2008 • 6(1) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
Transkript
2008 • 6(1) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
2008 • 6(1) 2008 6(1) Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi iletiim : arat›rmalar› Dergisi Center for Communication Research Ankara University communication : research Journal iletiim : arat›rmalar› Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan ç›kar›lan hakemli bir dergidir. Derginin amac› iletişim alan›n›n disiplinleraras› yap›s› içinde düşünce üreten araşt›rmac›lar için uluslararas› bir forum oluşturmak; teorik analiz ve tart›şmalar kadar ampirik araşt›rmalar› yay›nlayarak iletişim alan›nda bilgi/veri üretiminin sa¤lanmas›na katk›da bulunmak; kitap ve araşt›rma raporlar› ile ulusal ve uluslararas› konferans ve kongrelerin de¤erlendirilmesini yapmakt›r. Bu amaçlar› gerçekleştirmek için derginin kendini konumlad›¤› s›n›r bilimsellik, akla uygun olmak ve eleştirelliktir. iletiim : arat›rmalar› y›lda iki kez, Nisan ve Kas›m aylar›nda yay›nlan›r. Dergi Türkçe, ‹ngilizce, Almanca ve Frans›zca dillerinde yaz›lm›ş yaz›lara yer verir. Hakemli bir derginin gere¤i olarak gönderilen yaz›lar, yazar›n kimli¤ini bilmeyen uzman hakemler taraf›ndan de¤erlendirmeye al›n›r. communication : research is a refereed academic journal published by the Center for Communication Research Ankara University. The journal seeks to establish an international forum for communication researchers within the interdisciplinary field of communication studies; to contribute to the production of knowledge and data by publishing theoretical analyses as well as empirical research; and to assess national and international meetings in addition to publishing book and research report reviews. In order to attain these goals, the journal identifies its extent as the limits marked by scientificity, accountability, and critical thinking. communication : research is published twice a year in April and October. Journal’s languages of publication are Turkish, English, French and German. Submissions are sent out to anonymous referees for blind review. Sahibi Publisher Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi (İLAUM) ad›na Doç. Dr. Nuran Yıldız, Müdür Yay›n Dan›ma Kurulu Advisory Board Nilgün Abisel Korkmaz Alemdar Aysel Aziz Seçil Büker Stuart Ewen Raşit Kaya Metin Kazanc› Levent K›l›ç Mehmet Küçükkurt Alois Moosmüller Vincent Mosco Filiz B. Pelteko¤lu Dan Schiller Oya Tokgöz Ahmet Tolungüç Nuri Tortop Ayd›n U¤ur Dilruba Çatalbaş Ürper Konca Yumlu Yakın Do¤u Üniversitesi Gazi Üniversitesi Arel Üniversitesi Gazi Üniversitesi The City University of New York (Hunter Collage) Orta Do¤u Teknik Üniversitesi Ankara Üniversitesi Anadolu Üniversitesi Gazi Üniversitesi Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi (Almanya) Queen’s University (Ottawa, Kanada) Marmara Üniversitesi Illinois Universitesi, ABD Ankara Üniversitesi Başkent Üniversitesi Başkent Üniversitesi Bilgi Üniversitesi Galatasaray Üniversitesi Ege Üniversitesi Editörler Kurulu Editorial Board Editör Editor Nuran Y›ld›z Editör Yard›mc›ları Assistants Editor B. P›nar Özdemir Melike Aktaş Yamanoğlu Tasar›m Design Mehmet Sobac› ‹letiim Adresi Contact Address Tel Phone Faks Fax E-Mail http:// Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi Center for Communication Research Ankara University Cebeci, 06590, Ankara • Turkey (+90.312) 319 77 14 (+90.312) 362 27 17 [email protected] ilefdergi.ilef.net ISSN 1303-7900 iletiim : arat›rmalar› dergisi Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan yay›nlanmaktad›r. © 2012 iletiim : arat›rmalar›. Tüm haklar› sakl›d›r. communication : research journal is published by Center for Communication Research Ankara University. © 2012 communication : research. All rights reserved. Baskı: Ankara Üniversitesi Basımevi İncitaşı Sokak No: 10 Beşevler 06510 Ankara Tel: (0.312) 213 66 55 Basım tarihi: 15 Mart 2012 İ ç in d e k ile r 5 Nuran Yıldız Editörden Makaleler 9 Aysel Kayaoğlu Önyargı Olarak Cinsiyetçilik 39 Dilek Özhan Koçak The Role of Theaters in Making Common People Civilized in 19th Century’s Istanbul Comparing with Vienna and Paris 63 Serhan Mersin Yerli TV Dizilerinde Mekân ve Sınıfsal Temsil Etkinlik Değerlendirmesi Senem Gençtürk Hızal VI. Uluslararası Kültür Araştırmaları Sempozyumu: Mekân ve Kültür 2011 Kitap Eleştirisi 99 103 111 Belma Canbay Lükse Övgü Bu Sayıdaki Yazarlar iletiim : arat›rmalar› • © 2008 • 6(1) 4 • iletişim : araşt›rmalar› 5 Editörden Nuran Y›ld›z İletişim alanında saygın bir yeri olan iletişim: araştırmaları dergisinin kısa aralıklarla sizlere ulaşmasını sağlamaktan mutluluk duyuyoruz. iletişim: araştırmaları’nın bu sayısında üç makaleye, bir etkinlik değerlendirmesine ve bir kitap değerlendirmesine yer verdik. İlk makalemiz, Yrd. Doç. Dr. Aysel Kayaoğlu tarafından kaleme alınan “Önyargı Olarak Cinsiyetçilik” başlıklı makale. Cinsiyetçilik konusunu ele alan yazar, sosyal psikolojideki cinsiyetçi önyargı çalışmalarını tarihsel ve eleştirel bir bakış açısıyla inceliyor. Yazar, bu makale ile sosyal psikolojik cinsiyetçilik literatürünü önyargılı tutumlar ve söylemle sınırlayarak, hem önyargı çerçevesinin kavramsal yeterliliği konusunda düşünmeyi sağlamayı hem de bu çerçevenin toplumumuzdaki cinsiyetçiliği anlamada bize nasıl bir katkı sağlayabileceğini değerlendirmeyi amaçlıyor. Çalışmada, sosyal psikolojide ilk cinsiyetçi çalışmalar, bir tutum olarak cinsiyetçi önyargılar ve yeni ya da modern cinsiyetçilik başlıklarını inceleyen yazar, alandaki akademik çalışmaların sayıca azlığına da dikkat çekiyor. iletişim: araştırmaları’nın bu sayısında yer alan ikinci makale, Arş. Gör. Dr. Dilek Özhan Koçak’ın tiyatroların halkın uygarlaşmasında oynadığı rolü ele aldığı çalışması. Yazar, “The Role of Theaters in Making Common People Civilized in19th Century’s Istanbul Compailetiim : arat›rmalar› • © 2008 • 6(1): 5-7 6 • iletiim : arat›rmalar› ring with Vienna and Paris” çalışmasında, 19. Yüzyıl İstanbul’unda tiyatroların oynağı rolü, Viyana ve Paris ile karşılaştırıyor. Yazar, önceki dönemlerde sınıflar arasındaki ayrımı belirginleştiren bir araç olan tiyatronun, uygarlaşma sürecinde okuma yazma oranı düşük olan Avrupa şehirlerinde, insanları birleştirici etkiye sahip bir unsur olarak ortaya çıktığını belirtiyor. İstanbul’da ise Avrupa şehirlerinden farklı olarak kent kültürünün başlıca sosyo-kültürel deneyimi haline geldiğine değiniyor. Son makale, doktora öğrencisi Serhan Mersin’in “Yerli TV Dizilerinde Mekan ve Sınıfsal Temsil” adlı çalışması. Televizyonun diziler ve diğer programlar aracılığıyla yarattığı statü simgeleri arasında mekanın önemli bir yer tuttuğunu ve sınıfsal temsiliyet rejimi oluşturmaya katkıda bulunduğunu belirten yazar, makalesinde mekanının ürettiği sınıfsal temsili TV dizileri üzerinden araştırıyor. Yazar çalışma kapsamında çok izlenen dört TV dizisinin ilk bölümleri üzerinden dizilerdeki ortak mekan kategorilerini belirliyor ve bu kategorileri inceliyor. Popüler TV dizileri üzerinden yapılan bu araştırma, okura TV dizilerinin oluşturduğu sınıfsal temsiliyet sistemiyle ilgili farklı bir bakış açısı sunuyor. Bu sayıda etkinlik değerlendirmesini Yrd. Doç. Dr. Senem Gençtürk Hızal yazdı. Kültür Araştırmaları Derneği tarafından 2001 yılından bu yana iki yılda bir düzenlenen ve bu yıl Kadir Has Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi ile birlikte 8-10 Eylül 2011 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilen “Uluslararası Kültür Araştırmaları Sempozyumu” hakkındaki izlenimlerini bizlerle paylaşıyor. Yazar “Mekan ve Kültür” başlığı altında düzenlenen etkinliğin amacının “Disiplinlerarası ve çokdisiplinli bir yaklaşımla, kültür ve mekân kavramlarını çeşitli biçimlerde bir araya getiren konularda yerleşik yargıları sorgulamak, eleştirel ve çözümleyici çalışmalar ile yeni kuram ve yöntem arayışları ortaya koyabilmek” olarak belirtiyor. İletişimden edebiyata, eğitimden çevreye, mimarlıktan siyasete farklı alanlarda ikiyüzelliye yakın ulusal/uluslararası araştırmacıyı bir araya getiren etkinlikle ilgili değerlendirmenin dikkatinizi çekeceğini düşünüyoruz. Y›ld›z • Editör’den • 7 Son olarak, Thierry Paquot’un Lükse Övgü kitabına ilişkin Belma Canbay’ın hazırladığı kitap değerlendirmesini sizlere sunuyoruz. Dergimizin sizlere ulaşması için gösterdikleri yoğun çabaları ve emekleri nedeniyle editör yardımcıları Yrd. Doç. Dr. B. Pınar Özdemir ve Yrd. Doç. Dr. Melike Aktaş Yamanoğlu’na; değerlendirme raporları ile dergimizde yayınlanan makalelere katkılarını esirgemeyerek hakemlik yapan çok değerli öğretim üyelerine ve tasarımımızı gerçekleştiren Mehmet Sobacı’ya çok teşekkür ederiz. Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle... 8 • iletiim : arat›rmalar› 9 Önyargı Olarak Cinsiyetçilik Aysel Kayaoğlu Özet 21. yüzyılda cinsiyetçilik farklı biçimlerde de olsa tüm toplumlarda halâ sosyal bir problem olma niteliğini sürdürmektedir. Sosyal psikoloji, bu sosyal problemi açıklamaya ve çözüm önerileri geliştirmeye çalışan sosyal bilim disiplinlerinden biridir. Cinsiyetçiliği bir önyargılı tutum olarak ele alan ana akım sosyal psikoloji çalışmaları, bu tutumların ölçümüne ve çeşitli değişkenlerle olan ilişkisine odaklanmıştır. Ana akım sosyal psikoloji, 1990’lardan itibaren cinsiyetçi tutumların Batı toplumlarında değiştiğini saptamış ve yeni ölçekler geliştirerek yeni ya da modern cinsiyetçiliği çalışmaya başlamıştır. Diğer yandan cinsiyetçi önyargıları söylem perspektifinden ele alan görece az sayıdaki çalışma, yeni cinsiyetçiliğin, toplumsal cinsiyet eşitliğinin ve eşitsizliğinin aynı anda söylemsel olarak nasıl üretildiğine odaklanmıştır. Bu çalışmaların tarihsel ve eleştirel bir analizi, kendi toplumumuzdaki cinsiyetçiliği anlamak için önemli bir imkan sunmaktadır. Anahtar kelimeler: Önyargı, cinsiyetçilik, yeni cinsiyetçilik, tutum, söylem. Sexism as Prejudice Abstract In the 21st century, sexism is still considered as a social problem in all societies albeit in different forms. Social psychology is one of the social science disciplines which try to explain this problem and develop solutions for it. Mainstream social psychology studies which see sexism as a prejudiced attitude focus on the measurement of those attitudes and their relationship with various other variables. Starting with 1990’s, mainstream social psychology stated that there were changes in sexist attitudes in Western societies, and began to study new or modern sexism by developing new scales. On the other hand, relatively few studies which see sexist prejudice from a discursive perspective focus on how egalitarianism and gender inequality are simultaneously produced discursively. An historical and critical analysis of these studies provide an important opportunity for understanding sexism in our own society. Key words: Prejudice, sexism, new sexism, attitude, discourse. iletiim : arat›rmalar› • © 2008 • 6(1): 9-37 10 • iletiim : arat›rmalar› Önyargı Olarak Cinsiyetçilik Günümüzde Batı’nın liberal demokratik toplumlarında kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik savaşının kazanıldığına yaygın olarak inanılmaktadır. 1990’lardan sonra genel olarak batıda özel olarak ABD’de, bu savaş kazanıldığı için artık feminizme gereksinim duyulmayan, feminizm sonrası dönemden bahsedilmektedir (Burr, 2003; Hall ve Rodriguez, 2003). Daha çok popüler medya tarafından dolaşıma sokulan postfeminist söylemin temeli Batı toplumlarında kadının sosyal, ekonomik ve hukuksal alanlarda statüsünün yükseldiği tarihsel değişmelere dayanmaktadır. Örneğin, 1970’lerde pek çok batı ülkesinde imzalanan Eşit Ücret Antlaşması ve Cinsiyet Ayrımcılığı Antlaşması, kadın ve erkek arasındaki eşitsizlikleri dengelemek amacıyla yapılan anlaşmalardı. Ancak bu önlemlere rağmen, bugünün Batı toplumlarının çalışma hayatında kadınlar erkeklerle eşit çalışma koşullarına sahip olmaktan uzaktır. Yatay cinsiyet işbölümü (yani erkek ve kadınların yaptığı işlerin alabildiğine ayrışmış olması) ve dikey cinsiyet işbölümü (yani kadınların çalıştıkları işlerde yüksek statülere ulaşamamaları) uygulamaları devam etmektedir1 (Burr, 2003). Burr’un 1 Batı'daki cinsiyetçilik çalışmalarının öncelikli olarak ve neredeyse tamamen iş yaşamındaki ayrımcılıklara odaklanmış olması, Batı'da kadınların ev işleri ve çocuk bakımına ait sorumluluklardan kurtulduklarını düşündürtmektedir. Oysa, diğer yandan, Batı'daki kadınların kamusal alana çıkmalarına rağmen özel alanda kendileri aleyhine olan düzenlemelerin sona ermediği de ifade edilmektedir (Burr, 2003). Bu nokta, bir taraftan ikinci dalga feminizminin öne çıkardığı özel alan vurgusunun teorik ve politik olarak önemini yitirip yitirmediğini sorgulamak için önemlidir. Diğer yandan sadece kamusal alana odaklanmak, özel ve kamusal alan arasında kimi feminist teorilerce kurulan sürekliliği yok saymak anlamına da gelebilir. Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 11 (2003: 6) “Kendimizi örneğin mülk sahibi olmak, oy vermek ve evlilik içindeki tecavüzden dolayı kocalar hakkında yasal işlem yapılması gibi kazanımlardan dolayı kutlayabiliriz, ama geleceği, kadın ve erkek arasında durmadan artan basit bir eşitlik hikayesi olarak düşünmemeliyiz” ifadesi, Batı’da bir yandan feminizme duyulan tepkinin elde edilen kazanımları tehlikeye soktuğunu ve diğer yandan cinsiyetler arasında eşitliği sağlamayı hedefleyen düzenlemelerin dirençle karşılaştığına dair bir uyarı niteliğindedir. Sonuç olarak, Hall ve Rodriguez (2003) postfeminizmin mitten başka bir şey olmadığını ve Batı’da feministlerin gideceği daha çok yol olduğunu belirtmektedir (başka bir Batı anlatısı için bakınız Kandiyoti, 2011). Gerçekten de, eğer ufkumuz liberal feminizmin koyduğu hedeflerle sınırlı değilse ve feminizm mücadelesi radikal bir biçimde toplumun cinsiyetsiz hale getirilmesi hedefinden daha az bir şey ifade etmiyorsa, elbette feminizm anlamında gidilecek daha çok yol var. Batı toplumlarına ilişkin yapılan bu belirlemelerin Türkiye dahil olmak üzere diğer pek çok toplum için geçerli olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Batı’nın sosyal gerçekliğinde herhangi bir karşılığı olsun ya da olmasın postfeminizm söyleminin ortaya çıkışının bile birtakım tarihsel koşulları gerektirdiği açıktır. Türkiye gibi geleneksel patriarkal yapıların ve cinsiyetçi değerlerin, modernleşmiş toplumsal cinsiyet ilişkileriyle kendine özgü biçimde eklemlenerek varlığını sürdürdüğü toplumlarda (bakınız Acar-Savran, 2004; Kandiyoti, 2007), kadınların kamusal alanda hak kazanımları halâ acil politik hedef 12 • iletiim : arat›rmalar› olma özelliğini korumakta ve üstelik ufku sadece en kaba cinsiyetçilik biçimlerini ortadan kaldırmakla sınırlı pek çok talep ciddi bir direnç ya da umursamazlıkla karşılanmaktadır. Örneğin son yıllarda ürkütücü oranda artan kadın cinayetleri gibi cinsiyetçiliğin en uç biçimlerine karşı yürütülen onca mücadeleye rağmen halâ etkili önlemler alınmasından uzak bir noktada olunduğu rahatça söylenebilir. Sosyal bilimler, feminist bir perspektiften olsun ya da olmasın, toplumsal cinsiyete, toplumsal cinsiyetler arası ilişki ve eşitsizliklerin doğasına ilişkin ürettikleri anlayışlarla toplumsal değişme koşullarını ve olasılıklarını etkileyen kritik bir konumda bulunmaktadırlar. Sosyal bilimlerin bir parçası olarak sosyal psikoloji de bu konumu paylaşan ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda büyük ölçüde kendi içine kapalı da olsa, azımsanmayacak bir literatür üretmiş bir disiplindir. Çok genel olarak ifade etmek gerekirse, bu makale söz konusu literatürü eleştirel bir gözden geçirme çalışmasıdır. Ancak bu gözden geçirme ne cinsiyetçilik konusundaki ampirik çalışmaları tüketme ne de cinsiyetçilikle ilişkilendirilebilecek ve dolayısıyla böyle bir gözden geçirmeye konu olabilecek kavramlaştırmaları (örneğin: toplumsal cinsiyet stereotipleri) kapsama iddiasındadır. Amaç, daha ziyade, sosyal psikolojik cinsiyetçilik literatürünü önyargılı tutumlar ve önyargılı söylemle sınırlayarak, önyargı çerçevesinin hem kavramsal yeterliliği konusunda düşünmeyi sağlamak hem de böyle bir bakışın kendi toplumumuzdaki cinsiyetçiliği anlamada bize nasıl bir katkı yapabileceğini değerlendirmektir. Sosyal psikolojide ilk cinsiyetçilik çalışmaları ABD psikolojisinde 1970’lerin başında başlayan ilk cinsiyetçilik çalışmaları herhangi bir teorik öncülden hareket etmeyen, sadece çeşitli bağlamlarda cinsiyet ayrımcılığının varlığını göstermeye yönelmiş araştırmalardı. Hatta Unger’ın yaptığı çalışma örneğinde, cinsiyet ayrımcılığı hiç dert edinilmeksizin, kadınlara yönelik ayrımcılığın sadece metodolojik kaygılarla işin içine girdiği bile kaydedilebilir. Unger, 1971’de gerçekleştirdiği alan deneyinde, ABD’de hippilere, diğer insanlardan daha az yardım edildiğini göstermiş ve yardım Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 13 etmeyi engelleyen faktörün korku olduğunu düşünmüştü. Kadın olmanın korku faktörünü azaltacağını düşündüğü için meslektaşlarıyla birlikte hazırladığı başka bir alan çalışmasında süpermarket sırasında öne geçenin ve trafikte yeşil ışık yandığında hareket etmekte geciken kişinin kimliğine bağlı olarak verilen tepkileri incelemiştir. Bu çalışmada kadınların ilk durumda ayrımcılığa uğramazken, ikinci durumda ayrımcılığa uğradıkları gösterilmiştir. Goldberg tarafından yapılan bir başka çalışmada, kadınların görünüşte kadınlar ve erkekler tarafından yazılan yazıların içinden kadınlara atfedilenleri diğerlerinden daha olumsuz değerlendirdikleri gösterilmiştir. Amerikan psikolojisinin bireyselci yaklaşımıyla tutarlı bir biçimde kişilerarası düzeydeki tutum ve davranışlara odaklanan bu tür çalışmalara karşılık cinsiyet ayrımcılığını kurumsal düzeyde ele alan başka çalışmalardan söz edilebilir. Örneğin, bir çalışmada akademik alanda, kadınların aynı niteliklere sahip olsalar da, daha az ödüllendirildikleri ve terfi basamaklarını daha yavaş tırmandıkları gösterilmiştir. Bu çalışmanın psikoloji disiplininde yapılan versiyonunda da aynı niteliklere sahip olan erkeklerin kadınlardan daha fazla işe alındığı gösterilmiştir (Aktaran Unger, 1998). Bu ilk cinsiyetçilik çalışmalarını, Unger (2003) ABD’de kadın psikolojisinin2 de başlangıcı olarak görür ve bugünden bakıldığında, salt cinsiyet ayrımcılığının varlığını ortaya koymaları bakımından feminist psikolojide3 Wilkinson’ın (2003) belirlediği üç temel teorik yönelimden biri olan (diğerleri feminist deneyimselcilik ve feminist sosyal inşacılık) feminist empirisizme dahil edilebilir. Aslında sosyal psikolojide bu makalede söz konusu edilen tüm cinsiyetçilik araştırmacıları kendilerini öyle konumlandırmasalar bile, araştırmalarının sonuçları kadınların ikincilliğini göstermeye hizmet ettiği ölçüde feminist empirisizme dahil edilebilirler. Wilkinson’ın (1997) da belirttiği gibi, feminist psikoloji özellikle politik bir çalışma alanı olarak tarif edildiğinden, teorik 2 “Kadın psikolojisi” terimi sadece Kuzey Amerika’da kullanılmakta ve bazen “kadın psikolojisi” ile “feminist psikoloji” birbirinin yerine geçebilmektedir (Wilkinson, 1997). 3 Feminist psikolojinin gelişim tarihinin ve kapsamının genel bir değerlendirmesi için bakınız Bolak Boratav, 2001. 14 • iletiim : arat›rmalar› yönelimi ne olursa olsun araştırmaların değeri feminist politikaya ne kadar hizmet ettiğiyle ölçülür. Elbette ki bu, söz konusu araştırmaları, içerdikleri teorik varsayımlar ve metodolojik problemler açısından sorgulanmasından azade kılmaz. Unger (2003) ilk cinsiyetçilik çalışmalarının sosyal psikologlar değil klinik psikologlar tarafından gerçekleştirildiğini kaydeder. O yıllarda bunun tek istisnası, yani cinsiyetçiliği sosyal bir problem olarak görmeye yönelik tek çaba Journal of Social Issues adlı derginin 1972’de “Kadın konusunda yeni perspektifler” başlığıyla yayınlanan sayısıdır. Derginin bu sayısı cinsiyet rolü stereotipleri ile ilgili makalelerin yanı sıra, neden kadınların erkekler kadar başarılı olamadıkları sorununa odaklanmıştır. Bu sorunun “başarma korkusu” olarak adlandırılması ise psikoloji disiplini açısından bir tesadüf değildir. Böyle bir adlandırma, kadınların başarılı olmalarının önündeki engellerin dışsal değil, tutum ya da güdü gibi içsel süreçler olduğunu ima eder. Sonraları “Sindrella kompleksi” (Dowling, 1999) olarak popülerleşen kadınlık durumu da, aynı olguya işaret etmektedir. Ancak Dowling’in betimlediği kadınlık durumu modern yaşamda sıkışıp kalmış kadının yaşadığı ikilemlere dayanır ve böyle olduğu ölçüde kadın öznelliğinin kuruluşuyla ilgilidir4. Oysa psikolojide özcü bir yaklaşımla yapılan bu tür bir kavramlaştırma, sözü edilen psikolojik durumun kadın olmaya içkin, doğal bir özellik olarak görülmesinin bir tezahürüdür. Başta sosyal psikolojide olmak üzere psikolojinin pek çok dalında sosyal meseleleri psikolojikleştirmenin tipik örneği olarak da gösterilebilecek bu durum, Unger’a (2003) göre, psikolojinin bu çalışmalarda kendi içine dönmesinin de başlangıcıdır. Toplumsal cinsiyete ilişkin önyargı ve ayrımcılığın toplumda ne kadar yaygın olduğu gösterildik4 Sezer (2004: 47) Dowling’ten hareketle, kadının başarı korkusunu şöyle betimler: “Kadınların başarılarıyla kuracakları ilişki için yol gösterici, sağlıklı bir arka plan yoktur. Onlar erkeğin başarısının dayanağı olmak için eğitilmişlerdir. Başarılarında başkalarının payını abartırken, başarısızlığın sorumluluğunu hemen üstlenir. Sanki başarısı partnerini aşıyorsa, bu ilişkiye ihanet anlamına gelirmiş gibi, ya erkeğin diğer başarılarının daha üstün olduğunu kanıtlamaya ya da erkeğin desteği olmadan bunları yapamayacağını söyleyerek başarısını kocasına mal etme yoluna sapar”. Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 15 ten sonra, çalışmaları şekillendiren sorular toplumun dinamiklerine bağlı olarak değil disiplinin kendi iç dinamiklerine bağlı olarak sorulmaya başlanmıştır. Artık çalışmalar belirli bir biçimde tanımlanmış olan önyargı psikolojisine dönüşmüştür. Bu ise, Unger’ın yorumuyla, “davranıştan tutumlar”a geçiştir. Bu geçiş, cinsiyetçilik sorununun toplumdaki kurallar ve yasaların değişimiyle değil, uzun vadede ailedeki sosyalleşme ve eğitim stratejileriyle çözülebileceğini ima eder. Bu bakış, kadın psikolojisinin, bir çalışma alanı olarak disiplin içinde meşruiyet kazanmasına yardım etmiş olsa da,5 aktivizme yönelik araştırmaların önünü kesmiş6, zaten toplumda yaygın olan sosyal eşitsizlikleri içsel faktörlerle açıklama eğilimini beslemeye hizmet etmiştir. Bir tutum olarak cinsiyetçi önyargılar Sosyal psikolojide önyargı çalışmaları başlangıcından itibaren uzun bir süre sadece ve tümden ırkçı tutumlara odaklanmıştır. Sosyal psikolojide önyargı çalışması yapmak ırkçılık çalışmakla eşitlenmiştir. 5 O tarihlerde kadın psikolojisinin daha yakın zamanda ise feminist psikolojinin psikoloji disiplini içinde verdiği meşruiyet mücadelesi, bir bilim sosyolojisi çalışması olarak ayrıca çalışılmayı hak eden bir konudur. Özellikle Wilkinson’ın (1990) Britanya Psikoloji Derneği içinde feminist psikoloji birimi kurma mücadelesinde karşılaştığı direnç ibret vericidir. Nitekim birimi kurmak için isimden feragat edilmiş, “kadın psikolojisi” birimi kurulmuştur. 6 Burada aktivizmin önünü kesen bakıştan, makalenin daha sonraki bölümünde de görüleceği üzere, önyargıların sosyal gruplar hakkındaki algılarımıza dayandığını iddia eden bakış kastedilmektedir. Reicher (basımda), bu algısalcı perspektifi, önyargı sorununu bireysel algılara indirgediği ve önyargının ortaya çıkışındaki güç faktörünü görmediği için eleştirmektedir. Bu eleştirisini ve alternatif görüşünü Reicher (basımda: 30) şöyle dile getirir: “[Şu] andaki 'önyargı paradigması', egemen grubun sıradan üyelerinin, tâbi grubun sıradan üyeleri hakkındaki çarpıtılmış ve olumsuz algılarından kaynaklanan bir problem olarak görmektedir. Önyargı, -ister belirli bireylerin isterse de tüm insanların- psikolojisindeki ölümcül bir hatayı yansıtır. Başkalarına yönelik düşmanlık, yanlışlıkla yapılmış ve hiç kimsenin kazancının olmadığı bir şey gibi görülür. Böylece, önyargıyı azaltan stratejiler önyargılı zihinlerin hatalarını düzeltmeye yoğunlaşmak zorundadır. Bunun tersine, ben, nerede önyargı varsa orada bu önyargı- nın mobilize edildiğini, bilerek mobilize edildiğini ve kazanç sağlamak için mobilize edildiğini öne sürüyorum. Bu yüzden önyargıyı azaltma stratejileri önyargıya yönelik karşı-mobilizasyona dayanmalıdır. Karşı-mobilizasyon bireysel zihne değil kollektif eyleme yöneliktir ve esasen önyargılı olanları değil, önyargının hedefi olanları kapsar”. 16 • iletiim : arat›rmalar› Ancak 1970’lerde bir önyargı ve ayrımcılık türü olarak cinsiyetçiliğe ve daha sonra homofobiye ilişkin çalışmalar başlamıştır. Önyargılı tutum çalışmalarına cinsiyetçiliğin de girmiş olması, toplumda cinsiyetçiliğin sosyal bir problem olarak görülmesi sonucu gerçekleşmiştir. Bugün cinsiyetçi olarak gördüğümüz tutum ve pratikler, farklı tarihsel dönemlerde ve farklı toplumlarda çeşitli biçimlerde varolmuşsa da cinsiyetçiliğin bir sosyal problem olarak görülmesi görece yeni ve modern toplumlara özgüdür. Gerçekte kadın hareketi/feminist hareket olmadan cinsiyetçiliğin sorunsallaştırılmış olması düşünülemez. Sosyal psikolojinin cinsiyetçiliği sorunsallaştırması da 1970’lerdeki kadın hareketinin doğrudan bir sonucudur (Unger, 2003). Diğer sosyal bilimler gibi sosyal psikolojinin de neyi nasıl sorunsallaştıracağı toplumsal, tarihsel ve politik koşullara içkindir. Yukarıda belirtildiği gibi sosyal psikolojide cinsiyetçilik, bir kez sorunsallaştırılınca kısa bir sürede önyargı biçimlerinden biri olarak görülmeye başlanmıştır. Bu durumda genel olarak önyargı tanımının cinsiyetçiliğe de genellenebileceği düşünülebilir. Çağdaş sosyal psikologların yaptığı çeşitli önyargı tanımları dolaylı ya da dolaysız olarak Gordon Allport’un 1954’te yayımlanan Önyargının Doğası adlı kitabında etnik önyargı için yaptığı tanımdan etkilenmiştir. Allport için “etnik önyargı, hatalı ve esnek olmayan bir genellemeye dayanan antipatidir. Bu, hissedilen ya da ifade edilen bir şeydir. Grubun bütününe ya da bir bireye o grubun üyesi olduğu için yöneltilir” (aktaran Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 225). Bu tanıma göre günümüzde sosyal psikolojide ne kadar farklı tanımlanırsa tanımlansın, önyargı kavramının şu beş özelliği paylaştığı görülebilir: 1- Önyargı bir tutumdur. 2Esnek olmayan ve hatalı bir genellemeye dayanır. 3- Önyargı peşin verilmiş bir hükümdür. 4- Değişime dirençli ve katıdır. 5- Önyargı kötüdür (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 225-226). Sosyal psikolojide Allport’a dayanarak, önyargı, sosyal tutumlar olarak anlaşıldığında ve çalışılmaya başlandığında, daha önceden alanda tutum ölçümü için geliştirilmiş olan istatistik tekniklerinin kullanıldığı araştırma çizgisinin bir ürünü haline geldi (Henriques vd., 1998). Cinsiyetçi önyargılar da bu çizgiyi izlediğinden, sosyal psikolo- Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 17 jide, tüm ana akım cinsiyetçi önyargı çalışmalarını cinsiyetçi tutum ölçekleri ekseninde okumak ve buradan bir tarihsel hat kurmak oldukça makul görünmektedir. Bu bağlamda, cinsiyetçi önyargı çalışmaları Spence ve Helmrich’in araştırmasıyla başlar (Rudman, 2005)7. Helmrich’in yetkin ve başarılı erkeklerin yetkin olmayan erkeklerden daha fazla sevildiğini ortaya koyan araştırmasında sonra, Spence ve Helmrich bu bulgunun kadınlara genellenip genellenemeyeceğini araştırmışlar ve bu araştırma sırasında “Kadınlara Yönelik Tutumlar Ölçeği”ni (Attitudes Towards Women Scale –AWS- bundan sonra KTÖ olarak anılacaktır) geliştirmişlerdir. Kısa versiyonunun kullanımının çok çabuk yaygınlaştığı bu ölçek, kadınların haklarına, rollerine ve sorumluluklarına yönelik tutumları ölçmekteydi. Condor (1989), bu ölçeğin eşitlikçi ucunun liberal feminizmin eşitlikçi varsayımı ile oluşturulduğunu ileri sürmüş ve “geleneksel kadın”ı tanımlamada feminist olmanın negatif referans noktası olarak almasını güçlü bir biçimde eleştirmiştir. ABD’de bu ölçeğin kullanıldığı tüm çalışmalar tutarlı bir biçimde kadınların erkeklerden toplumsal cinsiyet açısından daha eşitlikçi olduğunu göstermiştir. Ayrıca ölçeğin 1970’lerden başlayıp 1990’lara kadar uzanan kullanımlarında, bu tarihler arasında toplumsal cinsiyete yönelik tutumların daha eşitlikçi bir yöne evrildiği sonucuna ulaşılmıştır (Twenge, 1997). 1990’lardan itibaren KTÖ bir tür “tavan” etkisi göstermiş ve bu ölçeğin kullanıldığı araştırmalarda kadınlara yönelik tutumlarda bir varyasyon elde edilemez olmuştur. Bu durum, aradan geçen yaklaşık otuz yılda ABD toplumunda kadının toplumsal rolleri ve statüsü konusunda pek çok olumlu değişikliğin bir sonucu olarak algılanmıştır. Diğer bir deyişle kadın ve erkek ilişkilerinde daha eşitlikçi bir noktaya gelindiği ve kadınlara yönelik (eski) cinsiyetçi tutumlar ortadan kalktığı için ölçeğin kullanılamaz hale geldiği kabul edilmiştir. McHugh ve Frieze (1997) ise, bu ölçekle elde edilen tutum puanlarındaki değişmelerin gerçekten toplumdaki cinsiyetçiliğin azalmasını yansıtabileceğini kabul etmekle birlikte 7 Rudman (2005), Helmreich ve Spence’ın bir kokteylde karşılaştıklarını ve New Yorker’da çıkan bir karikatürden ikisinin de çok etkilendiğini aktarır. Karikatürde bir akşam yemeği randevusundaki çiftten, erkek olanı kadına “Sen gerçekten aptalsın. Ben kadınlarda bu özelliği severim” der. Rudman, Helmreich ve Spence’ın daha sonra geliştirdikleri “Kadına yönelik tutumlar” ölçeğini bu etkiye bağlar. 