Kitabı PDF Olarak Okumak için…

Transkript

Kitabı PDF Olarak Okumak için…
HİKMET KIVILCIMLI
YEDEK GÜÇ: ULUS ( DOĞU )
İhtiyat Kuvvet: Milliyet ( Şark )
İçindekiler
SUNUŞ
Giriş
Ermenilik
A- Komünizmin Rolü
1- Taşnakların Hınçaklara Hücumu
2- Komünistlerin Taşnaklara Hücumu
B- Sovyetler Devrimi’nin Rolü
1- Ermeni Halkını yok yere emperyalizmin dama taşı ve safrası haline getirmek
2- Kürt hareketine diken olmak
Yöntem ve Plan
Kürt Ulusu
Tarihsel Durum
1- Kürdistan yaylası Anadolu’dan ayrı bir ülke olarak kalmıştır
2- Kürdistan yaylası dört yol ağzıdır
3- Kürdistan yaylası her medeniyetin uğrağı oldu
a- Evrensel görüş yokluğuna kurban gitti
b- Sosyal yapının ve geçmişin ağırlığı altında ezildi kaldı
Nicelikçe Kürtlük
Nitelikçe Kürtlük
(Ulus Olarak)
1- Kürtlük istikrarlı bir varlık mıdır?
2- Kürtlük tarihsel bir olgu mudur?
Ulus deyince somut olarak nasıl bir topluluk hatıra gelir?
I- Yurt Birliği
II- Öz Dil Birliği:
III- Kültür Birliği
1
IV- Ekonomi Birliği:
I- Kaçakçılık
A- Kemalizm
B- Kürdistan Pazarı
a) Manevî (siyasi) neden
Türkiye’de genellikle kapitalist düzen ve özellikle bu düzenin Kürdistan’daki baskısı,
kaçakçılığın ideolojik ve psikolojik haklı çıkarılışını gerektirir.
b) Maddî (ekonomik) neden
II- Gümüş Para:
Toplumsal İlişkiler ve Köylülük
Sınıflar
I- Şehir küçükburjuvaları:
1- Türk Burjuvazisiyle çıkar birliği
2- Türk Burjuvazisiyle çıkar çelişkisi
II- Aydınlar:
1- Manevî bağlar
2- Maddi bağlar
a) Üst zümre Aydınları
b) Alt zümre Aydınları
III- Burjuvalar
IV- Köylülük
A- Beylik ve Ağalık (Aşiret):
B- Köylülük
1- İskân edilmiş köylüler
2- “Ameliye”ler [Irgat]lar
[Kürdistan’daki Köyler]
I- Ağanın köyü
II- Ağanın yönetimindeki köyler
III- Serbest köyler
[Kürdistan’da Ağalık Türleri]
1- Ruhani Ağalık (Seyidlik) = “Niyaz”
II- Fâni Ağalık (Beylik) = Haraç
İşçi Sınıfı ve Köylülük
Sömürge Siyaseti
2
Ağalıkla Uzlaşma
I- Arazi Sorunu
Birinci sahne
İkinci sahne
Üçüncü sahne
Dördüncü sahne
Ezelî sahne
II- Yönetim
a- Genel yönetimde
b- Eğitimde
c- Çapul
III- Burjuva Adaleti
Ekonomik Sömürü
I- Finans-Kapital
A- Yerel Değerleri Finans-Kapitalistleştirmek
B- Yerel sınıf ve zümrelerden müttefik derlemek
C- İmar ve bayındırlık imtiyazlarını zapt etmek
D- Tarımsal ürünleri tekelleştirmek
II- Pazar ve Hammadde
III- Maliye Satırı:
A- Kitapta yazılı vergiler
(sözde legal vergiler)
1- Nicelikçe Vergiler:
2- Nitelikçe Vergiler
B- Kitabında yazılmayan vergiler
(sözde illegal vergiler)
1- Sürekli Baç (Tayyare Vergisi)
2- Nöbet Nöbet Baç
Siyasi Baskı
1- Genel yönetim zorunluluğu
2- Özel yönetim zorunluluğu
I- Ağalıkla İlişki
II- Tehcir ve İskân:
III- İmha Siyaseti
3
1- “Tecil” Kanunu ile enselemek
2- Doğrudan tedhişle [terörle] imha
IV- Baskı
İdari baskı
Kültürel baskı
V- Asimilasyon
Tepkiler
Toplumsal Psikoloji
1- Pervasızlık
2- Rejimden bıkkınlık
Anarşik Tepkiler
1- Hile
2- Tarama
Siyasi Tepkiler
1- Emperyalizmle el ele verme
2- Kitleden kopmak
İsyanlar
I- Şeyh Sait İsyanı
II- Ağrı Dağı İsyanı
Parti ve Doğu
a) Elle tutulur bir amaç gerekir
b) Yeni savaş yöntem ve şekilleri gerekir
1- Sorun çetindir:
2- Sorun acildir:
I- Gericilik Sorunu
A- Gerilik
B- Gericilik hareketi
1- Doğu İlleri halkı eski rejimi istiyor mu?
2- Doğu İllerindeki hareketler hep gerici mi oldu?
3- Sorunun konuluşu
II- Devrim Sorunu
A- Kemalizm antiemperyalisttir(?)
a) “Aprioriquement: Önceleyin” korkmayalım
b) Değişişe inanalım
4
1- Türk Burjuvazisinin devrimciliği gayet izafidir
2- Kürdistan’ın kurtuluşu burjuvazinin eseri olamaz
3- Kürdistan Halkının kurtuluşundan vazgeçmek devrimden vazgeçmektir
B- Kürdistan Halkı antiemperyalist olur mu?
1- İtme Gücü
a) Yalnız Türkiye’deki değil, bütün Kürtlüğün kurtuluşunu gözetme
b) Kürtlüğün sömürge kurtuluşu ancak tüm dünya ezilen uluslarının kurtuluşu ile el ele
yürüyebilir
2- Çekim Gücü
1- Normal zamanlarda:
1- Taktik ve Strateji
a) Stratejice
b) Taktikçe
2- Örgüt
a) İdeoloji rolü
b) Örgüt rolü
SUNUŞ
Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’ların başında hapishane şartlarında kaleme aldığı ve TKP
Merkez Komitesi’ne sunduğu; Türkiye Devriminin ana sorunlarını incelediği, irdelediği ve
sonuçlara bağladığı ve “YOL” adını verdiği, 7 Kitaptan oluşan eserinin 5’inci Kitabının
Dördüncü Bölümü, Kürt Sorunu’nu incelediği “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” adını taşır. Bu
eser, 1979 yılında orijinal adıyla “Yol Yayınları” tarafından basıldı. Fuat Fegan’ın çok haklı
söylemiyle:
“Fakat o yayınlanan metin, orijinal metnin çok kötü ve bozuk bir gölgesinden başka bir şey
değildir.”
Bizim sunduğumuz bu metin ise, Fuat Fegan’ın büyük bir titizlikle hazırladığı ve “Arşiv
Yayınları” tarafından belirli sayıda basılmış olan; “sınırlı ellere de olsa, bir an önce ulaştır”dığı
çalışmasıdır. Yani bu kitap, metnin orijinal halinin tüm okuyuculara ilk sunuluşu oluyor.
F. Fegan bu çalışmada metni, 1930’lar Türkçesindeki orijinal haliyle aynen korumuştur.
Fakat okuyucunun kolayca anlayabilmesi için biz, dili elden geldiğince ve anlam kaybına
uğratmaksızın sadeleştirmeye çalıştık. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’lar için çok anlaşılır
sayılabilecek sadelikteki dilini, yeni kuşakların kolayca anlayabilmesi için günümüz
Türkçesine uyarlamaktan kaçınamazdık. Yine de anlam tam karşılanamıyorsa Türkçe
karşılıklarını ya köşeli parantez([ ]) içinde ya da dipnotlar biçiminde vermeyi yeğledik.
Anlaşılacağı üzere kitaptaki dipnotların çoğunluğu yayınevimize aittir.
Hikmet Kıvılcımlı’ya ait dipnotlar yıldızla (*) gösterilerek verilmiştir.
Fuat Fegan’ın dipnotları ise, kendi adıyla belirtilerek, yine sayfa altına konulmuştur.
Kitabın adındaki ve içeriğindeki “Şark” söylemini, yüklendiği özel anlamından dolayı,
başlangıçta korumayı düşündük. Fakat “Şark” sözcüğü korununca “Garp” sözcüğünü de
5
kullanmak gerekti. O zaman “Şarklı”, “Garplı” vb. gibi sözcükleri aynen bırakmak
gerekecekti. Bu da günümüz okurunun kitabı rahatça okuyup kavramasını zorlaştıracaktı. O
yüzden “Şark” sözcüğünü “Doğu” olarak Türkçeleştirdik.
Bir diğer önemli güçlük, kitabın adında da yer alan “Milliyet” sözcüğünde yaşandı. Türkçe
Sözlükteki karşılığı “Ulusallık” olarak belirtilen bu sözcüğü böylece Türkçeleştirmek uygun
düşmedi. Bunun yerine kullanıldığı yere göre “Ulus” ya da “Ulusal” demek uygun görüldü.
Örneğin “Milliyet Meselesi” kavramı “Ulusal Sorun” olarak Türkçeleştirilirken, “Kürt
Milliyeti” sözleri “Kürt Ulusu” olarak çevrildi. Böylece kitabın adı da “Yedek Güç: Ulus
(Doğu)” oldu.
Derleniş Yayınları
Giriş
Marks, “Başkalarını ezen halkın kendisi özgür olamayacaktır” der. Bugünkü Emperyalizm
altında, ileri ülkeler proletaryasının başına gelen de budur. Bugün bütün “medenî” kapitalist
ülkelerde Komünizme karşı Sosyalizmi, Sosyal-Demokrasiyi, yani sömürgeci soygunla
uzlaşmayı tutan halk, aynı zamanda, kendisinin işletilip soyulmasını, yani sömürgeler gibi
anavatanı da ezen şu köhne bir kabuk haline gelmiş kapitalist ilişkilerini ve burjuvazinin her
gün biraz daha cebir [zor] ve şiddetli egemenlik ve saltanatını kendi başına bir süre daha bela
etmekten başka bir şey yapmıyor. Sömürge, yarısömürge, bağımlı ülke adını alan başka
uluslardan çalınan fazla-kârdan bir kemik parçası uman “halk”lar -kendi kulluklarını efendiliğe
benzeten ve “hizmetçi” kullanan Doğu “Miriyvo”ları [Yarıcıları] gibi- köleleşmenin derin
çukurunda biraz daha bocalamaktan ileriye geçemiyorlar; çünkü kullaştırma sisteminin [bütün]
gediklerini kapatmış, yırtıklarını yamamış oluyorlar.
Türkiye’de yabancı ve ezilen bir ulus var mıdır?
“Tarih Devrimcileri”ne sorarsanız: Âdem evladı içinde bütün medeniyetleri yaratan uluslar,
tıpkı Âdem’in oğulları gibi, bir asıldandır: Türk! Kuzey burnundan Alp dağlarına ve
Grönland’dan Antil Adaları’na kadar bütün dünya Türktür!..
Fakat, gözümüz önünde [yapılan] bu mistik ideo-emperialisme [emperyalizm ideolojisi]
şakasını yeterli görerek, işin somut realitesine bakarsak, epey burjuva ve burjuva aydını
kellesinin kelini kaşım kaşım kaşındıracak bir bambaşkalıkla karşılaşmamak mümkün değildir.
Nasıl, dünyadan geçtik, şu kayıtlı 10 -nüfus sayımınca 13,5- milyon nüfuslu Türkiyecikte
bile mi, başka uluslar da mı var?
Bir küçükburjuva radikalini hafakandan öldürecek olan böyle bir olasılık, kışkırtabileceği
her türlü isterik krizlere rağmen, bir olasılık değil, canlı bir gerçekliktir. Ve zaten, Çankaya
Köşkü ile Yıldız Sarayı arasında patırtılı ve teatral bir med ve cezirle [gelgitle] yalpa vuran son
evrensel Türkçülük keşif ve teorileri, bu gerçekliğin manevî iç zembereklerinden boşandırdığı
Hegelyanist, yani tepesi taklak bir itiraf cezbesinden1 başka nedir?
Ara sıra gazetelerde okursunuz. Bir özel muhabir, Giresun’un ötesindeki halkın Laz
olmayıp Türk bulunduğunu ispat etmiş olmak için Lazlığa şöyle bir pat2 atar:
“Esasen mert (Aman Fransızlar duymasın!.. – Hikmet Kıvılcımlı.), cesur, doğuştan
zeki, yetenekli, vatanperver, misafirsever olan Lazların Türklerden tek farkları, özel bir
dile sahip olmalarından ibarettir.” (İ. Ferit, Karadeniz Halkı, Cumhuriyet, 17.01.1933)
Yahut “Dil Devrimi”ne dair şöyle bir “Hükm’i Karakuşî”3 gözünüze çarpar:
Cezbe: Bir duygu veya bir inanışın etkisiyle aşırı ölçüde coşup kendinden geçme durumu.
Pat (Fr.): Sıvazlama, okşama, pışpışlama.
3
Hükm’i Karakuşî: Mantığa uymayan yargı.
1
2
6
“Dörtyol’da Türkçeden başka lisan konuşulmayacak:
“Dörtyol (Özel) – Kaymakamlık tarafından genel yerlerde Türkçeden başka herhangi
dili konuşanlar hakkında şiddetli takibat [kovuşturma] yapılarak ağır cezalar verileceği
tellâllarla ilan edildi.” (Son Posta, 23.09.1932)
Kim bilir hangi matmazelden yüz bulamayan bir burjuva züppesinin aşk intikamı kadar
farfara4 ve ömürsüz doğup ölen: “Vatandaş Türkçe konuş!” naralarını andıran bu gibi olaylar,
Türkiye’yi kuzeyden güneye, doğudan batıya saran gerçekliklere karşı sıkılmış “va t’en
pervers: vatanperver”ane kuburlardan5 başka bir şey midir?
Fakat biz bunları ve buna benzer olayları, aşağı yukarı tüm Balkanlarda ortak olan bilinen:
“azınlıklar” çıbanı varsayarak geçeceğiz. Konumuz, devrim strateji ilişkilerinde önemli bir
yaylım açacak olan geniş, emekçi ezilen kitlelerdir.
Bu nitelikte ezilen yığınlar Türkiye’de var mı?
Evet.
Ve bu yığınların, herkes anlamasın diye, müphem6, esrarlı ve anonim bir adı vardır:
“Doğu” yahut “Doğu İlleri!” Bu öyle karanlık bir deyimdir ki, Cumhuriyet Burjuvazisi, bugün
ona, istediği anlamı verir, onu beğendiği biçim ve şekillerde takdim eder ve kimse, ne
Kemalizmin ne demek istediğini, ne de denilmek istenenin ne olduğunu bir türlü anlayamaz.
Fakat biz, ne anonim şirketler Kemalizmiyiz, ne esrara inanan küçükburjuva aydınıyız.
Onun için, bu anonim esrar perdesini kaldırarak altında gizlenen “Meduza Başı”nı7 görmekten
kılımız kımıldamaz. Ve eğer Lenin’in deyimiyle (Jolly “Marksist”)ler, (yani: burjuvazinin
hoşafına giden “Marksistler”) olarak kalmak istemiyorsak, bu sorunu olduğu gibi koymaya
“anonim esrar perdesi” altındaki somut maddeyi, adıyla ve sanıyla çağırmaya mecburuz:
Türkiye’deki “Doğu” Sorunu ve “Doğu İlleri” nesnesi bir Ulus davasıdır!
Evet, Türkiye, iç ve dış ilişkilerinde ve siyasetinde olduğu gibi, içeriden ve dışarıdan
görünüşünde de “diyalektik” bir ülkedir. Şöyle ki: dışa karşı “bağımlı” durumdan
kurtulamayan kapitalizm Türkiyesi; içe karşı ceberrutlu8, eski deyişiyle “musaltan ve
mufahham” 9 bir “metbû”10 dur. Meşhur izafiyet teorisinin Türkiye’nin sosyal yapısındaki
ortaya çıkışı yadırganmamalıdır:
1- Türkiye’nin kendisi: su götürmez “Doğu’nun ezilen ulusları”ndan biridir. Buna
inanmayan ve bunu bilmeyen kalmamıştır. Fakat;
2- Türkiye kendi içinde: örtbas edilemez bir “Doğu’nun zalim ulusu”dur. Buna inanan ve
bunu bilense zannedildiğinden pek azdır… Daha doğrusu, bu ikinci şıkkı bilenler belki yalnız
sinik Kemalizmin kendisiyle, bir de ve özellikle “arabayı çeken” ve “yükü taşıyan”lardır.
İşin kapatmaya ve “hüsn-i tefsir”e [iyiye yorumlamaya] gelir tarafını kuyruk yalayıcılar bol
bol arayabilirler. Bu, olanın ciddiliğini biraz daha bellileştirmekten başka bir şeye yaramaz.
Dünyada Türkiye, “Doğu” ile “Batı”yı birbirinden ayıran boğaz ve bağlayan köprüdür. Bu
durumundan ilham aldığı için mi, nedir, Türkiye içinde bulunduğu Emperyalist Dünyaya pek
benzer. Dünyanın yer yer ikiye bölünüşlerinden biri de, epey anlamsız olmakla birlikte, “dört
yön”e göre bölünüşüdür. Herkesin ağzında dolaşır: Yeryüzünde “Doğu” ve “Batı” diye iki zıt
Farfara: 1. Ağzı kalabalık, gürültücü, 2. Övüngen, 3. Akılsız.
Kubur: Bir çeşit tabanca, dolma tabanca; Kubur sıkmak: silah atmak, tabanca sıkmak:
6
Müphem: Belirsiz, örtülü, kapalı, anlaşılmaz.
7
Meduza Başı: Meduza, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgona’dan (Yunan
mitolojisinde keskin dişli, saç yerine başlarında canlı yılanlar olan, dişi canavarlar) biridir. Bu üç kız kardeşten
yalnızca yılan saçlı Meduza ölümlüdür ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. Bu sebeple Antik
dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak için Meduza Başı kabartmaları ve resimleri
kullanılmıştır. Bu mitolojik öykü aynı zamanda Ataerkil Toplumun kadını alta düşürmesinin, Anaerkilliğe üstün
gelmesinin anlatımıdır.
8
Ceberutlu: Aşırı-tanrısal büyüklüğe sahip, pek fazla kibirli.
9
Musaltan: Saltanatlı. Mufahham: (Fehamet’ten) saygı, büyüklük, ululuk kazanmış; saygın.
10
Metbû: Kendisine bağımlı olunan-bağlanılan, süzeren.
4
5
7
kutup var. Deyimce bundan daha az anlamsız olmamak üzere, yine bir böyle bölünüş de
Türkiye için ağızlarda dolaşır: Doğu İlleri, Batı İlleri… Bu deyimleri anlamsız buluyoruz;
çünkü, Doğu ile Batı arasındaki çelişki, sanki, sosyal olayları sırf iklim belirtileriyle açıklayış
gibi, bir tarafta güneşin doğması ile öte tarafta batmasından ileri geliyormuş gibi gösteriliyor.
Bununla birlikte, her zaman için “galat’ı meşhur lûgat’ı fasihten yeğdir”11. Söze değil öze
bakarsak, görüyoruz ki, dünya içinde bir “Doğulu” bir “Batılı”ya nasıl bakarsa, Türkiye içinde
de “Doğulu”luk ile “Batılı”lık birbirlerini aynı gözle görürler. Batılının gözünde Doğulu
sadece bir “vahşi”dir; bir Doğulu içinse Batılı bir “düşman”dır...
Bu ne demek?
Evvela bu, şu demektir ki, genellikle Batı ve Doğu iki homojen bölge sanılıyor ve ne Batılı,
ne de Doğulu sorunu sınıfsal bakımdan koymuyor; oysaki Doğu’da da, Batı’da da insan
yığınları, sınıf çelişkili bir toplumun bireyleri olduklarına göre, ayrıca ikiye bölünürler:
1- Hâkim [egemen-ezen] sınıflar;
2- Mahkûm [egemenlik altında olan-ezilen] sınıflar…
Herhangi bir toplumda egemen sınıf, egemen anlayışını ücra kitlelere kadar yaydığı için,
genellikle ağızlarda dolaşan ve kafaları kurcalayan anlamlar, basmakalıp terimlerden ibaret
kalmaya mahkûm oluyor. Gerçekte, gerek Doğu’nun, gerek Batı’nın egemen sınıflarıyla
egemen anlayışları arasındaki karşıtlık, merkantil [ticarî] bir rekabet, bir; “sen yemeyesin, ben
yiyeyim; senin olmasın, benim olsun” davasıdır. Sorunun içyüzünü böylece açığa vuramayan
Doğu ve Batı egemen sınıfları, gün gibi aydın sorunları pandomima şekline sokuyorken, kendi
aralarında tekelci kapitalizmin suyunca, uzlaşma fırsatlarını hiç kaçırmazlar.
İkinci olarak, bu, şu demektir ki, özellikle:
1- Batı’daki ezilen sınıflar, egemen sınıfların sistematik propagandaları altında, Doğulu
hakkında yalnız bir şeyi öğrenebiliyor: Doğulu vahşidir! Niçin vahşidir, nasıl vahşidir?.. yok.
2- Doğu’daki ezilen sınıflarsa, Batı’dakilerin tamamıyla aksine, “Batılı”nın ne olduğunu,
etiyle, kemiğiyle, derisiyle, her gün duyuyor ve Batılıdan her yediği tekme, dipçik ve süngü
onda şu kanısını kökleştiriyor: Batılı düşmandır! Hangi Batılı düşmandır, neden düşmandır?..
yok.
İki taraf da zannediyor ki; gerek “vahşi”lik, gerek “düşman”lık anadan doğma bir huy,
doğal, fıtrî [yaradılıştan gelen] bir zorunluluktur. Tekrar edelim, bunu böyle zannedenler,
özellikle iki tarafın da geniş, emekçi, ezilen sınıflarıdır. Yoksa gerek Doğu’nun, gerekse
Batı’nın egemen sınıfları, birbirlerinin ne kadar vahşi, ne derece medenî, ne biçim dost, ne
çeşit düşman olduklarını domuz gibi bilip duruyorlardır.
Buraya kadar söylediklerimizin, aynı zamanda hem dünya içindeki, hem de Türkiye
içindeki Doğu ve Batı, Doğulu ve Batılı için olduğunu eklemeye gerek var mı?
İyi ama, bu “Doğu” ve “Batı” kelimeleri altında ne saklanıyor?
Dünya içindeki Batı ve Doğu bölünüşü, öz sınıf bölünüşünün nasıl bir “uzantısı”, dalı
budağıysa, Türkiye’deki Doğu ve Batı İlleri bölünüşü de, esas itibariyle sınıf bölünüşünden
doğar. Fakat daha özel anlamı, zalim ulusla ezilen ulusun ilişkisi oluşundadır...
Biz Türkiye’mizden ayrılmayalım.
Türkiye’de Doğu ve Batı bölünüşü Ulusal bakımdan nedir? Daha açık koyalım: “Batı”da
ezen ulus Türk olduğuna göre, Doğu’da hangi uluslar ezilendir?
***
Türkiye’de bugün Doğu İlleri denilen yerin ne olduğunu göreceğiz. Bu Doğu İllerinin,
evvel ezel, meşhur veya meçhul, her nasıl olursa olsun iki adı vardı: Ermenistan-Kürdistan…
Buralara bizzat Osmanlı İmparatorluğu tarafından verilen adlar bunlardı. Bugünün haritasında
11
Galat-ı meşhur lûgat-ı fasihten yeğdir: Yaygın yanlış, (yaygın olmayan) doğru-düzgün sözden üstündür.
8
böyle adlar bulunmamasına rağmen, bu iki addan anlaşılan, Doğu İllerinde Ermeni ve Kürt
Uluslarının bulunup bulunmadığını araştırmak gerekecektir. Buracıkta, önce birincisine kısaca
bir işaret edelim:
Ermenilik
Osmanlı İmparatorluğu’nda, Çarlık Rusyası ile İngiliz Emperyalizmi arasında, Orta Asya
pazarları üstünde başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Doğu İllerinde, bir
Ermenistan hükümeti veya muhtariyeti [özerkliği] kurup kurmamak sorunuydu. Bu soruna bir
zamanlar “Doğu Sorunu” deniyordu. Osmanlı İmparatorluğu, derebeyi saltanatı biçimini
koruduğu sürece, Doğu İllerinde iki zümre vardı:
1- Kürtlük: Daha çok derebeylik, klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, la-siyasî [siyaset
dışı] bir kalabalık şeklinde idi.
2- Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret
merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran
yaylasından İç Asya’ya taşımakla görevli bir küçükburjuva çoğunluğu üzerinde kurulmuş
bezirgânlık sistemi demekti.
Emperyalist çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen KürtErmeni karşıtlığı, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil vb. farklarından çok, adeta bu rejim
farkından doğma bir Derebeyi-Burjuva karşıtlığı oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupası’nda geniş
ölçekte rol oynayan: Müslüman-Hıristiyan (Derebeyi-Burjuva) çelişkisi, daha çok tarihsel ve
yerel şartlar yüzünden Doğu İllerinde, Balkanlar’dakinin aksine, ikincilerin mağlubiyeti ile
halloldu.
Meşrutiyet Burjuvazisi, “Doğu Sorunu”nun tedhişi [korkusu-yıldırması] altında, ilk ve
büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten, Osmanlı saltanatında kalmış uluslar
içinde -Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilince ve örgüte kavuşmuş en keskin metalipli
[talepler ileri süren] yığın Ermenilerdi. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi,
Ermeni Milliyetçiliğine karşı da derebeylikle el ele verdi. El ele verdiği derebeylik, öteden beri
iki ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutuşan Kürt derebeyliğiydi. İttihat ve Terakki
devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milisçil12 örgütler halinde
silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde
katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan, Türk Meşrutiyet Burjuvazisi kadar ve belki ondan çok
daha fazlasıyla yararlananlar, Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da derebeylik biraz daha
rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla, biraz daha şişman oldu.
Bugün Ermeni Sorunu denince ne anlıyoruz?
Verilen resmî rakamlara inanmak lazım gelirse, Ermenistan’da 900.000, Türkiye’de 75.000,
Suriye’de 150.000, Yunanistan’da 35.000 kadar Ermeni vardır.
Bugün Doğu İllerinin “mesame-[gözenek]”leri içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni
ırkından insan var. Fakat bunlar dinleri ile birlikte dillerini de günden güne kaybediyor ve
egemen Kürt psikolojisi ve etkisi altında Kürtleşiyorlar. Doğu İllerinde şimdi “mühtedi”
[İslamiyeti kabul eden, dönme] sıfatı ile tanınan eski Ermeniler, adeta hayatlarını kurtaranların
bir nevi gönüllü köleliğini unutmak ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz unutmamış
olmalarına rağmen, eski hatıralarına karşı bir ölüm sessizliği ile duygulanmak zorundadırlar.
Birkaç nesil sonra her şeyi unutmaya mahkûm olan bu “Mühtedi”ler, bugün Doğu İllerinin en
yoksul demirbaş marabaları halinde, bugün bile zaten aralarında daha çok bir din farkı bulunan
ve ırk olarak, kültür olarak aynı kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı doğal ve toplumsal
çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle kaynaşmış ve Ermeni’den çok Kürtleşmiş bir haldedir.
12
Milis: Orduya yardımcı olmak üzere örgütlendirilen ve doğrudan orduya bağlı olmayan yarı-askeri güçler.
9
Onun için, bu mühtedileri Doğu İllerinin Kürt topluluğundan ayırmak oldukça yapay ve güç
olacaktır.
Bu artık Kürtleşmiş sayılabilecek olan Ermeniler dışındaki gerçek Ermenilere gelince,
yukarıdaki rakamlar bunlar hakkında yeterli bir fikir verebilir. Genel olarak komünizm ve özel
olarak Sovyet Devrimi, bütün ulusal davalar gibi Ermenilik Sorununu de fiilen halletmiş olmak
durumundadır. Bir defa, sayıca Ermenilerin dörtte üçünden fazlası (% 77,9) Ermenistan Sovyet
Cumhuriyeti durumuna girmiştir. Bu suretle dünyada biricik işçi ve köylü devleti, Ermenilere
yurt sorununu kökünden halletmiş oluyor. Fakat, Cumhuriyet Burjuvazisinin Sovyet
Devrimi’ne yalnız bu sorunda borçlu olduğu huzur, bundan ibaret değildir. Komünizm ve
Sovyetler Devrimi, emperyalizmi sevindiren, Komünizme ve Türkiye’nin başına bela
olabilecek bir Ermeni Sorunu’nu tamamıyla likide [tasfiye] etmek yolunda bulunuyor. Bu
likidasyonun yönünü çağdaş sınıf mücadelesi, şöyle belirliyor:
A- Komünizmin Rolü
Ermeni ulusu ezilen olduğu kadar kahraman bir yığındır. Fakat şüphesiz bu kahramanlık
örnekleri içinde en büyük yararlığı gösteren, bütün değerlerin yaratıcısı olan sınıf, yani Ermeni
Emekçileridir. Ermeni Proletaryası da, bütün ülkelerin İşçi Sınıfları gibi, toplumsal sömürüden
olduğu kadar, ulusal baskılardan da kurtulmuş yaşamak ülküsünü taşımakta haklıdır. Onun
için, bütün yeryüzünde, bütün ulusal baskıların manivelası, yine ve daima sınıf zulmünün itici
gücü ile işlediğinden, sınıf bilincine kavuşan her kitle gibi, Ermeni proletaryası da, bütün
zulümlere karşı girişilecek biricik dövüşün sınıf dövüşü olduğunu öğrenmiştir. Komünizm,
Ermeni Emekçi sınıflarına maddî ve manevî örnekleriyle göstermiş bulunuyor ki, gerek ulusal,
gerek toplumsal kurtuluşta, düşman sınıfların ve emperyalizmin oyuncağı olmamak için,
realist ve evrensel bir görüş ufku ve Leninist bir taktik zorunludur. Bu taktikle Türk
burjuvazisinin Ermeni Halkına yaptığı zulmü unutmak söz konusu bile değil. Fakat Türk
burjuvazisinden alınacak en büyük intikamın, Türkiye emekçi yığınlarıyla ve Dünya
Proletaryasıyla el ele vererek, başta bizzat Ermeni burjuvazisi gelmek üzere Türkiye
kapitalizmini ve tüm Dünya Emperyalizmini tepesi aşağıya getirmek olduğunu unutmamak
gerekir.
Bu görüşün, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti dışında kalmış Ermeni emekçi sınıfları
arasında günden güne yerleştiğine, her gün yeni ve anlamlı örnekler görüyoruz. Ermeni
proletaryasının bir Pilsudski Lehistanı kurmaya ne kadar düşman olduğu, emperyalizmin,
Ermeni yiğitliğini sömürmek için çevirmek istediği manevralar karşısında takındığı tavırlarla
ve açtığı kavgalarla besbelli oluyor.
Eskiden beri Ermeni siyasi partileri iki önemli koldu:
1- Taşnakyanlar (Milliyetçi Ermeni Örgütü);
2- Hınçakyanlar (Sosyal-Demokrat Ermeni Örgütü)...
Dünya devrimleri çağında bütün Sosyal-Demokrat partilerinde olduğu gibi, Ermeni SosyalDemokrasisinde de sağ ve sol akımlar elbet olmuştur. Ve bu sayede bugün bir Ermeni
Komünistliği, Ermenistan dışında da gücünü hissettiriyor. Bunun en canlı örneklerini
Ermenistan dışında, Ermeniliğin en kalabalık ve çokluk, sayıca resmen mevcut Ermenilerin
sekizde birinin (% 12,9’unun) bulunduğu Suriye’de görüyoruz. O Suriye’de ki, Ermeni Halkı
oraya, Türk burjuvazisi ile Kürt derebeylerinin kılıcından canını kurtarmak için kaçmıştı;
orada, Ermeni proletaryası, dünya proletaryasının bilinçli bir parçası olduğunu gösterircesine,
sınıf niteliğini ulusal kinin üstünde tutmayı biliyor. Bütün Yakındoğu İşçi Sınıflarına örnek
olacak bu sınıf bilincine, nasılsa burjuva basınından sızmış iki habercik şahit olsun:
10
1- Taşnakların Hınçaklara Hücumu
“Suriye’den verilen haberlere göre, Beyrut’ta Ezenak isminde çıkan, Taşnak Komitesi
taraftarı bir gazete, Le Liban isminde diğer bir Ermeni gazetesi aleyhine önemli bir
makale yazmıştır. Bu makalenin çıktığı günün akşamı Taşnaklar adı geçen gazete
yönetimini basmışlar, hurufatı [harfleri] dağıtmışlar ve makineleri tahrip etmişler,
dizgicilere ve yazarlara adamakıllı bir dayak atmışlardır.”
Doğruluk derecesi belli olmayan bu haberin sonu şöyle bitiyor:
“Le Liban gazetesi Hınçak Komitesine mensup olduğundan bu komiteye mensup
Ermeni işçi Taşnaklara diş bilemekte imişler.” (Cumhuriyet, 02.12.1931)
2- Komünistlerin Taşnaklara Hücumu
“Ermenistan bağımsızlığının 13’üncü yıldönümü nedeniyle Beyrut’taki Ermenilerden
Taşnak cemiyetine mensup olanlarla Komünist Ermeniler arasında karşılıklı gösteriler
olmuştur. Taşnakların bulundukları kilise komünistler tarafından taşa tutulmuş, arbedede
3 kişi ölmüştür.”
B- Sovyetler Devrimi’nin Rolü
Ermenistan Cumhuriyeti dışında kalan Ermeniler arasındaki hoşnutsuzluğu, Emperyalizm
daima kendi tarafına yontan bir nalıncı keseri haline getirmeye uğraşmış ve uğraşmaktadır.
Özellikle Irak, Suriye, Türkiye sınırları emperyalizmin bu türden kışkırtmalarının gerek
ekonomik, gerek siyasi çeşitlerine sahiptir. Bu bölgelerde Kürtlük gibi Ermenilik de, kâh
Suriye, kâh Irak, kâh Kürt ulusal hareketlerine karşı Fransız ve İngiliz Emperyalizmleri ve
onların yerli uşakları tarafından, eski zamanda kale duvarlarını delmeye yarayan koçbaşı gibi
ikide birde kullanılır. Burjuva basınında sık sık şöyle haberlere rastlarız:
“Halep, 21 (Özel) - Suriye dahilinde bulunan Deyrizor’dan son günlerde Hasiçe
kasabasına gönderilip yerleştirilen yüz elli kişilik silahlı bir Ermeni kafilesi kanlı bir
isyan çıkarmıştır. Ermeniler kasabanın hükümet konağına hücum ederek, Suriye
Cumhuriyet bayrağını indirmişler, sonra “Bağımsızlık isteriz!” diye bağırmışlar,
yaygaralar koparmışlardır. Bu isyana önayak olanların birkaçı tevkif edilmiş, fakat az
sonra Fransızların arabuluculuğu ve müdahalesi üzerine serbest bırakılmışlardır… vb.”
(Son Posta 22.09.1932)
Ermeni burjuvazisinin bu türden gösterilerden ne beklediği bilinemez. Belki de onun amacı,
Doğu İllerinde öteden beri içinden tanıdığı ekonomik ilişkiler sürecinde rol oynamak,
kaçakçılık ticaretini sistemleştirmektir. Bununla birlikte bu gösterilerden bizim anladığımız şu
iki sonuçtur:
1- Ermeni Halkını yok yere emperyalizmin dama taşı ve safrası haline getirmek
Yukarıdaki Hasiçe olayı, Fransa’nın Türkiye ile Suriye [Cumhuriyetlerine] karşı oynadığı
bir oyundur.
Ondan bir sene önce Irak hükümeti Irak Kürtlerine karşı, Kuzey Irak’ta (Musul ve
Kerkük’te) “bir Hıristiyan çoğunluğu vücuda getirmek” (Cumhuriyet 25.04.1931) için “Kürt,
Asurî, Ermeni kardeşliği düşüncesi”ni ortaya atarken, gerçekte Kürt akınına Ermeni seddini
siper etmekten başka ne yapıyordu?
Yazık ki, arada ölenler hiç şüphesiz Ermeni burjuvaları ve zenginleri değil, yine Ermeni
fukarası ve işçisidir.
2- Kürt hareketine diken olmak
Gördük: Irak Hükümeti Barzan Kürtlerinin önüne geçmek için Ermenileri kullanıyordu.
Ağrı Dağı İsyanı sırasında şöyle bir haber görülüyor:
11
“Beyrut’tan Adana gazetelerine bildirildiğine göre, Taşnaklar tarafından
Romanya, Bulgaristan, Fransa ve Yunanistan’dan giden temsilcilerin de katılımı ile
Lübnan’ın Bihamdun köyünde bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantıda özetle, Kürt
Devriminin, Ermeni yurdu davasına zararlı olup olmadığı sorunu vb. konular
görüşülmüştür.” (Cumhuriyet, 27.09.1930)
Bu kısa haber bize gösteriyor ki, Ağrı olayı gibi ne olacağı büsbütün belirsiz ve ikinci
derecede bir harekette, Ermeni burjuvazisi, ortada ne fol ve ne de yumurta bulunmamasına
rağmen, paçaları sıvıyor.
Yarın daha önemli bir harekette, Kürt ve Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği bundan
anlaşılmaz mı?
Ermeni burjuvazisinin Taşnak Cemiyeti, bu psikolojiyle her gün yeni bir sergüzeşt [macera]
aramaya ve biraz daha çok anarşiye ve nihilizme dökülmeye doğru gidiyor ve son zamanlarda
Makedonya Komitacılarıyla13 da talihini denemeye varıyor.
Uğurlar olsun.
Bizi ilgilendiren Ermeni kapitalistleri ve emperyalizmin uşakları değil, Ermeni Fakir Halkı,
Ermeni Proletaryasıdır. Sorunu bu bakımdan korsak, hiç olmazsa Türkiye’nin bugünkü
sınırları içinde sırf bir Ermeni hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tümüyle uzaktır. Başka
deyişle, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik Sorunu Türkiye
içinde imkânsızdır. Türkiye’nin dışında ve komşularındaki Ermeniliğe gelince, yukarıda temas
ettiğimiz Ermenilik ve komünizm noktası, Ermeni proletaryasıyla burada vermek istediğimiz
Sovyetler Birliği’nin rolü, o sorunu da belli başlı bir taktik veya strateji davası olmaktan
çıkarıyor. Sovyetler Birliği, yıllardan beri bir barınacak yer arayan mücadeleci Ermeni
Proletaryasına ve emekçi halkına kucağını açtı ve özgür bir yurt sunuyor. Balkanlarda ve
Suriye’de Emperyalizmin kancık oyunlarına kurban gitmemeye layık olan Ermeni emekçilerini
Sovyet vatandaşlığına çağırıyor. Bu çağırış olumlu ve açıktır. Daha 1931 yılı sonlarında
İstanbul’a Ermenistan Ticaret Komiseri Şahurdikyan bu iş için gelmişti. Gazeteler sorunu
şöyle anlattılar:
Sovyetler temsilcisi şurada burada “sık sık sınır olaylarına sebep olan
Ermenileri de Ermenistan’a götürmek için girişimlerde bulunacaktır. Gerek
Suriye, gerekse Yunanistan’da bulunan Ermenilerin Batum’a kadar nakil
masraflarını Cemiyet-i Akvam deruhte etmektedir [Birleşmiş Uluslar yerine
getirmektedir]. Sevk edilecek genç Ermeni işçileri Azerbaycan, Gürcistan ve
Ermenistan’da açılmış olan çeşitli fabrikalarda çalışacaklar ve 50 Rubleden 300
Rubleye kadar ücret alacaklardır.” (Cumhuriyet, 08.11.1931)
Bu sorunda da Kemalizm, dünya proletaryasının ve Bolşevizmin bir daha elini öpsün, der,
asıl konumuza geçeriz.
Yöntem ve Plan
Şurası muhakkak ki, Ulusal Sorun, Komintern’in olduğundan çok Partimizin en zayıf
cephesidir. Oysaki, dünya devrimleri çağında proletarya devriminin yarattığı yeni uluslararası
denge ile birlikte, geri ülkelerin ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketlerin proletarya
devrimiyle olan ilişkileri, denilebilir ki, III’üncü Enternasyonal’i II’nci’den ayıran en önemli
karakteristik noktalardan biridir.
Türkiye’nin kendisi, bu ulusal kurtuluş hareketlerinden bir önemlisine sahne oldu. Fakat bu
kurtuluş hareketi Kemalist Burjuvazinin iktidar ve diktatoryası altına girdiği için, kapitalist
niteliklerinden ve çelişkilerinden kurtulamadı ve kurtulamazdı da... Yukarıda işaret ettiğimiz
gibi, Türkiye, dış ilişkilerinde ezilen bir ulus olmasına rağmen, iç ilişkilerinde zalim bir ulus
rolünü oynamaktan geri kalmadı. Bugün Türkiye nüfusunda önemli toplam tutan iki ulusal
13
Komita: Siyasi bir amaca ulaşmak için silah kullanan gizli topluluk.
12
varlık mevcut: Türklük-Kürtlük… Siyasi ve ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk
Burjuvazisinde olduğu için, Kürt Halkı mistik ve müphem [belirsiz] “Doğu İlleri” söylemi
altında, özel ve konspiratör [gizli] bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu, bir
imha siyasetine uğratıldı. Kemalizmin bu sömürgeci ve imhacı siyaseti, birçok tarihsel ve siyasal zorunluluklar yüzünden, uluslararası denge içinde bugüne kadar adeta tarafsız bir ilgi
veya ilgisizlikle görüldü. Hatta, belki emperyalizm, Türkiye’nin bu “Doğu Sorunu”na daha
büyük bir dikkat göstermeyi çeşitli manevralarına uygun buldu.
Tarihsel ve siyasal sebepler arasında en önemlisi, Kemalizmin Doğu İllerinde şimdiye kadar
emperyalizmin oyuncağı olan derebeyi unsurlarıyla çarpışıyor görünebilmesi sayesindedir.
Oysaki derebeyliğin Kürdistan’da ayaklandırdığı veya ayaklandırabildiği yığınlar için söz
konusu olan şey, dini alet etmek veya emperyalizme alet olmaktan çok, ekonomik ve ulusal
baskıya karşı bir tepkiydi. Yani Kürt Halkı, zulüm denizine düşen herhangi bir insan gibi,
emperyalizm veya feodalizm yılanına sarılmaktan başka bir şey yapmıyordu. Bu ezilen halkı
acıklı durumunda yalnız bırakmamak için, onun özel durumunu tetkik ve tespit etmenin
zamanı, artık gelmiş ve geçmiş bulunuyor. Çünkü bizzat “emperyalizme alet olan” zümreler
bile, bu kitleler arasında artık sırf dinsel kışkırtmalardan başka yöntemlerle propaganda ve
hareket yaratmak girişimindedirler. Bu ve buna benzer girişimler karşısında Kemalizmin
şimdiye kadar aldığı tavır, şimdiden sonra uygulacağı tedbirler için de örnektir: Kanlı te’dip
seferleri14-ilan edilmemiş daimi sıkıyönetim-askercil imha siyaseti!.. Kemalizmin “Doğu
İlleri”ndeki baskın taktiği budur.
Türkiye Proletaryasıyla onun keşif kolu, bu militarist diktatoryadan [kurtulmak için] aynı
derece bütün ezilenlerin bilinçli kılavuzu olmak zorundadır. “Doğu İlleri” sorunu bir Ulusal
Sorun olduğuna göre, sorunu bu bakımdan araştırmakta -dünyada yeni devrim dalgalarının
yakınlığı oranında- geri ve geç kaldığımız muhakkaktır.
Leninizmde Ulusal Sorun yöntemce, soyut olmaktan çok somut bir davadır. Lenin, Ulusal
Sorunu düşünüş ve inceleyişte tutulacak yöntemi şöyle tarif eder:
“1) Soyut prensipler ve kurallar değil, fakat somut tarihsel durumun ve her şeyden
önce ekonomik durumun kesin, açık tahlili; 2) Ezilen sınıfların, işçilerin, sömürülenlerin
çıkarlarını, güdücü sınıfların çıkarlarından başka bir şey olmayan ulusal denilen
çıkarların genel anlayışından iyice ayırt etmek gerekir. 3) Gene ezilen, bağımlı ve
hukukun eşitliğinden yararlanmayan ulusları, ezen, sömüren, bütün haklara sahip olan
uluslardan dikkat ve özenle ayırt etmek gerekir; bu suretle, dünya nüfusunun gayet
büyük çoğunluğunun, en zengin, ekonomice en ileri gayet pek az bir kapitalist uluslar
azınlığı tarafından kölelik haline konulmasını, Finans-Kapital ve emperyalizm devrine
özgü olan köleleştirmeyi maskelemeyi deneyen demokratik burjuva yalanına karşı
koymak gerekir.” (Lenin, Tüm Eserleri, Cilt XXV, s. 286)15
Lenin’in bu metodolojik satırları, bize, herhangi bir Ulusal Sorunu nasıl koymak gerektiğini
yeterli derecede öğretiyor. Buna Leninizmin, yine Ulusal Sorun hakkındaki, öteki prensiplerini
de eklersek, Ulusal Sorunu araştırırken hangi tutum noktalarından yürüyeceğimiz daha belli
olur. Bu noktaları şöylece tespit edebiliriz:
1- Ulusal Sorun soyut ve mutlak prensiplere göre değil, somut:
a) Tarihsel,
b) Özellikle ekonomik çözümlemelerle araştırılır.
2- Ulusal Sorunda ezen sınıflarla ezilen sınıfların (işletenlerle işleyenlerin) çıkarları
birbirine karıştırılmamalıdır.
Te’dip seferleri: Te’dip: Edeplendirmek, terbiye vermek, yola getirmek, uslandırmak, cezalandırmak, haddini
bildirmek. Te’dip seferleri: Te’dip amacıyla yapılan askeri harekatlar.
15
Bu pasajın, Lenin, “Collected Works”teki yeri şudur: Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin İlk
Tasarısı, Haziran 1920, C. 31, s. 145. (Fuat Fegan) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sekizinci
Baskı, s. 185.
14
13
3- Ulusal Sorunda egemen ulusla egemenlik altında olan ulusun (zalimlerle mazlumların)
[ezenlerle ezilenlerin] çıkarlarını iyice ayırt etmelidir.
4- Ulusal Sorunda, demokratik burjuva palavralarını ulusal kurtuluş hareketinden ayırmak
gerekir. Yahut, Stalin’in dediği gibi: Ulusal Sorun reformla (Anayasayla) değil, devrimle
hallolunabilir.
5- Ulusal Sorun öz itibarı ile bir kitle sorunudur. Yani:
a) Ortada bir ulus bulunmalı;
b) Sorun: Lenin’in “horoz dövüşü” dediği ulus “querelle”leri [kavgaları] değil, “halkın
geniş kitleleri içinde bir tepki kışkırtır.” (Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist
Ekonomizm.)16 olmalı...
6- Ulusal Sorunun, şu söylenenlere göre esası bir Köylü Sorunudur. Burjuva devrimleri
çağında köylü hareketi, demokratik devriminin bir parçasıydı. Fakat, bugünkü proletarya
devrimi çağında hâkim ulus Finans-Kapitali, ezilen ulusun özellikle köylüsünü soyup soğana
çevirdiği için, Köylü Sorunu, küçükburjuva niteliğiyle hâkim ulusa karşı bir ezilen ulus sorunu
ve bu suretle de bir dünya devrimi sorunu olmuştur.
7- Ulusal Sorun, bir dünya devrimi sorunu olduğuna göre, olumlu veya olumsuz niteliği,
ancak dünya devrimine oranla ve izafetle belirir.
Giriş başlangıcımızda genel olarak açtığımız sorudan sonra vardığımız mantıksal sonuç
şuydu: Türkiye’nin içindeki Doğu Sorunu, genel olarak bir Ulusal Sorundur, özel olarak Kürt
Ulusu Sorunudur. Sorun böyle durulaştırıldıktan sonra, araştırılacak konular aşağı yukarı
şunlardır:
1- Türkiye’de bir Kürt Ulusal Sorunu var mı?
2- Toplumsal yapıca Kürt Ulusal davası, öz itibarı ile bir Köylü Sorunu mudur?
3- Kürt Köylülüğü Sömürge baskısı altında mıdır?
4- Kürt Ulusu, bu baskılara karşı ne gibi tepkiler gösteriyor? (Bu tepkilerde sınıfların
rolü?..)
5- Kürt Ulusal davasının, Dünya Devrimi ve Türkiye Proletarya Devrimi ile ilişkileri
nelerdir?
Kürt Ulusu
Tarihsel Durum
Yunanlı Herodot, Kızılırmak’ın alt mecrasının [yatağının] batısına Kato-Asya derdi.
Romalılar, Fırat sınırına kadar uzanan aynı bölgeyi Mikro-Asya adıyla anarlardı. İşte bu Aşağı
yahut Küçük Asya denilen Anadolu’nun ötesi, bugün Doğu İlleri dediğimiz yerdir.
Gerek Yunan, gerekse Roma Medeniyetleri tarafından Anadolu’dan ayrı tutulan bu ülke,
Arap-İslam istilasına kadar Fars İmparatorluğu’nun elinde kaldı. XIII’üncü Yüzyıl sonlarına
doğru Selçukîlerin, XV’inci Yüzyıl ortasından sonra Timur torunlarının hükmünde yaşadı
(Akkoyunlular).
Osmanlılar ilk defa Yavuz Sultan Selim devrinde Acemlerle yapılan Çaldıran Savaşı’ndan
sonra, yani XVI’ncı Yüzyılın son çeyreğine doğru17, Diyarbekir ötelerine kadar Kürdistan’ı
ele geçirdiler. Fakat o bezirgân derebeyi istilacılığının içyüzü malûm. O zamanki devlet
sınırlarının zapt ve istilanın anlamları, bugünkülere oranla adeta metafizik bir belirsizlik,
izafîlik ve istikrarsızlık içindeydi. Onun için, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu ile Batı (Acem
ile Avusturya) arasında bitmez tükenmez zikzakları esnasında, Yavuz’dan çok sonra, daha
uzun süre, tâ Sultan Murat devirlerine kadar, Kürdistan’da Acem derebeyleri ve şatoları hüküm
Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Ağustos-Ekim 1916, Collected Works, C. 23, s.
61. (F. Fegan) Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, s. 64.
6
Çaldıran Savaşı’nın tarihi 1514’tür. (F. Fegan)
16
14
sürdü.
Kürdistan bölgesinin uzak tarihi göz önünden geçerken şu sonuçlar belli oluyor:
1- Kürdistan yaylası Anadolu’dan ayrı bir ülke olarak kalmıştır
Gerek Yunan Medeniyeti gerek, Roma İmparatorluğu devrinde bu ayrılık ufak tefek
farklarla aynen kaldı. Ondan sonra Bizans ve Acem devletlerinin doğal sınırları, uzun süre hep
Anadolu yaylası ile Kürdistan yaylasının sınırları oldu. Roma vb. Kadim [Antika]
imparatorlukların daha geç bir örneğinden başka bir şey olmayan Osmanlı İmparatorluğu
içinde, Kürdistan, Anadolu’yla bitişikliğine rağmen, Acemlerden Türklere geçen yarı-bağımsız
derebeylikler halinde sarp bir ada gibi kaldı.
2- Kürdistan yaylası dört yol ağzıdır
İslâm Araplığı (yahut Arap bezirgânlığı), Irak’ta Basra ve Kûfe karargâhlarını kurduktan
sonra İran’ı zapt etmek isterken, Kürdistan düğümünü ele geçirmişti. Cevdet Paşa,
Muaviye’den kaçan İranlılar “Cekulâ nam mevkîde toplanmışlardı” diyor, “ki buradan Fars ve
Azerbaycan ve Dağıstan yolları ayrılıyor.” Hatta İranlılar “bir kere dağılır isek fi-mâba’d [bir
daha] toplanamayız.” (Cevdet Paşa, Kısas’ı Enbiya, s. 545) diye 100.000 ölü bırakıncaya kadar
savunmada bulunmuşlardır. Fakat Kürdistan Doğu’ya: Hind, Çin, Orta Asya ve Rusya
pazarlarına giden karayollarının başı değildi. O zamanki bilinen Batı, Avrupa dünyasının
başlıca orta yolları olan Ak ve Karadeniz yollarının da iki koldan (Halep ve Trabzon’dan)
uğrağıydı. Zaten Anadolu’dan bağımsızlığının bir anlamı da buydu.
3- Kürdistan yaylası her medeniyetin uğrağı oldu
Doğu’yla Batı arasında, deniz yollarının bilinmediği devirlerde, bu en büyük köprü rolünü
oynayan bölge, zorunlu olarak, bütün istilacı medeniyetlerin gelip geçtiği bir kervansaray
halini aldı. Bunu ispata kalkışmak boşuna zahmettir. Yalnız karakteristik bir örnek: Sabık
Müzeler Müdürü Halil Bey “Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası”nda Amida isimli kitabın
bibliyografisini yaparken, Kara Amid = Kara Hamid (Diyarbekir) beldesinin, İslâmiyetten
Osmanlılığın eline geçinceye kadar tam 23 hükümet görüp geçirdiğini kaydediyor.
Osmanlı İmparatorluğu, bütün öteki imparatorluklar gibi, Kürdistan’ın sosyal yapısında
herhangi bir değişiklik değildi. Yine daima ataerkil klan ve aşiret manzarasını koruyor; yalnız,
Osmanlı İmparatorluğu adına, belirli yol uğraklarında yarı misafirhane, yarı devlet kılıklı
şatolar kuran bazı resmî derebeyiler, bu yollardan geçecek bezirgân kervanlarının, etrafındaki
aşiretlere karşı güvenliğini gözetiyorlardı. Bazen 20 saatlik bir yarı-çaplı çember içindeki geniş
bir ülke (bugünkü 5-10 Türk ili) içinde bulunan tüm aşiretler, İmparatorluğun oradaki
temsilcisi derebeyine boyun eğerdi. Başlarından bir imparatorluk gitmiş, ötekisi gelmiş, bu,
yerli aşiretlerin umurunda bile değildi. Onun için, aşiretler üstünde saltanat sürmek, görünüşte
bir ip cambazlığını becerebilmek demekti. Derebeyi Osmanlılığının son devirlerine doğru,
Türk Burjuvazisi adına yabancı kapitalizmin dayattığı reformlarla yan yana saltanat devletinin
merkezileşmesi başladığı ve güçlendiği zamanlarda, Kürdistan’daki klan sisteminin kılı
kımıldamadı. Hatta özellikle “Tanzimat-ı Hayriye” sıralarında küçük derebeyliklerin “ilga”
edilmesi [ortadan kaldırılması], Kürdistan aşiretleri için bir felaketten çok bir nimet olmuştu.
Tam merkeziyetli bir devlet şebekesi kuruluncaya kadar aşiretler daha başıboş ve serbest
kalmışlardı.
