Görünüm 109 - Mert S. Kaplan
Transkript
Görünüm 109 - Mert S. Kaplan
Kadının bedeni kimin kararı? Ankara göçüyor İnönü Bulvarı’nda bir kişinin ölümüyle sonuçlanan metro göçüğü sonrası Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde de üç farklı noktada göçük oluştu. 12 Başbakan Erdoğan’ın “Kürtaj cinayettir” sözleriyle başlayan tartışmada herkes fikrini söyledi. Peki uzmanlar bu konuda ne diyor? 10 Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi Yıl: 31 Sayı: 109 Eylül 2012 İncirlik’te nükleer bomba mı var? Wikileaks’in internete sızdırdığı ABD ile Almanya arasındaki diplomatik yazışmalara göre Adana’da bulunan NATO’nun İncirlik Üssü’nde 50 ila 90 arasında B61 tipi nükleer silah bulunuyor. Y ıllardır tartışmaları devam eden İncirlik’te nükleer bomba olduğu iddialarına, bir sivil toplum kuruluşunun İncirlik Üssü önünde yaptığı eylemde ya da ABD’de yayınlanan herhangi bir derginin makalesinde rastlayabiliriz. Ancak Türkiye bu konuda üç maymunu oynamaya devam ediyor. Ne bu haberlerin gerisi gelir ne de herhangi bir hükümet döneminde herhangi bir yetkilinin bu iddiaları doğruladığına ya da yalanladığına rastlayabiliriz. Sadece Türkiye’yi değil Türkiye’nin komşularını da etkileyen bu durum bir ‘devlet sırrı’dır. Peki, nedir bu iddiaların doğruluk payı? Gerçekten her biri Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından 20 kat daha güçlü olduğu söylenen ve sayısı 50 ila 90 arasında değişen nükleer bombaların üzerinde mi oturuyoruz? Üste kaç bomba var? Sovyetler Birliği’nin ilk atom bombasını başarıyla patlatması üzerine 1949 yılında NATO üssü olarak inşa edilen İncirlik Üssü’ne nükleer bombaların gelmesi ABD’de Ronald Reagan’ın başkan olmasıyla hızlanan nükleer silahlanma yarışının sonucunda gerçekleşti. Soğuk Savaş sonrasında üste bulunan bomba sayısı azalsa da İncirlik Üssü’ndeki depolarda 50 ila 90 arasında B61 nükleer bomba olduğu yönündeki tahminler, 2010 yılının sonlarına doğru Wikileaks'te yayınlanan ve Almanya’daki ABD Büyükelçisi tarafından İş kazası değil işveren cinayeti Farklı iş kollarında yaşanan kazalar sonucunda her ay ortalama 60-70 işçi hayatını kaybediyor. 5 Washington’a gönderilen 12 Kasım 2009 tarihli gizli rapordaki ifadelerde onaylanıyor. Bu raporda, ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Philip Gordon, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in dış siyaset danışmanı Christoph Heusgen’e İncirlik Üssü’nde ABD’nin nükleer silahları olduğunu açıklıyor. Aynı raporda Gordon, “Almanya, Belçika ve Hollanda’nın silahını bırakması Türkiye’nin kendi stokunu devam ettirebilmesini siyasi olarak çok zorlaştırır, böyle yapmaları gerektiğine inanmalarına rağmen...” diyor. Gazetelerde 1 Aralık 2011 tarihinde çıkan bu haberler üzerine NATO bir açıklama yaparak sızıntıyı, ‘yasadışı ve tehlikeli’ olarak yorumladı. Son olarak ABD’nin kamu bütçesini denetleyen sivil toplum örgütü Pro- ject on Government Oversight (POGO / Hükümetin Gözetimi Projesi) Başkanı Danielle Brian, ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’ya yazdığı 1 Şubat 2012 tarihli mektupta, Avrupa’daki NATO üslerindeki 200 kadar B61 tipi nükleer bombanın Amerikan ulusal bütçesine getirdiği 2 milyar dolarlık yükü sorguladı. Bu üslerin arasında İncirlik de vardı. 3 “Play-off kulüplere büyük kayıplar yaşattı” Ünal Aysal, İLEF’te düzenlenen ‘Spor ve Yönetimi’ konulu söyleşiye katıldı. 15 Afet Yasası, Anayasa ve Evrensel Hukuk İlkeleri’ne aykırı 31 Mayıs 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Afet Yasası, Mamak ve Dikmen’deki kentsel dönüşüm mağdurlarını tedirgin ediyor. Konunun uzmanları ile çıkarılan yasa ve kentsel dönüşüm sorunu hakkında konuştuk. 9 Adem Çetin Tarık Çalışkan Av. Mahmut Tanal Doç. Dr. Hülagü Kaplan “Devlet, Afet Yasası’yla belediyenin rant kapma çalışmalarına yasal zemin hazırlayacak. Böylelikle bu sorun sadece bizim değil, aslında tüm ülkenin sorunu haline gelecek.” “Yıllardır devlet kendi halkının sorunlarını karşılamaktan çok kendi yandaşının ve uluslararası sermayenin çıkarlarını sağlayacak yasalar çıkarmaktadır.” “Şehirler bir kimliktir. Trakya'nın, Karadeniz'in birbirinden farklı bir yapısı vardır. Ama kentsel dönüşüm ile fabrikasyon gibi tek tip ev yapılıyor. Bu şehre iyilik değil kötülüktür.” “Çıkarılan bu yasa ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı geniş haklara sahip oldu. Özellikle üçüncü maddeyle Bakanlık istediği şekilde yerleşim yerlerine müdahale edebilecek.” Dostlar Mahallesi Barınma Hakkı Meclisi Temsilcisi •Nükleer tehlikenin farkında mısınız? s.3 Dikmen Vadisi Barınma Hakkı Meclisi Temsilcisi Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili •Nefret söylemi üniversitelerde ders oluyor s.7 Gazi Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Böl. Öğr. Üyesi •Organik tarım ürünleri el yakıyor s.13 2 Eylül 2012 Haber ‘Biz gaz yemeden oradaki halk gaz yemiyor’ İLEF Sinema Topluluğu’nun konuğu olarak İletişim Fakültesi’ne gelen BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, gazetecilikten milletvekilliğine, Suriye meselesinden 12 Eylül ve Kenan Evren’in yargılanmasına kadar pek çok konu ile ilgili düşüncelerini öğrencilerle paylaştı. kat sonuçlar irrasyonel çıkar. Halkların direnme kat sayısı kâğıt üzerinde hesaplanamaz. Devlette ve AK Parti’de bu logaritmayı çözecek bir akıl yok. Bunu bir aşağılama anlamında söylemiyorum.” Ebru Apalak Yeni anayasa sürecinde sokağın sesinin ve örgütlü mücadelenin kuvvetli olması gerektiğini ve özellikle öğrencilerin örgütlenmesi gerektiğini dile getiren Önder, “İklim elverirse yeni anayasadan umutluyum” dedi. Gazeteciliği çok özlediğini ve milletvekilliğinin zor bir iş olduğunu belirten Önder, bir kez daha milletvekilliği yapmayı düşünmediğini de sözlerine ekledi. Söyleşide yönetmen ve oyuncu kişiliğine de değinen Önder, 2007 yılında vizyona giren filmi 'Beynelmilel' için ise devam filmi çekmeyeceğini ve devam filmlerine sıcak bakmadığını belirtti. Önder, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekillerinin, “Biz gaz yeme- Fotoğraf: Ender Baykuş den oradaki halk gaz yemiyor” diyerek halktan kopmadığını vurguladı. Gündemdeki Suriye meselesine, “Savaşı en çok isteyen Türkiye’de var olan büyük sermayedir” diyerek değinen Önder, savaşın büyük sermaye için geniş olanaklar sağladığını ve tüm yaşananlara rağmen Kürtlerin, Suriye’de yaşanan gelişmelerden statü kazanarak çıkacağı düşüncesinde olduğunu ifade etti. “Halkların direnme kat sayısı kâğıt üzerinde hesaplanamaz” Suriye meselesinin, sermaye sahiplerinin savaşçı ve çıkarcı politikalarının bir sonucu olduğunu belirten Önder şu şekilde konuştu: “Suriye’deki gelişmeleri Irak’taki gelişmelerle birlikte ele aldığımızda Sünnî bir mihver oluşturma politikası var. İran’ın etkisini kırma, Kürtlerin statü kazanmasını önleme ve petrol için daha az maliyetli, daha güvenli bir koridor oluşturma politikası yürütüyorlar. Şu an savaşı en çok isteyen büyük sermaye. Niye? Siz sıkıntılarınızı ancak ihraç ederek çözebilirsiniz. Batı bunu hep böyle yapmıştır. Kendi iç sıkıntılarını yoksul ülkelere ihraç etmiştir ve bu kendi ülkesine refah ve kısmî bir barış olarak geri dönmüştür. Genellikle hesaplar rasyonel yapılır fa- “Hükümetin can simidi: YÖK” 12 Eylül davasıyla ilgili olarak, ''Kenan Evren'in yargılanmasına olumlu bakmak, iktidarın bu sürece yaklaşımını onaylamak gibi bir anlam içermiyor'' diyen Önder, AK Parti’nin özellikle Darbeleri Araştırma Komisyonu’na biçtiği işlevin “samimiyetsizlik” olduğunu da dile getirdi. Darbenin sonucu olan kurumların acilen tasfiye edilmesi gerekliliğini vurgulayan Önder, “Bu yapılmıyor. Hükümet, yalnızca darbenin aktörlerine karşı. Ordu ve hükümet darbenin yarattığı bütün vesayet kurumlarına canla başla sarılıyor. YÖK hakkında iktidara gelmeden önce söyledikleri ve sonra da yönetimi ve başkanı değişince YÖK’e can simidi gibi nasıl sarıldıklarını hatırınıza getirirseniz, bu darbelerle hesaplaşma bahsindeki tutumları hakkında da bir fikriniz olur” dedi. “İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna, “Kötü bir şaka gibi bu” şeklinde cevap veren İçişleri Komisyonu üyesi de olan Sırrı Süreyya Önder, Van depreminde evini kaybeden bir insana bakanın “Sarayda yaşıyorsunuz” dediğini hatırlatarak bu tavrı “zevzeklik” olarak nitelendirdi. Söyleşiden sonra İLEF Sinema Topluluğu adına Önder’e puşi hediye edildi. YÖK’ten öğrencilere bütünleme müjdesi YÖK, aldığı kararla bu yıldan itibaren tüm üniversitelerde geçerli olmak üzere bütünleme sınavı hakkı tanıdı. Milyonlarca öğrenciyi ilgilendiren ve yıllardır öğrencilerin başarısız oldukları veya giremedikleri sınavlar için tanınması beklenen bütünleme hakkı, 2011-2012 akademik yılından itibaren yürürlüğe konuldu. Böylece öğrenciler devam eden yaz okulu uygulamasının yanı sıra bütünleme hakkıyla da başarısız oldukları derslerden geçebilme fırsatını yakalamış oldu. Üniversiteler Bölge Toplantıları’nda görüşülen öğrencilerden gelen talepler üzerine böyle bir uygulamaya gidildiğini söyleyen Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, yaklaşık 3 buçuk milyon öğrenciyi etkileyen kararı Twitter üzerinden duyurdu. Çetinsaya, “YÖK Başkanı olarak, öğrencilerin yaz okullarına mahkûm edilmemesi gerektiğine ve bütünleme sınavlarının tüm öğrencilerin hakkı olduğuna inanıyorum. 20112012 akademik yılından itibaren tüm üniversitelerimizde geçerli olacak bu kararın öğrencilere hayırlı olmasını diliyorum” şeklinde konuştu. Bütünleme sınavlarının uygulamaya konulmasının yaz okullarının kaldırılacağı anlamına gelmediğini de sözlerine ekledi. Bunun ardından Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi (İLEF) tarafından yapılan duyuruda, “28/06/2012 tarih ve 05/03 sayılı Fakülte Kurulu Kararıyla, 2011-2012 eğitim-öğretim yılı güz ve bahar yarıyıllarında final sınavına girmeye hak kazanan öğrenciler için, başarısız oldukları veya sınavına giremedikleri tüm derslerden bütünleme sınavına girebilme hakkı tanınmıştır” denilerek resmen uygulamaya konulmuş oldu. İLEF’teki bütünleme sınavları 22 Ağustos-7 Eylül tarihlerinde yapıldı. Önceden yaz okulu ve bütünleme sınavları olmadığı için zor durumda olduklarını, ister istemez dönem uzatmak zorunda kaldıklarını belirten öğrencilerin çoğu ise yürürlüğe konulan bu uygulamadan memnun görünüyor. Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü 3. sınıf öğrencilerinden Yasin Yılmaz, “En azından final sınavlarının telafisini bütünleme sınavları ile yapabileceğiz. Yaz okulu olmayan bir okul için bütünleme velinimettir” şeklinde konuştu. Bütünleme sınavlarının bayram tatilinden hemen sonraya denk gelmesi ise öğrencileri sınavlara çalışabilme konusunda endişelendirdi. • Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi adına sahibi: Dekan Prof. Dr. Eser Köker • Yazı İşleri Müdürü: Yrd. Doç. Dr. Çağla Kubilay • Genel Yayın Yönetmeni: Doç. Dr. Gökhan Atılgan • Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı: Arş. Gör. Can Irmak Özinanır • Danışma Kurulu: Prof. Dr. Oya Tokgöz, Öğr. Gör. Atila Cangır, Öğr. Gör. Bülent Özkam, Öğr. Gör. Mehmet Sobacı • Şef Editör: Sadık Demirbağ • Yazı İşleri Editörü: Murat Mercan • Haber Editörü: Tuğçe Korkmaz • Fotoğraf Editörü: Mert Gökhan Koç • Sayfa Editörü: Salih Kaplan • Yazışma Adresi: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Cebeci Yerleşkesi 06590 / Ankara • Tel: 319 77 14/296 • Faks: 362 27 17 • [email protected] http//ilef.ankara.edu.tr/gorunum • Basım Tarihi: 06 Eylül 2012 • Yerel Süreli Yayın (Yılda 4 sayı çıkar) Murat Mercan Fotoğraf: Şeyma Görürüm Sistem değişikliği Torba Yasa’ya takıldı Haziran ayı sonunda Meclis’ten geçen Torba Yasa, ÖSYM’nin mağdur ettiği 2 milyon öğrenciyi kurtardı. Sadık Demirbağ Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin (ÖSYM), Mayıs ayının sonunda yaptığı değişiklikle Lisans Yerleştirme Sınavı’ndan (LYS) kısa bir süre önce ortaöğretim başarı puanlarını kaldırmak için yaptığı düzenleme, Torba Yasa’ya takıldı. ÖSYM’nin öğrencilerin bireysel başarılarını sadece sınavlarda ölçmek istediği düzenleme, önümüzdeki yıldan itibaren uygulanacak. ÖSYM’nin yapmak istediği bu değişiklik sonrasında şaşırdıklarını belirten Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) Ankara 1 No'lu Şube Başkanı Doğan Kaya, “Yapılan bu değişikliği anlamak gerçekten çok zordu. Özellikle bu dönem ortaöğretim başarı puanının eklenmesi gerekiyordu. Çünkü Nisan ayında yapılan Yükseköğretim Giriş Sınavı (YGS) sonucuna bu puanlar eklenmişti. Okul bitiminde okul başarı puanının eklenmesi gerekiyor. Ayrıca öğrenci de dört yıl içerisinde bir başarı göstermişse o emeğinin karşılığını almalı” dedi. Kaya, okullarda verilen tüm notların objektif ve standart olmadığını, gele- cek yıl uygulama ile birlikte nitelikli okulların cezalandıracağını söyledi. Özel okulların teşvik edilmesine yol açar mı? Yapılmak istenen bu değişiklikle birlikte okul puanının eklenip eklenmeyeceği konusunda LYS’de belirsizliklerin yaşandığını belirten Kaya, öğrencinin kötü bir okulda olmasına rağmen kişisel başarı puanının yüksek olması durumunda bu uygulamanın öğrenciyi mağdur edeceğini ifade etti. Yaşanan bu durumun da bir tezat oluşturduğunun ve özel okulların teşvik edilmesine yol açacağının altını çizdi. Sık sık yapılan değişikliklerin yerine, sınav sisteminin kaldırılmasının daha akılcı olacağını ifade eden Kaya, “Biraz daha öğrencilerin yeteneklerine uygun bir ölçme sisteminin belirlenmesi gerekiyor. Öğrencilerin eğitim alanları yeteneklerine göre seçilmeli. Okullardaki yönlendirmelerin değil, öğrencilerin kendi kararlarının gelecekte daha belirleyici olması daha sağlıklı olacaktır. Ama Türkiye’de gençlerin geleceklerini belirleme konusunda aileler daha etkili oluyorlar” dedi. “Dezavantajları olduğu kadar avantajları da var” Öğrencilerin bu değişiklikten haberdar olduğunu ve bu durumun onlar için bir avantaj olduğunu söyleyen Kaya, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çoğu öğrenci ortaöğretim başarı puanının kaldırılması çalışmalarının olduğunu biliyor. Onlar bu durumu avantaja çevirmeye çalışıyorlar. Örneğin, dört yıl boyunca sadece sınıf geçmek için çalışmalarını yürüten öğrenciyle, ‘kendimi geliştirmem gerekiyor, çok çalışmam gerekiyor’ diyen öğrenci arasındaki farklar ortaya çıkıyor. Çünkü bugüne kadar bu iki ayrımda olan öğrenciler aynı kefeye kondu. Bu yeni sistem öğrenciye ‘Ben artık sınıfımı geçeyim, bu puan bana yeter’ diye bir düşünce getirir. Ama şu anda pek bilinen bir durum yok. Medya yeteri kadar gündeme getirmedi. Türkiye’de gündem hızla değişiyor. Eğitim sistemi ve sınavlar deneme tahtası haline getirildi. Belki de kısa bir süre sonra da başka bir sistem getirilerek bu düzenleme de ortadan kaldırılacaktır.” 3 Eylül 2012 Haber Nükleer bombaların üzerinde mi oturuyoruz? ABD hükümetinin kamu harcamalarını denetleyen POGO’dan Danielle Brian, savaş karşıtı gruplarca birçok defa dile getirilen ve Wikileaks’e sızdırılan ABD Dışişleri belgelerinde de ortaya çıkan İncirlik Üssü’ndeki nükleer bombaların saklanması için bir servet ödendiğini açıkladı. Arife Köse Baş tarafı Ayrıca Atomic Scien1. sayfada tists adlı dergide Robert S. Norris ve Hans M. Kristensen tarafından Kasım 2011’de yayınlanan bir araştırmada ABD’nin Türkiye’de olduğu hep söylenen ama şimdiye kadar detaylarına ulaşılamayan nükleer silah envanteri yayınlandı. Çalışmada, ABD’nin Türkiye de dâhil olmak üzere Avrupa’da Soğuk Savaş yıllarından kalan taktiksel atom bombalarının ayrıntılı olarak depolandığı yerler ve sayı listesi veriliyor. Bu rapora göre Türkiye'deki İncirlik Üssü’nde 60-70 adet nükleer B61 tipi bomba bulunuyor. Bu sayı, 2001 yılında 90’dı. 2017’de yeni bombalar geliyor Raporda Türkiye’deki B61-12 türü nükleer bomba türlerinin 2017 yılı itibariyle B61-3/4 tipi yeni modellerle değiştirilecek olduğu da ilk kez açıklanıyor. 2015’te başlayacak F-16’ların Amerikan JSF yeni nesil savaş uçaklarıyla değiştirilmesine kadar geçecek süre içinde F-16’ların modernize edilerek bu yeni bomba türlerini taşımalarına imkân verilecek. Nilüfer Uğur Dalay: “Türkiye, NPT’yi ihlal ediyor” 2005 yılından bu yana İncirlik Üssü konusunda muhalif kampanyalar düzenleyen ve İncirlik Üssü’nün giz- li Bakanlar Kurulu kararnamesiyle ABD’nin kullanımına verilmesi hakkında dava açan Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Yönetim Kurulu üyesi Nilüfer Uğur Dalay, “Türkiye, 1969 yılında Birleşmiş Milletler’de imzaya açılan, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na (NPT) taraf oldu ve anlaşmayı 28 Ocak 1969’da imzaladı” dedi. Bu kararın Bakanlar Kurulu’nda onaylanarak 28 Kasım 1979 tarihli Resmi Gazete’de de yayınlandığını vurgulayan Dalay sözlerine şunları ekledi: “Bu anlaşma gereğince, 1967 yılından önce nükleer silaha sahip olan ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin nükleer silahı olan ülkeler olarak kabul edilirken, bu ülkelerin nükleer silahı olmayan ülkelere bu tip silahları temin etmesi veya yapmaları için yardımda bulunmaları yasaklanır. Dolayısıyla bu anlaşmaya göre Türkiye topraklarında nükleer silah bulunduramaz ve ABD de bu silahları Türkiye’ye veremez, verirse anlaşmayı ihlal etmiş olur. Çünkü nükleer silah ticaretinin önünü açar. Türkiye’nin silahların varlığını kabul etmesi ve sahipliğini üstlenmesi, uluslararası arenada çok ciddi tartış- malara yol açabilir, Türkiye’yi oldukça tartışmalı bir pozisyona sokabilir.” Türkiye’de nükleer silahın işi ne? Türkiye’nin bir nükleer silah deposuna dönüştürülmesi, nükleer savaş senaryolarına dayandırılsa da Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Uluslararası İlişkiler Uzmanı olan ve ‘İncirlik Üssü: ABD’nin Üs Politikası ve Türkiye’ adlı kitabın yazarı Selin M. Bölme, asıl nedenin rekabet alanının kayması olduğunu söyledi. Bölme ayrıca, istikrar ve güvenliğe kavuşan Avrupa’nın doğrudan hedef olmaktan çıkması ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, petrolün artan önemi ile birlikte, bölgedeki istikrarsızlığın doğrudan diğer ülkelerin ekonomileri üzerinde sonuçlar doğurması, ABD ile Rusya arasındaki savaş alanını da değiştirdiğini belirtti. Kitabın yazım aşamasında üssün kullanımı ve üste olduğu iddia edilen bombalarla ilgili bilgi toplamakta çok zorlandığını ifade eden Bölme, “Fark ettiyseniz kitaptaki nükleer bombalar ile ilgili bölümde Türkiye’den herhangi bir kaynak veremiyorum. Çünkü ABD’de arşivler her yirmi beş yılda bir açıldığı için en azından geçmişe dair bazı bil- II. Dünya Savaşı’nda ABD’nin Hiroşima’ya attığı atom bombası 140 bin insanın ölümüyle birlikte büyük bir yıkıma neden oldu. B61 tipi nükleer bombaların her birinin Hiroşima’ya atılan atom bombasından yirmi kat daha etkili olduğu iddia ediliyor. gileri bulmak mümkün. Türkiye’de ise dış ilişkiler ile ilgili herhangi bir kaynağa ulaşıp arşiv araştırması yapmak mümkün değil. Dolayısıyla ne ABD arşivlerinde ne de Türkiye’de İncirlik Üssü’nde nükleer silah olduğuna dair herhangi resmi bir belge bulmanız pek mümkün değil” dedi. Özellikle nükleer silahlar konusunun güvenlik kapsamında devlet sırrı olarak görüldüğünü de belirten Bölme, kimsenin bu konuda sorulan sorulara yanıt vermediğini, devletlerin de bu durumu kabul etmediğinden bir şehir efsanesi yaratılmasına neden olduğunu söyledi. Peki ya patlarsa? IPPNW (Nükleer Savaşın Önlenmesi İçin Uluslararası Hekimler) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, şu an İncirlik’te bulunan B61 tipi nükleer bombaların her birinin Hiroşima’ya atılan atom bombasından yirmi kat daha etkili olduğunu aktaran Bölme, İncirlik Üssü’nde nükleer bomba olup olmadığını öğrenmek için hem ABD’deki hem de Türkiye’deki Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları’na, bilgi edinme hakkı çerçevesinde yaptıkları başvuruların reddedildiğini söyledi. Ama yanıt verilmemesinin bu soruları ortadan kaldırmadığının altını çizen Bölme, “Soğuk Savaş çoktan bittiği halde neden bu nükleer silahlar hâlâ İncirlik Üssü’nde? Bu bombaların kime karşı kullanılabileceği düşünülüyor? Nükleer bombaların varlığı gerçekten güvenlik sağlıyor mu? Sizce saniyenin binde biri kadar bir süre için ölme