaltıp bölgedeki
gerilimleri yükselterek Türkiye dâhil İran’ın
komşularına zarar vereceğine inanıyor - tıpkı
Saddam Hüseyin Irak’ına uygulanan
müeyyidelerin benzer şeylere yol açması
gibi.
askıya almaktan esirgemenin bir yolu olarak
sunduğu gerçeğine gene de kızıyorlar.
Türkiye, Brezilya ile birlikte şekil verdiği
diplomatik güzergâhı korumak amacında
olduğu iddiasıyla BM Güvenlik Konseyi’nde
yeni müeyyide paketine karşı çıktığında da
canları
sıkılmıştı.
Türkiye’nin
itirazı,
müeyyideleri engellemedi ve Türkiye şu an
bu müeyyidelerin icrasına yardımcı oluyor
(ancak ABD ve AB’nin uyguladığı, Türkiye’nin
İran’la ticaretine zarar verebilecek daha ağır
müeyyidelere iştirak etmiyor). Sürecin
karışıklığına ve Brezilya’nın bu mesele ile
kendisi arasına bir şekilde mesafe koyduğu
gerçeğine rağmen, Türkiye ve Brezilya’nın
baharda kotardığı anlaşmanın gelecekte
güven inşası için bir kapı açtığını Amerikalı
yetkililer bile kabul ediyor.
Türk yetkililer, Tahran nükleer programı
İran’da da geniş tabanlı bir desteğe sahip
olduğundan dolayı mâkul tek politika, İran
yönetimiyle yakınlaşmak ve ülkelerinin
güvenliği
için
nükleer
silahların
gerekmediğine bir bütün olarak İran’ı ikna
etmektir diye savunuyorlar. Türk yetkililer,
Amerikan yönetiminin otuz yıldan daha fazla
bir süredir Tahran’a mesafeli durduğuna
işaret ediyorlar. Mübadelelere izin vermenin
– mesela her yıl Türkiye’yi bir milyon
İranlı’nın ziyaret etmesi – daha fazla
müeyyide dayatmaktan daha hayırlı
olduğunu telkin ediyorlar.
Başka bir ifadeyle, İran konusundaki
kavgada Türkiye’nin kabahati yoktur – yani
Mavi Marmara vakasından sonra İsrail’le
arasında çıkan krizde ne kadar kabahati
varsa bunda da ancak o kadar kabahati
vardır. Türkiye’nin politikaları, uluslararası
câmianın genel amaçlarına kastediyor
değildir. Ayrıca her iki olay, AK Parti’nin sıfır
sorun politikasının İslamcı bir politika
olduğuna delil teşkil etmez.
Türk hükümetinin, Amerikan yönetiminin
Tahran’la nükleer takas anlaşmasını teşvik
ettiği iddiası zeminsiz değildir. ABD Başkanı
Barack Obama Nisan ayında Türk ve Brezilya
hükümetlerine birer mektup gönderdi ve
Washington’ın İran’la nükleer takasa
girebilmesi için gerekli olan şartları izah etti.
Çetin geçen ve neredeyse kopma noktasına
gelen müzakerelerden sonra Türkiye ve
Brezilya Tahran’dan yazılı bir taahhüt
kopardılar ki Amerikan yönetiminin ileri
sürdüğü pek çok şartı karşılıyordu. Bazı
Amerikalı yetkililer, iki hükümetin İran’ı
müzakere masasına getitmenin bir yolunu
bulmak
için
samimi
bir
şekilde
çabaladıklarına ve İran’ın onlara ayak
uyduracağını
öngöremediklerine
inandıklarını söylüyorlar.
Türkiye’nin dış politikası hakkında daha
umutlu olmak için bir başka neden de ABD
ve AB ile arasındaki şu son gerginliklere
rağmen, Türkiye’nin Batıyla ittifakının
temellerinin
değişmemiş
olmasıdır.
Türkiye’deki dış yatırımın dörtte üçünden
fazlası AB devletlerinden geliyor ve Türkiye
ihracatının yarıdan fazlası AB’ne yapılıyor.
Avrupa Birliği, Türkiye’den gelen 2.7
milyonluk göçmenlerin evidir; Türkiye’yi
ziyaret eden turistlerin yarıdan fazlası AB
ülkelerindendir. Ortadoğu, Türk iş dünyası
için iyi fırsatlar sunmaktaysa da Türkiye en
başta Batıya bağlıdır. Türkiye ihracatının
Ama Amerikalı yetkililer, Türk hükümetinin
takas anlaşmasını İran’ı müeyyidelerden
veya uranyum zenginleştirme programını
24
üçte birinden azı Ortadoğu’ya yapılmaktadır.
Ortadoğu sadece 110.000 Türk’ün evidir ve
Türkiye’ye giden turistlerin sadece yüzde
10’u Ortadoğu’dandır.
İran’la ve İsrail ile Suriye arasındaki dolaylı
görüşmelerde yaptığı gibi Ortadoğu’da yine
aracı rolüne teşvik etmelidir. Örneğin
Türkiye, el Fetih ve Hamas arasında
müzakereleri kolaylaştırabilir. AK Parti
liderleri, kendi üstlerine düşen kadarıyla,
Türkiye ve İsrail ilişkilerini onarmanın bir
yolunu bulmalılar. Bu, Türkiye’nin batılı
müttefikleriyle
bağlarını
iyileşmekle
kalmayıp onların Ortadoğu’da herkesle
güvenle konuşabilen karizmatik arabulucu
nâmını da ihya edecektir.
Türkiye’nin AB’ne yakınlığı, iç reform
sürecinin güçlü motorudur. AK Parti liderleri
İsrail’e karşı durduklarında Ortadoğu’daki
halkların
güvenoyunu
geçici
olarak
kazanabilirler ama Batılı ortaklarıyla yaptığı
ittifakı bu süreç içerisinde feda etmemelidir.
Bir de şu var: Türkiye’yi Ortadoğu’daki diğer
ülkelerden hakkıyla ayıran, onun hem
ABD’nin hem de AB’nin saygın ortağı
olabilme kabiliyetidir ve bölgenin geri
kalanının gıpta ettiği refah ve meşruiyetin
temelini teşkil etmektedir bu. Türkiye’nin
ABD yönetimiyle devam eden işbirliği mesela
Türkiye’nin
PKK’ya
karşı
mücadelesinde
istihbarat
paylaşımı,
Amerikan
askerlerinin
Irak
ve
Afganistan’dan pürüzsüzce çekilmesini
temin etmek, el Kaide hiziplerine karşı
beraber çalışması veya İsrailliler ve
Filistinliler arasında bir çözüme varılmasına
yardım
etmesi
–
esas
olmayı
sürdürmektedir.
23 Aralık 2010
Kaynak: Foreign Affairs
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Türkiye, olsa olsa sıfır sorun merkezli dış
politikasının kimi aksiliklerden dolayı
suçlanabilir. O da kısmen. Türkiye yanılgıya
düştüğünde bile – aceleden, zayıf
iletişimden veya ateşli retorikten dolayı –
Türk hükümeti, Gazze’deki ıstırabı dindirmek
ve İran’ın nükleer silah edinmesinin önüne
geçmenin bir yolunu bulmak dâhil, Batılı
ortaklarının pek çok amacını terk etmedi.
Türkiye’nin
güvenliği
ve
ekonomisi,
Ortadoğu’daki problemlerin etkilerine Batılı
ortaklarınkine nispetle daha fazla açıktır.
Ankara bu yüzden zorunlu olarak farklı
taktikler izlemektedir. Batı, bunu anlamalı
ve bu farklılıkları fırsat olarak görmelidir.
Batı, Türk hükümetini, tıpkı Ankara’nın
25
ederek onun üstüne çıkmayı şimdiye değin
başardı.
Türkiye, Araplara parlak bir
geleceğin yolunu gösterebilir mi? Marco Vicenzino
Arap halkları, başta umutlu oldukları ama
sonra hayal kırıklığı yaşatan birkaç
tecrübeden sonra kuşkulu ve hüsranda
olmayı
sürdürüyor.
Atalarının
kazanımlarından duydukları gurur biraz
rahatlamalarını sağlıyorsa da câri gerçekler
bunu bastırıyor. İlham verici liderler
neredeyse hiç yok. Irak’taki ağır aksak
ilerleme daha da yavaşlayacak gibi duruyor.
Şeffaf seçimlere rağmen
Filisitinliler
arasındaki
kavga
gerçek
ümitleri
söndürüyor. Onlarca yıl sürmüş olağanüstü
halden sonra Mısır’ı çepeçevre kuşatmayı
sürdüren belirsizlik, geleceğine kasteden bir
hançer gibi havada asılı duruyor. Esad’ın
dalavereyle serbest pazara ayar vermesi ve
Suriye’yi avuçlarında sıkıca tutması gelecek
nesillere bir vizyon ve emniyet hissi
sunmuyor.
Ürdün’deki kayda değer
ilerlemenin
kendi
sınırları
dışında
tekrarlanması zor duruyor çünkü iç zorluklar
ve bölgesel gerçekler, diğerleri üzerinde
nüfuz tasarrufunu sınırlıyor. Bâriz ilerlemeye
rağmen Lübnan her an patlamaya hazır
barut fıçısı gibi. Doğal kaynak zengini Libya,
tutarlılığı ülke içinde ve dışında gizli gizli
sorgulanan yaşlı bir otokratın kaprislerine
mâruz.
Filistin’in hayatını idame ettirmesi büyük
ölçüde Arap ülkeleri tarafından sağlanmışsa
da Filsitinlilerin en metin sözcüsü, Recep
Tayyip Erdoğan hükümeti oldu. Söylemini
diplomatik güçle takviye eden Türkiye,
bağımsız bir Filisitin’i tanımaları için Brezilya
ve Arjantin’i de etkiledi. Peşlerinden diğer
Latin Amerika ülkeleri de gelecektir. Ayrıca
Türkiye, İsrail’in Gazze ablukasına son
vermek için uluslararası desteği de seferber
ediyor.
Filistin’in içinde bulunduğu vahim duruma
karşı sempati duyulmasına rağmen Türkler
bu desteğin nasıl sergileneceği nokrasında
ortak bir yol takip etmiyorlar. Laik Türkler,
hükümetin teşvik ettiği (dinden ilham alan)
sivil toplum örgütlerinin yurtiçinde ve
yurtdışında
kendilerini
tanıtmak
ve
güçlendirmek için Filistin davasını istismar
ettiklerini iddia ediyorlar; Gazze filosu
fiyaskosu bunun son örneğidir.
Arapların bedbahtlığını batı sömürgeciliğine
ve dört asırlık Osmalı hâkimiyetine
hamletmek
Ortadoğu’da
yaygın
bir
tutumdur. Batıya karşı ciddi bir antipati
halen mevcutken, son yıllarda Türkiye’ye
karşı Arap kamuoyu kanaatinde bahse değer
bir değişim söz konusu. Araplar Türkiye’ye
gitgide “bizim olmamız gereken bu” diyerek
bakıyorlar.
Türkiye’nin Arap devletleri için model olarak
hizmet edip edemeyeceği Batı siyasi
çevrelerinde sürekli sorulan bir sorudur.
Türkiye ilham verebilir, faydalı dersler
sunabilir ama model olamaz. Modern
Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde yeşerdiği
dinamikler ve tarihi bağlam tekrarlanamaz.
Çağdaş Türkiye, demokratikleşme yolunda
halen evriliyor. İç mücadeleler, Kürt
meselesi ve yapılması gereken reformlar
önündeki çetin yolun sadece birkaç
Türkiye, kazanımları ve bölgede artan
nüfuzu sayesinde büyük saygı görüyor.
Çoğunluğu Sünni bir devlet olmasına
rağmeni Türkiye, pek çok Arap ve müslüman
ülkesinde ortada olan Sünni-Şii ayrımını
zekice siyasi ve diplomatik sermayeye tahvil
26
hatırlatıcısıdır.
Hükümet
bir
denge
tutturmak
zorunda.
Ülke
içerisinde
muazzam meydan okumalar varken ülke
dışına uzanmaktan sakınmalıdır.
Arap nüfusunun ezici çoğunluğu, kasvetli bir
gelecekle yüzyüze olan 30 yaş altındaki
gençlerden
oluştuğu
için
bölgede
demografik bir saatli bomba geriye doğru
sayıyor. Bu ise Türkiye liderliğinin
Ortadoğu’da inisiyatifi ele almaları ve
potansiyellerini açığa çıkarmaları için özel
sektörü teşvik etmesi gerektiğinin altını
çizer. Türkiye’nin siyasi liderliği, fırsatlar
yaratmak sûretiyle, bölgesel basıncı
azaltabilir ve yumuşak bir inişe katkıda
bulunabilir.
Daha
geniş
Ortadoğu’daki
değişim,
ekonomik büyümenin mührünü vurduğu
evrimci bir süreç içerisinde cereyan
edecektir
yoksa
dış
tasarımların
dayatılmasıyla değil. Zaman içerisinde daha
fazla reform potansiyeli de olacaktır. İhtiyaç
duyulduğunda, Türkiye’nin siyasetçileri
duruma kibarca el atmalı fakat sonuçların
ortaya
çıkmasını
işadamlarına
terk
etmelidirler. Herşeyden evvel, Türkiye’nin
en etkili büyükelçileri özel sektörden
çıkmaktadır. Arap tarihinin seyri I. Dünya
Savaşı ile sona eren dört asır boyunca
İstanbul tarafından belirlendi. Tarih tekerrür
etmeyecektir. Ancak bir asırlık yokluktan
sonra, gerçek Türk nüfuzunun daha mülayim
bir formda Arap başkentlerine ulaşması
memnuniyetle karşılanmalıdır. Hem, istikrarı
küresel düzene sürekli tehdit teşkil eden bir
bölgenin tedrici dönüşümü için bir esastır bu
23 Aralık 2010.
Kaynak: Guardian
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
27
Türkiye’ye kara çalanların tarihi
körlüğü - Aliza Marcus
Anayasa reformları, şu an sekizinci yılında
olan Erdoğan hükümetinin insan haklarını ve
hukukun
hâkimiyetini
güçlendirmeye
çalıştığı pek çok yoldan sadece bir tanesidir.