Meşrutiyet Burjuvazisinin sahnede görünüşü, Kürdistan aşiret uluları, ağa ve beylerinin
ekmeğine yağ değil kaymak sürmüştü. Söylediğimiz gibi, Kürdistan’da ulusal uyanışı iç
gelişim ve dış kışkırtmalarla büyüyen Ermeniliğin, Tarihte nadir görülür bir ölçüde çapul
edilmesi, bir sanatları da çapul olan Ağa, Bey ve Uluları biraz daha tombullaştırmak ve
kuvvetlendirmekten başka bir sonuç vermedi. Tarihin ters cilvelerinden biri de Kürdistan
15
yaylalarında gerçekleşti: Yalnız ekonomik temel üst katlara etki etmez; üst katlar da, hatta aynı
derecede ekonomik temele etki ederler. Siyasi egemenliği elinde tutan Türk Burjuvazisi,
ekonomik olarak geri bir klan sistemi (Kürt aşiret ve beyleri) ile el ele vererek ekonomisi daha
yüksek bir gelişimi temsil eden Ermeniliğin hemen hemen Türkiye’deki kökünü
kazıyabilmiştir. Türk Burjuvazisi birdenbire, koca Kürdistan’da sırf Kürtlükle karşı karşıya
kalıvermişti… Bereket versin, Osmanlı çorbasına henüz şalgamından turpuna kadar her nesne
karıştırabiliyordu... Zaten Türklük bile, daha ancak Kürdistan’ın merkezinden gelmiş bir Kürt
memurzadesinin (Ziya Gökalp’in) derleyip toplamaya kalkıştığı ve Durkheim’dan salçaladığı
bir Dayanışmacılık perdesi altında Türkçülük ideolojisine yeni uyanıyordu. Galiba olan basit
bir değiş tokuş idi: Türklük Kürtlüğe maddeten şişmanlamak imkânlarını (Ermeni çapulunu ve
katliamını) bağışlıyordu; buna karşılık Kürtlük de Türklüğe manen kabarmak ideolojisini (Ziya
Gökalp Türkçülüğünü) sunuyordu.
Mütareke’yle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun şar’ından18 inmeye bir türlü razı
olamayan Meşrutiyet Burjuvazisi temsilcileri, hatta hanedan temsilcilerinden daha kötü bir
sonla olmamışa döner ve Cumhuriyet Burjuvazisi dünya proletarya devriminden aldığı hızla
yeni yeni sahneye çıkarken, Bolşevik Devrimi’nin sınırlarında birkaç bekçi köpeği dikmek
isteyen emperyalizm, bilinen Beyaz Ermenistan ve Beyaz Gürcistan gibi, bir de Beyaz
Kürdistan kurmak emelindeydi. Esasen o zamanki Türkiye’nin belli başlı merkezlerinde, Kürt
aydınları tarafından [yürütülen] zayıf ve “anodin”19 bir Kürtlük Akımı ve örgütü baş
göstermişti. Kürtlük Akımı, daha bu ilk taze uyanış durumundayken, dünya ölçüsünde görüş
yokluğuna yahut sosyal yapının ağırlığına kurban gitti:
a- Evrensel görüş yokluğuna kurban gitti
Çünkü Türkiye’de kısaca “Mütareke Yılları” denilen devir, dünyada açılan proletarya
devrimleri çağının en dalgalı ve fırtınalı bir aşamasıydı. Dünya ölçüsünde bir görüş ufkuna
sahip olabilen, hatta dünyaya bile gerek yok, burnumuzun dibinde, Çarlığı deviren Bolşevik
ülkelerinde olan biteni ne kadar az olursa olsun fark eden herhangi bir siyasi akım, çarçabuk
görüp anlayabilirdi ki, bütün dünyada rol oynayan en büyük güç, Dünya İşçi Sınıfının
İdeolojisi, Komünizm ve Bolşevizmdir. Yeryüzünde herhangi bir geri ülkenin ulusal kurtuluşu,
ancak ve ancak bu büyük güçle el ele verdiği zaman cidden ve devamlı surette tutunabilir,
olumlu bir rol oynayabilir. Şu halde eğer söz konusu olan, bir Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi
idiyse, bu hareketin biricik şaşmaz yolu vardı: Komünizmle el ele vermek, özellikle yakın
Sovyet Devrimi’nden hız ve yön almak… Yeni doğmuş Kürt Milliyetçiliği bunu yapamadı.
Oysaki Türk Burjuvazisi bunu yaptı.
b- Sosyal yapının ve geçmişin ağırlığı altında ezildi kaldı
Kürdistan’da egemen ve baskın sosyal yapı Semiyye (Klan) ve Aşiret ululuğu ve beyliği
sistemi idi. Bu sistem geleceği değil geçmişi özleyebilirdi. O zaman geçmişe dört elle sarılmış:
a) Türkiye’de Saltanat
b) Dünyada Emperyalizm vardı.
Onun için Kürdistan’daki baskın nitelik bu ulusal ve uluslararası katmerli gericiliğin
peşinden sürüklenmeye mecbur kaldı. Marksizmin temelli prensibi bir daha doğrulanıyor:
Varlık, düşünceyi belirliyordu. Eğer birinci şıktaki görüş ufkuna Düşünce, ikinci şıktaki
Kürdistan’ın sosyal yapısına Varlık, dersek, o düşünce kıtlığını bu varlık baskısından başka
hiçbir şey açıklayamaz. Onun için biz o zamanki Kürtlük Akımının temsilcilerini budalalıkla,
kafasızlıkla suçlayacak kadar hayalperest olamayız. O bunalımlı dönemde bütün zırhlılarına,
18
19
Şar (Fr. Char): İki tekerlekli araba, zafer arabası.
Anodin: (Fr.) yumuşak, hafif, önemsiz.
16
fiyakalı taburlarına, gayet camgöz ve paralı casus ve hafiyelerine rağmen, Emperyalizm, ölüm
titreyişleri geçiren şaşkın bir canavar haline dönmüştü. Onun Kürtlüğe, Ermeniliğe vb.ne o
sırada gülümser görünüşü bile, ölüm devrindeki bir tetanoslunun “rire hyppocratique: dıhk-ı
Hipokrati”sinden, Hipoktratvari [Hipokrat’ın adıyla anılan] sırıtışından20 başka bir şey
değildi. Bu sırıtış, ondan medet umanları pençesine geçirmek isteyen bir vahşi hayvanın
hilekâr çehre oyunundan farksızdı. O zamanki Kürt Milliyetçiliği bunu göremedi. Fakat, onun
görüş ufkunu bu kadar daraltan şey, zekâsızlığı ve yeteneksizliği değil, içinden doğduğu ve
temsilcisi olmak istediği Kürdistan’ın sosyal yapısının ruhuna yaptığı baskıydı.
O zamanki Kürt Milliyetçiliği, tarihsel durumu yüzünden kendisine hâlâ derebeyleri lider
yaptı; hâlâ bir iskeletten farksız olan Sultanla kompromi yaptı [uzlaştı]; hâlâ anavatanda
patlayan işçi hareketi önünde vahşi hayvanlara mahsus bir panik halet’i ruhiyesine
[psikolojisine] düşmüş emperyalizmden medet umdu. Anadolu’da daha bir depreşme21 ve
toplaşma başlangıcı sezilmek üzereyken, Bedirhanîlerden (Kamran-Celadet-Cemil), Halifenin
konspirasyonuna [gizli planına] dayanarak, İngiliz Binbaşı Noel ile birlikte, yanlarına aldıkları
15 Kürt atlısına yaslanaraktan “Malatya’ya savaşla girdikleri zaman Kürt bayrağı” çekmeye
kalkışıyorlardı. (Gazi’nin Nutku, Türk Tarih Kurumu Yayını: Nutuk-Söylev, C. I, 5. Baskı,
s.178)
Kürt Milliyetçileri, ezilen Kürt Miriyvo’larının içine girerek, Kürt Köylülüğünü barut gibi
devrimcileştirecek devrim şiarları ve örgütleri yaratacak ve Anadolu Köylülüğünün Ulusal
Kurtuluşu ile eşit haklı ve ortak antiemperyalist cepheli bir müttefik gibi kardeşleşecek yerde,
Sultan’ın ve musallat Emperyalizmin, Anadolu’da yeni beliren ulusal harekete karşı aleti
olmak tehlikesine düştü. Malatya’da İngiliz binbaşısı ve 15 Kürt atlısı ile Bedirhanîleri
karşılayan Mutasarrıf Bedirhanî Halil ile Harput Valisi Galip yönetiminde Sivas Kongresi’ni
bozmaya kalkışmak, ne yaptığını bilmemek, o zamanki taktiğe göre dosta kılıç çekip düşmanın
kucağına düşmekti.
Kürtçüleri ölüm darbesi ile vuran etkenlerin başında şu iki neden gelir:
1- Kürtçüler, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketinin öz itibarı ile bir geniş emekçi
köylülerin sorunu olduğunu bilememek, yani objektif olarak kitleden kopmak [gibi bir yanlışın
içindeydiler]… Oysaki, o ikiyüzlü Cumhuriyet Burjuvazisi küllî [tüm] ayıbıyla birlikte, hiç
olmazsa palavra da ve sahtekârca da olsa, bir: “Memleketin efendisi köylüdür” ikiyüzlülüğüyle
Türk Köylülüğünü aldatmak silahını kullanmıştı. Ve hâlâ bile bunu kullanıyor.
2- Sübjektif olarak Kürtçülüğün belini ortasından balta ile kıran ikinci önemli etken, onun
örgütte de derebeyi artıklarına dayanması, ağa ve bey şeflerle ve kadrolarla iş görmeye
kalkışmasıdır. Oysaki bir Kürt Aydınları ve Köylülüğü bloku pekâlâ mümkün olabilirdi.
Bu objektif ve sübjektif sebepler yüzünden, İstanbul’dan Mardin yolu ile gelen ve 13’üncü
Diyarbekir Kolordusu’nun bir Süvari Alayına rağmen olaysızca Malatya’ya karşılanarak giren
Bedirhanîler, üç buçuk subayın örgütlü müdahalesi önünde çil yavrusuna döndüler.
11 Eylül’den sonra Erzurum Kongresi’ne bunlarla uzlaşmanın daha doğru olacağını
söyleyen askeri örgütün Malatya bölümüne, Mustafa Kemal, şu telgrafı çekiyordu: Urfa ve
civarında İngiliz kuvvetleri azlıktır. “(…) Kürtlerin de, içtimaa muvaffak olsalar bile, kuvve-i
askeriye karşısında ne dereceye kadar muvaffak olacaklarını takdir buyurursunuz.” (Gazi’nin
Nutku)22
Başka deyişle, Cumhuriyet Burjuvazisi Kürt ağa ve beylerinin “toplanmayı
başar”abileceklerini bile tahmin etmiyordu. Ve gerçekten de öyle oldu.
Hemen hemen aynı tarihlerde, taşra burjuvazisi adına Mustafa Kemal Paşa, İstanbul
Rire hyppocratique (Fr.) ya da dıhk-ı Hipokrati (Osmanlıca): Tetanos hastalığında, kasların istem dışı
kasılmasından dolayı, yüzde oluşan yalancı gülümseme hali.
21
Depreşme: Yeniden ortaya çıkma, nüksetme, canlanma.
22
“(…) Kürtlerin de toplanmayı başarsalar bile, askeri birlikler karşısında ne ölçüde başarıya ulaşacaklarını
kavrayabilirsiniz.” (Türk Tarih Kurumu yayını: Nutuk-Söylev, C. I, 5. Baskı, s.180)
20
17
Burjuvazisi adına Bahriye Nazırı Salih Paşa, imzaladıkları 11 Eylül 1335 (1919) tarihli İkinci
Protokolde, makam’ı saltanat ve hilafat hakkında bir sürü güvenceden sonra, şu satırları da
imzalıyorlardı:
“Kürtlerin istiklali maksad’ı zahirîsi altında yapılmakta olan tezviratın önüne
geçmek hususu tensip edildi.” (Gazi’nin Nutku, s. 146)23
Artık ondan sonra, doğru veya yanlış, haklı veya haksız, her Kürt hareketinin alnına meşhur
damgalar basıldı durdu:
1- Gericiliktir,
2- Yabancı parasıyladır...
O zamanki durumu tahlil eden bir Milletvekili, Sakarya’dan sonra Fransızlarla Güney
Anlaşması biterken, Zalim Çavuş isminde birinin Koçgiri taraflarındaki “talanını” böyle
açıklar ve anlatır:
“Alişar nam haydutlar”, “Divriği, Refahiye, Kuruçay, Kemah civarını
birleştirerek özerklik verilmesi için telgraflar çekmişti... Yabancı parası ve parmağı
bu oyunu oynuyordu.” (Edirne Milletvekili Şeref, Birinci Millet Meclisi, Milliyet,
03.01.1932)
Nicelikçe Kürtlük
Türkiye Cumhuriyetinde, Anadolu’dan ve Kuzey Karadeniz kıyıları dışında bir “Doğu
İlleri” kavramı ve olayı var. 17 il sınırını içine alan bu bölge, tesadüfü Allah saymayanlar için,
herhalde bir kapris eseri olarak böyle bir isim takınmış sayılamaz. Bu bölge, bir coğrafya
bölüğünden ve kıtasından ibaret de değildir. Çünkü Kemalizm, güya genel bir kanun kisvesi
altında oluşturduğu Umumi Müfettişlikler oyununu, yalnız bu bölgenin başına “Birinci
Müfettişlik”24 adı ile oynadı. Ve herkesten iyi Kemalizm bilir ki, bu öyle kuru bir merkeziyet,
bazı genel işlerde halkın işlerini kolaylaştırmak vb. yaveleri gibi, bir burjuva devleti için
boşuna masraflı olacak bir külfetten ileri gelmez. Birinci Müfettişlik, Kürdistan Halkının başı
ucunda asılmış bir Demokles’in Kılıcı, bir ilan edilmemiş itçil sıkıyönetim, bir en yırtıcı
sonsuz terördür. Bu nitelikler göz önünde tutulduktan sonra, bütün bu bölgenin önce bir ayırt
edilişi, sonra militarist bir zulüm sistemiyle yönetilişi, Kemalizmin keyfi, yahut babasının
hayrı için yapılmış ve yapılmakta olmadığı kolay anlaşılır.
Doğu İlleri bölgesinin asıl adı: Kürdistan’dır. Ve bunun böyle olduğunu anlamak için, hatta
Doğu İllerinin içlerine doğru Başbakanvari bir seyahat yapmaya bile pek gerek yoktur. Türkiye
Cumhuriyeti atlasını açınız. Şöyle kasaba isimlerine bir göz gezdiriveriniz. “Dil Devrimi”nin
bu isimleri Türkçeleştirmek konusundaki bütün gayretlerine rağmen, büyük çoğunluğunun,
sizin -yani bî-Kürtlerin [Kürt olmayanların]- anlayamayacağınız bir dilden olduğunu belki de
hayretle görürsünüz: Hakkâri-Van-Bitlis-Siirt-Mardin-Harput-Urfa-Malatya-Sivas vb…
Sırf il adları olan bu kelimelerin Türkçeyle bir ilgisi var mı?
Gerçi belli olmaz, bakarsınız, bir “Tarih Devrimcisi” çıkar, bize Atena’nın At-ana olduğunu
öğrettiği gibi, örneğin: Malatya’nın, Türkçe Mal-at-ye kelimelerinden; Mardin’in Mert: erkek
+ in’den: erkeğin oturduğu mağara sözlerinden; bilmem Siirt’in seyirtmek: acele koşmak
lafından; yok Bitlis’in, bitli İsa palavrasından geldiğini ve daha kim bilir neleri Türkçeleştirir.
Esasen il isimleri geçmişin birer yadigârı da sayılabilir. Fakat bir ülkenin hangi kavime ait
olduğunu gösterecek asıl isimler, küçük kasabacık ve köy adlarıdır. Biz sıradan bir örnek
olmak üzere, Başbakan İsmet Paşa’nın Büyük Millet Meclisi’nde temsil ettiği “seçim
bölgesi”ni ve Doğu İllerinin en Batı İlini, yani Malatya’yı alalım ve onun da köy isimlerini
“Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirmek amacı güder gibi görünerek yapılmakta olan karıştırıcılığın önüne
geçmek uygun görüldü.” (Türk Tarih Kurumu yayını: Nutuk-Söylev, C. I, 5. Baskı, s. 326)
24
Birinci Umumi (Genel) Müfettişlik: 1927-1952 yılları arasında Doğu illerinde yürürlükte kalmış olan ve yakın
zamanın Olağanüstü Hal Bölge Valiliğine karşılık gelen kurum.
23
18
değil de, daha ikinci derecede olan ilçe ve nahiye adlarını, resmi Devlet Yıllığı’nda görelim.
Malatya ilinin sekiz ilçesi ve nahiye merkezleri şunlardır:
1- Malatya Merkezinin: Porga, İspendere, Tahir, Kuzene, Kal’e;
2- Arga ilçesinin: Sürgü, Levent, Curacık;
3- Arapkir ilçesinin: Şötik, Motmur;
4- Pütürge’nin: Keferdiz, Merdis, Tahsis, Sinan;
5- Eğin ilçesinin: İliç (sakın Lenin’in kökeni olmasın? – H. K.), İnçeti, Ağın, Paşkeli;
6- Kâhta ilçesinin: Tokaris, Merdis, Alut, Sincik (Bremişe);
7- Adıyaman: Samsat, Kuyucak, Karıcık, Çalgan, Tut;
8- Hekimhan: Hasan Çelebi, Gelengeç…
Şu halde Cumhuriyet Burjuvazisinin “Doğu İlleri” dediği Kürdistan’ın bugünkü Türkiye
sınırları içinde mevkii, tuttuğu yeri nedir?
1928 ve 1929 tarihli TC Devlet Yıllığı’na göre, “Türkiye’nin kayıtlı genel nüfusu”:
10.915.909 kişi; Türkiye’nin genel yüzölçümü: 762.730 kilometrekaredir. 17 Doğu İlinin
(Erzincan, Erzurum, Elaziz, Urfa, Beyazıt, Bitlis, Hakkâri, Diyarbekir, Siirt, Şebinkarahisar,
Gaziayıntap, Kars, Gümüşhane, Mardin, Maraş, Malatya, Van) sözü edilen Devlet Yıllığı’nca
nüfusu: 2.738.267 kişi ve yüzölçümü: 251.131 kilometrekaredir. Yani Doğu İlleri, Türkiye
Cumhuriyeti’nin nüfusça % 24,7’si, arazice % 32,8’i oranındadır. Yuvarlak hesap söylenecek
olursa, Türkiye Cumhuriyeti’nce yarı-resmi şekilde sınırları çizilen Kürdistan, bugünkü
Türkiye’nin nüfusça 1/4 (dörtte biri), arazice 1/3 (üçte biri) demektir.
Fakat bu oranlar, şüphesiz Türkiye içinde Kürt çoğunluğunu oluşturan iller için böyledir.
Yoksa Kürt Halkının bulunduğu bölgeler, bu 17 ilin sınırlarından bir hayli daha geniştir.
Batıda Sivas ve Adana, kuzeyde Ardahan ve Artvin illeri sınırlarını aşar. Yukarıda, Zalim
Çavuş’un “talan” ettiği, Alişarlıların özerklik istedikleri bölgeler, kısmen Sivas iline dâhildir.
Doğu taraflarında seyahat eden bir Kürt düşmanı, Beyazit ve Ağrı Dağı bölgelerindeki
Kürtlerin salgınından söz ederken şunları yazıyor:
“Fakat derebeyliklere zaaf düşmesi ve sonra da ortadan kaldırılması sonucu
olarak Dicle kaynaklarında seyyar bir hayat geçiren bu Kürtler buraları istila ile
ülkeyi çekirge hücumuna uğramış bir tarla gibi harap etmişlerdir! Ve harabiyet
pek derindir. Pek acıklı olarak devam etmektedir. Kürtler buralarda
kalmamışlar… Yavaş yavaş, daha Kuzeye, Kafkasya’ya da sokulmuşlardır.
Gürcistan sınırında, Ardahan’ın otlaklarında hatta Yalnız Çam geçidinde (Artvin
ili – H. K.) bile bunları aynı vahşi duygularla, kaba ahlâkla, aynı toplum örgütüyle
görmekteyiz.” (Yusuf Mazhar, Ararat Eteklerinde, Cumhuriyet, 19.07.1930)
Fakat, Kürtlük deyince, onu sırf Türkiye sınırları içine sığdırmak yeterli değil...
Eski dünyada bugün Doğu ve Batı diye bir sınıflandırma nasıl mümkünse, tıpkı öyle iki
Balkanlar vardır:
1- Batı Balkanları,
2- Doğu Balkanları…
Batı Balkanlarını bilmeyenimiz yoktur: Genel olarak Balkanlar dediğimiz Avrupa kısmı.
Fakat “Asya Balkanları” veya “Doğu Balkanları” diye henüz adı konulmamış bir
“Balkanlar” var ki, onun herkesçe belirli ve bilinen bir tek ismi yok; muz gibi, yiyenin niyetine
göre çeşni değiştiren birçok ismi var. Bu Balkanlar, bugünkü Kürdistan’ın sınırları üstündedir.
Avrupa Balkanları gibi Asya Balkanları’nın da, büyük ve tarihsel geçitliği yüzünden: Kürt,
Ermeni, Arap, Süryani vb. gibi birçok ırk ve kavimler karmakarışık, içli dışlı, sellemehüsselâm
[uluorta] bulunurlar. Avrupa Balkanları gibi Asya Balkanları’nda da, bu Arap saçı haline
gelmiş ırklar ve uluslar, ikide birde çatışırlar, şu veya bu yabancı devletin nam ve hesabına
komitacılar yetiştirirler. Bir farkla ki, Asya Balkanları’nda Doğululuk hâkimdir, “Asyalılık
mührü” bütün şiddetiyle hüküm sürer.
İşte Kürtlük deyince bu Asya Balkanlılığı içinde, oldukça homojen bir ırk ve geçim birliği
19
temsil eden bir nüfus anlaşılır. Kürt deyince, yalnız Türkiye sınırları içinde bulunanlar
hatırlanmamalı. Batı İran’da, Kuzey Irak’ta ve hatta Suriye’de de Kürtler mevcuttur. Kürtlerin
Kafkaslara kadar çıktığını yukarıda geçen bir paragrafta görmüştük. Ağrı İsyanı, Türkiye’ye
karşı, İran Kürtleri içinde hazırlandı. Ağrı İsyanı’ndan, birkaç ay sonra, başta Barzan Şeyhi
olmak üzere, Irak hükümetine karşı kışkırtılan Kürt hareketi Irak’ta patlamış ve senelerce
sürmüştü.
Nitelikçe Kürtlük
(Ulus Olarak)
Niceliğine, miktar ve sayısına kısaca işaret ettiğimiz Kürtlük nitelikçe ne durumdadır?
Başka deyişle, ulus olarak bir Kürtlük var mıdır?
Bunu araştırmak için önce ulus denilen realitenin:
1- Tarihsel,
2- İstikrarlı bir olay olduğunu hatırlamak lazımdır.
Sırası ile soralım:
1- Kürtlük istikrarlı bir varlık mıdır?
Evet.
Kürdistan denilen bölgenin yüzyıllardan beri tanınmış sosyal özelliği ve bu bölgelerde
oturan insan kümelerinin içinde belki en eski bir kavim olarak (“Tarih Devrimcileri”
duymasın!) Kürtlerin bulunuşu, bugün bir olgu olan Kürtlük toplumunda su götürmez bir
istikrarın mevcut olduğunu, Kürtlüğün bir fatih peşinde toplaşmış gelgeç bir kalabalık
olmadığını, belki şimdiki de dahil olmak üzere, şimdiye kadar üstünden sel gibi aşıp geçen
binbir fatihe rağmen bir varlık olarak kaldığını ispata yeterlidir.
2- Kürtlük tarihsel bir olgu mudur?
Buna da evet.
Gerçekten Kürt kavmi ve Kürt aşiretleri topluluğu, yüzyıllardan beri mevcut oluşuna
rağmen, bağımsız bir Kürtlük, bir Kürt Ulusu davası, ancak dünya proletarya devrimleri çağına
karşılık gelen, Doğu’nun ezilen uluslarındaki ulusal uyanış tarihinden önce ciddi surette
başlamış değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda derebeyi sistemi baskın geldiği sürece Kürdistan
içlerinde Kürtlük cereyanı değil, aşiret gayreti egemendi. “Bağımsız Kürdistan” sözü,
Kürtlüğün ulus olarak bir başka ulusa karşı konuluşu, ancak yakın dönemin ve bugünün
sorunudur. Tarihte Kürtlük olgusundan söz ederken, bu böylece bilindikten sonra, adı geçen
“ırk” prejüjesini [önyargısını] de unutmayalım. Türk Burjuvazisi, o müstesna [eşsiz] “Tarih
İnkılâpçılığı” hızıyla bütün “medenî” ulusların Türk olduğunu ispat ederken, “vahşi” Kürtlerin
de “ırken”, “an-asl [aslında]” Türk olduklarını, yahut da “halis-üd dem [safkan]” Türkleri
Kürtleştirdiklerini ileri sürmekten geri kalmıyor. Adı geçen yazıcı bu noktaya şöyle temas
eder:
“Yanımda aydın ve düşünür geçinen bir kişi vardı... Ev sahibinin durumlarını ve
adetlerini görerek: - Azeri Türkler burada Kürtlerin üzerinde ne derin tesirler
yapıyorlar... Bak şu adama!.. Bir Kürtten çok Türkü andırıyor... demişti. Zavallı
gafile olayı tersinden görmesi gerektiğini anlatamadım... Çünkü o bir Türk’ün
Kürtleşebileceğini havsalasına sığdıramıyordu [aklı almıyordu]. Fakat gerçek böyle
idi ve böyledir de...” (Yusuf Mazhar, Ararat Eteklerinde, Cumhuriyet, 19.07.1930)
Tabiî ciddi bir konuda “Kürtleşmiş” olanların hangi “ırk”tan olduklarını anlamak için “kan
muayenesi” yöntemlerine başvurmak ancak Kemalist Miliyetçiliğin, o da nalıncı keseri
kabilinden, harcıdır. Oysaki böyle bir metodun mantıksal sonucunu Anadolu Türklerine de
20
uygulamaya kalkışmak gibi, Kemalizm için tehlikeli, bizim için anlamsız bir olasılık da vardır.
O zaman kimlerin kanlarında nelerin bulunduğunu “Allah bilir”di. Fakat Ulusun tarihsel ve
toplumsal bir kavram, Irkınsa doğal ve çevresel bir nitelik olduğunu bilenler için, bu üzüntü ve
yapmacıkların anlamı yoktur. Onun için biz, insanların “Kürtleşmiş” veya “Türkleşmiş”
olduklarına değil, bugün sosyal olarak “Kürt” mü, “Türk” mü tanındığı ile yetineceğiz.
Bu iki ana hat çizildikten sonra, Ulusal Sorunun özelliklerini de arayalım.
Ulus deyince somut olarak nasıl bir topluluk hatıra gelir?
1- Yurt birliği;
2- Öz dil birliği;
3- Kültür birliği;
4- Ekonomi birliğini... bütün halinde temsil eden bir topluluk…
Kürtlük böyle bir topluluk mudur?
Bakalım:
I- Yurt Birliği
Yukarıda geçen düşüncelerden sonra, Kürtlerin yüzyıllarca süre, Anadolu’dan coğrafya
bakımından bağımsız, özel dünya yollarının geçit ve uğrağı olmuş, iklim ve doğaca az çok
homojen bir yurt içinde, bir arada yaşamış bir topluluk olduklarını ispata gerek kalmaz.
II- Öz Dil Birliği:
Kürtçe, Türkçeyle, hatta taban tabana zıt bir dildir.
Fakat acaba, bütün Kürtlerce konuşulan biricik bir dil var mı?
Burada şu iki noktayı unutmamak lazım:
1- Öz Dil Birliği: Ulusal bir birlikten söz ederken, mutlak, istisnasız dil birliği değil, öz dil
birliği amaçlanır. Bugün Kürdistan’ın bazı il merkezlerinde ekonomik çıkarları Türk
Burjuvazisi ile az çok uzlaşabilen bazı Kürt Burjuvalarıyla Kürt Aydınları arasında, Kürtçeden
kozmopolit bir tiksiniş vardır. Bu durum, hâlâ bugün bile Türkiye’nin kültür merkezinde
yaşayan monşerleşmiş Türk Burjuvalarında görülenden farksızdır. Frenkçe veya
Frenkleştirilmiş Türkçe konuşmayı bir üstünlük sayan Türk Burjuvaları, bir Anadolu
Türklüğünün varlığını nasıl inkâr etmezse; tıpkı öylece, Doğu İllerinin Türkleşmiş gözüken
kocaman Kürt tüccar, müteahhit ve memurları da, biricik bir Kürt dilinin varlığını yok edemez.
Esasen ulus dili olarak dil birliği denince, geniş halk tabakalarının konuştuğu ana dili, öz dil
hatıra gelir ki, Doğu İlleri denilen Kürdistan’ın halk dili böyle bir dildir.
2- Şive Farkları: Kürdistan’ın eski medeniyetlere uğrak bir dört yol ağzı oluşu, çok eski
zamanlardan beri, burada ana hatlarında ortak biricik bir dilin doğmasına ve yaşamasına imkân
vermiştir. Fakat toplumsal yapının hâlâ bugün bile yarı-klan, yarı-derebeyi niteliğinde kalışı,
çeşitli semt ve zümrelerin Kürtçeleri arasında bazı farkların bulunmasını gerektiriyor. Lâkin bu
farkları gereğinden fazla büyütmemeli. Hele, Türkiye gibi, önemli bir azınlığın en ufak kültür
varlığına bile tahammül edilemeyen bir ülkenin, en belirsiz siyasi hareketin affedilmez bir
cinayet sayılan bir kesiminde, bu farkları pek doğal bulmak gerekir. Bununla beraber, çeşitli
şiveler arasındaki farklar, herhangi bir Doğu ulusu içinde bulunabilecek farklardan daha büyük
değildir. Yerinde inceleme yapmış olan yoldaşlarımızın verdikleri bilgilere göre, Kürdistan’da
ve Kürtler arasında, âdeta birbirinden farklı iki dil gibi sayılan iki şive var:
21
1) Asıl Kürtçe,
2) Zazaca...
Oysaki bu şiveler arasındaki belli başlı farklar, şu üç çeşit nüanstan ibarettir:
a- İkinci derece harflerin değişişi: Mesela bazı kelimelerin asıl Kürtçesinde (d)-(g)-(p)-(m)
harfleri, Zazacasında sırasıyla (l)-(b)-(c)-(n) gibi harflere dönüşüyor. Yahut asıl Kürtçe denilen
şivedeki (e)-(ı), (e) sesli harfleri Zazacada (a)-(ov), (oy) seslilerine dönüyor.
Bugünkü Türkçe, çeşitli il ve semtlerde bu kadarcık değişikliklere uğramaz mı?..
Örneğin bir buğday kelimesini alalım. Bu kelime Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, yalnız
herkesin bildiği şu şekillere girer: buğda-buğdey-buydey-boğday-bugday-bûdey, büyde vb...
(ğ) harfi sert (g) veya (y) harfine dönüyor, yahut büsbütün kalkıyor; (y) harfi olmamışa
dönüyor. Seslilerden (u) harfi (û), (o), (ü); (a) harfi (e) oluyor...
Fakat, bütün bu değişiklikler, Türkiye’de bir Türk ulusu bulunmadığını gösterebilir mi?
b- Eklemelerin değişmesi: Örneğin asıl Kürtçede, (ım), (dım) ile biten kelimeler Zazacada
(î), (e) eklemeleri ile sonlanıyor.
İstanbul şivesindeki geliyorum, Anadolu’da ya aradan (ru) kaldırılarak geliyom, yahut da
büsbütün acayip ilavelerle gelipdurum, gelippatırım biçimlerine girmez mi?
c- Başka dillerden gelme: Kürtçede en çok Acemce olmak üzere, batıya doğru gittikçe artan
tek tük Türkçe ve güneye doğru indikçe Türkçeden az fazlaca olmak üzere Arapça kelimelere
rastlanılır. Fakat yabancı kelimelerin binbir çeşidiyle dolu olan Türkçe, bu yönden Kürtçeyi
geride bile bırakır. Yalnız burada bir yön hatıra gelir. Tarihsel kökenlerine bakılırsa, Kürtler,
eski Farslı istilacıların, Kürdistan yerlileri ile kaynaşmasından doğma sayılır. Bu itibarla
Kürtçede Acemcenin büyük bir nüfuzu olabilir. Fakat fiillerinin yapısına bakılacak olursa,
Kürtçe köklerini ayrı bir dil saymak gerekir. Her ne olursa olsun, hatta Kürtçenin Farsçadan
çıkma bir dal budak olduğu kabul edilse bile, bugünkü Kürtçe ayrı bir birimdir. Ve nasıl Azeri
lehçesi ile Osmanlı Türkçesi bugün Azerbaycan ve Türkiye gibi iki başka ulus yurdunun
realitesine engel değilse; tıpkı öylece, ailevi bağları uzanan bir Kürtçe de, bağımsız bir ulus dili
olmaktan geri kalamaz.
III- Kültür Birliği
Kürtlerin kendilerine özgü bir düşünüş biçimi, bir “ulusal ruh”u var mı?
Kürtleri yakından tanıyan yoldaşlarımız bize, geri nitelikte de olsa, Kürtlerde güçlü bir
karakter özelliği bulunduğunu nakletmişler ve Kürtleri her tanıyan için bunu teslim etmek
imkânı bulunduğunu söylemişlerdi. Gerçekten Kürdistan’ın her tarafında Kürtlüğe özgü ortak
niteliklerin bulunduğunu, o kadar ki, bu niteliklerin burjuvazinin bile ödünü patlatacak kadar
çok sağlam ve sarsılmaz olduğunu, bizzat burjuva yazıcıları da sıkıntıdan terleye terleye
anlatırlar.
“Doğu İlleri”ndeki epey orijinal incelemelerinde biricik olan Yusuf Mazhar anlatıyor:
“Kafkasya’dan göçmüş Dağıstanlı Türkleri buralara iskân etmişler... Bunlardan
Diyadin civarında, Taşlı Çay köyü etrafına yerleştirilen üç-dört bin kişi, Kürtlerin
saldırılarından korunabilmek için hemen bir aşiret oluşturarak onların birçok
adetlerini aynen kabul ve takip etmek sayesinde, dört taraflarını saran bu ilkel
insanlar arasında varlıklarını zorla ve kısmen muhafaza eyleyebilmişlerdir.
Dağıstanlıların başkanı olan Murat Beyle görüşmüştüm. Bunların kendi
emellerinin sevkine bağımlı olarak geçirdikleri sakin hayata ve az çok bedii
[estetik] duygulara karşı Kürtlerin nasıl düşmanlık beslediklerini bu adamın
dilinden dinlemelidir? (Soru işaretini biz koymadık... – H. K.) Bu sataşmalar
22
Dağıstanlıları gereği gibi değiştirmiştir.
“Diğer Dağıstanlılar iskân olundukları başka bölgelerde, böyle örgütlerle
kendilerini savunamadıklarından tamamıyla Kürtlere mağlup olmuşlar,
kaynaşmışlar, adeta asimile olmuşlardır. Bu fenomen’in oluşunu her yerde görüp
duruyoruz.
“Hatta Erzincan gibi kuvvetli Türk bölgesinde (Bakın o “kuvvetli Türk
bölgesi”ne... – H. K.) İl merkezinin geceleri ışıkları görünecek kadar yakınında bir
köy ahalisi Kürtlerin sataşmasından, saldırısından kurtulabilmek için Kürt
olmaktan başka çare bulamamışlardır. Bu olay 20-30 sene önce tamamlanmıştır...
Bunu Erzincan’da bilenler hâlâ vardır; eğer sorarsanız size Mecidiye köyünün,
Geçit köyünü Kürtleştirdiğini söylerler...
“Şimdi isyan oluşan bölgelerde köyler Gümüştepe, Beyazıt Ağa, Kızıl Kaya,
Karabulak vb... hatta asilerin başkanlarından Kör Yusuf’un oturduğu Soluk Su
gibi Türk isimlerini taşıdıkları halde buralarda bir tek Türk kalmamıştır.” (Y.
Mazhar, agy, Cumhuriyet, 18.07.1930)
Gerçi bu itiraflarda, üretici güçlerin gayet geri olduğu bir bölgede, insan kümelerinin nasıl
çarçabuk daha ilkel örgüt şekillerine döndükleri de var. Fakat, dikkat edilirse, bu şekildeğiştiriş, sırf bir sosyal yapı değiştirişten ibaret kalmıyor. Kürtlerin yalnız yaşayış tarzına
uyulmuyor. Aynı zamanda, olduğu gibi Kürt dilini ve kültürünü benimseyiş ve Kürtleşiş
kendini gösteriyor. Bu örnekler Kürt kültürünün ve anlayışının, oradaki yaşayış tarzlarının da
[büyük] yardımıyla ne kadar etkili olduğunu yeter derecede anlatır. Ve bu düşünüş biçimi,
bütün Kürdistan içinde az çok nüanslarla birlikte, ortak ve geneldir…
Türk Burjuvazisi Kürtlüğe karşı iki çeşit tedbir kullanıyor:
1- İskân [Yerleştirme] Siyaseti;
2- Tehcir [Göç Ettirme] Siyaseti...
Rum ve Ermeni azınlıkları üstünde denenen ve Türk Burjuvazisinin epey istediği gibi dönen
bu siyaset, Kürtlüğe karşı tutunabilecek mi? Yani Kemalist Burjuvazi, Türkiye’nin üçte birine
varan Kürtlüğü ortadan kaldırabilecek mi?
Birinci önlem, yani iskânla, bütün korumalara rağmen ters sonuçlar elde edildiğini
burjuvazi bizden iyi bilir. Doğu İllerinde iskân edilen göçmenler, hatta il merkezlerine en
yakın olan köylerde bile, ya Kürtleşip kayboluyor yahut geldiği yere kaçmaya mecbur oluyor.
Tehcir ve imha yöntemlerine gelince: ilk olarak, ülkenin üçte birini, bir taraftan öbür tarafa
kaldırıp atmak ne mümkündür ne de burjuvazinin beklediğini verir.
İkinci olarak uluorta imhacılık, özellikle şu kültür konusunu ilgilendiren önemli sonuçlar
vermektedir. Kürt Halkının cidden nesli boldur. Verdiği kurbanlar, ezen Türklüğe karşı ezilen
bir Kürtlük var olduğu kanısını, tüm Kürdistan Halkı içinde genelleştirmek, yaymak ve
derinleştirmekten başka hiçbir ürün vermiyor.
Şu halde, Türk Burjuvazisinin egemenlik ve baskısının süresi ve şiddeti ile doğru orantılı
olarak Kürtlük düşünüş biçimi ve kültürü genişleyecek ve homojenleşecektir. Kürdistan
Halkının öyle bir “Kürt kafası” deyişi vardır ki, bu kafa ezildikçe büyüyen ve kesildikçe
çoğalan masal devlerinin başlarına benziyor.
IV- Ekonomi Birliği:
Tarihsel ulus realitesinin oluşması demek, özel anlamıyla bir ülkede kapitalizmin ortaya
çıkması demektir. Fakat bugün biz o çorak kapitalizmöncesi dünyasında değil, emperyalizm
dönemindeyiz. Emperyalizm ise, değil kapitalizmöncesi, değil kapitalizm, kapitalizmin de
“çürüyüp, dağılma” ve ölüm aşamasıdır. Emperyalizmin bu özelliğinin bir ifadesi de, kapitalist
ilişkileri çerçevesine sığmayacak kadar geniş ve evrensel bir ekonomik ağın tüm yeryüzünü
sarmış olmasındadır. Şu halde, daha sorunun somut içine girmeden önce -ayda veya bir başka
yıldızda bulunmadığına göre- Kürdistan’ın da yeryüzünde olduğunu, yani biricik dünya
23
kapitalist ekonomisi içinde sayılabileceğini kabul etmek gerekir.
Sorunu genellikten ve soyutluktan çekip çıkarırsak, bir ülkede ulusal ilişkilerin doğması,
pazar ilişkilerinin o ülke ölçüsünde genişleyerek, gelgeçlikten ve eğretilikten kurtulması
anlamına gelir. Kürdistan’da egemen üretim tarzı henüz ataerkil, kapalı ekonomi olmaktan
kurtulmuş değildir. Fakat, bütün geri ülkelerde ortak olan bu nitelik, Kürdistan ölçüsünde geniş
ve oldukça devamlı pazar ilişkilerinin doğmuş olmasını reddetmez. Onun için, böyle bir pazar
ilişkilerinin var olup olmadığını değil -çünkü vardır- fakat Kürdistan’a özgü, yani Türkiye’den
az çok bağımsız bir pazar ilişkilerinin bulunup bulunmadığını tespit etmek yeterlidir.
Kürdistan’ın kendine özgü ve bağımsız pazar ilişkileriyle Anadolu’dan ayrı kalışını bize açıkça
gösterecek olan iki su götürmez olay var:
1- Kaçakçılık;
2- Gümüş para…
I- Kaçakçılık
Güney sınırlarındaki bitmez tükenmez çapul sahneleri; güney sınırlarına Türkiye’den kaçan
Ermenilerin yerleştirilmesi; güney sınırlarına yakın Hoybon Kürt İstiklâl Cemiyeti’nin
karargâh kurması; güney sınırlarının bir kaçakçı karakolları zinciri ile kuşakvari kuşatılması...
İşte dört olay ki, Kemalist Burjuvazi için tarifi gayet kolay bir sorun: Vatan hıyaneti!
Fakat, biz biliyoruz ki, bir şeye sövmekle, o şey açıklanmış olmaz. Haydi, 250-300 kişilik
çetelerle ikide birde Urfa ovalarının davarını, devesini sürü sürü “Hat altına”25 götüren “çapul
sahneleri”ni, genellikle kaçakçılığa zemin hazırlayan keşif kolu saldırıları sayalım.
Fakat öteki manevî belirtileri, “Ermeni Yurdu”nu, “Kürt Bağımsızlığı”nı nereye
bağlayacağız? Ya bu müthiş ve sistematik kaçakçılığın kendisi niçin?
Hiç şüphesiz, bütün bu sorguların topuna birden cevap verecek olan şey: “Her yerde hazır
ve nazır”; “alim, semi, basîr”26; “lâ şerîke lehu ve la nazîre lehu”27 olan Pazar “celle
celâlühû” 28 hazretleridir. Emperyalizme Nusaybin sınırını bıraktırmayan Pazar; Ermeni ve
Kürt tahrikâtçılarına [kışkırtıcılarına] sınır boyunda siper aldırtan Pazar; Erzurum’dan ve
Erzincan’dan kalkıp Gaziayıntap’ta kredi ile kaçak alışverişine gelenlerin kıblesi ve cazibesi
Pazar! Bu Pazar, Kürdistan Pazarıdır ve Kürdistan Pazarı bu Pazardır.
Kaçakçılığın en büyük sebebi kim ve nedir?
1- Kemalizm,
2- Kürdistan Pazarı…
A- Kemalizm
Evet, şaşılacak bir şey yok, kaçakçılığı en çok kovalayan gibi, en büyük davet eden de
Kemalizmin tâ kendisidir. Cumhuriyet Burjuvazisinin çelişkileri bir değil… İç pazarı tekelci
ve tefeci sermayenin kurbanlık koyunu haline getiren ve bu müthiş bunalım yıllarında,
dünyanın hiçbir yerinde görülmedik derecede yüksek tekelci fiyatları halka dayatarak hayatı
ateş pahasına çeviren Kemalizm, kaçakçılığa en büyük yemi hazırlayan bir sistemdir. Nitekim
bunu bir komünist değil, bizzat Finans-Kapital yayın organının en sunturlu başmakalesi de
itiraf eder:
“Öyle yapılmalı ki, der, o kadar geniş ve o kadar az mangalarla sınırlanmış olan
bir ülkede, bir sınırın iki tarafındaki ahali fiyatça gayet başka başka hayat
şartlarına tabi [bağlı] olmamalıdırlar. Yani varsayılan tren yolunun ayırdığı aynı
Hat altı: Türkiye-Suriye sınırını oluşturan demiryolunun güneyi, altı, yani Suriye demektir. Kuzeyi, yani
Türkiye kesimi ise “Hat üstü” adını alır.
26
Alim, semi, basîr: Bilgin, işiten, gerçekleri anlayan
27
Lâ şerîke lehu ve la nazîre lehu: Ortağı ve benzeri yoktur;
28
Celle celâlühû: Yüceliğin yücelsin, anlamına gelen ve Tanrı için kullanılan dua sözleri.
25
24
ova üzerinde kurulmuş iki köy, örneğin şekeri, biri okkası 20 kuruşa, ötekisi 70
kuruşa yemeye mecbur olmamalıdır. (Yani Kemalizm Türkiye’de hâkim
“olmamalıdır” gibi bir şey… – H. K.) Yoksa, ne yapılırsa yapılsın, kaçakçılık te’dip
edilmek nedir bilmez kalacaktır.” (Milliyet, 10.12.1931)
B- Kürdistan Pazarı
Tabiî, Türkiye’nin bütün sınırlarının “iki tarafındaki ahali fiyatça gayet başka başka hayat
şartlarına bağlı”dır. Oysaki kaçak ticaretin normal alışveriş derecesine girdiği Doğu İllerinde
buna sebep sadece bir tek değildir. Belli başlı sebeplerin önünde, burjuvazinin “o kadar geniş,
o kadar az mangalarla sınırlanmış” deyişinden de anlaşılacağı gibi, Kürdistan Pazarının, İç
Anadolu’dan çok, doğal ve tarihsel sebeplerle Suriye’ye bağlı oluşu gelir.
Söz gelişi:
a) Trablus→Nizip→Besni→Malatya;
b) Serap Pınarı→Suruç→Urfa→Siverek→Elâziz;
c) Resûlayn
→Viranşe hir→Diyarbekir→Osmaniye→Palu→
Kiğı→Erzincan…
vb.
yollarıyla tâ Karadeniz yaylalarına∗, (belki oradan İstanbul’a) ve Erzurum, Kars yaylalarına,
Van Gölü’nün ötelerine kadar sistematik olarak işleyen kaçakçılık kervanlarını, yüzyıllardan
beri geçtikleri yerlerden, geçirmekten başka bir şey yapmıyor. Cumhuriyet Burjuvazisi,
Fevzipaşa-Diyarbekir hattıyla, Ergani Bakır Madeni Şirketi’ni sevindirdiği kadar, kaçakçılığı
da yerindirmek [acındırmak, üzmek] ve bütün ordularının “te’dip sefer”lerine, seyyar, sabit
jandarma ve it sürüsü gibi milis kıtalarının imha terörüne rağmen henüz yabancısı ve uzağı
kaldığı Kürdistan Pazarını fethetmek istiyor. “Kaçakçılar” tefrikasının [dizi yazısının] yazıcısı
diyor:
“Fakat Türk demiryolu, son bir sene zarfında Cerablus kaçakçılığına oldukça
bir ket vurmuştur. Cerablus, Nizip-Besni yolu ile en çok kaçağını Malatya’ya
sokardı. Malatya demiryolu Malatya pazarında kaçağı sınırladı. Doğu’ya giden
demiryolları, kaçakçılığa, fesatçılığa karşı çekilmiş bir kılıçtır.” (Naşit Hakkı,
Hudut Boyunca Kaçakçılık, Milliyet, 24.12.1931)
Bu kılıç, Kürdistan Pazarının geleneksel ve doğal bağlarını ne dereceye kadar kesip atacak?
Bunu zaman gösterecektir. Hatta gösteriyor bile. Özel kaçakçılık mahkemelerine, gümrük
ordularına rağmen, burjuva basınında, şanlı bir zafer gibi, bir haftada falan yerde şu kadar
kaçak eşya müsadere edildiği, “Kervanın yürüdüğü”nü gösteriyor∗.
Niçin?
Çünkü, biz, toplumsal nedenlerin doğaya üstünlük sağlayacağına inananlardanız; fakat,
hele, şu anarşik kapitalizm düzeninde insan iradelerini oyuncak haline getiren Pazar ilişkileri,
hele Kürdistan gibi asırdîde [yüzyıllık] geleneklerine doğal kolaylıkları temel yapmış bir
∗
“Diğer taraftan Suriye’den Ayıntaplıların vb.nin çok fazla miktarda kaçak eşya ithali, gümrüklü malın satışını
tamamen durdurmuştur. Bu durum karşısında konumu sarsılan tüccar şaşkın bir hale gelmiştir. Kaçakçılık o kadar
çoğalmıştır ki, burası âdeta bir transit merkezi halini almıştır. Halep’ten getirilen mallar, Sivas, Zile, Tokat,
Merzifon, Niksar kaçakçıları tarafından o havaliye ve Samsun ve Erzurum’a kadar götürülmektedir. Kaçakçılık
yüzünden Halep’e kaçakçılar tarafından her gün binlerce altın aşırılıyor. Buna karşılık ihracat yapılamıyor.” (Ali
Nihat, Elbistan’da Vaziyet’i İktisadiye [Ekonomik Durum], Cumhuriyet, 22.11.1930)
∗
“Güneyde yakalanan kaçakçılar ve kaçak eşya
“Ankara 8 (A. A.) - Bu ayın ilk haftası içinde gümrük muhafaza birlikleri tarafından güney sınırımızda 40
kaçak olayı takip edilmiş ve 4 yaralı, 43 kaçakçı yakalanmıştır.
“Bu olaylarda beş bin kiloya yakın kaçak gümrük eşyası ve otuz bin adet sigara kâğıdı, üç silah, otuz dört kilo
esrar, kırk hayvan elde edilmiştir.” (09.02.1933)
“Fevzipaşa’da yakalanan kaçak eşya
“Fevzipaşa 24 - Halep’ten kaçak eşya ile gelmekte olan 20-25 kişilik bir kafile sınırda muhafızlarla silahlı
çatışmaya tutuşmuşlar ve eşyaları bırakıp kaçmışlardır. İçlerinden bir tanesi yakalanmıştır. Burada mağazalarında
kaçak eşya bulunduran iki tacir hapse mahkûm olmuştur.” (Mart 1933)
25
bölgede, zannedildiğinden fazla hükmünü sürdürecektir.
Sonra, demiryolunun çektiği yapay kılıç ne kadar halis çelikten olursa olsun, acaba Doğu
İllerine, örneğin Bursa ipeğini, bir kere bile kaçak yapay ipeğin iki misli fiyatına olsun taşıyıp
getirebilecek midir?
Hayır.
Doğu İlleri veya Kürdistan etrafında kopan, ekonomik ve politik fırtınalarda Emperyalizmin
hiç mi rolü yoktur?
Tersine pek büyük rolü vardır. Şüphesiz o kadar ucuza sürülen metalar onun
sürprodüksiyonudur [aşırı üretimidir]. Hatta Emperyalizm yalnız stoklarını boşaltmakla da
kalmıyor. Kaçak ticaretinin merkezlerinde sanayi teşebbüsleri bile yükseltiyor. Söz gelişi,
Antakya ve İskenderun’da on binlerce Ermeni’nin yerleştiklerini ve yer yer mamur [bayındır]
kasabacıklar kurduklarını anlatan “Kaçakçılar” yazarı:
“Buralar sınıra uzaktır”, diyor. “Fakat kaçak malı işleyen tezgâhlar buralara
dolmuştur.” (N. Hakkı, Milliyet, 18.12.1931)
Bol bol yetiştirilen metaların kaçak depolarını, sınır boyundaki askerî garnizonlar arkasında
güvenlik altına alan Emperyalizmdir. Güney trenlerine harıl harıl kaçak mal taşıtarak
zenginleşen Emperyalizmdir. (bir kelime okunamadı), Türk mallarına gayet ağır gümrükler ve
nakliye tarifeleri basarak, kıtlık çeken Suriye’ye Türk buğdayı yerine, Amerikan buğdayı
yedirten yine Emperyalizmdir. Örneklerini hep burjuvazi versin:
“Güney treni, kaçak taşıyan, kaçak ticaretinden kazanan bir hat oluyor.” (N.
Hakkı, Milliyet, 24.12.1931)
“Serappınarı İstasyonu’nun Meydanı, yüzlerce buğday çuvalları ile dolu idi;
Suriye buğdaya, ekmeğe muhtaçtı. Fransız yönetimindeki güney demiryolunun
Türk tarım ürünlerini çok pahalıya taşıyan tarifesi, gümrüklere konan ağır rüsum
[vergiler], Türk malını Suriye’ye sokmamak için bir duvar örmüştür. Oradaki
komisyoncular bu acı durumdan üzüntüyle söz ettiler. Suriye ekmeğini tâ
Amerika’dan getiriyor, fakat komşu malını yiyemiyordu.” (N. Hakkı, agy)
Fakat Emperyalizm, daima Emperyalizmdir. Onun evrendeki hedefi, legal illegal çapuldur.
Şu halde, bu yanıp yakılmalar niye?
Burada ibretle görülecek olan sorun Emperyalizmin talanı değil -onu bilmeyen yok- bu
talanın Kürdistan sınırlarında niçin bu kadar uygun zemin bulduğudur. Bu niçin’in iki nedeni
var:
a) Manevî (siyasi) neden
Türkiye’de genellikle kapitalist düzen ve özellikle bu düzenin Kürdistan’daki baskısı,
kaçakçılığın ideolojik ve psikolojik haklı çıkarılışını gerektirir.
Doğrusu Türkiye’de düzen kapitalizm olunca, Kürdistanlıların da, Batı İlleri Burjuvaları
gibi fazla kâr peşinde koşmasında “ayıp” veya “günah” aranabilir mi?
Sonra, Kürdistan’da her gün çeşitli ve kanunsuz -evet, burjuva kanunlarının bile legalitesi
dışında- soygundan ve çapuldan başka yaptığı hiçbir şey yokken, bu ezilen bölge nüfusunda
Cumhuriyet Burjuvazisinin çıkarlarına balta vurmak hırs ve arzusu nasıl silinebilir?
“Vatan hıyaneti” güzel…
Fakat bu “Batı İlleri” Burjuvalarının malikânesi demek olan “Vatan”da, genellikle “Doğu
İlleri”nin teb’a ve kul yerine konulmaktan ve hakaret görmekten başka ne durumu ve çıkarı
vardır?
Onun için, “Kaçakçılar” yazıcısından okuyoruz:
“Fakat, bugün Ermeni Resûlayn’ı29, kaçak kullanmayı bir vatan hıyaneti
saymayanların yüzünden, büyüdü, büyüdü. Bu kaçakçı ocağı da, bugün 350
29
Resûlayn: Suriye-Türkiye sınırı üzerinde, Habur çayı kıyısında yer alan küçük bir Suriye şehri.
26
dükkânlı, şöyle böyle iki yüz evli bir çöl kasabası oldu.” (N. Hakkı, agy, Milliyet,
25.12.1931)
Gerçekte, yazıcı burada, bilerek bilmeyerek, Kürdistan Halkındaki, Doğu İllerinin kafasında
ve yüreğindeki düşünceleri ve psikolojiyi okumuş oluyor: bir Doğu İlli, “kaçak kullanmayı bir
vatan hıyaneti değil”, belki bir intikam borcu, bir öç alma farz ediyor. Nitekim yakalanmış bir
kaçakçı hakkında şu satırlar çiziştiriliyor:
“Sattığı malın yüzde ellisini ödeyerek hain Halil’den almıştı. Korkusu yoktu.
Gene dönse kendisine kredi açarlardı, fakat bu sefer nasılsa tutulmuştu. Kaçakçılık
şanına, kaçakçılık şerefine leke sürülmüştü.” (N. Hakkı, agy)
Yani, Doğu İlli kaçakçılığı bir “ihanet değil, “şan” ve “şeref” sayıyor. Artık bol bol dua
edebiliriz:
“Viranşehirli kaçakçı, bütün ülkeyi viran etmek için her seferinde kırk altın, elli
altın çalarak vatanına hıyanet ediyor, bunu ne günah, ne ayıp saymıyordu.