18 • iletiim : arat›rmalar› alternatif açıklamalar da yapılabileceğini düşünmektedirler. Bu alternatif açıklamalardan birine göre, feminizmin başarılarından dolayı insanların, özellikle eğitimli insanların, açık (kaba) cinsiyetçi tutumlarını göstermeleri gittikçe sosyal anlamda kabul edilemez olarak görülmeye başlanmıştır. Yani, KTÖ gibi açık cinsiyetçiliği ölçen bir araçta, cinsiyetçi tutumları ifade etmek siyaseten doğru bulunmamaya başlamıştır. Eğer böyleyse, KTÖ’deki cinsiyetçi tutum puanlarının düşmesi, toplumdaki cinsiyetçiliğin azaldığı anlamına gelmemektedir. Diğer bir alternatif açıklamaya göre, eskiden bilinen haliyle cinsiyetçiliğin azalması, gerçekten cinsiyetçiliğin azalmakta ya da ortadan kalkmakta olduğuna değil, cinsiyetçiliğin gösterilme biçiminin tarihsel olarak değişiyor olabileceğine işaret etmektedir. Böyle bir açıklama siyaseten doğru davranmanın ötesine geçmek olarak yorumlanabilir. Eğer cinsiyetler arasındaki eşitlik konusunda toplumsal normlar değişikliğe uğramışsa, bireyler artık kendilerini “önyargılı ya da yanlı olmayan”, “modern, eşitlikçi” biçimde tanımlamaya başlamışlarsa, KTÖ’nün ölçtüğü türden kaba cinsiyetçi ifadeleri, siyaseten doğru olmaktan öte, kendilerine ait benlik tanımlamalarıyla uyuşmadığı için kabul etmeyeceklerdir (aynı argümanın ırkçılık bağlamındaki tartışması için bakınız Kayaoğlu, 2009). Bu gelişmeler sosyal psikolojide cinsiyetçilik çalışmalarında yeni bir uğrağa gelindiğini göstermektedir. Ancak paralel gelişmeler ırkçılık çalışmalarında daha önce yaşanmış, yeni ırkçılık tartışmaları yapılmış ve buna bağlı olarak yeni ölçekler geliştirilmiş olduğu için, cinsiyetçi tutum çalışmalarının bu uğraktan sonraki yönünü dolaysız olarak ırkçılık çalışmaları belirlemiştir. Yeni ya da modern cinsiyetçilik Yeni ya da modern cinsiyetçiliğe yönelik kavrayış ve ölçekler, sosyal psikolojide 20 yıldır sürmekte olan modern/sembolik ırkçılık çalışmalarının cinsiyetçilik alanına mekanik bir biçimde uyarlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Yukarıda değinildiği üzere, pek çok endüstrileşmiş ülkede gerçekleşen normatif ve hukuksal değişmelerin, aynen ırkçı fikirlerin olduğu gibi, cinsiyetçi fikirlerin de açıkça ifade edilmesini kabul edilemez hale getirdiği ileri sürülmüştür (Tougas, vd., 1995; Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 19 Swim ve Cohen, 1997). Peki ama eğer cinsiyetçi fikirlerin ifade edilmesi kabul edilemez görülüyorsa ve insanlar siyaseten doğru davranmak adına ya da inandıkları için cinsiyetçiliği hoş görmüyorsa, şu ya da bu şekilde cinsiyetçiliğin devam ettiğini ileri sürmenin dayanağı nedir? Bu, modern/sembolik ırkçılığın olduğu gibi modern ya da yeni cinsiyetçiliğin teşhisinde de iki zıt eğilimin birlikte görüldüğüne ilişkin ampirik dayanaktır. Buna göre, insanlar bir yandan cinsiyetçi fikirlerin ifade edilmesini kabul edilemez bulmakta, diğer yandan ise toplumsal cinsiyet eşitsizliğini azaltmaya yönelik politikalara, artık eşitlik sağlandığı ve bu politikalara gerek kalmadığı gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar.Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlandığına inanıldığı bu koşullarda, olumlayıcı eylem tarzındaki politikalar Kuzey Amerika toplumunun geleneksel eşitlikçi değerlerine ve bireysel özgürlüklerine bir saldırı gibi görülmektedir. Belki, yeni ya da modern cinsiyetçilik, cinsiyetçi önyargıların gizlenerek, tepkilerin cinsiyetçilik olarak algılanmayacağı, daha “güvenilir” bir yolla ifade edilmesi olarak görülebilir. Yani, görünürde eşitlikçilik bunun için iyi bir kılıf sağlıyor olabilir. Ya da belki modern cinsiyetçi tutumlara sahip olanlar önyargılarını gizlemiyorlardır da ifade ettikleri fikirlerin cinsiyetçilik olduğuna gerçekten inanmıyorlardır. Swim ve Cohen (1997), bu insanların bu yüzden olumlu eylem politikalarını kadınların ve azınlıkların eşitlenmeleri olarak değil, beyaz erkeklere yapılan bir ayrımcılık olarak görebileceklerine dikkat çekmektedir. Altında yatan motivasyon ne olursa olsun, sosyal psikolojide klasik olarak “kadınların bir grup olarak, varsayılan ikincilliklerine ya da farklılıklarına dayalı olarak gösterilen önyargılı tutum ya da ayrımcı davranış” olarak tanımlanan cinsiyetçilik, “eşitlikçi değerler ile kadınlara yönelik tortulaşmış olumsuz duygular arasındaki çelişkinin bir ifadesi” biçiminde tanımlanan yeni ya da modern cinsiyetçiliğe evrilmiştir (Tougas vd., 1995: 843). Bu yeni cinsiyetçilik anlayışı, ampirik düzeyde Yeni Cinsiyetçilik Ölçeği (Tougas vd., 1995) ve Modern Cinsiyetçilik Ölçeği (Swim vd., 1995) olarak somut karşılığını bulmuştur. Günümüzde ana akım sosyal psikolojide en yaygın olan ve dolayısıyla en çok ampirik bulgunun biriktirildiği yaklaşım bu iki ölçeğin uygulandığı çalışmalar değil, çelişik duygulu cinsiyetçilik çalışmaları- 20 • iletiim : arat›rmalar› dır. Glick and Fiske (1996), yeni cinsiyetçilik ve modern cinsiyetçilik ölçeklerinin geliştirildiği sıralarda bu çabalardan habersiz olarak ve yine dolaysız olarak yeni ırkçılık yaklaşımlarından çelişkili ırkçılık ve itici ırkçılık çalışmalarına referansla çelişik duygulu cinsiyetçilik yaklaşımını ve bunu ampirik düzeyde ifade eden Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik Ölçeğini (Ambivalent Sexism Inventory -ASI- bundan sonra ÇDCÖ olarak anılacaktır) geliştirmişlerdir. Çelişkili ırkçılık ve itici ırkçılık, aralarında ufak farklılıklar da olsa, bireylerin kendilerine ve başkalarına karşı önyargısız bir imaj oluşturmaya uğraşan ve bireylerin psikolojik çelişki yaşadığı ırkçılık formları olarak tarif edilmektedir. Çelişkili ırkçılıkta, bireyin içsel çelişkisi iki değer sistemi (bir yandan insancıl ve eşitlikçi değerler, diğer yandan bireysel başarıya, çok çalışmaya vurgu yapılan protestan etik ) arasında, itici ırkçılık formunda ise çelişki, değer sistemi (eşitlikçi değerler) ile siyahlara karşı hissedilen tortulaşmış olumsuz duygular arasındadır (Augostinos vd., 2006). Glick ve Fiske (2011), ırkçılıktaki çelişkiyi cinsiyetçilikte formüle etmeye çabalarken, ironik biçimde, kısmen, daha modern değil daha eski ve geleneksel bir cinsiyetçilik formuna ulaşmışlardır: Görünüşte olumlu olan paternalist temelli önyargı biçimi (korumacı cinsiyetçilik). Kadın düşmanlığı yerine kadınların ne kadar sevildiğini gösteren araştırmalara dayanarak bu önyargı biçimini formüle eden araştırmacılar, Allport’tan bu yana dışgrup üyelerine yönelik bir antipati olarak tanımlanan önyargı kavramlaştırmasının cinsiyetçiliği anlamak için gerekli ama yetersiz olduğunu ileri sürmüşlerdir (Rudman, 2005). Cinsiyetçiliği yapısal olarak analiz eden çelişik duygulu cinsiyetçilik yaklaşımı, kadınlar ve erkekler arasında birbirini tamamlayıcı ve karşılıklı bağımlılık ilişkisi öngörür. Bu öngörü gereğince, ırkçı önyargıların tersine, cinsiyetçilikte sosyal gruplar arasında sosyal mesafe yoktur. Diğer bir deyişle kadınlara yönelik istedikleri kadar önyargıları olsun, erkekler cinsel üreme için kadınlara bağımlıdırlar, dolayısıyla onların, beyazların siyahlardan uzak durmaları gibi bir kaçınma davranışını kadınlara göstermeleri beklenemez (Rudman ve Glick, 2008). Bu bakış açısından, kadınlarla erkekler arasındaki ilişkinin karşılıklı bağımlılıkla karakterize doğası hem düşmanlık üreten rekabet hem de sevgi üreten dayanışmada kendisini gösterir. Böylece iki eksenli bir Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 21 cinsiyetçilik tanımına ulaşılır: Düşmanca cinsiyetçilik ve korumacı cinsiyetçilik. Düşmanca cinsiyetçilik, sosyal psikolojide klasik önyargı tanımlamasına uygun biçimde kadınlara yönelik olumsuz tutumları ifade eder. Bu cinsiyetçilik formu, modern ya da yeni cinsiyetçiliğe benzer biçimde kadınların toplumda artan gücüne yönelik olumsuz değerlendirmeleri içerir. Korumacı cinsiyetçilik ise öznel olarak olumlu olan, yani araştıran değil araştırılan açısından olumlu olan bir cinsiyetçilik formudur ve kadınların “şefkatli”, “romantik” ve benzeri oluşlarına gönderme yapar. Bu teori, cinsiyetlerarası ilişkinin doğasını, paternalizm, toplumsal cinsiyet farklılaşması (roller ve stereotipler açısından) ve heteroseksüelliğin belirlediğini ileri sürmektedir. ÇDCÖ’de hem düşmanca hem de korumacı cinsiyetçilik bu üç alanla ilgili değerlendirmeleri kapsamaktadır. Ampirik düzeyde, düşmanca cinsiyetçilik erkek egemenliğine karşı çıkan, erkeklerle cinsiyet rollerinde yarışan ve cinselliği erkeklere karşı bir silah olarak kullanan kadınlara karşı gösterilen cinsiyetçilik biçimidir. Dolayısıyla, düşmanca cinsiyetçilik formunun geleneksel rollerin içinde kalan kadınlara değil, bu rollerin sınırları dışına çıkan feminist, fahişe ya da kariyer yapmış kadınlara yönelmiş olduğu kabul edilmektedir. Diğer yandan, korumacı cinsiyetçilik de sözü edilen üç alanda (paternalizm, toplumsal cinsiyet farklılaşması ve heteroseksüellik) ortaya çıkar ve ampirik olarak kadınların kendi rızası ile gösterdikleri dayanışmacı tâbiyet, tamamlayıcı cinsiyet rolleri ve romantik yakınlık ile tarif edilir8. (Glick ve Fiske, 2011). ÇDCÖ pek çok bağlamda (işe personel alımında cinsiyet ayrımcılığı, cinsel taciz, tecavüz mitleri, eş dövmeye tolerans ve benzeri) ve pek çok farklı toplumda kullanılmıştır. Örneğin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 19 ülkede yapılan araştırmada elde edilen sonuçlar düşmanca ve korumacı cinsiyetçilik eksenlerinin ABD dışında da 8 ÇDCÖ’de düşmanca cinsiyetçilik ekseninde yer alan ifadelere ait örnekler şunlardır: “Kadınlar erkekler üzerinde kontrolü sağlayarak güç kazanma hevesindeler”, “Feministler gerçekte kadınların erkeklerden daha fazla güce sahip olmalarını istemektedir”. Korumacı cinsiyetçilik eksenine şu örnekler verilebilir: “Erkekler yanlarında kadın olmadığı zaman eksiktirler”, “Kadınlar erkekler tarafından el üstünde tutulmalı ve korunmalıdır” (Sakallı-Uğur, 2003). 22 • iletiim : arat›rmalar› geçerli olduğu yönünde yorumlanmıştır (Glick vd., 2000). Bu ölçek Sakallı-Uğurlu tarafından Türkçeye uyarlanmış (2002) ve çeşitli bağlamlarda kullanılmıştır. Örneğin, eş dövmeye yönelik tolerans (Sakallı, 2001), kadın yöneticilere ilişkin tutumlar (Sakallı-Uğurlu ve Beydoğan, 2002), eşcinsellik ile cinsiyetçilik ilişkisi (Sakallı, 2002a) araştırılmıştır. Glick ve Fiske’nin (2011) yaklaşımı, ana akım önyargı çalışmaları arasında çok rağbet görse de teorik, tarihsel ve politik açıdan varsayımlarının tartışılması gerekir. Bu yaklaşımdaki sorunlu noktalardan biri, “korumacı cinsiyetçilik” olarak adlandırdıkları cinsiyetçilik formuna biçtikleri değerdir. Glick ve Fiske (2011) ÇDCÖ’nün ortaya çıkış sürecinde, yeni ırkçılık araştırmalarındaki çelişkiyi cinsiyetçilikte formüle etmekte başta zorlandıklarından ama sonunda “önemli bir bilgelik incisi” olarak paternalist önyargıyı "keşfettiklerinden" bahsederler (Glick ve Fiske, 2011: 531). Sosyal psikolojide 1950’lerden başlayarak önyargı daha çok “olumsuz” bir tutum olarak tarif edildiği için, önyargının “olumlu” olduğuna dair bu “keşif” sadece sosyal psikoloji disiplinin sınırları içinde, o da eğer verili önyargı çerçevesi kabul edilirse bir anlam taşır. Aslında bu durum, yukarıda Unger’a referansla bahsedilen (sosyal) psikolojinin kendi içine kapanmasının başka bir göstergesi olarak görülebilir. Belki de ana akım sosyal psikoloji kendini, kendi içinde kurduğu bulmacanın parçalarını bulmaya o kadar kaptırdı ki, onun terminolojisini kullanmasalar da, o bulmacanın başka yerlerde başka türlü kurulduğunun ve başka türlü tamamlanmaya çalışıldığının hiç farkına varamadı. Feminist literatüre göz ucuyla bakmak bile, bugün feministlerin çoğu için demode hale gelen pek çok ataerkillik analizinde, paternalizmin ataerkilliğe nasıl içkin olduğunu görmek için yeterlidir. Toplumdaki tüm iktidar ilişkilerinin bir veçhesi olan paternalizm, toplumsal cinsiyete dayalı iktidar ilişkilerinin doğallaştırılmasında ciddi bir rol oynar (Örneğin bakınız Tillion, 2006). Bu yaklaşımdaki ikinci sorunlu nokta, Glick ve Fiske’nin cinsiyetçi önyargıların yapısında formüle ettikleri “çelişki” ile ilgilidir. Aslına bakılırsa, araştırmacıların kendileri de, tanımladıkları olguya “çelişki” demekte güçlük çekmektedirler. ÇDCÖ’nün oluşturulması sırasında Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 23 ve sonraki tüm çalışmalarda, ölçeğin düşmanca cinsiyetçilik ve korumacı cinsiyetçilik eksenleri (alt ölçekleri) arasında .4 ile .5 arasında değişen olumlu bir korelasyon bulunmuştur. (Sosyal) psikolojinin teknik aklı gereğince, bir ölçekte, birbirinden bağımsız iki boyut olması demek, bu iki boyut arasında hiç korelasyon olmaması ya da olumsuz korelasyon olması demektir. Yani bu iki boyut arasında bu kadar yüksek bir korelasyon elde edilmemesi gerekir, aksi halde bu boyutların birbirinden ayrı olduğu (yani her birinin kendi başına boyut olduğu) konusunda şüphe uyanır, ölçeğin geçerliliği zedelenir. Bu teknik akıl, (sosyal) psikolojinin temelinde yatan insan tasarımına dayanır. Çünkü (sosyal) psikologlara göre, evrensel olarak birey, zihinsel çelişki yaşamaktan hoşlanmaz ve tutarlılığı arar. Diyelim ki bir sosyal tutum nesnesine (kadınlar, siyahlar, eşcinseller ve benzeri) yönelik tutumlar ya olumlu ya da olumsuz olabilir, ama ikisi birden olamaz. Eğer birey çelişkideyse, bir zaman noktasında çelişkinin bir ucunu, diğer zaman noktasında diğer ucunu bastırarak tepki verecektir ve bu da tepkilerde bir kutuplaşmaya yol açacaktır. Bütünlüklü ve rasyonel bir insan modeli açısından, birey böyle uzun süre çelişkide kalamaz, çelişkiyi çözmeye ve tutarlılığı sağlamaya yönelir. Glick ve Fiske (2011), çalışmalarının başlarında problem olarak gördükleri bu durumu bir avantaja çevirirler ve bunu, cinsiyetçi tutumların doğası olarak nitelerler. Bütün bunlardan sonra bu iki cinsiyetçilik ekseninin aslında birbirini tamamladığını, birbirini besleyen iki cinsiyetçi ideolojiyi temsil ettiğini öne sürerler. Geriye bir tek “çelişki” terimini, teoride tutmanın bir yolunu bulmak kalmıştır. Bu problemi de, “çelişki”nin zihinsel bir çelişki olmadığını ve paternalist önyargının öznel olarak olumlu olduğunu ileri sürerek görünüşte çözmüşlerdir. Yani, “çelişki”, araştıran açısından değil, “araştırılan” açısından kurulmuştur. Araştırmacılar, bu iki cinsiyetçilik biçiminin kadınlar için havuç ve sopa işlevi gördüğünü ve aslında bunun çok eski bir ikilik olduğunu vurgulamaktadırlar. Ama mesele şu ki, korumacı cinsiyetçiliğin geleneksel kadın rolleri içinde kalan kadınlara gösterilirken, düşmanca cinsiyetçiliğin geleneksel rollerinin dışına çıkan kadınlara gösterildiği iddia edilmektedir. Tam da bu noktada, tutumların nasıl kafamızda dondurulmuş, sabit yapılar gibi anlaşıldığı açığa çıkar. Oysa, pek çok kadın kendi dene- 24 • iletiim : arat›rmalar› yimlerinden çok iyi bilir ki, sınırların içinde kaldığı sürece havuç vardır, sınırları çiğnemeye yeltendiği an “sopa” karşısına dikilecektir. Yani “ev kadını” ile “fahişe” arasında kategorik bir ayrım değil, tam tersine bir süreklilik vardır. Dolayısıyla, ne nesnel ne de öznel anlamda bir “çelişki”den söz etmek çok olası değildir. Yukarıda da değinildiği gibi, ana akım cinsiyetçilik çalışmaları, sonuçları itibarıyla cinsiyetçi ideolojinin ifşa edilmesine yarayabilir ve bu anlamda feminist politikaya hizmet ettikleri pekalâ ileri sürülebilir. Ne var ki, aynı çalışmalar dayandıkları teorik öncüller dolayısıyla cinsiyetçiliği yeniden üretebilirler de. Çelişik duygulu cinsiyetçilik yaklaşımı, cinsiyetçiliğin temeline, toplumsal cinsiyetler arası tamamlayıcı ve karşılıklı bağımlı bir ilişki modelini koyduğunda, daha ilk adımdan itibaren toplumda hali hazırda doğal kabul edilen heteroseksüelliği çok güçlü bir biçimde yeniden üretmektedir. Aslına bakılırsa, sadece çelişik duygulu cinsiyetçilik yaklaşımının değil, yeni ya da modern cinsiyetçiliği çalışan diğer ana akım perspektiflerin de (toplumsal) cinsiyete bakış açıları özcülükle malûl olduğu için, cinsiyetçi önyargıların köken tartışması halâ, (sosyal) psikolojide pek çok konuda yapılan bitmek tükenmez “biyoloji” mi “öğrenme” mi ekseninde dönmektedir. Toplumsal cinsiyet söz konusu olduğunda bu tartışmanın en etkili türevi evrimci yaklaşım ve sosyal rol teorisidir (bakınız Glick ve Rudman, 2008). İronik olan, yeni cinsiyetçilik çalıştıklarına göre, cinsiyetçi önyargıların ampirik düzeyde tarihsel olarak değiştiğini kabul eden aynı yaklaşımların, önyargı kökenlerini zamansız ve bağlamsız bir biçimde hep aynı biçimde açıklamaya devam etmeleridir. Genel olarak sosyal bilimlerde “ırk”ın verili, doğal bir sosyal kategori olarak ele alınmasından vazgeçildiği için, sosyal psikolojide de cinsiyetçi önyargıların tersine ırkçı önyargıların kökeni çalışılmamaktadır. Daha doğrusu, İkinci Dünya Savaşı'na kadar ırkçı önyargıların kökeni çalışılmış, Nazizm vahşetinden sonra, “ırklar arasındaki farklılıklar nelerdir?” sorusunu sormaktan vazgeçilmiştir. Bu, aynı zamanda sosyal psikolojik önyargı anlayışında paradigmatik bir kaymaya da işaret etmektedir. Artık genel olarak önyargı, algısal süreçlerde ortaya çıkan bir problem olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Bu anlayış değişik- Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 25 liğini kuran Allport’un Önyargının Doğası adlı kitabıdır ve bugün önyargı çerçevesini oluşturan sosyal biliş adı verilen yaklaşım bu kitaba yaslanır (Reicher, Basımda). Reicher (Basımda: 30), analitik bakışı ezilenden ezene kaydırdığı, problem olanın ezilen değil ezen olduğunu gösterdiği için bu kaymanın çok önemli politik işlevleri olduğunu teslim eder, ancak, önyargının “bir ezen grubun sıradan üyelerinin bir ezilen grubunun sıradan üyeleri hakkındaki çarpıtılmış ve olumsuz algılardan kaynaklandığı” fikrine karşı çıkar. Çünkü böyle bir bakıştan önyargı, insanın algısal ve bilişsel süreçlerindeki bir probleme indirgenmiş olur. Daha önceleri, bu, Adorno ve arkadaşlarının geliştirdiği Otoriteryen Kişilik Teorisi'nde olduğu gibi sadece belirli insanların zihninde ortaya çıkan bir problemken, bugün sosyal biliş perpektifinden evrensel olarak insan zihninin sosyal dünyaya ait bilgiyi işleme tarzından ortaya çıkan bir problemdir (Reicher, Basımda). Sosyal biliş yaklaşımının “bilişsel cimri” adı verilen versiyonuna göre, insan zihni, sosyal dünyanın karmaşıklığıyla başa çıkabilecek bir kapasiteye sahip değildir, dolayısıyla bu karmaşayla başa çıkmak, sosyal dünyayı basitleştirmek için sosyal dünyayı algısal olarak kurduğu benzerlik ve farklılıklar temelinde sosyal kategorilere bölerek anlamaya çalışır. Ne var ki, dünyayı basitleştirmeyi başaran bu zihinsel işleyiş, istenmeyen bir yan ürün olarak da önyargıyı üretir. Sosyal inşacı perspektiften bakan sosyal psikologlar (bakınız Reicher, Basımda; Gough ve McFadden, 2001; Henriques vd., 1998; Tuffin, 2005) bu önyargı anlayışını çeşitli açılardan eleştirirler. Yukarda değinildiği üzere önyargının basitçe algısal veya bilişsel bir hata olarak tarif edilmesini reddeden Reicher (Basımda), önyargının daha geniş iktidar ilişkileri bağlamında incelenmesi gerektiğini ileri sürer. Reicher’a göre, önyargılar dünyayı basitçe nasıl gördüğümüze ilişkin betimlemeler değildir, geleceği şekillendiren eylemleri de içerirler. Cinsiyetçilik bağlamında, Türkiye toplumunda “namus” söyleminin kadını özel alanda tutmak ya da hangi sınırlar içinde kamusal alanda var olabileceğini dikte etmek için kullanılması, cinsiyetçi önyargıların sosyal gerçekliği nasıl kurduğuna örnek olarak verilebilir. Söylemci psikologlar da sosyal biliş perspektifini, içerdiği kendinden menkul birey (self-contained individual) anlayışı yüzünden güçlü bir biçimde eleştirirler (bakınız Gough ve Mc Fadden, 2001; Hen- 26 • iletiim : arat›rmalar› riques vd., 1998; Tuffin, 2005). Tarihsel ve kültürel kökenlerinden koparılmış olan bu birey anlayışı, hepimizi aynı uyaranları algılayan birer bilişsel makineye çevirmektedir. Son olarak eğer sosyal biliş yaklaşımının öngördüğü gibi önyargının sosyal dünyaya ait bilgiyi işleme biçimimizin doğal sonucu olduğunu varsayarsak, bu, tanık ve/veya parçası olduğumuz ayrımcılıkların değiştirilemeyeceği ve dolayısıyla mazur görülmesi gerektiği sonucuna da yol açar. Sosyal psikolojide önyargı çerçevesinin geçirdiği tarihsel sürecin özellikle sosyal kategori olarak “ırk”a dayalı olarak anlaşılması gerektiği vurgulanmalıdır. Sosyal psikolojide genel bir eğilim olarak, tüm ayrımcılık biçimlerinin önyargılı tutumlar düzleminde eşitlenmesi, analitik olarak kendine özgü tarihsellikleri olan ezilme biçimlerini aynılaştırır ve söz konusu ezilme biçiminin “doğa”sını anlamamızı engeller (bakınız Kayaoğlu, 2009a). Bu noktada, “ırk” kategorisinden hareketle üretilen önyargı anlayışının cinsiyetçilik bağlamına taşınmasının sınırlılığı da ortaya çıkar. Ana akımda, “ırk” kategorisinin ontolojik bir gerçekliğe değil, algıya dayalı bir kategori olduğu ve bu anlamda ırksal önyargının kökenlerini sadece algısal süreçlerde arama yaklaşımı benimsenmişken, tüm alana bütünsel olarak bakılınca, toplumsal cinsiyet kategorisinin daha eklektik (ve tutarsız) varsayımlarla çalışıldığı ileri sürülebilir. Bir yandan sosyal biliş yaklaşımı gereğince, cinsiyetçilik, bireyin bilişsel süreçlerindeki bir “hata” olarak görülmekte, diğer yandan, bu “bilişsel hata”ya kaynaklık eden evrimsel ya da görünüşte “sosyal” olan ontolojik zemin bulunmaya çalışılmaktadır. Sosyal psikolojideki cinsiyetçi önyargı çalışmaları, önyargıyı tutum olarak gören ana akım yaklaşımlarla sınırlı değildir. Cinsiyetçiliğin önyargı olarak çalışılmasında radikal olarak farklı bir hat açan çalışmalar söylem psikolojisi perspektifinden gerçekleştirilmiştir9. Bu çalışmalarla ana akım çalışmaların ortak yönü, eşitlikçi bir topluma ulaşılması ile halâ özellikle çalışma hayatında süren cinsiyetçi pratik9 Burada makalenin amacı ve kapsamı açısından, söylemci psikolojilerin kendi aralarındaki farklılıklar dikkate alınmamış ve hepsi birden ana akım pozitivist çalışmaların karşısında konumlandırılmıştır. Söylemci yaklaşımların aralarındaki farklılıklar için bakınız McKinlay ve McVittie, 2008. Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 27 lerin devam ettiğine ilişkin tespitin kabulüdür. Diğer bir deyişle, bambaşka epistemolojik kabullerden ve metodolojilerden dolayı cinsiyetçiliğe farklı yaklaşsalar da, her iki çalışma hattı da “yeni cinsiyetçilik“ denilen olguyu açıklamaya çalışmaktadır. Feminist teori ve/veya ideoloji açısından yapılabilecek başka bir genel saptama, ana akım çalışmalarının açık bir feminist perspektife sahip olmamasına karşın örtük olarak liberal feminist eşitlikten hareket ettiği, oysa söylem çalışmalarının açık bir feminist bakış açısından gerçekleştirildiğidir. Bu yaklaşım farklılığının bir sonucu olarak cinsiyetçi önyargılar konusundaki söylem çalışmalarının erkeklerle yapıldığı, ana akım çalışmalarının ise, problemin toplumsal cinsiyete ilişkin iktidar ilişkilerinden bağımsız olarak, cinsiyetçi önyargı tutumlarına sahip olmak olarak tanımlanması yüzünden, ayrımsız biçimde ve farklı açıklama düzeylerine ihtiyaç duyulmaksızın kadın ve erkeklerle yapıldığı söylenebilir. Ayrıca, bu açıdan yaklaşıldığında, söylem psikolojisi perspektifinden yapılan cinsiyetçilik çalışmaları “erkeklik” çalışmaları olarak da görülebilir. Diğer “erkeklik” çalışmalarından farklı olarak, bu çalışmalarda odak noktası çeşitli bağlamlarda, erkeklerin sıradan konuşmalarında cinsiyetçiliği nasıl inşa ettikleridir (Gough, 1998). Cinsiyetçilik çalışmalarının feminist bakış açısından yapılıp yapılmaması, cinsiyetçilik çalışmalarının hacmini de etkilemiş görünmektedir. Ana akım cinsiyetçilik çalışmaları, ırkçılıkla kıyaslandığında halâ az, ama söylem yaklaşımından yapılan cinsiyetçilik çalışmalarıyla kıyaslandığında daha fazladır. Feminist psikolojide cinsiyetçilik çalışmalarına fazla ilgi gösterilmemesi muhtemelen genel olarak feminist teorilerin odak noktasının değişmesiyle açıklanabilir (Bu nokta, sonuç bölümünde ele alınacaktır). Eşitlikçi bir değer sisteminin içinde sürdürülen erkek merkezli mekanizmaları anlayabilmek için yola çıkan cinsiyetçi önyargı konusundaki ilk söylemci çalışmada, Wetherell, Stiven ve Potter (1987) erkek üniversite öğrencilerinin kadınların iş fırsatları hakkında ne tür söylemler kullandıklarını çalışmışlardır. Bu çalışmada, birbiriyle çatışan iki söylemin varlığını gösteren araştırmacılar, bu durumu “eşitsiz eşitlikçilik (unequal egalitarianizm)” olarak adlandırmışlardır. Bir yandan iş yaşamında toplumsal cinsiyet temelinde yapılan ayrımcılığa 28 • iletiim : arat›rmalar› karşı fikirlere ve genel fırsat eşitliği ilkesine hararetle sahip çıkan katılımcılar, diğer yandan kendilerini, cinsiyet farklılıklarını doğallaştırma sonucunda ulaşılan çeşitli “pratik nedenler” çerçevesinde evrensel eşitlik ilkesinin altını oyan söylemin içinde konumlandırmışlardır. Bu “pratik nedenler” genelde kadınların çocuk doğurması ve çocuk büyütmesi etrafında yoğunlaşmıştır. Araştırmacılar, “eşitsiz eşitlikçilik” söyleminin, toplumda sosyo-yapısal faktörleri yok sayan bireyselci bir insan modeli sayesinde mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gill’in (1993) Britanya’da bir radyo istasyonunda yaptığı diğer bir çalışma, Wetherell ve arkadaşlarının yaptığı çalışma gibi, toplumsal cinsiyet önyargılı konuşmalara değil, radyo istasyonunda hiç kadın DJ’in olmadığı bir bağlamda toplumsal cinsiyet ayrımcılığının nasıl meşrulaştırıldığına odaklanmıştır. Bu çalışmada da, eşit çalışma fırsatı ilkesi savunulurken, bu ilkeyle çelişen uygulamalara ilişkin “pratik nedenler” ileri sürülmüştür. Örneğin, bu “pratik nedenler”den biri kadın DJ’lerin kendilerinin kendi seslerini “komik” bulmaları nedeniyle iş başvurusu yapmadıkları, bir diğeri ise radyo dinleyicilerinin kadın sesini değil erkek sesini tercih etmeleridir. Her iki durumda da, sorumluluk radyo istasyonuna değil, kadınlara ya da radyo dinleyicisine yüklenerek, radyo istasyonu yöneticilerinin bu “dışsal” koşullar üzerinde kontrolü olmadığı ima edilmektedir. Gill açısından burada dikkat çekilmesi gereken nokta, görüşme yapılan erkeklerin çalışma yaşamında eşitlik ilkesi ile bu ilkenin altını oyan pratik gereklilikler arasındaki ideolojik ikilemin kendileri için bir sorun olarak görülmediği, ama kendi pratiklerini açıklamak için bu söylemi bir kaynak olarak kullanarak kurumsal cinsiyet ayrımcılığını yeniden üretmeleridir. Cinsiyetçiliğin söylemsel yeniden üretimine odaklanan başka bir çalışmada, Gough (1998), üniversiteli erkek öğrencilerden oluşan gruplarla odak grup tartışmaları yapmış ve bu erkeklerin toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ve liberal eşitliği ne tür söylemsel stratejilerle kurduklarını saptamıştır. Katılımcılar toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini, “doğal” olan, sosyalleşmeyle edinilen, kadın psikolojisinden kaynaklanan toplumsal cinsiyet farklılıklarıyla açıklamışlardır. Dahası katılımcılar, çağdaş toplumsal cinsiyet politikaları tarafından kurbanlaştırıldıklarını ileri sürerek, asıl baskı görenin kendileri olduğunu Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 29 savunmuşlardır. Tüm bu tartışmalar esnasında, katılımcılar çoklu ve çelişkili söylemsel stratejiler arasında gidip gelmişlerdir. Örneğin, bir taraftan kadın psikolojisine dair nosyonları (örneğin kadınların oğullarına duydukları heteroseksüel arzu) kullanarak kadınların ezilmelerinin sorumluluğunu gene kadınlara yükleyerek, bu tür araştırmalarda sık karşılaşılan kurbanı suçlayıcı eğilim gösterirken, diğer taraftan, kadınları, kendilerinin de kontrol edemediği biyolojik güçlerin (örneğin kadınların doğurganlığı ve toplumsal cinsiyet işbölümü) kurbanı olarak görmüşlerdir. Gough’a göre, katılımcılar, cinsiyetçi pratikleri desteklemek için cinsiyet farklılıkları etrafında söylem kurarken aynı zamanda görüşlerini cinsiyetçilik-karşıtı olarak kurmaya uğraşmışlar, önyargılı görünmek istememişlerdir. Söylemci ırkçılık çalışmalarında çok karşılaşılan, “Irkçı değilim ama…” diye başlayan, sonradan ifade edecekleri ırkçı ifadeleri tekzip eder ya da yumuşatır tarzdaki söylemsel stratejiyi açık olarak cinsiyetçilik için kullanmamışlar ama bu stratejiye çok benzeyen ifadeleri, cinsiyetçi fikirlerden önce veya sonra ifade etmişlerdir. Örneğin, tartışma esnasında konu feministlere geldiğinde ilk önce feministlere ne kadar toleranslı olduklarını göstermişler (örneğin feministlerin mücadele ettikleri meseleler için “söyledikleri pek çok şeyde kesinlikle haklılar”) ama hemen ardından cinsiyetçiliğe destek veren ifadeleri (örneğin “onlar da bu işi çok abartıyorlar.”) kullanmışlardır. Ya da konu eşit iş fırsatlarına gelince gene aynı strateji devreye sokulmuş, önce kendi konumlarını liberal bir çerçevede sağlama alırken (“Tabii ki kadınların çalışmalarına izin verilmeli.”) hemen ardından bu liberal eşitliğin ancak belli sınırlar içinde (“Ama kadınlar da yapamayacakları işler olduğunu kabul etmelidirler.”) mümkün olabileceğini daha rahat ifade edebilmişlerdir (Gough, 1998: 40). Bu çalışmalardan başka anılabilecek birkaç söylemci çalışmada da (Simithson, 1999; Riley, 2001) yeni cinsiyetçilik kavramlaştırmasını destekler tarzda birbiriyle çelişen söylemlerin varlığı gösterilmiştir. İster ana akım olsun ister söylem psikolojisi açısından olsun yeni cinsiyetçilik kavramlaştırılmasıyla ilgili tartışılması gereken birkaç nokta mevcuttur. Bu noktalardan ilki, “eski” tarz açık ve kaba cinsiyetçiliğin ortadan kalktığı ve artık cinsiyetçi tutumları ifade etme ve cinsiyetçi davranışları göstermenin, “cinsiyetçilik” olarak yaftalanması- 30 • iletiim : arat›rmalar› nın zor bir hale geldiği iddiasıdır. Hem ana akım cinsiyetçilik çalışmaları hem de söylem psikolojisi çerçevesinden yapılan cinsiyetçilik çalışmaları Batı toplumlarında cinsiyetçi söylemlerin değiştiğine işaret etmektedir. Genel bir saptama olarak, toplumlardaki maddi ve normatif değişimler göz önüne alındığında cinsiyetçi söylem ve pratiklerde de bir dönüşüm yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu söylemekte hiçbir beis yok. Ancak, böyle bir dönüşüm yaşansa bile, gerçekten kadınları çok açık biçimde değersizleştiren, ikincilleştiren cinsiyetçilik söylemlerinin bittiği söylenebilir mi? Ya da soruyu başka türlü formüle edecek olursak, “eski” ve “yeni” cinsiyetçilik söylemleri arasında tarihsel bir kopuşa mı tanık oluyoruz yoksa bu iki söylem arasında tarihsel bir süreklilik aramamız gerekir mi? Asıl söylemci psikologlardan gelmesi beklenen bu soru, literatürde sorulmuş ve tartışılmış değildir. Ama önyargı perspektifi içinden yapıldığı için yeni ırkçılıkla ilgili Condor ve Figgou’nun (2011) yöntemsel argümanı bu soruyu düşünmek üzere bu bağlama taşınabilir. Condor ve Figgou (2011), özel olarak “eski” ve “yeni” ırkçılık etrafında bir tartışma yapmamışlar, işbirliğine dayalı biliş (collaborative cognition) yaklaşımına dayanarak, önyargıların nasıl kollektif olarak ifade edildiğini veya bastırıldığını inceledikleri çalışmanın sonuçlarından hareketle bu tartışmaya katkı yapmışlardır. Sosyal psikolojik önyargı çalışmalarındaki (hem ana akımın tutum ölçekleri kullanarak yaptığı hem de söylemci psikologların bireysel görüşmelere dayandığı çalışmalarda) metodolojik bireyselciliği eleştiren araştırmacılar, kamusal alandaki karşılaşmalarda, konuşmacıların her zaman önyargı karşıtı normlar yüzünden önyargıları haklılaştırmaya, yumuşatmaya veya hafifletmeye çalışmadıklarını, tam tersine kendi çalışmalarındaki kimi sosyal diyaloglarda konuşmacıların birbirleriyle yarış edercesine açık önyargılarını ifade ettiklerini göstermişlerdir. Burada yönteme dair küçük gibi görünen bir noktayı not etmekte yarar var. Araştırmacılar, dolaysız olarak ulusal/ ırksal önyargıları sorarak değil, bu önyargılarla ilişkili olabilecek başka temalardan önyargılara gelmenin daha etkili olduğunu belirtmektedirler. Irksal/ulusal önyargılar doğrudan sorulduğunda, katılımcıların kendilerini eşitlikçi olarak konumlandırmaya yarayan söylemsel stratejileri daha çok kullanacaklarına dikkat çekilmektedir. Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 31 Araştırmacılara göre, önyargının bastırılması kadar önyargının açık ifade edilmesi de diğerleriyle birlikte inşa edilmeyi gerektiren bir eylemdir. Dolayısıyla, Condor ve Figgou (2011), “eski”, açık ırkçılığın bittiği iddialarının yanlış olduğunu, ulusal, ırksal ya da etnik temeldeki antipatinin halâ açıkça gösterilebildiğini ve sosyal psikologların bunu ihmal ettiklerini ileri sürmektedirler. Dahası, önyargı konuşmalarında, sembolik ırkçı ifadelerin her zaman açık düşmanlığın incelikli alternatifi olmadığı, bazı bağlamlarda bu ifadelerin açık düşmanlık ifadelerini gizlemekten çok destekleme işlevi olduğunu da vurgulamaktadırlar. Bu çalışmadan hareketle, cinsiyetçilik araştırmalarında da, katılımcıların doğrudan cinsiyetçi önyargılarının sorgulanmadığı kollektif bir bağlamda, “eski” ve “yeni” cinsiyetçiliğe dair söylemlerin ikisini birden konuşmalarında üretip üretmediklerini görmek üzerinde düşünülmeye değer bir noktadır. Bununla ilişkili olarak ortaya çıkan ikinci nokta, Batı’nın liberal demokratik toplumlarından farklı bir modernleşme tarihi olan bir toplumda yaşayan biz sosyal bilimciler için daha da yakıcıdır. Türkiye’de bir “yeni” cinsiyetçilik söyleminden söz edebilir miyiz? Söz edebiliyorsak bunun dayanağı nedir ve böyle bir tarihsel evrilmenin doğası hakkında neler söyleyebiliriz? Bu sorudan murad edilen, basitçe kültürlerarası karşılaştırma çağrısı yapmak, “evrensellik” mi “yerellik” mi gibi yanlış bir tartışmaya girmek değil, sosyal bilimlerde üretilen bilginin bağlama bağımlı karakterini vurgulamaktır. Türkiye’deki sosyal psikoloji pratiğinde Batı’da özellikle de ABD’de üretilen kavramlaştırmaları bir şablon olarak alıp kendi toplumumuza uygulamanın yaygın bir eğilim olduğu düşünülürse, tarihsel ve sosyal bağlamı içine yerleştirilmiş bilgi üretmenin önemi çok daha iyi anlaşılabilir. Türkiye toplumunda “eski” cinsiyetçi söylemlerin bittiğini ve artık “yeni” cinsiyetçi söylemlerin yaygınlaştığını ya da aynı anlama gelmek üzere, cinsiyetçi söylemlerde nasıl bir tarihsel evrilme yaşandığını söylemek hiç kolay değildir. Çünkü bu, her şey bir yana, araştırılması gereken bir konudur. Ama ne olursa olsun, ana akım çalışmalarda yeni ya da modern cinsiyetçiliğin dayanağı olduğu iddia edilen kriter (olumlayıcı eylem politikaları) bizim toplumumuz için geçerli değildir. En azından olumlayıcı eylem politikalarına karşı çıkma koşulları aynı değildir (bu 32 • iletiim : arat›rmalar› noktada, siyasi partilerde kadınlara kota talebi tartışmaları hatırlanabilir). Bu, bizim toplumumuzda “yeni” cinsiyetçilik söyleminin var olamayacağını ileri sürmek anlamına gelmiyor. Tersine, eşitlik, insan hakları ve benzeri liberal söylemlerin şu ya da bu biçimde eklemlendiği bir modernleşme tarihinden söz ettiğimiz ölçüde, Türkiye toplumunda da “yeni” cinsiyetçi söylemlerin varlığını teşhis edeceğimiz öngörülebilir. Ancak yukarıdaki tartışmada toplumları, ulusal sınırlar içinde homojen yapılar gibi ele almak problemli olduğu için, buradan hareketle “yeni” cinsiyetçilik konusunda sorunsallaştırması gereken üçüncü bir nokta daha karşımıza çıkmaktadır. Aslında bu nokta, yeni cinsiyetçilik çalışmalarında ilk bakışta “yanlı örneklem seçimi” gibi teknikleştirilerek, basit bir metodolojik kusura indirgenebilecek bir meseleyle de ilişkilendirilebilir: Araştırmaların dayandığı popülasyon. Genel olarak psikolojide, özel olarak sosyal psikolojide, pratik gerekçelerle, çalışmaların ezici bir çoğunluğu üniversite öğrencileriyle yapılmaktadır. Çünkü araştırmalarda üniversite öğrencilerine ulaşmak hem ekonomik hem de daha kolaydır (Condor ve Figgou, 2011). Cinsiyetçilik çalışmalarına özgü olmayan bu durum, cinsiyetçilik, ırkçılık ya da heteroseksizm gibi önyargı çalışmalarında toplumun geri kalan kısmına göre daha az önyargılı olması beklenebilecek bir sosyal gruba dayanarak konuştuğumuz anlamına gelmektedir (Aktaran Condor ve Figgou, 2011). Bu sosyal grubun daha az önyargılı olduğu iddia edileceği gibi, eğitim düzeylerinden dolayı önyargılarını haklılaştırmak ve rasyonelleştirmek için gerekli entelektüel araçlara sahip oldukları da düşünülebilir (Billig, 1988). Cinsiyetçi ideoloji ve pratiklerin sınıfsal açıdan da farklılaştığı gözönüne alarak, “eski” ve “yeni” cinsiyetçi söylemlerin değişik söylemsel stratejilerle iç içe geçmesi beklenebilir. Sonuç Bu makalede, sosyal psikolojideki cinsiyetçi önyargı çalışmaları tarihsel seyri içinde eleştirel bir yaklaşımla ele alınmaya çalışılmıştır. Başka bir sosyal olgudan söz ediyor olsaydık, muhtemelen böyle bir Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 33 gözden geçirme çalışması, kolaylıkla, yazarın kendisini belirli bir teorik ve politik düzlemde konumlandıran ve bu konumun haklılığını ve meşruiyetini temellendiren bir yazı olarak okunabilirdi. Ne var ki, bahsettiğimiz sosyal olgu cinsiyetçilik olunca, cinsiyetçiliği çalışmanın kendisinin en azından pek çok araştırmacı için anakronik kaldığı bir dönemde, teorik ve politik açıdan daha “yeterli” bir cinsiyetçilik çalışması yapma çağrısı pek kolay görünmüyor. Yukarıda söylemci perspektiften yapılan cinsiyetçi önyargı çalışmalarının sözü edilen azlığı tam da bu bağlamda anlamını bulmaktadır. Gerçi halâ entelektüel bir egzersiz olarak yeni cinsiyetçilik çalışması yapmak bazı araştırmacılara çekici gelebilir ama bu çalışmaların feminist politikaya ne kadar ya da nasıl katkı yapacağı belirsizdir. Feminist lingüistik çalışan Mills (2011), bu alanda ikici dalga ve üçüncü dalga feminist analizleri karşılaştırdığında, ikinci dalga analizinin, cinsiyetçi pratikler karşısında kadını güçsüz tasavvur ettiğini, üçüncü dalga analizinin ise bu cinsiyetçi pratikleri değiştirmek için pek bir yol önermediğini söyler. Mills’e göre, ikinci dalga feminizm için cinsiyetçilik, açık biçimde tanımlanabilen bir dizi pratiği temsil ederken, cinsiyetçi pratikler o kadar istikrarsızlaşmıştır ki, üçüncü dalga feminizm açısından onları belli bir bağlama koyarak anlamlandırmak çok güçleşmiştir. Tüm bunlara karşın, teoride, toplumsal cinsiyeti sosyal bir inşa olarak görmek ve kadın (ve erkekleri) homojenleştirmemek, diğer yandan toplumsal cinsiyet eşitsizliği söylemine sahip çıkmanın yollarını aramak gereklidir. Hele ki daha “yerel” ve politik bağlam içinden konuşacak olursak, Türkiye’de basitçe toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden değil, ataerkillikten söz etmek için yeterli bir nesnel zeminin olduğunu kabul etmek gerekecektir Kandiyoti’nin (2011: 44) de belirttiği gibi “ataerkillik kavramı, pek çok eleştiriye maruz kaldığı batının aksine Türkiye’de halen daha az tereddütle yaygın olarak kullanılıyor.” Çünkü “Ataerkillik teriminin feminist teori içinde geçirdiği kavramsal dönüşümler ve uğradığı eleştiriler bir yana, Türkiye’deki toplumsal cinsiyet rejimi içerisindeki keskin iktidar hiyerarşilerini ve derin eşitsizlikleri ifade edebilme gücüne sahip bir dile halen ihtiyaç duyulduğu ortadadır" (Kandiyoti, 2011: 57). 34 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça Acar-Savran, Gülnur (2004). Beden Emek Tarih Diyalektik Bir Feminizm İçin. İstanbul: Kanat. Augostinos, Martha, Walker, Iain and Donaghue, Ngaire (2006). Social Cognition. London: Sage. Billig, Michael (1988). “The Notion of Prejudice: Some Rhetorical and Ideological Aspects.” Text 8: 91-110. Bolak Boratav, Hale (2001). “Feminist Psikoloji: Nedir, Nasıl Gelişti, Psikolojiye Getirdiği Yeni Açılımlar.” Türk Psikoloji Yazıları 4: 1-19. Burr, Vivien (2003). Gender and Social Psychology. NewYork: Routledge. Condor, Susan (1989). “‘Biting into the Future’: Social Change and the Social Identity of Women.” The Social Identity of Women. (der.) Suzanne Skevington ve Deborah Baker. London: Sage. 15-39. Condor, Susan ve Figgou, Lea (2011) “Rethinking the Prejudice Problematic: A Collaborative Cognition Approach.” http://www.psych.lancs.ac.uk/people/uploads/susancondor20101114T135031. pdf . Erişim tarihi: 20.10.2011. Dowling, Colette (1999). Sindrella Kompleksi: Çağdaş Kadında Bağımsızlık Korkusu. Çev., Selçuk Budak. Ankara: Öteki Yayınları. Gill, Rosalind (1993). “Justifying Injustice: Broadcasters’s Accounts of Inequality.” Discourse Analytic Research: Repertoires and Readings of Text in Action. (der.) Erica Burman and Ian Parker. London: Routledge. 75-93. Glick, Peter vd. (1996). “The Ambivalent Sexism Inventory: Differentiating Hostile and Benevolent Sexism.” Journal of Personality and Social Psychology. 70: 491-512. Glick, Peter vd. (2000). “Beyond Prejudice as simple antipathy: Hostile and Benevolent Sexism Across Culture.” Journal of Personality and Social Psychology. 75: 763-775. Glick, Peter ve Fiske, T. Susan (2011). “The Ambivalent Sexism Revisited.” Sex Roles. 35: 530-535. Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 35 Gough, Brendan (1998). “Men and Discursive Reproduction of Sexism: Repertoires of Difference and Equality.” Feminism and Psychology. 8: 25-49. Gough, Brendan ve McFadden, Majella (2001). Critical Social Psychology: An Introduction. NewYork: Palgrave. Hall, J. Elaine ve Rodriguez, S. Marnie (2003). “The Myth of Postfeminism.” Gender and Society. 7: 878-902. Henrigues, Julian vd. (1998). Changing the Subject: Psychology, Social Regulation and Subjectivity. London: Routledge. Kandiyoti, Deniz (2007). Cariyeler, Bacılar ve Yurttaşlar. Çev., Aksu Bora ve Fevziye Sayılan, Şirin Tekeli, Hüseyin Tapınç, Ferhunde Özbay Özbay. İstanbul: Metis. Kandiyoti, Deniz (2011). “Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları: Gelecek İçin Geçmişe Bakış.” Birkaç Arpa Boyu… 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’a Armağan. (der.) Serpil Sancar. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. 41-60. Kayaoğlu, Aysel (2009). “BirpsikoloğungecikmişHrantDinkyazısı.” Eleştirel Psikoloji Bülteni. 2: 5-31. Kayaoğlu, Aysel (2009a) “Prejudice Against The Poor: A Way of Depoliticizing Poverty.” Varieties of Theoretical Psychology: International Philosophical and Practical Concerns. (der.) Thomas Teo et al. Toronto: Captus University Publications. 216-225. McHugh, C. Maureen ve Frieze, Irene Hanson (1997). “The Measurement of Gender-Role Attitudes: A Review and Commentary.” Psychology of Women Quarterly. 21: 1-16. McKinlay, Andrew ve McVittie, Chris (2008). Social Psychology and Discourse. Chichester: Wiley-Blackwell. Mills, S. (2011). Third Wave Feminist Linguistics and the Analysis of Sexism. http://scholar.google.com.tr/scholar?q=Third+wave+feminist+linguistics&hl =tr&btnG=Ara. Erişim tarihi: 22.09.2011. 36 • iletiim : arat›rmalar› Reicher, Stephen (Basımda). “From Perception to Mobilization: The Shifting the Paradigm of Prejudice.” Beyond Prejudice Problematic: Extending the Social Psychology of Conflict, Inequality and Social Change. (der.) John Dixon & Mark Levine. Cambridge: Cambridge University Press. 27-43. Riley, C. E. Sarah (2002). “Constructions of Equality and Discrimination in Professional Men’s Talk.” British Journal of Social Psychology. 41: 443461. Rudman, A. Laurie (2005). “Rejection of Women? Beyond Prejudice as Antipathy.” On the Nature of Prejudice: Fifty Years After Allport. (der.) John F. Dovidio, Peter Glick ve Laurie A. Rudman. Oxford: Blackwell. 10-120. Rudman, A. Laurie ve Glick, Peter (2008). The Social Psychology of Gender: How Power and Intimacy Shape Gender Relations. New York: Guilford Press. Sakallı, Nuray (2001). “Beliefs About Wife Beating Among Turkish College Students: The Effects of Patriarchy, Sexism, and Sex Difference.” Sex Roles. 44: 599-611. Sakallı-Uğurlu, Nuray (2002). “Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik Ölçeği: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması.” Türk Psikoloji Dergisi. 17: 47-58. Sakallı, Nuray (2002a). “The Relationship Between Sexism and Attitudes toward Homosexuality in a Sample of Turkish College Students.” Journal of Homosexuality. 42: 53-63. Sakallı-Uğurlu, Nuray ve Beydoğan, Başak (2002). “Turkish College Students’ Attitudes Toward Women Managers: The Effects of Patriarchy, Sexism, and Sex Differences.” The Journal of Psychology. 136: 647-656. Sezer, Özlem (2004). “Masallarda Toplumsal Cinsiyetin İşlenişi.” Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara. http://acikarsiv.ankara.edu.tr. Erişim tarihi: 10.01.2012 Simithson, Janet (1999). “Equal Choices, Different Futures: Young Adults Talk About Work and FamilyExpectations.” Psychology og Women Section Review. 1: 43-57. Kayaoğlu • Önyargı Olarak Cinsiyetçilik • 37 Swim, Janet K. vd. (1995). “Sexism and Racism: Old-Fashioned and Modern Prejudices.” Journal of Personality and Social Psychology. 68: 199-214. Swim, K. Janet ve Cohen, L. Laurie (1997). “Overt, Covert, and Subtle Sexism.” Psychology of Women Quarterly. 21: 103-118. Tillion, Germaine (2006). Harem ve Kuzenler. Çev., Nükhet Sirman ve Şirin Tekeli. İstanbul: Metis. Tougas, Francine, vd. (1995). “Neosexism: Plus Ça Change, Plus C’est Pareil.” Personality and Social Psychology Bulletin. 21: 842-849. Tuffin, Keith (2005). Understanding Critical Social Psychology. London: Sage. Twenge, M. Jean (1997). “Attitudes toward Women, 1970-1995.” Psychology of Women Quarterly. 21: 35-51. Unger, K. Rhoda (1998). Resisting Gender: Twenty-five Years of Feminist Psychology. London: Sage. Unger, K. Rhoda (2003). “Women as Subjects, Actors, and Agents in the History of Psychology.” Handbook of Psychology of Women and Gender. (der.) Rhoda K. Unger. New Jersey: Wiley. 3-16. Wetherell, Margaret, vd. (1987). “Unequal Egalitarianism: A Preliminary Study of Discourses Concerning Gender and Employment Opportunities.” British Journal of Social Psychology. 26: 59-71. Wilkinson, Sue (1990). “Women Organizing Within Psychology.” Feminists and Psychological Practise. (der.) Erica Burman. London: Sage. 140-151. Wilkinson, Sue (1997). “Prioritizing the Political: Feminist Psychology.” Critical Social Psychology. (der.) Tomás Ibáñez and Lupicinio İñiguez. London: Sage. 178-194. Wilkinson, Sue (2001). “Theoretical Perspectives on Women and Gender.” Handbook of Psychology of Women and Gender. (der.) Rhoda Unger. New Jersey: Wiley. 17-28. 38 • iletiim : arat›rmalar› 39 The Role of Theaters in Making Common People Civilized in 19th Century’s Istanbul Comparing with Vienna and Paris Dilek Özhan Koçak Abstract Paris where was already the center of bourgeois dominance transforms along with the cultural institutions and entertainment practices in 19th century. Theatre as a social art form not only responds to the wishes of new elites who desire to be seen as elite as aristocrats, but also become an institution where the “barbarians”, who just came to city from towns to work in factories, would be civilized and prepared to modern city life. On the other hand modern repertory theatres first came into existence in Galata/Pera region in 19th century simultaneously with the urban transformation of Istanbul. Initially, similar to the theatres in Europe, they became the places where elites could highlight their position. However, since the theater performances in this district of the city were primarily in French, it was not possible for common people to follow them. Consequently, intellectuals and the ruling elite gave a special importance to theaters, which were thought to be the place where western norms could put into action. Because considering the literacy rate in this period, in the transition of western values, theaters’ accessibility for common people were much more easier comparing other media such as newspaper and journals. Thus, along with the theaters in Galata/Pera, Ottoman Theater had been constructed in the region where majority of population were Muslim Turkish people. Keywords: Theater, civilization, culture, city, modernization. Viyana ve Paris ile Karşılaştırıldığında 19. Yüzyıl İstanbul’unda Tiyatroların Halkın Uygarlaştırılmasında Oynadığı Rol Özet Yüzyıl sonunda burjuva egemenliğinin merkezi olan Paris’in dönüşümü ile birlikte modern yaşam tarzı da, kültürel kurumları ve eğlence tarzıyla dönüşmeye başlar. Toplumsal bir sanat formu olan tiyatro bir yandan yeni seçkinlerin kendilerini seçkinleştirme arzularına karşılık vermeye devam ederken, diğer yandan kırdan kente gelen “barbar”ların, yeni hayata hazırlanacakları ya da uygarlaştırılacakları bir mekana dönüşür. Diğer yandan, İstanbul’daki kentsel dönüşüm ile eşzamanlı olarak modern repertuar tiyatroları ilk olarak Galata/Pera bölgesinde ortaya çıktı. Başlangıçta, Avrupa’daki tiyatrolara benzer bir şekilde, bu tiyatrolar seçkinlerin sınıfsal konumlarının altını çizdikleri mekanlar oldular. Ancak bu bölgedeki tiyatro performansları öncelikle Fransızca gerçekleştirildiğinden, halkın onları takip edebilmesi mümkün değildi. Bu nedenle, aydınlar ve yönetici sınıf batı değerlerinin işlerlik kazanabileceğini düşündükleri tiyatrolara ayrı bir önem atfettiler. Çünkü okuryazar oranı göz önüne alındığında batı değerlerinin intikalinde sıradan insanlar için tiyatronun ulaşılabilirliği gazete ve dergiler gibi diğer iletişim araçları ile karşılaştırıldığında daha kolaydı. Böylece, Galata/Pera’daki tiyatrolarla birlikte Osmanlı Tiyatrosu, nüfusun büyük çoğunluğunu Müslüman Türkler’in oluşturduğu bir bölgede kuruldu. Anahtar sözcükler: Tiyatro, uygarlık, kültür, kent, modernleşme. iletiim : arat›rmalar› • © 2008 • 6(1): 39-61 40 • iletiim : arat›rmalar› The Role of Theaters in Making Common People Civilized in 19th Century’s Istanbul Comparing with Vienna and Paris* Theaters constructed in Galata/Pera region in 19th century’s Istanbul become the places where bureaucrats and bourgeois could highlight their position similarly to the theaters in European cities. However some theaters, except the ones in Galata/Pera, were built for Muslim Turkish people in order to make them civilized and impede the distances which was probable to occur between common and elites after the declaration of Tanzimat Fermanı. The leading intellectuals and ruling elites believed that in the process of representation of the values of West and in making common people civilized, Western Theaters -comparing with other media such as newspaper and journals- would be more effective considering the literacy rate. Hence the intellectuals adapted the plays properly to the common peoples’ culture while they were translating them. Art was used as a medium by intellectuals to educate and make common people civilized. Norbert Elias ones mentioned that the expected attitute from a civilized man is not to touch but to watch with eyes, not to talk but to be guite, not to be active but to be passive. Pierre Bourdieu also consider in the similar perspective that he says the basic difference between the taste of middle class and proletariat is “distance” and “participation”. Considering from Elias’ and Bourdieu’s arguments, this paper intends to understand the role of theatres particularly the ones in Istanbul in making * Bu makaleye zemin oluşturan metin 13-17 Temmuz tarihlerinde gerçekleşen “Cities, Creativity, Connectivity” temalı IAMCR/AIECS/AIERI konferansının “Media, Religion & Culture” grubunda, “Theater as a Primary Figure of Modern City Culture in 19th Century” başlıklı bildirinin sunulmasıyla yazılmış ve bu dergi için yeniden düzenlenip, geliştirilmiştir. Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 41 common people civilized and in expanding modern urban culture. Their position will be thought comparatively the theatres in other European cities such as Paris and Vienna with terms of “civilization” and “culture”. In the first part of the article, the reason why i dwell on the terms of kultur and civilisation is to understand the changing socio-cultural environment of 19th century’s Istanbul along with Europe. In the subsequent sections, after i touch on how theater audiences change along with the changing social, cultural and economical environment, i will mention how the mobilization which was started with Tanzimat, reflect the character of Istanbul. On one hand theaters in Galata/Pera region responded the gentrifying effords of new elites themselves, on the other hand the leading cultural institution named Ottoman Theater which was constructed in the district where commons reside had a role as a communication medium in making common civilized. In the last part of the article, I will also dwell on the role of Ottoman Theater in making common civilized and in educating them proper to modern urban culture. Civilisation versus Kultur The term of civilisation is created by the terms of civilise and civiliser and used in its modern meaning in 18th century1 (Braudel, 1996: 1 Norbert Elias acknowledges that the first written document belongs to Mirabeau in terms of the existence of the concept of “civilisation” in about early 18th century. (Elias, 2005: 114) Lucien Febvre also acknowledges that he did not encounter with the word of civilisation in any printed text before 1766. He believes that the word come into existence between 1765-1798. (Febvre, 1995: 13, 18) 42 • iletiim : arat›rmalar› 27-28). Civilisation emerges not only to increase the power of the word of civilise but also differentiate from its previous meanings of civil and polite (Febvre, 1995: 28). As a matter of fact, synonymous terms of civilisé, cultive, poli, police are used to characterize the behaviors of courts, thus they can distinguish themselves from commons. Through these concepts, they could feel themselves higher than the others, “simple and primitive people” (Elias, 2005: 114-116). Civilisation contained two ideas. Firstly, it is used as the counter phase of barbarism. Corresponding an uncivilised public, the idea emphasized that the civilisation was a process; thus, court could set itself apart from “barbarians”. As the result of weakening of aristocratic power, middle class inherited the attitudes of court and developed the factors of being civilised; thus, they could place themselves in a privileged position similarly to court. Secondly, with its “totalitarian” and “uniform” meaning, civilisation (Elias, 2005: 75) ignored the international differences in the late 18th century and the early 19th century during the rise of middle class. However the reaction to its totalitarian meaning was quick enough. The romantic reaction to the mentioned term gave rise to the term of kultur. When kultur2 was first used in Germany, it was written as cultur which was a French term. In its first usage, it was used as the synonymous of civilisation which meaned “intellectual, spritual and material developing process”. Although kultur was firstly the part of “general spirit of enlightment”, in the course of time it turned into “deliberate attack” to its uniformity (Eagleton, 2005: 18, 20-21). While the concept of civilisation in French included the meaning of the specific condition of French bourgeoisie, the meaning of kultur in German contained the specific social destiny of German bourgeoisie. With the rise of bourgeoisie the term of kultur was used as the “expression of national consciousness” (Elias, 2005: 129). As a matter of fact, giving priority to the term of kultur in German, weakened the power of the meaning of civilisation. According to Tonnies (1922) and Weber (1935) civilisation was only “the sum of vehicles that impact nature”. Counter to civilisation kultur was, “normative principles, values and 2 In german Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 43 ideals; with a single word, it was mentality” (Braudel, 1996: 29-30). The question of “what is French or English” was obvious. From now on the answer of the question “what is German?” was kultur (Elias, 2005: 76). The kultur of Germany came to a situation to compete with the civilisation of France. The term of civilisation included the behavior as well. Accordingly, “civilised” was used to describe the forms of human attitude or behavior and people’s relationship to their environments, their dress and language (Elias, 2005: 74-75). In other words, to be civilised required the fullfillment of the rituals of being civilised. The Stage of Civilisation In the first quarter of 17th century, theatre and its audiences were plebeian and masculin, before it was transformed into the place where nobles showed their civilised behaviors. The leading factor determining the audience of theatre in this era was the negative attitude of palace to theater. For Henry IV and Louis XIII theatre was inferior. They thought that theatre was a plebeian entertainment; it was for rude men and immoral women. However this attitude changed in 1612 when some performances exhibited in palace. From 1630’s the nobles re-created theater and made it the entertainment of theirselves. In 17th century Corneille, Moliere ve Racine and in the first half of 18th century Voltaire and Racine wrote their masterpieces to this dominant aristocrat audiences. Thus, fifty and sixty years before the French Revolution, the effects of rising middle class had showed itself not only in the other fields of culture but also in theatre. Undoubtedly, the best places in theatre halls had become under the command of aristocrats and wealthy people with the begining of popularization of theatre among aristocrats (Lough, 1957: 3-4; 14-16; 23; 111). Henceforth the seats in theatres in 17th century’s Paris were certain in the terms of class. The most expensive seats were belong to high class and wealthy people (Lough, 1957: 107). In that time writers such as Moliere and Corneille classified the audiences in three categories: la 44 • iletiim : arat›rmalar› cour or les grands3; le peuple4 or le bourgeois and le savants5 or le doctes (Lough, 1957: 120). Rising in the prices of seats in theaters were the most obvious proof that theater was no longer a plebeian entertainment. New Entertainment for New Nobles In the day of revolution, fires were opened on the clock towers in different points of Paris. This was the most obvious proof that a brandnew time began in France (Benjamin, 1995: 41). French revolution ended aristocratic society and started a new time, however it didn’t end an aristocracy which could only be distinguished by the titles (Hobsbawm, 1998: 200). The nobility and the rituals inherited by the bourgeosie from aristocracy continued without any remarkable change. Karl Marx, in his The Eighteenth Brumaire of Louis Napoleon highlighted that bourgeoisie made its history by taking over everything from aristocracy. Because the revolutionary French bourgeoisie had a close relationship with the aristocracy before revolution and did not break with the tradition of palace6, they took an attitude in the style of behavior connected to the tradition of the palace. Although the revolution destroyed the previous politic structure, traditional structure in the style of behavior became permanent (Hobsbawm, 1998: 3 People who live in Palace 4Public 5 Scholars 6 Norbert Elias mentions that the people from Palace and the bourgeoisie impressed each other. Accordingly, bourgeoisie is affected by the behavior of aristocracy and the aristoctacy is affected by the behavior of bourgeoisie. This “bottom-up effect” in France is less in 17th century compared with 18th century. Yet the bourgeoisie begin to infiltrate to the palace in the era of Henry IV and Louis XIII . Even in 1627 Louis XIII presents a petition titled “the wishes and the materials for re-establisment and strengthening of the nobility” and contains the details of offers. As a further measure Louis XIV closes the doors of a large part of the chair of Palace to bourgeoisie. However it causes the narrowing of the domain of Palace and the shaking of the economic foundation. The reason of this that their income come only from the soil properties they have. The proof of this mutual effect is the construction of the palace of Finance Minister of France before the palace of Versailles and become an sample of Versailles in some ways. (Elias, 2005: 206; 257; 259) Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 45 128). Theatres, previously being the places of aristocratic values, left its position to bourgeoisie character. As the new patrons and cultural centers began to emerge, the art spread over a wide area (Hauser, 1984: 20). Thus, theatres became the entertainment of commons’ once again. But this time, on the one hand theatre authors’ works became popular and were performed in public theatres of Paris, on the other hand these works were performed magnificently in the court of Richelieu by using the stage machineries and decorations that were brought from Italy (Sokullu, 1982: 65; 68). Although the plays were the same, the audiences and the style of performances differed (Hauser, 1984: 17-18). The theater became not only an artistic form that contribute to create a new image of a civilisation but also one of the visual elements of the city which was the center of modern bourgeois society from now on and was reconstructed for a modern, economical, energetic, sensible, practical bourgeoises with less time and a lot of money. The new artistic stylies of city was created with new technology and construction materials. The ideal of Wagner, who was an artist and a city planner, was to raise uniformity to monumentality. Wagner believed that the uniformity with larger blocks where millions of people can leave could be raised to monumentality that directly express modern economic man. In this context, Vienna’s Ringstrasse was re-arranged to form a synthesis of art and utility (Schorske, 1998: 159-160). Necessary elements for obtaining and continuation of a new capitalist economic system was gathered together with the utilitarian trend in Ringstrasse, thus the new city life was aestheticized with the monumental elements which resembles “a complete work of art”. The cities just like the palaces were embellished and made monumental by their owners. Ringstrasse with its magnetic power attracted Vienna’s elites. Aristocrats, traders, bureaucrats would prefer leaving in Ringstrasse. The monumental buildings represented the highest values of dominant culture. Schools became the training centers of free elite people, museums and theaters brought a culture together which would save the menial roots of novi homines (new man). Aristocratic spirit, theoretically would be open to all through cultural institutions (Schorske, 1981: 45; 54). 