kriz dergisi
Transkript
kriz dergisi
ISSN 1300-980 X K R İ Z D E R G CİLT 6 SAYI 2 GÜZ 1998 ANKARA ÜNİVERSİTESİ PSİKİYATRİK KRİZ UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ I S I KRİZ DERGİSİ Kriz Dergisi A.Ü. Psikiyatrik Kriz Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin yayın organıdır. Cilt 6 Sayı 2 Güz 1998 Yılda 2 sayı çıkar. YAYIN KURULU YAYIN YÖNETMENİ Yrd. YAYIN YÖNETMENİ G.YAYIN KOORDİNATÖRÜ YAYIN KURULU Prof. Dr. Işık Sayıl Doç. Dr. Refia Palabıyıkoğlu Uzm. Dr. Oğuz. E. Berksun Uzm. Dr. Halise Devrimci Özgüven Uzm. Dr. Atilla Soykan Uzm. Dr. Cem Atbaşoğlu Uzm. Dr. Çiğdem Aydemir Uzm. Psik. Çiğdem Soykan Uzm. Psk. Sevgi Güney Uzm. Psk. E. Arzu Oral Uzm. Psk. Semra A. Binici Yük. Hem. Hülya Yazar DANIŞMA KURULU Prof. Dr. Öztaş Ayhan Prof. Dr. Salih Battal Doç. Dr. Hüsnü Erkmen Doç. Dr. Hakan Kumbasar Doç. Dr. Ülgen Okyayuz Doç. Dr. Hüseyin H. Özsan Prof. Dr. Ahmet Göğüs Doç. Dr. Aksın Sürmeli Prof. Dr. Cengiz Güleç Dr. Psk. Handan Tuğcu Prof. Dr. Melike Güney Prof. Dr. Nihal Turan Doç. Dr. Selim Hovardaoğlu Uzm. Dr. Runa Uslu Prof. Dr. Tülin İçli Prof. Dr. Ayşe Yalın Prof. Dr. Perin Yolaç Prof. Dr. Gülsen Terakiye Doç. Dr. Zehra Arıkan ISSN 1300 -980X Yazışma Adresi : A.Ü. T.F. Psikiyatrik Kriz Uygulama ve Araştırma Merkezi Tel : 363 03 26 / 363 03 27 Cebeci/ANKARA Kriz Dergisi Türkiye Sosyal Psikiyatri Derneği tarafından desteklenmektedir. ANKARA ÜNİVERSİTESİ PSİKİYATRİK KRİZ UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ Kuruluş: 27 Ekim 1989 A.Ü. Tıp Fakültesi Cebeci Kampusu Dikimevi - Ankara Adres Tel : 363 03 26 - 363 0 3 27 KRİZ DERGİSİ Cilt 6, Sayı 2, Güz 1998 İÇİNDEKİLER Sayfa * Önsöz V * Uyum Psikolojisi Faruk Gençöz 1 * Korku: Sebepleri, Sonuçları ve Başetme Yolları 9 TüMn Gençöz * Psikososyal Boyutları ile Bazı Kriz Olguları 17 E. Arzu Oral * Hasta ve Terapist Etkileşimi: Cinsiyetin Rolü 23 Atilla Soykan * Bir Hastalık Olarak Aşk: Karşılıksız Aşk Sendromu Erol Göka 33 ONSOZ TÜRKİYE'DE İNTİHARLAR VE KADİN İstatistikler dünyada intiharların tüm ülkelerde kadınlarda erkeklere göre daha düşük olduğunu göster mektedir. Yalnız Çin'de kadınların intihar oranları erkeklerden yüksek bulunmuştur. Henüz bunu açıklayacak yeterli bilgilerimiz mevcut değildir. Ülkemiz genelinde de intiharların erkeklerde kadınların 1.5 katı fazla olduğu belirlenmiştir. Ancak Mar mara ve Ege dışındaki bölgelerimizin bazı illerinde kadınların erkeklerle eşit, hatta yüksek intihar sayısı gös terdikleri (DİE intihar istatistikleri 1997) görülmektedir. Bu farkın en yüksek olduğu iller sırasıyla Diyarbakır, Bitlis, Urfa, Sivas, Kırıkkale ve Ordu'dur. Ülkemizde kadınların %29'unun okur-yazar olmadığı ve önemli bir bölümünün ücretsiz aile işçisi konu munda bulunduğu bilinmektedir. Ekonomik güçsüzlüğü nedeni ile hareketsiz bırakılan kadında, cehaleti de eklenince gelişme şansının da elinden alındığı görülmektedir. Buna sosyal baskı ve engellemeleri de kattığınızda, ülkemizde kadının özellikle bazı yörelerde hiç de kolay bir yaşamı olmadığı söylenebilir. Son yıllarda bunlara bir de dini baskılar eklenmiştir. Kadın sıkı örtüler arasına hapsedilerek yaşamak zorunda bırakılmıştır. Ülkemizin her yöresinde sanıldığından çok sayılarda evdeki dayakla hem onuru hem bedeni yaralanan yine kadındır. Ailesi tarafından çocuk yaşlarda yaşlı erkeklere eş olarak satılan, ailesinin verdiği erkek yerine başkasını seçti diye boğulup Fırat'a atılan ve canlı bomba olarak ortaya salınan son olarak da erkeklerin poli tik savaşlarında malzeme edilen hep kadınlar olmaktadır. ' 1930'lu yıllardan beri oy kullanan kadınlarımız, ne yazık ki kadın-erkek eşitliğinin gereklerini yaşayamamaktadır. Bu koşullarda olumsuz şartların ağır yaşandığı yörelerde, intiharlardaki dünya geneline uyumsuz sayısal değerler elbette şaşırtıcı olmamalıdır. Prof Dr. Işık Sayıl K R İ Z Kriz Dergisi 6 (2): 1-7 UYUM PSİKOLOJİSİ Faruk GENÇÖZ* ÖZET The important parts of development and adjust ment processes are reactions that are the result of cognitive evaluations of the demands, evoked re actions, and cognitive evaluation of the new situation. These parts may determine the criteria to separate healthy adjustment from unhealthy adjustment. Uyum doğumdan ölene dek günlük olaylarla karşı karşıya gelen her insanın yaşadığı doğal bir süreç olarak düşünülebilir. Bu süreç, insanın içinde bulunduğu ortamda bir talebin doğması ile başlar ve kurulu dengeleri bozar. Bozulan dengelerin tek rar kurulabilmesi için insan gerekli bir çok mekaniz maya zaten sahiptir, ya da bu mekanizmaları geliş tirebilme potansiyeli bulunmaktadır. Gelişme ve uyum sürecinin önemli unsurları taleplerin muhake me edilişi sonucunda ortaya çıkan reaksiyonlar, verilen reaksiyonların davet ettiği diğer reaksiyon lar ve ortaya çıkan yeni durumun muhakemesidir. Bu unsurlar sağlıklı ve sağlıksız uyumu birbirinden ayıran kriterleri de belirleyebilirler. Key Words: Adjustment, Stress, Psychology. Uyum Psikolojisi İnsan davranışlarının anlamlandırılmasında dik kate alınması gereken üç temel kaynağın 1. Davra nış gösterilmeden önce meydana gelmiş olaylar, 2. Davranışın özellikleri, 3. Gösterilen davranışın neden olduğu olaylar olduğu belirtilmektedir (Watson ve Tharp 1993). Bu bakış açısında bir davranı şın, öncesinde meydana gelen olaylara dayalı ola rak gösterildiği ve gösterilen davranışın diğer davranışların bir nedeni olabileceği anlayışı bulun maktadır. Hiç birşeyin hareket etmediği, değişmedi ği veya sabit bir düzende seyrettiği bir ortamda al gılanabilen en ufak bir sapma veya değişim "olay" olarak tanımlanır. Canlılardan oluşan her tür orta mın kendi varlığını koruma refleksi ile donandığını düşünecek olursak, değişimlerin ortamın varlığını tehdit etmeleri durumunda, ortamın kendi potansi yelini kullanarak buna direnç gösterebileceğini söy leyebiliriz. Bu direnç ortamı oluşturan parçaların üstlerine düşen görevi yapmaları ile mümkün olabi lir. Bu anlayış çerçevesinde insan davranışının, Anahtar Kelimeler: Uyum, Stres, Psikoloji. Psychology of Adjustment SUMMARY Adjustment is a natural process of people who face life events from birth to death. This process starts with a birth of a demand and then it disturbs established balances of the environment. İn order to re-establish the disturbed balances, human beings possess necessary mechanisms or they possess the potential to develop these mechanisms. * Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji Bölümü. 1 K R içinde bulunan ortamın taleplerinin algılanması so nucu verildiği ve bir amaca yönelik olduğu söylene bilir. İnsanın kendisinden, başkalarından veya çevre sindeki kaynaklanan talepler karşısında verdiği re aksiyona uyum denmektedir (Napoli ve ark. 1996). Bu tanım çerçevesinde uyumun derinlemesine in celenmesi üç konu altında yapılabilir. Birinci konu taleplerdir. Bu konu altında "Hangi şartlar altında ne tür talepler kimleri hedef alırlar" gibi karmaşık bir soru biyolojik, psikolojik ve sosyal ortamlar açı sından cevaplandırılmaya çalışılacaktır. Herhangi bir kaynaktan yönelen herhangi bir talebin yerine getirilmesi için algılanması gerekmektedir. İkinci konu bireyin talebi algılamasıyla ilgilidir. Algılama, algılayıp-algılamama ve algılama tarzı olarak ince lenebilir. Üçüncü konu ise algılanan talebe karşı verilen reaksiyondur. "Hangi reaksiyonlar ne tür so nuçlar doğurur?" sorusu insanın psikolojik ve fiziki bünyesinin sağlıklı mı yoksa sağlıksız mı uyum gösterdiğini belirleyen önemli bir unsur olarak üçüncü konu altında incelenmeye çalışılacak tır. Talepler En basit seviyedeki bir organizmanın hayatına devam edebilmesi için, içinde barındırdığı su, besin ve oksijen konsantrasyonlarının, ayrıca orga nizmanın sıcaklığının ve iç basıncının çok dar limit ler içerisinde olması gerekmektedir. Dolayısıyla or ganizmanın hayatını devam ettirme gayreti aslında metabolik faaliyetleri vasıtasıyla kendisini bu limit ler içinde tutma gayretidir. Organizmanın bu gayre tine homeostasis (Hole 1990) denmektedir. İnsan vücudunun en basit ihtiyacı olan hayatına devam etme isteğinin yerine gelmesi için homeostatik dü zenin devam ettirilmesi gerekir. Dolayısıyla hayatın devam ettirilmesi en temel talep olarak ortaya çık maktadır. Talebin kaynağı vücuttur ve bunu algıla yan da, reaksiyon veren de gene kendisidir. Vücut soğuk havaya maruz kalıp ısısının düşmeye başla dığı durumunda beyindeki ısı kontrol merkezi bunu algıladıktan sonra bazı kas gruplarını uyararak ka sılma ve titremelere neden olur. Titremelerin orta ya çıkardığı ısı, vücut ısısının yükselmesine yar dım ederken cilde yakın yerdeki kan damarlarının da beyin merkezleri tarafından kasılması sonucun da cilt yüzeyindeki kan akışı azalır. Bunun sonucu olarak da soğuk hava ile temas eden cilt üzerinden ısı kaybı azaltılmış olur. Bu örnekte görüldüğü gibi İ Z vücudun talebi kendisinde zaten var olan bir meka nizmanın işletilmesi ile çözülebilmektedir. İçinde yaşanan ortamın fiziki bir özelliği (soğukluk) orga nizmanın homeostatik düzenini tehdit edince orga nizma kendisinde var olan bir mekanizmayı işlete rek ortama uyum yapmayı becerir. Biyolojik boyuttaki homeostatik düzene bağlı bu özellik a s lında psikolojik ve sosyal boyutta da çok benzer şe killerde ortaya çıkar. Maslovv'un (1970) biyolojik boyuttan psikolojik, sosyal ve nihai olarak ruhani boyuta uzanan insan ihtiyaçları sıralamasının temelinde yattığını öne sürdüğü iki temel motivasyon kaynağı bulunmakta dır. Birincisi yukarıda bahsedilen homeostatik dü zenin bozulması durumunda dengeyi tekrar sağla mak veya "devam ettirmek" yolundaki manevraları harekete geçiren güçtür. İkinci kaynak ise devam dan ziyade gelişimi vurgulamaktadır. İnsan zaman la içinde bulunduğu ortamla ilişkisi sonucunda ken disine has bir değerler sistemi geliştirir. Bu değerler doğrultusunda edinilen bir amaca ulaşırken biyolo jik ve psikolojik sistemin tehlikeye girmesi göz ardı edilinebilir. Burada daha önemli olarak öne çıkan uzun vadede yaşanabilecek psikolojik dengedir. Kuvvetli politik veya dini amaçları olan bir insanın acı, reddedilme veya aşağılanma risklerini göze alıp kendi değerleri doğrultusunda harekete geç mesi bir taraftan biyolojik, psikolojik ve sosyal den geleri bozabilecek iken, diğer taraftan aynı alanlar da bir gelişim süreci başlatabilecektir. Uzun vadede, gelişimin amacına ulaşıldığında denge tekrar kurulmuş olacaktır. İnsan gelişim basamakları üzerinde yol alırken talepler sadece iç dünyasından gelmeyebilir. Kuru lu olan sosyal düzen de "sosyal huzufun devamı için taleplerde bulunabilir. Gelişim için çok önemli bir dönem olan otonomi kazanma veya bir başka deyişle olaylar karşısında kendi kendine karar alma ve bağımsız reaksiyon verme becerisi anne ve ba banın kurduğu denge doğrultusunda şekillendirile bilir. Erikson (1963) anne ve babanın çocuklarında gelişmekte olan otonomi ihtiyacını verdikleri reaksi yonlarla şekillendirebildiklerinden bahsetmektedir. Çevresini araştıran bir çocuğu başına kötü bir şey gelebileceği korkusu ile aşırı kontrol altına almak Erikson'a göre çocukta otonominin gelişmesine engel olabilecektir. Bununla birlikte otonominin ge lişmemesi söz konusu aile sınırları içinde bir uyum ortaya çıkaracaktır. Çünkü çocuktan beklenen oto- K R nom davranmamasıdır. Çocuk otonom davranmayınca anne ve babasının talebini karşılamış olur ancak, çocuğun ailesi dışında başka ortamlarda otonomi göstermesi talep edildiğinde bu becerisini geliştirmemiş çocuk bir uyum sorunu yaşayabilir. Buraya kadar taleplerin biyolojik, psikolojik ve sosyal boyutlarda içerden ve dışardan kaynaklana bileceği konusu ele alınmıştır. Ele alınan taleplerin ortak özellikleri olarak şunlar sıralanabilir: 1. Talepler sınırları belli olan bir sistem içinde oluşurlar (Biyolojik, psikolojik veya sosyal sistem gibi) 2. Talepler sistem içindeki düzenin bozulması ile ortaya çıkarlar. 3. Talepler sistem içinde zaten hazır olan meka nizmaları harekete geçirirler. 4. Hazır mekanizmalar talebi karşılamada zayıf kalıyorlarsa sistem mekanizma geliştirme yoluna gider, yani kendini geliştirir. Selye (1974) herhangi bir talebi "stresör", algıla nan stresör sonucu organizma tarafından verilen reaksiyonu da "stres" olarak adlandırmaktadır. Stresörler iki grup altında incelenebilirler (Everly 1989): 1. Biyojenik ve 2. Psikososyal stresörler. Psikososyal stresörler gerçekten olmuş veya sadece hayal edilmiş hayat olaylarıdır. Bunlar do laylı bir yolla stres reaksiyonuna neden olurlar. Çünkü olayın kendisi değil, nasıl algılandığı stres reaksiyonunun asıl sebebidir. Bu konu algı ile ilgili olduğundan ikinci bölümde ele alınacaktır. Biyojenik stresörler ise yüksek beyin fonksiyon larını pas geçip direkt olarak stres reaksiyonunun oluşmasına neden olurlar. Amfetamin, nikotin, ka fein gibi kimyasal maddeler veya acı veren, aşırı sıcak ve aşırı soğuk gibi fiziksel uyaranlar algı ge rektirmezler ve bünyede otomatik reaksiyonlar oluştururlar. Psikolojide stres veya uyum söz konusu oldu ğunda daha çok psikososyal stresörler yani hayat olayları ve bunların algılanış şekilleri ön plana çık maktadır. Bununla birlikte stress ölçümlerinde en sık kullanılan ölçekler içinde hayat olaylarının varlı İ Z ğını veya yokluğunu tarayanlar bulunmaktadır. Bu tür ölçeklerin orijininde Holmes ve Rahe'nin (1967) geliştirdikleri sosyal uyum değerlendirme ölçeği (Social Readjustment Rating Scale) gelmektedir. Bu skalada 43 hayat olayının son 12 ay içerisinde yaşanıp yaşanmadığı sorulmakta ve işaretlenen olayların daha önceden standart olarak belirlenmiş ağırlıkları toplanmaktadır. Toplam puanın artışı ta leplerin yoğunlaştığını gösterdiğinden psikolojik ve fiziki sosyal problemlerini de beraberinde getirdiği varsayılmaktadır. Ancak bu tip ölçekler hayat olay larını sanki direkt olarak strese neden olabilecekleri varsayımı ile biyojenik stresörler gibi değerlendir mektedirler. Bu eleştiri doğrultusunda Sarason ve arkadaşları (1978) geliştirdikleri ölçekte (Life Experiences Survey) taradıkları her olay için bir de ola yın ne kadar istendiği sorusunu eklemişlerdir. Yaşam olaylarının ölçümü ile ilgili bir başka önemli eleştiri de Lazarus ve arkadaşları tarafından taranan hayat olaylarının çeşidi konusunda getiril mektedir (Kanner ve ark. 1981). Sosyal uyum de ğerlendirme ölçeği (Holme ve Rahe 1967) önemli hayat olaylarını tararken, sürekli karşılaşılan gün lük ve sıradan hayat olaylarının depresyon, aksiyete ve fiziksel sağlığın bozulmasını tahmin etmede önemli hayat olaylarından daha etkili olabildiği bu lunmuştur (DeLongis ve ark. 1982). Taleplerin Algılanışı Herhangi bir sistem, homeostatik düzenin tehli keye girmesi durumunda uygun mekanizmaları ha rekete geçirebilmek için alarm durumuna geçer. Selye (1974) "Genel adaptasyon sendromu" olarak tanımladığı reaksiyon verme sürecini benzer bir şe kilde alarmla başlatır. Alarm başlatan stresöre ra hatsızlık veren stresör, distresör, denmektedir. Alarm sürecinin sonunda organizma standart bir bi çimde "savaş ya da kaç" reaksiyonunu (Cannon 1929) vermeye hazır hale gelir. Bununla birlikte her talebin savaş ya da kaç gibi standart reaksiyonlara neden olmayabileceği tartışılmaktadır. Nitekim Morse ve Furst (1979) beynin içeriden ve dışarıdan gelen taleplere karşı vücutta bir uyarılma yaşattığı nı, bununla birlikte stres reaksiyonunun genellikle nötr kaldığını yani ne yararlı ne de zararlı bir etki yaratmadığından "neustress" (nötr stres) adı altın da bahsetmektedir. Selye de genel adaptasyon sendromu içinde stresi iyi (eustress) ve rahatsızlık veren stress (distress) olarak ikiye ayırmıştır. İyi stresin performans üzerinde olumlu ve motive edici K R İ özellikleri bulunmaktadır. O halde stres reaksiyo nunu olumlu, olumsuz veya nötr yapan ne olmakta dır? İlk bölümde hayat olaylarının son 12 ay içinde varlığını tarayan sosyal uyum değerlendirme ölçe ğinin (Holmes ve Rahe 1967) her olay için standart bir ağırlık tesbit etmesinin eleştirisi göz önüne alı nırsa stresörlere değişik reaksiyon vermenin, kişi nin stresörü algılayış tarzı ile ilgili olabileceği düşü nülebilir. Z den kaynaklanan sebeplere atfetmekte, bu olayın daima böyle süreceğine inanmakta ve her olayda aynı şeyin tekrarlanacağını düşünmektedir. Diğer taraftan mücadeleci kişilik yapısına (hardiness) sahip olanlar gösterdikleri üç özellikle stresin olum suz etkisini daha az mücadeleci olanlara kıyasla daha hafif yaşamaktadırlar (Kobasa 1979). Bu in sanlar çevreden kendilerine yönlendirilen talepleri kurdukları düzene bir tehdit olarak değil, tam tersi ne kendilerini geliştirebilecekleri bir fırsat olarak al gılarlar. Meşgul oldukları iş onlar için önemli bir anlam ifade eder ve dolayısıyla yaptıklarını zevk alarak yaparlar. Diğer bir özellikleri ise içinde bu lundukları şartları kontrol edebileceklerine olan inaçlarıdır (Kobasa ve ark. 1982). Lazarus (1991) yaşanan olayların değerlendir mesinde iki aşamalı bir süreçten bahsetmektedir. Birinci aşamada olayın kişinin amaçları ile ne ölçü de ilgili olduğu belirlenmeye çalışılır. Eğer olay amaçlarla yakından ilgili değil ise olay üzerinde du rulmaz. Ancak olay amaçla yakından ilgili ise de ğerlendirme süreci bu ilginin yönünün tayin edilme si ile devam eder. Eğer olay amaçlarla uyumlu ise olumlu duygular, amaçla uyumsuz ise olumsuz duygular uyandırır. Olumlu veya olumsuz duygular, amaçla uyumsuz ise olumsuz duygular uyandırır. Olumlu veya olumsuz duyguların derecesi de kişi nin olayla ne kadar yoğun bir ilişki kurduğuna bağ lıdır. İkinci aşama olayın sorumluluğunun kime ait olduğunun belirlenmesi, meydana gelen olayla ilgili başa çıkma mekanizmalarının değerlendirilmesi ve olayla karşılaşan kişinin onunla başa çıkabilmesi ile ilgili olarak gelerek hakkında bir yorumun yapıl masını kapsamaktadır. Olayın amaçlarına ters düştüğünü algılayan ancak kendisinde bu olayın üstesinden gelebilecek gücü olduğunu hisseden kimse yaşadığı olaydan olumlu yönde etkilenebilir ve olayla başa çıkabilmek için motivasyonu artabi lir. Diğer taraftan olayla başa çıkamayacağını dü şünen ve bunun hayatı için kronik bir durum halin de devam edeceği tahminini yapan kimse rahatsızlık veren stresi hissedebilir. Buraya kadar uyum süreci içerisinde bir talebin ortaya çıkışı ve talebin algılanışı sırasındaki kişilik faktörü üzerinde durulmuştur. Talep ortaya çıktık tan sonra bunun hedefteki kişinin bilincine uygun bir yolla ulaştırılması gerekir. Talepleri insanın kur duğu dengeyi bozan nitelikte, kişiliğini de kendisini koruyan bir zırh gibi düşünecek olursak, talebin bu zırha değmeden geçmesi beklenmez. Zırhın özelli ğine göre belki ancak çok az talep olduğu gibi bilin ce ulaşabilir, bir çoğu çarpıtılabilir ve bazıları da bi lince hiç ulaşmayabilir. Bu yüzden uyum süreci içinde doğru iletişimin çok önemli bir rolü bulun maktadır. Toplumu ilgilendiren amaçlarla kişinin kendisi için belirlediği amaçlar hiç bir alanda kesiş miyorlarsa ne o kişi o toplum içinde amaçlarına ko layca ulaşabilir, ne de toplum taleplerini o kişinin bi lincine ulaştırabilir. Bir başka deyişle kişi ve toplum arasında uyumsuzluk başlar. Halbuki toplum oluş turmanın amacı ortak amaçlara işbölümü yardımı ile daha kolay erişebilmektir. İnsan kendisini inceleyebilen ve kendi varlığını çevresindekilerden ayırdedebilen bir özelliğe sahiptir. Planlama potansiye lini de kullanarak gelecekte nasıl bir kimlikte görünmek istediğini kendisi tayin edebilir. Doğu mundan ölümüne kadar yaptığı planlar, ortaya koy duğu amaçlar doğrultusunda çalışır. Bu süreç için de insan fiziki, psikolojik ve sosyal anlamda büyür. Fiziki genişlemeyi örneğin açlık ihtiyacını gidermek için yaptığı planların sonunda gerçekleştirir. Karnı nı doyurmak için annesini çağırabilir veya yemek almaya gider. Yemek istediği şeyi, bu plan sonun da ele geçirince fiziki olarak büyümeye başlar. Geçmiş tecrübelerini yeni ve daha başarılı planlar kurmak için kullandıkça psikolojik açıdan büyür ve sonunda başkaları ile iletişim kurdukça onların da Olayları değerlendirme tarzının geçmişte ben zer olaylarda yaşanan tecrübeler sonunda geliştiği ve kişiliğin bir parçası olduğu söylenebilir. Nitekim bazı kişilik yapılarının olayları, stresin olumsuz et kilerini bazılarının da olumlu etkilerini yaşayacak tarzda değerlendirdikleri bildirilmektedir. Örneğin mükemmeliyetçi kişilik yapısına sahip bir insan