(Makyavelist siyasetin nerelerinde emekliyor bu küçükburjuvacık?.. – H. K.) Biz
önce bununla, bu fikirle mücadele edeceğiz...” (N. Hakkı, agy)
Oysaki bir burjuvazinin, hele Kemalist Burjuvazinin asla “mücadele” edemeyeceği, istese
bile daima şapa oturacağı şey, tam bu “fikir” değil midir?
b) Maddî (ekonomik) neden
Hep yukarıdan başlıyoruz: önce manevî ve siyasi sebepten söz ettik. Bu dedüktif
[tümdengelimci] bir yöntem… Yoksa, zaten böyle nedenlerden söz ediş bile, onları
açıklayacak tarihsel maddeci temellerin bulunduğunu göstermekten başka bir şey ifade
etmez.
Doğu İllerinde niçin böyle bir “hıyanet’i vataniyye” hareketini “şan” ve “şeref” bilen
ideoloji ve psikoloji yayılmıştır?
Bu, boğazı sıkılan bir insanın ruhsal durumu olduğu kadar, göbek bağı kesilmiş bir çocuğun
deprenişine de benzer. Bu ruhsal durumun bir derin etkeni de, Doğu İllerinin bağımsız
Kürdistan Pazarı oluşundadır. Bunu bize burjuva diliyle söyleyecek, biri Kürdistan’ın en batı,
ötekisi en doğu bölgelerine ait iki örnek:
Batıdan örnek:
“Elbistan’da Ekonomik Durum: Ülkemizin ekonomik durumunun almış olduğu
acıklı halini arz etmek isterim: Elbistan (Doğu İllerinin en batısı olan Maraş’ın en
kuzey noktası – H. K.) hububatı bol ve Suriye’ye yapağı, davar, döşeme tâbir edilen
kilim ve birçok ham maddeler sevk ve ihraç eden, oldukça önemli bir kasabadır.
Burası evvelce bütün ithalâtını Halep’ten getirtirdi. Harb’i Umumî’den [Birinci
Dünya Savaşı’ndan] sonra İstanbul ve Mersin’den getirtmeye başlamıştır.” (Ali
Nihat, Elbistan’da Vaziyet’i İktisadiye [Ekonomik Durum], Cumhuriyet,
22.11.1930)
Doğudan örnek:
“Eskiden İskenderun, tâ Van’a kadar Doğu’nun iskelesiydi. Bugün demiryolu ile
Malatya’ya bağlı olan Mersin ona rekabet ediyor; fakat İskenderun bugün bizim
için kaçak limanıdır.” (Naşit Hakkı, Hudut Boyunca Kaçakçılık, Milliyet,
18.12.1931)
Bu iki örnek, bize Kürdistan Pazarının, hâlâ, Anadolu’dan ayrı mahreçli [çıkışlı] bir birliği
temsil ettiğini göstermez mi?
Yunus Nadi Efendi, Emperyalizmden sınır ahbaplığı ve “hüsnüniyeti” gördük mü diye
sorduğu bir başmakalesinde:
“Şimdiye kadar hayır, (diyor.) Mandater [Mandacı] Fransa ile bağıtlanan
27
sözleşmelerde açıklıkla kayıt ve taahhüt edilmiş olmasına rağmen hayır. Tersine,
kaçakçılığın ve güvensizliğin resmî ellerle teşvik ediliyor gibi olduğunu farz
ettirecek bir durum karşısında bulunmaktan kurtulamadık ve kurtulamıyoruz.”
Fakat daha aşağıda, Emperyalizmin niçin bu “teşvik”lerinde başarılı olduğunu, farkında
olmadan ağzından kaçırıyor:
“Türkiye’den çıkıp gitmiş olan Ermeni mültecilerini Türk sınırları boyunca
sıralamaktaki maksadı her şeyden evvel dostane saymaya imkân var mıdır?”
(Cenup Hududumuzun [Güney Sınırımızın] Arkasında Neler Oluyor?,
Cumhuriyet, 10.12.1931)
Yani, Emperyalizm, kaçakçı karakollarını “Türk sınırları boyunca sıralamak” için, her
şeyden önce, var olan maddî durumdan ve ögelerden yararlanıyor. Gerçekten, dikkat edilecek
olursa, bütün kaçakçılık sistemi, hep Kürdistan’ın eski kurtları tarafından güdülür. Örnekler:
“Süryani Mardinli (Doğu İlli – H. K.) Yorgi, buranın (Meydan’ı Ekber”in – H.
K.) başkaçakçısıdır. Halep’teki garnizonun müteahhidi diye tanınır. İstihbarat
işleriyle de çokça ilgilidir, derler.” (N. Hakkı, agy, Milliyet, 18.12.1931)
Yani, eski Kürdistanlı, şimdi Kürdistan sınırlarında kaçakçılık ederken, hem müteahhitlik,
hem casusluk şeklinde Emperyalizmle de el eledir.
“Arappınarı, haftada on beş vagon kaçak sarf eder. Bu kârlı sürüm noktasını,
önce çuvalyırtan Ohanis Taşçıyan keşfetmiştir. Bu Suruç’ta (yani Urfa Doğu İlinde
– H. K.) doğma Ermeni eski tanışıklıklardan, dayandığı çete sermayesinden istifade
ederek, vb...” (N. Hakkı, agy, Milliyet, 24.12.1931)
“Telhacı, Arslantaşı, Serappınarı’nın ikincil depolarıdır. Telhacı’da Melek
Ahmet ve Hâin Bozan, Arslantaşı’nda Hırço bu Ermenilerin aracısıdır. Bunlar,
bizim topraklarımızdaki akrabaları aracılığıyla çokça kaçak sokmuşlardır.” (N.
Hakkı, agy)
“Türkiye haritası içinde adamca yaşamaya mecbur tutulan babaları İbrahim
Paşa denen meşhur şakinin (demek Paşadan da meşhur şaki yetişirmiş! – H. K.)
devrini Cumhuriyet zamanında yaşatmasına izin verilmeyen Millî aşireti
sergerdelerinden [elebaşlarından] Halil ve avenesi buradaki Ermeni kaçakçılarıyla
el ele ve baş başadır.” (N. Hakkı, agy, Milliyet, 25.12.931)
“Mardinli Şeyhülbürüz, Viranşehirli Agop oğlu Şükrü, Viranşehirli Mirço,
tenekeci Boğos, Mardinli İş, Liceli Haço, Halepli Ebu Ahmo buranın en bilinen
kaçakçısıdır (burası tâ Erzincan’a kadar mal süren Resulâyn – H. K.).” (N. Hakkı,
agy)
Bir Haleplinin dışındakiler Kürdistanlı…
“Akçakale’nin hâkimi; baş kaçakçı Ekber Ekbeyan’dır. Büyük sermaye, geniş
kredi bunun elindedir.”
“Akçakale, Urfa’dan (Doğu İlinden – H. K.) kaçan Ermenilerin, çetecilerin,
Suriye’nin dört bir tarafından toplanan Taşnak döküntülerinin karargâhıdır.” (N.
Hakkı, agy, Milliyet, 27.12.1931)
Emperyalizmin siyaseten durur göründüğü günlerde ekonomik olarak ve sistematikman
kullandığı maddî olanaklar:
1- Bağımsız Kürdistan Pazarı;
2- Bu pazarın eski etkilileridir...
Bizim bu enteresan manzaradan çıkaracağımız sonuç, ne Kemalizmin nasıl bir kapanda
kuyruğunun kıstırılmış olduğu, ne Emperyalizmin İskenderun ve Antakya’yı elinden
bırakmamakla Cumhuriyet Burjuvazisine oynadığı oyun ve aradaki kör dövüşü değil, sadece
şu konumuzu ilgilendiren olaydır:
Doğu İlleri ekonomik olarak bağımsız bir pazardır. Yahut, Türkiye’den çok ve Anadolu’dan
fazla Suriye ile bağlıdır. Bu pazarı sömüren Emperyalizm, hatta gelin alayı şeklinde
28
mahfelerle∗ kaçak eşya sokmanın hünerini, yani yerel koşulların ve ilişkilerin ıcığını cıcığını
bilen Kürdistan Pazarının eski etmenlerini kullanıyor.
II- Gümüş Para:
Kaçakçılık denilen perdenin arkasında nasıl Kürdistan’ın ekonomik birliğini temsil eden bir
bağımsız Pazar ilişkileri tepkisi gizliyse, Gümüş Para tekerleklerinin üstünde yürüyen de,
Doğu İllerinin kendine özgü Değişim ilişkileridir. Gerçi bu Gümüş Para realitesi, biraz da
ataerkil ekonominin kapalı ve defineci niteliğiyle ilgilidir. Fakat esasında Doğu İllerinin
Gümüş Parası, Doğu İllerinin Kaçakçılığından kıl kadar ayırt edilemez. Kaçakçılık + Gümüş
Para = Doğu Pazarı üçüzü, Kürdistan’ın ekonomik dininin “Teslis”inden [Üçlemesinden]
başka bir şey değildir. Şu halde, Gümüş Para olayına değinirken, bu “birlik”i temsil eden
“Teslis” müsellesinin [üçgeninin] bir köşesine dokunmuş olmaktan başka bir şey yapmıyoruz.
Bağımsız Doğu Pazarı soyut “Ruh”, “Ruh’ül Kudüs” ise; Gümüş Para onun somut “Oğlu”,
Kaçakçılık da bu Oğulun şu fani dünyadaki dövüşüdür. Onun için, kim ki Kaçakçılık der;
Gümüş Para der ve Doğu Pazarı der. Elbistan’ın kaçak ve Suriye’ye sürümsüzlük yüzünden
“almış olduğu acıklı hal”inden söze başlayan, hemen Gümüş parayı söyler:
“Bugün hâlâ burada diğer güney illerimizde olduğu gibi madenî para tedavül
eylemektedir.” (Ali Nihat, agy, 22.11.1930)
Kürdistan Pazarı, adeta doğal bir tepkiyle, Kemalizmin Allah’ını, Cumhuriyet Parasını,
sınırlarından içeri uğratmıyor ve hatta sınırları dışında bile kovalıyor. Şu kapitalist düzeninin
oyunlarına bakın ki: Evrenin Türklüğünü ispata kalkışan ve sonra Türklüğü, karşıki dağlarla
birlikte yarattığına inanan Kemalizm, ülkenin yarısında hâlâ Sultanların tuğralarıyla süslü
Kuruş ve Mecidiye’nin30 tanınmasını, on senelik atıp tutmasına rağmen, bugün görmezlikten
gelmekten başka türlüsünü yapamıyor. Kürdistan içinde Cumhuriyet Burjuvazisinin ve onun
bekçisi Kemalizmin nasıl bir “ecnebi [yabancı]” sayıldığını, en sadık kulu itiraf etsin:
“Bilinmektedir ki sınırlarımızda ve genellikle Doğu Anadolu yöresinde altın,
mecidiye ve bunların aksamı [kısımları] tedavül ediyor. Kâğıt paralarımızın adına
buralarda Not diyorlar ve tıpkı yabancı dövizi gibi yabancı ve özel bir uygulamaya
tabi tutuluyor. Bütün alışverişler madenî para üzerinden oluyor.” (Siirt Mebusu
Mahmut, Milliyet, 18.02.1932)
Toplumsal İlişkiler
ve
Köylülük
Sınıflar
Doğu İllerinin “namuslu” bir istatistiğini bulmak hayaldir. Bununla birlikte burjuva basının
∗
“Urfa’yı iyi tanıyan bu hâinler buranın büyük servetini emmek için her tertibi, her hileyi düşünmüşlerdir;
“Birkaç ay önce, Urfa’nın Harran Kapısı önünde bir gelin alayı görülür. Telli pullu bir deve, üzerinde bir
mahfe [deve, fil vb. hayvanların sırtına konulan, üzerine oturmaya yarayan sepet], etrafta kalabalık.
“Bu muazzam gelin alayı merasimle Urfa’ya girerken, bir zabıta memurunun gözüne güneydeki Ermenilerle
çok teması olan bir kaçakçı uşağı da çarpar. Polis, aralarına sokulur, mahfeyi tetkike başlar, kaçakçılar
yakalanacaklarını anlayınca, her biri bir tarafa kaçarlar.
“Gelin ve devesi ortada kalır. Başıboş çöle dönen deveyi yakalarlar. Bir de ne görsünler:
“Allayıp pullayıp ülkeye soktukları gelin; kaçak ot ipek, kaçak bez, kaçak lavanta, kaçak boncuktan başka bir
şey değilmiş...” (N. Hakkı, Kaçakçılar, Milliyet, 27.12.1933)
30
Mecidiye: (Sultan Abdülmecid’in adından): Eskiden kullanılan ve o zamanın yirmi kuruşu değerinde olan
gümüş sikke, mecit.
29
verdiği rakamlara göre (Milliyet, 07.01.1931), son nüfus sayımına göre, Doğu İllerinde
2.673.478 kişiden 1.798.888’ine “Mesleksizler veya Mesleği bilinmeyenler” deniliyor. Doğu
İlleri nüfusunun % 67,60’ını (yani 2/3’sinden fazlasını) oluşturan bu takımın içinde, hiç
şüphesiz bütün var olan sınıfların aşıntı ve döküntülerinden tortulaşmış “declasse”ler31 önemli
bir toplam tutar. Bunlar arasında çeri çobanlıktan artmış, serserileşmeye kadar varmış, yarı
dilenci, yarı lümpen unsurlar çoğunluğu tutar. İş Bankası’nın Yönetim Kurulu Başkanı,
Trabzon-İran transit şosesinden söz ederken, o Kemalist “Halkçı”‘ demagoglarına özgü olan
“suret’i haktan görünüşü”32 ile, “Doğu İlleri” halkını şöyle tasvir ediyordu:
“Bu yol, öyle bir bölgeden geçecek ki, onun halkı bugün işsiz, güçsüz ve
muzdarip, yazgısına beddua eder durumda bulunuyor.” (Milliyet, 24.2.1932)
İşte “Doğu İlleri” nüfusunun bu üçte ikisinden fazlasını oluşturanların içinde çoğu (biz
diyelim nüfusun yarısına yakını, siz deyin yarısından fazlası) bu “işsiz, güçsüz ve muzdarip,
yazgısına beddua eder durumda” olan insanlardır.
Bir devrim kıyametinde olumlu rolü kadar ve belki daha çok olumsuz rolü ağır basabilecek
olan; ve sanayi işsizlerinden farkı ilkelliği, tam “lümpen proletarya”dan ise, çoğunluğunun
şehirde değil de, kırlarda dağınık bulunmasıyla ayırt edilebilecek bulunan bu zümreye bu
kadarcık işaret etmekle yetineceğiz. Bu, sırf “işsiz, güçsüz ve muzdarip” insanlık, şüphesiz,
toplumsal kökleri asla derinleştirilmemiş olan yerel ayaklanışlarda ve isyanlarda, amaçsız ve
disiplinsiz bırakıldıkları oranda, bozguncu rolünü oynamıştır. Elle tutulur amaçlı ve demir
disiplinli bir Sosyal devrimde bile, bu zümreler, dağınık köylüden çok daha güdülmesi güç, bir
anarşi unsuru olabilir.
Biz, Doğu İllerinin üretim süreci içinde aktif rol oynayan unsurlara gelelim. Yine
burjuvazinin verdiği rakamlara göre, bir “meslek” sahibi gösterilen zümrelerin toplamı
873.673 kişi olarak gösterilir. Öz nüfusu oluşturanları bunlar sayacak olursak, bu toplam
içindeki, sınıf ve zümre bölünüşleri şöyle ayrılıyor:
1- Tarımcılar: ................................................. 753.406
2- Sanayi Erbabı: ............................................ 37.453
3- Ticaretle Meşgul Olanlar:............................ 33.404
4- Muhtelif Meslek Erbabı: ............................. 25.228
5- Serbest Meslek Erbabı: ................................. 6.689
6- PTT’ciler ....................................................... 7.646
7- Memurlar: ...................................................... 9.847
8- Hâkimler : ......................................................... 917
Bu rakamlar, sınıf ilişkileri bakımından sınıflandırılacak olursa, şu sonuçlar elde edilir:
1- Köylülük;
2- Öteki sınıf ve zümreler: Ve bu iki cephenin karşılaşmasında, Köylülüğün (Tarımcıların)
âdeta tek parça ve yüce bir kitle halinde yükseldiği ve tüm nüfusun % 86,24’ünü kapladığı
anlaşılır. Doğu İllerinin onda dokuzuna yaklaşan bu büyük yığının irdelenmesini biraz daha
aşağıya bırakarak, burada, ona “karşı” koyduğumuz “Öteki sınıf ve zümreler”e bakalım.
Bunlar içinde başlıca şu zümreler var:
1- Şehir ve kasaba küçükburjuvaları;
2- Tefeci-ticaret sermayedarları;
3- Aydınlar;
4- Devlet memurları…
31
32
Declasse (Fr.): Sınıfından kopmuş.
Suret’i haktan görünmek: Temiz yürekle, içtenlikle davranır görünmek.
30
Bunların Türk burjuvazisi ile ilişkilerine göre kısaca bölünüşlerini yapalım:
I- Şehir küçükburjuvaları:
Bunları “Sanayi”, “Ticaret” ve “Muhtelif Meslek” Erbabı denilenler arasında aramak
gerekir.
Sanayi Erbabı nüfusun % 4,20’si, Ticaret erbabı % 3,82 ve Muhtelif Meslek Erbabı %
2,88’i olarak gösteriliyor. Biliyoruz ki, Doğu İllerinde tam kapitalist sanayi denilecek bir şey
henüz gelişmiş değildir. Şu halde, istatistikte “Sanayi Erbabı” diye gösterilen sınıf, sırf ve
tümüyle “Zanaatkârlar” dediğimiz küçükburjuvalardır. Ticaretle Meşgul Olanlar, yukarıdaki
sayısına göre % 3,82’dir. Fakat bunlar, küçükburjuva ve kapitalistlerden çok, âdeta
kapitalizmöncesi ekonominin Bezirgân ilişkilerini temsil eden ve doğal ekonominin etrafında
birikmiş, onu kurt gibi kemiren küçük tacirler, çerçiler, ufak dükkâncılardan ibarettirler.
Bunların % 3,82’den % 2’si şehir küçükburjuvaları sırasına girebilir. Çeşitli meslek erbabından
da hiç olmazsa % 2,88’inden % 1’inin bu şehir küçükburjuvalığı kategorisine girdiğini kabul
edecek olursak, şehir küçükburjuvalarının nüfusa oranı % 7,25’i bulur. Demek Doğu İllerinde,
Köylülük dışındaki sınıf ve zümreler toplamının yarısından hayli fazlası, bu şehir
küçükburjuvalarıdır. Bunların Türk burjuvazisi ile, genellikle ezilen sınıflar arasında
sallanacağı malûm. Fakat, Türk Burjuvazisine karşı, bu Doğu İlleri şehir küçükburjuvalarının
dostluğu ve düşmanlığı şöyle terazilenebilir:
1- Türk Burjuvazisiyle çıkar birliği
Derebeylik aşındıkça ve iflâs ettikçe, Şehir küçükburjuvazisinin, kötü de olsa, bir müşterisi
elden gidiyor demektir. Fakat Türk Burjuvazisinin genişleyen Devlet sistemi, Doğu İlleri Şehir
küçükburjuvalarına: kalabalık bir asker, jandarma ve memur müşteri kazandırıyor. Hem de bu
yeni müşteriler, herhalde derebeyiler kadar “az muteber [güvenilir, saygın]” ödeyici değildir.
2- Türk Burjuvazisiyle çıkar çelişkisi
Türkiye’de kapitalist sanayi, Batı İlleriyle sınırlı tutulmaya devam ediliyor. Batı’da
sanayinin gelişimi, Doğu şehir küçükburjuvalarına, hele küçük zanaatkârlara ekmek
bırakamaz. Bütün kapitalist ülkelerde Orta Sınıfların başına gelen budur. Fakat Doğu
İllerindeki şehir küçükburjuvalarının başına gelen, bu normal gelişim akıbetinden daha
beterdir. Çünkü kapitalist gelişimin ilerlediği ülkelerde, aşınan ve dökülen Şehir
küçükburjuvaları için, gelişen yeni ve ileri sanayide, mutlak olmasa bile, izafî oranlar dahilinde
bir iş güç bulmak mümkündür. Oysaki, Doğu İlliler için bu olanak iki yönden
sınırlandırılmıştır:
a) Bir defa Türkiye’de gelişecek sanayi, burjuvazinin yordamınca ve ülkenin
yayılımıncadır. Sanayice bu kadar geriliğine rağmen, daha bugünden, birçok üretim dalında
burjuvazi, yeni fabrikalar açılmaması talebini ileri sürmeye başlamıştır. Şu halde, Türkiye
ölçeğinde geniş bir işgücü talebi, bütün aşınan Orta Sınıfların arzını kapatacak kadar olamıyor.
b) Ondan sonra, genellikle Türkiye için bu yetersizlik kesinken, sorun özellikle Doğu
İllerine uygulanırsa, yetersizliğin yokluk derecesine doğru düştüğü kolay anlaşılır. Çünkü
burjuvazi, Doğu İllerinde, bir Kürt Proletaryası yaratmamak için olduğu kadar, Batı Sanayisini
tehlikeli bir rakiple boğuşturmamak için de, oralarda genellikle endüstriyel gelişimi -tek tük
Finans-Kapital gereklilikleri bir tarafa bırakılırsa- âdeta sistematik olarak yasaklıyor.
c) Nihayet burjuva devletinin ekonomik, malî ve siyasi zulmü bu tabakaları büsbütün
tedirgin eder.
Şu halde, Doğu İlleri şehir küçükburjuvalarının akıbeti ne olabilir?
Başta sınıfından olmak (deklaselik) gelmek üzere, özellikle proleterleşmekten çok,
31
köylüleşmeye doğru bir geri çekilme… Onun için, ekonomik olarak bile Doğu
küçükburjuvaları, velev demokratik bir devrim hızına -bu hız onun dükkâncığını talan etmeye
varmadıkça- karşı koymaz; belki hız başarılı olduğu oranda, devrimin senden benden
gürültücü ve antuzyazmlı [coşkulu-heyecanlı] taraftarı olur. Onun için, şehir küçükburjuvaları,
şehir burjuvalarından çok, zaten organik olarak bulundukları Doğu Köylülüğüne bağlı ve
eğilimlidir.
II- Aydınlar:
Daha çok “Muhtelif Meslek Erbabı” ile memurlar ve “Serbest Meslek Erbabı”arasında
aranmalıdır.
Önce Serbest Meslek Erbabının % 90’ı ve belki daha çoğu, Memurların da hiç olmazsa %
75’i yerli Aydınlardır. Çeşitli meslek erbabının da yine en aşağı, Şehir Küçükburjuvalarının
dışındaki % 1,88’inden % 1,5’i de Doğu İli aydınlarından sayılabilir. Şu tahminlere göre:
Serbest meslek % 0,68 + Muhtelif meslek % 1,5 + Memur 1,59 = % 3,77… Yani, meslek
sahibi Doğu İlliler içinde % 3-3,5 kadar bir Aydın toplamı bulmak mümkün.
Bu Aydınlar içinde, şüphe yok ki, hatta mutlak çoğunluğu bile tam bir Orta Öğrenim
görmüş sayılamazlar. Onun için, bilgi ufukları, belki bir Şehir Küçükburjuvasınınki kadar bile
geniştir pek denemez. Ne çare ki bunlar, özellikle memurluk gibi ve buna benzer durumlara koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi rütbesi verilişi gibi- bir geçtiler
miydi, çarçabuk, kendilerini, etraflarını saran geniş halk tabakalarından yüksek görmeye
özenirler. Geçim tarzları, bir sanayi işçisininki kadar bile olmadığı halde, halkın sırtından
geçindikleri bilinçlerine yansırken, onları birer “kabaramazsın kel Fatma”, birer “le dindon
vaniteux”33 haline getirir.
Doğu İlleri Aydınlarını, Türk Burjuvazisinin zafer arabasına bağlayan etkenler şu iki
kategoride toplanabilir:
1- Manevî bağlar
Bütün bu Aydınlar, istisnasızcasına Türk okullarında öğrenim görürler. Çünkü Türk
Burjuvazisi, Kürtlük azınlığının kültür ihtiyacını değil, varlığını bile, “yemin billâh” ile inkâr
eder. Türk Kültürünün mutlak etkisi altında yetişen bu Aydınlar içinde, Kürtlüğü, “Batı”
Burjuvaları gibi, bir “Vahşilik” [olarak] görmek modadır. Doğulu Aydınlardan, hele Yüksek
öğrenim görmüşleri ile büyük şehirlerde oturanları arasında, Kürtlüğünü hiç olmazsa açıkça
kabul edenleri parmakla gösterilebilir. Onun için, görünüşte olsun bu Aydınlar içinde
çoğunluğa yakın bir oranı, “Türkleşmiş” gözükürler.
2- Maddi bağlar
Ekonomik olarak bu Aydınlar, emekçi Kürt Köylülüğünün Kemalist Burjuvazi tarafından
çapulunda hazır bulunur ve aracı olurlar. “Bal tutan parmağını yalar”. Değil Doğu İllerinde,
Batı İllerinde bile, “Sacro-saint: Mukaddes ve mübarek” burjuva kurumlarının en ufak
eleştirisini suç gözüyle gören ve sorumluluk kelimesinin sırf Finans-Kapitale karşı tanındığı ve
halk için Dudu Kuşundan daha bilinmez bulunduğu Türkiye’de, Kemalizm aslanının
parçaladığı Kürt Köylülüğü ve fakir halkı vücudundan dökülen kırık kırsıklar, Kürt Aydın
tilkilerinin de karnını doyurmaya yarar.
Bununla birlikte, bu genel karakteristiğe rağmen, homojen olmayan Kürt Aydınlığını şu iki
kategoriye ayırmak gerekir:
33
Le dindon vaniteux (Fr.): Gururlu, kurumlu erkek hindi.
32
a) Üst zümre Aydınları
Bunlar, ya Serbest Meslekler (özellikle Doktorluk ve Avukatlık) gibi çıkarları
burjuvazininkiyle sıkı sıkıya bağlı ve zaten ancak “hali vakti yerinde” olan sınıf ve zümreler
içinden ancak çıkabilmiş zümrelerdirler; yahut da, bizzat Derebeylik ve Tefeci Sermayenin
kasaba ve şehirlerde Yerel Yönetimlerde temsilciliğini ve halka karşı savunuculuğunu yapan,
önemli mevkileri tutmuş yarım yamalak Aydınlardır. Bunların ezici çoğunluğu, corrompu
(satın alınmış bozuk) unsurlar, siyasi ve ekonomik olarak “tok” mahlûklardır. Oxford
Üniversitesi’nde yetişmiş bir Hintli, Entelicens Servis’in bayrağı altına sığınan bir Gandist, bu
yüksek tabaka Kürt Aydınlarının fikriyat ve ruhiyatına [düşünce yapısına ve psikolojisine]
akrabadır. İsterlerse, suratlarına dilini pek az bildikleri Kürtlük yerine, kültürüyle yetiştikleri
Türklüğün maskesini geçirirler ve ağalarının yahut efendilerinin bir işaretiyle Mustafa
Kemal’den çok Kemalist geçinirler; vatan ve ulus adına falan olayı yürekleri parçalayan
telgraflarla lanetlerler. Bunlarda Doğu İllilik adına kalan şey, hemen hemen bir Batılı kadar
olamamaya boynunu teslim etmiş, Doğu’nun “aşağı”lığını tevekkülle kabul eylemiş karanlık
bir tevazu, korkak bir singinlik ve kişisizlikten ibarettir. Amaçları mümkün mertebe
kabarmaktır. Bereket versin ki, bu zümre, niteliği derecesinde nicelikçe büyük değildir.∗
b) Alt zümre Aydınları
Bunlar daha çok halk içinden, orta halli köylülerden yahut deklase küçük asillerden gelirler.
Bunların “alt zümre” oluşları, Aydınlık derecelerinden çok, Kürdistan’ın alt tabakalarına
yakınlıkları bakımındandır. Yoksa, alt zümre Aydınları içinde, mutlaka “üst zümre”
Aydınlarından daha az bilgili, daha dar görüş ufuklu insanlar vardır anlamına gelmez. Alt
zümre Aydın, üst zümrenin “açıkça” söyleyemediğini söyler: Türklüğü üstüne almaz,
Kürtlüğünü açıkça söyler. Bunlardan, Kürde karşı en berbat sömürge anlayışını uygulayanlar
vardır. Fakat, hatta onlarda bile, bu uygulamanın haksızlığına, yanlışlığına ait için için bir kanı
vardır. Yalnız bu kanısını açığa vuramaz. Zaten vursa bile: birinci olarak, olan biteni
açıklayabilmek için elinde hiçbir belirli olumlu ölçü yoktur; ikinci olarak, bu olanların
çekinilmezliğini, o Doğu yazgıcılığı ile felsefeleştirmiştir. Bu felsefe, alt zümre Aydınını, bir
kâbus gibi sarmış, savaş cephesinin boğucu gazları gibi ezmiş ve sersemletmiş bulunuyor. Üst
zümre Aydını silik ve kalp [sahte] bir mangır34 gibi kişiliksizdir. Alt zümre Aydını, aman
vermez bir sel baskınına kapılmış insanlar gibi, sarılıp tutunacak bir saman çöpü bulamaz;
bazen can havliyle, “şahsını” kurtarmak için yanındaki felâket arkadaşlarının boğazına, fakat
pek de isteye isteye olmayarak, sarılır; için için kaynayan hoşnutsuzluklarını boşaltacak yer
bulamaz.
Bu iki kutup arasındaki fark neden?
Buna yukarıda da işaret ettik:
1- Üst zümre Aydını: Türk Burjuvazisinin çapulunda yaptığı omuzdaşlığını ödüllendirir.
∗
İstanbul Halkevi’nde “Maraş’ın kurtuluş günü!’’ kutlanıyor. “Merasimde Gaziantep kahramanı Kılıç Ali Bey
coşkun bir nutuk” söylüyor. Bu nutkun “coşkun” denilen tarafı, muhakkak şu melodramatik “Gazi”nin
Allahlaştırılışı olacak:
“ - O kimdir? “O... kâfidir... bu...”
“Onu bilmeyen yoktur. Ona tarihlerin üstünde insanlara insanca yaşamak zaferi derim, O, Gazi demektir.”
Fakat bizi, “müthiş bir alkış tufanı içinde”, söylenen bu “Alicengiz oyunu”ndan çok, arada sessiz sedasız
geçiştirilen ve gürültüye kaynayan, Doğu İlleri Aydın Kesiminin Kemalizmle ilişkilerine dair, bizzat bir Kemalist
meddahın ağzından çıkmış iki başka satırcık daha ilgilendirdi. O (eski Müslümanlar Allaha “Hû” diyorlardı, yâni
“O”; Kemalistlerin mistisizminde “O” Gazi’dir), Kılıç’ı ile beraber Maraş’a gittiği zaman bir şeyler görememiş
olacak ki, bizim “kahraman” Kılıç’ın nutkundan:
“Son seyahati esnasında Maraş’ta azlığı dikkatleri çeken bir yeni gençlik gördüğünü ve üzüldüğünü”
öğreniyoruz. (Tırnak içindeki sözler aynen: Cumhuriyet, 12.02.1933)
34
Mangır: Bakırdan yapılmış, iki buçuk para değerinde sikke.
33
Kemalist sistem sayesinde, konspiratör bir vurgunculukla, yavaş yavaş önce az çok para sahibi
olur. Sonra bu parasıyla Kemalizm bütünlüğünün bir parçası olan Tefeci sermayedar haline
gelir. Tefeci sermayedarlıktan Arazi sahipliğine geçmek, Üst Zümre Aydını için yeryüzünün
biricik idealidir. Şu halde bu zümre, kendiliğinden, aşağı halk tabakalarına değil, üst tabakalara
ve Kürdistan’ın burjuva unsurlarına yakındır. “Gözü yukarıda”dır.
2- Alt Zümre Aydını: Genellikle, yapılan resmî “brigandage”35 ve “yağma Hasan’ın
böreği”nden aldığı ufak payla, maaşının veya kazancının yetersizliğini ve açığını ancak
kapatabilir. Onun için “yükselmek”, Tefeci veya Arazi sahibi olmak uzak bir seraptır. O seraba
kavuşmak istemez değil, ama kavuşamayacağını da bilmez değil… Hatta, Fakir Kürt Halkının
soyuluşunda ufak bir aksaklık, onu, gösterişli uygulamalara bayılan Kemalizmin, “güya
suiistimal mücadelesi”ne yem dahi edebilir. Onun için, Alt Zümre Aydınları, burjuva
unsurlarından çok; fakir halka yakındır. Yalnız, Kemalizmin halkla kendi arasına gerdiği
yapay (bir kelime okunamadı) “Çin Seddi”ni kendiliğinden atlayabilecek manevî hamlesi
henüz yoktur. Gözleri aşağıda, başı düşüktür.
Bu iki zümrenin sınırlarında dolaşan, iki tipin melezi, “geçit unsurları” bulunduğunu
eklemeye gerek var mı?
“Doğu İlleri” Aydın Kesiminin, sayıca azlığına rağmen önemi neresindedir?
Cumhuriyet Burjuvazisinin yerli halkı eziş ve soyuşunda, maddî manevî ara vasıtası ve alet
oluşunda... Hiç unutmamalı ki, Kemalizm, Doğu İllerinde siyasi örgütünü bu Aydınları
avlayabildiği oranda kuvvetlendirir ve manevî nüfuzunu, aynı zümrelerle propaganda eder. Şu
halde, Kemalizmin Doğu’daki temeli iki direğe dayanıyorsa, direğin birisi bu Aydın
Kesimidir; Cumhuriyet Burjuvazisi Doğu’da iki bacakla yürüyorsa, bacağın birisi bu Aydın
Kesimidir.
III- Burjuvalar
Doğu İllerinde burjuva unsurları var mı? Bu unsurların zümreleri nelerdir?
Doğu İllerinde klâsik anlamıyla “burjuva”dan çok, “burjuvalaşan” unsurlar içinde baskın
tip: Ticaret kapitalistleri ile Tefeci Sermayedarı’dır… Bu iki başlıca kategoriden sonra
gelenler, Finans-Kapitalistler ve en belli belirsiz olanlar da Sanayi Kapitalistleri’dir. Sanayi
Sermayesi, burada hâlâ kapitalistliğin koza devrinde, El-imalâthanesi aşamasındadır. Banka
sermayesi, Batı’daki rolüne Doğu’da da girişmek üzeredir. Geç gelmesine rağmen, bölgenin
bütün sivrilmiş kapitalistlerini Biricik Finans-Kapital Kampı’nda derlemek ve Türk
Burjuvazisinin kasalarıyla bağlayarak, İş ve Devlet bankalarının uydusu haline getirmek
girişimindedir. Burjuva unsurların oranı % 1-1,5’lardadır.
Doğu İllerinin burjuvalaşma sürecine uyan unsurlar başlıca şu üç kökten gelir:
1- Ağalardan;
2- Tacirlerden;
3- Aydınlardan…
1- Aydınlardan geliş: Nasıl geldiğini ilgili bölümde belirttik. Bunlar Müteahhitlikten, Genel
Hizmetler denilen şekle kadar çeşitlidirler.
2- Ağalardan geliş: Ağa deyince, çoğunlukla derebeyi ve derebeyi artığı arazi ve emlak
sahipleri ile pek çok, az ve seyrek olarak da bazı kalın ve varlıklı köylüleri kastediyoruz.
Bunlar, kısmen kendiliklerinden ve kısmen Kemalizmin idarî ve siyasi önlemleriyle, yavaş
yavaş ölü define halinde kalan topraklarını, yine kısmen çın çın öten ve gönüller çelen çil
akçaya çeviriyor ve akçaları işletmenin kapitalistçe yollarını, bazen aramadan bile, buluyorlar.
Daha çok iratçı kapitalistliğe eğilim gösteriyorlar. Tarım burjuvaları [sayılabilirler].
35
Brigandage (Fr.): Haydutluk, eşkıyalık, kanunsuzluk.
34
3- Tacirlerden geliş:
Bu zümreye:
a) İşi küçükten büyüten bezirgânlar, manifaturacılar vb.nin... azmanları, bir kelime ile
özellikle Tacirler;
b) Katırcılar (büyük veya küçük bir tür ticaret kervancıları);
c) Kaçakçı tüccarlar… girer.
Bu üç grupta burjuvalaşan unsurları, ilişki ve ilgilerine göre, halkla Kemalizm arasında
dizersek, Kemalizme en yakın olanların başında Aydınlıktan gelme burjuvalar, sonra
Ağalıktan gelmeler, en sonra da üçüncü zümredir. Üçüncü zümre içinde de, gene Kemalizmle
en çok çelişki halinde olanlar, tersine hizadakiler; yani aşağıdan yukarıya evvelâ Kaçakçılar,
sonra Katırcılar, nihayet özellikle Tacirlerdir.
Kategori itibariyle tarifleri bu olan Doğu İllerinin burjuvalaşmış unsurları içinde, yukarıdaki
stratejik sınıflama, daha çok yataylığına bir bölümlemedir. Oysaki sırf böyle bir sınıflama da
yetmez. Ayrıca dikeyliğine de bir sınıflama yapmak gerekir. Yani aşağıdan yukarıya doğru da
tabakaları ayırt etmek gerekir. Başka deyişle, bu üç kategori içinde, ufak sermayedarlarla daha
kalın ve kodamanları aynı çıkar ve düşünceli değildirler. Genel kural olarak denilebilir ki,
burjuvalaşan unsurlar içinde daha büyük olan sermayeliler, daha küçük olan sermayelilerden
çok Türk Burjuvazisi ile işbirliği ve sömürü beraberliği kurmuşlardır.
1- Burjuvalaşmış Aydınlar, eskiden beri bağlı oldukları Kemalist devlet cihazıyla içli
dışlıdır. Onun için, Türk burjuvazisiyle hemen de sızıltısız bir klik halinde bulunur. Henüz
Türk Burjuvazisiyle ciddi bir uyuşmazlık sorunu yok gibi.
2- Burjuvalaşmış ağaların Kemalizmle bir geçmişten, bir de gelecekte olmak üzere iki mız
noktası vardır. Bu kategori hoşnutsuzdur, çünkü:
a) Geçmişteki ve aslındaki sınıfın izlerini psikolojisinde taşır.
b) Günümüzde ve gelecekte, Kemalist Burjuvazinin sinir sistemi demek olan Finans-Kapital
şebekesini büyüttükçe, bu zümrenin epeyce bir kısmına karşı, Tefeci sermaye ile başlamış olan
çelişki cinsinden çatışmalara uğrayacaktır. Bu zümreden iratçı olmayan ve tarım kapitalisti
olmak yeteneğini gösterenlere karşıysa, Türk Burjuvazisinin çoktan güveni kalkmıştır. Doğu
İllerinde tarımın makineleşmesi değil, gelişmesi bile Kemalizme dokunuyor. Onun için,
oralardaki traktör işletme girişimleri, daima, sözle verilen vaatlere rağmen, kırtasiyeci fiiliyat
içinde boğuntuya getiriliyor ve sadakati su götürmez unsurlar buluncaya kadar Numune
Çiftliğinden ileriye geçemiyor. Bu yüzden, bu zümre burjuvalaşmış Doğu İlliler içindeki
tepkiler, “ulusal” denilen öz burjuva eğiliminden çok, “irticaî” denilen geriye özlem niteliğinde
kalıyor.
3- Üçüncü kategorinin üç çeşidi içinde, Kürdistan’ın tarihsel ve ekonomik şartları
bakımından en ortodoksu, burjuva temsilcisi Katırcılar oluyor. Bunlar kaçakçılıkla da bulaşır,
özellikle tacirlik de yaparlar. Fakat içlerinde, Kemalizmin mutemedi [güvendiği kimseler] olan
milletvekillerinden, en hoyrat “pirate”lara36 kadar gayet farklı, fakat Kürdistan Burjuvazisinin
bütün özelliklerini temsil eden tipler yetişir.
Kürdistan’ın iç köylerine doğru dal budak salan değiş tokuş ilişkilerinin temsilcileri,
özellikle bu üçüncü kategori Tacirlerdir. Bununla birlikte, bunlar, iç köylerde henüz bağımsız
bir güç şeklinde gözükmüyorlar. Özellikle aşiretler arasında ticaret yapabilmek için, ya aşiret
başları ile tanış, yahut da oranın yerlisi olmak gerekir. Talandan kurtulabilmek ve serbestçe
ticaret yapabilmek için klasik şart, Ağanın marabası olmaktır. Yoksa doğrudan doğruya aşiret
içine girmek bir sergüzeşt [macera] olur. Ağa, zaten, sorulursa mal satmaz, fakat, perakende
mal satmaz; yoksa yıllık ürününün fazlasını toptan satışa çıkarmaz değil. Bu satışlar gibi,
genellikle şehirle köy arasındaki değişim, hele aşiretlerin esas toplumsal yapıyı oluşturdukları
bölgelerde -ki bu bölgeler Kürdistan’ın büyük bir kısmını tutar- hep Ağa ile içli dışlı, hısım
36
Pirate (Fr.): Korsan, vurguncu zengin.
35
akraba olmuş Tacirler tarafından yapılır. O zaman Ağanın adamları, aynı zamanda Tacirin
muhafızları olur.
Bu Tacirlerin çoğunluğu, oldukça sermaye biriktirebilirlerse, toprağa dönerler. Köy tefecisi,
üretici güçlerini az çok geliştirmiş arazi sahibi ve tarım kapitalizminin rüşeymi [embriyonu]
olur, bazen de ağalaşmağa kadar kararlar. Bunlar Türk Burjuvazisinden çok Kürt Köylülüğüne
ve Batı İlleri pazarından çok Suriye Pazarına bağımlıdırlar. Sıkıyönetimde, Ağaları gölgede
bırakmak ve ağır ekonomik ve malî baskılarla bütün varlarına, Baçtan [Osmanlı’daki gümrük
vergisinden] çok ortak çıkmak yoluyla, ekonomik ve siyasi olarak zulmüne uğradıkları
Kemalizme candan düşmandırlar. Bununla beraber, derebeyi artığı ilişkilerle de daha dost
sayılamazlar. Onun için “ehven’i şer [kötünün iyisi]” üzredirler.
IV- Köylülük
Bu, yukarıda oranları, Doğu İlleri nüfusunun onda birini bulan sınıf ve zümrelerden sonra,
Doğu İllerinde koskoca bir “Köylülük” kitlesi var demiştik. Bu büyük yığın içinde farklılaşma
eğilimi ne olursa olsun, hâkim ilişkiler henüz klan ve derebeyi ilişkileri olduğu için, Köylülük
deyince, burjuvazinin “Ziraatçı” dediği kelimenin altında gizlenen Bey ve Ağalığı bir tarafa
bırakınca, geri kalan bütün toprak üreticilerini göz önüne getirmek mümkündür.
Malûm, derebeylik Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat’ı Hayriyye’den beri resmen
“mülga”dır [kaldırılmıştır]. Fakat bu “ilga” [kaldırılış] ancak derebeyliğin kendi kendine
“lâğv” edilecek [kaldırılacak] hale geldiği, zayıfladığı yerler için ve merkezî derebeylik adına
yapılmıştı. Kürdistan derebeyliği olduğu gibi kalmıştı. Nitekim ancak Gülhane
Hümayûnu’ndan çok sonra, XIX’uncu Yüzyılın ikinci yarısına geçildikten sonra, (12721855’te), eski “Kesim”, yani derebeyi aidatı yerine, daha merkeziyetli sayılan “Aşar”
konulabilmişti ki, bu şekil de, doğal ekonomiyi “tekerrür” ettirme düzeninden başka bir şey
değildi.
Cumhuriyet Burjuvazisi de, “yaşı benzemesin” dedeleri gibi, yani Tanzimatçı Burjuvazi
gibi, derebeyliği bir daha “ilga” etti. Fakat, ekonomik gerçekler, o Büyük Millet Meclisi
duvarlarından geçmeyen ferman okumalarla değil, ancak geniş kitlelerin kollektif hamleleriyle
etkili olabildiğine ve Kemalist Burjuvazi ise herhangi bir kitle hareketinden evvel ezel [oldum
olası] ödü patlar bir nesne bulunduğuna göre, bu seferki “ilga” da, İsmet Paşa’nın sık sık
müracaat ettiği; “zaman” hazretlerinin keyfine bırakıldı. Başka deyişle, Şapka “Devrimi”, Dil
“Devrimi”, Din “Devrimi”, Tarih “Devrimi”… diye bütün Burjuva Reformlarını davul zurna
ile ilân ederek “kamuoyu”nu boşlamamayı güden Kemalizm, burnu dibinde, ülkenin üçte birini
(ve belki yarısından fazlasını) ahtapot gibi sarmış derebeyi ve artıkları ilişkilerini gençliğe ve
kitlelere hedef göstererek demokratik burjuva devriminin en zorunlu gereklerini olsun
başarmayı, tehlikeli bir oyun bildi.
İşte onun için, tam kapitalist gelişimde, gayet farklılaşmış çeşitli zümre ve kategorilere, tâ
tarım burjuvazisinden, tarım proletaryasına kadar zıt kutuplar arasında sıralanan tabakalara
bölünen Köylülük; Doğu İllerinin yarı-Derebeyi, yarı-Klân hâkim sistemi içinde, henüz birçok
tabakaların tohum halindeki amalgaması [alaşımı, karışımı] gibi, henüz tekdüze ve sırf
tekparça görülen bir yığın manzarasını kaybetmemiştir. Fakat, özellikle burjuvazinin “Ziraatçı
[Tarımcı]” diye andığı, bu % 86,24 oranı içindeki bütün insanların bir makastan çıkma çıkarlı,
biricik bir hamur teşkil ettikleri sanılmamalı. Tersine köy nüfusu denince, bunu da ikiye
bölmek lâzımdır:
1- Genellikle Bey ve Ağa denilen ezen sınıf;
2- Ezilen köylülük…
Ancak böyle bir ikiye parçalanıştan sonradır ki, iki belli başlı sınıf gözümüze çarpar. Ve o
zaman, Köylülük deyince, ufak tefek farklılıklara rağmen, egemen Beyliğe ve Ağalığa karşı,
genel çıkarları ortak biricik bir Köylülük sınıfı gün gibi aydın ve belli olur. Bu iki sınıfı ayrı
36
ayrı incelerken, aynı zamanda, her ikisinin karşılıklı ilişkilerine de değinelim:
A- Beylik ve Ağalık (Aşiret):
Kürdistan’ın toplumsal yapısındaki egemen sistem, Ortaçağa özgü ve “efradını cami,
ağyarını mâni”37 bir “Derebeylik: Féodalisme” sayılamaz. Ezberden hüküm verileceğine,
olana yakından bakılacak olursa, tâ Urfa, Malatya’dan Erzurum, Van ve Erzincan’a kadar
uzanan bölgelerde “Aşiret” sisteminin baskın olduğu görülür. Derebeylik Kürdistan Tarihinde
de yer tutmuştur. Fakat, orada derebeyliği temsil eden, ancak eski Türk ve İran egemenlikleri
olmuştur. O egemenlikler zamanında, Kürdistan’ın belli başlı tümsekleri ve kervan uğrakları
üstünde kurulmuş karalı beyazlı yalçın kaleler türemiştir. Fakat bu derebeylikler, aşiretlerin
yapısına kendi damgalarını tamamıyla basamaksızın aşiretlerin üstünde, adeta zeytinyağının su
üstünde kalışı gibi, kalmışlardır. Yağ dökülür veya yanar yanmaz, eski saltanatların kandili
sönmüş, fakat kandilin dibindeki su olduğu gibi kalmıştır, denilebilir. Fakat, uzun yıllar ve
belki yüzyıllarca yan yana ve alt alta, üst üste yaşamış olan Ortodoks Derebeyi Sistemi ile
Aşiret Sistemi arasında hiçbir ilişki veya değişim olmamıştır demek, soyutlamanın
cıvıttırılması olur. Kandilin içinde yanan zeytinyağı bittikten sonraki su, kandile yağ
konmadan evvelki suya nasıl hiç benzemezse ve yanan yağdan sonra birçok kirli ve zehirli
lekeler ve mundarlıklar yadigâr kalmışsa; tıpkı öylece, Kürdistan aşiret sistemi de, gelmiş
geçmiş derebeyliklerden bir sıra artıklar ile rengini, saflığını kaybetmiştir. Aşiretin, aşiretliğini
kaybettiren bir yön de, kapitalizmde ve kapitalizmin de son aşamasında bulunuşundadır. Onun
için, Beylik ve Ağalık kelimeleri altında tarif edilen Aşiret Sistemi, bugünkü Kürdistan’da,
toplumsal organizmanın hücresi demek olan “Klan = Semiyye” şeklinin derebeyileşmiş ve
burjuva düzenindeki örneğidir. Onun için, bu sisteme, deyim yerindeyse, “Feodalo-klan =
Derebeyce Semiyye” demek daha doğru olur.
Aşiretin ekonomik temeli, yer yer ufak tefek değişiklikler gösterir. Özü doğal ekonomi
kalmak suretiyle, Aşirette, çobanlıktan kervan ticaretçiliğine kadar, adeta doğal bir gelişim
sürecinin basamak basamak evrelerine rast gelinir.
Aşiretler arasında köylülüğün ağalara, ağaların beylere bağımlı oluşu gibi bir hiyerarşi
(aşamalar zinciri) vardır. Fakat, bu hiyerarşi bağı hiç de derebeylikteki kadar kuvvetli ve
devamlı değildir. Örneğin Dersim’den Ararat’lara kadar uzanan ve ne ismi, ne cismi bugün
tanınmayan bazı kabile taslaklarına bağlı Şâdî, İzol, Harran, Hayderan, Demenan, Âlân,
Haryan gibi aşiretler var. Bunlardan bazılarının arasındaki kişisel hısım akrabalık gibi bağlar
bir tarafa bırakılırsa -çünkü burada kadın alınır satılır bir nesne sayıldığından, başka aşiretten
kadın alan davar almış kabilindendir!- hemen her aşiret, hatta bazı yerlilerin deyişiyle, “mutlak
surette hür”dür. Aşiretlerin ekonomik faaliyetleri dedik, öz itibariyle, gayet ilkel, bir karasaban
bozuntusuyla tarımdır. Hatta pek çok iç köylerde hâlâ kadim Kölelik devrinin el-değirmenleri
hüküm sürer. İşte, bize, doğal ekonominin aile işbölümüne ufak bir özetle başlayan kısa bir
manzara:
“Bir konağın önündeki çardağın ilerisinde (yazan: Çaldıran’dan taş ormanı
“Gireler”in kıyısında, Hayderanlar Aşireti’nin merkezi Soluksu köyünde
misafirdir. – H. K.) üç kadın vardı ki, biri hamur yoğuruyor, ikincisi bunu kalın bir
yufka yapıyor, üçüncüsü de yufkayı altında ateş yanan bir sac üzerinde pişiriyor.
Yufkanın hamuru darı ve arpa alaşımının düz taş altında el ile ezilmesinden oluşan
bir un ile yapılmış idi ki, bu haliyle bir kepek peltesine benziyordu. (Bu Kürtler
zahireyi değirmende öğütmeyi bilmezler).” (Yusuf Mazhar, Ararat Eteklerinde,
Cumhuriyet, 20.07.1930)
Üretici güçlerin bu derece ilkel olduğu yerlerde barınacak binalar, genellikle Çöl
Termitlerinin kulübelerinden farksız, bir çamur tümseği, Kürtlerin giydikleri kavuk külâhlara
37
Efradını cami, ağyarını mâni: Ne eksik ne fazla, eksiği artığı olmayan; eksiksiz, artıksız.
37
benzer yuvarlak veya damlı kulübelerden ibarettir ve içyapıları yeraltı deliklerinden oluşur.
Aynı seyyah-memur bir aşiret reisinin “Konak”ını şöyle tasvir eder:
“Bu Konak medenî yerlerde içine hayvan bile bağlanılamayacak kadar karanlık,
nemli, havasız bir yer altı idi. Eğer Hayderanlar aşiretinden bir Kürde İstanbul
sokağında rast gelip de sorarsanız, Soluksu’daki Hayderanlı aşireti reisinin bu
Konağını, Karnak Sarayı gibi nitelendirerek kendisine yalandan ibaret bir gurur
yapar.” (Y. Mazhar, agy)
Aşiretin geçim çekirdeği budur. Fakat bu bir “ortalama”dır. Aşiret geçiminin iki ucundan
biri Çobanlıkta, ötekisi Bezirgânlıktadır. Sürmeli Çukur’da dolaşan Yusuf Mazhar bize
Çobanlık tarzının egemen bulunduğu yerlerden birini gösteriyor:
“Buralar eskiden çok bayındır imiş... Fakat şimdi çoğunluğu aşiret beylerinin ve
beylere dayanan köy ağalarının malı olan koyun sürülerinden ibaret bir servete
sahiptir ki, bunlar alanın beslemeye ve yetiştirmeye uygun olduğu miktarın pek
altındadır.” (Y. Mazhar, agy, Cumhuriyet, 22.07.1930)
Marks, Kapital’inde, ilk değişimin göçebe kabileler arasında ve toplu bir şekilde başladığını
söyler. Kürdistan’ın kışın Suriye ve Irak’a, yazın Erzurum yaylalarına doğru inip çıkan çoban
ve göçebe aşiretleri, buranın ücra köşelerindeki değişimlerde önemli etkendirler. Kemalizm
bile, bunlara sürekli olarak Güneye mal satmalarını ve oradan para getirmelerini tavsiye
ederek, o yoldan döviz bekler. Bir tür kervan bezirgânlığı yapan bu göçebe aşiretler, şüphesiz
kollektif alışveriş temsilcisidirler ve kaçakçılıkta büyük bir rol oynarlar. Bu bakımdan
Kemalist Burjuvaziyle, âdeta her gün silâhlı mücadele durumunda kalırlar. Birbirlerini
yemeleri, Kemalizmi rahat bırakmalarına vesile olur.
Böyle bir ekonomi üstünde kurulacak toplumsal örgütün biçimi malûm. Toplum ekonomisi
Çobanlıktan Tarıma geçerken, toplumun niteliği de artık İlkel Komünizme veda eder; Anaşah
(Matriyarkal, Anaerkil)liğin masum ve yumuşak insan ilişkileri, Babaşah (Patriyarkal,
Ataerkil) dönemin zorbalığına ve ilk sınıflı toplumun diktatörlüğüne dönüşür. Bu dönemde,
Ulu (Babaşah) hep ve ruh; öteki bireyler, hiç veya madde! haline gelir. İşte Kürdistan
aşiretlerindeki Ağanın niteliği, bir Derebeyinden çok bu Babaşah ve Ulu egoizmine yakındır.
Yusuf Mazhar uğradığı yerlerde gördüğü Babaşah (Patriyark)ları şöyle anlatır:
“Aşiret reisleri bunların bütün güç bileşkesidir… Kuzey havalisinde Kürt
bireysel kazanç sahibidir, fakat kazandığı reisin emrindedir. Bu sebeple reisler
aşirette mahz’ı kuvvet, mahz’ı nüfus38 (nüfuz olacak – H. K.)turlar… Reislerin bu
gücü, bazı durumlarda aşiretin önemli ve siyasi işlerinin para ile görülmesini de
sağlamaya yeterli oluyor. (Nitekim burjuvazi bunu epey kullanıyor. –H. K).
Aşirette bireysel hak yalnız beydedir. Diğer bireylerin hakkı beyin öz varlığından
kaynak alır.” (Yusuf Mazhar, agy, Cumhuriyet, 19.07.1930)
Onun için, Ağanın evi, hatta köyü, Patriyarkın türbesi kadar kutsaldır. Yukarıda bir
“Konak” tasvir edilmişti:
“Burası Kör Hüseyin Paşa’nın erkek kardeşinin oğlu Yusuf Beyin evi ve
Hayderanlı aşiretinin Ocağı imiş. Hayderanlı aşiretine mensup Kürtlerin nezdinde
bu köye ve Konağa büyük bir hürmet beslenilirmiş.” (Yusuf Mazhar, agy,
Cumhuriyet, 20.07.1930)
Hemen bütün davalarda, bu ayar bir reisin hüküm sahibi olması doğal değil midir?