46 • iletiim : arat›rmalar› Theatres on the one hand corresponded to the wishes of new Elites, on the other hand became the places where the city of the Barbarians, who came to the city from small towns, would become modern city-dwellers. But the art as being a form to be protected as an indicator of “status” by the owners of new civilisation and an entertainment of the “high culture” would be an effective tool to highlight the distinction between classes. In the beginning theatres of Vienna and Paris became the center where “high culture” was taught and later on the places where “elites” could exhibit their own privileges. “Paris Opera” opened in 1875 as a large and elegant place, portrayed the continuity of baroque mentality of the aristocracy. With a library, a restaurant, a huge ball room, a dance school, it emphasized to be a cultural center (Watson and McKernie, 1993: 299). Being Civilized by Theater For people who came from small towns because of the industrial revolution to work in factories, was no longer correct to continue their traditional life in modern cities. “The song sung while ploughing cannot be sung in a place where is not ploughed. If it is sung then it is anything else but not a folk song anymore” (Hobsbawm, 1998: 296). Accordance with the criterias of urban civilisation began to be appear with Industrial and French Revolution, people, “the barbarians of civilized society” in cities were required to be civilized and became modern “city-dwellers”. The meaning of the concept of civilisation in 19th century additionally contained that one of the stages of civilisation process was achieved; from now on, people should have achieved this process among other communities or lower strata in their own communities: “Civilisation between the upper and middle classes is now perceived as an integral part of their”; from now on the desired is to “spread it over a wide area and go further within the framework of the reached standarts” (Elias, 2005: 198). Spreading the civilisation over a wide area was required in order to continue the developing process. “The lower and poor civilisation” did not share the luxurious and artistic Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 47 activity that previously belong to “a social minority”. If “the ground floor of civilisation” was thought to be its “reality plane”, in 19th century which was the century of “new riches” and “conqueror bourgeois”, “ever-incresing number of those people” were invited to participate jointly in a civilisation. Notwithstanding the heavy social costs in this century, some advantages such as “the development of education, culture and access to universities, and social uplift is gained “ (Braudel, 1996: 44-45). Thus, from 19th century the aesthetic compulsory departed from the certain cities or certain social strata. Theatres had a great importance to integrate people in “civilisation process”. The significant proof of it was the construction of a great number of theater buildings in many different European cities. For instance Bayreuth Opera with its simple and homely look, was built in this period by Wagner. Wagner deliberately set out many new arrangements inside and outside of the building. He laid out the seatings in amphitheater style so the viewers could see the stage without difficulty and give attension to the performance on the stage so that, they could watch the performance quietly and have a connection with art (Sennett, 2002: 270-272). By transforming the theater box into balcony, Wagner ended the priviled order in theater. However, it must have not been forgotten that Wagner got the financial support from his patron Ludvig II in the process of realizing his ideal. Althought Wagner created egalitarian and democratic watching atmosphere on stage, he left the stage box for Ludwig II (Sokullu, 1982: 62; 71-72). Theaters became popular in 19th century. They began to fill up with people who had much less interest about intellectual ideas, people from working class, clerks, cashiers and merchants. Because most of them must have worked during the day, they filled up the theatres at nights. These audiences created a new concept in theatrical entertainment by showing interest (with applause) to the certain plays. Theatre was no longer filled with a poetic and literary allusion; plays were performed with simple and ineffective acting. Theaters of this period were affected by the behavior of rapidly changing world (Watson and McKernie, 1993: 289). 48 • iletiim : arat›rmalar› As a result of social and economic developments, producers turned theater into a circus for the people who had enough money and leisure time. They used animals in performances, puppet shows, vaudeville in order to convince the new theater audiences. The new audience chose realism rather than poetry, entertainment rather than art, and individuality rather than personality. They demanded for social dramas and melodramas as a serious entertainments (Watson and McKernie, 1993: 295; 311-312). Despite all these developments, theater also served for the purpose of educating the public. The famous Victorian actor and then the theater manager Henry Irving (1838-1905) believed the educational and developer role of theater. Irving in one of his conference said that theater should have been used as a tool to educate the public. According to him, people still went to theater in order to have fun not for intellectual development; middle and working class must have been trained in watching good performances. In this way, theater could be made more respectable (Richards, 1994: 165). However, theater began to lose its elitist position by becoming popular and changing of the culture of watching because of the behaviors showed by the audiences during the play. Hence “the culture of everyday life itself” did not have a distance, “folk culture rejects the limits that is categorized between art and life” (Türkoğlu, 2000: 109). For instance theater audiences in United Kingdom had variable behavior. At that time a theater critic who watched a play in a small theater said that the audiences did not respect to the performances that they responded and talked to the players and at the end of the play threw oranges directly to the players. Another audience in the theater during the performance observed that all audiences showed their feeelings clearly without any hesitation (Watson and McKernie, 1993: 312). Pierre Bourdieu explains the differences between the classes in the forms of entertainment as follows: The most radical difference between popular entertainments-from Punch and Judy shows, wrestling or circuses, or even the old neighbourhood cinema, to soccer matches-and bourgeois entertainments is found in audience participation. In one case it is constant, manifest (boos, whistles) Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 49 sometimes direct (pitch or playing-field, invasions); in the other it is intermittent, distant, highly ritualized, with obligatory applause and even shouts of ethusiasm, at the end, or even perfectly silent (concerts in churches). Jazz, a bourgeois entertainment which mimics popular entertainment, is only an apparent exception: the signs of participation (handclapping or foot-tapping) are limited to a silent sketch of the gesture (at least in free jazz) (Bourdieu, 1989: 487-488). Since the end of 19th century the distinction between middle and working class was determined by controlling the feelings during the performance as showing emotions was a shame. Responding to the players on the stage was called “provincial blunder”. This “rude” image of audience related to the lower class as well as provincial (Sennett, 2002: 269-270). 19th century man did not know how to express himself in the public sphere, what to feel when watching a performance in a theater or listening to music. These people did not have to continue their traditional entertainments appropriate with “rituals of civilisation” since they were living in countryside or quarters in cities. However the main reason of expansioning the explanatory notes which were initiated and successfully implemented for the first time by George Groove in concerts and plays, was to teach people how to feel and what to see during the performances. The articles and program notes called Feuilleton were the first explanations indicating people what to feel. With these program notes critics described how the musicians play and how the music transmit. People without these brochures in their hands hear only the strange voices. These articles and program notes described how a work of art should be recepted by people. They emphasized that a work of art deserved to be protected and should have not been lowered in the value of commons’ level. The reason of the existence of such notes intended to reduce the distance between “down” and “high”. However, they tried to do that by not reducing the high taste to low taste but by raising the low taste to high. Thus, a work of art did not lose anything from its protected status and its value. In 1850s, audiences who could control their feelings were seen as ideal audiences. During the performance “spontaneity” was seen as “primitive”. At the end of 1870s, actors were not applauded until the end of performance and there was not any applauses between 50 • iletiim : arat›rmalar› the sections of symphonies in concerts. While the theater audience in Paris and London in 1850s did not hesitate to talk with the one next to him/her; in 1870s talking during the performance was seen as a “rude” behavior. In order that the audiences could focus all their attension to the stage, the lights in the hall of theaters was turned off. These kind of practices was first initiated by Charles Kean in 1850 and became a law in Beyreuth. In 1890s darkened halls became universal (Sennett, 2002: 269; 272-273). During the transformation of the cities in Europe particulary Paris and Vienna in 19th century, both the everyday needs of modern man and the expression of high culture7 were kept in the forefront. In this case, the art was positioned as a tool of the expression of high culture. However, the cities being the centers of industrial capitalism were not suitable for this new urban ideals with all its “barbarian” and “provincial” people. The theaters were made like a circus proper to the level of public by the entrepreneurs for whom the profit has priority. Thus, the theater did not represent the new urban ideal. In such a case, would the public reduce the level of art and made it vulgar or would the theater made public civilized? While the quarters united with the boulevards by the destructiveconstructive methods in the cities of 19th century, the “civilized” and the “barbaric” came closer to each other. The theaters in cities had more importance to make people come together from all classes. The public who encounter “high” art forms in theaters learned how should have they followed opera and theater performances from the explanatory program notes which were prepared for them and from the civilized counterparts who also watched the performance in the same place. Thus, they steped to be the integral part of “complete work of art”. 7Culture used to mean “high” culture. Over time it expanded to “down” and covered folk culture and in the near future it “laterally expanded”. In old sense culture implied the popular meanings of science and fine arts (such as folk music, folk medicine and so on). In recent years it refers to a large (images, tools, etc.) man-made things and system of practices (speaking, reading, playing) (Burke, 2006: 40). Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 51 While the city as an actor transformes in economic, social and cultural manner, the city dwellers transformes in accordance with these new changes. Since the first part of 19th century with the declaration of Tanzimat Fermanı, Istanbul was began to be regularized by modeling Paris and Vienna. The reason of that Paris and Ringstrasse were the symbols of the results of the city revolution of bourgeoisie and bourgeois power not only in Europe but also all over the world. Although regularization of Istanbul started simultaneously with these cities, a configuration in Istanbul on a large scale of these cities did not come true because of the lack of the bourgeoisie who had the financial, political and cultural power (Çelik, 1998: 128). Visible transformation were only seen in the region of Galata/Pera wherein the commercial bourgeoisie live. This region was transformed by “Altıncı Belediye Dairesi” which were the unique municipality in 19th century Istanbul. During its reconstruction, Altıncı Daire was inspired by Paris’ Place de l’Etoile. During the reconstruction the needs and expectations of trading bourgeoisie had priority that the streets and sidewalks were constructed and the region were lightened. Thus, such as Ringstrasse, Pera had a kind of magnetic power which attracted the elites of Istanbul. Merchants, bankers, bureucrats would rather have stayed here and bought houses from here. Pera with its cultural institutions such as theaters and operas completed the “the image of civilisation” and emphasized the social role of regional bourgeoisie and ruling elites. Theaters in Pera became not only the places where high culture was tought and but also the places where elites could show and exibit their privileges and indicate their status. Theaters became the new entertainment form for Istanbul’s elite strata. One of the leading theaters in Pera was “Naum Theater” which became the center of the most obvious indicator of cultural change in that time. It was known as an “Imperial Theater” (And, 1972: 200-201)8 hence it was supported by palace and its visitors were “noble”9. Being 8 Abdülmecid and Abdülaziz were ready in principal performances (Duhani. 1982: 6263). 52 • iletiim : arat›rmalar› in Naum Theater meant to be elite, civilized and nobel. Not only Naum Theater but also the other theaters in Pera called French Theater and Bosco Theater showed the portrait of modern city-dweller with the hand bills they published. For instance, in a hand bill published in between 1849-1850, the prices, the procedures of entering the theater, prohibition of smoking, the rules that must have been obeyed during the performances were explained10. These kind of information’s purpose was to maintain the order in theater. They were the first signs of regular, in other words modern everyday life as well. Having differences between the first and second class emphasized the liberal values which privileged the bourgeois urban life. From now on, not the “religion” but the “money” was the determining tool of the differences of people. Hence the performances in theatres of Pera were in foreign languages and at nights11 Muslim Turkish people could not follow them. Therefore they achieved to maintain their privileged status (Ceride-i Havadis. Issue: 222/22, 1845, from, Sevengil, 1969: 28). The Public is Watching “Moliere” Due to the lack of municipality system outside Galata/Pera, the most of the city resembled a rural region. Both the rural and urban picture of the city within the same framework was in fact the picture of 19th century’s Ottoman society. Westernisation movements did not cause a transformation equally in all the districts of the city; most significant changes were observed in Galata/Pera region where “commercial bourgeoisie” and bureaucrats reside. Thus, it can be expressed that in 19th century’s Istanbul and in its everyday life there was a dualism. The general character of the city could be described in this way. 9 For instance in 1869’s March, on behalf of Queen Victoria, her son and his wife came to Istanbul to visit the Ottoman State. They watched an Italian Opera in Naum Theater together with the Ottoman viziers, high-ranking officiers and foreign ambassadors. There were Sultan on the theater box with on his right “Princesse de Galles” and on his left “Prince de Galles”. (Terakki Newspaper, Issue: 103 (28th of March 1869), Issue: 108 (3rd of April 1869), Issue: 112 (8th of April 1869) from (Sevengil, 1962: 62) 10 For more writings in hand bill look over (Sevengil, 1969: 32-33) 11 Transportation facilities currently lacking in that period. Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 53 Hence the applied reforms did not change anything in common peoples’ everday life, the distance between the goverment and the public increased. The intellectuals and the ruling elites gave importance primarily to the theater. Because they noticed that the Western civilisation was founded upon the ideology of progress and for the continuation of the progress the civilisation should have been expanded. Hence the theaters in Pera was not close to the common people’s life, theater should have been taken to their foot. Ottoman Theater both with the full repertoire and decor in Western standarts was opened in Beyazıt where mostly Turkish Muslim People lived in 1870 in the administration of Güllü Agop only on the condition that the performances would be in Turkish. Thus, the theater did not represent the “degenerative” life of Beyoglu anymore. It became a part of the peaceful traditional life of commons. The intelligentsia who showed effort to develop Ottoman Theater, adapted the theater works in accordance with the culture of people rather than to translate them verbatim. By doing this they wanted people to recept the performances. In transition of the spirit of Tanzimat; in closing up each other the two parts of city (Istanbul and Pera) culturally which had different speed of development or in creating a united city culture; by teaching the urban values, dissemination of urban culture; in attempting to new synthesis of culture and civilisation, Ottoman Theater gained a center role as a decor of civilisation. Although westernisation was a trend between the people12 in this period, it only occured as adopting the material life of Western Culture. However adopting only the material culture of West was not enough to be Western, because the material culture in West had been completed and made with art, philosophy and thought (And, 1972: 13). Functioning the Western culture in Ottoman society was solely possible if its art and thought are experienced practically by people. In this manner, theater once more had a center role. For Ahmet Mithat Efendi, one of the leading intellectuals of the period, the concept of “civil/civilized” meant searching more happy and comfortable living 12 As a matter of fact westernisation process was not only effected in elite strata but also in commons. (For more information Göçek, 1999: 214-215; 220) 54 • iletiim : arat›rmalar› conditions for the individuals. However this happiness was not only for the material wealth but also was due to the moral and cultural values. Thus, three elements, technical, cultural and ethical were the requirements for a happy society (Okay, 1991: 399). Ahmet Mithat Efendi explained the importance of theater in a society where the literacy rate was around ten percent: “Now if we really try to educate people who do not know how to write and read, we can be succesful with the help of theater” [Ahmet Mithat, Menfa (Istanbul, 1293/1876): 66-68, from Findley, 1999: 8]. Theater was an activity required by each country (And, 1972: 108), theater had the necessary elements of culture and morality in being civilized13. As the cultural basis of the process of civilisation, Ottoman Theater did not only teach people how to watch a theater performance but also prepared them to modern everyday life. Watching a representation in a western theater required other behaviors and attitudes unlike the traditional life. As an entertainment form of “civilized” world, Western theater was different from the traditional forms of entertainment such as Karagöz14 and Ortaoyunu. Watching a performance in a hall with a capacity of 500-60015 now required an order; to have fun should have been controlled and proper to civilized man. As it is mentioned above, theater was not only a modern entertainment form but also a kind of a training tool. When some representations were performed in Soulillier Cambazhanesi (the place where acrobatics shows were performed) before the establishment of Ottoman Theater, the entertainment and having fun was philosophized with an 13 Theater declared as a school of civilisation by the theater actors in an issue of Diyojen. (Diyojen, 31st of July 1287, Issue: 40, from, And, 1972: 112) 14 For the political and critical character of Karagöz see Serdar Öztürk, Karagöz Co-Opted: Turkish Shadow Theatre of the Early Republic (1923–1945), Asian Theater JournalVolume 23, Number 2, Fall 2006, pp. 292-341. And considering Karagöz as one of the expression form in public spheres see Serdar Öztürk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri, İetişim, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, 21, 95-125 (2005) 15 Bosco Theater were a building with the 500-600 people capacity (Ceride-i Havadis, Issue: 2. II. Cemaziyelahir 1256 – August 1840, from Sevengil, 1969: 21). Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 55 announcement in the newspaper and it was also implied that theater was the leisure activity of modern man. Accordingly, a person works eight hours in a day, eats something in four hours and deals with special tasks, communes, listens to music about four hours and sleeps the rest of time. Working permanently was unnatural, the best theater was Soulillier Theater (And, 1972: 108-109). With this announcement the time was defined quite different from the the time of east and traditional life of Istanbul. The time was classified and theater was mentioned as the leisure activity of modern and civilized man. Thus, when the people of Istanbul followed the performances in theater and made it the part of their everyday life, they deserved to be defined as city dwellers. The modern city dweller always wishes to derive maximum benefit from his/her leisure time, so he/she plans the time (Adorno, 1998: 143). Everyday life is firstly fragmented and then re-arranged and each of these fractions (business, private life, family life and leisure time) and the organization of entertainment are operated in a “rational way”. Organizing the everyday life of the city, time is used in a controlled way and organize in a rigorous way (Lefebvre, 1996: 64). However being a city-dweller means not only editing and organizing the time and knowing how to use the leisure time but also showing the behavior expected from a civilized man. Being in a theater requires knowing the specific manners. Ahmet Mithat Efendi believed that knowing Europe made it possible to know the manners of civilised world (Okay, 1991: 117; 123). Hence the people of Ottoman Emperor were accustomed to traditional forms of entertainment that did not require any rules, it was not expected from them to show the manners of watching a western theater performances. Their behaviors were spontaneous and uncontrolled and consequently “rude” and “barbaric”. Austrian Franz von Werner once saw a performance in Ottoman Theater said about the audiences that: Entering the narrow theater box, dense smoke is seen. The “fesler” (kind of traditional hand) in parterre is just like the flower post lined up next to each other. A white and green turban from a person from Ulema breaks this monotony once in a while. Two Armenian women smoke like men in the other theater box. This time Armenian women throw the cigarettes 56 • iletiim : arat›rmalar› and drink orange juices. The curtain opens because of a whistling sound. Some sounds heard from the parterre means they enjoy the performances. The sounds of gunfires make a great applause at the end of the play; from the parterre some “bismillah” sound is heard. Murat Efendi (the nickname of Franz von Werner) and a cencorship officer is worried about the behaviors of public. Even thought public do not understand a lot of scenes, they applaud. In this regard the Ottoman audiences are unique, because they don’t know what the boredom means” (Murat Efendi (1877). Türkische Skizzen. 2 Volume. Leipzig. 100-104, from And, 1972: 86). However the expected behavior from civilized man is: (...) as a result of socio-development self-control, the most important character of the civilized man is being banned from the things he love, like or hate without being aware” (Elias, 2005: 322). The thing occuring previously as an active and mostly “agressive pleasure transformed into a “controlled and passive taste, an eye taste”. In 18th century the Civilite of La Salle says: Children touch everything they like. This bad habit must be corrected and they should learn nothing but to look. They should not touch everthing they like” (Elias, 2005: 322). The expected behavior from a civilized man is not to touch but to watch with eyes, not to talk but to be quite, not to be active but to be passive and all these behaviors is tried to be thought to the public with the help of the announcements published in newspaper. The expected behavior from the public was being quite and showing comity who are accustomed to the culture of an interactive watching in their traditional entertainment forms. In the civilising process, the European manners entered Istanbul not only with the announcements but also with the help of the qualities and the content of the performances in theaters. For instance, Shakespeare’s tragedies had a function of reflecting “the ideals of the absolutist tradition of the palace”. Accordingly, all the elements such as “the importance of good behavior”, “bridling the individual emotions by mind”, “the vital requirements for each person from Palace”, “measured behaviors and to avoid any rude behavior”, “the original Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 57 symptoms of a specific time period in the way of civilisation” revealed itself in classical tragedy (Elias, 2005: 89). The vast majority of theater works that was translated or adapted were the rituals of civilisation which carried the codes of aristocratic life passed carefully from generation to generation. Although the tragedies of Shakespeare had a universal character in terms of the typology of personality, they had a function in carring the aristocratic tradition. Thus, the audiences of Ottoman Theater16 in which the tragedies of Shakespeare’s repertoire was frequently encountered, inevitably encountered with the tradition and the moral values of West. In 1859 “Meclis-i Vala-yı Ahkâm’ı Adliye” prepared a regulation for the former Ottoman Theater where was near “Tatlıkuyu”. The forth part of this regulation and the sections of 25, 26, 27, 28 were related to the audiences. According to this regulation, if the audiences entered the theater hall with weapons, staffs or umbrella or drunk, or smoked in the places specially allocated for non-smoke, or brought the children and were not responsible with his/her behavior or whistled to the actors, made noise or showed any behavior against the manners, they would be sent away from the theater. Between the performances, having fun at theater was among the prohibitons. The fifth section of the regulation was related with the persons who would conduct these prohibitions. There were security-related sections in the monopoly which were given to Güllü Agop in 1870 (And, 1972: 85-86). Even if the rules were obeyed which were all about to ensure an order in theater halls or these rules became the reflex in everyday life of public, a regular and civilized urban environment could be created. Considering in this perspective, theater served as a “laboratory”17 where these kind of rules and prohibitons were experienced for the first time. 16 There were samples of French literature in the repertoire of Ottoman Theater. In addition to that there were Moliere, Victor Hugo, Alexander Dumas, Schiller, Shakespeare, the plays of Goldoni, comedies, melodramas, dramas, vaudeville, musical theater and as well as a lot of domestic plays. (And, 1999: 15) For more information Metin And, “Üç Önemli Belge ve Güllü Agop Tiyatrosu’nun Oyun Dağarcığı”, Devlet Tiyatrosu (January 1966). 