MEDIACAT PR PLUS MART 2011 dosyasını

Transkript

MEDIACAT PR PLUS MART 2011 dosyasını
Hodri şeffaflık
İçindekiler
2 KAPAK
Tercih değil zorunluluk: Radikal şeffaflık
14 FİGEN İSBİR
Algı yönetimi 2000’lerde önem kazandı
DÜNYA STANDARTLARINDA İLETİŞİM
16 RICHARD LINNING FIPRA FCIPR
Hayır demeyi öğrenmek
18 RICHARD HOUGHTON
Kurumunuzun, markanızın, ürününüzün itibarını ve rekabet gücünü
artırmak, değişiminizi ve gelişiminizi desteklemek için, iletişimi katma
değer yaratan bir faaliyet olarak tasarlayan ve uygulayan, uluslararası
standartlarda hizmet veren* İletişim Danışmanlığı Şirketleri ile işbirliği
yapmalısınız.
İletişim yönetiminde etik ve şeffaflık
İDA YÖNETİM KURULU
B
u yıl İletişim Danışmanlığı
Şirketleri Derneği (İDA) ekibi
olarak yeniden karşınızdayız.
Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da
PR PLUS ekinin yazı kurulu görevini
MediaCat yazı işleri ekibinin de
desteğini alarak üstlendik.
PR PLUS bu yıl, artık her alanda
olmazsa olmazımız haline gelmiş olan
etik ve şeffaflık konusunu kapağa
taşıdı. Kapak konumuzun sadece
iletişim danışmanlarını değil; reklam,
medya, tüketici gibi geniş bir yelpazeyi
ilgilendireceğini düşünüyoruz.
Teknolojinin, iş dünyasının ve
medyanın yaşamı belirleme gücü
günden güne küreselleşiyor. Bu
alanlarda çalışanların aldıkları kararlar
toplumu yönlendiriyor, biçimlendiriyor.
Doğru kararların milyonlarca insanı
olumlu yönde etkileyebildiğini, yanlış
kararlarınsa geleceğimizi tehdit ettiğini
görüyoruz.
Kitleleri peşinden sürükleyen,
çeşitli yayın şekilleriyle milyonlarca
insana ulaşan medyanın üçüncü
kuvvet olarak insanlar üzerindeki
etkisi tartışılmaz. Dünyanın artık
büyük bir köy olduğunu kabul etmek
zorundayız. Bu noktadan hareketle,
PR PLUS’ın bu sayısında özellikle etik
ve şeffaflığın gereklilikleri konusunu
incelemek istedik.
Etiğe sıkı sıkı tutunmak, güvenin
en büyük sermaye olduğunu görmek
ve tüketicilerin şirketlerden şeffaflık
beklemesi gibi durumlar, tüketicinin
daima haklı olduğunu gösteriyor.
İlerleyen sayfalarda göreceğiniz
20 ELVAN OKTAR
“Dünyayı etik kurtaracak”, “Ne
kadar etik, o kadar kâr”, “Çevreye
yatırım gerekir” gibi başlıklar, artık
bu yolda geri dönüş olamayacağını
ortaya koyuyor. “Kaç metre etikle
bu işi halledebiliriz?” diye soranlara
gülmemiz gerektiğini öğreniyoruz.
Aynı zamanda “Hayır diyebilmeyi
öğrenmek” de gerekiyor bu dikenli
yollarda yürürken.
Bu yılki ekimiz, işte tam da
bu yaralara tuz basıyor. Bu yoldaki
başarılı projeler ve görüşlerle etik ve
şeffaflığa biraz daha yakınlaştığımızı
düşünüyoruz. Yolunuz şeffaflık olsun.
Etik ve şeffaflığın azı çoğu olur mu?
22 SALİM KADIBEŞEGİL
Ne kadar etik o kadar kâr!
24 NECATİ ÖZKAN
Yeni dünya düzeni ve şeffaflık: Wikileaks çağı
26 ZEHRA GÜNGÖR
Wikileaks icat oldu ama lobicilik bozulmadı
27 CELAL TOPRAK
Kartepe zirvesinden satırbaşları
28 METİN ÇAKMAKÇI
Keyifli okumalar.
Şeffaflık ile çıplaklık birbirine karıştırılmamalı
İDA Yönetim Kurulu
30 FATOŞ KILIÇ
İnternet ve telif hakları
32 PROJE
İDA, Uluslararası İletişim Danışmanlığı Birliği ICCO’nun üyesidir.
İDA üyelerinden 2010 uygulamaları
MediaCat’in ücretsiz ekidir. PR 2011
* İDA üyesi iletişim danışmanlığı şirketleri, hizmette kalite sürekliliğini sağlayabilmek için, derneğe üye olduktan sonra 3 yıl içinde CMS
Danışmanlık Yönetim Standartı’nı almayı taahhüt ederler.
www.ida.org.tr/hakkimizda.asp
GENEL YAYIN YÖNETMEN‹: Pelin Özkan • [email protected]
GRUP DİREKTÖRÜ: Serdar Karabayraktar • [email protected]
YAYIN DİREKTÖRÜ VE SORUMLU YAZI ‹fiLER‹ MÜDÜRÜ: Aflk›n Baysal • [email protected]
EDİTÖR: Hazel Değer • [email protected] • YAZI ‹fiLER‹: Hande Çetin - Deniz Gedizlioğlu - Fatma Akman
GÖRSEL YÖNETMEN: İlker Kurt • [email protected] • KAPAK: Cavit İşçi
REKLAM KOORDİNATÖRÜ: Neval Yılmaz • [email protected] • ABONE DEPARTMANI KOORDİNATÖRÜ: Seda Çolak •[email protected]
BASKI: Görsel Dizayn Topkapı İstanbul Tel: (212) 482 98 98
YÖNET‹M YER‹: Nispetiye Caddesi, Akmerkez E Blok Kat: 6 Etiler/‹STANBUL Tel: (212) 282 26 40 Faks: (212) 282 26 32
36 DERNEK
İDA, uluslararası altın standart CMS ile taçlandı
KAPAK
Tercih değil zorunluluk: Radikal şeffaflık
Wikileaks başta olmak
üzere son birkaç
yıl içinde yaşanan
gelişmeler, artık büyük
balığın küçük balığı
yutamadığını açık
şekilde ortaya koydu.
Günümüz iletişim
ortamında içinde yaşadığı
dünyaya, tüketicilere
ve tüm paydaşlarına
karşı sorumluluklarının
farkında olan ve bu
doğrultuda şeffaf bir
yönetim anlayışıyla
ilerleyen firmalar
kazanıyor. Türkiye’nin
çoğu önemli kurumunun
itibarını kaybetmektense
iş kaybetmeyi göze
alabileceğini ilan ettiği
günümüzde, etik yönetim
ve şeffaflık kavramları
itibarın içini dolduran en
önemli iki dinamik olarak
iletişim dünyasındaki
yerlerini sağlamlaştırıyor.
2 MediaCat Özel Eki
MART 2011
P
azarlama dinamiklerinin,
teknolojinin, dolayısıyla
tüketici beklenti ve
ihtiyaçlarının değiştiği bir
çağda yaşıyoruz. Hayatımızın her alanına
dokunan internet ve özellikle web 2.0
döneminde yükselen çift yönlü iletişim
imkânı ile birlikte bilgi hiç olmadığı
kadar büyük bir hızla yayılıyor. Böyle
bir ortamda tüketici beklentileri de
kaçınılmaz olarak değişiyor, yeniden
şekilleniyor. Marka mesajının çeşitli
mecralar aracılığıyla tüketicilere
ulaştırıldığı ve ardından geri dönüş
beklendiği devir artık geride kaldı.
Öyle ki tüketiciye gerçekten ulaşmak
isteyen markaların, onun zaman geçirdiği
platformlarda bizzat karşısına çıkması
gerekiyor. Tüketiciler artık kullandıkları,
bir şekilde ilişkide oldukları ürün ve
markaların hayatlarına ne kattığını
bilmek, onlarla sadece ürün faydası
anlamında değil, markanın sunduğu
duygusal değerler üzerinden de etkileşime
geçmek istiyorlar.
Tüketicinin baktığı pencerede hal
böyleyken, kurumların iş yapma biçimleri
de kaçınılmaz olarak değişiyor. Öyle
ki bugün şirketler için tek motivayon
kaynağı kârlılık ya da ticari getiri değil.
Şirketlerin ilişkide bulundukları sosyal
çevreye karşı sorumlu davranıyor, bir
diğer deyişle günümüz tüketicisinin
beklediği duygusal faydayı sağlayabiliyor
olmaları, üstelik bunu yönetim anlayışı
içinde içselleştirerek yapmaları çok
önemli. Yani günümüzde sosyal fayda,
pazar payı ile beraber itibar kavramının
yapı taşları arasındaki yerini almış
durumda. Her ne kadar gün geçtikçe
gelişen teknolojik imkânlar rekabetin
koşullarını giderek daha çetin bir hale
getiriyorsa da, uzun vadede kârlı olan
firmalar; bu rekabeti dürüstlük ve şeffaflık
ilkeleri içinde sürdüren ve her ne olursa
olsun, rekabetin koşulları ne kadar
sertleşirse sertleşsin, iş etiğinden ödün
vermeyenler oluyor.
BİR KRİZ YÖNETİMİ BİÇİMİ
OLARAK ŞEFFAFLIK
Böyle bir ortamda, firmaların kurum
içi çalışanlarına ve ilişkide bulundukları
tüm paydaşlara karşı hesap verebilir ve
şeffaf olmaları hayati önem kazanıyor.
Wikileaks’in de ortaya koyduğu gibi,
günümüzde artık hiçbir şey gizli
kalmıyor, kalamıyor. Dijital olanakların
akıl almaz yükselişi ve tüm dünyada
internet kullanım oranlarının hiç
olmadığı kadar artmasıyla birlikte ortaya
çıkan iletişim özgürlüğü ortamında,
herhangi bir şeyi saklayabilmenin
yolu kalmadı, her şey deşifre oluyor.
Kullandığı herhangi bir ürün veya
hizmetten memnun kalmayan tüketici,
soluğu Twitter’da alıyor. Hatta
bugün yapılan çoğu internet kullanım
araştırması, sosyal medya platformları
arasında özellikle Twitter’ın bir haber
alma aracı olarak kullanıldığını ortaya
koyuyor. Benzer şekilde beğeniler ya da
olumsuz eleştiriler markaların Facebook
sayfalarına anında aktarılıyor. Farkındalığı
giderek artan tüketici, firmaların ticari
hamleleri haricinde sosyal anlamda
topluma ne kattığını ya da katamadığını
da aktif şekilde sorguluyor.
Bundan birkaç ay önce, viyolonselini
‘kırılmaz eşya’ bölümüne vermesine
rağmen Stuttgart havalimanında kırılmış
şekilde bulan bir tüketici, olayı tüm
sosyal medya platformları üzerinden
paylaşmış, şikayetini dile getirmişti.
Benzer şekilde Kanadalı müzisyen
Dave Caroll, United Airlines ile yaptığı
yolculuk sırasında gitarının kırılması
ve yetkililerin bu konuyla ilgili hiçbir
şekilde geri dönüş yapmaması üzerine
sesini sosyal medyadan duyurmaya karar
vermişti ve bunun üzerine grup, United
Breaks Guitars isimli bir şarkı yazıp
YouTube’a yüklemişti. Çok kısa bir
süre içinde milyonlar tarafından izlenen
bu video ile beraber şirket milyonlarca
dolar zarara uğramıştı. Tüm bu örnekler
bizi aslında tek bir noktaya ulaştırıyor:
Günümüzde kurumların sosyal medyada
var olmak ya da olmamak arasında seçim
yapmak ya da kendilerini olduğundan
farklı yansıtmak gibi bir durumları yok.
Çünkü internet, neredeyse gerçek hayatın
sanal ortamdaki yansıması haline gelmiş
durumda. Böyle bir ortamda, olası krizleri
önceden önleyebilmenin tek yolu, etik
davranmak ve şeffaf olmak.
İLETİŞİMCİLERİN YÜKÜ ARTIYOR
Kârlılık ile itibarın kol kola ilerlediği
günümüz iletişim ortamında,
kurumsal iletişim danışmanlarının
omuzlarındaki yük de artık çok
daha ağır. Aslında işin temeli
aynı: Kurumların itibarına katkıda
bulunmak. Ancak itibar kelimesinin
anlamının derinlik kazanmış olması
işin seyrini değiştiriyor. Bu ortamda,
yeni dünya düzeninin dinamiklerini iyi
yorumlamak ve kurumların iletişimini
farklı mecralardan, olabildiğince şeffaf
şekilde yönetmek kritik önem kazanıyor.
Şirketlerin en değerli yatırımı olan
itibarı korumak için hem markayı doğru
konumlandırmak hem de o alan içindeki
fırsatları ve riskleri sağlıklı bir şekilde
okuyabilmek gerekiyor.
Sarsılmaz denilen güçlerin, dünya
devi kabul edilen markaların tek bir mail
ya da tek bir ileti ile yerle bir olabildiği
yeni dünya düzeninde, güven algısını
kalıcı şekilde yerleştirmek ve bununla da
yetinmeyip sürekli güçlendiriyor olmak
çok önemli. Günümüz iş dünyasında
ayakta kalmak isteyen kurumlar için yeni
kilit sözcükler, etik ve şeffaflık. Eğer
kurumlar bireyleri sosyal ve ekonomik
anlamda bir şekilde etkiliyorsa, bu etki
alanında neler olup bittiğinin –kontrollü
şekilde- kamuoyuyla paylaşılıyor olması
gerekiyor. Eskinin büyük balık - küçük
balık denklemi geçerliliğini kaybetmiş
durumda. Devir, bilgi ve hız devri.
Dolayısıyla bilgiyi kim daha hızlı,
şeffaf ve efektif şekilde paylaşabiliyorsa,
rekabeti bir adım önde götürüyor.
İLETİŞİM, GÜVEN
ÜZERİNE İNŞA
EDİLMELİ
AYLİN TAŞKINER
Bersay İletişim Danışmanlığı Genel Müdürü
İletişimciler olarak temel görevimiz,
hizmet verdiğimiz kurumların itibarına
en yüksek katkıyı sağlama yönünde
çalışmak. Burada kilit kelime olan
‘itibarın’ bileşenleri eskiye göre çok
daha kompleks bir yapıda. Çünkü
günümüzde şirketlerin tek övünç
kaynağı pazar payı, kârlılık ya da
diğer ticari başarılar değil. İçinde
bulundukları ekonomik ve sosyal
çevrenin bütününe kattıkları fayda da
itibarın en önemli parametrelerinden.
Bu değeri oluşturan kriterlerden biri de yönetim anlayışı. Bir başka deyişle, yönetim
değeri.
İyi bir yönetimin sahip olduğu değerlerin başında etik anlayışını sayabiliriz. İtibarın
güç, gücün de ticari getiri olarak değerlendirildiği, dolayısıyla etik kodlara sıkı sıkıya
bağlı kalmanın şirket kârlılıklarını olumsuz etkileyebileceğinin düşünüldüğü dönemler
geride kaldı. Yaşanan küresel krizler, Enron gibi tüm dünyada vaka olan deneyimler,
sürdürülebilirlik konusunda etik yönetimin önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Diğer
yandan, Etisphere Institute tarafından dünyanın en etik şirketlerini (WME) belirlemek
üzere her yıl yapılan araştırma çerçevesinde, 2005 - 2010 yılları arasını kapsayan
listede yer alan şirketlerin, Standard and Poor’s 500 listesinde yer alan rakipleri ile
karşılaştırıldığında, her yıl yüzde 50 daha fazla kâr açıkladığı görülüyor. (http://ethisphere.com/wme2010/).
Etik yönetimin bir kuruma sadece kârlılıkta değil; itibar, çalışan sadakati, ürün ve
hizmetlerin müşteri nezdindeki kalite algısı gibi pek çok alanda çarpıcı oranda katkı
yaptığını bu ve daha başka pek çok araştırma ortaya koyuyor.
Açıklık, şeffaflık ve hesap verebilirlik yaklaşımı, etik bir yönetim anlayışının ayrılmaz
parçaları. Ancak bu yaklaşımın sadece finansal süreçlerde uygulanması tek başına
yeterli değil. Bir şirketin etik yönetime sahip olduğundan söz edebilmek için insan
kaynağı yönetim politikalarından yapısal süreçlere, iç ve dış iletişime kadar her alanda
somut yansımalarını görebiliyor olmak gerekli. Etik anlayışı kurum kültürünün ayrılmaz
bir parçası haline getirmek; kurumun sosyal paydaşlarıyla kurduğu ilişki ve iletişim
yönetimi biçimini, sürdürülebilir itibarın en önemli dayanağı olan ‘güven’ üzerine inşa
etmek büyük önem arz ediyor. Özellikle iş dünyasında son derece kırılgan bir kavram
olan güven algısını tesis etme, koruma ve güçlendirme meselesi ise biz iletişimcilere çok
değerli ve aynı zamanda kritik bir misyon yüklüyor.
TÜKETİCİ
ŞİRKETLERDEN
ŞEFFAFLIK
BEKLİYOR
ELİF AYDAR
BG İletişim Genel Müdür & Ortak
Yaşanan ekonomik kriz ile aslında
dünyada çok şey değişti. Her
şeyden önce şirketlere olan güven
azaldı. Tüketici beklentileri değişti;
onlar artık bilgi istiyor, kullandıkları
markaların hayatlarına ne kattığını
bilmek istiyor. Kısacası insanlar,
toplumlar ve tüketiciler artık
şirketlerden şeffaflık bekliyor; yeni,
kolay anlaşılır ve samimi söylemler
duymak istiyor.
Bu ortamda şirketlerin iş yapış şekillerinde reforma gitmesi de kaçınılmaz
oldu. Örneğin dünyanın en büyük finansal kurumlarından biri olan Goldman
Sachs, yayınladığı 63 sayfalık raporda yeni iş ilkelerini ilan etti ve şeffaflığı en
önemli değerlerinin başına koydu. Edelman ise “Güven Üçgeni” adını verdiği bir
formülasyonla artık şirketlerin kendileri ile ilgili bilgilerin akışı üzerindeki kontrollerini
azaltmaları gerektiğini söyledi.
İletişim uzmanları da bu beklentileri görerek formüller üzerinde çalışmaya
başladı. Genel olarak iletişim dünyasındaki trendlere baktığımızda, bu süreç ile ilgili
ortak olan ve öne çıkan tavsiyeler şöyle:
• Şirketlerin verdiği mesajlar ve marka konumlandırmaları çağın dinamiklerine
uygun olmalı,
• İletişim dilinin tonu mütevazi ve cana yakın olmalı,
• Web siteleri, satış ve tanıtımdan çok bir diyalog ortamı sunmalı.
Ancak şunu da not etmek gerekir ki kurumsal şeffaflık, marka pazarlaması veya
PR programlarının önünde bir engel değildir. Kurumsal şeffaflık yaklaşımı bir nevi kriz
yönetimi olarak da tanımlanabilir ve birçok kriz bu yaklaşımla önlenebilir.
Bugüne kadar bu anlayışı benimseyerek başarıya ulaşan birçok kurum sayabiliriz.
Onların başarısındaki kilit noktalar nedir diye baktığımızda, karşımıza basit bir
formül çıkıyor: Dinlemenin de konuşmak kadar önemli olduğunu kabul edin ve farklı
bakış açıları oluşmasını negatif bir sonuç olarak değil, geliştirilmesi gereken alanları
gösteren bir sonuç olarak görün.
Son olarak, Profesör Michael Porter şöyle diyor: “Şirketler iş dünyasını toplumla
barıştırma görevini üstlenmelidir. Çoğu şirket, kurumsal sosyal sorumlu bir yaklaşımla
hareket ederken, bu düşünce yapısını değerlerinin temeline koymuyor. Çözüm, bir
taraftan ekonomik getiri, diğer taraftan ise toplumun gerçek beklenti ve ihtiyaçlarına
odaklı çözüm önerileri ile harmanlanmış ortak bir değer yaratmakta yatıyor.”
MART 2011 MediaCat Özel Eki
3
KAPAK
GLOBAL KÖY
TANIMLAMASI
YERİNİ BULDU
İLETİŞİMCİLER
ŞİRKETİN KALBİNDE
YER ALIYOR
BÜLENT GÜVEN
UFUK ÇARŞIBAŞI
BPM LOOK Ajans Başkanı
Communication Partner
İletişim Danışmanlığı Kurucu Ortak
Günümüz dünyasında yaşamımız
büyük bir hızla değişirken,
alışkanlıklarımız ve çalışma
şekillerimiz de yeniden biçimleniyor.
İletişim çağının bu hızı iş
dünyasındaki yaklaşımları kökten
etkiliyor. Geçtiğimiz yıllarda ürünle,
hizmet kalitesiyle ya da Ar - Ge
çalışmalarıyla önde olma çabası
gösteren şirketler, rekabet gücünü
artırmak için yeni yaklaşımlara
yöneliyor.
Mc Luhan’ın global köy tanımlaması adeta yerini buldu. Dünyanın ucundaki
bir şirkette yaşanan gelişmeler, internet aracılığıyla aynı anda tüm dünyaya
duyurulabiliyor. Şirketler artık iletişim dünyasındaki varlıklarını daha etkin bir şekilde
sürdürme yarışındalar. Rekabet arttı, medya ile iletişim hızlandı. İletişimin akıl
almaz boyutlara ulaşması ile kurumların mesajları ardı ardına gelerek veri dumanını
yoğunlaştırdı. Ortaya çıkan manzarada diğerlerinden ayrılabilenler açık, net, şeffaf,
dürüst, sorumluluk sahibi ve samimi mesajlar oldu. İş dünyasının öncelikli değeri
olması gereken etik yönetim ve şeffaflık hak ettiği değeri bulmaya başladı. Etik
yönetimi ve şeffaflığı anlık çalışmaların içerisinde aranan bir özellik gibi değil, bir
yönetim felsefesi olarak düşünmek gerekiyor. İş dünyasındaki bu eğilim, iletişimdeki
etik kodların da tekrar değerlendirilmesini gerektiriyor. Albert Einstein’ın “İzafiyet
fizik için geçerlidir, etik için değil” sözü ile de vurguladığı üzere, etiğin göreceli bir
kavram olmadığı bilinmeli. Burada görev, şirket yöneticilerinin yanı sıra kurumun
iletişim sorumlularına da düşüyor. Kurumların algı ve itibarını en doğru şekilde
yönetmekle sorumlu olan iletişim danışmanlarının bu konuda gerekli duyarlılığı
göstermesi ve kamuya karşı sorumluluğu unutmaması gerekiyor.
Sektörde 13 yılı geride bırakan BPM LOOK’un ajans başkanı ve 20 yıllık bir
iletişimci olarak, iletişimde etik kodları doğru şekilde kullanmak için gereken önemi
verdiğimize inanıyorum. İletişim danışmanlığı kapsamında medya, marka ve event
yönetimi hizmetlerinin hiçbirinde bu kurallardan ödün vermiyoruz. Çalıştığımız
kurumların algı ve itibarını kısa süreli çalışmalarla değil, sürekliliği olan bir anlayışla
inşa ediyoruz. Etik yönetim ve şeffaflık sadece çalıştığımız kurumlar için değil,
aynı zamanda bizim için de bir itibar gerekliliği. Bu konuların önemi anlaşıldıkça,
kurumların medya ile olan ilişkilerinde samimiyet, dürüstlük ve güvenilirlikle ön
planda olabileceğine inancım sonsuz.
4 MediaCat Özel Eki
MART 2011
İş dünyasında etik yönetim ve şeffaflık
günümüzde sadece övülecek ve
önerilecek bir erdem ya da rekabet
unsuru değil, zorunluluk. Mısır’daki
gelişmeleri hepimiz izliyoruz. Birkaç
yıl önce bunların olacağını birisi
öngörse inanır mıydınız? Ama oldu.
Önümüzdeki yıllarda daha pek çok gelişmeye şahit olacağız. Çoğu bizi şaşırtacak
ama şahsen beni bireylerin lehindeki hiçbir makro gelişme şaşırtmıyor. Çünkü çağımız
üreticinin değil tüketicinin, diktatörlerin değil vatandaşların, hatta işverenlerin değil
çalışanların çağı olmaya doğru gidiyor. Bu duruma en fazla etki eden unsurlardan biri de
iletişim. Nasıl Mısır’daki gelişmelerin en büyük tetikleyicilerinden biri sosyal medya olarak
adlandırılan yeni iletişim kanalı olduysa, bireyler lehindeki değişimin motoru da yine
iletişim. İletişim; seçeneklerini öğrenebilen, araştırabilen ve örgütlenebilen insanı getirdi.
Bu dönemde etik ve şeffaf olmadan sürdürülebilir iktidar, pazar liderliği ya da zenginlik
pek mümkün görünmüyor. Etik olmayan, kendi çıkarları için toplumsal çıkarlara, genel
ahlaka ve yasalara uymuyor. Dolayısıyla etik olmadığı konularda şeffaf da davranamıyor.
Ancak bu durumdan zarar gören kitleler, iletişim çağında tüm engellemelere rağmen
eninde sonunda bilgi sahibi oluyor. Bilgi, bu kitleler ve destekçileri arasında yayılıyor
ve son aşamada bu kişiler örgütlenerek o iktidara son veriyor. Oylarını vermiyorlar,
ürünlerini almıyorlar, hisse senetlerini satıyorlar ya da bıçak kemiğe dayandığında
sokağa çıkıyorlar. Dünyada egemenliğini korumaya çalışan diğer güçler de artık
akan suyun önünde durmuyor. Çünkü böylesi güçlü bir suya baraj olmanın onları da
yıkabileceğini görüyor ve bu nedenle kenara çekiliyorlar. Yani uluslararası düzen de
bireyin yanında olmak zorunda. Hayır, o kadar da iyimser değilim. Bu yola istedikleri için
değil, başka alternatifleri olmadığı için giriyorlar.
Bu çağda iletişimciye düşen görev, etik yönetim ve şeffaflık konusunda şirketlerin
sadece dış duvarlarını boyamakla yetinmeyip, evin içini de düzenlemeleri. Bu nedenle
artık iletişimciler şirketin kalbinde, en üst yönetiminde. Bir banka kredi vereceği
projeleri seçerken, bir holding yatırım yapacağı alanları kurgularken ya da bir siyasi parti
adaylarını belirlerken konuya bir de iletişimci gözüyle bakmazsa, çağdışı kalmaması işten
bile değil. Tıpkı Mısır’da olduğu gibi.
ŞEFFAFLIK İÇİN ETİK
KÜLTÜR ŞART
GONCA KARAKAŞ
Effect Halkla İlişkiler Ajans Başkanı
Güven endeksi, itibar yönetimi, etik
kodlar, şeffaflık, sürdürülebilirlik
raporlaması… Tüm bunlar belli olumsuz
pratikler sonucunda şirketlerin, kamu
kuruluşlarının ve ülkelerin gündemine
oturan kavramlar. Yaşanılan olumsuz
pratikler sonucunda oluşan güven
ve itibar kaybının kurumları ne kadar
derinden sarsabileceğini tüm dünya
yaşayarak öğrendi. Bu çerçevede
etik yönetim, yasal yaptırımların
ötesinde kurum kültürünün bir
parçası olarak giderek artan bir değer
kazandı. Şeffaflık, kurumsal yönetimin temel taşı haline geldi. Sadece hissedarları
değil, paydaşları da gözetmek gerektiği ilkesi artık uzun vadede var olmak isteyen
tüm sektörlerde egemen bir düşünce olarak yerini aldı. Türkiye’de geçtiğimiz yıl etik
alanında yeni bir sivil toplum kuruluşu faaliyete geçti. Türkiye Etik ve İtibar Derneğinin
çalışmalarını yakından takip ediyoruz.