Başbakan, AB üyeliği için gerekli yasal ve
ekonomik reformları başarıyla yürüttü.
Türkiye’deki Kürt nüfusa sınırlı da olsa daha
fazla kültürel haklar veren değişiklikleri
onayladı. Sivil ve askeri hâkimlerin devlete
karşı işlenen sözde suçlara baktığı Devlet
Güvenlik Mahkemelerinin defterini dürdü.
(Tam ifşaat:
1995 yılında Reuters
muhabiriyken Kürt köylerine askeri saldırıları
konu edinen bir makale yazdığımdan dolayı
bu mahkemelerden birinde ben de
yargılanmıştım.)
İlhan Erdost, solcu bir yayıncı, otuz yıl önce
bu ay Ankara Mamak cezaevinde askerler
tarafından vurularak öldürülmüştü. Bir
darbeyle iktidarı eline geçiren askeri rejim
tarafından tutuklanmıştı. Suçu ise Komünist
teorisyen Friedrich Engels’ın bir kitabını
yayınlamış olmasıydı. 35 yaşındaydı.
İlhan’ın dul eşi Gül Erdost, eşinin ölümünden
sorumlu tuttuğu kişilere, 12 Eylül 1980
darbesini düzenleyen generallere, dava
açmaya hazırlandığını açıklayarak eşinin
ölümünün
otuzuncu
yıldönümüne
damgasını vurdu.
Türkler açıktır ki Erdoğan’ın gayretlerinden
memnundurlar. Erdoğan’ın Adalet ve
Kalkınma Partisi iktidara geldikten beş yıl
sonra 2007 yılında ona yeniden iktidar
yetkisi verdiler. Anayasa değişikliği için
yapılan referandum, Erdoğan’ın desteğiyle
yaklaşık yüzde 15’lik bir farkla geçti.
Gül Erdost, orduya nihayet meydan okuma
şansına Türkiye Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan sayesinde sahip oldu. Türk
şehirlerinde tankların dolaşması üzerinden
geçen otuz yıl sonra, ki ülke tarihinin en
gaddar ve en demokrasi karşıtı dönemidir,
seçmenler
eski
askeri
yöneticilerin
hazırladığı anayasaya üzerindeki değişiklik
paketini onayladı. Bu değişiklikler arasında
askeri yöneticilere yargı dokunulmazlığı
veren maddenin kaldırılması da var.
AK Parti karşıtı eleştirmenler ikna olmadılar.
Erdoğan’ı Türkiye’yi otoriteryan ve köktenci
bir devlete çevirmeye niyetli iktidar açlığı
çeken bir İslamcı radikalmiş gibi tasvir
ediyorlar. Erdoğan hükümeti, silahlı
kuvvetlerin Ergenekon ünvanlı bir tezgahta
darbe planı yapması gibi
“özenle
hazırlanmış bir politik kurgu” hazırladı; 60
civarında subayın ve sivil darbe destekçisinin
sözde darbe planından dolayı tutuklanması,
sırf Erdoğan muhaliflerini taciz ve boğma
amaçlıdır
diyorlar.
İddialarına
göre,
subayların ve sivil destekçilerinin aleyhine
getirilen deliller uydurmadır ve laik Türkler
için “bir korku iklimi” yaratmıştır.
Fakat Amerika merkezli birçok analiste kulak
verilecek
olunursa,
Erdoğan,
Türk
demokrasisini inşa etmeyip onu alaşağı
ediyormuş. Bu eleştirmenler – ya bile isteye
aldırmadıklarından yahut da katıksız
cehaletlerinden dolayı – Erdoğan’ın neyi
başardığını
ve
seçmenlerin
onu
desteklemeye niçin devam ettiğini gerçekleri
saptırarak
sunmaktadırlar.
Erdoğan
hükümetini
–
önceki
hükümetler
döneminde yaşanan ihlalleri nazar-ı itibara
almadan - Türkiye’nin geçmişinden uğursuz
bir ayrılış olarak tasvir ediyorlar.
AK Parti eleştirmenlerinin pazarladığı bu
yanlış hikayelerde, insan hakları ihlalleri alıp
başını yürümüş ve Türkiye mahkemeleri
28
hükümetin baskıcı politikacılarının piyonları
haline gelmiştir. Bu analistlere göre, ılımlı
İslami bir devlet görme ümidi taşıyan
Amerikalı politikacılar, başbakanın gerçek
gündeminden bihaberdir. Olup bitenlerin
farkında olanların sayısı çok azdır çünkü
hikayeye göre dava tehdidiyle yıldırılmış
veya İslamcıların kontrolünde bulunan Türk
medyasındaki ordu düşmanlığı onun gözünü
kör
etmiş,
Erdoğan’ın
ihlallerini
soruşturamaz hale gelmiştir.
olduğundan şüphelenilen kişilere karşı
ordunun acımasız taktikleri veya genel insan
hakları ihlalleri gibi konular hakkında yazı
yazan gazetecilere karşı binlerce dava açıldı.
Merkez Türk medyası genel olarak baskıdan
şikayetçiydi meğer ki desteği açıktan
vermiyor olsun. Tanınmış köşe yazarlarından
Oktay Ekşi, sırf bu yargılama beni meşhur
ediyor diye hükümetin yargılamanın
devamına asla izin vermemiş olması
gerekirdi diye hayıflanıyordu. Diğer yazarlar
benim muhtemel bir gizli gündem sahibi
olduğumu yazıyor veya Kürt eylemcilerin
oyununa geldiğimi iddia ediyorlardı.
Şanslıydım. Her ne kadar ülkeyi terke
zorlandımsa da beraat ettim. Türk ve Kürt
muhabirlerin başından daha kötüleri geçti.
Fakat aslında Türkiye daha önce hiç olmadığı
kadar daha demokratiktir ve insan haklarına
daha saygılıdır.
İlerleme yavaş; ve
mükemmel değil. Bazıları ciddi olmak üzere
gücün kötüye kullanılması söz konusu ama
durum çok, çok daha iyi.
1980 darbesinden sonra, askeri cunta tüm
sivil hakları askıya aldı ve orduyu Türk
siyasetinin nihâi hakemi olarak kutsayan
yeni bir anayasayı hazırladığında bu kez sivil
hakları iyice budamıştı. Askeri yönetim
sırasında 650.000’den fazla kişi tutuklanmış,
içlerinden pek çoğu işkenceden geçirilmiş ve
öldürülmüştü. Kürtlerin başına en kötüsü
gelmişti: O vakitler askerin idâresinde
bulunan
Diyarbakır
Hapishanesi’ndeki
tutuklulara cop sokulmuş, dışkı yedirilmiştir;
farelerin istila ettiği hücrelerde tutulmuşlar
ve içme suyu olarak içine deterjan katılan su
verilmiştir.
Ancak şu anki AK Parti karşıtı dalga geriye
dönüp bakmaktan sakınıyor ve Türkiye’nin
bugününü işte bu yüzden böylesine yanlış
anlıyor. Mesela PKK’lılara çalışmakla
suçlanan 152 Kürt politikacının sözümona
kitlesel yargılanması ile Ergenekon davasını
ele alın. Güya bu tür kitlesel yargılamalar
“kural haline geliyor” – ama ne ki Türkiye’de
sessizce hareket eden bir otoriteryanizm
olduğunun işaretidir.
Fakat 1980 darbesinin ardından solculara,
Kürtlere, sendikacılara ve diğerlerine karşı
açılan davaların yanında bunlar mütevazı
kalır. Solcu Dev-Yol’un üyelerine karşı
1982’de açılan bir davada 700 sanık vardı.
Onsekiz yıl sonra dava halen devam ediyor.
Diğer iki Dev-Yol davalarının her birinde 900
zanlı vardı. DİSK’e karşı açılan davada
1.400’den fazla sanık vardı. Türkiye
kanunlarının kitlesel yargılamaya izin verdiği
gerçeğinin – duruşma takviminin davaların
yıllarca süreceği şekilde düzenlemesinin –
Erdoğan’la hiçbir alâkası yoktur ve eski
cuntanın bugünkü Türk liderliğine mirâs
1990’lar ortalama bir Türk için az da olsa
daha iyiydi fakat durum Kürtler için öyle
değildi. 1990-1995 arasında bir düzineden
fazla Kürt gazeteci, Kürt siyasi partisinden en
az 62 partili ve yüzlerce Kürt eylemci gizemli
bir şekilde öldürüldü. Suçu işleyenlerin
güvenlik kuvvetlerinin veya müttefik
grupların üyesi olduğu pek çok vakada iddia
edildi ki eldeki delillere göre akla yatkındır.
Kürt
meselesi,
örgüt
sempatizanı
29
bıraktığı, kasıtlı olarak kusurlu bırakılmış
sistemle alâkası vardır.
bilemeyecek olsanız da tüm bunlar olumlu
değişimlerdir.
Bu eleştirmenler, Ergenekon davasının
sıhhatine
inanan
kişileri
görünce
sarsıldıklarını itiraf ediyorlar. Ancak gerçek
sürpriz, silahlı kuvvetlerin bazı üyelerinin bir
darbe planlaması değil Erdoğan’ın orduya
meydan okuyacak denli cesur oluşudur.
Ordu, darbe planlama ve düzenlemeyi
herşeyden evvel alışkanlık haline getirmiştir.
Nitekim 1960, 1971 ve 1980’de iktidarı eline
geçirmiş,
1997’de
yumuşak
darbe
düzenleyerek Başbakan Necmettin Erbakan’ı
istifaya zorlamıştır. Yargılanmakta olan
kişilerin hepsinin suçlu olup olmadığını
bilmek imkânsızdır. Fakat *Pınar Doğan ve
Dani Rodrik’in yaptığı üzere+ davanın “ülke
demokrasisi adına uğursuz bir geleceğin”
alâmeti olduğu iddiası, Türkiye tarihinde
demokrasi ihlallerinin en kötüsünden
bizatihi ordunun sorumlu olduğu gerçeğini
göz ardı etmektedir.
Türkiye’deki durum değişebilir elbet.
Reformlar hız kesebilir. Erdoğan gücü fazla
seven bir kişi haline gelebilir. Fakat bir şey
kesin. O da şu: Buradaki tek gerçek kurgu,
Erdoğan iktidarı öncesinde Türkiye’nin daha
özgür ve daha demokratik olduğudur.
27 Kasım 2010
Kaynak: Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Türk yargısında ve siyasi kurumlarında halen
noksanlıklar bulmak için iyi nedenler var.
Erdoğan, mirâs olarak devraldığı, kusurlu ve
kolayca ihlal edilebilen adli, siyasi ve sivil
sistemi şöyle iyicene altüst etmiş değil. Ve
Türkiye henüz Batılı, liberal bir demokrasi
değil. Fakat doğru yolda ilerliyor. Türkiye
son sekiz yılda sivil hakların korunmasında
mesafeler
kaydetti,
serbest
Pazar
ekonomisini tahkim etti ve AB üyeliğinin
taleplerini karşılamaya daha bir yaklaştı.
Erdoğan, Türk ordusunu siyasi karar alma
süreçlerinin dışına itti ve 1990’larda
Kürtlerin yargısız infazına bulaşan askerler
hakkında soruşturma yürütmesi için yargıya
tazyikte bulundu. *Pek çoğu Soner Çağatay
gibi+ Türkiye’yi tekrar doğru yola koymak
için bir askeri darbe daha yapılması
gerektiğini düşünen AK Parti karşıtı
yorumcuları okumakla hiçbir zaman
30
Nükleer program hakkında İran’la
diplomatik temas kurarken Tahran’ın
Ortadoğu’daki kemirici nüfuzunu zarif bir
biçimde dengelemesi.
Yeni kurallar: ABD, faal ve
bağımsız bir Türkiye’ye muhtaç Thomas P.M. Barnett
Eğer Amerika’ya ideal Müslüman stratejik
ortağı sihirli değnekle sunulacak olsaydı,
nasıl bir ortak dilerdi? Amerika’nın her
politikasıyla aynı çizgide duran bir ülke mi
dilerdik? Eğer rejim, İslam dünyasında
itibara sahip olacaksa cevap hayır. İdeal
olarak, yönetim, ulusun dini ve kültürel
kimliğini koruyor görünmeye yetecek kadar
İslamcı olacaktır hatta ki toplumunu atılgan
bir şekilde modernize ederken ve
ekonomisini dünyaya bağlarken bile.
Diplomasiye, çok-taraflılığa ve bölgesel
istikrara vurgu yapan, bu esnada,
Washington’ın bağımlısı olmadığını, tarihi
seyri içinde yol alan kendinden emin bir
büyük güç olduğunu göstermeye yeterli bir
bağımsızlığı muhafaza eden bir ülke
olacaktır. Özetle dindaşlarına, Müslüman bir
devletin, Müslüman devlet olarak kalmayı
sürdürürken, küreselleşmenin ortasında
kendisini nasıl iyileştirebileceğinin örneği
olacaktır.