17 Metin And says that Ottoman Theater become an useful practicing area for people of Tanzimat reaching the level of the contemporary West. It seems like a laboratory. (And, 1999: 257) 58 • iletiim : arat›rmalar› The press who gave great support in making the theater develop and consequently in reaching the European values to the public, criticised the inappropriate behaviors of the audiences during the performance. For instance, falling down of an actrist from the stage because of an orange thrown by an audience or the whistled among the performances in Ottoman Theater became criticising subjects for the press. No one wanted to sit in the middle of theater boxes, because the one who sat on the upper floor shedded water to a person who sat on downstairs. French Theater’s example should have followed (Hadika, 22nd of November 1289, Issue: 11, from And, 1972: 86-87). Another sample for the critique of press was an article published in Basiret newspaper’s 1264th number titled “Isn’t it shame?”. In this article, the laughing of public in a pathetic moment of the Besa play was criticised. The magazine called Kasa brought an openess of this type of behaviors. Accordingly, although a theater was seen as a place of “culture”, in fact, people went there only for “fun” (Kasa, 1291, Number: 3, pp. 37-38, from And, 1972: 88). The manner of watching a performance in theater corresponds to the etiquette of being a civilized city dweller. The audience who can control him/herself in emotional way become not only a great audience but also fullfill the required behavior. Conclusion The effects of French and Industrial Revolution was observed in all the leading European cities. However, the effects of rapid changes did not lead to similar conclusion in all social strata. As cited above, the people, who will drive the wheels of the new system, are required to be civilised and act in accordance with the criteria of civilisation. Thus, theater, previously being one of tools of indicating the distinction between classes, becomes the most effective medium in joining the people in the process of civilisation in European cities where the literacy rate is low. In Istanbul, theater not only integrates two different regions in cultural sense but also become a leading socio-cultural experience in integrated urban culture. Involving the vast majority of people, it also helps a new/modern city-dweller to come into exist- Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 59 ence. Considering in this context, Ottoman Theater has been an effective tool in ending the duality in social life, making a connection between commons and elite and extracting the concepts of civilisation or westernisation process from the “degenerative” picture of Pera; and finally it becomes a primary figure of modern city culture in 19th century’s Istanbul. References Adorno, Theodor W (1998). Minima Moralia. Çev., Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan. İstanbul: Metis Yayınları. And, Metin (1999). Osmanlı Tiyatrosu (Kuruluşu-Gelişimi-Katkısı). Ankara: Dost Yayınları. And, Metin (1966). “Üç Önemli Belge ve Güllü Agop Tiyatrosu’nun Oyun Dağarcığı”. Devlet Tiyatrosu. And, Metin (1972). Tanzimat ve İstibdat Döneminde Türk Tiyatrosu (1839-1908). Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Benjamin, Walter (1995). Pasajlar. Çev., Ahmet Cemal. İstanbul: YKY. Bourdieu, Pierre (1989). Distinction, A Social Critique of the Judgement of Taste. Çev., Richard Nice. Great Britain: Routledge. Braudel, Fernand (1996). Uygarlıkların Grameri. Çev., Mehmet Ali Kılıçbay. Ankara: İmge Yayınları. Burke, Peter (2006). Kültür Tarihi. Çev., Mete Tunçay. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Çelik, Zeynep (1998). 19. yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul. Çev., Selim Deringil. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Duhani, Said Naum (1982). Eski İnsanlar, Eski Evler (XIX. Yüzyılda Beyoğlu’nun Sosyal Topografyası). Çev., Cemal Süreyya, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu. Eagleton, Terry (2005). Kültür Yorumları. Çev., Özge Çelik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Elias, Norbert (2005). Uygarlık Süreci. Cilt: 1. Çev., Ender Ateşman. İstanbul: İletişim Yayınları. 60 • iletiim : arat›rmalar› Febvre, Lucien (1995). Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler. Çev., Mehmet Ali Kılıçbay. Ankara: İmge Yayınları. Findley, Carter V. (1999). Ahmet Mithat Efendi Avrupa’da. Çev., Ayşen Anadol. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Göçek, Fatma Müge (1999). Burjuvazinin Yükselişi, İmparatorluğun Çöküşü – Osmanlı Batılılaşması ve Toplumsal Değişim-. Çev., İbrahim Yıldız. Ankara: Ayraç Yayınevi. Hauser, Arnold (1984). Sanatın Toplumsal Tarihi (Rokoko, Klasisizm, Romantizm, Naturalizm, Empresyonizm ve Film Çağı). Çev., Yıldız Gölönü. İstanbul: Remzi Kitabevi. Hobsbawm, Eric (1998). Devrim Çağı (1789-1848). Çev., Bahadır Sina Şener. Ankara: Dost Yayınları. Lefebvre, Henri (1996). Modern Dünyada Gündelik Hayat. Çev., Işın Gürbüz. İstanbul: Metis Yayınları. Lough, John (1957). Paris Theatre Audinces in the Seventeenth and Eighteenth Centuries. London: Oxford University Press. Okay, Orhan (1991). Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Mithat Efendi.İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. Öztürk, Serdar (2006). “Karagöz Co-Opted: Turkish Shadow Theatre of the Early Republic (1923–1945).” Asian Theater Journal. 23 (2): 292-341. Öztürk, Serdar (2005). “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kamusal Alanın Dinamikleri.” İletişim. 21: 95-125 Richards, Jeffrey (ed.) (1994). Sir Henry Irving Theatre, Culture and Society – Essays, Addresses and Lectures. Ryburn Publishing. Sennett, Richard (2002). Kamusal İnsanın Çöküşü. Çev., Serpil Durak ve Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Schorske, Carl E. (1981). Fin-de-Siecle Vienna, Politics and Cultures. New York: Vintage Books. Schorske, Carl E. (1998). Thinking With History – Explorations in the Passage to Modernism. N.J.: Princeton University Press. Özhan Koçak • The Role of Theaters in Making Common People Civilized in... • 61 Sevengil, Refik Ahmet (1962). Türk Tiyatrosu Tarihi IV (Saray Tiyatrosu). İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. Sevengil, Refik Ahmet (1969). Türk Tiyatrosu Tarihi II (Opera San’atı ile İlk Temaslarımız). İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. Sokullu, Sevinç (1982). Tiyatro Etkinliklerinde İşlev-Mekân İlişkisi. Unpublished Thesis of Assistant Professor. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Kürsüsü. Türkoğlu, Nurçay (2000). Görü-yorum. İstanbul: Der Yayınları. Watson, Jack ve McKernie, Grant (1993). A Cultural History of Theatre. New York: University of Oregon, Longman Publishing Group. 62 • iletiim : arat›rmalar› 63 Yerli TV Dizilerinde Mekân ve Sınıfsal Temsil Serhan Mersin Özet Televizyonun diziler ve diğer programlar aracılığıyla yarattığı statü simgeleri arasında önemli bir yer tutan mekân sınıfsal temsiliyet rejimi oluşturmaya da katkıda bulunur. TV dizilerinde yoksulluk/zenginlik ekseninde sınıfsal ayrımı kuran ve yeniden üreten belirli kodlar vardır. Her dizi, karakterlerin yaşam tarzları, tüketim kültürü ve/veya toplumsal konumlar üzerinden bir temsiliyet sistemi oluşturur. Bu yazıda mekânın ürettiği sınıfsal temsil, 2012 yılı itibariyle gösterimleri devam etmekte olan, Show TV’de yayınlanan Adını Feriha Koydum ve Kanal D’de yayınlanan Fatmagülün Suçu Ne ile 2003-2005 yılları arasında atv’de 71 bölüm gösterilmiş Bir İstanbul Masalı ve 2005-2007 yılları arasında Kanal D’de 80 bölüm yayınlanmış Ihlamurlar Altında isimli yerli TV dizilerinin ilk bölümleri üzerinden incelenmektedir. Makalede öncelikle dizilerdeki ortak mekân kategorileri belirlenmiş (ev, işyeri ve diğer mekânlar) ve her bir kategoride elde edilen bulgular, hem kendi içlerinde hem de dizilerin birbiriyle kıyaslanmasıyla değerlendirilmiştir. Örneklerle gösterildiği üzere, dizilerde sınıfsal ayrım sürekli olarak aynı simgesel kodlarla yapılmakta, mekân hep aynı yüzeysel çatışmalarla ele alınmaktadır. Anahtar Sözcükler: Mekân, yerli dizi, mekânsal süreçler, yoksulluk, sınıfsal temsil Place and Class Representation in Local TV Serials Abstract Space, in which TV reserves an important place to create status symbols by serials and other programs, contributes also to make up class representation regime. It is possible to say that in TV serials there are specific codes which builds and reproduces class distinction through the axis of poverty/wealth. Each serial makes up a representation system through characters’ life-styles, consumption culture and/or social status. In this article, class representation the space reproduces is investigated in first episodes of Turkish TV serials called Adını Feriha Koydum aired in Show TV, Fatmagülün Suçu Ne aired in Kanal D, both of which are still broadcast by 2012; Bir İstanbul Masalı, which was aired 71 episodes in atv, between the years 2003-2005; and Ihlamurlar Altında, which was aired 80 episodes in Kanal D, between the years 2005-2007. In the article, firstly, common space categories are specified (home, workplace and other spaces) and findings obtained in each category are evaluated by either looking to itself or by comparing with other ones. As shown, class distinction in series is made by the same symbolic codes and space is approached with the same superficial conflicts. Keywords: Space, domestic tv serials, spatial processes, poverty, class representation iletiim : arat›rmalar› • © 2007 • 6(1): 63-98 64 • iletiim : arat›rmalar› Yerli TV Dizilerinde Mekân ve Sınıfsal Temsil Televizyonun diziler ve diğer programlar aracılığıyla yarattığı statü simgeleri arasında mekân önemli bir yer tutar. Gündelik hayatın üretildiği ve tüketildiği, en açık veya mahrem şekliyle yaşandığı mekân, sadece TV dizilerinde1 değil, sinema ve edebiyat gibi diğer sanatlarda da eserin nasıl bir dünya içersinde tahayyül edildiği fikrini kitleye doğrudan verir. Mekân, zamanla birlikte eserin ayaklarının yere basmasını sağlar, ona can verir, dünyevileştirir. Keza, toplumsal ilişkilerin üretildiği bir merkez olmasından dolayı tarihsel, ideolojik ve estetik bir işlev de görür. Mekân tüm bunların yanısıra sınıfsal temsiliyet rejimi oluşturmaya da katkıda bulunur. Mekân içinde tanımlanan dekorun, kostümün, konuşma tarzının, aksanın, kadının veya ötekinin biçimlendirilişinin de sınıfsal temsil oluşturma potansiyelleri vardır ancak hiç biri kendi içinde mekân kadar güçlü anlam üretecek detaylar barındırmaz. Mevzubahis TV dizileri olduğunda bu durum biraz daha açıklık kazanır. Bu yazıda 2012 yılı itibariyle gösterimleri devam etmekte olan, Show TV’de yayınlanan Adını Feriha Koydum ve Kanal D’de yayınlanan Fatmagülün Suçu Ne ile 2003-2005 yılları arasında atv’de 71 bölüm gösterilmiş Bir İstanbul Masalı ve 2005-2007 yılları arasında Kanal D’de 80 bölüm yayınlanmış Ihlamurlar Altında isimli yerli TV dizileri üzerinden mekânın ürettiği sınıfsal temsilin kodları araştırılacaktır. Bu dizi1 Diziler (seriler) seriyallerden, dizilerin her bölüm içinde sonlanan bir dramatik hikâyeye yer vermesi, seriyallerin ise her bölümde anlattığı kesintisiz hikâyeyi en heyecanlı yerinden keserek sonraki bölümde devam ettirmesiyle ayrılsa da, aynı dramatik özellikleri nedeniyle bu yazıda seriyal yerine de dizi kelimesi kullanılacaktır. Aksi belirtilmedikçe TV dizisinden kasıt yerli dramalardır. Mersin • Yerli TV Dizilerinde Mekân ve Sınıfsal Temsil • 65 lerin seçilme nedeni ise, öncelikli olarak, dizilerde zenginlik/yoksulluk tartışmaları ekseninde sınıfsal çatışmalara yer veriliyor oluşudur. Mekân ve mekânın ürettiği sınıfsal kodlar üzerine yapılan inceleme bu çatışmayı temel alarak yapılmıştır. Bu araştırmanın örneklemini, ismi geçen TV dizilerinin ilk bölümlerinin incelenmesi oluşturmaktadır. İnceleme yapılırken öncelikle dizilerdeki ortak mekân kategorileri belirlenecek ve her bir kategoride elde edilen bulgular, hem kendi içlerinde hem de dizilerin birbiriyle kıyaslanmasıyla değerlendirilecektir. Dizilerin ilk bölümlerine bakılmasındaki amaç ise, ilk bölümlerin olay örgüsünü ve karakterleri izleyiciye tanıtırken belirli simgeler üzerinden bir sınıfsal izlek yaratmaları ve her ne kadar ilerki bölümlerde genişleyerek bu izleği devam ettirme eğiliminde olsalar da, ilk bölümlerde mekânların karakterler ve konu hakkında henüz hiç bir şey bilmeyen izleyicinin sınıfsal ayrımları yapmasını kolaylaştırmalarıdır. İlk bölümler anlatıda bilinçli veya bilinçsiz olarak oluşturdukları kodlamalarla, seyircinin zihninde ilerde değişmesi zor olan (ama yeni bilgilerle tekrar kurulması mümkün olan) bilişsel şemaların da üretilmesini sağlarlar. Bu nedenle, dizilerin ilk bölümlerinde anlatı, sınıfsal temsillerin açık olarak belirlenmesini hedefler ve izleyiciye bu temsilleri oluşturacak örnekler sunar. Makalenin ilk bölümünde, TV dizilerinin sınıfsal bir temsil oluşturma potansiyeline genel bir giriş yapıldıktan sonra, izleyen bölümde mekânın sınıfsal bir kod olarak değerlendirilmesi üzerinden zenginlik/yoksulluk ekseninde bir tartışma yapılacaktır. TV dizilerinde yoksulluk sınıfsal bir olgu olarak nitelendirilir. Dolayısıyla TV dizileri, 66 • iletiim : arat›rmalar› tüketim ideolojisine eklemlenerek, geçmişin soylu yoksulluk2 kavramı ile ifade edilen bir anlayış yerine, zenginlerin dünyasının tüketim kalıplarının tercih edildiği, Ömer Türkeş’in deyimiyle zenginliğin gizlenir olmaktan çıktığı ve insanların sınıfsal aidiyetlerinden ve yoksulluklarından utanç duydukları (2001: 155) bir anlayışa hizmet eder. Yoksulluktan duyulan utanç ise TV dizilerinde yoksulluğun aşağılayıcı, küçültücü ve çıkışı olmayan bir yol olarak gösterilmesiyle ifade edilmektedir. Yazının sonraki bölümünde ismi geçen diziler üzerinden mekânın sınıfsal temsili incelenecek ve dizilerden örneklerle sınıfsal temsil olanakları ele alınacaktır. Mekânda sınıfsal ayrımın kurulduğu belirli metaların varlığından söz etmek mümkündür. Aynı durumun TV dizileri için de geçerli olduğu öngörülebilir. Dolayısıyla sınıfsal ayrımın kurulduğu belirli kodların varlığından da bahsetmek mümkündür. Sınıfsal ayrımın bu kodlar vasıtasıyla nasıl kurulduğu, mekânsal süreçlerin oluşum süreçlerini belirleyen dinamiklerin neler olduğu, yoksulluk temsillerinin değişiminin yerli dizilerden önce edebiyat ve sinemada nasıl tasvir edildiği ve bu tasvirin yerli dizilerdeki tasvirle nasıl uyum içinde olduğu, yerli dizilerde yoksulluğun ve sınıfsal ayrımın mekân bağlamında temsilinin nasıl yapıldığı ve buna bağlı olarak ne tür ortak mekân kategorilerinin belirlenebileceği makalenin ilerki bölümlerinde araştırılacaktır. Yerli Diziler ve Sınıfsal Temsil TV dizilerinde yoksulluk/zenginlik ekseninde sınıfsal ayrımı kuran ve yeniden üreten belirli kodlar vardır. Her dizi, karakterlerin 2 Soylu yoksulluk kavramı Hilmi Maktav tarafından, “Türk Sinemasında Yoksulluk ve Yoksul Kavramlar” (2001) isimli makalede, Maktav’ın yoksulluğa yaklaşımını gerçekçi bulduğu 1960’ların toplumcu yönelimli kent filmlerinin kahramanlarını anlatırken kullanılır. Maktav kavramı Oğuz Atay’ın günlüklerinde Türkiye’de yaşayanlar için “ilkel bir topluluk değil, servetini kaybetmiş soylu bir topluluk” (2001: 175) olarak tanımlamasından almıştır. Makalede yoksul düşmüş soylu tipine örnek olarak Ah Güzel İstanbul (Atıf Yılmaz/1966) filmindeki Haşmet İbriktaroğlu ve Efkarlıyım Ağbiler (Türker İnanoğlu/1966) filmindeki Gönlübol Arif’i verilir. Bu filmlerde soylu yoksulluk kavramı dejenere olmuş Batı’ya karşı Doğu ile, alafranga müziğe karşı alaturka müzik ile cisimleşir. Kısacası, Türkiye sinemasının yoksul kahramanları sefaleti yaşamazlar, bilakis yoksulluğu bir soyluluk olarak mütevazi ve onurlu bir biçimde karşılarlar (Maktav, 2001: 175-176). Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 67 yaşam tarzları, tüketim kalıpları ve/veya toplumsal konumları üzerinden bir temsiliyet sistemi oluşturur. Dolayısıyla TV dizileri, dizilerdeki karakterlerin yeme-içme tercihleri, kültürel tüketim eğilimleri, yaşanılan yerin özellikleri (rezidans, villa, gecekondu ve benzeri), serbest zamanı değerlendirme biçimleri, medya tüketimleri ve benzeri gibi birtakım özelliklere göre sınıfsal kod oluşturur ve belirli simgelerle karakterlerin özdeşleşmelerini sağlayarak karakterlerinin izleyicinin gözünde sınıfsal bir statü oluşturmasına yardımcı olur. İzleyici bu simgeleri belirli uylaşımlar içinde içselleştirmiştir. Bir karakterin statüsünün seyirciye bilhassa aksettirilmesine gerek yoktur; basit unsurlar bu işi zaten görür: Örneğin karakterin bindiği özel aracın markasından veya varsa özel aracını kullanan bir şoförün varlığından zenginlik çıkarsaması rahatlıkla yapılabilir. Statü simgelerinin sınıf ideolojisini izleyicilerine yansıtması, Weber’in, Marx’ın statü ve etnik katmanlaşma biçimlerine bağlı bir sınıf kuramı ortaya çıkarmasıyla örtüşür. Zira, meslek, başarı ve tüketim örüntüleri Weber’ci yaşam tarzı oluşumuna da katkıda bulunur (Edgell, 1998: 20-24)3. TV dizilerinde karakterlerin gelir düzeyleri ve yaşam tarzlarıyla ifade edilen tüketim kalıpları aynı zamanda egemen sınıf ideolojisini de yeniden üretir. Egemen sınıfın tüketim düzeyine ulaşamayacak olsa bile TV seyircisi her zaman için egemen sınıfın içine dahil olma umudunun varlığını kendi içinde sürdürerek bir taraftan bu yaşam tarzlarını dikizleyerek merakını giderirken, diğer taraftan da egemen ideolojinin empoze ettiği “maddi servetin ve özel mülkiyetin sorgulanamaz bir olguya dönüştüğü bir tahayyül dünyası[na]” (Türkeş, 2005) teslim olarak sınıfsal yenilgisini kabullenmeye zorlanır. 3 Marx’ın sınıf kavramını yeniden formüle eden Weber’in teorisi, Edgell’e göre, toplumun birtakım hiyerarşik düzenli tabakalara ayrılması olarak tanımlanan toplumsal katmanlaşma teorisi olarak bilinir (1998: 20). Weber, statü ve etnik katmanlaşma gibi farklı katmanlaşma biçimlerine dikkat çekmektedir. Weber için sosyal sınıflar daha çok ekonomik temelli iken toplumsal katmanlaşma otorite, statü, prestij, hiyerarşik yapılanma gibi sadece ekonomik olmayan etkenlere bağlıdır. Katmanlaşmanın getirdiği “bilgi ve becerilerden doğan sınıfsal avantajlar” ise önemli statü kodlarındandır (Edgell, 1998: 24). Bu statü kodları ise, Kalfa’nın da (2010) ifade etttiği üzere, TV dizilerinde görüleceği şekliyle belirli biçimlerde simgeleştirilirler. 68 • iletiim : arat›rmalar› Özellikle 1980 sonrası Türkiye’nin geçirdiği neo-liberal dönüşüm seçkin yeni kentli sınıfların ortaya çıkmasını sağlarken, kentli sınıfların tüketim biçimlerinde değişiklikler meydana gelmesine neden oldu4. 2000’lere gelindiğinde, bu sınıfların yaşam tarzlarının toplumun diğer katmanlarına yayılmasını sağlayan ise medyada bu yaşam tarzlarının “propaganda”sının katkısıydı. Kanal sayısının çeşitlenmesi ve artması ise bir toplumun tüm katmanlarına ulaşabilen niteliksel bir çoğalma getirmek yerine, seyircinin hep aynı söyleme mahkum kalmasına sebep oldu ve hâlâ olmakta. Ama sadece yazılı basında değil, filmlerde ve TV dizilerinde lüks yaşam biçiminin gösteriminin artması ve tek gerçek gibi sunulması varlıklı kesimlerin yaşam tarzlarının toplumca kabul görmesinin altında yatan en önemli etkenlerden birisidir. Tüketimin böylesine kışkırtılması sadece emekçi sınıfların, orta veya üst sınıfların ekonomik ve kültürel kalıplarına öykünmelerini değil, aynı zamanda alt sınıfların gerçek olan ile fantazyayı biraraya getirerek dışardaki gerçeklikten uzaklaşmalarına uygun bir ortam hazırlar. Ahmet Oktay’ın da belirttiği üzere, “Bu yaşam felsefesi [tüketimin ideolojisinin reel yaşamı tamamlayan zengin bir fantazya ile benimsenmesi], değiştirilemeyen reel-yaşamın aynı ile yinelenmesi olduğu için, reel olan ile fantazya olan birleştirilmiş, bağımlı konumdaki sınıf ve katmanların dış-gerçekliklere katlanmaları kolaylaştırılmıştır” (1993: 250). Dolayısıyla, evlerimize, odalarımıza, kısacası en mahrem anlarımıza içerdikleri programlar aracılığıyla kolaylıkla girebilen televizyon ve video gibi kültür ürünleri, bu programlarda yaratılan fantazya dünyası ile reel dünyayı birleştirip yeni fantazyalar ortaya çıkarır. Bu fantazyalar tüketim ideolojisinin hegemonyasına giren ve böylelikle egemen sınıflara bağımlı hale gelen kesimlerin ilerde bu gerçeklere dayanmalarını sağlayan yepyeni fantazyaların kurgulanmasına neden olur. 4 1980 sonrası süreçte kentli sınıfların tüketimle ilişkileri dönüşüme uğrarken Türkiye toplumunda önemli bir kültürel değişim yaşandı. Özellikle bu değişimin gündelik hayattaki yansımalarının yakın plan bakış açısıyla incelendiği Ayşe Saktanber ve Deniz Kandiyoti’nin derlediği Kültür Fragmanları (2003) ve Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak (1992) kitaplarında, bu dönemin kültürel iklimine sosyal katmanlaşmanın yeni eksenlerinden, farklı kimlik ve sınıflar arasındaki ilişkilerin deneyimlenme biçimlerine kadar pek çok çelişkili konu bu dönüşüm çerçevesinde araştırılmaktadır. Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 69 Televizyonun tüketim ideolojisinin bir aracı olarak kullanılması onun öncelikli olarak eğlence amacıyla kullanılmasıyla da yakından ilgilidir. Öte yandan, televizyonun bir parçası olduğu medyanın ekonomi-politik yapılanması başka türden bir anlayışa da izin vermemektedir. Zira, televizyon her şeyden önce reklam sektörüne eklemlenmiştir ve bu eklemlenmenin bizatihi kendisi tüketim ideolojisinin merkezinde yer alır. Dolayısıyla, televizyon meşru tüketim kalıpları içerisine girmeyenlerin temsilini dışarda bırakır: [T]elevizyon potansiyel açıdan güçlü bir medya olsa da ve farklılıkları temsil etme açısından geleneksel anlatıların sınırlarını zorlasa da, bu açılım imkânı, toplumsal koşullar içinde bir imkânsızlık halidir. Televizyon, beraberinde getirdiği yeni anlatı biçimlerini, toplumsal değişim ve özgürleşim için harekete geçirmek yerine, izleyici sayısını artırmak ve mümkün olduğunca insanı ekran başında tutmak için kullanmaktadır (İnal, 2010: 42). En önemli başarı kriterinin yüksek izlenme oranı olduğu bir anlayışla izleyici sayısını artırmanın yolu, toplumun değerlerine yaslanmak ve bu değerler üzerinden programlar yapmaktır. Gerçekte ise bu değerleri ticarileştirmek başarının arkasında yatan nedenlerden birisidir. Televizyona program yapan bir şirket olan Med Yapım’ın ortaklarından Fatih Aksoy’un sözleri ekseriyetle kabul edilen program yapma anlayışının ifadesidir: Televizyonculuk sanat değildir. Belirli bir ahlâkı olan ticari bir faaliyettir. Sen bir şey yaparsan ve o seyredilirse taklit edilir. Ağa dizileri tuttu, art arda ağa dizileri yapıldı. Geçen sene insanlar “Popstar”la eğlendi, bu sene de kaynanayla eğleniyor. Televizyon aslında eğlence yeridir, oyalar insanları. Bakarlar, üzerinde konuşurlar, dalga geçerler (Eyüboğlu, 2005). Dolayısıyla, esas olan, günlük dertlerini televizyon başında unutmak isteyecek bir kitlenin ekran başında düşünmesini, sorgulamasını değil; edilgen bir şekilde başkalarının hayatlarını, olayları seyrederek dertlerinden uzaklaşmasını sağlamaktır. Ne var ki bu durum sadece Türkiye’ye özgü değildir. Türkiye’de yapılan dizilerin aynı zamanda bir ihraç sektörü de oluşturarak Ortadoğu ve Balkanlara da satılıyor olması bu hikâyelerin farklı ülkelerde de aynı şekilde ilgi çektiğini 70 • iletiim : arat›rmalar› göstermektedir. Yetmişin üzerinde Türk dizisinin yirmiden fazla ülkeye ihraç edilmesi (TRT Haber, 2010), bu ülkelerde neo-liberal politikaların başarıya ulaşmış olmasının yattığı fikrini vermektedir. Guy Debord, modern toplumlardaki gösteri sisteminin mükemmel bir eleştirisi olan Gösteri Toplumu (1996) kitabında yaptığı yorum ile izleyicilerin reel-dünya ile fantazya arasındaki salınımlarının esasında onları yaşamdan kopardığını anlatır: “İzleyici ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar; kendisini egemen ihtiyaçlarında bulmayı ne kadar kabul ederse kendi varoluşunu ve kendi arzularını o kadar az anlar” (1996: 46). Dolayısıyla, her geçen gün televizyonun yarattığı hayaller dünyasına biraz daha bağlanır. Mekânsal Süreçler ve Yok Sayılan Yoksulluk Mekân, Henri Lefebvre’nin (1991) deyimiyle, tarihsel bir üründür zira tarihsel ve doğal unsurlarca biçimlendirilerek değişir. Mekânın oluşumu belirli süreçlere tabidir. Bu süreçler dönemlere bağlı olarak farklılaşır ve her ülkenin kendine özgü koşulları içerisinde farklı gelişim evreleriyle ifade edilir. Mekânsal süreçlerin izlenmesi ise mekânın gelişimini sağlayan dinamiklerin belirlenmesi ve bu dinamiklerin incelenmesini zorunlu kılar. Dönemlerin ayrıştırılmasında etkin olan düzenlemeci okula5 göre bir dönemin niteliğini belirleyen üç sürecin varlığından bahsedilebilir: Üretim biçimleri, birikim rejimi ve düzenleme mekanizmaları (Eraydın, 2006: 25). Her bir süreç kendi içerisinde denge içerisindedir ve dengenin çeşitli koşullar altında bozulması yeni bir geçiş evresinin ortaya çıkmasına neden olur. Ayda Eraydın, Türkiye özelinde, bu süreçlere bağlı olarak cumhuriyetin başlangıcından bugüne üç gelişme evresinin tanımlanabileceği5 Düzenlemeci okul veya diğer adıyla düzenleme okulu iktisat tarihindeki düşünce okullarından birisidir. Eraydın’a göre, düzenlemeci okul ‘‘yaygın olarak mekânsal gelişmelerin açıklanmasında kullanılmakta ve üretim biçimleri, birikim rejimi ile düzenlemelerinin mekânda yarattığı dinamiklerin çözümlenmesinde çok yönlü yorumlama olanağı sağlamaktadır’’ (2006: 26). Türkiye’de ekonominin farklı üretim, birikim ve düzenleme biçimlerine bağlı dönemlerden geçmesi, bu dönemlerin ayrıştırılmasında düzenlemeci okulun kullanılmasına neden olmuştur. Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 71 ni ileri sürer. İlk evre cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lara kadar olan dönemi içerir. Büyümenin sermayenin belirli odaklarda birikmesiyle gerçekleşmesinin amaçlandığı bu dönem “yoğun birikim dönemi” olarak tanımlanır (Eraydın, 2006: 26). Öncelikli hedefi yeni bir ulus-devlet yaratmak ve bu ulus-devlet etrafında modernite projesi kapsamında yapısal dönüşümleri başlatmak olarak tanımlanan bu süreç, sermayenin belirli ellerde toplanmaya başlamasını öngörür ve hızlı bir ekonomik kalkınma hamlesiyle desteklenir. 1960-1980 arası dönem ise büyük ölçekli üretim ve sonucunda sosyal refah devletine geçişin gündemde olduğu (ama başarılamadığı) “yaygın bir birikim” evresidir. Nüfus artışı ve kentteki istihdamın artmasıyla kırdan kente doğru olan göçün yarattığı sorunların yoğunlaşması gecekondulaşmanın yaygınlaşmasını da beraberinde getirmiştir. Ekonomik kalkınmanın yarattığı talepler planlı büyüme politikalarıyla desteklenemediğinden şehirlerin varoşlarına doğru göçün ve gecekondulaşmanın kalıcı nitelik kazanmasına neden olmuştur. 