Kontrast
Transkript
Kontrast
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır. Kontrast Fotoğraf Dergisi Sayı 24/ Temmuz-Ağustos 2011 • 4 Usta İşi Zeynep ŞİŞMAN • 5 f/64 Özcan YURDALAN • 6 Foto-Yorum Şule TÜZÜL • 7 Fotoğraf Dalları Erdal ALTIN • 8 Söyleşi Süha DERBENT • 13 İmece İlker MAGA • 14 Dosya Konusu: Çevre • 22 Söyleşi Ahmet Selim SABUNCU • 25 İnce Elek Altan BAL • 26 Fotoğraf Okuma Ali Rıza AKALIN • 27 Kısa Metraj Bora ÇEKİÇ • 28 Konuk Yazar Berrin CERRAHOĞLU • 29 Kitaplık Tufan PALALI • 30 AFSAD Atölye Haberleri ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Kontrast Başlarken... Merhaba, Bu ay dosya konumuz “çevre”. Bilinçli ya da bilinçsiz doğaya verdiğimiz zararlar ve çoğu bilim insanı tarafından bunun sonucu olduğu iddia edilen küresel ısınma, iklim değişikliği. Ülkemizde yaşananlar; politik-kişisel çıkarlar uğruna günü kurtarmak için doğaya büyük zararlar veren HES uygulamaları, nükleer santral projeleri, bu konuda yürütülen protestolar, eylemler… İşte tam bu noktada “biz fotoğrafçılar çevre için ne yapabiliriz?” sorusunu farklı görüşler ışığında irdelemek istedik. Bilim insanlarının, uzmanların çevre ile ilgili uyarılarına dikkat çekmek; gezegeni kendimiz ve paylaştığımız tüm canlılar için yaşanabilir kılmak doğrultusunda ve insan kaynaklı çevre sorunları konusunda bilinç yaratmak için fotoğrafın bir araç olarak kullanılabilirliğini sorgulamak istedik. Söyleşi konuklarımızdan vahşi doğa fotoğrafçısı Süha Derbent, yeryüzünde yaşayan yedi büyük kediyi fotoğraflayan, dünyadaki çok az sayıda fotoğrafçıdan biri. Bengal Kaplanını fotoğraflayan ilk Türk vahşi doğa fotoğrafçısı. Köşe yazarlarımızdan İlker Maga’ nın bu ayki yazısı “yazmak” üzerine. “Bir resim bin kelimeye bedeldir” diyen Çin sözünden hareketle günlük retoriğin tuzaklarına dikkatimizi çekerek ‘ben fotoğrafçıyım, yazı neden?’ diyenlere “yazı”nın önemini anımsatıyor. Diğer bir söyleşi konuğumuz Ahmet Selim Sabuncu. Otuz yıldır fotoğrafla uğraşıyor. İğne deliği fotoğrafları çekiyor. Bu fotoğraflarla o denli özdeşleşmiş ki, “fotoğraf makinesi alamadığı için” bu tekniği kullandığını söyleyenler bile olmuş(!). Sabuncu’nun Saudek’in bir albümüyle ilgili söylediği ise “yazmak” üzerine can alıcı bir saptama. “Prag’da Saudek’in kitaplarına bakarken onun en ilgi çekici kitabıyla karşılaştım. Kitapta, çizilmiş boş çerçevelerin altında, sanatçı tasarladığı fotoğrafları yazıyla anlatıyordu.” Köşe yazarımız Altan Bal, “İnce Elek”te iyi fotoğrafı şiire benzetiyor ve devam ediyor; “İyi fotoğraf ise anlatır. Ne varsa fotoğrafçının kafasında, onu anlatır. Fotoğraf makinesinin karşısında olan yüzler, nesneler, ışıklar, dağlar, denizler o anlatının beden bulması için araçtır. İyi fotoğrafçı karşısında olduğu herhangi bir durumun fotoğrafını çekmez; aklından geçenleri fotoğrafa çevirir. Tıpkı, şairin içinde olup bitenleri kelimelere dökmesi gibi.” “Bütünlük” başlıklı yazısında, Ali Rıza Akalın, bir fotoğrafının çekim tekniğini ve ne düşünüp, neden çektiğini bizlere anlatıyor. Bu sayımızdaki konuk yazarımız, Berrin Cerrahoğlu, Ankara Halkevi’nin düzenlediği 1. Fotoğraf Sergisi’nin kataloğunu bizlere tanıtırken, o dönemin yarışma koşullarını da öğreniyoruz. Özcan Yurdalan, fotoğraf tüketimi ve fotoğrafik anlatımı irdelediği yazısında kendi deyişiyle, fotoğrafın ister kendi başına bağımsız bir dile sahip olsun, isterse kendini var edebilmek için sözel dilden medet umsun, her ikisinde de bağımsız bir dizgeler bütününe, anlam kodlarına ihtiyacı olduğunu vurguluyor ve teknik bir kayıttan ibaret olmayan fotoğrafçılığın kendi bağımsız dilini taşıyabilmesi için, muhatabı olan insanın iç dünyasında birtakım kapıların veya kanalların açılmasının zorunlu olduğunu belirtiyor. Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle. Kontrast AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Mustafa ERTEKİN Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Koray OLŞEN Grafik Tasarım Levent ÇAĞIN Grafik Derleme Tuğçe Deniz ÇAKIR Yayın Kurulu Ayşe SARAY Şule TÜZÜL Zeynep ŞİŞMAN Tuğçe Deniz ÇAKIR Redaksiyon Ayşe SARAY Katkı Verenler Aysel Altun Nur Altın Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara Tel: 0312 433 2310 Basım Tarihi: 01.07.2010 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: Noyan ÜNAL Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Kontrast “Fotoğrafa başladığım ilk günden beri ışığın gücüne inandım. Doğduğum köydeki evimin damından süzülen güçlü; ama sessiz ışığın peşine düştüm. Bu ’Sessiz Işık’ sergimi gerçekleştirmeme temel oluşturdu. Işıkları toplamaya devam ediyordum. Karanlıklardan korktuğum için belki de. Işıkla kendimi daha özgür ve güvende, daha kendim gibi hissettiğim için hayatı olduğu gibi tanımak, hayatın içine girmek onun üstesinden gelmek, karanlıkları yenmek umuduyla basıyordum deklanşöre. Işığı olan bir hayatı düşleyerek, yeniden doğduğum kente, Kars’a döndüm. Kentin sessiz ve güçlü ışığı beni bekliyordu. Uzaklardan geliyordu, soğuktu, biraz ürkek ve gizemliydi; ama yine de hayatı ısıtıyordu. ‘Sessiz Işık’ ve ‘Uzak Işık’la çıktığım yolculukta, önüm aydınlanıncaya kadar ışıkla alıp başımı gitmeyi, hep gitmeyi düşlüyorum.” A. Kadir Ekinci Kars doğumlu. Halen bir kamu kuruluşunda yönetici olarak çalışıyor. Fotoğrafa 1992 yılında AFSAD’da başladı. Yönetim ve danışma kurullarında bulundu. AFSAD’ın düzenlediği birçok projede yer aldı. “Sessiz Işık” adlı ilk kişisel sergisi 2001, “Uzak Işık” adlı ikinci kişisel sergisi 2010 yılında gerçekleşti. 3 Kontrast Usta İşi Hazırlayan: Zeynep ŞİŞMAN Jerry N. UELSMANN Çağdaş fotoğrafın en önemli ustalarından biri olan Uelsmann 1934 yılında ABD'nin Detroit kentinde doğdu, Rochester Teknoloji Enstitüsü ve Indiana Üniversitelerinde fotoğraf üzerine lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra 26 yaşında Florida üniversitesinde fotoğraf eğitmenliğine başladı. 1974 yılında öğretim görevlisi oldu. Şu anda emekli ve kendisi gibi sanatçı olan eşi Maggie Taylor ile birlikte Florida'da yaşıyor. Son kırk sene içinde ABD ve diğer ülkelerde yüzden fazla sergide yer alan fotoğrafları, Metropolitan Sanat Müzesi, New York Modern Sanat Müzesi, Londra Victoria ve Albert Müzesi, Paris Bibliotheque Nationale gibi dünyanın belli başlı müzelerinin kalıcı koleksiyonları arasındadır. Fotoğraf üzerine birçok kitabı bulunan Uelsmann, 1967 yılında Guggenheim ödülü almıştır. Önceleri yerleşmiş beğeni kalıplarına uymayan eserleri “ilginç; ama fotoğraf değil” diye eleştirilen Uelsmann artık usta fotoğrafçılar arasında yerini almış ve 1981 yılında American Photographer tarafından yaşayan başarılı fotoğrafçılar arasında sayılmıştır. Birden çok negatif ve agrandizör kullanarak bastığı kompozit fotoğraflarını bilinçaltı ve düşlerden temellenen gerçeküstücü sanat felsefesiyle üretmektedir. Negatiflerin dikkatlice manipülasyonu ve pek çok agrandizör süreci ile Uelsmann, sahip olduğu geniş fotoğraf koleksiyonundan bir nevi kes-yapıştır tekniği ile yeni ve eşsiz eserler yaratmaktadır. Öyle ki, "parça"ları uyumlu bir şekilde bir araya getirmedeki yeteneği ile, fotoğrafları, objektif ile görüneni değil, tamamen kendi hayal gücüne dayalı bir gerçekliği yansıtmaktadır. Fotoğraflarının çoğunu kasten isimsiz bırakmış, böylece izleyicinin mümkün olan tüm olası anlamları yorumlamasına izin vermiştir. Uelsmann, fotoğrafların görünen gerçeği tarif etmekten fazlasını yapabileceğini, farklı görüntülerin akıldışı ama iyi planlanmış bir şekilde bir araya gelmesiyle, zihnimizde, fotoğrafı ilk gördüğümüzde aklımıza gelmeyen başka düşünce ve duyguların tetiklenebileceğini savunmuştur. 1950’li yıllardan beri ürettiği gerçeküstü fotoğrafları mistik, büyülü, melankolik bazen de mizahi öğeler taşımaktadır. Gizemli doğa manzaraları, insan figürleri, iç ve dış mekanlar, pencere, koridor gibi mimari öğeler, suda ya da toprakta sahte yansımalar kişisel semboller taşımakta, aynı zamanda kolektif aklımıza da göndermeler yapmaktadır. 1960’lı yıllarda fotoğraf, gerçeğin özünü temsil eden bir araç olarak tanımlanırken, Uelsmann soyut düşünce ve duyguları cansız fotoğraf ile birleştirecek bir yol buldu. Sanat dersleri de alan Uelsmann 4 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim2011 2010 ressam ve heykeltraşlarla çalıştığı sırada, Ansel Adams'ın fotoğrafik görüntünün nasıl görünmesi gerektiğini önceden hesaplayan "önceden-görüntüleme" tarzına bir antitez olarak, "sonradan-görüntüleme" adını verdiği yaklaşımı geliştirdi. Böylece, birden fazla görüntüden oluşan kalabalık içinde derinde yatan esas görüntüyü görme süreci ile karanlık odayı görsel araştırma laboratuvarı gibi kullanmaya başlamıştır. "John Muir'e Saygı" isimli 2004 yılında ürettiği bu gümüş jelatin baskıda, ABD'nin Kaliforniya eyaletindeki dev sekoya ağaçlarıyla ünlü, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Yosemite Ulusal Parkından bir göl görmekteyiz. Etrafı kayalıklar ve ağaçlarla çevrili bu dağ gölü manzarası Ansel Adams fotoğraflarını anımsatmaktadır. Ancak Uelsmann manzara fotoğrafını, muzip bir şekilde, 1800’lü yıllarda Yosemite Ulusal Parkın oluşması için çaba harcayan doğa bilimci John Muir'in dolaylı, gizli bir portresine dönüştürmüştür. John Muir hayatının çoğunu doğanın korunmasına adamış, kitapları modern çevre bilincinin oluşmasına yardımcı olmuştur. Birden fazla negatifin el baskısı ile Uelsmann, bize gölden yükselen bir kaya üzerinde duran eski bir kitabı göstermektedir. Kitabın kapağı üzerindeki göz ise bu çok özel yeri gören ve düşünen bir bilinci yansıtmaktadır. “Photoshop” teknolojisinin tüm kolaylıklarını yaşadığımız çağımızda Uelsmann, yedi adet agrandizörün bulunduğu karanlık odasında, yıllar süren çalışmaları sonunda kazandığı deneyimiyle tuhaf düşlerin yer aldığı fotoğraflarını üretmeye devam etmektedir. Ona göre karanlık oda sürekli araştırma ve keşfetme sürecidir. Bir söyleşide şöyle demiştir: "Geleneksel olarak fotoğraf makinesini yaratıcı hareketin en önemli öğesi olarak düşünüyoruz; ama şunu iyi bilmenizi istiyorum ki, aynı karar anı karanlık odada da bulunmaktadır.” Kontrast Özcan Yurdalan f/64 GELDİĞİ GİBİ Adına “fotoğraf” dediğimiz ve görüntünün teknik kaydından ibaret olan yöntemin “uygarlık” tarihinde önemli bir dönemeç olduğu sıkça söylenir. Bilimsel gelişmelerle ve teknik ilerlemeyle sınırlı tutulan “uygarlık” algısı, haliyle bu müthiş buluşu baş tacı eder; etmekle kalmaz, piyasa talebi durmaksızın arttığı için yüksek değer biçer. Lakin, fotoğraf ne sadece teknik kayıttır ne de piyasa için bir tüketim nesnesi... İster bu kaygıları taşıyarak fotoğrafla uğraşalım, isterse alabildiğine dar kalıplara sıkıştırılmış hayatlarımızda küçük bir ışık, bir renk yakalama arzusuyla fotoğraf çekelim fark etmez. Fotoğraf aracılığıyla sanat yapanlar da, fotoğrafla haber ve bilgi taşıyanlar da, karnını bu işten doyuranlar da, hoşça vakit geçirmeye çalışanlar da aynı kaptayız sonuçta. Elimizde bir üretim aracı var ve bu araç, yepyeni bir iletişim mecrası olduğu kadar fikrî mülkiyet tanımının da, sanat kategorisinin de yeniden sorgulanabileceği ilginç bir alana işaret ediyor; sanatın ve moral mülkiyet değerlerinin altını üstüne getirebilecek olmadık çıkıntılıklar yapıyor. “Fotoğrafçının imzası” meselesinden başlayarak “elektronik ortamda görüntünün mülkiyeti” konusunu nasıl bereketli bir alan olarak ele alıp enine boyuna tartışabilirsek, aynı biçimde sanatın sorgulanmasına ve bambaşka bir sanat algısı inşa etmeye kadar pek çok ilginç mevzuya da fotoğraf aracılığıyla merdiven dayayabiliriz. Kısa süre önce başlayan süreç, gerek fotoğrafın mülkiyeti konusunda, gerekse fotoğraf vasıtasıyla yapılan sanat konusunda önemli ipuçları barındırıyor. Profesyonel galerilerin fotoğraf sanatçılarının işlerini sergilemeye başlamaları, bazı yeni yetme yerli koleksiyoncular ile bir kısım ciddi yabancı koleksiyonerlerin ilgisini çekmeleri dikkate değer; yabancı müzayedelerde memleketten fotoğraf sanatçılarının işlerinin görülmesi de önemli bir gelişme. Fotoğraf için sanat pazarı daha yeni kuruluyor ve bu pazarda hakkıyla tezgah açan, ürün sunan, müşteri arayan fotoğraf sanatçıları bütün gayretleriyle galericileri, menajerleri, simsarları iteleyerek bambaşka bir dünyanın kapılarını zorluyorlar. Fotoğraf âlemi için küçük; ama fotoğraf dünyamız için büyük bir adım. Önümüzdeki zamanda ne olup bittiğini göreceğiz. Bu gelişme ne kadar sürer, nereye, nasıl varır bilemiyorum; ama fotoğrafik görüntünün esas meselesine dair tartışmaları da besleyeceğini düşünüyorum. “Esas mesele” diye aklımca tanımladığım mevzuyu “fotoğrafik görüntünün dili” diye özetleyebilirim. Var mı böyle bir şey? “Fotoğrafın bağımsız dili” olabilir mi? “Genel olarak görüntünün dili”nden söz etmiyorum ama; o başka, “fotoğrafın dili veya dilleri” başka. Fotoğraf gibi, cisimlerden yansıyan ışığı yakalayarak suret üreten bir başka teknik daha olmadığına göre, fotoğrafı mesela bir güzel sanatlar alanı olarak resimle, grafikle açıklamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Peki fotoğrafı resim bilgisiyle açıklayamazsak eğer, dilbilgisiyle açıklayabilir miyiz? Yani bir fotoğrafta yer alan imgelerin temsil ettiklerinin sözel dildeki karşılığını usturuplu biçimde yanyana dizerek anlam aramak doğru bir yol mudur? Fotoğraf bağımsız bir ifade aracı veya dil olabilir mi? Doğrusunu isterseniz bu soruya olumlu bir cevap veremiyorum. Benim aklım, “fotoğrafik imgelerin sözel karşılıklarıyla kurulabilen bir anlamlar bütünü” olarak fotoğrafı ancak anlayabiliyor. Yani ben fotoğrafta gördüklerimi söze tercüme ederek anlayabiliyorum. Bu söylediklerimin ilk bakışta çok yavan geldiğini, hele “sanat” gibi “yüce” mertebelere herhangi bir göndermede bulunmadığını biliyorum. Ama fotoğrafı sanatsal kılan unsurun da bizde sıkça yapıldığı gibi bir fotoğrafa bakarak şerbetli cümleler kurmak, duygusal püskürmeler gerçekleştirmek olmadığını biliyorum. Yani bir fotoğraf, bakana ne kadar şiirli laflar ettirebiliyorsa o kadar başarılıdır diyemiyorum. Kahve falı bakmak ile fotoğrafa bakmak arasında bir fark olsa gerek. Hayalgücüyle birlikte çenesi en kuvvetli kişi, en iyi fotoğraf seçicisi, eleştiricisi sayılmaz sanırım. Hele fotoğraf okumanın haber kanallarında yapıldığı gibi “o an, o an” diyerek haber fotoğraflarının üstünü belagat ile sıvamak olmadığından eminim. Hiç değilse o anlar izleyiciye ucuzundan katharsisler yaşatma gayretiyle tüketilmese... Velhasıl meramım şudur ki, fotoğraf ister kendi başına bağımsız bir dile sahip olsun, isterse kendini var edebilmek için sözel dilden medet umsun, her ikisinde de bağımsız bir dizgeler bütününe, anlam kodlarına ihtiyacı var. Teknik bir kayıttan ibaret olmayan fotoğrafçılığın kendi bağımsız dilini taşıyabilmesi için, muhatabı olan insanın iç dünyasında birtakım kapıların veya kanalların açılması ayrıca zaruri. Yok değilse, fotoğraf da resim gibi, grafik gibi iki boyutlu düzlem üstüne yapılan yerleştirmeler aracılığıyla bir anlam yaratma sanatıysa eğer, o vakit yormayalım kendimizi, şimdiye kadar geldiği gibi gitsin. 5 Kontrast Foto-Yorum Hazırlayan: Şule TÜZÜL ŞEFKAT Hiç söylenmemiş bir küfür gibi dudaklarının kenarında saklanmıştı sözcükler. Dökülseler, ne sözcükler bu kadar ağır, ne de yüzü bu kadar sert olurdu. Ama onunki “belki”lerin olmadığı, ya da belki, “belki”lere izin verilmemiş bir yaşamdı… Şefkati, geçmişin hangi virajında kaybettiğini hatırlamadı. Hatırlayamadı. Çünkü kaybederken bilmiyordu kaybettiğini. Ne de, bir gün nasıl da dayanılmaz bir ihtiyaçla onu arayacağını. Yokluğuyla varlığını hatırlatanlar gibi… Bir fotoğrafla bir kedi arasındaki en önemli ve belki de tek benzerlik; ikisinin de hiç ummadığınız bir anda ummadığınız şeyleri hatırlatabilmesidir. Üstelik asla unutmamak gerekir ki, ne fotoğraf ne de kedi rastlantı eseri çıkar karşınıza. Zamanı bilenlerdendir onlar. Bir gün, zamanını bilen bir kedi ile karşılaştığında hatırladı. Kaybetmişliğin bir çakımlık fark edilişi ile ağzından belli belirsiz bir çığlık gibi çıkan şefkat sözcüğüne, yanındaki arkadaşı belli belirsiz ama sakin eşlik etmişti: “evet, sadece kedilere…” Kedi, paylaşmanın hazzını her zaman tam kıvamında bırakan tüm kediler gibi çekip giderken, yine hatırladı; hayatından, hayatın kıvamını darma duman ederek uzaklaşanları, tüm hatırladıklarına ek olarak… Zamansız kadınlar vardır. Zamanları olmadığı için değil, yüzlerine baktığınızda hangi zamana ait olduklarını anlayamadığınız, yaşları ve yaşanmışlıkları sır olduğu için zamansızdır onlar. Ve bütün sırlar, peşine düşmeye değecek hikayeler barındırır. Bir fotoğrafçı Asiye’yi arıyordu.