kendisi ve başkaları hakkında ulaşılamayacak bek lentiler içinde olunca devamlı hayal kırıklıkları ya şayabilir ve başkalarına karşı kırıcı davranabilir (Burns 1980). Bir başka olumsuz etki yaşayan kişi lik yapısı da öğrenilmiş karamsarlıktır (Seligman 1990). Bu kişilik yapısı olumsuz olayları kendisin 4 K R tecrübelerinden yararlanma şansına sahip olur, böylelikle sosyal açıdan da büyür. Bu üç alanda meydana gelebilecek potansiyel büyüme insanın en doğal hakkı olarak düşünülebilir. Bununla birlik te insan ortak amaçlara daha kolay ulaşabilme amacı ile diğer insanlarla birlikte yaşama eğilimin dedir. Bunun sonucu olarak belli bir fiziki alandaki sınırlı kaynakları diğerleri ile paylaşmak zorunda dır. Bu zorunluluk herkesin büyüme özgürlüğünde eşit olmasından kaynaklanır. Demokraside olduğu gibi şahsi büyüme özgürlüğü bir başkasının büyü me özgürlüğü ile kesiştiği noktada sınırlanır. Bu noktada insan büyümek veya şahsi amaçlarını ger çekleştirmek için kendisini içeriden iten gücü sos yal gerçeklerin gücü ile dengelemek zorundadır. Bu dengeyi orta noktada kuramayan insanlar uyum problemi ile karşılaşabilirler. Kimi insan için denge noktası şahsi özgürlük sınırı içerisinde kurulmuş tur. Bu insanlar özgürlüklerinin gerçek sınırlarını bi lemedikleri için bunu koruma girişiminde de bulu namazlar. Nitekim psikoterapide girişkenlik eğitimi sırasında geçilmesi gereken ilk basamak kişinin özgürlüklerinin bilincine vardırılmasıdır. Kimi insan da denge noktasını kendi özgürlük sınırları dışında tutar. Bazı özgürlük savaşçıları başkalarının hakla rını zorla kullanarak ve saldırgan tutumları ile kendi üzerlerindeki toplumsal baskıyı yok edebilecekleri ni düşünürler. Kurdukları baskı kendi amaçlarına ters düştüğü gibi, sadece kendi özgürlüklerinin sı nırsız olduğunu düşünürler. Toplum hayatı, aslın da, insanın sınırlanan özgürlüğünü sosyal büyüme ile ölümüne ve hatta sonsuzluğa kadar genişletebilmesine kendi normları içinde imkan tanır. Bir ar kadaş grubu kurma, evlenme, bir grubun lideri olma gibi sosyal olaylar insanın diğer insanların öz gürlüklerini ilan ettikleri alana serbestçe girmesine ve onların kullandıkları kaynağı kullanma imkanını tanır. Bir milletin önem verdiği tarihi bir kahraman üzerine kitaplar yazıldıkça ve bunlar gelecek nesil lere aktarıldığında o insan için sosyal büyümenin sona ermeyebileceği de düşünülebilir. Gerek toplum hayatı içinde gerekse insanın kendi biyolojik ve psikolojik bünyesi içinde çatışma ların önlenmesi, denge noktalarının ortada bir yere çekilmesi ve uyumsuzlukların azaltılabilmesi etkili bir iletişim yolunun kurulmasına bağlıdır. Biyolojik talepleri bilincimize ulaştıran insanı şaşırtan bir mükemmellikte işleyen sinir sistemimizdir. Psikolo jik taleplerin bilince ulaşması için insanın tecrübe lerine açık olması, onlar üzerinde yorumlar yapma İ Z sı ve kendi için sonuçlar çıkarması gibi gayret iste yen bir muhakeme süreci gereklidir ki, insanın ne olduğunu tanımlamada en sık kullanılan özellikler den birisi sahip olduğu üstün muhakeme potansi yelidir. Sosyal taleplerin bilince ulaşması için de aynı muhakeme potansiyelinin sosyal olaylar için geliştirilmesi gerekmektedir. Muhakeme yukarıda açıklandığı gibi kişilik yapısından etkilendiği için gelen mesajlar doğru biçimde doğru yere ulaşma yabilirler. Hipokondriyak eğilimleri olan birisi ger çekte olmayan bir sendroma bir semptomdan vara bilir, depresyondaki insan dünyanın sadece kötü tarafını görebilir veya bir şizofren dünya ile iletişimi ni olabilecek en az seviyeye indirebilir. Reaksiyonlar Herhangi bir talebin ortaya çıkıp doğru ya da yanlış bir şekilde muhakeme edilmesi sonucunda bir reaksiyon ortaya çıkar. Dolayısıyla reaksiyon gerçekten talebin ne olduğuna karşı değil muhake me sonucuna karşı verilmektedir. Muhakeme sıra sında yanlışlıklar veya çarpıtmalar sözkonusu ola bileceği için insanı diğer canlılar arasında üstün konuma sokan muhakeme yapma potansiyeli bazen gerçekleri perdeleyen bir potansiyel haline de dönüşebilir. Bu nedenle bu bölümde anlık reak siyonların uyum içindeki yerinden ziyade kişinin verdiği reaksiyona verilen karşı reaksiyonlar ve bunların sonuçları ışığında sağlıklı-sağlıksız uyumu belirleyici özellikler üzerinde durulmaya çalışılacak tır. Kişinin verdiği reaksiyon kendisi ve diğerleri ta rafından muhakeme edilir ve bunun sonucunda diğer reaksiyonlar birbirini izler. Kişi tarafından veri len ilk reaksiyon yanlış muhakeme sonucu yanlış bir reaksiyonsa çevreden gelecek diğer reaksiyon lar o kişiye yanlışını düzeltme fırsatı verebilirler. Burada iletişimin doğru yolla yapılması ve muhake menin çarpıtmasız gerçekleştirilmesinin önemi bir kere daha öne çıkmaktadır. Zira yanlış reaksiyona çevre tarafından verilecek reaksiyon da yanlış olur sa bu sadece yanlışlıkların artarak ve yoğunlaşa rak devamını sağlar. İnsanlar çoğu zaman öyle re aksiyonlar verirler ki, çevrelerinden belli türdeki reaksiyonları davet ederler (Atkinson ve ark. 1996). Yapılan bir çalışmada (Synder ve ark. 1977) kız ve erkek üniversite öğrencilerinden karşı cinsle yakla şık 10 dakika süren telefon görüşmeleri yapmaları istenmiş ve sonuşmalar çift taraflı olarak kaydedil miştir. Telefon konuşması öncesinde erkek öğren- K R İ çilere kız öğrencilerin fotoğrafları çekicilikleri açı sından değerlendirtilmiş ve konuşacakları kız öğ rencinin hangisi olacağı yanlış olarak bildirilmiştir. Yapılan kız ve erkek sesi kayıtları birbirlerinden ayrı ayrı bağımsız bir değerlendirme grubuna dinletilmiştir. Çekici bir kızla konuştuğunu düşünen er keklerin sesleri çekici olmayan bir kızla konuştuğu nu düşünen erkeklerin seslerine göre daha arkadaşça bulunmuştur. Sadece kız öğrencilerin sesini dinleyen değerlendirmeciler ise erkeklerin çekici sandıkları kızların konuşmalarını daha sos yal, nüktedan ve huzurlu bulmuşlardır. Karşı taraf ta çekici olmayan bir kızın bulunduğunu düşünen ve buna göre bir konuşma yapan erkek öğrenci so nuçta daha az çekiciliği olan bir karşı konuşma ile karşılaşmaktadır. Böylelikle ilk düşündüğü şeyin doğruluğuna kendisini inandırmaktadır. Bununla birlikte çalışmada karşı taraftaki kız öğrenciler rastgele seçilmişlerdir. Kendisinin değerlendirildiğin den haberi olmayan kız öğrenci kendisine verilen reaksiyona benzer tarzda reaksiyon verince erkek öğrencinin düşünceleri yanlış yönde kuvvetlenmiş tir. Z reaksiyon da çevresinden algılanıldığı gibi çeşitli reaksiyonları davet edecektir. O halde tüm bunlar göz önüne alındığında sağlıklı bir uyum neye daya nır? Sağlıklı uyum için ilk önce düşünülebilecek durum, kişinin yaşamına devam edebilmesi olabilir. Bu amaçla verilebilecek en pratik reaksiyon tehlike li olduğu düşünülen durumlardan kaçınmaktır. Bu reaksiyon tarzı nevrotik bozukluklarda en sık karşı laşılan durumdur. İnsanın fiziki, psikolojik ve sosyal büyüme açısından özgürlüklerine yukarıda değinil miştir. Kaçınma davranışı, insanın şahsi özgürlüğü nü kendi kendine kısıtlaması anlamına gelebilir, çünkü kaçındığı bir alandaki kullanabileceği kay nakları kullanamaz hale gelebilir. O halde birçok durumda insan sağlıklı uyum için sadece yaşamak tan ziyade kendisini geliştirmeyi de amaçlamalıdır. Gelişmenin ilk aşaması insanın kendi potansiyelini farketmesidir. Bunun için insanın iyi bir aynaya ihti yacı vardır. Toplumun insanın ulaşabileceği en iyi ayna olduğu düşünülebilir. Bir arkadaşın, eşin veya annenin reaksiyonları onların karşı tarafta gördük lerinin yansıtılmasıdır. Onlardaki yanılma payı kar şılarındaki insanın yanılma payı ile aynıdır. Ayna vazifesi gören insanlar birbirlerine bilgi aktarırlar. Durum hakkında bilgi toplamak insanda en üst dü zeyine ulaşmıştır. Hiç bir hayvan 100 km ilerdeki babasına telefon açıp anında görüşünü alamaz. Her kanaldan mümkün oldukça fazla bilgi toplamak sağlıklı uyuma giden önemli bir basamaktır (Napoli ve ark. 1996). İlişkiler yoluyla elde edilen bilgiler önemli ise, ilişki kurmak da yani sosyal açıdan bü yümek de önemlidir. İnsanlar doğru da yanlış da olsa, kendi beklenti lerinin paylaşıldığı ve doğru kabul edildiği ortamları daha çok tercih ederler (Atkinson ve ark. 1996). Bu durumda toplumca yanlış muhakeme edilmiş bir tecrübe az rastlanır bir durum değildir. Bunu farkeden bireylerin toplumun inançlara karşı çıkması, değiştirme çabaları toplumun genel direnci ile kar şılaşır. Bu durumda talep bireyden gelmekte ve hedef toplumun değişmesi olmaktadır. Toplumun vereceği reaksiyonun yukarıda anlatılan bireyin ve rebileceği reaksiyonlardan değişik olmayabileceği düşünülebilir. Arada çift yönlü iyi bir iletişim yolu ol dukça toplum ve bireyin amaçları gittikçe birleşe cektir, çünkü belirtildiği gibi toplum ortak amaçlara daha kolay ulaşabilmek için bireylerin insiyatifi ile oluşturulur. Toplanılan bilgiler insana ne olduğunu farkettirebiliyorsa o insan gerek toplumdaki gerekse kendin deki kaynakları düşünerek ne yönde eksiklikleri ol duğuna ve ne yönde gelişmek istediğine karar verebilir. İnsanın diğer bir potansiyeli de geleceğini düşünüp, planlama yapabilmesidir. Dolayısıyla, sağlıklı uyumun diğer bir basamağı da insanın ha yatını daha güzel yapabileceği düşüncesi ile geliş tirdiği amaçlar için kendindeki ve çevresindeki kay naklara ulaşma ve kullanma mantığına dayanan uzun ve kısa vadeli planlar yapması olabilir. Yazılanları kısaca özetlersek: Sistemler geliştik çe kurulu dengelerin bozulması durumunda bunun la başa çıkabilme mekanizmaları oluştururlar. Ta lepler dengenin tekrar sağlanması için sistem içinde yayılan mesajlardır ve en geniş anlamda hayat olaylarıdır. Olayların gerçek bir yönü olduğu kadar değişik kişiliklerle etkileşim sonucu daha farklı yönlerde algılanabilirler. İnsanın verdiği reak siyon algıladığı olaya verdiği reaksiyondur ve bu SONUÇ İnsan kendine has bir kimlik geliştirme gayreti içindeyken içinde bulunduğu ortamın değişmesi so nucunda ortaya çıkan talepler kendisini belli bir amaca hizmet eden davranışlarda bulunması için 6 K R yönlendirirler, insan sahip olduğu potansiyelleri di lediği yönde kullanabilme serbestliğine sahiptir ancak sosyal amaçlar edinmeye başladığında po tansiyelini içinde bulunduğu ortamın talepleri doğ rultusunda gelişmek için kullanır ve sağlıklı bir uyum göstermiş olur. Genel anlamda sağlıklı uyumu düşündürebilecek durumları şöyle sıralaya biliriz: KAYNAKLAR Atkinson RL, Atkinson RC, Smith EE, Bern DJ ve ark. (1996) Hilgard's Introduction to Psychology, 12. Basım, Orlando, Harcourt Brace, s.434-436. Burns DD (1980) The Perfectionist's Script for Selfdefeat. Psychology Today, 14: 34-38. Cannon WB (1929) Bodily Changes in Pain, Fear, Hunger, and Rage, New York, Appleton. DeLongis AD, Coyne JC, Dakof G ve ark. (1982). Relationship of Daily Hassles, Uplifts and Majör Life Events to Health Status. Health Psychology, 1:119-136. İ Z 1. Yaşamı devam ettirebilmek 2. Kendini ve çevrenin özelliklerini tanımak 3. Farkına vardığı özelliklerini kullanmak ve gerek duyduğunda farklı özellikler geliştirme yolun da planlar yapmak. Kobasa SC (1979) Stresful Life Events, Personality and Health: An inquiry into Hardiness. Journal of Perso nality and Social Psychology, 37:1-11. Lazarus R.S. (1991). Emotian and adaptation, New York, Oxford University Press, s. 149-150. Maslovv A (1970) Motivation and personality, geliştiril miş basım, New York, Harper and Row. Morse DR ve Furst ML (1979) Stress for success: A holistic approach to stressand its management, New York, Van Nostrand Reinhold. Erikson EH (1963) Childhood and Society, 2. basım, New York, Norton. Napoli V, Kilbride JM, Tebs DE (1996). Adjustment and growth in a changing world, New York, West, s.4. Everly GS (1989) A Clinical Guide to the Treatment of Human Stress Response, New York, Plenum, s.2324. Sarason I, Johnson J ve Seigel J (1978) Assessing the impact of life changes. Journal of Consulting and Cli nical psychology 46: 932-946. Hole JW (1990) Human anatomy and physiology, 5. Basım, Dubuque, WCB, s.11-12. Seligman MEP (1990) Leamed optimism: The skills to overcome life's obstacles, New York, Pocket Books. Holmes TH ve Rahe R (1967) The Social Readjustment Rating Scale. Journal of Psychosomatic Research, 11:213-218. Selye H (1974) Stress vvithout distress, Philadelphia, Lippincott. Kanner AD- Coyne JC, Schaefer C ve ark. (1981) Comparison of Two Modes of Stress Measurement: Daily Hassles and Uplifts versus Majör Life Evnets. Jour nal of Behavioral Medicine 4:1-39. Synder ML, Tanke ED ve Berscheid E (1977) Social perception and interpersonal behavior: On the selffulfilling nature of social streotypes. Journal of Persona lity and Social Psychology, 35: 656-666. Kobasa SC, Maddi SR ve Kahn S (1982) Hardiness and Health: A Prospective Study. Journal of Personality and Social Psychology, 42:168-177. VVatson DL ve Tarp RG (1993) Self-directed behavi or: Self-modification for personal adjustment, Pacific Grove, Brooks/Cole. A \ K R İ Z Kriz Dergisi 6 (2): 9-16 KORKU: SEBEPLERİ, SONUÇLARI VE BAŞETME YOLLARI Tülin GENÇÖZ* these thoughts includes "danger", fear reaction is exhibited. Thus, different individuals who are exposed to similar situations may give different reactions as a result of their differences in thought. On the other hand, since usually people in fear do not know that their reactions are caused by their own thoughts, they do not look for an efficient coping style and consequently crisis is experienced, accompanied by feelings of helplessness. The experienced crisis may increase the number of avoidant acts and lead to a deprivation in the obtained pleasure in life. On the other side, those people who question their thoughts that are developed in fear evoking situation and who do not escape from these situations may reduce their fear, and in due course they gain some important skills and show significant improvements like increasing their selfesteem and self-efficacy. ÖZET Korku kişinin kendi düşüncelerinin sebep oldu ğu bir duygudur. Bu düşüncelerin içeriğinde "tehli ke" olduğu için korku reaksiyonu verilir. Bu nedenle aynı durumla karşılaşan değişik kişiler, farklı dü şünceleri neticesinde farklı reaksiyonlar verebilir ler. Ancak çoğu zaman korkuyu yaşayan kişiler bunun kendi düşüncelerinden kaynaklandığını bil medikleri için etkili bir çözüm üretme yoluna git mezler ve çaresizlik yaşayarak, korkularını kriz bo yutlarına taşıyabilirler. Yaşanan bu krizler de kaçınma davranışlarını arttırarak hayattan zevk alma potansiyelini azaltırlar. Öte yandan, korku hissini yaratan ortamdaki düşüncelerini sorgulayan ve bu ortamdan kaçmayan kişiler, bu duygularını yenmeleri sonucunda hem önemli beceriler kaza nırlar hem de kendilerine olan güven ve yeterlilik hislerinin artması gibi anlamlı gelişmeler gösterir ler. Key VVords: Fear, anxiety disorders, escape, avoidance, ways of coping. Anahtar Sözcükler: Korku, kaygı bozukluğu, kaçma, kaçınma, başetme yolları. Korku, içinde bulunduğumuz duruma değil, bu durum için geliştirdiğimiz düşüncelerimize verdiği miz bir reaksiyondur. Bu nedenle, korkuyu yenmek için kontrolün bizde olduğunu fark edip, korku hissi uyandıran düşünce tarzımızın doğruluğunu sorgu lamamız gerekir. Bu sorgulama sonucu korktuğu muz ortamla yüzleşip, korkumuzu yenebilirsek bu bize hem yeni beceriler kazandıracak, hem de ken dimize olan güvenimizi arttırarak mücadeleci bir ki şilik geliştirmemize önemli katkılar sağlayacaktır. Fear: Causes, Consequences, and Ways of Coping SUMMARY Fear is an emotion that is a product of one's own thoughts. Due to the fact that the content of * Öğretim Görevlisi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji Bölümü. 9 K R İ Bu derlemede de korkunun sebepleri, sonuçları ve profesyonel bir yardım almadan önce denenilebilecek bazı başetme yolları ele alınacaktır. Z Bilişsel teoriye göre, değişik bozukluklarda o bo zukluğa has düşünce yapıları vardır (Beck ve Clark 1988). Bu nedenle bir çok araştırmacı değişik tipte ki kaygı bozukluklarında temel olan düşünce yapı larını araştırmıştır. Goldstein ve Chambless'e (1978) göre agorafobinin temelinde "korkunun kor kusu" ("fear of fear") düşüncesi yatmaktadır. Bu dü şünce korku sonucu ortaya çıkan aşırı vücut reak siyonlarından ve bunların neden olacağı sonuçlardan korkmak olarak açıklanabilir. Chambless ve Gracely'nin (1989) çalışmalarına göre ise, korkmaktan korkma, sadece agorafobi için değil panik bozukluğu, genel anksiyete bozukluğu, sos yal fobi, obsesif-kompalsif bozukluk gibi değişik kaygı bozukluğu türleri için ortak bir özelliktir. Clark (1986)da korkunun çok yoğun olarak yaşandığı panik ataklarını, fizyolojik reaksiyonların abartılı yorumlanmasıyla açıklamaktadır. Korkunun sebepleri: Korku tehlike düşüncesinin uyandırdığı duygu sal bir reaksiyondur (Beck ve ark. 1987, Beck ve Clark 1988, Beck ve Emery 1985, Clark 1986, Clark ve ark 1989, Harrell ve ark 1981, VVickless ve Kirsch 1988). Korku ve kaygı içerikleri bakımın dan birbirlerine çok benzeyen kavramlar olmaları nın yanısıra, kaygıda bu duyguyu meydana çıka ran durum kişi için çok açık değildir fakat kişi aşırı korku reaksiyonu verir. Başka bir psikolojik bozuk luk olan depresyonla kıyaslandığında ise, depres yonda kayıp ve başarısızlık sonucunda kişi için ke sinleşen düşünceler yer alırken (VVatson ve Tellegen 1985), korku ve kaygı bozukluklarında düşünceler, gerçekleşmemiş fakat muhtemel bir tehlikeye karşı geliştirilir (Ingram ve ark. 1987). Görüldüğü gibi kaygı bozukluklarında kişinin du rumu değerlendirme şekli, yani içinde bulunduğu durumun tehlikeli olduğuna ilişkin düşünceleri önem kazanmaktadır. Örneğin, panik bozukluğu olan bir kişi için ufak bir kalp çarpıntısı, kalp krizi geçirmekte olduğunun bir kanıtı olarak değerlendi rilebilir ve bu değerlendirme sonucu kişi panik atağı geçirebilir. Benzer bir şekilde, agorafobik bir kişi için "dışarıya çıkarsam heyecandan kalbim çok hızlı çarpar ve terlemeye başlarım, bunlar da kont rolümü kaybedip bayılmama neden olabilir" tarzın daki düşünce, kişiyi dışarıya çıkmaktan alıkoyabilir. Öte yandan, kişi bu düşüncelerle dışarı çıkmayı de nerse panik atak geçirebilir ve bu tecrübesiyle de, bir anlamda, düşüncelerinin doğruluğunu destekle miş olur. Bu örnekte de görüldüğü gibi, agorafobi nin temeli evden ayrılma ya da dışarı çıkma korku su değil, panik atak geçirme korkusu ve bu atağın gerçek veya tahmin edilen sonuçları için duyulan korkudur. Bu bilgilerle tutarlı olarak Beck ve arkadaşları nın (1987) geliştirdiği, kişilerin çeşitli beklenti ve düşüncelerini içeren "Biliş Tarama" (Cognitions Checklist) ölçümü ile yapılan araştırmalarda kaygı bozukluğu olan kişilerin depresif kişilere kıyasla, ileriye yönelik tehlike beklentisi içeriğindeki düşün celerinin daha fazla olduğu bulunmuştur (Clark ve ark 1989, Steer ve ark. 1994). Doğal olarak insanlar, tehlikeli olarak değerlen dirdikleri durumlardan mümkün olduğu kadar uzak kalmak, eğer bu durumun içindelerse de kaçmak, kendini korumak isterler. Dolayısıyla korku içerdiği tehlike düşüncesi neticesinde, beraberinde korun ma, kaçma davranışı getiren bir duygudur. Kişilere korku reaksiyonunu neden verdikleri so rulduğunda çoğu zaman rasyonel bir açıklama ge tiremezler, çünkü korku reaksiyonu durumdan değil durum için geliştirilen fikirlerden kaynaklan maktadır. Bunun için şöyle bir örnek verilebilir, yılan seven ve sevmeyen iki insan aynı yılanı farklı şekillerde tarif edebilirler. Birisi yılanı incelenmeye değer, sevimli, ilginç bir canlı olarak görürken, di ğeri aynı yılanı soğuk, sevimsiz, tehlikeli olarak tarif edebilir. Oysa ki, her iki kişi de aynı yılanla, aynı ortamda karşılaşmıştır. Buradan korku hissi nin aslında fikirlerimizden kaynaklandığı anlaşıl maktadır. Kişilerin olayları değerlendirme tarzları sosyal fobide de önemli bir rol oynamaktadır (Butler 1985). Sosyal fobik bir kişi korku sonucu ortaya çıkan somatik ve davranış semptomlarını, durumun tehlikeli olduğuna dair bir kanıt olarak değerlendirir. Örneğin yüzünün kızardığını hisseden bir sosyal fobik, diğerlerinin kendisiyle alay ettiklerini düşüne bilir. Bu tip olumsuz düşüncelere odaklanan bir kişi nin performans düzeyinin düşmesi kaçınılmazdır. Performansının düştüğünü farkedince ise kişinin hareketleri donuklaşır ve doğallığını kaybeder, bu 10 K R İ tavırları da etraftan sıcak tepki alma ihtimalini dü şürür. Sosyal