1980 sonrası süreç ise neo-liberal politikaların öne çıkarak “denetimsiz öbekleşmiş birikim rejimine” (Eraydın, 2006: 27) geçildiği yeni bir evreye işaret eder. Sistem dışına itilenlerin küresel bütünleşmeden beklentilerinin karşılanamadığı, devletin kendisine biçilen sosyal rolleri geçiştirerek günlük çözümler peşinde koştuğu bu dönem sosyal politikalardan yararlanamayan grupların dışsallaştırılması ve marjinalleştirilmeleriyle de maruftur. Bir tarafta bölgeler arasındaki dengesizlik artarken, diğer taraftan gecekondu alanlarında dönüşümler gündeme gelmektedir. Kentsel dönüşüm veya toplu konut projeleriyle bu grupların yaşadığı mekânların derdest edilmesi ve dolayısıyla onların standartlaşma ile sistem içine çekilirken daha da yoksullaştırılmalarına neden olması geçmişten gelen sorunların artarak devam etmesine yol açar. Artık, gizli yoksulluktan açık yoksulluğa geçilmiş; bir taraftan gelir dağılımındaki eşitsizlikler ve sosyal politikalar terk edilmekte, diğer yandan yoksulluk yeniden üretilmektedir: Türkiye toplumunun medyatik-televizüel merkezli ve hipermarket zihniyetli bir gösteri toplumuna dönüştürülmeye ve toplumsal- 72 • iletiim : arat›rmalar› sınıfsal hiyerarşilerin doğallaştırılmaya çalışılması, “mali piyasaların derinliği” sorununun yanında itilen ve dışlanan yoksul/mâdun kesimlerin maruz kaldığı ekonomik, kültürel ve sembolik şiddetin derinliğinin esamesinin okunmaz olması ve dahası kültürel geleneğin eşitlikçiadaletçi öğelerinin çözülmesi ve belki en fazlası –siyasal söylemlerin retorik atıfları haricinde- bir tür “siyasal ve kültürel bilinçdışı”na sürülmesi çeşitli biçimleriyle mâduniyetin –sembolik olarak değilse bile- toplumsal olarak “çevresel” (periferyal) ve azınlıkçı (minöriter) olan konumunu yeniden yapılandırdı ve özgül bir şekilde yeniden üretti (Erdoğan, 2001: 8). Yoksulluğun bilinçdışına itilişi, yoksulların yoksunluklarının maddi temele indirgenerek tanımlanması kolaylığına düşülmesini beraberinde getirir. Yoksulluğun bireylerin tüketme kapasitelerinin temel alınarak ifade edilmesi, günümüzün tüketim toplumunda yoksulların, Zygmunt Bauman’ın deyişiyle (1999, 2007) birer “dezavantajlı”, “yetersiz” veya “kusurlu” olarak kavramsallaştırılmalarına yol açar. Yoksulların sosyal dışlanmaları, onların aynı zamanda, Necmi Erdoğan’ın da yukardaki alıntıda bahsettiği şekliyle, temsillerini de ortadan kaldıran bir unsurdur. Bunun bir yansıması ise yoksulların hikâyelerinin ilgi görmeyerek filmlerden ve TV dizilerinden uzaklaştırılması, yoksulluğun dünyasının yerini zenginliğin dünyasına bırakarak yoksulların ötekileştirilmeleri ve yoksulluğun artık marjinal niteliğiyle temsil edilmesidir. Melike Aktaş Yamanoğlu’nun ifade ettiği üzere toplumsal statü tüketim kültüründe çeşitli tüketim nesnelerine sahiplikle sağlandığı ve toplumsal kimliklerin ise bu tüketim nesnelerinin kullanılması ve sergilenmesi yoluyla kazanıldığı (2010: 54) sürece, TV dizilerinde zenginliğin yatlara, helikopterlere, lüks arabalara, son moda giysilere ve benzerlerine sahip olmak ve bunları teşhir etmek özellikleriyle gösterilmesinden başka bir yol yoktur. Dolayısıyla zenginlik ve yoksulluk arasındaki fark da tüketim alışkanlıkları ve yaşam tarzları arasındaki farka indirgenmektedir. Sınıf çatışmaları ise yumuşatılmaktadır. Asmalı Konak dizisinin yönetmeni Çağan Irmak’ın sınıfsal çelişkilerin dizide dondurulduğuna ilişkin eleştirilere verdiği cevap belirgin bir farkındalığın sonucudur: “Ama [sınıf çatışmaları], televizyonda biraz daha tatlı su çatışmalarına dönüşmek zorunda. Ancak bu Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 73 kadar lüks olabiliyoruz. Bu çatışmaların derinine inersek seyirci kitlemizi kaybederiz” (aktaran Yörük, 2010: 342). TV dizileri bu düşüncenin bir aracı olarak zenginlik temsilleri yaratarak yoksulların tüketim toplumundan dışlanmalarına ve dolayısıyla yoksulluklarını içselleştirmelerine katkıda bulunur. Yoksulların tüketimden aktif bir şekilde yararlanmaları özendirilerek sınıflar arasında tüketim aracılığıyla kurulan ayrımların ortadan kaldırılabileceğine ve bu sayede yoksulların diğer sınıflarla arasındaki toplumsal mesafelerin azaltılabileceğine (Aktaş Yamanoğlu, 2010: 71) inanılır. Ne var ki, kapitalizm tüketim alışkanlıklarını değiştirerek bu alışkanlıkları yeniden üretirken daha çok tüketimi özendirir ve tüketim olanaklarına sahip olmayanları dışarda bırakır. Yoksulluk belirli tüketim biçimlerine dahil olmamakla yeniden tanımlanır. Dolayısıyla zenginlerin dünyasında yoksullar temsil niteliklerini kaybederler. Latife Tekin’in yoksulluğu bir dilsizlik olarak tarif edişi (aktaran Gürbilek, 2005: 39), onların hikâyelerini aktaracak bir mecranın kalmadığına da işaret eder. Ancak, yoksul/mâdun konuşmaya başladığı zaman ise aynı yoksuldan/mâdundan söz edilemez duruma gelinir zira “onu madun olarak oluşturan iktidar ilişkilerini değiştirmeden bizim için anlamlı bir şekilde konuşamaz. Konuştuğu zaman ise mâdun olmaz” (Spivak’tan aktaran Erdoğan, 2001: 18). Yoksulun dilsizliği, onun iktidar ile olan ilişkisini karmaşık ve muğlak bir düzleme çeker. Yoksul durumunu tümüyle tevekkülle karşılamaz veya tam tersine daimi bir isyan içinde değildir. Yoksul iktidara karşı “idare etme sanatı” (Erdoğan, 2001: 15) ile nitelendirilebilecek bir yoksulluk kültürü oluşturur. Bu kültür ile iktidarın oluşturduğu boşluklardan kurnazca faydalanarak ötekinin alanına sızar. Bu durum gecekondu mahallelerinde yıkım için gelen iktidarın aygıtlarına karşı oluşan kolektif bir direniş dışında genelde “sessiz, fark edilmesi güç, sistematik olmayan, tekil eylemlerden oluşan … durumunu iyileştirmeye veya kurtarmaya” (Erdoğan, 2001: 15) odaklı bir siyasi anlayışa karşılık gelir. Kaçak elektrik ve su kullanma veya geçmişin kaçak gecekondu inşası eylemleri bu sanatın birer ifadesidir. Öte yandan, TV dizileri idare etme sanatını yansıtmaktan imtina ederken, suça yatkın- 74 • iletiim : arat›rmalar› lığı nedeniyle marjinalize edilmesi kolay ve dramatize etkisi kuvvetli olduğu için (evlerinin yıkılmasını taşlarla, kendilerini buldozerlerin önüne atarak, evlerinin çatısına çıkarak önlemeye çalışan ve varlıklarından örneğin evlere temizliğe gitmeleri dışında pek haberdar olunmayan kadınların ve erkeklerin direnişinin yarattığı gerilimin sunuluş şekli biçimiyle), gecekondu mahallelerinde polisle, belediye ekipleriyle çatışmalarının görüntüleri televizyonda sıklıkla arz-ı endam eder. Gecekondunun ekrana salt bir sorun olarak çıkartılması Mahmut Mutman’a göre biz ve onlar ayrımını yaratan bir sınır üretir (1995: 63). Gecekonduya ilişkin görüntüler olumsuzlayan görüntülerdir; sorunu çözen değil, soruna işaret eden, onu niteleyen görüntülerdir. Dolayısıyla, gecekondu, televizyon sayesinde kent ve modern hayatın yasasını üreten sınırları gösterir ve kentte olumsuz giden her şeyin bir metaforu haline getirilir (Mutman, 1995: 63). Edebiyat ve Sinemada Zenginlik ve Yoksulluk Tasvirleri Mekânın TV dizilerinde temsiline geçmeden önce sinema ve edebiyatta mekânsal süreçler üzerinden yaşanan yoksulluk temsillerinin değişimini göz atmakta fayda vardır. Zira, edebiyat ve sinemanın, özellikle ekonomik, politik veya toplumsal yapıdaki değişimlerin izlerini takip etme ve bu değişimleri kitlelere aksettirme açısından diğer sanatlara oranla daha hızlı olduğu öne sürülebilir. Değişimler, genel olarak karşılığını önce edebiyatta, daha sonra da sinemada bulur. Bu bölümde aktarılan Türkiye edebiyat ve sinemasındaki zenginlik/yoksulluk tasvir ve bulguları sırasıyla Ömer Türkeş’in (2010: 132-160) ve Hilmi Maktav’ın (2010: 161-189) çalışmalarından yararlanılarak elde edilmiştir. Konularla ilgili daha detaylı bilgiye bu makalelere bakarak ulaşılabilir. Mekânsal süreçlerin tezahürleri gerek sinemada, gerekse edebiyatta sıklıkla karşımıza çıkar. Sınıfsal temsilin en temel göstergelerinden olan zengin/yoksul ayrımının en belirgin kodların birisidir mekân. Mekânsal süreçlerin oluşumunda üretim biçimleri, birikim rejimi ve düzenleme mekânizmalarıyla tanımlanan dinamikler Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 75 Türkiye’de sinema ve edebiyatta mekânsal sorunların temsiline dönemsel olarak uyum gösterir. Özellikle 1980 sonrası neo-liberal anlayışın mekânda yarattığı değişimler, bu değişimler etrafında dönen tartışmalar ve en önemlisi bu değişimlerle karşımıza çıkan uygulamalar kendisine sadece sinema ve edebiyatta değil, TV dizilerinde de bir karşılık bulmaktadır. Türkeş’in Türk edebiyatı için ifade ettiği “edebi anlatılarda yoksulluğun en önemli göstergesi semtler, mahalleler ve konutlardır” (2001: 134) sözünü sinema filmlerine uyarlamakta, filmlerden de yerli TV dizilerine taşımakta hiç bir sakınca yoktur. Türkeş’in sıralamasında mekândan sonra gelen sağlık sorunları, eşyalar, giysiler ve tüketim maddeleri de edebiyatta ve görsel sanatlarda aynı sınıfsal kodların varolduğuna işaret eder. Türkiye’de gelişimi tüm kültürlerde olduğu gibi sinemadan daha eski olan edebiyatta Osmanlı'dan miras kalan temalar cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Doğu-Batı karşıtlığı ifadesini iyilik kötülük merkezinde bulduğu kadar; zengin Batı, yoksul Doğu temasıyla da cisimlenir (Türkeş, 2001: 136). Zengin karakterler ya züppe ya da harp zengini olarak tanımlanırlar. Bu tanım aslında zengin karakterlerdeki ekonomik ayrımın da göstergesidir zira züppenin işlevi tüketimle sınırlıdır ve müsrifliklerinin bedelini kendi yıkımlarıyla öderler. Ancak harp zengini ve alafranga kesimin zenginliğinin bedeli geniş toplum kesimlerinin sefaletini getirir (Deren Van Het Hof, 2010: 96). 1970’lere kadar Amerikan rüyasının yerli versiyonu denebilecek zengin ve yoksul karşıtlığının “pembe” anlatıları sürekli olarak benzer konular etrafında dönerek canlandırılmış; değişen sadece mekân ve eşyalar olurken, zenginlere özgü alışkanlıklar olarak hem beyaz perdede hem de metinlerde Avrupa seyahatleri, telefon kullanımı, üstü açık otomobiller, yatlar, tenis ve binicilik gibi faaliyetler gösterilmiş; yüksek mühendislik, avukatlık, doktorluk gibi meslekler de zenginliğin temsillerinden birisi olagelmiştir (Türkeş, 2001: 138). Popüler edebiyatın pek çok ürünü, tıpkı bugünün yerli TV dizilerinde olduğu gibi, zenginlerin dünyasına aittir. Yoksulluk belirli simgelerle karşıtlık içersinde sunulur. Diğer taraftan yoksullara dair anlatılarda ise mutla- 76 • iletiim : arat›rmalar› ka zenginlere de yer verilir (Türkeş, 2001: 139). 1950’lerle birlikte ilk gecekondulaşmanın başladığı dönemlerde gecekondu, roman ve öykünün de merkezi olur. Doğu-Batı ayrımı yerini gecekonduda ifadesini bulan ezen-ezilen, işçi-burjuva karşıtlığına terk eder (Türkeş, 2001: 144). Gecekonduların temsil ettiği sınıf ayrımının gerçek ifadesi ise karşılığını 1970’li yıllarda yükselen devrimci hareketin romana yansıması ile bulacaktır. 1980’ler ise Türkeş’in ifadesi ile “kendini taşradan, yoksulluk ve isyandan ayıran, kendini bütün bu çelişki ve çatışmaların dışında tanımlamak isteyen bir Türkiye” ile tanımlanır (2001: 150). Zenginliğin imgeleri tüm ülkeye yayılırken, herkesin bir yolunu bulup yırtabileceği bir dünyanın da tezahürü haline gelir edebi metinler. Tüketim toplumunda yoksulluk bir utanca dönüşürken zenginlerin dünyası ister istemez romanlarda da onların mekân ve insan tipiyle baskın hale gelir. Yoksullar ve yoksulluk, edebiyattan dışlanmıştır artık6. Popüler filmlerde özellikle zenginlik ve yoksulluk karşıtlığı ile ifade edilen hikâyelerle kurulan dramatik unsurlar Türkiye sineması için de vazgeçilmez bir tema olagelmiştir (Maktav, 2001: 163). Kentli yoksulluk kadar, köy filmlerinde de tanımlanan, sınıfsal ifadesini Yıl6 Yoksulların ve yoksulluğun edebiyattan dışlanması süreci incelendiğinde Türkiye edebiyatından bu sürece örnekler bulmak zor değildir zira Türk romanında Batı’nın zenginlikle, Doğu’nu yoksullukla nitelendirilerek ekonomik bir ayrıma gidilmesi Osmanlı’dan kalan bir mirastır. Türkeş, Osmanlı romanındaki ilk ekonomik insan tipleri olarak Ahmet Mithat Efendi’nin, Felatun Bey ile Rakım Efendi (1875) romanındaki Felatun Bey ve Rakım Efendi karakterlerini gösterir (2001: 136). Keza, Deren’e göre Suat Derviş’in Emine’si (1931) de harp zengini tasvirini başarılı bir biçimde sunan romanlardandır (2010: 96). Mekânsal süreçlerle uyum içersinde bir gelişim gösteren edebiyatta Orhan Kemal’in Vukuat Var (1958), Devlet Kuşu (1958), Eskicinin Oğulları (1962) gibi pek çok romanı köyden kente göçü, gecekondulaşmayı, yoksullaşmayı başarıyla anlatırken (Türkeş, 2001: 144-145), Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973), Şafak (1975) romanları ile Pınar Kür’ün Yarın Yarın (1976), Ayla Kutlu’nun Islak Güneş (1980) ve Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar (1973) romanları ise siyasi karşıtlığın ve toplumsal ayrışmanın merkezi olarak gecekonduları alır (Türkeş, 2001: 147-149). Diğer taraftan, Ahmet Altan’ın Dört Mevsim Sonbahar (1983) ve Sudaki İz (1985), Metin Kaçan’ın Ağır Roman (1990) ve Attila İlhan’ın Yengeç Kıskacı (1999) gibi romanları gecekondu semtlerinden kaçışı, burjuvalaşmayı ve yoksulluğun terkedilerek zenginliğe öykünmeyi öne çıkaran örneklerdendir (Türkeş, 2001: 150-11). Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 77 maz Güney filmlerinin toplumcu-gerçekçi yöneliminde bulan bu tema sosyo-ekonomik değişimlerin de başarılı bir temsilidir. Zira, içinde bulunulan dönemlere bağlı olarak yoksulun ve yoksulluğun temsili değişmiştir, değişmektedir. Cumhuriyetin kurulduğu ve Kemalist devletin inşasının devam ettiği yıllarda çekilen filmlerde yoksulluğun sorunsal olarak görülmediği bir yoksulluk edebiyatı her zaman geçerli bir konu haline gelirken, ideolojik olarak hedeflenen “zenginiyle, fakiriyle kaynaşmış Türk milleti” tezinin sinemada gösterilmesi olmuştur (Maktav, 2001: 162). Yeşilçam sineması için bir kanon haline gelen anlatı, filmlerde zengin yoksul çatışması yaşanmasına rağmen zenginleşme hayaline ulaşabilmek için sınıf atlamanın her an mümkün olabileceği, yoksul kahramanın ya zenginleşeceğini ya da soylu yoksulluk denen kavramla ifade edilen ve zengin-yoksul ayrımının geçersizleştiği bir düzleme ulaşacağı ve nihayetinde behemehâl zengin ile fakirin birbiriyle kaynaşacağı bir son ile ifade edilir. Bununla beraber Yeşilçam toplum modeli yoksul kahramanı her zaman ayrıcalıklı bir yere koyar. İzleyici bu kahramanla özdeşleşmekte bir sakınca görmez çünkü popüler filmlerin yoksul kahramanları mutlaka aşkın kahramanlardır. Yoksulluk, Maktav’ın deyişiyle, bir sorun değil, bir değerdir (2001: 165). Zengin ve fakirin sınıfsal olarak ifade edilmediği 1950-70 arası filmlerde yoksullar Anadolu’yu, zenginler ise Batı’yı temsil ederler. Edebiyatta bir kanon olarak karşımıza çıkan Doğu-Batı ayrımı sinemada da aynı şekilde ifade edilmektedir. Sınıfsal değil kişisel bir kötülükten bahsedilir. Zenginlerin kötülükleri filmlerde zenginin yaptığı hatayı anlayarak bedelini ödediği ve böylelikle iyiler katına yükseldiği bir sonla noktalanır. Mutlak kötülük sadece yasadışı işler yapanlara atfedilir (Maktav, 2001: 165). Yoksul kahramanlara mutlak iyiler olarak bakmayan, yoksulluğa gerçekçi bir yaklaşım getirerek “emeğiyle yaşayan küçük insanlar[ı] sınıfsal perspektiften” değerlendiren 1960 sonrası toplumcu filmler (Maktav, 2001: 171) kuşkusuz kanonik anlatıdan da bir sapmadır. Soylu yoksulluğu Doğu ile özdeşleştiren bu dönemi takip eden 1970’ler sineması Yılmaz Güney’i diğerlerinden ve ondan önceki yoksulluk filmlerinden ayıran bir özelliğe sahiptir. Perdeye ötekinin sesini taşıyan Yılmaz Güney, filmlerinde egemen seslere karşı yoksulluğun içinden bir ses olarak konuşur. 78 • iletiim : arat›rmalar› 1980 sonrasında ülkenin geçirdiği sosyo-ekonomik dönüşüme müteakip yoksulluğun ifade edilebileceği mecra toplumsal güldürülerdir. Bu filmler, bir taraftan sınıf değişiminin tesadüfi olaylara bağlı olabileceğini gösterirlerken, diğer taraftan dayanışma, iyilik ve namusluluk gibi kavramların hâlâ geçerliliğini koruyabileceği bir dünya tasavvurunu perdeye taşırlar. Bireyciliğe, köşe dönmeciliğe karşı çıkarlar. Ne var ki artık yoksulluk komiklik için bir malzemeye dönüşmüş; seyirci yoksulların dramına üzülmek için değil, onların başlarından geçenlere gülmek için sinema salonlarını doldurur hâle gelmiştir (Maktav, 2001: 185). 1990 ve 2000’lere gelindiğinde ise yoksul kahramanlar, edebiyatta olduğu gibi, tümüyle sinemadan silinir. Zenginler ile yoksulların mekânları birbirinden ayrılırken yoksulluğun yerini zenginliğin dünyası alır. Yoksulluk sinemada bir sorun değildir artık, Maktav’ın ifadesiyle yoksullar sınıfdışı karakterler haline gelmiştir (2001: 186)7. Yerli Dizilerde Mekân ve Yoksulluk Türkiye televizyonlarında yerli dizi serüveni 1975 yılında Halit Refiğ’in TRT için altı bölüm olarak çektiği Aşk-ı Memnu diziyle başlar. 7 Yoksul kahramanların ayrıcalıklı bir yere konduğu Cumhuriyet dönemi Türkiye sinemasından yoksulluğun yok sayılarak yoksulların sınıfdışı karakterler hâline getirildiği bu süreçten pek çok örnek bulunabilir. Örneğin yoksulluk/zenginlik ayrımını ağa-köylü ilişkisi üzerinden kuran köy filmleri hiç kuşkusuz 1960’lara damgasını vurmuştur. Maktav’a göre, Metin Erksan’ın Yılanların Öcü (1961) ve Susuz Yaz (1963) filmleriyle öncü olduğu bu dönemin kahramanları olan yoksul köylülerin köyde ya da göç ettikleri şehirdeki hikâyeleri yalın bir dille aktarılır. Doğu-Batı ayrımının edebiyatta olduğu gibi zenginlik/yoksulluk ekseninde anlatıldığı 1950-70 arası dönemin kentli filmlerinde soylu yoksulluk kavramını öne çıkartan Ah Güzel İstanbul ve Efkarlıyım Ağbiler filmlerinin yanısıra, küçük insanların hayatlarına eğilen Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları (1964) ve Memduh Ün’ün Üç Arkadaş (1971) gibi filmleri bulunur. Egemenlere karşı sesini yükselten Yılmaz Güney’in özellikle Umut (1970) sonrası filmleri ise sınıf mücadelesinin yükseltildiği bir döneme dahil edilir (Maktav, 2001: 176). 1980 sonrası baskın olan toplumsal güldürü filmlerine ise Atıf Yılmaz’ın Talihli Amele (1981), Ertem Eğilmez’in Namuslu (1985), Nesli Çölgeçen’in Züğürt Ağa (1985) ve Zeki Ökten’in Düttürü Dünyası (1988) gibi örnekler verilebilir (Maktav, 2001: 183). Öte yandan Mustafa Altıoklar’ın Ağır Roman (1997) filmi farklı etnik, dinsel ve kültürel kimliklere sahip insanların dünyasına girip sınıfdışı yoksulları anlatırken, yoksulluğu da estetize eder (Maktav, 2001: 187). Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 79 1980’ler boyunca, dönemin ideolojik yapısına da uygun olan Kartallar Yüksek Uçar (1983/Hüseyin Karakaş), Küçük Ağa (1984/Yücel Çakmaklı), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1985/Salih Diriklik), Çalıkuşu (1986/Osman F. Seden) ve Kuruluş/Osmancık (1987/Yücel Çakmaklı) gibi pek çok yapım izleyiciyle buluşur. TRT tekelinin kırılması sonrasında, özellikle 1990’ların sonundan başlamak üzere yerli TV dizilerinin sayısı ve süreleri, Türkiyeli izleyicinin ilgisiyle beraber sürekli olarak artma eğilimi gösterir. Sayının artması özellikle özel televizyon kanallarının gelişimiyle paralel olduğundan, dizilerdeki mekânsal süreç temsilleri özellikle 1980 sonrası sosyo-ekonomik değişimlerle uyum içindedir. Mekân, TV dizilerinde sınıfsal ayrımın en temel göstergelerinden birisidir. Sadece yaşanılan yer anlamında değil; yemek yenilen restoranlar, dinlenilen tatil yöreleri, zaman geçirilen kafeler, eğitim alınan okullar, hobi alanları veya eğlenilen bar veya clublar üzerinden, tıpkı edebiyat ve sinemada olduğu gibi bir sınıfsal temsiliyet yaratır. Mekân, karakterin zenginliğini veya yoksulluğunu, ait olduğu sınıfı tanımlamak için kullanılabilecek bir kerteriz noktasıdır hâliyle. Mekâna verilen bu önem, onu karakterler kadar önemli bir seyirlik unsur haline getirir (AnadoluJet Magazin, 2010). Yeşilçam döneminden başlayarak pek çok filme ev sahipliği yapan yalılar, köşkler, konaklar uzun bir süredir TV dizilerinin de mekânıdır. Aynı mekânların, muhtelif dizilerde izleyicinin karşısına çıkması ise mekânın temsiliyet gücünü gösteren bir durum olduğu kadar ister istemez bir mekân fetişizmi de yaratır. Örneğin Beylerbeyi’ndeki Laz’ın Köşkü olarak bilinen evin hem Çemberimde Gül Oya, hem de Yaprak Dökümü dizilerine ev sahipliği yapması ve bu mekânların daha sonraları turistik yerler halini alarak ziyaret edilmeleri (AnadoluJet Magazin, 2010) mekânın fetişleştirilmesi ile temsiliyet gücünün de üzerine çıktığını gösterir. Bununla beraber, mekân seçiminin yarattığı pazarın8 bir mekân ekonomisi 8 Sadece mekân değil, dizilerde öne çıkan nesneler de birer meta değeri kazanarak dizi ekonomisi yaratırlar. Aşk-ı Memnu dizisinde Bihter’in taktığı kolyenin yarattığı pazar gibi Muhteşem Yüzyıl dizisi de mücevherinden kolonyasına, takısından kitabına Hürrem Sultan ekonomisi yaratmıştır (Radikal, 2011). 80 • iletiim : arat›rmalar› haline gelerek mekân menajerliği mesleğini doğurması da cabasıdır (Arman, 2007). Özellikle İstanbul’da çekilen dizilerde zenginliğin bir ifadesi olan yalı ve tarihi köşklerin tercih edilmesi bu yalı ve köşklerin pazarlanmasını da beraberinde getirmiştir. Mekânın temsiliyet gücü doğal olarak sadece Türkiye’de çekilen yerli dramalarda ifadesini bulmaz. Zenginliğin dikkat çekici bir şekilde detaylandırılması set tasarımının da önemli bir parçasıdır dizilerde. ABD menşeli Gossip Girl dizisinin farklı karakterleri için yaratılan “modern, şık, boho chic, rock&roll ve vintage industrial iç mekân” (Boduroğlu, 2010) tasarımları mekânın bir tasarım mühendisliği gerektirecek kadar detaylandırılabileceğinin gösterildiği bir uç noktadır. Aslında edebiyat ve sinemadaki değişim izlendiğinde, geçmişin soylu yoksulluk temasından, bugünlerin yoksulluk utancı ve zenginlik öykünmesinin mekânsal süreçlerdeki dönüşümlerle uyum içinde olduğu ve TV dizilerinde karşımıza çıkan temaların da bu dönüşümlerin nihai sonuçlarından birisi olduğunu söyleyebiliriz. Bir taraftan bu değişimlerin teknik olarak daha fazla anlam ifade ettiği, içerik olarak ise geçmişin Yeşilçam klişelerinin dizilerde hâlâ ve hâlâ tüketilmekte olduğu (örneğin zengin oğlan, fakir kız temelinde aşk düzlemi) öne sürülürken, diğer taraftan geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu aşkın temsilinin sınıf bilinciyle değil, beyhude bir kolay yoldan yırtma çabası ekseninde aktarıldığı söylenebilir. Her ne kadar günümüz TV dizileri Yeşilçam filmlerine nazaran yoksulluğu daha gerçekçi bir biçimde sunuyor olsa da (Çelenk, 2011: 54) yoksulluk/zenginlik ekseninde temsil edilen sınıfsal ayrım açısından değişen pek fazla şey yoktur. 1975 yılında yayınlanan Halit Refiğ uyarlaması Aşk-ı Memnu dizisi ile, yeni yapım Aşkı Memnu dizisi arasındaki farkları incelerken Çelenk, ilk uyarlamanın, o dönemki yerli yabancı tüm dizilerin, “tempolarının düşüklüğü, dillerinin naifliği, karakterlerin güçsüzlüğü, diyalogların iptidailiği ve dekorların yoksulluğu” gibi özelliklerden mustarip ve eserin “orjinal eserin edebi gücünden çok şey eksilten bir uyarlama” (2010: 22) olduğunu söyler. Kitap ise, ilk uyarlamanın aksine çok daha fazlasını barındırır: “[Y]alın hikâye çizgilerinden, temel çatışmanın gücünden ve en önemlisi karakterlerin psikolojik kurgusu Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 81 etrafındaki tahlillerden etkilenmemek mümkün değildir” (Çelenk, 2010: 22-23). Bununla beraber, yeni dizi ilk versiyona oranla dramatik açıdan çok daha gelişmiştir. Özellikle “anlatım, mekânsal çeşitlilik, görsel kompozisyon, bir ölçüde karakter kurgusu[ndaki]” (Çelenk, 2010: 24) ilerlemeler diziyi başarılı bir uyarlama haline getirmiş, genel olarak yerli dizilerin dramatik açıdan olgunlaştıklarını söylemek mümkün hâle gelmiştir. Gelgelelim, Çelenk’e göre, Aşkı Memnu özelinde yerli dizilerin toplumsal olanla bağ kurma, masalsılığa ihtiyaç duyma ve yoksulluğu yaratan simgelerin yüzeyselliği gibi hususlarda belirgin ortak zaafları bulunmaktadır. Gündelik ve politik olan pek çok önemli sorun bu dizilerde yok sayılırken, sınıf çatışması (sınıfsal öfke), iyilik-kötülük ekseninde devam eden imkânsız aşk teması üzerinden kurulmaktadır. Bu görüşleri genişletirsek, TV dizilerinin, gündelik hayata ilişkin başarılı kurgular üretseler bile, sinema ve edebiyattan farklı olarak, sınıf ayrımını hep aynı simgesel kodlara indirgediğini, bu kodların sınıf ayrımını sığ ve çiğ bir şekilde ürettiğini ve bu üretimin yüzeyselliğinin sürekliliğini neredeyse tüm dizilerin içinde önemli bir dramatik unsur olarak görebileceğimizi söyleyebiliriz. Bu şekliyle, yoksulluktan duyulan utanç, iktidar veya statü öğesi belirli metalarla ve bu metalara sahip olmakla veya bu metalardan yoksunlukla ifade edilmektedir. Sınıf Temsili Olarak Anlatı Doğal olarak TV dizileri, sinemanın veya edebiyatın popüler örneklerinden kendini farklı kılan sui generis özelliklere sahiptir. TV dizileri, izleyici nezdinde kabul gördüklerinde, bölümler halinde uzun bir dönem boyunca yayınlanır. Sinemada veya edebiyatta karşılaştığımız devam filmleri veya kitapları ise aynı özellikleri göstermezler zira sinemada ve edebiyattaki devam örnekleri genel olarak belirli bir zaman diliminden sonra ortaya çıkarlar, diziler gibi yılın belirli dönemlerinde her hafta izleyici karşısında olmazlar. Dizisel format, Mutman’ın ifadesiyle, televizyonun öz formatıdır çünkü televizyon aynı zamanda izleyicilerin, sinema seyircisi gibi izledikleri değil, aynı şeyleri hep beraber aldıkları bir “olayları aynı anda alımlama (reception) akımı”dır (1995: 51). 82 • iletiim : arat›rmalar› Bununla beraber TV dizilerini, sinema ve edebiyattaki örneklerden ayıran özellikler anlatı temelinde belirli farklılıklar gösterir. Bu özellikler, aynı zamanda, geleneksel değerlere bağlılık, çoğunluğun beğenilerini ve düşüncelerini yansıtma gibi klasik bir anlatı yapısına sahip olmakla tanımlansa bile TV dizilerini diğer medyadan ayırma bağlamında önem kazanır. Diziler, egemen söylemi yeniden kurarak egemen sınıfların dünya görüşlerini yansıtsalar da, izleyici dizilerde “umut ve beklentileriyle, sevinç ve öfkeleriyle bağlantıya gelebilen öğeler” (Oktay, 1993: 250) bulur. İzleyicinin kendinden bulduğu öğeler kadar onu bir hayal dünyasında yaşatacak özellikler de onu dizilere bağlar. Dizileri, diğer popüler anlatılardan ayıran özellikleri anlattığı yazısında Ayşe İnal, ilk olarak “sonlanma”dan (anlatının kapanması) bahseder (2010: 40). Geleneksel anlatı formatı içersinde sonlanma, sonu hazırlayan olaylar dizgesinin ve kahramanların karakter özelliklerinin sona ermesidir. Dizilerde ise nihai bir çözüm yerine sonlandırmama stratejisi uygulanır. Pek tabii ki bunun arkasında ekonomik nedenler vardır zira dizi uzadıkça gelecek reklam gelirinin devamı da sağlanacaktır9. Bu durum televizyonun temsili yapısında temel bir değişiklik getirir, politik temsil yerini ekonomik temsile bırakır (Mutman, 1995: 57). Sonlandırmama stratejisi daha başka sonuçları da beraberinde getirir. İnal’ın belirttiğine göre, anlatının sentagmatik boyutu içerisinde yer alan sonlandırmama, karakterlerin havada kalmasına neden olurken, karakterlerin tümüyle polarize olmasına ve tektipleştirilmesine izin vermez (2010: 41). Bu özellik dizilerde temsilin sürekli olarak genişlemesine yol açar. Sadece olaylar çetrefillenmez, dizilere yeni tipolojiler de eklenir. Bunun arkasında ise geleneksel toplumsal ilişkilerin Türk kültürüne daha yakın olduğu için yapımcılar tarafından tercih edilmesinden çok, geniş bir izleyici kitlesine seslenme amacı yatmaktadır (Çelenk, 2001: 182). Diğer taraftan, karakterlerin yaşamları ve olaylar ekran başında birebir tanık olunacağı bir biçimde izleyicinin gündelik yaşamına paralel bir ritmle akar (İnal, 9 Öte yandan, 2010 yılında yapılan bir dizi eylemle eleştirilen ve ‘‘Yerli Dizi Yersiz Uzun’’ ismiyle de kamuoyunda dikkat çeken, dizi çalışanlarını her hafta sinema filmi uzunluğunda bir bölümü kotarmaya mecbur bırakan sonlandırmama sistemi tepki toplamaktadır. Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 83 2010: 41). Hülasa, diziler uzadıkça karakterlerin daha insani özellikleri izleyiciyle buluşur, çatışma ortamında onların hayal kırıklıkları, güçlülükleri kadar zayıflıkları da temsil edilmek zorunda kalır. İzleyiciye artık bir kahraman değil, onun gibi sıradan kahramanlar, sıradan insanlar sunulur (İnal, 2010: 41). Sıradan yaşamlar kuşkusuz izleyicinin kendi hayatından da parçalar bulmasını sağlar. Öte yandan, İnal’ın açıklaması sınıfsal bir konuma da çekilebilir. Zira, TV dizileri izleyiciye seçkin yeni kentli sınıfların lüks yaşamı etrafında dönen hikâyeler sunmaktadır. Dizilerin sonlanmasının gecikmesi, tüm ihtişamlı yaşamlarına rağmen zenginlerin de zaafları olabileceğini, onların da insani eğilimleri ve noksanlıklarının varlığını, anlatıdaki çatışmaya binaen onların da bazı şeyleri elde etmekte güçlük çekeceklerini, velhasıl aslında tüm o “züppe” havalarına rağmen altını biraz kazıdığımızda onları seyreden izleyiciler kadar zayıf ve sıradan olabileceklerini gösterir. İzleyici, aslında bu kahramanlarla özdeşleşir ama mevzu bahis olan sinemadaki gibi izleyicinin filme duygusal olarak dahil olmasını sağlayan bir özdeşleşme değil; ekonomik yoksunluğunun karşılığını kahramanın duygusal düzeyde noksanlığıyla, beceriksizliğiyle ifade edebilmeyi sağlayacak bir özdeşleşmedir. Bu anlamıyla seyirci dikizlemenin de verdiği zevki kullanarak, zenginlerin suç ve çatışma dünyasından uzakta, onların başlarına gelenleri seyrederken, evinde rahat koltuğunda oturur ve kendi sıkıcı dünyasından kaçma fırsatı bulur. Bu durum aynı zamanda James C. Scott’ın “negatif karşılıklık arzusu” adını verdiği ve tahakküm altındaki grupların fantezi yaşamlarında başkasının talihsizliklerine sevinme biçimi almasıyla (1995: 73-75) da yakından ilgilidir. İzleyici bir anlamda kıskandığı yaşam tarzlarına sahip üst sınıfların başlarına gelen talihsiz olaylardan keyif almaktadır. Böylelikle anlatı, sınıf çatışmasının bir göstergesi halini alır ve alt sınıfların intikamı bu şekilde sağlanır. Diziler Hakkında Anlatının önemli bir öğesi olan sonlandırmama ilkesi, yeni tipolojiler kadar yeni mekânlar yaratarak da temsilin sürekli olarak genişle- 84 • iletiim : arat›rmalar› mesini sağlar. Dizilerde zenginlik/yoksulluk ekseninde oluşan sınıfsal ayrımın mekân bağlamında temsiline seçilen yerli diziler incelendiğinde pek çok örnek bulunabilir. Bu örneklere geçmeden önce bahsi geçen dizilerin konuları hakkında kısaca bilgi vermek dizilerdeki mekânlar üzerinden oluşan bu temsilleri değerlendirmek açısından yararlı olacaktır. Daha sonra ise bu dizilerdeki mekânların üç ortak kategori altında değerlendirmesi yapılacaktır. Bu kategoriler, her bir dizide mekânın sınıfsal temsilini mümkün kılan ev, işyeri ve diğer mekânlar başlıkları altında incelenecektir. Diğer mekânlar genel başlığı altında kafe, bar, üniversite, AVM, parti ve otel gibi dizilerin konu ve geçtikleri yerlere göre değişen mekânlara bakılacaktır. Doğal olarak dizilerde bu mekânlar kadar, mekânda bulunan belirli metalar da zenginlik/ yoksulluk ayrımının açığa çıkarılmasında yardımcı olur. Bu açıdan bakıldığında mekân içinde barındırdığı metalarla sınıfsal temsil oluşumuna hizmet eder. Daha doğrusu bu metalar zenginlik ve yoksulluğun belirli kalıplara indirgenmesini sağlar. Dolayısıyla, yeri geldiğinde mekânın yanı sıra mekânda bulunan metalardan da bahsedilecektir. Yönetmenliğini Merve Girgin’in yaptığı Adını Feriha Koydum, ailesi İstanbul’un zengin semti Etiler’deki lüks bir apartmanın kapıcılığını yapan Feriha’nın, gerek apartmanda oturan varlıklı ailenin kızıyla, gerekse burslu olarak kazandığı özel bir üniversitedeki arkadaş çevresiyle olan ilişkisi üzerinden o bilindik Yeşilçam klişelerinden birisinin, fakir kız (Feriha) - zengin oğlan (Emir) aşkının hikâyesidir. Feriha ve Emir, “İstanbul’un gece hayatı babasından sorulan”, “gecelerin veliahtı” olarak nitelendirilen, aynı okulda öğrenci olan “kaymak tabaka”dan Emir’in Ferrari marka arabasıyla Feriha’ya çarpması sonucu tanışırlar. Feriha, Emir’e kendisini zengin bir ailenin kızı olarak tanıtır ve onun ilgisinden hoşlandığı için bir türlü gerçeği açıklayamaz. Bu yalan üzerine inşa ettiği dünya, Feriha’nın hem kendisini hem de ailesinin başlarına ciddi sorunlar açmasına neden olur. Dizi Feriha’nın sınıf atlama arzusu ve onun yoksulluğundan duyduğu utancın yarattığı sıkıntılara odaklanır. Yönetmenliğini Ömür Atay’ın yaptığı Bir İstanbul Masalı zengin Arhan ailesi ile bu aileye ait köşkün müştemilatında yaşayan Kozan ailesinin başlarından geçen hikâyeleri, Kozan ailesinin kızı Esma’nın, Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 