Oysaki burjuva yazarı bu sonucu görünce şaşakalıyor:
“Hayret edilecek, diyor -yahut nedenleri enine boyuna incelenecek- hal, bir
köylünün uğradığı bir tecavüzden dolayı aşiret reisine müracaat etmesidir...
Öldürmek derecesine varmayan olaylar hükümetin bilgisi dışında bırakılır... Bazen
öldürme olaylarından bile hükümet haberdar olamaz.” (Y. Mazhar, agy,
Cumhuriyet, 22.07.1930)
38
Mahz’ı kuvvet: Salt güç, gücün tâ kendisi. Mahz’ı nüfuz: Salt nüfuz, nüfuzun tâ kendisi.
38
Bu metinden de anlaşılacağı gibi, hatta “öldürme olayı”nın bile hükümete aksetmesi için,
olay faillerinin başka bir aşirete kaçması lâzımdır. Yoksa, aynı aşiret içinde hükümete yer
verilmez.
Bu ekonomik ve toplumsal “atmosfer” içinde yaşayan halkta, şayi’39 bir Ulu, yahut Kürdistan Halkının ağzından, Türk basınının “kurtarıcı” karşılığı olarak hiç düşmeyen“Sahip” gerekliliği düşüncesi kendiliğinden anlaşılır. Adı geçen gezginci-yazar, kendisini
düşman aşiret sınırından geçiren Ağanın silahlı adamlarından biriyle konuşuyor. Bu adam
Celâli40 mültecisiymiş:
“Bugün, diye devam ediyor yazar, en büyük endişesi iki aşiretin barışması
takdirinde kendisini eski aşiretinin intikamına terk edecekleri oluşturuyordu. Ben
dedim ki: — Bu kadar korkuyorsun, daha uzaklara git... İnsan çalıştıktan sonra
her yerde yaşayabilir... İstersen seni Hasankale’ye göndereyim... Orada bundan çok
çalışmadan bundan iyi geçinirsin, gönül rahatın da olur.
“Kürt delikanlısı söylediğim sözü kafasının içinde bir süre evirip çevirdikten
sonra “geçirdiği hayattan ayrılamayacağını” anlattı. Türkçeyi iyi söyleyen birisi: —
Beyefendi… Biz oralarda yapamayız. Bizim Beyimiz olmazsa halimizi kim sorar?
Bize kim sahip olur? Elimizden kaza çıkarsa bizi kim arkalar? dedi.” (Y. Mazhar,
agy, Cumhuriyet, 20.07.1930)
Burjuva basınının bütün maaşlı burjuva ve küçükburjuvacıklarının, Mustafa Kemal
hakkında, başka kelimelerle de olsa, buna benzer serenatları yapanlarından ayrı gayrı olmayan
yazarcık, Kürt delikanlısının bu toplumsal olarak doğal ideolojisini ve psikolojisini şöyle
yorumluyor:
“Bunlarda bağımsızlık ve özgürlük duyguları temelinden yoktur ve ruhları
özsaygıdan soyutlanmıştır.” (agy)
Kürdistan aşiretlerinin Babaşahça (Patriyarkal) yapısını belli eden örf ve âdetlere
karakteristik bir örnek de, Kadının konumudur:
Bir kızı seven oğlanın babası, kızın ailesine bir kişi gönderir. Söz alırsa, bu sefer yine oğlan
tarafından birkaç kişi giderek kızın babası ile pazarlığa girişir. Fukaralar için 1.000, ortahalliler için 5.000, ağalar takımı için ise 15.000 kuruş (gümüş) para kadar bir “Kalınt[Qelind]” (yani “Başlık”) kesilir. Sonra bir yemeni veya bir Lira41 vb. gibi bir “Dilbağı”
(Nişan) bağlandı mıydı, artık kız satılmıştır: “Kıza kimse karışamaz”. Düğün hazırlığı bitince,
oğlanın babası “mum dağıtır”. Atlılar gider, kızı alır getirirler. (Arada söylemiş olalım ki,
burada asıl nikâh “Seyid”lerin yaptığıdır. Hükümete, bilinen kelimesiyle bir “muhbir’i
sâdık”42 “düşman” tarafından “ihbar” edilmezse, evlenmenin tescili mescili yoktur.)
Böylece satılan kızın yeni sahibi kocasıdır. Koca satın aldığı karısını, öldürmek de dahil
olmak üzere, öldürmeye kadar cezalandırmakta haklıdır. “Kimse karışamaz”. Yalnız kızı
öldürdüğü zaman, babasına “Kızın kanını” öder (yani bir miktar para veya birkaç dönüm
toprak verir) ve sorun kapanır gider.
Ortaçağ Avrupası’nda iki çeşit derebeylik vardı:
1- Fâni,
2- Ruhânî…
Kürdistan’daki ağalık için de böyle bir sınıflama yapmak mümkündür:
1- Seyidlik ve Şeyhlik (Ruhanî);
2- Asıl Ağalık (Fânî)…
“Seyid” (Türkçesi “Efendi”, “Sahip”)’ler, özel deyişiyle “Din hizmetlileri”dir… Ve Ağalığa
Şayi’: Duyulmuş, herkesçe bilinmiş, bir şeyin her noktasıyla ilgili bulunan.
Buradaki “Celalî”, bir Kürt Aşiretinin adıdır.
41
Burada söz konusu olan, Sarı Lira-Altın Liradır.
42
Muhbir’i sâdık: Sadık-doğru haberci (özellikle Hz. Muhammed ve diğer peygamberler için); mec. (buradaki
anlamı): Sorumlu olmaktan kaçınarak imzasız mektupla ihbarda bulunan kimse.
39
40
39
göre bağımsızlıkları tamdır. Bunların bir adeta Avrupa’daki “Moine: Keşiş”lere karşılık gelen
“Talib”leri, yani bir çeşit “Ruhanî muhafız”ları, bir de “Mürid”leri vardır. Bu Müridler ağadan,
halktan ve herkesten olabilir; Seyid’in bir çeşit Ümmeti veya teb’asıdırlar. Seyidler, mezhepçe
İmam Cafer’i Muhammed’den üstün tutan bir çeşit Bektaşi Babalarıdırlar. Hatta evvelce Seyid
kabilelerinden en büyük Seyid Sabun’a birkaç senede bir kere “Niyaz” (bir çeşit ruhanî Baç)
götürürlermiş. Bunlar namaz kıldırmaz. Namazı “Türklere ait” bir sorun sayarlar. Bugün Doğu
İllerinde tanınan yalnız üç Seyid kabilesi vardır, ki bunlar da silsile’i merâtiplerine
[hiyerarşideki yerlerine] göre: Seyid Sabun - Baba Mansur - Kureşan… dır. Hiyerarşi küçüğün
büyüğüne “Niyaz” (din Cizyesi) verişiyle maddeleşir. Seyidlik, aşiret klanının kapalı kastlığını
ideolojileştiren ve dinleştiren örgüttür. Diyelim ki, Seyid ancak Seyidle evlenebilir. Kürtle,
Talibiyle evlenemez. Fakat Seyidin Talibi de başka dinden adamla evlenemez. (Hele Ermeni
ile evlenirse Lanetlenir, Aforoz edilir).
İşte, adeta bir çeşit ağalık üstüne ağalık demek olan Seyidlik ile asıl dünyevî ve fânî Ağalık
arasında, ekonomik ve siyasi nüfuz bakımından bir rekabet kolayca alevlenebilirdi. O zamana
kadar pusuda yatan bu rekabet, Şeyh Sait İsyanı ile birlikte epey enteresan bir şekil aldı. Ve bir
zamanlar Meşrutiyet Burjuvazisi ile el ele vererek Ermeniliği ekspropriye eden
[mülksüzleştiren] Kürdistan ağaları, Şeyh Sait İsyanı’nda da, ezelî yaratılışları gereği,
Cumhuriyet Burjuvazisi ile birleşerek Seyidliği ekspropriye etmeye teşebbüs ettiler. Görünüşte
Zazalara karşı Dersim Kürtleri çıkıyordu. Fakat işin daha derinliğinde bu maddî Ağalık ile
manevî Ağalığın çarpışması da gizliydi. Kemalizm, din dogmaları şeklinde Türklüğe
düşmanlık geleneğini devam ettiren Seyidliği ve Tekkeleri bu yolla “yasak” etmişti.
Bu yasağın, bütün burjuva yasakları gibi, içyüzünü araştırmak uzun sürer. Yalnız şurası
unutulmamalı ki, bugün Seyidlik sadece kendi janrında [tarzında] yarım-illegaliteye geçmiş
olmaktan başka türlü etkili gözükmüyor. İç Kürt köylerinde bütün merasimi ve örgütüyle
olduğu gibi yaşıyor. Yukarıda söylediğimiz Seyid kabileleri, Seyid kabileleridirler. Yalnız,
evvelce olduğu gibi, şimdi Bektaş’ı Veli’ye “Niyaz” götürülmüyor. O kadar… Hâlâ tâ Kars’a
ve Gula’ya kadar “Devre” giden Seyidler vardır. Hatta bunlar arasında hükümetin eline nasılsa
düşmüş bazıları, yolda tekrar kaçırtılacak kadar nüfuzla bile yaşarlar.
B- Köylülük
Burada Kürdistan nüfusunun hiç şüphesiz onda sekizini oluşturan büyük yığına doğrudan
doğruya temas ediyoruz. Fakat Köylülük deyince, onun Ağalıkla ilişkisini esas biliyoruz.
Tezimiz de bu…
Kürdistan köylülüğü deyince, başlıca dört tip göz önüne gelir:
1- Doğrudan doğruya Ağa yönetimindeki köyler;
2- Serbest (Muhtarla yönetilen) köyler;
3- “Ameliye [Irgat]”lar;
4- İskân edilen köylüler…
1- İskân edilmiş köylüler
Türk Burjuvazisinin, özellikle il merkezlerine -yani Devlet nüfuzunun az çok duyulduğuyakın yerlere özellikle kadîm Osmanlı Avrupası’ndan ayartarak, yahut Mübadele [Değişim]
şeklinde zorla yerinden yurdundan ederek sürüklediği ve buralarda iskân ederek aklınca Türk
kültürünü yayma aracı yapmak istediği Türk köylü kolonileri var. Bunlar tipik orta
köylüdürler. Fakat, birinci olarak, iskân edildikleri köylerin ortak şikâyetleri; ikinci olarak,
Kemalizm kanunlarının bilinen esnekliği yüzünden, bunlara vaat edilen muafiyet yılları çok
kereler sakatlanır. Onun için, bu unsurlar, zaten azınlık oluşturdukları bu bölgelerde, ayrıcalıklı
ve yabancı durumlarının çevrelerinde uyandırdığı düşmanlığın da katılmasıyla, ekonomik
olarak tutunmaya zaman bulamadan, bir nevi “harcanırlar”. Esasen Kürtlüğün ve çevredeki
40
doğal ve toplumsal koşulların müthiş asimilasyoncu etkisi, bu Türk kolonilerini çarçabuk
ufaltır. Ve en sonunda, ya ortadan bir vahdet [birlik, birim] olarak kaldırır, yahut
aşiretleştirerek yine Kürtleştirir.
Yusuf Mazhar, Sürmeli Çukur’u tasvir ederken diyor:
“Köyler seyrek ve harap, nüfus azdır… Köylerin ahalisi Kürtleşmiş Azerî
Türklerdir. Ve her köy bir aşirete nispet [yakınlık] ve mensubiyet sayesinde o
aşiretin taaddiyatından [düşmanlığından] ve diğer aşiretlerin de tasallutundan
[saldırısından, sataşmasından] korunmuş olur.” (Y. Mazhar, agy, Cumhuriyet,
22.07.1930)
Bu bakımdan, Doğu İllerinin bu tip köylülüğü, Türk Burjuvazisi için bir dayanak olmaktan
uzaktır. Pek yeni iskân edildikleri bazı yörelerde, olsa olsa Şeyh Sait İsyanı’nda örneklerine
rast gelindiği gibi, bu unsurlar Kürtlerle birlikte silâh depolarını yağma ederek küçük
mülklerinde, olacakları beklemekten ve ender olasılıklarla da, bozguna uğrayan Türk
hükümetine izafî birer ric’at [geri çekilme] noktası oluşturmaktan başka rol oynayamazlar.
2- “Ameliye”ler [Irgat]lar
“Doğu İlleri”nin köy ekonomisi biçimine damgasını vuran en orijinal ve herhangi bir
toplumsal altüstlükte önemli bir yedek gücü oluşturacak olan bu zümre, Türkçedeki amele
[işçi] kelimesinin karşılığı olan “Ameliye [Irgat]”lar yığınıdır. Bunlar, belki, yukarıda adı
geçen serseri-dilenci, köy lümpenleri kadar yoksuldurlar. Bunlar, devrimci ruhludurlar ve köy
lümpenlerinden farkları, üretici ve yaratıcılıklarını inanılmaz bir dayanıklılıkla korumuş
olmalarındadır. “Irgat”lar ya hiç toprağı olmayan yahut da devede kulak çeşidinden, hiçbir
zaman ne kendisini, ne de hele ailesini geçindiremeyecek kadar bir ufak toprağı olan; onun
için, bir tür tarım işçiliği ile geçimini sağlayan köy üreticileridir.
Irgatlar, dünyanın en yoksul insanı ve Kürdistan paryası durumundadırlar. Bunların sayısı,
hele tarım mevsimlerinde, Kürdistan üretici köylüsünün yarısı veya yarısından fazlası oranında
büyüktür. Çünkü, gerek küçük ekinci durumunda, fakat Ağalığa bağımlı olan, yahut doğrudan
doğruya Beyin toprağını; “Maraba: Miriyvo” sıfatıyla işleyen her köylünün yanında: ya daimî
[sürekli], hatta bazen kayd’ı hayat [ömür boyunca] koşuluyla, âdeta çiftlik uşağı, ter oğlan
gibi; yahut da geçici, yani bir mevsimlik, birden çok sayıda böyle “Irgat” çalışır. Köylü
Bölümünde43 de işaret ettiğimiz bu unsurlar, özellikle Kürdistan’ın en kalabalık zümreleridir.
Tarım işçilerinden farkları: İşgüçlerini henüz kapitalistlere değil, Ağanın yarı-toprakbent,
yarı-kiracısı olan “Miriyvo”ya satmalarıdır.
Maraba’dan farkı: Yalnız toprak yokluğunda değil, en ufak bir üretim aracı da
bulunmayışındadır.
Bununla beraber, “Miriyvo” ve asıl Tarım işçisi ile Kürdistan’ın “Ameliye”leri, ırgatları,
“hizmetkâr”ları arasındaki fark bu kadar bile keskince konamaz. Çünkü, bazen “Irgat”lık
yapanın da, dediğimiz gibi, “öldürmeyip süründüren” bir toprak parçacığı şeklen bulunabilir.
Sonra, “Miriyvo” demek, mutlaka toprağı olmadığı halde öküz, saban gibi üretim aracı
bulunan köy üretmeni demek de değildir. Çünkü, öyle “Miriyvo”lar vardır ki, ne toprağı, ne
âleti ve ne de öküzü yoktur. Bütün bunları “Ağa”sından veya “Bey”inden alır ve ürünün de
şeklen üçte ikisini mal sahibine verir. Bu gibileri iç Kürdistan’da “Miriyvo”ların çoğunluğunu
oluştururlar.
Bunları hangi zümreye koymalı? Tam Toprakbent mi, yoksa taşınır üretim araçlı Maraba
mı, yahut “Irgat” mı saymalı?
Bunların “Vilâyat’ı Şarkiyye [Doğu İlleri]” bakımından ortak özellikleri, aşiretin Babaşah
ilişkilerinden, süreğen ve uzun bir farklılaşma süreciyle tedricî [derece derece] değişime
Köylü Bölümü’yle kastedilen YOL Dizisinin “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” bölümünden önce gelen ve
“Müttefik: Köylü” başlığını taşıyan bölümdür. (F. Fegan)
43
41
uğrayarak çıkagelen ve ortak Klan mülkiyetinin parçalanması ile doğan çelişkilere bağlı
oluşlarındadır.
***
[Kürdistan’daki Köyler]
Bu iki zümre köylülükten sonra, Kürdistan’da iki çeşit köy var demiştik:
1- Ağanın yönetimindeki köyler;
2- Serbest Köyler…
Fakat Ağanın yönetimindeki köyler de ayrıca iki çeşittir:
a) Ağanın köyü,
b) Ağa yönetimindeki köy…
Başka deyişle, üç çeşit köy var:
1- Ağanın köyü: Ağanın tapulu mülküdür;
2- Ağanın yönetimindeki köy: Sözde toprağı ekenlere ait olan, fakat derebeyin patenti
[egemenliği] altında bulunan köy;
3- Serbest köy: Yani Muhtarla yönetilen ve güya Ağanın karışmadığı köy...
Gerçekte bu üç çeşit köy de bugün fiilen Kürdistan Ağa-Beylerinin emrindedir.
Ya aradaki fark nedir?
Bunu anlamak için kadim ekonomi şekillerinden kapitalist ekonomisine doğru başlayan
eğilimlerin köylerde oluşturduğu sonuçları hatırlamak yeterlidir. Bu sonuçları göz önünde
canlandırmak için şu iki süreci tekrarlayalım:
1- Derebeylikte: Avrupa derebeyliği, toprakbent köylüyü sömürürken yeni yöntemlere
başvurmuştu. Derebeylik görmüş ve anlamıştı ki, köylü toprakbent olarak çalıştığı toprakta
fazla yaratıcılığa önem vermiyor ve kendinin olmayan toprağın tükenişini ilgisizlikle
karşılıyor. Oysaki bu köylüde, velev ki illüzyon [yanılsama] türünden olsun, bir şeye ve bir
toprağa sahip oluş hissi uyandırıldı mı, köylünün çalışma gayreti ve üretme yeteneği
öncekinden çok fazla artıyor. O zaman (XI’inci Yüzyıldan sonra) derebeyliklerin yanında
“Censive” denilen, yani Haraç ve Cizye veren “Commune”ler doğmaya başlıyor. Komünler,
yahut “Köy”ler:
a- Bir asil tarafından birtakım soysuzlara verilmiş kullanım alanlarıdır;
b- Bu alanlarda oturanlar derebeyin şahsından çok makamına bir “Cens”: Cizye veya Haraç
verirler. Derebeyiler bu alışverişte kârlı idiler; çünkü haraçgüzar [haraç verici] köylüler
eskisinin iki misli çalışmaya başlamışlardı. Oysaki, eskisinden pek fazla bir farkla
yaşamadıklara halde, derebeyine daha çok haraç verebiliyorlardı; çünkü bütün artı-ürünleri
daima derebeye aitti.
2- Klanın dağılması: Özellikle Marks tarafından, İngiltere’de sermaye birikişi esnasındaki
köy olaylarının tespit edilen şekillerinde buna dair pek çok örnekler gösterilmiştir. Çözülmeye
başlayan Klanın, o zamana kadar ortak olan mülkiyeti ortaklığını kaybetmeye başlar. Fakat bu
kaybediş Senyörlerin lehinde olur. Klanın sıradan bireylerinin o zamana kadar tanınmış bir
kişisel mülkleri bulunmadığı için, Klan kodamanları fırsatı kaçırmazlar. Arazilerinin
sınırlarındaki ufak mülkceğizleri de, birer birer, çitle ördürerek, kendi sınırları içine alırlar.
Buna engel olmanın ne olanağı, ne de sonucu vardır. Ve eski Klan Uluları yeni Landlordlar
[büyük arazi sahipleri] haline gelir.
İşte, bugünkü Kürdistan köylülüğü içinde olan biteni kavramak için, bu iki süreci bir anda
42
tasavvur etmek gerekir. Bugünkü Kürdistan, aşağı yukarı, bu iki çeşit sürecin aynı zamanda,
sarmaş dolaş olarak hüküm sürdüğü bir alandır. Kürdistan toplumsal yapısının bu özelliğini
bildikten sonra, artık ora köylülüğünün ve köylerinin niteliği daha kolay anlaşılır:
I- Ağanın köyü
Aşiretin ortak topraklarının, aşiret kodamanları tarafından şahsen benimsenişi ve zorla gasp
edilişidir. Köylü Bölümünde, bir Ağanın hangi yöntemlerle köylünün topraklarını zapt ettiğini,
bizzat burjuva yazarlarından okumuştuk. Bugün Ağa zulmüyle kıvranan birçok “Miriyvo”nun
ağzından dinlersiniz: Şu kadar yıl önce, falan mezra babalarının ve falan komşularının mülkü
imiş... Kürdistan ağalığı, hâlâ bugün bile, Kemalist Burjuvaziyle el ele vermiş -bazı köylüye
toprak dağıtma palavralarına rağmen- Ağa ve Bey mülkiyetini yoğunlaştırmak faaliyetindedir.
Arazisini elde edemediğini bir başkasına vurdurur, malını alır; vuran da dağa çıkar. Mahkeme
(üç-dört kelime okunamadı) Buradaki köylü artık Ağanın toprakbendi demektir. Gerçi toprağa
demirbaşlanış bugün “kanunen” “kaldırılmış”tır. Fakat “toplumsal olarak” değil... Yukarıda
Yusuf Mazhar’la “sahip”siz olamayan Kürt delikanlısının konuşması bu “Aşiret-bentlik”e bir
örnektir.
II- Ağanın yönetimindeki köyler
Yani, bütün yönetsel yetkileri ve yürütme güçleri Ağanın elinde toplanmış olan, Ağaya
doğrudan doğruya bağımlı köyler... Bunlar, âdeta, Avrupa’da XI’inci Yüzyıldan sonra beliren
“Commune” ile Ağanın mülkiyeti arasında bir geçiş tipidir. Yani tam “Komün sansitiv” bile
değildir.
Çünkü köylünün özel mülkiyeti bile henüz biçimsel olarak olsun tam sayılamaz. Yani hem
bireyin tasarrufu var, hem de eski Klanın ortak mülkiyeti tanınır. Bu şekle yukarıda adı geçen
gezginci-memur da rastlıyor ve onu şöyle karakterize ediyor:
“Güneyde olduğu gibi buralarda köylüler beylerin hesabına çalışmazlar...
Herkesin kendisine mahsus çifti, çubuğu, hayvanı, arazisi vardır... (Biraz da lahana
turşusuna buyurun: – H. K.) Buralarda Kürtleşme olayı (Yazara göre Klan sistemi
demek Kürtlük demektir! – H. K.) halkı bireysel tasarruf [kullanım] karakterinden
tecrit edecek [soyutlayacak] kadar eski değildir ve ekonomik nedenler bu olayda
doğrudan doğruya etkili olmamışlardır. (El mânâ fî batn el-şâir44... – H. K.) (…)
Fakat herkesin bireysel olarak haiz bulunduğu tasarruf hakkının aşiret reisine
zımnî [gizli, kapalı] bir biçimde aidiyeti [ait oluşu] vardır... Aşiret reisi gelenekle
belirli sınırlar içinde ve çoğunlukla her şahsın tahammül edebileceğini bildiği bir
derecede bu hakka katılır... Fakat katılım şekli dolambaçlı ve bazen gaddarca bir
desiseden [aldatmacadan] ibarettir. Ve şahsın tahammül derecesi de son sınırdır.
Bu sebeple köylüler pek fakirdir...” (Yusuf Mazhar, agy, Cumhuriyet, 22.07.1930)
III- Serbest köyler
Tekrarlamaya gerek yok ki, bunların adı “serbest köy”dür. Sanı “la commune censitive”in
aşağı yukarı kendisidir. Ondan farkı, Ortaçağ Komünlerinin Ortodoks derebeyi ilişkileri içinde,
bizim “Serbest köy”ümüzün ise dünya kapitalizminin Emperyalizm aşamasında
bulunuşundadır. Serbest köylerde mülkiyet daha çok kişiye mal olmuş durumundadır. Köyün
yönetimi de, biçimsel olarak burjuva düzenini hoşnut kılacak şekildedir. Muhtarla yönetilir.
Fakat bu görünüşle böbürlenecek kadar Kemalist olmaya olayın tahammülü yoktur: Ağalığın
da kendine göre, Kemalizm kadar bir “esneklik”i vardır. Kemalizmin ara sıra yaptığı seçim
komedyaları kadar Ağanın da demokrasi tuluatında45 aktörlük yapamayacağını sanmayın.
44
45
El mânâ fî batn el-şâir: Anlamı şairin karnında.
Tuluat: Yazılı metni olmayan; kararlaştırılmış taslağı, yerine, zamanına göre oyuncular tarafından, sahnede
43
Âdet yerini bulsun diye, herkesle beraber, Kemalizmin şu “Serbest köy”lerinin de bir Muhtarı
ve bir de Yönetim Kurulu [İhtiyar Heyeti] seçilir. Fakat seçilen Muhtar ve Kurul, Ağanın
adamlarından başkası olamaz. Bu tarz, Ağanın da arayıp bulamadığıdır. Kürdistan köylüsünü
dinlerseniz, size Ağaların, uzak köyleri, kendiliklerinden serbest bıraktıklarını anlatırlar.
Gerçekte Ağanın bu tarzdan kaybettiği şey pek azdır, fakat kazandığı o kadar az değildir.
Çünkü bir defa haraç vermeyen köylü yoktur. Haraç aldıktan sonra ise, köylünün serbest, yani
daha çok çalışır olması daha kârlı bir iştir. Ondan sonra, Ağa, Kemalizmle ve kısmen emekçi
köylülükle (emekçi köylülükle “kısmen”; çünkü, manevranın içyüzünü bilmeyecek köylü yok
gibidir) kendi arasına “imperméable” [geçirimsiz-sugeçirmez] bir perde germiştir. Köyde olan
biten Ağanın direktifi altındadır. Fakat bu olan bitenden Ağa için bir “sorumluluk” tarafı
ortada bulunamaz. Böylece Ağa, ezelî devekuşu masalını oynar.
İşte Kürdistan köylüleri bu sistem altında yaşar. Bu köylerde yaşayan, yahut zulüm gören
köylüler: ya ilkin işaret ettiğimiz “Irgat”lar; ya yarattığı ürünün üçte ikisini Ağaya ve [kalanın]
yarısını Kemalist devlete veren “Miriyvo”lar; yahut da adı serbest, haraç veren, vergi veren,
vermezse Ağanın ve jandarmalı Tahsildarın talanına uğrayan “serbest”, “hür” köylüler…dir.
Bu üç tipin arasında, deyim yerindeyse, “kıl kadar fark yoktur”. Çünkü, bugün hür köylü
olanın, yarın “Miriyvo”laşması ve öbür gün “Irgat” haline gelmesi, Kemalizm sayesinde,
kanunlaşmış, yahut bilinen demagojinin özel deyişiyle “tedvin edilmiş” [derlenmiş] bulunur.
Kürdistan köylülüğünün, burada, daha çok Ağalıkla olan ilişkilerinin topuna birden
dokunuyoruz. Fakat, Kürdistan Ağalığı ile Kemalizmi birbirinden ayırmak ne kadar zor!..
Kürdistan’da bugün, Ağalığın köylülük üzerinde yaptıklarını birer birer saymak ve her sayışta
ve olanda Kemalizmin elini ve boyunu bosunu görmemek imkânsızdır. Batı’da olduğu gibi,
Doğu’da da, Kemalizm ile Ağalık biricik soygun dünyasının -yerkürede olduğu gibi- iki zıt
kutbu halinde kenetlenmiş bulunur. Evet, kapitalizmle derebeyi-klân sistemi birbirinin taban
tabana zıddı olabilir.
Fakat bugünkü emperyalist dünya içinde, zıtların cem [bir arada] oluşu âdeta diyalektik bir
zaruret’i kaide [kural zorunluluğu] hükmüne gelmemiş midir?
Onun için, Ağalığın daha özel ve “üstyapıca: superstructurel” niteliklerini daha aşağıdaki
özel bölümüne bırakarak, burada, Ağalığın ve Aşiret sisteminin Kürdistan Köylülüğü
üzerindeki klasik ekonomik baskısına son bir [kez] işaret edelim.
***
[Kürdistan’da Ağalık Türleri]
Haraç ve Cizye’den söz ettiğimizi anlamak için kerrata [çarpım cetveline] gerek yok.
Kürdistan köylülüğünden -Kemalist Burjuvazi değil- Ağalık ve Beylik kaç türlü Haraç ve
Cizye alır?
Kaç türlü Ağalık varsa, o kadar türlü…
Kaç türlü Ağalık vardı?
İki türlü:
yakıştırılan sözlerle tamamlanan oyun, doğaçlama.
44
1- Ruhani Ağalık (Seyidlik) = “Niyaz”
Burjuvazi Din’in dünya ile olan ilgisini epey “subtiliser et sublime” eder [inceltir ve
yüceltir]; ve Türkçedeki bilinen deyişiyle bu “sublime”yi tam “tatlı sülümen: sublime doux”46
haline getirdikten sonra, ilâhî tevekküle susayanlara sunar. Feodal dinin bu kadar incelmeye ve
maskelenmeye ihtiyacı yoktur. Gerçi o biraz Frenklerin “melodrame”47, bizim Ortaoyunu
dediğimiz kılık kıyafette sahneye çıkar. Ama, hiç olmazsa, Türkçe Ezan türünden “devrimci”
dram: fâcia48lara da kalkışmaz. İstediğini, mistik bir şaklabanlıkla açıkça ister; alacağını
aldıktan sonra, kapitalist ekonominin sivrisinekten yağ çıkartan “artıdeğer” aşırısına karşılık,
Bezirgânlığın eşdeğer kanununa uyaraktan, aldığına karşılık; “hiçbir şey” de olsa, bari “zan”
edilen “bir şey” verir. Kürdistan’ımızın Seyidleri işte bu ikinci takım dindaşlardandırlar.
Kürdistan Seyidi, Kemalist tahsildarlar gibi her ay başında değil, senede bir defacık ve
makineli tüfek taşıyan jandarmayla değil, dağarcığını taşıyan eşekceğizi ile birlikte “Devr”e
çıkar. Ettiği “niyaz”, aldığı “Niyaz”dır; ve türbesinde “çırağ” yaktığı için, Ahretini
aydınlatmak isteyenlerden, “Çıralık” derler, toplar. Ruhanî ağalarımızın Ahret ticaretinde bir
aldıkları, bir de sattıkları var:
Aldıkları = Çıralık ve Niyaz: Seyid “Tâlib”leri, Seyidlerini görmeye gelirler. Seyid ve eşeği
ile karşılaşınca, Seyidin “önünde “rükû”a varırlar ve eşeğini öperler. Seyid dualı bir
“Gülbang”49dır çeker. Seyidin ayağını öpen bahşişini önüne bırakır: bu alınan “Niyaz”dır.
“Çıralık” bir “âyin” ile toplanır. Tören Cuma geceleri olur. Seyid “Mürid”inin evinde 3 telden
bir tamburayı eline alır. Köylüleri önünde diz çöker yer yer. “Şeriat yolu”ndan vaiz eder. Bu
yol karakaplı “Buyruk”ta yazılıdır. Sonra tabiî gelsin Çıralık çeyrek ve mecidiyeleri...50
Verdikleri = Cennet: Gördünüz mü, bir kere… Öyle, burjuva dininde olduğu gibi Septik
[Kuşkulu] bir Cennet değil; somut, şu kadar gümüş kuruşluk bir Cennet… Artık Cennetin
anahtarı (yani gümüş kuruş), günahkâr müridin işlediği suçun derecesince pahalıdır.
Tabiî, bütün “ruhani” sistemler gibi, Seyidlik “ruhanî” alışverişi de, bundan ibaret kalamaz.
Doğdun, öldün hastalandın, sağaldın, evlendin, boşandın… Seyid efendinin “nefes”i
seninledir. Doğu İllilerin “manevî baskı” dedikleri bu Ahret soygunu, elhâsıl, şu maddî
dünyanın en ilişilmez noktalarını bile “Meryem Ana”nın bikrine [bekâretine] döndürür.
Yalnız, Meryem’in kızlığına dokunan amcası hazretleri testereli bir “mücazat”a [cezaya]
uğradığı halde, Seyidlerimizin her marifeti “Allah kerim”, “Mecidiye” ile ödenir. Örneğin, hiç
kimse “Şeyh” veya “Seyid”den izin almadıkça evlenemez. Arazide “söz” onundur...
Kemalizm Seyidlikle mücadele ediyor mu?
Elbette...
Hatta halka Cennet satıyor, gizli Âyin yapıyor, mânevi baskısını arttırıyor diye, Şeyh veya
Seyid aleyhinde “ihbar”da bulunan rakiplerini, “cürüm sabit olamadığından”, “ihbar’ı vâkî”yi
[olmuş ihbarı] yapanları “müfteri [iftiracı]” sıfatıyla “adaletin pençesine” teslim
eyleyerekten…
Bilmem bizim Üniversite “pire-fesörleri, yahut pire-sörfeleri” bilinen “yat” borusu çalan
allâmelikleri [çok bilmişlikleri] ölçüsünde bir “Kürdistaniyat” icat edebilmiş ve orada buna
benzer örnekleri “bütün halinde” ve “ariz ve amik [enine boyuna]” araştırmışlar mıdır?..
Yalnız, şu Tarihsel Maddeciliğin dayattığı ekonomik determinizme bakın ki, tıpkı Ortaçağ
Tatlı sülümen (Fr. sublime doux): Cıva birleşimlerinden, hekimlikte kullanılan zehirli bir madde, kalomel.
Melodrame (Fr. tiyatro terimi): Oyuncuların müzik eşliğinde sahneye girip çıktıkları bir oyun türü.
48
Dram (Yun. Fr.), Fâcia (Osmanlıca): Acıklı, üzüntülü olayları konu alan tiyatro oyunu.
49
Gülbang (Farsça): Hep bir ağızdan ve makamla yapılan dua ya da içilen ant.
50
Çeyrek: Gümüş mecidiyenin dörtte biri değerinde olan beş kuruş.
46
47
45
Derebeyliğinin Ruhanîleri gibi, bizim Seyidler de, Şeyh Sair İsyanı’ndan öncesine kadar, bir
tür Aforoz “Lanet” bile uygularlarmış... Ve aforoz edilenin Seyidi kendisine yanaşmaz, kapısı
önüne taş diker ve halktan da kimse oraya yaklaşamaz olurmuş. “Mel’un [Lanetlenmiş]” din
dışı sayıldığına göre, ölünce “Müslüman” mezarlığına kabul edilmez ve bu durum 15-18-28
sene sürermiş…
Gam yemeyin, lanetlenmişliğinize; “şu kadar” parayı bulabilen birisine, “Buyruk”tan bu
işin kurtuluş “yolunu çıkarırlar” imiş…
II- Fâni Ağalık (Beylik) = Haraç
İster bağımlı, isterse serbest olsun, Haraç vermeyen köylü yoktur. Haraç ya aynî olur, yahut
da nakdî... Aynî vergide, mesela Ağa bir köye gider. Ahaliyi toplar. Hepsine, özel takdir ve
kanaatine göre bir keçi, bir öküz, yatak, vb. gibi keser biçer ve alır. Nakdî vergi de adamına
göre 200’den 700’e kadar “madenî” (gümüş) kuruş kadar... Ağanın en az aldığı Haraç 10-50100 gümüş kuruştur: Pek alamadığı derecede fakir olanlar da var. (Kemalizmden farkı:
Kemalist Burjuvazi milyonerden de, hasırı olmayan Kürt paryasından da aynı Yol vergisini
alır… Kapitalist adalet ve eşitliği, derebeyi Baçlarıyla böyle boy ölçüşür…)
Haraç yılda en çok üç defa alınır. Ve Beyin hükmüne (tahsildarın hükmü “gibi” …) temyiz
ve bozma yoktur.
Ağalar, 1933’te Türkçeye çevrilen “Hükümdar”ı “ömürlerinde ellerine almamış oldukları
halde, toplumsal olarak-doğuştan gelen yetenekleriyle en mükemmel Makyavelizm51
pratisyenidirler:
“Bu sebeple köylüler pek fakirdir... Bu yoksulluğun sonucu köylüleri Beylere ve
Ağalara bütün bütün boyun eğer kılmak oluyor… Beyin hesabına köylü şekavet
[eşkıyalık, haydutluk] eder ve aşiret kavgalarında onun emriyle hayatını feda eder.
Hükümete karşı Bey adına yalan söyler ve itaat etmemeye çalışır...” (Yusuf
Mazhar, agy, Cumhuriyet, 22.07.1930)
***
Derebeyi-Klân Ağalık ve Beyliğinin geniş alanı içinde, geçmişin bu taşınmaz yüküyle yan
yana: Kemalizmin malî ve siyasi boyunduruğu + Pazar ilişkilerinin kemirici tahribatı + bu
ilişkilerin oldukça geliştiği yerlerde Tefeci Sermayenin çapulu, vb... özel bölümlerinde
incelemeye değer ve Köylülüğü inleten ayrı zulüm şartlarıdırlar. Bu bölümü kapatmazdan
önce, biz, biri Doğu İlleri köylülüğüne özgü, ötekisi tüm Türkiye Köylülüğünde ortak olan iki
küçük noktaya kısaca işaret ederek, Kemalizmin etkisini özel bölümüne bırakacağız:
1- Kürdistan’a özgü Pazar ilişkilerine bir örnek: Kürdistan’ın tedavül aracı Gümüş Paradır.
Bugün dünyada en istikrarsız ve dalavereli para demek olan Gümüş Paranın bir adı da:
Sömürge Parası olmak gerektir. Gümüş Para oyunu ile Türk ve Kürt Burjuvazilerinin
Kürdistan Köylülüğüne ne çorap ördüklerini anlamak için, son bunalım yılları zarfında Gümüş
Paranın “Not” para ile olan değişimindeki inip çıkmaları hatırlamak gerekir. Bir defa genel
kural olarak, Köylünün ürünlerini sattığı mevsimlerde Gümüş Paranın fiyatı dörtte bir oranı
kadar yükselir. Ve tersine, Köylü devlet borçlarını, vergileri ödeyeceği tarihlerde, bu
sorunların kurtluğunda barometre haline gelen yerel tüccarların şaşılacak hassasiyetleri ve
manevraları sayesinde, derhal “Not” çıkar ve Gümüş para bir çeyrek derecesinde alçalır. Bu
suretle, Kürdistan köylülüğü, elindeki paranın alım yeteneği yarı yarıya düştüğü halde, her
Makyavelizm: İtalyan düşünür ve politikacı Niccolo Machiavelli’nin “Hükümdar” ya da “Prens” adlı kitabında
işlediği düşünceleri üzerine kurulu yaklaşım olup; politikada, amaca varmak için, ahlâka aykırı da olsa, her türlü
aracı hoş gören anlayış.
51
46
şeyin tam muadelet [eşdeğerlilik, kur] üzere cereyan ettiğine kanar; ve bu kârlı köy
“agiotage”ında [spekülasyonunda, borsa oyununda] yağlanan daima şehir burjuvalarıdır.
Bununla birlikte bu yarı yarıya zarar, Kambiyo piyasasında döviz bulabilenler içindir. İç
köylerde, Kürdistan Köylüsünün varı Tahsildarın insafına bağlıdır. Doğu İllerinde bir “Not”
(kâğıt Lira) 28-30 Gümüş Kuruş ederken, köylü Tahsildara bir Liralık vergisini 3 Mecidiyeden
(yani 60 Gümüş Kuruştan) hesaplayarak verir. O zaman köylünün aldanışı % 25 veya 50 iken
% 100’ü bulur, çıkar. Kaçakçılık ve onunla mücadelenin doğurduğu zikzaklar türünden öteki
inip çıkmalar ayrı konular.
Bu çeşit özel zikzaklardan sonra, Gümüş Paranın bir de genel eğrisi gelir. Son dünya
bunalımının ilk 1930 yılı ile 1932 yılındaki Not ve Gümüş Paraların denkliğini ve çeşitli
ürünlerin de bu oranlarda karşılaştırmasını göz önüne getirirsek, Kürdistan Köylüsünün yalnız
bu “döviz” işlemiyle bile ne derecelere kadar soyulduğu daha aydın bir surette gözükür… 1930
senesinde bir “Not” 26 ilâ 28 Gümüş Kuruş arasında idi. 1932’de Not 58-60 Gümüş Kuruşa
çıktı. Böylelikle, önce, bir hamlede Türkiye’nin eğer yarısında değilse (ki Siirt Milletvekiline
göre ülkenin yarısında Gümüş Para akar), hiç olmazsa l/3’inde, küçük köylülüğün kıyıda
köşede kara gün için saklayabildiği beş on ak akçeceğizi, evvelce 100 ederse bugün 50 etmeye
başladı. Fakat facia bu kadarla bitse yine iyi… Bir de bu paranın gerçek alım yeteneğini ve
köylü bütçesindeki açtığı gediği anlamamız için, pazardaki eşya fiyatlarına bakalım. Sıradan
köylünün en çok aldığı ve sattığı iki metayı elimize alalım: 1930’da yağın okkası 30 kuruşken,
1932’de 33 kuruş oluyor. Oysaki basmanın arşını 1930’da 5-6 kuruşken, 1932’de 13 kuruşu
buluyor.
Bu rakamlardan ne anlaşılıyor?
Şu anlaşılıyor ki, paranın alım gücü % 50 derecesinde düştüğü halde, köylü, kendi ürününü
ancak % 10 kadar fiyatlandırabiliyor. Çünkü o alışverişinde fiyat birimi olarak Gümüş Parayı
tanır. Gümüş Para ise her zaman aynı 30 kuruş olarak cisimleşiyor. Fakat madalyonun ters
tarafı büsbütün başka görünüştedir: Köylü evvelce 100 kuruşa aldığı basmayı şimdi ortalama
250 kuruşa alıyor. Başka deyişle, köylünün sattığı ürün fiyatı 1/10 (onda bir) oranında arttığı
halde, satın aldığı sanayi ürünleri iki mislini bulmuştur!.. Ve hazini şu ki, köylü bu müthiş
altüstlüğün rakamını olsun eliyle yakalayamaz bir halde, ızdırabının: bilinçaltını patlatan
kızgınlığı ve gerginliği altında eziliyor.
2- Kürdistan’a özgü olmayan kapitalist ilişkilerinden: Ağalığın büyük arazi sahipliğinden
tefeci sermayedarlığa doğru geliştiği bölgelerde, tefeci sermaye ile köylünün arasındaki bütün
ilişkiler, aynen ve aslına uygun bir biçimde ve belki aslından da daha feci tarzlarda alır yürür.
Tefeci sermayenin, hatta bütün arazi sahiplerine bile musallat olmaya başladığı bölgelerde,
Ağalığın “yayın organ”ları veya yeni İcra ve İflas Kanunu’ndan şikâyetçi olan tefeci-ticaret
sermayedarlarının temsilcileri tarafından sızan olaylar, aynı sürecin “Doğu İlleri”ni de sarmaya
başladığını gösterir.
İki kısa örnekceğiz:
Elbistan’da:
“Tüccar köylüye kredi üzerine işlem yapar, alacağını ürün zamanı alır.” “(...)
İhracat yapılamıyor. Durumun en fenası köylüye kredi üzerine işlem yapılmaması
ve köylünün üretiminin para etmemesidir. En âlâ unun okkası bir kuruş madeni
paradır.” (A. Nihat, Elbistan’da Vaziyet’i İktisadiye [Ekonomik Durum],
Cumhuriyet, 22.11.1930)
Urfa’da:
“Ekonomik durum: Bölgemizden Suriye’ye ihracatımız geçen seneye göre
fazladır. (Yukarıdaki “ihracat yapılamıyor” diyordu. – H. K.) Köylü tamamen
47
tarlasını ekmiş sayılır. Yalnız zahire ihracatı az olduğundan fiyat pek düşüktür.
Buğdayın kilosu altı yedi kuruştur. (Yukarıdaki unun okkası 1 gümüş kuruş, yani 2
kuruş ilâ yüz paradır [2,5 kuruş], diyordu! Her ne ise… – H. K.) Yalnız şikâyet
edilecek bir nokta varsa, köylünün tefeciler elinde inlemesidir. (Sonra asıl amacını
ekliyor. – H. K.) Köylü demekle yalnız çifte yapışan ekinci değil, tarımla (çifte
yapışmadan – H. K.) uğraşan arazi sahipleri de aynı durumdadır. Bunu birçok kez
Millî Gazete’de yayımlamıştım. Yüzde 25 ilâ 75 faiz veren ekinciler vardır. Hapis
cezasının kalkması bunların korunmasına yeterli değildir. Zira tefecinin ikinci sene
para vermesi onlar için daha feci bir ceza olur. Bunlar müteselsil [zincirleme] ve
mütevali [ardışık] borç altında kıvranan ve tefeciler adına çalışan ve kazanan
biçarelerdir.” (Urfa Millî Gazete sahibi, Cumhuriyet, 26.12.1930)
Toplumsal durumlar ve felâketlerle, doğal afetleri burada, tekrarlamak uzun sürer.∗
İşçi Sınıfı ve Köylülük
Buraya kadar geçen açıklamalar, bundan sonra gelecek olanların da doğrulayacağı üzere,
Kürdistan içinde eğer bir Ulusal Baskı ve bir Ulusal Sorun varsa, bu sorun içindeki özün de
Köylü Sorunu’ndan başka bir şey olamayacağını yeterli derecede gösterir. Kürdistan’da
proleterleşen unsurlar, genellikle bir çeşit “Kürt Paryası” adını almaya lâyık olan ve ora
nüfusunun içinde önemli bir toplam tutan başlıca “Irgat”lardır. Bunlara “Köy Plebleri”, “Aşiret
Tarım İşçileri” de denilebilir. Pek büyük bir toplam tutmadığı muhakkak olan “Ev-sanayisi” ile
“El-imalâthaneleri” işçileri, nakliye işçileri (şoförler, demiryolu işçileri vb...), şehir işçileri
(fırın, elektrik, hamal ve özellikle inşaat, bina yapı işçileri, un ve kereste fabrikaları işçileri)
sayıları ve oranı, herhalde Doğu İllerindeki burjuvalaşmış ve burjuva unsurlardan birkaç misli
fazla bir toplamı tutarlar. Son Fevzipaşa-Malatya-Ergani-Diyarbekir hattı; Erzurum-Sivas
hattı; Sivas-Samsun hattı ile buna benzer bayındırlık işleri; hele Ergani Bakır Madeni gibi,
Türk Burjuvazisinin son zamanlarda büyük bir önem vermeye başladığı ihraç (extraction ve
exportation) işletmeleri... Kürdistan’da bugünden yarına varlığını hissettirecek büyük
yoğunluklu ve güçlü bir Kürt Proletaryası kitlesini hazırlamak üzeredir. Kürdistan Fakir
Halkının kara talihini değiştirmekte keşif kolu rolünü oynayabileceği muhakkak olan Kürt
işçileri, bugün henüz “sınıfın kendisi” durumundadırlar. Batı’da olduğu gibi Doğu’da da, İşçi
Sınıfının niceliği ve niteliği hakkında, Kemalist Burjuvazinin “susuş konspirasyonu” mutlaktır.
Onun için, tam ve doğru rakam üzerinde fikir kurmanın imkânı yok. Fakat Doğu İllerinde az
çok inceleme yapabilmiş yoldaşların gözlemlerine bakılırsa, oralarda hiç olmazsa aydınlar
derecesinde, yani % 3 kadar oranında küçük-büyük sanayi, nakliye ve maden işçileri
bulunduğunu kabul etmek zorunluluktur. Tabiî şehir küçükburjuvazisi dediğimiz esnaf
üretmenler arasındaki, meşhur deyişiyle “bin yıllığı bir kuruşa” çalışan Çırak-işçileri bu oranın
içine almıyoruz.
Buraya kadar geçen rakamlardan yuvarlak hesap bir sonuç çıkarmak istersek, Doğu
İllerindeki sınıfların nicelikçe oranları şöyledir:
Ezilen köylülük: ..................................................% 85,0
Diğer küçükburjuvalar: ...................................... % 7,0
Şehir proleterleri: ............................................... % 1,5
∗
Bir örnek: “DOĞUDA KURAKLIK
“Mardin 23 - Civardaki Harran ilçesi tümüyle, Suruç, Viranşehir ilçeleriyle diğer bir kısım köylerin ekinleri
kısmen kuraklıktan kurumuştur. Hatta hayvanların yemesi için de ot yetişmemiştir. Bu havali köylüleri Siverek,
Diyarbekir taraflarına doğru hayvanlarıyla beraber taşınmaktadırlar. Bu köylüler, köylerini geçici olarak terk
etmişlerdir. Geçenlerde de Suriye’deki bir kısım köylüler gene otsuzluk yüzünden bizim araziye taşınmışlardı.”
(27.05.1932)
48
Orta ve büyük ağalar ve beyler: ..........................% 1,5
Aydınlar: .............................................................% 2,0
Şehir burjuvaları: ................................................ % 0,5
İşte, Kürdistan’da, herhangi bir Strateji plânında rol oynayabilecek sınıfların birbirleriyle
olan oranları aşağı yukarı ve yuvarlak-hesap, bu rakamlarla gösterilebilir. Şehir burjuvalarının,
gerçek kapitalist denecek unsurları iki yüz kişide bir kişi olarak gösteriliyor ki, az değil. Belki
çoktur bile. Şehir küçükburjuvalarını % 7 olarak gösteriyoruz. Yukarıdaki araştırmamızda,
bunları % 7,25 buluyorduk. Şüphesiz her iki oran de oldukça yüksektir. Yukarıda da
tekrarladığımız gibi, eğer şehir küçükburjuvalarının işlettikleri Çırakları bu orandan ayıracak
olursak, asıl küçükburjuvaların oranı belki de % 5 ve hatta 4’lere kadar düşebilir. Fakat biz,
burada, bile bile, Doğu İlleri Çıraklarının henüz geleneksel Babaşah anlayışında ve esnaf
psikolojisi ile dolu olduklarını farz ve kabul ederekten, bu Çırakları da esnaf, şehir
küçükburjuvası sayıyoruz. % 86,5 diye gösterilen “Tarımcılar” içinde yalnız yüzde 85’ini
Köylülük ve % 1,5’unu Ağalık ve Beylik saymak, Ağalık lehinde bir oran olur. Aydınlara
gelince, yukarıdaki araştırmamızda, bunları % 3-3,5 kadar bulmuştuk. Fakat, bunlardan bir
kısmının Türkleşmiş, öteki kısmının da Kemalist devlet cihazına köpekçe bağlanmış, entegre
olmuş olduğunu göz önüne getirirsek, gerçek Kürt aydınlarının % 2’yi geçemeyeceğini teslim
etmek gerekir.
Bu yuvarlak oranlara göre, Devrim Stratejisinde rol oynayacak sınıflar hangileridir ve bu
sınıflar arasındaki ilişkiler nasıl olabilir?
Her şeyden önce Kürdistan Devrimi ulusal zulümden kurtuluş olduğuna göre, köy
küçükburjuyazisinin, ezilen köylülüğün devrimidir. Fakat, Emperyalizm devrinde, her sosyal
devrim zorunlu olarak dünya proletarya devrimiyle biricik cephe kurarak yaşayabileceği için,
bütün bu cins devrimlerin olduğu ülkelerde proleterler, ne kadar azınlıkta bulunursa bulunsun,
devrimci rollerini oynamaya çağrılıdırlar. Genel kural olarak konulan aynı sorunu buradaki
özelliği içinde araştıralım.
Nüfusun onda sekiz buçuğunu oluşturan ezilen Kürt Köylülüğü herhangi bir devrimde hangi
sınıflarla müttefik olabilir?
Kürdistan’ın şimdiye kadar geçirdiği isyan ve devrim tecrübelerine bakalım. Kürt
Köylülüğü başlıca iki sınıfın rehberliği altında iki önemli isyan yapmış görülüyor:
1- Şeyh Sait İsyanı;
2- Ağrı İsyanı…
Şeyh Sait İsyanı’nda Kürt Köylülüğü, doğrudan doğruya ve belli başlı sınıf olarak, Ruhanî
ve Fâni Bey ve Ağalar sınıfının rehberliğini kabul etti. Fiyaskonun kanlı akıbetleri Kürt
Köylülüğü için müthiş bir ders ve ceza oldu. Ağrı İsyanı daha çok bu ağa ve beylerle burjuva
devrimcilerinin “ulusal” denilen damgasını taşır. Ondaki krach [çöküş, iflas] da, Kürt
Köylülüğünün hâlâ iliklerini sızlatan bir uğursuzluk oldu. Şu hâlde, Kürdistan’ın ezilen
köylülüğünü kurtarmak konusunda, Kürt Ağaları ile Beylerinin ve Kürt Burjuvazisinin bu işte
ne becerebildikleri meydandadır. Kürt Ağaları ile Kürt Burjuvaları kozlarını oynadılar. Şimdi
Kürt Köylülüğü her ikisinin rehberliğine karşı olan güvenini derinden derine kaybetmiştir.
Geriye kim kalıyor? Ezilen Kürt Köylülüğü, kendisine hangi sınıfları müttefik ve kılavuz
bulabilir?
Çünkü, bu kadar örgütsüz ve bu kadar cahil ve dağınık bırakılmış büyük bir yığın kendisine
sadık ve candan bir müttefik ve kılavuz sınıf bulamadıkça, başarılı ve mantıksal sonuçlu bir
mücadeleye ve zafere kavuşamaz...
Derebeylik ve burjuvazi bu rolden bilfiil ekarte edildiğine göre, Kürdistan’da, Kürt
Köylülüğünün kurtuluş mücadelesine kılavuz ve müttefik olacak hangi sınıflar kalıyor?
Aydınlarla proleterler...
Kürt Proletaryası, ne kadar yeni, siyasi mücadelede tecrübesiz ve örgütsüz olursa olsun,
49
Kürdistan köylülüğüne kılavuz olmaya aday mıdır?
Evet.
Biz Kürt Proletaryasının bu adaylığını yalnız nicelik oranı bakımından kestirebiliriz: birisi
(Burjuvazi) % 0,5; ötekisi (Beyler-Ağalar) % 1,5 gibi oranlarda olan iki sınıf, Köylülüğü
isyana sürükleyebildi. % 1,5 gibi bir oranla, nicelikçe gerek Kürt Ağa ve Beyleri Sınıfı, gerek
Kürt Burjuvazi sınıfından ayrı ayrıya hiç de aşağı kalmayan Kürt Proletarya Sınıfı vardır. Eğer
bu sınıf, örgütçü ve mücadeleci yeteneğini geliştirerekten, Kürt Aydın Kesiminin ve hele köy
“Irgat”larının de halis [katışıksız] ve sadık müttefikliğini ve işbirliğini sağlayabilirse,
Kürdistan’ın bağımsız siyasal ve toplumsal kurtuluş dövüşünde, Kürt Köylülüğünün en
aldanmaz ve en yetenekli yoldaşı olabilir.
Bu suretle Kürdistan’da Kemalist Burjuvaziye ve kısmen Kemalizmle sarmaş dolaş olmuş
Kürt Burjuvazisine, Kürt Ağalığına karşı: Kürt Köylülüğü + Kürt Proletaryası (İşçi Sınıfı) +
Kürt Aydınları…
Kürdistan Devriminin stratejik ilişkileri böyle olabilir.