fobide dikkatin olumsuz kaygı içerikli uyaranlara kayma özelliği (Greenberg ve Beck 1989, Ingram ve ark. 1987) düşünüldüğünde, bu değerlendirmeler sonucu kişi performansının aşırı kötü olduğunu düşünür ve tüm bu süreç kısır döngü halinde devam eder. Z ve arkadaşlarına göre de (1981) fonksiyonel olma yan atıflar kaygı bozukluğunun önemli bir özelliği dir. Bu atıfların neden olduğu çaresizlik düşüncesi ise kişinin yaşadığı krizin boyutlarını daha da arttı rır çünkü kişi artık durumdan kaçmak veya durumu kabul etmeye çalışmaktan başka bir başetme yolu aramamaktadır. Görüldüğü gibi değişik kaygı bozuklukları, deği şik içerikli düşünce tarzları ile birbirlerinden ayrıl maktadır. Panik bozuklukta fizyolojik semptomların abartılı yorumlanması da bu düşüncelerin temelini oluştururken, agorafobide muhtemel bir panik atağı sonucu yaşanabilecek kontrol kaybı, sosyal fobide ise diğerlerinin kişi ve kişinin performansı hakkın daki düşünceleri önem kazanmaktadır. Kişilerin kullandıkları başetme yollarına bakıldı ğında, iki temel yol olduğu görülmektedir, bunlar problemi çözmeye odaklı başetme yolları ve duy gusal rahatlamaya odaklı başetme yollarıdır (Folkman 1984). Problemi çözmeye odaklı başetme tarzı, direk olumsuz duyguyu yaşatan problemi azaltacak veya tamamen ortadan kaldıracak davra nışlara yönelmeyi gerektirirken, duygusal rahatla maya odaklı başetme tarzında kişi ya durumu her hangi bir çaba göstermeden kabul etmeye ya da bu duyguyu ortaya çıkaran ortamdan kaçmaya yö nelir. Probleme odaklı tarzda doğrudan problemin çözümü amaçlanır. Duyguya odaklı başetme tar zında ise kişi problemin çözümü için herhangi bir davranış geliştirmeden sadece duygusal rahatla mayı sağlama amaçlı yollara yönelmekte, bu tarz da kaçma-kaçınma davranışlarını kuvvetlendirmek tedir. Araştırmalar, kişilerin içerisinde bulundukları problemli durumu kontrolleri altında olarak değer lendirdiklerinde problemi çözmeye odaklı başetme yolunu tercih ederken, kontrolleri dışında bir du rumda olduklarını düşündüklerinde duygusal rahat lamaya odaklı başetme yolunu tercih ettiklerini gös termektedir (Folkman ve Lazarus 1980). Görüldüğü gibi kişinin içerisinde bulunduğu durum üzerinde hissettiği kontrol, tercih edilen başetme yolunda önemli bir rol oynamaktadır. Duyduklarımız, gördüklerimiz, televizyon, sine ma, tiyatro ve günlük konuşmalar yoluyla korkuları mızın kaynağı olan düşünceleri ister istemez geliş tiririz. Bu nedenle korku reaksiyonunun gelişmesinde menfi bir olayın doğrudan kişinin ba şına gelmesinin yanısıra, çevremizden edindiğimiz bilgiler de aynı türden reaksiyonların verilmesine sebep olabilirler. Hayatımızda yılanla ilgili hiçbir olumsuz tecrübe yaşamamış olsak dahi, yılan gör meye tahammül edemeyebiliriz. Böylece fikirlerimi zin doğruluğunu test etme şansını kendimize tanı mamış oluruz. Yanlış olup olmadığını test etmediğimiz fikirlerin sebep olduğu korku hissi ve bunun beraberinde gelen kaçma davranışı sonun da rahatladığımızda, sanki fikirlerimiz doğruymuş gibi düşünürüz. Böylelikle korkularımız kuvvetlene rek devam eder. Kuvvetli korkular kuvvetli kaçma davranışını da beraberinde getirir. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi, bu korkuların ardında içinde bulunulan durum için geliştirilen fikirler yer alır. Bu, korkuyu kriz de recesinde yaşayan birçok kişinin göz önüne alma dığı bir bilgidir. Kişiler verdikleri duygusal reaksi yonları içinde bulundukları duruma bağlamaları neticesinde bu duyguyu yenmek için bir çaba sarfetme gereği duymazlar ve sıklıkla da düşüncele riyle duygularını desteklerler (Beck ve Emery 1985). Söz konusu düşünce-duygu kısır döngüsü nün krizle sonuçlanması ve kişinin çaresizlik yaşa ması sık karşılaşılan bir durumdur. Çaresizlik yaşa yan bir kişi, durumu kendi kontrolünde hissedemez ve bu durumdan kendi becerileriyle kurtulamayaca ğını düşünür (Abramson ve ark 1978). Burada ya şanılan çaresizlikte kişinin içinde bulunduğu durum için geliştirdiği atıflar önem kazanmaktadır. Girodo Söz konusu kontrolün hissedilmesinde en önemli nokta ise kişinin verdiği duygusal reaksiyo nun içinde bulunduğu durumdan değil bu durum için geliştirdiği düşüncelerinden kaynaklandığını anlamasıdır. Bu kural tüm duygusal reaksiyonlar için geçerlidir; korku reaksiyonunda da sözü edilen düşüncenin içeriği tehlike üzerine kurulmuştur (Beck 1976, Beck ve Emery 1985). Araştırmalar kaygı bozukluğu olan kişilerin iç kontrol algısında önemli bir düşüş olduğunu göstermektedir (Beck ve Emery 1985). Araştırmalar kaygı bozukluğu olan kişilerin iç kontrol algısında önemli bir düşüş olduğunu göstermektedir (Beck ve Emery 1985; Cloitre ve ark 1992). Kontrol algısındaki bu düşüş değişik korku türleri için farklı içerikler gösterebilir. 11 K R İ Nitekim, panik bozukluğu olan kişiler "hastalık", "ra hatsızlık" gibi kelimelere daha duyarlı iken, sosyal kaygısı olan kişilerin "eleştirilme", "küçük görülme" gibi kelimelere daha duyarlı oldukları bulunmuştur (Hope ve ark. 1990). Daha açık şekliyle, panik bo zukluğu olan kişiler hastalık, rahatsızlık gibi konu larda kontrolü kendilerinde hissetmezken, sosyal fobisi olan kişiler eleştirilme, küçük görülme gibi durumlarda kontrolün kendilerinde olmadığını dü şünebilirler. Nitekim Cloitre ve arkadaşlarının (1992) çalışmalarında hem panik bozukluğu olan kişiler hem de sosyal fobisi olan kişiler için iç kont rol algısı "normallere" kıyasla daha düşük bulunur ken, dış kontrol algısında özellikle panik bozukluk için olayların rastgele şansa bağlı olarak geliştiği fikri, sosyal kaygı için ise olayların güçlü diğer kişi ler tarafından belirlendiği fikri ağır basmaktadır. Görüldüğü gibi değişik korku tipleri değişik türdeki tehlike düşünceleriyle (hastalık, diğerlerinin gözün de değer kaybetme gibi) birbirinden ve "normal" davranışlardan ayırt edilebilmektedirler. Z durumun kişi için önemi arttıkça yaşanan krizin de boyutu artabilecektir. Korkunun Sonuçları: Korku hissi oldukça rahatsız edici olduğu için, korkuyu hisseden kişiler bu hissi uyandıran nesne veya durumlardan mümkün olduğu kadar kaçmaya çalışırlar. Bu kaçma davranışı kişinin bu ortamı bir kez daha değerlendirme fırsatını, yani geliştirdiği fi kirlerinin gerçekliliğini gözden geçirme fırsatını kişi ye tanımaz. Bunun neticesi olarak da kaçmakaçınma davranışı kişiyi rahatlattığı için, kişi "bir kez daha bu tehlikeli durumdan kurtuldum" yoru munu yaparak, bu durumun tehlikeli olup olmadığı nı test etme şansını kendisine tanımadan bu dü şüncesini kuvvetlendirmiş olur. Korkuya neden olan durumdan mümkün oldu ğunca uzak kalmaya başlandığında insan, hareket serbestliğini kendi kendine kısıtlar. Bu kısıtlanma da, günlük hayatta yerine getirmek zorunda oldu ğumuz görevlerimizi, hayatı zengin bir şekilde ya şayarak tecrübe edebileceğimiz olumlu duyguları engeller. Tüm bu süreç için şöyle bir örnek verilebi lir, değişik kişilerle tanışıp beğenilemeyeceğini ve eleştirilere maruz kalacağını düşünen bir genç, davet edildiği partiye orada yaşayacağı kaygı sevi yesinin yüksekliğini düşünerek gitmemeyi tercih edebilir. Bu karar söz konusu genci rahatlatacaktır, ancak orada bulunan kişilerin onu gerçekten eleşti rip eleştirmeyeceğini hiç test etmediği için bu soru nun doğru cevabını bilemeyecek ve hep kötümser bakış açısıyla "ya olursa?" diyerek kaçma-kaçınma tarzını sürdürecektir. Kısa vadedeki bu rahatlama, uzun vadede söz konusu gencin yaşıtlarından ve bir çok sosyal ortamda yaşayabileceği güzel duy gulardan uzak kalmasına neden olabilecektir. Bu tür kaçma-kaçınma tercihleri üst-üste geldikçe de kişilerin bu ortamlarda geliştirmesi beklenen sosyal becerileri geliştiremeyecek ve zaman ilerledikçe bu girişim gitgide daha da zorlaşacaktır. Bunun sonu cu da kişinin yalnızlık ve belki yine çaresizlik hisse derek hayatı anlamsız, kendisini değersiz, geleceği ise ümitsiz olarak değerlendirmesine kadar uzana bilecektir. Beck'in (1976) olumsuz üçlü adını verdi ği bu düşünce tarzı, söz konusu kişinin depresyona girmesine de sebep olabilecektir. Olayların meydana gelmesinde kontrolün kişi nin elinde olmadığı düşüncesi yukarıda da sözü edildiği gibi, kişilerin içerisinde bulundukları olum suz duruma neden olan problemi doğrudan çözme ye yönelmelerini engellemektedir. Korkunun ortaya çıkışı ve devam edişine, yükseklik korkusu olan bir kişiyi örnek verecek olursak, bu kişi yüksek bir yere çıktığında "burası çok yüksek her an düşebili rim", "birazdan kontrolümü kaybedip bayılacağım", "işte hayatımın son anlarını yaşıyorum" gibi düşün celeri neticesinde kalp atışlarında artış, terleme, tit reme gibi fizyolojik reaksiyonlar gösterebilir. Artan bu fizyolojik reaksiyonlar çoğunlukla kişi tarafından yukarıda örnekleri verilen düşüncelerin kuvvetlene rek devam etmesine ve daha da çeşitlenmesine sebep olur, bu da yaşanan korkuyu ve dolayısıyla da fizyolojik reaksiyonları daha da arttırır. Bu kısır döngünün devamı neticesinde kişi olay üzerinde hiç bir hakimiyeti olmadığını düşünerek çaresizlik hisseder ve yaşanan korku artık bir kriz halini alır. Görüldüğü gibi, korku kişilerin içinde bulunduk ları durum için geliştirdikleri tehlike düşünceleriyle ortaya çıkan ve krizle sonuçlanabilen duygusal bir reaksiyondur. Ancak, çoğunlukla kişiler tarafından duruma verilen bir reaksiyon olarak değerlendiril mesi sonucu, kişilerin bu durumu kontrol etme be cerileri önemli ölçüde zayıflamakta ve kişiye çare sizlik yaşatmaktadır. Çaresizlik hissi uyandıran Görüldüğü gibi korkuyu kriz derecesinde yaşa yan kişiler, çoğunlukla bu duyguyu ortaya çıkaran ortamdan mümkün olan en kısa sürede kaçmayı ve hatta belki bu tip ortamlara hiç girmemeyi tercih et- 12 K R inektedirler. Bu kaçma ve kaçınmaya dayalı hayat tarzında kişi kriz boyutunda bir korku yaşamayaca ğı için tercih ettiği bu çözümün en güvenli ve sağ lam yol olduğunu düşünebilir. Oysa ki problemlerini kaçma ve kaçınma tarzı ile çözerek yaşamayı ter cih eden bir kişi, kendisi için önemli ve zevkli olabi lecek bir çok faaliyeti de yaşama ihtimalini kısıtla mış olacaktır. Bu kısıtlamanın yanı sıra, korkudan kaçmayı karakter haline getiren bir kişi bir çok be ceriyi geliştirme fırsatını da kaçıracak ve bunun ne ticesinde de problemli olayların üstesinden gelme gücünü de çoğu zaman kendisinde bulamayacak tır. Bu da geliştirdiği korkudan kaçmaya dayalı ka rakteri daha da kuvvetlendirecektir. Dolayısıyla, korkularımız kendimize verdiğimiz değerin de düşmesine sebep olabilirler. Kendimize verdiğimiz değer, günlük olaylar karşısında göster diğimiz performansın değerlendirilmesiyle ortaya çıkar. Korkular nedeniyle bazı durumlardan uzak durmak bu değerlendirmenin neticesini olumsuz yönde etkileyecektir. Yani bir anlamda geliştirdiği miz fikirler bizi daha dar bir dünyaya hapsederken, kendimize verdiğimiz değerin düşmesini de bera berinde getirecektir. Korkuyla Başetme Yolları: Yukarıda ele alındığı gibi korku, çoğu kez aslın da kendi kendimize geliştirdiğimiz fikirlere verilen bir reaksiyondur. Dolayısıyla korkuyla başedilmesi amaçlandığında bu fikirlerimizin doğruluğunun test edilmesi önemli bir adım olacaktır. Ancak, bu fikir lerin ilk test edilişlerinde korku seviyesinin yüksekli ği kişilerin etkili bir fikir değerlendirmesi yapmaları nı engelleyebilir. Bu nedenle korku uyandıran durumlardan kaçmama kararı alındığında, kişilerin kullanacakları rahatlama teknikleri önemli bir rol oynayacaktır. Korkuyu yenme yolunda atılacak ilk adımlar oldukça önemlidir, çünkü kişi ilk defa cesa retle korkuyu meydana getiren fikirlerini test etme ye ve bu durumla yüzleşmeye karar vermiştir. Kişi nin cesaretini topladığı bu ilk tecrübesinde, kendine olan güvenini, "ben bunu yapabilirim", "heyecanlansam da bunun üstesinden geleceğim" gibi destekleyici düşüncelerle arttırması ve olumsuz düşüncelerini durdurmaya çalışması yararlı olacak la. Ayrıca gerekiyorsa, bu durum karşısında korku hissini yaşamayan bir kişiyle beraber veya önce onu gözleyerek bu ilk tecrübesini yaşaması bu tec rübenin olumlu sonuçlanmasında önemli bir rol oy nayabilecektir. İ Z Bu ilk tecrübelerin başarıyla sonuçlandırılması nın önemi de çok büyüktür. Mesela, kapalı bir yerde kalma korkusu olan bir kişi mümkün oldu ğunca kapalı yerlerden kaçacaktır. Bu durumda bu kişi yüksek bir yere çıkarken asansör kullanmama ya veya oraya hiç gitmemeye gayret gösterecektir ve bu korkunun arkasındaki fikirleri test etme şan sını kendisine tanımayacaktır. Ancak bu kişi korku yu yenmeye karar verdiğinde yaşayacağı ilk tecrü be oldukça önemlidir. Mesela cesaretle asansöre binip, asansör hareket eder-etmez aşırı korkusu nedeniyle vazgeçip birinci katta korkuyla asansör den inerse bu tecrübe kendisinde var olan kapalı yerde kalma korkusunu bir kez daha kuvvetlendire cek ve asansörün korku duyulacak bir yer olduğu ile ilgili fikirleri yine destek bulacaktır. Bu nedenle özellikle bu ilk tecrübelerde, korku düzeyi düşünce ye kadar, korkutulan ortamda kalmayı becerebilmek çok önemli bir adım olacaktır. Bu amaçla kor kuyu yenme yolundaki ilk adımlarda kişide en az korku uyandıran davranışla başlamak ve daha sonra yavaş yavaş ufak basamaklar halinde ger çekten korkulan durumu tecrübe etmek yararlı ola caktır. Mesela asansör örneğinde kişi önce rahat bir şekilde asansörü çağırma düğmesine basmayı, daha sonraki günlerde sırasıyla asansörün kapısını açmayı, asansörün kapısını açıp binip-inmeyi, asansörün kapısını açıp-binip çıkacağı katın düğ mesine basıp inmeyi ve son olarak da asansörü yukarı bir kata çıkmak için kullanmayı tecrübe ede bilir. Kişi bu tecrübelerini korkusuna yenilmeden yaşayabilirse eski fikirleri yerine, aynı durum için daha uyumlu yeni fikirler geliştirebilecektir. Korkuyla başetme sürecinde diğer önemli bir et kende, korku uyandıran olayların üstesinden gele bilecek becerilerin henüz öğrenilmemiş olmasıdır (Beidel ve ark. 1985). İlk önceleri nötr olan bir durum beceri eksikliği nedeniyle başarısızlıkla so nuçlandığında kişi bu durumdan uzak kalmayı iste yecek böylece durumla başa çıkabilmek için beceri geliştirme fırsatlarını kendisine tanımamış olacak tır. Topluluk içinde konuşmaktan korkan ve bundan kaçan bir öğrenci, ilk önce kendisini ifade etme be cerisini geliştirmeli, daha sonra da bu temel beceri sini çeşitli topluluklarda tecrübe ederek geliştirmeli dir. Bunun için öncelikle kendisini daha rahat hissettiği ortamları seçerek kendisine olan güveni nin de kuvvetlenmesiyle, bu becerisini zamanla diğer ortamlara taşıması tavsiye edilebilecek bir yoldur. K R İ Kişiler korkularını yenmek için çeşitli yollar de neyebilirler. Tercih edilen başetme yollan durum dan duruma olduğu gibi kişiden kişiye de değişebi lir. Doğal olarak herkes kendi tarzı ve becerileri doğrultusunda problemlerine çözüm arar. Bu ne denle kişilerin ortaya çıkardığı çözümleri "doğru" ya da "yanlış" olarak yargılayanlayız. Ancak, kulla nılan başetme yolunun "etkili" ya da "etkisiz" oldu ğu veya "başarılı" ya da "başarısız" olduğu yoru munu sonuca ve kişiyi ne kadar rahatlattığına bakarak yapabiliriz. Bütün bunlardan dolayı korku yaşayan kişilerin, aktif bir rol alarak duruma kendi istekleri ve becerileri doğrultusunda çözüm arama gayretine girmelerini baş etme sürecindeki en önemli adım olarak görebiliriz. Her zaman başkala rının kullandığı veya tavsiye ettiği çözüm yolu bizim için en etkili/başarılı çözüm yolu olmayabile ceği gibi, aklımıza gelen ilk çözüm de en etkili/ başarılı çözüm olmayabilir. Problemlere çözüm ararken çeşitli çözüm yollarını değerlendirmenin önemi büyüktür; bunun için kişi esnek düşünmeli ve değişik çözüm yolları aramaya gönüllü olmalı dır. Tabii, çözüm yolu aramaya geçmeden önce kişi problemini açık bir şekilde tanımlamalı ve iste diği sonuca da bu tanımda yer vermelidir. Proble min tanımında soru cümlesi kullanıldığında prob lem açık olarak tanımlanabileceği gibi istenilen sonuç da ortaya çıkacaktır. Örneğin; "Yeterince ce saretli bir insan değilim" yerine "Daha cesaretli bir insan olmak için ne yapmalıyım?" sorusu soruldu ğunda istenilen sonuç ortaya daha açık bir şekilde çıkacaktır. Ancak, bu örnekte de kullanılan cesaret sözcüğünün kişi için ne anlama geldiğinin açıklan ması gerekir. Böylece ulaşılmak istenen sonuç çok açık bir şekilde kendisini gösterecektir. Z nuçlarını düşünür ve bunların problemin çözümündeki etkisini, kendi becerileri ve kişiliğine uygunlu ğunu da dikkate alarak değerlendirir. Dördüncü ba samak karar verme basamağıdır, burada kişi tüm değerlendirmeleri sonucu bir başetme yolunu seçer ve uygulamaya koyar. Son olarak da istenilen sonuç tam olarak elde edilemezse, tüm basamak lar yeniden gözden geçirilerek bir başka başetme yolu denenir. Görüldüğü gibi problem çözme becerisi proble min tanımıyla başlayan beş basamaklı bir süreçtir. Bu süreçte ilk basamak önemli bir rol oynamakta dır. Çünkü bu basamaktaki eksiklik ve yanlışlıklar diğer basamakları da etkileyecektir. Bunun için şöyle bir örnek verilebilir, eşiyle dayak ve/veya al datmaya dayalı problemler yaşayan ve eve gitmek ten korkan bir kimse problemin tanımında "Eve ra hatlıkla gidebilmek için ne yapmalıyım?", "Eşimden dayak yememek için ne yapmalıyım?" veya "Eşi min beni aldatmaması için ne yapmalıyım?" şeklin de sorular getirirse, bu sorular problemin çözümün de çok dar bir alanın taranması ile sonuçlanacak ve belki de asıl arzulanan ve elde etmek istenen sonuç gözden kaçırabilecektir. Bu iki durumda da kişi "Daha mutlu ve huzurlu olabilmek için ne yap malıyım?" gibi daha genel ve asıl ulaşılmak istenen nihayi hedefi de belirten bir soru sorarsa, alternatif çözümlerin üretilmesi aşamasında, içinde bulundu ğu ortamı ve imkanlarını çok daha kapsamlı bir şe kilde tarayacaktır. Bu taramanın sonucunda da, dar bakış açısıyla kolaylıkla gözden kaçırabileceği, du rumla, kişiliğiyle ve istekleriyle uyumlu bir çok çözüm yollarını bulabilecektir. Bu nedenle, proble min tanımlandığı ve alternatif çözümlerin belirlendi ği ilk iki aşamada esnek bakış açısı, problemin ba şarılı çözümünde oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Problemi tanımlayan sorunun doğru ve eksiksiz sorulması problem çözme becerisinin gelişmesin de önemli bir rol oynamaktadır. D'Zurilla ve Goldfried'e göre (1971) problem çözme becerisi beş ba samaklı bir süreçtir. Birinci basamak problemin tanımıdır. Bu basamakta problem, istenilen sonu cun da açık olacağı bir şekilde tanımlanır. Bu tanım içerisindeki soyut kavramlara da kişi tarafın dan açıklık getirilmesi önemlidir. İkinci basamak al ternatif çözümlerin belirlenmesi basamağıdır. Bu basamakta kişi tanımladığı problem için akla gele bilecek her türlü çözümü, herhangi bir kısıtlama ol maksızın düşünmelidir. Üçüncü basamak, alterna tif çözümlerin değerlendirilmesi aşamasıdır. Bu basamakta kişi belirlediği alternatif çözümlerin so Kullandığı herhangi bir başetme yolu neticesin de, eskiden korku uyandıran bir durum karşısında, kontrolü ele alabilen ve bu korkusunu yenebilen kişi, yani bir anlamda korkudan kaçma yerine üzeri ne giden ve onu yenen kişi kendisine olan güvenin artması, diğer olaylara daha cesaretle yaklaşması ve belki de en önemlisi olaylar karşısında kontrolü elinde hissetmesi gibi bir çok kazanç elde edecek tir. Bu nedenle, mücadeleci bir yaklaşımla, proble mi çözmeye odaklı başetme yollarını deneyerek, yaşanan korkuyu kişinin kendisini geliştirebileceği bir fırsat olarak değerlendirmesi ve bu duygudan 14 K R İ Z yararlanmak ve durumun çözümü için gerekli bece rilerimizi geliştirmek, bu tecrübelerin başarıyla so nuçlanmasında önemli bir rol oynayacaktır. Başa rıyla sonuçlanan bu tecrübeler neticesinde de korku hissimizi yenmenin yanısıra kendimize güven ve yeterlilik duygularındaki artma ile beraber mücadeleci bir kişilik tarzı geliştirme yolunda önemli ilerlemelerde sağlamış oluruz. Bu nedenle gerekli donanımı sağladıktan sonra korkudan kaç mak yerine korkunun üzerine gitmek, birçok olumlu gelişim için bir fırsat olarak da değerlendirilebilir. kaçmadan onu yenmeye çalışması, zamanla kişide yeterlilik hissini geliştirecek ve becerilerini arttıra caktır. Bu olayların çeşitliliği neticesinde de artık kendisine güvenen kişi, olaylar karşısındaki iç kontrolünü kaybetmeyecek ve mücadeleci bir yak laşımla, bir başka deyişle çaresizlik yaşamadan doğrudan problemi çözmeyi hedefleyen başetme yolları arayabilecektir. SONUÇ Korku