Burayı o kadar seviyorum ki... Kim Bath`tan sıkılabilir?

Transkript

Burayı o kadar seviyorum ki... Kim Bath`tan sıkılabilir?
Burayı o kadar seviyorum ki... Kim Bath’tan sıkılabilir?
VATAN KİTAP, 15 Eylül 2011
EMRE ARACI
İNGİLTERE’NİN SEVİMLİ ŞEHRİ BATH’A YOLUNUZ DÜŞERSE, BU
YAZIYI YANINIZDA GÖTÜRÜN. EMRE ARACI, JANE AUSTEN’IN
“DÜNYASINDA” DOLAŞTI
Bath’a doğru yoluma devam ettim. Öğleden sonra kasvetli bir havada elimde
“Northanger Manastırı” (Northanger Abbey), bu eski Roma şehrinin sokaklarında Jane
Austen’ın izini sürüyordum. Ama önce istasyonda trenden iner inmez bir harita aldım
kendime; “Jane Austen zamanındaki Bath şehri haritası” yazılıydı üzerinde. Yani tam 200
sene öncesinin haritası... Normalde insan elinde böyle bir haritayla güncel şehir haritasını
karşılaştırarak içini çeker, “vah vah nereleri varmış da haritadan silinip yok olmuş gitmiş” der
kendi kendine. Ama Bath’ta Jane Austen’in baktığı haritayla yolunuzu bulmak,
kahramanlarının adreslerine gitmek, kapılarında durup onları hayal etmek, parklarında
yürüyüp aynı ağaçlara bakmak mümkün.
Öyle kitaplar vardır ki sayfalarını çevirdikçe konunun geçtiği şehir, gözünüzün
önündeki satırlarında, akıp giden kelimelerin birer tuğla gibi üst üste gelmesiyle bir anda o
sokakları benliğinizin engin derinliklerinde yavaş yavaş inşa ettirdiğini size hissettirir. Eğer
yazarınız bunu usulca yapıyorsa, farketmezsiniz bile o şehrin haritasının giderek nasıl da
yüreğinize işlendiğini. Kahramanınız şehrin parklarında, caddelerinde yürürken ve her bir
kapıyı açıp bir binadan diğerine girerken siz de o sayfadan esen tatlı rüzgarla içinizde
gıdıklayıcı bir cereyan koptuğunu hissedersiniz. Akşam olup da yatağınıza girip, loş okuma
lambanızın ışığında, kitabınızın sayfalarına bıraktığınız yerden devam ederken o hayal şehir
yine etrafınızda yükselmeye başlar. Siz karyolanızla adeta sihirli uçan bir halının üzerinde
gidermişçesine artık sizinle özdeşleşen şehrinizin hükümdarı gibi kuşbakışı olup bitenleri
büyük bir dinginlikle süzerken kahramanınızın da romanın bundan sonraki kısmını sizinle
birlikte yaşamak için sizi o satırların arasından çağırmaya başladığını farkedersiniz. İlk önce
bunu görmezden gelmeye çalışırsınız. O kadar işinizi gücünüzü bırakıp nasıl da bir roman
karakterinin uğruna o sıcak yatağınızı terk edip o şehrin sokaklarına inebilirsiniz? Hem böyle
bir şey olabilir mi? Bu saçma düşünceleri aklınızdan silip atarak ışığınızı söndürürsünüz.
İşte İngiltere’nin Batı coğrafyasında yer alan Bath şehrine Jane Austen’ın kahramanı
Catherine Morland beni böyle cezbetti. O gece ışığımı söndürdüm söndürmesine, ama bu
düşünceler hayalimde pırl pırıl yanıp durmaya devam etti. Sanat denen o yaşayan organizma,
o kitaptan hap gibi yuttuğum kelimelerle ruhuma girmişti bir kere. Jane Austen’ın o titizlikle
anlattığı mekânları yerinde gidip görerek hissetmeli, tanıyıp anlamalı ve kendi benliğim
üzerindeki etkisini yaşamalı ve başkaları için yaşatmalıydım.
Sabah beni istasyona götürmek için gelen takside “Madam Butterfly” çalıyordu;
günüm iyi başladı diye düşündüm kendi kendime, Manş denizinden esen rüzgarlı yağmura
rağmen. Birkaç gün önce çetelerin sokaklarını ateşe verdiği, mağazalarını talan ettiği, ama bir
tek Türk mahallelerinden döner bıçaklarıyla kovalanan serserilerin püskürtüldüğü Londra
sokakları sessiz ve sakindi. Bense Bath’a doğru yoluma devam ettim. Öğleden sonra kasvetli
bir havada elimde “Northanger Manastırı“ (Northanger Abbey), bu eski Roma şehrinin
sokaklarında Jane Austen’ın izini sürüyordum. Ama önce istasyonda trenden iner inmez bir
harita aldım kendime; “Jane Austen zamanındaki Bath şehri haritası” yazılıydı üzerinde. Yani
tam 200 sene öncesinin haritası. Normalde insan elinde böyle bir haritayla güncel şehir
haritasını karşılaştırarak içini çeker, “vah vah nereleri varmış da haritadan silinip yok olmuş
gitmiş” der. Ama Bath’ta Jane Austen’in baktığı haritayla yolunuzu bulmak, kahramanlarının
adreslerine gitmek mümkün. Bir tek Jane Austen Merkezi’ndeki Austen kılıklı rehberler
şehrin otantik dokusuna aykırı; ama tursit sellerinin beklentisi olan bu tip manzaralar sizi
rahatsız etmesin; Bath’ta sizi okuduğunuz kitabını kahramanları bekliyor zaten. O yüzden
içiniz rahat olsun.