ihtimali olan insanların bu soruların cevaplarını bilmeye hakkı yok mu?” gibi soruların cevaplandırılmasını beklediklerini ifade etti. Nükleer tehlikenin farkında mısınız? Türkiye’nin son yıllarda artan enerji ihtiyacını karşılamak için başlattığı nükleer santral çalışmalarına çevre örgütlerinden tepkiler gelmeye devam ediyor. Sadık Demirbağ Türkiye’nin artan enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla nükleer santral kurma çalışmalarına hız vermesi çevre örgütlerini harekete geçirdi. Türkiye dahil birçok ülkede faaliyetlerde bulunan Uluslararası Çevre Örgütü Greenpeace üyelerinden Gülçin Şahin, planlanan iki santrale karşı mücadelelerine devam edeceklerini söyledi. Akkuyu Nükleer Santrali için 2012 yılında Ruslarla anlaşmaya varıldığını ve Sinop’taki proje için de Japonya, Güney Kore ve Kanada şirketleriyle görüşüldüğünü dile getirdi. Nükleer santral çalışmalarına karşı kamuoyu oluşturmanın yanı sıra birçok eylem gerçekleştirdiklerini belirten Şahin, “Biz nükleer santrallere karşı eylemlerimizi yapıp kamuoyu oluşturmaya çalışırken diğer yandan da bilimsel raporlar yayımlayarak durumun ciddiyetini duyurmaya çalışıyoruz. Hatırlanacağı üzere Türkiye’de 2000 yılında yapımı için girişimlere başlanan nükleer santral süreci Greenpeace’in ve diğer nükleer karşıtı kuruluşların sayesinde engellendi” dedi. Santrallere karşı yaptıkları son eylemlerinde geçtiğimiz yılın Haziran ayında Taksim Meydanı’nda nükleer karşıtı bir kamp kurduklarını ve dokuz gün boyunca eylemlerini sürdürdüklerini ifade eden Şahin, birçok siyasetçinin, sanatçının ve diğer sivil toplum kuruluşların eylemlerini desteklediklerini söyleyerek, “Türkiye’nin en merkezi noktasında kurduğumuz kampla halkı da nükleerle ilgili bilgilendirme çalışmaları yapabildik” dedi. Akkuyu’da kurulması planlanan santralin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecinin hukuka uymayan bir şekilde işlediğini ve sunulan ÇED raporunda pek çok eksikliğin olduğunu söyleyen Şahin, bu rapora karşı hukuki mücadelelerini sürdürdüklerini belirtti. Ayrıca Akkuyu’ya santral yapmayı planlayan şirketin Çernobil faciasından sorumlu olduğunu ve Ankara’daki şirket binasının önünde eylem yaptıklarını kaydetti. “Tarihteki en büyük 20 kazadan birini yaşayan ülkeyiz” Öte yandan Türkiye’nin bir nükleer santrale sahip olmamasına rağmen, tarihteki en büyük 20 nükleer kazasından birini yaşamış bir ülke olduğunu aktaran Şahin, İkitelli’de 1999 yılında yaşanan olayda, hurdacılık yaparak hayatını kazanan on üç kişilik Ilgaz Ailesi’nin hurda diye satın aldıkları konteynırın içinden radyoaktif madde çıkmasıyla radyasyona maruz kaldığını dile getirdi. Aile üyelerinden Murat Ilgaz’ın parmaklarını kaybettiğini, Hüseyin Ilgaz’ın da 2004 yılında kansere yakalanarak iki yıl önce 57 yaşında hayatını kaybettiğini sözlerine ekledi. Nükleer santrallerin her zaman insan hatası ya da dışarıdan gelecek bir doğal afet ve saldırı gibi durumlar karşısında hassas olduğunu söyleyen Şahin, “Kaza yaşanmayacağının garantisini kimse veremez ve yaşanacak bir kaza durumunda yayılacak radyasyon Türkiye sınırlarını bile aşacaktır. Hatırlarsanız Fukuşima’dan sonra radyasyon bulutları dünyanın pek çok yerine yayılmıştı. ‘Fukuşima’da kimse radyasyondan ölmedi’ diyorlar ama radyasyon sızıntısı yüzünden 100 binlerce kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığını ve 13 bin kilometrelik alanın kullanılamaz hâle geldiğini söylemiyorlar” diyerek konuşmasını sürdürdü. Fotoğraf: Greenpeace “Santral bekçisi bile özel eğitimden geçmeli” Nükleer santralde çalışabilmek için bu konuda deneyimli ve eğitimli olmak gerektiğinin ve santral bekçisinin dahi özel bir eğitimden geçmesi gerektiğinin altını çizen Şahin, “Şimdi bazı öğrencileri Rusya’ya eğitime gönderdikleri ile ilgili haberler çıkıyor. Oysa Türkiye’de bu nükleer santral yerine yenilenebilir enerjilere yatırım yapsak, çok daha fazla insana iş olanağı sağlanabilir. Akkuyu’ya kurulacak 4 GW’lık nükleer santralin yerine 4 GW güneş paneline teşvik verilse, nükleer santralin –tüm yan hizmetleriyle birlikte- istihdam edeceği azami 2 bin 500 kişiye karşı 120 bin kişiye iş imkânı sağlanır” dedi. “Yenilenebilir enerjinin sadece yüzde birini kullanıyoruz” Akkuyu’ya kurulması planlanan nükleer santralin, Türkiye’nin elekt- rik ihtiyacının sadece yüzde beşini karşılayacağını ve yapımının en az 10 yıl süreceğini vurgulayan Şahin, bir güneş santralinin dokuz ayda hayata geçirilebileceğini ve nükleer enerjinin aksine çevre dostu olduğunu söyledi. Türkiye’nin, Avrupa’da İspanya’nın ardından en fazla güneş enerjisi potansiyeline sahip ülke olduğunu belirten Şahin, sözlerini şöyle sürdürdü: “İspanya artık enerjisinin yüzde 40’ını yenilenebilir enerjilerden sağlıyor. Türkiye’de ise potansiyelimizin sadece yüzde 1’ini kullanıyoruz. Rüzgâr ve güneş bir arada değerlendirildiğinde Avrupa’nın en yüksek yenilenebilir enerji potansiyeline sahibiz. Jeotermal enerji konusunda da oldukça zenginiz. Ancak bu alanlara hükümet tarafından yeterli teşvik verilmiyor ve yatırımlar daha çok kömür ve nükleere yapılıyor. Oysa enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjilerle enerji ihtiyacımızı karşılamamız mümkün.” Termik santrallere karşı mücadeleleri de devam ediyor Greenpeace olarak Türkiye’de nükleer dışında kömürlü termik santrallere ve iklim değişikliğine karşı kampanyalarının da devam ettiğini söyleyen Şahin, iklim değişikliğiyle mücadele alanı olan iklim ve enerji kampanyalarıyla Türkiye’de nükleer enerji santrallerinin ve kömürlü termik santrallerin kurulmasının önüne geçmeye çalıştıklarını söyledi. Kömürün insan kaynaklı karbon salınımlarının en büyük kaynağı olduğunu ve bu nedenle iklim değişikliğine neden olan birinci enerji üretim biçimi olduğunu belirten Şahin sözlerine şunları ekledi: “Nükleer enerji pahalı, kirli ve tehlikelidir. Bu kirli enerji biçimlerine karşı çıkarken, hiçbir tehlikesi olmayan ve küresel iklim değişikliğine neden olmayan rüzgâr, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmemiz gerektiğini savunuyoruz.” 4 Eylül 2012 Haber Üniformanın istifa hakkı Oğuz Evren Kılıç Çocuktunuz, hafızanızın kendinizle ilgili barındırdığı ilk flu görüntülerden bu yana en çok duyduğunuz sorunun da muhatabıydınız: “Büyüyünce ne olacaksın?” O kadar özgürdünüz ve masumdunuz ki, vereceğiniz en uçuk cevap bile tatlı gülümsemelerle iltifat görüyordu. Astronot da oluyordunuz, doktor da. Canınız mı sıkıldı? Denizler kâşifi bir kaptanlığa sınavsız yatay geçiş yapıveriyordunuz. İşte tüm bu özgürlüğün, sorumsuzluğun ve uçarılığın tam ortasındayken bazılarımıza aynı soruyu devlet sordu. Bütün çocukluk hayalleri ve ilk gençlik heyecanlarıyla “Asker!” deyiverdiler. Devletin nazarında aklının her şeye tam erip ermediği belli olmayan, hayat tecrübesi yetersiz, haklarını tek başına kullanamayacak durumda olan 18 yaşından küçük çocukların devlete verdikleri bir cevaptı bu. Zira Türk Medenî Kanunu’nun 10. Maddesi’nde denilmiştir ki: “Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.” Bir madde sonra, 11. Madde ne diyor peki? “Erginlik 18 yaşın doldurulmasıyla başlar.” Ve noktayı 16. Madde koyuyor: “Ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi işlemleriyle borç altına giremezler.” Belki henüz bıyıkları bile terlememiş saf bir çocukluk telâşı ile verilmiş olan ‘Asker!’ cevabının Türk Medenî Kanunu çerçevesindeki değeri işte bu kadardır. Ama gelin görün ki, kazın ayağı öyle değil. Bu cevabı verenlerden biri de “Hasan K.” isimli fotoğraf sanatçısı. Çocukluğundan bugünlere hatırladığı en önemli şey, kalabalık aile toplantılarında ve bayram günlerinde hep asker selâmı vererek çevresine gülümsediği zamanlar. Aile büyüklerinin yüzündeki o mağrur ve şevkli gülümseyişlerle aldığı cevapların verdiği motivasyonla, güle oynaya askerî liseye hazırlandığını anlatıyor. Sonrasında ise ilk gençlik tüylerinin bitmeye başladığı yüzünde patlayan bir tokada dönüşmüş hayal kırıklıkları dökülüyor ağzından ve kenetlenmiş dişlerinin arasından… “İnsan olmamak, insana dair her şeyi ezip geçmek, benliğinizi yok etmek üzerine kurulu bir yaşayıştı” diye özetlediği askerî lise yaşamını milyonlarca kez terk etmek istediğini, yatılı kaldıkları okul yatakhanelerinde hıçkırıkların ‘adeta kanon yaptığını’, ama devasa Onlar, girmenin zor ve çıkmanın imkânsız olduğu bir yola düşenler, hayatlarını 'kölelik' olarak nitelendirdikleri bu 'angaryadan' kurtarmanın peşindeler. tazminat bedelleriyle el ele vermiş toplumsal tabuların ve kaçmışlık, yenilmişlik hissinin üstesinden kimsenin gelemediğini anlatıyor. Ve sonrasında, bu sürecin daha da ağdalanarak harp okulu yıllarına sirayet ettiğini söylüyor. Fakat diye devam ediyor: “Hiçbir süreç, mesleğe başladıktan sonrasıyla kıyaslanamaz.” Mesleğe atılan ilk adımla birlikte, yıllar boyunca hoyratça eğilip bükülmüş genç insanların kurtlar sofrasına atıldığı bir çağ başlıyor. Üstlerin rütbeleri büyüdükçe Tanrılaştıkları, astların kıdemleri büyüdükçe hırpanileştikleri, eratın baştanbaşa bir faciayı teşkil ettiği bir büyük kaosun tam ortasında bulmuş kendini. İki dudak arasında geçen bir yaşamı düşünün, sadece basit bir emir komuta zinciri değil, insanlığın, hukukun ve alınıp verilen tüm nefeslerin dahi iki dudak arasında hapis edildiği bir sistem. Öyle ki, Askerî Ceza Kânunu'ndan alınan Ortaçağ feodal beylerine özgü yetkilere dayanılarak tek bir cümle ile insanların haftalarca berbat koşullarda hapsedildikleri, hürriyetlerinin bağlandığı bir sistemi düşünün. Halı saha maçında sürtüştüğünüz ve rütbesini bile bilmediğiniz birisinin sizi oracıkta 14 günlük hapis cezasına çarptırdığını düşünün. Ne bir mahkeme, ne bir suçlama, ne bir şahit, ne bir savunma var. Bunun için sadece iki dudak yeterli, âmir dudakları. Birçoğu ailelerinin onlar adına verdiği kararla asker olmuş. Okul sürecinde devletin onlar için harcadığı parayı tazminat olarak ödeyip vazgeçme ihtimali var. Fakat 50 bin lira, 80 bin lira gibi rakamlar ailelerin çoğu için çok büyük. Bu ne demek? Okul bitecek ve 15 yıllık mecburî hizmet başlayacak. Askerliği severek yapanlar vardır. Fakat yıllar içinde mizaçlarına uymadığını anlayan, büyüdükçe militarizmi sorgulayan, kurumun işleyişine dair itirazları olanlar ne yapacak? 36-37 yaşına kadar istifa etme hakları yok. Yüz kızartıcı suçlar işleyerek atılmayı tercih etmezlerse tek yol izin tecavüzü yaparak firar etmek. Bildiğiniz kaçak hayatı. Bu travmatik ve zorlu sürece en az bir buçuk ila iki yıl dayanmak zorundalar. Bu süre sonunda ordudan atılıyorlar. Ama yine de mahkemeye veriliyorlar ve önlerinde altı ay hapis cezası duruyor. Yaşayan örneklerinden dinleyelim, “Efsane komutan olmak istemedim” “Bir yılın sonunda bana uygun olmadığını anladım. Güneydoğu'da zor zamanlar yaşadık. Askerlerimizden şehit olan oldu, bazı gerçekleri sorguladım. Efsane komutan olmak gibi söylemim yoktu. Acı gelebilir ama o benim savaşım değildi. İki yıl sonra İstanbul'a tayinim çıktı. Fotoğraf bölümünü kazanınca firar edip, kaydoldum. Kaçak yaşama, yabancılaşma, bunları anlatabilir miyim? İki yıl sonra teslim olup 45 gün hapis yattım. Şu anda bir firmada çalışıyorum. Beş ay daha hapsim var. Ailem karşı çıktı. Annem kalp krizi geçirdi. Sanırım tek suçlu benim.” (Samim) Gözüm hep kapıda ne zaman gelecekler beni almaya diye. Tek suçum mutlu olmayı istemek. “Geceleri kâbuslarla uyanıyorum” Harp Okulları’nda öğrencilere “Hepiniz birer Mustafa Kemalsiniz” dendi. Birey için devlet değil, devlet için birey mantığı ön plandaydı. Onuncu yılımın sonunda firari oldum, hakkımda yakalama kararı var. Özel yetenek sınavıyla girilen bir bölüme birinci girdim, bursluyum. Derslerimi aksatmadıkça onlar için problem yok. Gözüm hep kapıda. Ne zaman gelecekler beni almaya diye. Geceleri kâbuslarla uyanıyorum. Adam öldürmedim, hırsızlık yapmadım, tecavüz etmedim. Tek suçum mutlu olmayı istemek. (Devrim) “Bir nevi Nâzım Hikmet oldum” Bir Schengen ülkesinde burslu doktora yapıyorum. Dört yıllık subayken bıraktım. Havaalanında tutuklanacağım için gelemiyorum. Subay çıkana dek sorun yoktu. Hem mühendis hem subay olmanın olumlu olacağını düşünürdüm. Mühendis eşittir yardımcı sınıf, askerlikten anlamaz anlayışı yanlış meslek seçtiğim fikrini pekiştirdi. Asker olan babam da TSK’ da kafası çalışan personelin küstürüldüğünü kabul etti. En zoru, ülkeme dönememek. Bir nevi Nâzım Hikmet oldum. 10 yıl da zamanaşımı olsa, 47 yaşımda gelebilirim. Beklenecek süre değil. (Firari bir subay) “Çocuk gelinler gibiyiz” Bir yıl içinde düzenleme yapılmazsa, ben de firar yolunu seçeceğim. Ailemin etkisiyle askerî okula girmek zorunda kaldım. Gerek okul, gerekse mezun olduktan sonraki çalışma ortamı beklentilerimin çok altındaydı. İş yaşamımı saygı üzerine kurmak isterken farklı bir manzarayla karşılaştım. Her gün gazetelerde aile zoruyla evlendirilmiş çocuk gelinler var ya, aynı onlar gibi mutsuz, umutsuz bir hayat yaşıyoruz. Ha bu saatten sonra beni genelkurmay başkanı da yapsalar, arkama bakmam. (Ferit) Fotoğraf: Atilla Köklü Paşa bademlerinin tabaktaki yönü 12 yıllık görevliyken firar eden bir piyade astsubayıyım. Yerimizi militarizm ve vesayetçi zihniyetin buyruklarını kabullenecek gençlere bırakıp özgürlük isteyenleriz. Askerliği yurt savunması yapan kurum olarak bildim, savaş, eğitim, spor faaliyetleri icra edeceğimi sandım. Lakin örümcek ağlarının alınması, yaprak temizliği, paşaya ikramda tabaktaki bademlerin diplerinin bakacağı yönler gibi kepazelikler yaşadık. Mesleğe girmek isteyen gençlere tavsiyem şu: Yüz kere düşünün. (Semih) “Tedaviye gönderilmedim” Firari yaşamak öyle zor ki... Hayatımı yaşayabilmek, ailemle en azından akşam vakit geçirebilmek, kişisel egoları olan insanları eleştirdiğimde ceza almamak, çocuğumu lojmanda başka bir çocuk karşısında ezdirmemek için bunu seçtim. ‘Majör depresyon-yaygın anksiyete bozukluğu’ teşhisiyle tedavi görüyordum. Hava değişiminden döndüğümde, denetlemeden dolayı tedaviye gönderilmedim. İki uzman tabip belirttiği halde sağlığımın önemli olmadığı bir meslekte neden durayım? (Kâbuslar) “Annem kararı duyunca kalp krizi geçirdi” Firar etmek zorunda bırakılmış, iki ay cezaevinde yatmış bir subayım. 13 yaşında bir sabi neden subay olmak ister? Üniforması güzeldi, subay sonra genelkurmay başkanı olacağım, orduyu yöneteceğim diyordum. Şaka değil. Kıtalara çıktıktan iki yıl sonra subaylığın kişiliğimle uyuşmadığını fark ettim. Yedi yıl görev yaptım. 23 ay kaçak yaşadım. Annemin evine polis iki kez baskın yaptı. Yaşlı annem kalp krizi geçirdi. Davam tamamlanmak üzere, Metris Cezaevi’nde yatacağım gibi görünüyor. (Rüzgâr) “At gözlükleriyle bakan bir kurum” İlk yıl yanlış yerde olduğumu anladım. Dünyaya bakış açım farklıydı. İkinci yıl firar ettim. Analitik düşünebildiğime, vatanıma daha yararlı olacağıma inanıyordum. Önemli bir projenin başındaydım. Emek harcayan bendim, yurt dışında projeyle ilgili toplantılara komutanlar gidiyordu. Niye? Yurtdışı harcırah vs. âmirlerim küçük hesaplar peşindeydi. İnnovatif bir fikirle gidince “Verileni yap gerisini boş ver” diyorlardı. At gözlükleriyle bakan bir kurumda niye kalayım? Dünyaya bir kez geliyor insan! (Genç bir subay) “Kendilerine düşman yarattılar” İçten bir şekilde asker olmak istiyordum. Sanırım kültürel bir bilinçaltı. Aslında işler çok farklıymış. Aileniz destekliyorsa, çalışma zorunluluğunuz yoksa askeriyede kayıtlı adreste oturmuyorsanız firari yaşamak zor değil. Üç yıldır firariyim. Otellerde kaydımı başka birinin kimliğiyle yapıyorum, başka birinin adına uçak biletleri alıyorum, maalesef suç işlemeye devam ediyorum. İnsan tutacağız diye ülkelerine ve kendilerine düşman bir topluluk yarattılar. (İpotek) “Daha çok saygı duydum” 2009’da artık bünyemin kaldıramayacağını düşünüp firar ettim. Daha önce istemiştim ama kız kardeşimin okul masraflarını üstlenmiştim. 2010’da disiplinsizlik nedeniyle res’en emekli edildim, yani atıldım. Web programlama eğitimi aldım. Mağazalarda o telefonun ne süper olduğunu anlatmak bir solcu olarak zor işti benim için. Yine de askerlikten daha fazla saygı duydum. Geçen hafta teslim oldum, hapis kararımı aldım. Kararı temyiz edeceğiz. Ama sonuç değişmez, kanun net. (Umut) 5 Eylül 2012 Haber İş kazası değil işveren cinayeti Farklı iş kollarında yaşanan kazalar sonucunda her ay ortalama 60 ila 70 işçi hayatını kaybediyor. Son olarak Kahramanmaraş’ta meydana gelen kazanın ardından konuşan işçiler, çalışma yaşamına dair kapsayıcı düzenlemelerin zorunluluğuna dikkat çektiler. Fatma Yalçın KAHRAMANMARAŞ- Geçtiğimiz Nisan ayında Şirikçiler Mensucat adlı tekstil fabrikasının kot boyama ünitesinde meydana gelen patlamada dört işçi hayatını kaybetti, dokuz işçi de yaralandı. Kazaya ilişkin soruşturmanın sürdüğünü belirten yetkililer, kazanın söz konusu ünitede bulunan buhar kazanının patlaması sonucu meydana geldiğini ve işçilerden ikisinin patlamanın yakınında bulunmaları, diğerlerinin ise patlamanın şiddetiyle yıkılan bina enkazından üzerlerine düşen beton bloklar nedeniyle hayatlarını kaybetmiş olabileceği bilgisini verdiler. Görgü tanıkları, patlama öncesi binanın dışından bile duyulacak düzeyde bir uğultunun dakikalarca devam ettiğini söyledi. Tanıkların ifadeleri, olağandışı bu gelişmeye rağmen binanın neden boşaltılmadığı sorusunu akla getirdi. Mesai saati dışında gelişen olayda hayatını kaybeden ve yaralanan işçilerin, sorunu çözmek için içeriye gönderilmiş olabilecekleri yönündeki iddialar da soruşturmanın sonunda cevap bekleyen sorular arasında. Patlamanın buhar borusundan kaynaklandığı söylenmesine rağmen olayın kesin nedenleri ve sorumluları henüz açıklanmadı. Söz konusu kaza vesilesiyle gündemlerine giren iş güvenliği ve çalışma koşullarını Kahramanmaraşlı işçilerle konuştuk. “Sendikalı değildir” şeklinde belge isteniyor İş güvenliğinin yalnızca kâğıt üstünde kurallardan ibaret olduğunu söyleyen işçiler, işyerlerinde büyük risk altında çalıştıklarını belirttiler. İsimlerini vermekten çekinen işçilerin çoğu, mevcut yasalarla tanınmış haklarından da mahrum bırakılmalarını “Patronların, yasaların da üstünde bir güç olduğu” görüşüyle açıklıyorlar. Hal böyle olunca iş güvenliği konusunda da yasaların yetersiz olacağı görüşündeki işçiler, sigortalı çalışmadan, sendikalı olmaya kadar birçok haklarının gasp edildiğini ifade ettiler. Kahramanmaraş’ta daha işe giriş aşamasında kendilerinden “Sendikalı değildir” şeklinde yazılı bir belge getirmeleri istendiğini belirten işçiler, ücret, izin ve tazminat gibi konularda hak aramalarının önüne nasıl geçildiğine dikkat çektiler. İşçiler, sendikalı olmak gibi anayasal bir hakkın bile yok sayıldığı, hatta işten atılma sebebi olabildiği bir yerde iş güvenliği konusunda da işverenden yana umutlu olmadıklarını belirttiler. Üç yıldır izin kullanamayan işçiler var İş kazaları konusunda gözden kaçan başka bir boyuta dikkat çeken bir tekstil işçisi de çalıştıkları fabrikada üç yıldır haftalık ya da yıllık izinlerini kullanamayan işçilerin olduğunu ifade etti. Yedili sistemde üç vardiya çalışan işçiler için, izinleri de gasp edildiğinde, çalışmak ve uyumak dışında bir zaman kalmıyor. Birçoğu dünyaca ünlü markalara üretim yapan Kahramanmaraş tekstil fabrikalarında çalışan işçiler, bu ürünlerin yer aldığı mağazaların önünden bile geçemiyorlar. Zorunlu yerleşkeleri olan yoksul mahallelerinde kendi aralarında oluşturacakları bir sosyal yaşamdan bile, izin gaspları yüzünden yoksun bırakıldıklarını ifade eden tekstil işçisinin anlattıkları işçilerin zihinsel ve fiziksel olarak ne kadar yıprandıklarını ortaya koyar nitelikte. “Bu kadar yıpranmış bir insandan da daha dikkatli çalışması beklenemez” diyen tekstil işçisi ve arkadaşları kazalardan kendilerinin sorumlu tutulmalarına isyan ettiler. Yeni ‘İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’ ne getiriyor? • Daha önceki yasaya göre bir iş yerinin iş güvenliği uzmanı istihdam etmesi için en az 50 işçi çalıştırması gerekmekteydi. Yeni yasa ile birlikte bu sınır kaldırılarak bütün iş yerleri yasa kapsamına alınmaktadır. • Kanun yeni hali ile küçük işletmelere yük getireceğinden 10’dan az sayıda çalışanı olan işlemlere