karşılaştığımız nesneye veya içerisinde bulunduğumuz duruma değil, kendi düşüncelerimi ze verdiğimiz bir reaksiyondur. Bu nedenle, korku yu yenmek için herhangi bir dış gücün durumu dü zeltmesini beklemek veya bu ortamdan kaçmak yerine, korkuya neden olan düşüncemizi bulup, onu test etmek korkumuzu yenmemizde önemli bir adım olacaktır. Ancak, düşüncelerimizi test etmeye veya bir başka deyişle korktuğumuz durumla karşı laşmaya karar verdiğimizde olumsuz düşünceleri mizi durdurmak, ufak basamaklar halinde ilerle mek, gerekiyorsa problem çözme tekniklerinden Dolayısıyla korkan bir kişiye sosyal destek ver mek durumunda olan kişi, genelde yapıldığı gibi o kişinin korktuğu durumla karşılaşmasını engelle mek yerine, kişinin bu korkuyla mücadele etmesini sağlayabilecek donanımlarını araştırmaya çalışma sı ve bunun için karşısındaki kişiyi gönüllendirmesi, aynı zamanda durumun kontrol edilebilirliğini gös termesi, hem problemin çözümünde hem de olum lu kişilik özelliklerinin geliştirilmesinde oldukça önemli bir rol oynayacaktır. Clark DA (1986) Cognitive-affective interaction: A test of the "specificity" and "generality" hypotheses. Cog nitive Therapy and Research, 10: 607-623. KAYNAKLAR Abramson LY, Seligman MEP, Teasdale J (1978) Learned helplessness in humans: Critique and reformulation. Journal of Abnormal Psychology, 87: 49-74. Clark DA, Beck TA, Brovvn G (1989) Cognitive mediation in general psychiatric outpatients: A test of the content specificity hypothesis. Journal of Personality and Social Pschology, 56: 958-964. Beck AT (1976) Cognitive therapy and emotional disorders. New York: New American Library. Beck AT, Brown G, Steer RA ve ark (1987) Differentiating anxiety and depression: A test of the cognitive content-specificity hypothesis. Journal of Abnormal Psychology, 96:179-183. Clark DM (1986) A cognitive approach to panic. Behavior Research and Therapy, 24: 461 -470. Cloitre M, Heimberg RG, Liebovv'rtz MR ve ark (1992) Perceptions of control in panic disorder and social pho bia. Cognitive Therapy and Research, 16: 569-577. Beck AT, Clark DA (1988) Anxiety and depression: An information processing perspective. Anxiety Rese arch, 1:23-26. D'Zurilla TJ, Goldfried MR (1971) Problem solving and behavior modification. Journal of Abnormal Psycho logy, 78:197-226. Beck AT, Emery G (1985) Anxiety disorders and phobias: A cognitive perspective. New York: Basic Books. Folkman S (1984) Personal control and stress and coping processes: A theoretical analysis. Journal of Per sonality and Social Psychology, 46: 839-852. Beidel DC- Turner SM, Dancu CV (1985) Physiological, cognitive and behavioral aspects of social anxiety. Behaviour Research and Therapy, 23:109-117. Folkman S, Lazarus RS (1980). An analysis of co ping in a middleaged community sample. Journal of He alth and Social Behavior, 21: 219-239. Butler G (1985) Exposure as a treatment for social phobia: Some instructive difficulties. Behaviour Rese arch and Therapy, 23: 651-657. Girodo M, Dotzenroth SE, Stein SJ (1981) Causal attribution bias in shy males: Implications for self-esteem and self-confidence. Cognitive Therapy and Research, 5: 325-338. Chambless DL, Gracely EJ (1989) Fear ot fear and the anxiety disorders. Cognitive Therapy and Research, 13:9-20. 15 K R İ Goldstein A, Chambless D (1978). A reanalysis of agoraphobia. Behavior Therapy, 9: 47-59. Z Ingram RE, Kendall, PC, Smith TW ve ark (1987) Cognitive specificity in emotional disorders. Journal of Personality and Social Psychology, 53: 734-742. Greenberg MS, Beck AT (1989) Depression versus anxiety: A test of the content-specificity hypothesis. Jo urnal of Abnormal Psychology, 98:9-13. Steer RA, Beck AT, Clark DA ve ark. (1994) Psychometric properties of the Cognition Checklist with psychiatric outpatients and university students. Psychological Assessment, 6: 67-70. Harrell T, Chambless D, Calhoun J (1981) Correlational relationships betvveen self-statements and effective states. Cognivite Therapy and Research, 5:159-173. Watson D, Tellegen A (1985) Toward a consensual structure of mood. Psychological Bulletin, 98:219-235. Hope DA, Rapee RM, Heimberg RG ve ark (1990) Representations of şelf in social phobia: Vulnerability to social treat. Cognitive Therapy and Research, 14: 117189. VVickless C, Kirsch I (1988) Cognitive correlates of anger, anxiety, and sadness. Cognitive Therapy and Re search, 12: 367-377. 16 K R İ Z Kriz Dergisi 6 (2): 17-21 PSİKOSOSYAL BOYUTLARI İLE BAZI KRİZ OLGULARI E. Arzu ORAL* ÖZET sı, sosyal ve gelişimsel açıdan önemli doğurgulara sahiptir. Palabıyıkoğlu ve arkadaşlarına (1995) göre, genç kızlar ve genç erkekler anne-babadan duygusal olarak kopmanın gerçekleşmediği bir dö nemde evlenerek, eşiyle birlikte bağımsızlık yönün de adım atmaktadır. Çevreyi gerçekçi biçimde de ğerlendirme becerisini kazandıkları 25-35 yaşlarında ise çevre ve mevcut durumuna, koşulla rına ilişkin hayal kırıklığı yaşamaktadır. Bu değer lendirmede bireysel gelişimsel olduğu kadar sosyal gelişimsel süreçleri de görmek mümkündür. Ruh Sağlığı ve toplumsal değişim konuları, Kriz Merkezi'ne başvuran bazı olgular üzerinden ele alınmış, özellikle bireye ve ilişkilerine yansıyan yö nüyle aktarılmaya çalışılmıştır. Anahtar Sözcükler: Krize müdahale, toplumsal değişim. Eight Crisis Cases by The Psychococial Dimensions. Krize müdahalede sonucu etkileyen faktörler içinde kişisel faktörler ve profesyonel yardıma ek olarak sosyo-kültürel ortam ve aile önemli bir yer almaktadır (Sayıl 1996). Bireyin yaşadığı kriz süre ci ister durumsal, ister yaşamsal, ister gelişimsel, ister doğrudan travmatik bir yaşantıya bağlı olsun, her birinde en azından sosyal destek kaynakları ve bunların işlev kazanması birey ile içinde bulunduğu grupların dünyaya ve olaylara bakışında ne denli uyuştuklarıyla yakından ilgilidir. Durağan toplumsal özellikler nedeniyle yaşanabilecek zorluklar kadar, hareketli, değişken toplum özelliklerinin de yaşata bileceği zorluklar hem birey hem de toplum ruh sağlığı açısından önemli sonuçlar taşımaktadır. Kaldı ki toplum psikoloji alanı da davranışsal bo zukluklar ve patolojinin, nicelik ve nitelik yönünden yine ait olduğu toplumun bir ürünü olduğu sapta masına dayanmaktadır (Tegin 1988). SUMMARY Issues on mental health and social changes were taken into consideration by the cases who applied Crisis Intervention Center. Especially social changes and motives were presented by the effects on individual and his/her relations. Key Words: Crisis intervention, social change. Kriz merkezine yapılan başvurulara bakıldığın da, başvuru nedenleri arasında akut ya da kronik ilişki ya da bireysel sorunların ve kayıp yaşantıları nın önemli bir yer aldığı görülmektedir (Palabıyıkoğlu 1992, Palabıyıkoğlu ve ark. 1995). Başvu ranların çoğunluk genç ve genç yetişkin grupta toplanması ve kadın başvuranların çoğunlukta ol ması bekarlar kadar evlilerin de başvuruyor olma- Aşağıda, Kriz Merkezi'ne başvuran kişiler ara sından öykülerinde bir şekilde toplumsal olayların Uzman Psk. A.Ü. PUAM. 17 K R İ katkıda bulunduğu birkaç olgu sunularak, tartışıla caktır. Bu olgularda toplumsal olayların bireyleri zorlayan boyutlarının özellikle bazı kişisel koşul ve yatkınlıklar çerçevesinde, bir psikopatolojiyi başlat ma sürecindeki yeri gündeme gelmektedir. Top lumda uçlardaki görüş ve inançların yarattığı çeliş kilerin etkilerinin göz ardı edilemeyen sonuçları dikkati çekmektedir. Z iletilmiş ve oradaki bir hemşire hanımın önerisiyle merkezimize gelmiştir. Hasta komşuları refakatinde merkezimize geldiğinde, güney doğuda askerlik yapmakta olan oğlu 1 hafta önce şehit olmuştu. Ölen oğluyla ilgili kayıp ve suçluluk duyguları ve eşle git gide artan sorunları olduğu gözleniyordu, çünkü sürekli sorun yaşadıklarını ifade ettiği eşi de ölen çocukla ilişkileri konusunda hastayı suçlamak taydı. Hasta kendisi, evliliği ve devlete yönelik sor gulamalar içindeydi. OLGU-1: NS, 49 yaşında, yüksek okul mezunu, evli, 2 çocuk sahibi erkek hasta. Üst düzey memu riyet yapmakta iken ekonomik zorlukları sonucu statü kaybı yaşamakta. Yoğun depresyon belirtile riyle psikiyatriye başvurmuş, ilacı düzenlenip mer kezimize gönderilmiş, eşi refakatinde merkeze gel diler. Dövize endeksli krediyle ev sahibi olma girişiminde bulundukları, döviz kurlarındaki yüksel melerle borçlarını ödeyemez hale geldikleri, evi bankaya sattıklarını ancak halen ödeme güçlerini Çok aşan bir borç altına girdiklerini ifade ediyorlar. İş yerinde muhasebe ile ilgili bir işin başında oldu ğu için daha sonra sorun çıkmasın diye görevinden kendiliğinden ayrılmış. Ödeme zorlukları nedeniyle kefillere kadar uzanan zincirde, yaşamlarına yöne lik tehditler de bulunmakta. Günlük yaşamlarını sürdüremez hale geldiklerini, hacizler nedeniyle evde eşya kalmadığını ve hapis cezasının bile olası olduğu bir hukuk sürecinde olduklarını bildiri yorlar. N.'nin intihar ederek hem kendisini, hem de reddi miras yoluyla ailesini kurtarma düşünceleri mevcut. (N.'nin babası da intihar sonucu ölmüş). Hastanın geçmiş öyküsündeki soruna yönelik kritik özellikleri bedensel hastalıkları ve somatizasyon eğilimi olarak belirlenmiştir. Müdahale: Yas süreciyle ilgili çalışılmış, ilişki sorunları için eski düzey iletişime dönülebilmesi sağlandıktan sonra görüşmeler sonlandırılmıştır. Burada kayıbın şehitlik yoluyla olması ve bunun hasta ve hastanın ailesi tarafından benimsenmiş olması acıyı azaltan bir durum olarak gözlenmiştir. OLGU-3: ST, 24 yaşında, üniversite öğrencisi, erkek hasta. İkinci evliliğini yapmış bir babanın ilk evliliğinden olma, çok çocuklu bir aileden gelmekte. Son dönemde başedemediği uykusuzluk, tedirgin lik şikayetleriyle psikiyatriye başvurmuş, oradan merkezimize gönderilmiş. Babayla hiçbir zaman iyi bir ilişkileri olmadığını ve kendisinin kardeşleriyle birlikte annesiyle yaşadığını ifade ediyor. Yaklaşık iki ay önce, oturdukları mahallede küçük kardeşi nedeniyle komşularıyla aralarında sürtüşmeler baş lamış. Mahkemelik olunmuş ve bir tartışmaları ne deniyle hakkında yapılan şikayet sonucu sorguya çekilmiş. Sorgulama sırasında memleketi gerekçe gösterilerek, teröre yönelik suçlanmış ve işkenceye maruz kalmış. Sokağa çıkmaktan korkuyor, insan lardan uzaklaşıyor, özellikle polis gördüğünde korku ve saldırgan duygular oluşuyor. Kendisi okul daki hiçbir siyasi gruba katılmadığı ve her birinin baskısına engel koyduğu halde böyle bir şey yaşa dıktan sonra dağa çıkmayı bile düşündüğünü söy lemekte. Hastanın geçmiş öyküsünde; sorunların çözü münde gerçekçi olmaktan çok kendi kurallarına göre davranma, sorunları paylaşma becerisi gösterememe özellikleri gözlenmiştir. Müdahale: Psikososyal destek sağlanmış, iş koşulunun ve ekonomik gelir düzeyinin ve çok kı sıtlı olan sosyal destek kaynaklarının kullanımı sağlanmaya çalışılmıştır. Yaklaşık bir yıl süren izle me çerçevesinde bu tarz bir sorunun çıkış kaynağı olarak, sistemin bireyi koruyamaması alınmış ve benzeri durumda pek çok kişi ve ailenin olması üzerinde durulmuş (genelleme), hastanın özellikle intihar girişimi açısından taşıdığı risk üzerinde odaklaşılmıştır. Hastanın geçmiş öyküsündeki soruna yönelik kritik özellikleri kişiler arası ilişkilerde güvensizlik, duygularını, sevgisini ve öfkesini sosyal boyutlarda ifade etmekte zorluk olarak belirlenmiştir. OLGU-2: TK, 43 yaşında, ilkokul mezunu, 24 yıllık evli, iki çocuklu ev hanımı, bayan hasta. Ağla ma, halsizlik, huzursuzluk ve bayılma şikayetleriyle psikiyatriye başvurmuşlar, acil görülemeyecekleri Müdahale: Duyguların ifadesi, iletişim zorlukları çalışılmış, travma sonrası stres bozukluğu hakkın da bilgilendirme yapılmıştır. Davranışları ve karar larının sonuçları, eyleme koyuş biçimleri üzerinde 18 K R İ Z koyabilen ve kendini ifade edebilen biri olarak ta nımlarken, bu konuda hırsını alamamış biri olarak kendini kötü hissediyor. çalışılmış ve kendini iyi hissettiği dönemde yakla şık altı ay sonra görüşmeler kesilmiştir. OLGU-4: AK, 23 yaşında, lise mezunu, 7 ço cuklu bir ailenin 4. çocuğu. Sinirlilik, huzursuzluk ve kilo kaybı şikayetleriyle merkeze başvurmuş erkek hasta. Askerliğini tamamlayıp yaklaşık 5 ay önce dönmüş. Askere gitmeden evvel futbol oyna dığını ve profesyonel olmaya yakın bir pozisyon dayken askere gitmek durumunda kaldığını ifade etmekte. Döndüğünde de kız arkadaşının başka sıyla ilişkisi nedeniyle ayrılma kararı aldıklarını, kendisinin bu dönem tanıştığı bir bayanla kısa dö nemli ilişkisi olduğunu söyleyen S, insanları işe ya ramaz, boş, keyif çatan, olan bitene duyarsız ve çıkar ilişkileri içerisinde olmakla suçlamakta. Bir yandan askerlikte yaşadıklarını eleştirirken diğer yandan da tekrar müracaat edip, doğuya göreve gitmek istediğini söylemekte. Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri tik özellikleri, mükemmelliyetçilik, gerçekle bağdaş mayan beklentileri olmak olarak belirlenmiştir. Müdahale: Duygularını ifadesine izin verilmiş, eşle iletişim tarzlarındaki farklılıklar ele alınmış; karşı cinsle yaşadığı karışık duygulan tanımlayabilmesi üzerinde özellikle ani öfkeli davranışları ve ani kararlarının yarattığı gel gitlerin sonuçları gös terilmeye çalışılmıştır. Akut dönemin ardından, evli lik ilişkilerini bir profesyonelle gözden geçirmeleri önerilmiştir. OLGU-6: CK, 39 yaşında, lise mezunu, işsiz erkek hasta. Uykusuzluk, huzursuzluk, kolay sinir lenme ve eşe şiddet uygulama şikayetleri var. Yu karıda da anlatılan AH'nin referansıyla merkeze başvurdu (siyasi olarak karşı grupların üyeleri). İkinci evliliğini 1 yıl kadar önce yapmış, ilk evliliğin den 9 yaşında bir çocuğu var. Eşiyle sorunları oldu ğunu ve siyasal hareketin içinden gelen biri olma nın zorluklarını ifade etmekte. 12 Eylül öncesi dönemde silahlı eylemlere, bombalı saldırılara ka tılmış, cezaevinde yatmış, işkence görmüş. Son dönemde siyasi kimliğini sorgulayan, içinde bulun duğu gruptan farklı olmaya çalışan ve kendini bir yere ait hissetmeyen bir tablo çiziyor. İlk evliliğini isteyerek yaptığını, ancak eşinin ev sorumlulukları nı almadığını, normal olmadığını ifade ediyor. İkinci evliliğini ise, cezaevinde SHU olarak çalışan, aile siyle ilişkileri kötü olan, sıklıkla şiddete maruz kalan biri ile yaptığını, eşinin evlilik öncesi de cezaevin deki erkeklerle sınırsız ilişkiler geliştirdiğini ifade ediyor. Eşinin ailesinin hastayı istememesine kar şın, eşinin de şiddete uğradığı bir gün evden uzak laşarak evlendiklerini ifade ediyor. Ancak anne kızı nı görmeyi reddediyor ve görüştüklerinde de evliliğin sonlanması yolunda mesajlar veriyor ve hastanın eşi de anneyle ilişkisinde sürekli ikircikli duygular taşıyor ve evliliğinde de bu duygular göz leniyor. Ayrıca C.'nin uzun süren işsizliği ve ekono mik zorlukları da hem birbirleriyle hem de sosyal ilişkilerinde sorun yaratıyor. Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri tik özellikleri, gündelik yaşamda doğrudan sorum luluk almama ve engellenme eşiğinde düşüklük olarak belirlenmiştir. Müdahale: Duygularının ifadesine olanak tanın mış, kayıp düşünceleri, insanları ve dünyaya algı lama biçimi ve gelecek planları üzerinde durulmuş; iletişim sorunları ve iş arayışları ele alınmıştır. Bir şirkete güvenlik görevlisi olarak girdikten sonra irti bat kesilmiştir. OLGU- AH, 34 Yaşında, lise mezunu, memur bayan hasta, sendikacılıkla da uğraşmakta. On yıl lık evli, iki çocuk sahibi. Son ayda eşiyle ciddi so runlar yaşadığını; ayrı yaşadıklarını ve boşanmayı düşündüğünü ancak sıkıntısının katlanamayacağı düzeyde olduğunu, kendini öldürmeyi düşündüğü nü ifade ediyor. "Canım acıyor, kendime kızıyo rum" ifadesini kullanmakta. Eşinin ve kendisinin her zaman siyasal hareketler içinde olduklarını, herhangi bir cezaya maruz kalacakları davranışla rının hiçbir zaman olmadığını belirtiyor. Son dö nemde, uzun bir süreden sonra cezaevinden yeni tahliye olmuş, siyasal hareketin aktif eylemcisi ve idealize lider pozisyonundaki, eşinin arkadaşı olan bir beyin ziyarete gelmesi ve A.'ya cinsel taciz nite liğinde sözel ve davranış boyutunda yaklaşımları olması sonucu, eşinin bu yapıyı bildiği halde kendi ni korumamış olması nedeniyle eşine ve kendisine kızgınlık yaşamakta ve siyasal ve dünya görüşünü sorgulamakta. Hemen herkese rahatlıkla tepkisini Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri tik özellikleri, manipülatif iletişim biçimi ve takıntılı düşünce içeriği ve ileri yaşına karşın bir kimlik ara yışı içinde olmak olarak belirlenmiştir. 19 K R İ Müdahale: Öncelikli olarak şikayetlerinin gide rilmesine çalışılmış; ilişkilerinde iç görü kazandırıl maya yönelinmiş, kendisine ve eşine zarar verme davranışlarına kontrol geliştirmesine yönelik çalışıl mıştır. İş organizasyonu döneminde irtibat kesil miştir. Z mış, baba ve nişanlı ve nişanlının ailesiyle ilgili zor lukların yarattığı içe çekilme üzerinde çalışılmıştır. Görüşmeler devam ederken nişanlıdan ayrılmış ve iş arayışları daha yoğunlaşmıştır. Hasta ve ailesi dini, gündelik yaşamda uygulamaya yönelik olduk ları ve hasta türban kullandığı için beklediği resmi ve hatta özel iş olasılıkları gerçekleşmemekte ve hasta bunu terapistiyle paylaşmaktadır. OLGU-7: MS, 45 yaşında, üniversite mezunu, 18 yıllık evli, 4 çocuklu erkek hasta. Başağrısı ve uyku problemi şikayetleri var. Mezuniyet sonrası iş bulmanın güç olduğunu, 12 Eylül döneminde çok zorluklar çektiğini, 95 yılında sendikada yönetici pozisyonuna geldiğini, 1,5 sene sonra görevden alındığını ve iki ay önce göreve iade edildiğini ifade ediyor. Bu statü karmaşası döneminde arkadaşlık lar ve dostluk açısından sorun yaşadığını söylüyor. Ayrıca yaşamında ilk kez evlilik dışı bir ilişkiye gir diğini ve bunu da eşiyle paylaştığını ve işlerin daha karıştığını, eşiyle anlaşmazlıkları ve beğenmeme sinin arttığını söylüyor. Bugüne kadar taşıdığı değer yargıları ve yaşam biçimini, genel sendikacı imajını artık sürdürüp sürdüremeyeceğini bileme mekte ve sıklıkla 7 yıl önce kaybettiği babasını öz lediğini ifade etmekte. Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri tik özellikleri, anneye bağımlılığı, engellenme eşi ğinde düşüklük olarak belirlenmiştir. Müdahale: Hasta yas reaksiyonu ve gelişimsel kriz açısındann ele alınmış, kendine ait ailesine ait ve topluma ait beklentileri ayırt edebilme ve bunları uzlaştırma üzerinde durulmuş dinsel inançları ger çekçi boyutta yaşamanın önemi ele alınmıştır. Gö rüşmeleri uzun aralıklı kontroller şeklinde devam etmektedir. Burada aktarılan olgular; değişik zamanlarda başvurmuş, yalnızca krize müdahale ilkeleri doğrul tusunda ele alınmış, kronik ya da yapısal sorunları ancak mevcut durum ile doğrudan bağlantıları açı sından değerlendirilmiş ve her olguda akut kriz ta nımlaması sınırlarında kalınmaya çalışılmış, ek ola rak ileri dönem olası benzer ya da farklı sorunlarda daha erken dönem müdahale ve önleme adına yol göstericilik yapılmaya çalışılmış olgulardır. Hastanın geçmiş öyküsünde soruna yönelik kri tik özellikleri, ayrıntıcılık ve köy-kent kültürü arasın da bir kimlik arayışı olarak belirlenmiştir. Müdahale: Hasta gelişimsel çatışmalar açısın dan değerlendirilmiş, yaşam biçimi sorgulamasını açığa çıkarabilmesi sağlanmıştır. İlaç kullanımıyla semptomlarının yarattığı tıkanmışlığını aştıktan sonra, kişisel ve toplumsal sorgulamalarında ayrın tılar içinde kaybolmadan mücadele edilebilmesine çalışılmıştır. Şikayetleri yatışıp, sorular ve çözüm yolları konusunda daha sistematik ve esnek değer lendirme yaptığı dönemde, yaklaşık dört ay sonra görüşmeler sonlandırılmıştır. Bu olgular dışında diğer pek çok hasta da nisan kararları döneminde ekonomik sıkıntıya düşmüş, yatırım yolu olarak borsayı seçmesi sonucu zarar etmiş olduklarını, doğrudan ya da dolaylı olarak inançları, kökenleri ve toplumsal kimlikleri vesilesiy le yaşadıklarını düşündükleri sıkıntılarını da ifade etmektedir; "Biz Çerkeziz, bizde adet böyledir/ zaten evliliğimiz mezhep farklılığı nedeniyle baştan onaylanmadı/işe girmek istiyorum ama başımı açmam gerekiyor, bana kalsa açarım, katlanırım ama babam çok sorun çıkarır" ifadelerini ya da benzerlerini bir şekilde duymaktayız. Bunların zaman zaman toplumsal yanlışlar ya da haksızlık lara başkaldırı, tepki koymada araç olarak kullanıl dığı, zaman zaman da bu kimliklere sığınılarak zarar görmüş pozisyonundan ikincil kazançlar sağ lama ve bireysel sorumluluklardan kaçış çabası ol duğu gözlenmektedir. Buradan hareketle, özellikle krize müdahale sürecinde, benlik değeri zedelen miş bireye yaklaşımda destekleyici bir yaklaşım esas alınmaktadır. Ona değer ve zaman veren, OLGU-8. SH, 23 yaşında lise mezunu, yaklaşık bir yıl önce annesini kanser nedeniyle kaybetmiş, üç aylık nişanlı bayan hasta. Yoğun kaygı ve dep resyon şikayetleriyle psikiyatri polikliniğinde görül müş, ilacı düzenlenerek merkezimize gönderilmiş tir. Kaygısının yoğunlaşması telefon yoluyla irtibat kurduğu bir hocanın cinler periler yoluyla yaptığı açıklamalar sonrasında olmuştur. Görüşmelerde anneye olan bağlılığı, babanın kronik astım hastalı ğı ve psikiyatrik bozukluğu nedeniyle onunla yaşa mın zorlukları üzerinde durulmuş; evliliğe yönelik tutumları ve evlilik için acele edilmemesi ele alın 20 K R İ Z yardım için tüm profesyonel hünerlerini seferber sine eden bir yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşım özen gösterilmektedir. Ancak hızlı bir toplumsal de içinde bireyin toplumsal gerçeklere uyumlu bir karşı sorumluluklardan uzaklaşmamasına ğişim ve hareketliliğin yaşandığı ülkemizde, bireyle yaşam düşüncesine yönlendirilmesine, sistemden kaynaklanan sorunlara yüklenirken, danışanın bi rin ve danışan-terapist ilişkileri bağlamında terapis reysel çaresizlik yaşamamasına, kendine ve çevre- tin işinin de hiç kolay olmadığı bir gerçektir. rın değerlendirilmesi: demografik özellikler, sorun alanla rı, yaklaşım. Kriz Dergisi, 3 (1-2):133-138. Sayıl I (1996) Psikiyatride kriz kavramı ve krize mü dahale. Kriz ve Krize Müdahale Kurs Notları (sayfa: 332). AÜPKUAM Yay.