- Suriye’yi sistemin bir parçası yapmak için
ekonomik fırsat savuşturucusuyla/yumuşak
öldürücüyle (soft kill) elinden gelenin en
iyisini yapması.
- Bağlayıcı bir kordun olarak bahse değer
bir yatırım akışı sağlayarak Irak istikrarının
sorumlu bir kahyası olması.
Rusya’yla
ilişkilerimizi
yeniden
başlatması ve Balkanlar’da artakalan
operasyonlarımızı sessizce perçinlemesi.
Güney Lübnan ve Afganistan’a barışı
koruma askerleri göndermesi, Afganistan’da
uzlaşmayı teşvik için Taliban’a erişmesi.
- Huzursuz Kafkasya’da ve Orta Asya’da
altyapı geliştirme çalışmalarına katkı
sunarak gelişmekte olan bu ekonomileri
Batı’ya bağlaması.
- Ve tüm bunları, komşularla arasındaki
tarihi
ihtilafları
bastırıp
sıkıştırarak
dolayısıyla da emperyal niyetler taşımadan,
sıfır toplamlı oyuna başvurmadan, hüsn-ü
niyet şartıyla yapacak.
Ancak burada durmayalım. Kendimize karşı
dürüst olacaksak, ideal Müslüman stratejik
ortağımızın Amerikan çıkarlarına bizim
yapamadığımız şekillerde faydalı olmasını da
isteriz. Örneğin:
Baştan beri Türkiye hakkında konuştuğumu
fark etmediyseniz, imkânsız bir paket bu
diye düşünmüş olabilirsiniz. Türkiye’nin
iktidardaki İslamcı partisi, 2003 yılından beri
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından
ustalıkla yönetilen Ak Parti, tüm bunları
gerçekleştirdi ve aynı anda da kendi evinin
ekonomisini derleyip toparladı, hızla
genişleyen orta sınıfın reform beklentilerini
karşıladı, inatçı Kürt ayaklanmasını ele aldı,
geçmişte demokrasisini defalarca kesintiye
Kuran’ın yeniden yorumlanmasına,
Peygamber
Muhammed’in
mesajının
modern çağ için güncellenmesine cesurca
önayak olması.
- Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere sefil
muamelesinden dolayı İsraillilere doğrulukla
karşı çıkması, işgal altındaki topraklarda
istihdam yaratacak projeleri teşvik etmek
sûretiyle maddi destek de sunması.
31
uğratan (mesela 1960-1961, 1971-1973,
1980-1982) askeri diktatörlüğe batıp zevale
uğramaktan uzak durdu.
olduğunu uzun zamandır savunuyorum.
Niçin?
Basitçe
söylemek
gerekirse,
Amerika’nın – yahut Amerika dolayısıyla
dünyanın - şu anki İran rejimini bu amaçtan
çevirmelerine yol yok ki bu, İran
Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın
İran teokrasisini cumhurbaşkanı merkezli,
Devrim Muhafızlarının ekonomi üzerindeki
mafyavâri pençesi etrafında inşa edilmiş tek
parti diktatörlüğüyle değiştirme stratejine
de uymaktadır.
Daha fazlasını kim isteyebilir? Öyle değil mi?
Ama ne ki bu askeri ittifakın her iki
yakasındaki
yetkililer
ve
uzmanlar,
Amerika’nın Türkiye’yle bugünkü ilişkilerini
ciddi bir çöküşten hatta bastırılmış
düşmanlıktan muzdarip diye tanımlıyorlar.
Obama yönetimi, Türkiye’nin BM’de İran’a
karşı son ekonomik müeyyide paketine karşı
oy
kullanmasından
dolayı
açıkça
öfkelenmişti. Ancak geçen Mayıs ayında
Türkiye ve Brezilya’nın tasarladığı nükleer
takas anlaşmasını - Obama ekibi başlangıçta
bu çabayı desteklemiş olmasına rağmen Washington’ın
daha
sonra
kibirle
reddettiğini kaydetmeye değer.
Eğer bu terminoloji size son dönem
Sovyetleri hatırlatıyorsa tesadüf değildir: Sağ
çıkan büyük felaketzedeler benzer şekilde
düşünür.
Sovyet lideri Leonid Brejnev ve avanesi,
Josef Stalin’in kaçık tasfiye hareketi ve II.
Dünya Savaşı gibi çifte kabustan nihayet
kurtulduklarında,
nükleer
cephaneliği
saçmalığın
zirvesine
taşıyıp
Batı
“hücumundan” insiyâki olarak kurtulmaya
baktılar. Ancak yıllar içerisinde kıdemleri
ilerledikçe, gerçekte Batı’dan istedikleri şey,
büyük kazanımlarını Batı’nın tanıdığına
işaret eden, emperyal müesseselerinin
stratejik bekasını garanti eden – yahut
garanti edeceğini düşündükleri - kağıt
parçalarıydı. Richard Nixon ve müteakip
başkanlar, o kağıt parçalarına imza attılar ve
bunun
beraberinde
ikili
ilişkilerin
rahatlaması,
Sovyetleri
zamanın
kendilerinden yana olduğuna inandırarak
onları zor duruma düşürdü. Daha bir nesil
geçmeden, tarih aksini ispatlayacak,
Sovyetler gözden kaybolacaktır.
Beyaz Saray, İsraille “Gazze Özgürlük Filosu”
kıyametinden
ve
gürültünün
hala
bitmemesinden dolayı tarihi olarak güçlü
ikili askeri bağlarımızı azaltıp, hassaten de
taahhüt edilmiş silah satışlarını torpidolayıp
Türkiye’nin en büyük yıllık askeri tatbikatını
boykot ederek Ankara’yı cezalandırmakla
tehdit ediyor. Yeterince şaşkına çevirici:
İkiyüzlü Pakistan, Pentagon’ın verdiği açık
çeklerle ödüllendirilirken, Türkiye tavan
arasına atılıyor.
Eğer bu ikilik size mantıksız göründüyse o
halde dış politika realisti olmalısınız.
Mesele Türkiye’nin rakibi İran’ın nükleer
emellerine meşru tepkisi olunca işler karışır
ama halen Amerika’nın stratejik davası
lehinedir.
Ahmedinejad ve avanesi, Brejnev’den daha
genç
yaşta
siyasi
üstünlüklerinin
zirvesindeyseler de, kirli bir düşkünlük
içindeler: Nükleer salahiyetin kendisine
yaraşır şekilde korkuttuğu Amerikan
süpergücü’nün büyük devrimlerini sonunda
İran’ın nükleer silah edinmesinin bir “eğer”
meselesi olmayıp bir “ne zaman?” meselesi
32
tanıması
istiyorlar
ve
bu
amaçla
imzalayacağımız
kağıt
parçalarını
memnuniyetle karşılayacaklar. Ancak tıpkı
Sovyet vakasında olduğu gibi, devrimci güç
bu nevi anlaşmalara vardığında, böylesi bir
radikal hareket, amansız bir düşman
yokluğundan dolayı sararıp solar ki sinsice
başarılan
bir
savuşturulma/yumuşak
ölümdür bu.
zorunda kalacak ki bunlardan bazıları İsrail
ve ABD gibi eski dostlar için acılı olacak ama
en sonunda tüm bunlara değecektir.
Doğrudur, Batı’nın duymak istediği stratejik
anlatı bu değil ama iş bitirici “nokta
saldırıları” gibi sihirli kurgular ve “nükleer
silahlardan arındırılmış bir dünya”, “küresel
sıfır” gibi gerçeklerden kaçışla kıyas
edildiğinde güvence veren bir yoldur. Bu
yoldan daha önce başarıyla geçmiştik ve
tekrar yapabiliriz zira tarihin yürüyüşünün
bize tatminkâr başka bir fırsat sunabilmesi
ihtimal dâhilinde değildir.
İran askeri diktatörlüğü bu tuzağa niçin
düşsün ki? Kendi halkından korku duyarak
yaşamaktan başka seçeneği yok. İran
nükleer
programı
hakkında
“tüm
seçeneklerin masada olması” gibi cesur
laflara rağmen – yanı sıra muhtemel bir
İsrail saldırısını analım – sorulmaya değer
tek bir soru var: ABD, nükleer bir İran
karşılığında ne alacak?
Bu yola girme vakti geldiğinde, Türkiye, her
ne kadar şu an zahiren içimizdeki diken gibi
görünse de, hakikaten ihtiyaç duyduğumuz
müttefik olduğunu gösterecektir.
15 Eylül 2010
Tahran ve Tel Aviv’in gayeleri uğruna yüksek
risk almalarından kaynaklanan tedirgin edici
müsabakalardan sonra bizim alacağımız şey,
Ortadoğu için tepeden tırnağa yeni bir
güvenlik mimarisidir ve bu, İsrail’in Filistin’le
kalıcı
bir
barış
yapmasına
imkân
tanımaktadır. Bunun olması için on yıllarca
çabalayıp sonra da böylesi çabaların daha
büyük bölgesel çekişmelere, bölgede zuhur
eden nükleer çekişmelere yenik düştüğünü
görüvermek – önce İsrail-İran sonra İranTürkiye ve muhtemelen de İran-S.Arabistan
arasında – bölge başkentlerini diplomatik
uzlaşmaya mecbur etmek için dünyanın
enerji bağımlısı büyük güçlerini harekete
geçirecektir.
Kaynak: WPR
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Bu müzakereler – ki çok yoğun geçecektir –
nihayet sadede davet edildiğinde, Amerika
masada oturan, İran’ın hülyalarını ve İsrail’in
korkularını dengeleyen bir Türkiye’yi
görmekten memnuniyet duyacaktır. Türkiye,
buradan oraya varmak için, her çeşit
stratejik yeniden yönelimi çekip çevirmek
33
Türkiye bunu başında fes olmadan
yapıyor - Michael C. Desch
kazandıran militan
sonucuydu.
Türkiye kavşakta: Ekonomi gürleyerek
büyüyor; Türk ekonomi mûcizesi, şu anki
hükümetin yurtiçinde girişimciliği teşvik
etme ve ülkeyi 21. yüzyılın küresel
ekonomisiyle bütünleştirmek için gerekli her
şeyi yapma iradesinin doğrudan bir
sonucudur.
Vahamet ortada. Siyasal İslam’ın Türkiye’de
sürgit
büyümesi,
Türk
toplumunu
kutuplaştırıyor ( bu arada, siyasal İslamın
büyümesi, AK Parti’den önceye gider).
Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un
cadde ve sokaklarında gezince, Türkiye’deki
siyasi yelpazeyi caddelerdeki çok farklı
kostümlerde ve giyinip kuşanmış bakımlı
insanlar üzerinde tastamam görürsünüz:
Başörtülü ve tesettürlü dindar kadınlar,
“İslami” olduğu hemen belli olan bıyık
bırakmış erkekler (mesela Tayyip Erdoğan’ın
bir fotoğrafına bakın), sanki Berlin ya da
Paris’te yaşıyormuş gibi giyinen laikler,
Avrupa’nın daha da Kuzey’inden gelmiş gibi
görünen sarı saçlı “beyaz Türkler.”
Ayrıca, artan sert ve yumuşak gücünün bir
sonucu olarak da Ortadoğu’da bir kez daha
hâkim güçlerden biri haline geliyor.
Türkiye’nin sert gücü, onun Soğuk Savaş
sırasında NATO’nun güney kanadında
oynadığı çapa rolünden mirastır.
Türkiye, İslam ve Modernitenin – husûsan,
demokrasi ve küresel ekonomiye katılımın –
pek çok bakımdan bağdaşır şeyler olduğunu
ispatlıyor görünmektedir, ki Türkiye’nin en
azından Ortadoğu’daki yumuşak gücü, bu
gerçeğin bir fonksiyonudur. Eğer Türkler bu
işi becerirlerse, İslam dünyasını 21. yüzyıla
taşımaya hazır olacaklardır. Ancak radikal
her bir deney ve tecrübede olduğu üzere,
bunun başarılı olup olmayacağı henüz belli
değil. Çağdaş Türkiye’nin ABD için sunduğu
tehdit/tehlike ve fırsat/vaatler işte burada
yatmaktadır.
laikliği
reddedişinin
Çağdaş Türkiye’deki çatışmanın odağında
başörtüsü var (Atatürk’ün 1925’te fesi
yasaklamasını hatırlatıyor); laikler, bugün
Türkiye’yi yarıp parçalayan laik kültür-İslam
kültürü savaşında bunu merkez cephe olarak
nitelendiriyorlar.
Türkiye’nin
laik
seçkinlerinden olan bazı akademisyen
meslektaşlarla
konuştuğumda,
sorumluluklarının bir
parçası olarak
üniversitedeki İslamcı öğrencilere başörtüsü
aleyhine
*ikna
odalarında+
“nasihat
vermekle” görevlendirildiklerini, bunun
destekledikleri bir ilke olduğunu ama gene
de rahatsız edici bir görev olarak
gördüklerini söylediler.