TERMAL KAPLICA ŞEHRİ
Adından da anlaşılacağı üzere Bath bir termal kaplıca şehri; günde bir milyon litre
fokurdayan kaynar su yerin altından fışkırıyor. Burada ilk hamamı kuranlar ise ülkemizde de
sıklıkla rastladığımız gibi bölgeye 400 sene egemen olan Romalılar olmuş. Bugün Bath’ın
tarihi hamamında Roma devrinden kalan kısımlara rastlamak hâlâ mümkün. Ortaçağ’da da
insanlar tedavi ve şifa bulmak için buraya gelmeye devam etmişlerse de şehrin esas yükselişi
18. yüzyılda olmuş. Bath bugünkü yapılarıyla ziyaretçisini büyüleyen tarihsel mimari
dokusuna işte bu devirde ulaşmış. 1702’de Kraliçe Anne’in tedavi için kaplıcalara gelişi;
kraliyet ve aristokrasinin gidirek bölgeye ilgisinin artmasıyla birlikte Londra’nın jet sosyetesi
bir tür kumarbaz, organizatör ve müteşebbis olan Richard ‘Beau’ Nash’in önderliğinde
Bath’a akın etmeye başlayınca, belediye başkanı Ralph Allen’in direktifleriyle baba-oğul
John Wood’ların bal rengi yerel Bath taşından inşa ettikleri klasik Greko-Romen binalar
şehrin değişik bölgelerinde geniş meydanlar, hilal şeklindeki ‘crescent’ler ve yuvarlak
‘circus’lar olarak kendini göstermeye başlamış. Bu arada ne ilginçtir ki Bath taşının
çıkartıldığı ocak belediye başkanı Allen’a aitmiş. Bugün artık okul olan Allen’ın malikânesi,
Prior Park, şehri çevreleyen tepelerden güney tepesinde hakim bir şekilde Bath’a bakıyor.
Jane Austen’in tanıyıp, bildiği ve “Northanger Manastrı” ile birlikte “İkna”
(Persuasion) romanında kurguladığı Bath şehri işte bu devirden kalma. Bu, aynı zamanda, peş
peşe gelen dört kral George’dan dolayı, mimaride “Georgian stil” olarak adlandırılan ve
estetiğinde kuvvetli bir Greko-Romen çizgisi görülen bir devir. Otelim de böyle geniş
“Georgian” caddelerden birinde: Great Pulteney Street. Catherine Morland’ı taşra hayatından
kurtararak uygun bir talip bulmak için Bath’a getiren Allen’ler bu cadde üzerinde tutmuşlardı
evlerini. “Burada bütün gün çok değişik eğlenceler var; görecek ve yapacak çok şey var, ki
bunların hiç biri orada yok... Bath’ı hep konuşacağımdan eminim. Burayı o kadar seviyorum
ki... Kim Bath’tan sıkılabilir ki?” Bu sözler Catherine’e ait. Bu satırları Great Pulteney
Street’te okumak, çok sevdiği ve özlediği iyi kalpli ağabeyi James ile heyecanını paylaştığını
düşünmek ve o şehrin artık sadece hayalinizde yükselmediğini, gerçekte sizi sardığını
hissetmek; üstelik bu gerçek dokuda aheste bir halde terk edilmiş sokaklarda yürürken bu
kahramanlarla konuştuğunuzu farketmek. Daha doğrusu bir turist sürüsü içerisinde
meditasyon yapan bir guru gibi tek başınıza kalabalıkta yürümek; Austen’in çağdaşı
Mozart’ın Cosi fan tutte’sinden ‘Soave sia il vento’ triosu’nda dilenen hafif rüzgarın,
romanın başından beri içinizde dolaştığını hâlâ hassasiyetle duymak. Bath’ın o rafine mimari
dokusu işte böyle bir hissiyat zincirine yol açıyor insan ruhunun derinliklerinde.