-Ankara. Tegin B (1988) Toplum psikolojisi ve toplumsal ruh sağlığı anlayışı. Psikoloji Dergisi, 6(22): 13-19. KAYNAKLAR Palabıyıkoğlu R (1992) Krize müdahale merkezi ça lışmalarının bir yıllık değerlendirilmesi. Kriz Dergisi 1(1): 13-16. Palabıyıkoğlu R, Berksun OE, Güney S, Özayar H, Duran A (1995). Krize müdahale merkezine başvuranla- 21 K R İ Z Kriz Dergisi 6 (2): 23-31 HASTA VE TERAPİST ETKİLEŞİMİ: CİNSİYETİN ROLÜ Atilla SOYKAN* ÖZET These influences may present themselves either during ordinary therapeutic interaction or in the case of transference and countertransference phenomena. This article revievvs the literatüre on biological basis for human sexual development, psyhosexual development and their implications on patient-therapist interaction including transference and countertransference phenomena. Hasta ve terapist etkileşimi, tüm insan ilişkilerin de olduğu gibi, çeşitli değişkenlerden etkilenir. Hasta ve terapistin cinsiyeti bu etkileşimde yer alan önemli değişkenlerden biri olarak kabul edil mektedir. Büyüme sürecinde, cinsiyet, terapistlerin kişilik ve davranış stillerine etki eden kalıcı etkiler ortaya çıkartır. Bu etkiler, terapi sırasında, hem olağan terapi etkileşimi hem de aktarım ve karşıaktarım durumlarında önem kazanabilir. Bu yazı da, insan cinsel gelişiminin biyolojik temelleri, psikoseksüel gelişim dönemleri ve cinsiyetle ilişkili olarak hasta-terapist etkileşimiyle ilgili yayınlar gözden geçirilmiş ve aktarım, karşı-aktarım durum ları aynı bağlamda ele alınmıştır. Key VVords: Therapy, Gender differences, Transference, Countertransference. GİRİŞ Terapist olarak, ister kadın ister erkek olalım, karşımızda oturan ve bize terapiye gelen bireyin fi ziksel özelliklerini bilinçli ya da bilinç dışı olarak bili riz. Aslında bu özellikler, daha başlangıçta, terapi ye alınma sürecinde bile etkilidir. Analitik terapide tarif edilen terapiye kabul ölçütlerinin bazıları, örne ğin, genç-çekici-akıllı-içgörülü olma, gerçekte, orta lama bir insanın karşı cinste aradığı ideal özellikle re benzemektedir. Ayrıca, terapistlerin karşı cinsten hastaları terapiye alma eğilimi olduğu bilin mektedir. Öte yandan, terapistin cinsiyeti, cinsel kimliği ve bunun gelişim süreçleri esnasında yerle şen kalıpların neler olduğu ve terapi sürecini nasıl etkilediği göreceli olarak üzerinde pek az durulan bir konudur. Oysa, bunları tanıma hem terapi süre cinde hastayı anlama hem de terapistin kendi kör noktalarını telafi etme olanağı sağlayabilme ve ak tarım, karşı-aktarım durumlarına daha hazırlıklı ol masını sağlama potansiyeli taşımaktadır. Terapis tin ve hastanın cinsiyetinin terapiye yansıyışı ile Anahtar Sözcükler: Terapi, Cinsiyet farkları, aktarım, karşı-aktarım. The Patient-Therapist Interaction; Effects of Gender. SUMMARY Similar to ali human interactions, patienttherapist interaction is öpen to the infuences of various factors. Gender of the therapist and the patients is considered to be an important factor in this interaction. Therapists as well as patients raise with the permanent influences posed by their gen der on their personality and behavioral style. * Öğr. Gör. Uzm. Dr., A.Ü.T.F. Psikiyatri Anabilim Dalı. 23 K R İ ilgili sorular bu yazıda ele alınmaya çalışılacaktır. Bireysel gelişim dönemleri, cinsel kimliğin gelişimi ve aktarım, karşı-aktarım konuları en geniş olarak psikodinamik terapilerde psikoseksüel gelişim dö nemleri bağlamında ele alınmış olduğundan, bu yazıda ağırlıklı olarak psikodinamik görüşten alıntı lara yer verilmiştir. Öte yandan, bu yazıda ele alı nanlar çoğu kez genellemeler olup, bireysel farklı lıkların olması da doğaldır. Z tesi" nedeniyle ortaya çıkan telafi etme (kompansasyon) çabaları ile bağlantılı olarak ele alınır (Wolberg 1988; Fenichel 1974). Freud, erkeğin egemen olduğu ve kadının erkeğe göre tanımlandığı bir dö nemde yaşamıştı. Yakın zamanlara kadar kadını anlamaya yönelik çaba gösteren doktor, modacı, yazar ya da ressamların çoğunluğu da erkek ol muştur. Erkeğin gözü ile kadını anlama çabaları ise, sonuçta, cinsiyet hakkındaki düşüncelerimizin aslından ayrılmasına ve içinde bulunduğumuz kül türü de etkileyen yanlılıklara yol açmaktadır. ERKEK VE KADIN Klinisyen ile hastanın ilişkisinde hastadan gelen özelliklerden çok sözedilir. Öte yandan, klinisyen bu ilişkiye ne katmaktadır konusu pek ele alınma maktadır. Klinisyenin erkek ya da kadın oluşu, genç ya da yaşlı oluşu, duyarlı ya da soğuk oluşu gibi özellikler, doğal olarak, terapiyi etkilemektedir. Nasıl bizler terapiye gelecek hastanın yaşı, cinsi yeti ve diğer bazı kişisel özelliklerini merak ediyor sak, hastalar da benzer özellikleri araştırırlar. Cin siyet bu bağlamda en önemli özelliklerdendir. Kadın ve erkekler pek çok açıdan birbirlerine ben zemelerine rağmen, seksüel fizyoloji, beyin gelişi mi ve fizyolojisi açısından farklar göstermektedir ler. İnsan embriyosunun temelde "kadın" olduğu fakat erkeğe ilişkin özelliklerin daha sonra kazanıl dığının 1960'lı yıllarda belirlenmesi üzerine her iki cinste de kadınlığa ilişkin özelliklerin (primer feminite) bulunduğu ileri sürülmüştür (Stroller 1985). Bu yaklaşıma göre erkek çocuklar maskuliniteye ken dilerinde var olan primer feminen özdeşimle müca dele ederek ulaşmaktadırlar. Freud'un aksine, ka dınlığa önem veren bu yaklaşım, 1960'lı yıllardan itibaren kadının eşit haklar kazanma çabalarının belirginleştiği bir dönemde yaygınlaşmıştır. Toplum hayatına yansıyışı ise kadınların pantolon giymesi, geleneksel olarak erkek sporu olarak kabul edilen sporlara yönelmesi, erkeklerin hakim olduğu mes lek dallarında yer bulmaya çalışması gibi çok çeşitli alanlarda olmuştur. 1990'lara kadar gerek tıp, tek noloji ve bilgisayar bilimlerindeki gelişmeler gerek se özellikle meslek sahibi kadınların başarıları, ileti şimin ve bilgi alışverişinin belirgin olarak yoğunlaşmasına yol açmıştır. Kız ve erkek bebek ve çocukların davranışları hakkındaki bilimsel bilgi birikimi de bu dönemde çoğalmıştır. 19901ı yıllarda ise, gittikçe artan bir şekilde, kadın, kadın gözüyle kadını tanımlamaya başlamıştır. Kadının değişen rolü, doğal olarak erkek rolünde de değişime yol açmaktadır. Bu dönemde, erkekler, babalarının kaygılı ve anlamayan bakışlarına rağmen, bakım verme, ev işi yapma gibi geleneksel kadın rollerini daha fazla almaya başlamışlardır. Toplum bugün cinsel taciz, ev-içi şiddet olayları kurbanlarına daha duyarlıdır. Artık, bu konuların cinsiyet farkı mesele si değil, fiziksel gücün kötüye kullanımı ile ilgili ol duğu kabul edilmektedir. Bu değişim kadın gözü ile bakışın klinisyenlere kazandırdığı içgörülerden yal nızca bir tanesidir. Pek çok toplumda otorite erkek cinse atfedilen bir özelliktir. Hem erkek ve kadın terapistler hem de erkek ve kadın hastalar erkek cinsiyetteki bire ye farklı davranmaktadırlar. Kadın hastalara ismi ile hitap edilme sık iken, erkeklere "bey" takısı ile seslenme daha sıktır. Daha ilginci, pek sık olmasa da, "Dr. Fatma bey hanım" seslenişini hepimiz duy muşuzdur. Tarih boyunca kadın bakım verme ile il gili roller almış iken, erkeğe savaşçı, filozof, aşık, çapkın, şair veya şifacı gibi çok rol verilmiştir. Ka dınlar ise, erkeğe doğal olarak atfedilen rollere sahip olmak için mücadele etmek durumunda kal maktadırlar. Psikiyatride ise karşı-aktarım (kontrtransferans) nesnesi çoğunlukla kadınlar ve özel likle de genç kadınlar olmaktadır. Freud, psikoanalitik teoride, maskuliniteyi (erke ğe ilişkin özellikleri) her iki cinsiyetin de ulaşmak is tediği doğal süreç olarak kabul edilmiştir. Küçük kız "penisi olmadığını" farkedene kadar kendini er keklerle özdeş sayar. Freud'a göre, bu üzüntü veri ci keşif kastrasyon anksiyetesine yol açar ve kız çocuğu çözüme talihsizliğini ve kendisinin kadın ol duğunu kabul ederek ulaşır. Kadının gelişim süreç leri artık "penise imrenme" ve "kastrasyon anksiye- CİNSİYETİN BİYOLOJİK BELİRLEYİCİLERİ Doğacak çocuğun kadın mı erkek mi olacağı, erkek sperminde X ya da Y kromozomu bulunması 24 K R İ Z rıca, korpus kallusum kalınlığı kadınlarda daha faz ladır; sözel işlevler ve akıcılıkta kadınlar daha yük sek puanlar alırlar; erkeklerde ise agresyon ve kas kuvveti daha fazladır (Svvaab ve Fliers 1985; Kelly 1991; Hull ve ark 1984; Ehrhardt ve MeyerBahlburg 1981). Bu yapısal farklılıkların erişkin davranışlar üzerindeki etkisi tam olarak bilinme mektedir. Öte yandan depresyon, anksiyete ve yeme bozuklukları gibi bazı psikiyatrik hastalıkların kadınlarda, hiperaktivite, otizm, öğrenme güçlüğü ve antisosyal kişilik bozukluğu gibi diğer bazı psiki yatrik hastalıkların da erkeklerde daha çok gözük mesinin bu biyolojik farklılıklarla ilişkili olabileceği düşünülmektedir (Earls 1987). ile belirlenir. Tüm memelilerde Y kromozomunun kısa kolundan erkek cinsiyet gelişimini sağlayan ürünler salgılanır. Bu ürünler doğrudan DNA'yı aktive eder ve XX dişi fareye verildiklerinde bile erkek fenotip ortaya çıkartırlar. Y kromozomu mevcut de ğilse ya da ürünleri hedef organlarda etkin değilse, dişi cinsiyet karakterleri gelişir. Embriyo, gonadlar (överler veya testisler) olmadığında ya da çıkartıl dığında, genetik olarak XY olsa bile, dişi cinsiyet özellikleri geliştirir. Testisler hem testesteron hem de bazı protein yapısında ürünler salgılayarak cin sel organların, beynin ve sonuçta duygulanım ve davranışların erkek cinsin özelliklerini göstermesini sağlar. Embriyo ve fetus dolaşımında anneden gelen öströjen yoğun olarak bulunmaktadır. Tes testeron etkisinin yokluğunda hayvanlarda dişi cin siyet davranışları gelişmektedir. Tersine, genetik olarak dişi hayvanlara doğum öncesi yüksek doz testesteron verildiğinde erkek davranışları ortaya çıkmaktadır. Bu etki doğum sonrasında verilen östrojenle ancak kısmen değiştirilebilir. Testesteronun bu etkisi ancak intrauterin hayatta ve doğumdan hemen sonra etkin iken dişi farelere doğumdan 10 gün sonra verilen yüksek doz testesteron dişi dav ranışlarının gelişimini engelleyememektedir. Fare lerde, çoğul gebeliklerde, embriyoların cinsiyetleri de erişkin yaşamdaki davranışları etkileyebilmekteir, şöyleki, iki erkek fare ile aynı uterusu paylaşan dişi fare, yüksek doz testeterona maruz kalmakta ve erişkin yaşamda daha erkeksi davranışlar geliş tirebilmektedir (Ehrhardt ve Meyer-Bahlburg 1981; Rubin ve ark 1981; Svvaab ve Hofman 1984). Öströjen hormonunun özellikle kadın davranışı nı etkilediği uzun yıllardır bilinmektedir; kadınlar mensturel siklus öncesi sıklıkla duygudurum deği şiklikleri yaşarlar; menopoz, çocuk doğurma, oral kontraseptif kullanımı duygusal değişikliklerin sık ortaya çıktığı dönemlerdir; peri-menopozal kadın larda öströjen duyguduruma olumlu etki yapmakta dır. Öströjen, serotonin taşınmasını kolaylaştırır, monoamin oksidaz aktivitesini azaltır, asetil kolin sentezini arttırır, katekolaminlerin alfa, beta ve dopamin reseptörlerine bağlanmasına değiştirir (Stahl 1998). Yukarıda kısaca ele alınan bulgular, cinsiyetin biyolojik yönü ve bunun erişkin cinsel davranışlara etkilerinin önemli ölçüde doğum öncesi belirlendiği ne işaret etmektedir. Öte yandan, hayvan deneyle rinde, embriyo ve fetusun gerek anneden ve pla sentadan kaynaklanan gerekse kendi gonadları ve böbrek üstü bezlerinde yapılan hormonlarla karşı laştıkları ve dolaşımdaki hormon düzeylerinin belir gin bireysel farklılıklar gösterdiği saptanmıştır. So nuçlar, patoloji, testesteron yokluğu gibi ciddi anatomik ve davranışsal sonuçlar ortaya çıkarta cak düzeyde değilse, davranışların söz konusu cin siyet için çoğunlukla normal sınırlar içinde yer aldı ğına işaret etmektedir (Kelly 1991; Earls 1987). Her iki cinste de testesteron ve öströjen hor monları bulunur; cinsler arasındaki fark bu hormon ların kan düzeyleri ve salgılama şekilleri ile ilgilidir. Beyinde ön hipofizden salgılanan lüteinleştirici hor mon (I_H) ve follikül uyarıcı hormon (FSH) gonadlardan erkekte testesteron kadında ise östrojenprogesteron salgılanmasını uyarırlar. LH ve FSH salgılanırın erkeklerde sürekli ve sabit kan düzeyin de iken, kadınlarda bu salgılanım mensturel siklusla bağlantılı siklik bir yapı gösterir. Bununla bağlan tılı olarak LH ve FSH salınımını kontrol eden hipotalamus preoptik bölge boyutları iki cinsiyet arasında farklıdır; erkekte daha büyüktür. Orbitofrontal korteks, amigdala, dorsal hipokampampus gibi, agresyonun da aralarında bulunduğu duygular ve dürtülerin oluşumundan ve kontrolünden sorum lu olduğu düşünülen limbik alanlarda da kadın ve erkek beyni yapısal farklılıklar göstermektedir. Ay CİNSEL KİMLİĞİN GELİŞİM SÜRECİ Psikoanaiitik teori psikoseksüel gelişim dönem leri ve bunun psikopatoloji ile ilişkisi üzerinde te mellerini oturtmaktadır. Bu kuramda biyolojik ve toplumsal etkiler az vurgulanmakla birlikte, annebebek, anne-baba-çocuk etkileşimini irdeleyen göz lemler geniş ölçekli çalışmalarla büyük paralellik ta şımaktadır (Kernberg 1989). Psikoseksüel kuramın 25 K R İ bu gözlemleri açıklayışı ise kişiler arası bireysel ve kültürel farklardan kaynaklanan bazı eksiklikler ta şıyabilmesine rağmen, bu durum yapılan gözlemle rin değerini azaltmamaktadır. Anneyle Kurulan Bağ ve Duygulanımın İzo lasyonu Doğumda anne ve çocuk arasında, çocuğun hem biyolojik hem de psikososyal gelişimini belir gin olarak etkileyen bir bağ oluşur. Geleneksel ola rak oral dönem adıyla anılan yaşamın ilk yılında, bağlanma davranışı, özdeşim, güven duygusunun gelişmesi ile ilgilidir. Anal dönem olarak adlandırı lan ikinci ve üçüncü yılda ise bebek ayrışmabireyselleşme (separation-individuation) ve otono mi kazanma çabası içine girer (Wolberg 1988; Kernberg 1989). Bu dönemde, çocuk, cinsiyet fark larını ve toplum içinde farklılaşan rollerini de algıla maya başlar. Kız çocuğu, annesi ile bağını esnet meye başlamasına rağmen yaşam deneyimlerini yine de bu ilişki sınırları içinde değerlendirmeye devam eder. Küçük erkek çocuk ise anal dönemde bir taraftan otonomi için mücadele ederken, diğer taraftan babasıyla özdeşim kurarak erkek kimliğini kazanmaya başlamak zorundadır. Bu, ilk bağ kur duğu kişi olan annesiyle ilişkisinde geliştirdiği öz deşimi, baba özdeşimi ile yer değiştirme çabasını da kapsamaktadır. Çocuk davranışlarını inceleyen geniş ölçekli klinik çalışmalar erkek çocukların bu dönemde agresyonlarını kolayca eksternalize ettik lerine, sürekli vücutlarını ve çevreyi araştırdıklarına işaret etmektedir (Earls 1980, Richman ve Graham 1971). Anne özdeşiminden ayrılış ve başta testesteron olmak üzere biylojik etkenlerin agresif tavırla rın ortaya çıkışında rolü olduğu düşünülmektedir (Rubin ve ark. 1981; Greatrex 1997). Dışa yönelti len ve erkek rolü ile uyumlu olması nedeniyle daha kabul gören agresif tavırlar, bir süre sonra egosintonik (ego ile uyumlu) hale gelir ve benlik duy gusunun kabul edilen bir parçası olur. Erkek ço cuktan, kız çocuktan olduğu gibi agresyonunu kontrol etmesi değil, uygun yer, zaman ve şartlar da ortaya koymayı öğrenmesi beklenir. Bu dönem erkek çocukların oyunlarında agresif duygular, impulsivite, aşırı merak, araştırmacılık, kolay risk alma gibi aktivitelerde ve atma, vurma, boğuma gibi temalar belirgindir (McDevitt ve Carey 1978; Earls ve Cook 1984). Impulsivite ve agresif duygu ların kontrolü enerji gerektiren bir süreçtir. Psikoanalitik görüşe göre erkek çocuk bu çaba içinde ob- Z sesif-kompulsif savunma düzenekleri geliştirir. Geli şen, yapma-bozma, yer değiştirme, reaksiyonformasyon ve izolasyon gibi savunma düzenekleri bu yaş çocuklarının davranışlarına da yansır (Greatrex 1977; Kernberg 1989). Psikoanalitik yayınlar da izolasyon olarak adlandırılan gözlem, bir duru mu akıl düzeyinde ele alabilirken eşlik eden duygulanımları algılamama hali, agresif dürtülerin ortaya konuşu esnasında hem erkek çocukların oyunlarında ve hem de erişkin yaşamlarında sık gözlenir (Greatrex 1997; McDevitt ve Carey 1978; Earls ve Cook 1984). İzolasyon, gelişim dönemleri içinde daha olgun savunmalar olan entellektualizasyon, rasyonalizasyon gibi savunmaların da sık kullanılmasına yol açabilir. Aslında, tüm bu savun malar, bir taraftan erkek çocuğun karşısındakinin ne hissettiğini anlayamamasına, empati yeteneğğinin azalmasına yol açarken, diğer taraftan diğerleri ne zarar vereceğim korkusu duymadan bazı eylem lerde bulunabilmesine olanak sağlar. Aşırı izolasyon ve empati yoksunluğu ise en uç nokta dan patolojik bir örnekle şöyle açıklanabilir; bir ka dını döven ya da tecavüz eden bir erkek, çoğu kez, olayın duygusal boyutunu yani bu kadına verdiği acıyı ve oluşturduğu örselenmeyi algılayamamaktadır(Greatrex 1997). Anal dönem kız çocuklarının oyunlarında anne lik yapma, bakım verme, ev-içi sahnelere yer verme, ilgi çekmeye yönelme belirgin bir tema iken, agresif içerikli oyunlara pek rastlanmaz (McDevitt ve Carey 1978; Earls ve Cook 1984; Earls 1980). Erkek çocuğun tersine, kız çocuklarda, diğerlerine zarar verme olasılığı kendine zarar vermek gibi ya şanır. Anneye özdeşimin sürmesi, kurulan bağ ve kız çocuğundan beklenen roller agresif dürtülerin ya sessiz kalmasın ya da kendine yönelmesine yol açabilmektedir. Gerçekte, annesi gibi kız çocuk da, çoğu kez diğerlerine acı vermektense kendisi acı çekmeyi yeğler (McDevitt ve Carey 1978; Greatrex 1977). Apandisit nedeniyle ameliyata girecek olan 3 yaşında bir kız çocuğu ağrısı nedeniyle ağlamak ta ve kıvranmaktadır, baba, kızına ameliyatın hemen yapılacağını ve ağrısının kalmayacağını söyleyerek, kızını rahatlatmaya çalışır; anne ise kı zını kucağına almış sakinleştirmeye çalışırken, hiç bir şey yapamamanın çaresizliği içinde, dayana maz ve ağlamaya başlar; kızı ise annesinin göz yaşlarını görür ve annesine daha da sıkı sarılarak ağlamayı keser. Bu örnek bir taraftan babanın izo lasyonu başarıyla kullandığının diğer taraftan ise 26 K R ailenin dişi bireylerinin, tipik kadınsı bir davranışla, diğerinin acı çektiğini hissetmek yerine kendisinin acı çekmeyi yeğlediğinin bir örneğidir. İlginç olarak, ağlayan bir çocuk sesi karşısında, kadın beyninin önemli bir kısmında kanlanma artarken, erkek bey ninde bu artış küçük bir alanla sınırlı kalmaktadır. Kız çocuk oyunlarında anne özdeşimi yaygın ken, baba bir bağlantı ve kısmi özdeşim nesnesidir (Earls ve Cook 1984). Çoğu kez erkek kardeşin den çok daha zayıf obsesif-kompulsif savunmalar geliştirdiği gözlenir. Daha iki-buçuk yaşındayken böceklerden, yılandan, fareden korkmaya başlar (Earls 1980; Richman ve Graham 1971). Erkek çocuk ise, aynı dönemde, böcekleri ezmek üzere peşinden koşmayı yeğler. Bu, erkek çocukta dışa dönüklük, merak ve araştırma duygusuna dönüştü rülen agresif dürtülerin, kız çocuklarda korku ile yer değiştirdiğini gösteren sayısız örneklerden bir tane sidir. Kız çocuk, gelişim