Türkiye’nin, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi
yönetiminde İslami yönelimli bir hükümeti
var. AK Parti’nin 2003’deki zaferi (ve 2007
seçimlerini
yeniden
kazanması,
ki
emsalsizdir) Türkiye’nin şimdiye değin hâkim
siyasi partisi olan, Mustafa Kemal Atatürk’ün
merkez soldaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin
(CHP) yozlaşması ve fikrî tükenişinin ve de
Türk seçmenlerinin büyük çoğunluğunun
Türkiye Cumhuriyetine 1923’ten beri vasfını
Bir Türk üniversitesinde ders verdiğimden
dolayı
Türk
kanaati
hakkındaki
“örneklemim”
laiklere
meyillidir.
Türkiye’deki entelektüel ve siyasi seçkinlerin
kayda değer bir kesimini oluşturan bu grup,
İslam’ın Türk siyasetinde artan rolüne karşı
tetikteler. Eski Dışişleri Bakanı Emre
Gönensay, Obama yönetiminin Erdoğan
34
rejimiyle sarmaş dolaş olması - ki ona göre
bu, Türkiye’yi İslami Truva Atına çevirme
senaryosunun doruğa ulaşmasıdır- aleyhine
olacaktır diye uyarmıştı beni.
aşağılama gayreti ve Gazze ablukasını
yarmak için seyirde olan Türk gemisi Mavi
Marmara’ya İsrail ordusunun el koyması
sırasında dokuz kişinin ölmesi) iki ülkenin
evvelden samimi olan diplomatik ilişkilerini
sarstı ve derin stratejik işbirliğini tehdit etti.
Türkiye, İslam dünyasının öncü sesi olmayı
arzuladığından dolayı Yahudi devletiyle
ilişkilerinin öncelikle de çözümsüz kalmış
İsrail-Filistin meselesi üzerinden soğuması
belki de kaçınılmaz bir şeydi.
Gönensay gibi laikler Türkiye’nin İran gibi
olmasından korkuyorlar açıkçası. Fakat
hemen göze çarpmayan başka bir korkuyu
saptadığımı düşünüyorum: AK Parti’nin
yükselişi, Türklerin seçeneğinin bir yanda
modernite, demokrasi ve ekonomik
büyüme, diğer yanda ise İslam ve gerilik
olmadığını ispatlamaktadır. Başka bir
ifadeyle, çağdaş Türkiye’deki gelişmeler,
Atatürk Devrimi’nin ana önermesinin yani
başarılı modernleşmenin ancak laiklikle
olabileceği önermesini çürütme niteliği
kazanmaktadır.
Bugünün Türkiyesi’nin önceki Türkiye hatta
birkaç yıl öncesinin Türkiyesi olmadığına
şüphe yok ve bu durum hem iç gerilimlere
hem de uluslararası komplikasyonlara yol
açıyor. Fakat bu gerçek mâliyetlerin,
Türkiye’deki değişimin hem bölgeye hem de
ABD’ye sunacağı potansiyel kazançları
gölgelemesine izin vermemeliyiz.
İslam’a daha meyilli bir Türkiye’den hâsıl
olan uluslararası komplikasyonlar da âşikar
hale geliyor. AK Parti’nin İslam ve
moderniteyi uzlaştırma projesi, Avrupa’nın
militan laikliğine ve artan İslam fobisine
bakınca, Türkiye’nin zaten düşük olduğu
kabul edilen AB’ne katılım şansını artırmaya
yardımcı değil galiba.
AK Parti’nin yükselişi kısmen de diğer siyasi
şıkların, buna Kemalizm de dâhildir, iflasını
yansıtmaktadır. Bu yükseliş, Türkiye’nin
devam etmekte olan demokratikleşmesiyle
ille de bağdaşmaz gibi de görünmüyor.
Hakikat, Erdoğan hükümetinin, ihtiyaç
duyulan
adli
reformlarla,
anayasa
reformlarıyla demokratikleşme sürecini
derinleştirdiği savunulabilir. AK Parti,
otonomi mücadelesi son yirmibeş yılda
yaklaşık kırkbin cana mâl olan huzursuz
azınlığa verdiği küçük ama sembolik
tavizlerle, Kürt çatışmasını çözme yolunda
önceki hükümetlere nispetle en cüretkâr
adımları da attı.
Türkiye’nin İran ve Suriye gibi diğer bölgesel
güçlere uzanma çabaları da ABD’de iyi
takdim edilmiyor, ki Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun”
diplomasisini, Türkiye’nin, sert ve yumuşak
gücün bir bileşimiyle, bölgeye liderlik
çabasının bir parçası olarak görmek yerine
Türkiye’nin o ülkeleri yatıştırması şeklinde
yanlış anlıyoruz.
Türkiye’nin İran ve Suriye’ye yaptığı teklifleri
“Şer Eksenine” katılma arzusunun göstergesi
olarak görmek yerine, biz, ABD’dekiler, bunu
İslam Cumhuriyeti’nin sunduğuna alternatif
olacak, İslami değerlere dayalı ama
demokrasi ve serbest ticaret gibi modern
dünyanın ilkelerine de bağlı bir model
Ancak en çarpıcı diplomatik değişim,
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde yaşandı, hem
incir çekirdeğini doldurmayan hem de
ölümcül olaylar (İsrail Dışişleri Bakan
yardımcısının diplomatik hareket sırasında
Türk büyükelçisini alçak koltuğa oturtarak
35
sunarak
İran’ın bölgedeki nüfuzunu
etkisizleştirme çabası olarak görürsek daha
iyi yaparız.
elbet. Ancak sadece komplikasyonlara
odaklanıp Amerika’nın Türk tecrübesinin
başarısında yatan menfaatlerini gözardı
etmek daha büyük bir hata olur.
Türkiye’nin ABD’deki imajının, onun
bölgedeki diğer Amerikan müttefiki İsrail’le
ilişkileri
üzerinden
şekillenmesi
kaçınılmazdır. Washington’daki İsrail yanlısı
lobinin - Ermeni soykırımı gibi hassas
meselelerde Türkiye adına işe karışırdı - bir
zamanlar sevgilisi olan Türkiye, bölgesel
diplomasisindeki değişim onu geçmişe
nazaran daha iddialı bir Filistin yanlısı duruşa
sevkettiğinden dolayı Yahudi devletinin
destekçilerince artık yeriliyor.
Oysa vaadi gerçektir: Eğer Türkiye, İslam ile
siyasi ve ekonomik moderniteyi telif etmeyi
başarır ve sonra İslam dünyasının geri
kalanının da bu sentezi yapmasına yardım
ederse, Bush yönetiminin ve onun YeniMuhafazakar
(neocon)
müttefiklerinin
saptırıcı Irak savaşında uğruna çabaladıkları
ama
başaramadıkları
bölgesel
çaplı
dönüştürücü etkiye sahip olacaktır. Başkan
Obama’nın geçen yıl kaydettiği gibi,
“Türkiye’nin hukukun üstünlüğüne saygı
duyan - ama aynı zamanda çoğunluğu
müslüman bir ulus olan - seküler
demokratik devlet tarihine bakınca, sadece
kendi civarında değil dünyada da karşılıklı
anlayışın, istikrarın ve barışın şekillenmesine
yardımda kritik bir rol oynadığını
düşünüyorum.”
Ancak her ne yaparsa yapsın, Türkiye’yi
Amerika’nın Yahudi devletine sorgusuz
sualsiz destek standardıyla yargılamamız
hata olacaktır. Evvela, Türkiye’de ve bölgede
(dünyanın geri kalanını söylemeye bile gerek
yok) kamuoyu kanaatine ayak uydurmayan,
tarafsızlık değil, aslında bu standarttır.
Amerika’nın İsrail’e verdiği tarafgir desteğin
barış sürecine öyle pek katkı sağlayıp
sağlamadığı da belli değildir, ki barış süreci
en nihayetinde Türkiye’nin, bölgenin,
ABD’nin ve de bizzat İsrail’in çıkarınadır.
Modern Türkiye’nin gerçeği, İstanbul’da
gördüğüm sokak tablosu kadar girifttir. Hem
başörtüsü hem de mini etekleri var; hem
İran ve Suriye’ye uzanıyor hem de AB’ne
yakınlaşıyor; İslami mirâsını yeniden talep
ederken modern küresel ekonomiyle
bütünleşiyor. Demokratik, küreselleşmiş ve
ılımlı İslamcı bir Türkiye, ABD’nin
Ortadoğu’daki çıkarlarına bizim doğrudan
yapabileceğimiz başka herşeyden daha çok
katkıda
bulunmaktadır.
Türkiye’nin
tecrübesinde yatan menfaatimiz işte budur.
Eğer bir kimse Obama yönetimi gibi İsrailFilistin çatışmasının çözümünün, bölgedeki
Amerikan çıkarları adına atılacak en önemli
adımlardan biri olduğuna inanıyorsa bilsin ki
Türkiye’nin Filistin self-determinasyonu
adına ve lehine sergilediği daha iddialı
duruş, iki devletli çözümde ilerleme
kaydedilmesine Aaron David Miller’in
yerinde ifadesiyle “İsrail’in avukatı” olarak
çalışan şu bildik stratejimizden daha fazla
katkı sunmaktadır.
14 Kasım 2010
Kaynak: National Interest
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Bu yeni gerçekliğin hem yurtiçinde hem de
yurtdışında
Türkiye
için
durumu
karmaşıklaştıracağını inkar etmek saflık olur
36
Türkiye kavşakta Couloumbis,Ahlstrom & Weaver
ulus devleti, Osmanlıların çok-kültürlü ve
çok-dilli imparatorluğunun yerini almıştır.
Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında tarafsız
kalmayı başardı ve müttefik kuvvetlere
ancak 1945 Şubat’ında katıldı; fakat
1940’ların ortalarında ve sonlarında Soğuk
Savaş hattı çizilirken Sovyetlerin ileri
sürdüğü toprak iddiaları, Türkiye’yi taraf
seçmeye zorladı. Soğuk Savaş süresince
Türkiye’nin yönelimi belliydi: Batılı bir
ülkeydi; Sovyetleri ve onun uydularını
kuşatmak üzere tasarlanmış müttefik
zincirinin hayati bir halkasıydı.
Avrupa ve Amerika’daki pek çok kişi
Türkiye’yi yanlış anlıyor. Bunun nedeni
sadece Türklerin kendilerini rahatça
Avrupalı, Avrasyalı, Balkan, Akdenizli ve
Yakındoğulu olarak anmaları ve bu son
derece mondern, ticari bakımdan faal NATO
üyesinin aynı zamanda İslam Konferansı
Teşkilatı’nın öncü sesi olması değildir.
Nüfusu, Almanya’nın nüfusundan yalnızca
yüzde 10 daha düşüktür; ulusal zenginlik
bakımından G-20 arasında 15’nci sıradadır;
2009’da yaklaşık yüzde 5 daralmanın
ardından 2010’da yüzde 10 civarında
büyüme kaydediyor ki küresel mâli krizi
müteakip en hızlı toparlanmalardan biridir.
1952’de
NATO’ya
katıldıktan
sonra
Anadolu’da büyük bir Amerikan üssüne
evsahipliği yaptı ve savaş zamanında
Sovyetlerin Karadeniz filosunun Akdenize
çıkışını engelleyecek olan kapıları (İstanbul
ve Çanakkale boğazları) tuttu. Ayrıca
Sovyetlerin Ortadoğu petrolüne erişimini
engellemek amacıyla kurulan Bağdat
Paktı’nın bir üyesiydi.
Yaklaşık ikibin yıldır imparatorlukların,
dinlerin, ticaret yolları ve bölgesel
çatışmaların kavşağında olan Türkiye bir kez
daha kavşakta. 29 Ekim’de Türkiye
Cumhurbaşkanı ve başörtülü eşinin ayrı,
askeri liderlerin yani “laik devletin
bekçilerinin” ayrı bir resepsiyona evsahipliği
yapmaları bunun sembolüdür.
Ancak
1980’lerin
sonlarında
Sovyet
komünizminin çöküşü yeniden saflaşma
sürecini
başlattı.
Boris
Yeltsin’in
yönetimindeki Sovyet sonrası dönemin
Rusyası içe döndü ve Türkiye’nin stratejik
planlamacılarının başlıca kaygısı sona erdi.
Sovyet tehdidinin yok oluşu üzerine Türkiye,
yeni jeopolitik gerçekliği tanıyan yeni bir
stratejik doktrine ihtiyaç duydu.
Tüm bunlar nasıl oldu?
Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya
Savaşı’nda mağlup olmasının ardından
karizmatik lideri ve ilk cumhurbaşkanı Kemal
Atatürk, Türkiye’ye laik cumhuriyet şekli
kazandırdı. Türkiye, Atatürk 1938’de ölene
dek köklü dönüşümler yaşadı. En bâriz
değişimler şapka ve kıyafet devrimi, harf
devrimi, din ve devlet işlerinin katı bir
şekilde ayrılması ve orduya laik düzenin
bekçiliği rolünün tahsis edilmesidir. Bu rol,
laikliğin tehlikede olduğunu düşündüğü
takdirde ordunun dönem dönem siyasete
müdahale gerekçesi olmuştur. Yeni Türk
Türkiye’nin
uzun
süre
Washington
büyükelçiliğini de yapmış tecrübeli diplomat
Şükrü
Elekdağ,
Türkiye’nin
bazı
komşularından kaynaklanan potansiyel
tehditlerle yüzyüze olduğunu, Suriye ve
Yunanistan’la aynı anda savaşa hazırlıklı
olması gerektiğini ve PKK kaynaklı terör
tehdidini
etkisizleştirmesi
gerektiğini
savunmuştu. Bu yeni strateji mantıken
37
Washington’la
geleneksel
ortaklığın
devamını öngörüyor ama aynı zamanda yeni
bir stratejik ortak ilave ediyordu. Tel Aviv.