* Fotoğraflar, hani biraz da fotoğrafçı ile izleyicinin arayışlarının buluştuğu duraklarda fotoğraftır. Ben sadece bir anlam arıyordum; belki yitirdiğim, belki hiç bilmediğim… 6 Ankara Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf FotoğrafSanatçıları Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 İyi ve güzelin peşindeki fotoğrafçılar, yaşamın kiri ve dağınıklığını kadrajlarına almazlar, yaşamlarına da almadıkları gibi. Sanırlar ki, kadrajın içi kadardır yaşam. Görmek istedikleri kadar… Oysa zamansız kadınlar vardır yaşamda. Kaybettikleri ile zamansız kalan… Sonra söylenmemiş sözcükler ve hikayeler vardır… Sadece fotoğraflarda olan. Görmek istediğin kadar… *Fotoğraf, Cemil Batur Gökçeer’in “Asiye’yi Ararken” serisinde yer almaktadır. Kontrast Fotoğraf Dalları Yazı ve Fotoğraf: Erdal ALTIN HAVA FOTOĞRAFÇILIĞI Erciyes, Kayseri Hava fotoğrafı, yerle teması olmayan bir platformdan çekilen fotoğraflara verilen isimdir. Adından da anlaşılacağı gibi havacılık ve fotoğraf gibi iki uzmanlık alanının birlikte kullanılmasını gerektirir. Hava fotoğraflarını dikey ve yatay olarak ikiye ayırabiliriz. Dikey hava fotoğrafları haritacılık ve çevre düzenlemesi gibi alanlarda kullanılmak için üretilen, ölçeklendirilebilen teknik dokümanlardır. Yatay hava fotoğrafları ise daha çok estetik kaygılarla üretilmiş olan fotoğraflardır ki, bu yazımızda onlardan bahsedeceğiz. Hava fotoğrafının geçmişi zannedilenden daha eskiye dayanmaktadır. Fotoğrafın icadından önce bina ve kulelerden, daha sonra da balon gibi hava araçlarından faydalanarak yüksek bakış açısıyla çizilen resimlere “kuş bakışı resim” denilmekteydi. Fotoğrafın ortaya çıktığı ilk yıllarda ise uzun pozlama süreleri hava fotoğrafçılığını pek mümkün kılmıyordu. Bu sorunları ilk aşan kişi ise Gaspard-Félix Tournachon, nam-ı diğer Nadar’dır. Karikatür sanatçısı olan Nadar, aynı zamanda balonculuk ve fotoğrafçılık üzerine de çalışmalar yapıyordu. Nadar 1855 yılında hava fotoğrafı için patent almasına rağmen ilk fotoğrafını 1858 yılında çekebilmiştir. Işığa duyarlı ıslak plakalarını karanlık bir ortamda hazırlayabilmek için balonunun sepetine çadır kurmak zorunda kalmıştır. Havacılık ve fotoğraftaki gelişmelerle birlikte hava fotoğrafı askerî, idari, arkeolojik ve coğrafi amaçlarla kullanıldı. Balonlar yerine uçaklar, ‘Daguerreotype’lar yerine filmli makineler kullanılmaya başlandı. I. ve II. Dünya savaşları esnasında askerî amaçlarla kazanılan yetenekler, savaş sonrası dönemde teknik alandaki sıkıntıların ortadan kalkmasını sağladı. Fotoğrafın görsel bir kayıt tekniği olmasının yanısıra sanatsal bir form olarak da algılanmasıyla, hava fotoğrafında da estetik kaygı taşıyan çalışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. William Garnett ve Emmet Gowin gibi sanatçıların çalışmaları hava fotoğraflarına sanatsal bir kimlik kazandırmıştır. Günümüzde ise hava fotoğrafları, fotoğraf sanatının nadide örnekleri arasında yer almakta ve yapılan çalışmalar geniş kitlelerce takip edilmektedir. Yann Arthus-Bertrand, Jason Hawkes ve Robert B. Haas gibi fotoğrafçıların kitapları dünyanın pek çok ülkesinde milyonlarca adet basılmakta ve büyük sponsorluk antlaşmalarıyla desteklenmektedir. Türkiye’de ise sayıları çok az olmakla birlikte başarılı çalışmalar yapan sanatçılarımız mevcuttur. Orhan Durgut ve Alp Alper gibi hava fotoğrafçıları, bizleri ülkemizdeki doğal güzellikler ve kent manzaralarıyla buluşturmaktadır. Türkiye’de ve dünyada, özellikle sportif havacılığın daha ulaşılabilir bir hale gelmesiyle, hava fotoğrafçılığına ilgi giderek artmaktadır. Ayrıca sinema, televizyon ve reklam sektörlerinde havadan çekilen görüntüler giderek daha fazla kullanılmaktadır. Bu konuda uzmanlaşmak isteyen fotoğrafçılar, öncelikle havacılıkla ilgili bilgi sahibi olmalıdır. Her ne kadar ülkemizde hava fotoğrafçılığı ile ilgili bir kurs bulunmasa da kendini fotoğraf konusunda yeterli hissedenler, havacılık kulüpleri veya uçuş okullarına başvurarak havacılıkla ilgili bilgi ve becerilerini arttırabilirler. Unutulmamalıdır ki, hava fotoğrafçılığı her zaman ekip olarak yapılan bir faaliyettir. Benzer teknik uygulamalarda olduğu gibi, ekipiçi diyalog ve uyum çok önemlidir. Ayrıca, bir hava aracında PPL (Private Pilot License) seviyesinde bir kurs almak sizi uçtuğunuz hava aracı, ekip ve meteorolojik şartlar hakkında bilgi sahibi yapacaktır. 7 Kontrast Söyleşi Söyleşi: Şule TÜZÜL-Murat PULAT Fotoğraflar: Süha DERBENT SÜHA DERBENT: “Ke(n)dime giden yol...” 25 yıldır profesyonel fotoğrafçılık yapıyor. Cumhuriyet Gazetesi, Atlas Dergisi ve Marie Claire Dergisi için gezi fotoğrafları çekti. Gezi National Geographic Traveler Dergisi’nde iki yıl görsel yönetmen olarak çalıştı. İskandinavya'dan Madagaskar'a, Sri Lanka'dan Kanada'ya kadar 60'tan fazla ülke gezdi. Son 20 yılını vahşi doğadaki hayvan davranışlarını, özellikle büyük kedileri fotoğraflayarak geçiren Süha Derbent, Türkiye’nin tek profesyonel vahşi doğa fotoğrafçısı. Yeryüzünde yaşayan yedi büyük kediyi fotoğraflayan, dünyadaki çok az sayıda fotoğrafçıdan biri. Bengal kaplanını fotoğraflayan ilk Türk vahşi doğa fotoğrafçısı. Fotoğrafla ilgilenmeye başladığım ilk zamanlardan beri her çalışmasını takip ettiğim birkaç fotoğrafçıdan biri. Nasıl peşine düşmem ki? Balkan Naci İslimyeli’nin dediği gibi; o, doğanın başyapıtı olan kedilerin dünyasına yaptığı zorlu yolculukta, büyük bir sanat eserine sessizce yaklaşan yorumcunun saygılı, sevgili ve yaratıcı duruşunu sonuna dek incelikle korumayı başarmış bir fotoğrafçı. O dünyanın dört bir yanından, vahşi doğanın kahramanlarını bizlerin seyrine taşırken, ben o fotoğraflara bakarak insana ve insanlığa dair ne çok eksiğimiz olduğunu; sabrı; doğal ve sıradan olabilmenin yüceliğini; beklentisiz ve karşılıksız sevginin büyüklüğünü o canlılardan öğrendim. Fotoğrafı sadece o canlılara ulaşmanın, onlara yakın olabilmenin bir aracı olarak kullanan Süha Derbent, yaşam biçimi ve yaşamdaki duruşu, hayata bakışı, işine olan saygı ve sevgisi kadar, doğa ve doğadaki tüm canlılarla olan özel iletişimi ile kendime örnek aldığım insanlardan biri, o benim kahramanım. Sevgili Murat Pulat ile birlikte gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiden en az bizim kadar keyif almanız dileği ile... Vahşi doğa fotoğrafçısı kimdir? Doğada hayvan çeken herkese, örneğin kuş fotoğrafçıları da kendileri için bu tanımı kullanıyor, vahşi doğa fotoğrafçısı denebilir mi? Türkiye’de senin gibi bu işi yapan kaç kişi var? Hedef olarak ya da uzmanlık olarak bunu seçmiş, sadece bu alana yönelmiş herkes için bu söylenebilir. Türkiye’de çok fazla kuş fotoğrafçısı var; bence iyi işler de yapıyorlar; sadece, bunların tanıtımı ve kullanımı konusunda zayıf kalıyor olabilirler. Ama mesleği bu olup para kazanan başka kimse var mı? Hayır, yok. O da ülkemizin koşullarından kaynaklanıyor. Yani “ben bu işi yapıyorum, benden başka da kimse bunu meslek seçmemiş, çünkü ben çok iyiyim, öbürküler beceremiyor” değil, tam aksine, ben son derece sıradan biriyim. Sadece çok çalışıyorum. 8 Bu kadar çok çalışırsan, bu kadar iş çıkar zaten. Birileri çıkıp daha iyisini yapabilir. Şu anda da vardır öyle insanlar. Sadece, bu iş pahalı bir iş. Bunu yapacak olanakları bulamadığı için insanlar yapamıyordur. Bizde böyle koşullar yaratılmadı. İnsanların daha eğitimleri sırasında yeteneklerini kavrayıp ona göre eğitim veren bir sistem olmadığı için, insanlara fırsat tanınmadığı için, sponsor bulunamadığı için gibi bir sürü şey sıralanabilir. Öte yandan, şunu da çok rahat söyleyebilirim; o kadar da kolay değil. İsteyen birçok kişi bunu yapabilecek durumda; hayatında bununla ilgili bedelleri ödemeye kendini hazır hissedenler, benim ödediğim kadar, belki daha az belki daha fazla bedel ödeyerek bu işe girerse yaparlar. Ben nasıl yaptıysam, onlar da yapabilir. Bir gün olacaktır elbet, daha çok sayıda ve daha iyi yapan insan. Bu bağlamda stok fotoğrafçılığı konusunda ne düşünüyorsun? Senin işlerine olumsuz bir etkisi oldu mu? Firmalar, stoktan elde edebileceklerinin bütçesi benimkine kıyasla çok düşük olduğu için zaten onu kullanıyorlar. Tek farklılık; benim adımla, yani bir markayla böyle bir şeyi yapmaktan kazanç elde etmek isteyen, bundan prestij veya ticari anlamda gelir bekleyen kurumlar benimle çalışmayı tercih ediyor. Öte yandan, havyan fotoğrafı kullanacak olan bir firma, aradığı spesifik fotoğrafı eğer ajansta bulabiliyorsa, gidip vahşi doğa fotoğrafçısına çektirmektense oradan alması ticari açıdan çok daha mantıklı zaten. Hiç kimsede olmayan, ajanslarda satılmayan şeyleri çekebilmek gibi ticari kaygınız varsa bir zorluğunuz var elbette. Bunu yapabilmek için de, bir hayvanın fotoğraf çekimine gitmeden önce ajanslarda neleri var incelemek, onlarda olmayanı çekmeyi hedeflemek zorundasınız ki, ben bunu yapıyorum. Yani yapıyorum derken, başarıyorum anlamında söylemiyorum. Elimden geldiği kadar yapıyorum. Örneğin puma çekmeye mi gideceğim, ajanslardaki puma fotoğraflarını inceli- Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2011 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 yorum, onların neyi çekemediğini tespit edip onu çekmeye çalışıyorum. Vahşi doğa fotoğraflarının genelde çok etkileyici, büyüleyici ve güzel olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü mükemmel sunuluyorlar. Vahşi doğa belgeselleri için de aynı şey geçerli. Peki oradaki yaşam gerçekten öyle mi? Asıl sorum şu ki; bir vahşi doğa fotoğrafçısı olarak fotoğraf ve gerçeklik ilişkisi hakkındaki düşüncelerini öğrenebilir miyim? Burada sadece gerçekliği değil, fotoğrafın da benim için ne anlama geldiğini irdelemek gerekir. Fotoğrafın kendisi bence sadece bir araçtır, ressamın kullandığı boyadan farklı bir şey değil. Ben de bu aracı kullanarak, o an için anlatmaya çalıştığım gerçeklik ne ise, onu anlatmaya çalışıyorum. Ama hepimizin gerçeği de zaman içerisinde, süreç içerisinde değişebildiği için, bana göre gerçeklik de süreç içerisinde değişebilen bir şey. Gerçeklik kavramına bakışım bu. Vahşi doğa fotoğraflarının mükemmel sunulması ya da görünmesi konusuna gelince; evet, aynı fikirdeyim. Ama zaten, sadece vahşi doğa için değil, genel olarak fotoğrafçıların yapmaya çalıştığı şey bu. Bu bir moda fotoğrafı da olabilir. Bu bir kent tanıtımında çekilmiş, ürün tanıtımında çekilmiş bir ürün fotoğrafı da olabilir. Fotoğrafçı onu olduğundan, çıplak bir gözle gördüğümüzden daha iyi göstermeye çalışan kişidir zaten. Çünkü bu bir üründür, bir pazarlama aracıdır orada. National Geographic dediğiniz ya da adı başka olur, bu tür yayın veya belgesel kanalların hepsi pazarlama amaçlıdır. Dolayısıyla, çıplak gözle ve herhangi bir an görebileceğimizden daha iyi şeyler göstermeyi hedef alırlar ve bu anlamda gerçekliği saptırmış olurlar. Ama hani doğada bu yok mu? Var. Ama bunu her an görebilir misin? Tabii ki, hayır. Bu nedenle, sizin büyülendiğiniz o görüntü için fotoğrafçı tarafından bir emek ve çaba sarf edilmesi gerekir. Bazen şanslı olmak da gerekir. Bu anlamda izleyiciyi yanılttıkları söylenebilir. Her zaman anlattığım çok Kontrast Bunlar benim en çok keyif aldığım şeyler; hayvanın ne yapacağını önceden tahmin edip konumumu, açımı, objektifimi ona göre belirlemek; orada benim beklediğim şeyi yapmasını beklemek ve sonra, onun gelip o hareketi yapması. Bu bizim çok yaşadığımız bir şey. Özellikle kediler için bunu rahatlıkla söyleyebilirim. basit bir örneği verebilirim. Afrika’ya safariye fotoğraf çektirmeye götürdüğüm insanların hepsi, ilk gidişlerinde, bana sanki göç anını, nehir geçişini her gittikleri gün ve sürekli göreceklermiş gibi sorular soruyorlar. Ben yirmi senedir gidiyorum, üç kere gördüm. Ama belgesel kanalını her açtığımızda, hayvanlar nehir geçişi yapıyor. Doğal olarak, insanlar da yanılıyor. O kadar kolay rastlanılası, görülesi bir şey değil. Bu anlamda gerçekliği saptırdığı söylenebilir. Ama zaten amaç bu. Senin çalışmalarında durum nasıl? Bir çalışmada sana ait olan gerçeklikle, pazarlama amaçlı sunulması istenen gerçeklik arasında nasıl bir tercih yapıyorsun? Sana ait gerçekliği çalışmalarına ne kadar yansıtabiliyorsun? Öncelikle, ben hayvanların doğal -hani hepimizin vardır ya böyle aptal hallerimiz, sıradan hallerimiz, aslında pek görüntülenmesini, görülmesini istemediğimiz- işte o hallerini de görüntülemeye çaba gösteriyorum. Aslında en çok buna çaba gösteriyorum. Öte yandan, nihai yönden tek işim bu olduğundan, hayatımı bundan kazandığımdan ve bunu sürdürmek zorunda olduğum için pazarlama stratejilerine yönelik fotoğraflar da çektiğim oluyor. Aynı yere tekrar gidebilmek veya daha başka yerlere gidebilmek için. Çünkü tek gelirim bu, bir işten kazandığım bütçe ile başka bir proje organize ediyorum. Dolayısıyla, ben de bu tür fotoğraflar çekiyorum. Dünyada, aslına bakarsanız en çok bu tür fotoğraflar satıyor. Böyle bir gerçek var. Ama öte yandan ben kendim hayvanların en doğal, en sıradan hallerini de görüntülemeye çalışıyorum. Çünkü aslında onların hayatının önemli parçaları onlar. Hayvanların hangi davranışlarını çekeceğini önceden belirliyor musun, yoksa çekimlerin onların davranışlarına göre mi belirleniyor? Yani konu mu fotoğrafçıya, fotoğrafçı mı konuya yön veriyor? İkisi birden oluyor galiba. Doğrusu hangisi dersen, bence benim konuya odaklanmam, konuya göre davranmam ve ona göre hazırlık yapmamdır ki, biz genelde öyle yapıyoruz. Bizim alanımızla ilgili konuşursak, doğaya hayvan görmeye o kadar çok insan gitmeye başladı ki, hayvanların davranışları da değişmeye başladı. Hatta bir süre önce bu tür tartışmalar vardı: “yeter gitmeyin, bütün fotoğraflar ajanslarda var, çekmeyin” gibi. Halbuki, sadece çekmeye giden çok az. Görmeye giden çok fazla. Çok basit bir örnek verecek olursak; çitalar avlarını akbabalardan korumak için bizim araçlarımızın altına saklayıp orada yiyorlar. Bu hayvan davranışında bir değişiklik. Hoş olmayan bir şey olarak görülebilir. Öte yandan, bu arazilerde bu ekoturizm sürdürülmese oralarda altın aranacak, maden aranacak, bu hayat devam etmeyecek. Alternatif bir şey sunulamadığı sürece bunu tercih etmek zorundayız gibime geliyor. Fotoğrafçının; fotoğrafı çekerken ve sonrasında, fotoğrafladığından eksilttiği ve/veya ona kattıkları hakkında ne düşünüyorsun? Bunu şu nedenle soruyorum, bir söyleşimizde bana “Her fotoğraf aslında bir tacizdir, fotoğrafa konu olan kişi fotoğrafının çekilmesini istese de istemese de bu geçerlidir, hatta bir kaplan için bile geçerlidir, benim çektiğim bir kaplan bakalım öyle görünmek istiyor mu?” demiştin. Yani fotoğrafçıyla konusu arasındaki karşılıklı etkileşime dair düşüncelerini öğrenmek istiyorum. Özellikle bir canlıyı fotoğraflamak, bir kere, bu çok tek taraflı bir durum. Ben kendi gözümde nasıl görmek istiyorsam, öyle fotoğraflıyorum. Bu, ona sorulmadan yapılan bir şey ve bu anlamda bunun bir taciz olduğu, bu insan veya hayvan çektiğinde fark etmez, rahatlıkla söylenebilir. Ama öte yandan, benim için o karşılaşmanın ve orada bulunmamın önemi çok büyük. Aslında hiç fotoğraf çekmesem de olur. Onu izlemek benim için çok büyük bir keyif, nihai amacım bu. Fotoğrafını çekiyor olmamın sebebi tekrar oraya gidiyor olmanın yollarını yaratmak. İzleyerek çok fazla şey öğreniyorsun onlardan. Benim ona bir şey kattığım değil, onun bana bir şeyler kattığı söylenebilir. Ama benim ona kattığım da belki şu olabiliyor bazen: hayvanın soyunun tehlikede olduğuna yönelik bir bilincin oluşmasına küçük bir katkı sağlamış oluyorum yaptığım yayınlarda. Benim için çok keyifli bir süreç bu. Bir süre önce ne yapacağını bilmek, onun ne yapacağına dair hazırlık yapmak. Bunlar benim en çok keyif aldığım şeyler; hayvanın ne yapacağını önceden tahmin edip ona göre konumumu, açımı, lensimi belirlemek, benim beklediğim şeyi yapmasını orada beklemek ve sonra gelip onun o hareketi yapması. Bu bizim çok yaşadığımız bir şey. Özellikle kediler için bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yapacakları hareketlerin büyük çoğunluğunu önceden tahmin edebiliyorum ve ona göre pozisyon alabiliyorum. Bu, orada kurduğum basit bir iletişim onlarla ve benim en keyif aldığım tarafı. Buna yönelik çalışmaların içerisinde bulunmaktan da bu nedenle keyif alıyorum. 