bakanlık destek sağlayacaktır. • 10 kişiden az çalışanın olduğu tehlikeli işyerleri, yasanın yayım tarihinden üç yıl sonra, 10 ve daha fazla çalışanı olan işyerleri, 1 yıl sonra iş güvenliği uzmanı çalıştırmaya veya dışarıdan bu hizmeti almaya başlayacaktır. Tazminatlarını bile alamıyorlar İş kazası mağduru işçilerden Ahmet de kaza sonrası mağduriyetlerine dikkat çekti. Ahmet, şu anda da çalışmakta olduğu beton fabrikasında yaşadığı kazayı ve sonrasındaki uygulamayı şöyle anlattı: “Çalışırken kolumu kaptırdığım makinede dirseğimden aşağısı koptu. Yüzde 60 iş göremez raporu aldım. Ama halen aynı işyerinde çalışıyorum. Çünkü bağlanan maaşla geçinmem mümkün değil, ayrıca kaza sonrası herhangi bir tazminat da alamadım.” İş kazası sonucu engelli hale gelen bu işçinin kaza sonrası, engeline rağmen çalışmak zorunda kalması ise iş kazalarının ardından sorumluluğun da yeterince üstlenilmediğine çarpıcı bir örnek. Aygün: ‘Bölgedeki HES projeleri siyasi amaçlı’ Türkiye’de yapımı son yıllarda büyük bir hızla devam eden hidroelektrik santrallerine yönelik çevresel tepkileri CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün Görünüm’e anlattı. Mehmet Figan Son yıllarda Karadeniz Bölgesi ile Doğu Anadolu Bölgesi'nde doğanın katledilmesine neden olan hidroelektrik santralleri, tepki çekmeye devam ediyor. Santrallerin yapılmasına karşı çıkan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Hidro Elektrik Santrali (HES) projelerine karşı hukukçuların, mühendislerin, tıp odalarının haklı eleştirilerinin ve itirazlarının hükümet tarafından dikkate alınmadığını belirtti. Hükümetin, yaşanan bu duruma karşı, çevreye uyumlu hayat hakkını gözden geçirmesini ve başka enerji kaynaklarının araştırılmasının gerekli olduğunu vurguladı. Başlatılan HES karşıtı mücadelelerde köy halkının daha çok gayret sarf ettiğini aktaran Aygün, devletin çevre hakkı temelli ve çevrecilerin görüşlerini merkeze alarak karar vermesi gerektiğini söyledi. Bu kapsamda oluşturulmuş Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED), İzin ve Denetim Genel Müdürlüğü’nün işlerlik bakımından yetersiz olduğuna dikkat çeken Aygün, “Çevre Bakanlığı’nın oluşturduğu bu kurumun işlerinin, şirketlerin önünü açma faaliyeti olarak düşünüyorum. Bu raporların nasıl verildiği, uzmanların nasıl çalıştığı konusunda ciddi kuşkular var. Bazı şirketlerin kurumda iş gören uzmanlara rüşvet verdiği özellikle muhalif basında yer alıyor. ÇED raporlarının akla mantığa aykırı olduğu söylenmektedir, şirketlerin hem ÇED ile ilgili kurullar üzerinde hem de tek tek bilirkişiler üzerinde baskı kurduğu söyleniyor. Bu denetim işlerinin mühendis odalarına bağlı bağımsız uzmanlar tarafından gerçekleştirilmesi gerekir” dedi. CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün “Güvenlik ve asimilasyon odaklı düşünceler var” Tunceli’nin her fırsatta gerçekleştirilen protestolarda daha çok dini, kültürel ve kimliksel boyutlarıyla ön plana çıkarıldığını vurgulayan Aygün, “Tunceli'de yapılmak istenen HES ve baraj projelerinin temelinde yatan düşünce bölge güvenliğini sağlamak, toplu yerleşimi engellemek, dil ve inanç asimilasyonunu kolaylaştırmak ve halkın merkezi otoriteye itaatini kolaylaştırmaktır. Bu bölgedeki projelerin siyasi amaçlı olduğunu kanıtlayan resmi belgeler de mevcuttur. 1930’larda yayınlanan raporlarda da aynı tutumun var olduğunu görüyoruz. Hâlâ PKK ile mücadele adı altında yetkililerin görüşü ‘Barajlarla örgütün geçişini engelleriz, bölgenin boşaltılmasını sağlarız’ şeklinde. Bu fikirlerin açık açık basında yer aldığını görebiliyoruz. Türkiye’nin bir bölümü ile ilgili olarak güvenlik ve asimilasyon odaklı düşünceler var. Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde bölgede yürütülen çevre mücadelesinin, etnik ve siyasi bir boyutta tartışılması gerekiyor” dedi. “Medya, çevreci mücadelenin bir parçası” Her fırsatta HES protestolarına katıldığını kaydeden Aygün, bu zorlu dönemlerin ancak köylülerin dayanışmasıyla, çevrecilerin ve demokratik güçlerin de birlikte yürüteceği ortak mücadele ile aşılabileceğini belirtti. HES’lerin medyadaki temsili konusunda ise yerel medyanın daha duyarlı olduğunun altını çizen Aygün, “Ana akım medya sermaye ile ilişkileri ölçüsünde ve hükümetin politikalarına yakınlığı nedeniyle daha taraflı ve daha çarpıtılmış haberler yapıyor. Fakat bu durumun ne olursa olsun çevresel hareketlerle birlikte gruplar, ana akım medyada da sesini yükseltip daha büyük hareketlenmeleri beraberinde getirecek” dedi. Fotoğraf: Mert Gökhan Koç Bu yaşanan gelişmelerle birlikte medyanın da yürütülen mücadelenin bir parçası olduğunu dile getiren Aygün, “Yerel medya yeterli değil, buna rağmen merkezi medyaya göre daha önemli bir rol oynuyor. Yerel medyanın örgütleyici bir rolü var. Fakat hem sosyal hem de yerel medya ana akım medya unsurlarının önüne geçmiştir. Ben de çevreci grupları ve örgütleri elimden geldiğince sosyal medyadan takip ediyorum. Hareketler özellikle sosyal medya üzerinden örgütleniyor ve sosyal medyada da siz kendi ağınızı kuruyorsunuz. Bu ağlarda mesajlaşmalar yapılıyor, eylem yeri ve saati belirleniyor. Konu ile ilgili tartışmalar yapılıyor, yani yeni bir dünya inşa ediyorsunuz. Ben de sosyal medyada bu ağların içerisinde yer alıyorum. Etkililiğini fark edebiliyorum, sadece çevre mücadelesinde değil, bir işkence, cezaevindeki bir dayak olayı ve kadına yönelik şiddet olayı da anında sosyal medyada büyük bir güç yaratıyor” diyerek konuşmasına devam etti. “Sokakta yürütülen mücadele önemli” Son olarak HES’lere karşı yürütülen mücadelede “Aktivistlerle birlikte yürüyen bir milletvekili olmak istiyorum” diyen Aygün sözlerine şunları ekledi: “Meclis’te grubumuzun HES’ler ile ilgili verdiği birçok araştırma önergesi ve kanun teklifi bulunmakta. Fakat AK Parti sayısal çoğunluğu elinde bulundurduğu için bütün bu çalışmaları boşa çıkarıyor. Bu yüzden Parlamento’da yürütülecek mücadeleden daha çok sokakta yürütülecek mücadele önemli. Çevre mücadelesinde toplumsal muhalefete büyük rol düşüyor.” 6 Eylül 2012 Haber Örgütsüz çağrı Günümüz dünyasının gelişmekte olan iş sektörlerinden çağrı merkezleri, birçok insana iş imkânı sağlıyor. Çağrı merkezi çalışanlarının en büyük sorunlarının başında ise örgütlenememe geliyor. Esma Yılmaz Esnek çalışma koşulları, 1980’lerden sonra gelişen neoliberal politikalarla birlikte ortaya çıktı. Bu çalışma koşullarını günümüzde temsil eden iş sahalarından biri de çağrı merkezleri. Bu merkezler, işsiz birçok insan için iş vaat ediyor gibi görünse de, çalışanlar durumun o kadar pembe olmadığını ifade ediyor. Çağrı merkezinde çalışanlar, birçok sorunu içinde barındıran sektörün çok yorucu bir alan olduğunu belirtiyor. Çağrı merkezi çalışanı Tuğçe Erdoğan, gün içerisinde karşılaştığı sorunları şöyle dile getirdi: “Genelde 12.00 ila 21.00 vardiyasında çalışıyorum. Projelere göre değişiklikler oluyor. Müşteri genelde hep sinirli, agresif ve istemeyen taraf, sen ise ısrarcı taraf oluyorsun.” Belli saatler arasında mola kullandıklarını dile getiren Erdoğan, “Molalarımız sınırlı oluyor. 14.00'de yarım saatlik yemek molamız var. Molalarımızı parça parça onar dakika olarak kullanmak ve takım liderinin verdiği komutlara uymak zorundayız” şeklinde konuştu. Erdoğan, projelerinin değişebildiğini yani takım liderinin projeyi değiştirip başka bir proje alabildiğini söyledi ve şöyle devam etti: “Buna göre aboneler de değişiyor, biz de değişiyoruz. Agresif olmaya karşı koyamıyoruz. Çünkü istemediğin bir projeye geçiyorsun. 21.00'de zaten oturum kapatıp işi bitiriyoruz.” Çalışma saatleri zorluğunun yanı sıra gün içerisinde birçok sorunla mücadele etmek gerektiğini aktaran Erdoğan, “Dışarıdan gelen çağrıların bir an önce verilen komutlara göre ce- vaplanması gerekiyor. Konuşma süresinin çok önemli olduğu, müşteriye karşı her zaman saygılı olunması gerekliliği ve benzeri kuralları içeren bir liste yapılabilir. Ayrıca yapılan işle ters orantılı yürüyen bir maaş sistemi de cabası. Tüm bunlar insan kapasitesini zorlayan şeyler. Ancak tüm bu sorunlara ve güç çalışma koşullarına karşın işveren çalışanını korumak için hiçbir şey yapmıyor” dedi. “Örgütlenmek işten atılmanın başlıca sebebi” Örgütlenmenin diğer iş kollarında olduğu gibi çağrı merkezlerinde de zor olduğunu belirten Erdoğan, çağrı merkezi çalışanlarının tüm bu sorunlarla baş etmek için örgütlenmeye çalıştığını söyledi. Ancak bu çalışmalarında da Örgütlenme çalışmalarımız işyerinde patron engeline takılıyor. patron engeliyle karşı karşıya kaldıklarını ifade eden Erdoğan sözlerini şöyle sürdürdü: “Bir çağrı merkezinde ajansanız örgütlenmeniz işten atılmanızın başlıca sebeplerinden biri olabiliyor. Türkiye’de çağrı merkezi çalışanlarının örgütlenebildiği yerler sınırlı. Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği (ÇMÇ- DER) bunlardan bir tanesi. ÇMÇ-DER tüzüğündeki kuruluş amacını, çağrı merkezi çalışanlarının bir araya gelebileceği bir platform olmak ve çağrı merkezi çalışanlarının hak kazanımlarına aracılık etmek şeklinde açıklıyor.” ÇMÇ-DER’in yanı sıra bir de çağrı merkezi çalışanlarının kurduğu Gercegecagri.org adlı internet sitesinin olduğunu söyleyen Erdoğan, bu sitenin derneğe göre örgütlenme açısından daha verimli ve radikal olduğunu söyledi. Erdoğan, başrollerini Mert Fırat ve Saadet Aksoy’un üstlendiği ‘Başka Dilde Aşk’ adlı filme de konu olan bu sitenin, çalışanların sorunlarını paylaşabildiği, başka çağrı merkezlerinde çalışan insanlarla konuşabildiği, çağrı merkezleri ile ilgili tüm haberlerin ve eylemlerin yer aldığı sosyal bir platform olduğunu da aktardı. Zor şartlar altında örgütlenemeden çalışmak zorunluluğunu vurgulayan Erdoğan, “Peki tüm bu alanlar çağrı merkezi ça- lışanları tarafından ne kadar biliniyor ve ne kadarı hayata geçebiliyor? Yukarıda da bahsedildiği gibi bir çağrı merkezi çalışanının örgütlenmesi işveren açısından büyük bir problem. Zaten çok zor şartlar altında çalışan insanlar, işten atılma kaygısıyla örgütlenmeye çok da sıcak bakmıyor” dedi. Geçtiğimiz yıllarda Burger King Çağrı Merkezi çalışanlarının gerçekleştirdiği “Sipariş yok, destek var” eyleminin önemli bir adım olduğunu belirten Tuğçe Erdoğan son olarak şunları söyledi: “Çağrı merkezi çalışanlarının sorunları çözüme ulaştırmak için örgütlenmeleri gerekiyor. Çünkü iş yerleri içerisinde sorunlarımızı çözecek bir kimse bulunmuyor.” “Çalışanların iş kanununu ve anayasayı okumaları gerekiyor” 2004 yılından beri çağrı merkezlerinde çalışan Emrah Bey ise, “Daha önce çalıştığım firmada sendika tem- silcisi olarak faaliyet gösterdim. Her firmada olduğu gibi burada da işler kolay yürümüyor. Herkes kendi tarafından bakıyor. Anlattıklarınızı ne şekilde anladıkları çok önemli” açıklamasını yaptı. Örgütlenme konusunda yöneticiden ziyade çalışanların daha fazla zorladığını söyleyen Emrah Bey, “Çünkü algılama, araştırma ve kültür seviyeleri çok farklı. O yüzden kolay bir süreç değil” diye konuştu. Örgütlenmenin önemli olduğunu ve bunun gerçekleşebilmesi için çağrı merkezi çalışanlarının bilinçlenmesi gerektiğini ifade eden Emrah Bey, “Sorunlarla baş edebilmek için yapılması gereken en önemli şey çok iyi bilmek ve öğrenmek. Çalışanların iş kanununu ve anayasayı okumaksı gerekiyor. Bunlar hakkında yeterince değerlendirme yapıp konunun üzerine gidersek, en önemlisi bilinçlenirsek örgütlenmenin önü daha kolay açılır diye düşünüyorum” dedi. Cansel Malatyalı bilmecesi Sendikalı oldular, işten atıldılar Yaklaşık beş aydır oturma eylemi yapan Cansel Malatyalı, çalışma koşullarının zorluğunu anlattığı işine dönmek istiyor. Salih Kaplan Ismahan Simge Gümüşay Tüm yasal hakları ödenerek İnşaat Mühendisleri Odası’nın (İMO) hizmetli kadrosundaki görevine son verilen Cansel Malatyalı, işe tekrar alınmak için 20 Şubat’ta başladığı İMO önündeki oturma eylemine devam ediyor. Yaklaşık altı aydır işsiz olan ve ailesinin geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğunu dile getirdiği halde kendisine yapılan iş tekliflerini geri çeviren Malatyalı’nın eylemi daha çok siyasi amaçlı gibi görünüyor. Çalıştığı süre boyunca işyeri yönetimi tarafından psikolojik şiddete ve hakarete maruz kaldığını iddia eden Malatyalı, çalışma koşullarını şu ifadelerle anlattı: “Yönetim katındaki tuvaleti personelin kullanması yasaklandı. Çok dar bir alanda çalışıyordum, yangın çıkışını mutfak yapmışlardı. Benim çalışma alanımdan dışarı çıkmam yasaklandı ve personel sigarasını burada içmeye başladı. Ayrıca yemek parası hakkımız da elimizden alındı.” Hafta sonları da dâhil olmak üzere günlük 13 saat oturma eylemi yapan Malatyalı, 17 Nisan’da da çadır kurarak tüm gün oturma eylemine geçtiğini söyledi. Ayrıca Malatyalı, çadır kurduktan sonra üç kez gözaltına alındığını ve kendisini destekleyen Türkiye Ticaret, Kooperatif, Eğitim, Büro ve Güzel Sanatlar İşçileri Sendikası’nın (TEZ-KOOP-İŞ) eylemden desteğini çektiğini belirtti. Çadırı kurdukları gün yaklaşık 100 kişinin desteğe geldiğini söyleyen Malatyalı, şu iddialarda bulundu: “Çadır kurmamızı hazmedemeyen İMO Yönetim Kurulu Sayman Üyesi Züber Akgöl, aracını bizim üzerimize sürdü. Bizi kasıtlı olarak ezmeye İMO eski çalışanı Cansel Malatyalı çalıştı, arbede çıkardı ve içerideki personel buraya indi. Çoğu personel patronundan yana tavır aldı ve çadır sopalarıyla üzerimize yürüdüler.” “İşimi alana kadar bu direnişe devam edeceğim” diyen Malatyalı, “Direnişimde Halk Cephesi, Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Devrimci Proletarya gibi örgütlerden kurumsal destek görüyorum, ailem ve akrabalarım da bireysel destek veriyorlar” şeklinde konuştu. Oturma eylemine başladıktan sonra 1 Mayıs kutlamaları ve 23 Mayıs Genel Grevi gibi kitlelerin yoğun olduğu mekânlarda sesini duyurmaya çalışan Malatyalı, amacını direnişini görünür kılmak ve kamuoyu oluşturarak İMO’ya ve Tük Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne (TMMOB) baskı uygulamak şeklinde özetledi. İMO ise konuyla ilgili olarak internet sitesinde yönetim kurulu imza- sını taşıyan bir açıklama yayınlandı. Açıklamada “Odamızda hizmetli kadrosunda çalışmakta olan Cansel Malatyalı’nın iş akdi, yaklaşık bir yıldır genel ofis temizliğine dikkat etmemesi ve tanımlı hizmetlerini düzenli olarak yapmaması nedeniyle feshedilmiş, kendisi de ‘tüm haklarını aldığı yönlü’ imzalı beyanıyla bu tebliği kabul etmiştir” ifadelerine yer veriliyor. İMO’nun kamuoyu açıklamasındaki bir başka çarpıcı ifade ise şu şekilde: “Her fırsatta ailesinin geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğunu ve oturma eyleminin işe iadesini sağlamak için olduğunu dillendiren Cansel Malatyalı’nın başka kurumlardan gelen iş tekliflerini geri çevirdiği bilinmektedir. Üyesi olduğu sendika tarafından da bilinmekte olan bu gelişme, yaşanmakta olan sürecin neye hizmet ettiğini göstermesi bakımından önemli bir ayrıntıdır.” Eyleme müdahalede bulunulduğu iddialarının yalanlandığı İMO’nun bir diğer açıklamasında ise oda binasına yapılan saldırı ile ilgili detaylar yer alıyor. 1 Ağustos 2012 tarihli açıklamada, “Bugün saat 07.00 civarında Cansel Malatyalı ve beraberindeki bir grup tarafından danışma görevlisi personelimiz darp edilerek binamıza zorla girilmiş, merdiven ve asansör kullanımı engellenmiş, Oda Yönetim Kurulunun çalışmalarını yürüttüğü kata kapıları kırılarak girilmiş ve içerideki eşyalar kullanılamaz hale getirilmiştir” deniliyor. Ayrıca açıklamada saldırıyı ‘alçakça’ olarak nitelendiren İMO’nun, hizmet binalarında maddi zarara yol açan kişiler hakkında suç duyurusunda bulunacağı bilgisine de yer veriliyor. Sendikalı oldukları gerekçesiyle işten çıkarılan Togo Ayakkabı işçileri direnişlerine devam ediyor. Tuğçe Korkmaz Eskişehir yolu üzerinde bulunan Togo Ayakkabı firmasında çalışan dokuz işçi, işverenleri tarafından Türkiye Deri İş Sendikası’na (Deri-İş) üye oldukları gerekçesiyle 27 Nisan günü işten çıkarıldılar. Bunun üzerine işçiler fabrika önünde eylem yapma kararı aldılar. İşçilere destek olmak isteyen 26 işçi ise 30 gün verilen izin sonrasında evlerine gönderilen tebligatla işten çıkarıldıklarını öğrendiler. Sendikanın anayasal hak olduğunu belirten Togo işçileri eylemlerine hâlâ devam ediyor. “Sendika yoluna kendi elleriyle alıp koydular” Çalışma koşulları yüzünden bu halde olduklarını söyleyen Togo Ayakkabı çalışanı Ercan Kurban, “Sendikalı olduk diye bakış açıları değişti. Sekiz sene öncesine kadar her şey yolundaydı, borçları olduğu için işveren bizden yardım istedi. Borç bittikten sonra zam istediğimizde ise başınızın çaresine bakın denildi. Bizi sendika yoluna kendi elleriyle alıp koydular” dedi. “Togo’yu Togo yapan bizleriz” Sınıf bilincinin ve birlikte olmanın inancıyla hareket ettiklerini belirten Kurban, siyasi partilerden de destek görmediklerini açıkladı. Kendilerinden böyle bir direnişin beklenmediği söyleyen Kurban, “Togo’yu Togo yapan bizleriz. Ama ayakkabıların altında eziliyorduk. Resmen köleydik. Biz patrona nasıl tutunuyorsak ailemiz de bize öyle tutunuyor. Çocuğuma bir lira harçlık veremiyorum. Bana, ‘Sen nasıl babasın?’ diyor. Tek dileğim onların da benim bir lirama muhtaç olması” dedi. İşçiler gözaltına alınıyor Fabrika önündeki direnişi ‘alan işgali’ olarak tanımlayan polisler, Kabahatler Kanunu’nu gerekçe göstererek yaklaşık 30 kişiyi gözaltına aldı. Konuyla ilgili basın açıklaması yapan Deri-İş, asıl suçlunun kayıt dışı işçi çalıştıran işveren olduğunun altını çizdi. İşveren hakkında hiçbir yasal işlem başlatılmadığını dile getiren sendika yetkilileri, “Ekmek kavgası veren bu işçilerin koruma altına alınmamasını ve işçilere suçlu muamelesi yapılmasını kabul edilemez buluyoruz. Güvenlik güçlerinin bu tutumunu kınıyoruz” dedi. Üç haftada 10 bin imza Sakarya Meydanı ve Yüksel Caddesi’nde bir ay süreyle imza standı açan işçiler üç haftada 10 bin imza topladılar. Kamuoyunun desteğinden memnun olduğunu söyleyen Togo Ayakkabı işçisi Şentürk Çoban, “Deriİş’in iş yerinde yetkili olduğunu kabul ettirmek için imza topluyoruz. Bu imzaları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na sunacağız” dedi. Üniformalı ve sivil polislerin işçilerin fotoğraflarını cep telefonlarıyla çekmelerini, her sabah ve akşam kendilerini tek tek saymalarını gülerek anlatan işçiler direnişlerindeki azmin ve kararlılığın bu tür hareketlerle azalmadığını belirttiler. Yoldan geçen arabaların kornalarıyla destek bulan Togo Ayakkabı işçileri, verilen tazminatların bir kuruşuna bile dokunmadıklarını ve eylemlerinden vazgeçmeyeceklerini belirttiler. 7 Eylül 2012 Haber Nefret söylemi üniversitelerde ders oluyor oluşturulan rapora göre nefret söyleminde niceliksel bir artış söz konusu. Bununla ilgili olarak raporda şunlar deniliyor: “2012 yılının ilk dört ayını oluşturan bu dönemde özellikle dikkat çeken nokta, nefret söylemi kapsamında değerlendirilen içeriklerdeki niceliksel artıştır. 