Sömürge Siyaseti
Türkiye Büyük Millet Meclisinin yamacında ve Başkanının arkasında asılı duran büyük bir
levhada şöyle yazarmış: “Hâkimiyet milletindir”; biz görmedik... “Doğu İlleri”nin, tâ
Kızılırmak vadilerinden Ağrı yamaçlarına kadar uzanan alnına şöyle bir yafta yapıştırılmıştır:
“Hâkimiyet jandarmanındır”… Bunu gözümüzle görüyoruz. Fakat, bir gün, sahtekârlığı
sevmeyen bir el, her iki levha veya yaftayı alıp da tersine çevirecek olursa, görülür ki, her
ikisinin de arkasında daha iri ve gerçek harflerle yazılan ve asıl olan şey şudur: “Hakimiyet
burjuvazinindir!”
Bunun öyle oluşu, Türk Burjuvazisinin orada, henüz aldatabildiği emekçi Türk kitleleri,
kısmen “ulus” demagojisiyle intihara uysallaştırabilmesi; burada (yani Doğu’da) ise, Kürtlüğü
Türk Ulusu yapmanın imkânsızlığı yüzünden, soygunu, düpedüz ve açıkça sırf “süngü” gücüne
dayanarak yapmaya mecbur kalması yüzündendir.
1931 sonlarına doğru, dekoratif sırıtışında Frenk devlet adamlarına bir mahsusluk [özgülük]
bulunan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bey, Doğu İllerinde denetim gezisine çıkarken, okuyoruz:
“Denetim gezisi alışılmış olan gezilerden biridir; bununla beraber, durumlarının
özelliği, sürekli olarak endişeyi gerektiren o yörede doğal durumun geri gelmesi
hakkında yakından bir kanaat oluşmasına yardımcı olacaktır.” (Cumhuriyet,
27.10.1931)
Siyasette bir yöre, “durumlarının özelliği, sürekli olarak endişeyi gerektiren” niçin olur?
O yöredeki insan kitlelerinin tümünü birden saran derin bir hoşnutsuzluk bulunduğu için…
On senelik Cumhuriyet rejimine rağmen, Türk Burjuvazisi neden hâlâ “sürekli olarak
endişe” üzeredir? Nasıl oluyor da, o derin hoşnutsuzluğu bertaraf edemedi? Orada “doğal
durumun geri gelmesi”ne kanaat getiremedi? Türk Burjuvazisini “o yörede” sıkan nedir?
Yukarıda araştırdık: orada bir Kürt Ulusu var; bu ulus, esas itibariyle geniş köylü
tabakalarının kurtuluş hamlesine vurulan darbelerle her gün kabarıyor. Sorunun Ulus ve onun
da başlıca Köylü Sorunu olduğu anlaşıldıktan sonra, sıra bu ülkenin “endişeyi gerektiren”
“özelliği”ni görmeye ve Türk Burjuvazisinin burada “doğal durumun geri gelmesi hakkında”
ne yaptığını anlamaya gelir. Bir daha, şeyleri adlarıyla çağıralım:
Türk Burjuvazisi, bir zamanlar ilân ettiği gibi Kürt Ulusunu kardeş mi sayıyor, yoksa ona
en berbat sömürge yöntemlerini mi uyguluyor?
Yukarıdan beri olan sözün gelişi, ikinci şıkkı söyler. Şu halde, bugün Kürdistan’da sömürge
yöntemlerinin uygulandığını nereden anlayabiliriz?
Başlıca şu üç noktadan:
50
1- Ağalıkla uzlaşması;
2- Ekonomik metotları;
3- Siyasi metotları…
Ağalıkla Uzlaşma
Avrupa kapitalistleri, geri Doğu Ülkelerine saldırdıkları zaman, oradaki büyük derebeyi
saltanatlarını tahrip ve yağma etmişlerdi. Bugünkü Emperyalizm döneminin kapitalizmi,
eskiden tahrip ede ede, dinamitleye dinamitleye ufaladığı derebeyliğin üstünde, bugün yeni bir
saltanat kurmuştur. Bu saltanat, Finans-Kapitalin, derebeyi süzerenliği tacıyla taçlanışı
demektir. Gerçekten bugün, Avrupa Emperyalistlerinin sömürge siyasetlerindeki yönetim
tarzları, yerli derebeyleriyle el ele vermekle nitelenir. Son demine gelen her sınıf gibi,
kapitalist sınıfı da geçmişte yapışacak tutamak arar. Örneğin Hindistan sömürgesinde
topraktan intifa52 ve yararlanma hakkı derebeyi devletinin tekeli altındadır. Anavatan
sermayesine, arazi vergisi yerine senelik “Redevans: Mürettebat”ı53 veren “Zamindar”lar veya
“Talûkdar”lardır.54 İran, Fas, Mısır vb.nde, Emperyalizm, koca arazi sahiplerinin yerli
örgütlerini kullanaraktan arazi iradını yakalar. Öte tarafta, en ilkel yaşama araçlarından yoksun
kalan emekçi köylülük aç ve aylak geniş bir kır nüfusu halindedir. Ülkede tek tük ve serpik bir
halde bulunan yerli sanayi bu fazla kır nüfusunu ememez. Ve bu nüfus göçecek, yerinden
kıpırdayacak halde de değildir. O zaman emekçi sömürge köylülüğü Zamindar’ların ebedî
serfleri, toprakbentleri ve paryaları haline gelirler.
Şu halde, bir ülkede yabancı bir kapitalist sınıfın yerli derebeylik ve artıklarıyla el ele
vermesi, bir kelimeyle o ülkenin Sömürgeleşmesi demektir.
Doğu İllerinde Türk Burjuvazisi ile Kürt Ağalığı arasında bir uzlaşma ve el-birliği var mı?
Var.
Bunu şu üç bakımdan kısaca gözden geçirmek yeterlidir:
1- Arazi Sorunu;
2- Yönetim;
3- Mahkeme...
I- Arazi Sorunu
Türk Burjuvazisi, bütün Türkiye hakkında olduğu gibi, Doğu Köylüsü için de toprak
vaadinde bulundu. Şeyh Sait İsyanı üzerine, Kürt ağalarından bir kısmını Batı İllerinde
gezmeye götürdüğü zaman, Kürt Köylülüğü, o halka özgü olan doğal ve devrimci içgüdüsüyle,
Ağaların topraklarına sessizce el koymaya başladı. Kürdistan Köylülüğünün bu hali, âdeta bir
an için toprağı özel mülk olmaktan çıkarıyor gibiydi. Oysaki Kemalist Burjuvazinin amacı
böyle korkunç bir manzaraya seyirci kalmak değildi. Esasen Ağa nüfuzunun kırılmaya yüz
tutması, halk arasında her türlü zulme karşı bir ayaklanma yeteneği de peyda edebilirdi.
Derhal, Ağalar yerlerine döndürüldüler. Ve o zaman “Köylülere Armağan” risaleciğinde
[broşürcüğünde]55 bazı burjuva eli kalem tutarlarının yazmaktan sakınamadıkları facialar
dönemi başladı. Bununla birlikte, Kemalist Burjuvazi bir kere nasılsa bozuştuğu Ağalığa karşı,
Kürdistan’da kendini tutacak unsurlar yaratmak gereğini duydu. İskân siyaseti yetemezdi.
“Köylüye toprak” en parlak bir “yem borusu” olabilirdi. Ve boru çalındı.
İntifa hakkı: Başkasına ait bir malı kullanma hakkı.
Redevans (Fr.): Mürettebat: Belli miktardaki ödenti, kesim.
54
Zamindar ve Talukdar: Hindistan derebeyleridir. Zamin: zemin, arazi, toprak; Zamindar: Toprak sahibi. Taluk:
Malikâne; Talukdar: Malikane sahibi.
55
Burada sözü geçen, “Köylülere Armağan” risalesi ya da broşürünü, Hikmet Kıvılcımlı, Yol Dizisinin “Müttefik
Köylü” bölümünde ayrıntılı bir biçimde işler. (F. Fegan)
52
53
51
Birinci sahne
Burjuvazi hesaplamıştır: Kürdistan Ağalarını, modern arazi sahipleri ve tefeci
sermayedarlar haline getirecek... Örneğin Fransa’da 1902 senesi 5.702.752 köylü ailesi içinde
300 hektardan fazla toprağı olan en büyük arazi sahipleri 4.280 kişi kadardı ve burjuvazi de
büyük arazi sahibi için aşağı yukarı bu oranı yeterli gördü: örneğin 3010 dönüm (344 küsur
hektar kadar) arazi Kürt Bey ve Ağalarına bırakılacak... Ağaların fazla arazileri, hükümetin
garantisi altında, topraksız köylüye, trink para, satılacak... Kemalist Burjuvazi, bunu ciddi bir
plan dahilinde değil, en çok gücünü hissettirebileceği tek tük bölgelerde, şöyle bir deneme
tarzında yapmaya teşebbüs etti.
Diyelim ki, Kaymakam ile Genel Müfettiş Yardımcısı köye giderek bir ilân verdi:
“Marabalar, ya toprak satın alın, ya da sizi süreceğiz!” İlk bakışta dehşetli “Halkçı” görünen bu
ilânın, biraz düşününce, ne pis ve zalim bir burjuva metodu olduğu kolay anlaşılır... Burjuvazi,
bir zaman gezmeye götürdüğü Ağalığı tekrar, hem bu sefer daha deneyimli ve kurnaz olarak,
köylünün başına musallat ediyor; onunla siyasi ve idarî alanda birleşiyor... Sonra köylüye
dönüp: Ağadan korkmayın, sattığı toprakları satın alın, diyor. Fakat Ağa uzun sözü sevmez.
Kısaca haber verir: Benim toprağım “yılan kemiğidir, yiyenin boğazında kalır”… Köylü her
şeye razıdır, tek bir avuç toprağı olsun... Ağaya şu teklifi yapar: Hükümete vereceğimiz 20
senelik taksiti 5 senede ödeyelim... Geri kalan 15 senede aynı taksitleri bir daha Ağaya
ödeyelim... Fakat burada henüz “Teori” aşamasındayız.
İkinci sahne
Jandarma Yüzbaşısı ile Kâtip Efendi kayıt ve tescil işlemlerini yapmak ve köylüye arazi
“dağıtmak” üzere gelirler. Kâtip Efendi zaten Ağanın amcazâdesidir. Ağanın evine
konuklanılır. Bir kuzu dolması ziyafetinde arazi şöyle taksim edilir:
a) Ağanın alacağı 3010 dönüm yerine 30.100 dönüm ayrılır. (Defterde yazan 3000’dir, ama
“ketm” (saklanan) toprak bunun on misli fazladır. – H. K.)
b) Ağanın bütün silsilesi: karısı, kardeşi, oğlu, kızı kısrağı… ayrıca birer tapu ile bu
taksimden hisselerini alırlar... Öyle ya, Ağanın yalnız şahsına “3000” dönüm değil miydi?
c) Ağanın toprakları o kadar geniştir ki, bu taksimden sonra da satılığa çıkarılacak, zaten
Ağanın da pek işine yaramayan, en çorağından bir miktar toprak kalmıştır. İşte köylüye
“dağıtılacak” (yani para ile satılacak) toprak budur. Bu toprak satılır... Ama kime: evvelâ
Ağanın adamlarına... Yani gene Ağaya... Artık bütün taksimattan sonra da daha bir kısımcık
toprak kaldıysa, yukarıdaki tehditlere rağmen gözü kararmış olan köylülere nihayet satılır...
Ameliyata [pratiğe] girdik... Ve Kemalist devlet cihazı ile Kürdistan Ağalığını, ziyafet
sofrasının başında kucak kucağa Toprak “Devrimi” yaparlarken buluyoruz.
Üçüncü sahne
Ağanın amcazadesi her topraksız köylüye 50 dönüm yazar. Fakat köylüye verilen gerçek
tarla 30 dönümü geçmez. Ağa yalnız buradan % 40 ilk çapulunu, Kemalist devlet cihazı
sayesinde yapmıştır. Bununla birlikte köylü buna da razıdır. Karşılığı 20 senede birleşik faiz
yöntemiyle ödenecek. Bir köylünün ortalama ne vereceğini hesaplayalım: 8 lira devlete vergi
(bu işte Devletin amacı da bu, çünkü bunu Ağadan alamıyordu) + 12 lira da Ağaya arazi parası
= 20 lira nakden ödenecek... Buğdayın okkasını 2 kuruşa satabilen bahtiyar bir köylünün bu
parayı bulabilmesi için demek 1000 okka ürün elde etmesi lazımdır. 1931 yılı Diyarbekir
“Numune Çiftliği”nde56 ortalama bir dönümden 67 kilo ürün alınıyordu (52,32 okka). Bizim
köylümüz dönümünden ortalama 50 okka alırsa, 30 dönümden: 1.500 okka buğday ürünü
alacak demektir.
56
Nümune Çiftliği: Köylüye modern tarımı örnekleriyle gösterip benimsetmek amacıyla devletin kurduğu çiftlik.
52
Şimdi bir başka hesaba geçelim: malûm, Aşar 4-5 yıldan beri “kaldırılmış”tır. Bu sorun
hakkında bir Kürdistan köylüsüyle Kemalist hâkim arasında şöyle bir konuşma geçer:
“Hâkim:
“Ağanın aşarını niçin veriyorsunuz? İdare Meclisi kararı var, % 2’den fazla vermeyin!..”
“Köylü:
“Öyle ama... O, şehir etrafındaki köyler için... Bizim köyde olmaz...”
Köyde olan şudur:
Köylü “Aşar” olarak 1,25/10 + “Noksan’ı arz”57 2/10 + “Tohum” 3/10 = 6,25/10 ürünü,
yani yukarıdaki 1.500 okka buğdayın 937,5 okkasını bu üç yere yatıracak... Elinde kalan 562,5
okkadır!
Bunu yesin mi, satsın mı?
Toprak alan köylünün tam 50 dönümü olsa ve 50’sine de buğday ekse ve ürün hiçbir kaza
belâya uğramadan, tam verimle hasat edilse, 2.500 okka eder. Bunun 1.562,5 okkasından geri
kalan tam 1000 okka buğday bile olmayacak.
Vergiyle arazi taksitini vermek için bu buğdayı satabilse, ne yiyecek?..
Nihayet yalvara yakara, toprağı Ağaya satmayacak ya da bırakıp bir tarafa kaçmayacak mı?
Dördüncü sahne
Ağa, şu maskara “Toprak Dağıtımı”nı tasdik eden Muhtarın, şu kadar bin liralık harmanını
yaktırır. Cumhuriyet burjuva adaletinin istediği vicdanî ve maddî bütün sübut ve kanaat
unsurlarını58 bir çırpıda hazır ediveren Ağa, aynı Muhtarı, sirkat [hırsızlık] suçu ile de ayrıca
beş günlük yerdeki hapishaneye iletir iletmez, o zamana kadar toprak alma merasimini
bekleyen bütün köylüler, Noter’deki mukaveleyi imzalamaya gitmekten vazgeçerler: Ağanın
toprağı gerçekten “yılan kemiği”dir ve köylünün “boğazında kalmış”tır.
Bununla birlikte, âdet yerini bulmuştur: Kemalizmin köylüye “Toprak Dağıttığı”nın delilini
mi istiyorsunuz? Bütün adı Noter defterine geçmiş olan köylüler düzenli olarak her sene: 20
lirayı arazi için veriyorlar... Hem de, toprak kendisinin değil... “Kemâ-fi-s-sâbık” [eskisi gibi]
bilfiil Ağanındır. Toprağı benimsemek cür’etini gösteren tek tük küstahlara gelince: bir gece
Ağanın adamları tarafından evleri basılır, birkaç kadın ve çocuk ölüsü yanında bütün erkekler
yaralı düşer ve olanca malları yağma edilip götürülür... Yine hem de, ortada ne şahit var, ne
ispat!
Ezelî sahne
Kapitalist, sermaye biriktirişinde ne kadar doymazsa, Ağa da toprak hırsında o kadar
sınırsızdır. Kemalist Burjuvazi, basmakalıp hülyalarına devam ede dursun, Ağa, doymak nedir
bilmeyen genişleme hırsını çeşitli kanallardan tatmine uğraşır. Bunun için iki yol vardır:
1- Feodal yöntemler: “Meşe sürterek” tarla çalmak: bir köyde önceleri hepsi 42 tarla
varken, sonradan Ağanın 105 tarlası meydana gelir. Ağa verimlice bir toprağa göz mü dikti: o
topraklar üzerindeki köylüleri birbirine düşürür; arada birisi vurulur, ötekisi “katil” sıfatıyla
Kemalist adaletinin pençesine düşer... Kurtulmasının bir tek yolu var: toprağını Ağaya
devretmek suretiyle, onun hazırlatacağı çeşitli İhtiyar Heyeti ilmühaberleri, uydurma Jandarma
tutanakları ve yalancı şahitlerle kurtulmak... Arazi ağanın elindedir.
Dünyada Ağanın bilmediği ve bulmadığı “Hile-i Şeriyye”59 mi yoktur!.. Örneğin, falan
suyun kıyısında, bir köylücüğün ecdadının ecdadından kalma ağaçlık, bereketli bir bağlık var.
Noksân’ı arz: Bir yerin ekilmeden önceki değeri ile ekildikten sonraki değeri arasındaki fark.
Sübut ve kanaat unsurları: Mahkemede bir durumu tespit edecek ve o yönde kanaat uyandıracak ögeler.
59
Hile-i Şeriyye: Çözümü güç bir hukuki sorunu Şeriata uygun bir çare ya da Şeriata uygun bir kolaylık bularak;
Şeriat (ya da hukuk) kurallarını zedelemeden(!) çözümleme.
57
58
53
Sınırları yıllardan beri malûm... Bir gece, Ağanın adamları bağa girerler. Bütün asmalar yere
kadar köklerinden yolunur. Eşinen toprağın üzerinden bir sürgü geçilir. Ertesi gün bakan,
orada dün ağaçlık bayındır bir bağın var olduğuna dair bir iz bile sezemez. Ağa toprağa arpa
ektirmiştir. Sınırlar, Ağanın toprağı ile kaynaşmıştır. Artık eski bağ sahibi, eceline susadı ise,
tırtıllara dilekçe vermeye gitsin...
2- Kapitalist yöntemler: Meşrutiyet Burjuvazisinin Ermeni talanından beri, yeni yöntemler,
sırf kırtasiyeci metotlar meydana gelmiştir. Tapu memurları Ağanın ya hısım akrabası ya da
“adamı”dır. Ermeniler kesilirken hükümetin müttefiki olan Ağalar, derhal var olan bütün
Ermeni mallarını besbedavadan üzerlerine yazdırıvermişlerdi. Hâlâ bugün Doğu İllerinde
birkaç “Metruke” [Terk edilmiş] veya “Emval’i metruke” [Terk edilmiş, sahibi bilinmeyen
mallar] denilen -Fikret’in deyişiyle- “Hân’ı yağma: Yağma sofrası” vardır. Her gün biraz
kabaran Ağa, bunları bir “üslûb’u hakimane”de60 sınırları içine alır. Böyle yapamazsa,
Kemalizm tarafından güya münakaşa [çekişme] ile açık artırmaya çıkarılır. Metrûkenin
üstünde senelerden beri yerleşmiş ev, bağ, bahçe yapmış, tarla açmış fakir ve emekçi köylüler
doludur. Onların ruhu bile duymadan, “Emval’i metruke” yok pahasına Ağanın malı oluverir.
Bundan da ömürleri var: bir köyde Türkçe bilen, İstanbul kaldırımı çiğnemiş vb. nitelikler
taşıyan yeni bir Ağa türer. Bir gün bu yeni Ağa, karakol kumandanı ve iki süngülü
jandarmayla gelir, hiçbir şeyden haberi olmayan güzelce bir tarlanın ol sahibi köylüye: Çık!
der... Bre aman... Köylü, niçin çıkacağını sorar: Ağanın elindeki o arazinin kendisine, şu hiçbir
şeyden haberi olmayan sahibi tarafından satıldığını bütün kanuni belgeler ve yollarıyla ispat
eden deliller, şaşalayan köylünün suratına çarpılır. Nâçar, köylü ile koşar. Tapu memuru, her
şeyin yasal cereyan ettiğini ve işlemin tamam olduğunu bildirir... Ve sonra, galiba epeyce
acıdığı için, köylünün kulağına fısıldar:
“Bu işlemlerin sahte olduğunu biz de biliyoruz ama, ne çare herif bir kere şahit ispat bulup
mahkemede hak kazanmış... Sonra valiye hulûl61 etmiş... Sizi kim dinleyecek?.. Hiç
yorulmayın...”
Ve köylü, son meteliğiyle aldığı silaha sarılarak dağa çıkar. O zaman Kemalizmden şu
unvanı kazanır:
Canavar Şaki [Eşkıya, Haydut]!
Tarih nasıl “tekerrür” olmasın! Senelerden beri Kemalizmin köylüye arazi “Dağıt”tığı bir
bölgeden bakın ne “hoş seda”lar geliyor:
“Palu’da halk kitleleri; büyük arazi ve emlak sahipleri adına çalışmaktadır.
Hükümetin son zamanlardaki meşhur faaliyeti; bey ve ağa yetiştirmeye uygun bir
anormal tasarruf yöntemi yerine çok makul tedbirlerin uygulanmasını
kolaylaştırmıştır. Bu suretle halk ağa ve beyden kurtulunca, toprak ve ev sahibi
olunca hükümete karşı fedakârlığı arttırmış olacaktır... (Bununla birlikte 19281929’dan beri beş senedir, Kemalizmin güya Toprak Sorunuyla uğraştığı bu yerde,
sözün sonu şöyle geliyor – H. K.) Palu kasabası halkından hiç kimse yoktur ki bir
köy sahibi olmasın. En önemli arazi ve emlâk Cemşit beyin ahfadından
[torunlarından] olan beylerin elindedir.” (B. Turgut, Şeyh Sait’in ve Doğu
Derebeyliğinin Beldesi Olan Palu’nun Tarihçesi, Son Posta, 01.02.1933)
Üslub’u hakim: Hikmetli söz söyleme tarzı. Özlü söz, sağsöz, vecize. Üslub’u hakimane: Hikmetli söz söyleme
tarzınca, bu tarza uygunca. (Buradaki anlamı: Kitabına uydurarak.)
61
Hulûl: Birinin ya da birkaç kimsenin sevgi ya da güvenini kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek,
yanaşmak.
60
54
II- Yönetim
Yukarıdaki “Arazi Sorunu”, sistem olarak Kemalizm ile Kürt Ağalığı arasındaki konspiratör
uzlaşmanın derecesini ve derinliğini yeterli derecede gösterir. Bir kere, olayları ufak
memurların suiistimali saymak da safdilliğin daniskası olur. Esas itibariyle bu sorun şöyle
konulabilir: Uluslararası Burjuvazi, kapitalist devrimin bir parçası ve zorunluluğu olduğu
halde, arazi mülkiyetini kaldırarak toprağı millîleştiremedi. Ve emekçi sınıfların artıdeğerlerini
büyük iratçı arazi sahipleriyle paylaşmaya razı oldu: tek “Özel Mülkiyet”in kutsiyetine,
mübarekliğine toz konmasın diye... Bizim ulusal burjuvazi, yani Kemalizm de, ikide birde
hırlaştığı ve tepiştiği Doğu Derebeyliğini, bütün gösterişlerine ve prestijini koruma
zorunluluğuna rağmen, atamadı ve ezilen Kürt Köylülüğünün artı-ürünlerini, Doğu Ağaları ve
Beyleriyle paylaşmaya mecbur kaldı: tek, kapitalizmöncesi ilişkilerden kurtulacak olan “Doğu
İlleri”nde herhangi ulusal bir hareket konmasın diye...
Sorunun içyüzü bu olunca, Doğu Ağalığı ile Kemalist Burjuvazinin sarmaş-dolaşlığında
anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur. Nitekim Kemalist devlet cihazının en küçük hizmetlisinden,
en büyük erkânına [ileri gelenlerine] kadar, Ağalıkla yapılan kompromide [uzlaşmada] çeşit
çeşit kahramanlara rast gelmek için Doğu İllerini bilenlerle iki kelime konuşmak yeterlidir. O
zaman öğrenilir ki, bir haraca çıkışta bütün köylünün evindeki çuval sicimine kadar derleyip
toplayarak konağına getiren ve köylünün getirdiği yağlar için küp müp yetmeyince bir bina
kadar sacdan hazineler [depolar] yapan Erzincanlı Mustafa Ağa, Kemalist devlet cihazının en
önemli rüknü [temel direği] olan İsmet Paşa’yı oğluna “Kirve” etmiştir!..
Ağalar, 1927’den beri, fakir Kürt Halkı üstündeki egemenliklerini yeni yöntemlerle
başarmaya başladılar. Yine eskisi gibi silahlı adamları var; fakat jandarma karakollarıyla da
gayet sıkı, özel ve yarı-resmî bağları vardır. Bu silah gücü bakımından böyle... Fakat köylüye
karşı, Ağalar, Büyük Millet Meclisi’ne kadar etkili olmayı bilirler. Ve tüm burjuva devlet
cihazına “entegre” olmuşlardır. Şimdi Kürt Ağası da birçok işlerini, Türk tefecisi gibi,
Kemalist devletini maşa gibi kullanarak becermeye yavaş yavaş alışıyor. Tabiî karşılık olarak,
Kemalizm de, birçok işlerini Ağanın “himmetiyle” [yardımıyla] başarır. Gerçi ara sıra olan
çekinilmez çarpışmalarda sık sık genç jandarmalar harcanır. Ama buna karşılık da, Cumhuriyet
hükümeti, eline düşen Ağaları epeyce “sağar”. Kapitalist düzende, aynı zümre kapitalistler
arasında bile olabilen bu gibi “rekabet” türünden olay bir tarafa bırakılırsa, her türlü
çelişkileriyle Doğu Ağalığı ve Kemalizm, aynı ip üstünde oynayan iki cambazdır. Unutmamalı
ki, bu anlaşma ve beraberlik, aynı sınıfın zümreleri arasında değil, birbirine oldukça zıt iki ayrı
sınıf arasındadır. Onun için, bugünkü Türkiye ile Yunanistan dostluğuna ve Türk-Yunan
uluslarının kardeşliğine benzer basit uyuşmalardan fazlası bu beraberlikten beklenemez. Ama,
tam birlik yok diye, bir uzlaşma da yoktur denemez. Ağalıkla Kemalizm arasındaki uzlaşma ister dostça, ister düşmanca olsun- vardır.
Örnek:
a- Genel yönetimde
“Beyleri en çok kuşkulandıran şey halkın hükümetle temas etmesidir. Bu temasa
engel olmak için her çareye başvuruyorlar... Hükümetin arzularını o kadar
çalakiyle [çabuklukla] yaparlar ki, hakim olmayan bazı yönetim memurları
bundaki kolaylıktan vazgeçmiyorlar...
“Tahsildar vergiyi mükelleften istemez. Mübaşir adliyenin emrini ilgiliye tebliğ
edemez... Bir şey soruşturulacaksa halka sorulmaz... Vb.” (Yusuf Mazhar, agy,
Cumhuriyet, 22.07.1930)
Bir burjuva yazarından daha fazla ne söylemesi istenebilir: Vergiyi Ağa toplar, Kemalist
adaletin nüfuzunu Ağa temsil eder, jandarma işi Ağanın üstündedir vb... Tahsildar, mübaşir,
sorgu yargıcı, savcı hep Ağa ile el ele vererek çalışırlar... Hem bu söylendiği gibi “bazı
55
yönetim memurları”na özgü değildir. Doğu İllerinde en ufak bir işin hakkından gelmek isteyen
memur, ne kadar büyük ve küçük olursa olsun, Ağaların harimine62 girmeye ve Beylerle senli
benli olmaya mecburdur. Yoksa en kısa zamanda ayağının altı karpuz kabuğu oluverir! Hem
bu, tekrar edelim, yerel memurlarla da sınırlı değildir. En büyük devlet rüknleri [temel
direkleri] de önemli bir iş için “halka sorulma”sına imkan bırakmaz.
Örneğin:
“Mazgirt 16 (A.A.) - İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bey Hozat’ta kasaba halkını,
gelen aşiret mensuplarını kabul etmiştir. Halk ve aşiret mensupları hükümetin
kurtarıcı elinin bu bölgeye uzanarak Cumhuriyetin feyzlerinden [ilerlemelerinden,
verimlerinden] yaralanmaları imkânını rica etmişlerdir.” (Cumhuriyet, 17.11.1931)
Burjuva Bakanının halkı ve aşiret mensuplarını kabul edişinin anlamını bugün Türkiye’de
anlamayacak tek adam yoktur. Hozat Kasabası, yukarıda adı geçen, maddi olarak mütenazırı
[simetriği] bulunan Palu Kasabası gibi, her biri birkaç köy sahibi olan “Halk” ile meskûndur.
Aşiret adına bir Bakanı görmeye gelenlerin kimler olacağını tekrarlamayalım. Şu halde İçişleri
Bakanı da ağalarla büyük arazi sahiplerini “kabul” etmiş ve onlarla konuşmuştur.
b- Eğitimde
“Kaymikayim” (bu Kürdistan’daki Kaymakamın telâffuzudur) bir Hoca getirteceği zaman
hangi köye verilmesi gerektiğini Ağadan sorar. Ağa köye devletin gönderdiği bir Hocayı
sokmak istemez. Fakat, hayır da demez. Öyle bir köy gösterir ki, orada din dersi istemeyen asi
Kızılbaşlar oturur. Tabiî Hoca köye varır varmaz kızılca kıyamet kopar ve Hoca ardına
bakmadan sıvışır.
O zaman Ağa, Kaymakama şu gerçeği söyler:
“Canım, bu Marabaların çocuklarını okutayım da, yarın çocuklarımın burnuna mı
dikilsinler?”
Ve zaten Birinci Genel Müfettişlik’ten: “Kürtleri okutup da, Kürdistan’ı da bir Arnavutluk
mu yapalım!” kararını bellemiş olan Kaymakamın fikri de, başka yoldan, fakat gelir,
Ağanınkiyle birleşir. Onun için, her Kürt Marabasının acı hatıraları arasında şöyle hikâyelere
rastlarsınız:
Bir Maraba çocuğu, nasılsa, erkekli kızlı Ağa çocuklarının kafilesine karışarak beraberce
ders almak fırsatını ele geçirir. Bilgide yaşamsal bir önem gören çocuk Ağazâdelerin bir yılda
öğrendiğini devam ettiği bir ay içinde kavrar... Durumu sezinseyen Ağa, sınıfı teftişe gelir. Bu
hali gözleriyle görünce, (kendininkilerden yaşça çok daha küçük olan) Maraba yavrusunu
“namahrem kızlar” ile (evvelce bir ay hiç sesini çıkarmamışken, şimdi) bir arada okutmayı
“namus”ça uygun bulmaz; Hoca [Öğretmen], kulağına: “Ne yapalım, Ağa emretti”, diye
fısıldayaraktan, çocuğu dershaneden uğratır... Babası Hocaya itiraz edecek olur: aynı cevabın
tedhişçi [yıldırıcı] darbesi!..
c- Çapul
Edirne Milletvekili Şeref “Birinci Millet Meclisi” anılarında, Doğu İllerinden Dersim
hakkında şöyle bir tasvir yapar:
“Bu yerler, bu dağlar ve taşlıklar fesat, şekavet [eşkıyalık], cahillik ve gaflet
[aymazlık] bucaklarıdır. Burada yaşayan insanlar, ilkel adamlardır. Bir taş
kovuğunun içinde, başını bir taşa dayayarak, yüz bin yıl evvel yaşamış Âdem soyu
gibi hâlâ, o örneği gösterip duruyor. Bunun yalnız, birkaç yüz kelimelik bir dili ve
eline öldürmek için şeyhin, beyin verdiği tüfeği vardır.
“İşte bunlar bu dağların sakinleridir. Marifetleri de, yalnız öldürmek ve
rastgelen köyü, insanı, kervanı soymak ve hepsini götürüp Mü’mine, Şeyhe, Seyide
62
Harim: Girilmesi yabancıya yasak olan, kutsal tutulan, korunan yer.
56
vermektir.” (Edirne Mebusu Şeref, z. k., Milliyet, 03.01.1932)
Aşiretler talancıdır. Bu muhakkak. Fakat, Marks’ın Kapital’inde Roma için dediği gibi,
hiçbir zaman yeniden oluşan talan edilecek bir şey bulmaksızın talan yapılamaz. Zaten aşiretler
en çok birbirlerini talan ederler.
Sırf talanla geçinen üç milyon nüfus düşünmek, hem Ağanın, hem Kemalizmin ayrı ayrı
talan ettiği emekçi Kürt “Miriyvo”larını, İş Bankası’nın hissedarları yerine koymaktan farklı
mıdır?
Onun için, Kürtlerin “yalnız öldürmek ve rastgelen köyü, insanı, kervanı soymak” ile değil,
belki Maraba olarak Beye haraç ve Kemalizme vergi vb. vermekten canı çıkıncaya kadar
çalışmakla geçindiğini hatırdan çıkarmak için, Cumhuriyet Burjuvazisinin tayin ettiği
Milletvekili olmak lâzımdır. Burada doğru söylenen yön, Kürt fukarasının çapul edilen
şeylerin “hepsini götürüp Mü’mine, Şeyhe, Seyide ver”diğidir… Lâkin sorun buracıkta ve
böylece bitmez.
Talanı örgütleyen Ağadır. “Kolbaşı”ların emrinde hareket eden birer “Kol” ile yolları
kestirir, davarları çevirtir vb… Talandan gelen metaların gayet az bir kısmını Kolbaşıya, bir iki
taltif kelimesini [gönül okşayıcı sözcüğü] de adamlarına bağışlar. Geri kalan eşyanın epeyce
bir kısmını yüksek mülkiye ve jandarma memurlarına ayırır... Ağalarla “Kaymikayim”lar
arasındaki mektuplaşmalara bir göz atan, çok kere Kemalist devlet cihazı ile Ağalık arasındaki
sıkı dayanışma ve hususileşme [özel ilişki oluşturma] derecesi karşısında gözlerine inanamaz.
Bazı mektuplarında, “Kaymikayim”, Ağaya aşırdığı koyunları kendisine gönderirse, şimdiye
kadar olduğu gibi, sorunu kapatacağını; yoksa, bu sefer işin pek açığa çıkması (bir-iki kelime
okunamadı) fena edeceğini bildirir. Bu gibi omuzdaşlıklar, talan yapan Ağadan daha baskın
birisine ait mallar için yazıya dökülür.
III- Burjuva Adaleti
Cumhuriyet devrinde Karagöz ile Hacivat heybetine ve heyetine sokulan, o “lâ-yen-azl”
[azlolunamaz, görevden alınamaz], o “ulus adına yargılama yapan” “yargıçlar”, Batı İllerinde
oldukça “perde kurup, mum yakar” ve bu perdenin arkasında oynarlar. Doğu İllerinde ne
“perde”ye, ne “mum”a gerek yoktur. Gerçi heybetleri orada da “zıll’i hayâl: hayal gölgesi”
kişilerinden farksızdır. Ama, oyunları, Batı İllerinin Komünist mahkemelerinden farksızcasına
ve hatta ona taş çıkartırcasına ve Ortaoyunvârî, perdesiz merdesizdir. Burjuva adaleti,
dünyanın pek az yerinde, Kürdistan’da olduğu kadar sinik [utanmaz] ve maskesiz sırıtır.
Kemalist Burjuvazi, Doğu İllerinde yalnız subaylarına güvenir. Çünkü orada fiilen egemen
güç jandarma ve askerdir. Fakat bu asker ve jandarmayla adalet arasında su sızdırmaz bir
“emek-beraberliği [işbirliği]” var. Kemalizm, derebeyliğin -hasbelkader- bükemediği elini öper
görünürken ısırmak siyasetini takip ediyor ve Jandarma + Hâkim blokunu bu siyasette eksen
yapıyor. Ağalığı devrimci metotlarla yok edemeyeceğini ve yok etmek istemediğini hisseden
Kemalizm, o kendiliğindenci ve bilinçsiz burjuva kaderciliğiyle Doğu İllerinin geleceğini,
kendisinin de pek iyi anlayamadığı, fakat akıntıya kapılmışçasına uymaya mecbur olduğu bir
“evrim” siyasetine bel bağlamış görünmekten hoşlanıyor. İşte Doğu İllerinin “adâlet”i, bu
burjuva “evrim”ciliğinin tam cisimleşmesidir. Ağalığı asla ürkütmeden eritmek! Bu görev,
jandarma ile adalet arasında üleşilmiştir. Adaletin bu öz rolü, onu bazen, mukaddes kitaplarda
tasvir edilen “Allah” kadar mutlak yetkili; bazen de leblebicinin çırağı yahut Ağanın keloğlanı
veya lokanta garsonu kadar “emre amade” kılar. Ağalığın “lâ-yüs'el”liği [sorumlu
tutulamazlığı] ile kapitalizmin “idare’i maslahatçılığı”63, Kemalist adaletin karakteristiğidir.
Belirli bazı sınırlar içinde, nasıl adamlarına dayanan derebeyi, başka hiçbir güç ve
sorumluluktan korkmaksızın, dilediğini yaparsa, neferlerine emir veren subay, mübaşirlerine
63
İdare’i maslahat: Bir işi, gerektiği gibi değil de günün koşullarına göre yapma; işi oluruna bırakma.
57
“hüküm ki” diyen hâkim -burjuvaziye karşı hiçbir hesap verme sorumluluğu olmadığı oranda“lâ-yü’selü ammâ yef’al”dir64. “Hak kuvvetindir” kavramının ne olduğunu gözüyle görmek
ve eliyle tutmak isteyen, Doğu İllerine gitsin. Orada öyle: “Hakkım” diye haykıran Ağalar
vardır ki, gözlerinin madenî parıltısından, “hak”kının adalet huzurunda kaç altına alınıp
satıldığını öğrenmekten daha kolay hiçbir şey yoktur. Onun için burada “Hakkım var” diye
bağırabilen, mutlaka güçlü sayılır ve haklı değil, güçlü olduğu zannıyla hürmet görür.
İşte bu çeşit bir adaletin, fakir Kürdistan Halkıyla temasa geçmesi cidden acıklıdır. Doğu
İlleri “hizmet’i mecburiye”si [zorunlu hizmeti] süresinde, tekaüdiyesinin [emekli aylığının]
sağlayamayacağı bir dünyalık elde etmeyi amaç bilen Kemalist adalet temsilcileriyle,
bukalemun gibi her devrin rengine girmekte ve her çeşit soyguna uymakta emsalsiz olan
derebeylik, “Hem ye, hem yedir” şiarı ile bir kere el ele verdiler miydi, artık Kürt fukarasının
başına gelen düşünülsün... “Anayasa”nın yasakladığı: “İşkence, eziyet, angarya” Kürdistan
Halkının uğradıkları yanında pek hafif deyimlerdir.
Doğu İllerinde burjuva adaletinin hummalı faaliyeti hakkında bir fikir edinmek için şu iki
enteresan olayı biraz düşünmek yeterlidir:
1- 1933 senesi başlarında bir İstanbul akşam gazetesi, İstanbul’da her bin nüfusa bir avukat
düştüğünü yazıyordu. Oysaki Doğu İllerinin merkez kazalarında, biz diyelim her yüz, siz deyin
her on kişiye bedel bir avukat bulunabilir. Orada öyle şehirler vardır ki, çarşısında mevcut
dükkânların yarısı avukat ve arzuhalci dükkânıdır! Bunların ticareti, adalet alım satımıdır...
2-Dil devrimcileri ne kadar sevinseler yeridir: Kürdistan Halkı, adaletin resmî dili sayesinde
epey Türkçe öğrenmiştir. Fakat Kürt Köylüsünün öğrendiği Türkçe, insanı güldürmekle
ağlatmak arasında şaşkın bırakacak derecede ibret parçalayıcıdır. Halkın en çok bildiği
“malûmat [bilgi]” ve “Türkçe” hep adliye hileleri, mahkeme oyunları ve adliyeci deyim ve
terimleridir. Türkçe su ve ekmek istemesini pek bilmeyen öyle köylüler vardır ki: “Merkunun
laporunda darp âsâri müşare… vb.” (Merkumun [adı geçeninin] raporunda darp eseri
müşahade… vb. demektir) tarzında size, bir mahkeme zabıtlarının bütün cümlelerini
tekrarlayabilir.
Bu şiddetli adalet süreci, bu Kemalist adliye değirmeni, hava için dönmüyor. Kürdistan
Fakir Halkının kemiklerini öğütüyor.
Birkaç örnek:
Tefeci örneği: Köylü, Ağadan 3.000 kuruş senetle ödünç alır. 1.000 kuruşunu arada öder.
Tam ürün zamanında Ağa 2.000 kuruşunu birdenbire ister. Oysaki köylü hemen o dakika
ödeyecek durumda değil... Ağa, köylüye ceza olarak, bu sefer evvelce aldığı 1.000 kuruşu da
inkâr ederek -çünkü Ağa köylüyü her kazığa bağlar, ama köylü Ağadan verdiği 1.000 kuruşa
karşılık imza isteyemez, Ağa için bu hakarettir!- “İcra”ya 3.000 kuruş alacaklı gibi müracaat
eder. Soruna şahit var ama kim Ağanın aleyhinde şahitlik edebilir? Zaten köylü kendisini
toplamaya vakit bulamadan, adalet tarladaki ürününe haciz koymuştur bile...
Derebeyi: Herhangi bir işten içerlediği köylünün tarlasını, Ağa söktürür ve adamlarına
kendi tohumlarını attırır. Aç kalan Köylü, Ağayı şikâyet etmeyi göze alacak babayiğitlerdense,
bir dilekçeyle İlçe Mahkemesine başvurur. Ve kaç dilekçe verirse hepsi de sistematik olarak
kaybolur; çünkü mahkeme başkatibi Ağanın akrabasından, savcı gizli ve sâdık ahbabındandır.
Aradan seneler geçer, yerinden yurdundan olan köylü, oldu olacak bari Ağaya bir şey yapabilir
miyim diye tekrar bir müracaat yapar... Fakat geç kalmış Tatar ağası: üç sene evvel olan olay,
son Tecil Kanunu gereğince ke-en-lem-yekün’65dür!
Kemalist adaletle, şu kadar madenî altına uyuşan Ağa, herhangi köylüyü istediği gibi
64
65
Lâ-yü’selü ammâ yef’al: Yaptığından dolayı sorguya suale (soruşturmaya) uğramayan, Allah.
Ke-en-lem-yekün: Sanki yokmuş, hiç yokmuş, hiç olmamış gibi.
58
mahkûm veya beraat ettirmek iktidarındadır:
İsterse beraat ettirir: Ağanın kardeşi veya damadı hâkimlere bir ziyafet çeker, yahut bir gece
savcı beye evinde özel olarak ziyarette bulunur: “Falan adamı bana bağışlayın!” dedi mi, sanık
veya tutuklunun suçu hakkında “kanaat’ı vicdaniyye” ortaya çıkması imkânı yoktur. Ufak bir
formalite hazırlığından sonra, “suç sabit olamadığından” tutuklunun beraatına gidilir:
“Bizim Beyimiz olmazsa halimizi kim sorar? Bize kim sahip olur? Elimizden bir
kaza çıkarsa bizi kim arkalar?” (Yusuf Mazhâr, agy. Cumhuriyet, 20.07.1930)
İsterse mahkûm ettirir: Doğu İllerinde şahitlik, parçası 5 mecidiyeden 15 mecidiyeye kadar
değişen alınır satılır bir metadır. “Dâvanın cürmü bilir”. Ağanın emrinden az bir sapıtma, fakir
Kürt Köylüsü için ölümlerden ölüm beğenmeyi gerektirir. Bir hırsızlık, bir yaralama, bir
öldürme vb. isnatları, olmamış suçu iki kere iki dört edercesine, Cumhuriyet burjuva adaletinin
dilediği şahit ve ispatlarıyla birlikte hazırlanıverir! Ertesi günü jandarma onbaşısı lâzım gelen
tutanağını düzenler. Ağanın Muhtarı ve Yönetim Kurulu [İhtiyar Heyeti], ilmühaberleri
mühürler ve çarçabuk Cumhuriyet Savcısının tevkif müzekkeresi kesilir. Aylarca tutukluluk ve
yıllarca mahkûmiyet elde bir...
Bu Kemalizm + Ağalık ittifakı karşısında, Kürdistan Köylüsü, burjuva kaldırım şairlerinin
ve satılık basın yazarlarının beceremedikleri edebiyatlar yaratır:
“Yoncamı damıma kaldırsam, çocuğumla, yakılacağımı bilirim. (İyi anlatıyor:
hükümetçe satılan bir toprağın yoncasını biçen “Miriyvo”. – H. K.) Tarlada
bıraktım. Cayır cayır yakıldı. Kime şikâyet edersin... Ağa, Marabanın köpeği
demirimi yedi dese, inanırlar. Biz Ağanın köpeği ekmeğimizi, pekmezimizi, etimizi
yedi aman desek: - “Yalan söylüyorsunuz! Ağanın köpeği toktur.” cevabını
verirler...”
İşte Kemalist adaletin, Kürt Köylüsü ağzıyla tasviri: Adalet, Maraba köpeğinin, Ağaya ait
demiri yediğini kabul eder. Çünkü Ağa, bu yalanını mecidiyelerle tuttuğu şahitlere ispat
ettirecek kanun yollarını elinde tutar. Ağa köpeğinin, Marabaya ait ekmeği yiyebileceğini
işitmek bile istemez... Marabanın bütün iddiaları adalet nazarında: “Kavl’i mücerret”66 kalır.∗
Yalnız bu “adalet sermayesi” faslında, kapitalist Kemalizmi Ağalığı kullanayım derken,
Ağalık Kemalizmi öyle bir kullanır ki, “Adalet” hanımefendi, Galata sermayesinin vizitesi
aşağılarından da aşağıya düşer. Örneğin, Ağa, düşmanını çerisine (silahlı adamına) vurdurur.
Düşman da bir Ağa ise, “arayanı” vardır. Şu halde, adalet gayrete gelecektir... Kim vurdu?
Ağanın adamlarından biri... Hangisi olduğunu bir Ağa, bir de vuranın kendisi (ve özellikle
köylünün deyimiyle: bir de Allah) bilir... Onbaşı ile Ağa tutanakta mutabık kalırlar. Ağa, her
gün, sırtında sadist zevkini sopa ile tatmin ettiği “Miriyvo”lardan en şapşalını jandarmaya ve
“pençe’i adalet”e teslim eder. Memo yerine Azo’yu tevkif ettirtir. Çünkü Memo yine yarın,
öbür günkü talanda veya düşmanla kavgada eli silah tutar bir güçtür. Azo ise, insanlığı çiğnene
çiğnene toprağın demirbaş bir davarı halinde hayvanlaştırılmış sayısız “Miriyvo”lardan biridir.
Azo, adaletin cübbeli ve külahlı huzurunda Mahşer gününün terazisini ve zebanilerini görmüş
gibi ne diyeceğini çoktan şaşırmıştır. Sorulan şeylere ya gülmek ya ağlamakla cevap verir.
Bereket, pek de aklı yerinde görülmediği için, Azo mahkûm edilemez. O zaman Ağa, bir taşla
birçok kuş vurmuştur: en kötü “Miriyvo”sunu bile kaybetmedikten başka, cinayeti güme
götürmüş, çerisini cezadan kurtarmış ve Kemalizm sayesinde, nüfuzunu iki kat etmiştir. Yok,
Kavl’i mücerret: Delilsiz, ispatsız, tanıksız söz.
Bilmem, burjuva Cumhuriyetinin hangi Kanunu’nun hangi maddesinde yazılıdır veya yazılı değildir... Yalnız
her Doğu İllinin ve her Kürt fakirinin kulağında küpe gibi taşıdığı bir suç vardır: “Makamatı [makamları] işgal”
suçu! Bir Maraba, herhangi biçimde verdiği dilekçelerin yürümediğini, davalarını adalet önünde kaybettiğini vb...
gördükten sonra, hâlâ inat eder, ayak direr ve şikâyete devam ederse, derhal “Makamatı işgal” suçuyla “taht’ı
tevkife” alınır [tutuklanır]... Sıkıysa, şikâyet et!
66
∗
59
mahkeme bir Azo’yu mahkûm ederse, adam sen de, günde beş altı Azo başka aşiretlerden
kaçıp Ağanın himayesine sığınmıyor mu? Ağasına feda olsun Azo’lar... Azo’ların parasını
verdi ki, Ağa!..
***
Bu kısa açıklamalardan kolayca anlaşılabilir ki, Doğu İllerinde Ağalığın, bütün erkânıyla
[esaslarıyla] var olması ve yeni şartlara adapte olmaktan, yeni soygun yöntemlerini talim
etmekten başka bir değişiklik tanımaması, ancak Kemalizmin silahlı ve silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Bilinemez, belki, Kemalizmin Doğu İllerinde var olması da, karşılık
olarak, ancak Ağalığın silahlı ve silahsız yardımı ve el-birliği sayesindedir. Çünkü Marabalar
ve fakir köylüler arasında Ağaya veya Beye karşı depreşmek isteyen en ufak bir hareket
üzerine, Ağa derhal ilçeyi, ili, hatta icabında Büyük Millet Meclisi’ni haberdar eder: Köylü
isyan teşebbüsündedir!.. O zaman tüm jandarmalar, civar askerî güçler, uçaklar kıpırdamak
isteyen köylülüğü olduğu yerde dondurur. Hükümete karşı koymak yeteneğini gösteren
herhangi bir isyan hareketinde, derhal Kemalizmden maaş alan sadık Ağalarla Milis güçleri,
ezilen Kürt Halkının etrafını sarar.
Kemalizm, “nâm’ı nâmî’i Hazret’i Şehriyari”ye 67 mevlitler okutarak halk hareketi
kışkırtmaya kalkıştığı zaman, bu gericiliği besleyişini emekçi Türk Köylüsünün dindarlığına
yüklediği gibi; Kürdistan’da Ağalıkla ve Beylerle zımnî [kapalı, gizli] ittifakını da, “Doğu
İlleri” nüfusunun gericiliğiyle açıklamaktan hoşlanır. Gerçekte Kemalizm, Bağımsızlık Savaşı
sırasında nasıl geniş ve demokratik bir Köylü hareketinden korktuğu için, Hilâfeti, sonuna
kadar, Sultan’ın bizzat kendisi çekilip gidinceye kadar, halka karşı bir kalkan gibi kullandıysa;
tıpkı öylece, bugün de, Kürdistan’da gene geniş ve demokratik bir Köylü Hareketinin
varabileceği aşamalardan ödü patladığı için, Kürdistan Fakir Halkına karşı, Ağalığı ve Beyliği
kalkan gibi kullanıyor ve Kürtlüğün derebeyice parçalanışından kapitalist egemenliği ve
çapulu adına, uçsuz bucaksız bir zevkle hazzediyor. Kürt fakir halkı da, Kemalizmin her gün
sırtında oynayan satırı ile uygulamalı bir biçimde öğrenmiştir ki, Kemalizm, Doğu İllerinde
derebeylik ve derebeyi artıkları ile müttefiktir. Onun için, Cumhuriyet Burjuvazisinin, ara sıra
kürsü yüksekliğinden, derebeyliğe karşı sözde savurduğu palavralara asla kulak asmıyor.
Ağalığa karşı mücadeleye geçtiği gün, karşısında bütün yırtıcılığı ile Kemalist devlet cihazını
bulacağını biliyor. Onun için, Ağalığı kaldırayım derken, daha zalim ve katmerli bir uçuruma
yuvarlanmak tehlikesine düşmekten bihakkın [hakkıyla, gerçekten] korkar. Şimdiye kadar
geçirdiği deneyimler, Cumhuriyet Burjuvazisinin sömürgeleştirdiği Kürdistan’da, derebeyliği
tuttuğundan başka bir şeyi ispat etmemiştir.
Adı geçen burjuva yazarı bile bir yerde bunu oldukça açık bir biçimde şöyle itiraf ediyor:
“Bu sahada yaşayan halkın, geçirdikleri hayattan daha emin, daha mes’ut bir
hayat mevcut olabileceğine inanmadıkları şüphesizdir. Onlarda öyle bir kanaat
vardır ki –Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktan - (yani, Ağadan
kurtulayım derken, hem Ağanın, hem sermayenin çifte soygununa uğramaktan –
H. K.) korkarlar.” (Yusuf Mazhar, agy, Cumhuriyet, 22.07.1930)
Aynı yazar, “bu duyguyu, bu kanaat dalâletlerini [sapkınlıklarını] eski devirler”in
doğurduğunu söylüyor ve “Cumhuriyet’te tashih edecektir [düzeltecektir]” diyor... Diyor, ama,
Nâm’ı nâmî: Şanlı ad. (Bu sözler 21 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in tüm ordu, mülkiye ve belediye şeflerine
çektiği telgraftandır. (Nutuk, C: I, s. 431, 1962 Baskısı (F. Fegan). Nutuk-Söylev, I. Cilt, s. 576, Türk Tarih
Kurumu, 5. Baskı.
Hazret’i Şehriyari: Padişah. (Bu sözleri de Mustafa Kemal özellikle telgraflarda unvanını yazarken kullanır:
Üçüncü Ordu Müfettişi Fahrî Yaver-i Şehriyarî Mirliva Mustafa Kemal. Nutuk-Söylev, III. Cilt, s. 1212 vb., Türk
Tarih Kurumu, 5. Baskı).
Nam’ı nami’i hazreti şehriyari: Padişah’ın Şanlı Adı.
67
60
yalnız buraya kadar olan örnekler ve açıklamalarımız bile, burjuva “Cumhuriyeti”nin, bu
“dalalet”leri ne dereceye kadar ve nasıl “tashih” ettiğini kafi derece göstermez mi?
Ekonomik Sömürü
Doğu İlleri meyve (üzüm, kayısı vb.), hayvansal ürünler (yağ, süt, deri, yün), unlu ürünlerce
(pirinç, patates vb.) bereketli tarımsal bir bölgedir. Bugün doğal ekonominin buradaki
genişliğini gösterecek biçimde, hemen her ilde az çok pamuk ve kenevir yetişir. Bununla
birlikte bazı bölgelerinde tütün ve afyon, hatta incir, zeytin ve kereste de pazara çıkabilir.
Fakat, Doğu İllerinin sömürge ekonomisine özellikle elverişli olan varlığı, zengin
hammadde kaynaklarıyla dopdolu oluşudur. Yeraltında gömülü duran cevherler arasında
kurşun, gümüşlü kurşun, demir ve kükürt gibi Türkiye’nin başka yerlerinde de bulunanlarından
başka, o kadar sık rastlanılamayan çinko, kırmızı boya, tuz, şap, sünger taşı gibi madenler,
hesaba katılacak zenginliktedirler. Ama, Doğu İllerinde özellikle modern sanayide, hatta krize
rağmen önemlerini ve pazardaki değerlerini kolay kolay kaybetmeyen bakır-manganez-kalay
ile altın-gümüş gibi kıymetli madenlerin, özellikle kömür-petrol adlı enerji kaynaklarıyla yan
yana duruşu, bu bölgedeki hammadde hazinelerinin anlamını büsbütün canlandırır.
Doğu İllerinin, ekonomik bakımdan üzerinde durulacak bir üçüncü niteliği, bol işgücü
kaynağı olabilişidir. Bu bölgelerin ekonomik geriliğine rağmen nüfus hayatiyeti [canlılığı],
tarihsel etkenlerle, nispi [göreceli] bir güç gösterir. Bunu anlamak için, Doğu İlleriyle Batı
İlleri arasında doğum, ölüm ve nüfus bakımından kısa bir karşılaştırma yapmak yeter.