Erdoğan ve Davutoğlu, yıllar içerisinde
iltihap toplamış tehlikeli durumları istikrara
kavuşturmada esasen hem batı çıkarlarını
hem de bölgesel çıkarları destekleyen
Türkiye’yi Ortadoğu meselelerinde barışçıl
çözümlere vesile olabilecek bir aracı olarak
konumlandırmaya çalışmaktadırlar.
Türkiye 1990’ların sonuna doğru yeni bir rol
imkanı elde etmiş ve Avrupa Konseyi, OECD
ve AGİT üyelikleri, Avrupa Birliği üyeliğini
birinci öncelik haline getirmişti. Bu ise Ege
konusunda Yunanistan’la yumuşamayı,
Kıbrıs’la ilgili daha esnek bir politikayı ve
Suriye’yle ilişkileri iyileştirmeyi talep
ediyordu. 2002’de yapılan genel seçimlerde
AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın iktidara
yürüyüşü üzerine Türkiye, Elekdağ’ın
karşılaşmacı stratejik dokrinlerini terk edip
farklı bir rol tanımladı.
Üst düzey subaylar ülke demokrasisine
darbe planlamaktan dolayı yargılanmayı
beklerken, Erdoğan hükümeti genel
seçimlere hazırlanıyor ve muhtemelen yeni
bir anayasa hazırlıyor. Sırf Atatürk’ün laik
ilkelerine adanmış subaylar Cumhurbaşkanı
Abdullah
Gül’ün
başörtülü
eşiyle
tokalaşmayı istemiyorlar diye iki ayrı
cumhuriyet resepsiyonu düzenlenmiş olması
Türk kamuoyunu etkilememiştir ve dış
gözlemcileri de etkilememelidir.
ABD’nin 2003 yılında Irak’a yapacağı
müdahaleden şüphe duyan, İsrail’le arasına
mesafe koymak isteyen ve Çin, Hindistan ve
Brezilya
gibi
ülkelerin
ekonomik
performansına eş bir performans sergileyen
Erdoğan hükümeti, 2007 yılında yapılan
seçimlerde kesin bir zafer elde ettikten
sonra Türkiye’nin dünyadaki yerini yeniden
tanımlamaya artık hazırdı.
15 Kasım 2010
Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis,
Hellenic Foundation for European and
Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina
Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill
Ahlstrom,
bir
çok-uluslu
Amerikan
şirketinde yönetici; Gary Weaver, American
Üniversitesi School of International Service
Profesörü.
Erdoğan’ın
dışişleri
bakanı
Ahmet
Davutoğlu, geniş bir stratejik bakış açısı
üzerinde
durmakta
ve
Türkiye’nin
komşularıyla “sıfır sorun” istemektedirler.
AB üyeliği halen birinci öncelik ama
genişleme yorgunluğu ve Fransa-Almanya
muhalefeti, üyelik ümitlerini azaltmaktadır.
Türkiye ve Brezilya, İran’ın farazi nükleer
planlarına yönelik alternatif bir yöntem
sundular ve BM müeyyidelerine destek
vermediler. İsrail’in Gazze’yi işgali ve İsrail’in
işgal altındaki Batı Şeria topraklarında
uyguladığı yerleşim politikalarını Erdoğan’ın
yüksek sesle eleştirmesi üzerine Türkiyeİsrail ilişkileri kötüleşti.
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
38
Türkiye: Modernleşmenin doğası
– I -Aleхander Sotnichenko
gerilla savaşı hüküm sürüyordu. Rusya’yla
ilişkiler halen hasım bir ilişkiydi (Soğuk
Savaş’tan dolayı). Türkiye, Çeçenya’daki
savaşa adam sağlayan başlıca kaynaklardan
biriydi; silah, cephane, para ve teçhizat
Türkiye topraklardan geçiyordu. Sovyetlerin
çökmesinden sonra, devlet liderleri birleşik
bir Türk Avrasyası oluşturmaya karar
verdiler. Ancak yeni yüzyıl dönemecinde,
kuvvetten çok problem olduğu ortaya
çıkmıştı. Yeni talepleri karşılamak için devlet
politikası değişmeye başladı.
Joseph Stalin, Sun Yat-sen Üniversitesi
öğrencileriyle görüşmesinde şöyle demişti:
10-12 milyon nüfuslu Türkiye artık küçük bir
devlet kümesine düştü. Emperyalizm için ne
heybetli bir pazar ne de belirleyici bir
meseledir. (Т. 9. P. 256-258)
Büyük Sovyet Ansiklopedisi “Türkiye”
maddesinde şöyle kaydedilmiştir: Türkiye,
özellikle de tarımda feodalist kalıntıların
görüldüğü bir tarım-sanayi ülkesidir.
Türkiye, uluslararası kapitalist işgücü
farklılaşmasında, tarım-hammadde bölgesi
rolünü
oynamaktadır
ve
ekonomik
bakımdan Batı Avrupa ve ABD’nin
emperyalist tekellerine bağımlıdır…Kişi başı
ulusal geliri 600 dolardır - kapitalist
dünyadaki en düşük ulusal gelirdir.
Bugün Türkiye, dünyanın en dinamik
kalkınan ekonomilerinden biridir. Az
gelişmiş tarım devleti, dünyanın en büyük
ekonomileri arasında 15’nci sırayı aldı ve G20 üyesi oldu. GSMH’sı 2002-2009 arasında
yüzde 6-9 arasında büyüdü; sayılar beş yıl
zarfında iki katına çıktı: Şu an 880 milyar
dolar. En yakın rakibi, Güney Kore, Meksika
ve
Avustralya.
Türkiye,
uluslararası
nüfuzunu genişletiyor, Ortadoğu ve
Balkanların gayri resmi lideri rolünü almaya
bakıyor ki Osmanlı İmparatorluğunun
dirilişine ön ayak olabilecektir. Peki, fakir bir
devlet, siyasi ve iktisâdi bir kudrete nasıl
dönüştü?
Türkiye’nin hızla değişen imajı
Bir Rus Türkiye’yi popüler filmlerin,
edebiyatın ve kural olarak, biraz da tatil
seyahatleri sırasında edindiği kişisel
izlenimlerin şekillendirdiği şablonlardan
görür. Çiçek dürbünü/kaleydoskop, Tolstoy
ve Leonid Gaidai ve bir de Rus turistlerin
ebedileştirdiği
Antalya’dan
oluşuyor.
Suvorov’un Türkleri mağlup etmesiyle ilgili
anılarla, Almanya’ya göç ve Rus kadınlarını
toptan ve perakende satın alan genelevlerle
bu resim tamamlanıyor. Ve bu resim,
yoksulluk develer, haremler ve yoksul
semtlerden oluşan bir arka zemin üzerinde
çizilmektedir.
Ulusal politikanın muayyen nitelikleri
2002 seçimleri hem Türkiye’yi hem de
uluslar arası câmiayı sarsmıştı. Enflasyon,
yoksulluk ve işsizlik popüler siyasi partilerin
yüzde 10 barajını geçmelerine izin
vermemişti. Hükümet, yıllardır ilk kez tek bir
partiden, yeni bir siyasi güçten oluşuyordu
yani ordunun yasakladığı Fazilet Partisi
üyelerince kurulan AK Parti’den.
Bu imaj uzun bir süre –kısmen de olsa –
hakikate yakındı. Türkiye’nin en büyük şehri
İstanbul 10 yıl evvel gecekondulardan ibaret
bir şehirdi. Yıllık enflasyon yüzde 60
düzeyindeydi ve ülkenin güney kesimlerinde
Küresel haber ajansları olayı önce şöyle
duyurmuştu: İslamcılar Türkiye’de iktidara
geldiler! Batı, Usame bin Ladin’i, Rusya ise
Emir Hattab’ı görmüşlerdi ama yeni siyasi
39
liderler daha zeki çıktılar. AB üyeliği azmi ve
AB standartlarını karşılamak için çıkarılan
reform yasaları, siyasi programın ana
yönelimlerinden biri haline geldi. Bu adım
çok başarılıydı ve Ak Parti attığı bu
adımlardan
hissesine
düşeni
hala
almaktadır. Yeni Türk lider, Recep Tayyip
Erdoğan, partisine yönelik tehlikenin
yurtdışından değil ülke içerisinden yani
Anayasa Mahkemesi, MGK gibi kurumların
başındaki geleneksel laik askeri ve sivil
bürokratlardan geldiğini hemen keşfetti.
Yürürlükteki 1982 Anayasasına göre bu
kurumlar, devletin laik temellerini çiğneme
teşebbüsüyle suçlanabilecek her hangi bir
siyasi gücü feshetme hakkına sahipti.
Avrupalılaşma doğrultusunda yapılan yasa
değişikliği, bu hakkı ordunun elinden
alacaktır.
Demokratikleşme
ve
Avrupalılaşma sloganı yurtdışından güçlü
destek gördü.
sosyal programından ödünç alınmaydı.
Aslında, bugün çeşitli sosyal ihtiyaçlar için
büyük fonlar ayrılmış durumda: Okullar,
hastahaneler, kamuya ait spor tesisleri, halk
eğitimi/beceri geliştirme dersleri vb. Tüm
bunlar, en büyük şehirde (AK Parti’nin
bugünkü lideri 1994-98 arasında İstanbul
Belediye Başkanıydı) test edilmiş adımlardı
ve toplumun en fakir katmanlarından
partiye destek devşirmişti. Recep Tayyip
Erdoğan’ın biyografisi dahi bir sol liderinkine
daha uygundur: İstanbul’un fakir bir
semtinde doğmuştu; babası, ailenin
maişetini kazanmak için Karadeniz’den
kalkıp bu semte taşınmıştı.
Dini rönesans ve iş/letme
Ancak yeni Türk sosyalizmi kızıl değil, yeşil.
Türk toplumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Kemal Atatürk’ün reformlarından
sonra laik seçkinler ile gelenekçi fakir
arasında bölünmüştü. İslami olan herşey
1950’lere kadar yasaklanmıştı. Fakat
gelenek tedricen geri döndü. İlk önce, İslam
dünyasında her zaman olduğu gibi
minarelerden Arapça ezan okunmasına izin
verildi (izinden önce yalnızca Türkçe
okunuyordu); sonra, okullarda temel İslami
derslerin verilmesine ve imam-hatip
okullarının açılmasına izin çıktı. Söylemeden
geçmeyelim, şu anki başbakan, bu
okullardan birinden mezun oldu. Devlet
makamlarının
yasaklandığı
dindar
müslümanlar kendilerini, laik hukukun
yasakladığı
Sufi
tarikatlar
etrafında
holdingleşecek küçük işletmelerde buldular.
1980’lerdeki özelleştirmelerden ve hidrokarbon ihracından elde edilen gelirin ani
yükselişiyle zenginleşen Körfez bölgesindeki
Arap ülkeleriyle bağlantı tesisinden sonra
İslami sermaye
ekonomiye
yerleşti;
1990’lara gelindiğinde, Koç, Sabancı ve
OYAK gibi geleneksel laik holdinglerle
İktidarda tek partinin olması sayesinde, bir
koalisyonda
olabilecek
muhalefet
mücadelesinin dikkat dağıtıcı etkisine maruz
kalmaksızın vahim ekonomik ve sosyal
sorunlara eğilebildi. Artık iktidarda olan
geleneksel çevrelerin reformları, sağ-sol
şeklindeki geleneksel siyasi bilim ayrımından
alınacak bir yardımla tanımlanamaz. Öte
yandan, reformlar elbette ki liberal
reformlardır. Son sekiz yıl zarfında kamu
teşebbüsleri özelleştirmeye tabi tutuldu,
ekonominin pek çok sahasında özel sermaye
egemen hale geldi. Bankacılık sistemi,
devletin
mali
sistemi
düzenleme
mekanizması, AB yönergelerine göre elden
geçirildi, çok sayıda sınır ötesi engeller
kaldırıldı.
Bununla
birlikte,
K.K.T.C
Cumhuriyetçi Sol Parti başkanı Ferdi Sabit
Soyer’in bu metnin yazarına anlattığına göre
(bu parti 1970-80’lerde Sovyet yönelimliydi)
Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı sosyal
program, Türkiye İşçi Partisi’nin 1970’deki
40
yarışmaya başladı. “Yeşil sermaye” dinamik
bir şekilde gelişti ve turizm, ihracat odaklı
sanayi grupları, BDT pazarlarında iş
geliştirme gibi yeni yönelimlere girdi (eski
piyasa oyuncularının iyice keşfetmediği
pazarlardı bunlar) ve artık laik piyasa
oyuncularına eşit veya hatta onları gölgede
bırakacak bir nüfuza kavuşmuşlardı.
İslami güçler siyasete etkide bulunmak için
umutlarını
demokrasinin
gelişimine
bağlamışlardı elbette. Laik çevrelerin
sülbünden gelmeyen siyasetçiler ancak ve
ancak 1980’lerin sonunda ortaya çıkmışlardı.
Belirli bazı iş çevrelerinin desteğini
kazandılar. Bununla beraber, zirveye söz
geçiremiyorlardı. Öte yandan, köylerdeki
geleneksel nüfus ve pozitif demografik
dinamiklerden dolayı tam bu dönemde
sayıları yıldan yıla artan şehirdeki fakirler,
seçmen desteği sağlayabilirlerdi. İslami
siyasi güçler 1980-90’larda kitlelerin ilgisinin
hedefi haline geldiler tıpkı bu ilgi odağının
geçmişte Komünist ve Sosyal Demokrat
hareketler olması gibi. Geleneksel seçkinler
baskıyla cevap veriyorlardı ama kendi
lehlerine bir sonuç çıkmıyordu.