2011 yılı boyunca hazırlanan üç raporda, nefret söylemi tespit edilen içeriklerin sayısı 50’nin altında kalırken, son dönemde bu sayı dramatik bir yükselişle 115’i bulmuştur.” Nefretsoylemi.org 2009 yılından beri medyanın sivil denetimini sağlayarak ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükle mücadele ediyor. Murat Mercan Nefret söyleminin temelinde yer alan önyargılar, yabancı korkusu, ayrımcılık, ırkçılık, homofobi gibi unsurlar toplumsal kutuplaşmaya ve tahammülsüzlüğe neden olmaktadır. Medya da nefret söyleminin inşası ve yayılmasında önemli bir araç. Bunun bilincinde olan Nuran Agan ile Melisa Akan’ın koordinesinde üniversite öğrencilerinin yardımlarıyla oluşturulan Nefretsoylemi.org sitesi gazete haberleri ve köşe yazılarındaki nefret söylemi örneklerini toplayıp raporlar yayınlayarak nefret söyleminin nasıl önlenebileceği hakkında bilgi sunuyorlar. Friedrich Naumann Vakfı ile Global Dialogue tarafından desteklendiklerini belirten Nuran Agan şunları söyledi: “Medyanın sıklıkla kullandığı ayrımcı, ırkçı, ötekileştirici dil toplumda savunmasız gruplara yönelik önyargının yerleşmesine yol açıyor. Hatta bu dilin kullanımı zaman zaman düşmanlaştırılan ve marjinalleştirilen grup üyeleri veya mekânlarına yönelik saldırılarla sonuçlanabilmekte. Milliyetçi ve ayrımcı söylemin etkin kaynaklarından biri olan medyanın bu dilden arındırılmasına, medyada insan haklarına saygının güçlendirilmesine ve bu konuda medyanın ve sivil toplum kuruluşlarının daha etkin bir rol oynamasına katkıda bulunmak amacıyla bu çalışma Hrant Dink Vakı tarafından başlatıldı.” “Nefret söylemi Türkiye’de yeni bir kavramdır” 2009 yılından bu yana çalışmalarda bulunan ekip, bugün gelinen noktada hem kavramsal düzeyde bir algı oluştuğunu hem de bu söyleme karşı yeterli olmasa da bir refleks geliştiği inancındalar. Nuran Agan, 2009’da nefret söylemi kavramının henüz kamuoyunun, sivil toplum kuruluşlarının (STK) ve medyanın gündeminde olmadığını belirtiyor ve projenin başladığı dönem ile bu dönemi karşılaştırdıklarında özellikle ana akım medyada kullanılan ayrımcı ve ırkçı dilin bir nebze inceldiğini, tamamıyla yok olmasa da farklı kimliklerin eskisi kadar açık ve kaba bir biçimde hedef alınmadığını düşüncesinde. “Ders olarak okutulmalı” Projenin yürütüldüğü süreç içinde, başta iletişim fakülteleri olmak üzere üniversitelerde medyanın sıklıkla kullandığı ayrımcı dilin ve bu dille savaşma yollarının yeterince ele alınmadığının farkına vardıklarını söyleyen Agan, bunun için yeni çalışmalar yaptıklarını söyledi. Agan şöyle devam etti: “Bu sene, başta iletişim fakültelerinde okutulmak üzere bir ders içeriği hazırlama ve genel okura yönelik bir yayın çalışmasına başladık. Bu amaçla, akademisyen ve STK temsilcilerinden oluşan bir danışma kurulu oluşturduk. Ders içeriği hazırlıkları tamamlandıktan sonra, bu senenin Ekim ayında üniversitelere bu dersin uygulanması için başvurulacak. Önümüzdeki sene içinde de yayın çalışması tamamlanacak.” Medya izleme raporu yayınlandı Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi çalışmasının 2012 yılının Ocak, Şubat, Mart ve Nisan aylarını kapsayan medya izleme raporu yayınlandı. Nefret söylemi içerdiği tespit edilen haber ve köşe yazıları üzerinden hazırlanan raporda, nefret söyleminin hedefi olan grupların hangileri olduğu, hangi konu nedeniyle ve hangi yöntemler kullanılarak nefret söyleminin üretildiği gibi istatistikî bilgilerin yanı sıra, örnek yazı ve haberlerin söylem analizleri de yer alıyor. Zaman, Posta, Hürriyet, Sabah, Haber Türk, Milliyet, Vatan, Akşam, Sözcü, Yeni Şafak, Star, Cumhuriyet, Taraf, Radikal, Birgün, Evrensel gibi ulusal gazetelerin yanı sıra birçok yerel gazetenin de incelenmesiyle Nefret söyleminin hedef grubu Ermeniler Söz konusu aylar içerisinde hedef gösterilen gruplar arasında ilk sırada Ermeniler yer aldı. Özellikle Ocak ve Şubat aylarında içeriklerin fazla olması gündemle ilişkili olarak Hrant Dink davasının sonuçlanmasına tepkiler ve hemen ardından, Dink’in öldürülmesinin beşinci yıldönümü nedeniyle yapılan gösterilerin yanı sıra Fransa’da Ermeni soykırımının reddinin cezalandırılmasına yönelik yasa tasarısı ve Hocalı’da yaşanan olayların yirminci yıldönümü dolayısıyla yapılan miting başlıklarına bağlandı. Nefret söyleminin yapıldığı diğer gruplar ise sırasıyla Hristiyan, Yahudi, Rum, Fransız ve Kürt şeklinde. Yeni Mesaj ve Yeni Akit nefret söyleminde ilk sıradalar Nefret söylemi yüzde 80’lik bir oranla en çok köşe yazılarında yer alıyor. Haberlerde ise yüzde 17’lik bir oran söz konusu. Yüzde ikilik kalan kısım ise okuyucu mektuplarına dayanıyor. Nefret söylemine en fazla rastlanan ulusal gazeteler ise sırasıyla Yeni Mesaj, Yeni Akit, Yeniçağ, Anayurt, Milli Gazete ve Ortadoğu. Asparagas haberin adı: Zaytung Ziyaretçilerine yalnızca yalan haber sunan Zaytung.com adresli internet sitesi, sanal alemde yakaladığı popülerlik ile asparagas haberin adı hâline geldi. Karmaşık ve çoğu zaman can sıkıcı bir hâl alan gündem içerisinde, aynı gündemi mizahı merkeze alan bir dille okuyabileceğiniz adreslerden olan Zaytung, insanların diline asparagas haberin adı olarak yerleşti ve yalan heberler için ‘Zaytung haberi’ söylemini duyar olduk. Asparagas haber modasının ilk örneği olmamasına rağmen insanlar tarafından Zaytung’dan önce ya da sonra yayına başlayan benzer içerikli sitelere karşı ‘Zaytungun çakması’ ifadesinin kullanımı da söz konusu. Kısa sürede ün kazanan sitenin hikayesini editörlerinden dinledik. istatistikçiler, avukatlar da çok rahat haber yazabiliyorsa bu, Türkiye’deki muhabirlerin bir sorunu. Demek ki, yeni bir şey üretemiyorlar. Belirtildi, bildirildi, ifade edildi gibi bir klişeye hapsoldular” ifadelerini kullandı. Editörlerin birçoğunun Ekşi Sözlük kökenli olduğunu belirten ve Ekşi Sözlük’ün yarattığı bir mizah dili olduğunu ifade eden Emer, Zaytung’u anlatmak için şu ifadeleri kullandı: “Haber formatı ile dalga geçme işini kendi anladığımız mizahla internet ortamında yapıyoruz. Belki de Zaytung bu yüzden tutuldu. Haberin resmi dili ile birlikte çok absürt bir şeyi söylemek hoşa gitti sanırım.” “Beş kişinin yazıp beş kişinin okuduğu bir siteydi” 2009’un sonlarına doğru siteyi tek başına yapmaya başladığını ve o zamanlar hiçbir iddiası olmayan bir site olduğunu söyleyen Zaytung’un kurucusu Hakan Bilginer, “Bu formatın Türkiye'de popülarite kazanacağına ihtimal vermedim. Üç ila dört ay boyunca beş kişinin yazıp beş kişinin okuduğu bir siteydi Zaytung. Şimdi ise 90 bin civarında üyemiz ve 10 kişi kadar editörümüz var, ancak sadece bu işle uğraşan dört kişiyiz. Bu kadro zaman zaman azalıp artıyor. Küsüp giden oluyor, sevip gelen oluyor. Dağınık bir çalışma sistemimiz var, daha doğrusu çalışma sistemimiz yok” şeklinde konuştu. Editörlerin habercilik konusunda eğitimlerinin olmadığını söyleyen Bilginer, konuya esprili bir dille yaklaştı: “Bana ‘Gazeteci misiniz?’ diye soruyorlar. Ben elektronik mühendisiyim. İstatistikçi, ev hanımı gibi bir kadromuz var. Haberciliğe en yakın arkadaşımız ise avukat.” Bunun Türkiye haberciliğinin bir sorunu olduğunu düşünen Zaytung editörlerinden Onur Emer ise konuya daha ciddi ve eleştirel yaklaşarak, “Zaytung gibi bir sitedeki mühendisler, “Tek ölçütümüz, bize komik geleni yayınlamak” Zaytung’un haber konusundaki tek ölçütünün kendilerine ne komik geliyorsa onu yayınlamak olduğunu aktaran ve çoğu zaman yazdıkları haberde kendileriyle de dalga geçtiklerini belirten Bilginer, “Mesela dizilerle ilgili çok fazla haber geliyor okuyucularımızdan. Hiçbirimiz dizi izlemediğimiz için komik mi değil mi anlayamıyoruz. İnternetten araştırıyor ya da ‘Bu komik mi?’ diye izleyen birine soruyoruz” dedi. “Aslında metinlerde çok da komik bir şey yoktur, çok ciddi akar metin, arada bir komik şey vardır” diyen Bilginer, Zaytung’un profilini şu cümlelerle çizdi: “Mümkün olduğunca haber metnine yakın gitmeye çalışırız. Temel olarak oradaki dil mümkün mertebe resmi bir dil olsun arada içeriğin sunumu ile içerik arasındaki zıtlık yani sunumdaki ciddiyetle içerik arasındaki saçmalık ön plana çıksın, oradaki kontrasttan faydalanalım amacı var. Dışardan bakan ciddi bir şey sansın kaygımız var.” Tamamen mesaj kaygısı üzerinden yürümediklerini belirten Emer, “Siyaseten moralimizi bozan şeyler oluyor ancak bunun metnini Zaytung’un for- Salih Kaplan matına uygun şekilde üretemiyorsak, illa o mesajı verelim diye de o haberi yapmıyoruz” diyerek rahat çalışma sistemlerine bir kez daha vurgu yaptı. Okurlardan gelen haberlerin sitenin içeriğini farklı görüşler konusunda dengeli tutuğunu sözlerine ekleyen Emer, “Farklı görüşlerden okurlarımız var, birbirleriyle dalga geçiyorlar, hakikaten güzelse siteye koyuyoruz. ‘Kendi görüşümüz şudur, bunu asla yayınlamayalım’ diye düşünmüyoruz” dedi. “Röportaj havasında geçen bir ifade verme süreci yaşadım” Mahkemeye de verildiklerini ancak takipsizlik kararı çıktığını dile getiren Bilginer, sözlerine şöyle devam etti: “Gidip savcıya ifade verince o da gülüyor. Savcının da zaten bildiği bir siteymiş Zaytung. Hafif röportaj havasında geçen bir ifade verme süreci yaşadım. Çok tehdit eden oluyor ancak henüz mahkemelik bir olay olmadı.” “İnternete yazmak, su üstüne yazı yazmak gibi bir şey” Yakın zamanda blog bölümüne başladıklarını söyleyen Emer, “Orası biraz daha editörlerin çalakalem yazabileceği haber formatının dışında bir yer oldu. Zaman geçtikçe ‘Annenize ve babanıza evden çıkmak istediğinizi nasıl söylersiniz’, ‘Mutlaka izlemiş gibi yapmanız gereken 10 film’ gibi kılavuz işiyle dalga geçebileceğimiz bir hâle geliyor” şeklinde konuştu. “Hürriyet Cumartesi'de bir sayfamız var artık. İki üç tane ayrı içerik veriyoruz” diyen Zaytung editörleri, yakında Zaytung Almanak’ının çıkacağını şu kelimelerle müjdeledi, “2009-2011 yılları arasında çıkmış içeriğin bir derlemesi şeklinde olacak ve gelenek hâline getireceğiz. Çünkü internete yazmak bir miktar su üstüne yazı yazmak gibi bir şey ve basılı medyanın bir arşiv değeri var.” AMK Spor Gazetesi, adıyla ve reklam kampanyasıyla sporda küfrün yeniden üretimine ortam oluşturuyor. Küfrü satan gazete Salih Kaplan Sözcü Gazetesi bünyesinde bulunan spor gazetesi Fotogol’ün kapatılmasının ardından Sözcü Grubu yeni bir spor gazetesi olan Açık Mert Korkusuz Spor Gazetesi’ni (AMK) çıkardı. 9 Haziran’da çıkan gazetenin adı ve reklam kampanyası ise farklı medya yollarıyla reklamlarının ulaştığı kişilerde küfür kullanımını artırma potansiyeline sahip olmasıyla birlikte sporda -özellikle de holiganizme ulaşan futbolda- küfrün ve şiddetin yeniden üretimine ortam oluşturuyor. Konuyla ilgili olarak görüştüğümüz Kadınların Medya İzleme Örgütü (MEDİZ) gönüllülerinden Melek Özman, insanların bu gazeteyi okumaması ve gazetenin satışının durdurulması gerektiğini dile getirdi. Fanatizm ve küfür, cinsiyetçilik ve kadın düşmanlığından ayrı düşünülemeyeceği için gazetenin adının kadınlara karşı bir şiddet içerdiğini düşündüklerini belirten Özman, “Gazetecilik etiği ile uzaktan yakından bir ilgisi olamayacak bu yaklaşım, kadınlara yönelik şiddetin failleri kadar bu suça ortak olmak anlamına gelir. Çünkü şiddeti besleyen, üreten, yaygınlaştıran herkes de bu suça ortak olur” ifadelerini kullandı. AMK Spor Gazetesi’nin yazarlarından Sadi Kemal Yaşar ise gazetenin adı ile ilgili sorularımıza, “Gazetenin ismiyle ilgili olarak sorduğunuz soruya net cevap verme durumum yok. Çünkü bu gazetenin bir çalışanıyım. Ancak şunu söylemem gerekiyor, ben ve birçok arkadaşım bu gazetenin adıyla ilgili uzun uzun tartıştık. Adının marka olacağı konusunda hemfikir olduk. Olaya olumlu bakarak yola çıktık” şeklinde yanıt verdi. “Bizim için şu anda en önemli unsur, gazetenin içeriği” diyen Yaşar, sözlerine şöyle devam etti: “Genel anlamda iyi bir gazete olduğumuzu düşünüyorum. Objektif olmaya çalışıyoruz.” Hürriyet Gazetesi yazarlarından Ayşe Arman’ın köşesinden öğrendiğimiz kadarıyla AMK Spor Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Gökmen Özdemir ise AMK’yı bir küfür olmaktan çok bir mizah olarak gördüğünü dile getiriyor. Karşı çıkanlar da alet oluyor Gazetenin adıyla ilgili eleştirel haberleri veren medya organları da kullandıkları “Böyle isim mi olur AMK?”, “Sonunda bu da oldu, AMK” gibi başlıklar ile gazetenin reklam kampanyasında olduğu gibi küfrü yaygınlaştırmaya devam ediyor. Eylül 2012 8 Haber Kentsel Dönüşüm Projelerinin tamamlayıcısı niteliği taşıyan Afet Yasası’nı projenin mağdurlarıyla konuştuk. Fotoğraf: Salih Kaplan ‘Ya onlar ölür ya da biz’ Murat Mercan Sadık Demirbağ Ismahan Simge Gümüşay Ankara Büyükşehir Belediyesi beş yıl önce Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında Mamak’taki 14 mahalle için yıkım kararı verdi. Bu karara karşı yaklaşık dört yıldır halkı bilinçlendirmeye çalışan Dostlar Mahallesi Halk Kütüphanesi sorumlusu Âdem Çetin, “30 yıl önce buraya geldiğimizde hiçbir şey yoktu. Evlerimizi kendimiz yaptık. Bize tapu tahsis belgesi, elektrik ile su verildi. Yol ve ulaşım ihtiyacımız karşılandı. Tüm bunlar için buradaki mahalleli uğraştı. Şimdi de İ. Melih Gökçek rant sağlamak için Kentsel Dönüşüm Projesi’yle bizleri evimizden atmaya çalışıyor” dedi. Yapılan haksızlıklara karşı birçok girişimde bulunduklarını ifade eden Çetin, bu süreçte Mamak Belediye Başkanı’nın kendilerini çapulcu olarak nitelendirdiğini ve yasal haklarını elde etmeye çalışırken yasadışı örgüte üye olmakla suçlandıklarını söyledi. Çetin tüm bu gelişmelere rağmen barınma hakkı konusunda yılmayacaklarını vurguladı. Afet Yasası Türkiye’nin sorunu Ankara’nın diğer bölgelerindeki imarlaşmaya değinen Çetin, “Büyükşehir Belediyesi bu bölgedeki kentsel dönüşümü diğer bölgelerde yaptığı gibi imarlaşmaya açması gerekirdi ama buradaki rant çıkarlarının fazla olması nedeniyle Gökçek, bu bölgeyi başkalarına kaptırmak istemiyor” dedi. Bu bölgedeki Kentsel Dönüşüm Projesi’ne sürekli dava açtıklarını ve bu davaların genellikle yürütmeyi durdurma kararıyla bittiğini ifade eden Çetin, “Proje tek başına yetersiz hale geldi, bu nedenle daha kapsamlı ve yargıyı da etkileyen bir yasa çıkarttılar. Bu yasayla birlikte Türkiye’nin tapusu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na geçiyor desek yanlış olmaz sanırım” diyerek yasanın kapsamına dikkat çekti. Kentsel dönüşümün basit bir gecekondu yıkımı olmaktan çıktığını söyleyen Çetin, Ankara’da Dikmen Vadisi, Kuzey Ankara (Mamak bölgesi) ve Yenimahalle’yi kapsayan projenin sonraki zamanlarda tüm Türkiye’yi kapsayabileceğini belirterek yasayla ilgili kaygılarını anlattı. Âdem Çetin, “Proje kapsamında Tepecik, Dostlar, Derbent, Araplar ve Köstence mahallelerinin tamamı ile Küçük Kayaş, Şahapgürler, Boğaziçi, Dutluk, Misket ve Yakupabdal mahallerinin bir kısmı var” diyerek Kuzey Ankara’daki Kentsel Dönüşüm Projesinin geniş çaplı bir alana yayılacağını söyledi. “Mahalleli bizi suçluyor” Büyükşehir Belediyesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ve Bakanlığın önünde basın açıklaması ve çeşitli eylemler yaptıklarını söyleyen Çetin, “Tüm bunlara rağmen mahalleli yasanın içeriğini bilmediği için ellerindeki tapu ya da tapu tahsis belgelerine güveniyor. Eylemlerimize katılmadıkları gibi yaptıklarımızdan dolayı mahalleli bizi suçluyor” dedi. Evleri için verdikleri mücadelede Halkevi’nden manevi destek gördüklerini dile getiren Çetin, ayrıca siyasi partilerin kendilerini oy makinesi gibi görmesinden de yakındı. Dikmen Vadisi’ndeki kentsel dönüşümün mağdurları ve mücadelecileriyle sürekli olarak iletişimde ve dayanışma içinde olduklarını ifade eden Çetin, “Mahalleli, polis yıkım ekipleriyle kapımıza dayandığında birlik olur ancak o zaman birbirine kenetlenir ve mücadele etmeye başlar. Biz burada evlerimiz için mücadele ederken Dikmen Vadisi’ndeki ‘Ölmek var, dönmek yok’ sloganını kendimize ilke edindik. Bizim kaybedecek canımızdan başka hiçbir şeyimiz yok, ya onlar ölür ya da biz” dedi. “Hem evimizden olacağız hem de borçlanacağız” Başka bölgelerdeki Kentsel Dönüşüm Projeleri’nde Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) yıkılan evlere karşılık daire verdiğini ancak bu bölgede evlere karşılık verilecek daireler için kendilerinden 90 bin liraya varan pa- ralar istendiğini söyleyen Çetin, “Evlerimize karşılık verilmesi planlanan TOKİ dairelerinin 70 ile 80 metrekare olduğu belirtilmişti. Evleri kontrol etmek için gittiğimizde evlerin daha küçük, 50 ile 75 metrekare arasında olduğunu fark ettik. Taşınmaya kalksak eşyalarımızı keserek yerleştirmek zorunda kalacaktık. Bir de bu evler için bizden 90 bin liraya kadar para istiyorlar. Yani hem evimizden olacağız hem de borçlanacağız. Bizim o kadar parayı verebilecek gücümüz olsa zaten buralarda oturmayız, gider keyfimize uygun, istediğimiz yerden iyi bir daire alabiliriz. TOKİ’ye de evlerine de muhtaç olmayız” şeklinde konuştu. Mamak’taki kentsel dönüşümün her geçen gün daha kötü ve seviyesiz bir boyuta geldiğini ifade eden Çetin, “Aşağı yukarı iki yıldır evlerimize ‘Bugün çıkın, yarın yıkmaya geliyoruz’ gibi tehdit mesajları geliyor. Bekliyoruz, gelsin de yıksınlar evlerimizi biz buradayız” dedi. “Köylerinden geldiler, gitsinler” Dostlar Mahallesi’nin Mamak Belediyesi ile Genelkurmay arasında paylaştırıldığını söyleyen mahalle sakinlerinden Cuma Geçkin, mahalleleri için çok katlı bina projesi yapıldığını ve bu bölgenin site hâline getirilerek zenginlerin hizmetine sunulacağını belirtti. Devletin kendileri için, “Köylerinden geldiler, gitsinler” dediğini hatırlatan Geçkin, “Biz vergilerimizi, faturalarımızı öderken devletin adamıyız. Her seçim zamanı oy isterlerken yine devletin adamıyız. Neden şimdi bizi kapı dışarı ediyorlar? İşlerine gelince vatandaşız, işlerine gelmeyince işgalciyiz” dedi. Üçüncü madde bakanlığa geniş yetkiler verecek Afet Yasası hakkında görüşlerini aldığımız, Gazi Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hülagü Kaplan, Afet Yasası’nda afetin tanımının tam olarak yapılamadığını, afetin kapsamına nelerin alındığı hakkında yasanın yeterince açık Dikmen Vadisi’nde son durum Dikmen Vadisi’nde yıkımının gündeme gelmesiyle birlikte belediyeye karşı mücadelesini sürdüren vadi sakinlerinden Tarık Çalışkan, artık yasaların kendilerini bağlamadığını söyledi. Afet Yasası’yla birlikte Türkiye’de yaşayan herkesin mülk sahipliğinden çıkarılıp, işgalci konumuna getirildiğini belirten Çalışkan, halkın yararına çıkan bir yasa görmediğini ve bundan sonra Dikmen halkının da bu yasalarla hareket etmeyeceğini söyledi. Son süreçte çıkan yasaların halkın geleceğini, çıkarlarını ve güvenliğini sağlayamaması hâlinde kendi başlarının çaresine bakacaklarını ifade etti. Afet Yasası’nın içeriğini görmek için sadece Uluslararası Para Fonu’na (IMF) bakmanın yeterli olacağını belirten Çalışkan, bu yasanın uluslararası sermayenin bir planı olduğunu söyledi. Uluslararası sermayeyi ve Türkiye’deki iş birlikçi sermayeyi görmeden sadece Afet Yasası’nı tartışmanın insanları doğru bir noktaya götürmeyeceğini aktaran Çalışkan, “Bugün gerek Türkiye’de gerek dünyada ekonomik bir kriz yaşanıyor ve bu krizi atlatmanın tek yolu bizim gibi ülkelerin topraklarını gasp etmek ve inşaat sektörüne aktarmaktır. İnşaat sektörü dediğimiz bugün 3 bin kalemden oluşmaktadır ve tekrar söylüyorum krizi atlatmanın tek yolu budur. Evler elimizde kalır, satılır satılmaz bu çok önemli değil ama sermaye bu krizi atlatmak zorunda, bu nedenle de Türkiye’de ve dünyada yapılan şey şudur, dünyayı yeniden şekillendirmek, yapılandırmak ve bizim ülkemiz de buna uygundur” dedi. olmadığını söyledi. Yasanın Üçüncü maddesiyle birlikte bakanlığın afet riski belirlediği alanlarda veya bu risk dâhilinde kullanmayı düşünebilece- “Mamak’taki sorun daha yakıcı hâle gelmedi” Diğer yandan Mamak’taki evlerin henüz yıkılma aşamasına gelmediğinin ve onların bu sorunu henüz kavrayamadığının altını çizen Çalışkan, polis kelepçelerle, yıkım ekipleriyle kapıya dayanmadan Mamak halkının harekete geçemeyeceğini söyledi. Yıkımların başladığı andan itibaren Mamak halkının kendisini bulmaya başlayacağını ve Dikmen halkı olarak her zaman Mamaklıların yanlarında olacaklarını belirtti. “Dikmen Vadisi yenilirse, Türkiye yenilir” Bugün geldikleri noktada yeterli olmamasına rağmen Ankara’daki muhalefetin Dikmen Vadisi’ne sahip çıktığını dile getiren Çalışkan, üniversite öğrencilerinin de bu mücadelede yanlarında olmasını istedi. Bu sorunun artık Dikmen Vadisi halkının sorunu olmaktan çıktığını belirterek, Dikmen Vadisi’nin yenilmesi sonucunda Türkiye’nin de yenileceğini ifade etti. Bu mücadelenin artık farklı bir boyuta taşındığını belirten Çalışkan sözlerine şunları ekledi: “Dikmen Vadisi’ni sistem yok etmeye çalışıyor. Peki, biz ne yapacağız? Devlet barınma, iş ve eğitim sorununu çözmek zorunda. Bugün şöyle bir bakınca devlet bizden vergisini aldı. Elektrik ve su verdi. Yolumuzu da yaptı, bütün hizmetleri getirdi. Durum şu ki, biz ne kaçakçı ne de işgalciyiz. Bugün vadi kentin ortasında kaldı, değerlendi ve biz işgalci sayıldık. Sadece bizim gecekondularımızı elimizden almıyorlar, bizim hayatlarımızı ve geleceklerimizi de elimizden alıyorlar.” ği ya da kararlaştırdığı alanlarla ilgili fazlasıyla tasarruf yetkisine sahip olduğu belirterek, bu maddenin tehlikeli olabileceğini savundu. Eylül 2012 9 Haber Diyorlar ki... TBMM tarafından onaylanan ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi’ yasasıyla ilgili olarak, kentsel dönüşümün mağdurlarından Âdem Çetin ve Tarık Çalışkan’ın yanı sıra Gazi Üniversitesi Mimarlık Mühendislik Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Hülagü Kaplan ve CHP İstanbul Milletvekili Av. Mahmut Tanal kentsel dönüşüm sürecini ve yasayı Görünüm’e anlattı. “Biz vatan haini değil, bu ülkenin vatandaşlarıyız” Adem Çetin Dostlar Mahallesi Barınma Hakkı Meclisi Temsilcisi Bu mahallede yıllardır yaşıyoruz, şimdiyse evlerimizden çıkarılma tehdidiyle karşı karşıyayız. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ‘Kentsel Dönüşüm Projesi’ bizlere karşı oynanan bir oyundur. Belediye proje bölgesindeki mahallelerde önce alt ve üst yapıyı tamamlıyor sonra da bu mahalleri rant için boşaltmaya çalışıyor. Evlerimizi korumaya çalışırken, haklarımızı ararken belediye tarafından yasadışı örgüte üye olmak suçuyla karşı karşıya geleceğimiz aklımızdan bile geçmezdi. Biz vatan haini değil bu ülkenin vatandaşlarıyız. Mamak halkının seçtiği bir belediye başkanı, bizim belirlediğimiz temsilcileri ve bizi çapulcu olarak nitelendiriyor. Bizi bu şekilde yıldırma çabaları başarıya ulaşamayacak. İktidar, ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi’ne ilişkin yasayla belediyenin rant kapma çalışmasına yasal zemin hazırlıyor. Çünkü bizler bu projeleri dava ettiğimizde yürütmeyi durdurma kararı alabiliyorduk, bu yasayla birlikte hiçbir mahkeme konuyla ilgili yürütmeyi durdurma kararı veremeyecek. Kentsel dönüşüm sadece bizim ya da Ankara’nın sorunu olmaktan çıktı, tapulu ya da tapusuz Türkiye’de mülk sahibi olan herkesin sorunu haline geldi. Eğer yaşadığımız evler bizi tehdit ediyorsa, yıksınlar. Bizler alınan önlemler için evlerimizin yıkılmasına karşı değiliz, biz evlerimiz üzerinde oynanan rant oyunlarına karşıyız. Bu sü- reçte en büyük destekçimiz Halkevleri oldu, bazı CHP’li vekiller de kişisel destekte bulundu, bunlar dışında yalnız bırakıldık. Biz Dikmen Vadisi’ndeki halkla sürekli iletişim halinde kalarak bu sorun hakkında hem çözüm yolları arıyoruz hem de onların mücadelesini örnek alıyoruz. Seçim dönemlerinde her türlü yardımda bulundukları, yoksul olduğu için onların duygularını sömürebildikleri insanları şimdi insan yerine bile koymuyorlar. Dün karnını doyurduğu insanları bugün kapı önüne koyacaklar. Mahalleli kendisine yapılan bu oyunu görmüyor ve ellerindeki tapu tahsis belgesine güveniyor. Biz özellikle hukukçu olan arkadaşlarla ve bize destek veren diğer arkadaşla- rımızla birlikte evlerimizi kurtarmaya çalışırken, bize destek vermeyen ya da akıbetinin ne olacağını bilmeyen mahalleliyi de bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Kimsenin buradaki mahalleliyi kandırmasını istemiyoruz. Özellikle Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’ndan (TOKİ) gelen kişiler bizlere ucuza ev vereceklerini söylüyorlar ama bu evlerin nereden, kaçıncı kattan olacağı belli değil. Medyada da bu kurumun yaptığı evlerin sağlamlığı tartışılmaya devam ediyor. Polisler ve yıkım ekipleri kapımıza dayanmadan omuz omuza vermeyi başarabilmeliyiz. Ancak o zaman dayanışma içerisinde bu rant projesine karşı mücadelemizi daha başarılı bir biçimde sürdürebiliriz. men halkı iktidara karşı Türkiye’ye bir mücadele sergiledi. Türkiye’nin her yerinden telefon geliyor, bu durumda olup da mücadelemizi örnek alan insanlar var, bizler mücadelemizin bu kadar büyüyeceğini tahmin edemedik, Dikmen halkı yenilirse Türkiye yenilir. Hem alt yapıyı getireceksin hem Çankaya 1. Bölgede olduğumuz için en yüksek vergiyi alacaksın, işine gelmeyince de bizi işgalci ilan edeceksin. İşgalci suçlamasıyla hedef tahtasına oturtulan bir takım terörist olduk. Artık bizler devletin samimiyetine inanmıyoruz. Dikmen şehrin göbeğinde kaldı ve değerlendi, bu halkı buradan çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar. Gökçek’in adamları bizim büromuzu yaktılar, her gece bizim mahallelerimize, sokaklarımıza inşaatların atıklarını tankerlerle boşaltıyorlar. Bunu yapanları yakaladık ve yeri gelince dövdük, eşkıya olduk. Tertemiz olan yaşam alanımızı bataklığa çevirdiler. Bizlere kimsenin bunları yapmaya hakkı yok, bizleri zehirliyorlar, yok etmeye çalışıyorlar. İ. Melih Gökçek’in bir sloganı vardı: ‘Ankaralılar her şeyin en iyisine lâyıktır.’ Onun bu sözü bir göz boyamadır. Burada bir şehir terörü var, lâkin tüm bunlara rağmen bunu yapanlar maalesef bu halkın seçtiği belediye başkanının ta kendisidir. durumda bakanlık siyasi de davranabilir, çifte standart da olabilir. Kendisinden tarafta olan belediyelerden oy kazanabilmek amacıyla oradaki belediyenin durumuna göre karar alabilir. Siyasal iktidar başa geldiği zaman biz yasakları kaldıracağız diyordu lâkin bu uygulamayla yasakların alanı genişletilmiştir. Mamak ve Dikmen halkı mücadelelerine haklarını alıncaya dek devam etmeli. Ayrıca iç hukuk yolları tükenirse 23 Eylül 2012’de bireysel anlamda Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkı doğuyor, buna başvurmalarını öneriyorum. Kentsel dönüşümle ilgili mücadelelere ben kendi adıma destek verdiğimi düşünüyorum. İstanbul’daki eylemde biliyorsunuz ki kafamdan yaralandım. Orada da yine kentsel dönüşüm acısından mağdur olan insanlar geldi, çadır kurmak istediler. Bu demokratik bir haktır ancak engellediler. Aslında zâbıtanın engelleme hakkı yok, sadece işgaliye parası kesebilirler. Sayın Başbakan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi işçilerle beraber demokratik haklarını savunurken çekilmiş fotoğrafları var. Şunu sormak gerekmez mi? Siz de aynı eylemlerde orada bulunmuşsunuz, siz de nöbet tutmuşsunuz. Peki, Mahmut Tanal orda bulununca, bunun karşılığı kafasının kırılması mı olmalıydı? Bunun üzerine polis ve zâbıtadan şikâyetçi oldum, dava sürüyor. “Gökçek’in adamları büromuzu yaktı” Tarık Çalışkan Dikmen Vadisi Barınma Hakkı Meclisi Temsilcisi Dikmen Vadisi halkı olarak ‘Barınma Hakkı’ mücadelemizi sonuna kadar sürdürmeye kararlıyız. İktidar kendi halkının sorunlarını, ihtiyaçlarını karşılamaktan çok kendi yandaşının ve uluslararası sermayenin çıkarlarını sağlayacak yasalar çıkarmaktadır. Zaten hangi hükümet halktan yana yasa çıkarır ki? Bizler de devletin çıkardığı bu yasaları kabul etmiyoruz ve bu yasalarla hareket etmeyeceğiz. Devlet, polis ve kurumlarıyla kendi halkına düşmanlığını sürdürmeye devam edecekse bizler hem mücadelemizi sürdürür hem de haklarımızı alırız. ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi’ yasasını tek başına ele almak yanlış olacaktır çünkü bu yasa uluslararası sermayenin ürünüdür. Dünya ve Türkiye krizi atlatmak zorunda, uluslararası sermaye bu bunalıma son vermek zorunda ve bunun tek yolu da inşaat sektörünü canlandırmaktır. Dikmen halkı bu sorunun acısını yıllardır yaşıyor, son dönemde Mamak halkı da bu sorunla karşı karşıya kalmaya başladı. Onlar henüz bu sorunun yakıcı ve yıkıcı halini görmediler. Polis kapılarına yıkım makineleriyle dayandıklarında bizleri anlayacaklar. Mamak halkı canları yanmadan kendine gelmeli ve kenetlenip mücadeleye başlamalılar. Bizler onların mücadelelerinde yanlarında olmaya her zaman hazırız. Dik- “Bu yasa Evrensel Hukuk İlkeleri’ne aykırı” Av. Mahmut Tanal Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili Son yıllarda temel hak ve özgürlükler genişletildi, artık ileri demokrasiyiz deniliyor ama bu Afet Yasası’yla özgürlükler çok fazla genişlemiyor aksine gittikçe daraltılıyor. Yasayla birlikte, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda idarenin işlemlerine karşı mutlak suretle dava açma süresi 60 gün iken burada 30 güne indiriliyor. Yasanın 6.maddesi ‘Mahkemeler yürütmeyi durdurma kararı veremez’ diyor. Yani idare, hukuka uymayan işler yapabilir, temel hak ve özgürlükleri ihlal edebilir, kanun dışına çıkabilir ama yürütmeyi durdurma kararı verilemez diyor. Bir bakıma idareye keyfilik tanımıştır. Gerçekten bu yasa Anayasaya, Evrensel Hukuk İlkeleri’ne aykırı vaziyette. İnsanoğlu bir bitki gibidir. Siz toprakta uzun yıllar yetişmiş olan bitkiyi yerinden alıp başka yere götürdüğünüz takdirde onun yeni yerine uyum sağlaması çok zaman alır. İnsanı da alıp başka bir yere göçe zorlarsanız o da aynı uyum sorununu yaşar. Bu yasa insanları göçe zorlayacaktır. Plânlama ilkelerine de aykırı. Şehirler bir kimliktir. Her şehrin kimliği farklıdır. Trakya’nın, Karadeniz’in birbirinden farklı bir yapısı vardır. Ama bu kentsel dönüşümle tek tip ev yapılıyor. Bu şehirleri kimliksizleştiriyor. Bu şehre iyilik değil kötülüktür. Normalde mahalli idareler plânlamayı yapar. Ama Bakanlık istediği planlamayı yapabiliyor. Bu “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı geniş haklara sahip oldu” Doç. Dr. Hülagü Kaplan Gazi Üniversitesi Mühendistlik-Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Basında Kentsel Dönüşüm Yasası olarak bilinen ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi hakkındaki yasa, TBMM tarafından kabul edildi. Bu yasanın getirebileceği birçok sıkıntı var. Bunların en başında ‘afet’ tanımının yapılmamış olması geliyor. Çıkarılan yasayla birlikte Çevre ve Şehircilik Bakanlığı geniş yetkilere sahip oluyor. Özellikle 3. madde ile birlikte ile Bakanlık diğer alt kurumların istediği şekilde yerleşim yerlerine müdahale edebilecek. Kendi belirledikleri risk alanlarında tasarruf yetkilerini kullanabilecek. Bu madde tapulu mülk alanlarını da tehdit etmektedir. Muhalefetin ve şehir planlamacılarının karşı çıkmasına rağmen bu yasa çıkartıldı. Başta Ankara olmak üzere birçok şehirde alınmış yıkım kararları var, insanlar yasayla ilgili bilgilendirilmedi. Çoğu insan hala elindeki tapularına ya da tapu tahsis belgelerine güveniyor. Bakanlık ya da belediyeler yıkmak istedikleri her bölgenin tasarrufunu ellerinde bulunduruyor, kısaca tüm ülkenin tapusu bakanlığın elinde. Yıkım yapacakları bölge halkı borçlu konuma getirecek maddeler var, sözleşmeler halkın lehine gibi görünse de kelime oyunlarıyla oluşturulmuş yasa ve sözleşmeler de mevcut. Bu yüzden dikkat edilmeli ve yönetmeliklerle sınırları çizilmelidir. Ancak yasanın içeriğinden dolayı yönetmelikler eklenemiyor. Bu yasa çevre ve şehircilik konusunun temeli olan İmar Kanunu’yla çelişiyor ayrıca yargının kararlarını “Dönüşüm uygulanacak yerler için hiçbir mahkeme yürütmeyi durdurma kararı veremez” maddesiyle doğrudan yok sayıyor. Bu yasayla sakat doğmuş yaptırımlarla karşı karşıya kalabiliriz. Evlerinin yıkılmasıyla karşı karşıya kalan her birey, aslında mülk sahibi olan ya da olmayan herkesin bu yasayı araştırması ve bilmesi gerekmektedir. İnsanların haklarını bu yasanın getirdikleri doğrultuda araması gerekmektedir. 10 Eylül 2012 Haber Kadın bedeni hüküm giyiyor Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs ayında sarf ettiği “Kürtaj cinayettir” sözleriyle başlayan kürtaj tartışması devam ediyor. Gamzegül Kızılcık Tepki gören “Kürtaj cinayettir” sözlerini, AK Parti Genel Merkez Kadın Kolları 3. Olağan Kongresi'nde yaptığı konuşmada da yineleyen Erdoğan, kürtaja karşı çıkılmasını ülke nüfusunun artmaması için atılan adımlar olarak değerlendirdi ve gündemde bomba etkisi yaratan o cümleyi kurdu: “Yatıp kalkıp Uludere diyorsunuz. O zaman ben de söylüyorum: Her kürtaj bir Uludere’dir. Milletimizi dünya sahnesinden silmek için atılan bu sinsi adımlarla hep birlikte başa çıkacağız.” Erdoğan’ın ardından Sağlık Bakanı Recep Akdağ da gereksiz sezaryen yapan hastaneler için yaptırımlar getirileceğini açıkladı. Erdoğan ve Akdağ’ın bu açıklamalarının ardından kürtaj ve sezaryen tartışması da başlamış oldu. Kadın örgütlerinden sanat dünyasına, siyasilerden tıp dünyasına kadar herkes fikir bildirdi. Fikir beyan edenler, kürtajın cinayet olduğuna katılanlar ile kadının kendi kararı olduğunu düşünenler olarak ikiye ayrılıp, kürtaj tartışması saflarında ilginç eylem ve savunmalarla boy gösterdi. “Devlet eliyle katil damgası yedik” Kürtaj tartışmalarına ilişkin görüşlerine başvurduğumuz Kadın Hastalıkları ve Doğum Mütehassısı Jinekolog Doktor Derviş Özer, tasarının çok yeni uygulamalar getirmediğini, yeniliklerin süt izni, hekimin işlemi gerçekleştirmeme hakkı ve 10 hafta üzeri gebelikleri sonlandıranların alacağı ceza miktarı ile sınırlı olduğunu belirtti. “Hiçbir kadın isteyerek bebeğini aldırmaz. Parası yoktur, baskı vardır, uygun zaman değildir, tecavüzdür yani bir sorun vardır kesin. 15 çocuğu olsun 16’ncıyı aldırırken yine ağlar, istemez aldırmayı. Kürtaj yaptırıp buradan ağlamadan çıkan bir kadın bile yok” şeklinde konuşan Özer, kürtajın yasaklanmaya çalışılmasının kürtajı azaltmayacağını vurguladı. Yasaklanması halinde kürtaj piyasasının hareketleneceğini düşünen Özer, “Fiyat artar, sağlıklı olmayan koşullarda yine devam edilir uygulamaya. Yasaklar çözüm değil. Yine yapılacaktır kürtaj” dedi. Ayrıca tasarı yasalaşırsa beraberinde anne ölümleri ve merdiven altı yöntemlerine de sebep olacağını belirten Özer, “Sorunu olan, doğuramayacak durumda olan yine doğurmayacak. Merdiven altı şeklinde tabir ettiğimiz yöntemlerle, yani tavuk teleği, askı, şiş sokarak düşürecek o çocuğu. Parası yoksa nasıl doğursun? Bakamayacaksa neden doğursun? Sonra ne olacak?” dedi. Bu tarz sağlıksız ve bilimsel olmayan yöntemlerin beraberinde rahim enfeksiyonuna neden olacağını söyleyen Özer şöyle devam etti: “Rahim enfeksiyonu yaklaşık olarak yüzde 50 ölümle sonuçlanan, tedavisi zor ve uzun süren bir hastalıktır. Tasarının sonuçları işte buralara gidiyor.” Yasaklama değil eğitimin önemli olduğunu ve insanların kendi cinselliğini tanımaları gerektiğini söyleyen Jinekolog Doktor, her şeyin başında eğitim olduğunu ve eğitim verilmeden yapılacak tüm uygulamaların sarpa saracağını belirtti. “İstenmeyen gebelikler ruh sağlığını bozuyor” Türk Psikiyatri Derneği (TPD), Başbakan’ın sözlerinden sonra konuya dair tartışmaların anatomik ve psikolojik sonuçlarına dair bir açıklama yaptı. TPD’nin açıklamasında, “İnsanlar üreme ve bunu ne zaman ve de ne sıklıkla yapabileceğinin kararını verme hakkına sahiptir. Gebelik depresyonunun önde gelen sebeplerinden biri istenmeyen gebeliklerdir. Kişileri kürtaj yapmakla damgalamak, özel yaşamın gizliliğine özen göstermemek ve sosyal destek sistemlerinin yetersiz olması, kürtaj ertesinde kadınların ruh sağlığını daha fazla bozmaktadır” şeklinde ifadeler yer alıyor. “Kendin yat kuluçkaya” Gündemde bomba etkisi yaratan ve vajina bekçiliğini akla getiren ifadeler, kadın örgütlerinden büyük tepki aldı. Başbakan’ın Uludere benzetmesi ve Melih Gökçek’in kadına dair düşüncelerini açıklamasının ardından da muhafazakâr kesimden gelen benzeri açıklamalar, farklı kadın örgütlerini tek amaçta birleştirdi. Türkiye’de hemen her şehirde eşzamanlı kadın ey- Kürtaj Yasası’nı protesto etmek isteyen insanlar mesajlarını içeren yaratıcı fotoğraflarını benimkararim.org adresli internet sitesinde paylaşıyor. lemleri yapıldı. Kadın eylemlerine erkekler de büyük destek verdi. Sokaklar eylemlerde, “Benim bedenim, benim kararım”, “Devlet elini bedenimden çek”, “Tayyip şaşırma, sabrımızı taşırma. Kendin yat kuluçkaya, bir Tayyip, iki Tayyip, üç Tayyip doğurmaya” yazılı pankartlar, konuya uygun yeniden düzenlenen eğlenceli şarkılar, halaylar, farklı şehirlerden canlı bağlantılar ve kadınların kararlı duruşları ile renkli sahnelere ev sahipliği yaptı. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesinin ardından eleştirilere hedef olan Fatma Şahin, kadın bedeninin denetim altına alınması anlamına gelen, kürtajın yasal süresinin düşürülmesi önerisine de tepkisiz kalarak kadın örgütlerinin eleştiri oklarını bir kez daha üzerine çekti. Kadının adının bakanlıktan silinmesine tepki göstermeyen Şahin, aslî savunucu olması beklenirken, konuya dair bir icraat göstermeden yorumlarında politik davranmayı seçe- rek kadın dayanışmasına dâhil olmamayı tercih etti. Ancak günlerce süren eylemler, imza kampanyaları ve kadın dayanışması sonucunda, aslında bir problem teşkil etmiyormuş gibi görünen, tasarı formatında önemli değişiklikler olmasında etkin rol oynadı. ‘Yasak’ demeden yasaklamak anlamına gelen, yasal sürenin değişmesi engellendi. Fakat gebelik önleyici ilaçlardan doğum kontrol yöntemlerine kadar pek çok küçük ama işlevli noktada kontrolün devlet elinde olması kararlaştırıldı. Kürtaj tartışmasından seçmeler Erdoğan’ın kürtaj ve sezaryen açılımıyla birlikte başlayan tartışmada herkes bir şeyler söyledi. Herkes tartıştı. Herkes slogan mahiyetinde açıklamalar yaptı. Olay yaratan, mantıklı karşılanan, gülüp geçilen ve daha pek çok farklı tepkiyle karşılanan iki saflı bu tartışmada bakın neler söylendi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ: “Tecavüze uğrayan doğursun gerekirse devlet bakar.” Sağlık Bakanlığı Kanser Daire Başkanı Doç. Dr. Murat Gültekin: “Bizim konuşmamız gereken korunma olmalıdır. Bugün korunamadığımız için kürtajı tartışıyoruz.” Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez: “Kürtaj insan yaşamına son vermek demektir. Bedenimiz ve hayatımız bize mülkiyet olarak değil emanet olarak verilmiştir.” Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek: “Anası olacak kişi zina yapmış, çocuğun suçu ne? Anası çeksin, anası kendisini öldürsün. Eğer biri ölecekse niye çocuğu öldürtüyor, cinayet bu.” Refah Partisi eski Milletvekili Şevki Yılmaz: “Doğum bereket, kürtaj felakettir.” Türk Tabipler Birliği Başkanı Dr. Eriş Bilaloğlu: “Dünyada anne ölümlerinin üçte bire yakını güvenli olmayan düşüklerin sonuçlarına bağlıdır. Türkiye’de 1983’te kürtajın yasallaşmasıyla birlikte anne ölümleri 10 kat azaldı.” Gündelikçi kadınlar güvenceli iş istiyor Hazırlık aşamaları 90’lı yılların sonuna denk gelen İmece Kadın Derneği, İstanbul’un Esenyurt ilçesinde Kadın Araştırmaları ve Dayanışma Merkezi adıyla 2001 yılında kuruldu. 2004 yılında da İmece Kadın Derneği adını alan kuruluş 11 yıldır ev içi kadın emeğini görünür kılmaya çalışıyor. Ismahan Simge Gümüşay Hem ürettikleri politikalarla hem de ev işçilerini görünür kılmak için yaptıkları çalışmalarla epeyce yol kat eden İmece Kadın Derneği, gündelikçi diye bahsedilen ev işçisi kadınların sesini duyurmaya devam ediyor. Dernek ve derneğin faaliyetleri hakkında görüştüğümüz Serpil Kemalbay, öncelikli hedeflerinin medyayı, sendikaları, partileri, dernekleri, iş verenleri ve ev işçilerini ev hizmeti konusunda bilinçlendirmeye çalışmak olduğunu söyledi. “1980’den sonra feminist politikalar daha görünür olmakla birlikte, kadın emeğini eksen alan politika ve örgütlenme alanında eksiklik vardı” diyerek sözlerine devam eden Kemalbay, “Özellikle alt sınıflardan kadınların örgütlenme ihtiyacına karşılık vermek, bu alandaki boşluğu doldurmak için böyle bir örgütlenme yolu izledik ve sonuç olarak bu derneği kurduk” sözleriyle İmece Kadın Derneği’nin hazırlık sürecine değindi. Güvencesiz alanda yağmalanan kadın emeğinin hakları konusunda yaptıkları çalışmalardan da bahseden Kemalbay, “İmece Kadın Derneği olarak, yoksul emekçi kadınlar için çalışmalar yürütmeyi, günü atlamadan geleceği birlikte kurmak için sahada deneyerek öğrenmeyi, kadın emeğinin hakları için araştırmayı, örgütlenmeyi ve mücadeleyi önümüze koyduk” dedi. Özellikle cinsiyete dayalı iş bölümünün sonucu olarak kadınlara verilen toplumsal rollerin, kadınlar için yarattığı engeller üstünde durduklarını ifade eden Kemalbay, bu sorunları kadınların politikası yapmaya çalıştıklarını dile getirdi. “Bağımsız bir kadın örgütü” “İş ve Kreş Kampanyası” yaptıklarını ve bu kampanyanın Esenyurt Belediye Başkanı ile yapılan görüşmeyle sonlandırıldığını belirten Kemalbay, iş kazası Fotoğraf: İmece Kadın Derneği sonucu yaşamını yitiren ev işçisi için düzenledikleri “Fatıma Aldal’a Adalet” ve “ILO C189 İmzalansın” kampanyalarının da devam ettiğini kaydetti. Ayrıca 2006 yılında yönetmen Emel Çelebi'nin dernekteki ev işçisi kadınlarla birlikte çektiği “Gündelikçi” adlı belgesel ile seslerini daha geniş bir kitleye duyurduklarını ifade eden Kemalbay, son birkaç yıldır “Forum Tiyatro” yaptıklarını da sözlerine ekledi. İmece Kadın Derneği’nin Türkiye ve dünyadaki feminist gelişmelerin ışığında ilerlediğini, bu konudaki te- orik bilgileri fazlasıyla kullandıklarını ifade eden Kemalbay, İmece Kadın Derneği’nin kendisini feminist ya da anti-feminist bir kadın derneği olarak tanımlamadığının altını çizdi. İmece Kadın Derneği’nin sistem içerisinde, herhangi bir siyasi parti ya da oluşuma dâhil olmadığını, bağımsız bir kadın örgütü olduğunu söyleyen Kemalbay, dernek politikası olarak cinsiyetçiliğe, militarizme, ırkçılığa, ayrımcılığa, savaşa, homofobiye, erkek egemenliğine ve kapitalizme karşı bir tablo ortaya koyduklarını vurguladı. “Her kadın İmece’li olabilir” Çalışmalarının ağırlıklı olarak İstanbul’da olduğunu fakat diğer illerde de çalışma yapmayı istediklerine değinen Kemalbay, yakında Bursa’da bir ofis açmayı planladıklarını ve Antalya’da İmece Kadın Sendikası Girişimi’ni başlattıklarını söyledi. İsteyen her kadının derneğe üye olabileceğini ifade eden Kemalbay, dernek ya da sendika üyesi olmak hâlâ korkulan bir eylem, bu yüzden faaliyetlere katılmak isteyen kadınlarda üyelik şartı aramadıklarını sözlerine ekledi. “İmece Kadın Meclisine katılan ya da katılmayı isteyen her kadın İmecelidir” dedi. Kemalbay son olarak, “Biz kadınların göbekleri, ne iş yapıyorsak yapalım, nereli olursak olalım, hangi dili konuşuyorsak konuşalım, hangi inanca sahip oluyorsak olalım görünmez bir bağla birbirine bağlıdır. Kimse kurtulmuş değildi, varoşlarda şiddete ve ayrımcılığa maruz kalan tek bir kadın kalsa bile, bu göbek bağından dolayı hiç birimiz güvende değiliz” dedi. Nasıl ulaşılabilir n +90 212 586 81 59 n kadinlarinmeclisi.org n [email protected] gerçek görünüm gg Yıl: 28 | Sayı: 30 Yetkililerin ortalıkta olmadığı anlarda çıkar. 