“TC Devlet Yıllığı: 1928-1929” isimli resmî kitabın rakamlarını alalım: Elâziz, Beyazıt,
Hakkâri, Diyarbekir, Gaziayntap, Van hariç olmak üzere, 11 Doğu İlinde bir yıl içinde
doğanlar 46.589, ölenler 18.864 kişidir. Yani doğanlar ölenlerden hemen hemen, iki buçuk
defa (% 247,8) daha fazladır. Bu doğum ve ölümleri nüfusa oranlarsak, doğumlar nüfusun (11
ilde nüfus toplamı 1.914.167 olduğuna göre) % 2,48’i, ölümlerse % 0,98’i oranındadır. Nüfus
toplamları (Doğu’da 11 ilde 1,9 milyonken) 1.592.366 kişi olan [Batı’daki] 7 ilde doğanlar
33.148 iken, ölenler 20.876’dır. Bu yedi Batı İlinde (İzmir, Manisa, Edirne, Isparta, İçel,
Burdur, Bolu), doğum, ölümün ancak bir buçuk misli (% 158,7)dir. Ve doğumlar, nüfusun %
2,08’i olduğu halde, ölüm nüfus toplamının % 1,31’ini oluşturur. Başka deyimlerle ve
yuvarlak hesap: Batı’da takriben yılda 3 kişi doğarsa, 2 kişi de ölür; oysaki Doğu İllerinde,
yılda 5 kişi doğduğu halde ancak 2 kişi ölüyor. Başka deyişle, nüfus Batı İllerinde yılda l’den
az fazla artıyorsa, Doğu İllerinde hemen hemen 3’e yakın artıyordur. Doğu İllerinde doğumlar
daha çok, ölümler daha az; Batı İllerinde, Doğu’ya oranla doğumlar daha az, ölümler daha
çoktur. Onun için, Doğu İllerinden 11’inde bir yılda nüfus tam % 1,50 arttığı halde, yedi Batı
İlinde aynı yıl içinde nüfus ancak % 0,67 oranında artıyor. Doğu’da nüfus her yıl Batı’dan iki
buçuk, üç [kat] fazla artıyor.
İşte Türk Burjuvazisi, Doğu İllerini ve Kürdistan’ı, bu üç noktadan sömürge yöntemleriyle
sömürüyor:
1- Tüketim hammaddesi;
2- Üretim hammaddesi;
3- İşgücü… yönünden...
Bunlara bir dördüncüsü olarak Maliye satırını da ilâve edersek, Türk Burjuvazisinin
Kürdistan’ı ekonomik olarak ezişine az çok dikkate değer örnekler bulunmuş olur.
Bugün sömürge deyince ne anlıyoruz?
Anavatan Finans-Kapitalinin emrinde tutulan münhasır [sınırlanmış] ve açık metalar pazarı
ve hammadde kaynağı olan siyasi olarak bağımlı bir ülke… Finans-Kapitalin anavatanı,
sömürge ülkenin daima tarımsal kalmasını, bu pazar ve hammadde kaynağını elinden
kaçırmamak için ister. Şu halde bir bölgenin sömürge durumunda tutulduğu, bir kelimeyle o
bölgede sanayinin gelişiminin, siyasi amaçlarla durdurulmasından anlaşılır.
61
Türk Burjuvazi Doğu İllerinde böyle bir amaç izliyor mu?
Evet.
Türkiye Finans-Kapitalinin organı Doğu hakkında yazıyordu:
“Her toplumsal reformun birinci aşaması, hemen hemen gerçekleştirilmiş
sayabileceğimiz, düzen ve güvenliğin tesisi [kuruluşu] ve küşadı [açılışı]dır.”
(Economiste d’Orient, 10 Kasım 1931, Sayı: 444)
“Düzen ve Güvenlik” için mi “Reform” gerek, yoksa Reform için mi Düzen ve Güvenlik
gerek?
Bunu tartışacak değiliz.
Yalnız, şundan iki şey anlıyoruz:
1- Sekiz on senelik Cumhuriyet Burjuvazisi henüz Doğu İllerinde “düzen ve güvenlik”i
tamamıyla “tesis ve küşad” ettiğine kendisi de inanmış değildir;
2- Fakat bu düzen kurulursa, Doğu’da “siyasal ve ekonomik reform” yapacaktır…
Dikkat ediyorsunuz: Batı İllerinde, nerede ise Yalova’daki Gazi tesisatını “Yalova Sefası
Devrimi” diye yayacak kadar, her değişikliğin adına “devrim” diyen Kemalizm, Doğu’da bu
kelimeyi ağzına almaktan korkuyor. Ve sadece masum ve çekingen bir “ıslahat”, hatta bu
kelimenin bile Türkçe gazetelerde Türkçesini değil, Fransızcası olan “Reform”dan (Siirt
Milletvekili Mahmut, Milliyet Başmakalesi, 10.12.1931) söz ediyor.
Bu “Reform”lar neler olabilirler?
Eğer köylüye “Arazi dağıtımı (yani Ağanın fazla toprağını satmak) ise, bunu, “düzen ve
güvenlik”in “hemen hemen gerçekleşmiş” sayıldığı o tarihlerde (193l), Doğu İllerindeki
örnekleriyle yukarıda görmüştük.
Ondan başka ise, acaba nedir?
Yukarıdaki satırların üstünden bir yıldan fazla zaman geç-. tikten sonra, devlet sanayisi
karşısında telâşa düşen Türk Burjuvazisine teminat vermek için, Gazi ile eski İş Bankası
Müdürü, yeni İktisat Vekili [Ekonomi Bakanı] Celâl68, Batı ve Güney İllerinde tura çıktıkları
zaman; Celâl, Balıkesir Ticaret Odası’ndaki söyleşisinde:
“Yeni kurulacak fabrikalardan bir kısmının Doğu İllerinde kurulacağını, çünkü
bu konudaki prensibinin dengeli ekonomik sistem olduğunu söylemiştir.” (Son
Posta, 22.01.1933)
Fakat burjuvazinin sözüne değil özüne, palavrasına değil yaptığı işine bakmak Bolşeviklerin
âdetidir. Önce, Ekonomi Bakanı beyefendinin bu sözü söylediği yer bile Türkiye’nin en Batı
İlidir. Eğer o sözü gidip Diyarbekir’de söylemiş olsaydı, bir derece anlamlı olabilirdi. İkinci
olarak, aynı adam ve Gazi, bu “inceleme seyahat”lerinde, Doğu İllerinin en Batı tarafında,
Adana sınırındaki Gaziayntap’tan ötede, hatta şöyle formel [biçimsel] bir “inceleme” yapar
olsun görünmediler. Söyledikleri söze rağmen, seyahatlerinin çizdiği sınır, Doğu İllerini Batı
İllerinden ayıran sınırdır. Bu da gösteriyor ki, Türk Burjuvazisi Kürdistan’ı sanayileştirmeye
gelmiyor. Bu gelmeyişini özellikle daha belirgin bir biçimde göze batıran olay şudur:
1932 senesinde, Sovyetler Birliği’nin verdiği, 16 milyonluk krediyle Türkiye’de dokuma ve
şeker sanayisi kurulacak… Sovyet uzmanları Türkiye’ninkilerle birleşiyorlar, ülkede inceleme
yapacaklar. Fakat bu incelemenin alanı, Gazi hazretlerinin “inceleme” alanı ile tıpatıp geliyor.
Uzmanlar -hatta yerel talep ve ısrarlara rağmen- Doğu İllerini dışarıda bırakan bir sınır içinde
incelemede bulundular. Yani “yeni kurulacak fabrikalardan bir kısmının Doğu İllerinde
kurulacağı”, olan bitene göre, Ekonomi Bakanı’nın uydurduğu bir lâftır. Hatta Sivas’ta bile bir
şeker fabrikası açmak isteyen Çekoslovaklara izin verilmedi (bunda İş Bankası’nın rolü de ayrı
tabiî)…
Kemalizm, her konuda, Doğu İllerinin sanayice ve hatta ekonomik olarak ilerlemesine
engeldir. Cumhuriyet Burjuvazisi için Doğu İlleri “extra-economique: ekonomi dışı” bir
68
Celal Bayar.
62
bölgedir. Kemalizmin, Türkiye’de sermaye biriktirmek için, son yıllarda epeyce gürültüyle
ortaya attığı Kooperatifçiliği bile, Doğu İllerine çok gördüğü göz önüne getirilirse, Doğu İlleri
hakkında ne düşündüğü açıkça anlaşılır.
Birinci Genel Müfettiş, Macaristan’dan M. Canadi isminde birisini getirterek, diktatörü
olduğu dokuz ilde incelemeler yaptırtıyor. Bu uzman, yazdığı kitapta, buralara Kooperatifin
zararlı geleceğini anlatmış! 1932 ortalarına doğru, Millet Meclisi’ndeki “bağımsız” İzmir
milletvekili, bu kitaba dayanarak, Türkiye’de Kooperatifçiliğin “zararlı” olduğunu, Halk
Partisi’nin yanlış yolda yürüdüğünü iddia ediyor. Halk Partisi Genel Sekreteri’nin cevabı şu
oldu:
“Uzmanın söz ettiği bazı sayılı illerimizde bugün derhal tarımsal kooperatifler
yapılması imkânını bana sormuş olsalardı ben de, bu kitabı okumadan aynı
görüşleri ileri sürerdim.” (Meclis Zabıtları, Cumhuriyet, 27.06.1932)
Ekonomik reform yapılamaz: çünkü, “düzen ve güvenlik” “hemen hemen gerçekleşmiş”,
yani henüz gerçekleşmemiştir. Kooperatif derhal yapılamaz: çünkü, herhalde düzen ve
güvenlik yok!..
Hangi demagojide bu kadarlık kaypaklık bulunmaz?
Uzman, Kooperatif “muzır”dır, der. Halk Partisi “imkânsız”dır, diye yorumlar. Oysaki, her
ikisinin de anlamı, hatta burjuvazinin kendisi için bile, Köylü kitlelerini daha yakından ve
örgütlü bir biçimde soymak ve sermaye biriktirmek için bir nimet olan Kooperatif kadar, her
rejime adapte olabilen elastiki [esnek] bir örgütü, Kemalizmin on seneden sonra hâlâ
Kürdistan’da uygulamaktan korktuğudur.
Türk Burjuvazisi Kürdistan’da ve Doğu İllerinde her türlü sanayi girişimini ve ekonomik
örgütü niçin binbir ihtiyatla karşılıyor?
Çünkü ekonomik olarak orasını sömürgeleştirmek, siyasi olarak orada Kürtlük davasını
uyandırmamak istiyor. Örneğin: Kürdistan’da fabrikalar açılırsa, bir Kürt Sanayi Proletaryası
temerküz edecek [merkezi biçimde toplanacak], bu proletarya ekonomik ve ulusal baskıya
karşı Kürt Burjuva ve Ağalarını gölgede bırakırcasına harekete geçebilecektir. Kürdistan’da
tarım kooperatifleri kurulursa, Ağalığın karşısında dağınık ve yenik inleyen Kürt Köylülüğü
içinde sınıf farklılaşması ve onun sonuçlarıyla birlikte örgütlü direniş belirir ve bu direnme
yeteneği Kemalizmin de işine gelemez.
Kemalizmin Doğu İllerindeki ekonomi politiğini anlamak için, şu kısa noktaları göz önünde
tutalım:
I- Finans-Kapital
Kemalist Burjuvazi, Doğu İllerini gerektiği gibi sömürebilmek için, iki şeye muhtaçtı:
1- Orada kendisine müttefik hazırlamak;
2- Oralarda kendisine ekonomik örgüt ve kurumlar kurmak…
Bu iki işi, bildiğimiz gibi, dünyanın bütün sömürgeci anavatan egemen sınıfları öteden beri
uygularlar. Bu iki kuşu vuracak bir tek taş vardır:
Finans-Kapital hazretleri…
Finans-Kapital sayesinde Kemalizm şu sonuçları elde edebilir:
1- Yerli değerleri Finans-Kapitalleştirmek;
2- Finans-Kapitalle kaynaşan değerlere bağlı sınıf ve zümreleri, Kemalizmin kuyruğuna
takmak;
3- Belli başlı değişim merkezleri demek olan il merkezlerini bu Finans-Kapitalin nüfuz ve
sömürüsüne uygun gelecek şekilde bezemek ve her türlü teşebbüsleri Finans-Kapital emrinde
toplamak;
4- Tarımı Finans-Kapitalin emrine sokmak… vb...
Herhangi bir anavatan, herhangi bir sömürgede, bu birbirinden çıkan sonuçları bir şebeke
63
gibi yayamadıkça tutunamaz.
A- Yerel Değerleri Finans-Kapitalistleştirmek
Ağrı Dağı İsyanı temizlendikten sonra, Türk Burjuvazisi, yalnız cebir ve şiddetle işlerin
yürüyemeyeceğini, Doğu İllerinin ekonomik mekanizmasında egemen rol oynayacak bir
sistem kurmanın zorunluluğunu daha etrafıyla anladı. Ve ondan sonra yavaş yavaş, Doğu İllerindeki dağınık servet billurlarını, kendi devlet cihazının koyacağı Finans-Kapitallerin
etrafında derlemeye girişti. Bu girişimin başında, Doğu İllerinin içinde özellikle özel bir terör
sistemini uygulayageldiği ve koyu Kürdistan hükmünde [anlamında] bulunan Birinci Genel
Müfettişlik bölgesinin dokuz ilini biricik bir bankanın altında toplamak gelir. Bunu doğrulayan
haberler 1931’den beri başladığı halde, ancak 1932’de asıl şeklini buldu:
“9 Doğu İli kendi aralarında bir banka açıyorlar:
“Diyarbekir (Özel) - Genel Müfettişlik bölgesi dahilindeki 9 ilin katılımıyla
Diyarbekir’de bir Yardım-Bankası açılıyor. Diyarbekir Özel İdare bütçesinden
15.000, Mardin de 6.000 lira ile hissedar kaydolunmuştur. Diğer iller Özel İdareleri
de bütçelerinin malî müsaadesi oranında ödenek vermişlerdir.” (Son Posta,
26.10.1932)
“Diyarbekir’de 300.000 lira sermayeli bir banka kuruldu:
“Diyarbekir (Özel) - Birinci Genel Müfettişlik bölgesine dahil bulunan
Diyarbekir, Elâziz, Urfa, Mardin, Siirt, Muş, Hakkâri, Beyazıt, Van illeri Özel
İdareleri ile bazı kimselerin katılımı sonucunda üç yüz bin lira sermayeli bir
(Yardım-Bankası) oluşturulması kararlaştırılmıştır.” (Son Posta, 03.11.1932)
Bu iki kısa haber açıktır: Devlet (Özel İdare) baş-mayayı (sermayeyi) tohum gibi atıyor ve
bu ilk tohum etrafında -tıpkı doyum halindeki bir şeker eriyiğine atılmış billurun [kristalin]
etrafında olduğu gibi- civar [yöresel] ve dağınık servetler (“bazı kimselerin katılımı”)
billûrlaşıyor. Avrupa’da büyük kapitalistlerin yaptıklarını, bizde Kemalist devlet cihazı
yapıyor. Tabiî, bu Doğu Bankası yahut (Yardım-Bankası), Cumhuriyet Burjuvazisinin
kodaman bankalarından birinin patenti altındadır. Fakat, yine tabiî, bu kısa haberler içinde
onun görünmez varlığını sezmek imkânsızdır.
B- Yerel sınıf ve zümrelerden müttefik derlemek
Türk Burjuvazisinin Doğu İllerinde dayandığı sınıf ve zümreler hangileridir?
Malûm: başta büyük arazi sahipleri ile koca müteahhitler gelmek üzere genel olarak
burjuvalaşan ve burjuvalaştıkça kozmopolitlikleşerek Türkleşen zümreler ve nihayet iskân
edilenlerden tutunabilen ve sivrilen bazı Türk aileleri… Yukarıda Banka sermayesine
katıldıkları kaydolunan “bazı kimseler”, daha evvelce, Kemalizmin ağalıktan tefeci arazi sahipliğine doğru geliştirmeye uğraştığı kimselerle, Devlet hazinesinin kurdu haline gelen
burjuvalaşmış unsurlardır. Nitekim burjuva gazetesi de açıkça belirtiyor:
“Bu banka iskân edilen göçmenlere, köylülere, çiftçilere, emlâk sahiplerine,
sanayi erbabına ikrazatta [borç vermelerde] bulunacaktır.” (Son Posta, 03.11.1932)
300 bin liralık bir sermayeyle hangi Sanayi Erbabına yardım edebileceğini sonraya
bırakalım. Fakat burada apaçık biçimde gözüken özellik, Kürdistan’ın tarımcı sınıflarıyla olan
bağlantıdır. Sözü edilen Çiftçi = Tarım Kapitalisti ve Emlâk Sahibi de = malûm Arazi Sahibi
olduğuna göre, Banka özellikle bu iki sınıfı içine alacak ve bunların gücünü kendi gücü
yapacak bir kurumdur.
Ya köylü?
Evet köylüye de “İkrazat” yapılacak... Fakat, tıpkı Ziraat Bankası’nın Batı’da yaptığı
cinsten, tarım kapitalistleriyle büyük arazi sahiplerinin tefeciliğini sistemleştirerekten, tarım
kapitalistleri ve arazi sahipleri aracılığıyla köylüyü tefeliyerek tepelemek suretiyle… O zaman,
Kemalizmin kanaatine göre, Doğu’yla Batı’nın arasındaki fark, sadece Batı’da Tefecilik
64
denilen şeyin, Doğu’da “Talancılık” adını almasından ibaret kalacaktır!
Böylece, Doğu İllerinde, Finans-Kapital hazretleri yerleşip (yerel servetleri FinansKapitalleştirerek) kökleştikten (kendine sömürü müttefikleri bulduktan) sonra ne yapacak?
Türk Burjuvazisi, Türkçedeki tiryaki sözünce, “kör kardeş” gibi bunu “kendinden bilir”…
Kemalizm, Türkiye’de evvel ezel işlemiş bulunan Emperyalizmden hayli ders almıştır.
Emperyalizm, Türkiye’ye Finans-Kapital dal ve budaklarını saldıktan sonra ne yapmıştı?
Bu Finans-Kapitalin sayesinde:
1- Türkiye’deki merkezî şehirlerde bayındırlık ve imar işlerinin imtiyazlarını üzerine almak
2- Türkiye’nin tarımsal ürünlerinin ticaretini kodamanların elinde tekelleştirmek…
Dün Emperyalizmin Türkiye hakkında uyguladığı metotları, bugün Cumhuriyet Burjuvazisi
Kürdistan’a ve aynen uygulamaktan başka bir şey yapmıyor.
C- İmar ve bayındırlık imtiyazlarını zapt etmek
Doğu İllerinde burjuvalaşan unsurlar, özellikle son zamanlarda bütün gücü şehir imarı ve
bayındırlık işlerine verdiler. Yeni binalarla sağlam ve devamlı bir gelir sağlamak; bir şehrin
bütün küçükburjuva üretimlerini bir darbede paramparça ederek, o daldaki üretimi birdenbire
dünkü ağazâde arazi sahibi ile müteahhit vb. kodamanlarının eline geçirmek (mesela, bir şehrin
bütün küçük ve serbest fırınlarını kapattırdıktan sonra, açılan değirmen fabrikasına bağlı birkaç
fırınla ve yalnız fabrika unundan yapılmasına izin verilen ekmekle, bütün şehrin ekmek
ihtiyacını tekelleştirmek, başlıca şekillerden biridir); Belediye bütçesiyle uyuşarak şehrin
aydınlatma işini bir elektrik santralcığı ile bir elde toplamak… vb… İşte Finans-Kapital
canavarının, deyim yerindeyse, kendisine “Yuva” yapışı Doğu İllerinde böyle gelişiyor ve
devam ediyor.
Yardım-Bankasını haber veren fıkra [köşe yazısı] şöyle bitiyordu:
“Arazi sahipleriyle köylüye kredi açacak olan bu banka Özel İdare ve
Belediyelerin yapamadığı (yani, Finans-Kapitalin yapmakta çıkar gördüğü – H. K.)
bayındırlık işlerini de yapmak suretiyle Genel Müfettişlik bölgesinde ekonomik
hareketlerin gelişimine âmil [etken] olacaktır.” (Son Posta, 26.10.1932)
Bankanın önemli bir hedefi de “bayındırlık işleri” oluyor. Ve burjuva diyalektiğiyle, güya
Belediye ve Özel İdarelerin yapamadıkları işleri yapmayı üzerine alıyor.
Oysaki, bizzat şu Bankanın sermayesinde en büyük ve ilk hissedarlar bu Belediye ve Özel
İdarelerden başka kimdir?
Kemalizm burada da kapitalist yetiştiriyor. Fakat bu kapitalistleri, tıpkı yabancı kapitalistler
gibi, resmî ve devlet sermayelerinin beraberliğinde ve bir çeşit kontrolünde yetiştiriyor. Tâ ki
kendi müttefiklerini sadıklaştırsın.
Bu imar ve bayındırlık imtiyaz ve tekelleri, ekonomik yapı parçalarının karşılıklıbağımlılığı kanunu yüzünden, elbet tek tük bazı endüstriyel gelişmelere kapı açıyor. Fakat, bu
sanayi, ne kadar kapitalist niteliğinde olursa olsun, hiçbir zaman Batı İllerindeki Türk
Burjuvazisinin temel sanayisine rekabet edebilecek cinsten olamaz.
D- Tarımsal ürünleri tekelleştirmek
Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türkiye’nin tarımsal ürünlerinin ihracı tamamıyla yabancı
Finans-Kapitalin elinde toplanmıştı. Cumhuriyet Burjuvazisi bu ticareti yavaş yavaş ve kısmen
eline geçirmekle uğraşıyor. Bununla birlikte büyük ölçekte tarımsal ürünlerin ihracatı bugün
hâlâ yabancı Finans-Kapitalin tekelindedir. Doğu İllerinin tarımsal ürünleri de, bugün Türk
Finans-Kapitalinin elinde tekelleştirilmektedir. Hatta bu, yalnız yukarıdaki Banka ile değil,
belki onu gölgede bırakacak derecede büyük bir sermaye kitlesiyle yapılıyor. 1931 senesinde
bu konuda başlanan girişim belki Türkiye’nin tüm yerli-Türk ticaret gruplarını gölgede
bırakacak büyüklüktedir.
65
“Doğu İlleri ürünleri: Trabzon 16 (A.A.) — Doğu İlleri hayvanları ile yumurta
ve meyvelerinin nefaset ve tazeliğini koruyarak ihraç edecek tesisat vücuda
getirmek üzere bir milyon (İş Limited: yarım milyondur! – H. K.) lira sermayeli bir
Şirket teşkiline teşebbüs olunmuştur. Bu Şirkete hükümetin 200.000 lira ile iştirak
edeceği, Trabzon’un 200.000, Erzurum’un 300.000 lira ile dahil olacakları ve diğer
kasabaların da toplam olarak 300.000 lira temin edecekleri vaad olunmuştur.”
(Cumhuriyet, 18.06.1931)
16’ncı Yüzyıl Avrupası’nın “Doğu Hindistan Kumpanya”larının bir minyatürünü andıran
bu türden Finans-Kapital yığınakları, açıkça yazılıp çizildiği gibi, bütün merkezî devlet, yerel
yönetim ve belediyelerle en kocaman Karadeniz banker ve tüccarlarını ve şüphesiz en büyük
emlâk ve arazi sahiplerini birbirleriyle hal ve hamur ederek; Doğu İllerinden Batıya doğru
yuvarlanan; yuvarlandıkça ezip çiğnediği, yapısı içine aldığı küçük mülkleri yuta yuta gelen,
geldikçe şişmanlayan, büyüyen, dağlaşan, tam “efradını cami, ağyarını mâni [ne eksik ne
fazla]” adıyla sanıyla bir Finans-Kapital çığı’dır.
II- Pazar ve Hammadde
Türkiye’de 1927 Teşvik’i Sanayi Kanunu ile gelişmeye başlayan sanayi dalları hemen
hemen varacakları son sınırlarına eriştiler sayılabilir. Ağır sanayinin Türkiye’de kurulacağını
beklemeyi, mucizeye inananlara bırakalım. Son zamana kadar iç pazara yetmez görünen şeker
ve dokuma sanayisi de, bu yıllar içinde, İş Bankası ile Çek’lerin açacakları şeker ve
Sovyetlerin gönderecekleri dokuma fabrikalarıyla artık Türkiye pazarını dolduracak demektir.
Bazı üretim kolları artık mevcut ve açık Türkiye pazarlarını doldurmuş, dışarıda pazar aramaya
kalkışmış durumdadır. Türkiye’ye yeni pazarlar lâzım. Yoksa, olmaz!
Bu yeni pazarları nerede bulacak?
Kendisine şimdiye kadar yan bakan Kürdistan içlerinde; az çok yarı-kapalı bir ekonomiye
bağlı duran Doğu İllerinde... Bu bir.
İkincisi: Türkiye şu aşırı-üretimle “tıknefes”liğe uğramış Emperyalizm çağında dünya
pazarına mamul sanayi eşyası çıkarıp satmaya kalkışacak kadar Donkişotluğu mümkün
görmüyor. Onun için sanayi üretim güçlerini kendi kabuğu içinde, kendi yağıyla kavrulacak
çaptan ileri götüremeyeceğini biliyor. Onun için, Doğu İllerine ve Kürdistan’a göre, bu
bakımdan Süzeren geçinen Türkiye Burjuvazisi, dünya pazarı ilişkilerinde Emperyalizmin ister
istemez Bağımlı’sıdır. Türkiye’nin bu bağımlılığı, bugün siyasi alanda azalmış görülmesine
rağmen, ekonomik olarak devam etmekten geri kalmamıştır. Bu bağımlılığın ifadesi;
Türkiye’nin dünya pazarına ancak tarım ürünleriyle hammaddeleri ihraç edebilmesidir.
Kürdistan ve Doğu İlleri, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, zengin ve kıymetli maden damarlarıyla
doludur. Dünya krizi tarımsal ürünleri yok pahasına indirdiği zaman, yeni ihracat metaları
olarak bu yeraltı hammaddelerinden fiyat tutacakların işletilmesi büsbütün emrivaki
[beklenmedik bir buyruk-zorunluluk] oldu.
Örneğin, Kars’ın Kağızman taraflarında 73 milyon altın liralık toz altın madeni ile zenginlik
derecesinin sınırı bile henüz çizilemeyen Ergani taraflarındaki bakır ve yine altın madenleri,
Türk Burjuvazisinin iştahını bütün şiddetiyle kamçılamaktan geri kalamazdı. Hele maden
işlerinin müteahhitliğini üstüne almış İş Bankası’nın eski Genel Müdürü yeni Ekonomi
Bakanlığına geleli beri, madencilik perspektifi büsbütün arttı. Madenlerden, alınan vergi % l’e
indirildi. Patlayıcı maddeler, madencilere maliyet fiyatlarıyla sağlandı, vb... Başta “Deutsch
Disconto Bank” bankasının bulunduğu “Otto Wolf Hirsch Kupfer” - “Metall-geselschaft” “Nord Deutsche Raffinerie” - “Otavi” firmalarından birleşik güçlü bir Alman grubu, yarı
yarıya Türk-Alman hisseli bir Sendika oluşturarak Ergani’de faaliyete hazırlandı.
Herhangi emperyalist bir ülke, sömürgelerinde pazar ilişkilerini genişletmek ve orada
gömülü duran yeraltı hazinelerini işletmek için ne yapar?
İlkin bundan önceki “Finans-Kapital” kısmında gördüklerimizi... Ve ondan sonra da, iç
66
pazarları açmak ve yeraltlarını karıştırmak için zorunlu olan öteki donanımı kurar.
Bu donanımın başında ne gelir?
Anavatan mallarını içeriye, hammaddeleri dışarıya taşıyacak araçlar... Bunların başında da:
Demiryolları! İşte İsmet Paşa hükümetinin, Finans-Kapital şebekesinden sonra, “ülkeyi demir
ağlarla örmek” siyaseti de ekonomi politikçe bu anlama gelir. Samsun-Sivas, Ankara-Sivas
demiryollarının inşası, Toros ve Mersin-Adana hatlarının hükümetçe satın alınması, biri sözü
geçen Kağızman’a kol atacak olan Sivas-Erzurum; ötekisi Fevzipaşa-Malatya çizgisiyle Ergani
Bakır Madeni’nden geçecek ve Van Gölü’nün petrol kaynaklarına doğru uzanacak olan iki
demiryolunun başlangıçlarıdır.
İstanbul’a “kamyon satın almak üzere” gelen “Van ve Siirt havalisi bayındırlık işleri
müteahhidi tüccardan Nuri bey”, nakliye siyaseti ve anlamını şu satırlarla özetliyor:
“O tarafın bütün derdi yol ihtiyacı ve taşıma araçlarının yokluğudur. Halk
geçmiş hükümetlerin suçunun cezasını çekmektedir. Ahali; her türlü tarımsal
faaliyete elverişli olan bu yerlerde emeğini hiçbir karşılığını alamadığı için
karamsar bir halde olup fazla üretime gayret etmemekte ve ürününün kazancını
görememektedir. Hizan ve havalisinde geniş fındık bahçeleri bile bulunduğunu
söylediğim zaman beni hayretle dinliyorlar.
“Siirt’ten hububat, yağ vesaire sevkine imkân mı vardır? İhracat istasyonu olan
Mardin’e Siirt bir günlük yol olduğu halde bir ton eşyanın kamyonla nakil ücreti
90 liradır. Benim Mersin’den 34 liraya aldığım bir ton çimentonun mahalline nakli
300 liraya mal olmuştur.
“Artık durumu siz kıyas ediniz. Vazifem dolaysıyla dolaşıyorum, Anadolu çok
verimlidir. Araçlar olsa rakip ülkelerle rekabetimiz işten bile değildir. Ülkeyi
canlandıracak, aziz İsmet Paşamızın yol ve taşıma araçları siyasetidir.”
(Cumhuriyet, 26.09.1930)
Bir Türk Burjuvasının, bütün Türk Burjuvazisi adına Kürdistan’a sulanışı, bundan başka
türlü ifade edilebilir miydi?
Türk Burjuvazisi için Kürdistan’ın “bütün derdi”: ne Birinci Müfettişlik terörü, ne Jandarma
saltanatı, ne Ağa baskısı, asla değil; sadece “Yol ihtiyacı”dır. Oysaki, herifin ağzından çıkan
sözler besbelli ediyor ki, bu “ihtiyaç” ancak oralarda, müteahhitlikle resmen ve ticaretle özel
olarak fakir Kürdistan Halkını sömürge çapuluna uğratmak için uğraşan Türk Burjuvazisinin
“bütün derdi”dir:
1- Çünkü o yerler, “geniş fındık bahçeleri”ne kadar “her türlü tarımsal faaliyete
elverişli”dir;
2- Çünkü, 150 kilometrelik bir mesafede (Siirt-Mardin) taşınacak Kürdistan tarımsal
ürünlerinin tonuna 90 lira gibi ağır bir masraf veren kodaman Türk tüccarları, istediğinden âlâ
ve süper-normal bir kârı tıkırına tamamıyla koyamaz;
3-Çünkü, Türkiye’yi haraca kesen İstanbul’un yarı-yabancı, yarı-yerli büyük çimento
şirketleri, çimentolarını Doğu İlleri Pazarına fiyatının on misli kadar bir taşıma masrafıyla gönderdikçe, Kürdistan Pazarını gerektiği gibi tekelleştirmiş ve sömürmüş sayılamaz;
4- Çünkü, sözünü ettiğimiz Alman-Türk malî grubunun Ergani Sendikası, bakır madenini
Sinop veya Mersin Limanı’na -Tarihöncesinden beri olduğu gibi- develerle taşımaya kalkarsa
yayan kalır... vb., vb...
***
Buraya kadar söylediklerimizden ne çıktı? Türk Burjuvazisinin Kürdistan Pazarını açmak
ve soymak için, orada genellikle bayındırlık işlerini ve özellikle taşıma araçlarını
geliştirmesinin -zifafa girecek damadın suratını usturalatmaya razı olması gibi- şart ve
zorunluluk bulunduğunu değil mi? Nitekim bir müteahhit ve tüccar Türk kapitalisti “o tarafın
bütün derdi yol ihtiyacı ve ulaşım araçları yokluğudur” demedi miydi? Bu açıklamanın
67
mantıksal sonucu olarak, Kürdistan’da ekonomik olarak sömürüsünü kökleştirmek isteyen
Türk Burjuvazisinin, orada hiç olmazsa Yol faaliyetini canlandırması ve güçlendirmesi
gerekmez mi?
Evet.
Oysaki, aslında bizzat kendisi geri bir ülkede bulunan Türkiye Finans-Kapitalisti, bu
noktada bile, büyük Finans-Kapital gruplarının (örneğin Ergani Bakır Madeni Şirketi’nin)
“exigens” (zorlama)ları dışında, hatta bu “Yol ihtiyacı”nı tatmin etmekte bile Kürdistan’ı
geliştirmemek için sistematik bir plan izler. Bunu anlatmak için, Kemalizmin bir Doğu
İllerinde, bir de Batı İllerinde izlediği Yol siyasetini, bizzat kendi resmî belgelerinin verdiği
rakamlarla kısaca karşılaştırmak yeter.
Karşılaştırmanın oranlı olması için, Batı İlleri içinde, özel ve genel gelirleri, genel olarak
Doğu İllerinkilerle denk olanları seçtik. Karşılaştırmaya girecek olan illerden;
1- Doğu İlleri: Erzincan, Erzurum, Elâziz, Urfa, Beyazit, Bitlis, Diyarbekir, Siirt,
Şebinkarahisar, Ayıntap, Kars, Gümüşhane, Maraş, Malatya, Van olmak üzere 15 ildir;
2- Batı İlleri: iki gruptur:
a) Sağlam şose oranını arayacaklarımız Edirne-İçel-Burdur;
b) Yeni inşa olunmakta olan şose oranını arayacaklarımız Edirne-İçel-Bolu illeridir.
Bunların ilkin her birinde, yüzölçümlerine oranla bir; bir de, özel gelirlerine oranla mevcut
yollarının yüzdesini bulmak ve sonra bu mevcut yollar içinde, sağlam olanların oranıyla, yeni
yapılmakta olan yolların oranını tespit etmek için, sözü edilen Devlet Yıllığı’ndan aldığımız
rakamları derleyelim:
15 Doğu aEdirne,
İlinde
İçel,
Burdur’da
222.501
24.025
Yüzölçümü
(Kilometresi)
Özel gelirler 7.246.622 1.443.162
toplamı (Türk
lirası)
Mevcut yolun 8.225+992 1.519+455
uzunluğu
Sağlam Şose
2.704+192 754+649
Yeni
inşa 864+885
olunmakta
olan yol
—
b- Edirne,
İçel,
Bolu’da
22.795
1.691.911
2.125+427
—
1.066+201
Tekrar edelim: Karşılaştırma için aldığımız Batı İllerini, büyük gelirleri olmayanlardan
seçtik. Örneğin, dört Batı İli içinde özel gelirleri en çok olan Edirne’nin özel gelirleri 728.264
liradır. Diğer biri 600 bin küsur ve öteki ikisi 300 bin küsur lira özel gelirli illerdir. Doğu İlleri
içinde ise, yalnız Malatya’nın özel gelirleri 1.209.870 lira, Diyarbekir’inki; 720.268 lira,
Erzurum’un 694.720 lira... vb.dir... Ne hacet, biz bütün 15 Doğu İlini birden 3 Batı İli ile
karşılaştırıyoruz. Yüzölçümü açısından (a) grubu (Edirne-İçel-Burdur), 15 Doğu İlinin %
10,7’si, (b) grubu % 10,2’si; özel gelirler bakımından (a) grubu 15 Doğu İlinin % 19,9’u, (b)
grubu (Edirne-İçel-Bolu) % 23,3’ü oranındadır. Bunları yuvarlak hesaba çevirelim: şu 15
Doğu İli, öteki 3 Batı İlinin yüzölçümünce on misli, özel gelirlerce beş misli oranında daha
büyüktür.
Türk Burjuvazisinin Bolşevizmden öğrenip uluorta kullanmaya özendiği kelimeler pek
çoktur. Fakat, Bolşevizmle Türk kapitalizmi arasında temelden birbirine zıt iki rejim farkı
68
bulunduğu için, orada doğru olan sözler, çok kere bizim burjuvazinin ağzında, halkı
kandırmaya yarayan modern birer yalan şeklini alır.
Örneğin, yukarıdaki müteahhit-tüccar, Doğu İllerindeki “yolsuzluğu”, “sabık hükümetlerin
suçları” ile açıklıyor.
Acaba bu söz doğru mu? Yani, Saltanat devri, Batı İllerinde fazla yol yaptırarak, Doğu
İllerini büsbütün ihmal etmiş midir?
Bunu olaylar ve rakamlarla araştıralım:
Gerçekten kilometrekaresine düşen genel yol uzunluğu: 15 Doğu İlinde ortalama 36,6
metre, (a) grubu Batı İllerinde 63,2 metre (kilometre falan değil ha!) ve (b) grubu Batı İllerinde
ise 93,2 metredir. Bu rakamlara bakınca, kilometrekare başına, Doğu İllerine göre (a) grubunda
iki misli ve (b) grubunda üç misli fazla yol gözüküyor. Ve bu oran göz önünde tutulunca,
denilebilir ki: Saltanat hükümeti Doğu İllerine 1 yol yapıyorsa, (a) grubu illerine 2 ve (b)
grubu illerine 3 yol yaptırmıştır. Çünkü şüphesiz mevcut yolların tüm uzunluğu eskiden
kalmadır.
Fakat biz sorunu bir ilin yüzölçümü açısından değil, o ilin zenginliğinin derecesini gösteren
örneğin özel gelirleri açısından koymaya mecburuz. Yani gerek eski Osmanlı İmparatorluğu
devrinde, gerek bugünkü Cumhuriyet Burjuvazisi devrinde bir ilde yapılabilecek yol, o ilin
genişliği hesaba katılarak değil, ekonomik gelişim derecesine bakılarak yapılabilirdi.
Ekonomik gelişime delil olacaksa, elimizde bir ilin özel gelirlerinden başkası yok. Daha
doğrusu, Devlet bir ilden ne kadar para alırsa, o ilde o kadar yol yapabilir, varsayıyoruz.
(Demiryolu hatları bunun dışında.) İşte yukarıdaki oranları her ilin özel gelirlerine oranla
tekrarlayacak olursak; şu rakamları elde ederiz:
Her ilden alınan özel gelirlerin birer Lirası başına ne kadar uzunlukta yol düşüyor?
15 Doğu İlindeki bütün özel gelirler toplamının her Lirası başına mevcut bütün yollardan
düşen yol uzunluğu 1,1 metredir (yani, Doğu İllerinde özel gelirlerin her Lirası başına 1 metre
10 santimetrelik yol düşer); (a) grubunda özel gelirlerin her Lirasına 1,05 (l metre 5
santimetre); (b) grubunda 1,2 (1 metre 20 santimetre)dir.
Şu oranlara göre, eğer mevcut Türkiye İllerinin yolları genellikle Saltanat devrinden kalmış
varsayılırsa, Osmanlı İmparatorluğu devrinde, aşağı yukarı gerek Doğu, gerekse Batı İllerinde
yapılan yolların uzunluğu, her ilin özel gelirlerine göre, her İlin zenginliği ile doğru
orantılıymış. Şu halde, “geçmiş hükümet”leri ne savunmayı, ne de suçlamayı düşünmeksizin
diyebiliriz ki, İmparatorluk her ile gücünce vermiş...
Fakat, acaba Cumhuriyet Burjuvazisi de böyle mi yapmıştır? Yoksa, Doğu İlleri üveyi il,
Batı İlleri öz il mi sayılmıştır?
Bu soruya cevap vermek için, şu iki noktayı araştıralım:
1- “Geçmiş hükümet”lerden ne kadar yol kalmışsa kalmış; fakat Cumhuriyet hükümeti bu
yolları Doğu İllerinde ne dereceye kadar ve Batı İllerinde ne oranda koruyabilmiştir? Başka
deyişle, var olan yollar içinde sağlam şoselerin oranı Doğu’da ne kadar, Batı’da ne kadardır?
Bunu bulursak, Cumhuriyet Burjuvazisinin Doğu İllerini mi, yoksa Batı İllerini mi daha çok
gözettiği anlaşılır.
2- Her ilde yeniden yapılmakta olan yollar ne orandadır?
Eğer Doğu İllerinde yeniden inşa olunan yollar Batı İllerinde yeniden inşa olunanlarla aynı
orandaysalar, sorun yoktur. Cumhuriyet Burjuvazisi her iki tarafta da aynı “Ümran
[Bayındırlık]” siyasetini takip ediyordur. Aksi halde, sorun da terstir.
Sağlam yolların oranı: 15 Doğu İlinde kilometrekareye düşen sağlam yol 12,2 metre; (a)
grubu Batı İllerinde kilometrekareye düşen yol 31,4 metredir. Fakat bir de özel gelirlere göre
bakalım: her Lira başına 15 Doğu İlinde düşen yol 0,3 metre (yani 30 santimetre); oysaki (a)
grubunda 0,5 metre (yani 50 santimetre)dir. 15 Doğu İlinde mevcut bütün yollara oranla
sağlam kalan yollar % 32,8; (a) grubunda sağlam yollar tüm yolların % 49,1’idir. Yani
69
yuvarlak hesap edilirse, sağlam kalan yollar: Doğu İllerinde hemen hemen, 1/3 (üçte bir), Batı
İllerinde hemen hemen 1/2 (yarı yarıya)dır.
Şu hesapça mevcut yollardan korunanların oranı Batı’da Doğu’dan % 40 daha fazladır.
Başka deyişle, Kemalizm, Batı İllerinin yollarına Doğu İllerinin yollarından hemen hemen iki
misli kadar daha fazla dikkat ve özen göstermiştir.
Bütün Doğu İllerini değil de, özel gelirleri, (a) grubu üç Batı İlinin özel gelirleri (1,4
milyon)un hemen aynı olan Üç Doğu İlindeki sağlam yolların tüm yollara oranını araştırırsak
(bu üç Doğu İli: Diyarbekir, Van, Erzincan’dır ve özel gelirleri toplamı 1.428.186 liradır): (a)
grubu üç Batı İlinde sağlam şosenin oranı % 49,1 olduğu halde, üç Doğu İlindeki sağlam
şosenin (tabiî mevcut yollar toplamına) oranı % 15,9 olarak bulunur.
Yeniden inşa olunan yollar: 15 Doğu İlinde yeniden yapılan yollar kilometre başına 3,8
metre (3 metre 8 desimetre)dir. (b) grubunun 3 Batı İlinde ise kilometre başına 47,7 metre (47
metre 7 desimetre) yeniden yol yapılmaktadır. Özel gelirlerin bir Lirası başına, Doğu İllerinde
0,1 metre (10 santimetre); (b) grubu Batı İllerinde 0,7 metre (70 santimetre)lik yol yapılıyor.
Yani, Kemalizm, Batı İllerinde Doğu İllerine göre 7 misli fazla yeniden yol yaptırtıyor; oysaki
her iki kısım illerden de, aynı miktar para topluyor!
15 Doğu İlinde mevcut yolların uzunluğuna oranla yapılan bu yolların uzunluğu % 10,5’tir;
(b) grubu 3 Batı İlinde bu oran % 50,6’dır. Yani Kemalizm Doğu İllerine l/10 (onda bir)
oranında yeni yol ilâve ettiği halde, Batı İllerine 1/2 (yarı yarıya) yeni yollar katmaktadır.
Tekrar edelim, bu oranlar, Kemalizmin topladığı özel gelirler bakımından aynı gelirde olan
Batı ve Doğu İlleri içindir. Yeniden yol yapma konusunda Kemalizmin Doğu İllerini ne kadar
geri bıraktığını anlamak için, 15 Doğu İlinin arazice onda biri ve özel gelirlerce beşte biri
oranında küçük olan 3 Batı İlinde yapılan yeni yolların rakamlarına göz atmak yeterlidir. 15
Doğu İlinde yeniden 864+885 kilometrelik yol yapıldığı halde, 3 Batı İlinde 1.066+ 201
kilometrelik yol yapılıyor. Yani 3 Batı İlinde, kendisinden 5-10 misli büyük olan 15 Doğu
İlinden % 12,3 (eksik değil) fazla yeniden yol inşa edilmektedir!
Bu oranları bulmak için, temel rakamları bizzat Kemalizmin resmî yayınlarından alıyoruz.
Şu kısa karşılaştırmalarla varabileceğimiz genel sonuç şudur:
1- Kemalizm, Doğu İllerine, hatta sömürü için zorunlu olan yol yapma konusunda bile, geri
bir sömürge muamelesi yapıyor;
2- Bu siyaset Kemalizmin tarihi ile birlikte başlar... Kemalizm (el tekrar, el hak...)
Kürdistan’ı gerektiği gibi soyabilmek için: Oranın tarımsal ürün ve hammaddelerini tefeci
fiyatlarıyla yok pahasına çekebilmek ve kendi sanayi ürünlerini orada sürüm edebilmek için,
hiç olmazsa, bütün emperyalist anavatanların sömürgelerinde yaptıkları kadar olsun, Doğu
İllerinin yollarını düzeltmek zorundadır. Kürdistan’ın kapalı ekonomisini parçalamak için,
bundan daha doğal bir gereklilik ve zorunluluk da yoktur... Ne çare ki, Kürdistan, esasen
“kendisi muhtaç’ı himmet [yardıma muhtaç] bir dede” durumunda olan Türk Finans-Kapitali
gibi piç bir kapitalizmin sömürgesidir. Onun için orada Kemalizmin uyguladığı ekonomik
yöntemler, hatta normal bir sömürgecilik bile değil de, adeta bir tahtel-müstemlekecilik
[sömürgecilik-altı] (= sous-colonialisme), en aşağı sömürgeciliktir.
III- Maliye Satırı:
“İlamaaşallah” Kemalizmin maliye giyotininin ne ayar nesne olduğunu burada
tekrarlayacak değiliz... Zaten Kemalist devlet cihazının Türk Köylüsüne uyguladığı sistem,
bugünkü Hint ve Çin Köylüsünün başındaki satırdan farklı değil... Burada iki kelimecikle
kaydetmek istediğimiz şey, Kemalist devlet cihazının Kürdistan ve Doğu İlleri üstündeki
baskısında, genel olarak köylülüğü soyuşu dışındaki özelliklerden birkaçını hatırlatmaktır.
70
A- Kitapta yazılı vergiler
(sözde legal vergiler)
Bunlardaki bir nicelik, bir de nitelik bakımından özelliklere kısa bir temas edelim:
1- Nicelikçe Vergiler:
Vergiler, Kemalizm sahneye çıkalı beri en aşağı 10 misline çıkarılmıştır. Aşar, genellikle
Doğu İllerinin iç köylerinde sözde kalkmıştır. Gerçekte, eskiden nasıl l/8 Aşar alınıyorduysa,
bugün de aynen -on misline çıkarılmış arazi vergisinden başka- ürünün sekizde biri vergi
olarak alınıyor. Yol parası, Batı İllerinde 10-12 lirayı geçmediği halde, Doğu İllerinde 15 lirayı
bulur. Aşağıda göreceğimiz sebepler yüzünden, toprağın verimli veya verimsiz olması da
hesaba katılmaz. Ortalama 10 dönüm (yani 1 hektardan 2 dönüm kadar fazla) toprağı olan bir
köylü, her çeşit verginin toplamı olarak yılda 70 lira vermeye mecburdur. Dönüm başına 7 lira!
Fakat verginin niteliğini, bir veren köylü, bir de Allah (yani Pazar) bilir. Çünkü Doğu
İllerinde tedavül eden para Gümüştür. Yukarıda kaydettiğimiz gibi, Gümüşün piyasası zemine
ve zamana göre oynar. Ortalama olarak, Kürdistan’da 1 liranın 30 kuruş olduğu tarihlerde,
Tahsildar, köylüden 1 lira için 3 mecidiye (yani 60 kuruş) alır. Kürdistan Köylüsünün bu yük
altından nasıl kalkacağını sormayın... Çünkü bu kalkma, doğrudan doğruya kalkışır, yani
bireysel veya kollektif isyan şeklinde olagelir...
2- Nitelikçe Vergiler
Vergilerin niteliği deyince, şu üç özellik derhal göze çarpar:
a) Modern Cizye: Geçmiş derebeyi-bezirgân saltanatları zamanında, merkezî vergiler
derebeyi yöntemiyle: kişisel güce göre perakende değil, bir ağa veya reisin egemenliğindeki
topluluğa toptan bir Cizye şeklinde biçilirdi. Bugün Kemalizm de, genellikle Doğu İllerinde,
yerel özelliklere adapte olaraktan, bu Cizye yöntemini modernleştirmiştir. Dönüm kavramı
zaten Kürdistan Halkı için meçhul denecek bir kuş gibidir. Onun için vergiler dönüm başına
değil, genel olarak Nahiye başına kesilir... Tabiî, bu toptan verginin emekçi Kürdistan Köylüsü
içinde hangi ellerle ve ne suretle üleştirildiği kendiliğinden anlaşılır.
b) Modern Talan: Vergiler, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre, halktan 3 taksitte
alınırlar. Oysaki Doğu İllerinde, Türk polisinin bilinen deyişiyle, Orman Kanunu egemendir.
Onun için vergiler Tahsildarın işine geldiği zamanda ve bir kerede “tahsil” edilir. O zaman
Hürriyet edebiyatçılarının meşhur demagojilerinde, Sultan zaptiyesinin69 köylüyü talan
edişine dair çizilen sahneler, Cumhuriyet Burjuvazisinin Kemalist jandarma ve tahsildarı
tarafından, elifi elifine “temsil” edilir: Köylünün nesi var nesi yoksa, yatağı, çanağı, çömleği,
davarı ve her şeyi gasp edilerek haraç mezat olunur...
Buna “modern talan” adı verilemez mi?
Doğu İllinin “Vergiler Anketi”ne cevabını bir daha okuyalım:
“Gazetenizde vergilerin ağırlığından söz ediyorsunuz. Bize kalırsa bu sorunu
yalnız İstanbul halkına sormamalıdır. Bir defa da Anadolu çiftçilerinin durumunu
yakından incelemeli ve hangi vergilerin, köylüye ağır geldiğini onlara sormalıdır.
Bu arada tahsilâtın ne suretle icra edildiği de öğrenilmelidir. Anadolu’da bir köy
tahsildarının bir kaymakam, bir şube başkanı kadar yetkisi vardır. Köy tahsildarı
vergisini bir taksitte vermeyen köylüye, eza cefa ettiği gibi, onun altındaki yatağını
vesairesini de derhal müzayedeye çıkarır. Bu doğru bir hareket midir?” (Kemahlı
A., Vergiler Hakkında Anket, Cumhuriyet, 22.11.1930)
69
Zaptiye: Osmanlı Devleti'nde toplum güvenliğini sağlamakla görevli askercil polis kuruluşu.
71
c) Vergi sahtekârlıkları: Yukarıdaki vergi sisteminin baltası altında köylü, ne yapar?
Ya isyan eder, dağa çıkar ya da ezilip mahvolur... Fakat, mahvolmak istemeyen köylünün,
boğazına geçireceği son bir cankurtaran vardır ki, onun boynunu son defa olarak
boyunduruklamaktan başka bir sonuç vermez: Hile... Evet, köylü son bir çare olarak
Tahsildarla anlaşmayı ve vereceği verginin yarısını Tahsildarın şahsına rüşvet vererek öteki
yarısından kurtulmayı dener. Batı İllerinde de, fakir köylü için ehven’i şer bir çare olan bu
yöntem, özellikle Doğu İllerinde, bütün facialarını [trajedilerini] oynar.
Bir örnek: Muço’nun 50 koyunu var. Yalnız yirmisini yazdırır. Aksiliğe bakın ki -o her
Doğu İllinin başında, kapitalist düzeninden ve ağalıktan başkaca, bu iki sistemin musallat ve
yadigârı sıfatıyla eksik olmayan- bir “Düşman”, “Saklanan”ı Tahsildara haber verir. Tahsildar
gelir. 30 koyundan 3’er lira alacak olsa, 90 lira eder. Muço bu parayı rüyasında görmemiştir.
Tahsildarla uzlaşmaktan başka çaresi yok. Uzlaşır: 30 değil 9 koyun “sikkat” (çalınmış: sirkat)
yazılır. Ve bu 9 koyun için 27 lira resmi vergi verilir. Geri kalan 21 koyun için, köylü
Tahsildara 2 mecidiye altını + 15 not, yani 25 lira kadar para rüşvet verir. Sözde uzlaşılır...
Fakat, az zaman sonra aynı Tahsildar, aldığı rüşveti az görür, daha ister. Köylü veremeyince,
geri kalan 21 “sikkat” koyunun 63 lira vergisini talep eder... Bu ani darbeden şaşalayan köylü,
şaşkınlığını, katmerleyen cehaleti yüzünden, sorunu Savcıya anlatır. O, Tahsildara rüşvet
verdiğini bir dilekçeyle bildirmesini söyler. Dilekçe verilir verilmez: köylü hapishanededir...
Rüşvet alan Tahsildar serbest gezdiği halde, köylü rüşvet verdiği için zindanda!
B- Kitabında yazılmayan vergiler
(sözde illegal vergiler)
Evvelkilere “sözde legal” dedik, bunlara da “sözde illegal” diyoruz. Çünkü “legal”
dediğimiz vergilerin gerek nicelik, gerek niteliğinde öyle “antikalıklar” var, ki bunları hiçbir
kitap yazmaz; şu halde illegaldirler... Oysaki “illegal” dediğimiz vergiler, öyle uluorta,
gelişigüzel ve açık saçık istenir ve alınır ki, değme legal vergilerini her devlet bu kadar
zorbalık ve şiddetle tahsile kalkışamaz... Onun için bunlara legal de desek olur... Bir
kelimeyle, Kemalizme göre, zaten her sahada olduğu gibi vergilerde de, legaliteyle illegalite
sınırı, derebeyi sınırları gibi bir şeydir; o sınırlarda dünyanın en vahşi çapulları, taarruzları,
cinayetleri vb. olur...
Kitapta yazılmayan vergilere örnekler çoktur. Biz burada iki örnek verelim:
1- Sürekli Baç (Tayyare Vergisi)70
Emperyalist işgal orduları, soydukları sömürgelere ayrıca kendi masraflarını da ödetirler.
Türkiye Halkı gibi ve ondan pek fazlasıyla da, biçare Kürdistan Halkı, Doğu İllerini kasıp
kavuran asker ve jandarma masrafını taşır. Fakat sorun bununla bitmez. Kürt paryaları, ikide
birde başlarına bomba yağdıran tayyarelere en çok ve ebediyen haraçgüzar [haraç verici]
olmak gibi acıklı bir talihe çatmıştırlar. Ortaçağ Avrupası’nda, kafile kafile, oradan oraya
dolaşan bir serseri-dilenciler tipi ve sınıfı tespit edilir. Kürdistan’ın da herhangi bir horoz
ötmez, gün batmaz kasabacığına uğrarsanız, orada ilk gözünüze çarpan şey, her mahalleden
fışkırıp çıkan süngülü asker bölüklerinden sonra, bu “serseri-dilenci”lerdir. Yalnız
Kürdistan’daki “serseri-dilenci”lik, biri resmî, ötekisi gayrı-resmî olmak üzere iki çeşittir:
a) Gayrı-resmî dilencilik: Bilindiği gibi, “Mesleksizler veya Mesleği meçhul olanlar”
güruhudur. Bunlar, şu zavallı ülkenin zavallılığının canlı sürü halinde sürünüşüdür.
Tayyare Vergisi: 6 Şubat 1925’te Havacılığı yaygınlaştırmak, ordunun hava gücünü artırmak amacıyla daha
sonra Türk Hava Kurumu adını alacak olan “Türk Tayyare Cemiyeti” kuruldu. Tayyare Vergisi de bu örgütün
para kaynağını oluşturmak amacıyla alınan vergidir.