Etik ve itibar yönetiminde güven olgusunun inşa edilmesi ve korunması çok
önemli bir rol oynuyor. Güven algısının ne kadar kırılgan olduğunu her yıl Türkiye
temsilcisi olduğumuz Edelman PR Grubu’nun 23 ülkede yaptığı Güven Barometresi
Araştırması’ndan takip ediyoruz. Bu sene 11.’si gerçekleştirilen araştırmanın sonuçları
her sene olduğu gibi Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda açıklandı. Buna
göre, ABD’de iş dünyasına duyulan güven 2009’a göre 8 puan düşerek yüzde 46’ya
geriledi. Şirketlerin itibarını yükselten en önemli öğeler ürün kalitesi, güvenilirlik,
şeffaflık ve çalışanların memnuniyeti olmaya devam ediyor. Buna karşılık, şirketlerin
finansal başarısı en az önemli 10 öğe arasında yer alıyor. Paydaşların yüzde 75’inden
fazlası, ortakların menfaatinden taviz verilmesine neden olsa bile, şirket faaliyetlerinin
toplum yararı ile uyumlu olmasını istiyor. Araştırmaya katılanların yüzde 61’i ise
şirket faaliyetlerinin sorumluluk içinde yürütülmesinin sağlanması için hükümetlerin
düzenleyici önlemler alması gerektiğine inanıyor. Sürdürülebilirlik anlayışı sosyal
sorumluluk ile sınırlı değil tabii. Kritik paydaşların beklentileriyle ilgili risk ve fırsatları
tanımlamak da çok önemli.
ÇAĞDAŞ
LONCALARA
İHTİYAÇ VAR
CENGİZ TURHAN
Grup 7 İletişim Danışmanlığı Başkanı
Dile yerleşen ve çoğunlukla yabancı
dilden ithal edilen kimi sözcükler,
bir kavramsal yapıyı açıklığa
kavuşturma yerine perdeleme işlevi
görüyor. Etik ve şeffaflık da böyle
kelimeler. Bunları kullanırken,
aslında iş yaparken ahlâklı ve dürüst
davranmaktan ve bunları bireysel
değerler olmaktan çıkarıp kurumsal
değerler haline getirmekten söz
ediyoruz.
Özellikle 20. yüzyılın ikinci
yarısından bu yana dünya çok hızlı bir değişim içine girdi. Lonca sisteminde çok iyi
işleyen, iş ahlakını koruyacak kurallar ve yapılar ise aynı hızla yenilenip güçlenmedi.
Bunun üzerine bir de başarı için her şeyi mubah sayan rekabet ideolojisi eklenince, iş
iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı.
Oysa rekabet içinde ahlaklı olmak, rekabet içinde dürüst ve şeffaf olmak
mümkün. Dahası, gerekli. Çünkü bugün, kısa vadeli iş kaybını göze alıp iş ahlâkını ve
dürüstlüğü korumak, rekabet adına iş ahlakından sapmaktan daha kazançlı. Bunun
getirisi olan itibar ve itibarın uzun vadeli kazancı çok yüksek. Öte yandan, itibarını
korumak uğruna iş kaybetmeyi göze almak, dün belki tamamen bireysel iç huzuru
için anlamlı bir davranış biçimiydi. Oysa bugünün Wikileaks dünyasında bu artık bireyi,
kurumu ve şirketin varlığını tehdit edebilecek krizleri daha çıkmadan bertaraf etmenin
bir yolu. Artık hiçbir şey gizli kalmıyor.
Nitekim sürdürülebilirlik diye tanımlanan ve içinde etik ve şeffaflığın yanı sıra
pek çok başka derin anlam barındıran kavramın yaygınlık kazanmaya başlamasının
arkasında gelecek için duyulan vicdani kaygılar kadar, kurumları krizlerden korumak
veya itibarın getirisinden yararlanmak gibi pragmatik nedenler de var.
Yine de gerekliliği, zorunluluğu ve uzun vadeli kazancı öne çıkarmak yeterli
olmuyor. Kurumsal vicdana da ihtiyaç var. Bu kurumsal vicdanı, kurumların üzerinde
bir toplumsal baskı yaratacak meslek ahlâkı ilkelerinin ve bu ilkeleri kâğıt üstünde
kalmaktan kurtaracak kurulların çalışması yaratabilir. Bir anlamda, asıl amacı
mesleklerin ve kurumların itibarını ve sürdürülebilirliğini sağlamak olan lonca sistemine
geri dönmek, onun çağdaş yorumuna hayatiyet kazandırmak lazım.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
5
KAPAK
DÜNYAYI ETİK
KURTARACAK!
ERGUN GÜMRAH
Leo PR Genel Müdürü
“Halkla ilişkiler sizi zayıf gösterecek
siyah bir takım elbise değil, sizi o
elbisenin içine girebilmeniz için
yönlendiren bir disiplindir.”
Bu cümlenin halkla ilişkilerin ne
olduğunu ve ne olmadığını anlatan
en iyi tanımlardan biri olduğunu
düşünüyorum. Görüldüğü gibi, halkla
ilişkiler disiplini bir makyajlama,
örtme ya da gizleme işi değil. Günlük
hayatımızda, iş dünyasında veya
iletişim çalışmalarında etik kavramını
irdelerken temel olarak hiçbirinde
bir farklılık olmadığını söyleyebiliriz. İşini doğru yapmak, kurallara uymak, yalan
söylememek, rüşvet vermemek, doğaya zarar vermemek, kanunlara uymak. Bu listeyi
uzatmak mümkün.
Böyle bir konuyu iletişim açısından düşünürken, akla ilk olarak BP’nin Meksika
Körfezi’nin ölümüne neden olması geliyor. Olayın meydana gelişi, öncesindeki
ihmaller, yapılan sayısız etik dışı davranış ve bunları örtme çabalarının hiçbiri işe
yaramadı. Sonuçta BP CEO’su işini kaybetti, şirketin itibarı yerlere indi. Meksika
Körfezi’nde çok uzun yıllar canlı yaşayamayacak, balıkçılık yapılamayacak, turizm yok
olacak. Üzerinde yaşadığımız dünyaya yaptığımız büyük yanlışlara bir yenisini daha
ekledik.
“Son yıllarda iklim değişikliğinin neden olduğu olumsuz hava koşulları, başta
Avrupa olmak üzere tüm dünyayı etkisi altına alan küresel ekonomik kriz ve
milyonlarca insanı gıda yardımına muhtaç bırakan doğal afetler, gelecekte dünyayı
kaosa sürükleyebilecek gıda krizinin sinyallerini veriyor. Gıda fiyatlarındaki yükselmeye
yönelik ilk ciddi uyarıyı, Nisan 2008’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban ki Moon
yapmıştı. 2008 yılına ait ABD Tüketici Fiyatları Endeksi raporuna göre, temel gıdaların
yanı sıra enerji ve ulaşım maliyetlerindeki artış, ülkeyi son 17 yılın en yüksek gıda
enflasyonuyla karşı karşıya bıraktı. 2009 yılı, yaşanan kötü hava koşulları ve ekonomik
kriz nedeniyle ABD’nin tarım sektörüne ağır bir darbe vururken, analistler 2010’da
gıda krizinin giderek yaklaştığı uyarısında bulundu. ABD’de temel gıda yardımına
ihtiyaç duyan insan sayısı artıyor. (1)”
Halkla ilişkileri propagandadan ayıran en önemli özellik, geri bildirim alabiliyor
olmanızdır. İletişim iki yönlü bir şeydir. Etik olmayan sistemler çökmeye mahkumdur.
İnsanları kandırmaya devam ederseniz, Meksika Körfezi’ndeki gibi avlayacak balığınız
kalmaz. Hatta bir gün siz de bu işlerde hiç suçu olmayan kutup ayıları gibi üzerinde
yaşayabileceğiniz küçük bir buz kütlesi bile bulamazsınız.
(1) Dr. Uygar Özesmi - Greenpeace Akdeniz Genel Direktörü
6 MediaCat Özel Eki
MART 2011
TÜKETİCİ
YASALARDAN
DAHA GÜÇLÜ
ŞİRKETLERİN
“FENAFİLLAH”
YOLCULUĞU
KASTEN
ÖLDÜRMEDİM
HAKİM BEY!
MERAL SAÇKAN
A. KEREM TÜRKMAN
ZEYNEP GÖĞÜŞ
MPR Pazarlama Halkla İlişkiler
Yönetim Kurulu Başkanı
Saydam İletişim ve Etkinlik Yönetimi
Danışman ve Ortağı
ZEGO İletişim Stratejileri Merkezi Başkanı
Günümüz dünyasında evrensel olarak
kabul gören etik kurallara uymayan
işletmelerden söz etmek artık pek
mümkün değil. İş hayatında yer
almanın ve aldığınız yeri korumanın
raconu, samimi olarak etik olmaktır.
Gerek ulusal gerekse uluslararası
platformlarda daha başarılı olmak
için serbest piyasa rekabetini
gözetmek, kayıt dışı ekonomiye fırsat
vermemek, fikri hakları korumak,
çevreye ve yasalara saygılı bir yol izlemek neredeyse asgari şartlar oldu. Tüketicilerin
farkındalığı giderek arttı, tüketici örgütleri güçlendi. Özellikle çevreciler başta olmak
üzere tüm sivil toplum kuruluşları ve medya, işletmelerin kendi çıkarları dışında
topluma ne oranda katkıda bulunduklarını etkili biçimde sorguluyor. Üretimin ve
ticaretin küreselleştiği iş ortamında etik kurallar uluslararası geçerlilik kazandı.
Şeffaflık da etik yönetimin esaslarından biri. Yani ikisi birden kurumsal itibarın
temel özelliklerini temsil ediyor. Bu değerler, neredeyse bir kurumun faaliyetlerini
sürdürmesi için gereken kendine özgü teknikler kadar gerekli, hatta olmazsa olmazlar
arasında yer alıyor. Tüketiciler kadar yatırımcılar da itibarlı şirketlere yöneliyor.
Dolayısıyla kârlılık ve itibar arasında pozitif bir ilişki var.
Kurumların itibar yönetimini en iyi yapabilecek olan iletişim disiplini elbette
halkla ilişkiler. Zira halkla ilişkiler, en güvenilir iletişim disiplini olarak karşımıza
çıkıyor. Sektörümüz, çok değerli olan bu güvenilirliğini sürdürebilmek ve kurumların
itibarını inandırıcı biçimde yönetebilmek için uluslararası mesleki etik kodlarına tüm
çalışanlarıyla birlikte uymak durumunda. ICCO’nun Türkiye temsilcisi olan İDA; Roma
Bildirisi, Atina Kodu ve Helsinki Bildirgesi’ni içselleştiren Meslek Ahlâkı İlkeleri’ni
kuruluş bildirgesiyle aynı zamanda yayımladı. Dolayısıyla bu konuda açıkta kalan, iş
sürecinde bizleri tereddüte düşürecek bir belirsizlik veya boşluk yok. İDA’nın kuruluş
amaçlarından biri, özellikle şeffaflık konusunu belli kurallara bağlamaktı. Buna göre
sektörümüzdeki şirketler şeffaf olduklarını kanıtlamak için mali yapılarını açıklamak
ve hesaplarını bağımsız bir denetçiye açmak durumunda. Yani itibar yönetmeye aday
olanın kendisi de itibarlı olmalı.
Tasavvuf inancına göre, insanın
hiçliğini idrak edip beden ölümünü
yaşamadan önce kendisinin gerçek
olmadığını anlaması haline fenafillah
denir. Varlık -henüz yaşam enerjisine
sahipken- bir ölü olduğunu idrak
eder ve uyanış yolculuğuna başlar.
“Ölmeden önce ölünüz” hadisi,
fenafillah için en güzel özeti ifade
eder.
Şirketlerde fenafillah mertebesini
“halka açık olmaya” veya “ortaklık kurmak amacıyla hisse satışı yapmaya”
benzetebiliriz. Henüz halka açılmamış veya yatırımcı ilişkisine girmemiş şirketlerin
yönetim alışkanlıkları, bir bekârın ev hayatına benzer. Nasıl olsa sonra toplarım, diye
bir sandalye üzerine atılmış elbiseler, sağda solda duran kirliler, makineye dizilmemiş
bulaşıklar, aranıp bulunamayan eşyalar ve kaybolan faturalar... Böyle bir eve girince ilk
olarak ne dersiniz: “Buraya bir kadın eli değmeli!”
İşte o beklenen kadın eli, kurumsal yönetimdir. Şirket bu sürecin sonunda bir
ortaklık yapsın veya yapmasın, kurumu hesap verebilirliğe hazırlamak en önemli
gelişimdir. Kurumsal yönetim ilkeleri, bir yaşam ve yönetim biçimidir. Etik anlayışı en
üst yöneticiden başlar, kapıdaki güvenliğe kadar herkesi sorumluluk altına alır.
İş dünyasında son 20 yıla damgasını vuran kavramlar aslında bize neyin eksik
olduğunu gösteriyor. Tertemiz bir dünya olsa, “daha temiz bir dünya” diye slogana
ihtiyacımız olmazdı. 90’lı yılların kalite rüzgârı ile arkasından gelen toplam kalite
anlayışı ve yine aynı dönemde yükselen müşteri ilişkileri, müşteri memnuniyeti gibi
kavramları bugün daha az duyuyoruz. Şirketler yanılgıya kapılmasın; bu kavramlar
demodeleşmedi, sadece üzerine yenileri eklendi.
Dünyanın ve kapitalist üretim sistemlerinin sürdürülebilirlik sorunu sanayi tarihi
boyunca karşı karşıya kaldığımız en büyük buhran. Özellikle Türkiye’nin gelişmekte
olan bir G-20 ekonomisi olması nedeniyle kamuoyu bu konular acil değil “-miş
gibi” yaşıyor. Burada en büyük sorumluluk ve görev, kurumsal yönetimde ilerlemiş
şirketlerin patronlarına düşüyor. Patronlar, bu kavramlar üzerine iletişim yapılması, bu
konularla ilgili özel raporlar yayınlanması için emir vermeli.
Biz iletişim danışmanlarına düşen sorumluluk ise bu konuda gerekli emirleri
vermeleri konusunda iş dünyasına ve patronlara baskı yapmak, şirketleri bu yönde
çalışmaya teşvik etmek, özendirici endeksler oluşturmak ve yeni ölçümleme
kriterlerinin geliştirilmesi amacıyla mesleki örgütlere ve sivil topluma proje üreterek
konuyu takip etmek olmalı. İş dünyasını fenafillaha ulaştıramayız belki ama iyi birer
mürşid olarak hizmet verebiliriz.
New York’ta beni şaşırtan şeylerden biri
de bu kentte 5 bin “kaldırım avukatı”
olması. Sokakta yürürken bileğini
burkan dava açar ve çoğunlukla da
yüklüce bir tazminat kazanır. Kimse
kaldırım taşının yerinden oynamasında
kasıt yoktu, diye bahane uyduramaz.
New York aşırı uç bir örnek
derseniz, bizim buralara gelelim. Kaza
kurşunuyla adam öldürenin bizim
memlekette bile cezası var. “Kasıt
yoktu” diye işin içinden sıyrılamazsınız.
Gelgelelim iş iletişim sektörüne gelince, havada vızır vızır namert kurşunlar uçuşur ama
isabet alıp yaralandığınızda karşı tarafın savunması hep aynı: “Valla billa bir kastımız
yoktu”.
Örnek mi istersiniz? Geçenlerde 2009’da uluslararası bir şirkete ait kendi
uyguladığımız bir sosyal sorumluluk projesinin sahibinin biz ayrıldıktan sonra o kurumla
çalışmaya başlayan PR ajansı olarak gösterildiğini ve bunun önemli bir referans yayında
yer aldığını gördük. Şirketin yeni kurumsal iletişim müdiresi, içeriden gelen uyarıya
rağmen, onca emek harcadığımız projede bizim adımızı çizip 2010’da çalışmaya
başladıkları yeni şirketin adını yazmakta beis görmemiş. Bize yapılan savunma ise “ kasıt
yoktu” şeklinde oldu.
İş dünyası çok mu ahlaklı ki daha yeni palazlanan iletişim sektöründe etik yönetim ve
şeffaflık beklentisi içinde olacaksınız? Nitekim ZEGO bundan dokuz yıl önce kurulurken
hedefimiz, iletişim sektöründe etik anlamda çıtayı yükseltmekti. Zira sandalyenin karşı
tarafında otururken sektörün bütün çarpıklıklarını izleme fırsatımız olmuştu.
Gerçekçi konuşursak, o günden bugüne çok büyük bir düzelme yok. Avrupa
standartlarında şeffaf ve etik olmak gibi bir farkındalık ancak Avrupa Birliği sürecinin
baskısı altında gelişiyor. Mesela İDA’ya üye olurken ciromuz sorulduğunda, 1 milyon
28 bin 375 bin dolar diye bir rakam vermişiz. AB standardında şeffaf çalışıyorsanız,
küsurat çok önemli. Hiçbir AB projesinde bizdeki gibi kafadan yuvarlatılmış rakamlarla iş
yapamazsınız.
İş etiği ve şeffaflık, AB sürecinde en büyük eksiklerimizden biri. Aslında meseleyi
daha genel bir başlık olan yolsuzluk altında ele almak gerekir. Türkiye’nin en büyük
sorunu bu. Sadece iş dünyasında değil; hukuktan siyasete, medyadan güvenliğe her
alanda etik eksikliğimiz had safhada. Etik ve şeffaf olmayan bir toplumda güven
duygusu gelişmiyor. Güven duygusu ise medeniyetin ön şartı. O olmadan gelişmişlik de
yok.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
7
KAPAK
‘ETİĞİN İPİNE SIKI
SIKI SARILMAK
GEREKİYOR’
‘GÜVEN,
ŞİRKETLERİN EN
ÖNEMLİ SERMAYESİ’
ŞULE YÜCEBIYIK
SUAT ÖZYAPRAK
Borusan Holding Kurumsal İletişim Müdürü
Sabancı Holding Kurumsal İletişim Direktörü
İçinde bulunduğumuz çağda güven,
en çok ihtiyaç duyulan duygu.
İnternet çağı, özellikle de sosyal
ağların etkisi, kişiler ve kurumların
uzun yıllar boyu emek vererek
yarattığı güvenin üzerinde deyim
yerindeyse Demokles’in kılıcı gibi
sallanıyor. Artık kişi ya da kurumların
itibarla ilgili kriz yaşamadığı bir gün
geçmiyor.
Son yıllarda sarsılmaz denen
dünya devlerinin etik dışı davranışlar
nedeniyle yıkıldığına, itibar erozyonuna uğradığına ve bunların küresel ekonomide
sarsıntılara yol açabildiğine tanık olduk.
Karşınızda gerçeklik duygusu tahrip edilmiş, hayal kırıklıklarına bağışıklık kazanmış
ve güvenini her an yitirmeye hazır bir toplum var. Bunun için sistematik, organize
kampanyalara da gerek yok üstelik. Bazen 20 yaşında bir gencin attığı bir tweet bile
yetebiliyor.
İçinde bulunduğumuz çağda, itibar derdi olan kurumların ve kişilerin en büyük
mücadelesi, itibarını ve güvenini korumak. Bu, kârlılıktan bile daha öncelikli ve
kritik bir konu. Yapılması gereken tek şey ise etiğin ipine sıkı sıkı sarılmak. Topluma,
yasalara, çevreye ve çalışanlarınıza karşı sorumluluklarınızı iyi bir kurumsal vatandaş
olma bilinciyle tanımlamak ve kurumunuza değen herkesin bunu içselleştirmesini
sağlamak atılması gereken en önemli adımlar. Kurumunuza değen herkesin diyorum
çünkü artık kurumların itibarı ve toplum nezdinde yarattıkları güven duygusu,
sadece hissedar ve yöneticiler tarafından yönetilmiyor. Şirketinize iş başvurusu yapan
adaylardan emekli çalışanlarınıza, tedarikçinizden müşterinize akıl almaz genişlikte bir
insan kitlesi sizin ‘marka temsilciniz’.
Borusan Grubu, kurulduğu tarihten bu yana kurumsal marka olma, dürüstlük,
etik kurallara uyum ve adaletli davranış konularında saygın bir algıya sahip. Borusan
Holding olarak Türkiye Etik ve İtibar Derneği’nin kurucuları arasındayız. Ayrıca kurum
içinde de üst düzey yöneticilerimizden oluşan bir Etik Kurulu bulunuyor. Bizim için
önemli olan diğer bir konu da sürdürülebilirlik. Sürdürülebilirlik; şirket çıkarlarının
toplumsal çıkarlar ile çatışmadığı, ekonomik ve kâr odaklı bakış açısının yanında sosyal
ve çevresel konuların da şirketlerin sorumluluğu haline geldiği yeni bir dünya düzeni.
Sözün kısası, hayatını etik ve sürdürülebilirlik kriterlerine göre şekillendirmeyen
kurumların önemli sıkıntılar yaşayacağı aşikar. Bu kriterleri içselleştirip kurum kültürü
haline getiren markalar ise yaratacakları güven, fayda ve fark ile toplum tarafından
baş tacı edilecekler.
8 MediaCat Özel Eki
MART 2011
Soğuk Savaş’ın sonlanmasından beri
yeni dünya düzeni diye bir şeyden
bahsettik durduk. Küreselleşme
dedik, sınırların yok olmasından dem
vurduk, küresel köyler kurduk. Fakat
bunların tam olarak gerçekleşmesi,
90’lı yılların sonu ve internetin
yaygınlaşmasıyla oldu. Artık internet
yaşamımızın tam ortasında. Yirmi otuz sene önce sıraya girip aldığımız
ev telefonlarından, başka kıtalarda
yaşayan akrabalarımızla görüntülü
konuşabildiğimiz günlere geldik. Yani iletişim artık hem anlık hem de küresel bir boyut
kazandı.
İletişimin bu değişen boyutu, son birkaç yıldır internetin web 2.0 dediğimiz ikinci
safhasıyla el ele gelişmekteydi. Facebook, Twitter, Reddit gibi iletişim, etkileşim ve
paylaşım siteleri bu değişen dünyada etik ve şeffaflık kurallarının öneminin bir kat
daha arttığını haber veriyordu. Tarih boyunca büyük değişiklikler, uzun süreçlerden
sonra gerçekleşmiştir. Fakat bu değişim, genelde keskin bir kıvılcım sayesinde
olmuştur. Etik ve şeffaflık konularında bu kıvılcımın adı ise “Wikileaks Depremi”dir.
Global krizle dengeleri bozulmuş taşlar, Wikileaks depremiyle tamamen yerinden
söküldü. Global krizde tüm şirketler ve kurumlar güven ve itibarın değerini acı
tecrübelerle hatırlamıştı. Wikileaks depreminden sonra ise artık hem ülkeler hem de
şirketler için etiğin önemi bir kez daha ortaya çıktı. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler
bireyleri birer güç odağı haline getirdi. Artık her şey şeffaf, her kapının anahtarı
herkeste var. Yeni dünya düzeninde, herhangi bir kurumun dürüstlük ilkelerine aykırı,
toplumsal değerlere ters düşen herhangi bir davranışının bir paylaşım sitesine konu
olması an meselesi.
Bu perspektiften bakıldığında, iletişimcilerin omuzlarındaki yükün ağırlığı daha da
artmış durumda. İletişimcilere düşen; yeni düzeni doğru okumak, riskleri ön görmek
ve fırsat alanlarını belirlemek. İtibarın rekabet ortamında ayrışmanın en önemli
değişkenlerinden biri olduğu günümüzde, iletişimcilerin en öncelikli işi, kurumlarını bu
yeni dünyada nasıl konumlandıracaklarına karar vermek. Son global krizin en önemli
sebeplerinden birinin yaşanan güven erozyonu olduğu düşünülürse, hesap verebilirlik
ve şeffaflık her zaman olduğundan daha hassas şekilde ele alınmalı. Güven unsurunun
şirketlerin en önemli sermayesi olduğu unutulmamalı. Bu ortamda şirketlerin yeni
normali; işlerini en etik, sürdürülebilir ve şeffaf yoldan yapmak. İletişimin yeni normali
ise mecra karmasında geleneksel medyanın yanına online dünyayı da koymak. Çünkü
artık net olarak biliyoruz ki bir tek e-mail bile dünyayı değiştirebilir.
‘YENİ PR
DAVRANIŞLARI
BENİMSEMEK
GEREKİYOR’
FİLİZ KARAGÜL TÜZÜN
Turkcell Kurumsal İletişim Bölüm Başkanı
İnternet bugün artık hayatımızın
her alanına dokunan, hem bireyler
hem de şirketler için itibar ve statü
açısından belirleyici rol oynayan bir
iletişim mecrası. Bu mecra üzerinde
bilgi hızla kamusallaşıyor. Endüstriyel
medyanın temelleri yerinden oynuyor
ve bilgiye ulaşma yöntemleri tüm
dünyayı yeniden şekillendiriyor. Çok
değil, bundan yalnızca 5 - 10 yıl
öncesine kadar internet, takma isimlerin kullanıldığı, yalnızca yayılması arzu edilen
bilginin istenen ölçülerde sunulabildiği bir alandı. Bireyler ve kurumlar kendilerini
oldukları gibi değil, olmak istedikleri gibi yansıtabiliyorlardı. Oysa bugün internete
esas anlamını veren, gerçek dünyanın temsili haline gelmiş olması. Sanal dünyadaki
devrimlerin yarattığı yeni medya düzeninde, bilginin kontrol altında tutulabilirliği
tamamen ortadan kalkmış durumda. Bu durum, ağ üzerindeki ortak akıl ile şekillenen
toplumsal hafızayı daima ve hata payı bırakmadan göz önünde bulundurmayı
gerektiriyor.
Turkcell, internetin konvansiyonel mecraları geride bırakarak çok etkin bir iletişim
aracı haline geleceğini erken kavrayan, geleceğe yönelik stratejisini belirlerken
resmi doğru okuyan bir şirket. Bu nedenle Kurumsal İletişim Bölümü olarak iletişim
planlarımızı yaparken her bir müşterimize, kendine uygun hissettiği mecrada ve o
mecranın kurallarına uygun şekilde ulaşma hedefi gözetiyoruz. Sosyal medya, hedef
kitlemizle buluşmak için doğru ve etkin bir kanal. Bu geçici bir trend ya da moda
değil, yeni bir iletişim dünyası. Dolayısıyla markaların yalnızca yeni mecralar değil,
aynı zamanda yeni PR davranışları da benimsemesi gerekiyor. Bugün artık kimsenin
dijital PR yapıp yapmamak ya da şeffaflaşıp şeffaflaşmamak konusunda tercih şansı
yok. Ama şunu unutmamak gerekir ki geleneksel PR’ın çerçevesi etik kodlarla çizilen
üç ana ilkesi, en önemli bileşenlerinden biri şeffaflaşma olan dijital PR için de geçerli.
Yani dürüst olmak, somut veriler ortaya koymak ve iletişimi yapılan unsur her ne ise
onu en etkili biçimde duyurabilmek gerekiyor. Üstelik tüm bunları yaparken, marka
ve itibar yönetimi konusunda hiç olmadığınız kadar hassas olmalısınız. İnternetin
tüm insanlığa sağladığı en büyük kazançlardan biri olan şeffaflaşma, etik boyutuyla
kurumsal iletişimi bu denli kritik bir noktaya taşıyor.
‘KURUMSAL
SOSYAL
SORUMLULUK
ORTAMI YENİDEN
TANIMLANIYOR’
UĞUR NALBANTOĞLU
Yapı Kredi stratejik İletişim Direktörü
Günümüzde internetin gücü pek çok
alanda yaşanan değişimin ivmesini
oluşturuyor. Sosyal medya ortamı, bu
değişim içinde kurumsal duruşların
sorgulanmasını gerektiriyor.
Burada önemli olan aslında birey
ve samimiyet odağındaki bir düzen
içinde, tüzel kişilik ve samimiyet
noktasını yakalayıp yer alabilmek. Şu an için bu anlamda çok mesafe kat edildiğini
söylemek pek mümkün değil. Yeterince profesyonel olmayan örnekleri gördükçe,
onların yaptıkları hatalardan ders çıkarmaya çalışıyoruz. Birçok kurum, kurumsal
sosyal sorumluluk ortamını kendi içinde yeniden tanımlıyor.
Bugün kurumlar hedef kitlenin katılımına imkân sağlayan iletişim kanalları
üzerinden dertlerini anlatmak için daha çok çaba sarf etmek zorunda. Tüzel
kişiliklerin sosyal medyada yer bulmaya çalışması ister istemez sancılı oluyor. Çünkü
yıllar önce belirledikleri kurumsal değerleri; samimiyet, şeffaflık gibi kavramları neden
koyduklarını anımsamaya çalışıyorlar. Kırılma noktası da burada yaşanıyor.