9 Kontrast Söyleşi ve bizim teknenin sesinden de tedirgin olarak, gizlenmek için ormanın içerisine girmek istedi ve girdi. Ama girerken balığı ağzından düşürdü. Biz yaklaştığımızda balık çırpınıyordu ve suya doğru hareket ediyordu. Ben “bekleyelim, gelip alır bunu tekrar” dedim. Orada bir süre bekledik. Balık tam suya düşecekken jaguar gerçekten çıktı geldi ve balığı ağzına aldı. Bize birkaç poz verdi. İnternetteki araştırmalarımda daha önce rastlamamıştım: böylelikle, ben ağzında pirana olan bir jaguar fotoğrafı çekmiş oldum. Benim için enteresan bir olaydır. Daha sonrasında da 4-5 kez jaguar gördük; ama böyle bir sahneyi görmek herhalde bir daha mümkün olmayacak diye düşünüyorum. Benim için keyifli ve özel bir andı. Fotoğrafçılıkta çekim yapmadan önce konuya dair ciddi bir araştırma yapmak, bilgi birikimi oluşturmak önemli. Ama sizin işinizde konuya ait araştırmaların yanısıra, fotoğraf çekerken karşılaşacağınız zorluklar ve hayatta kalmayı başarmak konusunda da hazırlık yapmanız gerek. Çekimlerinde bu anlamda ne tür zorluklar yaşıyorsun? Son çalışmalarımdan birinden bahsedeyim. Brezilya Pantanal’a jaguar fotoğraflamak için gitmiştik. Gerçekten Afrika gibi değil, çok ağır doğa koşullarında çalışılıyor. Hava 40 derece, yüzde yüz nem var. Bazen hava 60 derece, çok sıcak oluyor. Pantanal 250 bin km2’lik yani Türkiye’nin üçte biri kadar bir sulak alan. Üzerinde kılcal damar gibi, milyonlarca nehir kolu var. Biz üstü açık bir sandalın, alüminyum bir teknenin içerisinde nehir üzerinde günde 10 100 km civarında yol yaparak, jaguarın nehir kıyısına su içmeye ya da avlanmaya gelmesini bekliyor, onu arıyorduk. Jaguar akuatik bir hayvan; dalabiliyor, dalıp avlanabiliyor. Orman Pantanal’da çok yoğun, ormanın 15 cm içerisi zifiri karanlık. Dolayısıyla, hayvanın gerçekten kıyıya gelmesi lazım. O sıcakta sandalın içinde baygın düşüyor insan. Ben onbir kilo verdim bu seyahat sırasında, bir ay içerisinde. Uzay aracı gibi bir sürü böcek geliyor, konuyor, sokuyor her tarafınızı. Sivrisinek bulutları var. Yağmur yağdığında sandalın içerisinden su boşaltmayı bırakırsanız hemen batarsınız, o kadar hızlı yağıyor. Bir de timsahlar var. Ortam böyle işte. Bir gün uzaktan, bir jaguarın ağzındabalıkla kıyıya doğru yüzdüğünü gördük. Tekneyi oraya doğru yönlendirdik. Biz yaklaşana kadar jaguar kıyıya çıktı Ankara Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf FotoğrafSanatçıları Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Fotoğraf adına hedeflediğin projeleri tamamladığını basından biliyoruz. Yüz Yüze isimli bir kitabın var, ama tamamladığın projelere ait bir kitap daha yapmayı planlıyordun. Bunlardan kısaca bahseder misin? Bu doğrultuda geleceğe dair planlarını paylaşabilir misin? Yeryüzünde yedi büyük kedi var; aslan, leopar, kaplan, çita, kar leoparı, puma ve jaguar. Ben aşağı yukarı 20 yıl önce bu işe başlarken, yedi büyük kediyi fotoğraflamaya, bunlarla bir sergi ve bir kitap yapmaya yönelik bir hedefle başladım. 2-3 yıl oldu, yedi kediyi fotoğraflamayı tamamladım. “7kedi” isimli bir de sergi açtım. Kitap yapmaktan şimdilik vazgeçtim. Son 4-5 yıldır da fotoğrafla ilgili temel bilgisi olan, zaten fotoğraf çeken ve hayvan davranışı fotoğraflamak isteyenleri, hayvan fotoğraflamak isteyenleri, dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun götürüp o fotoğrafları çekmelerine destek veren bir tür organizasyon, danışmanlık da diyebiliriz, bir hizmet veriyorum. Son dönem ağırlıkla buna devam ediyorum. Bu işlerin sezonları dışındaki zamanlarda şehirde bulunmaktan da çok keyif almadığım için, Vatan Gazetesi’nde seyahat haberleri yaptığım bir sayfa var, her hafta bu ne- Kontrast denle ayrıca seyahat ediyorum. Haftada 1-2 gün şehirde kalıyorum. Geleceğe yönelik yapmayı düşündüğüm işler var. Bu yılla ilgili bir planım vardı fakat zaman ayırıp projeyi satmakla ilgilenemedim. Antartika’da buzulları ve penguenleri çekmeye niyetim var. Bu yıl olmasını çok istiyordum. Bu yılın şöyle bir önemi var: güney kutbunun Amundsen tarafından keşfinin 100. yıldönümü ve dünyada bununla ilgili çok fazla etkinlik yapılacak. Fakat çok bütçeli iş o da. Bu yıl bunu kaçırdık. Daha sonraki yıllarda bir şekilde bunu yapmak istiyorum. Onun dışında yapabilirsem, zor görünüyor ama melanistik leopar ya da melanistik jaguar da çekmek istiyorum: siyah leopar ve siyah jaguar. Bunlarla ilgili araştırmalarımız var; ama doğada görüntülemek çok zor ve görüntüleyen çok az insan var. Oldukça yüksek bütçeleri var. Çekim garantisi olmadan, bir firmadan böyle bir bütçeyi alıp gitmek bugüne kadar yaptığım işlere çok uygun değil. Belirli taahhütlerle proje satıyorum. Bunu taahhüt edemeden bu projeyi satmak ne kadar doğru ya da satılabilir, o konuda endişelerim var. Ama bir şekilde, sponsor olmadan, bütçesini kendim yaratıp, gidip yapmak gibi bir fikrim var. Belgesel çalışan biri olmana rağmen, son sergin 7Kedi’de bir kısmı siyah beyaz sunulan fotoğraflarınla sadece bir vahşi doğa sergisi değil, sanatsal boyutu da olan bir sergi ile karşımıza çıktın. Çalışmalarının sanatla olan ilişkisini değerlendirebilir misin? Öncelikle tamamen kişisel görüşüm şu: sanat çok daha yukarıda olması gereken bir şey. Ben herhangi bir sanatsal kaygı taşımadan fotoğraf çekiyorum. Hani birileri bunun sanat olduğunu söylerse, eyvallah teşekkür ederim; ama Bilinç olarak herkesin, tüm canlılarla, doğayla eşit büyüklükte bir parça olduğunun ve onlardan daha fazla hakkı olmadığının, ancak onlar kadar doğa üzerinde hakkı olduğunun, doğanın sınırsız bir kaynak olmadığının, bir gün tükenebilecek bir kaynak olduğunun farkına varması gerekiyor. böyle bir beklentim de yok. Fotoğrafın, özellikle bir belgesel fotoğrafın sanat olabilmesi çok da kolay olmasa gerek. Böyle bir hedef de koymadım kendime. Dolayısıyla, benim fotoğraflarım tamamen kendi çapında, “belgesel olabilir mi acaba?” diye çektiğim fotoğraflar. Sanat olup olmadığını düşünmedim yaptığım işin. Ama olamaz diye bir şey de söyleyemem. Bir başkası mutlaka daha iyisini yapabilir. Ama ben kendi adıma, fotoğraflarımda böyle bir unsur görmüyorum. “7Kedi” adlı son sergimde bazı fotoğraflarımı siyah beyaz kullandım. Çünkü bazen, hayatın sadece siyah ve beyaz olduğunu düşünürüm. Yani tamamen öznel bir nedeni var. 11 Kontrast Vahşi doğa dışında da bazı fotoğraf çalışmaların var. Onlardan da bahsedebilir misin? Vahşi doğa çekmeye başladığımdan bu yana, aslında, çok nadir olarak başka işlerle ilgilendim. Ama vahşi doğa çekmeden önce ilk fotoğrafa başlarken ben zaten maden işçileri çekerek başlamıştım. O işle ilgili de uzun zaman çalıştım. Yani, yer altında yer üstünde defalarca gittim geldim. O büyük madenci yürüyüşüne katıldım. Oralarda çektiğim fotoğraflar o zaman Amerika’da bazı gazetelerde yayınlandı; ama sonrasında buna devam etmedim. En son, Atlas Dergisi’nden ayrılmadan önce bu konu ile ilgili bir röportajım yayınlansın istemiştim. Gittim yeraltında uzun bir süre çalıştım ve o röportaj yayınlanır yayınlanmaz da dergiden ayrılmıştım. O günden bu yana da, yani 1995-96 yıllarıydı yanılmıyorsam, bu konuyla ilgili bir çalışmam olmadı. Arşivimde duruyor o fotoğraflar. Yakın zamanda güzel bir çalışmada yer aldım. Tanımadığım biri, bir gün bana bir “mail” attı ve bir film çekiminden bahsederek “bu benim hayattaki idealim, bir proje yapıyorum, set fotoğraflarını senin çekmeni istiyorum” dedi. Tolga Öztorun isminde hayvansever bir arkadaşımız. “Ezber” isimli, kısa metraj bir film çekiyordu. Sokak hayvanlarını korumaya yönelik bir bilinç uyandırmak için. O filmde set fotoğraflarını çalıştım. Herkesin gönüllü olarak katıldığı, birçok ünlü ismin yer aldığı bir projeydi. Çok büyük keyif aldım. Zaman içerisinde, sokak hayvanları ile ilgili proje olursa destek vermeyi düşünüyorum. Onun dışında, bir de zaman zaman nü çalışmaları yapıyorum; ama kesinlikle yayınlama amaçlı değil; tamamen hobi. Hani boş durmaktansa bir şeyler yapayım diye, belirli bir periyodu olmayan, kafama estikçe yaptığım işler. Şu anda onların yayınlanabilir durumda olduğunu düşünmüyorum. 12 Kontrast’ın bu sayısında dosya konumuz “Çevre” idi. Doğaya ve tüm canlılara olan hassasiyetine çok kere tanık olduğum, onlarla çok özel bir iletişiminin olduğunu düşündüğüm bir insansın. Bu konudaki düşüncelerini öğrenebilir miyiz? Yaşadığımız dünyada kimin çoğaldığına ve kimin azaldığına bakarsak, ve kimin hakim olduğuna, bugün doğaya ne yaptığımız çok net ortaya çıkıyor. Biz son ikiyüz yılda kaç kat arttık? Örneğin, son ikiyüz yılda memeli sayısı dörte birine indi. Bu hızla devam ederse yüz yıl sonra memeli hayvan kalmayacak. Dolayısıyla, onların yaşam alanlarına biz sahip oldukça, kendi yaşamımıza güzellik ya da iyi bir şey diye kattığımız şeylerin aslında bizi mahkum eden, bizi daha zor yaşamaya mahkum eden ve çevre ile ilgili daha fazla sorun yaşamaya mahkum eden şeyler olduğunu önemsemedikçe bu böyle devam edecek. İnsan araba yapıyor, bir yerden bir yere ulaşmak için; ama sonra trafikte mahsur kalıp hiçbir yere gidemiyorsun. Kullandığımız bütün elektronik cihazların yarattığı sorunlar var. Ama nihai olarak hayvanların yaşadığı alanlara o kadar fazla bulaştık ve onların yaşamı üzerinde o kadar söz sahibi olduk ki, eskiden “yüzyıl sonra şöyle olacak böyle olacak, çevre bizi uyarıyor” deniyordu, artık buna gerek yok, o kötü şeyler yaşanmaya başlandı, o noktadayız. Giderek de daha kötüye gidecek. Bu, bizim insan türünün doymazlığı ile ilgili bir sorun. Giderek çoğalıyoruz. Biz çoğaldıkça bu süreç kaçınılmaz bir hale gelecek. Ama öte yandan, çeşitli sosyal gruplar veya örgütler aracılığıyla bunlara karşı duran insanlar da var. Elimden geldiği kadar ben de onların yanında olmaya çalışıyorum. Ama, bunu çok değiştirilebilir bir süreç olarak görmüyorum. Bilinç olarak, herke- Ankara Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 sin tüm canlılarla, doğayla eşit büyüklükte bir parça olduğunun ve onlardan daha fazla hakkı olmadığının, ancak onlar kadar doğa üzerinde hakkı olduğunun, doğanın sınırsız bir kaynak olmadığının, bir gün tükenebilecek bir kaynak olduğunun farkına varması gerekiyor. Çok basit bir şeyle açıklarım hep bunu: bir dağa çıkarken elinizde bir şişe su var; o biterse yarı yolda, çıkamazsınız. Doğa da böyle bir şey. Sonu olan bir şey. Bitiriyoruz artık. Bu bilince varıp yatırımların da buna göre yapılması, insanların bu duyarlılıkla hareket etmesi gerekiyor. Ama yakın vadede, bu uzak görünüyor bana. Git gide daha kötü şeyler yaşayacağımıza eminim; çünkü doğadan aldığımız derslerin geri dönüşü yok ve kaybettiklerimizin de geri dönüşü yok. Onu edinilen teknolojiyle geri getirmek ve parayla geri getirmek de mümkün değil. Biz bu canlıları yok ettikçe, doğayı bu kadar kendi lehimize ve tek taraflı kullandıkça, kaçınılmaz sona doğru daha fazla yaklaşmış olacağız diye düşünüyorum. Bana Süha Derbent’i bir cümle ile tanımla deseler, “tam anlamı ile bir kedi” derdim. Sana sorsalar ne derdin? Neden var olduğum ve neden yaşadığımla ilgili bir soru gibi algılanabilir, değil mi? Bu açıdan bir tanım yapabilirim. Henüz benim de tam olarak biçimlendiremediğim bir şekilde, doğada olmanın ve vahşi kedilere ya da vahşi hayvanlara genel olarak yakın olmanın peşinde geçen bir hayat var benim için. Hayvanlara yakın olarak ve onları hissetmeye çalışarak, özellikle vahşi kedilere, kendimi daha anlamlı hissettiğim bir hayat var benim için, öyle diyebilirim. Kontrast İMece İlker Maga GÜNLÜK RETORİĞİN BAZI TUZAKLARI Günlük hayatın retoriği içinde sık kullanılan deyimlerin ve atasözlerinin genellikle dokunulmazlıkları vardır; dileyen tarihten bir deyimi seçer ve söylemek istediklerini desteklemek için kullanır. Resimde en çok kullanılanı ise, herhalde bu Çin deyişidir: “Bir resim bin kelimeye bedeldir.” Son yıllarda bu deyimi fotoğrafa uyarlayanların sayısı az değil: “Bir fotoğraf bin kelimeye bedeldir.” İster orijinalinde, isterse fotoğrafa uyarlanan versiyonunda söylenmek istenen; görüntüyle anlatılabileceklerin, kelimelerle ifade edileceklere baskın olduğudur. Buradaki sorun, kulağa hoş gelen bu Çin deyişini sorgulamak değil. Sorun, bu cümleden hareketle varılacak tuzaklar: Ne bir görüntü bir ya da bin kelimeye bedeldir, ne bir kelime bir görüntü ya da bir sese, müziğe... Kelime (dil ve yazı), görüntü ve sesten hiçbiri diğerine bedel değildir; çünkü bunların her birinin tesirleri ve sahip oldukları görev diğerleriyle karşılaştırılabilecek türden değildir. Bir ses bir anlamda kullanılıyorsa, ona kelime diyoruz. Dilin ortaya çıkışında fonetiğin çok önemli bir rol oynadığını biliyoruz. “Su” ve “tahta” kelimelerini fonetiğin ortaya çıkardığı kelimelere iki örnek sayabiliriz; sadece Türkçe’de değil, bütün dillerde de benzer bir gelişim yaşanmıştır. Dil, kelimelerden oluşuyor. Kelimeleri çok olan dile, zengin dil diyoruz. Kelimeleri çok olan dilin felsefe ve bilim dili de olmasını rastlantı saymamak gerekir. İnsanlar kelimelerle düşünür. Bir şey için bir insanın belleğinde ya da o toplumun dilinde kelime yoksa, o şey hakkında henüz düşünülmemiş demektir. İnsan kelimelerle düşündüğü gibi, yine kendini kelimelerle ifade eder. Düşünen; bilim ve felsefenin günlük hayatın içinde olduğu toplumların kelime hazinesi, dili zengindir. Kavramlara en çok bu dillerde rastlıyoruz. Bir şeyi icat eden, ona isim verme hakkına da sahiptir; bu maddî ya da soyut bir icat olabilir. Küçük bir test için kullandığımız dildeki yabancı kelimeleri hızla hatırlamak yararlı olabilir. Yararlı olabilecek bir başka düşünme çabası da, bu kelimelerin dilimize neden bu kadar kolay girebildikleri sorusuna cevap arayışı olabilir... Sosyal yapısı ne olursa olsun her insan karşısında görüntünün, meselâ fotoğrafın tesiri büyük olabilir; fotoğrafla insanlara daha hızlı ulaşılabilir; fotoğrafla insan hafızasına daha derin bir iz düşülebilir. Bunlar fotoğrafın güçlü yanıdır, büyük bir avantajdır. Ama bu avantajdan hareketle yazı yerine görüntü konmamalı, düşüncelerimize anlam veren kelimeleri ihmal etmemize yol açmamalıdır. Kelimelerden oluşan yazı, bir fikrin tek ve zorunlu durağıdır. İster bütün hayatını fotoğrafa adamış bir usta, ister bir müzik insanı, ister yazıya uzak gibi görünen spor ya da resimle uğraşan olsun, kendi alanında geliştirdiklerini fikre dönüştürmek isteyen her insan için zorunlu ifade şekli yazıdan başkası değildir. Yazı, bütün bir insanlığın temel mücadele ve ifade aracıdır. Düşünen her insan yazıyla ilişkide olmak zorundadır, fotoğrafçı da olsa... Fotoğraf: İlker MAGA Yazılı eserleri geniş ve derin olan dillerin felsefe ve bilim başta, hemen hemen bütün yaratı disiplinlerinde de gelişmiş olmaları bir rastlantı değil, meselenin diyalektiğinin doğal sonucudur: Bir şeyin yazılı temel eserleri varsa, onun üzerinden gelişmek daha sağlıklı ve kalıcı oluyor. Kalıcı her şey sağlam bir temel ister. Bir yaratı alanının o coğrafyada bir felsefesi ve teoriği yoksa o disiplinde büyük ürünler vermek zorlaşır. Alanımız görüntü de olsa, onun felsefesi ve teoriği için yazıya, yani düşüncelerimize karşılık gelecek kelimeye ihtiyaç duyarız. Felsefesi ve teoriği olmayan bir şeyin o coğrafyada olmadığından yola çıkmak yanlış olmaz, çünkü felsefesi ve teoriği yoksa, o toplum sözkonusu disiplini ölçemez, yani değerlendiremez, ondan yararlanamaz, onun neden gerekli olduğunun farkında olamaz; kısacası, o disiplinin ilgili toprağı “vatan” edinmesi iyice zorlaşır. Çağımız kolaycılık çağı. “Ben fotoğrafıçıyım, yazı neden?” diyenlerin sayısı geçmişten çok daha fazla. Böyle bir çağda birbirleriyle karşılaştırmak yerine yazı, görüntü ve sesle bize şimdiye kadar ulaştırılan eserlerden sonuna kadar yararlanmak, her çağdaş insanın görevi, yaratıcı insanın ise daha büyük bir görevi... 13 Kontrast Dosya Konusu Hazırlayan: Zeynep ŞİŞMAN ÇEVRE ELDEN GİDİYOR (MU?) Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir. Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak. Kızılderili Atasözü — Paydos... diyecek bize bir gün tabiat anamız, —gülmek, ağlamak bitti çocuğum... Nazım Hikmet BİZ FOTOĞRAF ÇEKİYORDUK, NEREDEN ÇIKTI ŞİMDİ BU ÇEVRE MESELESİ? Çevre, canlıların içinde yaşadıkları koşulların ve durumun tümü olarak tanımlanmaktadır. Hayatta kalmakta, besin ve barınak bulmakta güçlü olan ve böylece çoğalabilen türlerin gelişimi, hatta kültürel gelişme çevreye uyum olarak kabul edilmektedir. İleriye dönük bir bakışla, canlılar için en iyi yol, değişen koşullara ayak uydurabilmektir, en alt düzeydeki organizmada dahi çevresindeki dünyaya uyum sağlayabilecek ilkel bir sinir sistemi bulunur. İnsan oldukça kısıtlı gövde yeteneklerine karşın, alet üretimi ve kullanımı için gerekli yetenek ve becerilerini sosyal mirasının bir parçası olarak kuşaklar boyunca söz ve yazı ile iletebildiği için iklim ve hava koşullarından korunmuş, türünü devam ettirebilmiştir. Başlangıçta avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insanoğlu, tarım ile yerleşik hayata geçmiş, devamında yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kontrol altına alarak sanayi devrimini gerçekleştirmiştir. “Modern insan”ın bilim ve teknoloji ile artık doğaya hükmettiği, çevreyi tamamen kontrolü altına aldığı düşünülüyor. Sanayi devrimi ile insanın hammadde gereksinimi giderek artmıştır. Üretim katlanarak büyümüş, çevrenin tahribini, fabrika atıklarının sulara ve çevreye karışmasını hızlandırmış ve adım adım çevre felaketlerini hazırlamıştır. Üretim-tüketim döngüsü içinde kârın arttırılması güdüsü sonucu pek çok canlı türünün soyu tükenmiş, ekolojik denge bozulmuş, ozon tabakası delinmiştir. Kârın arttırılmasına dayanan sistemin buna cevabı çevreyi kirleten tüm sanayi dallarını yarı sömürge ve sömürge ülkelere kaydırarak, temiz iş kollarını kendi metropollerinde yoğunlaştırmak olmuştur. 1972 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda alınan bir kararla 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü olarak ilan edilmiş, böylece çevre sorunlarının varlığı küresel düzeyde kabul edilmiştir. Bu dosya konusunda bizler çevre için “fotoğrafçı olarak neler yapabiliriz” sorusunu farklı görüşler ışığında irdelemek istedik. Bilim insanlarının, uzmanların çevre ile ilgili uyarılarına dikkat çekmek, gezegeni kendimiz ve paylaştığımız tüm canlılar Fotoğraf: Mehmet ÖZER 14 Ankara Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf FotoğrafSanatçıları Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Kontrast için yaşanabilir kılmak doğrultusunda, fo-toğrafın insan kaynaklı çevre sorunları konusunda bilinç yaratmak için bir araç olarak kullanılabilirliğini sorgulamak istedik. FOTOĞRAF NE İŞE YARAR? Çevre konusundaki kaygı verici gelişmeler, pek çok insan gibi fotoğrafçıları da harekete geçirdi. AFSAD’lı bir grup fotoğrafsever tarafından önceleri bireysel çabalarla sürdürülen etkinlikler 2011 yılı ile birlikte ciddi bir örgütlenmeye dönüştü ve AFSAD Çevre Çalışma Grubu kuruldu. İklim ve çevre konularında faaliyetler düzenleyen AFSAD Çevre Çalışma Grubu Başkanı Nuran Kansu, bir fotoğrafçı olarak çevre duyarlılığı ile ilgili çalışmaya nasıl başladığını ve sürecin AFSAD’daki gelişimini şöyle anlatıyor: “Her şey 2009 Eylül ayında, www.350. org sitesinden dünyaca tanınan bilim adamları, yazarlar ve aktivistlerin tüm dünyayı iklim için eylem yapmaya çağıran davetleriyle başladı. 24 Ekim 2009’da iklim değişikliğine dur demek için eylem yapan 5000 kente biz de Ankara’dan eşlik ettik. Organizasyonunu benim (www.oncecocuklar.com) yaptığım bir doğa yürüyüşünü, Eymir Gölü’nde iklim değişikliğine dikkati çekmek için çocuklar ve aileleriyle gerçekleştirdim. Aynı gün Perşembe Akşamı Bisikletçileri, İklim için Gençlik, Solaçek ve TÜDEF’in ortak organizasyonu ile 200 bisikletçi Ankara’da bisikletleriyle TBMM’nin önüne gelip bir basın açıklamasında bulundular. Daha sonraki çalışmalarımıza hep birlikte, “350 Ankara” adıyla devam ettik. Üyesi olduğum AFSAD’dan her eylem ve etkinlik için her zaman destek aldım. Güzel fotoğraflarıyla eylemi New York’taki “billboard”larda görüntülememize büyük destek verdiler. 2010’da tüm dünya ülkeleri 350. org’un yeni çağrısı ile, bu sefer eylem yerine “İŞ” yapmak için hazırlıklara başladı. 10.10.2010 yılında 350 Ankara’nın önderliğinde Türkiye’de 10 kentte 350 bisikletçi kendi şehirlerinde bisiklet yolu açtı. Ankara’daki eylemi fotoğraflamak için AFSAD’dan yedi arkadaşım destek verdi. Etkinliğin hemen ardından 350 Ankara’nın farkındalık yaratmak ve bilgilendirmek amaçlı düzenlediği “İklim Enstitüsüİklim” seminerlerinden ilkine AFSAD üye ve yönetim kurulu üyelerinden katılımın olması AFSAD’ın bu önemli konuya olan duyarlılığını arttırdı ve bir sonraki seminer AFSAD’da gerçekleştirildi. 2011’de AFSAD’ın yeni yönetim kurulunun teklifi ile Çevre Çalışma Grubu’nu oluşturduk. Fotoğraf: Koray OLŞEN Grubun amacı doğa, çevre ve iklimle ilgili tehdit oluşturan konularda insanları bilgilendirmek amacıyla, farkındalık ve duyarlılık yaratmaya yönelik fotoğraf çalışmalarını kurumsal olarak sürdürmektir. Çalışmalara hızla başladık. Şu anda grubun “İklim” ve “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” adlı iki alt grubu var. Çevre Çalışma Grubu, etkinliklere katılmak isteyen ya da yeni bir proje ile gelip çalışmasını sürdürmek isteyen herkese açıktır.” Çevre ile ilgili sorunların çözümünde fotoğraf aracılığı ile bir şeyler yapmaya çalışan başka bir grup da Genç Çevre Girişimi. Bu grup da çalışmalarına ETTİK BULDUK başlığı ile yön vermiş. Çalışmaları hakkında sorularımızı grubun lideri Barış Yaşbala şöyle yanıtladı: “Çevreye duyarlı, insanlığın doğanın bir parçası olduğuna inanan ve insansız çevre olmayacağı gibi, çevresiz insan da olmayacağı düşüncesini bir yaşam felsefesi haline getirmiş üniversiteli, genç, çevreci bir girişimiz. Amaçlarımızdan biri olan gençlerin sanatsal, kültürel ve düşünsel faaliyetlerle çevreye duyarlılığını arttırmak için ilk olarak ‘’Doğanın Direnişi’’ Fotoğraf Yarışması’nı düzenledik. Birçok kurumun destek verdiği yarışmanın geri bildirimleri bizi bu alanda yeni projeler yapmaya teşvik etti. Bu sene 19 Mayıs Gençlik Haftası kapsamında gençlerin katılımına açık bir fotoğraf sergisi düzenlemeye karar verdik ve serginin konusunu ‘’ETTİK BULDUK’’ olarak belirledik. Bu sergiyle amaçladığımız gençlerin doğada olup bitenlerin, insanların yarattığı tahribatın farkına varabilecekleri bir bakış açısı oluşturmalarını sağlamak ve bu tahribat geri dönülemez boyutlara ulaşmadan gençlerin harekete geçmelerini teşvik etmekti.” Orman Ağaçları ve Tohumları Araştırma Müdürlüğü’nde görev yapan ve amatör olarak doğa fotoğrafçılığı ile ilgilenen Dr. Selim Kaplan ise çevre ve fotoğraf iliş- kisini sorgulayan bir yaklaşımla bizlere şunları söyledi: “Doğa ve çevre kavramları zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. İnsanlık doğuşundan günümüze ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, kendisi ile birlikte doğa kavramının öğeleri olan toprak, su, hava, bitkiler ve hayvanlara müdahale ederek onları olumlu ya da olumsuz olarak etkilemiştir. İnsanların çevrenin öğelerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanma ve dönüştürme çabaları sırasında doğaya verdiği zararın, doğanın kendini yenileyebilme özelliği nedeni ile uzun süre farkına varılmamıştır. Kullanma ve dönüştürme doğanın kendini yenileyebilme kapasitesinin üstüne çıkınca çevre sorunsalı ortaya çıkmıştır. Doğal çevre insanlık tarihinin başlangıcından itibaren değişik zamanlarda, değişik fonksiyonlar üstlenmiş; barınma, beslenme, enerji, dinlenme, su ve hava ihtiyacını karşılarken, sanat alanında da ilham kaynağı olmuştur. Sanat ve onun bir kolu olan fotoğrafçılığın farklı tanımlarını düşündüğümüzde, insanlığın kendisinin de bir parçası olduğu doğal çevre ile nasıl bir etkileşim içinde olduğunu anlamak mümkün olabilir. Düşünürlerin, sanatçıların doğa ve yaşamla kurdukları ilişkiler sonucunda ortaya koydukları ürünlerin, toplumların varlıklarını devam ettirmeleri için ihtiyaç duyduğu kültürel birikimi oluşturduğu kabul edilebilir. Bugün çevre sorunlarına ilişkin paradigma küresel kapitalizmin “açgözlü” üretim ve tüketim anlayışının yol açtığı bir dizi çevre sorunsalının varlığı ve buna karşı Acaba durum bu kadar basit, açık ve şeffaf mıdır…? Küresel kapitalizm kendine karşı toplumsal muhalefeti bertaraf etmek, bölmek, parçalamak için bir alan mı keşfetmiştir? Hatta bu alandan kendine yeni bir tüketim ve kar alanı mı yaratmaktadır…? 15 Kontrast Fotoğraf sanatı için “makinenin arkasında duran kişinin düşünce dünyasına uygun kareleri çekip sunmasıdır” tanımı yapıldığına göre, fotoğraf sanatçılarının çevre konusundaki düşünce dünyalarını farklı açılarda zenginleştirerek sunumlarını yapmaları, bu konularda dünya toplumunun ihtiyaç duyduğu kültürel birikime katkı koyabilecek midir?” AFSAD Çevre Grubu’nun ANADOLU’YU VERMEYECEĞİZ ekibinde yer alan Özgür Yıldırım fotoğrafçıları da bu eyleme katılanları desteklemeye çağırırken “Eğer bugün onların yanında yer almazsak, yarın fotoğraflarımıza konu olacak bir doğa kalmayacak” diyerek haklı bir isyanı seslendiriyor, fotoğrafçıları, fotoğraflarına konu ettikleri yaşamlara daha duyarlı olmaya davet ediyordu. Aynı gruptan Hilmi Aslan söz konusu hareketi şöyle özetliyor: “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyen insanlar, kendiliğinden ve hiçbir grupla, dernekle, siyasi partiyle ilişkileri olmadan bir araya gelip, ilk olarak 2 Nisan’da Doğu Karadeniz Kervanı olarak Artvin’den yola çıktılar. Suların siyanürle kirletilmesine, Kaz Dağları’nın doğal yaşamının yok edilmesine, derelerine bent vurulan Karadeniz’in bitki ve hayvan zenginliğinin yok edilmesine, Akkuyu’da yapılması düşünülen Atom Santralinin kurulmasına ve daha birçok doğa tahribatına dikkat çekmek ve bu konuda bilinç oluşturmak amacındaydılar. Başkent Ankara’da bir araya gelip seslerini ülkeyi yönetenlere duyurmak için Anadolu’nun 11 ayrı bölgesinden, Başkent’e yakınlıklarına göre değişik tarihlerde yola çıktılar. Ankara’ya ilk ulaşan Orta Anadolu Kervanının şehre girmesine izin verilmedi ve “Leylekler artık poşet getiriyor!” 16 kervan Gölbaşı’na dört kilometre uzaklıkta beklemeye zorlandı. Anadolu’nun diğer bölgelerindeki kervanlar da Ankara’ya geldikçe bu bölgeye yönlendirildi. Anadolu’yu Vermeyeceğiz ekipleri 20 Mayıs günü Başkent Ankara’ya yürümek için yola çıktıklarında, dinlenme tesislerinin dışında güvenlik ekiplerince durduruldu. Böylece, Kervanların Ankara’ya ulaşması engellendi. Onlar şehre gelemeyince, doğa dostları onlara destek vermek için oraya gitmeye başladı.” SİSTEM BİZİ TÜKETİCİ, GEZEGENİ HAMMADDE HALİNE GETİRDİ... Çevre ile ilgili sorunların temelinde ekonomik büyümenin sağlanması için tüketim toplumu haline getirilmemiz yatmaktadır. İnsanlar karnını doyurma, barınma gibi temel gereksinimlerinin çok uzağında; ihtiyaçları medya tarafından belirlenen, belli markalara sahip olmanın sosyal prestij sağladığı, otomobilin ulaşımın merkezine yerleştiği, tek kullanımlık ürünlerle atık dağları oluşturan, doğadan uzaklaşmış, sürekli tüketen kitlelere dönüştürülmüştür. 1980 sonrası yeni-liberal düşünce tarzıyla, harcadığı kadar özgür olduğuna inanan, kendine ait vakitlerini AVM’lerde geçiren, en yeni ürünü satın alma tutkusu olan kuşaklar yetişmiştir. Hatta, “küresel ısınma” ve “iklim değişikliği” olgularına indirgenen çevre sorunları kendi sektörünü de yaratmakta gecikmemiştir. Karbon salınımını azaltan eşyalar, yeşil teknolojiler, beyaz eşyadan gıdaya ekolojik ürünler insanların sempatisini de kazanarak tüketim sürecinin de- Ankara Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf FotoğrafSanatçıları Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Fotoğraf: Hamide KAN vamını sağlayarak kısırdöngü yaratmaktadır. Sanayiye dayalı üretim yoğun bir hammadde talebi ortaya çıkararak, dünyanın doğal bileşenlerini, hava, su ve toprağı birer hammaddeye dönüştürmektedir. İnsanoğlu doğanın efendisi olarak maden yataklarını, ormanları, sanayinin hizmetine sokmuş; ekonomik gelişimini “doğal kaynakların” acımasızca sömürülmesi üzerine dayandırmıştır. Doğa koruma ve doğa fotoğrafçılığında bir duayen olan Tansu Gürpınar uzun yıllara dayanan gözlemlerini şöyle özetliyor: “İnsan, varlığını sürdürebilmek için doğal kaynaklardan yararlanmak zorundadır. Bunu yaparken elverdiğince akıllı davranması kendi geleceği açısından yaşamsal önem taşır. Bilindiği gibi doğal kaynaklar genel hatları ile “yenilenebilir” ve “yenilenemez” olmak üzere ikiye ayrılır. Su, hava, orman, sulak alan ve benzerleri yenilenebilir; toprak, maden ve fosil yakıtlar ise yenilenemez nitelik taşırlar. Su ve hava meteorolojik koşullara bağlıdır. Sulak alanlar, meralar, ormanlar, yaban hayatı yenilenebilir doğal kaynaklardır ve doğru kullanıldığı takdirde sosyal ve ekonomik amaçlar için güvenilir ve sürdürülebilir kaynak olma niteliklerini korurlar. Basit bir örnekle açıklayacak olursak, belirli büyüklükteki bir ormandan bilimsel verilere göre her yıl düzenli olarak belirli miktarda ağaç kesilerek kereste ve odun üretimi yapılabilir. Böylelikle ormanın ekolojik yapısı bozulmadığı gibi, oksijen üretimi, su rejimlerini düzenleme, yabani hayvanlar için yaşama ortamı, insanlar için rekreasyon alanı olma özelliklerini de devam ettirir. Çevresinde oluşturduğu estetik değerlere ise paha biçilemez. Örnekler diğer doğal kaynaklar için çeşitlendirilebilir. Ülkemizde yenilenebilir doğal kaynakların kullanımında akıllıca davrandığımız söylenemez. Ormanlara ilişkin gözlemlerim altmış yılı aştı. Bu süre zarfında ormanlar hep azaldı. 1940’lı yıllarda Bafra ovasının bir orman denizine benzediğini anımsıyorum. 1950’li yılların ilk yarısında Ankaraİstanbul arasında yol, Bolu’dan itibaren ormana girer, Adapazarı yakınlarına kadar neredeyse tamamen ormanlar içinden giderdi. Orman azalmasının 1950’li yıllardan itibaren ivmelendiği bir gerçek. Bu duruma, makineleşmenin doğal kaynaklar üzerindeki tahrip gücünün artmasının rolü olduğu kadar, siyasetin ormana bakış açısının da etkisi mevcut. Orman Teşkilatı’nın ormanların değerlendirilmesinde çağdaş teknik ve yöntemleri kullanma gayretleri sorunun çözümünde yeterli olamamıştır. Siyasetin ve toplumun ormana yaklaşımı (aslında bir- Kontrast Söyleşi: Şule TÜZÜL Fotoğraflar: Gülümser İŞÇELEBİ birinden pek farklı değil) bu varlığın nicelik ve niteliğinden sürekli kaybetmesine neden oluyor. Bu kayıplar son yıllarda çok arttı. 2006 yılında gelirini orman ürünleri satışından sağlayan Orman Genel Müdürlüğü Türkiye’de en fazla kurumlar vergisi ödeyen kuruluş oldu. Sonraki yıllarda da tempo pek değişmedi. Orman varlığının çevrenin en temel yapı taşlarından biri olduğunu anlayan ve ona sahip çıkan iki devlet büyüğümüz olmuştu: Fatih Sultan Mehmet ve Kemal Atatürk. Özellikle Fatih Sultan Mehmet’in yaşadığı dönemde doğal çevre ve sağlık alanında yaptıkları dikkate alındığında, tarihin kaydettiği en büyük çevrecilerden biri olduğunu söylemek sanırım abartılı bir ifade olmaz. Önlerinde bu iki güzel örnek varken mevcut siyasi kadroların ormanları ihmal etmeleri, daha da kötüsü, oy avcılığına alet etmeleri, keçiden, baltadan, yangından daha kötü. Ağaçların oy hakkı yok, oy hakkı olanların da bilgi ve sevgisi eksik. Türkiye’de durum böyle iken dünyada nasıl? Ormanlar, özellikle tropikal yağmur ormanları büyük baskı altında. Her yıl yüz binlerce kilometrekarelik tropikal orman alanı bu niteliğini yitiriyor ve atmosferdeki CO2 miktarı artıyor. Ormanlar atmosferdeki oksijenin en önemli kaynaklarından biri olduğu kadar CO2’nin de en önemli kullanıcısı durumunda. İklim Değişikliği Sözleşmesi’ndeki tanımıyla “yutak”. Bu sözleşme ormanları ve sulak alanları CO2 miktarını azaltmakta en etkili yutaklar olarak tanımlıyor. Peki, ormanlarını koruyanlar, geliştirenler var mı? Neyse ki var. Hangi ülkeler? Sanayileşmiş, kalkınmış, gelişmiş ülkeler. Onlar da ormanlarından ağaç kesip ihtiyaçlarını karşılıyorlar ama yukarıda belirttiğim şekilde; bilimsel verileri aklın süzgecinden geçirerek uyguluyorlar kesimleri. Kestiklerinden fazlasını da dikiyorlar. Siyasette ağacı, ormanı sevgiyle kucaklayan liderler eksik değil. Toplum bitkilerin hayatımızdaki yerini doğru olarak biliyor ve ona göre değerlendiriyor. Bütün bu global tabloda ormanlar için umutlu şeyler söyleyebilmek zor. Ormanlarını koruyan ülkelerin çabaları iklim değişikliği etkilerini tamponlamak için yeterli değil. Endüstride, özellikle de otomotiv endüstrisinde karbon gazlarını azaltan teknolojilerin olumlu etkisi, üretilen milyonlarca motorlu araç karşısında zayıflıyor. Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların toplam enerji içindeki payının azalması, özellikle rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygınlaşması, insanların tüketim iştahlarının azalması, insanların birbirlerine ve çevrelerine daha anlayışlı, daha sevecen yaklaşmaları, iklim değişikliği ve biyolojik çeşitliliğin azalması gibi küresel çevre sorunlarının azaltılmasında yarar sağlayabilir. Bütün bu yerel ve global çevre sorunları karşısında fotoğrafın ve fotoğrafçının yerinin ve rolünün önemli olduğunu düşünmüşümdür. Fotoğraf ondokuzuncu değil de dokuzuncu yüzyılda icat edilmiş olsa idi tarihin akışının farklı olacağı da yine bu bağlamdaki düşüncelerimdendir. Fotoğrafın anlatım gücü bazen akan suları durduracak kadar büyük olabiliyor. Vietnam Savaşı’nı savaş fotoğraflarının bitirdiği yorumunu getirenler yukarıdaki ifadeyi doğruluyor. Günümüz dünyasını, doğasını, çevresini fotoğraflamak sahip olduklarımızı tanımamızda, tanıtmamızda çok etkili araçlar. Sevmenin yolunun tanımadan geçtiği anımsandığında fotoğrafın bu konudaki işlevinin önemi daha iyi anlaşılır. Otuz kırk yıl öncesinde çoğumuz için flamingo, TRT’de yayınlanan “Flamingo Yolu” dizisinin jeneriğinde gösterilen kuşlar; pelikan ise bir dolmakalem markası idi. Bu kuşların Sultansazlığı’nda, Kuşcenneti’nde çektiğim fotoğraflarından oluşan dia gösterilerinde izleyenlerin mutluluk dolu coşkularını değerli anılar olarak saklıyorum. Fotoğrafçının çalıştığı konuya olan duyarlığına Ansel Adams iyi bir örnek oluşturur. Siyah beyazda “Zone” sistemini kuran, arkadaşı Edward Weston ile pozometrelerin ölçüm tekniklerini geliştiren Adams, başta Yosemitee olmak üzere ABD milli parklarının fotoğraflanmasına büyük emek vermiş, milli parkların tanıtılması ve korunması için sergiler açmış, konuyla ilgili bini aşkın makale ve benzeri metin kaleme almıştır. ABD’de bulunmuş olanlar bilir. Millî parklar orada bütün vatandaşlar için yaşamın bir parçasıdır ve bugüne gelinmesinde Adams’ın önemli katkısı olmuştur. Ülkemizdeki doğa fotoğrafçılarının doğayı fotoğraflarken sosyal boyutunu gözettiklerini biliyorum ve yaklaşımlarını takdirle karşılıyorum. Şimdi daha da iyilerini yapıyorlar ve doğada belirli konuları sistematik olarak işliyorlar. Bu çalışmaların birbirleriyle ilişkilendirilmesi, bütünlenmesi ve erişim olanaklarının sağlanması bu alandaki emekleri daha da verimli hale getirecektir.” RÜZGAR VE GÜNEŞ BİZE YETER (Mİ?) Hızla artan nüfus, şehirleşme ve sanayileşmeye paralel olarak enerjiye olan ihtiyacımız kaçınılmaz bir şekilde büyümektedir. Son yıllarda uzmanlar sürekli bir enerji krizinin kapımızda olduğu konusunda uyarılarda bulunuyor. Neden bu kadar çok enerjiye ihtiyacımız var? Sürekli artan enerji fiyatlarından, “iklim değişikliğine, çevre kirliliğine” yol açan sonuçlarından kurtulmak için ne yapılabilir? Yenilenebilir enerji kaynakları, enerjinin verimli kullanımı sorunumuzu çözer mi? HES’ler, nükleer santraller kaçınılmaz mı? Bu konuda görüşüne başvurduğumuz Makine Mühendisleri Odası Ankara Şube Enerji Komisyonu Üyesi İzzet Seferbeyoğlu sorularımızı şöyle yanıtladı: “İklim değişikliğine karşı mücadelede alternatifimizin var olduğunu gösteren bir slogan vardır: “Rüzgar ve güneş bize yeter”. Zaten bu Fotoğraf: Nail YOLLU 17 Kontrast sözlerin ardında genelde kömürcü ve nükleerci lobinin argümanları hazırdır. “Mumla mı aydınlanacaksınız?” diye sorarlar. 2050 yılında bütün enerjimizin yenilenebilir enerjiden karşılanacağına dair bir dizi rapor artık ortaya çıkıyor. Ancak, bütün bu senaryolar, sınırsız ve sorumsuz bir enerji kullanımı ile mümkün mü? Ya da ne zamana kadar yeter? Oysa, konuyu enerjinin verimli kullanılması üzerinden tartışmak daha ön açıcı olmaktadır. Yani konuyu şu kadar MW nükleer santral kurarsak çözülür ya da şu kadar MW rüzgar ve güneş santrali kurarsak iyi olur ekseninden kurtarmak gerekiyor. Elbette ki nükleer santral güvenlik, pahalılık ve atık; termik santraller saldıkları emisyonların sakıncaları açısından sonuna kadar tartışılacak. Ama asıl tartışılması gereken konu bu yaşam; bizi tüketici duruma hapsetmek için var olan aşırı ve adaletsiz üretim biçimimizi karşılayabilecek elektrik üretim tesislerinin de bir sınırının olduğudur. Daha da vahimi yerkürenin bunu kaldıramamasıdır. Enerji verimliliği konusuna geri dönersek sorulacak birkaç soru konuyu özetler: “Nükleer santrallerden elde edilecek elektrikten daha fazlasının, elektrik iletim ve dağıtım hatlarında %15 olan kayıpkaçak oranının iyileştirmesiyle elde edilecek kazançtan daha az olması!” “Doğalgazı olmayan Türkiye, elektrik üretiminin %50’sini neden doğalgaz çevrim santrallerinden karşılamaktadır?” “Al ya da öde anlaşması çerçevesinde almadığımız doğalgaz için ne kadar para ödedik?” “Fosil yakıtlara harcanan paralarla bugün daha verimli ve yenilenebilir bir enerji sistemi kuramaz mıydık?” “Isı yalıtım hesapları merkezî sisteme göre yapılmış binalarda doğalgazla ısıtma sistemlerine geçildiğinde merkezî sistemlerin bozulması ve evlere eski teknoloji ve ihtiyaç fazlası kombilerin takılması sonucu ne kadar enerji havaya uçtu?” “Otoyol yerine trenle insan ve yük taşımacılığı yapıldığında enerji kazancı ne olacaktır?” “Ankara’da maliyeti öne sürülerek yapılmayan metro güzergahlarında bireysel araç kullanımında, trafikte harcanan zaman ve yakıtın maliyeti ne kadardır?” Sorular çok, cevapları basit. Burada önemli olan niyet. İstenirse nükleer ve termik santral kurmadan da yaşam sürer.” Türkiye’de nükleer santral kurulması gündemdeyken, yakın zamanda Japonya’da yaşanan nükleer felaket henüz hafızalardayken, nükleer santrallerin çevre ve halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı. Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Ferruh Yavuz aynı zamanda NÜSED - Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre için Sağlıkçılar Derneği’nin kurucularından. Diyor ki: “Bizim öykümüz Türkiye’deki egemen güçlerin, dünyadaki nükleer lobilerle işbirliğinin ilginç bir örneğidir. Size bu öyküyü özetleyerek, halkın nükleer enerjinin gereğine ve tehlikesizliğine nasıl ikna edilmek istendiğini kısaca anlatmak istiyorum. NÜSED olarak 1987’de Çernobil’den dokuz ay sonra kurulduk. Ancak, resmen faaliyete geçebilmemiz için valiliğin izni gerekiyordu. Valilik, bizim gibi sorumsuz (!) kişilerin yapacağı açıklamaların halkı paniğe sürükleyeceğini gerekçe göstererek, savcılığa kapatılmamız başvurusunda bulundu. Savcılık, kurulmamızda bir sakınca görmedi. İdare mahkemesine başvurdular, o da sakınca bulmayınca Danıştay’a gittiler. Sonunda yasal olarak kurulduk; ama ilk genel kurulumuzu yapabilmek için aradan 39 ay geçmesi gerekti. O sırada neler mi oluyordu? İhraç ettiğimiz bütün mallar radyasyonlu oldukları gerekçesi ile geri dönüyordu, Kenan Evren televizyonda çay içiyor: “Bakın ben içiyorum bir şey olmuyor” diyor, Turgut Özal televizyona çıkıp az radyasyon yararlıdır diyor, Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral televizyonda çay içiyordu (yıllar sonra bunun için halktan özür diledi). 6-7 yıl sonra Trabzon Tıp Fakültesi’nin, bölgede kanserlerin arttığını gösteren araştırmasını TAEK, Hacettepe’nin de desteği ile yalanlıyordu. Halktan yana siyaset yapan Erdal İnönü, Deniz Baykal ve Bülent Ecevit de nükleer santral yapılmasını istiyorlar, doğa savunucularını hiç dinlemiyorlardı. Ecevit tam santrali başlatacakken ekonomik kriz araya girdi ve mecburen vazgeçti. Ortağı Mesut Yılmaz aynı gün, yabancı şirketlere yaptıkları masraflar karşılığında (dikkatinizi çekerim onlar istemeden) 30 milyon dolar ödememiz gerektiğini söyledi. Sık sık elektrikler kesildi. En son Japonya’daki felaketin hemen arkasından Erdoğan, nükleer santrallerin mutlaka yapılacağını söyledi. Burada size hepinizin bildiği radyasyonun çevreye verdiği zarardan, nükleer atık sorunundan, deprem ve tsunami tehlikesinden söz etmeyeceğim. Onun için diyoruz ki; en ucuz enerji tasarruf edilen enerjidir; güneş, rüzgar, dalga, jeotermal gibi yenilenebilir ve çevreye zararsız enerji kaynakları varken nükleere, HES’lere ve fosil yakıtlı santrallere HAYIR. Almanya 2022’ye kadar bütün nükleer santrallarını kaldırma kararı aldı. İtalya hükümeti, kurulması planlanan 12 nükleer santral projesini askıya aldı, halkın tepkisinden çekindikleri için referanduma gitmekten de vazgeçtiler. Bunlara karşılık Mısır, tıpkı Türk hükümeti ve yandaşları gibi 4 nükleer santral yapma kararı aldı. Biz buna layık mıyız? Buna boyun eğecek miyiz? İşte bütün mesele bu!” AKTİVİSTLER NELER YAPIYOR? Dere yataklarının yapılaşmaya açıldığı, kıyıların otoyollar ile yok edildiği, orman alanlarının taş ocaklarına dönüştürüldüğü, yerleşime açılmaması gereken kaçak yapı alanlarında “kentsel dönüşüm” adı altında yapılan uygulamalar ile ülkemizde, kentlerimizde giderek artan biçimde sel, toprak kayması gibi felaketlere bağlı olarak insanlarımızı kaybetmekteyiz. Neyse ki, hukuka uymayan, teknik ve bilimsel gerçeklere dayanmayan yaklaşımların Fotoğraf: Nedim Ozan TEKİN 18 Ankara Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Kontrast sonucu ortaya çıkan bu çevre felaketlerine karşı, toplumda, siyasetçilerde, basın dünyasında duyarlılık yaratmak için çaba gösteren, kampanyalar düzenleyen pek çok kişi ve kuruluş bulunmakta. İklim değişikliğini durdurmak için atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun milyonda 350 parçacığa düşürmek için çaba harcayan 350 Ankara hareketi aktivistlerinden Önder Algedik bizi iklim için harekete geçmeye çağırıyor: “1979 yılından bu yana, hükümetler iklim değişikliğini “müzakere” ediyor. Bugün atmosferdeki karbondioksit miktarı 393 ppm (milyonda parçacık sayısı). Bu yaklaşık bir derecelik küresel ısınma anlamına geliyor. Ancak sorun, artık ısınmanın da ötesinde, aşırı iklim olaylarının olağan hale geleceği, iklimin devrilme noktası. 2007 yılına kadar, böylesi bir noktanın 450 ppm olduğu düşünülüyordu. Ancak, o yıl çıkan raporda 450 ppm’nin çok riskli olduğunu ortaya koyarken, bilim, güvenli yoğunluğu geçtiğimizi ve bunun da 350 ppm olduğunu ortaya koydu. İklim değişikliğinin faturasını hiç suçu olmayan fakirler ve fakir ülke halkları acı bir şekilde öderken, bizler de bu faturadan payımızı acı bir şekilde alacağız. Çözüm için ülkeler bir taraftan azaltım hedefleri koyarken, bir taraftan 2012’den sonrası için Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük dönemi anlaşmasını ağırdan alıyor. Ülkelerin hedefleri yeterli değil. Bu hedefler sadece iklimin devrilme noktasına dair riskleri birkaç yıl öteleyecek kadar; ama çözecek kadar değil. Hiç yükümlülüğü olmayan Maldivler 2020’de karbon nötr olmayı hedeflerken, Etiyopya gibi ülkeler herkesi imrendirecek projelere imza atıyor. Ülkelerin attıkları adımlar yeterli değil; ancak, Türkiye hiçbir adım atmıyor. Hâlâ kömürün hepsini kullanmayı hedefliyor, toplu taşıma ve raylı sistem yerine otoyollar planlıyor ve sera gazı salımlarını ikiye katladı bile! Zamanımız geçiyor, belki geçti bile! Bugün gereken adımları atarsak yarının tehlikelerini daha hafif atlatacağız. Ancak, politikacılar bu noktada değil. Bilim dünyası 350 ppm’nin güvenli karbondioksit yoğunluğu olduğunu açıkladıktan sonra, dünyada 350 hareketi ortaya çıktı. 24 Ekim 2009’da 4500 kentte harekete geç çağrısı ile eylemler yaptı. 10.10.2010’da ise politikacıları beklemenin ötesine geçmek için iş yapma çağrısı ile 6000 kentte eylem yaptı. 2011’de ise daha fazla kentte ve insanla 24 Eylül’de sokakta olunacak! 350 Ankara, 24 Ekim’de meclis önüne yüzlerce bisikletli ve yaya ile çı- karma yaparken, 10.10.10’da 10 kentte bisiklet yolu açılışı yaptı. “Biz bisiklet yolunu açıyoruz; politikacılar, siz de iklimin yolunu açın” mesajını verdi. 350 Ankara içinde bir dizi aktivist var. İçlerinde, fotoğrafçılar, bisikletçiler ve tüketici örgütleri yer alıyor ve herkese ulaşmaya çalışıyor. Ancak, iklim meselesi hepimizin meselesi ve geleceğimiz için herkesin harekete geçmesi gerekiyor! “ İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ, FELAKET Mİ OLAĞAN DÖNGÜ MÜ? Belirli dönemlerde, gezegenimizin unsurları arasındaki doğal dengenin çeşitli nedenlerle bozulmasına bağlı olarak, iklimde de büyük değişmeler yaşanmaktadır. Doğal etkenlerle ilişkili olan bu değişmelere, endüstri devrimiyle birlikte, insan etkilerinin de katkısı olduğu düşünülmektedir. İklim değişikliği konusu bilim insanları, düşünürler, çevre aktivistleri arasında sürekli tartışılıyor. Yukarıda Önder Algedik’in belirttiği gibi, bir grup, iklim değişikliğinin sanayileşme ve tüketim toplumu gibi etkenlerle dünyayı ve yaşamı yok edebilecek tehlikeli bir süreç izlediğini, bu nedenle önlemler alınmasını savunurken, başka bir grup bu sürecin doğal olduğunu ve bu kadar kaygılanmaya gerek olmadığını söylüyor. Hacettepe Üniversitesi, Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam sürecin doğal akışını izlediğini düşünenlerden. Sayın Saydam konu ile görüşlerini bizim için şu şekilde özetledi: “Günümüzde çevresel sorunların ulaştığı boyut, ister istemez her olumsuz olayı insan eli ile bozulan doğanın bir cezalan- dırması şeklinde algılamamıza neden olmaktadır. Emin olun ki, geçmişte de böyle olaylar olmakta idi; ancak, küresel anlamda ulaşılan insan sayısı ve doğal olarak yaşam alanlarının gelişmesi, haberleşme, uydu verileri derken, meydana gelen her olaydan anında haberdar olmamız bizi hemen kötü düşüncelere itebilmektedir. Yerküre var olduğu süreçte kimi zaman ısınmış, kimi zaman da soğumuştur, bunlar doğası gereği oluşan salınımlardır. İşte bunların farkında olmamız bir kışı ılıman, diğerini de soğuk geçirdiğimiz zaman bizi farklı düşüncelere itmektedir. Çok değil, daha 2011 kışını gayet ılıman geçiren bir Anadolu ve hemen kuzeyinde kara kıştan kasıp kavrulan bir Avrupa. Onlara göre küresel soğuma, bize göre küresel ısınma. Tüm dertler de buradan başlıyor zaten. Mevsimsel değişimler ile küresel iklim değişimleri arasındaki fark. Mevsimsel salınımların döngüsü 50, 100, hatta 500 sene olabiliyor; ama küresel iklim değişikliklerinin zaman aralığı binlerce seneler ile ifade edilebiliyor. Bir faninin yaşamı sürecinde küresel iklim değişikliğinin alt veya üst tepe noktasını görebilmesi neredeyse imkansızdır. Çünkü bu süre en az 2-3 bin senelik bir zaman dilimini kapsamaktadır. Halbuki en iyi ihtimal ile yaşam sürecimiz ise sadece 80-100 sene. Bu noktaya temas ettikten sonra, gelelim yaşam sürecimizde yaşadıklarımıza. Elbette değişen bir şeyler var. Anılarımızdaki hava koşulları, yaşadıklarımız, doğal çevremiz, kuşlar, ağaçlar. İşte ağaçlar denilince bir başka olay da geliyor dikkatimize. Ağaçlar her geçen sene, büyümelerini gövdele- Fotoğraf: Özgür YILDIRIM 19 Kontrast rine bir halka olarak resmediyorlar. Yağışlı geçen sene geniş, yağışı az olan sene için ise dar bir halka ve bu süreç ağacın yaşamı boyunca devam ediyor ve de biliyoruz ki, bazıları da bin sene yaşıyor. İşte bunlardan alınan örneklere bakıp geçmişte ne olmuş onlar hakkında da yorum yapan bir bilim dalı bile var. Özetle, bu bilim dalına ait yayınlar diyor ki; Doğu Akdeniz’de 1400 seneden bu yana yağış rejiminde değişen hiç bir şey yok, her şey normal, olağan koşullarda sürüp gidiyor. Ve bizi şaşırtıyor. Halbuki bizim beklentimiz bir şeyler değişiyor sinyalini görmek; olmayınca, göremeyince kızıyoruz nedense, ama onlar, yani ağaç halkaları yalan söylemeyi bilmiyor ki! Neyse onu resmediyor. İçinizi rahat tutun, inanması zor belki; ama değişen bir şey yok, aslında var elbette. Farkındalığımız artıyor, teknoloji her yere anında ulaşabilmemizi sağlıyor; ama halen doğal güçlerin, doğanın acımasız kuvveti, kudreti altında ezilip gidiyoruz. En gelişmiş ülke de, en geri kalmışı da aynı kaderi paylaşıyor. Biri dertlerini daha çabuk sarabiliyor. Fark sadece bu kadar. Bunlar aslında ona saygımızın sürmesi gerektiğini anımsatan olaylar ve ona rağmen değil; onunla yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini gösteren acımasız gerçekler.” TUKODER Ankara Yönetim Kurulu Üyesi ve 350 Ankara aktivistlerinden Tülin Yıldırım ise iklim değişikliğine karşı mücadelede Türkiye’nin durumunu şöyle açıklıyor: “İklim Değişikliği ile ilgili yürütülen müzakerelerde Türkiye aktif bir rol oynamadığı gibi, mümkün olduğu kadar sessiz kalarak ya da görünmez olarak sorunun kendisini pas geçeceğini düşünüyor. Bundan bir süre öncesine kadar sadece gelişmiş ülkelerin yarattığı iklim değişikliğinden bahsedilip onların çözüm üretmesi beklenirken, artık gelinen noktada gelişmiş ülkeler emisyonlarını sıfırlasa bile, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerdeki artışın iklim değişikliğini devam ettireceği araştırmalarla ortaya kondu. Nitekim, Türkiye’nin kişi başı CO2 salınımları (5.3 ton) dünya ortalamasının (4.3 ton) oldukça üstünde. Üstelik iklim değişikliğinin yaratacağı kuraklığın da Akdeniz coğrafyasında yer alan bölgeleri ciddi olarak etkileyeceği bilinmektedir. Türkiye, müzakerelerde, gelişmekte olan ülke statüsünde olduğu için sorumluluk almayacağını belirtmiştir. Fakat aynı ekonomik büyüme değerlerine sahip Meksika (%30), Endonezya (%26), G. Kore (%30) gibi ülkeler Kopenhag Uzlaşması çerçevesinde gönüllü olarak yapacakları azaltım hedeflerini bildirirken Türkiye bil- Pembe olanlar erişkin, kahverengi çalılık gibi görünenler yavru, üstte de yuvaları. Tuz Gölü’nün güneyinde Türkiye’nin ikinci büyük flamingo kolonisi yaşıyor. Ancak Tuz Gölü’nün gün geçtikçe azalan suları nedeniyle her sene sayıları giderek azalıyor. Fotoğraf: Melih ÖZBEK 20 Ankara Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 dirimde bulunmadı. Üstelik az gelişmiş ülkelerden Etiyopya bile bir dizi yenilenebilir enerji projesi yapmayı taahhüt etti. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın UNDP ile beraber hazırladığı ve yakında yayınlanacak olan Eylem Planında ise, daha önce hazırlanan strateji belgelerinde yer alan 2023 için %100 HES ve %100 kömür santrali hedeflerine sadık kalındığı görülüyor. Hala, talep oluştuktan sonra raylı sistem alt yapısı oluşturulmasından bahsediyor ve bunu 2020 hedefi olarak koyuyor. Çevre Tüketim Vergileri ile elde edilen paranın nereye gittiği bilinmezken bu vergileri artırmaya çalışıyor. İklim değişikliğine karşı uyum için çalışma yapılmayan, hedef koymayan, ve bunlarla beraber iklim değişikliği karşısında büyük kayıplara uğrayacak bir ülkede hükümetlere baskı yapıp adım attırmak ise sivil topluma düşüyor.” SIRA BİZDE... ÇÜNKÜ AĞAÇLARIN OY HAKKI YOK! Doğa fotoğrafçısı, AFSAD Doğa Atölyesi eğitmeni Tarık Yurtgezer, çevre sorunları ve doğanın korunması ile ilgili olarak biz fotoğrafçılara düşen sorumlulukları şöyle açıklıyor: “İklim değişikliğini en iyi gözlemleyenler arasında doğa fotoğrafçılarını sayabiliriz. Çünkü doğa fotoğrafçıları birkaç yıl arayla gittikleri aynı bölgedeki değişimleri görmekte ve belgelemekteler. Özellikle İç Anadolu’daki sulak alanlarda bu değişim belirgin bir biçimde kendisini gösteriyor. Dört yıl önce gittiğimiz göllerin su seviyesindeki düşüşler bölgedeki iklim ve yağış düzensizliklerinin ve yeraltı su seviyesindeki azalışların da göstergesi oluyor. Dört yıl arayla çekilmiş iki fotoğrafı yan yana koyduğumuzda durumun vahameti ortaya çıkıyor. Bu durum bilimsel araştırmalarla ortaya konmuş olsa bile, fotoğraflar çok daha etkileyici olabiliyor. Doğa fotoğrafçıları bu sorunları ortaya koydukları gibi, sürecin sonunda yitirmemizin kaçınılmaz olduğu doğal değerlerimizi de göstermek, belgelemek gibi bir görevi üstlenip kamuoyu oluşumuna yardımcı olabilirler. Örneğin, Tuz Gölü’nün kuraklığa ve yeraltı su seviyelerindeki düşüşlere bağlı olarak yıldan yıla küçüldüğü kamuoyunca bilinmektedir. Fakat yitip giden sadece Tuz Gölü dediğimiz su birikintisi midir? Kamuoyunun bunu bilmesine rağmen Tuz Gölü çevresinde yaşayan, bu göle bağımlı, gölle birlikte bir ekosistem oluşturan canlılar ve akarsu, jeolojik oluşumlar gibi doğal yapılar hakkında hiç bilgisi yoktur. Bu ve buna benzer eko sistemlerin fotoğraflanması, bu alanlarda faaliyet gösteren doğa Kontrast korumacı kuruluşlara görsel malzeme sağlayıp ortak çalışmalar yapılması doğa fotoğrafçıları için bir görev gibi görünmekte. Bunun için doğa fotoğrafçılığının kurumsallaşması gereklidir. Fotoğraf dernekleri bünyesinde çalışma yapan doğa fotoğrafı grupları için bu tip çalışmalar hem bir fotoğraf çalışması hem de doğanın korunmasına katkı sağlayacakları bir etkinliktir. Dünyada yedi milyar insan yaşamakta. Bu muazzam bir popülasyon. Bu kadar insanın barınma ihtiyacı, ısınması, gıda gereksinmesi ve bunların karşılanması için sanayi üretimine hız verilmesi, doğal kaynakların hızla tüketilmesi ve tüm bunların sonunda doğaya bırakılan atıklar, diğer canlıların yaşam alanlarının daralması… Bütün bunlara bakınca karamsar olmaktan daha çok umutsuzluğa kapılıyo- Kayın ormanında sonbahar, Küre Dağları Milli Parkı Fotoğraf: Tansu GÜRPINAR rum. Doğayı korumalıyız; ama bilmeliyiz bir yelpazede özeleştiriye ihtiyacımız Tansu Hocamızın dediği gibi: : “Ağaçki, doğa koruma çalışmaları kaçınılmaz olduğu kesin. Gezegenimiz, kendimiz ve ların oy hakkı yok; oy hakkı olanların da sonu sadece geciktirecek. Çıkış yok gibi gelecek kuşaklar için şimdiden hareke- bilgi ve sevgisi eksik.” görünse bile, çocuklarımız için bu sonu te geçmemiz gerekiyor. Fotoğraf, yakın Sıra bizde… Tüm fotoğrafçıları ağaçmümkün olduğunca geciktirmeliyiz.” geçmişte savaşları bitirebilen bir araç, ların, hayvanların, doğanın yanında olGünlük hayatımızdan tüketim anbelki gezegenimizi de kurtarma konu- maya davet ediyoruz. Bilgimizi ve sevgilayışımıza, tercihlerimize uzanan geniş sunda bize yardımcı olabilir. mizi çoğaltarak… 21 Kontrast Söyleşi Söyleşi: Kontrast Fotoğraflar: Ahmet Selim SABUNCU İĞNE DELİĞİ FOTOĞRAF DENİNCE: AHMET SELİM SABUNCU Türkiye’de iğne deliği fotoğraflarından bahsedilince ilk akla gelen isim. Aslında, o bir fizikçi. Sanatla ilgisi de önce resim ile başlıyor, 1982-1987 yılları arasında Akgün Büyükişleyen’den resim dersleri alıyor. Fotoğrafla 1980 yılında tanışıyor, 1982 ’de AFSAD’a gelişi ile birlikte fotoğrafa daha yoğun eğiliyor. FSK’nin kurucularından. 1987’de TRT’de fotoğrafçı olarak çalışmaya başlıyor. 30 yıllık fotoğraf geçmişinin içinde televizyon, sinema ve tanıtım projeleri büyük yer kaplıyor. İğne deliği fotoğrafları ile isminin bir araya gelişinin hikayesini bulacağınız bu söyleşide, Ahmet Selim Sabuncu’nun fotoğraf geçmişine de kısa bir yolculuk yapacağız. Sizinle ilgili fotoğraflar hep iğne deliği üzerine. Başka fotoğraflar çekmeyi de düşünüyor musunuz? Şimdi anlatacağım şeylere fotoğraftaki yeni isimler, gençler ‘ya, bu adam ne diyor ki?’ demesinler diye baştan bir açıklama yapıyorum. Bu olayların olduğu dönemlerde internet ve dijital fotoğraf yoktu... Fotoğraf maceram 1980’de başladı ve iğne deliği fotoğraflarına gelene kadar farklı tekniklerle sergiler açtım. Ahmet Öner Gezgin ve rahmetli Şahin Kaygun ile neredeyse aynı dönemlerde, resim ve fotoğrafın içiçe geçtiği ürünlerle sergiler açtık. O dönemde boyama fotoğraflar çok ilgi çekti. Ancak, beraberinde pek çok soruyu (saldırıyı) beraberinde getirdi. Yaptıklarımın fotoğraf olmadığından tutun da, fotoğraflardaki hatalı yerleri kapatmak için fotoğrafları boyadığım bile söylendi. Ama gene kimse, fotoğraflarımı neden boyadığımı sormadı. Uzunca bir zaman boyalı fotoğraflar yaptım. O dönemlerde AFSAD içinde 6-7 kişilik bir çalışma grubu oluşturmuştuk. Şimdinin atölyeleri... Hem kendimiz, hem de birlikte çalışıp ürettiğimiz insanlarla bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Fotoğrafları tasarlıyor, uygun mekanlar bulup anlamlar yaratmaya çalışıyorduk. O dönemde pek destek gördüğümüz söylenemezdi. Hatta bize hoş gözle bakılmazdı. Doğrudan fotoğraftı gerçek olan ve fotoğraf olan... Benim yaptıklarımın ise fotoğraf ile ilgisi yoktu! Hep anlatmaya çalışmıştım: ‘Önemli olan üretmek ve düşünceleri ifade etmek’ 22 diye. Kullandığın yolun ne olduğunun bir önemi yoktu. Benim dilim buydu: ‘Teknikleri istediğim gibi kullanır ve ürün ortaya çıkarırım. Herkes de bundan istediği anlamı çıkarır.’ Bugün hâlâ boyalı fotoğraflar devam ediyor. Sadece bir farkla, artık bilgisayar ortamında boyuyorum. Aynı tadı alıyor musun dersen, kocaman bir ‘hayır’. Elle boyamada teklik vardı. Fotoğrafın çoğaltılabilir yapısını bozuyor ve ona yeni boyutlar katıyordu. Elleriniz boya içinde kalıyordu. Şimdi ise ne fare kirleniyor, ne de ekrandaki görüntü boyanıyor! İğne deliği fotoğraf tekniğine nasıl başladığıma gelince: Cumhuriyet’in 75. Yılı kapsamında hazırladığım bir proje için iğne deliği fotoğraf tekniğinin uygun bir teknik olduğuna inandım. Proje için çektiğim ve çekeceğim fotoğraflara yeterince destek bulamadığım için İş Sanat’ta açacağım serginin yapısını “iğne deliği”ne dönüştürdüm. Boyalı fotoğraflardaki müdahaleler, iğne deliği fotoğraflarında tamamen müdahalesizliğe dönüştü. Fotoğrafları olduğu gibi basıp sunmaya başladım. Hatta o dönemlerde taramalar yetersiz kaldığı için kontak baskı yapıp sergiledim. O günden bugüne çoğunlukla iğne deliği fotoğrafı çektim. Biraz da, iğne deliği fotoğrafı üstüme yapıştı. O kadar ki, başka fotoğrafım yokmuşçasına... Hatta efsaneler üretilip, benim fotoğraf makinem olmadığı için iğne deliği çektiğime kadar dedikodular yayıldı. Tabii ki, dedikodular gerçek sanıldı. Ve gene, “neden iğne deliği fotoğrafı çekiyorsun” yerine, “bunu marifet mi sanıyorsun”dan tutun da, “bu tekniği ben öğrettim” diyenine kadar çıktı. Her zaman olduğu gibi bu işin de popülaritesine (?) kapılarak makinesi olmayanlara fotoğraf öğretiyoruz eğitimleri başladı. Çünkü nedenler ve niçinler yoktu, “nasıl yaptın”lar vardı. Ve mutlaka biri sana öğretmiştir, hadi itiraf et. Kim o?... Bir dönem, fotoğraflarımda nasıl daha fazla detay elde edebilirim diye düşünmeye başladım. Aşırı net ve fazla kontrast fotoğraflar... Nasıl oluyor da oluyor diye aylarca düşündüm. Mantık basitti: Film büyük olursa detaylar daha net ve keskin olurdu. Benim o zaman bir Rolleiflex’im vardı. Sonuçta 6x6... Bir İstanbul seyahati öncesinde aklıma geldi. Büyük 1960’larda f64 grubunun koyduğu kurallar vardı. Bunlar netlik, keskinlik, konunun açık seçikliği, kompozisyon gibi, yanılmıyorsam altı maddelik bir manifestoyla duyurulmuştu. Bu altı maddelik şarta uyarsanız fotoğrafınız iyi oluyor. Yani iyi fotoğraf reçetelik, tariflik bir durumdu. Benim için iyi fotoğraf beni heyecanlandıran fotoğraftır. Ankara Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos AnkaraFotoğraf Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Kontrast bir film ve makine bulmuştum. Film A4 kağıt, makine de Xerox’du. İşyerine gidip fotokopi makinesine kafamı koyup düğmeye bastım. Çıkan sonuç tam istediğim gibiydi. Kağıdı çantama atıp İstanbul’a gittim. Birkaç kişi dışında kimseye söyleyemedim. Ama o dönem epeyce radyasyon aldım. Fotokopi makinesinde fotoğraf çekilir mi diye yeni bir saldırı dalgası başlayabilirdi. Ya da bu yazıdan sonra güzel bir ilimizde seminerler verilip, fotoğraf makinesi olmayan fotokopicilerin İstanbul’un güzide galerilerinde açtığı sergileri görebiliriz. Tuğrul Çakar bir yazısında şöyle diyor; “Fotoğraflarınızla söyleyecek bir şeyiniz var mı? Yoksa neden fotoğraf çekiyorsunuz?” Siz neden fotoğraf çekiyorsunuz? Ne anlatmak istiyorsunuz? Fotoğraf ile ilgili düşünceler zamanla değişime uğrayabiliyor. Eskiden kurgu fotoğrafın gücüne inanırdım. Galiba, şimdi ben de eski kafalı oldum. Belge fotoğrafına inancım daha arttı. Bu değişimdeki temel suçlu, sanıyorum hard diskler... Terra baytlık saklama alanları... Eski aile fotoğraflarındaki gerçek zamanları arama duygusu. Yaşanan anlar gerçekten yaşanmışsa bunun bir kanıtı olmalı diye düşünüyorum. Bu kanıtın adı da fotoğraf. Kurgu fotoğrafta zaman ve mekan daha soyut... Benim uzunca bir zamandır, ‘ne zaman ve nerede?’ sorularının yanıtını bulduğum fotoğraflar ilgimi çekiyor. Kurgu fotoğraf ya da fotoğraf bazlı hiçbir üretimin karşısında değilim. Yani o fotoğraf, bu fotoğraf değil demiyorum. Dijital öncesi (DÖ) dönemde, belge ve an fotoğraflarındaki baskı ve negatif hatalarının görmezden gelinmesi gerektiğini, çünkü önemli olanın ‘an’ olduğunu savundum. Kurgu fotoğrafta ise böyle bir esnekliğim olmadı. Her şeyi kendinizin saptadığı bir fotoğrafta hata olmamalıydı. Şöyle düşünelim: Ben 30 yıldır fotoğraf çekiyorum. Sadece her ay, oturduğum evin önünü çekseydim Ankara’nın 30 yıllık değişimini belgelerdim. Bu bile yaptığım bütün kurgu fotoğraflardan daha değerli olurdu. Şimdilerde hem kurgu, hem belge, hem de iğne deliği fotoğraf çekiyorum. Dijital sonrası (DS) dönemde, yeni makinelerin yeni açılımları yaptığım işlerde de farklılıklara yol açtı. Sadece yönetmenlik yaparken, şimdi görüntü yönetmenliği de yapmaya başladım. Profesyonel olarak yaptığım videolar yaşama, o ana tanıklık eden yorumsuz filmler. O gün, o anda ne yaşanıyor sorularına yanıt veriyor. Bazen yaşam kadar hareketli, bazen uzun, bazen de sessiz ve sıkıcı oluyor. Bir konu çerçevesinde çalışmak yapılacak en doğru şey. Son dönemde Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile belgesel bir fotoğraf çalışması yaptım. Amaç basitti: Hava Kuvvetleri Komutanlığı uçaklardan değil; insanlardan oluşuyordu. Çekilen fotoğrafların ne yazık ki büyük bir bölümü yayınlanmayacak; ama 20-30 sene sonra arşivlerde büyük bir değer oluşturacak. Son zamanlarda belgesel filmler fotoğrafın önünde gibi. Fotoğrafla il- gili projeleriniz de var mı? Artık birçok anlatım aracını birleştirerek kullanmak ayıp ya da tu kaka olarak karşılanmıyor. 30 yıldır fotoğrafla, 25 yıldır da televizyon, sinema ve tanıtım ile iç içeyim. Artık bir projeyi tek olarak düşünemiyorum. Mutlaka içine videoyu da sokuyorum. Şu anda, DÖ dönemde yapmak istediğim bir kurgu projeyi tekrar hayata geçirmeye çalışıyorum. Ön çekimleri yaptım. Ama bilgisayar işleri biraz uzun sürüyor. Önümüzdeki dönem yeni bir belgesel proje için çalışmaya başlayacağım. Fotoğrafçı kimdir? Eskiden altına pek çok şey yazılabilecek, belki saatlerce konuşulacak bir konuydu. Şimdi yanıtlar değişti bence. DS sonrası dönemde gerçek bir devrim yaşandı. Cep telefonlarından bilgisayarlara, tabletlere kadar her şey fotoğraf çekebiliyor. Dolayısıyla, bunlara sahip olan herkes de fotoğraf çekebiliyor. Bence artık usta çırak kalmadı. Onun için herkes fotoğrafçı. Bunda da hiçbir sakınca yok. Türkiye’de fotoğraf ne düzeyde? Fotoğraf dünyasından o kadar uzaklaştım ki, bunun için yorum yapmam çok zor. Ama çok farklı işler yapan gençler var. İnternet sayesinde dünyadaki pek çok işi izleme şansı buluyorsunuz. O kadar çok fotoğraf ve görsel çalışma var ki, özgün bir ürün üretmek neredeyse imkansız hale geldi. Belge fotoğrafı için durum böyle değil tabii ki... Ama kurgu fotoğrafta yabancı fikirlerin sık sık ülkemizi ziyaret ettiğini biliyoruz. 23 Kontrast Hatta çok eskilerde Alper Fidaner ile “Arak Fotoğraflar” diye bir sergi açalım bile demiştik. İnternet öncesi bir dönemde bile o kadar çok malzeme bulmuştuk ki. Benim için en ilginci şudur; Prag’da Saudek’in kitaplarına bakarken onun en ilgi çekici kitabıyla karşılaştım. Kitapta, çizilmiş boş çerçevelerin altında, sanatçı tasarladığı fotoğrafları yazıyla anlatıyordu. Sizce nasıl olmalı? İyi fotoğraftan ne beklersiniz? Fotoğraf yarışmaları hakkında düşünceleriniz nedir? 1960’larda f64 grubunun koyduğu kurallar vardı. Bunlar netlik, keskinlik, konunun açık seçikliği, kompozisyon gibi, yanılmıyorsam altı maddelik bir manifestoyla duyurulmuştu. Bu altı maddelik şarta uyarsanız fotoğrafınız iyi oluyor. Yani iyi fotoğraf reçetelik, tariflik bir durumdu. Benim için iyi fotoğraf beni heyecanlandıran fotoğraftır. Fotoğraf yarışmalarına katılmayı jüri üyesi olmaya başladıktan sonra bıraktım. Yarışmalar tabii ki çok önemli; ama sırf yarışma için fotoğraf üretmek, hatta jüriye göre üretmek fotoğrafın gelişimine zarar verir diye düşünüyorum. İğne deliği fotoğraflarını kitap haline getirdiniz 2010 yılında. 500 adet basıldı. Yayın konusunda yeni bir projeniz var mı? Cumhuriyet’in 75. Yıl Projesi aynı zamanda bir yayın da içeriyordu. O zamandan beri aklımda olan ve içimde kalan bir işti. Fotoğraf kitaplarına kaynak bulmak, bunu dağıtmak ve pazarlamak çok ayrı işler. Ticari bir kaygısı olmayan prestij bir kitap oldu. Bundan sonra sergiden çok yayına yöneleceğim. Sergilere gelen kişi sayısı belli; ama yayın elden ele dolaşıyor. Bence internet kadar önemli. Yetiştirebilirsem bu sene içinde iğne deliği Fotoğrafçılar bence “an” avcılarıdır. Kurgu fotoğraf bile olsa, modelin ya da mekanın o anını saptar. 24 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2011 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 fotoğrafı olmayan bir yayın projem var. Nisan ayının son pazarı “Dünya İğne Deliği Günü”. Bunu bize anlatır mısınız? İğne deliği fotoğrafı, tüm dünyada çok geniş bir uygulayıcı kitlesi tarafından kullanılıyor. Profesyonel sanatçılardan, amatörlere, öğrencilere kadar herkesin katıldığı, belki de dünyanın en büyük sanal sergisi oluyor. Ben de bu güne, başladığından beri katılmaya çalışıyorum. Ama önemli olan, her sene Türkiye’den değişik pek çok kişi sergiye katılıyor. Aslında iğne deliği fotoğrafı o kadar yayıldı ki, internet siteme Türkiye’nin değişik pek çok bölgesinden sorular geliyor. 