70
72
b) Resmî dilencilik: Yahut “eli bayraklı dilencilik”, Tayyare Cemiyeti’nin sanatıdır. Her
Kürt kasabacığında jandarma karakoluyla yan yana, yahut alt alta, üst üste, önünde bir ayyıldızlı bayrak sarkan “Türk Tayyare Cemiyeti” levhası görülür. Bunu Ortaçağın serseridilencilerine benzetmiştik. Fakat örgüt ve soygun yönünden Tayyare Cemiyeti, her tepede bir
şato kurmuş, yanında silahlı adamları yatan bir derebeyi; yahut bütün geçitleri tutmuş, Zaloğlu
Rüstem tipinde bir eşkıyaya daha çok benzer. Civar köyler, Kemalizm sayesinde, Tayyare
Cemiyeti’nin de tebaaları [uyrukları] ile meskûndur.
Bir defa, köylünün bütün ürünlerinin ve hayvanlarının % 1’i, ister istemez Tayyare
Cemiyeti’nindir. Ondan başka, örneğin her çeşit hayvandan bir lira “Tayyare ianesi [yardımı]”
almak; yahut tam haraç isteyen derebeyi, fidye’i necat [kurtulmalık] isteyen eşkıya gibi,
Tayyare Cemiyeti’nin de Tanzimat’ı Hayriyye devrinden beri kaldırılmış olan “Kesim”e
benzer şekilde köy başına şu kadar lira hükm’i-karakuşî’sini savurmak ve bunu köyün
zengininden, tüccarından değil -çünkü bunlar Kemalizmin güya müttefikleridir- fakir
halkından sızdırmak... her günün “olağan iş”lerindendir.
Bir başka Doğu İllinin nasılsa çıkabilmiş sesini bir başka defa daha dinlemenin sırasıdır:
“... Bundan başka çift hayvanlarının beherinden birer lira Tayyare yardımı
alınıyor. Alım ve satım üzerinden esasen Tayyare yardımı alındığına göre artık
köydeki çift hayvanlarından hiç olmazsa 20 kuruş alınmalıdır. Bundan başka
Tayyare Cemiyeti örneğin bir köye 60 lira yardım yazıyor. Oysaki, bu yardım
yalnız köyün zürra [çiftçiler] kısmından alınıyor. Diğer ticaretle iştigal eden daha
zenginlerden alınmıyor.” (Diyarbekir muhabirinden, Vergiler Anketine Cevap,
Cumhuriyet, 26.11.1930)
2- Nöbet Nöbet Baç
Kürt-ilinin bir adı da “İsyan-ili”dir. Şimdiye kadar daima başarısızlıkla sonuçlanan bu
isyanlarda, Kemalizmin gönderdiği te’dip seferleri, Kürt Halkını, bir koyun sürüsünü kurdun
parçalayışından daha yırtıcı militarist bir terörle eline geçen Kürtleri bire kadar dişler... Ve
sonra sefer masrafı yaptım diye, aynı bölgelerin halkından, eski zamandaki feodal iftarlarında
verildiği gibi, bir “Diş kirası” alır; yani, isyanın masrafını da ayrıca baçtan yıkılan köylüye
ödetir.
Bu söylediğimiz de bir komünistin sözüyle kalmasın... Bakın, Türk Finans-Kapitali -kimse
anlamasın diye- gençliği “Vatandaş Türkçe konuş” palavrasıyla sokağa uğratmasına rağmen,
kendisi “Fransızca konuş”tuğu zaman, bu “Diş Kirası”ndan nasıl söz eder. Konu, boyuna açık
veren bütçenin dengesi konusudur. Açıkların nasıl kapandığı anlatılmaktadır. Finans-Kapitalin
Frenkçe organı şöyle der:
“Bununla beraber, Ağrı-Dağı fitne hareketinin te’dibi gibi, önceden-görülmez
bir cins masraflar vardır, ki ancak ve tamamıyla aynı ilin bütçesinin başka fasılları
üstünden gerçekleştirilecek ekonomilerle temin edilebilirlerdi. Yapılmış olması
gereken de budur.” (L’Economiste d’Orient, 10 Janvier [Ocak] 1931, İstanbul)
Siyasi Baskı
(İ. T.)71 “Vurun, tutulmayın; s.kin s.kilmeyin!”... Bütün eski Babıali, yeni Ankara Caddesi
ile Taş Han’ın terbiyeli maymuna çevrilmiş edebiyatçı küçükburjuvaları ve bütün “aydın ve
düşünür insanlık”, “ol peri” gibi “kat kat düşüp hicaba gark olsun gülâb’ı ıztıraba” (katmer
katmer utanca düşüp, menevişli sıkıntıdan döktükleri gül kokulu ter içinde boğulsunlar)... Olay
olaydır... Sonra, haber verelim ki, bizim bunu sadece “aslına uygun” biçimde aktarmaktan
71
İ. T.: Birinci Genel Müfettiş İbrahim Tali.
73
başka kastımız ve günahımız yoktur: bu şiar, Kürdistan’ın başına modern bir Atillalık kesilmiş
olan Birinci Genel Müfettişlik tarafından, aynen, tüm muhafız seyyar ve sabit jandarma ve
asker kıtalarına “illegal olarak” tamim [genelge] edilen paroladır!
Kemalizm: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz” dedikten sonra, bütün “vatan”da tüm Türk
Burjuvazisini toplayan Halk Partisi’nin bayrağı üstüne, halka karşı çekilmiş Kemalist
yatağanın üstüne, her göze görünmez casus mürekkebiyle, bu yukarıdaki şiar, tüm Ağa - Tefeci
- Finans-Kapitalist - Kalın Memur blokuna hitaben söylenmiş: bu yurdu “inna fetahna leke =
biz senin için fethettik”72 nass’ı şerîfi [kutsal dogması] ile yanyana dizilmedi mi?..
Kemalizmin bayrağı, bu iki şiarı da sentetize eden; iki yüzünde ayrı şeyler yazılı olan bir
bayraktır. Yalnız, Ankara’da dalgalanan bu bayrağın üstündeki şiarlardan: “inna fetahna leke =
biz senin için fethettik” dogması, Batı İlleri tarafından gözükür; Doğu İlleri yönüne bakan
Kemalist bayrağın yüzünde ise: “Vurun tutulmayın! vb...” parolası yanar...
Onun için, “Vurun, tutulmayın, vb...” şiarını Kürdistan’da gerçekleştiren Birinci Genel
Müfettişlik, o bölgedeki Kemalist siyasetin maskesiz cisimlenişidir; Kürdistan’da uygulanan
sömürge siyasetinin özetidir.
Genel Müfettişlik, tâ 1926 yılından beri teröre başlayan Kemalizmin, ülkede tutunabilmek
için, gereken bölgelerde uygulanabilecek sürekli bir terör aracını el altında bulundurmak için
bir “Kanun” ile legalize ettiği, sömürgeci ve militarist diktatörlüğe dayanan bir kurumdur.
Kürdistan’a, 1927 sonlarında ilk defa uygulandı. İçişleri Bakanı, Müfettişliğin yalnız
Kürdistan’a özgü kalmasını, aradan beş altı sene geçtikten sonra şöyle açıklamak istemişti:
Para bulunmadığından, adam bulunmadığından!
“Bütçede karşılığı olmadığı için yalnız Doğu havalisinde uygulanmıştır. Müfettiş
bulunmadığı için yalnız Doğu İllerinde uygulanmıştır.” (Şükrü Kaya, Meclis’te
Gensoruya Cevap Nutku, Cumhuriyet, 27.06.1932)
Oysaki biraz daha aşağıda, “Birinci (sanki bir ikincisi varmış gibi – H. K.) Genel
Müfettişliğin” özellikle Kürdistan’da uygulanışının, oranın genel ve özel yönetimi için bir
zorunluluk olduğunu aynı demeçte okuyoruz:
1- Genel yönetim zorunluluğu
“Bu doğrudan doğruya genel yönetime ve asayiş ve emniyet sorununa ait olan
bir niteliktir ki, esasen Genel Müfettişliğin kurulmasında esas amacı oluşturan
nitelik de bu olmuştur.”
Nitekim daha yukarıda bu asayiş sorununu daha somut olarak şöyle koyuyordu:
“Genel Müfettişlik Doğu’ya girmezden evvel, Doğu’da kişi sayısı 30 ila 40
arasında dolaşan 100 tane çete vardı ve Ağrı Dağı’nda 2.000 silâhlı çete alayları
mevcuttu. Güney sınırlarımız akın diyarları gibi Urban’ın tecavüzüne maruzdu.”
(Şükrü Kaya, Cumhuriyet, 26.06.1932)
2- Özel yönetim zorunluluğu
Finans-Kapitale “yuva eşelemek”ti:
“Genel Müfettişlik özel yönetim sorunlarında de illerin çalışmasını birleştirdi.
Karakolları yaparak yolların düzen ve güvenliğini sağladı. Bayındırlık işlerine
başladı. Ülkede hiçbir fabrika yokken un fabrikaları açtı. Belediyelere elektrikler
yaptırdı. Doğu İllerimizde de Batı’dakiler gibi Bayındırlık faaliyeti başladı.
Diyarbekir’in eski halini bilen varsa şimdi aradaki farkı takdir ile görürler. Keza
Osmaniye, Elaziz de öyledir. Van’da da Bayındırlık faaliyeti başlamıştır. Van bir
şehir haline gelmek üzeredir. Van’ın en büyük mahrumiyeti nüfusudur. Nüfus
olmayınca doğaldır ki, Bayındırlık da geç olur.” (agy)
Bu açıklamadan bir daha anlaşılıyor ki, Birinci Müfettişlik yönetiminin Doğu’da iki amacı
72
Fetih Sure’sinin birinci Ayet’i.
74
var:
1- Finans-Kapitale yuva yapmak;
2- Bu yuvayı güvenlik, altına almak...
Nitekim, sütunlar dolduran İçişleri Bakanı’nın demecinde, Kürdistan’da ezilen bir köylülük
olduğuna, bu köylülüğün derebeylikle olan ilişkisine ve Cumhuriyet Burjuvazisinin Kürt
Köylülüğü hakkında düşündüklerine dair bir tek satır değil, kelime bile yoktur. Ezilen Kürt
Halkı hakkında, İçişleri Bakanı’nın ağzından dökülen sözler hep şunlardır.
1) “Asi”ler, “şaki”ler, “çete”ler, “eşkıya”lar...
2) “Yola getirmek”, “amansız bir takip”, “birer birer imha etmek”, “bir tek nefer
kalmayıncaya kadar hepsini tepelemek”, vb...dir. (Meclis’te Demeci, 27.06.1932)
Sonra hiç sıkılmadan, sürek avından söz eden bir avcı iştahıyla ağzı sulana sulana,
Kemalizmin Kürdistan siyasetinden söz eden aynı Bakan, bilinen burjuva teresliğiyle, Doğu
İllerinde “Bayındırlık” olması için “nüfus” istiyor; “nüfus” için “Bayındırlık” değil!.. Tıpkı
yün satabilmek için, kırpılacak koyun sürüsü isteyen burjuva gibi...
Doğu İllerinin özellikle Birinci Genel Müfettişliğe bağlı olan bölgesinde, Çin-Japon Savaşı
gibi, ilân edilmemiş ezeli bir sıkıyönetim kasırgası ortalığı kasar kavurur. Yayın adına,
tartışma ilanlarını yayımlamak şartını yerine getiren tek tük il gazetelerinden başka hemen
hiçbir şey yoktur. Diyarbekir’de, köylü “ağa”lara Gazi’nin mucizelerini sayıklamaya yarayan
tek tük methiye broşürleri, Birinci Genel Müfettişliğin ağalık içinde kalan ajitasyonunu yazar;
Urfa’da çıkan bir gazete, doğrudan doğruya demagojik bir perde altında büyük arazi
sahipliğinin yayın organlığını yapar. Bir kelime ile burada, hatta Batı İllerindeki basın
derecesinde, hiç olmazsa kapitalist unsurlarının bir tür “otokritik”ini beceren, araçlar da
yoktur. Çünkü, Türk Burjuvazisi, pratik alanda bütün uzlaşmalarına rağmen, Kürt
Burjuvazisiyle, Kürt Ağalığına güvenemez... Hatta güven değil, tahammül dahi edemez. Halk
Partisi, bütün Ağa-Tefeci-Finans-Kapitalist, hatta kısmen de Aydın sınıflarının en “mezhebi
geniş” blokunu tekelleştirmiştir. Onun dışında legal bir parti değil, hatta “bağımsız”casına bir
eleştiri bile Kemalizmin tüylerini kirpi gibi diken diken eder. Batı’da böyle diken üstünde
oturan “Cumhuriyet” Burjuvazisi, Doğu İllerinde, değil siyasi, hatta Kooperatif kadar “anodin
[zayıf]” bir ekonomik örgütü (bizde kollektif şirket niteliğini geçmeyen kredi kooperatiflerini)
bile “zararlı” bulur. Halkın en ufak şikâyeti, en fecî kırtasiyecilikten, imha tehditlerine kadar
her çeşit metotla bastırılır. Bir köylü bir dilekçe yazdırsa, onun köşesine kimin tarafından
yazıldığını gösterecek bir imza kondurmaya mecburdur. Tâ ki, gerekirse yazan bulunup
pişman edilsin yahut derdini yazdıracak adam bulamasın...
Kürdistan’da yazılan her dilekçe için mutlaka bir misli “fidye” ve iki misli de “posta”
masrafı alınır. Bu yüzden, bir dilekçe verebilmek için, o Doğu İllerinde pek seyrek rastlanılan
cinsten, cebinde 2-3 lirası bulunan bir adam olmak şarttır. Fakir ve halktan bir Kürt için bütün
bu merasimi yerine getirmek, “yetkili makama” bir dilekçe vermek için yeterli değildir.
Eğer dilekçe hoşa gitmez bir şikâyettense, kaydiye73 ve posta ücretlerinin alınmasına
rağmen, sepete atılır. Çünkü, güya, numara vermek için burjuva demokrasisinin icat ettiği
kaydiye işlemi adeti, Doğu İlleri için hayaldir. Hiçbir köylü, verdiği dilekçenin kayıt
numarasını hiçbir zaman öğrenemez. Hatta damga vergisinin gelirleri artsın diye, bile bile en
masum dilekleri bildiren dilekçeler bile beş on defa tekrarlanmadıkça yerini bulmaz,
kaybolurlar. Fakat bir sorunun herhangi bir memurcuğa dokunur biçim aldığı görülmesin; eğer
şikâyet eden köylü veya halktan biri ise, şikâyet derhal boğulur ve şikâyetçi hiç ummadığı bir
taraftan en beklemediği bir darbe ile sersemleşir. Şikâyet ettiğine ve edeceğine bin kere pişman
olur... Çünkü bütün Kürdistan memurlarının, en büyüğünden en küçüğüne kadar, nasıl bir
rütbe sıralamaları varsa, tıpkı öylece uyulması şart olan bir gizli anlaşmaları, halka karşı, âdeta
işaretle anlaşan harikulade bir birleşik cepheleri ve memur dayanışması vardır.
73
Kaydiye: Kayıt için alınan para.
75
Bu açıklamayı niçin kaydettik?
Türk Burjuvazisinin, en aşağı sömürge işlemine uğrattığı Kürdistan Halkına, hatta kendi
kapitalist kanunlarının tespit ettiği vatandaş haklarını bile yasak ettiğini hatırlatmak için...
Yoksa bütün Kemalizm yönetimi için şu iki nokta esastır:
1- Şikâyet eden ağa veya burjuva ve (bu ikisinin çıkarına zıt olmamak şartıyla) aydın ise,
dilekçe usulen hiçbir arızaya uğramaksızın rolünü oynar. Halktan bir kişinin dilekçesi aylar ve
yıllarca süründükten sonra bir hasıraltında can verir.
2- Fakat varsayalım ki, Kürdistan Halkından birinin dilekçesi “yüksek mâkamata” erişti...
Ne olacak?
Millet Meclisi’nin daima yaptığı gibi, önce “ait olduğu bakanlığa”, oradan “Birinci Genel
Müfettişliğe”, oradan: il, kaza, nahiye aracılığıyla nihayet mutlaka, halkın şikâyetçi olduğu
memurun veya arkadaşının eline geçecek değil mi? “Millet Meclisi”nin talep ettiği
soruşturmayı kendisinden şikâyette bulunulan memurluk veya o memurluğun bağlı olduğu
Ağalık yapmayacak mı?.. Bu kadar tehlikeli bir maceraya hangi zavallı köylü katlanabilir?..
İşte bütün bunlar, Doğu İllerinde “zorunlu hizmet”e gönderilen veya gönderilmeyen öyle
bir memur tipi yaratmıştır ki, Senegal veya Hindi Çini’deki Fransız memuru, bunun yanında
belki de “insaflı” kalır. Bu yüzden, Kürdistan’da her şey bir konspirasyon havası içinde akar.
Ağa memurla, memur burjuva unsurla, koklaşa koklaşa, kulaktan ağza yahut bir romanın adı
gibi “Dudaktan Kalbe” fiskos ederek işler pişirilir. Doğu memuru gayet kârlı bir yağmadadır.
Yavaş yavaş aşınan eski bir toplumsal yapı üstünde, aşındıran Kanunu temsil eder ve
uygularken, Doğu İlleri memuru, hem Kanunu, hem de aşınan rejimi kemire kemire yaşayan
bir sansar gibi işler. Orada burjuva kanunu tam burjuva memurunu ve burjuva memuru da tam
burjuva kanununu, kara tencerenin yuvarlanıp isli kapağını buluşu gibi, bulmuştur. Kemalizm,
bu efendilere, göze görünmeden, [kısık] bir sesle Tevfik Fikret’in hep şu öğüdünü vermiştir:
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Ne eleştiri, ne şikâyet, ne soru ve ne de cevap! Savaşa girişmiş bir ordunun bireyleri, Doğu
memuruna oranla, belki yaptıklarından daha çok “sorumlu”durlar: Kemalizm sermaye
biriktiriyor!..
Hiç şikâyet, hiç denetim, hiç sorumluluk olmuyor mu?
E, devede kulak türünden oluyor. Fakat bunlar:
1- Ya büyük Ağalarla burjuvaların ahbapçavuşvârî şikayetleri;
2- Yahut bu “han’ı yağma: yağma sofrası”nda öteki memurlarla konspirasyon
dayanışmasını bozanlara karşı, omuzdaşlaşmış memurların bir ortak, boykotu,
“cezalandırma”sı şeklinde oluyor. Ki, bu da, pek ender ve sıra dışı hallerden sayılır.
Kemalizm, Doğu İlleri memurluğunu o kadar başıboş bırakmıştır ki, bu resmi klik, bazen
bindiği dalı kesen yobazlar kadar küçük çıkarları içinde boğulur ve kapitalist düzen için
şaşılmayacak surette, bizzat dayandığı sistemi ve devlet iktidarını tehlikeye düşürür. Şeyh Sait
İsyanı’nda, Doğu İllerinin idare’i maslahatçı memurunun rolü, az aceleleştirici bir rol
olmamıştır. Zaten her zaman oynadığı öz rol de budur.
Bir örnek:
Diyarbekirli mi, ne... herhalde Türk Burjuvazisinin kendi kültürüyle idealize edebildiği
nâdir aydınlardan biri, öğretmen Mehmed Emin, Şeyhlerin isyan kararlaştırdıklarını Vali
Cemal’e söyler... Vali, böyle bir şey yoktur ve olamaz, der... Mehmed Emin, işi İçişleri
Bakanlığına duyuracak kadar ileriye gider. Bakanlık Valilikten sorar. İl aynı cevabı tekrarlar.
Muallim durmaz, bir daha Bakanlığa başvurur. Bu ısrarı gören Vali -galiba “makaamatı işgal”
maddesini uygulayaraktan- öğretmeni yakaladığı gibi hapse atar! Fakat, gafletin kabağı yine
öğretmenin başında patlar: ilk isyanda darağacına çekilen Vali değil, Mehmed Emin’dir...
Sivil örgütü bu olan Kemalist devlet cihazının, jandarma ve hele asker metotlarını tasavvur
76
etmek mümkündür. Yol kesmek yalnız eşkıyanın ve ağaların harcı değildir. Şehir ortasında
bile, bir jandarma neferi, istediği “Kürt”ü, istediği angarya için çevirir. Neferlerin bir önemli
kazanç kaynakları da, tenha sokaklarda, rast geldikleri Kürtten nüfus tezkeresi vb. evrak
istemek; genellikle böyle “medenî” merasiminden şaşalayan Kürt Köylüsünü, bir eyi
patakladıktan sonra, birkaç mecidiye veya kuruşunu alarak, lütfen serbest bırakmaktır.
En büyük şehirlerin ortalarında oynanan bu sahnelerden sonra, köydeki jandarmanın
yaptıkları ve yapabilecekleri, uzun fâcia destanlarını doldurur. Kürdistan Halkının dilinde,
jandarmanın adı “Yumurtacı”dır. Bir müfreze, herhangi bir kovuşturmaya veya “takip”e
çıkmasın... Artık, önüne gelen köy halkı, bilsin bilmesin -büyük Ağaların huzuruyla [hazır
bulunmasıyla]- çalakırbaç mavzer falakasıyla birer birer işkenceden geçirilir. İşin daha feci
tarafı, Kürdistan köylerini bir afet gibi saran müfrezelerin, bu işkenceleri uyguladıktan sonra,
ayrıca izzet ve ikram görmek haklarındadır. Dayağı “yiyen” köylü: yumurtasını, sütünü,
ekmeğini, davarını da bu müstevlilere [işgalcilere] “yedirmek” zorundadır. Karakol
jandarmasının, toplumsal ve idari bütün sorunlarda mutlak bir iktidarı vardır. Köyde karakolla
köy ağası el ele işlerler... Ağa soygununu jandarma aracılığıyla yaptırtır, “Miriyvo”larını
karakola sevk etmekle sindirir. Karakol, bir kimse hakkında Ağanın işaret ettiği şekilde bir
“tutanak” düzenledi miydi, artık o tutanağın hükmünü bozacak yeryüzünde hiçbir kuvvet
yoktur. “Büyük Millet Meclisi” köylerdeki soruşturmasını bu jandarma aracılığıyla yaptırır.
Karakol, soruşturmayı isterse yapar, isterse yapmaz; daima istediği şekilde yapar. Karakol bir
“Kürt”ü öldürmeye kadar yetkilidir: Kaçtı, vurdum! der, ve sorun kalmaz.
Kemalizmin köyde Ağalıkla en güzel sentezlerinden birini oluşturan ve temsil eden
Karakol, zulmünü siyasal ve toplumsal alanda bırakmaz ve yalnız Kemalizmle Ağalığın
soygununa âlet olmakla kalmaz. Bizzat Karakolun kendisi de, civar köylerin kaymağını
sömüren bir soyguncudur. Jandarmalar arasında Karakola gitmek bir nevi kârlı talihtir:
1- Nöbet yok, sorumluluk yok, vb... yok;
2- Masraf da yok: “Karakoldakiler on para sarf etmezler”; para arttırırlar, Kemer yaparlar.
Yaşasın “yumurtacı”lık!
Asker, bastığı yerde ot bitirmeyerek, bütün şüphelendiği köyleri gazyağı ile yakmak için,
jandarmaya yardımcılıkla yükümlüdür. Örneğin, bir köyün eşkıya yataklığı ettiğinden şüphelenildi mi, köyün etrafı bombalı ve makineli tüfekli müfrezelerle sarılır. İçindekilere çıkmaları
için kısa bir süre verildikten sonra, yağlı paçavralarla ve gaz dökerek, köyün bütün canlı cansız
mevcudu ile birlikte dumanı havaya savrulur... Tekrarlamaya bilmem gerek var mı? Köylü
köyünden yalnız canını kurtarabilirse kurtarır...
İçişleri Bakanı, “Türkiye hakkında eskiden beri ortaya çıkmış yanlış bir fikir vardır”
başlangıcı ile, yukarıda söylediğini, yani nüfus azlığını, aşağıda reddetmek ve mesela
Belçika’ya oranla Türkiye nüfusunun az olmadığını ve azalmadığını ispat eylemek için,
Türkiye’de “dağ taş” var, “oysaki Belçika’da dağ, taş, çöl gibi bir şey yoktur” (Cumhuriyet,
28.06.1932) diye, ancak Kemalist demagojide görülen “el-mana fî batn el-şâir” dedikleri
cinsten bir cevher yumurtladığı Meclis Demeci’nde, Kürdistan’da Birinci Genel Müfettişliğin
ordu ve jandarma ile el ele başardığı önemli faaliyetlerden birini de şöyle anlatıyor:
“Genel Müfettiş’in iyiliklerinden biri de orada Harb’ı Umumi [Genel SavaşBirinci Dünya Savaşı] ve Mütareke zamanlarından kalan silahları toplamayı
başarmış olmasıdır. Bilirsiniz ki, bir yılda yalnız Mardin ilinden 6.000 mavzer
toplanmıştır. Bunlar Genel Müfettişliğin örgütün çalışmasını birleştirerek ve
düzenleyerek doğru görüşleri sonucudur. Şüphesiz ordumuzun 8’inci Kolordu
kumandanlarının ve subaylarının (nefer yok!.. – H. K.) yüksek güçlü görüşleri ve
başarıları başta gelen etkenlerdir. Bu vesile ile oralarda vatan ve cumhuriyet için
çarpışanlara minnetleri arz etmek ve aziz kanlarını dökenleri rahmetle yâd etmek
vazifemdir.” (Sözü edilen demeç.)
77
Burjuvazi, ne zaman iktidar durumunu sağlamlaştırdıysa, o zaman daima halk kitlelerinin
silâhlarını toplar. Engels’in, Fransız Devrimleri örneklerinden sınıf ilişkileri için çıkardığı bu
sonuç, bizde ulusal azınlıklara karşı aynen tekrarlanan ezelî yöntemdir. Merhum Osmanlı
imparatorluğu, sağlığında, Balkan uluslarına ve azınlıklarına bu yöntemi uygulamıştı.
Cumhuriyet Burjuvazisi, aynı yöntemi bugün Doğu İlleri Halkı üstünde hükmettiriyor [egemen
kıldırıyor]. Rumeli “azınlık”larına, nasıl belli olmasın diye, kum torbaları ile dövüle dövüle
kan kusturulduğunu, işkence ve baskının çeşitleri altında ölüm sunulduğunu, bugün iktidar
mevkiinde güdücü rolünü oynayan Kemalistlerden çoğu pek iyi bilirler. Bu bildiklerini, bu gibi
zulümlerin ekilmesiyle, hangi kinlerin biçildiğini ve akıbetin nereye vardığını hiç düşünmeden
Kürdistan’da bir daha deniyorlar. Bu işler söylendiği kadar basit değildir. Bir ilden, bir senede
6.000 mavzer toplamak için, hiç olmazsa 20-30 bin kişiyi sıra dayağından geçirmek lazımdır.
Hele o illerde, ki henüz sınıf mücadelesi doğrudan doğruya ve uluorta silâh mücadelesi,
toplumsal ilişkiler silâh ilişkisi şeklinde olagelmektedir... Zaten İçişleri Bakanı da sorunun
içyüzüne dokunuyor: “Başta”, “8’inci Kolordu kumandanlarının ve subaylarının yüksek güçlü
görüşleri”ni getiriyor. Çünkü silâh gücü ancak silâh gücüyle kalkar ve silah ancak silahla zapt
edilir. Silâhların çarpışmasından hangi “barika’i hakikat”lerin [gerçeğin şimşeklerinin]
çıktığını bugün beşiktekiler bile sormaz. Nitekim, “oralarda vatan ve cumhuriyet için
çarpışanlar”dan söz eden Bakan beyefendi -bu demecini 1932 ortalarında verdiğine görebugün ezilen Kürdistan’ın başında yanan sinsi ve bitmez tükenmez iç savaş yangınını yeterli
derecede anlatmış oluyor. Bakan beyefendi, aynı zamanda, o kefen soyucu burjuva resmî
ikiyüzlülüğüne özgü düzgün söylemiyle ve bir mezar talkıncısının vazifesini yapan
soğukkanlılığıyla, din üfürükçülüğünü taklit ediyor: “Aziz kanlarını dökenleri rahmetle yâd”
ediyor. Bu yobazca ifadeyi siz Kürdistan’daki anlamıyla düşünün: bir nefer için on Kürt
Köylüsü, bir subay için on Kürt köyü mahveden Kemalist Burjuvazi, elbette “kanlarını
dökenleri rahmetle yâd” etmekle kalmıyor. Fukara Türk çocuklarını, ezilen Kürdistan Halkı ile
boğazlaştıran, akan kanları sermayeleştiren Kemalizm, iki tarafta da gaddar kinleri, kanlı
hınçları var gücüyle kışkırtarak, bu sayede Kürtlüğü “imha”ya uğraşıyor.
*
Bürokrasi cenderesi, jandarma terörü, yalınkılıç ordu taarruzu... işte Kürdistan’da Türk
Burjuvazisinin sömürge siyaseti... Kırtasiyecilik + Jandarma + Ordu zulüm üçüzünün
oluşturduğu temel üstünde yükselen Kemalist siyasetin birkaç özelliğini daha tespit edelim:
I- Ağalıkla İlişki
Kürdistan’da patlayan her isyandan sonra, Türk Burjuvazisi, Ağalığa karşı yeni bir tehdit
savurur. Çünkü hisseder ki, patlayan kanlı kavga içinde Türklerle Kürtler boğuştuğu kadar,
birbirinden başka iki rejim de boğazlaşır... Fakat hiçbir zaman yerine getirilmeyen ve
getirilemeyecek olan bu taktik tehditler, ortalığın yatıştırılması ile birlikte unutulur. Yine
Kemalizm Ağalıkla sarmaş dolaş yaşar ve bir daha herkes “evrim”e ısmarlanır. 1925 Şeyh Sait
İsyanı’ndan sonra, bir kısım elebaşı Ağalar Batı İllerine sürüldüler. Fakat çok geçmeden,
Ağalar gâh kendi iradeleriyle sıvışarak, gâh Kemalizmin iznine dayanarak, aşiretlerinin başına
dündüler. 1930 Ağrı Dağı İsyanı sırasında, burjuva basını aynı teraneyi tekrar tutturdu:
“Hükümetimiz yerel ve idari tedbir almakla meşguldür. Aşiretler lâğvedilmiş,
reislerin maiyeti dağıtılmış, arazileri halka dağıtılmıştır. Bundan sonra reisler 500
dönümden fazla araziye sahip olamayacaklardır. Arazi sahibi edilen köylüye kredi
ile tohumluk dağıtılmaktadır.” (Cumhuriyet, 27.07.1930)
Fakat bütün bu “iyimser destek”lere rağmen Aşiretler dipdiridir ve Ağalık ayaküstünde, eli
kırbaçlıdır. Çünkü Kemalizm, sınıf ilişkilerine doğrudan doğruya bağlı olan hiçbir toplumsal
sorunda “halkçı” olamadı, yani burjuva demokrasisini kuramadı. Ve daima gerçek devrimci
78
metotlardan ödü patladı. Bu belki de herkesin kulağını dolduran yaygaralara zıt gelir. Fakat,
zaten çelişkilerin kökü buradadır.
Aşiret arazisi denilen şey, yukarıda da söylediğimiz gibi, Aşiret ağasının kişisel mülkü
değildir. Klanın ortak mülkiyeti, ataerkil sistemden derebeyi ilişkilerine kadar uzanan bir sürü
dejeneresanslara [yozlaşmalara] uğramış ve Aşirette bir zaman herkesin olan toprak, yavaş
yavaş Ağaların malı haline sokulmuştur. Toprağın Ağa malı haline gelişi, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Sultanlar tarafındın başlatılmış ve Türk Burjuvazisiyle birlikte tam
kıvamını bulmuştur. Sultanlar, bazı işlerine yarayan Reislere fermanla şu kadar köyü peşkeş
çekmişlerdir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda bu gibi peşkeşler, genel olarak Timar ve
Zeamet yöntemlerinde olduğu gibi, toprağı belirli kişilere mutlak biçimde mülk etmezdi.
Mülkiyetten çok bir çeşit Tasarruf, hatta Yönetici-Tasarruf Hakkı verilirdi. Türk Burjuvazisi,
kapitalist kanunlarıyla birlikte, Padişahların Ağalara verdikleri bu Tasarruf hakkını, Kişisel
Mülkiyet hakkına çevirmekte gecikmediler.
Nitekim yüz milyonlarca Vakıf mülkü, daha hâlâ son zamanlara kadar bir dizi
formalitelerden sonra böyle kapanın elinde kalırcasına kişilere mülkleştirilmiyor mu?
Şu halde hatta hukuken bile, Aşiret arazisi Ağanın hiçbir zaman malı olmamıştır. Burjuvazi
istese, hiçbir “yasal” engele çarpmadan toprak mülkiyetini emekçi köylülere mal edebilir.
Fakat, “Vouloire c’est pouvoire: İstemek yapabilmek, muktedir olmaktır”… Türk Burjuvazisi
ise bunu yapabilemez. Bunu yapamayınca, tam aksini pekâlâ yapabilir. Nitekim Doğu İllerinde
son kadastro kanunlarıyla yaptığı da budur: Ağaların kişisel mülkiyetlerini “konsolide”
etmek!..
Kemalizmin Ağalığa yaptığı bu hizmete karşılık Ağalık da aheste beste [yavaş yavaş, ağır
ağır] büyük arazi sahipliğine (500 dönüm lâftır, esası 3010 dönümdür) doğru gelişirken, yeni
“örtünme” yöntemlerine müracaat ediyor. Eskisi kadar “açık saçık” gezmiyor. Ağalığın
Kemalizmle bu son uzlaşma manevrası şu iki taktikle belli olur:
1- “Tesettür: Örtünme”: Batı’da Kemalizm, nasıl Türkiye’de “kapitalist”lerin ve “sınıf”ların
bulunmadığını “yemin billâh” tekrar ediyorsa; tıpkı öyle, Doğu’da da Ağalık, artık herkesin bir
olduğunu, Ağa-Maraba kalmadığını, şayan’ı hayret [şaşılacak] bir “incelik”le doğrular durur.
Sınıf dövüşünün en kesin ve sonuncu aşamalarına kavuştuğu çağımızda, bu modern taktik, son
savaş yöntemlerinin demagojisinde Kemalizmle Ağalığın iyi anlaştığını göstermez mi?
2- Maşa kullanma: Eskiden Ağalık, kendi egemenliğini yürütmek için, bir sürü silahlı adam
ve teb’a kullanmaya ve tabiî bunların masrafına katlanmaya mecburdu. Kemalizmle anlaşalı
beri, artık bu gibi külfetlere yer kalmamıştır. Ağa arazi sahipliğine biçim değiştirmeyi göze
alabildiği oranda, Türk Burjuvazisinin silahlı adam (jandarma)ları emrine amadedir. Sonra
halkı soymakta, Ağalığın hoyrat davranışlarından daha nazik, dolambaçlı ve şaşırtıcı
yöntemler, Ağalara eskisinden daha elverişli soygunlar sağlar. Ve onun için, Kemalizm
döneminin Ağaları, eskilerinden daha az masrafla daha çok soygun yapabiliyorlar. Başka
deyişle, kendi elleriyle ateşi tutacak yerde, Kemalist paşaların maşalarıyla yakalıyorlar.
Sürgünden geldikten sonra, Ağa, köylüden öteberi istedi, herhangi bir çapul yapmaya girişti de
baş edemedi mi, Karakolla çoktan anlaşmıştır: tehdit-iftira-mahkeme-yalancı şahit... vb. ile,
biraz geç de olsa, hiç de güç olmayacak yoldan amacına kavuşuyor...
II- Tehcir ve İskân:
Fakat, Kemalizm “yediği ekmek gibi” biliyor ki, Kürt Ağalığı ile el ele vermek, Türk
mütegallibesi74 ve tefeciliği ile uzlaşmak kadar asla istikrarlı ve emin bir şey değildir. Gittikçe
74
Mütegallibe: Derebeyi; zorba, zorba takımı.
79
“ulusal” ve tek olan Kürdistan hareketleri, bazen, hele küçük Ağaları, pek çok kere peşinden
sürükler. Zaten Ağalık da, kendi beslediği silahlı adamlarla, maaşını Türk Burjuvazisinden
alan Jandarmanın arasındaki farkın farkında olmuyor değildir. Onun için, Kürdistan’da
toplumsal ve siyasal kargaşalıklar her alevlendikçe, Türk Burjuvazisinin başvurduğu bir başka
çare de Tehcir ve İskân Siyasetidir.
Örneğin, daha Ağrı İsyanı bastırılırken, isyan haberleri sütununda bu tedbirlere rastlarız:
“Ankara 30 (telgrafla) - Hükümet Doğu’da genel bir temizlik yapmaya karar
vermiştir. İskân edilmemiş hiçbir aşiret bırakılmayarak göçebeliği tamamen kaldıracak, bu kitle arasında devlete karşı olanlar te’dip edilecektir. Bu suretle kabile
hayatı Doğu yöresinde son günlerini yaşıyor, Türkiye tek bir düzen etrafında
toplanmış, kötülükten arınmış, namuslu vatandaşların ülkesi olacaktır.”
(Cumhuriyet, 31.07.1930)
Böyle ömür hayaller, gazete sütunlarındaki kadar hayatta da kolay ilan edilip ve
uygulanıverseydi, ne iyi oluverirdi. Ne çare ki, parlak haberle gözleri kamaşan burjuva kalem
uşaklarına rağmen, evdeki pazar burjuva çarşısına asla uyamaz. Nitekim ondan sonra Tehcir ve
İskân hakkında ne yapıldığını aynı basın sütunlarında takip ederseniz, yılda bir habere zor
rastlarsınız. Yukarıki haber 1930’da yazılmıştır:
1931:
“Ankara 3 (A.A.) - İran’da sınırımızın doğusunda seyyar bir kabile durumunda
bulunan Halikanlı aşiretine mensup 405 aile Batı illerinde yerleşmek üzere
ülkemize hicret ve hükümetimize müracaat etmiştir. Hükümet bu aşiret
bireylerinin Batı illerine iskânlarını kararlaştırmıştır.” (04.10.1931)
“Trabzon 17 - Batı illerinde iskân edilecek Halikanlı aşiretinden 1.000 kişi bugün
Anafarta vapuru ile sevk edilmişlerdir.” (18.11.1931)
1932:
“Dün şehrimize Adana yolu ile ve trenle dokuz aile getirilmiştir. Muş’tan
getirilen bu aileler elli kişilik bir toplam tutmaktadır.” (…) “Bu ailelerin Çanakkale
mıntıkasında iskân edilmelerine karar verilmiştir.” (16.08.1932)
İşte bu kadardır, ol hikâyet... 1931’de bin kişi tehcir ve iskân edildikten sonra, 1932’de
ancak 50 kişi buluyoruz...
Neden?
Tabiî bunda, İskân ve Tehcir işlerinin oldukça bir masraf toplamı tutabildiği gibi sebepler
de vardır. Fakat başta gelen sebep, hiç şüphesiz bu yöntemlerin, burjuva sömürü hedeflerine
aykırı düşüşündedir. Gerçekten, kapitalist: aletleri değil, canlı insanları sömürür. Türk
Burjuvazisi de, Kürdistan’ın dağını, taşını değil, oradaki ezilen ve canlı halk kitlelerini
soyabilir. Böyle herhangi bir Tehcir Siyaseti devam ettikçe, Kürdistan’ın ıssızlaşması, orada
sömürülecek emekçi insan yığınlarının yokluğu ve yararsız masrafa karşılık kârın yokluğu gibi
olumsuz bir sonuç, Türk Burjuvazisini çarçabuk korkutmuştur.
Nitekim 1931 sonundan beri Tehcir ve İskân hareketi durdurulmuştur; çünkü, İş
Bankası’nın yönetim kurulu başkanının gezisi nedeniyle, Türkiye Finans-Kapitali (Ekonomist
d’Orient) de, aynı yılın sonlarında, bu noktayı şöyle tespit etmişti:
“Hükümet, bu kabilelerden bir miktarını Ege Anadolusu’nda iskân etmektedir.
Eğer bu göçmenlerin yerine derhal gecikmeksizin yeni göçmenler geçirilmezse, bu
bölgeler “depopülman”a (nüfus yokluğuna ve ıssızlığa – H. K.) ısmarlanacak, ki bu
hiç de ekonomik bir ilerleme olmayacaktır.” (Economist d’Orient, 10.12.1931, Sayı:
444)
***
Demek Kemalist Burjuvazi, gerek Ağalıkla mücadeleyi, gerek Tehcir ve İskân Siyasetini
80
başaramamaya mahkûm olmuştur. Ağalıkla Türk Burjuvazisinin bütün boy ölçüşme
girişimleri, fatalman [kaçınılmaz olarak] bir uzlaşmaya varmıştır. Artık Kemalizmden bu
ülkede ciddî bir Ağa aleyhtarlığı beklenemez. Tehcir siyaseti de, gördüğümüz gibi, malî ve
toplumsal sebeplerle tutunamaz. Bilindiği gibi ilkin, Kemalizm malî güç bakımından devamlı
ve “ekonomik” bir Tehcir Siyasetine devam edemez: Parası yoktur. Fakat hepsi bu kadar değil.
Araya belki bu malî yokluktan daha önemli olan toplumsal sebepler karışır. Kürdistan Halkının
ne müthiş bir asimilasyon yeteneğinin olduğunu, içine aldığı bütün yabancı unsurları nasıl
çarçabuk sindirip “Kürtleştirdiği”ni, burjuvazi de bizim kadar biliyor. Aşiret topluluğunun,
Kürt Köylülüğü ruhunda öyle derin bir etkisi vardır ki, Doğu İllerinde iskân edilen Türk
göçmenler: ya, su içindeki zeytinyağı damlası gibi, çevre Kürtlükten soyutlanmaya -ki bunun
uzun süre devam edebilmesinden daha imkânsız hiçbir şey yoktur- yahut da, çevreyle ilişkiye
girdiği oranda eriyip birliğini yitirmeye mecburdur. Bir Kürt erkeği bir Türk kızıyla evlense,
Türk kızı, girdiği ailenin çarçabuk ayırt edilemez bir parçası olduğu ve Kürtleştiği halde; Türk
erkeğin aldığı Kürt kızı, hiçbir zaman Türk ailesiyle hal ve hamur olmaz ve daima ana-baba
evinin Kürtlüğü temsil eden ve başarıyla yayan bir “cüz’ü tammı”75 olarak kalır. Bu, klan ve
aşiret sisteminin müthiş kollektivitesinin dağınık aile sistemlerinden çok daha güçlü ve etkili
olduğunu gösterir.
Madem ki Ağalık Uzlaşmaya, Tehcir ve İskân sonuçsuzluğa mahkûmdur; şu halde, Türk
Burjuvazisi ne yapabilir?
Sonucu karanlık bir İmha, Baskı ve Asimilasyon siyasetine girmek... İşte Kemalizmin
Kürdistan’daki sömürge siyasetindeki bu üç yönteme de, bir değinelim:
III- İmha Siyaseti
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda çok denediği İmha Siyasetini, Meşrutiyet
Burjuvazisi “Doğu Balkanları”nda Ermenilere karşı uyguladı. Bunu uygulayan “İttihad ve
Terakki” Partisi rehberleri, yaptıklarının hesabını sonra birer birer kanlarıyla ödemiş
olmalarına rağmen, az çok başarılı olmuştu. Fakat Meşrutiyet Burjuvazisi, yukarıda
kaydettiğimiz gibi, bu siyasetinde kendi başına, sırf “Te’dip seferleri” ile, herhangi terörist
Genel Müfettişlik baskısı altında değil; yine Kürdistan’da iki zıt toplumsal gücü çarpıştırarak
ve görünüşte Ulus değil, “Ümmet” prensibine dayanan Osmanlı saltanatı sayesinde
“Müslüman” Kürtlüğü, Hıristiyan Ermeniliğe, gerçekte Derebeyi düzenini Kapitalist ilişkilere
saldırtarak başarılı olabilmişlerdi. Bugün Kürdistan’da açıkça bir Kürt topluluğu var ve
Kürt’ten başka unsurları hızla asimile ediyor, emiyor. Toplumsal rejim bakımından, eski
Derebeyi-Klân sistemini kemiren kapitalist ilişkiler var. Yani ortada bir rejim çelişkisi ve
çarpışması var. Fakat bu seferki zıddiyet kapitalist ilişkilerin lehinde gelişim göstermek
zorunda bulunduğu için, Kürdistan’da Kemalizmin ekonomik çapulu devam ettiği oranda ve
bu çapulla doğru orantılı olarak bir Kürt ulusal akımı ve hareketi büyüyecektir. Bu tarihsel bir
zorunluluktur.
Şu halde, bir adliyecinin komünistler hakkında söylediği gibi, bu iş: vurdukça tozuyacaktır.
Bununla beraber, Kemalizm, “Çeşme’i pürhûn fenadan: Fânî kan dolu çeşmeden” bir kere
içmiştir. Artık “başın alamaz, bir dahi bârân’ı belâdan”76...
İsyanlardan sonra başlayan Te’dip Seferleri, şu kadar kilometre mesafe içinde, rast gelinen
bütün köyleri ateşe vermek ve kaçmaya teşebbüs eden köylüleri, dere içlerinde bire kadar
kurşuna dizmek şeklinde sürer. İsyan hareketinden sonra, çok kere ikinci isyana kadar, isyanla
75
76
Cüz’ü tamm: Bir şeyin, temel niteliklerinin tamamını toplayan parçası, birim.
Bir katre içen çeşme’i pürhûn’ı fenadan
Başın alamaz, bir dahi bârân’ı belâdan
Ziya Paşa’nın ünlü Terkib’i Bend’inden bir beyit. Bugünkü Türkçeyle anlamı:
Bir damla içen ölümlülüğün kan dolu çeşmesinden
Başını alamaz bir daha bela yağmurundan.
81
doğrudan doğruya bağlı Çete Hareketleri devri açılır. Örneğin, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonrası
için İçişleri Bakanı şöyle diyordu:
“Genel Müfettişlik Doğu’ya girmezden evvel Doğu’da kişi sayısı 30 ilâ 40
arasında dolaşan 100 tane çete vardı. Ağrı Dağı’nda 2.000 silâhlı çete alayları
mevcuttu.” (Meclis Demeci 27.06.1932)
Bunlara karşı iki çeşit tedbir alınır:
1- “Tecil” Kanunu ile enselemek
Birçok tehlikeli unsur, Kemalist Burjuvazinin bu “yasal” vaadine inanmaya hazırdır. İçişleri
Bakanı:
“Bu kanun sayesinde Doğuda ve Güneyde birçok asi aşiretler dehalet ettiler
[aman dileyip sığındılar]. Birçok çeteler dağlardan indi. Bugün onlar da ülkenin
birer sâdık evlâdı olarak ülkeye hizmet etmektedirler. Bir kısmının yola getirilmesi
böyle idarî olmuştur.” (Demeç)
Fakat, aldanıp da Tecil Kanunu’na inanan ve köyüne dönenlerden çoğu, bugün değilse
yarın, herhangi sudan bir bahaneyle, bazen de hiç sebepsiz, ansızın yolda vurdurulur, yahut
hapiste çürütülür.
2- Doğrudan tedhişle [terörle] imha
Doğu İllerinde Ortodoks Kemalizm budur. Zaten bir [çetecinin de] er geç sonu budur.
İçişleri Bakanı:
“Diğer bir kısmı hakkında amansız bir takip başladı.
Bunların içerisinde çok meşhur olanlar vardı. İlk hatıra, Yado, Seyid Resul
vesaire gelir. Bu şakiler de [eşkıyalar da] Erzurum’a kadar gelebiliyorlardı. Bunlar
son neferine varıncaya kadar birer birer imha edildi. Bu adamlar Şeyh Sait’in
döküntülerindendi.” (…) “Bunlar da imha edilmiştir. En sonra Şeyh Tahir denilen
adamın soyu imha edildi.” (Demeç)
Biliriz ki, eşkıyalık genellikle, köylünün mevcut rejimden çektiği zulme karşı yaptığı
tepkidir. Gerçi elebaşılar, likide [tasfiye] edilmek istenen “Ruhanî Ağalık”tan, Şeyhlerden,
Seyitlerden, hatta Ağalardan pek çoğu idi. Fakat bunlar, isyanlarını, köylünün derin
hoşnutsuzluğu temeline dayanarak yapabiliyorlardı. Onun için Kürt Köylülüğü, dağa çıkanları,
bütün dünya köylülüğü gibi, korur, besler ve bakar. Şu halde, yapılan “İmha” hareketleri yalnız
Şeyhlerin “soy”larıyla sınırlı kalmıyordu. Tam tersine, yukarıda jandarma ve asker seferleri
hakkında işaret ettiğimiz şekillerin en fecileri, emekçi ve ezilen Kürt Köylülüğünün canı ve
kanı ile oynuyordu. Bugün hâlâ da oynuyor ve galiba Kemalizmin ömrü oldukça da
oynayacaktır.
Türk Burjuvazisi, görünüşte Emperyalizme karşı kopardığı sahte yaygaralarda, “Doğu’nun
ezilen ulusları”nın hakkından harıl harıl söz ettiği halde, nedense bu hakkı Kürt Ulusuna teslim
etmek şöyle dursun, yeryüzünde Kürt Ulusu diye bir şeyin varlığını işitmek bile istemiyor.
Fakat adıyla sanıyla bir ulus, öyle Kemalizmin zannettiği kadar kolay örtbas edilemeyeceği
için, Cumhuriyet Burjuvazisi, var gücünü böyle isyan ve isyan arkasından gelen isyan
döküntüleri ve çete muharebeleri fırsatlarını hiç kaçırmayarak, bu ulusu “İmha” etmeye
veriyor. Ve dağınık Kürt Köylüsünün, büsbütün parçalayıcı olan Ağalık içindeyken kopardığı
her ümitsiz hareketini vahşi bir zevkle de karşılamıyor değil… Ve her harekette binlerce ve on
binlerce ezilen Kürt Köylüsünü mahvetmeyi lezzetle ilân ediyor.
Ağrı Dağı’nın sancısı tuttuğu sırada, gazetelerde şöyle haberlere rastlıyorduk:
“Büyük Ağrı’nın sisten görünmeyen yüksek zirvelerinde dehşetli kar fırtınaları
vardır. Ordumuz bütün Doğu havalisine tam bir demir pençe şeklinde hâkimdir.
Hele harekât alanına yakın olan yörelerde kuş bile uçurulmuyor.” (31.07.1930)
İçişleri Bakanı, aynı sorunu daha açık bir iftiharla tekrarlıyordu:
“Ağrı Dağı İhtilâli 1930’da olmuştur. Onun ayrıntıları burada çok anlatıldı. Ağrı Dağı
82
harekâtının etkenleri tamamıyla imha edildi. Edilemeyenler de kaçtı. Fakat bu yıl kışın
Ağrı’dan İran’a kaçanlar mevsimin sıfırın altında 35-40 derece soğuk yaptığı bir sırada
Ağrı’dan içeri girdiler. Oraya memur olan askerlerimiz Ağrı’nın tâ tepesine kadar çıkarak,
soğuklar içinde bir tek nefer kalmayıncaya kadar hepsini tepelediler.” (Cumhuriyet,
27.06.1932)
Kemalizm, bize dişlerini gösteren bir gülüşle sorabilir: Ne yapalım?.. İsyancılara karşı
başka türlü hareket edilemez. Çeteleri bastırmak zorunluluktur. Yaşın yanında kuru da yanar.
Emperyalizmin para ile avladığı Seyitlere ve Şeyhlere meydan bırakaydık, Kürdistan’ı bir
İngiliz, Fransız veya İtalyan sömürgesi yaptıraydık, daha mı devrimci hareket etmiş olurduk?...
Zaten Kemalizmin daima söylediği de budur. Fakat biz de kendisine şunları soralım:
Bir yerde geniş halk tabakalarını ayaklandıran isyan sebepsiz olur mu? Doğu İllerindeki
isyanların sebebi sırf Ağalığın gerici hamlesi ve yabancı parmağı yüzünden olabilir mi? Eğer
ortada ezilen geniş halk tabakaları olmasa, o tabakaların yerinden oynatılmasına imkân var
mıdır? Şu halde isyanların böyle devam edegelmesinde kimin rolü esastır? Şeyh Sait İsyanı’na
sırf gericiliktir, diyelim; ya son Ağrı Dağı sorunu da öyle midir? vb…
Bu sorulardan sonra, isyanların en büyük sebebinin, Kemalizm olduğu daha etrafıyla
anlaşılabilir. Bunu aşağıya bırakalım. Kürdistan’da köylü devriminin elifini bile ağzına
almayan, Doğu’da demokratik burjuva devrimini bütün bütüne yasak eden, buna karşılık Kürt
Ağalığı ile el ele vererek Kürdistan’ı ekonomik ve siyasi olarak sömürgeleştiren Cumhuriyet
Burjuvazisi, elbette Doğu isyanlarındaki yerini, kendisi herkesten daha iyi bilir. Bu isyanları
yapanlar belli olabilir, fakat bu isyanları kışkırtan Kemalizmdir. Çünkü Kemalizmin iktidar
olmasından önce, Kürdistan’da böyle kapsamlı isyanlar yoktu. Ve Kemalist sistemin kuruluşundan on yıllık zaman geçtikten sonradır ki, Kürdistan, Doğu’nun Balkanı ve isyan bölgesi,
ateş ülkesi haline geldi. İsyanın içyüzü bu olduktan sonra, artık, Te’dip Seferlerinin
uygulanması, eşkıya takibi, Birinci Genel Müfettişliğin düzenlenmesi vb… imha şekillerindeki
vahşet, zulüm ve canavarlığın anlamı, ancak kapitalist düzenin metotları olarak açıklanabilir.
Bununla birlikte biz, Cumhuriyet Burjuvazisinin Doğu’da sistematik imha siyasetini nasıl
örgütlendirdiğine dönelim. Ağrı Dağı (l930) İsyanı’ndan sonra, Birinci Genel Müfettişliğin
şahsında Kemalizm, Kürdistan ağalığı ile yeni ve fiilî bir antant [anlaşma] yaptı: Milis örgütü!
Büyük Ağalığın küçük Ağalara ve tüm Kemalizmle uzlaşmış Ağalığın, devlet cihazıyla
birlikte Kürdistan Fakir Halkına karşı çete örgütü, bu Milis hareketidir. Ağrı Dağı İsyanı ile
birlikte yeni bir biçime giren Kürdistan İsyanı, Türk Burjuvazisine, gericilikle (Ağalıkla) daha
sıkı el-birliği yaparak halk hareketine karşı yeni yöntemler kullanmanın zorunluluğunu öğretti.
Bu yöntem, Kürdistan Halkını birbirine kırdırmak ve daha az jandarma ve asker harcatmak
bakımından “tasarruf”a da elverişliydi. Ve Kemalizme hiçbir masraf karşılığına mal
olmuyordu: yalnız Kürdistan Halkının sırtından geçinen tufeylilerle [asalaklarla] silahlı
çapulcuların sayısını arttırıyordu. Cumhuriyet Burjuvazisi, Milis örgütüne yalnız silah ve
cephane verir. Milisin geçimi büyük Ağaların ambarından, yani Kürdistan emekçi köylüsünün
sırtından çıkar; yönetimi hükümet kontrolü altında, büyük Ağaların Kolbaşıları ve bazen yakın
akrabaları tarafından olur. Ağrı Dağı İsyanı’nın üstünden iki ay geçmeden, Birinci Genel
Müfettiş Urfa’nın “Millî Gazete”sine şu demeci veriyordu:
“Halkımızın Cumhuriyete fiilen gösterdiği bağlılık ve sadakati her zaman
övgüyle anabilirim. Doğu İllerimize dışarının gerici tecavüz ve hareketlerine karşı
savunmak üzere halkımızın rekabet edercesine Milis örgütüne dahil olmaları ve
canlı hareketler ve eserleriyle bunu ispat etmeleri inkâr edilemez.