İşin bir diğer tarafı ise dijital medya danışmanlarının birçoğunun, kurumları
internet ortamına doğru yönlendirirken, o ortamda nasıl hareket edileceğine dair bir
strateji sunmuyor oluşları. Kurumlar bu ortamlarda var olmaları gerektiğinden son
derece emin. Ancak o sosyal medya hesabı aktifleştirildikten sonra yapılacaklar ile
ilgili bir fikir şekillenebilmiş değil.
Konunun içinde çok bilinmez olunca, ortaya ister istemez etik değerlerin hiçe
sayıldığı örnekler çıkıyor. İş dünyasının son dönemde yitirdiği toplumsal güveni tekrar
kazanabilmesi için etik davranışlara, özellikle de şeffaf iletişime özen göstermesi
çok önemli. Çünkü toplumsal norm ve beklentilere uyumlu davranmadığınız
zaman samimi algılanmıyor. Bu sürecin iletişim ayağında olan tüm profesyonellerin
‘kontrolör’ olarak çalışmayı bırakıp, ‘antrenör’ olarak davranmaya başlaması
gerekiyor. Kurum adına güven ortamının oluşturulması ve etik değerlerin yansıtılması
için mesajların çalışan, hissedar, yatırımcı, müşteri ya da genel kamuoyuna, kısacası
tüm paydaşlara ulaştırılması şart.
Yapı Kredi olarak, halka açık bir şirket olmanın getirdiği şeffaflık ve kurumsal
yönetişim ilkelerimiz gereği tüm paydaşlarımızla etkin ve hızlı iletişim kurmak
üzere interneti başlıca mecra olarak kullanıyoruz. Diğer taraftan şirket içinde
kurum kültürünü sağlamlaştırmak ve ticari hedeflerin tüm çalışanlar tarafından
içselleştirilebilmesini sağlamak adına interneti bir katılım ve paylaşım platformu olarak
da kullanıyoruz.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
9
KAPAK
KAPAK
‘Sürdürülebilirliğin şifresi
yeşil rekabette gizli’
‘2023’te neredeyse tüm
ödemeler kartla yapılacak’
SERTAÇ ÖZİNAL
BANKALARARASI KART MERKEZİ
GENEL MÜDÜRÜ
K
artlı ödeme sistemleri
sektöründe dünyaya
kıyasla Türkiye’nin
konumu ne durumda?
Aralık 2010 itibariyle 47 milyon
kredi kartı, 69 milyon banka kartı ve
27 bin ATM portföyümüz var. 236
milyar TL’lik bir ciro söz konusu. Bu
oran, geçen seneye göre yüzde 15’lik bir
artış demek. Banka kartında ise yüzde
17’lik bir artış gördük. Bu anlamda
ödemeler sektöründe Avrupa’da üçüncü
büyük pazar olduğumuzu söyleyebiliriz.
Bunların yanında, nakdin kartlı ödeme
sistemlerine transferi anlamında da
önemli adımlar atıldı. 5 - 6 yıl önce
Türkiye’deki harcamaların aşağı yukarı
yüzde 13’ü ödeme sistemlerindeyken,
bugün bu oran yüzde 34’lere çıkmış
durumda. Bu gelişmelerden de aldığımız
güvenle, 2023’te neredeyse tüm
ödemelerin kartla yapılması konusunda
bir öngörümüz var.
BKM kredi ve banka kartı kullanımını
yaygınlaştırmaya yönelik neler
yapıyor peki?
BKM’nin genel amaçlarından biri,
tüketiciyi eğitmek. Tüketicinin kartını
bilinçli kullanması konusunda önemli
bir misyon üstlenmiş durumdayız.
Kart Bilinci isimli bir sitemiz var. Bu
site üzerinden kart kullanımı hakkında
eğitim veriyor, kredi kartının bir kredi
10 MediaCat Özel Eki
MART 2011
2010’da 20. yılını kutlayan Bankalararası Kart Merkezi, kartlı ödeme sistemlerinin
gelişmesi konusunda attığı öncü adımlarla sektörü canlandırmaya devam
ediyor. Tüketiciyle doğru diyalog kurmaya büyük önem verdiklerini ifade eden
Bankalararası Kart Merkezi Genel Müdürü Sertaç Özinal, ödemeler sektöründe
Türkiye’nin Avrupa’daki üçüncü büyük pazar olduğunu söylüyor.
değil, ödeme aracı olduğunu anlatmaya
çalışıyoruz. Ayrıca birçok yeni projemiz
var. Telefonla harcama projesi kapsamlı
olarak devam ediyor. Belediye otobüsü,
deniz otobüsü gibi taşımalarda kartlı
ödeme sistemlerinin yaygın olarak
kullanılması ve bu altyapının tüm
şehirlerde bir standarda oturtulmasına
dayalı bir projemiz var. Bunların yanında
sanal ticarette de yönlendirici olmaya
çalışıyoruz. Ayrıca gelecek teknoloji diye
nitelediğimiz biyometri projelerimiz var.
Kart Bilinci oldukça önemli bir
sosyal sorumluluk projesi. Kredi
kartının bilinçli kullanımı için
yaptığınız başka çalışmalar var mı?
Tüketiciyle iletişime çok önem
veriyor ve bilgilendirme konusunda
objektif davranmaya çalışıyoruz.
Bu hem istatistiki bilgiler hem de
yönlendirmeler için geçerli. Sadece
bilginin doğru aktarılması değil, aynı
zamanda uygulamaların öğretilmesi
konusunda da hassasız. Türkiye’de
şifreli hayata geçişin ilk günlerini
hatırlıyorum. İlk etapta şifrenin kaç hane
olduğu, nasıl girildiği gibi noktalardan
çalışmaya başlamıştık. Ancak kampanya
sonunda –ki 15 ay gibi kısa bir süreyditüm tüketicilerin bilinçlendiğini ve
bu uygulamayı eksiksiz yapabilir hale
geldiğini gördük. Bugün alışverişte
şifre kullanımında yüzde 96’lık oranla
Avrupa’da birinci sıradayız.
Şeffaflık bugün tüm kurumların
yönetiminde oldukça önemli bir
kavram. BKM kurum içinde şeffaflığı
hangi noktada konumlandırıyor?
BKM, 13 bankanın ortaklığı ile
oluşturulmuş bir kurum. Bunların içinde
devlet bankaları var, özel bankalar var.
Hepsinin hedefi, vizyonu ve kurum
kimliği farklı. Dolayısıyla burada
etik ve şeffaflık ana değer. Türkiye’de
kredi kartı kullanımıyla ilgili önemli
araştırmalarımız var. Gayri Safi Millî
Hasıla’dan istihdama, enflasyonun
düşmesine kadar pek çok araştırma
yapıyor ve bunları manipule etmeden
paylaşıyoruz. Basına, derneklere, karar
verici mercilere aktarıyoruz. Bunun
yanında yılbaşı, bayram gibi dönemlere
ilişkin çok önemli verilerimiz var. Birçok
firma satış ve pazarlama politikasını bu
verilere göre belirliyor. Elde ettiğimiz
verilere göre, ülkemizde en çok
Babalar Günü’nde satış yapılıyor. Bu
perakende sektörü açısından çok önemli
bir data. Yani rakamsal büyüklükler
haricinde tüketici davranışlarıyla
ilgili de araştırma yapıyoruz. Ayrıca
sadece sektörün ya da bizim işimize
gelen bilgileri değil, tüm bilgileri
paylaşıyoruz. Örneğin tahsili gecikmiş
alacaklar ya da sahtekarlık gibi konuları
bütün şeffaflığıyla paylaşıyoruz.
ŞEFFAFLIK, YÖNETİM
FELSEFESİ OLMALI
BÜLENT GÜVEN
BPM LOOK
AJANS BAŞKANI
Bugün iş
dünyasının
öncelikli
değerleri
arasında yer
alan etik
yönetim ve
şeffaflık; algı, itibar ve sürdürülebilirlik
adına son derece önemli iki kavram.
Şirketlerin paydaşlarına güvenilirliğin öncüsü
olan etik ve şeffaflık ile yaklaşmaları artık
bir iletişim stratejisi değil, yönetim felsefesi
olarak görülüyor. Bu durum, Bankalararası
Kart Merkezi gibi 13 kamu ve özel Türk
bankasının ortaklığı ile kurulmuş, Türkiye’de
kartlı ödeme sistemlerinin yaygınlaşması
adına banka ve kredi kartı kural ve
standartlarını geliştirmek için hizmet üreten
bir çatı kuruluş için son derece hassas
bir konu. Kredi kartlarında dünyanın en
gelişmiş pazarlarından biri olan ülkemizde,
kartlı ödeme sistemleri kullanım verilerinin
ve araştırmalarının kamu kuruluşlarından
bankalara, perakende sektöründen kart
kullanıcılarına kadar geniş bir yelpazede
etik ve şeffaflıkla paylaşılması son derece
önemli.
ERHAN BAŞ
BİLİM İLAÇ GENEL
MÜDÜRÜ
S
ürdürülebilirlik bugün tüm sektörler
için çok önemli bir kavram. Bilim
İlaç’ın bu kavrama yaklaşımından
bahseder misiniz?
Ülkemizin ve dünyanın yaşam kalitesinin
yükselmesi için hem bireysel hem de kurumsal olarak sorumluluklarımızın dikkat çekici
biçimde arttığı bir dönemdeyiz. Bu anlamda
önemli stratejilerimizden biri, sürdürülebilir
bir gelecek için sorumluluk almak. Kurumsal
sorumluluğun ve sürdürülebilir kalkınmanın
en önemli boyutlarından biri çevre. Çevreye
yatırım bugün artık bir trend değil, gereklilik.
Bilim İlaç olarak yalnızca kurumsal sorumluluk
çalışmalarımızda değil, iş alanımızda da çevresel
standartları uyguluyoruz. Kendimizi iş dünyasının
yeni “sorumlu” iş modellerine ayak uydurmaya
ve bu yolda eksiklerimizi tamamlamaya adadık.
Bu toplumun bir parçasıyız, onu geliştirmeye
katkı sağlamazsak biz de gelişemeyiz.
İlaç sektörü ve sürdürülebilirlik
birbirine çok yakın iki alan. Siz ne
düşünüyorsunuz bu konuda?
Üretimde birçok kimyevi madde kullanıyoruz.
Dolayısıyla bu atıkların nasıl atıldığı, çevreye ne
gibi zararlı maddeler verildiği gibi konularda
yaptığımız çalışmalar çok önemli. Çevreye verdiğimiz hasarı minimize etmeyi amaçlıyoruz.
Sadece kendi sektörümüzde değil, birçok sektörde
yol gösterici olmamız gerekiyor. Doktorlar ve
eczacılarla sürekli toplantılar yapıyoruz. Ünlü
uzmanlar getiriyor ve dünyanın geleceği, hava
kirliliği, ısı artışının neler getirdiği gibi başlıklarda konferanslar veriyoruz. Bu konferansları
Bilim İlaç, Türkiye ilaç sektörünün en önemli temsilcilerinden biri. Tüm
çalışmalarını sürdürülebilirlik ekseninde gerçekleştiren, çalışanlarına ve
paydaşlarına karşı sorumluluğunun bilincinde hareket eden Bilim İlaç,
sürdürülebilirlikle kol kola giden etik konusunda da son derece hassas. Bilim İlaç
Genel Müdürü Erhan Baş, etik ve şeffaflık konusundaki önceliklerini, Bilim İlaç
olarak sürdürülebilirlik konusunda yaptıkları çalışmaları anlattı.
kendi çalışanlarımız ve ailelerine de yapıyoruz,
topyekün bir bilinçlenme hareketi yani. Aynı
zamanda tedarikçi zirvelerimiz var. Zaten tedarikçilerimizin bizimle çalışabilmesi için bazı
kurallar koyduk. ISO belgelerine bakıyoruz,
çevreye zararı düşük olan firmaları tercih ediyoruz.
Bilim İlaç etik yönetim ve şeffaflığa
nasıl bakıyor peki? Bu süreci nasıl
yönetiyor?
Etik, sürdürülebilirliğin içinde olan bir kavram. Bilim İlaç bünyesinde hem Sürdürülebilirlik Kurulu hem de Etik Kurulu var,
kol kola çalışıyorlar. Etik Kurulu firmadaki
en alt seviye çalışana kadar etik konusunda
önemli eğitimler veriyor. Yani etik konusu
ve sürdürülebilirlik Bilim İlaç’ta tüm çalışanların performans göstergesi içine girmiş
durumda. TPG dediğimiz temel performans
göstergelerimiz var. Sürdürülebilirlik konusunda yapılan çalışmalar her ay hedeflere göre
kontrol ediliyor. Hedefe ulaşılmadıysa, ne gibi
yeni çalışmalar yapılabileceği planlanıyor.
Türkiye’deki ilk sürdürülebilirlik raporlaması yapan ilaç şirketi sanırım Bilim İlaç
oldu. Nasıl hazırlandınız bu rapor için?
Rapor, Aralık 2009 sonuna kadar olan performansımızın ve gelecek taahhütlerimizin kapsamlı
bir özeti olarak hazırlandı. Bilfiil yürütmekte
olduğumuz kurumsal sorumluluk çalışmalarını ve iyileştirmeye açık alanlarımızı ortaya
koyuyor. Aynı zamanda yönetim yaklaşımını,
ekonomik performans göstergelerini, sosyal ve
çevresel uygulamaları da yansıtıyor.
2010’da Birleşmiş Milletler Küresel
İlkeler Sözleşmesi’ni imzaladınız. Bu
sürecin ardından ne gibi uygulamalar
hayata geçirildi?
Küresel İlkeler Sözleşmesi’ni imzalayan şirketler,
sözleşme maddelerinde yer alan yükümlülükleri
sadece kendi iç bünyelerinde değil, tedarikçi-
lerinin ve tüm paydaşlarının iş süreçlerinde de
yerine getirmekle yükümlüler. Biz de Küresel
İlkeler Sözleşmesi’ni imzalayan ilk Türk ilaç
şirketi olarak tedarikçi firmalarımızda çevre
dostu teknolojilerin gelişmesini destekliyoruz;
çocuk işçi çalıştırılmasına, insan hakları ihlallerine ve ayrımcılığa karşı mücadele ediyoruz.
İLAÇ SEKTÖRÜNÜN
RÖNTGENİ, ‘’ŞEFFAFLIK’’
NUR BAŞNUR
N’PR İletişim Yönetim Kurulu Başkanı
İnsan sağlığıyla doğrudan ilişkili sektörler listesinin
en tepesinde yer alan ilaç sektörü, faaliyet alanının
kritikliği nedeniyle aynı zamanda en hassas
sektörlerin de başında geliyor. Konu insan sağlığı olunca, bu alanda faaliyet
gösteren firmaların çalışma esaslarını düzenleyen bürokratik ve yasal kurallar
kadar sektörün etik değerleri de önem taşıyor. Bu konuda günümüz şirketlerinin
imdadına ‘şeffaflık’, ‘kurumsal sosyal sorumluluk’ ve ‘doğru iletişim’ başlıkları
yetişiyor. Öyle ki internet ve sosyal medya kavramlarının giderek derinleştiği,
herhangi bir şeyin gizli kalma ihtimalinin neredeyse olmadığı günümüzde,
şeffaflığın önemi daha açık ortaya çıkıyor. Uzmanların gelecekte ayakta kalmaya
devam edecek şirketleri sıralarken, ‘topluma, çevreye, ülkeye ve hatta dünyaya
karşı sorumluluk sahibi olmak’ gibi bir ilk şart öne sürmelerinin arkasında da
sürdürülebilir bir gelecek ve ekonomi kaygısına paralel olarak etik olma vurgusu
yatıyor.
İlaç sektörü tüm dünyada etik olma konusunda bedeller ödedi. Gerek tüketici
gerek kamu gerekse AR - GE ayağında sektörü ilgilendiren etik sorumluluk; güven,
şeffaflık ve hesap verebilirlik kriterlerine doğru evriliyor. Geleceğe kalacak ilaç
firmalarının etik karnesi güçlü, kamuoyu ve tüm paydaşlarıyla güven ilişkisine
sahip firmalar olacağı su götürmez bir gerçek.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
11
KAPAK
KAPAK
‘Şirket içi iletişim kanallarını
sürekli kullanıyoruz’
WOLF-DIETER KURZ
MERCEDES - BENZ
TÜRK DIREKTÖRLER
KURULU BAŞKANI
İ
çinde bulunduğumuz
dönem, yeşil teknolojilerin
dönemi. Otomotiv sektörü
ve bu sektörde geliştirilen
yenilenebilir enerjiler de bu anlamda
kritik öneme sahip. Sizin bu konudaki
yaklaşımınız nedir?
Kişisel mobilite ve taşımacılık, her toplumda
büyümenin ve iyi çalışan bir ekonominin
temelini oluşturur. Bugün tüm dünyada
kullanımda olan araç sayısı, 900 milyonun
üzerinde. Uzmanlar 30 yıldan daha az bir
sürede bu sayının ikiye katlanacağını hesaplıyor. Bu bağlamda hedefimiz, araçlarımızın
yakıt tüketimini ve emisyonunu düşürerek
uzun vadede sıfırlamak.
Sürdürülebilir mobilite için
TrueBlueSolutions başlığı altında pek
çok çözüm sunuyorsunuz. Bunlardan
bahseder misiniz biraz?
Daimler, The Road to Emissionfree Mobility
başlığı altında topladığı geliştirme çalışmaları kapsamında belirli alanlara odaklanıyor.
Bunlardan ilki, enerji verimliliği yüksek,
içten yanmalı motorlar. Bu alanda içten yanmalı motorlar sürekli iyileştiriliyor ve yeni
ürünler geliştiriliyor. Binek otomobillerinde
optimize edilen motorların avantajları, yakıt
tüketimini düşürmeye yönelik BlueEFFIENCY verimlilik donanımı ile tamamlanıyor.
Dizel motorlu otomobil ve ticari araçlarda
ise BlueTec olarak adlandırılan egzoz gazı
arındırma teknolojisini kullanıyoruz. BlueTec hem yakıt tüketimini düşürüyor hem
de egzoz gazındaki zararlı madde ve partikülleri azaltıyor.
12 MediaCat Özel Eki
MART 2011
‘İş stratejimizin merkezinde
sürdürülebilirlik yer alıyor’
Türkiye’de ve dünyada araç kullanımının akıl almaz boyutlara vardığı günümüzde,
çevresel dengenin korunması adına otomotiv sektöründe faaliyet gösteren
firmalara büyük rol düşüyor. Bu anlamda üstlendiği işlevin bilincinde olan ve
ürettiği otomobillerin sorumluluğunu da üstlenen Mercedes, bu iş modeliyle
yarının mobilitesini şekillendirmeyi amaçlıyor.
Hibrit otomobiller hakkında ne
düşünüyorsunuz peki? Türkiye
pazarına entegre olması ne kadar
süre alır?
Şirketimiz, seri hibrit otomobil üretimine
başlayan ilk Avrupalı üretici olarak 2009’da
S 400 Hybrid modelini ürünlerine ekledi. Bu
otomobil Türkiye’de satışta. Aynı zamanda
otobüs ve kamyonlarda da hibrit teknolojisi uyguluyoruz. Daimler’in bünyesinde
bulunan Orion, Freightliner ve Mitsubishi
Fuso markalarının hibrit araçları ABD ve
Japonya’da başarıyla kullanılıyor. Alternatif
yakıt teknolojileriyle donatılan araçların
fiyatları henüz yüksek. Ancak teşvik uygulamalarıyla satış adetlerinin artırılabileceğini
düşünüyoruz.
Günümüzde tasarım kavramının içine
artık sürdürülebilir tasarım diye
bir alt başlık eklenmiş durumda.
Mercedes’in bu anlamda yaratıcı
tasarım sürecinden biraz bahseder
misiniz?
Bu konuda “design for environment”, yani
çevre için tasarım kavramını benimsiyoruz.
Geliştirme çalışmalarının ilk aşamasından
itibaren araçlarımızın çevreye uyumlu olmasına önem veriyoruz. Çevre dostu bir ürünün
geliştirilmesi uygun hammadde ve malzeme seçimi ile başlar, kullanılan malzemenin
yeniden kazanılmasını mümkün kılan geri
dönüşüme uygun konstruksiyon ve üretim
ile tamamlanır. Tabii aracın karoseri tasarımı ve hafif malzeme seçimi de geliştirme
aşamasında yakıt tüketimini düşürmeye
yönelik önemli hususlar.
İZZET KARACA
UNILEVER TÜRKIYE - CEO
Ar-Ge, otomotiv sektöründe hem
tasarım hem de sürdürülebilirlik
açısından kritik öneme sahip. Sizin
bu konudaki yaklaşımınız nedir?
Hedefimiz, yarının mobilitesini şekillendirmek. Bu noktada Ar-Ge çalışmaları
büyük önem taşıyor. Daimler’in Ar-Ge
çalışmalarındaki odak noktaları; güvenlik,
konfor, çevreye uyum, kalite ve tasarım.
Şirketimiz bu çalışmalara sadece 2009
yılında 4 milyar euro’nun üzerinde harcama yaptı.
Peki Mercedes’in kurum içi
faaliyetlerinde etik yönetim ve
şeffaflığın yeri nedir? Bu süreç
Mercedes’te nasıl işliyor?
Şeffaflık, gerek Daimler’de gerekse Mercedes - Benz Türk’te büyük önem verilen bir
konu. Bilgi eksikliği spekülasyona, yanlış
tahminlere yol açıyor ve sonuçta çalışanların
motivasyonlarını kaybetmelerine neden oluyor.
Bu sebeple şirket içi iletişim kanallarının
sürekli kullanımı günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası.
UZUN İLİŞKİNİN
NEDENİ ETİK VE
ŞEFFAF DAVRANMAK
ZEHRA GÜNGÖR
STAGE İletişim Danışmanlığı Başkanı
İş ortakları ve ajans arasında kurulan karşılıklı güven
ve şeffaflık ne kadar samimi olursa ilişki de o denli sağlam ve uzun vadeli oluyor.
Biz STAGE İletişim olarak bu yıl Mercedes - Benz Türk ile birlikteliğimizin 10.
yılını kutlayacağız. Mercedes’le kriz iletişimi esnasında tanıştık ve sonrası on yıl
boyunca geldi. Bu tür uzun süreleri çok önemsiyorum. Her iki taraf da birbirini
çok iyi tanıyor ve leb demeden leblebi dendiğini anlayabiliyor. Daha da önemlisi,
karşılıklı güven ve şeffaflık üzerine kurulu olan ilişkide taraflar daha verimli
oluyor.
Mercedes bir Alman devi, halk arasında kalitenin simgesi. Aynı zamanda
etik ilkeler inşa edilmeden kaliteli olunmayacağını bilen bir kuruluş. Kalite
tanımlaması yapılırken, “Mercedes gibi” denilmesi de bundan. Adı kalite ile bu
denli özdeşleşmiş bir firmanın, bir otomotiv şirketinin etik ve şeffaf olmadan
bunun üstesinden gelemeyeceğini iyi biliyoruz. Ajans olarak iş ortağımızla
ilişkimizde aynı etik anlayış ve şeffaflık ile ilerliyor olmaktan gurur duyuyoruz.
G
ünümüzde tüm sektörlerde
etik iş yapma biçimlerinin öne
çıktığını görüyoruz. Siz bu
konuda ne düşünüyorsunuz?
Tüketiciler artık kalitenin yanı sıra etik
değerlere de önem veriyor mu?
Şirketler artık sadece iyi ve kaliteli ürün imal
etmenin yeterli olmadığının farkına vardı.
Tüketicilerin dünyadaki toplumsal ve çevresel
sorunlar hakkında farkındalıkları arttıkça,
şirketlerin etik değerleri gözetmenin yanı
sıra toplumda da etkin bir rol oynamaları
gerekiyor. Tüketiciler artık markaların ardındaki şirketi daha iyi tanımak, satın aldıkları ürünlerin etik koşullara uygun üretilip
üretilmediğini bilmek istiyor.
Bilinçli tüketicilik eğilimi -dijital medyanın da etkisiyle- dünyanın her yerinde artıyor.
Bilgi artık daha şeffaf, fark yaratma gücü
tüketicilerin elinde. Öngörülerimize göre,
tüketicilerimiz sahip oldukları etki gücünü
gördükçe, satın alma tercihlerinde olumlu bir
fark yaratmalarını sağlayan ürünleri tercih
edecekler.
Bu doğrultuda Unilever olarak sosyal
ve çevresel sorumluluklarımızı dikkatle ve
hassasiyetle yönetebilmek için güçlü bir
idari yapı oluşturduk. Sürdürülebilir bir
yaşam için çalışanlarımız, müşterilerimiz,
tedarikçilerimiz ve tüketicilerimizle birlikte
hareket etmek üzere yola çıktık diyebilirim.
Peki Unilever’in penceresinden etik
değerler nasıl görünüyor?
Unilever olarak amacımız, tüketici ve müşteri-
Tüketim kavramının bilinçli tüketim kavramına doğru evrildiği, tüketicilerin
giderek satın aldıkları ürünlerin ne kadar etik üretildiğini sorguladığı günümüzde,
pek çok alt kategoriyi tek bir çatı altında toplayan FMCG sektöründe faaliyet
gösteren markalara büyük rol düşüyor. Sektörün dev isimlerinden biri olan
Unilever de bu bilinçle sosyal ve çevresel sorumluluklarını her şeyin önüne
koyuyor, sürdürülebilir bir yaşam için çalışıyor.
lerimizin ihtiyaç ve beklentilerini karşılarken
onların memnuniyet, güven ve bağlılığını
kazanmak. Dolayısıyla şeffaflık, sorumluluk
ve hesap verebilirlik ilkeleri şirketimizin tüm
idari fonksiyonlarının temelini oluşturuyor.
Dünyanın neresinde olursa olsun
Unilever’de herkesin uyduğu, işletmeyle ilgili
standartları tanımlayan İş İlkeleri’miz var.
Unilever Yönetim Kurulu, İş İlkeleri’mizi
izleme ve raporlama sürecinden sorumlu.
Şirketimizin başkanı her yıl işimizin kurallara uygun şekilde yürütüldüğüne dair
yazılı bir güvence veriyor. Yönetim Kurulu
bu belgeleri inceliyor ve sürecin gerektiği
şekilde işlemesini temin etmek için kurum
içi denetim yöntemi kullanılıyor.
Türkiye’de de tedarikçilerimiz, müşterilerimiz ve ticari ortaklarımızla ilişkilerimizi İş İlkeleri’miz doğrultusunda tesis
ediyoruz. Ayrıca adil ve gerekli rekabet
yasalarının geliştirilmesini de destekliyoruz. Çalışanlarımız iki yılda bir İş İlkeleri
ile ilgili eğitim alıyor ve ilkelerimize olan
uyumlarını teyit ediyor.
Sürdürülebilirlik kavramı Unilever için
nerede duruyor peki?
Sürdürülebilirliğin şu an Unilever’in iş
stratejisinin merkezinde olduğunu söyleyebilirim. Tüm faaliyetlerimizi sürdürülebilirlik stratejisi doğrultusunda planlıyoruz.
Stratejimiz, tüm şirket idaresi ve yönetim
birimlerimizce destekleniyor. Markalarımızın
iletişim faaliyetlerinden tüketicilerimizin ve
çalışanlarımızın günlük yaşamlarına kadar
tüm süreçlerde sürdürülebilirlik konusunu
ön planda tutuyoruz.
2010’un sonlarında Sürdürülebilir Yaşam
Planı başlıklı bir rapor açıkladınız. Bundan
bahseder misiniz biraz?
Sürdürülebilir Yaşam Planı, Unilever ürünlerinin satışa sunulduğu 170’den fazla ülkeyi
kapsıyor. Sürdürülebilirlik konusunda yalnızca çevreyle sınırlı kalmayarak, sosyal ve
ekonomik boyutlarda da iyileştirme sağlamayı
hedefliyoruz. Sürdürülebilir Yaşam Planı’na
göre, 2020 yılına kadar 1 milyar insanın sağlık ve esenliğini geliştirmeyi, ürünlerimizin
çevresel ayak izini yarı yarıya azaltmayı ve
tarımsal hammaddelerimizin yüzde 100’ünü
sürdürülebilir kaynaklardan almayı taahhüt
ediyoruz. Bu taahhütler doğrultusunda yaptıklarımızı her yıl düzenli olarak çıkaracağımız
raporla kamuoyuna açıklayacağız.