süreci içinde, agresif olma mayı, agresyonunu göstermemeyi ideal-ben içine yerleştirir ve agresif dürtüleriyle inkar savunma dü zeneğini kullanarak başeder. İzolasyon, entellektüalizasyon, rasyonalizasyon savunmalarını erkeğe göre çok daha az kullanan kız çocuk ve kadın, bunun karşılığında, güçlü bir empati ve karşısında kine duyarlılık hislerine sahip olur (Greatrex 1997). Öte yandan, psikoanalitik bakış açısı, kadınlardaki sınır koyma güçlüğü, risk almaktan, başkalarına zarar vermekten ve rekabetten korkma davranışla rını agresyonu ve diğer dürtüleri düzenleyen değil inkar eden savunmaların gelişmiş olması ile bağ lantılı görmektedir (Person 1985; Lester 1990; Greatrex1997). Anneyle Kurulan Bağdan Ayrışma (Separasyon) Süreci Gelişim sürecindeki bir sonraki basamak her iki cinsin de anne-çocuk ikili ilişkisinden, anne-babaçocuk üçlü ilişkisine geçiş sürecini ele alan ödipal dönemdir. Psikoterapi esnasında gelişen erotik ak tarım ve karşı-aktarım olgularının çoğu bu dönem de belirginleşen cinsiyet farklılaşmasının gelişimi süreci ile ilgili olarak ortaya çıkar. Bu dönemde kız çocuğu yeni bir özdeşim nes nesi olarak babaya yönelir ve babayı annedenn ay rışma sürecinde kullanır. Babası tarafından beğe nilme, en özel kişi olma ve onun ihtiyaçlarını karşılama isteği bilinç düzeyine çıkar ve çoğu kez babasına olan hayranlığıı sözel olarak ve davranış İ Z ları ile ifade eder. Bu romantik tutumlar bazen ba banın aşırı hoşuna gider ve uygunsuz bir şekilde desteklenir. Öte yandan, genç kızlık döneminde kendisinden yaşça çok büyük kişilerle yaşanan tut kulu ilişkiler, bilinçdışı olarak uygunsuz destekle nen bu doyum ve güçlülük hissini yeniden sağlama çabalarına yönelik olabilir. Erkeklerde bu tür eğilim ler daha az görülmektedir. Bunun psikodinamik bakış açısına göre başlıca nedeni, erkek çocuğun babaya yönelim ve özdeşiminin primer ve agresif dürtülerle bağlantılı olması iken, anneyle özdeşimini sürdüren genç kızın babaya yönelişinin cinsel kimliğini kazanma ile ilgili olan seksüel dürtülerden kaynaklanmasıdır (Greatrex 1997). Erkek çocuk, ayrışma sürecinde, ben-sen ayrı mına ulaşmak için anneyi özdeşim nesnesi olarak kullanamaz. Anneyle özdeşim, annesi gibi olma, yani, erkek kimliğini ve penisini terketme anlamına gelmektedir. Freud annesinin genital organının farklı olduğunu gören erkek çocuğun yaşadığı korku ve sıkıntının onun erkek kimliğine yönelme sinde başlıca rolü üstlendiğine inanmaktadır (Wolberg 1988; Kernberg 1989). Psikoanalitik teoride kastrasyon anksiyetesi olarak adlandırılan bu göz lemler gerçekten de erkek çocuğun gelişiminde önemli rol oynayabilir. Ödipal dönemde erkek çocuk yaşam boyu sürecek bir ikilemle yüzleşir; bakım veren kişi ve sekesüel dürtülerinin yöneldiği kişi aynıdır. Söz konusu kişi anne ise, gerek kast rasyon anksiyetesi gerekse toplumsal normlar açı sından, bu dürtüler "yasak" dürtülerdir. İzolasyon ve diğer savunmalar duyguların ve dürtülerin kont rolü amacıyla burada da kullanılır. Ergenlikte erkek kendisinden yaşça büyük bir kadınla ilişki yaşasa bile çoğunlukla, genç kızlarda görülen gibi tutkulu bir ilişki değildir, bilinç dışı olarak hem kastrasyon anksiyetesi olmaksızın seksüel dürtüler hem de karşı cinsin cinsel organlarını tanımaya yönelen ama daha önce yasaklanmış merak ve araştırmacı lık dürtüsü doyurulmaktadır. Pornografik yayınlara ve diğer görsel ve işitsel uyaranlara erkeklerin ka dınlara göre daha düşkün olması da bununla ilgili olabilir. Erkek, büyüdükçe, anneden ayrışma süre cinde gösterdiği çabalarla da bağlantılı olarak, kadın cinsiyeti değersizleştirme eğilimine girer, kendisinden yaşça küçük ve daha az baskın kadın lara yönelir. Genç erkek için kendinden yaşça büyük erkeklerle sürdürülen ilişkide özdeşim, yüceleştirme ve rekabet baskın özelliklerdir. Bu neden lerle, genellikle, genç kız erkek patronun en sevdi- K R İ ği, özel olarak gördüğü biri olmaktan haz alırken, erkek onu bir usta olarak görür, özdeşim yapar fakat nihai amacı onun yerini almaktır (Person 1985; Lester 1990; Pollack 1992; Greatrex 1997). Z Erkek terapistler hastaları ile empati yapmakta, onlar gibi düşünmekte güçlük çekerler. Hastanın yoğun duygusal yaşantılarını, çoğu kez, duygusal boyutu ile değil entelektüel boyutu ile anlarlar. Te rapi esnasında değişen durumlara kolay adapte olamazlar, hastanın duygusal boyutundaki değişik liklerini kolay yakalayamazlar. Bilinç-dışı olarak tehlikeli duygulardan kaçınmaya yönelik oldukların dan kadın hastaları ile daha mesafeli ve soğuk iliş ki kurabilirler. Erkek hastaları ile ise sıklıkla bilinçdışı rekabet yaşarlar (Lester 1990; Lasky 1989; Pollack 1992). EBEVEYN OLARAK KADIN VE ERKEK Genç erkek ve kadın büyüyüp çocuk sahibi ol duğunda ne olur? Çalışmalar her iki ebeveynin de bebeğin ve çocuğun yukarıda betimlenen gelişim süreçleriyle uyumlu roller aldıklarına işaret etmek tedir. Anneler başlangıçta her iki cinsiyetten bebeğini de kendisinin bir parçası olarak görürken, çocuk büyüdükçe bilinçli ve bilinçdışı olarak, özellikle erkek çocuklarını kendisinden farklı algılamaya başlamaktadır. Anneler çocuklarına daha sakinleş tirici ve kabullenici davranırken, babalar uyarıcı, re kabeti körükleyici davranışlar göstermektedir. İl ginç olarak, kız bebeklerin, babalarına daha sakin bir baba olmayı öğrettikleri de saptanmıştır. Kadın lar çocuklarını sakinleştirirler, daha empatik, duyar lı, bakım verici, kollayıcıdırlar ve beklemeyi öğretir ler; yenme-yenilme sonucu olmayan kitap okuma, üst-üste koyma gibi oyunlar oynarlar; sürtüşmeler den kaçınırlar ve başta fiziksel agresyon olmak üzere agresyondan korkarlar, sınır koymada güç lükleri vardır. Erkekler ise çocukları ile fiziksel riski de olabilen ve yenme-yenilme sonucu olan oyunlar oynarlar; mücadele ederler, boğuşurlar, güçlerini ortaya koyarlar; sınırları daha keskindir; eşlerini çoğu kez bilinç-dışı olarak kontrol ederler, bir top lantıda ilk sözü alırlar, aileleri adına konuşurlar (Person 1985; Greatrex 1997). Yukarıda ele alınan özelliklerin her biri terapistin kendi bireysel gelişim süreçleri ve geliştirdiği cinsel kimlik ile uyumlu tutumlardır. Ek olarak klinisyenler terapi eğitimi sırasında kadının ve erkeğin rollerine de atıfta bulunan çeşitli teoriler öğrenirler ve karşı laştıkları olguları bu teorik yönelim çerçevesinde değerlendin, anlamaya çalışırlar. Buradaki tehlike teorik ve klinik eğitimimizin bilinçli ya da bilinçdışı olarak kendi inanç sistemimizde, yerleşmesi, karşı mızda bulunan her bireyi bu çerçeveye yerleştirme ye çalışma yanılgısıdır. KARŞI CİNSE AKTARIM VE KARŞI-AKTARIM Freud ve onun ilk dönemlerdeki izleyicileri, psikoanalistin, duygusal olarak katılımcı olmayan ve seksüel açıdan nötr olduğunu düşünüyorlardı, kadın ya da erkek terapistlerin hastalardan aşağı yukarı benzer tepkiler aldığını kabul etmekteydiler. Yine de hastaların erotik aktarım geliştirebilecekle rini ve bunun da terapistte karşı-aktarım problemi ortaya çıkartabilme potansiyeli taşıdığını kabul edi yorlardı (VVolberg 1988; Fenichel 1974; Kernberg 1989; Parman 1996). Bu aşamada yukarıda ele alı nan gelişim dönemleri bağlamında terapistin ve hastanın cinsiyeti kaçınılmaz bir şekilde terapiyi et kilemektedir. CİNSİYETİN PSİKOTERAPİDEKİ GENEL ET KİLERİ Psikoterapiye başvuru şekli, terapiye alınma öl çütleri, gelinmeyen randevu ve terapiyi sonlandırma ile ilgili genel kurallar erkekler tarafından kon muştur. Hasta-terapist ilişkisinde cinsel taciz ve kötüye kullanma olgusu çoğunlukla erkek terapistkadın hasta arasında olmaktadır. Kadın terapistle rin hastalarıyla aşırı empati kurması, kimi zaman bunun sempati düzeyine ulaşması sık rastlanan bir durumdur. Kimi zaman hastaları için aşırı koruyucu ve kollayıcıdırlar. Terapi seanslarını zamanında bi tirme ve uygun ücreti alma güçlükleri vardır. Hasta nın ihtiyaçlarının karşılanmadığını hissettiklerinde suçluluk duyabilirler. Terapinin sonlandırılmasında veya başka bir terapiste gönderme konusunda güçlük yaşayabilirler (Lester 1990; Greatrex 1997). Kadın Terapist ve Erkek Hasta Kadın terapistler deneyimleri artıp, yaşları ilerle dikçe, terapiyi daha kolay uygulamaktadırlar. Öte yandan, genç bir kadın terapist, aşırı duyarlılık ve empati problemleri ile karşılaşmaya en yatkın oldu ğu dönemdedir. Hastalarının çoğu kendisinden yaşça büyüktür ve annesine, babasına karşı geliş tirdiği aktarımları eyleme geçirebilecek pek çok uyaranla karşı karşıya kalır (Lester 1990; Person 1985). 28 K R İ Erkek hastaların kadın terapistlere, kadın hasta ların erkek terapistlere geliştirme sıklığına göre, daha az erotik aktarım geliştirği gözlenmiştir (Person 1985; Pollack 1992). Bu daha önce ele alınan erkek çocuğun annesini hem bakım veren hem de seksüel nesne olarak algılaması ve sonuçta geliş tirdiği başetme düzenekleri ile açıklanabilir. Ek ola rak, kadın terapistlerin uyarıcı olmaktan çok sakin leştirici nitelikteki anaç (maternal) tutumu da bu aktarımı engelleyen bir yön olabilir (Greatrex 1997). Z rapisti telaşlandıran bir durum olmaz ve terapist kendi öğrendiği teknikte yer alan aktarımla başet me yöntemlerini kolaylıkla uygular. Öte yandan, eğer terapist, örneğin, bir süredir hastasının kendi sine ilgi duyduğunu farketmekte ise ve bu kendisin de hoş bir duygu oluşturuyorsa, artık, karşıaktarımın da işin içine girdiğini düşünebiliriz. Tera pist bu aşamada ister öfke, hayal kırıklığı, şaşkınlık isterse sevinç, cinsel uyarılma hissetsin duygularını kontrol etmeli ve hastaya bu duyguları paralelinde yansıtmalarda bulunmamayı becermelidir, ne akta rım bir suçtur ne de, varsa, karşı-aktarımın sorum lusu hastadır. Şimdi ve burada yaklaşımı ile "bu kadar güçlü bir duygusunu aktardıktan sonra kendi sini nasıl hissettiği" sorularak seans bitirilip, bir son raki seansın saati hatırlatılarak, hastanın bu sean sa gelmesi sağlanabilir. Genç bir kadın terapist ve kendisine yakın yaşta yakışıklı bir erkek hastayı uzamış yas nede niyle bir süredir takip etmektedir. Hasta bir seansın ortasında, aslında kendisini epeydir iyi hissettiğini ancak terapistini görmek için seanslara devam etti ğini söyler. Terapistinden terapi anlamında çok ya rarlandığını ve saygı duyduğunu ancak tanıştıkça bu saygıya yoğun bir sevgi de eklendiğini söyleye rek devam eder. Terapiyi sonlandırmak ama terapistiyle dışarıda arkadaşça görüşmek ve kendisini bu ortamın dışında da tanımasını istediğini belirtir. Terapist de, yasın doğal bir süreç olduğunu aslın da, bu bireye hasta bile denilemeyeceğini düşün mektedir. Bu terapi sırasında rastlanabilecek kimi zaman hastanın sözelleştirdiği, çoğu zaman da sözelleştirmediği bir senaryodur. Terapist ne yapma lıdır? Terapist bu aşamada, gerek arkadaşlarından gerekse danışmanından süpervizyon almalı ve özellikle karşı-aktarım duygularını tanımalıdır. Te rapist hastayı kendi geçmişinden en çok kime ben zetmektedir, neden daha önce hastanın düzeldiğini farketmemiştir, terapinin bitmesini istememekte midir, terapinin kontrolünü hastaya mı bırakmıştır ve bunda geleneksel kadın rolünün kontrolü erkeğe bırakma eğiliminin rolü var mıdır; hastanın kendisi ni beğenmesini istemiş midir; hastasıyla cinsel fantaziler kurmuş mudur; neden hastanın erotik duy gularını farketmesine rağmen bunu gözardı etmiştir; terapi esnasında kendi tutumlarını ve moti vasyonlarını yeteri kadar "üçüncü göz" ile monitörize etmiş midir; hangi aşamada terapi esas amacın dan sapmıştır ve neden; hastayla erkek meslekdaylarıyla yaşadığına benzer bir rekabet mi yaşamaktadır... gibi soruların yanıtını terapist en azından kendi gelişimi için mutlaka öğrenmek duru mundadır. Hiçbir terapist karşı-aktarıma karşı bağı şık değildir ve bu tür kendini değerlendirmeler, kör noktalarını tanıma çabaları her terapistin olgunlaş masında gerekli aşamalardır (Sandler ve ark. 1970). Terapist olarak hastanın kendisini geliştirebile ceği güvenli ve rahat bir ortam oluşturmak terapistlik görevlerinden biridir. Bu kısmen anne-çocuk iliş kisinin özelliklerini taşıyan bir ortamdır. Kadın oluş ve kadın oluşun kazandırdığı özellikler de genç kadın terapistin duyarlı ve empatik bir ilişki kurmuş olma olasılığını arttırmaktadır. Terapist, özellikle kendi kayıpları aklına geldiğinde, hastasına sem pati duymuş ve bunu sözel ve sözel olmayan iletişimiyle hastaya hissettirmiş olabilir. Özellikle has tası kendini kötü hissettiğinde ona daha fazla yardım etme çabasına girmiş ve kimi zaman terapi süresini uzatmış olma olasılığı da yüksektir. Bilinçdışı olarak, bakım verme, geliştiğini görme, acısını paylaşma gibi anne-çocuk ilişkisinde var olan haz da büyük olasılıkla bu genç kadın terapist tarafın dan hissedilmiştir. Buraya kadar olanlar, kadın te rapist erkek hasta arasında cinsiyet farkı nedeniyle çoğu kez rastlanabilen ama genellikle ciddi ve kalı cı erotik aktarımla sonlanmayan durumlardır; sonlansa bile, çoğunlukla, eğer karşı-aktarım yoksa te Kadın terapistler kendilerinden yaşlı erkek has talarla daha da büyük güçlükler yaşayabilirler. Kadın terapist kolayca, baba aktarımı geliştirebilir ve ilişkinin kontrolünü daha güçlü hissettikleri baba figürüne bırakabilirler. Yaşça büyük erkek hastaya maternal aktarım geliştirme olasılığı, en azından te rapinin başlarında, düşüktür. Tersine, genç bir bayan yaşça büyük erkek için uygun bir sevgi nes- 29 K R İ nesidir. Terapide oluş çoğu kez, hasta açısından, bu durumu değiştirmez. Hastanın tutumları genel likle genç bir bayana takındığı tutuma benzerlik gösterir. Bu olgularda erotik aktarım gelişse bile çoğunlukla kalıcı değildir ve hasta taciz edici olma dıkça, belirgin karşı aktarım yoksa kolayca başedilir. Karşı aktarımın değerlendirilmesi açısından te rapistin kontrolü hastaya bırakması, hastanın terapiste kendinden yaşça küçük kadınlara davran dığı gibi davranması ama bunun gözardı edilmesi, terapistin hastayı ebeveynine benzetmesi, istekleri ni kolay kabul etmesi, sınır koyamaması... gibi ko nular önemlidir (Sandler ve ark. 1970; Lester 1990; Greatrex 1997; Lasky 1989; Pollack 1992). Z lik" rolü hakimiyet kazanır. Erotik aktarım yaşayan kadın, gerçekte, incinebilir ve bağımlı bir durumda dır, şöyle ki, terapi esnasında kadın cinsel hayatın daki gizli konuları açık, sansürsüz ve tam bir tesli miyetle açıkladığınd, artık hem açık olup hem de bekçilik görevini yerine getirmede çok zorlanmakta dır. İncelenen pek çok olguda, taciz edilen kadının, ortalama bir kadından daha fazla bir baştan çıkarı cı tutum göstermediği de saptanmıştır (Greatrex 1997; Lasky 1989; Pollack 1992). Öte yandan, erkek tarih boyunca, cinsel olarak her zaman eyleme "hazır ve nazır" olması bekle nen bir rol üstlenmiştir. Toplum, erkekten, uygun ortamı aramasını ve bulduğunda da cinsel eylemi gerçekleştirmesini beklemekte ve bunu yapmayana şüphe ile bakmaktadır. Bu toplumsal rol çerçeve sinde yetişen erkek terapistler, kadın terapistlere göre daha fazla ve daha yoğun uyarılmakta, bun lardan bazıları da erotik aktarım yapan hastaları ile cinsel deneyimler yaşayabilmektedirler. Bu tera pistler genellikle olgun, saygı duyulan ve terapi es nasında koruyucu baba-bakım veren anne rolünü benimsemiş, feminen özdeşimleri sürmekte olan bi reyler olup, hastalar bu terapistleri duyarlı ve empatik olarak algılamaktadırlar. Öte yandan, terapis tin bireysel motivasyonu ister bilinçli ister bilinç-dışı olsun, profesyonel bir ilişkide terapis eylemlerinden birinci derecede sorumludur ve hastasıyla cinsel ilişki kurmanın tek bir tanımı vardır: ahlaksızlık (Greatrex 1997; Person 1985; Pollack 1992). Erkek Terapist ve Kadın Hasta Erkek terapist-kadın hasta ikilisi söz konusu oldu mu, karışık buna karşın pek anlaşılmamış bir konuyla karşılaşırız. Gelişim dönemleri açısından pek çok etkileşim söz konusu olabilir. Kadın hasta lar erotik aktarımlarını erkek hastalardan daha sık ve yoğun yaşamaktadırlar. Yine de, kadınlar, anne ve kadın rolü çerçevesinde, terapist-hasta sınırları nı korumada erkeklerden daha başarılıdırlar (Person 1985). Kadın bakış açısının topluma kazandırdığı bir başka yön de birinin diğerine daha bağımlı olduğu, diğerinin ise daha güçlü olduğu ikili ilişkilerde, cin sel sınırların tacizine yönelik farkındalığımızın art masıdır. Cinsel tacizi erkeğin ve kadının değerlen dirişi, özellikle üst ve orta sosyokültürel yapıda yer alan bireylerde, bu bakış açısını temel almaktadır. 1990 yılında, Boston eyaletinde kurulan bir telefon hattına, 500'den fazla kadın hasta, erkek terapistle rin kendilerine cinsel tacizde bulunduğu bildirmiş lerdir. Büyük olasılıkla bu istatistikler uzun yıllardır ve pek çok yerde aynı olmakla birlikte, kız-erkek arkadaşlığında rastlanan tecavüz olaylarında oldu ğu gibi, terapi sırasında da kadının "yeşil ışık yaktı ğı" inancı hakim olduğundan, bildirilmemektedir. Adem ve Havva'dan beri, kadının erkeğin seksüel dürtülerini kontrol ettiği ve erkeğin bir kez kadın ta rafından uyarıldığında artık kendini durduramaya cağı varsayılmaktadır. Kadından bir taraftan "bek çilik" görevi yapması ve erkeği "dönemeyeceği noktaya kadar uyarmaması" beklenirken, diğer ta raftan da, tersine, erkeğin ihtiyaçlarını doyurması istenmektedir. Bu hem güç bir görevdir hem de ka dının kendi seksüel ihtiyaçlarını geri plana itmesine neden olur. Çoğunlukla ergenlik döneminde "bekçi Genç bir erkek terapistin karşı-aktarımlarını an laması, erkek rolünün profesyonel yaşamını nasıl etkilediğini araştırması, kendisini hastanın oğlu mu, kocası mı, erkek kardeşi mi yoksa babası gibi mi değerlendirdiğini gözden gezirmesi, annesiyle nasıl özdeşim yaptığını incelemesi ile mümkün olabile cektir (Sandler ve ark. 1970). Erkek çocukların geli şimi incelenerek seksüel dürtülerin ve bağımlılık gereksinimlerinin nasıl yaşandığını daha iyi anlaşıl maktadır. Anneden ayrışma sürecinde, bu ayrışma yı travmatik bir kayıp olarak yaşayan erkek çocuk larda, erişkin yaşamda yakın ilişkir kurmaktan korkma (fear of intimacy) geliştiği ve cinsellik ola rak ortaya konan davranışların, gerçekte, bağımlı lık duygularını doyurma amacı güttüğü ileri sürül müştür (Pollack 1992). Erkek terapist kadın hastasının ödipal çatışma ları ile uğraşıyorsa, hem hastasından gelecek hem de kendisinde oluşabilecek seksüel dürtüleri kabul 30 K R İ etmeli ve başetmelidir. Beğenen, onaylanan ve ko ruyucu bir baba ve sakinleştirici, kabullenici anne olmayı başarmalıdır. Dahası, kadın hastasının sek süel aktarımlarını aşmasına yardım ederken, ken disinde ortaya çıkabilecek preödipal bakım veren anne özdeşimine yönelik korkusuyla da başedebilmelidir (Lasky 1989). Z ve gerektiğinde meslekdaşlarına danışabilme cesa reti gösterme yoluyla gerçekleşebilir. Terapistin en önemli silahı ise sağduyu ve saygıya dayalı, hasta nın gelişmesini amaçlayan bir ilişki kurma becerisi dir. Terapi esnasında terapistin kendi duygularını sürekli gözlemesi ve hasta bir duygu ortaya koydu ğunda bunun o an ve orada ortaya konuşunda kendi davranışlarının etkisini araştırması ise karşı aktarım olgusunun erkenden farkına varmasını sağlayabilecektir. Terapistin kendi gelişim süreçle rinin, anne ve babasıyla özdeşimlerinin, cinsel kim liğinin terapi sırasındaki tutumlarına etkisini anla ması ise terapi sürecinde ortaya çıkabilecek problemlerle daha kolay başetmesine yardım ede bilecektir. SONUÇ Terapi, satranç gibi, sonu olmayan bir öğrenme sürecidir. Yapılan hamleler, kimi zaman yanlış kimi zaman da eksik olabilir; bugün yapılan ve doğru gözüken bir hamle, yarın yanlış veya eksik gelebi lir. Öğrenme ve ustalaşma ise tüm bu hamleleri tekrar tekrar gözden geçirme, eleştirme, geliştirme KAYNAKLAR Lester E (1990) Gender and Identity Issues in the Analytic Process. Int J Psychoanal, 71: 436. Earls F (1987) Sex Differences in Psychiatric Disorders: Origins and Developmental Influences. Psych Dev, 1:1-23. Mcdevitt SC, Carey WB (1978) The Measurement of Temperament in 3 to 7 Year Old Children. J Child Psychol Psychiatry, 19: 245-253. Earls F (1980) The Prevalence of Behavioral Problems in Three-Year-Old Children: A Cross-National Replication. Arc Gen Psychiatry, 37: 1153-1157. Parman T (1996) Psikanalitik Çerçeve. Türk Psikiyat ri Dergisi, 7: 29-32. Person E (1985) The Erotic Transference in VVomen and Man; Differences and Consequences. J Acad Psychoanal, 13:159-180. Earls F, Cook S (1984) Play Observations of ThreeYear-Old Children and Their Relationship to Parental Reports of Behavioral Problems and Temperament Characteristics. Child Psychiatry Hum Dev, 13: 224-232. Pollack W (1992) Should Man Treat VVomen? Dilemmas for the Male Therapist: Psychoanalitic and Develop mental Perspectives. Ethics and Behaviour, 39-49. Richman N, Graham P (1971) A Behavioral Screening Questionnaire for Use with Three-Year-Old Child ren: Preliminary Findings. J Child Psychol Psychiatry, 15:5-33. Rubin Rt, Reinisch JM, Haskett RF (1981) Postnatal Gonadal Steroid effects on Human Behavior. Science, 211:1318-1324. Sandler J, Dare BA, Holder D (1970) Countertransference. Britisih J Psychiatry, 117: 83-88. Stahl SM (1988) Basic Psychopharmacology of Antidepressants, Part 2: Estrogen as an Adjunct to antidepressant Treatment. J Clin Psychiatry, 59 (suppl 4): 1524. Stroller R (1985) Presentation of Gender. New Haven. Yale University Press. Swaab DF. Flierg E (1985) A sexually Dimorphic Nucleus in the Human Brain Science 228. 