85 Arhan ailesinin oğullarıyla olan ilişkileri üzerinden anlatır. Arhan Ailesi uluslararası düzeyde faaliyet gösteren devasa bir aile şirketine sahiptir. Baba Ömer Arhan’ın emekli olmasıyla işlerin başına büyük oğul Selim geçerken playboy hayatı sürdüren lüks araba tutkunu küçük kardeş Demir tatlı hayatına devam eder. Kozan ailesinin babası Cemal, Ömer Arhan’ın şoförüdür ve bu görevi şirketin yeni patronu Selim için de sürdürür. Ailenin büyük kızı Çiçek üniversiteyi bitirmiş ve mühendis olarak çalışmaya başlamıştır. En küçük kardeş Ozan ise henüz lisededir. Ortanca çocuk Esma ise Galatasaray Üniversitesi’nde işletme okumaktadır. Ozan okulda Arhan ailesin ferdi gibi davranarak ailenin zenginliğine öykünür. Esma’nın ise sınıf atlamasını sağlayacak daha farklı hedefleri vardır. Onun sınıfsal yükselme arzusu dizide evin küçük oğlu Demir’e olan tutkusunda boyut kazanır. Buna rağmen gelişen olaylar Esma’nın önceleri Demir ile bir ilişki yaşamasına rağmen daha sonra büyük oğul Selim ile evlenmesine yol açacaktır. Yönetmenliğini Aydın Bulut’un yaptığı Ihlamurlar Altında, diğerleriyle aynı türden bir Yeşilçam klişesine değinen, zengin oğlan fakir kız aşkının, biraz da dizinin sonlandırılmaması sonucu çok daha karmaşık ilişkiler ağına dönüştüğü bir hikâyedir. Birbirlerine aşık olan ve evlenme planları yapan, birisi tersanede, diğeri ise bir tekstil fabrikasında çalışan Yılmaz ve Elif ile, Türkiye’nin en zengin ailelerinden, Elif’in çalıştığı tekstil fabrikasının (Net Şirketler Grubu’na ait Tek-Stil) da sahibi olan iki kardeş Filiz ve Ömer’in içiçe geçen aşk hikâyeleri yine sınıf temelli olarak aktarılmaktadır. Yılmaz’ın elden düşme, hurda motosikletiyle yolda giderken Ömer’in sürdüğü lüks araçla çarpışmasıyla bu dörtlünün hayatı bir şekilde çakışır. Ömer Elif’i gördüğünde ondan çok etkilenir. Yaşadığı yoksulluktan bıkmış olan ve yükselme arzusu içindeki Elif, bir süre sonra Yılmaz’dan ayrılır ve Ömer ile evlenir. Yılmaz ise iş hayatına atılarak sınıf atlar, intikam için Filiz ile birlikte olur. Dizinin sonraki bölümlerinde Yılmaz, Filiz’e gerçekten aşık olacak ve onu başına gelecek sorunlardan kurtaracaktır. Yönetmenliğini Hilal Saral’ın yaptığı Fatmagülün Suçu Ne ise, daha önce sinema filmi de çekilmiş bir uyarlamadır. Dizi, Ege’nin küçük bir kasabasında ağabeyi ve yengesiyle yaşayan Fatmagül’ün hikâyesini anlatır. Nişan için kasabaya gelen Yaşaran Holding’in veliahtı Selim, 86 • iletiim : arat›rmalar› onun kuzeni Erdoğan, bölgedeki Tapu ve Kadastro müdürünün oğlu Vural ve kasabalı demir ustası Kerim’in, balıkçılık yapan nişanlısı Mustafa’yı uğurlamak için sabaha karşı sahile giden Fatmagül’e tecavüzleriyle değişen hayatlarını aktarır. Zenginlik/yoksulluk ekseni dizide yöredeki sit alanlarını satın alarak üzerlerine tatil köyleri yapmak isteyen ve bu uğurda oğlu Selim’i, arsa kanunlarını değiştirebileceği umuduyla milletvekili Turhaner’in kızıyla evlendirmeyi kafasına koymuş hırslı zengin Reşat Yaşaran ve Yaşaranların diğer fertleriyle, yörenin yerlileri (mandıracılık yaparak hayatların kazanan Fatmagül ve ailesi, Fatmagül’ün nişanlısı Mustafa ve onun ailesi ile yöredeki otlardan şifa dağıtan Ebe Nine ve onun evlatlığı Kerim) arasındaki çatışmayla sunulmaktadır. Dizilerde Ortak Mekân Kategorileri: Ev, İş ve Diğer Mekânlar Ev Adını Feriha Koydum dizisinde, Feriha’nın yaşadığı kapıcı dairesiyle, apartmanın üst katındaki arkadaşı Cansu’nun yaşadığı daire, zenginlik/yoksulluk ayrımının belirgin bir temsiline örnektir. Bu mekânlar sanki Peyami Safa’nın “Türk ruhunun en büyük işkencesi” olarak nitelendirerek (aktaran Gürbilek, 2004: 176) tasvir ettiği Doğu-Batı sorununun meydana getirdiği ikili karşıtlığı mekân üzerinden hikâyeleştirdiği Fatih-Harbiye (1931) romanının (ve bazı diğer romanlarının da), haysiyetli ama fakir Doğulu (kapıcı dairesi), zengin ama yapmacık Batılı (lüks apartman dairesi) metaforlarıyla yeniden (ve yeniden) üretimine şahit olunmasına hizmet eder. Zira, kapıcı dairesi televizyonun salonun merkezinde, yemek masasının ancak dört kişinin sığabileceği bir büyüklükte, duvarlarda kitsch manzara resimlerinin ve halıların asılı olduğu, yer sorunundan buzdolabının da salonun bir köşesinde bulunduğu, farklı tipteki sandalyelerin ve bir sehpanın masanın etrafına dizildiği, ucuz bibloların odanın dört bir tarafına lalettayin konulduğu, televizyonda, sehpalarda, buzdolabının üstüne yerleştirilen fırında örtülerin süs eşyası olarak yerleştirildiği, yağmur yağdığı zaman evin içine su dolmasını annenin camdaki deliklerden akan suyu kumaş parçalarıyla engellemeye çalıştığı, klasik ama samimi bir kapıcı dairesi iken üst kattaki daire renkli ve minimal mobilya- Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 87 ları, son model büyük ekran televizyonu, abajurları, aksesuarları, masaların üzerindeki moda ve magazin dergileri, duvardaki modern sanat resimleri, iç gıcıklayan iç mekân tasarımının gözalıcı ama mesafeli olmasıyla ile birbirinden ayrılır. Feriha’nın odası ise neredeyse herşeyin üstüste bindiği bir sıkışıklıkla (nevresim takımlarının, kitapların tepeleme yığıldığı, kapının arkasındaki askılıkta giysilerin asıldığı, Feriha’nın derslerine yatağının üzerinde çalıştığı) biraz da iç bunaltırken, Cansu’nun geniş odası, büyük yatağı, evin diğer odalarındaki gibi modern sanat resimlerinin reprodüksiyonları, pahalı biblolar, abajurlar, çalışma masası olan ferah bir mekândır. Bir İstanbul Masalı’nda Arhan ailesinin köşkü, bahçede o gece verilen yaza veda partisi ile izleyiciye tanıtılır. Arhan’ların şirketi ARC, “5 kıta 34 ülkeye ihracat yapan, 10 binin üzerinde aileye istihdam olanağı sağlayan, Türkiye’nin lokomotif isimlerinden birisi” olarak şirketin yönetim kurulu başkanı Ömer Arhan’ın ağzından anlatılır. Bu büyüklükte bir şirkete sahip Arhanların köşkü de bir malikâneyi andırır büyüklüktedir. Açık hava partisinin yapıldığı, kapısında görevlilerin davetlileri isim sorarak içeri aldığı köşkün bahçesindeki havuz da dikkat çekicidir. Garsonlar davetlilere içki servis yapmakta, kurulan platformda davetlilerin sohbetine canlı müzik eşlik etmektedir. Öte yandan Kozan ailesinin köşkün sınırları içindeki müştemilatı orta sınıf bir ailenin sahip olabileceği müstakil bir evin de üzerinde bir büyüklüktedir. Kozan ailesi sabah kahvaltısını evin bahçesinde yapabilecek kadar şanslıdır. Gelgelelim, iki aile arasındaki sınıfsal farkı belirtmek için kullanılan belirli ayrımlar göze çarpmaktadır. Örneğin aynı saatlerde kahvaltı yapan Arhan ailesinin kahvaltısında hizmetçiler servis yapmakta, ailenin büyük oğlu Selim özellikle finans haberleri veren bir gazeteye göz gezdirmektedir. Akşam yemeğinin de yendiği geniş yemek salonu, tüm villada olduğu gibi, aydınlatması, tüm odayı kaplayan pencereleri, aynalı dolapları, antikaları ve duvarlardaki yağlı boya resimleri ile dikkat çeker. Kozan ailesinde hizmeti anne Suzan ve büyük kız Çiçek yapar, baba Cemal Kozan ise gazetenin spor sayfasına odaklanmış, günlük transfer haberlerine göz gezdirmektedir. Bölüm boyunca kabul edilen gerçek, Kozan ailesinin rahatlığının Arhan ailesinin emrinde çalışmaları sayesinde olduğudur. Bu rahatlık evin mut- 88 • iletiim : arat›rmalar› fağında çalışan Suzan Kozan ve önce Ömer Arhan’ın sonra ise Selim Arhan’ın limuzininin şoförü olan Cemal Kozan’a verdikleri ve verecekleri hizmetlerin karşılığında sunulmuştur. Arhan ailesinin zenginliğinden pay alan Kozan’ların evlerinin içi de bu nedenle klasik bir yoksul aile evinden çok farklıdır. Örneğin mobilyalar Adını Feriha Koydum dizisinin kapıcı dairesindekilerle kıyasla daha modern ve daha çok orta sınıf bir ailenin evinde görülecek cinstendir. Esma ve Çiçek’in paylaştığı odada televizyon, bilgisayar, lambalarla çevrili büyük bir ayna, duvarlarda dans resimleri kadar çiçek ve hayvan resimler ile odaya öğrenci odası havasını veren kitapların üstüste yığıldığı masalar bulunur. Sınıf bilincine sahip ve daha gerçekçi bir karakter olan ablası Çiçek ile kıyaslandığında Esma’nın uğraşları da kapıcı ailesi standartlarından ayrılır, onun sınıf atlama isteğinin bir göstergesi haline gelir. Örneğin Esma okulun dans kulübünün seçmelerine katılarak dansçı olmayı hedeflemektedir. Evin alt katındaki mutfak ise geniş katılımın olduğu bir davete ev sahipliğini kaldırabilecek kadar büyüktür. Suzan Kozan’ın çekip çevirdiği mutfakta, akla gelebilecek tüm mutfak eşyaları bulunur, raflar kavanoz ve çeşitli ebatlarda kaplarla doludur. Son olarak evin garajında şirket yönetim kurulu başkanının bindiği limuzinin yanısıra Demir’in yeni satın aldığı 300 bin dolarlık Ferrari’si vardır. Arabalara olan ilgisi, Demir’in arabaların motorlarından anlayacak kadar arabalarla haşır neşir olmasına yol açmış, dolayısıyla garajı bir tamirhaneye çevirmesine de neden olmuştur. Ihlamurlar Altında Filiz ve Ömer’in ailesiyle oturdukları villa oldukça farklı prizmaya benzer mimari tasarımıyla dikkat çeker; geniş bir salon, geniş camekânlar, büyük bir bahçe, bahçedeki havuz ve uydu anteni, yine duvarları kaplayan resimler, masklar, aksesuarlar, Amerikan mutfaklı minimal bir iç mekân düzenlemesi ile diğer dizilerdeki zengin evleriyle benzerlik gösterir. Elif’in ailesiyle oturduğu ev ise salonda Hz. Ali’nin kılıcının bir temsilinin yanı sıra doğa manzaralı resimleri ve Elif’in babasının siyah-beyaz resminin duvarda asılı olduğu bahçeli bir gecekondudur, uzaklardan gökdelenlerin siluetlerinin gözüktüğü Gazi Mahallesi’ndedir. Dar sokaklarında çocukların top oynadığı, ip atladığı, gecekondularda yaşayan kadınların ise dışar- Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 89 da hem sohbet ettikleri, hem de yerde pamuğu hallaç işleminden geçirdikleri bir semttedir. Annesiyle beraber aynı gecekonduda yaşayan Yılmaz, Elif ile evlendikten sonra oturmak için yine aynı semtte bir gecekondu kiralamayı düşünmektedir. Ne var ki; Elif, Yılmaz’ın kendisine gösterdiği, pencerlerinde demir parmaklıkların olduğu, dış boyaları dökülmüş bu küçük gecekonduyu beğenmez. Yılmazlar’ın gecekondusu ise annesi ve Yılmaz’ın sade ve sakin hayatlatını yansıtan tarzda, televizyon ve diğer eşyaların üzerinde dantelli örtülerin bulunduğu, salonun ortasındaki masada Yılmaz’ın açık öğretim derslerine çalıştığı, bahçeli küçük bir gecekondudur. Fatmagülün Suçu Ne dizisinde yazlıkçılar, havuzlu ve geniş bahçeli lüks villalarda veya otellerde, yerliler ise taştan yapılma beyaz badanalı, küçük ama sevimli evlerde yaşarlar. Zenginlik, bu evlerin görkemi kadar, bu görkemi tamamlayan üstü açık cipler, deniz uçakları, özel tekneler, yatlar ve palmiye ağaçlarının altında verilen bol içkili, garsonların hizmet verdiği yabancı müzikli partilerle simgeleştirilir. Keza, Selim’in nişanın yapıldığı sahile deniz uçağı ile inerek gelmesi bu simgelerden başka bir tanesidir. Yoksulluk ise daha çok bu olanaklardan yoksunluktur, en çok Fatmagül’ün bir sığıntı gibi yaşadığı evde, kendisine ait bir odasının olmamasıyla ifade edilir. Fatmagül, yeğeni ile aynı odayı paylaşmakla kalmaz, aynı yatakta da uyumak zorundadır. Bu nedenle Mustafa ile yapacağı evlilik onun için bir kurtuluştur zira evlendiğinde, “kendi yatağı, dolabı, perdeleri, tabak çanağı”, kendi evinde kendi anahtarı, kapısına sahip olacağının hayalini kurmaktadır. İşyeri Adını Feriha Koydum’da Feriha’nın ailesi lüks apartmanın tüm işlerinden sorumludur. Feriha da zaman zaman annesi ve babasına yardım etmek için apartmanın işleriyle ilgilenir. Feriha’nın okuldan arkadaşları ise henüz öğrenci oldukları için çalışmazlar, ailelerinden aldıkları paralarla oldukça rahat bir hayat sürerler. Feriha’nın ikiz kardeşi Mehmet ise okumadığı için uzun zaman önce tamirhanede işe başlamıştır. Yoksulluğunun farkında olmasına rağmen, o da ablası gibi zenginliğe öykünür. Annesinin tabiriyle, “üç ay yememiş, para biriktirerek kendine cep telefonu al[ır]” örneğin. Diğer taraftan, gerek arka- 90 • iletiim : arat›rmalar› daş çevresi, gerekse lükse olan tutkusu nedeniyle Feriha’yı sık sık eleştirmekten geri durmaz. Örneğin Barbie bebeği ile uyuyan Feriha için, “Çöpten çıkardığı sarı bebeğe benzemek için ruhunu satar O” demekten çekinmez. Bir İstanbul Masalı’nda ARC Holding, şehrin merkezinde eski bir taş binadadır. Koridorlarında kırmızı halıların dikkat çektiği, asansörün eski zamanlardan kaldığı, beyaz sütunların binanın yükünü taşıdığı, kahverengi büyük kapıların ofislere açıldığı bu binada Ömer Arhan’ın “Kartal Yuvası” olarak isimlendirdiği İstanbul manzaralı odası, klasik bir tasarımın eseri olarak geniş koltuklar, abajurlar, yaldızlı tabaklar gibi dekoratif tabaklar, avize, teleskop ve büyük bir gemi maketi ile zenginliğin ihtişamını yansıtır. Selim Arhan’ın ofisi ise, bu odaya kıyasla daha mütevazidir ama onun şirketteki konumunu gösterecek kadar büyüktür. Ihlamurlar Altında dizisinin ilk bölümünde Filiz’in ve Ömer’in hayatları fabrikadan daha çok, tasarladıkları kostümleri ve ihracat koleksiyonlarını pazarladıkları defileler, kokteyller ve açılışlar arasında geçer. Bu mekânlar Filiz ve Ömer’in yine onlar gibi seçkin iş insanları ve modacılar ile buluştukları; kâh flörtlerin, kâh yeni iş imkânlarının veya iş hayatındaki son gelişmelerin konuşulduğu mekânlar olarak zenginlerin hayatından kesitler sunar. Ev partilerinin yapıldığı villalar, kokteylerin olduğu otel salonları, açılış gecelerinin ve defilelerin yapıldığı AVM’ler iş hayatının bir yansıması olarak sunulur. Elif’in çalıştığı, Filiz ve Ömer’in sahip olduğu fabrika ise bünyesinde seri üretimin yapıldığı dikiş bölümü kadar, defilelerde giyilecek elbiselerin de tasarlandığı stil bölümünü bünyesinde barındırır. Elif, gün boyu herkesin aynı işi yaptığı dikiş bölümünde olduğu kadar stil bölümünde yeni elbiselerin ütüsünü yapmakla uğraşır. Özellikle defile zamanları yoğun bir tempoyla, işlerin yetiştirilmeye çalışıldığı, provaların gerçekleştirildiği, elbise çizimlerinin duvarlara asıldığı bu ofis, dikiş bölümüne oranla daha aydınlık ve geniştir. Burada gördükleri son moda tasarımlar Elif ve arkadaşının bu elbiselere bakarak bir gün kendilerinin de bu elbiseleri giyebileceklerini hayal etmelerine ve sınıf atlayabileceklerini düşünmelerine de neden olur. Bu durum aynı zamanda Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 91 Elif’in ofiste kimsenin olmadığı bir sırada bu elbiselerden birisini giyerek aynada kendisini seyrederken içeriye giren Ömer’in onu mankenlerden birisi sanmasıyla tanışmalarına vesile olacaktır. Yılmaz ise gün boyu dışarıda gelen tırlardaki yükleri kontrol etmektedir. Onun daha çok koordinasyon işlerini yürütebilmesini sağlamasını sağlayan ofisi ancak bir kaç kişinin sığabileceği büyüklüktedir. Fatmagül’in Suçu Ne dizisinde Fatmagül, ağabeyi ve yengesiyle beraber bir mandıra işletir. Mandırada koyun ve keçilerden elde edilen süt ile peynir, tereyağı, yoğurt gibi süt ürünleri yaparlar ve bunlar yöredeki büyük çiftliklere satarlar. Yaşaranların düğünü için gerekli malzemeyi de onlar sağlayacaktır. Dizinin ilk bölümünde Yaşaranlar’ın şirketi hakkında, büyük bir şirket olması dışında, detaylı bir bilgiye sahip olunmaz. Ne var ki, Reşat Yaşaran’ın kasabada bulunma nedeni sadece nişan değildir. Uzun zamandır peşinde olduğu arazileri ucuza satın almak amacındadır. Milletvekili dünürüne bu arazileri gösterirken, bu bölgede yapmayı planladığı işlerden bahseder. Diğer Mekânlar Adını Feriha Koydum’da mekân temsillerinden birisi de Feriha’nın okuduğu özel okuldur. Bazı sahneleri Bilgi Üniversitesi’nin kampüsünde çekilen dizinin ilk bölümünde, Feriha’nın babasının “oturacak bir bank bile yok” diyerek yakındığı iç mekânlarda minimalist bir anlayış hâkimdir. Öğrencilerin biraraya gelebileceği ortak alanın olmadığı okulun içinde, ders aralarını öğrenciler ayakta muhabbet ederek geçirmek zorundadır. Özen’in Aşk-ı Memnu dizisi için yaptığı, “dizideki karakterler, özenle seçilmiş nesnelerin arasına yerleştirilen ve nesnelerin daha iyi görünmesi için tesis edilen mankenler gibidir” (2010: 60), saptaması Adını Feriha Koydum için de geçerlidir. Belirli metalar arasında (giysi, araba ve benzeri) özellikle cep telefonu dizinin dramatik yapısına uygun bir şekilde öne çıkar. Dizide sınıfsal temsil incelemesi yapılabilecek diğer bir mekân ise Feriha’nın Emir ve arkadaşlarıyla beraber gittikleri kafedir. Kafe, masaların birbirine mesafeli olduğu, tavandan sarkan lambalarla aydınlatmanın sağlandığı, menüsünde farklı dillerde yemek isimlerinin yer aldığı, bol abajurlu, deri koltuklu, duvarlarda antika süsü verilmiş aksesuarların olduğu bir mekândır. 92 • iletiim : arat›rmalar› Bir İstanbul Masalı’nda Selim iş çıkışı kafasını dağıtmak, Demir ise daha çok eğlenme amaçlı olarak bara gider. Özellikle Demir, playboyluğunun getirdiği popülariteyle genç kadınlar tarafından özel bir ilgi görmektedir. Selim’in ise patronluğa yükselmesi para peşindeki kadınların barda onun da peşine düşmesine neden olur. Ne var ki Selim bu durumdan rahatsızdır. Diğer taraftan Demir, yeni satın aldığı Ferrari’sini test etmek amacıyla yarış pistine çıkar. Burada yine kadınlar tarafından kuşatılmıştır. Kozan’ların evlerinde geçirdikleri sakin ve huzurlu zamanlara oranla Demir hayatını dışarda heyecan peşinde geçirmeye adamıştır Ihlamurlar Altında dizisinde ise sınıfsal bir ayrım olarak dizide Elif ve Yılmaz’ın gittikleri Hayriye’nin düğünüyle, o sırada devam eden Filiz ve Ömer’in katıldıkları parti arasındaki geçişler verilebilir. Partinin sakin havasıyla, düğünün alaturka müzikli, bol eğlenceli havası mutlak bir tezatlık oluşturur. Yabancı müziğin çaldığı ve konukların sakince muhabbet ettikleri parti ile, dürüm arasında kebabın servis edildiği, havuz kenarında açık havada canlı müzik eşliğinde yapılan düğün arasındaki farklılık, bir sınıfsal ayrım oluşturacak niteliktedir. Dizide AVM’ler, zenginlerin ve yoksulların beraber gidebilecekleri bir mekân olarak sınıfsal ayrımı ortadan kaldıran bir unsur olarak görülebilir10. Zira, gerek zenginler, gerekse yoksullar, her ne kadar tüketim kalıpları açısından ayrılsalar da, buralarda zaman geçirirler. Elif ve Yılmaz buraya alışveriş için gelmezler. Daha çok vitrinleri dolaşmak, diğer insanları seyretmek ve zaman geçirmek için gelirler. Aslında, Yılmaz’ın AVM’lere olan tavrı nettir, “bir sürü alşveriş manyağı insan”ın bulunduğu bu mekân yerine “mis gibi Boğaz kıyısında oturma[yı]” tercih ettiğini açıkça söyler. Elif ise vitrinlerin ışıltılı dünyasına kendini kaptırmış, burada dolaşmayı diğer insanların kendisinin yapamadıklarını (mesela göbeği açık giysiler giymeyi) yaptıklarını görerek mutlu olmayı tercih etmektedir. AVM’ler satın alamasa bile 10 Diğer yandan AVM’lerden AVM’lere müşteri profili, içinde yer alan markaların kalitesi gibi açılardan farklar vardır. Bu durumu yaratan en önemli nedenlerden birisi de AVM’lerin bulundukları semtlerdir. Daha alt sınıflar doğal olarak kendi oturdukları semte yakın olanları tercih ederler. Ama bu durum AVM’lerin tüm sınıflar için zaman geçirilebilme potansiyeli bulunan mekânlar oldukları gerçeğini değiştirmez. Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 93 vitrinlerde sunulanların ışıltısının ona yettiği, sadece seyrederek bile zenginlerin dünyasına öyküneceği veya o dünyaya girmeyi tahayyül edebileceği mekânlardır. Fatmagül’ün Suçu Ne’de evlilik hakkında konuşmak için eve gelen Mustafa’nın ailesiyle yenilen yemekten Yaşaranlar’ın milletvekili dünürleriyle yedikleri yemeğe yapılan geçişler de sınıfsal ayrımın bir tezahürüdür. Evin hemen dışında, tepedeki lambanın altında yalın bir yemek ile lüks villanın bahçesinde bol içkili davet bir tezat oluşturur. Doğal olarak yemeklerde konuşulan konular da farklılık arz eder. Bir tarafta, evlilik hazırlıkları ve yemeğe övgü, diğer tarafta ise arazi sorununu çözerek, Reşat Yaşaran’ın ifadesiyle, “doğayla uyumlu, doğayla içiçe” tesislerin inşası üzerine yapılan konuşmalar vardır. Yaşaranlar’ın amacı, pek tabii ki doğaya dönüş kavramının son zamanlarda çok revaçta olmasını kullanarak, ilerde değeri yükselecek arazileri şimdiden satın alarak yeni kârlar elde etmektir. Sınıf ayrımının en açık ifadesi ise Kerim’in ustasının demir atölyesinde söylediklerinde açığa çıkar: “[Selim, Erdoğan ve Vural] benim arkadaşım” sözüne karşılık, “Sen de onların arkadaşı mısın?” diye cevap verir ustası. Keza, “Onların seni taktığı yok. Şoförlüklerini yaptırmak için ararlar. Onlar senin ayarın değil” diyerek aradaki farkı belirgin biçimde ifade eder. Dizide belirli metalar da sınıfsal ayrımın oluşması için kullanılmaktadır. Nişan hazırlıklarına yardım için gittikleri evin mutfağında Fatmagül ve yengesi ihtişama da tanıklık ederler. Reşat Yaşaran’ın eşinin, kızı Meltem’in odasına yiyecek bir şeyler götürülmesini söylemek için mutfağa geldiğinde, boynundaki büyük kolye dikkat çeker. Fatmagül’ün Meltem’in odasına gittiğinde gördüğü Meltem’in giydiği inci rengindeki büstiyer, Fatmagül tarafından yengesine, “dergilerdeki çamaşırlar” olarak tarif edilir. Artık iç çamaşırları da kostümün bir parçası olarak zenginlik tasavvuruna dahil edilmiştir. Sonuç Sonuç olarak, TV dizilerinin en önemli işlevlerinden birisi yüzeysel ve sığ mekânsal simgeler üzerinden zenginliği ve zenginliğe öykünmeyi empoze etmektir. Bu biçimiyle aynı zamanda tüketim 94 • iletiim : arat›rmalar› kalıplarını da değiştirmeyi hedeflerler. İncelenen TV dizileri, bir taraftan yoksulluğun artık sınıfsal bir tabanının kalmadığını gerçek yoksulluğu dizilerden dışlayarak ifade ederken, diğer taraftan sınıf atlamayı bir hayal, ulaşılması gereken bir hedef olarak benimsetme gayretine girerek bireyin tüketim kalıplarını değiştirecek bir ekonomik dönüşümün de propagandasını yaparlar. Tüketim, muktedirlerin prangası olarak emekçi sınıflara dayatılır. Kısacası, tüketimi körükleyen TV dizileri, kendi ekonomilerini yaratacak kadar tüketim kültürünün içindedir. Zira, diziler aynı zamanda, zenginlerin yaşadıkları, zaman geçirdikleri mekânların ve bu mekânlarda sergilenen tüketim nesnelerinin reklamının yapıldığı araçlar haline gelmiştir. Dizilere sponsor olan firmaların isimlerinin dizi sonunda jenerikte akması, bu tarz mekânların dizilerde salt bu amaç için düzenlendiği düşüncesini desteklemektedir. Aslında televizyon, yaratılmasında ön ayak olduğu tüketim kültürüne doğrudan bağlıdır. Televizyon programlarında görülen yüzeysellik (örneğin dizilerdeki zengin oğlan/fakir kız klişesi, zenginlik ve yoksulluğun temsilinin belirli metalara indirgenmesi, izdivaç programlarında maddiyatın öne çıkartılması ve benzerleri), günümüz toplumunun gündelik hayatında karşılaşılan yüzeysellikten farklı değildir. Zira, tüketime dayalı bir hayat bir yönüyle yüzeysellik gerektirir, yaşamı belirli nesnelere sahiplikle tanımlamaya yol açar. Sahip olunanlar gündelik yaşam içinde kısa sürede tüketilirler. Jean Baudrillard’ın dediği gibi, “Tüketimin yeri gündelik yaşamdır” (1997: 28). Bireylere ihtiyaçları olmadıkları nesneleri satın almalarını dayatan tüketim kültürü ve buna bağlı “çoğu kez temel, biyolojik, gerçek, doğru, belirlenmiş ya da sabit ihtiyaçlara yönelik faydaların tüketimi olmaktan uzak” (Baudrillard’dan aktaran Yanıklar, 2010: 31) anlayış sonuçta ihtiyaçların sınırsızlaşmasını11 ve doyumsuzluk getirecektir. Tüketilenin yerine 11 Diğer taraftan ihtiyaç kavramının kendisi de tartışmaları beraberinde getirir. Yanıklar’a göre bunun arkasında yatan neden ihtiyaç kavramının kendisinin bir mit olmasıdır: “[T]anım olarak ihtiyaç giderilebilirdir ama tüketim kültürünün belirgin bir şekilde var olduğu ve tüketimin idealist bir uygulamaya dönüştürüldüğü bir toplumda, insanların tüketim yoluyla karşılanması gereken belirli ihtiyaçları olduğu düşüncesi yalnızca bir mit olarak karşımıza çıkıyor” (2010: 32). Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 95 en kısa zamanda yenisi ikame edilmelidir. Bu hız beraberinde de doğal olarak yüzeyselliği getirir. Tüketim kalıpları içersinde mekân da şablona dönüşür. Artık Samsun’u, Isparta’dan veya Aydın’ı Yozgat’tan coğrafi özellikler veya kültürel varlıklar dışında ayıran açık özellikler kalmamıştır. Taşraya Bakmak (2006) kitabında Tanıl Bora, benzeştirici, aynılaştırıcı bir sürecin şehir ve taşra ölçeğinde de ortaya çıktığını söyler: “Sanki her yer şehir ve her yer taşra - veya hiç bir yer…” (46). Mustafa Kutlu’dan aktardığı üzere Bora, tek tip şehirlerin tek tip insanlar yarattığından bahsederken, homojenleşmenin “Balıkesir’de gördüğü[müz] şey[i], Niğde’de; Konya’da gördüğü[müz] manzara[yı] Zonguldak’ta karşı[mıza çıkarmasıyla canımızı sıktığını]” ve bu durumun eşitsizliklerin büyümesine neden olacağından söz eder (2006: 46). Dolayısıyla, televizyonun yaygınlığı ve başarısı aynı gündelik yaşamın her yerde aynı tüketim kalıplarıyla yaşanmasını sağlamasındadır. Örneğin minimalist tasarım ve duvarlardaki soyut resimler zenginlere ait mekân klişelerindenken, evin içine yayılmış ucuz biblolar veya duvarlarda asılı halılar yoksulluğu tasvir etmek için kullanılır. Fatmagül’ün kendine ait bir odasının (veya yatağının) olmaması ise aslında mekâna sahip olup olmamanın bile bir sınıfsal izlek oluşturduğuna işaret eder. Öte yandan, zengin ve yoksullar aynı tüketim nesnelerine sahip oldukça yaşadıkları mekânlar da tektipleşir. İncelenen dizilerde zenginlik villalar, yazlıklar, oteller ile; yoksulluk ise gecekondular, kapıcı daireleri veya köy evleri gibi hep aynı sınıfsal kodlarla temsil edilmektedir. Bununla beraber evlerin iç mekânlarını ayıran genişlik veya darlık dışında bir fark oluşmamaya başlamaktadır. Tüketimin zorladığı kalıplar gerek zenginlerin, gerekse yoksulların yaşadıkları mekânları gittikçe birbirine benzetmektedir. Aynı aksesuarlar, mobilyalar, resimler duvarlar asılır iken, bu metalarla gündelik yaşam içinde hiç bir ilişki olmaması, onların oraya sadece bir simge yaratması için konduğu duygusunu vermektedir. Sığ temsil aynı zamanda anlatıda da karşımıza çıkar. Aynı imkânsız aşk teması, içerikte özellikle mekân ve metalar üzerinde yapılan bir kaç değişiklikle izleyiciyle buluşmaktadır. Ulaşım araçları 96 • iletiim : arat›rmalar› sınıfsal bir simge olarak dolmuş, otobüs veya taksiden, limuzine, üstü açık cipe ve hatta deniz uçağına kadar değişir. Dans veya arabalar hobiler olarak öne çıkar. Cep telefonları, kolyeler, mücevherler, iç çamaşırları kadar, Barbie bebekler, eski moda yüzükler, takılar da zenginlik/yoksulluk ayrımına göre çeşitlenir. Özel üniversiteler sınıf atlama mekânları olarak dayatılır, yoksulluk ise açık öğretime devam edenlerle simgeleştirilir. Yeşilçam’dan beri devam eden meslek kalıpları hâlâ geçerlidir. Müteahhitlik, holding yöneticiliği, tekstil ve modacılık, milletvekilliği, turizmcilik zenginlerin meslekleri olurken; kapıcılık, mandıracılık, şoförlük emekçilerin meslekleri olarak gösterilir. Kokteyller, açılışlar, özel davetler, açık hava partileri, havuz başı düğünler veya nişanlar, ev partileri, iş çıkışı gidilen barlar, beach clublar, AVM’lere karşılık Boğaz’da yapılan gezinti veya kahvehaneler karşımıza çıkar. Dinlenen müzik bile bir ayrımın sığ temsili haline gelmektedir. Yabancı müzik, ister elektronik ister klasik olsun, halk müziği veya alaturkanın karşısına çıkartılır. Ama bunların her biri, ismi geçen TV dizilerinde olduğu gibi, zenginlik sanki tek bir gerçekmiş ve zengin olmak tüm doğruları içinde barındırmakmış gibi sunulmaktadır. Kaynakça Aktaş Yamanoğlu, Melike (2010). “Tüketim Toplumunda Genç ve Yoksul Olmak: Dışlanma Süreçleri ve Karşı Stratejiler.” Kültür ve İletişim 13(2): 41-80. AnadoluJet Magazin. (2010). “Dizilerin Meşhur Ettiği: Mekânlar.” http://www. anadolujet.com/aj-TR/anadolujet-magazin/2010/nisan/makaleler/dizilerinmeshur-ettigimekanlar.aspx. Erişim Tarihi: 22.12.2010. Arman, Burcu (2007). “Sahibinden diziye kiralık.” Yeni Aktüel. http://www. yeniaktuel.com.tr/top104,[email protected]. Erişim Tarihi: 21.01.2011. Baudrillard, Jean (1997). Tüketim Toplumu. Çev., H. Deliceçaylı ve F. Keskin. İstanbul: Ayrıntı. Bauman, Zygmunt (1999). Çalışma Tüketicilik ve Yeni Yoksullar. Çev., Ümit Öktem. İstanbul: Sarmal. Bauman, Zygmunt (2007). Consuming Life. Cambridge: Polity Press. Mersin • İnternet ve Ulusal Kamu Politikaları: ... • 97 Boduroğlu, Aslı (2010). “Gossip Girl Dizisinin Çarpıcı İç Mekan Tasarımları.” http://decotrends.blogspot.com/2010/11/gossip-girl-dizisinin-carpc-ic-mekan. html. Erişim Tarihi: 15.01.2011. Bora, Tanıl (2006). “Taşralaşan ve Taşrasını Kaybeden Türkiye.” Taşraya Bakmak. (der.) Tanıl Bora. İstanbul: İletişim. 37-66. Çelenk, Sevilay (2001). “Turkish Televisual Landscape and Domestic TV Fiction.” Kültür ve İletişim 4(2): 175-184. Çelenk, Sevilay (2010). “Aşk-ı Memnu’dan ‘Aşkı Memnu’ya Yerli Dizi Serüvenimiz.” Birikim 256-257: 18-27. Çelenk, Sevilay (2011). “Kaçış ve Direniş Mekanizmaları.” Express, 117: 52-55. Debord, Guy (1996). Gösteri Toplumu. Çev., Ayşen Ekmekçi ve Okşan Taşkent. İstanbul: Ayrıntı Deren Van Het Hof, Seçil (2010). “Erken Dönem Cumhuriyet Romanında Zenginler ve Zenginlik.” Kültür ve İletişim 13(2): 81-106. Edgell, Stephen (1998). Sınıf. Ankara: Dost Kitabevi. Eraydın, Ayda (2006). “Günümüzde Mekâna Yeniden ve Toplu Bir Şekilde Bakma Gereği.” Değişen Mekân. (der.) Ayda Eraydın. Ankara: Dost Kitabevi. 7-24. Erdoğan, Necmi (2001). “Giriş: Yoksulları Dinlemek.” Yoksulluk Hâlleri. (der.) Necmi Erdoğan. İstanbul: De Ki. 9-17. Eyüboğlu, Ali (2005). “TV’de Asıl Gösteri Şimdi Başlıyor.” Milliyet. http:// www.milliyet.com.tr/2005/01/16/pazar/axpaz02.html. Erişim Tarihi: 11.01.2011. Gürbilek, Nurdan (1992). Vitrinde Yaşamak. İstanbul: Metis. Gürbilek, Nurdan (1999). Ev Ödevi. İstanbul: Metis. Gürbilek, Nurdan (2004). Kör Ayna, Kayıp Şark. İstanbul: Metis. İnal, Ayşe (2010). “Anlatı Yapıları ve Televizyonun Anlatısal Potansiyeli Üzerine Bir Tartışma.” Medyadan Söylemler. (der.) Tezcan Durna. İstanbul: Libra. 19-46. Kutlu, Mustafa (1999). “Tektip Şehirlerin Tektip İnsanları.” Şehir Mektupları. İstanbul: Dergah. 102-104. 