İTİBAR İÇİN ETİK YÖNETİM
VE ŞEFFAFLIK ŞART
IŞIL ARIDAĞ
Ünite İletişim Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Müdür
İletişim danışmanları olarak bizler, etkileme gücü
yüksek ve etki alanı geniş bir mesleği icra ediyoruz. Bu
nedenle, sunduğumuz hizmet kapsamında etik yönetim
ve şeffaflık büyük önem arz ediyor. Müşterilerimizin
iletişim hedeflerine ulaşmalarını sağlarken, hedef kitlelerin ve kamuoyunun
çıkarlarını gözetmek için büyük özen gösteriyor ve fikri mülkiyet haklarına saygı
göstermeyi görevimiz addediyoruz. Bu sayede, güven ortamı oluşturduğumuza
inanıyoruz. Ünite İletişim olarak insan kaynağımız, temsil ettiğimiz kurumlar, sivil
toplum kuruluşları ve medya gibi iş ortaklarımız ve tedarikçilerimiz ile birlikte
etik değerleri ön planda tutarak hareket ediyoruz. Unilever ile 10 yıla yakın süreli
işbirliğimizde de sorumluluk, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine kayıtsız şartsız
sadık kalarak çalışıyoruz. Etik yönetim ve şeffaflık konusunda benimsediğimiz bu
anlayışın geniş bir tabanda kabul edilmesi, sektörümüzün itibarı açısından büyük
değer taşıyor. İletişim danışmanlığı sektörünün son yıllarda göstermiş olduğu gelişme
ve özellikle İDA üyelerinin Meslek Ahlakı İlkeleri ve Bildirgesi’ni imzalamak suretiyle
bu konudaki taahhütleri, sektörümüzün geleceğine güvenle ve umutla bakmamızı
sağlıyor.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
13
ETİK
Aldığım
birkaç ders
ve kurduğum
bir hayal
Erdem, etik, dürüstlük ve şeffaflık kavramları dünden
bugüne değişen dünya ve gelişen koşullar ile birlikte
farklı anlamlar kazandı. 80’li yıllarda kutsallaştırılan,
idealize edilen etik kavramı, 90’larda herhangi bir
kurumun uzun vadeli ayakta kalabilmesinin anahtarı
olarak görülüyordu. 2000’lerin başından itibaren
yükselen ve içinde bulunduğumuz dönemde akıl
almaz boyutlara varmış olduğunu söyleyebileceğimiz
dijital çağ ise algı yönetimini iletişim sektörü içindeki
en kritik disiplin haline getirdi.
FİGEN İSBİR
İLETİŞİM DANIŞMANLIĞI
ŞİRKETLERİ DERNEĞİ ( İDA )
YÖNETİM KURULU BAŞKANI
EXCEL İLETİŞİM DANIŞMANLIĞI
AJANS BAŞKANI
14 MediaCat Özel Eki
MART 2011
Y
aklaşık 35 yıl önceydi. Henüz
lise öğrencisiydim. Okula bir
haber ulaştı. Artık eğitim
programımızda yeni bir
ders yer alacaktı: Din ve Ahlak Bilgisi
dersi. Bu haber, Fen / Matematik grubu
derslerine ağırlık verilen programı seçerek
edebiyat, sosyoloji ve psikoloji derslerinin
kısıtlı saatlere indirgenmesini göze
almış -içlerinde benim de yer aldığım–
öğrencilerin kafasında soru işaretleri
yarattı. Çünkü Fen / Matematik ağırlıklı
eğitim alabilmek uğruna sosyoloji ve
felsefe derslerimizin haftada 3 saate
indirilmesine göz yummak durumunda
kalmıştık. Bu dersleri üstlenen
Zuhal öğretmene hepimiz hayrandık.
Ders saatlerini iple çektiğimiz bu
öğretmenle geçirdiğimiz zaman bu kadar
kısıtlanmışken, Din ve Ahlak Bilgisi dersi
için nasıl zaman bulacaktık?
Tüm bu sorularımıza aldığımız ilk
somut karşılık, çok sevindirici olmakla
birlikte, bir o kadar da şaşırtıcıydı.
Zuhal Hanım’ın ders saatlerinden biri
Din ve Ahlak Bilgisi dersine ayrılacak ve
öğretmeni de yine Zuhal Hanım olacaktı!
Bu noktada aklımızı dersin içeriği
kurcalamaya başladı. İlk Din ve Ahlak
Bilgisi dersimiz başladığında, o günün o
sınıftaki tüm öğrenciler için hayat boyu
hatırlanacak izler bırakacağından elbette
habersizdik.
VİCDANINIZLA TANIŞTINIZ MI?
Dersimiz, öğretmenimizden aldığımız
eğlenceli bir teklifle başladı: “Hayal
gücünüzü kullanın ve hayatta
gerçekleşmesini en çok istediğiniz
şeyi bulun. Bu isteğinizin mutlaka
gerçekleşeceğini var sayarak seçin
dileğinizi. Ancak önemli iki şartım
var: Sessiz ve sadece içinizden düşünün.
İsteğinizin ne olduğunu hiç ama hiç
kimseye söylemeyin”. Süre başladı.
Sınıftan çıt çıkmıyordu. Gözümüzü
yere ya da gökyüzüne dikmiş, derin
düşüncelere dalmıştık. Süre bitiminde,
zor da olsa, hepimiz kendimize ait tek
bir dileğe odaklanmayı başarmıştık.
Öğretmenimiz devam etti: “Şimdi bir
karar daha vermenizi isteyeceğim. Bu sizi
belki üzecek ama isteğinizin, aslında bir
başkasının hakkı olduğunu öğrendiğinizi
var sayın. Üstelik bu kişi bunu tamamen
kendi çabasıyla hak etmiş, sizin gibi
sadece hayal kurarak değil. Bu dilek ya
sizin için ya da asıl hak eden diğer kişi
için gerçekleşecek. Seçim sizin. Kararı
siz vereceksiniz. Vereceğiniz karar
kendinizi tercih etmek yönünde olursa,
bu seçiminizden kimsenin hiçbir zaman
haberi olmayacağı garantili. Suçlanma
ihtimaliniz yok. Yani kendinizden
başka hiç kimseye yakalanmayacaksınız.
Kararınızı vermeden önce çok iyi
düşünün. Yine sessiz ve içinizden… Süre
başlamıştır”.
Açıkçası ben isteğimi de
yaptığım seçimin ne olduğunu da
tam hatırlamıyorum. Büyük ihtimalle
hakkımdan vazgeçmiştim ya da belki de
hocamızın sürenin sonunda paylaştığı
ve hiç unutmadığım şu bilgi nedeniyle
vazgeçtiğime inanmak istiyorum, kim
bilir: “Az önce vicdanınızla tanıştınız.
Onunla baş başa kaldınız. Yaptığınız
seçimi yöneten vicdanınızdı”. İşte ahlak
buydu: Vicdan. Din ise vicdanımızla
baş başa kaldığımızda adil olmamız için
öğrendiğimiz bir inanç sistemiydi. İlk
ders hepimiz için çarpıcı bir başlangıç
olmuştu ve yıl boyunca da aynı etkiyle
devam etti. Bu ders ve yaşadığım iç
hesaplaşma aklımdan hiç silinmedi.
KALICI OLMAK İÇİN ETİK VE
ŞEFFAF DAVRANMAK ŞART
Gençliğim 80’li yıllara denk düşüyordu.
Bu dönem; erdem, ahlak, etik ve
dürüstlük gibi kavramları kutsallaştıran,
idealize değerler sisteminin baskınlığını
koruduğu yıllardı. İş yaşamında
yükseldiğim ve gerçek hayatla
beslendiğim 90’lı yıllar ise bana çok
önemli bir ders verdi: Etik olmak ve
İNSANLARIN NAMUSLU OLMAK
İÇİN ÖNCELİKLE İYİ KALPLİ OLMAYA
DEĞİL, AKLA İHTİYAÇLARI VAR.
YETERİNCE AKILLI BİR İNSAN, ETİK
DIŞI DAVRANIŞLARIN HEM KENDİ
GELECEĞİNİ HEM DE İÇİNDE YER
ALDIĞI DÜNYAYI RİSKE ATACAĞININ
FARKINA VARABİLİR
şeffaf davranmak kurumların, kişilerin,
markaların var olmaları ve varlıklarını
kalıcı kılmaları için kaçınılmaz bir alt
yapıydı. İdealist değil, gerçekçi; romantik
değil, pragmatik bir ihtiyaçtı.
O yıllarda bir dostumun söylediği
gibi: “İnsanların namuslu olmak için
öncelikle iyi kalpli olmaya değil,
akla ihtiyaçları var. Yeterince akıllı
bir insan, etik dışı davranışların hem
kendi geleceğini hem de içinde yer
aldığı dünyayı riske atacağının farkına
varabilir”.
60’lı, 70’li ve 80’li yıllar, kişilerin ya
da kurumların iyi ve kötü özelliklerinin
açığa çıkmasından utanıldığı, bu
tarz durumların ayıp sayıldığı, ahlak
kavramının romantik bir boyutta
algılandığı ve değerler sistemiyle
ilişkilendirildiği yıllardı. Ne olduğumuz
ve nasıl algılandığımız kavramları
zihinlerimizde henüz tam ayrışmamıştı.
90’lı yıllar, yaşamın her alanına
işleyen popülizm ile birlikte kişilerin ve
kurumların ne olduğu gerçeğinden çok
nasıl algılandığı boyutuna odaklanılan
yıllardı. Bu süreç, sonrasında tüm
kişi ve kurumlar için ders verici ve
öğretici pek çok çarpıcı olaya tanıklık
etmemizin zeminini hazırladı. Bu açıdan
bakıldığında, 2000’li yıllarda itibar
kavramına daha çok odaklanılması ve
kriz yönetiminin yaygınlaşması bir
tesadüf değil. Bu yıllar, sebebi her ne
olursa olsun, etik olmaktan ve şeffaflıktan
uzaklaştığımız takdirde ömrümüzün
kısalacağı gerçeğini içselleştirdiğimiz
yıllar oldu. Bu anlayışın yerleşmesiyle
beraber algı yönetimi başlı başına kritik
bir hal aldı. Sanal yaşamın yayılmasına
paralel olarak neredeyse ışık hızına
ulaşan iletişim bombardımanının da
etkisiyle, iletişim mesleğine duyulan
ihtiyaç çok daha yaşamsal bir boyut
kazandı. Bu ortamda iki gerçek eş
zamanlı olarak kavrandı. Bunlardan
ilki; kişinin ne olduğunu önemsemesi,
işinde en iyi olmaya odaklanması ama
bunu başkalarının kendi çabalarıyla
fark edip takdir etmesini beklememesi,
aktarmak ve algılatmak için mutlaka
profesyonel modeller geliştirmesi
gerektiği ve bunları yapmazsa işinde
iyi ya da farklı olmanın asla tek başına
yeterli olmayacağı gerçeğiydi. İkincisi ise
sunulan hizmet, ürün ya da birey olarak
duruşumuz ne kadar üstün ve ayrıcalıklı
olursa olsun, etik olmaktan ve şeffaflıktan
uzaklaştığımızda, ömrümüzün uzun
olmayacağı gerçeğiydi.
ETİK VE ŞEFFAF REKABET
NASIL SAĞLANMALI?
Bu yazıyı, mümkün olsa da cevabını
halkla ilişkiler hizmeti alan her kurumdan
duyabilsem, hayalini kurduğum şu soru
ile bitirmek istiyorum: Halkla ilişkiler
sektörü sizce ne kadar etik ve şeffaf olabilir?
Cevap elbette, kısaca “her sektörde olduğu,
olabileceği kadar” şeklinde verilebilir. Ne
yazık ki bugün ülkemizde pek çok kurum
tarafından başarının ölçümlemesi olarak
kabul edilmeye devam eden şu iki kriter
ortadan kalkmadığı sürece, halkla ilişkiler
sektörü için tam anlamıyla etik ve şeffaf
bir ortamda rekabet ve hizmet koşullarının
varlığından söz etmemiz mümkün
olamayacak. Bunlardan ilki, halkla ilişkilerin
medyada haber çıkarma işi yapan bir meslek
olduğu algısı ve bu anlamda dar bir alana
sıkıştırılma baskısı. İkincisi ise başarı kriteri
olarak medya çıktılarının reklam eşdeğeri
hesabıyla ölçümlenmesi. Bir diğer deyişle,
elmalarla armutların kıyaslanması.
Ölçümlenemeyen hiçbir işin
yönetilemeyeceği gibi, doğru
ölçümlenemeyen sektörlerin gelişimlerini
sağlıklı olarak gerçekleştirmeleri de
mümkün olamaz. Üstelik bu koşullar
altında, etik ve şeffaf iş yapma modellerinin
zemini de çok kayganlaşır.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
15
HALKLAİLİŞKİLERVEETİK
Hayır demeyi öğrenmek
Etik ve şeffaflık sözcükleri klişeler sözlüğüne girme tehlikesiyle karşı
karşıya. Tıpkı sürdürülebilirlik, kurumsal sosyal sorumluluk ve sosyal
medya gibi. Klişe, sözlük anlamıyla, aşırı kullanımdan ve fazla aşinalıktan
etkisi yıpranmış ifade anlamına gelir. Bir başka deyişle, klişe sözcükler
gerçek anlamlarını yitirmiştir.
RICHARD LINNING
FIPRA FCIPR
IPRA Başkanı 2011
ÇEVIRI: AYTÜL ÖZER
16 MediaCat Özel Eki
MART 2011
İ
nanç, düşünce ya da ürünleri her
ne olursa olsun, prensipte herkes
temsil edilme hakkına sahiptir.
Herkes kendini savunmak, tavrını
ve görüşünü ortaya koymak için halkla
ilişkiler hizmetlerinden yararlanabilir.
Suçluların bile temsil edilme hakkı
vardır. Peki mesleği halkla ilişkiler
olan kişi tüm bu insanları ve kurumları
savunma rolünü üstlenirken, ne gibi
bir sorumluluk taşımaktadır? Etik ya
da ahlaki zeminde kişisel olarak onlara
katılmıyorsa reddetme hakkı var mıdır?
Mesajların içeriğinden sorumlu mudur?
Ya da sonuçlarından? Yoksa hiçbirinden
mi?
Eğer halkla ilişkiler –Grunig
modellerinde olduğu gibi– sadece bir
süreç olarak kabul edilirse, o zaman
etik rölativizm sorunu diye bir şeyden
de bahsedemeyiz çünkü halkla ilişkiler
bir sonuç değil, süreçtir. Çok uzun bir
süre boyunca, söz konusu halkla ilişkiler
olduğunda, bu mesleği icra eden kişilerin
sadece haber iletme rolü üstlendiği
görüşü süregeldi: “Gerçeklerle ilgili
hiçbir sorumluluğum yok. Tek görevim,
işimi yapabilmek için onları en iyi
biçimde derlemek”1 [1]. Ancak yakın
bir geçmişte, Birleşik Krallık Halkla
İlişkiler Enstitüsü (UK Institute of Public
Relations), “gerçeği göz önüne almayı”
şart koşmaktan dürüstlük (sağlamlık /
güvenilirlik) ve kötü uygulamalardan söz
etmeye geçiş yaptı.2 [2]
HALKLA İLİŞKİLER
PROFESYONELİNİN ROLÜ
Yazgımız sonsuza dek başlarımız kuma
gömülü şekilde devekuşu gibi yaşamak
mı? Marksist kuramcı Slavoj Zizek’in
daha geniş bir bağlamda ileri sürdüğü
gibi, bu bir tür inanmaktan uzak durma
ya da inanmayı erteleme isteği mi?
Gerçekten çok ideallere mi inanıyoruz?
“Olayların nasıl olduğunu çok iyi biliyor
ancak hâlâ bilmezden mi geliyoruz ?3
Rolümüz sadece “.. hırs, yozlaşma ya
da düşkünlüğe aptalca rıza göstermeyi
erdemli bir yükümlülük, kamuoyu için
övgüye değer bir boyun eğme ya da kamu
yararına takdire değer bir heveslilik
görüntüsüyle yaldızlamak mı?”4 Geceleri
yönetim kurulu üyelerini uykusuz
bırakacak veriler ortaya koymaktansa
yıllık raporlama sürecini bir pazarlama
aracı olarak görmek mi?
Halkla ilişkiler disiplininin kökenleri,
zaman zaman ince farklar söz konusu olsa
da, savunma kavramında yatıyor. Modern
halkla ilişkilerin babası Edward Bernays
bu durumu şöyle ifade ediyor: “Benim
yaptığım şey propaganda. Tek umudum,
impropaganda* olmaması”.
*Bütün ikna çabalarında geleneksel
propaganda teknikleri kullanılırken,
Bernays “impropaganda” sözcüğüyle
propaganda tekniklerinin sağduyudan,
1
iyi niyetten ya da ahlak kurallarından
uzak biçimde kullanılmasını kastetmiş,
özellikle politikada artan impropaganda
kullanımından kaygı duymuş ve bu
teknikleri kullanan politikacıların halkın
güvenini kaybettiğini belirtmiştir.
Propaganda kavramı, nötr haliyle,
“gerçeğe dayalı olan ya da olmayan tek
taraflı mesajları; ideolojik, siyasi ya da
ticari amaçlar doğrultusunda kitlesel ya
da doğrudan medya kanalları aracılığıyla
aktararak belli hedef kitlelerin duygu,
tavır, düşünce ve eylemlerini etkilemeye
çalışan sistematik bir kasıtlı ikna biçimi”
olarak tanımlanabilir.5 Bu tanım aynı
zamanda halkla ilişkilerin taraflarla
olumlu ilişkiler kurma ve bu ilişkilerin
gelişmesine yardımcı olma bilimi ya da
sanatı olduğuna ilişkin basit tanımdan da
fazla uzak değildir.
Baba Aldus Manutius’tan (1450
- 1515) bu yana iletişimde dürüst
ve açık olmamak için hiçbir mazeret
kalmamıştır. Baba ve oğul Manutius
noktalama işaretlerinin modern
kullanımını geliştirmiştir.6 “Kadın,
erkeği olmadan bir hiçtir” cümlesinin
anlamıyla “Kadın, o olmadan, erkek
bir hiçtir” cümlesinin anlamını
karıştırmanın mazereti olamaz. Üçüncü
parti tanıklıkta kukla ustalarının
anonimliği de bir savunma olamaz.
[1] Ivy Lee testimony to US Commission on Industrial Relations 1915
[2] To Spin or not to Spin Profesör Anne Gregory Haziran 2002
2
TEMEL KURALLAR, ŞEFFAFLIK VE KAMUOYU
İLGİSİ ETİK İLKELER BÜTÜNÜYLE SAĞLANABİLİR.
ANCAK ONLARIN NASIL YORUMLANDIĞINI VE
UYGULANDIĞINI BELİRLEYEN, BİREYSEL AHLAKTIR
EYLEMLERİN SONUÇLARIYLA
YÜZLEŞMEK
Halkla ilişkilerin profesyonel bir
uzmanlık haline gelmesi isteniyorsa,
Bernays’in “impropaganda”
sorgulamasının eylemlerimizin zararla
sonuçlanıp sonuçlanmayacağı sorusuyla
tamamlanması gerekir. Bu aynı zamanda
tıbbi etiğin temel davranış kurallarından
biri olan “primum non nocere” (ilk
olarak, zarar vermemek) ilkesiyle de
ilintilidir. “Herhangi bir meslekte
sorumluluk ve hesap verebilirlik,
mesleği icra edenlerin, eylemlerinin
sonuçlarıyla yüzleşmesi gerektiği
anlamına gelir.”7
Bu noktada kendimize şu soruları
sormamız gerekir: Halkla ilişkileri iyi ya
da kötü, kesin bir sonuç elde etme yolu
olarak kullandığımızda, öngörmediğimiz
ya da aklımıza bile gelmemiş sonuçların
söz konusu olması halinde, bunlardan
biz mi sorumluyuz?
İşte böyle bir ortamda, Uluslararası
Halkla İlişkiler Derneği, halkla
ilişkilerde davranış ilkeleri bütününe
ilişkin bir tartışma başlattı. Bu ilk ya
da tek ilkeler bütünü değil. IPRA’nın
profesyonel tavır, etik davranış ve
halkla ilişkiler yönetimi konusunda
zaten kendi Venedik (1961), Atina
(1965) ve Brüksel (2007) İlkeler
Bütünü var. Hepsi de özellikle 19.
maddesiyle büyük önem arz eden İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi’ni8 temel
alıyor.
Herkesin düşünce ve ifade özgürlüğü
hakkı vardır; bu hak kişinin müdahale
olmaksızın düşüncelerine sahip çıkma
ve bilgi ve fikirleri dilediği medya
aracılığıyla, sınırlardan bağımsız olarak
araştırma, alma ve aktarma hakkını
içerir.
ETİK, GERÇEK DIŞI
BİR OLASILIK MI?
19. madde, kolaylıkla ifade edilen
ancak evrensel olarak gerçekleştirilmesi
zor etiklik prensibinin uygulamaya
koyulmasına bir katkı olarak aslında
hepimiz için son derece değerli. Birçok
eleştirmen ‘halkla ilişkiler etiği’
teriminin oksimoron olduğunu ileri
sürüyor ve sektörde etiklik kavramını
gerçekdışı, aldatıcı bir olasılık şeklinde
yorumluyor. Hatta bu görüşler,
“Karşılığını ödeseydi Şeytan’ı da temsil
ederdik”9 gibi ifadelerle destekleniyor.
Bu noktada yaşanan ikilem, gündelik
halkla ilişkiler uygulamalarında bu
ifadenin 19. maddedeki düşünce
ve ifade özgürlüğü hakkı ile
bağdaştırılması.
Aramızda bu dönemi yeni bir karanlık
dogma çağı kılmaya çalışanlar varken, bu
soru daha da büyük bir anlam kazanıyor10
. Bir meslekte hesap verebilirlik –ki bu
halkla ilişkiler sektörü için son derece
önemli bir kavramdır– mesleği icra
edenlerin, eylemlerinin sonuçlarıyla
yüzleşmesi gerektiği anlamına gelir.
Temel kurallar, şeffaflık ve kamuoyu
ilgisi etik ilkeler bütünüyle sağlanabilir.
Ancak onların nasıl yorumlandığını
ve uygulandığını belirleyen, bireysel
ahlaktır. İşte bu sebeple atılması gereken
ilk adım, “Hayır!” demeyi öğrenmek.
HALKLA İLİŞKİLERİ İYİ YA DA KÖTÜ, KESİN BİR
SONUÇ ELDE ETME YOLU OLARAK KULLANDIĞIMIZDA,
ÖNGÖRMEDİĞİMİZ YA DA AKLIMIZA BİLE GELMEMİŞ
SONUÇLARIN SÖZ KONUSU OLMASI HALİNDE,
BUNLARDAN BİZ Mİ SORUMLUYUZ?
3
8
4
9
The Sublime Object of Ideology Slavoj Zizek syf. 33 Verso 1989
George Washington, Veda Konuşması 1796
5
Richard Alan Nelson, A Chronology and Glossary of Propaganda in
the United States (1996) syf. 232-233
6
Eats Shoots and Leaves Lynne Truss Profile Books Ltd 2003 syf. 77
7
Effective Public Relations, Cutlip & Center 1952
http://www.un.org/en/documents/udhr/index.shtml
http://backissues.cjrarchives.org/year/92/5/pr.asp quoted in
http://www.instituteforpr.org/essential_knowledge/detail/ethics_and_public_relations/
10
Fundamentalist world – the new dark age of dogma Stuart Sim Icon Books 2004 syf. 224
MART 2011 MediaCat Özel Eki
17
ICCO
İletişim yönetiminde etik ve şeffaflık
Son 1o yıl içinde sosyal medya platformlarının önlenemez yükselişi ile birlikte şeffaflık iletişim dünyasının
yeni normali haline geldi. Tek bir iletinin kurumların kamuoyu algısını olumlu ya da olumsuz olduğu gibi
değiştirebildiği günümüzde, operasyonel ekip ve iletişim danışmanları arasındaki doğru diyalog hayati önem
taşıyor.
D
RICHARD HOUGHTON
ULUSLARARASI İLETİŞİM DANIŞMANLIĞI BİRLİĞİ BAŞKANI
ÇEVIRI: AYTÜL ÖZER
18 MediaCat Özel Eki
MART 2011
ört yıl önce PR
Week, Westminster
Üniversitesi’nde 350
iletişim profesyonelinin
katılımıyla gerçekleştirilen ‘Halkla
İlişkilerde Etik’ başlıklı bir tartışmaya
sponsor oldu. Katılımcılar, sıkı bir
tartışmadan sonra 124 oya karşılık 138
oyla halkla ilişkilerin gerçeği söylemek
gibi bir görevi olmadığı kararına vardı.
Chartered Institute of Public
Relations tarafından “yaptıklarınızın,
söylediklerinizin ve diğerlerinin sizin
hakkınızda söylediklerinin sonucu olarak
saygınlık yönetimi” biçiminde tanımlanan
bir sektörde, profesyonellerden
bekleyebileceğiniz sonuç şüphesiz ki bu
değil. Söyledikleriniz ve diğerlerinin sizin
hakkınızda söyledikleri halkla ilişkilerin
başarısı açısından böylesine önemliyken,
yalan söylemenin kabul edilebilir olduğu
kesinlikle düşünülmemeli.
Hiç kuşkusuz, Uluslararası İletişim
Danışmanlığı Birliği (ICCO) Stockholm
Tüzüğü’nü benimsediğinde, yalan
söylemek kabul edilebilir bir davranış
olarak tanımlanmamıştı. Gerçekte
tüzük, ajansların müşterilerin düşünce,
tavır ve davranışlarını etkilemelerine
yardımcı olurken, bir yandan da bu
etkinin müşterilere, çalışanlara, halkla
ilişkiler mesleğine ve tüm topluma
bir sorumluluk getirdiğine açıklık
kazandırıyor. Özellikle de “danışmanların
bir kitleyi gerçeğe dayalı bir bilgi ya
da bir müşterinin temsil ettiği çıkarlar
hakkında bilerek yanlış yönlendirmemesi
gerektiğini” açıkça ortaya koyuyor.
Yalan söylemek, karmaşık ve son
derece öznel bir alan olan iletişim etiğinin
sadece bir yönü. Modern iletişimde etiği
etkileyen faktörleri incelemeden önce,
iletişimin gerçek rolünün ne olduğuna
hızla bir göz atmak istiyorum.
HALKLA İLİŞKİLERİN ROLÜ
ICCO eski başkanı Lou Capozzi, görevi
sırasında halkla ilişkileri iş dünyasında
iyilik için bir güç olmaya çağırırken
hep ısrarcı olmuştur. O halde, iletişim
becerilerimizi kuruluşların kötü ya da
etik dışı davranışını gizlemek ya da farklı
göstermek için kullanmaktansa, gerekli
operasyonel değişimlerin gerçekleştirilmesi
için güvenilir bir ses olmalıyız. Bu yolla
iletişim ekipleri, sadece yönetimin ve
hissedarların değil, bir kuruluştaki
bütün tarafların bağlantısı haline gelir.
Çalışanların görüşlerinin üst düzey
yönetime ulaşması için bir kanal işlevi
görür. Sürdürülebilir sosyoekonomik
değer de işte bu şekilde; yani taraflar
için ekonomik değer oluşturarak, ancak
aynı zamanda toplulukları destekleyerek,
çevreyi koruyarak ve uzun dönemli
sürdürülebilir işletmeler kurarak
yaratılabilir. Peki iletişimin rolü sadece
iletişim alanında değil, aynı zamanda
İLETİŞİM BECERİLERİMİZİ KURULUŞLARIN
KÖTÜ YA DA ETİK DIŞI DAVRANIŞINI GİZLEMEK
YA DA FARKLI GÖSTERMEK İÇİN KULLANMAKTANSA,
GEREKLİ OPERASYONEL DEĞİŞİMLERİN
GERÇEKLEŞTİRİLMESİ İÇİN GÜVENİLİR BİR SES
OLMALIYIZ. BU YOLLA İLETİŞİM EKİPLERİ, SADECE
YÖNETİMİN VE HİSSEDARLARIN DEĞİL, KURULUŞTAKİ
BÜTÜN TARAFLARIN BAĞLANTISI HALİNE GELİR
kurumsal dünyada da değişim için bir güç
olmaksa, bu durum pratikte etik ve şeffalık
açısından ne anlama geliyor?