'ü ek olarak verir. ANKUPAT Genel Müdürü: ‘Yiğin gari!’ Görünüm’e yeni görünüm Anka Üniversitesi’nin (AÜ) unutulan kampüsünde faaliyet gösteren Anka Üniversitesi Patates Geliştirme Bölgesi’nin (ANKUPAT) Genel Müdürü Kamil Azkızarmış, yeni hasat dönemindeki planlarını Gerçek Görünüm’e anlattı. GÖLBAŞI- Anka Üniversitesi’nin 50. Yıl Yerleşkesi’nde yer alan ANKUPAT, altyapı hizmetleri tamamlanmadan hizmete açılan birimlerden sadece birisi. 2001 yılında kurulmuş olmasına rağmen peyzaj çalışmalarının bir türlü tamamlanamadığını belirten ANKUPAT Genel Müdürü Kamil Azkızarmış, ANKUPAT'ın kuruluş hikâyesini şu sözlerle anlattı: “Buralar önceden dutluktu. Üniversite vakfı buradaki dut ağaçlarını kesip yerine ilkokul yapma kararı aldı ancak, çocukları kışın dağdan inen kurtların yiyebileceğinden endişelenildiği için bu çorak arazi ANKUPAT’a devredildi.” ANKUPAT’a devredilen okul binasının ancak kısmi zamanlı ırgatlar için lojman olabileceğine karar verdiklerini ifade eden Azkızarmış, gözlerini kampüsün topraklarına çevirdiklerini belirterek sözlerine şu şekilde devam etti: “Taşlardan ve Gölbaşılı ninelerin de katkısıyla madımak, kuzukulağı ve mantar gibi yabancı bitkilerden arındırma çalışmalarına hız kazandırmış bulunmaktayız. AÜ Ziraat Fakültesi’nde ıslah edilmiş patates tohumlarını da en kısa sürede toprağa ekmeye başlayacağız.” Gerçek Görünüm Atölyesi boya, cila temizllik ve dekarasyon çalışmalarının ardında yeni bir görünüme kavuştu. Aşağı yukarı 20 yıldır üniversitenin gündeminde olan AÜ İletişim Fakültesi’nin Gölbaşı’na taşınması planlarına da değinen Azkızarmış, sözlerine şu şekilde devam etti, “Öğrencilerin Cebeci’de bir sosyal ortamı var, Gölbaşı’na taşınmak onları bu durumdan kurtarıp doğa ile barışık hale getirecek. Biraz börtü böcekle iletişime geçsinler, toprağa ayak bassınlar. Gerekirse aç öğrencilere sıcak kumpir de dağıtırız.” “ANKUPAT kurulduğu yıl kendimizi Konya il sınırları içerisinde sandığımız için Konya Şeker ile bir işbirliği yaparak kampüsümüzün bir kısmına da şeker pancarı ekmiştik” diyen ANKUPAT Genel Müdürü, tek sorunlarının sulama olduğunun ve Mogan Gölü'nden çektikleri su ile değirmeni döndürmeye çalıştıklarının altını çizdi. Yeni akademik yılda uluslararası işbirliğine gidildiğini belirten Azkızarmış, “BİM’de satılan Patito ve Party cipslerinin yanı sıra bu hamle ile daha da başarı kazanacağımızı düşünüyorum” diyerek sözlerini yeni kampanyalarının sloganı ile noktaladı: “Yiğin gari!” Saba Tümer’e İLEF’li rakip Buradan kesiniz Muhteşem gülüşü ve sarı saçlarıyla milyonları ekran başına kilitleyen Saba Tümer’e İLEF’ten rakip çıktı. O artık mezun İLEF’te okuduğu süre boyunca 3 dekan değişikliği gören, hazırlık biriminin Tandoğan’dan Gölbaşı’na taşınmasına tanıklık eden, okulun demirbaş listesinde en üst sıralarda yer alan Gerçek Görünüm Yazı İşleri Editörü Arda Türkoğlu nihayet okulumuzdan mezun oldu. Ve artık hayatına İstanbul’da devam edecek. Bu haberin duyulmasının ardından ise sıcak havalar ve köprü trafiğiyle birlikte zaten iyice bunalmış olan İstanbulluların gergin bekleyişi başladı. Ne Dediler? ☺ Her sabah bir sandviç bir de çay alırdı. O yüzden çok zayıf bu çocuk. Evde yemek vermiyorlardı galiba. (Şahin Abi, kantinci) ☺ Arda üniversiteye başlarken at yelesi gibi saçları vardı. Her gün fön çeker güzel de para kaldırırdım ondan, artık saçı da yok kendisi de. Özleyeceğim. (Arda’nın berberi) ☺ Arda sağ olsun her geldiğinde ne kadar içki varsa denerdi. Babasından çok ben görüyorum yüzünü, bıktık artık. (Sakarya’da herhangi bir barmen) ☺ Oğlum bak git! (Mahalledeki çöpçü) ☺ Arda’yı her gördüğümde okula 24 saat giriş izninin olup olmadığını sorardım. Şimdi kime soracağım ben, İstanbul’a giriş izni var mı acaba? (Yusuf Abi, güvenlik) ☺ Sen gelme! (Mevlana) ☺ Açeydım gollarımı gitme diyeydim. (İbo Melih Gökçek) Bundan yedi yıl önce piyasaya giren ve şen kahkahalarıyla televizyon dünyasını sallayan Saba Tümer’in tahtı yerinden oynamaya başladı. İLEF’te başarılı beş yıl geçirdikten sonra gülüşünü geliştiren ve Gerçek Görünüm bünyesinde gülme konusunda zirve yapan H. Eda Serttürk, “Saba daha beni görmedi. Onu 73 desibel olan sahte gülüşümle yerle bir edeceğim” dedi. Gülme konusunda yeteneklerinin anlatmayla bitmeyeceğini belirten Serttürk, “Çocukluk yıllarımda gülüşümün farklı olduğunu annem fark etmişti. Bana, ‘Kızım farkın tarzın’ dedi ve beni ekmek almaya yolladı. Yolda düşen Ayşe Teyze’yi görüp bastım kahkahayı. Mahalle arkadaşlarım ise Ayşe Teyze'yi bırakıp bana gülmeye başladılar. O an kendi kendime söz verdim. Dedim ki bir gün bu yeteneğimle para kazanıp, insanlara farklılığımın aslında çok renklilik olduğunu kanıtlayacağım. Aradan yıllar geçti ve ben geleceğimi düşünerek Ankara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nü yazdım. Her sene gülüşümle derslere damgamı vuruyor, diğer öğrenciler arasından sıyrılıyordum. Bu sıyrılışı fark eden hocalarım beni Gerçek Görünüm’e editör yaptı. Özellikle Genç İletişimciler Yarışması’na katılmak için yapılan gazete katliamlarının ardından savaş alanına dönen atölye, günlece çevreye rahatsızlık verdi. Gerçek Görünüm’ün görünümünü değiştirmek amacıyla planlanan temizlik çalışmalarına “Hasan Abi ve Kuvvetleri”nin de destek vermesi ile atölye yaşanabilir bir hale getirildi. İçilen çayın ardından çaydanlığın ve bardakların temizlenmesi gerektiğinin aklına gelmeyen atölye sakinleri yüzünden çaydanlığın küf bağlaması üzerine NASA’nın “Gerçek Görünüm Atölyesi’nde Ortaya Çıkabilecek Canlı Formlarını Arama Çalışmaları” için gönderdiği iki araştırma robotuyla iletişimin kaybedildiği söylentileri ise belirsizliğini koruyor. Atölyede neden temizlik yapmadığına dair eleştirilere cevap veren Gerçek Görünüm’ün Sayfa Editörü, “İnsanın pisliğini kendisinin temizlemesi gerektiğini kavrayabilecek kadar yetişkin yaştayız, bunu kendilerinin yapmasını bekledim. Gerçek Görünümcülerin atölyeye saygı duymasını bekliyorum, saygıları yoksa uzak dursunlar” şeklinde konuştu. "Neyse ki sigara içmek yasak, o yönden rahatız" diyen Gerçek Görünüm’ün Yazı İşleri Editörü ise 31 yıllık gazetenin arşivleri arasından çıkan ayakkabı kutusunu 'saygısızlık örneği' olarak yorumladı. Kısa gg Gündem Orada bulunan arkadaşlarla çok iyi anlaştım ve gülücüklerimin desibelini kat be kat artırdım. Şimdi mezun bir İLEF’li olarak piyasaya girerken geçmişimi unutmayacak, Saba’ya fakültemizin gücünü göstereceğim” dedi. Habere giderken yanına aldığı fotoğraf makinesiyle kendine güvenmediği için otomatik ayarda çekim yapan Gerçek Görünüm Muhabiri, atölyeye teslim ederken makineyi manuel ayara almayı unutunca yakalandı. Eda Serttürk ile aynı dönem Gerçek Görünüm’de çalışan arkadaşları onunla ilgili şöyle konuştu: Mert Gökhan GOÇ: “Müstesna bir insandı. Gülüşü hala kulağımda çınlar.” Zorda Türkoğlu: “Gerçek Görünüm bugün Gerçek Görünüm olduysa Eda’nın gülüşüyle olmuştur.” Tuğçe Korkar: “Gülerken sanki gerçek yaşamdan kopuyor. Gün içinde defalarca başka boyutlara gidiyormuş gibi. O’nun bu yeteneği beni kıskandırıyor.” Fatih Kılıçdaroğlu: “Ben fotoğraf çekmeye O’nun gülüşüyle başladım. İnşallah piyasada başarılı olur.” Ender Kaykuş: “O gülmenin insan hayatındaki önemi fark etmiş ve gerektiğinde sahte de olsa gülmesini bilmiştir.” Murat Yazcan: “Sık kullanılanlara Eda’nın gülücük videosunu ekledim. Atölyede canımız sıkıldığı zaman izleyip izleyip kendimize geliyoruz.” Burnuna estetik ameliyatı yaptıran Gerçek Görünüm Muhabiri, özgüveni yerine gelince kurgu fotoğrafa girebilmek için “Ben saksı değilim!” diye haykırdı. Hiçbir iş yapmıyormuş gibi görünmek istemeyen Gerçek Görünüm Muhabiri, atölyeye gelerek Facabook’ta arkadaşlarının fotoğraflarını beğendi. Haberinde İnönü Bulvarı’nın adını İsmet Paşa Bulvarı olarak yazan Gerçek Görünüm Muhabirine Ankara Siyasi Haritası hediye edildi. Bütün haberlerinde spotu “Gerçek Görünüm’e anlattı” şeklinde bitiren ve staj için gittiği ajansta da aynı şeyi yapınca işten atılan Gerçek Görünüm Muhabiri derdini Gerçek Görünüm’e anlattı. Gerçek Görünüm’ün Eski Yazı İşleri Editörü, toplantı gününü beş ay önceki bir tarih olarak duyurunca dört ayda bir çıkan gazetenin muhabirlerini “Yıllık yayına mı geçiyoruz?” korkusu sardı. Gerçek Görünüm’ün her sayısında yer alan hatta bir sayıya manşet olan “İLEF'te yenileme çalışmaları” konulu çerez haberler son sayıda yer almayınca fakülte şaşkına döndü. Gazetedeki tırnak ile kesme işaretlerinin birbirine karışması üzerine 1350 karakteri tek tek düzelten Sayfa Editörü, saat geç olunca fakültede mahsur kaldı. Gerçek Görünüm’ün Sayfa Editörü, Şef Editör’ün adını künyeye yanlış yazınca gözler atölye içi iletişime çevrildi. Gülüşüyle insanları kahkahaya boğan H. Eda Serttürk (solda), Saba Tümer’e (sağda) taş çıkarıyor. Tüm haberlerinde “de, da”ları yanlış yazan Gerçek Görünüm Muhabiri için atölye kapısına konuyla ilgili eğitici bir karikatür asıldı. 12 Eylül 2012 Haber Bulvarda 21 metre göçük oluştu Haziran ayında İnönü Bulvarı’nda göçük sonucu bir kişinin hayatını kaybettiği metro kazasının ardından Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde de göçük meydana geldi. na doldurulduğunu belirtti. Olay sonrası jeoloji mühendislerinin de bilimsel araştırma yapmasını gerektiğini söyleyen Gök, “Şimdi bu göçüğün nedenlerinin incelenmesi gerekiyor. Altından akan Dikmen Deresi’nin ve yağmur sularının ıslahının yapılıp yapılmadığı, on yıldır atıl duran bu inşaat çalışmalarında bakımın yapılıp yapılmadığı cevaplanması gereken sorular olarak duruyor. Olay sonrasında Gökçek, bunca yıllık sorumluluğunu bırakarak topu Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı’na attı” dedi. Ankaralıların ulaşım açısından başka alternatif kaynaklarının da olmadığını dile getiren Gök sözlerine şunları ekledi: “Ankara'nın ana arterleri bellidir, Ankaralılar ulaşım olarak burayı kullanmak durumundadır. Böylesine önemli bir konuya AK Partili milletvekilleri de katkıda bulunmalıdır. Özellikle, Melih Gökçek, topu Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı’na attıysa Bakan’ın çok daha dikkatli olması gerekiyor. Çünkü bunca yıldır atıl duran inşaattan Bakan’a, siz, ‘Sorumlu odur’ diyerek işin içinden çekilme şansını kendinizde bulabilir misiniz? Metroda ne oldu, ne bitiyor, bunları araştırmak durumundayız.” Sadık Demirbağ Ender Baykuş Haziran ayında metro çalışmalarının yapıldığı alanda meydana gelen göçükle birlikte yeniden gündeme gelen Ankara metrosu hakkında Meclis araştırma önergesi veren Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Ankara Milletvekili Levent Gök, Ankara halkının yıllarca kandırıldığını ve inşaatın çürümeye terk edildiğini söyledi. 1994 yılında Ankara Ana Ulaşım Planı’nın Büyükşehir Belediye Meclisi’nce kabul edilmesinin ardından Kızılay-Çayyolu güzergâhının metro yapılacağı gerekçesiyle Danıştay ve Sayıştay gibi kamu binalarının bu bölgeye taşındığını aktaran Gök, böylece bu bölgenin nüfus yoğunluğuna açıldığını söyledi. Kızılay-Çayyolu metrosunun tüm zemin etüdünün de bu plana göre yapılmasına rağmen yerel seçimlerle birlikte Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen İ. Melih Gökçek’in bu projeyi rafa kaldırdığını belirtti. “Üç hattan aynı anda başlama fikri yanlıştı” O dönem SHP Ankara İl Başkanlığı görevini yürüttüğünü söyleyen Gök, üç ayrı hattın aynı anda yapılmaması yönündeki uyarılarına karşın Gökçek’in bu uyarıları dikkate almadığını ve Batıkent-Sincan, Ulus-Keçiören ve Kızılay-Çayyolu hatlarının yapımına eş zamanlı olarak başladığını dile getirdi. Gökçek’in her seçim öncesi “Şu tarihte metroları açıyorum, bu tarihte metroları açıyorum" diyerek Ankara halkını sürekli kandırdığını ifade eden Gök, başkanın kaynak bulamayınca iktidara sığındığını belirtti. İktidarın da 2007 yılında ilk kez bir belediye başkanını kurtarmak için doğal gaz piyasası hakkındaki kanun değişikliği teklifini getirerek Ankara’nın, Büyükşehir’in EGO'sunun en önemli gelir kaynağı olan Başkentgaz’ı özelleştirme süre- Fotoğraf: Ender Baykuş için verilen teklifler ödenmeyince metro tıkanma noktasına geldi. Bakanlar Kurulu da bu sorunu çözmek için aldığı kararla metroların yapım işini Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na devretti. 2007 yılında çıkan Başkentgaz Kanunu’nda metroya kaynak aktarılacağı gerekçesiyle yapılan özelleştirmenin, artık gerekçesi de kalmadı çünkü Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı metroları devraldı ve bunun hükümete maliyeti tam 3 milyar dolar oldu.” Kampüste üç defa göçük oluştu Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi içinde üç ayrı noktada meydana gelen göçük panik yarattı. Meydana gelen göçükler eğitimin aksamasına neden olurken üniversite yönetimini de harekete geçirdi. Çalışmalar tamamlanmadan binaya öğrenci alınmayacağını belirten Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Çolak şunları söyledi: “Göçük olayı fakültemiz sınırları dâhilinde üç defa yaşandı. Bir tanesi tarlanın içinde, bir tanesi otopark kısmında, diğeri ise Bahçe Bitkileri Bölümü’nün hemen yanında. Bu göçükler meydana geldiği anda biz gerekli yazışmaları yaptık. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’ndan bize gelen yazıda, öğrencilerin bir gün süreyle okula alınmaması belirtildi.” “21 metrelik göçük gerçekleşti” Öte yandan yaşanan göçük sonrası İnşaat Mühendisleri Odası’nın yaptığı incelemelerde 21 metrelik göçüğün ve birçok sarsıntının meydana geldiğinin altını çizen Gök, göçük sonrasında 50 kamyon taş dolgu malzemesinin o ala- “Çatlaklar var” “Ancak biz dekanlık olarak bunun yeterli olmayacağını düşündük ve çalışmalar bitene kadar Bahçe Bitkileri binasının içine öğrenci almamaya karar verdik. Çünkü yaz okulunda okuyan öğrencilerimiz ve eğitim veren öğretim İnönü Bulvarı’nda meydana gelen göçüğe düşen Kadir Sevim’in cansız bedenine yaklaşık 15 saat sonra ulaşıldı. cini başlattığını ekleyen Gök, “Bu kanunda EGO’nun borçlarının ödeneceği ve elde edilen kaynakla metro çalışmalarının yapılacağı öngörülmüştür. Ancak Gökçek’in 3 milyar dolar getireceğini ifade ettiği Başkentgaz'ın özelleştirilmesi üç kez ihaleye çıkarılmasına karşın gerçekleşmedi" dedi. “Metronun hükümete maliyeti 3 milyar dolar” 2000 yılında çıkarılan bu kanunla birlikte Başkentgaz’ın yüzde 80’inin özelleştirilmesinin öngörüldüğünü belirten Gök, yapılan özelleştirmelere rağmen metro inşaatlarının satılamadığını söyledi. Üç kez ihaleye çıkarılmasına rağmen verilen teklifin 1 milyar 610 milyon dolar olduğunu ve bu tekliflerin ödenmediğini söyleyen Gök sözlerine şunları ekledi: “Metro yapımı üyelerimize henüz net bir açıklama yapamıyoruz” şeklinde konuşan Dekan, göçük nedeniyle yaşanacak mağduriyetten üzüntü duyacaklarını açıkladı. İlk gözlemlerinin yetersizliğini vurgulayan Çolak, “İçeriden yaptığımız ilk gözlem sonucu herhangi bir şey görmemiştik ancak sonradan fark ettik ki bina dışında çatlaklar var.” “Gerekli testler yapılmalı” Taşeron firma yetkililerinin dışarıdan olaya müdahale ettiğini belirten Çolak, sözlerini şöyle sürdürdü: “Şu an için yetkililer, göçük olan yerlere 200 ton beton boşalttıklarını söyledi. Ben işin teknik kısmını bilmiyorum. Göçük olayıyla ilgili benim teknik veriler söylemem doğru olmaz. Ancak en son çıktığım Moskova gezisinde dikkat ettiğim bir konu vardı. Orada bulunan metro hatları yerin yaklaşık 100 ila 150 metre altındaydı. Gördüğüm kadarıyla ülkemizde yaklaşık olarak 50 metre aşağıdan geçiyor. Bundan kaynaklanan bir problem varsa araştırılmalı.” “Biz üzerimize düşeni yaptık” Üzerlerine düşen görevi yerine getirdiğini belirten Çolak, “Biz gerekli olan yazışmalarımızı eksiksiz yerine getirdik. Önce Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na, sonra bizim Yapı Dairesi Başkanlığı’na konu ile ilgili görüşlerimizi belirten yazıları gönderdik. Artık inisiyatif onlardadır. Bizim Dekanlık olarak tüzel kişiliğimiz olmadığı için yapabileceklerimiz sadece bu kadar” dedi. “Öğrenci olsa, vahim olurdu” Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü’nde okuyan bir öğrenci ise okullarında meydana gelen kaza için şunları söyledi: “Okulumuzun hemen yanında meydana gelen göçük bizi oldukça tedirgin etti. Hattın okulumuzun yanından geçtiğini biliyorduk ancak bahçemize kadar girdiğini çökünce anladık. Bir tane göçük meydana geldi, arkasından ikincisi oldu. Başka göçük olmayacağının garantisi yok. Çökme olan bölge tam geçiş noktamızda yer alıyor. Yaz dönemi olduğu için öğrenci yok, ama öğrenci olsaydı vahim bir durum yaşanabilirdi. Yaz okulu ve staj nedeniyle mecburen okula giriş çıkış yapmamız gerekiyor. Yaz okuluna gitsem çökme tehlikesi yaşıyorum, gitmesem kalabilirim. Ne yapacağımı şaşırdım.” Van’dan Ankara’ya göçen yaşamlar Yaşanan deprem sonrası Van’dan Ankara’ya göç eden Şahin ve Doğar aileleri devletin kendilerine verdiği yardım sözlerini tutmamasından şikâyetçiler. Alaattin Geçer Van’da yaşanan deprem felaketinin ardından binlerce insan şehri terk etmek zorunda kalmıştı. Şehri terk eden ailelerden biri olan Şahin ailesi, Ankara’nın Küçükesat Mahallesi’nde kiraladıkları küçük bir evde zor şartlar altında hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Geçim sıkıntısı yaşadıklarını dile getiren Suna Şahin, kendisinin emekli olduğunu eşinin ise mali müşavir olarak hâlâ Van’da çalıştığını söyledi. Buraya göç ederken her türlü zorlukla karşılaştıklarını da belirten Şahin, “Özellikle Ankara’ya geldiğimizde ev bulma konusunda çok zorlandık” dedi. “Hükümet kendi başarısızlığını örtmek için bizi göçe zorladı” Ankara’ya göç etmek zorunda kaldıklarında devlet tarafından hiçbir desteğin verilmediğini dile getiren Şahin, sadece Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin gıda ve yatak konusunda kendilerine yardımcı olduğunu sözlerine ekledi. Şahin, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ankara Valiliği’ne de başvurduk fakat herhangi bir sonuç alamadık. Valiliğin kira açıklamasının ardından gittik, yine eli boş döndük. Çanka- ya Belediyesi’ne okuyan çocuklarım için indirimli kart ve ücretsiz servis için gittim fakat yine herhangi bir yardımda bulunmadılar. Devlet bizden aldığı vergileri biraz bize verseydi kimse zorluk çekmiyor olacaktı. Hükümet, Van’da kendi başarısızlığını örtmek için bizi göçe zorladı. Devletin depremzede ailelere yaptığı bedava elektrik ve doğalgaz yardımlarından da yararlanamadık.” “Doktorlar kendi inisiyatiflerini kullanarak bize bakıyorlar” Şahin, sağlık ve sigorta güvenceleri olduğu halde Ankara’da yerleşik bir hayatları olmadığı için aile hekimliklerini tanımadıklarını ve kimsenin yardımcı olmadığını belirtti. Nüfus kayıtlarını buraya alamadıkları için doktorların kendi inisiyatiflerini kullanarak kendilerine baktığını ifade eden Şahin, bazı doktorların kendilerini muayene etmediğini ve sağlıklarına kavuşmak için özel hastanelere gittiklerinde kendilerine yüksek faturaların çıkartıldığını söyledi. Ankara’ya geldiklerinde etnik kimliklerinden dolayı herhangi bir baskı, ötekileştirme durumuyla karşılaşmadıklarını aktaran Şahin, “En büyük korkum buydu zaten” dedi. Diğer yerlerdeki insanlar gibi bu tarz zorluklarla karşılaşmadıklarını ifade eden Şahin, “Komşularımız olsun, diğer insanlar olsun mahallede bizi çok iyi karşıladılar. Çocuklarım da okulda herhangi bir dışlanmayla karşı karşıya kalmadılar” şeklinde konuştu. Ancak, Van’dan başka bölgelere göç eden ailelerle de görüştüklerini söyleyen Şahin, onların zor durumda kaldıklarını söyledi. Şahin, bazen onların çocuklarının “Hadi gelin kendi Kürtçenizle konuşun da bakalım” ve “Van’dan buraya niye geldiniz?” gibi dışlayıcı söylemlerle karşılaştıklarını belirtti. Ankara’da hayatın gerçekten çok pahalı olduğunu ve bu yüzden Van’a geri dönmeyi düşündüklerini söyleyen Şahin, bütçelerinin bu yaşam standartları altında ezildiğini belirterek kendi kültürlerinden asla vazgeçemeyeceklerini de sözlerine ekledi. Van’dan Ankara’ya göç etmek zorunda kalan Doğar ailesinin yaşadığı sorunlar da tıpkı Şahin ailesinin yaşadıkları gibi. Ankara’da Dikmen’de ev kiraladıklarını ve çok zor şartlar altında geçindiklerini dile getiren Handan Doğar, Ankara’ya geldiklerinde barınma sıkıntısı yaşadıklarını söyledi. Ankara’da tanıdıkları sayesinde ev bulabildiklerini belir- ten Doğar, “Van’dan gelirken hiçbir eşyamız yoktu. Hükümetin bize vaat ettiği yardımları ve desteklerini göz önünde bulundurarak Ankara’ya geldik. Hükümet, medyada depremzedelerin kiralarını ödeneceğini ve barınma sıkıntılarının da çözeceğini duyurmuştu. Ankara’da herhangi bir kuruluştan yardım alamadık. Sadece Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin gıda yardımından yararlandık” dedi. “Ankara’ya uyum sağlayamadık” Göç ederken psikolojik sorunlar yaşadıklarını da belirten Doğar, “Çocukların eğitimleri aksadı, zor dönemlerden geçtiler, Ankara’ya uyum sağlayamadılar. Bu durumlar çok etkiledi bizi. Bu yüzden Van’a geri döneceğiz” ifadelerini kullandı. Şu an en büyük sıkıntılarının uyum problemi olduğunu dile getiren Doğar, “Depremzede olmamızdan dolayı çoğu kişi bizi bağrına basabiliyor fakat ‘Doğulu’ olmamızdan dolayı dışlayanlar da oldu” dedi. Van’a döndükleri takdirde barınabilecekleri bir evlerinin olmadığını aktaran Doğar, asıl depremin Van’da şu an başladığını, çoğu kişinin ekonomik durumunun çok kötü olduğunu ve geçim sıkıntısı yaşadıklarını söyledi. Doğar, birçok depremzedenin evinin olmadığını veya ağır hasarlı olduğunu bu yüzden insanların ne yapacaklarını şaşırmış ve çaresiz durumda olduklarını da sözlerine ekledi. 