Avrupalılar ve Amerikalılar iktidarda sâbık
ulusçuları
görmeyi
tercih
ederlerdi
muhtemelen ancak iktidardaki partinin
aldığı halk desteği ve ekonomik büyümeye
bakınca bir askeri darbeyi desteklemediler.
1 Ekim 2010
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
41
Yeni Türkiye-Rusya ekseni - Eric
Walberg
Nefis bir ironidir, ABD ve İsrail’in Ortadoğu
ve Avrasya’daki işgalleri, etkilenen ülkeleri
yıldırmadı. Bilakis, Rusya, Türkiye, Suriye ve
İran dâhil, yeni bir saflaşmanın temelini
oluşturarak onları birlikte çalışmaya
sevketti.
Neoconların Ortadoğu ve Orta Asya’yı
Amerikan
imparatorluğunun
uysal
uydularına dönüştürme planı ve ABD’nin
Ortadoğu’daki tek demokrasisi *İsrail+ artık
çok farklı bir oyun sahasıyla karşı karşıya.
Filistinlilere, Afganlara ve Iraklılara karşı
yürütülen savaşlar ancak bata çıka
ilerlemekle
kalmayıp
bölgesel
tüm
oyuncuların
öngörülmemiş
hamleler
yapmasına da yol açtı.
Suriye, Türkiye ve İran sadece gelenekle,
inanç ve ABD-İsrail planlarına direnişle değil
aynı zamanda ABD ve İsrail’in desteklediği
Kürt ayrılıkçılara karşı savaşta da birleştiler.
Ekonomik işbirlikleri şaşırtıcı bir süratle
artıyor. Bu karmaya Rusya’nın da eklenmesi,
hemfikir, Sünni ve Şia Müslümanların,
Hıristiyanların hatta Yahudilerin ve laik
geleneklerin olduğu sosyo-politik bir tayfı
kapsayan güçlü bir bölgesel kuvvet
demektir.
İmparatorluk, dirilen bir Türkiye’yle, binyılın
yarısına yayılan bir zaman süresince büyük
ölçüde barışçıl bir Ortadoğu yönetmiş
Osmanlının vârisleriyle karşı karşıya.
Türkiye, AK Parti döneminde yürütülen
dinamik bir diplomatik açılımın bir parçası
olarak, Halifeliğin Arnavutluk, Ürdün,
Lübnan, Libya ve Suriye’ye vize muafiyeti
geleneğini geçen yıl yeniden tesis etti. Kültür
ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, geçen
Şubat ayında vize muafiyetini Mısır’a da
teklif etti. İsrail Şamir şöyle demişti:
Türkiye’yle “Avrupa Birliği’nin bölgesel
muadili yeni, muazzam bir Ortadoğu Birliği
kurma planı var.”
İşte bu, önce İngiliz sonra da Amerikan
imparatorluğunun dayattığı, 150 yıldır süren
sûni mantık değil tabiî bölgesel jeopolitik
mantıktır. Bin yıl önce Haçlıların ortalığı
darma duman etmek için gelip de bölge
yerlilerini istilacıları püskürtmek üzere
birleşmeye mecbur etmeleri gibi bugünün
Haçlıları da fişlerini çekecek güçleri harekete
geçirdiler.
Türkiye’nin, Batı’nın İran karşıtlığını
etkisizleştirmek
için
Mayıs
ayında
Brezilya’yla birlikte yürüttüğü cesur hamlesi
dünyayı meraklandırıp dikkatleri üzerine
çekti. Türkiye, Haziran ayında Gazze
ablukasını yarmaya çalışan Ögürlük Filosuna
İsrail saldırısından sonra İsrail’e gösterdiği
mukavemetle Arap dünyasının sevgilisi
haline geldi.
Türkiye son iki yıl zarfında Rusya’yla stratejik
ortaklık ve vize muafiyeti rejimi kurdu, yeni
boru hatları ve nükleer enerji tesisleri inşası
dâhil ruble ve liranın kullanıldığı hırslı bir
ticari ve yatırım planına girişti.
Türkiye’nin Osmanlı’nın vârisi olması gibi,
Rusya da büyük ölçüde barışçıl bir
Ortadoğu’yu Türklerden evvel yaklaşık binyıl
yönetmiş Bizanslıların vârisidir. Rusya ve
Türkiye’nin, Ortadoğu “hegemonları” olarak
20. yüzyılın İngiliz-Amerikan gâsıplarından
çok daha fazla haklı gerekçeleri vardır ve
sahip de çıkmaktadırlar.
Rusya, Ortadoğu’nun bugün için en yanıcı
meselesine daha az göz alıcı kendi katkılarını
sundu. Rusya’nın problemleri var. Felç
olmuş ekonomisi ve zayıf düşmüş ordusu,
süpergücü kışkırtacak her şeye mola
42
vermesine yol açtı. Rus seçkinleri, ABD’yle
nasıl bağdaşacakları hususunda bölündüler.
Afganistan ve Çeçenya’daki trajediler, Orta
Asya’daki kördüğümlerden kaynaklanan
korkular, Rusya’nın Müslüman Ortadoğu ile
ilişkilerine musallat olmayı sürdürüyor.
üzerinde yürütülen müzakerelere Türkiye ve
Brezilya’nın dahlini reddederek ABD ve AB
tarafını tutuyor. Voltairnet’te yazan Thierry
Meyssan “genelde bağlantısız ülkeler özelde
İran, BMGK’daki Rus oyu’nu, büyük bir
gücün,
yükselen
güçlerin
ekonomik
kalkınmaları için elzem olan enerji
bağımsızlığını engelleme iradesi olarak
yorumladılar. Rusya’nın bu uygunsuz
hareketini unutmaları çok güç” diyor.
Sovyetlerin 1972’de Mısır’dan çekilmesinin
ardından Rusya’nın Ortadoğu’da güçlü bir
mevcudiyeti bir daha asla olmadı 1980’lerin
ortalarından itibaren, bir milyon küsür
Rus’un İsrail’e göçüne tanık oldu; diğer
yerlerden İsrail’e gelen göçmenler gibi onlar
da sadakatlerini ispatlama kaygısı güden,
Filistin’de iki devletli bir çözüm için toprak
vermeye gönülsüz göçmenlerdi. İsrail’e göç
eden Anatol Sharansky Bill Clinton’ı şöyle
iğnelemişti:
“Dünyanın
en
büyük
ülkelerinden birinden kalkıp en küçüğüne
geldim. Yarısını bölmemi istiyorsun. Hayır,
teşekkür ederim.” Rusya kendi İsrail lobisine
sahip; pek çok Rus aynı zamanda İsrail
vatandaşı yani çifte vatandaş ve İsrail’in vize
muafiyeti kapsamındalar.
Bu noktada hakikat her ne olursa olsun,
Rusya’nın İran’la, Suriye ve Mısır’la ve artık
Türkiye ile barışçıl nükleer enerji alanında
işbirliği yapıyor olması, Suriye’ye P-800
cruise füzeleri satma anlaşması, Ortadoğu
meselelerinde ABD ve İsrail’in oyuncağı
olmadığını gösterir. İsrail, Suriye’ye füze
satışından dolayı küplere biniyor; geçen
hafta “stratejik önemdeki bölgelere” intikam
amacıyla silah satmakla tehdit etti Rusya’yı.
Rus hamleleri, İran ve Suriye konularında,
patlamaya hazır durumları yatıştırmaya
çalıştığı intibaını veriyor.
Ayrıca Rusya, Batı ve İran arasındaki
çekişmede muğlak bir duruş sergiliyor.
Nükleer enerji konusunda İran’la işbirliği
yapıyor ama İran’ın nükleer emelleri
hakkında endişeleri de var; BMGK
müeyyidelerini destekledi ve 2005 yılında
İran’la yaptığı S-300 füzeleri satış
anlaşmasını iptal etti. Afganistan’da
Amerikan çabalarına da destek veriyor. Pek
çok yorumcu tüm bunları, Medvedev
liderliğindeki Rusya’nın Washington’a teslim
olmasının,
Putin’in
anti-emperyal
politikalarından ricat edildiğinin işaretleri
olarak yorumluyor. İran Savunma Bakanı
Ahmed Vahidi “güvenilir olmadıklarını
gösterdiler” dedi.
Rusya’yı muhtemel bir Ortadoğu gücü olarak
görmek için başka nedenler de var. İsrail’e
göçen Rusya kökenli milyonlarcaYahudi,
Rusya adına ille de Lieberman benzeri Aşil
topuğu hükmünde değiller. Bu göçmenlerin
üçte biri, yeterince koşer olmadıkları için hor
görülerek gözden çıkarılıyorlar ve yalnızca
arı bir ırk adına kurulmuş bir devlet için ciddi
problem teşkil edebilirler. Birçoğu Rusya’ya
döndü
veya
mezralara
yerleşmeye
bakıyorlar. İsrail Başbakanı Benjamin
Netanyahu’nun siyasi hamisi Moşe Arens
gibi sağcı politikacılar tek devletli çözüm
üzerinde düşünüyorlar. Bu Rus göçmenler
muhtemelen Güney Afrika ırkçılığını bitiren
Frederik de Klerk gibi bir şahsiyet
çıkaracaktır.
Rusya, bu nazik ikilemde tarafsız duruyor.
Aynı zamanda, İran nükleer programı
43
Rusya, Ortadoğu barışının şaşırtıcı bir diğer
anahtarına da sahip. Siyonizm baştan beri
laik sosyalist bir hareketti; muhafazakar
Yahudiler Siyonizme güçlü bir şekilde karşı
çıkıyorlardı ki durum bugün de böyledir her
ne kadar Ben Gurion ve Netanyahu gibilerin
yağcılığıyla taraf değiştiren pek çok kişi varsa
da. Filistinliler gibi Gerçek Tevrat Yahudileri
de “Yahudi devletini” tanımazlar.
Amerikalı ve İsrailli stratejistler İran’ı işgale
yoğunlaşmışlarken, Rus ve Türk liderler
nükleer enerji dâhil Ortadoğu’da ticaret ve
kalkınmayı artırma planları yapıyorlar.
Ortadoğu nokta-i nazarından, Rusya’nın
İran, Türkiye, Suriye ve Mısır’da nükleer
santral inşa etmeye gösterdiği şevk,
Batılıların - İsrail hâriç - uzun zamandır
Ortadoğu’dan
esirgedikleri
ekonomik
kalkınmanın hızlanmasına yardım etme
arzusunu göstermektedir. Buna Lübnan da
dâhildir;
Stroitransgaz
ve
Gazprom,
Beyrut’un, kendi kıyılarındaki
geniş
doğalgaz rezervlerini çıkarması önündeki
İsrail engellerini aşana dek Suriye
doğalgazını Lübnan’a nakledecek.
Ancak bekleyin! 1928’de Sovyetlerin laik
tabiiyet politikaları uyarınca Rusya’nın
Brobican bölgesinde kurulmuş meşru bir
Yahudi devleti mevcut. İster Ortodoks
isterse laik olsun, İsrail Yahudilerini bol
miktarda hammadde’nin bulunduğu bu
Yahudi vatanına, Golda Meir’in “topraksız
bir halk için halksız bir toprağına”
kaçmaktan beri tutacak hiçbir engel yok.
Burası, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden
sonra yeniden doğdu. Rusya Devlet Başkanı
Dmitri Medvedev bu yaz eşsiz bir ziyaret
düzenleyerek (bölgeyi ziyaret eden ilk Rus
veya Sovyet lideri oldu) Eşkanazi dilinin,
Avrupalı Yahudilerin seküler dilinin (yani
sadece kutsal İbranice’nin değil) resmi dil
olduğu Yahudi toprağına güçlü bir destek
verdiğine işaret etti.
Rusya, müttefiki Türkiye gibi, kendisini
Ortadoğu’daki en acil problemler arasında
(Filistin ve İran) bir köprü olarak
konumlandırdı. Türkiye Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül Bin Yıllık Kalkınma Hedefleri
Zirvesi’nde “Ortadoğu’da barış, dünyada
barışçıl ve istikrarlı bir geleceğin anahtarıdır”
demişti. Şimdi dünya, çabalarının meyve
verip vermeyeceğini görmek için izlemede.
3 Ekim 2010
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
Yeni bir siyasi oluşum içine giren Türkiye ve
Rusya’ya rehberlik eden sihirli bir el yok.
Bilakis, bu el, Batı hücumu karşısında İslamın
esnekliği ve ayrıca – şaşırtıcıdır – Sovyetlerin
laik ulusal self determinasyon tarihinden bir
sayfadır. Türkiye, bir zamanlar Avrupa’nın
hasta
adamı,
Türkiye
Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün BM Bin
Yıllık Kalkınma Hedefleri Zirvesi’nde dediği
gibi “artık Avrupa’nın sağlıklı tek adamı”,
İngiliz imparatorluğu ve onun demokratik
dölü ABD ve İsrail’in yarattığı karmaşayı
toplamak için kendisini Rusya ile, İranlı ve
Suriyeli dostlarla konumlandırmaktadır.