SOSYAL MEDYA
O halde işe şeffaflıkla başlayalım. Son beş
ila sekiz yıl içinde en köklü değişiklikleri
bu alanda gördük. 1990’ların ani ‘dot
com’ yükselişi ve düşüşü sırasında yaşanan
internet patlamasıyla birlikte kurulumlar
müşterilere ve taraflara ulaşmak için
dijital iletişim kanallarını kullanmaya
başladılar. Ancak bunların büyük
bölümü tek yönlü iletişimdi. 2000’lerde
hem tüketiciler hem de işletmeler için
sosyal medyanın yükselişi iki yönlü,
gerçek iletişimi ortaya çıkardı. Örneğin
Linked-In, dokuz yıllık geçmişinde 90
milyonu aşkın kullanıcıyı kendine çekti.
Bunların hepsi de bu platform üzerinden
birbirleriyle bağlantı kuruyor, iş buluyor
ve iletişim ağı yoluyla satış yapıyor. İş
dünyasının bütünü düşünüldüğünde bu
oldukça küçük bir topluluk olabilir ancak
bu platformun uluslararası, motivasyonu
yüksek ve etkin yapısı, iletişim ve iş
dünyasında başarılı olmak için gerekli
üç yaşamsal bileşeni temsil ediyor ve
dolayısıyla başarısı kaçınılmaz hale
geliyor.
Sosyal medya dünyasının eski internet
dünyasına göre temel farkı, iletişimin çift
yönlü olması. Yani mesajlarınızı yaymakla
kalmıyorsunuz; aynı zamanda taraflardan,
müşterilerden, baskı gruplarından ya da
hükümet gibi ilgili partilerden yorum
ve eleştiri bekliyorsunuz. Daha doğrusu
beklemek durumundasınız.
Sadece bir kuruluşun ve faaliyetlerinin
adil ve dürüst tablosunu yansıtan
iletişimleri geliştirmek, test etmek
ve rafine hale getirmek değil, aynı
zamanda taraflardan ve daha geniş
kapsamda iş ve medya dünyasından
gelen geribildirimlere, eleştirilere, hatta
bazı durumlarda doğrudan doğruya
düşmanlıklara karşılık vermek zorunda
olan profesyonel iletişimciler için bu iki
yönlü iletişimin ciddi etkileri var. İşte
bu noktada -yani etik dışı ya da yasadışı
uygulamalar vurgulanacağı, tartışılacağı
ve çevrimiçi paylaşılacağı zaman- iletişim
ekiplerinin iş operasyonlarıyla entegre
hareket ediyor olması kritik hale geliyor.
İLETİŞİM, OPERASYONEL
FAALİYETLERİN BİR PARÇASI
İletişim ekibinin bu eleştirilere nasıl
karşılık verdiğinin kampanyanın başarısı
üzerinde önemli bir etki yaratacağı
şüphesiz. Ancak operasyonel ekiplerin
tanımlanmış olan sorunları ele almaması
ve açıklamaması daha büyük bir etki
yaratacaktır. Twitter, Facebook, çeşitli
forumlar ve Linked-in... Bu gibi
sitelerin hepsi hem savunan hem de
eleştiren taraflara düşüncelerini dile
getirebilecekleri bir platform sağlıyor.
Dolayısıyla günümüzde iletişimi,
geçmişte olduğu gibi, operasyonel
faaliyetlerden ayırmak kesinlikle olanaklı
değil.
Bu bahsettiğim durum özellikle
kriz zamanları için geçerli. Geçtiğimiz
günlerde, çeşitli internet platformlarında
Quanta A380 ile ilgili pek çok haber
gördük. Bir yolcunun pilotun yaptığı
anonsu kaydederek internet üzerinden
takipçileriyle neredeyse hemen
paylaşmasıyla, Rolls-Royce motoruna
bağlı sorunlar nedeniyle acil iniş yapmak
zorunda kalan uçağın haberi önce
Twitter’da duyuldu. Benzer şekilde
Nestlé, palmiye yağı üretmesine ve
bunun sonucunda ortaya çıkan çevresel
zarara yönelik geliştirilen Greenpeace
eleştirilerine Facebook sayfasında
saldırgan biçimde yanıt verdiğinde, haber
tüm dünyaya yayıldı. Bu gelişmeleri
ürün boykotları takip etti. Bu örneklerde
yaşamsal bağlantı yine operasyon ekibiyle
iletişim departmanı arasında ve mesele
sadece iletişimin en iyi nasıl yönetileceği
ile ilgili değil. Eğer palmiye yağı
üretimiyle çevreye zarar veriliyorsa ve bir
baskı grubunun elinde kanıt olarak video
varsa, en iyi iletişim stratejisi bile sorunu
ortadan kaldıramaz.
İLETİŞİMCİLERİN İŞİ ZOR
Günümüzde bir şirketin iletişimde
olduğu insanlarla diyaloğunu ne şekilde
sürdürdüğünün yanında bu kitlelere karşı
nasıl ve ne kadar sorumlu davrandığının
da irdeleniyor olması, iletişimcileri zorlu
etik kararlarla baş başa bırakıyor. Bir
iletişim profesyoneli operasyonel arenaya
getirildiğinde etik olmayan faaliyetleri
savunma zorunluluğuyla karşı karşıya
kalıyorsa, bu duruma olumlu bir bahane
uydurmak ve gerekçe olarak kurumsal
bağlılığı mazeret göstermek kabul
edilebilir bir şey midir?
Hiç kuşkusuz, bazı durumlarda
iletişimcinin eylemlerine yasalar rehberlik
ediyor. Ancak birçok durumda, neyin etik
olup neyin olmadığı kararı son derece
öznel işliyor. İletişimde etik üzerine
yüzlerce akademik rapor okumuş olsam
da bugüne kadar internet üzerinde pratik
önerilerle çok fazla karşılaşmadım. Bu
nedenle, 20 küsur yıllık profesyonel bir
iletişimci olarak kullandığım pratik ilke
ve yöntem her zaman şu oldu: “Wall
Street Journal’ın baş sayfasında görmekten
hoşnut olmayacağınız hiçbir şeyi
söylemeyin, yapmayın ya da duyurmayın.”
Bu kuralı bütün kararlarınıza
uygularsanız, neyin etik olup neyin
olmadığı çok geçmeden açıklık
kazanacaktır. Bu söylediğim işi basite
indirgemek olabilir ancak teslim
tarihlerinin büyük önem arz ettiği,
bu anlamda baskılı ortamlarda çalışan
bireyler için her zaman sağlam bir rehber
olduğu kanıtlanmıştır.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
19
ARAŞTIRMA
2007 ETİK BAROMETRE:
ETİK TARTIŞILABİLİR Mİ?
Etik ve şeffaflığın
azı çoğu olur mu?
Bir kurum için “etik olma”nın derecesinden
bahsedemeyiz. Bir şirket ya etiktir ya
da değildir. Tıpkı bir insanın biraz dürüst
olamayacağı gibi. Ama etiklik ve şeffaflık
algısının azı çoğu olur. Yani bu konunun
algısı ölçümlenebilir.
ELVAN OKTAR
ERA ARAŞTIRMA
VE DANIŞMANLIK KURUCU ORTAĞI
B
u yazıda kurumların etik
ve şeffaflık algılarının
nasıl ölçüldüğünden ve bu
konuda halkın şirketlerden
beklentilerinden bahsedeceğim. Bunun
yanısıra hepimize etiklik ve şeffaflık
konusunda ışık tutacak bir araştırmayı
paylaşmak istiyorum: İş dünyasının etik
konusundaki görüşlerine ilişkin “Etik
Barometre”.
“ETİKLİK VE ŞEFFAFLIK”
VE İTİBAR
Şirketlerin “etiklik, şeffaflık ve hesap
verilebilirlik” algılarının ölçümlenmesine
Türkiye’de son birkaç yılda başlandı.
Aslında yurtdışındaki “itibar”
ölçümlemelerinde uzun süredir kriterlerden
biri olarak sorgulanıyordu. Bizde ise son
yıllarda gelişmeye başladı. Şimdi dönüp
baktığımda görüyorum ki son bir yılda
yaptığımız itibar ve algı araştırmalarının
hemen hemen hepsinde bu konuda farklı
kitlelerin algısını mutlaka sormuşuz. Bu
20 MediaCat Özel Eki
MART 2011
Fikri yok
% 2,4
2008 EN BEĞENİLEN SEKTÖRÜN
PERFORMANS DERECELERİ
En güvenilen sektörün
performans sıralaması
Gelişen ve büyüyen bir sektördür
İnsanlık için / benim için olmazsa olmaz bir sektördür
Yenilikçi bir sektörüdür
İnsanlığa / toplum yararına hizmet eden bir sektördür
İtibarlı / saygın bir sektördür
Gelecek vadeden, istikrarlı bir sektördür
Güvenilir bir sektördür
Türkiye ekonomisine sahip bir sektördür
Yüksek teknolojiye sahip bir sektördür
Ülke (ekonomisinde) stratejik öneme sahip bir sektördür
Tüketicinin sektördeki firmalara istediği zaman ulaşabileceği,
kolayca bilgi alabileceği bir sektördür
Çalışmak / çocuğumun çalışmasını isteyeceğim bir sektördür
İstihdama önemli katkıda bulunan bir sektördür
Dürüst bir sektördür
Araştırma ve geliştirmeye yeterli kaynak ayırır
Etik ve şeffaf bir sektördür
Türkişe iş etiğini
tartışabilmesi için
daha erkendir
%40,5
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
halkın verdiği notlarla karşılaştırıldığında
hayli düşük. Ya daha fazla bilgiye sahip
oldukları ya da beklentileri daha yüksek
olduğu için bu konuda şirketlere karşı
daha acımasız olabiliyorlar. Bu kitleler için
şirketlerin “etiklik ve şeffaflık” konusundaki
başarı düzeyleri itibarları üzerinde daha
fazla etkili.
İŞ DÜNYASI “ETİK”
KONUSUNDA NE DÜŞÜNÜYOR?
Türkişe iş etiğini
tartışabilecek
düzeye erişmiştir
%57,1
çalışmaların geneline baktığımızda,
“etiklik ve şeffaflık” konusunun bir
şirketin itibarı üzerindeki öneminin
ortalama düzeyde olduğunu görüyoruz.
Yani ne çok önemli, ne de önemsiz. Yıllar
içinde önem düzeyi artsa da çoğu sektörde
bir şirketin algısı üzerinde en etkili 10
kriter arasına giremiyor. Tabii bu konuda
da istisnalar var. Özellikle ilaç, tütün ve
içki sektörlerindeki firmalar için daha
önemli durumda. Hizmet sektöründe
de bu kriterin öneminin daha yüksek
olduğunu görüyoruz.
Yaptığımız çalışmalar, halkın en
güvendiği sektör için bile “etiklik ve
şeffaflık” konusunda oldukça düşük not
verdiğini gösteriyor. 2008’de yaptığımız
bir araştırmada, sektörlerin beğenisi
etkileyen 16 temel kriter içinde en düşük
notu “etiklik ve şeffaflık” almış.
Firmalar için yaptığımız özel
araştırmalarda ise görüyoruz ki itibarlarına
yatırım yapan şirketler, “etiklik ve şeffaflık”
konusunda daha yüksek algıya sahipler.
Medya mensupları, sivil toplum kuruluşları,
akademisyenler gibi daha uzman
paydaşlarda ise bu konuda ciddi bir farklılık
ortaya çıkıyor. Bu paydaşların etik ve
şeffaflık konusunda şirketlere verdiği notlar,
Biraz da iş dünyası “etik” konusunda
neler düşünüyor, ondan bahsedelim.
2006 yılında TEDMER (Türkiye
Etik Değerler Merkezi) ile birlikte
başladığımız ancak 2 yıl boyunca
toplam 3 dönem gerçekleştirdikten
sonra şartlar gereği durdurduğumuz
“Etik Barometre” çalışmasının
sonuçları, ülkemizde bu konunun
uygulanmasında bazı sıkıntılar
olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye’nin
önde gelen şirketlerinin üst düzey
yöneticileri (CEO, Genel Müdür,
Yönetim Kurulu Başkanı, Üyesi, Genel
Müdür Yardımcısı vb.) ile kurumsal
iletişim, insan kaynakları ve pazarlama
bölüm yöneticileriyle görüşerek
gerçekleştirdiğimiz çalışmanın belki de
en dikkat çekici bölümü, iş dünyasının
yüzde 41’inin “Türkiye’de iş etiğinin
tartışılabilmesi için henüz erken”
olduğunu düşünmesi.
Yine aynı çalışmada etik konusunda
en çok yol katetmiş sektörler
sorulduğunda, bankacılık ve finans
bu konuda en fazla belirtilen sektörler
oldu.
Sıra
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
Sektör
Bankacılık ve finans
Bilgi ve iletişim teknolojileri
Otomotiv
Dayanıklı tüketim
Dayanıksız tüketim / FMCG
Pazar araştırması
Telekomünikasyon
İlaç
Kamu sektörü
Dayanışma
Eğitim
ŞİRKETLERİN “ETİKLİK,
ŞEFFAFLIK VE HESAP VERİLEBİLİRLİK”
ALGILARI, YURTDIŞINDAKİ “İTİBAR”
ÖLÇÜMLEMELERİNDE UZUN SÜREDİR
KRİTERLERDEN BİRİ OLARAK
SORGULANIYORDU. BİZDE İSE SON
YILLARDA GELİŞMEYE BAŞLADI
En çok yol katetmesi gereken sektörler
ise şöyle sıralanıyor:
Sıra
Sektör
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
Belediyeler / yerel yönetimler
Medya
Kamu sektörü
İnşaat / taahhüt
Sağlık
İlaç
Eğitim
Turizm
Tekstil
Dayanıksız tüketim / FMCG
Oldukça ilginç ve demotive edici
bir diğer sonuç ise iş dünyasının sadece
yüzde 25’inin kendi sektörlerini etik
bulması. Genel olarak Türkiye iş
dünyasını etik bulanların oranı ise daha
da vahim; sadece yüzde 6 !
Sektörlerden bağımsız olarak firma
kökenleri açısından sorguladığımızda
ise iş dünyasının etik konusunda yerli
firmalara oranla yabancı firmaları
daha ileri noktada değerlendirdiğini
görüyoruz.
Bilmiyor/Fikri yok
%2,4
Yabancı firmalar
ileride
%87,9
Hiçbir fark yok
%8,5
Yerli Firmalar
ileride
%1,2
Sonuç olarak “etiklik ve şeffaflık” diğer
yönetim ilkeleriyle karşılaştırıldığında,
henüz yeni ve yönetimi daha az bilinen
bir konu olsa da önemi toplumun farklı
kesimleri tarafından kısa zamanda
anlaşılmaya başlanmıştır. Ancak maalesef
görüyoruz ki firmaların bu konuda daha
yürüyecek uzun bir yolları var.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
21
ETİKVEŞEFFAFLIK
Ne kadar etik,
o kadar kâr!
Yakın bir zaman öncesinde AccountAbility
isimli bir kuruluş ülkemizde hangi
şirketlerin daha sosyal sorumlu olduğuna
dair bir değerlendirme yapmış ve sonuçları
medya ile paylaşarak konunun iş dünyasında
gündeme gelmesini sağlamıştı. Londra,
Pekin, Washington D.C.,San Paulo ve New
York’ta ofisleri bulunan bu şirket, sosyal
sorumlu olmanın standartlarını belirlediğini
ve şirketleri bu standartlara göre
değerlendirdiğini belirtiyordu.
SALİM KADIBEŞEGİL
ORSA STRATEJİK İLETİŞİM
DANIŞMANLIĞI STRATEJİK
İLETİŞİM DANIŞMANI
A
1
http://www.slideshare.net/Tobiaswebb/letter-to-directorsofaccountability
2
http://www.slideshare.net/Tobiaswebb/letter-to-directorsofaccountability
22 MediaCat Özel Eki
MART 2011
dı geçen şirketin
ülkemizde bu çalışmayı
yapmasından yaklaşık 2
yıl önce, çalışmalarına
ilgi duyduğum için AccountAbility’nin
merkezine bir e-posta göndermiştim.
Mesajımda AccountAbility’nin
kurumsal yapısını merak ettiğimi
ifade etmiş ve bu bir “özel şirket
midir yoksa bir sivil toplum kuruluşu
mudur?” diye sormuştum. Eğer özel
bir şirket, yani kâr amaçlı bir kurum
ise bu standartları belirlemekte ve
ticari kazanca dönüştürmekte nasıl
bir iş modeli izlediğini merak etmiş;
yok eğer bir sivil toplum kuruluşu ise
organizasyonel yapısı ile ilgili bilgi
talep etmiştim.
Tahmin edeceğiniz gibi birkaç
hatırlatma mesajına rağmen hiçbir
zaman bu sorularıma cevap gelmedi.
Onun yerine Türkiye’deki “en sosyal
sorumlu şirketleri” seçtiler. Seçtikleri
birinci şirket ise Marmara depreminde
üretim tesislerindeki kimyasal sızıntılar
nedeniyle medyanın hedefi haline gelen
AKSA idi.
11 Ocak 2011 tarihinde sosyal
sorumlulukla ilgili AccountAbility
isimli şirketin sahiplendiği AA1000
Standartlarının yönetimindeki tüm
üyeler, oldukça sert bir mektubu
kamuoyu ile paylaşarak toptan
istifa etti. İstifa etmelerinin sayısız
gerekçelerinden herhalde en önemlisi,
AcoountAbility yönetiminin bu
kurulun bağımsızlığına gölge
düşürmesi ve ticari çıkarlar için
kurulun çalışmalarını yönlendiriyor
olması idi. Yani ticari çıkarlar
toplumsal faydaya tercih edilmişti.
Çünkü AccountAbility kâr yapması
gereken bir şirketti ve zaten bu
amaçla kurulmuştu. İş modeli de bu
değerlendirmeleri yaptığı şirketlere
danışmanlık hizmeti vermesi üzerine
kuruluydu. Sözde bağımsız olarak
oluşturulmuş Standartlar Kurulu’nun
üyeleri, 2009 yılında, üzerlerindeki
çıkar çatışması baskısı nedeniyle
topluca görevlerinden ayrıldı.
Halkla ilişkiler, sosyal sorumluluk
ve etiğe ilişkin tarihe mal olan bu
gelişmelerle ilgili ayrıntılı bilgiler
Ethical Corporation’ın sayfalarından
ve bloglarından izlenebilir. 2003
yılında Madrid’de katıldığım ve ev
sahipliğini Reputation İnstitute’un
yaptığı İtibar Yönetimi Konferansı’nda
sunum yapan bir İspanyol halkla
ilişkiler şirketi, markaları sosyal
sorumluluk performansları ile
ilgili sertifikalandırdıklarını, hatta
Türkiye’den de bir çok uluslu
şirketin bu sertifikayı aldığını
gururla dinleyicilerle paylaşırken,
ticari bir kuruluş olarak kendi içsel
değerlendirmeleri ışığında böyle bir
sertifikayı vererek ne kadar “etik”
davrandıklarını bir soru olarak
yöneltmiştim. O konferanstan sonra
sertifika işini bıraktıklarını öğrendim.
Ülkemizde giderek yoğunlaşan
ve sivil toplum kuruluşları ile özel
şirketleri karşı karşıya getiren devletin
hidro elektrik santralleri, Türkiye’nin
çeşitli bölgelerinde insanları mağdur
bırakıyor. Bu barajların yapılacağı
yörelerin halkı diyor ki “doğayı talan
ediyorlar”. Ulusal ve uluslararası
sivil toplum kuruluşları sokaklarda,
meydanlarda ve konser salonlarının
önünde bu barajların yapımcısı
şirketlere “tarih, kültür, doğa”
söylemiyle bayraklarını uzatıyor.
Baraj yapımcısı şirketler ise lisansımız
var, her türlü izni aldık, hukuken bir
eksiğimiz yok, neden yapmayalım,
diye kendilerini savunuyor. Bir
yandan ülkemizin temiz enerjiye olan
gereksinimi nedeniyle 2 binden fazla
üretilmiş HES lisansı, öte yandan
“Evet, temiz enerji lazım ama doğa,
tarih ve kültür katliamı ile değil”
diyen sivil toplum!
Eğer toplumun yararı için “etik
“ gerekli ise bu sözcüğün; hukukun,
yönetmeliklerin, izinlerin ve diğer
resmi gereklerin bittiği yerden sonra
başlayan bir kavram olduğu gerçeği
ile tanışmak istemiyor kimse. Yani
hukuka yüzde 100 uygun davranıyor
olmak, etik olmanın karşılığı olmuyor.
Hukuk bittikten sonraki vicdani
sorgulama, bir liderin veya şirketin
(sivil toplum için de geçerli tabii) etik
olup olmadığını gösterir.
Akfen, yerel toplumun
direnişi karşısında şapka çıkarttı
ve Yuvarlakçay HES barajının
yapımından vazgeçti. Bu kısmen
“etik” bir davranışı simgeliyor çünkü
Akfen’in sahip olduğu başka HES
lisansları var ve bu projelerde yerel
toplumla ne kadar barışık bir süreç
yöneteceği, ne kadar etik olduğunun
göstergesi olacak.
Borusan’ın başı da bu yüzden
dertte. Çok uzun yıllara yayılmış,
tutarlı, yaratıcı ve toplumsal gelişimin
önünü aydınlatan kültür sanat
projelerinin yanında, Aksu Barajı
üzerindeki HES inşaatı karşısında
yükselen sivil toplumun güçlü sesi,
geçmiş on yıllara yayılan ve Borusan
itibarının omurgası olan sosyal
derinliği zedeleyici nitelikte.
Aslında Loç vadisinde HES
inşaatı olan bir de Ümran Boru var.
Hatta yapımı Danıştay tarafından
durduruldu. Ama projektörler onları
nedense yeteri kadar aydınlatmadı.
Bunun nedeni, böyle durumlarda
toplumda itibarlı kuruluşların daha
birincil sorumluluğu olduğuna dair
bir algı olması. Toplum nedense
itibarlı kıldığı kuruluşlar toplumsal
duyarlılıklara aykırı bir davranış
sergilediğinde hayal kırıklığına
uğruyor. Verdiği itibarı geri
almak istiyor. Bu nedenle adı sanı
duyulmamış ya da az duyulmuşlardan
etik, şeffaflık ve hesap verebilirlik
beklemiyor. Bu beklentiyi itibarlı
kuruluşların hanesinde tanımlıyor.
BP, logosunu yenilediği
yıllardan bu yana kurumsal dünyada
sürdürülebilirliğin en güzel örneklerini
EĞER TOPLUMUN YARARI İÇİN “ETİK “ GEREKLİ
İSE BU SÖZCÜĞÜN; HUKUKUN, YÖNETMELİKLERİN,
İZİNLERİN VE DİĞER RESMİ GEREKLERİN BİTTİĞİ
YERDEN SONRA BAŞLAYAN BİR KAVRAM OLDUĞU
GERÇEĞİ İLE TANIŞMAK İSTEMİYOR KİMSE. YANİ
HUKUKA YÜZDE 100 UYGUN DAVRANIYOR OLMAK,
ETİK OLMANIN KARŞILIĞI OLMUYOR
veren kuruluşların başında geliyordu.
Eski CEO Lord Browne dönemi, BP
itibarının zirve yaptığı yıllardır.
Oysaki BP, ekolojik çevre ve küresel
ısınma konularında dershanede tek
ayak üzerinde duvar köşesinde durması
gereken bir sektörün temsilcisi. Ama
hissedarlarını ve paydaşlarını çıkardığı
sürdürülebilirlik yolculuğunda o
kadar emin ve kararlı adımlar attı
ki bir faaliyet raporunda etik dışı
davranışlar nedeniyle 252 yöneticinin
işine son verdiği haberi itibarına
itibar kattı. Gelgelelim, Browne
gittikten sonra şirkete bir haller oldu.
Özellikle yaşanan Meksika Körfezi
kriziyle beraber bir zamanların
etik uygulamalar şampiyonu olan
bu şirketin itibarını yerle bir eden
gelişmelere tanık olmaya başladık.
2000’li yılların başında Türkiye
ekonomisinin 3. büyük kenti
İzmir’de bir konteynır limanı projesi
geliştirildi. Hem Türkiye’nin artan
iç ve dış ticaretini karşılayacak acil
limanlara gereksinimi vardı hem de
İzmir’deki tarihi liman kapasitesini
çoktan doldurmuştu. Tüm Türkiye
sahil şeridi tarandı ve ülkemizin önde
gelen şirketlerinden Arkas, 350 milyon
dolarlık liman projesini İzmir’in hemen
yakınındaki Tuzla’da gerçekleştirmek
için kolları sıvadı. Tuzla, aynı zamanda
uluslararası kuruluşların kapsamında
koruma altındaki Kuş Cenneti’nin de
hemen bitişiğinde yer alıyordu. Yabancı
uzmanlar ve Dokuz Eylül Üniversitesi
akademisyenlerinden destek alınarak
geliştirilen proje kapsamında,
Kuş Cenneti’ne herhangi bir zarar
verilmemesi için -proje maliyetlerini
artırmak pahasına- denize doğru
2 km’lik bir dolgu yol inşa edildi,
liman şekillendirildi ve doğal hayatın
(kara ve deniz) tüm unsurlarıyla
bütünleşik bu çevre dostu proje için
gerekli izin başvuruları yapıldı.
Teknik olarak projenin yapımı ve
işletilmesi sırasında herhangi bir
çevre tahribatı olmayacaktı. Kimsenin
yatırım yapmadığı 2000’li yılların
başında Türkiye ekonomisi için son
derece önemli olan bu 350 milyon
dolarlık projenin karşısına Ege
Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi
çıktı ve bu projenin Kuş Cenneti’ni
yok edeceğini ileri sürdü. Oysaki
Kuş Cenneti’nin bulunduğu alanın
içinde bir askeri havalimanı vardı,
bu alana yıllardır her gün onlarca
jet uçağı iniyordu ama kuşlar yine
de geliyordu. Ancak kamuoyu,
öğretim üyesinin yanında saf
tuttu. Sivil toplum kuruluşları da
destek verdi. Sonuçta Arkas, tüm
kredileri sağlanmış olmasına karşın,
kamuoyunun duyarlılığını görmezden
gelemeyeceği gerekçesi ile projesini
geri çekti.
Etik, bir liderlik meselesidir.
Liderler etiktir ya da değildir.
Peter Drucker’ın da söylediği gibi,
“Yöneticiler işi doğru yapar ancak
liderler doğru işi yapar”.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
23
SİYASALİLETİŞİM
Dijital devrimler
çağı ve şeffaflık
Wikileaks belgeleri ilk sızdırıldığında dünya sarsılmıştı. “Hükümetlerin kirli
çamaşırı kalmasın” vizyonuyla yayın yapan Wikileaks, hemen yüz milyonların
ilgisini çekti.
NECATİ ÖZKAN
OYKU / DIALOGUE INTERNATIONAL
AJANS BAŞKANI
B
aşta ABD olmak üzere pek çok
ülke yönetimi, sızdırılan belgeler
yüzünden sıkıntılı anlar yaşadı.
ABD’nin Irak’ta yaptığı kepazelikler, Amerikan diplomasisinin dedikodu
kıvamındaki siyasi raporları ve bazı kirli
operasyonlar dahil pek çok konu bir anda
dünyanın tabloit haberlerine malzeme oldu.
Türkiye’de ise kimi siyasi liderlerin yabancı
bankalarda milyarlarca dolarlık servetlerinin
olduğu deşifre edildi, yazıldı, konuşuldu.
Wikileaks belgeleri pek çok ülke vatandaşının gözünün açılmasını sağladı. Acaba
yöneticiler aslında sanıldığından daha mı
kirliydiler? Ya da sanıldığından daha mı çok
kendi keselerini düşünüyorlardı ve sanıldığından daha mı çok yabancıların kuklasıydı?
Bir başka cephede ise bu sızdırmaların
yeni bir ABD komplosu olabileceği iddiaları egemen oldu: Acaba bu sızdırmalar,
yeni dünya düzenine uygun bir operasyonun
hazırlığı olabilir miydi? ABD, bu yeni “soft
power” ile bazı ülkelerde rejim değişikliği
yapmayı mı hedefliyordu?