13 Eylül 2012 Haber Organik tarım ürünleri el yakıyor Dünyada 60 milyar dolarlık bir sektör oluşturan, ülkemizde de günden güne büyüyen organik tarım, üretici açısından kârlı bir sektör hâline gelmesine karşın yüksek fiyatlarıyla el yakmaya devam ediyor. Ahmet Uğur Baş Tarımda kullanılan kimyasal ilaçların ve gübrelerin insan sağlığına ve çevreye olan zararlarının bilimsel çalışmalarla kanıtlanması, organik tarıma olan ilginin de dünya çapında gittikçe artmasına neden oluyor. Türkiye’de organik ürünlerin geleneksel tarım ürünlerine göre yüzde 400’lere varan fiyat farkıyla satıldığını görmek mümkün. “Organik tarım lüks olarak kalacaktır” Ankara Üniversitesi (AÜ) Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü’nden Prof. Dr. Süleyman Taban organik tarım yaparken yaşanan verim kaybı, nakliye ve sertifikasyon ücretleri gibi ek maliyetler nedeniyle, organik tarım ürünlerinin fiyatının geleneksel tarım ürünlerine göre her zaman daha pahalı olacağını ve yüksek gelir düzeyindeki tüketicilere hitap edeceğini söylüyor. Yapılan anket sonuçlarına göre “Organik ürün kullanıyor musunuz?” sorusuna pahalı olduğu için kullanmadıklarını söyleyenler yüzde 46 ile ilk sırada yer alırken, yüzde 35’lik bir kesim ise organik ürün bulamadıkları için kullanamadıklarını söylüyor. Organik ürün kullananların oranı sadece yüzde 14. Türkiye, her yıl organik tarım ürünlerinin yaklaşık yüzde 80’lik kısmını başta Avrupa Birliği (AB) ülkeleri olmak üzere yurt dışına ihraç ediyor. Bu da iç pazarda arz-talep dengesinde so- runlar yaratıyor. AÜ Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nden Prof. Dr. Emine Olhan ise Türkiye’deki organik ürünlerin Avrupa piyasalarına oranla daha pahalı olduğunu dile getiriyor. Bu sorunun sebebini ise devlet desteğinin yetersizliğine bağlıyor. Olhan, “Gelişmiş ülkelerde sertifikasyon ücretinin önemli bir kısmı devlet tarafından karşılanıyor. Türkiye’de yakın gelecekte böyle bir uygulama yapılması pek mümkün değil. Tarım, Gıda, ve Hayvancılık Bakanlığı strateji raporunda yer alan tarım desteklerinin minimum yüzde beşini çevresel amaçlı desteklere kullanacağını söylediği hâlde bu miktarı bile vermedi” dedi. Organik tarım, üretici için daha kârlı bir yöntem Uzmanlar, organik tarımın fiyatı hızla artan kimyasal gübre, pestisit ve enerji girdilerinden tasarruf edileceği konusunda hemfikirler. Organik tarım sözleşme ile yapılıyor ve sözleşmeyle üreticinin tüm ürünün alınması garanti ediliyor. Bunun yanında ekolojik ürünlerin ihraç fiyatı diğer ürünlerden yüzde 10 ila 20 oranında daha yüksek. Yapılan araştırmalara göre üreticinin organik tarımla elde ettiği yıllık gelirin yüzde 10 arttığı tahmin ediliyor. Organik ürün nasıl anlaşılır? Türkiye’de organik ürünler hakkında bilgisi olmayan insanların sayısı da azımsanamayacak düzeyde. Bir başka araştırma sonucuna göre “Or- Fotoğraf: Şeyma Görürüm ganik adıyla satılan ürünün gerçekten organik olduğunu nasıl anlarsınız?” sorusuna katılımcıların yüzde 12’si, “Organik ürünlere güvenmiyorum” şeklinde cevap veriyor. Yüzde 36’sı hiçbir fikrinin olmadığını, yüzde 24’ü ise satıcılara ve markalara güvenmediklerini söylerken sadece yüzde 28’i sertifikasyon işlemlerinden haberdar. Sertifikası olmayan ürünler, organik sayılmıyor. Bunun için mutlaka gerekli sertifikasyon işlemlerinden geçmesi gerekmekte ve alınan ürünlerin üzerinde sertifikayı veren kuruluşun logosu ile birlikte Tarım, Gıda, ve Hayvancılık Bakanlığı’nın organik ürün logosunun bulunması gerekiyor. Organik tarım nedir K imyasal madde kullanılmadan üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve sertifikalı tarımsal üretim biçimidir. Organik tarımın amacı, toprak ve su kaynakları ile havayı kirletmeden, çevre ve canlı sağlığını korumaktır. Ülkemizde organik tarım faaliyetleri ile bu faaliyetlerin her türlü kontrol ve sertifikalandırma işlemleri “Organik Tarım Kanunu” ve ilgili yönetmelik uyarınca Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı veya Bakanlıkça yetkilendirilmiş kuruluşlarca yapılır. Can pazarına davetiye Tuğçe Korkmaz Ankara’nın Akdere semtinde Mehmet Ali Altun Caddesi üzerine kurulan halk pazarı, vatandaşları sonunda isyan ettirdi. Mahalleli alışveriş yaparken hızla ilerleyen araçlar arkalarından geçiyor. Çevre sakinlerinin can güvenliğini tehlike altına sokan pazar yaklaşık iki senedir bu şekilde hizmet veriyor. Tezgâhlarını caddenin kaldırımları üzerine kuran esnaf ve alışveriş yapmak için pazara gelen mahalle sakinleri bu durum karşısında çaresiz olduklarını söylüyor. Pazarın daha önce aynı bölgede bulunan ve Muhsin Yazıcıoğlu Parkı olarak düzenlenen bölgede kurulduğunu belirten vatandaşlar, “Alışveriş yaparken arkamızdan otobüs, kamyon ve otomobiller geçiyor. Tedirgin oluyoruz. Çocuklarımızın elini bir saniye bırakamıyoruz” dedi. Mahalle sakinlerinden Hatice Elitok, “Mahalle kültürünün bir parçası olan pazar alışverişlerine, çocuklarımla çıkmak en büyük zevkimdi. Ancak bu pazara gelmek artık evlatlarımın can güvenliğini tehdit altına sokuyor. Ben de artık çocuklarımı büyük süpermarketlere götürmek zorunda kalıyorum. Bunun çözümü başka bir bölgeye pazar kurdurmaktan geçiyorsa derhâl yapılsın. Ama bu Fotoğraf: Ender Baykuş hâliyle hiç güvenli değil” diyerek yetkililerin bu konuya can kaybı yaşanmadan çözüm bulması gerektiğini belirtti. Esnaf rahatsız Pazarda tezgâh açan esnaf da bu duruma karşı tepkili. Kendilerinin ekmek parası uğruna çalıştığını belirten Muhammet Tuna, “İki yıl önce şu anda park olan bölgede tezgâh açıyorduk. Oradan bu bölgeye gelmeyi biz istemedik. Büyükşehir Belediyesi’nin yeriymiş. Onlar aldı park yaptı. Biz ortada kalınca şimdiki yerlere kurulmamızı istediler. Biz de çoluk çocuğumuzun geçimini sağlamak için mecburen buradayız. Arkadan arabalar, dolmuşlar geçerken insanların çoluk çocuk burada alışveriş yapması beni de rahatsız ediyor. Bize yer gösterilsin ve bu konu tatlıya bağlansın isterim” dedi. Yeni kanun çözüm olacak Mamak Belediyesi’ne bağlı zabıta ekipleri ise çözüm için gerekli adımların kısa zamanda atılacağını belirterek şunları söyledi: “Yeni çıkan yasaya göre artık pazarlar uluorta yerlere kurulamayacak. Hâl benzeri yerler belediyeler tarafından inşa edilip pazar çalışanlarına tahsis edilecek. Tahminen 6 ile 7 ay sonra böyle problemler kalmayacak.” Ankara’nın Akdere Semti’nde araçlar caddenin kaldırımları üzerine kurulan halk pazarının içinden geçiyor. Fotoğraf: Ismahan Simge Gümüşay Kuşaklardır süren damak tadı Sandıklı İmren Şekerleme’nin sahibi Helvacı Hasan Ayopa ile Afyonkarahisar’a yolu düşenlere sipariş edilen lokumun tarihi hakkında konuştuk. Ismahan Simge Gümüşay Afyonkarahisar- Osmanlıca’dan Türkçe’ye geçen lokum kelimesi boğaz rahatlatan anlamına geliyor. Osmanlı’dan bugüne geleneksel tatlar arasında yer alan lokumun ne zaman üretildiğine dair kesin bir tarih olmadığını ifade eden İmren Şekerleme’nin son kuşak temsilcisi Hasan Ayopa, Şekerci Salih Efendi’nin sert çay şekerine kaymak karıştırarak kaymak şekerini bulduktan sonra, kaymağı lokumda kullanmaya başladığını ve meşhur kaymaklı lokumun bu şekilde üretilmeye başladığını ifade etti. “Kaymaklı lokum, lokumun sektör olmasını sağladı” Ayopa, kaymağın lokumda kullanılmasının lokuma ayrı bir lezzet kattığını ve insanların bu tadı sevdiğini, kaymaklı lokumun daha çok tüketil- diğini ifade etti. “İnsanların kaymaklı lokuma olan ilgisi, kaymağın meşhur olduğu Afyonkarahisar’da lokumun bir sektör olarak gelişmesini sağladı” diyen Ayopa, “Bu durum Afyonkarahisar bölgesindeki lokum ustalığının ve lokum üretimindeki tekniğin zaman içerisinde gelişmesini sağladı” diyerek sözlerine devam etti. Kaymaklı lokumun yanında diğer lokum ve şekerleme çeşitlerinin de geliştiğini sözlerine ekleyen Ayopa, kaymaklı lokum lezzetinin bu tada alışan insanlar için vazgeçilemeyecek bir lezzet olduğunu vurguladı. Geleneksel tatlar vazgeçilmez “Yüzyıllardır lokum ve kaymağın yarattığı lezzet, bu tadın gelenekselleşmesine neden oldu” diyen Ayopa, “Türkiye’de lokum için yeni tatlar oluşturuyoruz, bazıları çok seviliyor uzun yıllar satıyoruz. Bazıları da de- neme satışında kalıyor, insanlar çok tercih etmiyor” diyerek lokumdaki yeni lezzetlere olan ilgisizliği dile getirdi. Ayopa, “Lokum Türkiye’nin her yerinde yapılıyor ama gerek ustalık gerek kullanılan malzemeden dolayı hiçbir yerde bu lezzeti bulamazsınız, hatta Afyonkarahisar’da bile bir şekerlemecinin lezzetiyle diğeri aynı olmaz” diyerek Afyonkarahisar’da yapılan lokumun kalitesine dikkat çekti. “Lokumun, su, şeker, nişasta, limon tuzu olan ana maddeleri değişmez” sözleriyle lokumun içeriğine değinen Ayopa, isteğe ve lokumun şekline bağlı olarak Hindistan cevizi, Antep fıstığı, pudra şekeri, çikolata, kuru meyve ya da çeşitli aromalarla lokuma son hâlinin kazandırıldığını ifade etti. Günün şartlarına göre lokum üretmeye çalıştıklarını söyleyen Ayopa, şu an satışta olan yirminin üzerinde lokum çeşidi olduğunu dile getirdi. 14 Eylül 2012 Kültür - Sanat İtalya için şekerleme vakti: Siesta Erasmus Günlüğü E Buket Çalıkuşu rasmus etkinliği, eğitim hayatınızda karşınıza çıkan ve kaçırılmayacak fırsatlardan biri. Bu program sayesinde farklı ülkelerden gelen insanlarla tanışma fırsatı bulacak ve onların kültürlerini yine bu sayede tanımış olacaksınız. Erasmus’un olumlu yönlerinden bir diğeri de yabancı dil öğrenme faaliyetinin hayatınızın her alanına yayılması. Erasmus sırasında dil öğrenme ister istemez zorunlu bir hale gelecek ve kendinizi geliştirmeye başlayacaksınız. Bir bakmışsınız günlük ihtiyaçlarınızda sık sık başvuracağınız sihirli sözcükleri fark etmeden cümle içinde kullanmaya başlamışsınız bile. Ben Erasmus staj hareketliliği için üç ay boyunca İtalya'nın güneyinde bulunan Foggia şehrindeydim. İlk hafta kâbus gibiydi desem sanırım abartmış olmam. Geldiğim gün geri dönmek istedim. Günlük ihtiyaçlarımı dahi karşılamakta zorluk çekiyordum. Gittiğim bölgedeki İtalya halkının İngilizce seviyesi birkaç kelime ile sınırlı kaldığı için çaresiz kalınca vücut diliyle bir şeyler anlatmaya başlıyordum. Ve onlar tüm samimiyetleriyle bana yardımcı olmaya çalışıyorlardı. İletişim kurmakta yaşadığım sorunlar İtalya insanının güler yüzlü, sıcak ve yardımsever tavırlarıyla hallolmaya başlamıştı. Birkaç İtal- Fotoğraf: Buket Çalıkuşu (solda) İtalya’da yaz sıcaklarından uzaklaşmak isteyen insanların 13.30’dan 17.30’a kadar iş bırakmasıyla sokaklar ‘hayalet şehir’ görünümü kazanıyor. yanca kelime öğrenmek sizi onlardan biri haline getiriyor ve bir bakıyorsunuz ki tanımadığınız insanların ‘Buongiorno’ (Günaydın) demesine bir süre sonra karşılık vermeye başlıyorsunuz. Erasmus’a ister staj için ister öğrenim hareketliliği için gidin, gideceğiniz ülkenin ge- leneklerini, yemek kültürünü, çalışma saatlerini öğrenmek çok önemli. İlk günlerde alışık olduğunuz yaşam koşullarını terk etmek oldukça güç gelse de, bu sersemliği bir hafta içinde üzerinizden atmanız mümkün. Ben de Erasmus sırasında İtalya'da ‘Siesta’ denilen bir uygulamayla karşılaştım. İlk günlerde birçok kez işlerimin yarım kalmasına sebep olan Siesta uygulaması, daha sonraları kavurucu sıcağın etkisiyle benim için de iyi bir uyku molası haline geldi. Siesta, insanların Akdeniz’in boğucu sıcağından kurtulmak için 13.30’dan 17.30’a kadar mola vermesidir. İtalya’da saatler 13.30’u gösterdiğinde tüm işler yarım bırakılır ve kapanan panjur sesleri eşliğinde insanlar evlerine döner. Sokaklar derin bir sessizliğe bürünür ve hayat adeta durma noktasına gelir. Ve İtalyanların uzun uyku molasından sonra her şey tekrar eski haline döner. Tabii verilen bu mola tüm halkı etkilemektedir. Siesta zamanı tüm marketler, bankalar, eczaneler, restoranlar, gazete bayileri kapanmakta, trafikteki araç sayısı yok denilecek kadar azalmaktadır. Kimine göre doğru olan bu uygulama, kimine göre ise tembelliktir. Siesta’nın ülke ekonomisine zarar verdiğini düşünenlere rağmen, çoğu İtalyan uygulamadan memnun görünüyor. Siesta İtalya’nın yanı sıra İspanya, Malta, Yunanistan gibi Akdeniz ülkelerinde de uygulanıyor. Keşke Türkiye’de de uygulansa diye düşünenler de vardır elbette. İtalyanlar için gündüzler ne kadar kısaysa akşamlar da o kadar uzun geçiyor. Her köşe başında bulunan küçük şirin restoranlar akraba ve arkadaş topluluklarını ağırlıyor. Masalarda yerlerini alan pizza ve makarnalara genelde kırmızı şarap eşlik ediyor. Siz mozarella peynirli pizzanızın tadına bakarken, restoranda bulunan insanların neşeli tavırları da bu lezzetin tarifini açıklamaya yetiyor... Göçmen kuşaktan ‘Göçmen Kalem’e Ismahan Simge Gümüşay Fotoğraf: Murat Mercan Ankaralılar dizisine sahip çıktı Behzat Ç.’nin yayından kaldırılma riskiyle karşı karşıya kalması üzerine sosyal medya üzerinden örgütlenen binlerce Ankaralı, diziyi Yüksel Caddesi’ne kurulan dev ekrandan izledi. Murat Mercan Yayına başladığı günden itibaren olumlu olumsuz birçok eleştiri alan Behzat Ç. dizisi yine gündemdeydi. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Tekirdağ Milletvekili Bület Belen dizinin ‘Türk aile yapısı’ na uygun olmadığını belirterek İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in yanıtlaması amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) dört ayrı soru önergesi sundu. “Behzat Ç.’me dokunma” Bunun üzerine Facebook ve Twitter’dan Belen’e tepki yağdı. Farklı bir protesto düşünen dizinin izleyicileri Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın da yardımlarıyla Kızılay Yüksel Caddesi’nde dev ekranda diziyi sezon sonuna kadar izlemeye karar verdiler. Her pazar, dizinin hikâyesinin sahibi Emrah Serbes, senaristi Ercan Mehmet Erdem, oyun- culardan Reşat Ünver ve Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın da aralarında bulunduğu yüzlerce kişi yerlere oturarak diziyi seyrettiler. “Behzat Ç.’me dokunma”, “Ankara uyuma, dizine sahip çık” şeklinde sloganlarla Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) politikaları ve Bülent Belen’in önergesini protesto ettiler. Dizinin sıkı takipçilerinden olduğunu belirten Bülent Tanık ise şunları söyledi: “Halkın ilgi gösterdiği kültür sanat etkinlikleri arasında Behzat Ç. özel bir yer tutuyor. Behzat Ç. bir Ankara polisiyesi olarak başladı ve yarattığı sevgi ortamı bizce çok değerli. Halkın içinden, halkın nabzını tutan bir dizi olduğunu düşünüyorum. Behzat Ç. ile ilgili son günlerde yaşanan çeşitli polemikleri çok kayda değer görmüyorum. Aslolan vatandaşın ilgisi ve sahiplenmesidir. Onu da çok açık şekilde görüyoruz. Ankara dâhil tüm Türkiye’deki yurttaşın her yerde ilgiyle ve severek izlediği bir dizi, bir görsel sanat şöleni. Bizce bu sevgiyi hak eden bir dizi. Ankara’ya sahip çıkma adına Ankara polisiyesine de sahip çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple biz de elimizden gelen çabayı sarf ediyoruz.” “RTÜK ceza yağdırdı” Tüm bu gelişmelerin ardından Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) yine Behzat Ç’ye ceza yağdırdı. Kurulun yaptığı incelemelerde “Rol model olan Behzat Ç. ile cinayet büro elemanları, Savcı Esra, Behzat’ın ağabeyi ve başka karakterlerin de hemen her yaşam kesitinde, barda, meyhanede, evde, apartmanda, sokakta, üzüntülüyken, sevinçliyken, hatta bazen görevleri sırasında bile alkol aldıkları ve küfürlü konuştukları” tespitinde bulunan RTÜK, çocukları olumsuz etkileyebilecek saatte dizinin yayınlanması nedeniyle 273 bin 710 TL para cezası uyguladı. Şimdilerde ise dizinin yayından kaldırılması hâlinde internet üzerinden yayına devam edileceği ve yine her hafta olduğu gibi Yüksel Caddesi’ndeki dev ekrandan izlenileceği konuşulmakta. Dünyayı dolaşmak birçok kişinin hayalini süsleyen bir seyahat macerasıdır. Kimi Japonya’yı, kimi de Amerika’yı merak eder. Edebiyatçı Yaşar Seyman’nın Göçmen Kalem’i bize merak ettiğimiz dünyayı sunuyor. İlk gezisini 1988’de Portekiz’e yaptığını ve kaleminin göçmenlik öyküsünün orada başladığını ifade eden Yaşar Seyman, “Göçmen Kalem kitabımı yurtdışı seyahatlerimde tuttuğum notlar, bende iz bırakan ülkeler, şehirler ve de en çok bende iz bırakan insanlar oluşturdu” dedi. O dönem bir gazete yazmadığı için ilk gezilerini daha yoğun ve samimi bir dille ama zayıf bir kalemle yazdığını dile getiren Seyman, daha sonra seyahatlerini çalıştığı gazetelerde yayınlandığı için daha resmi, düzenli ve güçlü bir şekilde yazdığını söyledi. “Göçmen Kalem benim gezilerimde hissettiklerimi söyleyen bir kitap, yıllar önce yurtlarından göçenlerin kitabı. Edebiyatçı, bir gezgin gibi yazamaz, gezi yazılarını yazarken gittiği yerlerin onda bıraktıklarını, ona hissettirdiklerini yazar. Bazen bir insan hikâyesi olur, bazen bir nehrin hikâyesi olur, bazen de tarihi bir mekândır sizde kalanlar ve sizin yazabilecekleriniz” diyen Seyman, kitabının bir gezi kitabı olmadığını vurguladı. Fotoğraf: Salih Kaplan Seyman, “Önce ben göç etmeye başladım, sonra kalemim ve sonra yurt dışındaki göçmenlerle tanıştım, onlarla birlikte göçmen oldum. Örneğin, koskoca Kanada benim için sadece sendikal faaliyetleri ya da Bremen benim için hiç tanımadığım ama iki gün birlikte olduğum bir kadını ifade ediyor” diyerek kendi göçmenliğini anlattı. Seyman yükün en büyüğünü eskiyen valizlerinin çektiğini vurguladı. Her şehirde farklı bir nedenle bulunduğunu ifade eden Seyman, “Dünya nehirlerini gördükçe ülkemdeki nehirlerin ne kadar öksüz, yetim ve bakımsız bırakıldığını fark ettim. Ankara benim için ışıklı kocaman bir başkentti, dünya başkentlerini gördükçe Ankara’nın karanlık ve küçük bir kent olduğunu gördüm. Bu canımı çok yaktı ama beni daha çok üzen şey gittiğim ülkelerdeki demokrasilerin işleyişiyle kendi ülkemdeki demokrasinin işleyişi arasındaki farklar oldu.” Kitabında Türk göçmenlere de yer veren Seyman, göçmenlerin yaşadıklarına şu sözlerle değindi: “Göçmen olmak birinci ve ikinci kuşakta sorun olurken üçüncü kuşak kendisini o ülkeye ait hissetmeye başlamıştı. İlk iki kuşak göçmenler hâlâ Türkiye’yi merak ediyor. Üçüncü kuşak Türk göçmenler yaşadıkları ülkelerde çeşitli başarılar elde etmişlerdi, bu başarı öykülerini yakaladım, bunları anlattım.” Kendini gazeteci, yazar, sendikacı ve kadın hakları savunucusu olarak tanımlayan Yaşar Seyman’dan son kitabı ‘Göçmen Kalem’i dinledik. 