44
Türkiye ve Japonya dönüm
noktasında - Michael Auslin
Türkiye’nin karşı çıkması ve Hamas
ablukasını
geçmeye
kalkışan
Türk
sponsorluğundaki bir gemiye İsrail’in mani
olması üzerine İsrail’le ilişkileri dondurması
yüzünden daha da arttı ki bunların hepsi de
bu yıl yaşandı. Türk diplomatlar, NATO’nun
ikinci büyük askeri gücünün anti-liberal, batı
karşıtı rejimlere doğru eğilim gösterdiği
şeklindeki iddiaları reddederek savunma
halindeler.
Asya’nın
diğer
ucunda,
Japonya’da,
iktidardaki Demokrat Parti, kurucuları
Ozawa Ichiro ve Kan Naoto arasında bir iç
çatışmaya sahne oluyor (Kan Naoto şu an
başbakan). Sayın Kan Naoto rakibine karşı
zafer kazandıysa da partinin birliği zarar
gördü ve DPJ’nin berrak bir siyasi gündemi
başarıyla oluşturup oluşturmayacağı henüz
belli değil.
Japonya’da gelecek beş yıl zarfında yapacağı
ekonomik reformlar ve Japonya’nın ABD’yle
ittifakının yakın vadedeki durumu risk
altında. DPJ, geçen yıl iktidara geldiğinden
bu yana reform gündemi hız kesti ve Yukio
Hatoyama’nın
Amerikan
donanmasını
Okinawa’nın güneyindeki tartışmalı askeri
üsten taşımakla ilgili bir anlaşma
kotaramamasından dolayı Washington’la
ilişkileri sıkıntı çekiyor. Japonya hem
ekonomik gerileme hem de deflasyonla kol
kola olmayı sürdürürken bu esnada Çin’le –
bir başka deniz hadisesi yüzünden - yaşadığı
gerilimler kriz seviyesine yükseldi. Türkiye
gözlemcileri gibi Japonya gözlemcileri de
ülkenin iç ve dış politikasını korkuyla
izliyorlar.
Fakat iki ülke arasındaki iç benzerlikler
buraya kadar. Türkiye’de enerjik ve canlı bir
lider, ülkesinin sosyal yapısını ve dış
politikasını hızla yeniden tariflendirmekte ve
yapıp ettiklerinin sadece ülkesini uluslararası
normlarla aynı hizaya daha bir yaklaştırmak
olduğunu iddia etmektedir. Öte yanda,
Japonya’da, ömür boyu siyasette olan cansız
Amerikalı siyaset bilimcileri 1960’larda
Türkiye ve Japonya’nın siyasi modernleşmesi
konusuna eğilirlerdi. Birbirinden çok farklı iki
toplumun – biri, asırlarca çok-uluslu
imparatorluktu; diğeri ise feodal, tecrit
içindeki adalar grubuydu – 19 yüzyılın
sonları ve 20. yüzyılın başlarında geleneğin
prangalarını kırıp siyasi, iktisâdi ve içtimâi
sistemlerini yeniden şekillendirmelerine izin
veren emsalleri keşfetmeyi hassaten
istiyorlardı. Türk ve Japon vatandaşların,
ülkelerinin geleceğini belirlemeye yardım
etmek üzere oy sandığına gittikleri bu ay,
siyasi analistler dünyanın en önemli iki
ulusunda demokrasinin nereye doğru
seyrettiğini görmek için Asya’nın iki kutbuna
bir kez daha bakmalılar.
Türkiye’deki seçmenler, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın teklif ettiği, sivil hakların
korunmasını zahiren artıracak ama İslamcı
parti liderine Türkiye’nin en önemli
mahkemelerindeki hâkim sayısını artırma ve
orduyu kontrol etme imkânı da verecek olan
anayasa değişikliği referandumuna güçlü bir
onay verdiler. Bu durum AK Parti’nin laik
muhaliflerini,
Erdoğan’ın
1920’lerdeki
Kemalist devrimin temellerini sarsacak
anayasal araçları kullandığı ve ülkeyi İslami
örf ve âdetlere yakınlaştırdığı iddiasını
dillendirmelerine yol açtı. Türk toplumunu
izleyenler, Erdoğan’ın son sekiz yıl zarfında
orduya göz dağı verme, iddia olunan darbe
tertipçilerini yargılama ve medyadaki rejim
muhaliflerine zor kullanma teşebbüsleri
hakkında tehlike çanları çaldılar.
Sayın Erdoğan’ın politikaları sadece iç
gözlemcileri değil dış gözlemcileri de
endişelendiriyor. Ankara ve Washington
arasındaki
gerilimler,
İran
nükleer
programına karşı BM müeyyidelerine
45
ve neşesiz bir siyasetçiler grubu, ülkelerinin
ekonomisini ve ana müttefikleriyle ilişkilerini
reformdan geçirmenin mücadelesini veriyor,
dizginsiz kapitalizmden bir çıkış yolu
aradıklarını dile getiriyorlar. Türkiye’deki
bazı seçmenlere göre Erdoğan çok hızlı
ilerliyor
ve
ülkeyi
nereye
kadar
dönüştüreceği henüz belli değil. Sayın Kan’a
şans tanıyanlar ise hiçbir siyasetçinin
Japonya’yı bir on yılı – 20 yıl zarfında
kaybedilecek ikinci bir on yıl –
kaybetmekten korumak için onu yeterince
uzağa - veya yeterince hızlı - taşıyamayacağı
korkusuyla muhataplar.
Türkiye
ve
Japonya’da
sahnelenen
demokratik
dramalar,
liberalizmin
dünyadaki gel-gitlerini izleyenler için
önemlidir. Asya’nın bir ucundaki dayanak
liberal kaidelerden başka taraf yönelirken
diğer ucundaki dayanak durgun ekonomisini
reformdan geçiremediğinde, demokratik
model bunun acısını çekecektir.
Dünya Çin’de, İran ve Rusya’da otoriteryan
rejimlerin dirilişini izlerken haydi haydi kaygı
vericidir bu. Türkiye’nin AB üyelik
başvurusunu Fransa ve İngiltere’nin
aşağılayıcı bir şekilde reddetmesi, “ileri”
uluslar klübünün ne kadar kaprisli
olabileceğini göstermektedir. Aynı zamanda,
Avro bölgesindeki kriz ve Çin’in Japonya’yı
ekonomik çembere alması, temsili rejimlerin
ekonomik
büyümeyi
muhafaza
kabiliyetlerine soru işareti koymaktadır.
Sonuç, demokrasi ve liberalizm hakkında
şüphe doğmasıdır, üstelik demokratik
ulusların, sistemlerine ve 1940’lardan beri
uluslararası kalkınmaya rehberlik eden
dünya düzenine yönelik meydan okumaları
püskürtmek üzere birleşmesi gereken bir
zamanda.
Liberalizmin küresel şöhretinin birkaç
ülkedeki olaylara bağlı olması rahatsız
edicidir; hatta adil de değil. Ancak Japonya
ve Türkiye hiçbir zaman sıradan uluslardan
biri
olmadılar.
Amerikan
siyaset
bilimcilerinin yarım asır önce kavradıkları
üzere, her iki ülke de bölgesel ve küresel
düzeyde çaplı bir nüfuz sahibi olmuşlardır.
Hassaten Japonya ve de Türkiye,
çevrelerindeki ülkelere istikamet göstermiş
ve Amerika’nın savaş sonrası küresel ittifak
sisteminin hayati çapaları olmuşlardır.
Dolayısıyla bugün ve gelecekte seçecekleri
yol, Ankara ve Tokyo varoşlarının dışında da
anlamlı olmayı sürdürecektir. Yapacakları
seçimler, bu iki ülkeyle yakın işbirliği
olmaksızın Ortadoğu ve Uzakdoğu’da
nüfuzunu koruma noktasında büyük
sorunlarla karşılaşacak olan Amerika için de
çok önemlidir - ki bu esnada, dünyadaki
demokratlar Boğaziçi ve Japon Denizi’nde
rüzgârların hangi yönde eseceğini görmek
için olayları yakından izleyeceklerdir.
Japonya ve Türkiye pek çok bakımdan beklegör politikası izliyor: Türkler, toplumun
hukuki temelini kökten değiştirmesi için
Erdoğan’a iktidarı verdiler ve ülkeyi İslamcı
yola sokmayacağına yahut otoriteryan
ortakların
kollarına
atmayacağına
güveniyorlar. Japonlar ise partisinin başka
bir şans tanıdığı Kan’ın ekonomik büyümeyi
canlandıracak planlar hazırlayıp dünyada
anlamlı bir rol bulup bulamayacağını
bekleyip görmek durumundalar. Her iki
ülkeye de şüphe hâkim ama seçmenler
şimdilik her iki adama da işe devam etmeleri
için demokratik meşruiyeti tanıdılar. Onlarla
birlikte
dünyanın
geri
kalanı
da
beklemektedir. Japonya ve Türkiye, 20.
yüzyılın şekillenmesine yardım etmişlerdi;
21. yüzyılı da şekillendirebilirler.
6 Ekim 2010
Yazar hakkında: American Enterprise
Institute Japonya Çalışmaları müdürü.
Kaynak: National Review Online
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
46
Çin Hava Kuvvetleri Türkiye’ye niçin
gitti? -Gavin M. Greenwood
Çin ve Türkiye, şüpheleri bir şekilde
yatıştırmaya ve üstü güç bela örtülen
husûmetleri dindirmeye ayarlı yapmacık
sosyal etkinlikler ve yavan kurumsal
işlevlerin ötesinde herhangi bir askeri
işbirliği şekli için tutuk bir ikili
görünümündeler elbet.
Hassaten, her iki ülke Uygur câmiasına,
Çin’in Batısı’nda meskun Türkçe konuşan bu
Müslüman azınlığa muamele konusunda
kısa süre önce ciddi farklılıklar tecrübe
ettiler. Pekin ve Uygurlar arasında
yaşamakta olan pek çok Han Çinlisi
Uygurlara şüpheyle bakıyor ve onları
ayrılıkçı fitnenin ve potansiyel İslamcı
aşırılığın kaynağı olarak görüyorlar. Aynı
şekilde, pek çok Türk, Uygurları Çin
zulmünün kurbanları olarak görmekte ve
pan-Türkçü dayanışma adına seve seve
destek vermektedirler.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
2009
Temmuz’unda
Sincan’da/Doğu
Türkistan’daki Uygurlar ve Han Çinlileri
arasındaki çatışmaların ardından durumu
“âdeta soykırım” olarak nitelendirmişti ki
meselenin yaratacağı duygulanımın kuvveti
işte burada açıktır. Can kayıplarının ve
yaralıların – 200 civarında insan öldü ve
binlercesi yaralandı - büyük bir kısmının Han
Çinlisi olduğu ortaya çıktığında, Türk
hükümeti kullandığı dili yumuşattı - ki
Türklere hâkim olan halet-i ruhiye Çin karşıtı
değilse bile Uygur yanlısıydı.
Erdoğan’ın görünüşe göre insiyaki ama
abartılı tepkisi ve sonraları Çin’e karşı daha
yumuşak bir tonda konuşması – Pekin’in
Uygurlara karşı durumunun Türkiye’nin Kürt
ayrılıkçılar
karşısındaki
durumuna
benzediğini Ankara’nın isteksiz de olsa
tanıması olabilir bu – Çin Dışişleri
Bakanlığında bağları güçlendirme fırsatı
olarak telakki edilmiş olsa gerek. Dolaylı da
olsa güçlü tepki gerektiren bir dizi
diplomatik
fikri
değişimi
müteakip
Çin Hava Kuvvetlerine bağlı sayısı
bilinmeyen Rus yapımı Su-27 ve Mig-29
savaş uçakları Eylül ayı içerisinde Orta
Anadolu’daki dev Konya hava üssüne indi.
Birkaç gün içerisinde, bir NATO ülkesi ve Çin
arasında türünün ilk örneği bir askeri
tatbikatta Amerikan yapımı Türk F-16’larıyla
eğitime başlamışlardı.
NATO ve diğer dost ülkelerle yapılan ortak
askeri manevraların yapıldığı Anadolu Kartalı
himayesindeki bu kısa süreli tatbikat,
Türkiye müttefiklerinin anlamını çözmeleri
vakit
alacak
çok
sayıda
etkeni
yansıtmaktadır. Batı nokta-i nazarından,
Çin’in aniden NATO’nun güney cenahında
görünmesi ve hemen hemen aynı vakitlerde
Orta Asya’daki diğer askeri maceraları, Pekin
ile Washington ve pek çok Avrupa ülkesi
arasındaki ilişkilerin bir dizi iktisâdi ve askeri
gerilimden muzdarip olduğu bir zamanda
kışkırtıcıdır.
Çin
uçaklarının
Türkiye’ye
intikalinin/konuşlanmasının Çin Başbakanı
Wen Jiabao’nun 6 Ekim’de Brüksel’de AB
komisyonu ile yapacağı, gergin ve verimsiz
geçmesi
beklenen
zirve
öncesine
rastlamasının birincil –ve galiba fırsatçı –
niyeti bu olabilir.
Anadolu semalarındaki it dalaşına gömülü
daha stratejik bir diğer mesaj ise Çin’in ana
kaygılarına daha yakın. Çin savaş uçaklarının
Türkiye’ye intikali, Çin yönetimi ve
ordusunda Pekin’in erişim ve sürpriz
kabiliyetini ispatlama azminde olanların
gündemini
pekiştirecektir.