OBAMA DEVRİMİ
Ocak 2009’da yayınladığımız Obama’nın
Liderlik Sırları isimli kitabımızın arka kapağına şu cümleleri yazmışız: “Obama’nın
kazanması bir devrim. Böylesi daha önce
görülmedi. Böylesi daha önce yaratılmadı.
Bu devrim internette yaratıldı, internette geliştirildi, internet sayesinde yayıldı
ve internet sayesinde kazandı. Bu devrim
Amerika’yı değiştirecek, dünyayı değişti-
24 MediaCat Özel Eki
MART 2011
recek. Bu devrim düşünme şeklimizi değiştirecek. Bu devrim bundan sonra stratejiyi
değiştirecek, mesajı değiştirecek, siyaseti ve
siyasetçiyi değiştirecek. Bu devrim gösterdi ki, 10 milyonu aşkın insan ülkenin bir
köşesindeki tek bir odadan yönetilebilir ve
koca bir ülkenin kılcal damarlarına kadar
nüfuz edilebilir. Bu devrim kanıtladı ki,
tek kuruşsuz yola çıksan da kazanabilirsin.
Böyle bir devrim sana gerekli olan her şeyi
temin edebilir: Fikir, yaratıcılık, para, insan,
örgüt, medya gücü... Obama’nın seçilmesi,
beklenmeyenin artık beklenene dönüştüğü
bir devrim. Bir dijital devrim. Bu Devrim,
4 Kasım 2008’de ABD’de gerçekleşti. Bu
devrim her ülkeyi etkileyecek. Hazır olun,
Türkiye’yi de etkileyecek.”
Wikileaks sızıntıları sonrasında Ortadoğu
ülkelerinde gelişen olaylar acaba yukarıda
yazılanların gerçek olmaya başladığının işareti
sayılabilir mi?
TURUNCU DEVRİMLER
“Soft power” yoluyla rejim devirme operasyonları ilk kez 90’lı yıllarda görülmüştü.
Turuncu Devrim adı verilen bu operasyonlar;
Sırbistan, Ukrayna, Gürictan ve Kırgızistan’da
iktidarları sivil ayaklanma yoluyla devirmişti. O günlerde George Bush, “Son 18 ay
içerisinde Gül, Turuncu, Mor, Lale, Sedir
devrimlerine tanıklık ettik. Bunlar sadece
birer başlangıçtır. Bu devrimlerde STK’ların
ve ABD hükümetinin önemli rolleri bulunmaktadır. Yeni dönem savaşları, milletleri
değil, rejimleri hedef alacaktır” dediğinde,
olan bitenlerin aslında bir başka fotoğrafının
olduğu net biçimde ortaya çıkmıştı.
Renkli devrimler belki devam edecekti
ama Rusya oyunun farkına vardı ve duruma
müdahale etti. Orta Asya liderleri ile bir
dizi toplantı yaparak Kırgızistan’dan sonra
Turuncu Devrim’lerin yayılmasını engelledi.
O kadar ki bir ara Kırgızistan yönetimine
Bişkek’teki Amerikan üssünü bile kapattırdı.
Acaba ABD, 90’lı yıllarda George Soros’un
think thank’leri yoluyla yaptığını, bugün
Julian Assange’ın Wikileaks’i yoluyla mı
yapmak istiyordu? Ne de olsa ABD, Irak
ve Afganistan’da öğrenmişti ki, demokrasiyi
silahla getirmek çoğu kez mümkün değildi,
bazen de aşırı pahalıydı.
YASEMİN DEVRİMLERİ
Derken, komplo iddialarını kanıtlarcasına
Ortadoğu ülkeleri birbiri ardına karışmaya
başladı. İlk kıvılcım Tunus’ta çaktı. 17 Aralık 2010’da, 26 yaşında üniversite mezunu
bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi,
zabıtanın işporta tezgâhına el koyması üzerine kendini yaktı. Wikileaks’te sızdırılan
belgelerden Tunus Devlet Başkanı ile eşinin yolsuzluklarının açıkça ortaya çıkması,
ABD’nin de Tunus liderinden kurtulmak
istediğinin anlaşılması her şeyi tetikledi.
Wikileaks sızıntılarında 2006 - 2009
arasında, ABD’nin Tunus Büyükelçiliğinin
Washington’a gönderdiği raporlarda büyükelçinin, “Bin Ali ve ailesi, iktidarı süresince
yolsuzluklardan elde ettiği servetle ayrılıp bir
Avrupa ülkesinde emeklilik hayatı sürmeyi
planlıyor” dediği ortaya çıkmıştı. Wikileaks’in
yayınladığı gizli Amerikan diplomatik belgelerinde, Tunus bir ‘polis devleti’ olarak
tanımlanıyordu. Bin Ali için ise ‘halk ile
iletişimini kesmiş bir lider’ deniyordu. Anlaşıldı ki Bin Ali, sanılandan daha kirli ve
daha korumasız.
Kendini yakan Muhammed Buaazi’nin
tedavi gördüğü hastanede, 5 Ocak 2011’de
ölmesi bir işaret fişeği oldu. Gençler Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlar üzerinden
hızla organize oldular. El Cezire televizyonu,
Arap coğrafyasında kanıtlanmış etkisiyle olan
biteni Arap halklarına aktardı. Ve 16 Ocak
2011 günü Bin Ali’nin Suudi Arabistan’a
kaçmasıyla sonuçlanan Yasemin Devrimi’ni
gerçekleştirdiler.
Barack Obama, bekleneceği gibi, Tunus
halkına destek mesajları vererek ayaklanmanın başarılı olmasında etkili oldu. Obama,
devrim sonrasında, “Tunus’ta görüşlerini
barışçıl yollarla dile getiren yurttaşlara
karşı şiddet kullanılmasını kınıyorum.
Bundan ötürü üzüntü duyuyorum. Tunus
halkının cesaretini ve onurlu duruşunu
alkışlıyorum” diyerek ABD’nin yeni devrimleri nasıl karşılayacağının işaretlerini
de vermiş oldu.
DİJİTAL DEVRİMLER: NEDEN ŞİMDİ?
Neden ayaklanmalar şimdi oluyor? Neden
10 yıl önce değil de bugün? Ayaklanmaların
bugün olmasının bir nedeni, Obama’nın iktidara gelmesiyle birlikte ABD’nin bu bölgede
kendine benzer rejimler görmek istemesi mi?
Bu ülkelerde yıllardır egemen olan toplumsal
baskı, görece fakirlik ve arkaik kukla rejimlere karşı birikmiş olan toplam tepki mi?
Sayılanların her biri, elbette ki şu ya da
bu oranda etkili. İletişim internet aracılığı
ile kişiselleştikçe, internete erişimi olan her
birey dünyanın bir başka köşesiyle kimsenin
bilmediği ve denetleyemediği ölçüde iletişim
kurabildikçe ve devletlerin internette olup
bitenleri denetleme oranı her geçen güç imkânsızlaştıkça beklenmeyen pek çok şeyin
beklenebileceği bir dönem başlamış demektir.
Tarihlerinde kitlesel ayaklanma tecrübesi
bulunmayan, askeri bir lider darbe yapmadıkça kendi özgürlüklerine sahip çıkabilme
becerisi gösterememiş Ortadoğu toplumlarının bugün nasıl bu hızla örgütlenebildiğini
anlamak için bu ülkelerdeki internet ve sosyal
ağ verilerine biraz derinden bakmak lazım.
SOSYAL AĞLARDAN
BİHABER DİKTATÖRLERİ
BEKLEYEN SON
Tunus’ta 2000 yılında 100 bin
olan internet erişimi, bugün 3,5
milyonu aşmış durumda. Yani
10 milyonu biraz geçen nüfusa sahip Tunus, yüzde 34’lük
internet erişimiyle Afrika kıtasındaki en ileri ülkelerden biri
konumuna gelmiş. Facebook’a
üyelikte ise durum daha çarpıcı:
Toplam 2 milyon 100 kişi bu
sosyal ağa üye olmuş. Aynı
dili konuştuklarından sosyal medyada ortak
platformlarda buluşan Arap kullanıcılar, bu
nedenle isyanın hızla geniş bir coğrafyada
yayılıp güçlenmesini sağlayabiliyor. Mısır’da
ise internet kullanımı son 10 yılda yüzde
3 bin 600 kat artmış. 2000’lerin başında
internet kullanıcılarının sayısı yarım milyonu
bile bulmazken, bugün bu sayı 17 milyonu
geçmiş. Mısır’lıların 5.5 milyondan fazlası
Facebook’a üye olmuş.
Hal böyle iken, Mübarek’in Dışişleri
Bakanı Ebu’l-Geyt, Tunus’taki karışıklığın
Mısır’a da sıçrayabileceği yorumlarına karşı
çıkmış ve yorumları saçmalık olarak nitelemişti. Zaten sıçrasa ne yazardı ki! Twitter
hadisesini defetmek Mübarek rejimi için
iş miydi sanki? Yasaklarsınız ve saçmalık
ortadan kalkardı.
Nitekim Mısır’da yasak haberleri gecikmedi. Önce sosyal ağlara erişim engellendi.
Ardından internetin ve mobil iletişimin
şalteri indirildi. El Cezire televizyonunun
bürosu bile kapatıldı. Ama Mısır yönetimi
internetin fişini çektiğinde, kablolu telefonlar
aracılığıyla sosyal ağlara erişimi sağlayacak
yeni teknolojik çözümler Amerika’dan, sosyal ağ şirketlerinin merkezinden devreye
sokuldu.
SOSYAL AĞLARDA KİMİ AŞK
YAPIYOR, KİMİ DEVRİM!
Peki Tunus’ta 11, Mısır’da ise 18 gün
süren bu şipşak devrimler nasıl mümkün
oldu? Silahsız ve örgütsüz halk yığınları,
nasıl oldu da o denli güçlü rejimlerin eli
kanlı diktatörlerini devirebildi? Obama
nasıl başardıysa aynı şekilde. Obama
hangi toplumsal katmanlarla ve hangi
teknolojik imkânlarla Washington’daki
beyaz ve Anglosakson rakiplerini bir bir
devirdiyse, bir benzeriyle. Yani gençlerle
ve sosyal ağlarla başardılar.
Tek farkla; Obama’dan daha hızlı ve
daha az para harcayarak yaptılar. Örneğin
Tunus’ta sosyal ağlarda organize olan muhalefet, güvenlik güçlerinin zor kullanması
üzerine, “Polise yasemin verelim” sloganıyla
hızla güç topladı, moral gücü ele geçirdi.
Ardından büyük kalabalıklarla sokak gösterilerine başladı. Eğitimli genç jenerasyonun
sosyal ağlara gösterdiği ilgiden işkillenen
Bin Ali hükümeti, henüz bu olaylar patlak
vermeden aylar önce internete müdahale
etmek istemişti. Bazı sosyal ağlara erişim
engellenmiş, bloglara sınırlama getiren
yasalar uygulamaya sokulmuştu. Ama Bin
Ali yönetimi ne yaparsa yapsın, gençlerin
sosyal ağlar ve internet üzerinden iletişim
kurmasını hiçbir zaman tümden engelleyememişti.
Olaylar başlar başlamaz eylemciler, gösterilerde çektikleri fotoğrafları ve videoları
sosyal ağ siteleri aracılığıyla birbirleriyle
paylaşmaya başladılar. Güvenlik güçleri
tarafından öldürülen insanların görüntülerini bu sitelerde yayarak herkes tarafından
bilinmesini sağladılar. Olaylar başladıktan
sadece 11 gün sonra, aralıksız 23 yıldır ülkeyi yönetmekte olan Zeynelabidin Bin Ali,
Suudi Arabistan’a kaçmak zorunda kaldı.
Tunus’un ardından Mısır’da patlak veren
devrimi ise tüm dünya canlı yayından izledi.
Hem televizyon kanallarından hem de sosyal
ağlardan. Hepimiz elimizde Blackberry’ler,
iPhone’lar, Mısırlı yoldaşlara tweet attık,
enternasyonel selam çaktık, dayanıştık!
Hüsnü Mübarek muhtemelen yurtdışındaki milyar dolarlarını güvenceye alabilmek
için 18 gün dirense de halkın kararlı tutumuna
karşı koyamadı. 30 yıldır başrol oynadığı
politika sahnesini terketmek zorunda kaldı.
Bu 18 günde Tahrir Square, neredeyse Times
Square kadar ünlendi.
YENİ SİYASET DÜZENİ: ŞEFFAFLIK
Yasemin Devrimi domino etkisi yaratmaya
devam eder mi? Ortadoğu’daki otokratik
rejimleri teker teker devirebilir mi? Bu
rejimler ne kadar güçlüler; ne kadar kirli,
kanlı ve ceberrutlar? Yoksa her biri birer
“kağıttan kaplan” mı? Yasemin Devrimleri
de ABD’nin yeni dünya düzeni içindeki
pozisyonuna mı hizmet ediyor? 2011 boyunca bu soruların cevaplarını anlayacağız.
Ama bir gerçek var ki, görünen köy klavuz
istemez. Otoriter rejimler ve halk düşmanı
yönetimler artık eskisi kadar rahat olamayacak. Dün gizli kapaklı yapılan pek çok
anlaşma, çok kısa gelecekte deşifre olacak.
Hırsız siyasetçilerin hırsızlıkları daha kısa
sürede açığa çıkacak.
Nerede olursa olsun, bir siyasi lider veya
hükümet demokrasiden uzaklaştıkça, gücünü
halktan değil de silahtan almaya çalıştıkça işi
zorlaşacak. Dijital devrimin yarattığı alabildiğine iletişim özgürlüğü, siyasetçiler için
işleri her geçen gün zorlaştıracak.
YA TÜRKİYE?
Türk siyasetçilerle ilgili Wikileaks belgeleri henüz yeterince netleşmedi. Yakın
gelecekte bu konuda beklenmedik pek çok
şey olabilir. Bazı gazeteciler, 15 Şubat
tarihli OdaTV operasyonunun bu konuda muhtemel sızıntıları engellemek için
yapıldığını rivayet etti. Eğer bu rivayet
doğruysa, bilinmelidir ki Türkiye’deki
internet erişim oranları ve sosyal ağ üyelik sayıları, Yasemin Devrimi ülkeleriyle
kıyaslanamayacak denli yüksek.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
25
LOBİCİLİK
ZİRVE
Wikileaks icat
oldu ama lobicilik
bozulmadı
DR. ZEHRA GÜNGÖR
STAGE İLETİŞİM
DANIŞMANLIĞI
BAŞKANI
Lobiciliğin özünde ikna,
inandırma ve tanıtma
var. Bu teknikler
uygulanarak karar
mekanizmaları üzerinde
baskı grubu oluşturuluyor.
Ancak son derece
yasal ve masum olan
lobicilikte etik kuralların
uygulanması şart. Kapalı
kapılar ardındaki ikna
operasyonlarında neler
döndüğünü bugüne kadar
çok az kişi bilirken,
Wikileaks belgeleriyle
birlikte lobicilik
şeffaflığın kapılarını
aralamak zorunda kaldı.
Bu şartlarda, lobiciliğin
öneminin azalıp
azalmayacağı sorusu
önem kazanıyor.
26 MediaCat Özel Eki
MART 2011
L
obiciliği baskı gruplarının,
kişilerin ya da özel çıkar
gruplarının -karar alma
sürecini etkileme amacına
yönelik olarak- parlamentoda ya da
kamuoyu huzurunda yaptığı çalışmalar
olarak biliyoruz. Lobinin sözlükteki
tanımlarından bir diğeri ise “çoğu zaman
yolsuz çıkarlar sağlamak amacıyla bir
araya gelerek parlamento koridorlarında,
nüfuzlu çevrelerde ve basında çıkarcı bir
siyaseti geçerli kılmaya çalışan kimselerin
oluşturduğu topluluk” şeklinde. Hal
böyle olduğu için lobi hareketinde etik
ve şeffaflık ölçülerinin önem kazanması
kaçınılmaz hale geliyor.
Evet, lobicilik kamu kesimi üzerinde
yasama ve karar alma mekanizmalarını
etkileme amacı güdüyor. Lobicilik
faaliyetlerini yürütmek amacıyla belirli
bir ücret karşılığında çalışan profesyonel
firmalar var. Yasal olan lobicilik, ahlaki
temellere dayanan hedeflerini sistematik
iletişim çalışmaları aracılığıyla savunmaya,
kabul ettirmeye çalışıyor. Ancak kapalı
kapılar ardındakilerin bir gün bilinmesi
lobiciliğin sonunu mu getirecek?
ŞEFFAFLIK UYGULANSA DA
UYGULANMASA DA VAR
Bugün Amerikan Kongresi’ndeki yasaları
etkilemeye, yasanın çıkmasını ya da
çıkmamasını sağlamaya çalışan, bunun
için doğrudan ya da dolaylı olarak para
alan ya da toplayan lobicilerin her üç ayda
bir harcamalarına ilişkin kayıt sunmaları
isteniyor. Yani şeffaflık uygulansa da
uygulanmasa da zaten var. Lobicilik
görevini yerine getirebilmek için sadece
yasa koyucu ya da karar mekanizmalarıyla
kişisel tanışıklık yetmiyor; sakin,
konuşkan, iyi eğitim almış, dürüst,
istatistik ve araştırma raporları ile
donanmış olmak da beklentiler arasında.
Etik kurallara bağlı lobicinin kendi
kendine sorması gereken üç önemli soru
var: Kuruluşun durumu savunulabilir mi?
Eğer değilse, bu yönde neler yapılabilir?
Müşteri güvenilir mi, bilgi kaynağı ve
istatistik donanım bakımından yeterli mi?
LOBİCİLERİN İPLİĞİ
PAZARA ÇIKIYOR
Profesyonel lobicilik resmi ve gayrıresmi
etki yollarını kapsıyor. Teknikleri
rüşvetten sosyal ilişkilere kadar uzanıyor.
Karar alıcılarla iyi ve güvenilir ilişki
ortamı yaratmak, ileride söz konusu
olabilecek siyasal ricaların olumlu
karşılanma olasılığını artırıyor. Kulis
taktikleri, etkilenmek istenen kurumun
kuralları ve özelliklerine olduğu kadar,
isteklerin ve taleplerin niteliğine de
bağlı. Baskı grupları ya da lobiler
uygun gördükleri her türlü finansal
aracı kullanarak politikacılar üzerinde
etkili olmaya çalışıyor. Parasal bakımdan
zengin finansal kaynaklara sahip olan
baskı gruplarının ve lobilerin bu yöntemi
kullanmaları Amerika’da da dünyada
da artık gelenekselleşti. Makul, ölçülü
ve yasaların belirlediği sınırlar içinde
kalındığı sürece politikacının parasal
bakımdan desteklenmesine ciddi bir
itiraz yok. Asıl rahatsızlık, yasaların
ihlal edilmesi ve büyük mali imkânlara
sahip lobi ve baskı gruplarının parayı
kullanarak -yasal olmayan yöntemlerleyasama ve yürütme organlarını baskı
altında tutmaya çalışması. Bunu saklamak
günümüzde artık mümkün değil. Çünkü
lobicilerin ve baskı gruplarının ipliği
sosyal medya sayesinde pazara çıkıyor.
LOBİCİLİĞİN ALTIN KURALLARI
İkna, iletişim ve inandırma yöntemlerini
kullanmanın yanı sıra lobicilerin
dürüst, sabırlı, güvenilir, sözünün eri
ve anlayışlı olmaları da gerekiyor. Lobi
faaliyetlerinde başarı kazanmak için kısa
ve öz konuşmak, konuyu dolandırmadan,
tehdit etmeden anlatmak ve ikna etmek
şart. Başarılı bir lobici değişik durumlara
çabuk ayak uydurabilecek esnekliğe
sahip, yetenekli, prestij sahibi, dürüst
ve karşısındakinde güven oluşturan bir
karakter olarak idealize ediliyor.
Lobilerin etkilerini artıran bir diğer
unsur ise maddi güç. Bazen bir örgütün
büyüklüğünden ve üye sayısından çok
üyelerin gelir düzeyi, eğitim düzeyi ya
da toplumda iyi bir yere sahip olmaları
önemli olabiliyor. İşin içine akçe girince
de ister istemez etik olgusu sorgulanıyor.
Günümüzde sosyal medya bu duruma
hızır gibi yetişip suyu billurlaştırmaya,
şeffaflaştırmaya çalışıyor. Bugün içinde
bulunduğumuz ortamda şeffaflık her
ne kadar var olsa da lobiciliğin daha
çok geleceği var. Yöntemler ve oyunun
kuralları değişebilir ancak -Wikileaks de
olsa, Twitter da veya her şey açığa çıksa
dahi- bir tarafta ikna eden, diğer tarafta
ise ikna edilmesi gerekenler olduğu sürece
lobicilik daha çok yaşayacak.
Kartepe zirvesinden
satırbaşları
Ekonomi Gazetecileri Derneği, 7 yıldan bu yana Kartepe’de
meslek iç sorunlarının tartışıldığı bir zirve düzenliyor. Bu
zirvede, 300’e yakın ekonomi gazetecisi yarım günden fazla
mesleğin nasıl daha etkin hale getirilebileceğini konuşuyor.
Toplantıya ilgi son yıllarda doruk noktaya ulaştı.
CELAL TOPRAK
EKONOMİ GAZETECİLERİ DERNEĞİ
YÖNETİM KURULU BAŞKANI
S
on Kartepe Zirvesi’nde etik konusu
ele alındı. Herkes görüşünü söyledi,
daha önce belirlenen etik
ilkeler yenilerek üyelerle paylaşıldı. Toplantıda söz alan üyelerimizden
Rüştü Bozkurt konuyla ilgili çok iyi hazırlık
yapmıştı. Bu nedenle Bozkurt’un yaptığı
hazırlıklardan önemli satırbaşlarını aşağıda
sizlere aktarıyorum.
Toplum olarak tam yedi alanda boşluklarla
kuşatılmış durumdayız. Son yıllarda ekolojik
tahribat nedeniyle ekolojide boşluklar oluştu. Diğer bir konu, onkolojik boşluk. ABD
birden kulelerin yıkılmasını gördü. Şimdi
ise başka ülkelere savaş açılıyor, hiçbirimizin can güvenliği garantide değil. Bir başka
konu ise epistomoloji denilen bilgi boşluğu.
Günümüzde bilime ve bilgiye kuşku ile bakılıyor. Özellikle 1971’den sonra bilim artık
kurtarıcı değil. Hukuk güvenceydi, artık
onda da boşluk var. Siyasi güvenilirlik ve
ekonomiye güvende de ciddi bir çözülme
mevcut.
ORTAK DEĞERLERDE
MUTABAKAT GEREKİYOR
Ortaya çıkan bu tablo, beraberinde toplumsal
ayrışmayı getiriyor. Öncelikle ortak değerler
üzerinde anlaşmalıyız. Bugün birbirine zıt
grupların ortak değerleri de aynı. Toplumlar
için ortak kurumlar yaratıp kavgaları engellememiz gerekiyor. Zıtlıkları içeriden
düzeltmek yerine hemen ayrıştırıyoruz.
Halbuki gelişmiş toplumlarda odaklaşma
noktalarını bulmak gerekiyor. Bunu sağlarken de saygınlık, güvenilirlik, işbirliği
ve güven aranıyor. Ekonomi gazetecileri
olarak, etik manadaki yaklaşımlarda aşınmaları önlememiz gerekiyor. Kimlik bizim
kendimizi nasıl gördüğümüzle, kişilik ve
itibar ise başkalarının bizi nasıl gördüğüyle ilgilidir. Mesleki örgütlerde derinleşme
olmalıdır. 300 kişilik İspanya birliği, Maya
Uygarlığı’nı kendi kültürüyle yıkmıştır. O
nedenle bizi yenecek olan da yüceltecek olan
da meslekteki kültürümüzdür. Mesleğimizi
uzun süreli, itibarlı ve yüceltilmiş bir meslek
haline getirmeliyiz.
YENİ ETİK KURALLARI
Bozkurt’un ayrıntılara dayanan bu bilgilerini paylaştıktan sonra Kartepe’deki zirvede
belirlenen yeni etik kuralların ayrıntılarını
aktarmak istiyorum. EGD buradaki görüşleri
de dikkate alarak, oluşturduğu komisyonla
birlikte etik ilkelerini belirledi. İşte mesleğimizin çerçevesini sunan ilkeler:
• Gazetecilikte temel amaç; kamuoyunun
şeffaf, zamanında ve eksiksiz bilgilendirilmesidir. Bu nedenle evrensel insani
değerlere bağlılık; gazetecilerin savaş
kışkırtıcılığı yapma, silahlanmayı destekleme, şiddeti övme, ırkçılık yapma,
baskıcı rejimleri destekleme ve benzeri
etkinliklerden kaçınmasını gerektirir.
Gerçek bir gazeteci; barış, demokrasi,
insan hakları ve toplumsal gelişme gibi
evrensel insani değerleri savunur. Ekonomi Gazetecileri Derneği, kuruluşunda bu
genel değerleri kabul etmiş ve savunma
kararı almıştır.
yayın organlarında yazarlık yapması halinde kimliklerinin açıklanmasını bekler.
Bir yayın organında, sürekli veya zaman
zaman gazetecilik kapsamına giren alanlarda faaliyet gösterenlerin asıl sıfatları
ve asli işleri uygun şekilde belirtilmeli,
kamuoyu onların temel konumu hakkında
bilgilendirilmelidir.
• EGD üyeleri, haberi muhataplarından
kontrol eder. Cevap ve düzeltme hakkına saygı gösterir. Meslektaşlarının kötü
muamele, yasadışı davranış, haksız yere
gözaltı ve yargılanma gibi olaylarla karşı
karşıya kalmaları halinde onları destekler.
Bu konuda kolektif bir davranış sergilenmesi için çaba gösterir.
•EGD üyesi, kamu ya da özel sektör kuruluşlarından, bunların yetkililerinden ve
bunlar adına basınla ilişki sağlayan birim
ve kuruluşlardan herhangi bir gerekçeyle
haber ve analizi etkileyecek düzeyde hediye kabul edemez. Kamu yararı mutlak
gerektirmedikçe, yayınlanması istenmeyen
haberleri yayınlayamaz. Haber kaynaklarının ve kendisine verilen meslek sırlarının
gizliliğini korumaya özen gösterir.
• EGD üyesi, ekonomi gazeteciliği mesleğini karalayıcı yayın yapamaz. Yasalarla
yasaklanmış olmasa dahi elde ettiği ekonomik ve finansal bilgiyi, geniş biçimde
yayınlanmadan önce veya sonra kendisinin
yahut yakınlarının çıkarları için kullanmaz.
• EGD üyeleri, kendilerinin ve birinci derece
akrabalarının hisse senedi veya spekülatif
yatırım araçlarında herhangi bir pozisyonu
olması halinde sorumluları bilgilendirmekle yükümlüdür. Bu araçlarla ilgili analiz
yaptığında, pozisyon aldığını belirtmesi
uygun olur.
• EGD üyesi, gazeteci olmayanların çeşitli
• EGD üyesi, gazeteci kimliğini kullanarak
kendisi, çalıştığı kurum ya da üçüncü şahıs
veya kurumlar adına iş takibi yapamaz,
buna zorlanamaz. Kendisinden ilan veya
reklam niteliğinde haber istenmesi halinde, bunların ilan veya reklam olduğunun
belirtileceği garantisini almadan haber
yapmaz. Haberinde kendisi ya da kuruluşunun görüşünü empoze etmek dahil
olmak üzere hiçbir gerekçeyle gerçeği
çarpıtamaz. Haber ve yorumlarda, kişi
ve kurumları hedef alan kaba ve onur kırıcı
ifadeler kullanamaz.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
27
SÖYLEŞİ
‘Şeffaflık ile
çıplaklık birbirine
karıştırılmamalı’
Evrensel anlamda etik ilkelerin Türkiye’de tabandan
genele yayılması, toplumun her kesiminde ve
tüm kurumlarda uygulanması amacıyla yola çıkan
Etik ve İtibar Derneği (TEID), henüz bir senesini
tamamlamamış olmasına rağmen bu yolda önemli
adımlar atmış görünüyor.