AUSTEN’IN YAŞADIĞI EV
Great Pulteney Street’ten sola doğru Sydney Place’a dönüyorum. 4 numaranın önünde
duruyorum. Burası J. Austen’in Steventon Köyü’nden ailecek taşındıkları Bath’ta 1801-1806
yılları arasında yaşadığı ev. Cephesinde atık su borularıyla göze çarpan, dört katlı bitişik
nizam bu taş binanın mütevazılığı bugün bile sadeliğinden, alelâdeliğinden anlaşılıyor. Burası
bir müze değil; özel şahsa ait. Jane, kahramanı Catherine’in aksine Bath’ı hiç sevmemiş; o
kalbinde gerçek bir taşra insanı, şehrin sosyal dokusu onu boğmuş. Bu açıdan “İkna”daki
Anne Elliot, Austen’e, Catherine’den daha yakın. Ama yine de Bath’a dair Austen’in hoş
anıları var. Nitekim evin hemen karşısında Sydney Bahçeleri gözüme çarpıyor. Austen’ın bu
parkta geçirdiği güzel vakitlere dair mektuplarında referanslar mevcut: 21 Nisan 1805’te
öğlen 1’de parka gittiğini ve saat 4’e kadar dönmediğini yazmış. 17 Mayıs 1799 tarihli
mektubunda da Sydney Bahçeleri’nde her sabah umumi kahvaltılar verildiğinden, dolayısıyla
aç kalmayacaklarından bahsetmiş. Bugün parkın o huzurlu dokusu, içinden geçen demiryolu
hattına rağmen aynen duruyor. O demiriyolu ki başlı başına tarihi bir eser: 1840’larda
Isambard Kingdom Brunel tarafından inşa edilen Great Western Railway. Çoktan asil
renklerinden mahrum edilerek, çingene pembesi kapılarıyla, pijama desenleri kılığına sokulan
Great Western trenlerinden bir tanesi Brunel’in tünellerinden hızla geçerek Bristol’e doğru
gidiyor; bense nafile bakıp duruyorum peşinden.
Akşam Bath sosyetesinin kalbi olarak 1795’te açılan Pump Room’u ziyaret ediyorum.
İngiliz günce yazarı Samuel Pepys’i, burada 13 Haziran 1668 Cumartesi, sabahın 4’ünde
yüzerken düşünüyorum. Keyifli anılarında bu kadar insanın bir arada suya girmesinin nasıl
hijyenik olabileceğini sorgulamış Pepys, ama çok da faydalandığını belirtmekten geri
kalmamış. “Northanger Manastırı”nda da Mr. Allen’in suyu içtikten sonra diğer beylerle
günün politik olaylarına dair, gazetelerde çıkan haberleri konuştuğu tasvir ediliyor; Catherine
aşık olduğu Henry Tilney’i burada bir sabah arıyor.
BALO SALONU
Ertesi sabah Ağustos güneşi Bath taşının rengini gerçekten sıcak bir kor haline
dönüştürüyor; ama esas korlaşmayı Bath’ın meşhur 18. yüzyıl balo salonu olan ve “Upper
Rooms” olarak da bilinen “Assembly Rooms”unda görüyorum. Burası ne yazık ki II. Dünya
Savaşı’nda Hitler’in İngiltere’nin tarihi yerlerine yaptığı bombardmanlardan ötürü, meşhur
Alman turist rehber kitabı adı ile anılan “Baedeker Blitz” saldırıları sonucu tamamen bir
iskelet haline dönünceye kadar yanıp kül olmuş. Ancak mucizevi bir restorasyondan sonra
yer yer kırmızıya dönen taş rengine rağmen balo salonu bugün Jane Austen devri ihtişamı ile
aynen yaşıyor. Dolayısıyla burada Mrs Allen’i Catherine ile birlikte kalabalık bir baloda
insanlar arasında ezilmeden yürümeye çalışırlarken gözünüzün önüne getirebiliyorsunuz.
Bugün de kabarık etekli hanımlar ve kadife fraklı beyler var etrafta; ama öylece donup
kalmışlar hepsi. Zira burası artık şehrin moda müzesi olmakla birlikte zaman zaman konser
ve balolara evsahipliği ediyor. Bath’tan ayrılmadan bir skandaldan ötürü kıta Avrupa’sına
sürülen eksantrik koleksiyoner William Beckford’ın Landsdowne Crescent’teki apartmanına
dışarıdan bakıyorum; 20. yüzyılın Pepys’i olarak anılan, benim de keyifle okuduğum çağdaş
günce yazarı James Lees-Milne’in evi olmuş burası.
Güneşli bir Pazar öğleden sonrası bando çalarken Bath’ın bakımlı Parade Bahçeleri
“Northanger Manastırı”nı okumaya devam etmek ve kitabın yarattığı tarihi cazibenin hâlâ
sokaklarında yaşıyor olabildiğine sevinerek, tanık olmak için çok uygun bir yer; Avon
Irmağı’nın kenarında şirin dükkanlarla bezeli romantik Pulteney Köprüsü’ne karşı Bath
Abbey’den yükselen çan sesleri, at nallarının armonisine karışırken, cephesine nakşedilmiş
merdivenlerde cennet katına gidip gelen melekler gibi bizleri o merdivenlerden çoktan çıkmış
olan Jane Austen’ın ölümsüz dünyasına büyük bir iç huzuruyla götürüyor.