98 • iletiim : arat›rmalar› Lefebvre, Henri (1991). The Production of Space. Blackwell: Massachusetts. Maktav, Hilmi (2001). “Türk Sinemasında Yoksulluk ve Yoksul Kahramanlar.” Toplum ve Bilim 89: 161-189. Mutman, Mahmut (1995). “Televizyonu Nasıl Sorgulamalı?” Toplum ve Bilim 67: 26- 71. Oktay, Ahmet (1993). Türkiye’de Popüler Kültür. İstanbul: Yapı Kredi. Özen, Zeynep (2010). “Aşk-ı Memnu: Tüketim Aşkının Yasak Lezzeti.” Birikim 256-257: 58-63. Radikal (2011). “Bihter kolyesinden sonra Hürrem kolonyası” http://www. radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1036634& Date=15.01.2011&CategoryID=80. Erişim Tarihi: 15.01.2011. Saktanber, Ayşe ve Kandiyoti, Deniz (der.) (2003). Kültür Fragmanları. İstanbul: Metis. Scott, James C. (1995). Tahakküm ve Direniş Sanatları. Çev., Alev Türker. İstanbul: Ayrıntı. TRT Haber (2011). “Dizi İhracatı Sektörü Büyüyor.” http://www.trt.net.tr/ Haber/HaberDetay.aspx?HaberKodu=6b461cc3-48b9-4958-bbb9559fbaf43f5f. Erişim tarihi: 20.01.2011. Türkeş, Ömer (2001). “Romanın ‘Zenginleşen’ Dünyası.” Toplum ve Bilim 89: 132-160. Türkeş, Ömer (2005). “Kapak.” http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=R adikalEklerDetayV3&ArticleID=857411&Date=16.09.2005&Category ID=40. Erişim Tarihi: 11.01.2011. Yanıklar, Cengiz (2010). “Tüketim Kültürü, Kapitalizm ve İnsan İhtiyaçları Arasındaki İlişki Üzerine Bir Tartışma.” Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 34(1): 25-32. Yörük, Evrim (2010). "Televizyon Anlatısı, Tür ve Temsil Açısından Asmalı Konak." Medyada Söylemler (der.) Tezcan Durna. İstanbul: Libra. 313348. 99 VI. Uluslararası Kültür Araştırmaları Sempozyumu Mekân ve Kültür 2011 Senem Gençtürk Hızal Kültür Araştırmaları Derneği, Türkiye’de kültür alanında çalışan araştırmacıları 2001 yılından bu yana, iki yılda bir düzenlediği uluslararası sempozyumlarla biraraya getirmektedir. Dernek, 2001 yılında Kemer’de “Modernite ve Kültür”, 2003 yılında Van’da Yüzüncü Yıl Üniversitesi ile ortaklaşa olarak “Türk(iye) Kültürleri”, 2005 yılında İstanbul’da Koç Üniversitesi ile ortaklaşa “Kimlik ve Kültür”, 2007 yılında Şile’de Işık Üniversitesi ile ortaklaşa “İç/Dış/Göç ve Kültür” ve 2009 yılında Zonguldak’ta Karaelmas Üniversitesi ile ortaklaşa “Medya ve Kültür” sempozyumlarını düzenlemiştir. Bu sempozyumlarda sunulan bildiriler arasından seçilen çalışmalar ise Kültür Araştırmaları Derneği tarafından kitaplaştırılmıştır. Kültür Araştırmaları Derneği, Uluslararası Kültür Araştırmaları'nın altıncı sempozyumunu Kadir Has Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ile ortaklaşa düzenlemiştir. Sempozyum, 8-10 Eylül 2011 tarihlerinde “Mekan ve Kültür” başlığı altında gerçekleştirilmiştir. Sempozyum’un eski Cibali Tütün Fabrikası olan ve şu an Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampusu olarak anılan mekânda gerçekleştirilmiş olması, Sempozyum başlığını daha da anlamlı kılmıştır. “Mekân ve Kültür 2011 Sempozuyumu”, “disiplinlerarası ve çokdisiplinli bir yaklaşımla, kültür ve mekân kavramlarını çeşitli biçimlerde bir araya getiren konularda yerleşik yargıları sorgulamak, eleştirel ve çözümleyici çalışmalar ile yeni kuram ve yöntem arayışları iletiim : arat›rmalar› • © 2008 • 6(1): 99-102 100 • iletiim : arat›rmalar› ortaya koyabilmek” amacıyla düzenlenmiştir. Sempozyum, iletişimden edebiyata, eğitimden çevreye, mimarlıktan siyasete farklı alanlarda ikiyüzelliye yakın ulusal/uluslararası araştırmacıyı biraraya getirmiştir. Kırsal/kentsel mekân, üretim/tüketim mekânları, kamusal/ özel mekân, kültür mekânları, bellek mekânları, sanal mekân, toplumsal cinsiyet, kimlik, tasarım, yaratıcılık ve teknoloji sempozyumda sunulan bildirilerin uğrakları arasında yer almıştır. Bu uğraklar, sempozyumdaki oturum başlıklarına da eşlik etmiş ve mekân “enine boyuna” şu adları taşıyan oturumlarda tartışılmıştır: “Türkiye’de ‘Kamu’nun Oluşumu”, “Kentsel Dönüşüm”, Yeşilçam Mekânları”, “Televizyon Anlatılarında Mekân”, “Mekânın Geçmişi-Geçmişin Temsili”, “Diaspora Mekanları. Diaspora Kültürleri”, “İstanbul-Kamusal Kent Mekânı”, “Yeni Teknolojiler, Yeni Mekânlar”, “Üretim Mekânları”, “Mekân ve Cinsiyet İdeolojileri”, “İstanbul, Yıkarak Yapmak", “Kentte Kültürel Değişim”, “Tarihten Mekân Okumaları”, “Erken Cumhuriyet’te Mekân”, “Kadın Anlatılarında Mekân”, “Bellek, Mekân, Siyaset”, “Yeniden Kurgulanan Mekânlar ve Kimlikler”, “Tasarımda Kültür”, “Yeni Türk Sinemasında Mekân”, “Yeme-İçme Mekânları”, “Mekânsal Hareket ve Kültür”, “Edebiyatta Mekân İstanbul”, “Kent-Sanat: Karşıtlıklar, Kopmalar, Kırılmalar”, “Mekân Olarak Medya”, “Edebiyat ve Mekân”, “Kültür Söyleminde Mekân”, “Mekân, Tasarım, Temsil”, “Tarihi Çevrelerde Kültür-Mekân Etkileşimi”, “Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve Mekân”, “İstanbul Mahallelerinden”, “Kahvehaneler, Cafeler”, “Köy?”, “Görsel Sanatlar ve Mekân”, “Bellek-Mekân ve Değişim Kültürü: 1980’lerden Günümüze Ankara”, “Edebiyat ve Mekân II”, “Bellek İnşası/Yıkımı: Kentsel Mekânın İzleri”, “Kadınların Hayatında Kamusal/özel Mekân Geçişkenliği”, “Meydanlar”, “Mekân ve Direniş”, “Erken Cumhuriyet Dönemi Ankara’sında Kültür, Mekân ve Siyaset İlişkisi”, “Kentsel Konut-Yeniden, Bugün/İstanbul”, “Ulusal Coğrafi Mantığı Sorgulamak: Yer ve Farklılık Siyaseti”, “Sınırlar, Gezginler, Arada Kalanlar”. Mekân odağındaki çalışmalara oldukça başarılı oturum başlıkları ve içerikleriyle iyi planlanmış bir sempozyuma ev sahipliği yapan, Kültür Araştırmaları Derneği ve Kadir Has Üniversitesi, mekânın sosyal bilimler alanında yapılacak daha nice çalışmalarda/tartışmalarda Gençtürk Hızal • Mekân ve Kültür 2011 • 101 da sadece fiziksel bir olgu olarak değil, ideolojik, toplumsal, ekonomik ve kültürel vurgular eşliğinde ihmal edilmemesi gereken bir eksen olduğunu hatırlatması açısından da önem taşımaktaydı. Tüm itibarlı sempozyumlarda olduğu gibi paralel oturumlar, oturumlar arasında tercih yapmayı güçleştirmiştir. Sempozyumda, yüz elli yedi sözlü bildirinin yer aldığı kırk dört paralel oturumun yanı sıra duvar bildirileri ve çalıştaylara da yer verilmiştir. Ayrıca, üç gün süren sempozyumun, her gününde, birbirinden önemli isimler “davetli konuşmacı” olarak “Genel Oturumlar” başlığı altında verdikleri konferanslarda mekân ve kültürü tartışmışlardır. Sempozyumun ilk günü, The City University of New York (CUNY)'da ders vermekte olan Setha Low, “Spatializing Culture- Culturizing Space” (Kültürü Mekânsallaştırmak- Mekânı Kültürelleştirmek) başlıklı bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında mekân ve kültür kavramlarının ilişkiselliğini antropolojik bir damardan kuran Low, kentsel mekânın dönüşümünü özel/kamusal alan, küresel/yerel erk ve beden/mekân ikilikleri ekseninde tartışmıştır. Halen UCLA (University of California, Los Angeles) ve LSE (London School of Economics)’de ders vermekte olan Edward Soja, “The Spatial Turn in Cultural Studies” (Kültür Araştırmalarında Mekân Dönemeci) başlığını taşıyan sunuşunda, özellikle zaman mekânın birbirine içkinliğinden hareketle, mekân ve yer olmadan zamanın ve tarihin anlamlandırılamayacağını vurgulamıştır. Sabancı Üniversitesi’nden Ayşe Öncü, “Tekinsiz Mekânlar ve Güvensizlik Kültürü” başlıklı konuşmasında kent mekânında güvenlik kavramını tartışmış ve “güvenlik”in bir tüketim nesnesi haline geldiğine dikkat çekmiştir. Sempozyumun son günü, Kültür Araştırmaları Derneği adına sempozyumun düzenleyicisi Emine Onaran İncirlioğlu, yazar Mıgırdiç Margosyan ile “Gavur Mahallesi” üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiştir. Sempozyumunda sunulan bildirilerin, özet metinleri basılmış, ayrıca bu bildirilerin seçkisinden oluşan ve “Kültür ve Mekân” adını taşıyan kitap ise Emine Onaran İncirlioğlu ve Barış Kılıçbay’ın katkılarıyla yayına hazırlanmıştır. 102 • iletiim : arat›rmalar› Sonuç olarak “Mekân ve Kültür Sempozyumu’’ zamanmekanın anlamlarının giderek genişlediği fin de siècle bağlamında, yaşam dünyalarının karmaşık ve içiçeliğini yeniden hatırlatması açısından kaçırılmaması gereken bir etkinlik oldu. 103 Kitap Eleştirisi Belma Canbay Lükse Övgü Thierry Paquot Can Yayınları, İstanbul 2010. 143 sayfa Thierry Paquot Lükse Övgü adlı kitabında, ‘lüks’ü dilimizde "giyimde, eşyada, harcamada aşırı gitme, gösteriş, şatafat" olarak tanımlanan şekliyle ya da tüketim kültürü içinde pahalı ve ulaşılması zor, sahibine belirli bir statü bahşeden meta anlamından çok; zaman, sessizlik ve enginlik değerlerinin birbirini tamamladığı bir yaşama sanatı olarak anlatmaktadır. "Lüks"ü bu bağlamda sadece felsefi olarak değil ekonomik ve sosyolojik açıdan da farklı tanımlamalarla ele alan yazar Marcel Mauss, David Hume, Georges Bataille, Kant, Karl Marx, Charles Fourier, Gabriel Tarde gibi düşünürlerden ve eserlerinden de yararlanarak bu kavram hakkında farklı bir bakış açısı kazanmamızı sağlamaktadır. Yaygın olarak bilinen anlamıyla “temel ihtiyacı aşacak biçimde yapılan her türlü fazladan harcamaya karşılık gelen lüksün nicel ve nitel olmak üzere iki boyutu bulunmaktadır. Nicel anlamda lüks; bir uşak yettiği halde yüz uşak tutmak veya bir puroyu yakmak için üç kibrit çöpünü birden tutuşturmak iken; nitel anlamda lüks, daha iyi ve kaliteli ürünlerin kullanılmasıdır.“1 Paquot’ya göre ise lüks, yapmak istediğiniz şeyi istediğiniz zaman yapma özgürlüğü olduğundan lük- 1 Şentürk Ünal, Modern Kontrol: Tüketim (syf 12) C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2008 Cilt: 32 No:2, 221-239 iletiim : arat›rmalar› • © 2008 • 6(1): 103-110 104 • iletiim : arat›rmalar› sün nicel anlamda bir bedeli ya da nitel anlamda bir karşılığı yoktur ve her şeyden önce bir duruşu yansıtmaktadır. Kitabın amacı biraz da bu duruşu ortaya koymak ve okuru tüketime yönelik olmayan bir lüks anlayışı üzerine düşündürtmektir. Yazar ‘Bir Lüksten Ötekine’ başlıklı giriş bölümünün ardından, ‘Tüketim Toplumundan Çıkmak’, ‘Otium’a Karşı Negotium Mu?’, ‘Gereksizin Gerekliliği’, ‘Ütopik Sayıklamalar’, ‘Saatli mi Saatsiz mi?’ başlıkları altında topladığı beş ayrı bölümde bilinenin aksine ve derinlemesine bir yorumlamayla yeniden tanımlamaktadır lüks olgusunu. ‘Bir Yaşama Sanatı’ başlıklı sonuç bölümüne gelindiğinde ise okuyucunun zihninde bambaşka bir “lüks” kavramı oluşmaktadır artık. Kitap boyunca samimi, akıcı ve zekice bir üslup kullanan yazar “Lüks üstüne çok şey yazılıp çizilmiştir ve her zaman Montblanc dolmakalemle değil” diyerek lüks ürün kullanımına ilişkin ironik bir eleştiri yapmaktan da geri durmaz. Yazarın kitabın son bölümünde sunduğu kaynakça çalışması ise ‘lüks’ hakkında yazan diğer çağdaş yazarların kitaplarından ve makalelerinden haberdar eder bizi. Yazar kitapta iki tür lüks tüketici topluluğundan bahsetmektedir. Bunlardan birincisi, doğduklarından itibaren lüks kültürü içerisinde yaşayan, tercihlerine bağlı, belirli bir seçkin sınıfa mensup geleneksel ve düzenli müşteri topluluğudur. Amerika’nın, Avrupa’nın, Ortadoğu’nun ve Japonya’nın zenginleri bu tür müşterilerdendir. Dünyadaki tüm ülkelerin orta üst katmalarından kişilerin oluşturduğu ikinci tür lüks tüketici topluluğu ise karmakarışık ve sürekli yenilenme halindeki yeni müşteri topluluğudur. Bu ikinci topluluk ilk topluluk gibi davranabilmek ve onlara benzeyebilmek için o kültürü benimsemeye çalışırken, markalar için de erişilebilir potansiyel “av” durumuna düşmektedirler. Tüketim Toplumundan Çıkmak Yazar kitabın bu ilk bölümünde tüketim toplumuyla beraber ‘tüketimsizlik toplumu’nun, lüksle beraber ’lükssüzleştirmenin’ varlığından bahsetmektedir. Buna göre tüketim toplumu hala varlığını sürdürmektedir ama etkisi azalmıştır. Canbay • Lükse Övgü • 105 Andre Gorz’un görüşüne göre ise tüm etkinliklerin ve tüm zenginliklerin ekonomikleştirilmesi anlamları ortadan kaldırır, toplumsal ilişkileri yoksullaştırır, kent ortamına ve doğal ortama zarar verir, ’Artı’yla ‘daha iyi’ arasındaki (ekonomik anlamda), ‘değer’le ‘zenginlik’ arasındaki bağlantı kopar. Gittikçe daha fazla para harcayıp daha fazla kazanmak gerektiğine inanılır. Maddi olmayanın ekonomisi toplumsal eşitsizlikleri daha da yoğunlaştırır, toplumsal kırılmayı daha da kötü bir hale sokar (32). Diğer taraftan yaşam tarzlarını eşitlemede büyük rol oyanayan teknolojik yenilikler lüksü kopyalanabilir ya da yeniden üretilebilir hale getirmekte, üretim artışıyla birlikte lüksün maddi değeri de düşmektedir. Dolayısıyla varlıklı sınıflara özgü olmaktan çıkıp toplumun hemen hemen her kesiminin ulaşabildiği çoğalan ve biricikliği yiten lüks taklitler, lüksü “lükssüzleştirmiştir”. Bu durum aslında çelişkili bir resim yaratır okuyucunun zihninde. Bir yandan uluslararası müşteri kitlesine ulaşmaya çalışarak lüksü kitleselleştiren markalar diğer yandan çok da arzulamadıkları ve yazarın ikinci tür müşteri kitlesi olarak ifade ettiği kitleyle aralarındaki mesafeyi korumak adına sürekli yeni ürünler, yeni renkler, yeni logolar önermektedirler. Gabriel Tarde’nin ifade ettiği gibi “bir lüks ürün yaratılır, ayrıcalıklı bir azınlık tarafından benimsenir, ardından taklit edilir ve en sonunda keleğe bağlanır”. Özetle yazara göre lüks ürün kullanma hazzını taklit ürünlerle her sınıftan bireyin tadabilmesi lüksü lüksüzleştirmiş ve hiyerarşileştirilmiş mal üretimine karşı daha eleştirel yaklaşan bir tüketimsizlik toplumu oluşmuştur. Otium’a Karşı Negotium mu? Zamana ilişkin bazı kavramların köklerine inerek alışveriş etkinliğiyle ilişkilendiren yazar, alışveriş merkezlerinde tüketilen zamana karşı ‘Otium’u yani kişinin kendisiyle baş başa kalabildiği bir serbest zamanı önermektedir. Genel anlamda “uğraş”, “iş” anlamlarına gelen ve Yunanca “boş zaman olmaması olgusu” olarak çevrilen ‘Negotium’, “serbest zaman” anlamındaki Otium’un olumsuz anlamı değildir. Özetle “Otium”, yani serbest zaman, boş zaman olarak algılanmamalıdır. 106 • iletiim : arat›rmalar› Yazara göre boş zaman insanın kendisi için ve önemsiz şeyler için, karşılıksız olarak serbest bırakılmış bir zamandır –özgür bir zaman değildir. Bu zaman, gezme ve seçme özgürlüğünün bol ve çeşitli alternatiflerle doyasıya deneyimletildiği alışveriş edimiyle cazip hale getirilmiştir. Bu noktada Baudrillard’ın bireysel özgürlüğün geometrik biçimli uzamları olarak tanımladığı yazarın ise son kamusal etkinlik biçimi olarak değerlendirdiği alışveriş merkezleri, bir zamanlar ortak düşüncelerin, hatta bir heyecanın değiş tokuşu anlamındaki ‘alışveriş’ten tamamen farklı bir iletişim ortamına işaret etmektedir. Alışveriş merkezi, bir düşüncenin ya da bir iletişim eyleminin dışa vurulmasını sağlayan bir aracı mekan olabilir ancak. Ticaretten, ticari toplumdan ve bir malı elde etmenin olduğu kadar onu satmanın da haz verdiğini ileri sürerek ‘haz ticareti’ kavramını öne süren Charles Fourier’in görüşlerine de geniş yer veren yazarın bu bölümde dile getirdiği temel eleştiri ise alışverişin insanlığın etkinliğine gittikçe daha çok yön vermesi ve o etkinliğin içine sızarak onu ele geçirmesidir. Bu nedenle alışveriş merkezlerini ve buralarda gerçekleşen satın alma edimini tetikleyen koşulları derinlemesine ele alan yazar, alışveriş merkezi yaratıcılarının temel amacının “yeni bir yaşama sanatı yaratmak” olduğunu da vurgulamaktadır. Alışverişin angarya olmaktan çıkarılıp eğlenceyle, keşifle, oyunla birleştirilmesi ‘shoppertainment’ ya da ‘retailment’ gibi yeni sözcükleri gündeme getirirken, yazarın savunduğu nokta alışveriş için ayrılan zaman kaybının önlenerek tüketiciye zaman kazandırılması ve engel-zamanın, haz-zamana yani serbest zamana dönüştürülebilmesidir. Gereksizin Gerekliliği Yazar bu bölümde Marcel Mauss ve Georges Bataille’nin harcama, değiş tokuş ve sınıf kavgaları üzerine görüşlerine geniş yer vermiştir. Mauss için değer, çıkar, yarar kavramları tümüyle ekonomik kavramlar değildir. Sözgelimi değiş tokuşta bile duygusallık, aile, onur, dayanışma gibi ekonomi dışı unsurlar etkilidir. Bu noktada yazarın üzerinde durduğu Mauss’un ‘potlaç’ ibaresi, değiş tokuşun bir paylaşma olduğuna dikkat çeken bir kavramdır. Canbay • Lükse Övgü • 107 Diğer taraftan “Latince’de lüks farklılık, ayrılış ve sapma anlamına gelmektedir. Bu tanıma göre lüks marka satın alan tüketiciler, ustaca yapılmış ve nadir bulunan ürünler satın almanın verdiği duygusal değerden dolayı kendilerini toplumun diğer fertlerinden ayrı tutup, onlarla aralarına mesafe koymaktadırlar.”2 Sınıf kavgası ise Georges Bataille’a herkesi yeniden yerli yerine koyan ve eşitsiz, şiddetli sistemin üremesini sağlayan çok büyük bir savurganlık, toplumsal bir israf olarak görünür. Gerçek ve simgesel anlamda bir şiddettir söz konusu olan, tıpkı değiş tokuşun her zaman hem parasal hem simgesel olduğu gibi (69). Dolayısıyla aslında yaşanan şey, bireylerin para kazanmak ve acıdan sakınıp mutluluğa ulaşmak için Bataille’nin deyimiyle ‘agonistik’ yani rekabet ve mücadele içeren harcamalar yapmalarıdır. Bu noktada yazar gerekliyle gereksizin belirlenmesinde; psikolojik, toplumbilimsel, ekonomik, kültürel, dinsel, aynı zamanda siyasal birçok etkenin devreye girdiğini ve insanın kolayca birinden ötekine savrulduğunu söylemektedir. Çok fazla eşyaya sahip olmamıza rağmen kutlamalar, indirimler, bitpazarları armağan almak için bahane oluştururlar. Sonuç olarak hem paylaşıma hem de simgesel ve parasal değiş tokuşa gönderme yapılan ‘harcama’ ediminde gereksizle gerekli olanın ayrımını yapmak güçtür. Diğer taraftan yazar gereksiz olan şeylerin gerekliliğini keşfetmede reklamlar ya da bir yakınınızın düşüncesinin belirleyici olmadığına işaret ederek, bunun bireysel bir deneyim olduğunu savunmakta ve bu deneyime ‘lüks’ adını vermektedir. Gerekliyle gereksizi ayırt edebilme ve “yararlılığa” tüm dış etkilerden uzak bireysel karar verebilme yetisi, içinde yaşadığımız tüketim toplumunda gerçekten de bir lüks olarak görünmektedir ve övülmeye değerdir. Ütopik Sayıklamalar Thomas More’un ‘Ütopya’ adlı eserinden hareketle Fourier’in lüks hakkındaki ütopik düşüncelerine yer vererek başlamaktadır yazar bu bölüme. Lüks’ü ‘iç lüks’le (bedensel güç, incelik, duyulardan etkin biçimde yararlanabilme), ‘dış lüks’ (maddi servet) olarak ayıran 2 Dikmen Öymen Gözde, Lüks Marka Pazarlaması, “Vertu” Örneği, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 2008,(31):51-64 108 • iletiim : arat›rmalar› Fourier’e göre lüks maddi bir değer ifade etmekten ziyade insanoğlunun mutluluğu yakalama yetilerinden biridir. Dolayısıyla lüksü sahiplenilecek bir nesne olmaktan çıkarıp, tıpkı bir iyilik gibi elde edilmesi gereken bir sonuç olarak değerlendiren Fourier’in bakış açısıyla lüks, satın alınacak bir mal ya da hizmet durumundan çıkmaktadır. Diğer taraftan Edward Bellamy’nin ‘Geçmişe Bakış’ adlı kitabında anlatılanlara göre lüks diye bir şeyin var olmasına artık gerek yoktur, çünkü herkes ona erişebilmektedir. William Morris’in ‘Gelecekten Anılar ‘ adlı kitabında verdiği mesaj ise Bellamy’nin aksine; lüksün sıradan olanı başkalaştırması, kendisini arz talep oyunundan kurtarması ve onu sevenleri onurlandırmasıdır. Morris‘e göre insanları mutlu eden şey dopdolu, özgürce bir yaşam ve o yaşamın bilincidir. Ya da gücümüzü hoş bir biçimde kullanmak ve güç harcamanın gerektirdiği dinlenmeden keyif almaktır. Bu tanım ona göre en canlı insandan en tembeline , tüm mizaç ve yetenek farklılıklarını içermektedir. (86) Görünen o ki yazarın kitabında yer verdiği bu görüş kendi lüks anlayışıyla da büyük bir benzerlik göstermektedir. Saatli mi, Saatsiz mi? Bu bölümde yazar saat ölçümünün XX.yy’ın başlarında kesinlik kazandığını ve zaman kullanımının genele yayılarak (ilkokuldan kışlalara, işyerlerine, düşkünler yurduna kadar) insanların buluşma saatlerini ajandalarına not ettikleri ‘hesaplanmış zaman’a doğru bir gelişim gösterdiğini anlatmaktadır. Saat onun için ne lüksü, ne lükse ilişkin düşüncesini, ne de lüks idealini simgelemektedir. Yazar lüks idealini burada da insanın zamanını canının istediğince kullanması olarak yineler. Zamanı hesaplamamak, istediği şeyi kendine ritmine göre gerçekleştirebilmektir ‘lüks’ . Örneğin ‘yürümek’, lüks araba hayranlarının gözünden düşmüş bir eylemken yazar için “paha biçilmez” bir deneyimdir. Yazarın ‘Bir Sanattır Öğle Uykusu’ adlı eserine göndermede bulunarak belirttiği ‘öğle uykusu’ ise mutluluk, yenilenme, düşünsel dengemizi mahveden saldırılara başkaldırma isteği veren bir şeydir ve yazar Standhal’ın şu tümcesini paylaşmaktadır okurlarla Canbay • Lükse Övgü • 109 “Yaşam sabahlardan oluşur” ve ekler “Başlangıç büyük bir zevktir ama ancak bedenimle ruhum huzur içindeyse onu sevebilirim, bu yüzden adına öğle uykusu, yürüyüş, kendine ait zaman, dinlenme, mesafe, lüks ve tembellik denen o bakımı uygularım onlara (98).” Özetle “boş zaman” insanın kendisine ait zamanıdır, hiçbir şey yapmadan geçirdiği zaman değil. Özgürlük düzeyimizi ise kişisel başıboşluklarımız ve kendimizle başbaşa kaldığımız zamanlar belirler. İçinde yaşadığımız tüketim toplumunda zamanı da metalar ya da nesneler gibi hızlıca tükettiren yaşam tarzı, ‘boş zaman’ı yazarın ifade ettiği şekliyle maddi olarak ölçülemez bir değere, bir lükse dönüştürmüştür gerçektende. Bu doğrultuda yazar lüksü bir kez daha zamana paha biçilmez bir değer kazandıran, özerk bir yaşama sanatı ve bir varoluş tarzı olarak tanımlar. Sonuç Lükse Övgü’nün sonuç bölümünde Thierry Paquot, küresel ekonominin lüks sanayiyi de etkilemesi ve müşteri kitlesini uluslararası alanda genişletmek isteği gözleminden hareketle lüksü ‘eski tarz lüks’ ve ‘yeni lüks’ olarak ayırmıştır. Eski tarz lüks kendi müşteri kitlesiyle yoluna devam etmekte iken yeni lüks herkesin kendisine ulaşabilmesini istemektedir. Bunda lüksün küreselleşen ekonomi içerisinde üretim alanlarının genişlemesinin ve müşteri kitelesinin uluslararasılaşmasının payı büyüktür kuşkusuz. Sürekli daha çağdaş görünebilmek ve yeni alıcılara ulaşmak için çabalayan yeni lüks, işte bu nedenle saygınlığını daha seçkinci eski tarz lüks yandaşlarının gözünde yitirmektedir. Diğer taraftan yazarın gözünde lüks, kişinin kesin olarak kendini bilmesini gerektirir. Bu nedenle düzenli olarak otium’a başvurulmalı ve sürekli arzulayan, doyumsuz ve kıskanç tüketici profilinden uzaklaşılmalıdır. Bu noktada yazar kitabın başında da dile getirdiği şekliyle lüksü, bu olguya yüklediği ‘zaman’, ‘sessizlik’ ve ‘enginlik’ değerlerinin bileşiminden oluşan bir yaşama sanatı olarak görmekte ve okuyucuların lüksü bu bağlamda algılamalarını salık vermektedir. ‘Bir Sanattır Öğle Uykusu’ adlı kitabında da ‘zaman’ kavramını temel alan yazara göre 110 • iletiim : arat›rmalar› insanın kendi ritimlerine, özençlerine, olanaklarına, beklentilerine göre biçimlendirdiği zamanda olması bir lükstür. ‘Sessizlik’, istikrarsızlaştırıcı, saldırgan ve şiddetli görüntülerden yoksun bir çevreye işaret eder. ‘Enginlik’ ise lüksün temel öğelerinden biridir. Ufku, sonsuzluğu, açıkları, yola çıkışı, yenilenmeyi, bilinmeyeni, uçsuz bucaksızlığı, başkalarından uzaklaşma olasılığını haber verir. (113-114) Tüketimle tüketimsizliğin bir arada bulunduğu toplumumuz lüksü maddi ya da maddi olmayan mallarla özdeşleştirerek yoketmektedir. Oysa bu kitleselleştirilmiş lüks, bu marka lüksü yaşantısal lüksün yok olmasına yol açmaktadır. Thierry Paquot’nun kitabın bütününde anlatmaya çalıştığı ‘lüks’ kavramı işte bu yaşantısal lükstür ve okuru yaşamlarımızı daha keyifli hale getirecek bu lüks anlayışı üzerine düşünmeye yönlendirmektedir. 111 Bu Sayıdaki Yazarlar Aysel Kayaoğlu 1991 senesinde ODTÜ Psikoloji Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde sosyal psikoloji alanında tamamladı. Halen Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. Başlıca akademik ilgi alanları sosyal eşitsizlikler, önyargı ve ayrımcılık, sosyal değişmedir. Belma Canbay 1976 yılında Ankara’da doğan Belma Canbay Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV ve Sinema Bölümü’nden 1998 yılında mezun oldu. 1999-2010 yılları arasında sırasıyla Öykü Dialogue International, Star Gazetesi ve Grup Ofis Marka ve Patent Ltd.Şti’nde reklam, halkla ilişkiler ve insan kaynakları alanlarında görev alan Canbay, 2011 yılından bu yana Çankaya Üniversitesi idari kadrosunda görev yapmakta ve Ankara Üniversitesi Halkla İlşkiler ve Tanıtım Bölümü'nde yüksek lisans tezini hazırlamaktadır. Aynı zamanda marka vekili olan Canbay’ın Mediacat tarafından yayımlanan Sıradışı Markalar isimli bir de kitabı bulunmaktadır. iletiim : arat›rmalar› • © 2008 • 6(1): 111-112 112 • iletiim : arat›rmalar› Dilek Özhan Koçak Orta öğrenimini Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1999’da Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde lisansını, 2003’de aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını ve 2008’de doktorasını tamamladı. Doktora çalışması sırasında yedi ay Berlin Humboldt Üniversitesi, GeorgSimmel Kent Araştırmaları Enstitüsü’nde misafir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürdü. Halen Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde doktor araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Akademik ilgi alanları, kent kültürü ve iletişim sosyolojisidir. 19. Yüzyıl İstanbul’unda Kültürel Dönüşümün Sahnesi Osmanlı Tiyatrosu başlıklı bir kitabı vardır. Senem Gençtürk Hızal Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümünde yaptı. Yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı'nda tamamladı. Halen Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Yard. Doç.Dr. olarak görev yapmaktadır. İletişim bağlamları ve biçimlerinden oluşan arakesitte, iletişim çalışmaları alanında çalışmalarını sürdürmektedir. Serhan Mersin Orta Doğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun olduktan sonra aynı üniversitede Bilişsel Bilimler ve Danimarka Teknik Üniversitesi’nde Çevre Mühendisliği yüksek lisans programlarını tamamladı. 2009 yılından bu yana Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü RadyoTelevizyon-Sinema Ana Bilim Dalı’nda doktora programına devam etmektedir. Akademik ilgi alanları film çalışmaları, film felsefesi, film estetiği, azınlıklar ve milliyetçilik üzerine yoğunlaşmaktadır. 113 Yazı Teslim Kuralları 1. Dergiye gönderilecek yazılar MS Word programında yazılmış olmalıdır. 2. Times New Roman karakteriyle 12 punto olarak, iki aralık yazılan ve A4 sayfanın tek yüzüne basılan yazılar 2 adet kopya olarak ve bir adet disket kaydıyla birlikte teslim tarihine kadar yayın kuruluna ulaştırılmalıdır. 3. Yazılar 100-150 kelimelik bir İngilizce ve Türkçe özetle birlikte gönderilmelidir. Yazıların ve özetlerin üzerinde yalnızca yazının başlığı bulunmalıdır. Ayrı bir kapak sayfasında yazarın ismi, açık adresleri, telefon ve faks numaraları ile varsa elektronik-posta adresleri yer almalıdır. 4. Yazıda başlık ve alt başlıklar açık, anlaşılır ve kısa olmalıdır. Yazıda paragraflar girintili olmalıdır. 5. Yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. 6. Dergiye ulaşan yazılar en kısa sürede hakemlere gönderilecektir. Hakeme gönderilen yazı yazarın kimlik bilgilerini içermeyecektir. Hakem değerlendirmesi sonucunda yazılar yayınlanabilecektir. Hakem değerlendirmesi sonucu yazarlardan yazılarını geliştirmeleri ya da gözden geçirmeleri istenebilir. Yayın konusundaki son karar Yayın Kurulu'na aittir. Yayın Kurulu’nun yazı hakkındaki değerlendirmesi, hakem raporu ile birlikte yazarlara gönderilir. Yaz›lar›n Gönderilece¤i Adres Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi İLAUM (İletişim Araştırmaları Dergisi) Cebeci 06590 Ankara [email protected] Tel: (+90.312) 319 77 14 ‘ 254 / 249 / 248 iletiim : arat›rmalar› • © 2008 • 6(1): 113-115 114 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakçaların Düzenlenmesi Metin içinde kaynak gösterme 1. Metin içindeki tüm referanslar metin içinde uygun yerlerde ve parantez içinde belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır. Örnek: (Morley, 1997: 1-5). 2. “vs.”, “vb.”, “a.g.e”, “bkz.” gibi kısaltmalar metin içerisinde ve dipnotlarda kullanılmaz. 3. Alıntılanan yazarın adı metinde geçiyorsa ve yazarın kaynakçada sadece bir eseri varsa parantez içinde yazarının adını ve eser yılını tekrar etmeye gerek yoktur. Yalnızca sayfa numarası yeterlidir. Örnek: Randall, kendi hikayelerimizi anlatarak… (12-19). Ancak metinde adı geçen yazarın kaynakçada birden fazla eserine atıfta bulunuluyorsa yıl ve sayfa numarası yer almalıdır. Örnek: (1980: 29). 4. Alıntılanan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Morin ve Kern, 2001). 5. Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” ibaresi kullanılmalıdır. Örnek: (Bennet vd., 1986). 6. Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Morin, 1998: 12; Williams, 1987: 25). 7. Notlar ve referanslar ayrılmalıdır. Notlar metin içinde numalarandırılmalı ve metnin sonunda numara sırasına göre ve referanslardan önce yerleştirilmelidir. 8. Kaynakçada yalnızca yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıra izlemelidir. 9. Bir yazarın birden çok çalışması aynı kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre yeniden eskiye göre sıralanmalı, aynı yılda yapılan çalışmalar için “a,b,c…” ibareleri kullanılmalıdır. 10. Metin içindeki alıntılar için çift tırnak, alıntının içindeki alıntılar için tek tırnak işareti kullanılmalıdır. 40 kelime ya da 5 satırdan uzun alıntılar, tırnak kullanılmadan, bir küçük punto ile (“10”) girintili paragrafla verilmelidir. Yazı Teslim Kuralları • 115 Kitap Mutlu, Erol (1995). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark Yayınları. Çeviri Kitap Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev., Süleyman İrvan. Ankara: Ark Yayınları. Derleme Kitap Holmes, David (der.) (1997). Virtual Politics. London: Sage. Derleme Kitapta Makale Hutchby, Ian (1991). “The Organization of Talk on Talk Radio.” Broadcast Talk. (der.) Paddy Schannel. London: Sage. 154-178. Dergide Makale Çaplı, Bülent (2001). “Media Policies in Turkey Since 1990.” Kültür ve İletişim 4(2): 45-55. Bildiri Kejanlıoğlu, D. Beybin (2000). “Kitle İletişim Tarihyazımları Üzerine.” I. Ulusal İletişim Sempozyumu 3-5 Mayıs 2000. Ankara. ‹nternette Yaz› Kellner, Douglas (2003). “Critical Theory and the Crisis of Social Theory.” http:// www.uta.edu/huma/illuminations/kell5.htm. Erişim tarihi: 01.04.2003. 116 • iletiim : arat›rmalar›