15 Eylül 2012 Spor ‘Play-Off kulüplere büyük kayıplar yaşattı’ Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Spor Topluluğu (İSTOP) tarafından düzenlenen söyleşiye katılan Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Ünal Aysal, Türkiye futbolunda yaşanan son gelişmeler üzerine konuştu. Denizlispor-Fenerbahçe müsabakasında Galatasaray’ın Denizlispor’a teşvik primi verdiği iddiasıydı. Bununla ilgili belgeler savcılıkta incelendi. Burada Galatasaray’ın herhangi bir suçu olmadığı görüldü ve dosya kapandı. Orada herhangi bir sorun yok. Zaten bugün de böyle bir endişemiz olmadı” dedi. “Fenerbahçe geçtiğimiz 13 sene içerisinde çok iyi organize oldu” Galatasaray’ın lisanslı ürün satışı oranında, Fenerbahçe’nin gerisinde kaldığını ifade eden Aysal, “Dostumuz Fenerbahçe, bu konuda geçtiğimiz 13 sene içerisinde çok büyük ve çok ciddi çalışmalar yaptı. Çok iyi organize oldular. Bunu takdirle karşılamamız lazım. Biz bu senenin başından itibaren değişim kararı aldık. Satışlarımızı ve kazancımızı arttırmak ve mali yükten kurtulmak için bu işi yapmak isteyenlere vermek istiyoruz. Böylece biz de birkaç sene içerisinde istediğimiz seviyeye ulaşacağız” diye konuştu. Güner Emrah Biber Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde (İLEF) gerçekleştirilen söyleşiye katılan Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Ünal Aysal, Galatasaraylılar için yeni bir başlangıç yaptıklarını ve önderlik vasfının gerekliliklerini yerine getirmeye çalıştıklarını söyledi. Göreve başladığı zaman kulübün 328 milyon dolar borcu olduğunu vurgulayan Aysal, kulübün bugünkü ekonomik durumu hakkında şunları söyledi: “Biz takımın kurumsal yapısının bir an önce düzetilmesinden yanayız. Bugün size sevinerek söylemeliyim ki, son altı ayda yaptığımız mali çalışmalar ile birlikte kulübün borcu sene sonunda 100 milyon dolar seviyesine düşecektir.” “Kulüpler Play-Off sisteminden ciddi şekilde para kaybettiler” Sezon başında alınan Play-Off kararı ile birlikte kulüplerin maddi anlamda büyük kayıplar yaşadığını söyleyen Aysal, bu kararın kendilerine danı- Fotoğraf: Mert Gökhan Koç İletişim Spor Topluluğu (İSTOP) tarafından düzenlenen ‘Spor ve Yönetimi’ konulu söyleşiye katılan Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Ünal Aysal, şikeden play-off’a kadar birçok konuya değindi. şılmadan alındığını belirtti. Sistemle birlikte daha fazla maç oynadıklarını ve elde ettikleri kazancın da futbolcular için fazladan primlere ve stadın masraflarına gittiğini ifade etti. Federasyon başkanı seçiminde de oy kullanmadıklarının altını çizen Aysal, şike soruşturması sürecinde yaşanan sorunları çözmesi için seçilen bir başkanın da karşısında olmanın pek akılcı bir davranış olmayacağını söyledi. “Teşvik primi vermedik” Fenerbahçe Spor Klübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın “Galatasaray da şike yaptı” demeciyle ilgili olarak Ünal Aysal, “Sa- yın Yıldırım bu beyanatı içeri girdikten sonra söyledi. Daha sonra da bu konuyla ilgili benim açıklamalarım oldu. Hatta Aziz Bey’e, “Çok büyük zaman kaybediyorsunuz, lütfen kendinizi savunun. Galatasaray üzerinden bir savunma yapmak size yakışmıyor” dedim. Kendisinin belirttiği konu 2006 yılındaki “Başkanlık koltuğuna uzun süre oturmak için talip olmadım” Başkanlık süresiyle ilgili gelen bir soruya Aysal, “Ben Galatasaray Başkanlığı’na bu koltukta uzun süre oturmak için talip olmadım yani koltuk sevdalısı değilim” diye cevap verdi. Galatasaray’ın bulunduğu durumdan dolayı kaygılandığını ve kulübü eski günlerine yeniden getirebilmek için bu göreve geldiğini belirten Aysal, görevini tamamladığında da süre sonunu beklemeden ayrılacağını da sözlerine ekledi. Söyleşiye öğrenci ve basın mensupları tarafından yoğun ilgi gösterildi. Adıyla uyumlu taraftar grubu: Gecekondu Ankaragücü’nün ünlü taraftar grubu Gecekondu, adı ve karakteristik özellikleri bakımından Türkiye’deki taraftar grupları içinde ayrı bir yer ediniyor. Uğur Abdullah Demirel Fotoğraf: Gamzegül Kızılcık ‘Kadın takımları sadece ruhen narin’ Gamzegül Kızılcık 2-12 Temmuz tarihleri arasında Antalya’da gerçekleştirilen ve Türkiye’nin ilk kez ev sahipliği yaptığı UEFA U19 Kadınlar Avrupa Şampiyonası, futbolun yalnızca erkekler tarafından icra edilen bir faaliyet olmadığının da belirgin bir işareti oldu. Atlantik Spor Kulübü de bu görüşte yer alıyor. ABD, Peru ve Türkiye’de antrenörlük yapan Osman Ateş ile bir sene önce kurduğu Atlantik Spor Kulübü, amatör kulüp olmanın zorlukları ve kadın takımlarının piyasada nasıl etkiler bıraktığı hakkında konuştuk. “Federasyondan destek bekliyoruz” Osman Ateş, amatör kulüplerin yaşadığı en büyük zorluğun maddiyat olduğunu vurguladı. Türkiye Futbol Federasyonu’ndan (TFF) yeterli katkıyı alamadıklarını bu yüzden oyuncuların lisanslarını yaptırmakta büyük zorluklar yaşadıklarını belirten Ateş, “Lige katılabilmek için oyuncuların lisanslarını alması gerekiyor. Bunu finanse etmek için sadece iki kapı var. Biri TFF, biri de sponsor. Sponsor bulamıyoruz. Federasyon da desteklemiyor. Herkes lisans parasını cebinden nasıl verecek?” şeklinde konuştu. Lisanslı futbolcu olmanın gençler için büyük ayrıcalık yaratacağını düşünen Ateş, “Türkiye’de toplam bin tane lisanslı kadın futbol oyuncusu var. Bunların 200’ü üniversite sınavında öncelikli kişiler. Yani yüzde iki şansı var lisanslı oyuncuların. Bu çok büyük bir şans” dedi. Türkiye’de kadın futbolcu potansiyelinin olmadığını düşünen Ateş, sponsor faktörünün önemine de değindi. “Ataşehirspor, Ağaoğlu’nun himayesinde. Hemen her sene de onlar şampiyon oluyor. Çünkü maddi bir problemleri yok” diyerek örneklendirdi. “Türkiye’nin ayıbı Şalvarspor” Kulüp bünyesine sekiz ay önce dâhil ettiği kadın takımının her şeyden önce bir vitrin özelliği taşıdığını belirten Ateş, “Kadın takımı ayrıcalıktır. Vitrin güzel olmalı ama sadece vitrin ile değil, içerikte de iddialıyız” şeklinde konuştu. Kadın futbolu denildiğinde ilk akla gelen ‘Şalvarspor’ için, “Türkiye’nin en büyük ayıplarından biri ve Türkiye’de kadın futbolunun gelişmesinin önünde engeldir” diyen Ateş, kadın futbolunun emek, sabır ve düzenli çalışma isteyen bir iş olduğunu belirtti. Takımın yaşça en büyük oyuncusu Suna Arslan, futbolu çok sevdiğini, erkeklere yapıştırılmış bu etiketin uygun olmadığını, kadınların da futbol oynayabildiğini söyledi. İktisat okurken futbolla tanışıp asıl amacının spor faaliyetleri olduğunu fark ettiğini belirten Arslan, “Futbol benim için çok önemli. Ailem ilk başta yadırgadı ancak sonra desteklemeye başladı” dedi. Erkek futbolundan ve diğer kadın organizasyonlarından büyük farklılıkları olduğunu da aktaran Arslan, “Kadınların yoğun olduğu yerlerde yaşanan kıskançlık çatışmaları bizim takımımızda yok. Erkeklerin oynadığı kaba oyundan ve cinsiyet ayrımcılığından çok uzaktayız. Futbol hafife alınacak bir oyun değil. Kadın takımları sadece mânen narin. Tek sorunumuz olan maddiyatı da çözdüğümüz an her şey çok güzel olacak” şeklinde konuştu. “Federasyon görevini yapıyor” TFF Kadın Futbolu Müdürü Erden Or, amatör kulüpler için resmi internet sitelerinde de belirtildiği gibi, malzeme desteği yaptıklarını açıkladı. Sponsor bulma işinin federasyona değil takıma ait bir sorumluluk olduğunu belirten Or, “Emek ve sabır isteyen bir iş bu. Sponsoru da federasyon bulamaz. Biz üzerimize düşeni yapıyoruz, amatör kulüpleri de her zaman destekliyoruz” şeklinde konuştu. Türkiye’nin en fanatik grupları arasında yer alan Gecekondu, ismini maçları Gençlik Parkı yönündeki kale arkası tribünde izleyen ve gecekonduda yaşayan taraftarlarından alıyor. Gecekondu grubu takımları son sırada dahi olsa her maç tribündeki yerlerini alarak gerçek bir taraftarlık örneği sunuyor. Ankaragücü’nün önde gelen amigolarından Ali İmdat, Gecekondu grubunun takımına bağlılığını “Kelimelere sığmayan bir şey, bazen ailemize göstermediğimiz ilgiyi Ankaragücü’ne gösteriyoruz” sözleriyle ifade ediyor. Taraftarlığın manevi değerlere sahip çıkılması gibi takıma sahip çıkılması olduğunu anlatan İmdat, “Taraftar her maça gelir. Biz üçüncü lige düşsek bile stada gelir. Takımımızı destekleriz. Seyirci ise farklıdır, seyirci iyi oyun ister kaliteli oyuncu ister” değerlendirmesinde bulundu. Taraftarı tüm spor karşılaşmalarına giden, artık kendisinde grup kimliği oluşmuş, takımını her yerde destekleyen kişi olarak tanımlayan İmdat, tribünler zengin ve fakirin hep birlikte takımlarını desteklediklerine dikkati çekerek tribünlerin insanlar arasında kaynaştırıcı etkisi olduğunu belirtti. “Her Ankaralı Ankaragücü’nü desteklemeli” Kendilerini Ankaragücü’ne bağlayan en önemli etkenin takımın Ankara’nın en eski kulübü olması olduğunu belirten Ankaragücü taraftarı Caner Sarıkaya ise “Biz Ankaralıyız ve Ankara’nın ekmeğini yi- yoruz, başka bir takımı desteklemek Ankara’ya ihanet olur. Ankaragücü bizim takımımız ve her Ankaralı da Ankaragücü’nü desteklemelidir” şeklinde konuştu. Gecekondu’nun, Ankara’nın bir diğer takımı olan Gençlerbirliği’ne ve taraftarlarına bakışının gayet ılımlı olduğunu ifade eden Sarıkaya, “Gençlerbirliği ile Trabzonspor Türkiye kupası finalinde karşılaştılar, biz Ankaragüçlüler olarak İstanbul Olimpiyat Stadı’ndaki finalde Gençlerbirliği’ni desteklemeye gittik. Eğer bizim de öyle bir durumumuz olsa onlar da bizi destekler” ifadelerini kullandı. “Ankaragücü’nün her şeyi Gecekondu” Sarıkaya, Ankaragücü maçlarında isimleriyle anılan kale arkası tribününde takımlarını desteklediklerini belirterek şunları söyledi: “Ankara’da yıllardır yaşayanlar ve Ankara’nın yerlileri Ankaragücü dışında takım tutmazlar. Gecekondu grubunu da onlar oluştururlar. Zaten grubun adından da anlaşılacağı gibi bu taraftar grubunun üyeleri, Ankara’nın gecekondularında otururlar. Ankaragücü için gitmeyeceğimiz deplasman yoktur, biz takımımızı her yerde destekleriz, bu bizim görevimiz. Bu takım Türkiye’nin en büyük taraftarına sahip, ama yöneticilerimiz gereken transferleri yapmıyor, biz yüzüncü yılımızda şampiyonluk hedefliyorduk, ancak olmadı, biz taraftar olarak görevimizi yerine getirdik, yöneticilerimiz ve oyuncularımız üstüne düşeni yapamadılar.” 16 Eylül 2012 Söyleşi Sunucu Gürkan Tosun: ‘Akademik sakalla ekrana çıkmam yasaklanmıştı’ birçok bayramda, resmi tatil günlerinde çalıştım. Hafta sonları da çok çalıştım. Herkesin sosyal ilişkilerine döndüğü, kendi özel hayatına döndüğü, günlük iş yükünün ve stresinin ağırlığından kurtulmaya çalışıp kendisini rehabilite etmeye çalıştığı tatil günlerinde ben, çalışmak zorunda kaldığımı çok biliyorum. Çalışma saatlerine ilişkin de bazı sıkıntılar var. Onun dışında bahsedilmesi gereken bir konu da zam konusu. Bu sektörde ben şunu gördüm: Asla düzenli zam verilmiyor ve buna mukabil çalışanların yapabileceği hiçbir şey yok. Ne zamanında zam veriliyor, ne de beklentiler karşılanıyor ve zam konusunda memnuniyetsizliğini dile getiren arkadaşlara yönelik olarak kullanılan ifadeyse şu oluyor: “Beğenmiyorsan git. Çünkü arkadan gelenler var.” Zaten Türkiye’de bildiğim kadarıyla televizyonlarda sendikalaşma söz konusu değil. Kaldı ki nefsin ön planda olduğu, rekabetin ön planda olduğu ekran önünde insanların dayanışıyor olduğunu görmek herhâlde bazı mucizelere bağlı. “Dernekler kuralım, dayanışma ortamları ortaya koyalım” denildi, fakat başarıya ulaşılamadı. Çünkü herkes kendisini nasıl pazarlıyorsa, ne kopartıyorsa onunla ilgili bir gerçeklik denklemi oluşturuyordu. Azıyla, eksiğiyle, fazlasıyla buna boyun eğmek zorunda hissediyordu. Herhalde heveslerinin kurbanı oluyordu, ekran önündeki birçok insan. Ben, öyle düşünüyorum. Basın Yayın Yüksek Okulu’nu hayatının belirlendiği yer olarak tanımlayan Tosun’la medya sektörünün güncel sorunlarını ve Ankara’dan İstanbul’a uzanan hayatı hakkında konuştuk. Hakan Çelikdemir Mesleki hayatınızın başlangıcı için neler söylemek istersiniz? Mesleğe başlamam bir rastlantıya dayanıyor. Bir arkadaşım bana dedi ki, “Ses tonun, çok güzel ve iyi konuşuyorsun. Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda kapalı devre radyo yayınları için spikerlik sınavı yapılacak. Katılmanı tavsiye ederim.” Bir şekilde cesaret ettim, girdim sınava ve başarılı oldum. Rıfat Aras önderliğinde bir eğitim aşamasından geçtik. Ardından, Basın Yayın Yüksek Okulu Radyosu’nda sunuculuk yapmaya başladım. Meslek hayatımın amatör kısmı böyle başlamış oldu. Hangi kuruluşlarda çalıştınız? Murat Karayalçın başkanlığındaki Ankara Büyükşehir Belediyesi, o dönemde radyo yayınları yapmaya karar verdi ve teknik altyapı olarak da bizim okulun imkânlarını kullanma konusunda adımlar atıldı. Okulun stüdyolarını ve teknik olanaklarını kullanmak üzere yüksekokul yönetimiyle anlaşma sağladılar. O esnada tabii ki yetişmiş, en azından bu mesleğe adım atmış elemanlara ihtiyaçları vardı ve beni de istihdam ettiler. Bu radyo daha sonra Radyo Anki adını aldı. Radyo Anki, o dönemde sadece parklara hoparlör sistemiyle kablolu yayın yapıyordu. Biz bir yandan okulda eğitim alıyorduk, diğer yandan da bu mesleğin duayenlerinden biri olan Jülide Gülizar’dan. Radyo Anki ’de iyi bir mesleki zemin oluşturduğumu düşünüyorum. Radyo Anki’ den sonra hangi kurumlarda görev aldınız? Bir gün okulun panosunda İstanbul’da yayın yapacak bir radyo televizyonda görev almak üzere çeşitli birimler için eleman ihtiyaçları olduğu söyleniyordu. İstanbul'a gittim. Büyükşehir belediyesinin radyo televizyonu BRT’de bir sınava tabi tutulduk. Sınavı kazananlardan biri oldum. Ardından da Müşfik Kenter önderliğinde bir kurum içi eğitim söz konusu oldu. Radyo henüz kurulmamıştı, televizyonla başladık ve ilk defa ekrana BRT vasıtasıyla çıkmış oldum. 1990’dan 2011’e kadar yaklaşık 21 yıl bu sektöre emek verdiniz. Çalışma hayatınız boyunca hangi zorluklarla karşılaştınız? En önemli zorluklardan bir tanesi cinsiyet ayrımcılığıydı. Bir erkeğin ağzından duymak ilginç olabilir. Söz konusu ekran olursa duyulabilir. Bir de yeni, henüz kültürel altyapısı ve kurumsal arka planı oluşmamış bir sektörde elbette ki keyfiyet hüküm sürüyor. Ve keyfiyetle birlikte birtakım yanlışlıklar da söz konusu olabiliyor. Ben, ciddi bir örnek vereyim size: Türkiye Gazetesi Radyo Televizyonu’nda (TGRT) çalışıyorken, dört arkadaş, ara bülten spikerliği yapıyorduk. O dönemde bize ciddi anlamda iyi bir maaş bağlamışlardı. Bize 20 milyon lira maaş veriyorlardı. Bir süre sonra iki erkek spikere yani Faik Uyanık ve bana dediler ki “Siz fazla maaş alıyorsunuz” ve maaşlarımızı 10 milyon liraya indirdiler. Kadın spikerlerinki aynı kaldı. Söz konusu dönemde TGRT’nin genel müdürü Kenan Akın’dı. Gittik, konuştuğumuzda “Beni ilgilendirmiyor. İşe girerken benimle muhatap olmadınız” Fotoğraf: Zeynep Funda Yılmaz Gürkan Tosun, TV8 yayınında. Yıl 2006 (sol altta) Gürkan Tosun, akademik sakalı ile TV8 tanıtım kampanyasında. Yıl 2011 (sağ altta) dedi. İşe bir sınav mekanizmasıyla girdiğimiz için kimseyle muhatap değildik aslında. Yani kazandık ve istihdam edildik. Bize maaş bağlandığında da kimseyle pazarlık yapmış değildik. Yani kadın spikerler 20 milyon lira maaş almaya devam ederken biz 10 milyon lira maaş almaya devam ettik. Bir de şunu ekleyeyim, örneğin kadın spikerleri gece nöbetlerine yazmıyorlardı. Daha çok Faik’le ikimizi yazıyorlardı. Bu da ciddi anlamda bir cinsel ayrımcılığa işaret ediyor ki, son dönemlerde ben çok muzdariptim. Bir başka örnek daha göstermek istiyorum. TV8’de yaşadım bunu. TV8 aslında itibar sahibi bir kanaldı. İçeriği kirletebilecek reyting yarışının içine girmemişti. Ardından ekonomik koşulların zorlamasıyla reyting ölçümlerinin içine girilmeye karar verildi. O dönemde ben de dedim ki: “Sahip olduğum o munis, mülayim şahsiyeti değiştireyim ve nevi şahsıma münhasır bir özellikle ekran önünde var olmaya devam edeyim.” Akademik sakal bıraktım. Akademik sakalla ekrana çıkılamayacağına ilişkin hiçbir yazılı kural olmadığı hâlde benim ekrana çıkışım yasaklandı. O dönemde bir ilki gerçekleşterek TV8 hakkında mobbing davası açtım. Mobbing, herkes bilmiyor olabilir, işyerinde psikolojik baskı ve aşağılama anlamına gelir. Sonuç itibarıyla MNG Holding’in sahibi olan Mehmet Nazif Günal’la karşılaştık, konuştuk ve anlaşarak bu işi sonuçlandırdık. Ve TV8’deki yayın hayatım da, profesyonel hayatım da 2011 yılında bu uzlaşmayla birlikte sona erdi. Sektörde, haber spikerliğinde çalışma koşulları nasıl, ücret politikası nasıl belirleniyor? Mesleğimin ilk yıllarında yüksek kazançlar söz konusuydu. Çünkü bu konuda nitelik kazanmış çok fazla personel yoktu. Ayrıca bilinen bir sektör değildi ve ciddi paralar yatırılmıştı. O yüzden de işveren, çalışanları ihya ediyordu. Fakat zamanla bu avantaj ortadan kalktı. Yayın kuruluşlarının sayısı arttı, iletişim fakültesi ve buna benzer fakülte ve yüksekokulların mezunlarının sayısı arttı, Türkiye’deki ücret politikaları değişti. Bütün bunlara bağlı olarak bizim sektörde de çok ciddi düşüşler yaşandı. Ücretle ilintili en önemli kavramlardan birisi çalışma saatleri ve günleri. Bizim meslekte gerçekten çalışma saatleri ve günleri belirsiz. Ben Sizce yayıncılığın, özellikle de haberciliğin kurumsal sorunları var mıdır? Var tabii. En ciddi sıkıntılardan bir tanesi aslında kurumsal sorunlar. Haberciliğin kökeni la gazzetantilere dayanıyor. La gazzetanti, Venedik’ten uzak diyarlara gidecek tüccarlara, kervanlara o yöreyle ilgili bilgi satan kişilere verilen isimdir. Çıkış kaynağına baktığımızda, haberciliğin insanların, çevrelerinde olup biten olaylarla ilgili bilgi aldıktan sonra kendilerini hayatın içinde buna göre konumlandırabilmeleri sağlaması görevini temel aldığını anlayabiliyoruz. Daha sonra muhtemelen seyir şu şekilde devam etti: Rakip kervanın, tüccarın satın aldığı la gazzetanti, sefere çıkacak başka kervanın imkânlarını kısıtlayacak şekilde sahte haberler vermeye başladı. Daha sonra la gazzetantiliği kervan sahiplerinin kendileri yapmaya başladı. Dolayısıyla hayatın içinde insanların kendilerini konumlandırabilmek için ihtiyaç duydukları bilgileri, çıkar sahipleri belirlemeye başladı. Yani gerçek ile çıkar sahiplerinin ne zannettirmek istediklerinin zamanla yer değiştirdiğini görüyoruz. Tüm bu nedenler özellikle de son yıllarda iyice laçkalaştığını düşündüğünüz sektörden tamamen ayrılmanızı mı sağladı? Velhasılıkelâm, Türkiye’de “Ben ağız tadıyla ve vicdanıma birebir uyarak haber yapmak istiyorum” diyen insanın işi çok zor. Ama şunu da söylemek lazım: Benim gibi insanların payına, şikâyet etmek düşüyor. Fakat bu yetmiyor. Ben, bunu bu yaşımda ancak anlayabiliyorum. Şikâyet etmek, evet yanlışın altını çizmek ve göstermek gerekiyor ama kutsal olan onu değiştirmeye çalışmak. Sanırım psikolojik ve duygusal gücümüz buna yetmiyor. Bundan sonra bu meslekte faaliyet gösterecek insanlara özellikle şunu söylüyorum: Vicdanlarının sesine asla kulaklarını kapatmasınlar. Hangi şart altında olursa olsun kendilerini zayıf hissetmesinler. Onların hayatlarını anlamlı kılacak olan şey, gerçeğe biat etmektir. Şöyle söyleyebilirim özetle, bir yayıncının, bir habercinin temel görevi bütün manipülasyon teşebbüslerini aşarak gerçeğe itibarını iade etmesidir.