2-3 sene kadar önce Doğu Beyazıt‘ta çekim yaparken bir ilkokul öğretmeninin de yaptığı küçük bir kamerayla çekim yaptığını gördüm. İğne deliği günü o kadar çok benimsendi ki, Hindistan, İngiltere ve İtalya’da pek çok organizasyon yapılıyor. Kontrast A İNCE ELEK ltan Bal Neyse Halin Öyle Çıkar Fotoğrafın! Ey okuyucu; Sen ne düşünürsün bilmem ama, bence iyi fotoğraf en çok şiire benzer. Sıkı fotoğrafçı da şaire... (en azından benzemek ister!) Mesela, şair günlük hayatta kullandığımız kelimeleri kullanır. Herkesin bilebileceği sıradan kelimeler. Çoğu zaman bir şiiri okuyup yeni bir kelime öğrenmezsiniz. Hatta, o kelimeler tek başlarına da pek güçlü değildir. Bir şiirin kelimeleri diğer kelimelerle yan yana geldiklerinde, ilk akla gelen anlamlarını kat be kat aşarak başka şeyler söylemeye başlarlar. Etkili bir fotoğraf da çoğu zaman, her yerde karşılaşacağınız leke, nesne, insan, renk ve ışıklardan oluşur. Çoğu zaman tek başlarına gücü yoktur. Kadraj içindeki diğer görsel ögelerle yan yana geldiklerinde anlam kazanır, zenginleşir. Seyircinin kafasında herhangi bir anı göstermekten öte, o anla sonuçlanan süreçler hakkında bir duygu oluşturur. İyi fotoğraf, aslında, gösterdiği anın öncesi ve sonrası hakkında merak uyandırır. Ey okuyucu, sen inanma olur mu, fotoğrafın bir anda oluştuğu illüzyonuna. İyi fotoğraf süreçlerin sonucudur. İlginç saptamasına dayanan fotoğraflar ise kısa ömürlü olur, çabuk tüketilir. Şiir işlevsel değil; estetiktir. Duyguları günlük hayattaki şekliyle dökmez kelimelere. İçeriğine uygun bir biçim bulmakla yükümlüdür aslında şair. Günlük hayatı anlatsa, sıradan kelimeler kullansa bile, o kelimelerin diğer kelimelerle yan yana gelmesi günlük hayattaki gibi değildir. Babası ölür şairin, çok üzülür. Hiç de beklemiyordur babasının ölmesini. “Sizin hiç babanız öldü mü?/Benim bir kere öldü kör oldum/Yıkadılar aldılar götürdüler/Babamdan ummazdım bunu kör oldum” (Cemal Süreya) der. “Üzüldüm” kelimesini kullanmadan, okuyucu anlar üzüldüğünü… Kötü fotoğraf işlevseldir, göstermek peşindedir. Ne varsa objektifin karşısında onu gösterir. Portre çektiğini sanır; oysa çektiği vesikalıktır. İyi fotoğraf ise anlatır. Ne varsa fotoğrafçının kafasında, onu anlatır. Fotoğraf makinesinin karşısında olan yüzler, nesneler, ışıklar, dağlar, denizler o anlatının beden bulması için araçtır. Hepsi o. Fotoğraf aslında ışıkla yazılan değil; anlattıklarıyla oluşan bir görselliktir. İyi fotoğrafçı karşısında olduğu herhangi bir durumun fotoğrafını çekmez; aklından geçenleri fotoğrafa çevirir. Tıpkı şairin içinde olup bitenleri kelimelere dökmesi gibi. Hali nasılsa fotoğrafları da öyle olur iyi fotoğrafçının. Fotoğrafı, anlatacağı hikaye ve yaratıcılığıyla sınırlıdır. Şairler de kendilerini döker kelimelere. Bu yüzden, bütün şiirlerini okuduğun bir şairi karşında gördüğün zaman, sanki çok uzun zamandır arkadaşmışsınız gibi hissedersin. Herşeyini bildiğine inanırsın… Fotoğraf: Merih AKOĞUL Şiir kalemle değil, şairin bedenine hapsettiği binbir ruh halinin kelimelere dökülmesiyle yazılır. Yoksa sen hala iyi fotoğrafın makinenin bir ürünü olduğuna mı inanıyorsun? Yapma gözünü seveyim… Şairin kullandığı kalem ne kadar etki ederse yazdıklarına, makine de o kadar! Zanaatı yapar… Şiirdeki tüm kelimeler şair istediği için vardır. Herhangi bir kelimeyi silseniz şiirin tüm gücü yok olur. İyi fotoğrafta da kadraj üzerindeki her şey fotoğrafçının seçimleri sonucuda oradadır. Ekleyip, azaltamazsın. Her leke büyük hikayenin parçasıdır. Bu yüzden biriciktir. Şiir yalnız yazılır. Kalabalıklarla paylaşılır. Kötü fotoğraf kalabalıklarla, grup halindeki fotoğrafçılarla çekilir. Bir şiiri okuduğunuz zaman, şaiirin duygu ve düşünceleriyle karşı karşıya olduğunu bilirsiniz. Bahsedilen durumun kendisi değil; şaiirin söyledikleri sizi cezbeder. Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum” diye başlayan şiirini okurken Orhan Veli’nin İstanbul’una bakarsınız. İyi bir fotoğrafa bakarken de, yalnızca yüzey üzerinde olana değil; fotoğrafçının yüzey hakkındaki düşüncelerine bakarsınız. Etkilendiğiniz bir şiirin şairini gördüğünüz zaman o şiiri nerede yazdığını sormazsınız. Ya da umarım sormuyorsunuzdur. İyi bir fotoğrafın fotoğrafçısına o fotoğrafı nerede çektiğini sormayacak olmamız gibi. Ey okuyucu; Şiir kitaplarının sayfalarında çok boşluk vardır. Okuyan da alsın kalemi bir şeyler eklesin diye. Fotoğraf sergilerinde de paspartu boşluğu bu yüzdendir. Seyreden de kendinden bir şeyler eklesin diye. 25 Kontrast YAZI VE FOTOĞRAFLAR: Ali Rıza AKALIN Fotoğraf Okuma BÜTÜNLÜK “Fotoğraf, hiçbir şeydir. Fotoğrafçı ise, her şey.” Henri Cartier BRESSON - 22.08.1908 / 03.08.2004 Hiç şüphesiz ki; Bresson bu sözünü, fotoğrafı küçümsemek amacı ile söylememiştir. Tam tersine, özellikle düşünce ve sonrasında da davranış yapısı ile fotoğrafçının fotoğrafın niteliğini belirleyen, ona değer katan ve kalıcılığını sağlayan en önemli faktör olduğunu vurgulamıştır. Aslında hemen hepimiz biliyoruz ki; tek bir fotoğraf dünyayı ayağa kaldırıp sarsmaya yetiyor ve yine tek bir fotoğraf, fotoğrafçısından daha çok tanınıyor. Yine de önemli ve değerli olan, düşünce ve biçim oluşturan fotoğrafçıdır. İzleyici ile düşünce ortaklığı kurabilmenin yolu: bir biçim, bir tarz ve giderek de bütünlük oluşturan fotoğraflar üretmek ve bu fotoğrafları 3, 5, 7, 9 ve 12 adetlik portfolyolar şeklinde sunmak olmalıdır. Bu sayıdaki fotoğrafların “dizi” ya da “seri” gibi alt başlıklarla adlandırılmadan önce “bütünlük” kavramı altında irdelenmesinde yarar vardır. Bütünlük sözcüğü; “kendisini oluşturan öğelerin tamamının bir arada olması, eksiksizlik” olarak tanımlanıyor. Bir sanat ürününde eksiksizlik; “düşünce + teknik + biçim”den birinin ya da birden fazlasının 3, 5, 7, 9, 12 adetlik portfolyoyu oluşturan yapıtların her birinin içinde var olmasıdır. Tam bu aşamada sözümüzü somutlayacak olan Yousuf Karsh‘ın (23.12.1908 / 12.07.2002) fotoğraflarıdır. Bu fotoğrafların tamamında; insan vardır. Tarz olarak “portre”dir. Teknik olarak siyah beyazdır ve en önemlisi de ışık; portre kişilerinin ya alnına ya yanağına ya şakağına ya göz çukuruna yerleşmiş vaziyettedir. Tüm fotoğraflarında istisnasız var olan bu nitelikler, bütünlüğü oluşturarak; “Bir Yousuf Karsh Fotoğrafı” tanımını oluşturmuştur. Bu özgün yapı dolayısıyla Karsh, milyonlarca fotoğrafçının arasından sıyrılıp, dünya fotoğraf tarihinde kendine bir yer edinmiştir. Bugün birçok resmi eğitim kurumlarında tanıtılıp, ders ve tez konusu yapılırken, Türkiye’de yayınlanacak olan bu dergide de adından söz ettirmektedir. İşte “… Fotoğrafçı ise her şey.” ifadesi bu örnekle somutlanmaktadır. Bütünlüğe ulaşmak konusu hemen hepimiz için uzun vadede bir hedef olmalıdır. Çünkü, fotoğrafın sunduğu olanakların arasında, daha denenmemiş birçok yapısal seçenek olduğuna inanıyorum. Bu nedenledir ki; “eski, deneyimli, usta, üretken” gibi sıfatlarla 26 Ankara Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 tanınan üyeler yeni, genç üyelerin ufkunu açmak, onları teşvik etmek, bilgilendirmek adına derneklerinde her ay “FOTOĞRAF OKUMALARI” başlıklı küçük bir eğitim etkinliği gerçekleştirmelidir. Bu düşüncelerin sahibi olarak, ben de oldukça uzun bir süredir, bütünlüğü hedeflediğim fotoğraf çalışmaları yapıyorum. Burada 5 adetten oluşan bir örnekleme yapmak isterim. Öncelikle belirtmeliyim ki, bu fotoğraflarımda, hiçbir biçimde en küçük sayısal teknolojik müdahale yoktur. Fotoğraflar klasik, filmli bir makine ile çekilmiştir. Çekim, oluşturduğum aynalı aparat aracılığı ile gerçekleştirilmiştir. Bütün fotoğraflarımda; Konu: Kenttir. Son dönemde, içinde yaşadığım kentin; kirli, karanlık, kalabalık ve kaos-karmaşa içinde olduğunu gözlemliyorum. Teknik: Ayrıntıları, birbiri içine geçen gri tonları daha belirgin biçimde verebilmek amacı ile renkli negatif film kullandım. Biçim: Özellikle kaos (karmaşa) olgusunu vurgulayabilmek için resim sanatının “kolaj” tekniğini rehber aldım. Şüphesiz ki, eksiğine ve farklı okumalara açık olmasına karşın, düşünsel ve teknik yanıyla bütünlük oluşturmaya yönelik bir çalışma örneği olduğunu düşünüyorum. Bu bütünlük yapısının uzun vadede de olsa aranılan bir nitelik olacağını düşünüyorum. Zira, koşulun bu olduğu bir fotoğraf yarışması gerçekleştirdik ve Federasyonumuz aracılığı ile Kültür Bakanlığı’na, Devlet Fotoğraf Yarışması’nın üç ya da beş fotoğraftan oluşacak “bütünlük” özellikli bir yarışma olması önerisinde bulundum. Böylece, tek bir fotoğrafı değil, fotoğrafçıyı ödüllendiren bir anlayışın yerleşmesi sağlanabilecektir. Aslında, konuyu yarışma değil de, bireysel gelişim aşamaları olarak düşünmenin sağlıklı olacağına inanıyorum. Sağlıcakla kalın. Kontrast Kısa Metraj YAZI: Bora ÇEKİÇ Kısa Film: Antrenman Sahası Sinema için söylenebilecek en kısa tanım şudur: Devinim! Birbirini takip eden karelerin izleyiciler tarafından devinim olarak algılanması üzerine kurulu olan ve yedinci sanat olarak kabul edilen sinema uzun bir tarihe sahiptir. Aslında, tüm hikaye Lumière kardeşler ile başladı. Louis Lumière, kendini ilginç icatlar yapmaya ve bir şekilde gündelik hayatı belgelemeye adamış bir kişi olarak, kardeşinin de yardımlarıyla, “sinematograf” adını verdiği garip aletle 28 Aralık 1895 günü, sinemanın başlangıcı olarak kabul edilen bir gösteri yaptı. Bu gösteri beyaz bir perdeye, buharlı trenin istasyona girişini gösteren, çok kısa bir görüntünün yansıtılmasından ibaretti. Ancak, gösteri sırasında ön sırada oturanların, “tren üzerimize geliyor, imdat!” feryatlarıyla kaçışmaları bunu bir efsaneye dönüştürdü. Sinematografın yanı sıra, özellikle 19. yüzyılda, hareketli resim yaratmak için birçok aygıt icat edilmişti. Bunlar birbirinden çok farklı şekillerde ve işlevlerdeydi. Bu konuda yapılan çalışmalar o kadar zengindi ki, “sinema arkeolojisi” adı verilen bir disiplinin oluşmasına neden oldu. Bu aygıtların en kötü tarafı çok kısa süreli gösterimlere olanak tanıyor olmasıydı. Ancak, Lumière kardeşlerin icadı olan sinematograf bu süreyi bir nebze de olsa uzatmayı ve izleyicileri gösterimin yapılacağı mekanda daha uzun süre tutmayı başarmıştı. Zaman ilerledikçe, Lumière kardeşler, bu işten fazlasıyla para kazanabileceklerini anlamışlardı. Her geçen gün gösterim sayısını artırıyor ve gündelik hayattan kısa enstantaneler çekmeye devam ediyorlardı. Örneğin; işçilerin bir duvarı yıkmaları, bir fabrikanın mesai bitimindeki görünümü… Bunu, ilginç buluşları sinematografı dünyanın dört bir yanına gönderip, farklı mekanların görüntülerini çektirip, izleyicilere sunmaları izledi. O sırada, bu gösterilerden çok etkilenen George Méliès adlı bir sihirbaz, sinemanın büyüsüne kapılıp, tüm kazancını yatırdığı bir stüdyo kurup filmlerini çekmeye başladı. Méliès hakkında ilginç iddialar sözkonusudur. Bir iddiaya göre 400, bir başkasına göre ise 700 film yapmıştı. Bunlardan en önemlisi 12 dakika süren, “Aya Seyahat” adlı 1902 yapımı filmidir. Anlatı sinemasının ilk önemli yönetmenlerinden biri sayılan Méliès, sinema tarihi açısından önemli bir ikondur. Anlatı sineması diyoruz; çünkü Méliès’nin filmleri, Lumière kardeşlerinki gibi sadece gündelik hayattan ya da ilginç mekanlardan oluşan kareler değil; içinde bir öyküsü olan, izleyicilere bir şeyler anlatmak için yapılmış kısa filmlerdir. Görüldüğü üzere, şunu demek bizleri çok büyük bir yanılgıya düşürmez: Sinema tarihi, teknik yetersizlikler ve teknolojinin henüz ciddi bir atılım içinde olmamasından ötürü kısa film ile başlamıştır. Bu aşamalar geçilip, film süreleri uzamaya başlayınca sinemanın endüstrileşmesi de hız kazanmış ve günümüze değin ulaşmıştır. Buna karşılık, kısa film özellikle şu iki kavram üzerine kurulmuştur: sinema endüstrisi dışında olma ve sinemanın sanat olduğunu vurgulama. Kısa film nicelikten çok, nitelik üzerine kuruludur. Yönetmene kapıları sonuna kadar açık olan, sonsuz bir özgürlük sunar. Tüm sınırları ve biçimleri zorlayabilir ya da aklınıza gelen en basit ve tanıdık bir hikayeyi, özellikle sanat dilini kullanarak başkalaştırabilir, izleyenleri kısa yoldan etkileyebilirsiniz. gişe başarısı, finansman, yapımcı ve sponsor gibi kavramları çıkarttığınızda, karşınızda kalan geniş bir sahada istediğiniz gibi üretim yapabilirsiniz. Bu yüzden, kısa film özgür ruhlu, kendi üslubunu yaratma sürecinde olan ve sinemayı yakından tanıyıp anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir alandır. Türkiye’de kısa filmin tarihsel süreci ve günümüzdeki yeri önemli bir inceleme konusudur. 1921 yılına gittiğimizde, ilk Türk kurmaca kısa filmi ile karşılaşırız. Şadi Fikret Karagözoğlu, yönetmen ve oyuncu olarak yer aldığı, yirmişer dakikalık “Bican Efendi” güldürülerini çekmiştir. 1927’de gelişen teknolojiyle birlikte sinemaya sesin de dahil olmasının ardından 1933 yılında Nazım Hikmet tarafından “Düğün Gecesi/Kanlı Nigar” adıyla ilk Türk, sesli belgesel filmi çekilmiştir. Bu iki film hem kısa filmin ülkemizdeki yolculuğu, hem de Türk sinemasının gelişimi açısından önem taşımaktadır. Ne yazık ki, bu iki önemli atılımdan sonra, Türk sinemasında kısa film adına uzun bir sessizlik dönemi görülür. 1960 yılına geldiğimizde Robert Koleji’nde okuyan, sinemaya meraklı ve Avrupa’daki sinema hareketlerini takip eden bir grup genç tarafından kurulan Robert Koleji Sinema Kulübü 1967 yılında 1. Hisar Kısa Film yarışmasını başlatır. Dünya’da ve Türkiye’de bugünün kısa filminin bulunduğu konum ise oldukça farklıdır. Kısa filmin her ülkedeki konumu, o ülke sinemasının ve kültürel altyapısının gelişimi ile yakından ilgilidir. Özellikle Avrupa ülkelerinde, kısa filmciler istedikleri projeleri rahatlıkla hayata geçirmektedir. Ancak, bu ülkelerde ve ABD’de kısa filme bakış açısı ikiye ayrılmaya başlamıştır. Bir grup, kısa filmi sadece gençlerin sinemayı öğrendiği alan; bir başka grup ise başlı başına bir sanat olarak değerlendirmektedir. Giderek tekelleşmeye yönelen, tamamen ticari kaygılar ve gişe başarısının ön planda olduğu, “gelişmekte olan sinema” başlığı altında sadece belirli bir zümreye hizmet etmeye başlayan Türk sinemasında ne yazık ki kısa filmin, genç sinemacıların ve kalıpların dışında iş yapmak isteyen, sınırları zorlamaya çalışan yönetmenlerin önemi giderek azalmakta ve yok olma noktasına gelmektedir. Kısa film, basit bir antrenman sahası olarak görülmektedir. Halen, birkaç sponsorun desteği ile gerçekleştirilen festivaller dışında, Türk kısa filminin konu edilebileceği başka bir ortam yoktur. Oysa, kısa film çekmek, anlatılmak isteneni yoğunlaştırarak sinemasal bir dile dönüştürmektir. Bunu başarabilmek, içselleştirilmiş bir altyapı ve sinema diline hakimiyet gerektirmektedir. Bu yüzden, bir ülke sinemasında ne kadar çok kısa film üretilir, bu eserler ne kadar çok kabul görür ve izleyicilerle paylaşılırsa o ülke sinemasında daha ciddi bir gelişim ve daha doğru bir yapılanma söz konusu olur. Sizce kısa film yapmak, şu anda ülkemizdeki yaygın kanıya göre uzun metraj film çekmekten çok daha kolay ve kısa film herkesin istediği zaman eline kamerasını alıp çekebileceği, ciddi bir derinliğe sahip olmayan bir alan mıdır? Kısa film için söylenebilecek bir diğer önemli konu ise, asla ticari kaygılar gütmeden yapılabilecek olmasıdır. İşin içinden 27 Kontrast Konuk Yazar YAZI: Berrin CERRAHOĞLU Geçmiş Zaman Olur ki… Fotoğrafa başlayıp da yarışmalara ilgi duymayanımız var mıdır? Tarihin tozlu kitapları arasında dolaşırken Ankara Halkevi’nin amatörler arasında düzenlediği 1. Fotoğraf Sergisi’nin kataloğu elime geçti. Biraz incelendiğinde bu serginin ait olduğu yarışmanın Türkiye’de yapılan ilk fotoğraf yarışması olduğu anlaşılıyordu. Türkiye’de fotoğraf sanatı kavramının ortaya çıkışı bundan yaklaşık yetmiş yıl öncesine dayanıyor. İlk fotoğraf yarışması ise, 1932-1951 yılları arasında varlığını sürdüren Halkevleri tarafından düzenlenmiştir. Ankara Halkevi’nin “I. Fotoğraf Müsabakası” 1939 yılında yapılmış, birincilik armağanını Gazi Terbiye Enstitüsü Resim-İş Muallimi Şinasi Barutçu “Antalya Limanı” adlı fotoğrafı ile kazanmıştır. Fotogen’in öncü fotoğrafçımız Şinasi Barutçu adına ve onun yaratıcı ruhunu yaşatma amacıyla başlattığı ve geleneksel hale getirdiği “Şinasi Barutçu Fotoğraf Kupası” yarışması halen sürüyor. Fotoğrafa başladığımızda tanıştığımız ilk fotoğraf yarışması ayın fotoğrafı değerlendirmesi olmuştur. Her ne kadar eğitim amaçlı olduğu söylense de, ayın fotoğrafı değerlendirmesinin, her derneğin kendi bünyesinde koyduğu kurallar çerçevesinde düzenlenen, dernekiçi bir yarışma olduğu yadsınamaz. Son yıllarda ülkemizde fotoğraf yarışmaları o kadar çoğaldı ki, gerek içeriği gerek sonuçlarıyla fotoğraf dünyasının tartışma konularından biri haline geldi. Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu (TFSF), kurulduktan sonra, yarışma düzenleyicilerine bir patronaj numarası ile onay vererek, katılımcıların haklarını koruma sorumluluğunu üstlenmiştir. Yine TFSF tarafından örnek yarışma formu hazırlanmış; federasyon yarışmanın adı, konusu, amacı, katılım ücreti, yapıtlarda aranacak koşullar, yapıtın teslimi, seçici kurul, ödüller, sergi, yarışma takvimi, iletişim ve benzeri bilgileri içeren bu formu sitesinde yayınlamıştır. İlk yarışma ve ilk şartnameye bakınca o günden bu güne fazla bir şey değişmediğini, tüm örneklerin ilkine sadık bir düzenleme ile günümüze kadar geldiğini gözlemliyoruz. Dönemin ünlü kültür adamı Vedat Nedim Tör’ün bu kitapçıktaki yazısından yaptığım alıntı (*) ile “İkinci fotoğraf müsabakası şartları”nı sizlerle paylaşıyorum ve devamını sizlerin değerlendirmesine bırakıyorum. Gülümseyerek okumanız dileğiyle... Bir Fetva ve Birkaç Düşünce (*) (Fotoğraf)ın, tıpkı resim gibi bir haram ve küfür sanatı telakki edildiği karanlık devirlerde, Türkler tarafından rağbet görmesine tabiatı ile imkân yoktu. Onun için, fotoğraf zanaatine ancak İslam olmayan Osmanlılar iltifat gösterdiler: Andrimenos, Febüs, Sabah Jüaeye, Foto İbrahim, 28 Ankara Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf FotoğrafSanatçıları Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Foto Rense gibi sayılı istisnalar dışında, ‘Türk fotoğrafçı’ da cumhuriyetin doğurduğu bir teknisyen tipidir, Halkevlerinin bu girişiminde teknisyen fotoğrafçıyı ‘artist’ payesine yükseltmek gayesi de vardır. Fotoğraf, güzel sanatlar ailesi arasına kabul olunabilir mi? Fotoğraf çeken sadece bir kopyacı, bir tebyizci (müsveddeci), bir münakaleci (aktarmacı) değil de, bir yaratıcı ve bir kompozisyoncu olmak cevherine sahipse, evet! Her sanat dalında olduğu gibi, burada da ölçü, ‘vasıta’ ve ‘teknik’ değil, ‘eser’ ve ‘ruh’tur.” Halkevlerinin rehberliği ile amatör fotoğrafçılığın Türkiye mikyasında yayılmasında şu faydalar beklenebilir: 1-Gençlerde opservasyon kabiliyetinin inkişafı. 2-Sanat zevkinin işlenmesi. 3-Dokümantasyon kaynaklarımızın çoğalması. Yani, muhitimizi daha iyi görmek, (güzel)i daha çok aramak ve memleketi daha iyi tanımak. Bunlar da “daha yüksek insan” ve “daha iyi vatandaş” olmanın ana şartlarından başka bir şey midir? Bütün faaliyet kollarında daha yüksek insan ve daha iyi vatandaş ideallerinin ışığına koşan Halkevlerimizin bu teşebbüsüne karşı da gençlerimizin layık olduğu alakayı göreceğine ve şimdiye kadar gizli ve verimsiz kalan bir takım cevherlerin bu sahada da fışkıracağına inanıyoruz.” Kontrast İkinci fotoğraf müsabakası şartları tır. 1- Ankara Halkevi ikinci fotoğraf müsabakasını açmış- 2- Bu müsabakaya yalnız Ankara’daki amatörler iştirak edebileceklerdir. 3- Müsabakaya her nevi fotoğraf gönderilebilir. Mevzu serbesttir. 4- Fotoğraf en aşağı 13-18 boyutunda olacak, teşhir edilecek şekilde kartona yapışmış bulunacaktır. Fotoğrafların mat veya parlak, krem veya beyaz olmasında mahzur yoktur. 5- Herkes arzu ettiği miktarda fotoğrafla müsabakaya iştirak edebilir. 6- Boyama ve rötuş yapılmış fotoğraflar müsabakaya dahil edilmezler. 7- Fotoğrafların üzerinde veya fotoğrafların bulunduğu zarfta hiçbir isim ve adres bulunmayacaktır. Her fotoğrafa bir rumuz konacak ve aynı rumuzu taşıyan ayrı bir zarf içinde fotoğrafları gönderenin sarih adresi bulunacaktır. 8- Müsabakaya gönderilen fotoğrafların negatifleri sahibinin elinde olmalıdır. 9- Fotoğrafların gönderileceği en son gün (7) marttır. Bu gün akşamına kadar Halkevine (Sekreterliğe) makbuz mukabilinde teslim edilecektir. Kitaplık 10- Müddetin bitmesinden bir hafta sonra toplanacak Jüri Fotoğrafları tasnif edecek ve derecelendirilecektir. 11- Sırası ile beş kişiye maktuğan mükâfat verilecektir. Birinciye (75), İkinciye (45), Üçüncüye (35), Dördüncüye (25), Beşinciye (20) lira mükâfat verilecektir. 12- Jürinin kararından sonra mükâfat kazananlar Ulus gazetesi ile ilan edilecek, bundan sonra mükâfat alan fotoğraflarla jürinin teşhire layık gördüğü fotoğraflar toplu olarak Halkevi salonunda teşhir edilecek ve altına sahibinin ismi konacaktır. 13- Bu sergi (15) gün açık kalacak ve herkes tarafından gezilecektir. 14- Jüri fotoğrafları tasnif ve derece alanları tespit ettikten sonra rumuzlu zarfları açacak ve aynı şahısın bütün fotoğraflarını toplu olarak Halkevlerinde teşhir edecektir. 15- Serginin kapandığı günden itibaren (bir ay) zarfında sahipleri tarafından alınmayan fotoğraflar için mesuliyet kabul edilmez. Kaynak: (*) Vedat Nedim Tör (1897-1985), Fotoğrafa Dair: Bir Fetva ve Birkaç Düşünce ‘Ankara Halkevi II. Fotoğraf Müsabakası Şartları ve Geçen Yılki Fotoğraf Sergisi’ (kitapçığı içinde) 16x24, 32 sayfa. (Ankara, 1940) Not: Kaynak kitap katkısından dolayı Sayın Remzi İnanç’a teşekkürlerle... HAZIRLAYAN: Tufan PALALI FOTOĞRAF, ÇERÇEVEDEKİ GİZEM MARY PRICE Fotoğrafı; -görülebilen dünyanın, kendi alanına giren parçasını kaydeden- bir “transkripsiyon” olarak tanımlayan yazar, fotoğrafın anlamına ve gerçeklikle olan ilişkisine dair düşüncelerini “müdahale, makine, biriciklik, aura, maskesiz özne, metinsiz fotoğraf ve zaman” kavramları aracılığı ile ifade ediyor. Yazar, düşüncelerini altı çizilmiş sonuçlarla sunmak yerine, okuyucusunu kitabın içerisine serpiştirilmiş farklı uçlardaki görüşler arasında bırakarak okuyucunun kendi sonucuna ulaşmasına imkân sağlıyor. Kitapta, fotoğraf yalnızca kendi içinde değil; sanatın diğer alanlardaki icracı, eleştirmen ve düşünürlerin çalışmalarındaki izdüşümleriyle birlikte ele alınıyor. Mesela; “kapı-duvar” benzetmesinin geçtiği “mimaride açık bir biçimde görürüz ki, mimar bir duvar yaptıysa ve bu duvardan geçmemizi istiyorsa, bir de kapı açmalıdır” cümlesinde yaptığı benzetme yazarın, “icracı, eser ve izleyici” arasında kurulmasını düşündüğü ilişkiye genel bir ipucu niteliğinde. Yazarın, eserinde sıkça örnek ve atıf kullanmış olması bütüne odaklanmayı zorlaştırsa da, okuyucu,tüm bu zengin örnekleme ve kimi yerde birbiriyle çatışan görüşler içerisinde yeni anlamlara ulaştıkça, kitabı elinden bırakamıyor “Uzlaşımsal gerçeklik” yazarın okuyucusuyla karşılaştırdığı özgün kavramlardan yalnızca birisi; bu kavramla yazar, fotoğrafların -biraz- gerçeklik kopyaladığını ve fotoğrafçının gerçeklikle uzlaşımsal bir bağ içerisinde olduğunu belirtiyor ve konuyu izleyici tarafına şu cümleyle bağlıyor; “fotoğrafa bakan kişinin gerçeklik olarak farkına vardığını sandığı şey, aslında yeni bir gerçekliktir”… Kitabın, “fotoğraflamak, daha yakından izleyebilmemiz için zamanı yakalamanın bir yoludur” cümlesiyle bitmesi, okuyucuda kitabı yeniden gözden geçirme isteği uyandırıyor. Bir kez okunup kenara konulacak olmanın ötesinde olan kitap, başta fotoğraf ile uğraşan; ama aynı zamanda göstergebilim, semantik, tarih ve resim ile ilgilenenlerin çözümlemesi gereken bir başucu kaynağı. 29 Kontrast AFSAD ATÖLYE HABERLERİ DOĞA FOTOĞRAFÇILIĞI ATÖLYESİ Eğitmen: Tarık Yurtgezer Yardımcı: Ali Asgar Şahin Fotoğraf: Uğur OKÇU Atölyemiz, bu dönem, Aralık ile Nisan ayları arasında “Doğa Fotoğrafçılığı Semineri” başlığı altında, aralıklarla toplanarak altı saat kuramsal eğitim, üç uygulama gezisi ve dört saat de çekilen fotoğrafların değerlendirilmesini kapsayan bir çalışma gerçekleştirdi. Bu süre içerisinde Doğa Fotoğrafçılığı’na Giriş, Yabanıl Hayvan Fotoğrafçılığı, Manzara Fotoğrafçılığı, Yakın Plan (makro, close-up) Çekimler başlıklı konular işlendi. Tuz Gölü, Güdül ve Işık Dağı’na gezi düzenlendi. Çalışmalara 29 kişi katıldı. Konuk Yazar: Hilmi ASLAN alan ilk dernek oldu. Biz de atölye olarak, AFSAD Yönetim Kurulu’nun bize verdiği görev ile taşınma sürecini fotoğrafladık. Çekilen fotoğrafları, 24 Mayıs 2011 tarihinde “Bir Taşınma Hikayesi / AFSAD” isimli fotoğraf gösterisi ile sunduk. 18-24 Mart Yaşlılar Haftası etkinliğinde; Panora Alışveriş Merkezi’nde açtığımız karma fotoğraf sergisinde satılan fotoğrafların gelirin tamamı Türkiye Güçsüzler ve Kimsesizlere Yardım Vakfı’na bağışlandı. CEPA Alışveriş Merkezi’nde 13-27 Mayıs 2011 tarihlerinde açtığımız serbest konulu fotoğraflardan oluşan “Her Yerde...” isimli sergimizi katalog haline getirdik. Kataloğun satışından elde edilen gelir ile Samanpazarı Yenihayat Mahallesi’nde bulunan Yenihayat İlköğretim Okulu’na Kitap Bağışı yapıldı. Mangal kömürü imalatı (TORAK) fotoğraf çalışması ile TORAK emekçilerinin yaşamı, kömürün yapım aşamaları ve yaşanan zorluklara tanıklık ettik. CEPA Alışveriş Merkezi’nde 27 Mayıs-5 Haziran 2011 tarihlerinde açtığımız “Duman Altında Yaşam / TORAK” isimli sergi kataloğumuzun satışından elde edilen gelir ile de TORAK emekçilerinin çocuklarının eğitim giderlerine katkıda bulunduk. KOMPOZİT FOTOĞRAF TEKNİKLERİ ATÖLYESİ: Eğitmen: Cengiz Engin Yardımcı Eğitmen: Bahadır Aksan “HER YERDE HER ZAMAN” BELGESEL FOTOĞRAF ATÖLYESİ Eğitmen: Doğanay Sevindik Asistanlar: Umur Dere, Nazan Ersoy ve Orhan Köse Fotoğraf: İdil AKER Fotoğraf: Sinan KUTSAL Atölyemiz, çalışmalarını Ekim 2010 ile Mayıs 2011 tarihleri arasında ve AFSAD çatısı altında tamamladı. Atölye üyeleri ile birlikte yaptığımız fotoğraf çekimlerinin yanısıra atölye üyelerinin bağımsız olarak yaptığı çekimleri, salı günleri hep birlikte değerlendirdik. Sadece fotoğraf çekmedik... Fotoğraf ile; yeni yerler gördük, yeni insanlar tanıdık, yeni dostluklar kurduk, farklı yaşam biçimlerine tanık olduk. Evlerine konuk olup sevinçlerini, acılarını paylaşmaya çalıştık. Atölyemiz bu dönem dört fotoğraf etkinliği gerçekleştirdi. AFSAD taşındı... AFSAD ülkemizde bir “ilk”i gerçekleştirdi. Türkiye fotoğraf tarihinde kendisine bir taşınmaz satın 30 Ankara Derneği Temmuz-Ağustos 2011 AnkaraFotoğraf FotoğrafSanatçıları Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010 Asistanlar: Barış Demiray – Gökhan Seğmenoğlu Genel anlamda ‘Deneysel Fotoğraf Teknikleri Atölyesi’ olarak da tanımlanabilecek olan atölye, son üç dönemde olduğu gibi, bu dönem de ‘Kompozit Fotoğraf Teknikleri’ başlığındaki çalışmalarına devam etti. Temel hedefi fotoğrafın geleneksel kalıplarını zorlamak, farklı yaklaşımları ve yeni anlatım olanaklarını keşfetmek yönünde çalışmalar yapmak olan atölyede ilk beş hafta kompozit fotoğrafa yönelik teorik altyapı dersleri aktarılmış, sonraki toplantılarda bireysel çalışmalar değerlendirilmiş, tematik ve kavramsal konularda üretim yapılması özendirilmiştir. Kompozit fotoğraf ile; “zaman-mekan-hareket ve görüntülenen süreç”e dair tek kare fotoğrafın sunduğundan daha geniş bir perspektife, farklı bir algısal deneyime ve farklı bir anlamsal ve duygusal bütüne ulaşılabilmektedir. Bu amaç doğrultusunda, atölye kapsamında ağırlıklı olarak David Hockney’in öncülüğünü yaptığı Kübik Kolaj ile Duane Michals’ın öncülüğünü yaptığı Seri Anlatımlı Fotoğraf Kontrast yaklaşımlarında ürünler verilmiş, bu tekniklerin etkileri üzerinde tartışmalar gerçekleştirilmiştir. 27 Kasım 2010’da başlayan çalışmalar, Ekim 2011’de açılması hedeflenen sergi hazırlığına yönelik olarak devam etmektedir. PORTRE ÇALIŞMALARI ATÖLYESİ Atölye Eğitmeni: Tuğrul Çakar Asistanlar: Atakan Baykoçak, Yasemin Gelebek Geçtiğimiz yıl AFSAD tarafından ilk kez gerçekleştirilen ve eğitmenliğini üstlendiğim Portre Çalışmaları Atölyesi, bildiğiniz gibi Türk-Amerikan Derneği’nde gerçekleştirdiğimiz bir sergi ve bir sergi kataloğu ile sonlandırılmıştı. Fotoğraf: Ferda KARTAL AFSAD üyelerinden gelen yoğun ilgi karşısında Portre Çalışmaları Atölyesi, geçtiğimiz kasım ayında yeniden ve geçen yılın üç katı bir katılımcı grubu ile (42 kişi) çalışmalarına başladı ve altı ay devam etti. Geçtiğimiz yıl yayınladığımız katalogda da belirttiğim gibi fotoğrafta portre geleneği, resim sanatından esinlenme ile başlamıştır. Işık bilgisinin, renk uyumunun, dengenin, ritmin resim sanatındaki örneklerini anımsadığımızda, portre fotoğrafı çalışmalarında onların yol gösterici olması kaçınılmazdı... Fotoğraf derneklerinin, doğruluğu tartışılır bir biçimde, sanatı sokakta arama öğretilerinin ağırlığı, çalışmalarımızın başında tartışmamız gereken bir konu oldu. Çoğunlukla belgesel (!) adı altında ön hazırlığı olmayan, proje aşamasının gözardı edildiği, bilgi taşımadığı için izleyeni bilgiye götüremeyen rastlantısal görüntülerin, başka bir deyişle kaba saptamaların portre çalışmaları içinde olup olamayacağı elbette tartışmamız gereken bir konu idi. Doğru fotoğraf olması yalnızca rastlantıya bırakılmış; ışığın, geri plan kontrolünün, portresi çekilen kişi ile olması gereken diyaloğun gözardı edildiği, arkasında deklanşör sesinden başka bir iz bırakmayan görüntülerin portre fotoğrafı olarak değerlendirilmesi elbette mümkün değildi. Aşmaya ve anlaşmaya çalıştığımız bu konunun sonrasında bir başka güçlük, arkadaşlarımın portresini çalışacakları modeli bulmakta zorlanması idi. İnsanlar objektif karşısında kendileri gibi olamıyor, çoğunlukla yapay denebilecek bir hal alıyorlardı. Öyle olunca da, alınan sonuçlar anı fotoğrafı ile portre fotoğrafı arasındaki ince çizginin anı tarafına düşüyordu. Çalışmalar sırasında en çok zorlandığımız konu bu idi... Çizginin üstünde ne kadar kalabildik bilmiyorum. Ancak çizginin üstünde kalabilmek için çok çalıştığımızı biliyorum. TOPLUMCU GERÇEKÇİ BELGESEL FOTOĞRAF ATÖLYESİ Atölye Eğitmeni: Mehmet ÖZER Atölye Asistanı: Türkan Namlucu Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi varoluş nedeni ve beslendiği kaynak olan toplumculuk anlayışı temelinde bu dönemde de çağının tanığı olmaya çalışmış, projelerini bu tanıklığın doğrultusunda belirlemiş, atölye ve proje grubu üyeleri projeleri yine atölye çalışmasının temel ilkesi olan kolektif çalışma yöntemi ile hayata geçirmişlerdir. Bu projelerin başında Dikmen Vadisi Barınma Bürosu ve TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ile ortaklaştığımız, kentsel dönüşüm adı altında yapılmak istenen rantsal dönüşüm ve orada yaşayan insanların barınma hakkını hiçe sayan süreçte vadiyi ve vadi halkının yaşamını konu alan “Orada Hayat Var” geliyor. Bu proje sürecinde vadi halkının yaşamına, sofrasına, eğlencesine, mahkeme önünde ve alanlarda direnişine ortak olduk. Vadi halkı bizi kendinden bildi; biz onlarda kendimizi tanıdık. Bize ayırdıkları Gençlik Bahçesinde atölyemizin fidanlığını oluşturduk hep birlikte. Ağaçlarımız ve umutlarımız yeşerdi. “Halkın Hakları Var” forumunda gösterimizi yaptık. Yine “Halkın Hakları Var” mitinginde vadi halkı çektiğimiz fotoğrafları başları, göğüsleri üstünde taşıdı ve fotoğraf burada asıl sahipleri ile buluştu. “Orada Hayat Var” çalışmamızın sergisini 11 Haziran’da Sakarya Caddesinde gerçekleştirdik. İkinci projemiz ise TTK Zonguldak Üzülmez Maden Ocağı idi. Maden ocağına inmek, o havayı solumak, -250 metrede yaşamı kısmen de olsa tanımak bir kez daha bize kendi hayatlarımızı, insan emeğinin ne denli kıymetli olduğunu sorgulattı. Maden ocağı çalışması sürecinde madencilerin yoğun yaşadığı köylere de gitme fırsatımız oldu. Tıpkı vadide olduğu gibi, Zonguldak’ta kurduğumuz dostluklar da hayatımıza değeri ölçülemez anlamlar kattı. Maden ocağı gösteri ve sergimizi Eylül ayında Ankara ve Zonguldak’ta gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Zonguldak ziyaretlerimiz sırasında Zonguldak Fotoğraf Derneği’nin davetlisi olarak “Orada Hayat Var” ve “Tekel” gösterilerimizi sunduk. Nail Yollu arkadaşımız, “Trichrome Fotoğraf” çalışmasının gösteri ve sunumunu yaptı. Atölyemiz, fotoğraf anlayışımızın sadece fotoğraf projesi üretmekle sınırlı olmayıp aynı zamanda fotoğrafın yaşamın diğer alanları ile olan ilişkisini de göz önünde tutması nedeni ile edebiyat gibi diğer kültür, sanat alanları ile ortak bazı etkinlikler düzenlemiş veya farklı etkinlikler içerisine dahil olmuştur. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlaması kapsamında AFSAD’da Nezaket Koç arkadaşımızın “Flamenko” isimli sergisi ve “Ekmek İstiyoruz, Gül de!” isimli gösterimizin olduğu bir etkinlik gerçekleştirdik. Fotoğraf: Nail YOLLU 31 Kontrast 32 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010