Bazıları,
tatbikatın gerçekte yapılıp yapılmadığı
hakkında kararsız olsalar da, pek çokları bu
hadisenin Türkiye’nin amaçlarını, NATO’yla
ve AB’yle gelecekteki ilişkilerini ortaya
koyabileceğini düşünüyorlar.
47
Ankara’nın yaptığı hesaplar, bu hüner
gerektiren işte Çinli diplomatlara yardımcı
oldu.
Türkiye’nin AB ile gitgide endişe verici
ilişkisi- ki Ankara’nın atalardan kalma
Müslüman yayılması anılarını çalmaya
devam
ederken
Avrupa
kalpgâhına
yakınlaşma yönündeki herhangi bir çabasını
elekten geçiren güçlü bir “Viyana Kapısı” var
– Çin pilotlarını NATO hava sahasında
eğitme kararına katkıda bulunduğu kesindir.
Benzer şekilde, 2010 Mart ayında, Amerikalı
yasa
koyucuların
1915’te
Osmanlı
kuvvetlerinin
Ermenileri
öldürülmesini
soykırım olarak tanıyan bir oylamada evet
demeleri ve bunun yanısıra 2010 Mayıs
ayında, İsrail’in Gazze yardım filosundaki
dokuz etnik Türk’ü öldürmesi üzerine
Washington’ın İsrail’i ciddi bir sansürden
geçirememesi, Türkiye’nin ABD müttefikleri
tapınağında mevkice aşağıda bir yer işgal
ettiğine pek çok Türkü ikna etti.
Çin Hava Kuvvetleri’nin davet edilmesinde
etkin olan bir diğer – ve karşı konulamazsaik, Türkiye ve Yunanistan arasındaki farkı
vurgulamak
olabilir.
Yunanistan
ekonomisinin müşkül durumu, bu ülkeyi
daimi dilenciliğe ve kilit nakliyat sektörünü
finanse etmek için Çin’den borçlanmaya ve
Çin’e bel bağlamaya itti. Türkiye’nin bu
hareketi – hitap edilen ana kitle yurtiçinde
olsa da – Yunanistan’ın tam aksine, ülkenin
bağımsızlık ve egemenlik bakımından büyük
bir güçle denk olduğunu gösterdi.
Çin’in Türk davetini kabul edip Konya’ya
savaş uçakları göndermesinin ardında yatan
dürtüler de ev sahibi ülkenin konum ve
öneminden
bağımsız
bazı
çıkarları
yansıtmaktadır. Pekin, ülke askerinin ana
çıkar alanlarının çok ötesine intikalini içleri
daha bir rahat izlerken, Çin’in genelde
ihtiyatlı diplomatları, ulusçu yurtiçi kitle
nâmına bu nevi gösterilerin faydalarına
kıymet veren siyasi ve askeri hizipler
tarafından hükümsüz kılınıyor veya göz ardı
ediliyor gibiler.
2009 Ocak ayında korsanlıkla mücadele
kapsamında Aden Körfezine savaş gemileri
gönderilirken de bu halet-i ruhiye göze
çarpıyordu; resmi ağızlar, 15. Yüzyılda
Amiral Zheng He’nin Ortadoğu ve Afrika’ya
gerçekleştirdiği yedi deniz seyahati ile bu
misyon arasında kıyas yapmışlardı.
Çin Halk Kurtuluş Ordusu ve Hava Kuvvetleri
2010 Eylül ayında Kazakistan’da yapılan,
Şangay İşbirliği Örgütü’nün Kırgızistan,
Tacikistan ve Rusya gibi üyelerinin de
katıldığı “Barış Misyonu 2010” adındaki bir
dizi askeri tatbikata da katılmıştı. Tatbikatın
görünüşteki gayesi, terörle mücadele
operasyonlarını
test
etmek
ve
eşgüdümlemek olsa da “Barış Misyonu”
gerçekte Çin’e kara ve hava gücünü sınırları
ötesine konuşlandırmak gibi eşsiz bir fırsat
sundu.
Resmi Xinhua haber ajansına göre en az
sekiz adet Çin savaş uçağı, bombardıman
uçakları, erken uyarı ve tanker uçakları
Urumçi’den havalanıp Kazakistan’da adı
belirtilmeyen bir mahalde tatbikat yaptılar.
Türkiye’ye giden ekip ve teçhizat, İran hava
sahası üzerinden Konya’ya varmadan evvel
benzer bir güzergâh izlemiş olmalıdır.
ABD ve Çin arasında Güney Çin Denizi’nde
süren gerilimlere bakınca, Çin savaş
uçaklarının bir NATO ülkesinde manevra
yaparken görünmesi, 12 Ekim’de Hanoi’de
yapılacak
ASEAN
konferansında
buluştuklarında ABD Savunma Bakanı
Robert Gates ve Çinli mevkidaşı General
Liang Guangle arasındaki sohbete renk
katacaktır. 9 Ekim 2010
Yazar hakkında: Hong Kong merkezli bir
risk yönetimi şirketi Allan & Associates’te
güvenlik danışmadıdır.
Kaynak: Asia Sentinel
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan
Balcı
48
Ankara ve Brüksel karşı karşıya Amani Maged
bir dönemeç olduğu kanaatini pek çok
analist paylaşıyor. Sivil hayat üzerinde askeri
hâkimiyetin gevşemesi, Türkiye’yi tam
üyelikten uzak tutmak ve “imtiyazlı
ortaklıkta” oyalamak için AB’nin ileri
sürdüğü bahaneleri yıkacağa benziyor.
Osmanlı tarihi, Türk lügatında taviz
kelimesine yer olmadığını göstermektedir.
Ancak Türkiye, AB’nin üyelik için ileri
sürdüğü pek çok reformu yerine getirme
sözünü tutma azminde görünüyor.
“Bizi bekletmeyin” ifadesi, Türk siyaset
lügatında AB üyeliği talebinde kullanılan
yeni bir ifade. Ankara, AB üyesi olmak için
yıllardır elinden geleni yapıyor. Türkiye,
daha büyük bir uluslararası saygınlık ve
ekonomik üstünlük getirmesini ümit ettiği
bu rüyanın peşinden giderken diplomasi
mücadeleleri veriyor, siyasi reformlar
yapıyor ve ekonomik kalkınmada muazzam
sıçrayışlar gerçekleştiriyor.
Ankara’nın AB ile 2005 yılında başlayan
üyelik müzakereleri ağır ilerliyor, öylesine
ağır ki gecikme olarak da tanımlanabilir.
Bunun birçok nedeni var ve bunların en
başında 73 milyon nüfuslu bir ülkenin AB’ye
katılmasıyla Avrupa örgütünde kendi
ağırlıklarını kaybetmekten korkan Fransa ve
Almanya’nın muhalefeti var.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
“sabrımız azalıyor” diyor ve AB’nin,
Türkiye’nin üyeliği konusundaki duruşunu
açık ve kesin bir dille ifade etmesini istiyor.
Türkiye ehliyet ve sicilini AB’ye ispatlamak
için pek çok yol denedi. AK Parti iktidara
geldiğinden bu yana Türk ekonomisini
dünyanın en gürbüz ekonomilerinden biri
haline getirdi. Türk mâmülleri ve tarım
ürünleri Arap pazarlarına bilhassa da Körfez
pazarına akın etti ve Türk şirketleri bölgede
çeşitli inşaat projelerine girişti.
Diğer analistler, Avrupa muhalefetinin
dini/kültürel
tarafgirlikten
de
kaynaklandığını söylüyorlar. Avrupalıların
geniş bir kesimi, halkının yüzde 99’u
müslüman olan bir ülkeye AB kapılarının
açılmasına itiraz ediyor ki AK Parti’nin
iktidara gelmiş olması ve akabinde, İslamcı
nüfuzun arttığı korkularının azdırdığı
geçmişten gelen bir tutumdur. Öte yandan,
Kürt meselesi Türkiye’nin üyeliği yönünde
tökezlemesine katkıda bulunuyor.
Siyasi olarak, Ankara kendisini üst bir
stratejik konuma yükseltti. Tahran ve Batı
arasında aracılık yaparak hatta nükleer takas
anlaşması taslağının ortaya çıkmasına
yardım ederek İran nükleer meselesinde kilit
bir oyuncu oldu. Şam ve Tel Aviv arasında
müzakerelere aracılık etti ve bu esnada
Filistin davasının müdaafi olduğunu ispat
etti. Ankara’nın aracılık kabiliyeti - ki hiçbir
Avrupalı gücün gidemediği yerlere kendi
başına gidebilmesi bu kabiliyetine bir
takviyedir – AB üyelik başvurusunda
mantıken Ankara’nın lehine çalışacaktır.
Keza, Anayasa referandumunun sonuçları da
aynı doğrultuda iş görecektir. Anayasa
değişikliklerinin Türkiye-AB müzakerelerinde
Problemler arasında Türkiye’nin Kıbrıs Rum
kesimi bayraklı uçak ve gemilere hava ve
deniz limanlarını kapalı tutmayı sürdürmesi
de var. Kıbrıs, AB ve Türkiye arasındaki
çetrefilli sorunlardan biridir. Ankara bu
meselenin
müzakere
sürecinden
çıkarılmasında ısrarlı. AB de bu meselenin ve
yanısıra Türkiye’nin KKTC’yi tanımasının
müzakere gündeminde yer almasında ısrarlı.
49
Türkiye’deki siyasi hayat, Yunanistan gibi
hem askeri hem de sivil hâkimiyet görmüş
AB ülkelerinin siyasi hayatına epey
benziyor.
Fakat Yunanistan’ın aksine
Türkiye ağırlıklı olarak müslüman ki Almanya
ve Fransa gibi AB üyesi ülkeler, Türkiye’nin
AB üyesi olmasına izin verildiği takdirde
Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin ve sosyal
dokusunun parçalanacağından korkuyorlar.
Türkiye’nin insan haklarına, demokrasiye,
sosyal ve ekonomik modernleşmeye olan
bağlılığını ispatlamak için aldığı çok sayıda
tedbir, Avrupa tutumunda kayda değer bir
gedik açmadı.
ilgili olanında anlaşma sağlandı. Başlıkların
sekizi donduruldu.
AB müzakerecilerine göre Kopenhag’da
formüle edilen şartları karşılaması için
Türkiye’nin alması gereken mesafeler var.
Bunlar arasında hukukun egemenliği, insan
haklarına saygı, ekonomik istikrar ve
tarımdan eğitime kadar farklı alanlarda
performansın iyileştirilmesi yer alıyor.
Mesela Türkiye idam cezasını kaldırdı ancak
halen siyasi suçluların serbest bırakılması
çağrıları alıyor. Eğitim reformunda müthiş
sıçramalar yaptı ama üniversitelere kayıt
oranı AB ülkelerindeki oranın halen
gerisinde.
Avrupalı güçleri telaşa düşüren bir diğer
etken, Türkiye’nin nufüsunun 2015 yılında
Almanya nüfusunu aşacak olması. AB’ye
girmesine izin verildiği takdirde, AB
Parlamentosu’ndaki Türk vekil sayısı
Almanya’nın vekil sayısından fazla olacak dolayısıyla da daha büyük bir oy gücü
olacak. Bu gerçeğe bir de AB’nin, parasının
çoğunu üye ülkelerdeki tarıma ve yoksul
bölgelere yardıma tahsis ettiğini ekleyin.
Türkiye her ikisine de ihtiyaç duyuyor ve bu
masraflar, hâlihazırda mali problemler
yaşayan ve ciddi reform isteyen AB
bütçesine külfet ekleyecek.
Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmak için
olduğu kadar Ankara’ya AB’de koltuk
sunmak için de iyi ve güçlü nedenler var.
Avrupa’daki bazı yetkililer, Türkiye’nin üyelik
başvurusunun
sürekli
reddedilmesinin
Ankara’yı Arapların kollarına iteceği kaygısını
dile getiriyorlar. Türkiye, İran ve Arap
dünyasının kilidini elinde tuttuğunu
defalarca göstererek bunu ustalıkla kendi
avantajına çevirdi.
Muhtemelen Türkiye AB üyeliğinin peşinden
gitmeyi, AB ise Yeni-Osmanlıların ısrarına
direnmeyi sürdürecek. Ama nihayetinde AB
sırf ırkçılığı ve aşırılığı reddettiğini
ispatlamak için gene de Türkiye’ye kollarını
açabilir. Bu arada, Ankara’nın Brüksel’e
giden trene binmek için istasyonda
beklemek
zorunda
olduğu
zamanın
uzunluğu,
Fransa
ve
Almanya’nın
tutumlarındaki değişime bağlı olduğu kadar
Türkiye’nin ve destekçilerinin çabalarına da
bağlıdır.
Fakat AB üyeliği sorusu büsbütün tek taraflı
değil. AB üyeliğinin kültürel ve lisâni çeşitlilik
demek olduğunu fark eden pek çok Türk’ün
peşinde psikolojik, sosyal ve kültürel
hayaletler olarak dolanıyor. Türkiye’de
yapılan son bir kamuoyu araştırmasına göre
AB üyeliğine verilen destek yüzde 75’ten
yüzde 50’ye geriledi. Şevk kaybının nedeni
daha ziyade, yüreklendirici hiçbir işaret
vermeden 5 yıl boyunca ayak sürüyen
müzakere sürecindeki hayal kırıklıklarından
kaynaklanıyor elbette. 35 müzakere
başlığından/faslından sadece 13’ü açıldı ve
yalnızca bir tanesinde, bilim ve araştırmayla
20 Ekim 2010; Kaynak: El Ahram ; Dünya
Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı
50

Benzer belgeler