METİN ÇAKMAKÇI
ETIK VE İTIBAR
DERNEĞI
YÖNETIM
KURULU BAŞKANI
D
erneğin Yönetim Kurulu
Başkanı Metin Çakmakçı;
değişen, gelişen ve
öğrenilen bir olgu olan
etiği toplumun tüm katmanlarına
yaymak, iş etiği hakkında ortak bir dil,
ortak bir bilinç oluşturmak istediklerini
belirtiyor. Şu anda 23 kurumsal üye ile
ilerleyen TEID, 2011 yılı içinde üye
sayısını artırmayı ve tüm üye kurumların
kültürleri ve tecrübeleri ile oluşturduğu
bilgi havuzunu genişletebilmeyi
hedefliyor.
TEİD olarak temel hedefiniz,
Türkiye genelinde tüm kurumlarda
etik ilkelerin benimsenmesi. Bu
doğrultuda yapmayı planladığınız
çalışmalardan biraz bahseder misiniz
öncelikle?
Etik ilkelerin benimsenmesi bizim için
çok önemli bir hedef ancak mücadelemiz
28 MediaCat Özel Eki
MART 2011
burada bitmiyor. Etiğin şirket yönetiminde
yazılı kültürün bir parçası haline gelmesi
gerektiğinin ve sadece gönülden uyulan
değil, belli kurallar çerçevesinde, disiplinle
yönetilmesi gereken bir olgu olduğunun da
altını çizmeye çalışıyoruz.
Derneğimiz 2010 Mayıs ayı içinde
kuruldu. Aslında çalışma miladımızı 30
Ekim olarak görmek yanlış olmaz. Bu
süre içinde idari ve hukuki işlemlerimizi
tamamladık. Çok genç olmakla birlikte
hızlı büyüyen bir derneğiz. 23 kurumsal
üyemiz hem etik yönetimi alanında
tecrübelerini paylaşmak hem de dünyadaki
gelişmeleri takip edip öğrenmek için
bir araya geldi. Onay aşaması süren 12
şirketimiz daha var. Bundan sonraki
süreçte önceliği iş etiği hakkında ortak bir
dil, ortak bir bilinç oluşturmaya veriyor
olacağız. Etik, evrensel değerlerin üzerinde
yükselen ancak yerel kültürden de etkilenen
bir kavram. Bu sadece Türkiye için değil,
tüm ülkeler için geçerli. Amacımız, etik
algısında yerel olarak tanımlanan normali
evrensel normale yaklaştıracak bir bilinç
seviyesine ulaşmak. Buna paralel olarak
etik kodu hazırlanması, kodun şirketin
idari fonksiyonlarına uyumlu hale gelmesi,
yönetim tekniği ile ilgili bir rehber
hazırlanması ve bu rehberin veri bankası
ile desteklenip etik yönetimi alanında en
iyi uygulamaların Türkiye’ye tanıtılması
yönünde çalışmalarımız olacak.
Dernek olarak etik ve itibar
yönetimi alanında zirveler
gerçekleştiriyorsunuz bildiğim
kadarıyla. Bunlardan bahseder
misiniz?
2011 gündemimizde iki zirve var. İlki
15 Şubat’ta gerçekleşti. İş dünyası sadece
ekonomik hayatımızın değil, sosyal
hayatımızın da hakim kurumlarından. Biz
de odağımıza iş etiğini bunun için aldık.
Bununla birlikte bir sonraki hedef; etiğin
değişen, gelişen ve öğrenilen bir olgu
olması. Bu alandaki çabamız, toplumun
tüm katman ve yaş gruplarına yönelmek
ve etik konusunun okul sıralarından
itibaren bilimsel yöntemlerle öğrenilmesini
desteklemek yönünde olacak.
Sizin TEID’le yollarınız nasıl kesişti
peki? Derneğin yönetim kurulu
başkanlığına nasıl geldiniz?
Etik, tüm doktorlar gibi aldığım
eğitimde ve mesleğimde çok önemli
bir yer tutuyor. Bizim mesleğimizde,
hasta sağlığı ile ilgili verilecek kararda
hasta edilgen bir yapıdadır. Örneğin
ayakkabı alırken ürüne dokunur, rengine
bakar, ayağınıza giyersiniz. Ardından
bu tecrübeye ya da zevklerinize dayalı
olarak onunla ilgili bir fikir sahibi olur ve
kararınızı bu fikir üzerine oturtursunuz.
Benim mesleğimde ise ilişki böyle
yürümez. Sağlık gibi hassas bir konuda
hastadan bir karar vermesini isterken,
ona doğru, tarafsız, önyargıdan uzak ve
bilimsel temeli olan bilgiyi aktarırsınız.
Hasta size güvenmek durumundadır
çünkü konu üzerinde herhangi bir bilgisi
yoktur. Eğitiminizin ve mesleğinizin size
kattığı, her anınıza ve kararınıza yansıyan
etik konusunun dışında kalamazsınız.
Konuya olan yakın ilgim dolayısıyla
sürekli iş etiği, mesleki etik ya da
toplumsal etik gibi konuların konuşulduğu,
tartışıldığı ortamlara yakın oldum.
Tüm üye şirketlerin yöneticileri gibi
TEİD’e ilk günden beri destek olmaya
çalıştım. Başkanlık, dernek ideallerinin
gerçekleşmesinde bir bayrak yarışı gibiydi
ve arkadaşlarım ilk bayrağı bana verdiler.
TEID üyesi kurumların Birleşmiş
Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi
şartlarını benimsemiş olmaları
isteniyor. Sizin gözlemlerinize göre,
bu sözleşmenin imzalanmasıyla
beraber kurum içi yapılar ne yönde
değişiyor, nasıl şekilleniyor?
Biliyorsunuz, Küresel İlkeler Sözleşmesi
şirketlerin insan hakları, çalışma koşulları,
yolsuzlukla mücadele ve çevre duyarlılığı
gibi alanlarda bilinçli, duyarlı, adil, sorumlu
ve şeffaf bir yönetim tarzı benimsemelerini
ve bu yönetim disiplinini sürekli bir gelişim
içinde muhafaza etmelerini sağlayan bir
ilkeler bütünü. Ayrıca yasal zorunluluk
değil, gönüllülük esası üzerine kurulmuş
olması, bu sözleşmeyi özünde sektörler
ve coğrafyalar üstü bir etik kod haline
getiriyor.
Sözleşmenin şirketlerin idari
yapılarına bir yük ya da değişiklik
getirdiğine tanık olmadım. Bununla
birlikte sözleşmeyi imzalamış olmak
muhakkak ki şirket içinde kolektif bir
bilinç oluşmasına etki ediyor. İlerleme
Raporu’nu sürekli gelişimi motive
eden itici bir güç olarak gördüğümü
söyleyebilirim.
Wikileaks ile beraber etik yönetim
ve şeffaflık üzerine çokça konuşuldu.
Kimilerine göre Wikileaks şeffaflık
kavramına ilişkin yeni bir pencere
açtı, kimileri ise kontrolün bu kadar
kaybedilmesini bir tehdit olarak
gördü. Siz yaşanan bu son gelişmeleri
nasıl yorumluyorsunuz?
Wikileaks ile ortaya çıkan bilgilerin
şaşırtıcı, hatta şoke edici olduğunu kabul
etmek gerek. Ancak kontrolsüz yayılan
bilginin doğuracağı kaosun hedeflenen
yararı gölgede bırakabileceğini de göz
ardı etmemeliyiz. Kontrolden kastım
sansür değil; bilginin akılcı bir yaklaşımla
kullanılıp, yaşanan bir olumsuzluk varsa,
bunu önleme gücü ve kabiliyeti olan
taraflarla paylaşılması.
Wikileaks ile doğan soru
işaretlerinden biri de şeffaflığın
sınırı oldu. Size göre bir kurumun
şeffaflığının sınırı ne olmalıdır? Ya da
böyle bir sınır var mıdır?
Şeffaflık ile çıplaklığın birbirine
karıştırılmaması gerektiği görüşündeyim.
Bir kurumun ticari sırlarını gizli tutması
kadar doğal bir şey olamaz. Bununla
birlikte yasalarca tanımlanmış olan
ve “ticari sır” dışında kalan her bilgi,
insanlık malıdır. Özünde kurumsal
yönetim ilkeleri olan Yeni Türk Ticaret
Kanunu’nun hayatımıza getirdiği tarif
böyle. Kurumlar sadece pay sahiplerine
değil, tüm paydaşlarına karşı, onları
ekonomik veya sosyal yönden etkiledikleri
her alanda şeffaf olmalılar.
Bugün sürdürülebilirlik kavramının
yansımalarını tüm kurumlarda -gerek
yönetim anlayışlarında gerekse
üretim aşamasında- görüyoruz.
Siz Türkiye’deki kurumların
sürdürülebilirlik anlamında gelişimini
ve bugün gelinen noktayı nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Sürdürülebilir politikaların geliştirilmesi
ve sadakatle uygulanması, şirketlerin
dünyaya ve geleceğe borçları. Bugünün
refahını sağlamak için yarının kaynaklarını
tüketmeye devam ediyoruz. Türkiye’de
de bu yönde bir bilincin oluştuğunu
ŞEFFAFLIK İLE ÇIPLAKLIĞIN BİRBİRİNE
KARIŞTIRILMAMASI GEREKTİĞİ GÖRÜŞÜNDEYİM.
BİR KURUMUN TİCARİ SIRLARINI GİZLİ TUTMASI
KADAR DOĞAL BİR ŞEY OLAMAZ. BUNUNLA BİRLİKTE
YASALARCA TANIMLANMIŞ OLAN VE “TİCARİ SIR”
DIŞINDA KALAN HER BİLGİ, İNSANLIK MALIDIR
ve geliştiğini gözlemliyoruz. Diğer
yandan ise sürdürülebilirlik konusunun
şirketler ve sektörler üstü kolektif
bir bilinç ile irdelenmesi gerektiğine
inanıyorum. Şirketlerin değil, ülkelerin
ve paktların sürdürülebilirlik politikaları
olmalı. Bu politikalar; şirketlerin çevre
sorumluluklarına uyacaklarını anlaşma ve
kanunlarla güvence altına alırken, temiz
enerjiye yatırımın desteklenmesi gibi
önlemlerle şirketlerin bu sorumlulukları
yerine getirirken herhangi bir ekonomik
açmaza düşmelerini de engellemeli.
Sürdürülebilirlik artık bir şirketin, sektörün
ya da ülkenin değil, tüm dünyanın
sorumluluğu.
Türkiye’deki şeffaflık anlayışını
yurtdışıyla kıyasladığınızda nasıl bir
portreyle karşılaşıyorsunuz? Mesela
Microsoft gibi uluslararası kurumlar
muhtemelen global anlayışı Türkiye
ayağında da uyguluyordur ancak
bunun dışında yerel kurumlarda
durum nedir? Genel olarak şeffaflık
konusunda ne noktadayız?
Şeffaflık tek başına bir şey ifade etmiyor.
Şirketlerin önce etik, sorumlu ve adil
davranmaları, ardından şeffaf ve hesap
verebilir olmaları gerekiyor. Kayıt
dışı ekonominin önemli bir sorun
olduğu, mali kayıtların sorumluluk
esasına göre değil, vergilendirme
esasına göre tutulduğu bir ekonomik
düzen söz konusu. Günümüzde bu
düzenden sorumlu yönetim kurulunun
sorumlulukları kaçınılmaz olarak
yeniden şekilleniyor. Pay sahiplerinin
menfaatleri kadar paydaş haklarının da
gözetildiği yeni bir döneme giriliyor.
Yeni Türk Ticaret Kanunu’nun getirdiği
bu değişiklikler ile örneğini verdiğiniz
şirketlerin iş yapma şekil ve disiplinine
ulaşacağımızı, hatta onları geçeceğimizi
umuyorum.
TEID olarak Etik Algı Araştırması
gerçekleştirdiğinizi biliyoruz. Bu
araştırmanın sonuçlarından biraz
bahseder misiniz?
Araştırmanın ilkini bu sene yaptık. Temel
amacımız, profesyonellerin cephesinden etik
ve itibar kavramlarının nasıl algılandığını
ve çalışanın şirketini değerlendirmede
nasıl bir rol oynadığını görebilmekti.
Neticelerini, akademisyen üyelerimizin de
değerlendirmeleri ile birlikte 15 Şubat’ta
gerçekleştirdiğimiz Etik Zirvesi’nde
paylaştık. Bu çalışmayı her sene gelişen bir
içerikle tekrarlamayı amaçlıyoruz. Zirvenin
2011 kayıtları bilgi bankamızda sürekli
olarak paylaşımda kalacak.
Dernek olarak 2011 hedefleriniz
nedir? Yeni seneden beklentilerinizi
anlatır mısınız?
2011 senesi için birçok hedefimiz var.
Öncelikle üye sayımızı artırmak ve
üyelerimizin şirket kültürleri, tecrübeleri
ve yöntemleri ile oluşturduğumuz bilgi
havuzunu genişletebilmek istiyoruz.
Amaç ve misyonumuza uygun bir iletişim
planı çerçevesinde etkinliklerimizi
sürdürebilmek de hedeflerimiz arasında.
Aynı zamanda tüm paydaşlarımızın
kullanımına sunduğumuz, şimdiden
3 binin üzerinde yayın, makale ve
etik kodu örneği barındıran ve dünya
gündeminin takip edilip en iyi uygulama
örneklerinin incelenebileceği TEİD Etik
Kütüphanesi’ni geliştirip kullanımını
yaygınlaştırabilmeyi amaçlıyoruz.
Uzun vadeli hedefimiz ise etik ve itibar
yönetimi alanında referans noktası
olabilmemizi sağlayacak fikri üretim ve
işbirlikleri geliştirebilmek.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
29
İNTERNET
İnternet
ve telif hakları
İnternet, yapısı gereği, içinde öğrenme, paylaşma
gibi amaçlar barındıran bir platform. Bütün dünyada
bilgiye ulaşmanın yolu bu şekilde açılıyor ve bilgi
olağanüstü bir hızla yayılıyor. Bir başka deyişle,
internetin tüm dünyadaki hızlı gelişimine paralel
olarak sanal ortamda bulunan her türlü yayın ve
bilgi, kişiler arasında daha hızlı aktarılır hale geliyor.
AV. DR. FATOŞ KILIÇ
KILIÇ HUKUK BÜROSU
B
ilindiği üzere, bilim ve sanat
alanındaki gelişmelerin takip
edilmesi, internetin önemini
giderek artırıyor. İnternette
bilim ve sanat eserlerinin yayınlanmasıyla
eserler daha büyük kitlelere ulaşmaya
başlıyor. Ancak bu gelişmeyle birlikte
bir yandan da eser sahiplerinin o eseri
meydana getirmesinden doğan telif
haklarının internet üzerindeki ihlalleri
gündeme geliyor. İnternet üzerinde
korunan telif hakları, eser sahibinin mali
ve manevi hakları olarak değerlendiriliyor.
Eser üzerindeki manevi haklar; Fikri
Sınai Eserler Kanunu anlamında eser
sahibinin işlediği konunun üzerindeki
kişiselliğinin korunması ve buna saygı
gösterilmesi hakkı olarak adlandırılıyor.
Mali haklar ise eserin yayınlanmasından,
dağıtılmasından, çoğaltılmasından ve
30 MediaCat Özel Eki
MART 2011
sergilenmesinden doğan mali kazançlar
olarak adlandırılıyor. Örneğin internet
üzerinde hızlı erişim sayesinde eserler
daha kolay çoğaltılabiliyor. Eser saniyede
onlarca kullanıcıya ulaştırılabiliyor
ve baskı makinesi gibi aletlere gerek
duyulmaksızın çoğaltılabiliyor. Eserin
çoğaltılması sosyal medya üzerinden de
gerçekleşebiliyor. Sosyal medya, internet
kullanıcılarının birbirleriyle yapmış
oldukları görüşmeler ve iletmiş oldukları
paylaşımlar şeklinde tanımlanıyor. Sosyal
medya üzerindeki paylaşımlar ilk bakışta
kişisel olarak algılansa da konuyla ilgili
kişi sayısı arttıkça paylaşımlar da artıyor,
böylelikle çok hızlı şekilde ihlaller ortaya
çıkıyor. Sosyal medyada en çok ihlal
teşkil eden eylemler; internet üzerinde
müzik sunumu, taklit ürünlerin satışı,
kitapların ve makalelerin izinsiz şekilde
yayınlanması, başkasına ait marka adının
ve ticaret unvanının kullanılması, patentli
ürünlerin izinsiz şekilde satılması ve
web sitelerinin kopyalanarak başkaları
tarafından kullanılması şeklinde
sıralanabilir.
KANUNUN KAPSAMI NEDİR?
Dünya çapında internet üzerinden
yapılan bu ihlallere ve bu ihlalleri
engellemeye ilişkin yeterli düzenleme
yok. Ancak bununla birlikte Bern
Anlaşması, WIPO gibi anlaşmalar
ülkeler açısından internet üzerindeki
telif haklarını korumak anlamında öncü
nitelik taşıyor. Türkiye’de telif haklarının
internet üzerinde korunması ve bu
hakları ihlal edenlerin cezalandırılması
amacıyla 5661 sayılı İnternet Ortamında
Yapılan Yayınların Düzenlemesi ve
Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla
Mücadele Edilmesi Hakkındaki Kanun
düzenlenmiştir. FSEK ve 5651 sayılı
İnternet Ortamında Yapılan Yayınların
Düzenlemesi ve Bu Yayınlar Yoluyla
İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi
Hakkındaki Kanun uyarınca; internet
ortamında yapılan ve içeriğine Türk
Ceza Kanunu’nda yer verilen intihara
yönlendirme (madde 84), çocukların
cinsel istismarı (madde 103, birinci
fıkra), uyuşturucu veya uyarıcı madde
kullanılmasını kolaylaştırma (madde
190), sağlık için tehlikeli madde temini
(madde 194), müstehcenlik (madde 226),
fuhuş (madde 227), kumar oynanması
için yer ve imkân sağlama (madde 228)
suçları veya Atatürk aleyhine işlenen
suçlar hakkında kanunda yer alanlardan
birini oluşturduğu hususunda yeterli
şüphe sebebi bulunan yayınlara erişimin
engellenmesine karar verilir.
5651 sayılı İnternet Ortamında
Yapılan Yayınların Düzenlemesi ve
Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla
Mücadele Edilmesi Hakkındaki Kanun’un
5. maddesindeki düzenleme uyarınca,
yer sağlayıcı, hukuka aykırı içerikten
haberdar edilmesinden sonra teknik
olarak imkân bulduğu ölçüde hukuka
aykırı içeriği yayından kaldırmakla
yükümlüdür. Aksi halde sürekli olarak
içeriği kontrol etme yükümlülüğü
bulunmamaktadır. Bu düzenleme kimi
yazarlarca eleştirilmekle birlikte Yargıtay
içtihatları da bu yöndedir. (Yargıtay 11.
HD 15.04.2008 tarih, 2007/3565 E.
2008/5018 K). Her gün binlerce bilginin
incelenmesinin zorluğu karşısında kanun,
ihlalin kendisine bildirilmesinin ardından
yer sağlayıcının makul süre içinde bu
içeriği kaldırmakla yükümlü olduğunu
belirtir. Ancak yer sağlayıcı, makul süre
içerisinde içeriği kaldırmadığı takdirde
işlenen suçtan dolayı sorumlu tutulabilir.
İLK YASAKLAR
Ülkemizde bugünlerde Youtube için
süregelen, fizy için ise ilk kez verilmiş
olan erişimin engellenmesi kararlarının
içeriği tartışılıyor. İlk olarak, 06.03.2007
tarihinde Yunanlı bir genç tarafından
Atatürk’e hakaretler içeren bir videonun
Youtube’da paylaşılması üzerine,
5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen
Suçlar Hakkındaki Kanun’a aykırı
davranıldığı gerekçesiyle Youtube’a
erişimin engellenmesine karar verilmişti.
Ancak Youtube’un davaya esas içerikleri
kaldırması üzerine erişime izin verilmişti.
Bu şekilde Youtube’a erişim birkaç kez
tamamıyla engellendi. Bir videodan ötürü
tüm siteye erişimin engellenmesi birçok
kesim tarafından yoğun şekilde eleştirildi.
Herkesin rahatça ifade özgürlüğünü
kullanabildiği, paylaşımlar yapabildiği bir
siteye erişimin tamamıyla engellenmemesi
gerektiği, sadece suç sayılan içeriğin
erişiminin engellenmesinin yeterli olduğu
dile getirildi.
Diğer yandan, 17 Aralık 2010 tarihli
Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı’nın kararı
ile günde ortalama 600 bin kişinin
ziyaret ettiği video ve müzik dinleme
sitesi fizy.com’a erişim de engellendi.
2009’da fizy.com ile anlaşma imzalayan
MÜYAP’ın başvurusu ile harekete
geçen savcılık, sitenin Basın Muhalefet
Kanunu’na aykırı yayın yaptığına
hükmetti ve savcılığın önleyici kararı
ilgili makamlara iletildi. Fizy.com’ a
erişimin engellenmesindeki gerekçe;
sitenin anlaşma gereğine uymayarak
telif borçlarını ödememesi, MÜYAP
ile yapılan anlaşma sonrasında içeriğin
değişmesi ve bu sebeple MÜYAP’ın
siteyi şikayet etmesi şeklinde gösterildi.
Yani bu kadar yoğun ilgi ve talep gören
bir müzik sitesinin kapatılmasında asıl
sebep, eser sahiplerinin telif haklarının
ihlaliydi. Zira eser sahiplerinin
emeklerinin karşılığını almaları,
kendi eserleriyle ayrılmaz bir parça
olarak değerlendirilen bir durum. Eser
sahiplerinin MÜYAP aracılığıyla telif
hakkından doğan alacaklarını ödemeyen
fizy.com’a erişimin engellenmesi,
talep hakkı münhasır haklarından
kaynaklanıyor. Bununla birlikte fizy.
com’u her gün binlerce kullanıcı ziyaret
ediyor ve bu siteden faydalanıyor.
ERİŞİMİN ENGELLENMESİ KARARI VERİLİRKEN
KARARLARIN ÇOK AÇIKLAYICI OLMASI, HATTA ÇOĞU
KEZ KARARDAN VAZGEÇİLMESİ VEYA SADECE ZARARLI
İÇERİĞİN KALDIRILMASI GEREKİYOR
ERİŞİM NE ÖLÇÜDE
ENGELLENEBİLİR?
Yukarıda da açıklandığı üzere internet,
internet üzerindeki telif hakları ihlalleri
ve yayınlanan içerikten mağdur olan
bireylere ilişkin ihlaller hassas dengeler
içeriyor ve sonuçları büyük bir kesimi
etkileyebiliyor. Türk Ceza Kanunu
uyarınca cezalarda şahsilik ilkesi geçerli.
Bu ilkeye göre, ortaya çıkan bir suçtan
dolayı sadece o suçu işleyen kişiler
cezalandırılabiliyor. Bunun yanı sıra,
anayasa hükümleri uyarınca herhangi bir
özgürlüğün kısıtlanabilmesi kanunlarla
mümkün. Ancak bunun makul ve
ölçülü yapılması gerekiyor. Bu şekilde
engellenen içerik sahibine ve bundan
yararlanan kişilerin özgürlüklerine
yapılacak müdahalelerin ölçülü olması
sağlanıyor. Aksi bir uygulama, TCK
ve anayasa hükümlerine aykırılık
oluşturuyor. Bu nedenle zararlı içeriğin
engellenmesi kararı verilirken, asıl
suçlu ile mağdurlar arasındaki ilişkinin
iyi incelenmesi ve içerikten zarar
gören mağdurun korunması adına
diğer kişilerin ifade özgürlüğünün
kısıtlanmaması çok önemli. Erişimin
engellenmesi kararı verilirken kararların
çok açıklayıcı olması, hatta çoğu kez
karardan vazgeçilmesi veya sadece zararlı
içeriğin kaldırılması gerekiyor. Mutlaka
erişimin engellenmesi kararı verilmesi
gerekiyorsa da buna suçta ve cezada
kanunilik ilkesi ve anayasal ilkeler göz
önünde bulundurularak karar verilmeli.
Zira internet günümüzün olmazsa olmaz
düşünce paylaşım ortamı.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
31
İDAÜYELERİNDEN2010UYGULAMALARI
İDA üyesi iletişim danışmanları, son derece aktif geçirdikleri 2010 yılı içinde farklı alanlarda pek çok projeye
imza attı. Sempozyumlardan sosyal sorumluluk projelerine, ürün lansmanlarından yarışmalara ve kültür –
sanat etkinliklerine pek çok dalda proje üreten İDA üyelerinin 2010’daki organizasyon karnesi hayli kabarık.
GLOBAL EKONOMİK SEMPOZYUM
FAY HATLARI TIR’I
OKULDA HAREKET VAR
Proje: FAY HATLARI TIR’I
Proje Sahibi: Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK)
Proje Ortağı: Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü
İletişim Danışmanlığı Ajansı: Grup 7 İletişim Danışmanlığı
Proje: Global Ekonomik Sempozyum
İletişim Danışmanlığı Ajansı: Effect
Global Ekonomik Sempozyum ile işbirliğimizin temelleri 2007’de Davos Zirvesi’nde
atıldı. Kapanış yemeğinde Alman Kiel Dünya Ekonomi Enstitüsü Başkanı Dennis
Snower ile tanıştık. Snower aynı yılın Eylül ayında Global Ekonomik Sempozyum
ismiyle alanında fark yaratacak uluslararası bir konferans düzenleyeceklerinden
bahsetti. Sempozyumun ilkine Türkiye’den sadece Maliye Bakanı Mehmet Şimşek
ve ben katıldık. Buradaki görüşmeler esnasında sempozyumun önümüzdeki yıllarda
Türkiye’de yapılması fikri gündeme geldi. Ardından sempozyumun üçüncü senesinde
organizasyonun Türkiye’de gerçekleşmesi kararı alındı.
Sempozyumun uluslararası temsilciliği için bize başvurulduğunda onur duyduk.
Yurt içi ve yurt dışındaki panelist ve katılımcı ilişkileri, sponsorluk anlaşmaları,
pazarlama ve iletişim hizmetlerini yürütmek üzere bu işe odaklanacak bir ekip
kurduk. Global Ekonomik Sempozyum ekibi ve organizasyonun Türkiye’deki ev sahibi
olan Merkez Bankası ekibi ile iki ayı aşkın bir süre boyunca son derece keyifli bir
çalışma gerçekleştirdik.
Sempozyumda tüm konular sürdürülebilirlik ekseninde tartışıldı. Effect olarak
sürdürülebilirlik, yatırım yaptığımız bir alan. Bu sene yatırımımızı genişleterek Effect
CSR markası altında yeni bir departman kurduk. Global Ekonomik Sempozyum
ilk büyük işimizdi. Sempozyumda “Sistem Riskleri Karşısında Sürdürülebilirliği
Yakalamak” ana başlığı altında kırsal kalkınmada kadınların rolü, çevre sorunlarına
bağlı göçler, sürdürülebilir iş stratejisi, karbon yönetimi, insan ticareti, iklim
değişikliği, artan gıda talebi, su kaynakları ve enerji güvenliği gibi konuları global
platformda tartışmaya açtık.
Toplantılarda tartışılan çözüm önerileri Mart ayında Global Ekonomik Çözümler
kitapçığı adı altında derlenerek IMF, OECD, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler
başta olmak üzere birçok ulusal ve uluslararası kuruluşa sunulacak. Bu yolla Global
Ekonomik Sempozyum ekibiyle beraber sistemsel risklere farklı çözüm önerileri
getirirken aynı zamanda ekonomik ve sosyal konularda sürdürülebilir iş modelleri ve
işbirliği politikalarının oluşturulmasına da katkı sağlamayı hedefliyoruz.
Global Ekonomik Sempozyumu’nun dördüncüsü 4 – 6 Ekim 2011 tarihleri
arasında Almanya’nın Kiel şehrinde yapılacak. Bu sene olduğu gibi önümüzdeki sene
de panelist ve katılımcı ilişkileri, sponsorluk anlaşmaları ve pazarlama ve iletişim
çalışmalarına tam destek vereceğiz.
32 MediaCat Özel Eki
MART 2011
ÖZEL OLİMPİYATLAR
PROJESİ
Proje: Okulda Hareket Var
Proje Sahibi: Algida Max
İletişim Danışmanlığı Ajansı: Excel İletişim Danışmanlığı
Her birey için gerekli ve önemli olan dengeli beslenme ve fiziksel olarak aktif olmanın
çocuklar için daha da önemli olduğundan yola çıkarak Algida Max için geliştirdiğimiz
Okulda Hareket Var projesi, Milli Eğitim Bakanlığı ile Algida Max işbirliği ve Hacettepe
Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü ile Hacettepe Üniversitesi Çocuk Gelişmi
Bölümü’nün desteğiyle hayata geçirildi.