1112-1115. Svvaab DF, Hofman MA (1984) Sexual Differentation of Human Brain: A Historical Perspectiv. Prog Brain Res, 61:361-374. VVolberg LW (1988) The Technique of Psychotherapy. Philadelphia. Grune and Stratton, Inc. s.224-256, 435. Ehrhardt A, Meyer-Bahlburg HFL (1981) Effects of Prenatal Sex Hormones on Gender-Related Bahavior. Science, 211:1312-1318. Fenichel O (1974) Nevrozların Psikoanalitik Teorisi (Çev: Tuncer S). İzmir. Ege Üniversitesi Matbaası, s.4893. Greatrex TS (1997) Effects of Gender on the DoctorPatient Relationsip. M.D. Computing, 14: 266-273. Hull EM, Nishita JK, Bitran D ve ark (1984) Perinatal Dopamin-Related Drugs Demasculinize Rats. Science, 224:1011-1113. Kelly DD (1991) Sexual Differentation of the Nervous System. Kandel ER, Schwartz JH, Thomas MJ (eds) Principles of Neural Science, New York, Elsevier Scien ce Publishing Co., Inc., s.959-972. Kernberg O (1989) The Temptations and conventionality. Cooper AM, Kernberg O, Person ES (eds) Psycho-analyis; Toward the Second Century. New Haven. Yale University Press, s.12-35. Lasky R (1989) Some Determinants of the Male analyst's Capacity to Identif with Female Patients. Int J Psychoanal, 70: 404-418. 31 K R İ Z Kriz Dergisi 6 (2): 33-41 BİR HASTALIK OLARAK AŞK: KARŞILIKSIZ AŞK SENDROMU* Erol GÖKA* ÖZET "Karşılıksız aşk sendromu" bir spektrum bozuk luğudur. Arzusu umduğu düzeyde karşılık bulma yan, reddedilen ya da reddedildiğini düşünen kişi nin spektrumun neresinde yer alacağı, sağlıklı bir kendilik organizasyonu gösterip göstermemesine, nesne ilişkileri bakımından sergilediği performansa ve kullandığı savunma düzeneklerine bağlıdır. Neredeyse modern psikiyatri tarihinin başlangı cından beri aşk patolojileriyle ilgilenilmesine rağ men, hemen tüm insanların gündelik yaşamlarında çok önemli olan "aşk", "arzu", "istek" gibi kavramlar ve onların psikopatolojik görünümleri, günümüzün betimleyici psikiyatrisinde yer bulabilmeleri çok zor dur. Bugün betimleyici psikiyatride, insanların aşk ilişkilerinde ortaya çıkan psikopatolojik görünümle re, çok basit olarak sanrısal bozuklukların erotomanik alt-tipinde ve ilişki sorunları arasında yer veril mektedir. Bu makale, yazarın konuyla ilgili literatürü araş tırması ve kendi klinik deneyiminin sonuncunda or taya çıkmıştır. Anahtar Sözcükler: Aşk patolojileri, erotomani, karşılıksız aşk. Love as an illness:Unrequited Love Syndrome. Bu yazıda, Hegelci felsefenin insan arzusu an layışından ve ilişki merkezli psikodinamik yakla şımlardan yararlanarak, betimleyici psikiyatri içinde yeterince ele alınamayan, başkasına yönelik arzu nun karşılıksız kalması halinde ortaya çıkan du rumları, normalden en patolojik olana doğru bir spektrum içinde ele alma fırsatı veren "karşılıksız aşk sendromu" kavramını ileri süreceğiz. SUMMARY Although the pathologies of love have been argued since nearly the beginning of the history of modern psychiatry, concepts like "love", "desire", "wish" vvhich are of very importance in daily lives of almost any individual and psychotpathological appearances vvhich these concepts had great difficulty taking up rooms within novvaday's descriptive psychiatry. Today vvithin the descriptive psychiatry the psychotpathological appearances that come out in the love relationships of people are included + Bu yazının değişik versiyonları 3. Sosyal Psikiyatri Sempozyumu (1996-Çanakkale) ve 7. Anadolu Psikiyatri Günlei (1998-Malatya)'nde konferans olarak sunulmuş tur. * Doç. Dr. Ankara Numune Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi. 33 K R İ simply as the erotomaniac type of delusional disorders and relations problems. Z 1983; Ellis ve Mellshop 1985) tanı ölçütlerinden ve seyrinden (Raskin ve Sullivan 1974; Hallender ve Callahan 1975; Seeman 1978; Ellis ve Mellshop 1985; Evans ve ark 1982; Jordan ve Howe 1980) tedavisine (Hallender ve Callahan 1975; Jordan ve Howe 1980; Rudden ve ark 1980; Taylor ve ark. 1983; Ellis ve Mellshop 1985; Stein 1986) birçok farklı görüş ileri sürülen "birincil erotomani" konu sunda son zamanlarda birçok yeni toparlayıcı pro jeler ileri sürülmektedir (Meloy 1989; Rudden ve ark 1990; Segal 1993; Mullen ve Pathe 1994). Ya şanan olayların da zorlamasıyla konuya adli psiki yatri açısından hukuksal çözümler bulmaya çalışıl maktadır (Perez 1993; Meloy ve Gothard 1995). Ama "birincil erotomani" konusunda henüz yeterli bir çerçeveye bile sahip olmadığımız kabul edil mektedir. "İlişki bozukluğu"nun romantik biçimleri nin neler oldukları konusunda ise genellikle psikoinamik yaklaşımla yapılan uygulamalardan edinilen gözlemler ve kavramlaştırma girişimleri (Kemberg 1995) dışında, yeterince fikir sahibi değiliz. Oysa "aşk" diye anlatılan yaşantının böylesine kolayca ele alınamayacağını, onun en olağan seyrinde bile kimi zaman psikolojik destek ve yardım olmaksızın sürdürülemeyecek kadar zorluklarla dolu olduğunu tüm klinisyenler bilmektedir. Kaldı ki aşk patolojile ri, böyle birincil görünümlerinin yanısıra, ruhsal ra hatsızlıkların seyri sırasında ikincil olarak da sıkça ortaya çıkabilirler. İn this we argue that the concept of "unrequited love syndrome" can explain the cases in vvhich desire directed towards others has been unrequited vvithin a spectrum ranging from the normal to the most pathological and this can be realized not by being engaged in the descriptive psychiatry but by benefiting from the Hegelian understanding of human desire and the opportunities offered by the relation-centered psychodynamic appoaches. VVhere to place in the spectrum the person whose desire s/he thinks has not been requited at the expected level or who has been rejected or who thinks has been rejected depends on vvhether s/he displays a healthy self-organization, on the development performance s/he exhibitis in respect of object rela tions and on the defence mechanisms s/he applies. This revievv is based on the author's knovvledge of reports in the joumals and books, supplemented by medline searches to update particular subtopics and his clinical experience. Key Words: Love pathologies, erotomani, unrequited love. GİRİŞ Aşk yaşantılarının ve kimi zaman psikiyatrik desteği zorunlu kılan psikopatolojik görünümlerin, uygulamada karşılaşılma sıklıkları gözönünde bu lundurulduğunda, ayrıntılı bir şekilde tanımlanmala rına, aşk yaşantılarının patolojik görünümlerinin nasıl ayırdedileceklerinin ve hangi durumda ne tür bir yardım (tedavi) yaklaşımının gerekli olduğunun belirlenmesine gereksinim vardır. Bugün betimleyici psikiyatride, insanların birbir leriyle duygusal ilişkilerinde ortaya çıkan birincil psikopatoloji görünümlere yalnızca "ilişki bozuklu ğu" ve "sanırsal bozuklukların erotomanik tipi" içeri sinde yer verilmektedir. "İlişki bozukluğu" başlığı al tında romantik ilişkilerin ne zaman klinik ilgi odağı haline geleceğiyle ilgili hiçbir ölçüt belirlenmezken, "erotomanik tip sanrısal bozukluk" ise yalnızca "ge nellikle daha yüksek bir konumu olan başka bir ki şinin kendine aşık olduğuna ilişkin sanrıları" kapsa maktadır. Tek başına bir fenomen olarak ele alındığında bile oldukça tartışmalı olan, etiyolojisinden (Raskin ve Sullivan 1974; Hallender ve Callahan 1975; Seeman 1978) klinik görünümüne (Pearl 1972; Rudden ve ark 1980; Taylor ve ark Bu nedenle biz, aşkın "normal" ve patolojik gö rünümlerini geniş bir spektrum içinde kavramanın olanaklı olduğu düşüncesiyle, başka birçok klinisyenin de çaba gösterdiği bu konularda bir ilk adım olarak, yeni bir modelin ilk taslağını sunmak istiyo ruz. 34 K R İ Modelimiz, birincil (primer) aşk patolojileri için, psikodinamik yaklaşım içinde geliştirilmiş ama am pirik gereksinimleri karşılayabilecek şekilde geniş letilme olanakları bulunan, savunma düzenekleri nin matürden immatüre doğru kullanımlarını esas alarak şekillendirilmiş bir spektrum bakışına dayan maktadır. Z da yalnızca bir duyguya sahip olan varlığın isteğin den) gerçek 'pozitif, veri olan bir nesneye değil de, başka bir isteğe yönelmesiyle ayrılır. Böylece örne ğin erkek ve kadın ilişkisinde istek, eğer biri diğeri nin bedenini değil de, isteğini isterse; eğer o istek olarak isteği 'elde etmek', 'kendinin kılmak' isterse, yani istenmek ya da 'sevilmek' yahut insan olması bakımından değerli olarak, insan bireyi gerçekliğin de 'kabul edilmek' isterse, bu insani bir istektir." Aşk patolojilerinin yer aldığı bu spektrum bozuk luklarının tamamına ise, "karşılıksız aşk sendromu" adını vereceğiz. Çünkü "karşılıksız" nitelemesi, bi rincil aşk patolojilerinin tümünde ortak olarak bu lunmakta, gerçek bir ilişki olsun ya da olmasın, aşk patolojisi yaşayan kişinin bu yaşantıyı "yeterli" bul mayarak patolojik savunmalara yöneldiğine işaret etmektedir. Bu yolla birincil aşk patolojilerine ve son dönemde yoğun tartışmalara konu olan homo seksüel erotomaniyi ve diğer homoseksüel aşk pa tolojilerini de (Dunlop 1988; Boast 1994) "karşılık sız aşk sendromu spektrumu" içinde kavrama olanağı ortaya çıkmaktadır. "....Başka bir deyişle, insani, antropogene (insan kılan) özbilinci ve insani gerçekliği doğuran isteklerin tümü, sonuç olarak 'kabul edilme' isteği nin bir sonucudur... İnsan bir başka insana kendini empoze etmeyi, ona kendini kabul ettirmeyi istediği ölçüde insandır... Başlangıçta, henüz diğeri tarafın dan kabul edilmediği sürece, onun eyleminin hedefi bu diğeridir ve onun insan olarak değeri ve gerçek liği bu diğeri tarafından kabul edilmesine bağlıdır; hayatın anlamı bu diğerinde yoğunlaşır." (Kojeve 1988). Hegel'in köle-efendi diyalektiğindeki bu bakışı, psikiyatri dünyasında ilk yankısını, Fransız psikanalist Lacan'ın çalışmasında bulunmaktadır. Lacan, Hegel'in tezinden insan isteğinin diğer can lıların isteklerinden farklı olarak, fiziksel gereksi İnsan arzusunun ayırt edici niteliği ve sağlık nimlerin karşılanmasının yanısıra, bir de sevgi ve lı aşk yaşantısı tanınma isteğini de kapsadığı ve sorunun ancak Aşkı ve aşk patolojilerini inceleyebilmek için ilk öznelerarası (intersubjective) bir bağlamda ele alı yapılması gereken, "insan arzusunun niteliği"ni nabileceği sonucunu çıkartır. Lacan, bu nedenle nasıl kavradığımızı ortaya koyabilmektir. Örneğin istek (demand) ile arzu (desire) arasında bir ayrım bugün çoğumuzun bakışına göre, insan arzusu yapar: İstek, bedeninn gereksinimlerinden kaynak nun, diğer canlıların arzulamalarından hiç de belir lanır ve daima kendine özgü bir biyolojik öge taşır gin bir farkı bulunmamaktadır; "gereksinim", "istek" ama arzu asla istek ile aynı şey değildir; arzu, her ve "arzu" kavramlarının hepsi, hemen hemen aynı zaman isteğin hem ötesindedir hem de ondan önce anlama sahiptir ve insan bedenindeki organik bir vardır. Arzu, isteğin ötesinde varolur demek, arzu işlevin zorlamasıyla ilgilidirler. Biz ise, insan arzu nun isteği aştığı yani sonsuz olduğu anlamına gelir; sunun niteliği sorununun çözümünde Hegel'in çünkü arzuyu doyurmak olanaksızdır. Arzu, her "efendi-köle diyalektiği"ndeki bakışının oldukça yazaman söylenemez olanı imlediğinden hizçbir zarayışla olduğunu düşünüyoruz. Hegel'e göre, mann doyurulamaz. En özgeci olanları da dahil "İnsan isteği ya da daha iyi bir deyişle, bir bireyi olmak üzere bütün insan eylemleri, "başkası"nı ta özgür ve bireyselliğinin, özgürlüğünün, tarihinin ve nımak yoluyla ortaya çıkar. Bu nedenle her kendini sonuç olarak da tarihselliğinin bilincinde kılan ant- tanıma arzusu, aslında, bir biçimde "başkası"nı ta hropogene (insan kılan) istek, hayvanın duyduğu nıma arzusudur. Arzu, arzu için arzulamak, yani istekten (doğal, yalnızca yaşayan ve hayatı hakkın "başkasf'nın arzusunu arzulamaktır. Lacan için Ama önce insanın duygusal yaşantısının bir bi çimi olarak aşka bakışımızı anahatlarıyla ortaya koymalıyız. 35 K R İ insan, gereksinim, istek arzu arasındadır; bunların nerde başlayıp nerde bittikleri bir türlü bilinemez. Örneğin ağlayan çocuğa, annesi bir parça çukulata verdiğinde, çocuk, hiçbir zaman annenin bu eyle minin kendi gereksinimlerinin giderilmesi için mi yoksa bir sevgi gösterisi olarak mı gerçekleştirildi ğini bilemeyecektir. Zaten bir bakıma arzunun ge lişmesinin temeli de isteğin yarattığı bu düş kırıklı ğıdır (Lacan, 1981; Madun 1995). Z Karşılıksız aşk sendromu spektrumu Karşılıksız aşk sendromu için önerdiğimiz yeni modelin üzerine inşaa olduğu temel özellikler, iki karakteristliğe dayanmaktadır. Birincisi, yeni model, insanı tek başına, kapalı Nevvtoniyen bir sistem olarak algılamaz; diğer insanlarla "ilişki"leri ve "diyalog" içinde kavramaya çalışır; bu yüzden ni celiksel ve betimsel farklılıkların yanısıra, niteliksel ve dinamik farklılıkları öne çıkarır; yalnızca aşk pa tolojisi yaşayan kişinin değil, insanın karşı-kişisinin tutum ve davranışlarını da gözönünde bulundurma yı önerir. "Karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun anlaşılabilmesi için, özellikle savunma düzeneği olarak yansıtmalı özdeşimin (projective identification) kullanıldığı durumlarda, arzunun yöneldiği ger çek ya da imgesel aşk nesnesinin özelliklerinin de ayrıca incelenmesi gerekmektedir. Arzuya Hegelci bakış, daha sonra nesne ilişkile ri ve kendilik psikolojisi kuramlarında, belirgin bi çimde ortaya çıkmıştır. İnsan ilişkisine, insann va roluşuna yapılan basit eklemeler değil bizzat varoluşun kendisi olarak bakan bu kuramlar saye sinde, insan psikiyatrideki bilimsel yalnızlığından kurtulma şansına kavuşmuştur (Cashdan 1988). Yine bu kuramlar sayesinde, aşk gibi arzulamanın katışıksız biçimde kendini gösterdiği insan ilişkisi formlarını ayrıntılarıyla ele alıp inceleme fırsatı doğmuş oldu. Modelin ikinci karakteristiği ise, insan arzusu nun ayırt edici niteliğinin "başkasının arzusunu ar zulamak" olduğu noktasından hareket edilmesidir. Tanımladığımız spektrumun "karşılıksız aşk send romu" adıyla anılmasının nedeni de budur. Arzusu aşk ilişkilerinde (gerçek ya da imgesel) karşılığını bulamadığında kişi, eğer "sağlıklı aşk yaşantısı" için uygun bir kendilik gelişimine sahip değilse, bu sendrom spektrumu içerisinde yer alan davranışlar sergilenmektedir. Sergilenen davranışlardaki psiko patolojinin şiddeti ise, kullanılan savunma düzenek lerine göre değişmektedir. Bu kuramlara göre baktığımızda, en özet şekliy le, aşkın insanın ilişki içindeki varoluşunun yüksek bir olasılığı olduğunu görebilir; "sağlıklı aşk yaşan tısını ise, aşkın evrensel fenomenolojisinin olgun bir kendilik (self)'teki icrası olarak tanımlayabiliriz. Olgun kendilik, aşk yaşantısını olgun savunma dü zenekleri içinde yaşar; aşkı ve sevgiliyi kendisine sunulan varolma fırsatından dolayı yüceltmeyi (sublimation); kendisini yeterince onlara adamayı (alturism) bilir. Aşkı ve sevgiliyi üstün tutar ama mutlaklıştırmaz; iyilik vaadine uygun biçimde eğ lenmeye, kendisini ve sevgilisini eylemeye (humor) çalışır. Yaşamın gerçeklerine gözlerini kapamaz; kendi sınırlarının farkındadır; isteklerinin radikal bir savunucusudur ama durulması gereken yerde durur, diretmez (supressionn). İlişkinin gerçekliği içinde sağlıklı iletişimin yollarını arar; "öteki"nin haklarını ihlal etmemek için gerekli özeni gösterir. Cinselliği dışlamaz, eros ve agape'yi birbirinin kar şısına dikmez. Aşkına bir karşılığı talep eder ama zorlamaz, sevileni özgür bırakır, manüpülasyondan medet ummaz. Bunlar dışında kalan aşk yaşantıla rı ise, bizim "karşılıksız aşk sendromu" adını vere ceğimiz spektrumun içine düşer. Buna göre, "karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun bir ucunda gerçek ya da imgesel düzeyde sevdiğini düşündüğü kimsenin arzusunu istediği düzeyde ele edemeyenlerin gösterdiği, çoğunlukla mazokistik nitelikte olan ve normal sınırlar içinde değerlendirebilecek tepkiler, diğer ucunda ise, gü nümüz psikiyatrisinde "Erotomani", "De Clerambault Sendromu" gibi adlar alan tekli-sanrısal (monodelusional) bozukluk yer almaktadır. Sendromun ortasında, normale yakın olan kısmında, son za manlarda, üzerinde bir anlaşmaya varılamamasına rağmen "karasevda" (infatuation) (12), "obsesif aşk", "fanatik aşk" (Zona ve ark 1993; Moley ve Gothard 1995) başlığı altında sınıflandırılmaya çalı- 36 K R İ sılan bozukluk ile "De Clerambault Sendromu"na yakın olan kısmında "borderline erotomani" adıyla anılan, "sanrısal olmayan (nondelusional) erotoma ni" veya "çılgınca bağlanma bozukluğu" (violent attachment bozukluğu) gibi adlar da alan (Moley 1989) sanrının olmaması ve şiddet gösterileriyle karakterize bozukluk bulunmaktadır. Z de bu dostlarının sağlığına bir şey olmasından endi şeliydi; onun için bir şey yapmak istiyor ama ne ya pacağını bir türlü kestiremiyordu. Doğrusu başın dan atmaya da pek niyeti yoktu; tüm bu olup bitenden içten içe zevk almadığını söyleyemezdi; zaten her şeyi allak bullak eden de yaşadığı bu ka rışık duygulardı. Henüz onun elini bile tutmadığı, tek kelime olumlu bir söz söylemediği halde kendi sini kocasına ihanet etmiş sayıyordu. O tanınmış bir kadındı, ne ihaneti ne karışık duygular yaşadığı bu adama bir şey olmasını içine sindirebiliyordu. Şimdi bunları birer örnekle göstermeye çalışa lım: VAKA I: (Mazokistik, normal sınırlara yakın aşk patolojisi) Muayenehanenin telefon numarasını günlerce düşündükten, birçok tereddüt yaşadıktan sonra rehberden bulmuş, utanarak ve sesinin bile tanına bileceğinden korkarak temkinli bir şekilde almıştı. Hala şüphe ve utanç içerisindeydi. Hiçbir not tut mamamı, kimliğiyle ilgili isminden başka bir şey bil memi istedi. Onun gibi elli yaşında, önemli bir iş kadınının, ancak kızının yaşayabileceği böyle bir duruma nasıl oldu da düştüğünü anlayamıyordu. Evet onun da kafası karışıktı ama buraya aslında kendisi için gelmemişti. Bir süre sonra orta yaşın sonlarında, "görmüş geçirmiş" olduğu izlenimi her halinden belli olan, kibar, etkileyici bir bey randevusuna geldi. Önceki kadının öyküsüden hiç söz etmedi, açıkça bu yaş tan sonra yaşamında ilk kez "aşk hastalığına yaka landığını söyleyerek söze başladı. Kendisine ne ol duğunu anlayamıyordu, eğer aşktan söz etmese hiç tartışmasız "depresyon" tanısı alırdı. Ona dep resyon denilmesini engelleyen tek durum, "o beni kabul eder, aşkıma karşılık verirse tüm bu halim gider, dünyanın en mutlu insanı ben olurum" sözle riydi. Bunca yılın kazanovası, her türlü gönül işinde usta olmasına rağmen kadın-erkek ilişkilerinde bir genç kızdan bile daha acemi olan bir kadının kalbi ni nasıl kazanamazdı? Bu kadının eşi olmasının ya rattığı suçluluk da her şeye tuz biber ekiyordu. Üç ay önce kocası kalp krizi geçirmişti; çok şükür önemli bir şey olmadan atlatmışlardı bu soru nu. Fakat birlikte yürüttükleri iş yerinde, tüm so rumluluklar kendi üzerine kalmıştı. Kolay iş değildi; milyarlarca liralık işlere imza atmak durumundaydı. Bu adam, "o" adamdı ama böyle bir yüzleştirme Neyse ki, eşinin üst düzey bürokrat bir arkadış im ye giriş(e)medim zaaten böyle br girişimin nasıl bir dadına yetişmişti; işlerin çekip çevrilmesinde ona fayda sağlayacağını da çözemedim. Birkaç oturum, yardımcı oluyordu. Çok zeki bir adamdı; dünyayı da "aşk yaşantısında neler olduğunu konuşmadan çok önemsemiyordu; yıllar önce karısından boşan dinledim; sonra birgün kazanova, telefonla kendisi mıştı; tek başına ve kendince yaşıyor, çevresinde ni iyi hissettiğini, olumsuz bir gelişme olursa yeni çapkınlığıyla tanınıyordu. Büroda işlere ara verdik den başvuracağını kibar bir dille anlatarak görüş leri bir sırada birgün "kazanova", eşinden başka meyi iptal etti. hayatta hiçbir erkek tanımamış olan arkadaşının karısına da kancayı takmak da gecikmemişti. Yok Ve ardından nedense beklediğim bir gelişme kancayı takmadığını, kancanın kendi kalbine sap oldu. Neredeyse kazanovanın "aşk hastalığı" belirti landığını söylüyordu. Hayatın o güne kadar anlam lerinin tıpatıp aynısı ve hatta biraz da disosiyatif gö sız olduğunu anlamış, tüm enerjisini ne pahasına rünümlerle zenginleşmiş bir halde bu kez onuruna olursa olsun arkadaşının karısının kalbini kazanma fazlasıyla düşkün hanımla başgösdermişti. Israrlı ya adamıştı. Hiç uyuyamadığını, yemek yemediğini, çabalara dayanamamış, nihayet sonunda o da kendisini içkiye verdiğini söylüyordu. Kötü durumu aşka karşılık vermiş olan birkaç gün süren duygu her halinden belli oluyordu. Kocasından sonra bir sal yaklaşma ve sonra ilk bedensel yakınlık, her 37 K R İ şeyin bitmesi için yetip de artmıştı. Sanki kazanovanın bunca ısrarı ve yaşadığı duyusal altüst oluş, yalnızca bu birkaç gün içindi. Kadın, henüz haya tında ilk kez aşkın coşkusunu yaşarken ve daha ne olduğunu anlayamadan adam, tam bir geri çekilme yaşamaya başlamıştı; düne kadar kadını kazanma ya yönelik ısrarı, şimdi terzine dönmüş, bir yolunu bulup onunla görüşmemeyi başarabilmek tek amacı haline gelmişti. Kadınsa çaresizdi, onurunu ayaklar altına alarak ve hatta yakalanma riskini göze alarak adamla görüşebilmek için inanılmaz yollar deniyordu. Bütün bunları kendisine yakıştıramıyordu; yirmili yaşlarındaki üniversite öğrencisi kızı yaşasa bile kaldıramayacağı olaylar, şimdi onun başına geliyordu; her şeyi, bu kabusu unut mak istiyordu. Bu isteğinden ve hayattaki her şey den bir tek koşulu vazgeçerdi: "O" geri dönse ve sevdiğini söylese.. Z evlerine sıra gelmedi; mahallenin direnci işe yara mış, yıkım yarım kalmıştı. Derdini paylaşan polis memuru, oradan ayrılırken bir sıkıntısı olduğunda karakoldan kendisini arayabileceklerini söylemişti. Ertesi gün, belki yıkıma engel olunabileceği ge rekçesiyle memuru karakolda ziyarete gitti. Tekrar konuştular, konuşmakla kalmayıp bakıştılar, anlaştı lar. Memurun da iki çocuğu vardı. İlk zamanlar göz leri aşklarından başka bir şey görmezken, bir süre sonra buluşmalar konusunda, ailesinin durumunu gerekçe gösterip polis memuru ayak diremeye baş ladı. Memur giderek isteksizleşte, aralarındaki ilişki nin geçici bir heves olduğunu, ikisinin de aile so rumluluklarına dönmeleri gerektiğini söyleyerek kendi kabuğuna çekildi. O da böyle yapmaları gerektiğini biliyordu ama yine de her gün karakolun önüne gitmekten, yemek ve iş çıkışlarında memurla bir kez olsun konuşma VAKA II (Fanatik aşk; karasevda; obsesif ya çalışmaktan kendini alıkoyamıyordu. Çabasında aşk) hep başarısız oluyor ama adeta battıkça aşkına Yaşadığı acıdan ve utançtan kurtulmak için yal daha çok saplanıyordu. Gözü ne kocasını, ne ço varan gözlerle bakıyordu; nasıl dayanılmaz bir du cuklarını ne de ayaklar altına aldığı gururunu görü rumda olduğu her halinden belliydi. Ankara'ya göç yordu; yaşamak anlamını yitirmiş, eza cefa halini almaya başlamıştı. Antik dayanacak hali kalmamış edeli beş yıl kadar olmuştu. Geldikleri İç Anadolu tı. köyünde yaşarken belli belirsiz olan kocasının işe yaramazlığı, sümsüklük düzeyindeki sıkılganlığı, VAKA III (Borderline erotomani; sanrısal ol Ankara'ya geldiklerinde iyicene gün ışığına çıkmış, maya erotomani; çılgınca bağlanma bozukluğu) kocasına iş bulmak da dahil olmak üzere tüm gö revler onun sırtına yüklenmişti. Bir süre iki küçük 27 yaşında, bekar, bayan, din dersi öğretmeni, çocuklarıyla birlikte akrabalarının yanında idare et kendi isteğinin dışında, sevgilisi olduğunu ileri sür mişler ama sonra kadının girişkenliği, sorup soruş düğü bir gencin önerisi üstüne onunla ilişkisini dü turmaları ve dişleri tırnaklarıyla çabalama/arıyla birzeltebilmek amacıyla kliniğe başvurdu. gecekondu inşa etmeyi başarmışlardı. Bir yıl önce konferansta, İslam'ı kesimde gençler arasında oldukça sevilen bir genç aydını görmüş ve Ne olduysa o musibet gün oldu. Belediye zabı tası yanlarında güvenlik güçlerini de alarak yuvala aşık olmuş. Birgün tezini bahane ederek onunla ta rını yerle bir etmeye gelmişti. Gururluydu, içi yanı nışma fırsatı bulmuş, tezini bastırmak istediğini, as lında tezin bahane olduğunu, kendisiyle tanışmanın yordu ama gerekirse evlerini yşeniden yapacak peşinde olduğunu söylemiş. Bugünden sonra kadar kendisini güçlü hisediyor, diğerleri gibi ortalı günde kimi zaman 40-50'ye varacak şekilde, bazen ğı velveleye vermiyordu. Kocası işteydi; iki çocuğu cinsel içerikte olmak üzere gencin çağrı cihazına nu yanına almış, bir köşecikte yıkımı izliyordu. Hal aşk mesajları geçmeye başlamış. Ona göre, ilk gör lerine acıyan bir polis memuru yanlarına gelmiş, düğü anda genç aydın da ondan çok etkilenmiş nereli olduklarını, ne yapacaklarını sorarak acılarını ama İslam'ı çevrenin baskısıyla sevgisini ifade ede biraz olsun hafifletmeye çalışıyordu. O gün onların miyor, çekingen davranıyormuş. 38 K R İ Z Son iki aydan beri çağrı cihazına mesaj bırak bayan hasta. Kafasında zonklama, kol ve bacakla makla yetmiyormuş; bu gencin evini bulmuş, bir rında uyuşma ve gerilme hissi yakınma/arıyla acil çok gece belki eve alır diye evin önünde bekleme servise başvurusu üzerine yatırıldı. ye; gittiği yerlere gitmeye, arkadaşlarının önünde Yakınlarından kendisinden 15 yaş büyük, evli ve onun kendisiyle konuşmak için zorlamaya başla iki çocuk sahibi üst düzey bir bürokratın kendisine mış. Bir keresinde bu gencin arkadaşları hastayı aşık olduğunu ve önemli kişilerle bağlantısı bulun başlarından atabilmek için onu şehrin meydanında duğunu iddia ettiği, son zamanlarda ise bedensel dövmüşler. Bu olayın ardından aralarındaki gerilim yakınmalarının ortaya çıktığı öğrenildi. ve genci takip ve ikna çabaları daha da yoğunlaş mış. Genci ölümle tehdit etmese, hiç değilse öbür Üç yıl önce ölen babasının rahatsızlığı dönemin dünyada birbrine kavuşacaklarını söylemeye başla de kendilerine çok yardımcı olmuş bir kasaba dok mış. Hatta bir siyasi partiyle bağlantısı olan karate torunun başka yere tayinini engellemek amacıyla okulunun yöneticilerini kendi namusunu kirlettiği gitmiş olduğu bakanlıkta söz konusu üst düzey bü gerekçesiyle bu genci tehditte kullanmış. Sonunda rokratla tanışmış. Ona göre bu bürokrat kendisini genç, bir avukat tutmak ve gerekirse durumu mah görür görmez aşık olmuş ve evlenme teklif etmiş. kemeye intikal ettirmek için harekete geçmiş. Bu Hasta ilkönce bu teklifi reddetmiş, ardından kabul arada eğer bir doktora giderse, kendisiyle konuşa edip nişan hazırlıklarına başlandığı sırada bürokra bileceğini söyleyerek hastayı kliniğe göndermeyi tın evli ve iki çocuklu olduğu ortaya çıkmış. Ancak başarmış. hasta buna rağmen müsteşar beyin kendisini çok Kliniğe başvurduğunda yalnızca bu gençle ken sevdiğini bildiğini çünkü ilçelerindeki kaymakamı disini bir yere konuşturmayı sağlamamız için geldi sevmediği devlet görevlilerini tayin etmesinden bunu anladığını, günde 8-10 kere bakanlığı aradığı ğini, bu tek konuşmanın kendisine yeteceğini, bu nı, hemen telefon kapansa bile onun "Alo!" deme gence onun kendisini ne kadar sevdiğini kanıtlaya sinden ne kadan sevgi dolu olduğunun belli olduğu cağını söyleyen hasta, siyasi partideki yakınlarına nu söylüyordu. baskı yaptırarak bu gençle tanıkların yanında gö rüşmeyi sağladı. Genç, tanıkların yanında hastayla Bu tarzda "ilişkileri" sürerken iki yıl önce müste ilgili hiçbir duygusal bağlantısı olmadığını açıkladı. şarın kendisiyle tartışması ve onu makamından Bunun üzerine hastanın ajitasyonu daha da arttı; kovması üzerine uykusuzluk, iştahsızlık, sıkıntı, çok gencin kendi duygularını açıklamaktan korktuğunu, sigara içme, üzüntü şeklinde yakınmaları olmuş; üç çünkü İlahiyat Fakültesi hocalarının kendisiyle ilgili ay süren bu yakınma döneminde onbeş kilo kay çıkarttığı dedikodulardan etkilendiğini söyledi. İlahi betmiş, ancak daha sonra müsteşar bey için hırka yat hocalarını, hatta eşlerini tehdit etmeye başladı. örmüş, bu hırkayı bir kravat ve gömlekle birlikte ad resine göndermiş. Bu hediyelerden sonra müsteşa Bu arada görüşmelere gelmeyi de aksatmadan rın onunla konuşmaya başladığını, barıştıklarını dü sürdüren hastaya bu tutumlarının devam etmesi şünen hasta, hastaneye yatmadan önce ilişkilerinin halinde konunun adli psikiyatriye havalesinin bozulduğunu, müsteşarın telefonlara çıkmadığını, önüne geçemeyeceğimizin bildirilmesi üzerine, bu nedenle sıkıntıdan hastalandığını söylüyor. Müs davranışlarını kontrol etmeye çalışacağına ve 4 teşarın bu tarzda davranmasını boşanmadığı için mg/gün pimozid almaya söz verdi ve bir hanım te duyduğu mahcubiyete bağlıyor; yoksa aslında ken rapistin gözlemciliği altında bireysel psikoterapisi disini çok sevdiğini belirtiyordu. sürdürülmeye çalışıldı, ancak başarı sağlanamadı. VAKA IV (Primer erotomani; De Clerambault sendromu) 28 yaşında, bekar, ilkokul mezunu, tarım işçisi 39 Hastaneye yatışından bir süre sonra oldukça öforik ve canlı olan, devletin çeşitli kademelerinde birçok tanıdığının bulunduğunu, hükümetin onlara sunduğu projelerle icraat yaptığını söyleyen hasta, K R İ Z lebilecek tepkiler, diğer ucunda ise, günümüz psiki yatrisinde "erotomani", "De Clerambault Sendro mu" gibi adlar alan tekli-sanrısal bozukluk yer al Hasta yakınları, o güne kadar belirgin bir davra maktadır. Sendromun ortasında, normale yakın nış bozukluğu gözlemledikleri hastanın babasının olan kısmında, "karasevda" (infatuation), "obsesif ölümünün ardından yaşadığı iki aylık ağır bir ma aşk", "fanatik aşk" gibi adlar verilen bozukluk ile temden sonra bu aşk hikayesini uydurduğunu ve "De Clerambault sendromu"na yakın olan kısmında bu senaryoya göre davranmaya başladığını bildiri "borderline erotomani" adıyla anılan, "sanrısal ol yorlar. mayan erotomani" veya "çılgınca bağlanma bozuk luğu" (violent attachment bozukluğu) gibi adlar da Psikiyatrik değerlendirmesi sonucunda bipolar alan sanrının olmaması ve şiddet gösterileriyle kamizaç bozukluğu (manik atak) + primer erotomani rakterize bozukluk bulunmaktadır. tanısı alan hastaya 15 mg/gün trifluoperazin veril mesi ve haftada üç gün bireysel psikoterapi yapıl Arzusu kendisinin istediği düzeyde karşılanma ması planlardı. İki ay sonra mizacında yatışma, yan, geri çevrilen ya da geri çevrildiğini düşünen ki sanrısal sisteminde yumuşama başladı. Tedaviye şinin tepkilerinin spekturumun neresinde yer alaca lityum eklenerek bir yıldan beri ayaktan izlenen ğı, kişinin sağlıklı bir kendilik organizasyonu hastanın duygularında hafif dalgalanmalar olmakla gösterip göstermemesine, nesne ilişkileri açısından birlikte erotomanik sanhrısı değişmeden sürmekte sergilediği gelişimsel performansa ve başvurduğu dir. savunma mekanizmalarına bağlıdır. Kendilik orga nizasyonu veya nesne ilişkileri açısından hangi Sonuç noktaya gelindiği, hangi savunma mekanizmaları ve hangi eş (partner) özelliklerinin "karşılıksız aşk Bu yazıda, betimleyici psikiyatrinin sınırlayıcı sendromu spektrumu"nu nasıl belirleyip etkilediği bakışıyla yeterince kavranamayan aşk patolojileri bir başka yazının konusudur. Bir başka yazıda mut ni, insan arzusuna getirilen Hegelci tanım uyarın laka ele alınması gereken diğer noktalar da, bu ca, geniş bir spektrum içinde ele alan yeni bir mo modelin kapsamı içinde ya da buna benzer bir delin taslağını sunduk. Bu modelde aşk patolojileri başka modelde, aşk patolojileriyle çok yakından "karşılıksız aşk sendromu spektrumu"nun bir ucun bağlantılı olan kıskançlık patolojileri (Mullen ve da gerçek ya da imgesel düzeyde sevdiğini düşün Pathe 1994) ve aşk ve kıskançlık patolojilerine düğü kimsenin arzusunu istediği düzeyde elde karşı tedavi yaklaşımlarıdır. edemeyenlerin gösterdiği, çoğunlukla mazokistik bütün bunları Allah vergisi yeteneğine, babasının çok geniş bir çevresi olmasına bağlıyordu. nitelikte olan ve normal sınırlar içinde değerlendiriHallender MH, Callahan AS (1975) Erotomania or De Clerambault syndrome. Arch Gen Psychiaty, 32:15741576. KAYNAKLAR Boast N, Coid J (1994) Nomosexual erotomania and HIV infection. Br J Psychiatry, 164:842-846. Cashdan S (1988) Object Relations Therapy. New York, W.W. Norton & Company. Jordan HW, Howe G (1980) De Clerambault Syndro me (erotomania): a revievv and case presentation. J Natt Med a s s o c , 72:979-998. Dunlop JL (1988) Erotomania betvveen women. Br J Psychiaty, 153:830-833. Kernberg OF (1995) Love Relations: normality and Pathology. New Haven-London, Yale University Press. Ellis P, Mellshop G (1985) De Clerambault Syndrome a nosological entity? Br J Psychiatry, 146:90-93. Kojeve A (1988) Köle-efendi diyalektiği. Çev. Bumin T. Defter, 6:7-29. Evans DL, Jeckel LL, Slott NE (1982) Erotomania, a variant of pathological mourning. Bull Menninger Clin, 46:507-520. Lacan J (1981) The Four Fundamental Concepts of Psycho-analysis. Çev. Sheridan A. New York-London, W.W. Norton & Company. 40 K R İ Z Madun S (1995) Postyapısalcılık ve Postmodernizm. Çev. Güçlü AB. Ankara, Ark Yayınları, s. 7-31. Rudden M, Gilmore M, Frances A (1980) Erotoma nia: a separate entity. Am J Psychiatry, 137:1262-1263. Meloy R (1989) Unrecuited love and the wish to kili: diagnosis and treatment of boderline erotomania. Bull Menninger Clin, 53:477-492. Rudden M, Sweeney, J Frances A (1990) Diagnosis and clinical course of erotomanic and other delusional patients. Am j Psychiatry, 147:625-628. Meloy R, Gothard S (1995) Demographic and clinical comparison of obsessional follovvers and offenders with mental disorders. Am J. Psychiatry, 152:258-263. Seeman M (1978) Delusional Psychiatry, 34:1265-1267. loving. Arch Gen Segal JH (1993) Erotomania revisited: From Kraepelin to DSM-III-R. Am J Psychiatry, 146:1261-1266. Mullen PE, Pathe M (1994) The pathological extensions of love. Br J Psychiatry,. 165:614-623. Stien MB (1986) Two cases of "püre" or "primary" erotomania successfully treated with pimozide (letter). Can J Psychiatry, 31:289-290. Pearl A (1972) De Clerambault Syndrome associated with folie a deux. Br J Psychiatry, 121:116-117. Taylor P, Mahedra B, Gunn J (1983) Erotomania in males. Psychol Med, 13:645-650. Perez C (1993) Stalking: when does obsession become a erime? Am J Psychiatry Crim L, 20:263-279. Zona M. Sharma K, Lane J (1993) A comparative study of erotomanhic and obsessional subjects in forensic sample. J. Forensic Sci, 38:994-903. Raskin DE, Sullivan KE (1974) Erotomania. Am J Psychiatry, 131:1033-1035. 41 K R İ Z YAZARLARA BİLGİ Kriz Dergisi, psikiyatrik kriz, krize müdahale, intihar, intiharı ön leme alanları ile ilgili çalışmalara yer verir Derginin yayın dili Turkçedır A. Çalışmaya ait başlık, yazarların ısım ve unvanları, çalışma ve yazışma adresi, telefonu, yazı daha önce bir kongre vb yerde sunul muşsa yerı/şeklı (poster, bildin vs), ayrıca, yazıda teşekkür edilecek kışı ve kurumlar ayrı bir sayfada verilmelidir Yazılar (araştırma yazıları, derlemeler, olgu sunuları) Türkçe, İngilizce başlık ve 100 sözcüğü geçmeyen Türkçe, İngilizce özetleri, Türkçe ve İngilizce olarak en az ıkı en fazla beş anahtar sözcüğü içermelidir Araştırma yazılarına ait özetlerde amaç, yöntem, bulgu lar ve sonuç (objectıve, method, results, conclusıon) bölümlerinden bilgiler yer almalıdır 4 Yazılar kolay anlaşılır olmalı, olabildiğince yabancı sözcükle rin Türkçe karşılıkları kullanılmalıdır Türkçe'de anlamı yerleşmemiş sözcüklerin yabancı dildeki karşılıkları ilk kullanımlarında parantez içinde verilmelidir Yazı içinde geçen ilaçların ticari adları yerine je nerik adları Türkçe okunduğu biçimiyle verilmelidir 5 Yazarlar A4 boyutlarında (21x29 5 cm) beyaz kağıda her ke nardan 2 5 cm boşluk kalacak şekilde ıkı aralıklı 3 kopya (temiz foto kopi olabilir) yazılmalı yazımda daktilo ya da NLQ ve LQ basım kali tesinde bilgisayar yazıcısı kullanılmalıdır 6 Yazılarda dipnot kullanılmamalı, açıklamalar yazı içinde veril melidir 7 Şekil ve tablolar anlaşılır olmalı Her şekil ve tablo ayrı bir sayfada verilmeli Metin içinde bunların yen gösterilmelidir 1. Araştırma Yazıları Çift aralıkla yazılmış 15 daktilo sayfasını geçmeyen, bilimsel araştırma yöntem ve kurallarına göre yapılmış çalışmalardır Yazılar "Giriş ve Amaç", "Yöntem ve Gereçler", "Bulgular" Tartışma" ve "Sonuç" bölümlerini içermelidir 2. Derlemeler 8 a) Metin içinde kaynak gösterimi Metin içindeki kaynak gös teriminde yazarların soyadı ve yazının yayın tarihi belirtilmeli, yazar ve tarih arasında virgül konulmamalıdır İkiden fazla yazar varsa bi rinci yazarın soyadı "ve ark" ibaresiyle verilmeli, ıkı yazar varsa her ıkısı de belirtilmelidir ÖRNEK: Yapılan bir araştırmada (Lester 1993) Çift aralıkla yazılmış 20 daktilo sayfasını geçmeyen, derginin ilgi alanını oluşturan dallarda güncel bir konuya ilişkin literatür inceleme lerini ve yazarın bu konudaki düşüncelerini içeren çalışmalardır Lester ve Clark (1995) İntihara ilişkin çalışmalarında ilgili yayınlarda (Sonneck ve Rıngel 1990) Bu konuda yapılan araştırmada (Sözerveark 1991) 3. Olgu Sunuları Çift aralıkla yazılmış 10 daktilo sayfasını geçmeyen, alanda uy gulamaları anlatan ve özelliği olan bildirilerdir 4. Çeviriler Derginin ilgi alanını oluşturan konularda yabancı dilde yayınlan mış yazıların ve özetlerinin çevirileridir Makale, orijinaline ait bir kopya ile birlikte gönderilmelidir Çift aralıkla yazılmış 15 daktilo say fasını geçmemelidir, gerektiğinde yazının özunu bozmayan kısalt malar yapılabilir 5. Editöre Mektuplar Dergide yayınlanan herhangi bir konu üzerinde tartışma zemini oluşturan bir daktilo sayfasını aşmayan metinlerdir 6. Kitap Tanıtımları Çift aralıkla yazılmış 2 daktilo sayfasını geçmeyen, derginin ilgi alanını oluşturan konularda yayınlanmış kitapların tanıtımı ve eleşti risini içeren yazılardır ÖRNEK: (Shneıdman 1985, Lester ve Clark 1985) 9 Kaynaklar, metin sonunda ayrı bir liste olarak alfabetik sıra ile verilmelidir Yazar(lar)ın soyad(lar)ı ve ad(lar)mın baş harf(ler)ı arada nokta ya da virgül olmadan belirtilmelidir Bir kaynakta üçten çok yazar varsa uçuncu yazardan sonra "ve ark" ibaresi yer almalı dır Bunların ardından kaynağın basım tarihi parantez içinde veril melidir b) Makaleye alt kaynak gösterimi Kaynak bir makale ise tarihin ardından makalenin tam adı ya yınlandığı derginin adı (lndex Medıcus'dakı kısaltmalarından yararla nılmalıdır ), cilt no (cilt no belirtilmemişse parantez içinde sayı no) ve sayfa numaraları yazılmalıdır ÖRNEK' Joffe RT Offord DR (1983) Suıcıdal Behavıour in Chıldhood Can J Adoles, 3 335-346 7. Tez Tanıtımları Çift aralıkla yazılmış 2 daktilo sayfasını geçmeyen, derginin ilgi alanını oluşturan konularda yayınlanmış kitapların tanıtımı ve eleşti risini içeren yazılardır Kosky R (1982) Suıcıde and Attempted Suıcıde Among Australıan Chıldren Med J Aust, 11 122-125 c) Kıtap-Edıtörlu kitap kaynak gösterimi B. 1 Yayınlanması istenen yazılar daha önce herhangi bir yerde yayınlanmamış olmalıdır 2 Yazılar iadeli taahhütlü gönderilmelidir tendiğine dair bir yazı da eklenmelidir Aynı yazarların aynı yıldaki değişik yayınları (Shneıdman 1985a), (Shneıdman 1985b), şeklinde belirtilmelidir Aynı yerde bir den çok kaynak belırtılecekse kaynaklar aynı parantez içinde birbir lerinden virgül ile ayrılmalıdır Yayınlanmasının is 3 Dergiye gelen yazılar geri gönderılmez Dergide yayınlanan yazılar için ücret ya da karşılık ödenmez Gönderilen her yazının kabul edilip edilmediği yazışma adresine bir mektupla 4 ay içerisin de bildirilir Gerektiğinde, yazıların, danışma kurulunun eleştiri ve önerileri doğrultusunda, yazarlar tarafından gözden geçirilmesi iste nebilir Yazarlardan onay almak koşuluyla yayın kurulunca yazılarda değişiklik yapılabilir Kaynak bir kitap ise yazar(lar)ın adı ve basım tarihinden sonra kitabın adı, (birden çok basım varsa) kaçıncı basım olduğu, basım yen, basımevi ve sayfa belirtilmelidir Kitap bir çeviri ise hangi dilden çevrildiği ve çevıren(ler)ın adı verilmelidir ÖRNEK: Morto JA (1985) Treatment Concerns in Preventıng Youth Suıcıde, ML Peck, NL Farberow, RE Lıtman (eds), Youth Suı cıde New York, Sprınger Publıshıng Company, s 92-111 Blanter HA (1973) Actıng-ın, Psıkodrama İle İletişim Dünyamıza Adımlar Ing Çev Özbek ve ark Grup Psıkoterapılerı Yayınları, s 30 10 Kaynakların doğruluğundan yazarlar sorumludur