Projede iki stratejik hedef üzerine odaklandık. Bunlardan ilki, gelişme çağındaki
çocukların bedensel, ruhsal ve düşünsel olarak ömür boyu daha sağlıklı, mutlu ve başarılı
olmalarına katkı sağlamak için onları dengeli beslenmeye ve daha fazla hareket etmeye
teşvik etmekti. İkincisi ise çağımızın en büyük tehditlerinden olan obezite ve hareketsizlik
hastalığı gibi kronik yaşam biçimi hastalıklarına yakalanma riskinin azaltılmasına yönelik
toplumsal bilincin oluşmasına katkıda bulunmaktı. 2009 yılında pilot bölge olarak
belirlenen İstanbul ve Bursa’da toplam 38 okulda 36 bin çocuğa birebir ulaşıldı. 2010
yılında ise İzmir’deki 69 okul iki kez ziyaret edildi, 55 bin çocuk eğitimlerden faydalandı.
Çalışmaya katılan çocuklar, en sevdikleri karakter olan Aslan Max’ın renkli üslubunu
yansıtan eğitici bir sunum dinlediler. Aynı zamanda yaratıcı drama teknikleriyle oluşturulan
egzersiz programına katılarak hareket etmenin eğlenceli yöntemlerini keşfettiler.
2010’DA DERS BAŞLADI
Okulda Hareket Var projesinin başarısı yeni bir işbirliği için ilham verdi. Okula başlamanın
çocuk için yeni ve karmaşık bir sosyal çevreye girmek, birey olarak toplumda yer almak
ve dış dünyaya açılmak anlamına geldiğinden yola çıkan Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ders
Başlıyor isimli projesi Okulda Haraket Var çalışması ile birleştirilerek, 2010 – 2011
eğitim dönemi başında ilköğretim anaokulu öğrencileri ve birinci sınıfa yeni başlayan
çocuklarla buluşturuldu. Okula yeni başlayan öğrencilerin zihinsel, duygusal ve sosyal
yönden okul ortamına hazır olmalarını sağlamayı hedeflediğimiz projede, çocukların okula
adaptasyonunu kolaylaştıracak bir program hazırlanması için çalıştık. Bu programda 450’si
İstanbul’da, 350’si İzmir’de ve 200’ü Bursa’da olmak üzere toplam 1000 özel eğitmen,
600 ana sınıfı ve ilköğretim birinci sınıf öğretmenini programın içeriği ve uygulamaları
hakkında bilgilendirdi. Hacettepe Üniversitesi Çocuk Gelişimi Bölümü ile oluşturduğumuz
programda, 138 bin çocuğun okula geçiş sürecini yaratıcı drama teknikleriyle unutulmaz
bir deneyime dönüştürdük.
Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK), Zorunlu Deprem Sigortası hizmeti sunmak
üzere 2000’de kuruldu. Bu sigortayla konutların deprem hasarlarına karşı ödenebilir
primlerle güvenceye alınması hedeflendi. Ancak 1999’daki deprem kayıplarının
çabuk unutulması ve sigorta bilincinin henüz yeterli olmaması sigortanın
yaygınlaşmasını olumsuz etkiledi.
DASK’ın 2009’da yaptırdığı araştırmanın sonuçları, insanların olası bir
depremde evlerinin yıkılacağını ve öleceklerini düşündüklerinden sigortayı
gereksiz bulduklarını, bu konularda daha fazla bilgiye ihtiyaç duyduklarını ve bilim
insanlarına daha çok güvendiklerini ortaya koydu. Buradan hareketle deprem riski
yüksek merkezlerde depremin ve Zorunlu Deprem Sigortası’nın önemine ilişkin
bilinç oluşturacak yüz yüze iletişim faaliyetleri yürütülmesine karar verildi.
DASK, B.Ü. Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü işbirliğiyle
2010’da Fay Hatları TIR’ı projesini başlattı. İçinde hareketli bir platform üzerinde
kurulan bir oturma odası olan ve 7 şiddetinde bir depremi simüle edebilen bu TIR’la
Kuzey ve Batı Anadolu Fay Hatları dolaşıldı. 30 il ve 16 ilçe ziyaret edildi, 104
günde 7 bin 500 km yol kat edilerek 110 bin kişiye doğrudan ulaşıldı.
Kandilli eğitmenleri 225 seminer ve uygulamalı eğitim verdi. Prof. Dr. Üstün
Dökmen 12 ilde erteleme psikolojisinin deprem tehdidi altında yaşayan bir ülkede
yaratacağı kaotik sonuçları ve bunu önleme yöntemlerini anlattı. Tüm katılımcılara
Depreme Hazırlık Eğitim Seti dağıtıldı.
TIR’da yapılan anket, katılımcıların yüzde 78’inin Zorunlu Deprem Sigortası’yla
ilgili yeni bilgiler edindiğini gösterdi. TIR sayesinde DASK’ı tanıdıklarını
söyleyenlerin yüzde 46’sının 7 – 30 yaş arasında olması projenin genç kuşaklarda
farkındalık yaratmak açısından etkili olduğunu, Zorunlu Deprem Sigortası
yaptırmaya karar verenlerin yüzde 73’ünün 30 yaş üstünde olması ise karar
vericilere ulaşıldığını ortaya koydu. Ayrıca proje haberleri görsel ve yazılı basında
250’yi aşkın yansıma elde ederek Zorunlu Deprem Sigortası’nın genel kamuoyunun
gündemine girmesini sağladı. DASK, 2011’de Doğu Anadolu Fay Hatları’nda
üçüncü turuna çıkacak bu projesiyle PR News Kurumsal Sosyal Sorumluluk
Ödülleri’nin Kamu Projeleri kategorisindeki 6 finalistten biri oldu. DASK’ın derecesi
8 Mart 2011’de Washington’daki törende açıklanacak.
Proje: Özel Olimpiyatlar Projesi
Proje Sahibi: P&G
Proje Ortağı: Migros, Özel Olimpiyatlar Türkiye Organizasyonu
İletişim Danışmanlığı Ajansı: Medyaevi
P&G, Migros işbirliğiyle Özel Olimpiyatlar Türkiye Organizasyonu’nu 2004 yılından bu
yana destekleyerek zihinsel engelli gençlerin sporla hayata bağlanmasına ve her yıl 500
zihinsel engelli gencimizin sporcu olarak yetiştirilmesine katkıda bulunuyor. “Destek
verelim, engel tanımayanları olimpiyatlara gönderelim” sloganı ile belirli dönemlerde
gerçekleştirilen kampanyaya en büyük desteği, kampanyalı P&G ürünlerini (Ariel, Alo,
Ace, Blendax, Duracell, Fairy, Gillette, Head & Shoulders, İpana, Koleston, Oral –
B, Orkid, Pantene, Prima ve Rejoice) Migros mağazalarından satın alan tüketiciler
oluşturuyor.
Kampanya kapsamında yaratılan mentorluk ve motivasyon programında Türkiye’nin
önde gelen sporcu ve sanatçılarının desteği her yıl artıyor. Özel sporcuların toplumla
kaynaşması ve toplumun engellere duyarlılık hakkında bilinçlenmesine aracı olan
kampanya ile bugüne kadar 3 bin 500 engelli çocuk ve genç sporla tanıştı. İlk kez
şehirlerinden ayrılan, arkadaşlarıyla birlikte kalan ve kamp yapan özel sporcular bugüne
kadar ülkemizi başarıyla temsil etti. Ayrıca yetiştirilen özel sporcuların Uluslararası Özel
Olimpiyatlar Oyunları’na katılımı desteklendi.
Türkiye Halkla İlişkiler Derneği 9. Altın Pusula Yarışması’nda Kurumsal Sosyal
Sorumluluk Spor dalında ödül alan kampanyanın gurur tablosu şöyle:
• 2005 yılında özel sporcularımız Japonya’nın Nagano kentinde düzenlenen Dünya Kış
Olimpiyatları’nda Türkiye’ye 4’ü altın olmak üzere toplam 8 madalya kazandırdı.
• 2006 yılında Belçika Özel Olimpiyat Oyunları’nda yüzme ve atletizm dallarında
yarışan 8 özel sporcu dördü altın, ikisi gümüş ve üçü bronz olmak üzere 9 madalya
kazanırken, aynı yıl ‘Yılın Sporcusu’ yarışmasında Türkiye’den bir zihinsel engelli
sporcu aday gösterildi.
• 2007 yılında Finlandiya’nın Helsinki şehrinde düzenlenen Avrupa Futbol Turnuvası’nda
finalde Macaristan ile mücadele eden Türkiye takımı gümüş madalya kazanarak ikinci
oldu.
• 2008 yılında Avusturya, İsviçre, Almanya ve Lihtenştayn’da gerçekleşen Özel
Olimpiyatlar Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan gümüş madalya ile dönüldü.
• 2009 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da gerçekleşen Özel Olimpiyatlar Avrupa
Futbol Şampiyonası’nda Türkiye birinci oldu. Yarışmaya 24 ülke katıldı.
• 2010 yılında Varşova’da yapılan Özel Olimpiyatlar Avrupa Yaz Oyunları’nda Türk
sporcular 15 altın, 5 gümüş ve 7 bronz madalya kazandı.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
33
İDAÜYELERİNDEN2010UYGULAMALARI
YILMAZ SAZAK ULUSLARARASI YAŞ
GRUPLARI ATLETİZM YARIŞMALARI
İYİ BESLENMEK, İYİ GELECEK
GERÇEK MUHABBETİN KİTABI
MY ISTANBUL BRÜKSEL’DE
Proje: Yeni Rakı “Yeni İletişim Devi” Reklam Kampanyası Sosyal Medya Uygulaması
Proje Sahibi: Yeni Rakı
İletişim Danışmanlığı Ajansı: Zarakol
Proje: My Istanbul Brüksel’de
Proje Sahibi: SKF Türkiye
Proje Ortağı: TR PLUS
İletişim Danışmanlığı Ajansı: Zego İletişim Stratejileri Merkezi
Proje: İyi Beslenmek, İyi Gelecek
Proje Ortakları: Sana, TOÇEV, Milli Eğitim Bakanlığı Sağlık İşleri Dairesi Başkanlığı
İletişim Danışmanlığı Ajansı: Ünite İletişim
Proje: Yılmaz Sazak Uluslararası Yaş Grupları Yarışmaları
Proje Sahibi: Yüksel İnşaat
İletişim Danışmanlığı Ajansı: N’PR
İnşaat sektörünün öncü firmalarından Yüksel İnşaat, toplumsal yatırım kapsamında
yürüttüğü uzun soluklu spor projesi Yılmaz Sazak Uluslararası Yaş Grupları
Yarışmaları ile 16 yıldır Türk spor yaşamına katkı sağlamayı sürdürüyor. Şirketin
kurucularından, Atletizm Federasyonu Eski Başkanı Yılmaz Sazak’ın sağlığında
başlattığı yarışmalar, binlerce atlet için okul olma özelliğine sahip.
Yılmaz Sazak Uluslararası Yaş Grupları Atletizm Yarışmaları, atletizm sporuna
kurumsal destek yaratarak küçük yaş gruplarındaki atletlere atletizmde kendilerini
gösterme fırsatı sunmak, spor kariyerlerine atletizmde devam etmek isteyen genç
yeteneklere imkân tanımak hedefiyle 1996 yılında başlatıldı. Yaklaşık 2 milyon TL
tutarında kaynak harcanan yarışmalar, her yıl daha fazla ilgi ve destekle atletler için
bir fırsat olma özelliği taşıyor.
1999 yılında ilk kez komşu ülkelerden atletlerin davet edilmesiyle uluslararası
bir atletizm organizasyonu kimliğine kavuşan yarışmalar, 12 - 17 yaş aralığında
Avrupa’nın ilk üç yarışından biri olma özelliğini taşıyor. Yılmaz Sazak U.A.Y.G.
Atletizm Yarışmaları’nda her yıl Türkiye’nin yanı sıra Fransa, Moldova, Etiyopya,
Slovenya, Sırbistan, Rusya, Beyaz Rusya, Bulgaristan, Azerbaycan, Ermenistan,
Mısır, Kosova, Gürcistan, Hırvatistan, Makedonya, K.K.T.C., Lübnan, Bosna - Hersek,
Yunanistan, Barbados, Türkmenistan, Ukrayna, Kenya, Burundi ve Tacikistan gibi
dünyanın farklı bölgelerinden gelen 1.500’den fazla genç atlet ter döküyor.
Yılmaz Sazak U.Y.G. Atletizm Yarışmaları projesi kapsamında 7 yıldır yarışmalar
esnasında çekilen fotoğraflardan oluşturulan Yılmaz Sazak Fotoğraf Kulvarı Sergisi ve
Türk medyasının değerli ismi merhum Kenan Onuk’un atletizme getirdiği farklı bakış
açısı ve habercilik anlayışını yaymak, medyada atletizm sporuna olan ilgiyi artırmak
hedefiyle gerçekleştirilen, çalıştığı basın kuruluşunda Türk atletizm sporuna en doğru
ve etkili haber desteğini veren medya mensubunun ödüllendirildiği Kenan Onuk
Atletizm Özel Ödülü süreçleri de yürütülüyor.
Yılmaz Sazak U.Y.G.A.Y kapsamında hayata geçirilen projelerden bir diğeri olan
Yükselen Yıldızlar kapsamında ise 2007 yılı Temmuz ayından itibaren yarışmalardaki
başarılı dereceleriyle dikkat çeken genç atletler seçilerek, başarı grafikleri de göz
önünde bulundurularak, 20 yaşlarına gelene kadar sponsorluk desteği sağlanıyor.
34 MediaCat Özel Eki
MART 2011
Sana ve TOÇEV işbirliğiyle çocuklarımızın daha iyi bir geleceğe sahip olmaları için hayata
geçirilen İyi Beslenmek, İyi Gelecek projesi, gıda paketleri dağıtımı ile dengeli beslenmede
kahvaltının öneminin vurgulanması şeklinde iki temel hedefe odaklanıyor.
Sana ve TOÇEV, 2010 yılı Ocak ayında M.E.B Sağlık İşleri Dairesi Başkanlığı’nın
desteğiyle, ülkemizde sayıları 5 milyonu aşan yeterli ve dengeli beslenemeyen çocuğa
ulaşmak üzere harekete geçti. Proje kapsamında, M.E.B Sağlık İşleri Dairesi Başkanlığı’nın
yönlendirmesi ile TOÇEV tarafından belirlenen okuma istekli çocuklara bir yıl boyunca her
ay peynir, süt, zeytin, bal gibi kahvaltılık besinlerin yanı sıra temel besin öğeleri içeren gıda
paketleri gönderiliyor.
Pedagoglar tarafından hazırlanan anketlerle çocukların fiziksel ve sosyal gelişimleri
takip ediliyor, yeterli ve dengeli beslenme konusunda annelere eğitim verilerek
beslenme konusunda farkındalık yaratılması amaçlanıyor. Proje, 2011 yılında da tüm
hızıyla devam ediyor.
PROJE KAPSAMINDA 1 YILDA KISACA NELER YAPILDI?
Sinop’ta başlayarak Çankırı ve Kastamonu’da devam eden proje kapsamında, 2010
yılında ziyaret edilen 4 bin 50 çocuk arasından seçilen 500 çocuk ve 1350 aile
arasından seçilen 202 aileye toplam 7 bin 919 gıda paketi ulaştırıldı. İyi Beslenmek İyi
Gelecek Paneli ile beslenme uzmanları 500 aileye kahvaltının ve sağlıklı beslenmenin
önemini anlatırken, pedagoglar çocuk iletişimi konusunda yararlı bilgiler verdi.
İyi Beslenmek İyi Gelecek projesinin tanıtımı için Aslı Şen, Begüm Şen, Çiğdem
Hitay, Deniz Berdan, Ece Kıral, Emek Külür, Gülay Kamaz, Hülya Kalyoncu, Nalan
Salur ve Reyhan Gülman’ın aralarında bulunduğu ünlü annelerin İstanbul’un önde gelen
restoran - kafelerinden Lucca’nın menüsünden seçtiği yiyeceklerden “İyi Beslenmek,
İyi Gelecek” özel menüsü oluşturuldu. Bu özel menü, 20 Ocak - 1 Mart 2010 tarihleri
arasında Lucca’da servis edilerek elde edilen gelir TOÇEV tarafından proje için
oluşturulan fona aktarıldı.
SİNOP BASIN GEZİSİ
10 - 11 Mayıs 2010 tarihlerinde Sinop’un Boyabat ilçesinde, proje elçisi Hülya Koçyiğit ile
projenin gönüllü anneleri Ece Kıral, Gülay Kamaz ve Nalan Salur eşliğinde gıda paketleri
dağıtıldı, çocuklarla bir araya gelindi. Çocukların yeterli ve dengeli beslenmesi için ilk
koşulun önce ailelerin bilinçlendirilmesi olduğuna inanan Sana ve Toçev, Boyabat’ta
ailelere ve özellikle annelere yönelik İyi Beslenmek İyi Gelecek Paneli düzenledi.
www.iyibeslenmekiyigelecek.org
Yeni Rakı’nın “Yeni İletişim Devi” isimli reklam kampanyası, 2010 yılının ilk
çeyreğinde başlatıldı. Kampanyanın sosyal medya ayağı, blogların kullanılacağı bir
kurguyla tarafımızdan oluşturuldu. Blogger’ların proje içine dahil edilmesi, blogger’lar
tarafından üretilen içeriğin yönetilmesi ve final organizasyonunun yapılandırılması
sağlandı.
Sosyal medyanın vazgeçilmez bir parçası olan blogger’ların kendi bloglarında
yayınladıkları ve hayatlarından bir parçayı barındıran gerçek sofra muhabbetleri, yüz
binlerce kişi tarafından yorumlanarak dijital dünyada canlılığını korundu. Yazılar,
blogların aktif ziyaretçileri sayesinde, okunmaya devam ettiği sürece hatırlanacak.
Projede ana hedef kitle, dünya çapında 18 yaş ve üzeri internet kullanıcıları başta
olmak üzere tüm blog okuyucuları olarak belirlendi. Yaptığımız bu dijital çalışmanın
geleneksel basında yer almasından dolayı gazete ve dergi okuyucuları da ulaştığımız
kitle içerisinde yer aldı.
Oluşturulan kurguda bloglar ile Gerçek Muhabbetin Kitabı yazıldı. Blogger’lar
kendi gerçek sofra muhabbetlerini bloglarında yazıya dökerek Gerçek Muhabbetin
Kitabı’nda yer aldılar. Bu kitabın oluşturulması için Yakup Abi adında bir dijital
karakter yaratıldı. Rakı kültürüne ve adabına uygun bir üslup ile iletişime başlayan
bu karakter, sosyal medya platformları üzerinden blogger’lara “Gerçek Muhabbetin
Kitabı’nı hep birlikte yazalım” çağrısında bulundu.
Neticede toplam 108 blogger’ın katılımıyla 260 sayfalık Gerçek Muhabbetin
Kitabı basıldı. 108 blogger’ın yazdığı yazılar kendi bloglarında yüz binlerce kişi
tarafından okundu. Blogger’lardan sadece gerçek sofra hikayeleri yazmaları istenip
marka zorunluluğu konulmamasına karşın, 86 tanesi Yeni Rakı içtiği bir sofra
hikayesinden bahsetti. 260 sayfadan oluşan Gerçek Muhabbetin Kitabı, 108 farklı
blogger’ın hikayelerinden derlenen ilk ve tek kitap olma özelliğini taşıyor.
Kampanya, Türkiye’de en fazla blogger katılımıyla gerçekleştirilen sosyal
medya kampanyası olarak büyük yankı uyandırdı. Sonrasında yapılan sosyal medya
ve blogger kampanyalarında kıyas ölçütü ve örnek kabul edilmeye başlandı. 108
blogger’ın yazıları içinde yer alan “Yeni Rakı” kelimesi ile Google aramalarında Yeni
Rakı’nın marka değeri yükseldi.
ZEGO İletişim’in Türkiye’nin sesini Brüksel’de duyurmak amacıyla 2006 yılında
kurduğu bağımsız sivil toplum örgütü TR PLUS, SKF Türkiye tarafından gerçekleştirilen
Benim İstanbul’um - My Istanbul başlıklı ulusal gençlik projesini Mayıs 2010’da
Avrupa Birliği başkenti Brüksel’e taşıdı.
İsveç’in önde gelen rulman şirketi SKF, alanında dünya lideri bir kurum. SKF’nin
kültürel ve sosyal projeler yürüten Türkiye temsilciliğinin amaçlarından biri, Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliğine destek olmak. SKF’nin sosyal sorumluluk projesi olan
Benim İstanbul’um, birinci etabında gençler nezdinde kentlilik bilincinin oluşmasını
amaçladı. İkinci etabında ise İstanbul’un tanıtımını ve AB - Türkiye sivil toplum
diyaloğunu destekledi.
SKF tarafından ulusal çapta düzenlenen Benim İstanbul’um fotoğraf yarışmasına
lise öğrencileri katılmıştı. Dereceye giren eserler arasından seçilen 30 fotoğraf, AB
Komisyonu’nun merkezi olan Berleymont binasında 3 hafta boyunca sergilendi. Avrupa
Komisyonu Genişleme Bölümü Direktörü Michael Leigh’in açılışını yaptığı sergide,
yazar Vivet Kanetti kendi İstanbul’unu anlattı. My Istanbul sergisi, kültür - sanat
insanları, siyaset ve iş dünyası, akademik çevreler ve uluslararası medya tarafından
ilgiyle izlendi.
Projenin sergi etabı, SKF Türkiye’nin yanı sıra İstanbul 2010 Avrupa Kültür
Başkenti Ajansı, ZEGO İletişim tarafından Brüksel’de kurulan sivil toplum örgütü TR
PLUS - Centre for Turkey in Europe ve Avrupa Birliği Komisyonu’nun da desteklerini
aldı. İstanbul’un 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti olması nedeniyle yurtdışında
düzenlenen kültürel ve sanatsal etkinlikler arasında dikkat çeken bu sergi, Türkiye’nin
Avrupa’daki imajına olumlu katkı sağlayarak amacına ulaştı.
MART 2011 MediaCat Özel Eki
35
DERNEK
İDA, uluslararası
altın standart CMS
İle taçlandı
SOLDAN SAĞA İDA YÖNETİM KURULU ÜYELERİ:
BÜLENT GÜVEN, IŞIL ARIDAĞ, FİGEN İSBİR (BAŞKAN),
BARİKA GÖNCÜ, ZEHRA GÜNGÖR, NUR BAŞNUR
İ
36 MediaCat Özel Eki
MART 2011
Türkiye’de PR mesleğinin tüzel kişilik olarak temsil
edildiği tek dernek olma özelliğini taşıyan İDA’ya üye
12 şirket bu yıl, uluslararası platformda iletişimde
profesyonellik göstergesi olan Consultancy Management
Standard (CMS) sertifikası almaya hak kazandı.
letişim danışmanlığı
hizmetlerinde mükemmeliyet
göstergesi olarak uluslararası
altın standart kabul edilen ve
PRCA tarafından 1997’de geliştirilen
CMS, ISO 9001 ve Investors in
People temelinde özel olarak iletişim
danışmanlığı sektörüne uyarlanmış
kriterler içeren bir kalite standardı.
İletişim danışmanlığı ajanslarının
düzgün yönetildiğinin ve sorumlu
bir iş yapma tarzına sahip olduğunun
göstergesi ve güvencesi sayılan CMS;
Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Fransa,
Almanya, Hindistan, İrlanda, İtalya,
Norveç, Slovakya, İsviçre, Türkiye
ve İngiltere’de toplam 12 ulusal
profesyonel iletişim danışmanlığı
derneği tarafından benimseniyor.
tekrarlayarak bu yıl da sertifika alan
7 üye şirketin yanı sıra, 5 İDA üyesi
daha başvurarak sertifika almaya hak
kazandı. Bersay İletişim, BG İletişim
Basın ve Halkla İlişkiler, Excel İletişim
Danışmanlığı, GRUP 7 İletişim
Danışmanlığı, MPR Pazarlama Halkla
İlişkiler, N’PR İletişim Danışmanlığı
ve Zarakol Halkla İlişkiler CMS
sertifikalarını yenilerken; BMP Look
Halkla İlişkiler, Effect Halkla İlişkiler,
Medyaevi İletişim Danışmanlığı,
Saydam İletişim ve Etkinlik Yönetimi
ve TRIBECA İletişim Danışmanlık
ilk başvurularını yapıp sertifikalarını
aldılar. Toplam 18 İDA üyesinden
kalan 6 üye ise 3 yıllık İDA üyeliğini
tamamlama sürecinin ardından sertifika
başvurusu yapma hazırlığında.
İKİ YILDA BİR YENİLENİYOR
Quality Management Systems plc (QMS)
işbirliği ve yönlendirmesi ile bağımsız
olarak gerçekleştirilen bu sertifika, 2
yılda bir yapılan denetimlerle yenilenme
zorunluluğu taşıyor. Bu doğrultuda
İDA, üyesi olan tüm şirketlere üyelik
tarihinin başlangıcından itibaren en geç
3 yıl içinde hazırlıklarını tamamlayarak
başvuru yapmayı ve CMS sertifikası
almayı şart koşuyor. Daha önceki
yıllarda 8 İDA üyesi bu sertifikayı
almaya hak kazanmıştı. Denetimlerini
İDA’NIN ÇITASI,
ULUSLARARASI STANDARTLAR
Sertifikalar üye şirketlere27
Ocak’ta, İstanbul Mövenpick Hotels
sponsorluğunda gerçekleşen törenle
teslim edildi. İDA üyesi olan tüm
PR şirketlerinin yer aldığı törende
ayrıca Reklamverenler Vakfı, Türkiye
Kurumsal Yönetim Derneği, Türkiye
Etik ve İtibar Derneği, Türkiye Eğlence
Sektörü Derneği, TOBB Medya
ve İletişim Meclisi temsilcileri ile
iletişim fakültesi dekanları ve medya
mensupları da bulunuyordu. Törende
yaptığı konuşmada İDA’nın çıtasının
her zaman uluslararası standartlar
olduğunu ifade eden İDA Yönetim
Kurulu Başkanı Figen İsbir, bir yandan
da hizmet verme koşullarının dünyadaki
gelişmiş uygulamaların çok gerisinde
olduğunu ifade etti. Bu doğrultuda
IDA üyesi şirketler olarak kendilerini
dünya standartlarında hizmet vermeye
odakladıklarını belirten İsbir, bu
odaklanmanın sürdürülebilir olması
için hizmet verdikleri kurumlara dünya
standartları ile örtüşen ölçümleme
kriterlerini ve danışmanlık bedellerini
benimseme çağrısında bulundu.
2004 yılında kurulan ve uluslararası
İletişim Danışmanlığı Birliği ICCO’yu
Türkiye’de temsil eden tek dernek
olma özelliğini taşıyan İDA; sektörde
haksız rekabete, kayıt dışı faaliyetlere
ve etik dışı davranışlara karşı bilinç
oluşturmak, insan kaynakları kalitesini
yükseltmek ve sektörel bir kültür
yaratmak için çalışıyor. 1986 yılında
kurulan ve 28 ülkede bin 400’e yakın
danışmanlık şirketi ile bu şirketlerde
çalışan 30 bini aşkın halkla ilişkiler
profesyonelini temsil eden ICCO ise
mesleğin etik kurallarını korumak
ve uluslararası kalite standartlarını
geliştirmek yolunda önemli adımlar
atıyor.
?
MART 2011 MediaCat Özel Eki
37
ÜYE ŞİRKETLERİMİZ (ALFABETİK SIRAYLA)
www.bersay.com.tr
www.bgiletisim.com
www.effect.com.tr
www.leopr-tr.com
www.bpmlook.com
www.excel.com.tr
www.medyaevi.com.tr
www.cpartner.com.tr
www.grup7.com.tr
www.mpr.com.tr
www.npr.com.tr
www.oniletisim.com
www.saydampr.com
www.tribeca.com.tr
www.unite.com.tr
www.zarakol.com.tr
www.stagepr.com
www.zego.com.tr

Benzer belgeler