“Urfa’da olduğu gibi diğer Doğu İllerimizde de Milis örgütü yapılmıştır.”
(Cumhuriyet, 24.10.1930)
I- Doğu İllerinde, Milis örgütü, eskiden jandarma ve askerin yaptığını daha derin ve geniş
ölçekte yapar. Halka karşı uygulanan zulüm yöntemleri, Milis örgütünde artık burjuva
bireyselciliğinden çıkmış, tam derebeyi kollektivitesi şekline girmiştir. Malûm, kapitalist
düzenince bir suçtan ancak o suçu işleyen sorumludur: Her koyun kendi bacağından asılır.
Fakat Doğu İllerinde bu tarz düzen keenlemyekün’dür [sanki yokmuş, hiç olmamış gibidir].
83
Bir suç işleyeni ele geçirmek isteyen Kemalizm, birkaç jandarmayla birlikte bir köpek sürüsü
kadar kalabalık Ağa milisini suçlunun köyüne saldırtır. Köyde suçlunun çoluk çocuğu, anası,
babası, karısı, kardeşleri ve uzak yakın bütün akrabası silahlı bir çember içine alınarak dağlara
çıkılır. Yolda kadın ve çocuklara istenilen rezalet ve hakaret uygulanabilir. Zaten çok kere bu
işe sevk edilen Milisler, hükümetin aradığı adamın ayrıca şahsen, yani Ağa yönünden
“düşmanı”dırlar. Düşmanlarının çoluk çocuğunu ellerine geçiren bu cahil insanlar, gerek
hükümete ve gerek Ağaya yaranmak, gerekse -ve en çok- ellerine düşen kurbanlardan azami
istifadeyi çekebilmek amacıyla, bir tür insan “sürek avı”na beraberce sürükledikleri
mazlumları, yolda bin türlü işkence ve hakarete uğratırlar.
Bu zavallı kadın ve çocukları da niçin peşlerine alıyorlar, diyeceksiniz?
Basit:
1) Facianın büyüklüğü önünde, dağa çıkanın, artık ölümü göze alıp, karısını, kızını bu halde
görmektense, teslim olmayı göze alması için;
2) Çoluk çocuk dağdan dağa sürüklenip parçalanan masum “asayiş” kurbanlarının, bir gün
canlarına tak deyip, istenilen adamı teslime razı olmaları ve kendi candan sevdiklerini pusuya
düşürmekte, Ağalık ve Kemalizmle elele vermeleri için;
3) Bu üçüncü nokta diğerlerinden hiç de daha az önemli değil, belki pek çok kereler, özel
kin ve maddî zorunluluklar yüzünden daha önemlidir bile… Biliyoruz, Milisler, Ağanın
Kemalizme hizmet eden askerleridir. Birinci Genel Müfettişin “her zaman övgüyle andı”ğı
“bağlılık ve sadakat”, Ağaların bu hizmetinden başka bir şey değildir... Eh! Milisler melâike
değildirler: yer ve içerler… Ağa ise, silâhlı adamlarını âdeti uyarınca çapul sayesinde geçindirir. Şu halde “takip” edilen adamların - ki tekrar edelim, bunlar hemen daima Ağanın özel
düşmanlarıdır- evini barkını güya “taharriyat [aramalar]” bahanesiyle altüst etmek, hısım
akrabasında işe elverişli ne var ne yoksa hepsini birden talan etmek… Ağanın malî gücü için
olduğu kadar, Milislerin geçimi, maaşı için de lâzımdır… Yoksa, “babası hayrına” hiç kimse
hizmet etmez, değil mi?
II- Milisin bu söylediğimiz birinci kısım faaliyetini, jandarma ve asker de “pekâlâ”
yapabiliyordu ve gene de yapar. Milisin bu kısım faaliyetinde nitelikçe olmaktan çok nicelikçe
bir rol vardır: yani yapılan iş daima aynıdır; yalnız Milisin araya karışmasıyla bu iş birkaç
misli büyümüş ve ağırlaşmıştır... Çünkü özel kin bakımından, zaten eskiden de, jandarmanın
çoluk çocuğunu peşlerine takıp orman orman gezdirdikleri, o yörede o adama düşman olan
Ağaların işaret ettikleriydi. Eskiden Ağanın Kemalizmle birlikte ezmek istediği kimselerin
çoluk çocuğu, jandarma ve askerlere yağma ettiriliyordu; şimdi bu işi jandarma ile birlikte
Milisler: daha çok ve daha sistematik bir biçimde yapıyorlar… Fark bu…
Fakat Kemalizmin hiçbir zaman yapamadığı bir şey var ki, Milislerin önemli ve asıl
özelliklerinden biri, bu şeyi yapabilmelerindedir. Milislerin bu ikinci görevleri, başta Ağanın
çıkarı adına ve yönetimi altında, Kemalizm için bir tür Casusluk + Hafiyelik rolünü
oynamalarıdır. Köyde en ufak bir hareket doğmadan Ağaya haber vermek, şüpheli kişilerin
bütün hareketlerini geceli gündüzlü takip etmek konusunda Kemalizm diz boyu altın dökse
Milislerden gördüğü hizmeti ödeyemez. Onun için, Kemalizm için Kürdistan Ağalığı, artık
Emniyet Genel Müdürlüğü Birinci Şubeleri kadar “aziz”dir ve Kürt Ağalığı + Türk Burjuvazisi
“kutsal ittifakı”, altın değerindedir.
Kemalizm, Doğu’da süngü üstünde oturuyor. Eğer yapmış olduğu kanunlarıyla,
Kürdistan’da yaşamaya kalksa, öldüğü gündür. Kemalizmin bütün icraatında egemen olan bu
ruh, yani “kanunlar üstü” yaşama ruhu, özellikle Doğu İllerinin imha siyasetinde en itçil
ucubelerini enikler. Zulüm ve imha güçlerinin eline düşen Kürt Köylüsünün “hayat ve
mematı” (ölüm ve dirimi) iki yolda iki sistemin elindedir:
1- Tutulduğu köyden hapishaneye kadar olan yolda: Kürt Köylüsünün hayatına Ağa
egemendir. İsterse adamlarına, Milislere veya Jandarmaya ufak bir işaret verir. Sevk edilirken,
Kürt bir derenin içinde kurşuna dizilir.
2- İkinci ölüm yolu: Bir hapishaneden öteki hapishaneye giden yoldur. Ağa tutuklanan
adamı öldürtmek istemez, yahut o yetkisi sınırlanmış bulunursa, bir hapishaneye gelen sanık,
84
evrakıyla birlikte başka bir mahkemeye nakledilir. Bu Kemalist adaletin hükmüdür. Bu sefer
imha edilmek istenen Kürt Köylüsü, iki hapishane arasındaki yolda, kaçtı diye öldürülür.
Bu sonuncu imha yöntemi, bu ilk Komünist 15’leri Karadeniz’de baltalayan yöntem,
bildiğimiz gibi, Kemalizm kadar eskidir. Fakat Kemalizm bu yöntemi Kürdistan’da uyguladığı
kadar, belki hiçbir yerde klasikleştirmemiştir. Örneğin elli kişilik bir kafile, üç kol halinde,
yahut üç otobüsle yola çıkarılır. Yolda kafilelerden birinin jandarmaları nedense yorulur ve
istirahat için geri kalır yahut kamyonun lâstiği patlar… Sonra, bir daha artık bu geri kalan
kafilenin ismini işiten olmaz. Yalnız, bütün ezilen kitleler arasında dehşetle uyanık duran o
yaman konspirasyon sayesinde sorun kulaktan kulağa yayılır. Bazen, terör olsun diye, bilerek
ve isteyerek resmî makamlar tarafından şu şekilde duyurulur: Yolda firar etmeye kalkışanlar,
jandarma tarafından meyyiten (ölü olarak) derdest edilmişlerdir… Oysaki, ayaklarından
boyunlarına kadar, zincir ve kelepçe içinde perçinlenen bu biçare mahkumların kaçacak değil,
yerlerinden kıpırdayacak halleri yoktur.
Özetle, isyan zamanında: Kemalizm ne kadar Kürt Köylüsü öldürebilirsem kârdır, der;
“normal” zamanlarda da, binbir baskıyla suçlandırdığı Kürt Köylülerini, kaçaksa: evini,
köyünü yakar; ele geçerse: sevkiyatta kaçtı diye vurdurur… Ve bu “amansız” imha siyaseti,
Doğu İllerinde bir Kürtlüğün bulunmadığı ve bulunamayacağını ispat için uğraşır.
Milis örgütü bu imha siyasetini “derinleştirir”. Ekonomik sömürü, siyasal ve sosyal baskı,
Ağalığın ve Kemalizmin “temizleyemediği” biçareleri, birbirine kırdırır. Hapishaneler dolar.
Sırf Toprak sorunu yüzünden, Kemalizmin halledemediği ve edemeyeceği bu sosyal dava
yüzünden, Kürdistan Halkının birbirini ne kadar yediğini ve Kemalist sosyal ve siyasal
rejiminin bu bakımdan ne kadar verimli olduğunu görmek için, bir Doğu ve bir de Batı
hapishanesindeki mahkûmların, “katl [insan öldürme]” suçundan oranlarını yapmak yeter. Bir
Doğu ve bir de Batı hapishanesinde mahkûmların toplamına göre katillerin sayısı, bize
Kemalizmin Doğu İllerinde, (bir-iki kelime okunamadı), sömürü ve zulüm rejimi olarak ne
kadar ağır bastığını gösterebilir. İstanbul hapishanesinde Kriz’den çok uzak dönemlerde, 1340
[1924] yılında katiller bütün mahkûmlar toplamının % 8,9’unu geçmez; 1341 [1925]’de bu
oran % 7,9’a düşmüştür. Yani kapitalist düzeni geliştikçe, İstanbul’da hırsızlık vb. gibi “adi”
suçların oranı, insan öldürmelere göre artar. Oysaki, bir Doğu İlinde, dünya krizinin ortasında
(1933 yılı), 396 mahpustan 216-222’si katildir; yani, % 54- 60!.. Yani Doğu İllerinde Batı
İllerinden 6-7 misli fazla insan öldürenler var...
İstanbul’da 1 kişiye karşılık Doğu İllerinde 6-7 kişi ölürse, bunda sosyal düzenin
ağırlığından başka hangi sebep aranabilir?
Sosyal yapının özünden gelen ağırlığından başka, Türk Burjuvazisinin ekonomik sömürü ve
siyasi baskısı altında sömürge zulümlerinin pek çok çeşidine uğrayan Kürdistan Halkı, bu
İmha Siyasetine karşı kaç türlü tepki gösterir?
Özellikle şu iki şekilde:
1- Köyü bırakıp dağa çıkmak: Örneğin, falan ilçenin falan köylerinden 15 kişi, uğradıkları
zulümden kurtulmak için, kendi evlerini yakıp dağa çıkar… Hatta, başkalarını da beraber
gelmeye teşvik etmek için, öteki evlerden de birkaçını ateşe verirler… Öteki köylüler dağa
çıkmaz. Fakat arkadan bir tabur asker gelir… Her iki köye ateş açılır: 7 kişi ölür. Köylü de
karşılık ateş açmaya mecbur kalır ve çoluk çocuğu silahlarıyla birlikte dağa çıkar…
Cumhuriyet Ordusu her iki köyü tâ temelinden cayır cayır yakar...
İşte Kürdistan’ın her köyünde her gün işitilen hikaye…
2 - “Tırtıllara arzuhal [dilekçe]” vermek: Kürdistan’da şikayetin ne demek olduğunu
yukarıda gördük. Burada bunlardan birini, az çok karakteristik bir biçimde, gerek halkın ıstırap
derecesini ve gerekse bu ıstırabın Kemalizm bürokrasisinde karşılanış tarzını burjuva diliyle
anlatılmış şekilde tespit edelim. Ağrı Dağı İsyanı’ndan sonra, Genelkurmay Başkanı Fevzi
[Çakmak] Paşa Doğu’da... Halk mübareği bir şey sanıyor ve:
“Savur kadınlarının Fevzi Paşa’ya şikayetleri:
“Savur’dan bildirildiğine göre, büyük Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa,
85
refakatinde Birinci Genel Müfettiş İbrahim Tâli ve Mardin Valisi Talat beyler
olduğu halde, Savur’a gitmiş, otomobilinden hükümet konağı önünde inerken
birtakım köylü kadınlar “Yanıyoruz, elaman” diye feryat ederek adı geçene
dilekçeler vermişlerdir. Bu dilekçelerde, bazı kişilerin zulüm gördükleri iddia ve
Kaymakam Osman Sabri beyden zımnen [dolaylı olarak] şikâyet edilmekte idi.”
(Cumhuriyet, 18.10.1930)
Buradaki zâlim “kişiler”, tahmin edilebileceği gibi, Ağalık ile Milis örgütüdür. Ve halk bu
arada Kaymakamın da (Kemalist devlet aygıtı temsilcisi sıfatıyla) bu işte bağını biliyor, fakat
bu bildiğini açıkça söyleyemeyeceği için, “zımnen” anlatıyor. Bütün bu şikâyetin burjuva
basını için anlamı, kuru bir “iddia”dan ibarettir...
Bu “Yanıyoruz, elaman” haykırışına, “Kemalist üç” (Kemal - İsmet - Fevzi) Paşalar’ın biri
nasıl karşılık verir?
Aynı burjuva gazetesine göre, şöyle:
“Fevzi Paşa, dilekçeleri okuduktan sonra İbrahim Talî beye vermiş, o da
herhangi bir haksızlığa meydan verilmeyeceğini dilekçecilere bildirmiştir.” (agy)
Yani, Türkçedeki meşhur deyimiyle: “İt ite, it de kuyruğuna” buyurur...
Milis suiistimali hakkında ise, Birinci Genel Müfettişliğin ne düşündüğü, yukarıdaki
olaydan altı gün sonraki demeçten belli olur:
“Kimliği belirsiz birkaç imza ile İstibdadın casus rapor ve ihbarlarına benzeyen
bu müracaatta, Urfa milislerinin güvenliği ihlâl eden hareketlerinden söz edilerek
şehir dışında yapılmış bir adam öldürme olayına işaretle gereksiz olan bu örgütün
lağvedilmesi arzusu belirtiliyor.
“Bu isnat tümüyle gerçeğe aykırıdır. Mazbut [Disiplinli] bir şekilde olan bu
örgüt mensuplarından inzibat ve asayişi [düzeni ve güvenliği] ihlâl eden hiçbir
hareket şimdiye kadar hiçbir yerde meydana çıkmadığı hükümetçe muhakkaktır.”
(Doğu İllerinde Milis Örgütü, Cumhuriyet, 24.10.1930)
IV- Baskı
Gerek kültür ve gerekse yönetim yönünden, Kemalizmin Kürdistan’da takip ettiği amaç,
orada bir Kürt Halkının varlığını inkâr etmek, bu varlığı her hususta yok etmek, ezmek,
susturmaktır. İdari ve kültürel baskının hedefi budur.
İdari baskı
Ağrı Dağı İsyanı’ndan sonra Cumhuriyet Burjuvazisi yeni bir “Belediyeler Kanunu”
yaptı77. Bu kanun, Meşrutiyet Burjuvazisinin düzenlediği eski kanunu bile fazla demokratça
buluyor ve Belediyenin yürütme gücünü, yani lâfta değil, işte Belediyeyi fiilen hükümetin
emrine veriyor. Burjuvazi, Türk işçisinin gücünü hissettirdiği büyük şehirlerden özellikle
İstanbul’da bunu uyguladı. Fakat bu kanunun asıl yaman uygulaması Kürdistan’da oldu.
Bugün Birinci Genel Müfettişliğe bağlı dokuz ilin hemen bütün ilçelerinde seçilme ile [gelen]
bir Belediye Başkanı yoktur. Kürdistan’da, Türk Burjuvazisinin doğrudan doğruya etki altında
tutabildiği birkaç büyük il merkezi müstesna [ayrık] sayılırsa, geri kalan her Belediyenin fiilî
yönetimini, o yörenin [en üst] hükümet görevlisi elinde tutar. Her Kaymakam aynı zamanda
bütün Muhtar, Belediye Meclisi vb. seçimini yaptıran Belediye Başkanıdır da... Dikkat
edilirse, Doğu İlleriyle Batı İllerinde, aynı Belediye Kanunu’nun uygulanması birbirinin
zıddıdır. Batı’da, Vali Belediye Başkanıdır. Yani büyük şehirlerin belediyesi Kemalist devlet
aygıtının demokrasi tanımaz bir parçasıdır. Çünkü Batı İllerinde Belediye Kanunu’nun pratik
hedefi, Türkiye İşçi Sınıfının devrimci hareketidir. Doğu’da, Belediye Başkanı Kaymakamdır.
Yani, daha çok büyük olmayan kasabaların belediyesi Kemalist devlet aygıtının bir parçasıdır.
Çünkü Doğu İllerinde Belediye Kanunu’nun pratik hedefi, Kürdistan Halkının isyancı
hareketidir. Nitelik yönünden Doğu’yla Batı arasında bu fark var.
Fakat nicelik yönünden Belediye yönetiminde büsbütün terörcü yöntem ancak Doğu İllerine
77
Belediyeler Kanunu’nun çıkış tarihi 1930’dur. (F. Fegan)
86
özgüdür. Hiç şüphesiz Hindistan sömürgesinde Emperyalizm bu hususta geniş yetkiler
tanımıştır. Çünkü anavatan, o sömürgenin arazi sahipleri ve burjuvaları ile çok daha ileri
metotlar sayesinde bir ittifak kurmuştur. Oysaki Türk Burjuvazisi, Kürdistan sömürgesinde
uygulamaya mecbur kaldığı barbar sömürgecilik yüzünden, henüz müttefiki [kapitalistliğe]
bulaşmış unsurlar ve Ağalıkla bile pek ısınmış bir halde değildir. Onun için, tıpkı Hükümet
karşısındaki “Büyük Millet Meclisi” gibi, Kaymakam karşısında Belediye Meclisi’nin de “ismi
var, cismi yok”tur.∗
Onun için, Kürdistan devlet aygıtı bakımından, Jandarma ile Tahsildarın üstünde ve Genel
Müfettişlikle Valilerin altında, diktatör Kaymakamlardır... Doğu İllerinde yerel yönetim lâftır.
Her şey militarist ve terörist Ağalıkla Kemalizmin en zorbaca emir ve yasaklamasına bağlı
tutulur.
Kültürel baskı
Bir Doğu İli (Siirt) milletvekili ve İş Bankası kodamanı olan Milliyet başyazarı Mahmut:
“Doğu ve Batı İllerimizi özel bir yönetime mi bağımlı tutuyoruz?” adlı bir Başmakalede, bize
Doğu İllerinin genç ve aydın tabakalarına işleyen şu haberini veriyor:
“Yazık ki Doğu ve Batı İllerimizin halkı arasına çirkin, yalan birçok fikir ve
kanaatler yayılmış… Bu uydurma şeyler; en akıllı geçinen bazı gençleri ve
aydınları da kazanmış… Güya hükümetin bu yöre halkına karşı özel bir görüşü
varmış… Bu halkı, hele Kürtleri okutmamak, onları ebedî bir karanlık içinde
bırakmak düşüncesindeymiş… En fena memurları bu havaliye gönderiyormuş... En
önemli merkezlerde bu sebepledir ki liseler açılmıyormuş...” (Mahmut: Milliyet,
21.12.1931)
İşte, İş Bankası’nın ve Halk Partisi’nin mutemedi bir Doğu milletvekili, Doğu ve Batı İlleri
gezisinden bu izlenimlerle dönüyor... Milletvekili Mahmut “bu ve buna benzer birçok” şeyleri
“iftiralar...” diye nitelendiriyor. Bu sözü işitince, siz de kendi kendinize hayret edebilirsiniz…
Acaba hangisi iftira? Yoksa Kemalizm, Doğu İllerinin Kürt çoğunluğu yörelerinde,
Kürtlüğün kültürel haklarını mı tanıyor?..
Hayır. Kemalizm, değil Kürtlüğün kültürel hakkını, hatta varlığını bile tanımaz. İşte aynı
yazı söylesin:
“Gerçek şu ki, hükümetin bu yöre halkı için gizli ve özel bir politikası yoktur.
Onun gözünde Türk vatanı bir bütündür. (Yani Kürdistan diye bir şey yok! – H.
K.) Vatandaşları ayrı ayrı muameleye tabi tutmak (Galiba Türke Türk, Kürde
Kürt demek – H. K.) Cumhuriyet yönetiminin şiarına uymaz. Esasen böyle bir yol
seçimi için ortada bir neden de mevcut değildir. (çünkü… – H. K.) Karşımızda
Türkten başka ırklara mensup olduğunu iddia edenler var mı? (Hemen hemen:
Varsa boyunu görelim! gibi bir şey. – H. K.) Tam tersine bu yörede herkes Türk
okulu, Türk kültürü istiyor.” (Mahmut, agy)
Siirt milletvekili Kürdistan’da “Türkten gayrı ırk”, düşünemiyor. Oysaki Anadolu’da bile
“Türkten gayrı” az mı ırk vardır.
Fakat söz konusu olan “Irk” mı ya?.. Kültür bugün Irk’ın mı, yoksa Ulus’un mu niteliğidir?
Aynı “Irk”tan sayılan Bulgarlarla Türkler, bugün Ulus olarak başka başka Kültürden değil
midirler?
Şu halde Kürdistan’da bir Irk değil, bir Ulus olarak Kürtlük var mı, yok mu, onu
arayacağız… Bunu ise yukarıda aradık ve bulduk: Doğu İllerinde temeli Köylü Sorununa
∗
Ağrı İsyanı’ndan sonra, Doğu İlleri belediyeleri hakkında gazetelerde, sık sık şöyle telgraflar okumaya başladık:
“Van, Malatya, Siirt, Erciş, Beşir belediyelerine vali ve kaymakamlar bakacak...” (Milliyet, 09.03.1931)
Aynı tarihten az önce Cumhuriyet’te çıkan bir liste, Kürdistan’ın hemen bütün ilçelerinde belediyeleri
kaymakamların eline geçirtiyordu:
“Ankara 16 (telgrafla) - Beyazit, Hakkâri il merkezleri belediye başkanlığı valiler; Şinan, Lice, Kulp, Muradiye, Saray, Başkale, Şıtak, Palu, Malazgirt, Keban, Hersek, Nâzımiye, Diyadin, Puzluca, Tutak, Suruç, Siverek,
Viranşehir, Gerze, Pervazi, Çabakçur, Mutku, Bulanık, Varto, Şimdinan, Beytüşşebab ilçelerinin belediye
başkanlıkları kaymakamlar tarafından yerine getirilecektir.” (Cumhuriyet, 17.11.1930)
87
dayanan bir Kürt Ulusu davası vardır.
Türk Burjuvazisi bu Ulusun Kültür hakkını tanıyor mu?
Hayır.
Değil bir Ulus ve Kültür hakkı, hatta “Türkten gayrı ırk”ların bulunabileceği bile
imkânsızdır. Şu halde, Kemalizm Kürdistan’da bal gibi sömürge siyaseti takip ediyor. Çünkü
bir Ulusun en temel haklarından olan Kültür hakkını tanımıyor.
Başka bir nokta var: İngiltere Mısır’da, Hindistan’da, Güney Afrika’da ve Kanada’da
İngilizceyi elinden geldiği kadar çok yaymak ister. Hatta bu İngiliz sömürgeleri içinde halkı
sırf İngilizce konuşanları bile vardır. Anavatan sömürgeyi kendisine daha iyi bağımlı
kılabilmek için onu kültürel esareti altına almaya da uğraşır. Hatta sömürge siyasetinin
ekonomiden sonra gelen önemli bir genişleme şartı da bu kültür nüfuzunu kökleştirmektedir.
Bugün, Doğu İllerinin pek azında konuşulan Türkçe, Fransızların Tunus ve Suriye
sömürgelerinde konuşulan Fransızcadan oran bakımından çok daha azdır. Anavatan, ezdiği
uluslar içinde kendisine satın alacağı sınıf ve unsurları, kendi kültürü ile yetiştirdiği oranda
sadık kul yapabilir. Tıpkı bunun gibi, Türk Burjuvazisinin de, Kürdistan’da Türk kültürünü
yayması, Türk okulu açması sömürge siyasetinin alfabesidir. Siirt milletvekili de, “esasen
böyle bir yol seçimi için ortada bir sebep de yoktur” derken, bunu amaçlıyor. Yani:
Kürdistan’da Türk kültürünü yaymamak “için ortada bir sebep de yoktur”...
Oysaki olaylar olaylardır:
“Son istatistiklere göre” “Diyarbekir ve Erzurum talebesi en az eğitim
bölgeleridir.” (Cumhuriyet, 8.10.1930)
Sebep?
Siirt milletvekili bu sebebi aklınca bize veriyor:
“Ertelemenin başlıca sebebi bütçe darlığıdır.” (Milliyet, agy, Başmakale,
21.12.1931)
Bir Kemalist Bakan, bir milletvekilini her zaman bu “Bütçe darlığı” ile “ikna” edebilir ya da
“kandır”abilir, fakat az çok siyaset ve sosyoloji ile temasa geçenler bunu yutabilirler mi?
Bolşevik Devrimi’ni yaptığı zaman, hiç olmazsa bugünkü Kürdistan kadar geri olan
bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti’ni ele alalım. Orası hakkında herhangi taraf tutan bir fikir
yürütmemek için, Kemalist basında yazılabilenlerden bir örnek okuyalım:
“1919-1921 tarihlerinde Ermenistan okullarındaki öğrencilerin toplamı 47.000
idi. Şimdi 217.000 kişiye ulaşmıştır. Ermenistan’da 9 Yüksek Okul vardır ki
bunların öğrencisi 8.000’dir.Teknik okulları ve İşçi Üniversiteleri ile birlikte
yüksek öğrenci otuz iki bine ulaşıyor. Ermenistan’da Ermeni ve azınlık dillerindeki
basın olağanüstü ilerlemiştir. Ermenistan’daki Türk ve Kürt azınlıklarının
yararına çok işler vücuda getirilmiştir. Bu ulusal azınlıklar için ayrıca okul
şebekeleri [ağları] vardır.” (Cumhuriyet gazetesi, 27.1.1933)
İşte, ulusal baskı, sömürge siyaseti gütmeyen bir sistemde Kültür gelişimi böyle olur ve
azınlıklar böyle haklandırılır... Boğulmaz. Yoksa her şeyi “Bütçe” ile açıklamaya, bilinen
bürokrasi kafasıyla özenirsek, Maliye Bakanlığına verilecek bir işaretle, daha nelere kadir
olunmazdı?..
“Tekrar ediyorum, diyor Siirt milletvekili: bu halkta ayrılık eğilimleri yoktur.
Türk topluluğundan ayrı bir durumda yaşamak arzusu hiçbir kafada yer tutmuş
değildir. Kürtlük adına söz söyleyenleri ve kışkırtma yapanları buralarda herkes
lanetliyor.” (Siirt Milletvekili Mahmut, Milliyet, 21.12.1931)
Ancak “Âmin!” sesleriyle karşılanabilecek olan böyle “resmi iyimser gerçekleme”ler, isyan
ocaklığında “Doğu Balkanları” şekline giren Kürdistan hesabına gülünç derecede kuru
teselliler değil midir? Bir tek halk Muhtarının, bir tek köylü Belediye Azasının, bir tek Kürt
Milletvekilinin, bir tek yerel bağımsız ve halka tercüman olan Gazetenin bulunmadığı
Kürdistan içlerinde; “Ayrılık eğilimleri” vardır diyebilecek, halkın kendiliğindenci ve mağrur
isyanlarından başka ne olabilir? Kürdistan’da “Kürtlük adına söz söyleyenleri” “lanet”leyenler
bulunur mu?
Elbette: Kemalizmle uzlaşan büyük Ağalık ne güne kalmış!.. Çünkü, Ağalık, zaten
88
ekonomik ve sosyal bakımdan daha yüksek bir birliği temsil eden Ulus kavramının taban
tabana zıttıdır.
Zaten Kürdistan’da Kemalizmin Ağalıkla ittifakının bir anlamı da bu değil midir? Ağaların
uyruğu halinde yaşayan insan yığınları, bir Ulus örgütüne erişmiş insanlardan daha kolayca,
yabancı bir ulusal baskıya razı olmaz mı?
Maraba kendisine Ağa denilen bir “Sahip” tanır. Onun için, Kürt Ağasının Türk Beyi diye
bir sahibi bulunmasını bile tabiî görür. Hele kendi sahibinin Türk veya Kürt olması bir
toprakbent için en sonra düşünülecek niteliklerdendir… Böyle kuzuyu kim kırpmaz.
Bütün bu kompromi, konspirasyon ve baskı sistemlerine rağmen, Kürdistan’da bir “ayrılık
eğilimi”, hem de denize düşenin yılana sarılmasından daha fecî psikolojiler yaratan bir “ayrılık
eğilimi” egemendir, geneldir, müthiştir. Ve Kemalizmin orada, hatta kendi kültürünü bile
yaymaktan çekinmesinin temel sebebi o bütçe mütçe değil, bu korkudur. O zaman şu satırları
daha iyi anlayabiliriz:
“Esasen bir devletin, herhangi bir halk kitlesini, hatta kendisinden ayrı ırktan
bile olsa, kör ve cahil bırakmak suretiyle yönetmeye kalkışması çoktan iflas
etmiştir.” (Mahmut, agy)
Evet, bir sömürgeci ülke “kendisinden ayrı ırktan” olan sömürgelerine bile, kendi
kültürünün üstünlüğünü saldırtır. Fakat, o, bizim Kemalist Burjuvazi için [geçerli] değil…
Birinci Genel Müfettişliğin topladığı gizli bir Konferansımsı toplantıda, Kemalist memurlar,
oybirliği ile şu sonuca varmışlardı: “Kürtleri de okutalım da, başımıza yeni bir Arnavutluk
derdi mi açalım!..”
Ne gerek, Kürdistan Halkı bütün bunları bilmese bile, gözünün önünde olan biteni
görmeyecek kadar kör müdür?
Bugün Kürdistan’da yaşayan [sömürgecilik], Kemalizm, her gün, Siirt milletvekilinin
söylediği gibi “yeni kurumlar kurmak” şöyle dursun; İstanbul’un her ilçesinde bir iki yeni Lise
açarken, Kürdistan’daki Ortaokulları, Öğretmen okullarını birer birer kapatmaktan, “Bütçe
darlığı”nın bütün [yükünü] Doğu İllerine yüklemekten geri kalmıyor ve “Lise”leri Sivas
sınırından Doğu’ya geçirtmiyor.
“Ne çare ki, her insanda tam bir araştırma ve mantık gücünün var olduğunu
kabul edemeyiz; halkın aklı, daha çok gözünde ve kulağındadır.” (Milliyet, agy)
Bu satırları biz değil, aynı “sadâkatlû” Siirt milletvekili yazıyor. Ve makalesini şöyle
bitiriyor:
“Eğer halk, kendileriyle sürekli temas halinde olduğu memurlar aleyhinde bir
şikâyet konusu bulmazsa, hainlerin yapmak istediği her türlü isnat ve iftiralar
doğal olarak etkisiz kalır.” (agy)
Tamam!
Biz de bunu söylemedik miydi?
Ateş olmayan yerden duman çıkar mı?
İş, Kemalist Burjuvaziye: “Doğu İllerini sömürge yaptın!” demekte değil, bu denilene
Kürdistan Halkını inandırmaktadır. Doğu İlleri buna çarçabuk inanıyor. Çünkü Siirt
milletvekilinin de farkında olmadan ağzından kaçırdığı gibi, halk söylenen lâftan çok kendi
gözüne ve kulağına inanır!
Lâftan ne çıkar?
Örneğin bugün, eski Müslüman ağalarının İstanbul’da tortulaşan döküntülerine, hasta bir
soygun ve çapul “özlem”ine tutulan birisi, Ermenistan Cumhuriyeti, Sovyetler’in
sömürgesidir, demeye kalkışsa, buna develer de gülmez mi?
Niçin?
Çünkü, rakamlar meydanda. Bolşevizm Ermenistan’da, 12 yıl içinde, okul öğrencisinin
sayısını % 461,7 (dört buçuk mislinden fazla) arttırmıştır. Türk Burjuvazisi, Kürdistan’ı
gerilikle istediği kadar suçlayabilir. Yukarıdaki kültür gelişiminin ekonomik temelini, yine
bizzat Türk basını bile bize öğretebilir:
“Sovyet devleti Ermenistan’da ağır bir yüke mirasçı olmuştur. Sovyet
yönetiminin ilk senedeki işi on binlerce Ermeniyi açlıktan ve ölmekten kurtarmak,
89
ona Rusya’dan erzak ve tohumluk getirtmek olmuştur. Sovyet yönetiminden önce
Ermenistan’da sanayi yok gibiydi. Tarımsal üretimin değeri bile ancak yirmi
milyon ruble tutuyordu. Oysaki Ermenistan’da daha sonra vücuda getirilen sanayi
1931’de 78 milyon ve 1932’de 144 milyon rublelik imalât vücuda getirmiştir. Bu
sanayide 60.000 işçi çalışıyor. Erivan, Leninakan ve Karakilise’de yeni sanayi
merkezleri kurulmuştur. Bundan başka muazzam pamuk, kimyasal madde ve
makine fabrikaları kurulmuştur. Ülkenin elektrik teçhizatı hızla ilerlemiştir.
Erivan ve Leninakan civarında muazzam su gücü tesisatı vücuda getirilmiştir.
Dsogar’da kurulan elektrik fabrikası bir ay önce açılmıştır. Bu fabrika 22.500
kilovat elektrik üretmektedir. 1919’da Ermenistan elektrik tesisatı ancak 460
kilovat elektrik üretiyordu. Şimdi ise bu miktar 36.000 kilovata çıkmıştır.
Ermenistan’da tarım bile sanayi gibi çok ilerlemiştir. Sovyet yönetiminden önce
Ermenistan’da ekilen alan ancak 82.000 hektardı. Şimdi 400.000 hektara çıkmıştır.
Bunun 30.000 hektarına pamuk ekilmektedir. 125.000 hektar arazi kanallarla
sulanmaktadır. Ermenistan’daki tarım alanının yüzde kırkını kollektif yani ortak
çiftlikler oluşturmaktadır. Vaktiyle Ermenistan geride kalmış bir tarım ülkesi iken,
şimdi ileri bir sanayi ve tarım yurdu olmuştur.” (Cumhuriyet, 27.01.1933)
Ermenistan da iç ve dış savaşlar geçirdi. Ve ancak 1923’lerden sonra kendine geldi. Şu
halde Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıttır.
Niçin aynı süre içinde Sovyet Cumhuriyeti, Ermenistan’da hemen hiç bulunmayan sanayi
üretimini 144 milyona, elektriği 78 misline, tarımsal ekimi dört beş misline, yalnız kanallarla
sulanan araziyi, eskiden ekilen toprak toplamının hemen bir buçuk misline yükselttiği halde;
Kemalist Cumhuriyet, Kürdistan’da aça aça iki un fabrikası açarak, ekmeğin okkasını
İstanbul’dakinden bir buçuk misli fazlasına yükseltmekten başka bir halt edemedi?
Çünkü Kemalizm, Kürdistan’ı bir sömürge, hem de barbarca ezilen ve soyulan bir sömürge
yapmıştır.
Böyle bir sömürgede, yerli halkın ulusal varlığını bile inkâr eden Kemalizm, hiç orada
kültür gelişimine hizmet edebilir mi?
V- Asimilasyon
Türk Burjuvazisi Tehcir, İskân ve İmha Siyasetleriyle bir taraftan aşındırmaya uğraştığı
Kürtlüğü, sırf bu yolla tüketmenin imkânsızlığını gördü. O zaman, yani son zamanlarda, şu son
iki yöntemi daha ezici bir şekilde uygulamak ve geliştirmek gereğini duydu:
1- İdari, kültürel baskı siyaseti;
2- Asimilasyon siyaseti…
Kemalizmin öteden beri diline doladığı nakarat hep budur:
“Kürtçenin
buralarda
genelleşmesinin
(Kürdistan’da
Kürtçenin
genelleşmesinin! – H. K.) sebepleri büsbütün başkadır. Bu sebepler arasında eski
Saltanat yönetiminin o suçlucasına ihmalini, kayıtsızlığını en başta kaydetmek
lâzımdır.” (Siirt Milletvekili Mahmut, Milliyet Başmakalesi, 21.12.1931)
“Bu hareketler (Doğu İsyanları – H. K.) eskiden ekilen tohumların sonucudur.
Vaktiyle ekilen fırtına tohumları bugün bize yıldırımlar biçtiriyorlar. Bunlar
geçmişin kötülükleridir. Eğer o hareketleri yapanlara Türk oldukları anlatılsaydı,
bu üzücü olaylar meydana gelmezdi. Genel Müfettişliğin yararına gerçekten
inanıyorum.” (İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Meclis’teki Demeci, Cumhuriyet,
26.06.1932)
Fakat bu nakarat bile, o Kemalizmin pek şaklabanca becerdiği: “Cesaret arz ederken
sirkatin söyleyiş”78lerinden biri değil mi? “Ah! O kör olası Osmanlı İmparatorluğu, denilmek
isteniyor, niçin bu Kürdistan’ı Türkleştirmemiş?..”
1757-1763 yılları arasında Sadrazamlık yapmış olan Koca Ragıp Paşa’nın ünlü; “Merd-i kıpti şecaatin
arzederken sirkatin söyler” vecizesi kastediliyor. Anlamı: Çingene erkeği cesaretini-yiğitliğini anlatırken
hırsızlığını söyler.
78
90
Ne yapalım, beyler: Sizin bugün dünyayı “Türk”leştirmek çabanız ne kadar zorunlu ise;
Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün ırk ve kavimleri “ümmetleştirmek” veya “Teb’alaştırmak”la
yetinmesi de o kadar tarihsel bir zorunluluktu. Çünkü Kemalizm kapitalist düzenidir;
Osmanlılık derebeyi rejimi idi. Kemalizmde evet olan, Osmanlılıkta hayır olacaktı...
Kapitalizmin ak dediğine Derebeylik kara diyecekti… vb...
Yok eğer Meşrutiyet Burjuvazisinden şikayetiniz varsa onda da yayasınız… Daha ne
yapsındı, o “İttihat ve Terakki”ciler ki, sizi, bugün uzlaştığınız Kürt Ağalığından çok daha
tehlikeli bir rakip olan Ermeni kapitalistlerinin ulusal davasından kurtarmıştır… “İş olacağına
var”ır... Meşrutiyet Burjuvazisinin Ermeniliğe atabildiği satırı şimdi siz Kürtlüğün sırtında
deniyorsunuz… Her tarihsel dönem kendi hükmünü yürütür. Fakat, her dönem, tarihseldir:
gelir, geçer ve geçince, hükmünü de bir daha dönmemek üzere geçirip götürür.
Ama, nasıl oluyor da, bu beyler Kürdistan’da Türkten ayrı bir birliğin bulunduğunu ispata
yeterli gelecek olan Kürtçenin “genelleşmesi”ni olsun saklamayı unutuyorlar? Bu peşinden
anlamların çelişmesini sürükleyip getirmez mi?
Her ne ise, bu işte etekleri tutuşan Türk Burjuvazisinin, bir kere gözü kararmıştır. Onun için
“Doğu Sorunu”nda de çelişkiler içinde çırpınmaktan kurtulamayacaktır.
Doğu İllerinde Türk Kültürünü yaymak için en ilk tedbir orada okullar açmaktır; oysaki bir
yerde okul açmak, hatta yabancı kokusunu taşıyan da olsa, o yer halkının kültür seviyesini az
çok yükseltir… Zulmün fırtınalar kopardığı bir ülkede ise, herhangi bir çeşit kültürün ışığının
aydınlığı, gözleri açabilir, ezilenlerin kurtuluşuna yeni perspektifler açabilir... Ne malûm:
Türkçülük Akımı için baş ideologu yetiştirebilen Kürdistan’ın, bir gün kendi fikriyatçısını
[düşünürünü-ideologunu] da yaratması, o kadar imkânsız mıdır?
“Ne yapmalı?”…
İşte Türk Burjuvazisini kıvrandıran soru… Kültür gücüyle yapamayacağını anlayan
Kemalizm, kanun zoruyla ve parlak nutukların tehdidiyle Asimilasyon Politikasına girişiyor.
Kültürle asimilasyon, yumuşak, okşayıcı yöntemlerle “Sızma Siyaseti”dir. Oysaki Kemalizm
bu siyasette bile militarist Asker - Banker - Junker zılgıtından ayrılamıyor. Kemalizmin
Kürdistan’daki yeni-Asimilasyon Siyasetine iki örnek:
Parlak nutuk tehditleri: Başbakan İsmet Paşa, 1932 yılı sonlarında Doğu İlleri seyahatinden
döndüğü zaman, bütün Türkiye aydın ve küçükburjuvalarının yüreklerini hop hop hoplatacak
ve ağız sularını zırıl zırıl akıtacak çeşitten parlak bir “önemli nutuk” söylediler. Bu nutukta bir
kere:
“Sonra dahası var; kendimize güvenerek söyleyebiliriz ki, Türkiye’ye ilişkin
işlerin ana ve temel esaslarının ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz.”
diye epey (bravo sesleri ve şiddetli alkışlar) derledikten sonra, tâ aşağıda, “Çok
sevineceğimiz, mağrur olacağımız gibi abartıyla ifade edici tedbirlerden kaçınmak
için, halimizi endişe etmeyeceğimiz bir durum şeklinde ifade ediyorum.”
Bu tekerlemeler arasındaki “halimizi endişe” etmemek, Türkiye’ye ait işlerin “ne olduğunu
en doğru olarak biz Türkler biliriz” kekelemeleri, üstlerindeki yaldızlardan çırılçıplak
edilirlerse: “Korkmayın yahu! Ne korkuyorsunuz, korkacak bir şey yok, korkumuzu hiç
olmazsa kimseye çaktırmayalım, vb...” gibi palavracı tesellilerden başka bir anlama gelemez.
Doğrusu yavuz İsmet Paşa’nın ağzında gevelediğinin “ne olduğunu en doğru olarak biz
Türkler biliriz”. Bu muhakkak.
Ama Paşamız, lahana turşusu ile perhizi bir tek nutukta tavsiye edecek kadar acemi (bir
kelime okunamadı) tabipliklere kalkarsa, bunun “ne olduğunu en doğru olarak” anlamak için
Kemalist Burjuvaziden diplomalı “Türk” olmaya gerek kalır mı? Örneğin, “Türküm” diyen
Anonim Şirketler gibi, “Kürdüm” diyen “Türk” vatandaşlarımız içinde de lahana turşusu ile
perhizin yan yanalığından çıkan şiir ve edebiyat dolu çelişkiyi kavrayacaklar bulunamaz mı?
a) Perhiz:
“Ülkenin güvenliği, emniyeti, vatandaşların güveni, kanunların yazılı olduğu gibi
uygulanması ve bütün vatanın Türk ulusunda, Türk devletinde ısınmış ve
91
kaynaşmış olmak kabul edilişi her sene bir evvelkinden gözle görülecek elle
tutulacak kadar açık, ileri, güçlüdür. (Alkışlar). Ülkenin doğusunda ve batısında
dört köşesinde her sene hiç olmazsa bir iki defa dolaşırız. Bu sene Doğu İllerinde
birçok yerleri gezdim. Vatandaşın Türk Ulusuna ve Türk devletine olan bağlılığı ve
Türk devletinin ve Türk kanunlarının vatanın her köşesinde yürürlükte olmak
nüfuz ve gücü açık bir surette göze çarpmaktadır.” (İsmet Paşa Hazretlerinin
Önemli Nutku’nun Metni, Cumhuriyet, 21.11.1932)
b) Lahana turşusu:
Daha aşağıda:
“(...) Belki bugün de bazı yerler için sıkıntı sanılabilir. Mahsus kelimesiyle
söyledim ama yakın bir zamanda, çünkü senelerin çoğu yüzde yetmişi, sekseni,
doksanı gitmiştir. Yakın bir zamanda ülkenin her tarafında ulusal işlerin aynı
surette görülmesi, Ankara’da olduğu kadar doğal bir hal olacaktır. Bu sene
seyahatlerimden iki esaslı izlenim ile döndüm. Biri vatandaşların Türk devletinde
kendisini ilgili görmek hissi, çok ilerlemiş ve çok kaynamış (Acaba “çiğ değil”
anlamına mı? – H. K.) bir haldedir. Diğeri bizim ulusal ülküde ve iç siyasette
gereken tedbirleri, hem vakit geçirmeden, hem doğru olarak bulmakta isabet
ettiğimizin senelerle sürekli olarak doğru çıkmasıdır.” (agy)
Evvelâ, “kanunların yazılı olduğu gibi uygulanması”nı “açık, ileri, kuvvetli” ve daha
bilmem nasıl görüyor. Sonra “yakın bir zamanda ülkenin her tarafında ulusal işlerin aynı
surette görülmesi” ümidini, “olacaktır” gelecek zaman kipiyle vaat ediyor. Bu görüş ve vaat
ediş bize bir şeyi gösteriyor: “Kanunların yazılı olduğu gibi” yahut “ülkenin her tarafında...
aynı surette” uygulanması “yüzde yetmiş, seksen, doksan” laftan ibarettir... Kemalist
Başbakan, resmen, alenen “açık, ileri, kuvvetli” bir surette ilân ediyor ki: Türk Burjuvazisinin
kitapta yazılı kanunlarıyla hayatta olan uygulanması arasında ve “ülkenin Doğu’sunda,
Batı’sında, dört köşesinde”... dağlar kadar fark vardır.
Niçin?
Çünkü:
“Hiç şüphe yoktur ki, Cumhuriyet Türkiyesi’nin bütün geçmiş devirlerden en
esaslı farklarından birisi de ulusal bir devlet olmasıdır. Türkiye’nin, Türkün devleti
ve vatanı olmasıdır. (Bravo sesleri, alkışlar). Bütün geçmiş asırlardan bir anda
görülen ve daima görülecek olan esaslı bir farkımız budur. Bu ülke Türkiye’dir.
Burada yaşayanlar, Türk’türler ve Türk vatanseverliği ve Türk milliyetçiliği bu
ülkenin yönetiminde, alınyazısında etkin ve egemendir. (Bir daha: Bravo sesleri,
alkışlar).” (Paşa’nın aynı nutkunun başlangıcıdır)
Bu nutuk Emperyalizme karşı söylenmiyor. Zaten bugün Türkiye’de hangi yabancı
sermayesi Türk kılığına girmedi ve vatandaş olmadı? Bu nutkun “önemli” anlamını
anlayabilmek için, “hadiseyi seyir halinde [olayı süreci içinde ele]” almak, Başbakanın, onu,
Kürdistan seyahatinden döner dönmez söylediğini asla unutmamak gerekir. O zaman kolayca
kavranılır ki, “Türk kanunları” ancak “Türkler” içindir. Türk olmayan bedbahtlara “kanunların
yazılı olduğu gibi uygulanması” söz konusu olamaz. “Cumhuriyet Türkiyesi’nin bütün geçmiş
devirlerden en esaslı farklarından birisi de” budur… Zavallı Kürdistan Köylüsü, zor bir
durumda kaldıkça daima şunu doğrulamaktan geri kalmaz: “Biz Kürdük, vahşiyük”… Türk
Burjuvazisi ona, “Vahşi” olduğunu kabul ettirmiştir; fakat “Kürt” olduğunu asla
unutturamamıştır.
Şu halde bu büyük emekçi halk kitleleri: Kürdistan denilen yurtta oturdukça, Kürt anlayışı
ve Kürt dili ile yaşadıkça, “bu ülkenin yönetiminde, alınyazısında etkin ve egemen”
olamayacaktır. Çünkü “Türk” değildir; başka hiçbir şey değil, bütün suçu anasından Kürt
olarak doğmuş ve öyle yaşamış olmaktır. Ve Türkiye Cumhuriyeti altında Kürtler “yönetim ve
alınyazısınca” mahkûmdurlar.
Başbakan’ın nutku bunu söylüyor…
Çare?
Türkleşmek…
92
Nasıl?
Başbakan, kolay, diyor ve Kürtlerin Türkleşmesi için şu reçeteyi veriyor:
“Türk milliyetçisi ve Türk vatandaşı olmak için, bu ülkede yaşayan herhangi bir
kişiden anormal hiçbir şey istemiyoruz. Türk olmayı sevmek ve Türk olmayı kabul
etmek, Türk Ulusuna mensup olmanın verdiği bütün haklara sahip olmak için
yeterlidir, (Bravo sesleri, alkışlar). Yasal durum böyledir. İçyüzümüzde de samimi
olan kanaatimiz ve durumumuz böyledir. (Al bir daha: Bravo sesleri, alkışlar.)
“Doğu’da ve Batı’da ülkenin her tarafında dolaştığımız zaman, kendisinin Türk
olduğunu bilen, kabul eden herhangi vatandaşın, her Türkün ermiş olduğu
haklardan herhangi birisinden mahrum olması endişesine müsaade etmedim.
Herkesi tatmin ettim ki, Türk olmayı iftihar edilecek bir onur olarak yürekten
kabul eden ve öyle çalışan vatandaş benim gibi, benim bütün hukukum gibi her
hakka sahip olmak için bütün sebeplere sahiptir. Bu kanaati her yerde söyledim ve
bu sözlerimde gayet samimiyim. Böyle bir yönetim ve anlayış devletin ulusal devlet
ve Türk devleti olmasındaki esasları ancak kuvvetlendirir. Onun artmasına,
genişlemesine ve yükselmesine hizmet eder. (Nihayet: Şiddetli alkışlar).” (İsmet
Paşa Hazretlerinin Önemli Nutku, Cumhuriyet, 21.11.1932)
İsmet Paşa’ya göre, “Tarih Devrimcileri”nin o derin “Irk” safsatalarına rağmen, Türkiye’de
“yaşayan herhangi bir kişi”nin vatandaş haklarının tanınması için, onun yalnız “Türk olduğunu
kabul” etmesi değil, aynı zamanda “Türk olmayı sev”mesi, “Türk olmayı iftihar edilecek bir
onur olarak yürekten kabul” etmesi gerekli ve yeterlidir. Müslümanlıkta bir
“Eşhedüenlâilâheillallah…” kelimesi “Ümmet’i Muhammed” muamelesi görmek için
yeterliydi. Fakat Kemalizm daha “realist”tir: “Türk olmayı kabul” ettim diyenin, bir de
“yürek”ini muayene ediyor… Doğru mu, değil mi diye. . .
Oysaki bunun imkânı var mı?
Bir Frenk kapitalisti, Türkiye’ye yatırdığı sermayesini, dış kapitalistlerin rekabetinden
kurtarmak için, belki Kemalizmden çok Kemalizm ve Türk taraftarı olabilir. Hatta isterse
dinini, dilini bile değiştirebilir… İsterse, yani bunda bir kâr görürse... Ki gerçekten, bugün
Türkiye’de çalışan herhangi Frenk sermayesinin, dünyanın hiçbir tarafında görmediği bir kâr
içinde çalkandığı muhakkak olduğuna göre, Türkiye’deki bütün yabancı sermayeleri birer TAŞ
(Türk Anonim Şirketi) olmaktan daha yararlı bir yol bulamamışlardır da… Onun için
“yürekten” Türk’türler.
Ancak, Kürdistan emekçi ve fakir halkı için iş böyle mi?
Hayır.
Tersine, Türk olmak ne kadar “iftihar edilecek bir onur” olursa olsun, maddi yoksulluğun ve
acının en dehşetlisine Türk Burjuvazisinin çapulu yüzünden uğramış bulunan Kürt Köylüsü,
önce manevî bir “onur”u “yürekten kabul”… istese, kendini zorlasa da edemez... Çünkü bunda
bir çıkarı yoktur ve olamaz. Çünkü Kürt Köylüsü “Türküm” de dese, bunu “yürekten kabul”
ettiğini de söylese, bir sömürge köylüsü gibi ezilecektir… O zaman, ona Din değiştirmekten
bin kere daha güç olan Ulus değiştirmesi teklif olundukça, Kürt Köylülüğü, “yürek”ine de
sokulmak isteyen bir zehirli yılan görmüş gibi ürkecek ve Türklükten nefreti, “Vagon-Li”79
Vagon-Li (Fransızca yazılışıyla Vagon-Lits): Yataklı ve yemekli vagonları bulunan Fransız demiryolu
işletmesi.
1872'de kurulan bu şirket, Avrupa’da ilk kez yataklı ve yemekli vagonları uzun yol için kullanmıştır. 1883’te
ünlü Doğu Ekspresi (Orient Express) ile Paris-İstanbul seferlerine başlamıştır. 1892’de Doğu Ekspresi
yolcularının konaklaması için İstanbul’da ünlü Pera Palas’ı yaptırmıştır.
Bu şirketin İstanbul’daki birimlerinde Fransızca konuşmak zorunlu tutulmuş, Türkçe konuşmak
yasaklanmıştır. 1933 yılında şirketin bir Türk memuru, telefonda Türkçe konuştu diye 25 kuruş para ve 15 gün
işten uzaklaştırma cezasına çarptırılmıştır. Bunun üzerine üniversiteli gençler işletme binasını basmış ve tahrip
etmiştir. 1928’de başlatılan “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyası bu olaydan sonra yeniden hız kazanmıştır. Bu
olaya “Vagon-Li Olayı” denmiştir. Bu olaydan sonra şirketin Türkiye’de çalışmasına izin verilmemiştir.
Bugünse Vagon-Li şirketinin sahibi olan ACCOR Grup’un Türkiye’de geniş bir yatırım alanı vardır. 2003
yılında restore edilen Doğu Ekspresi de turistik amaçlı olarak yeniden Paris-İstanbul hattında çalışmaktadır.
79
93
şirketinin muhabbetinden beş beter olacaktır.
***
Yavuz Paşa’nın [İsmet İnönü] verdiği bu “önemli Nutku”n üstünden henüz iki buçuk ay
gibi kısa bir zaman geçmemişti ki, burjuva basınının birinci sayfasının birinci sütunlarında,
üstünde tipik Kürt Köylüsü kıyafetli birçok insanın bulanık resmini taşıyan şöyle bir haber
okuyoruz:
“Ulusal bir nüfus siyaseti takibi arifesindeyiz”:
“Ankara 4 (Özel) — İçişleri Bakanlığı tarafından” “derin bir inceleme ürünü”
olarak “programla çalışmak için hazırlanmış kıymetli bir proje” “çok muhtemeldir
ki Meclisin sonbahar toplantısında görüşme konularından birini oluştursun.” “Bu
projenin yasallık kazanması ile Emperyalist saltanatın ülkede bıraktığı esassız
miraslardan bir tanesi daha kökünden yıkılmış olacaktır. Hilâfetin Osmanlılara
geçişi, mezhep gayret ve savaşları, Müslümanlığın cihet’i camia [toplayıcı, bir
arada tutucu yön] yerine geçmesi; İslâmlaşan nüfus kitlelerini ve halkı Müslüman
olan fethedilmiş toprakları Türklüğe asimilasyona engel oluşturuyordu. Kanuni
Süleyman kanunlarıyla Türk kültürüne asimile olmayan bazı taife ve zümrelere
eski Zeamet örgütünde bazı değişiklikler ve danışıklı şekiller vücuda getirilerek
imtiyazlar tanınıyor, hatta bu imtiyazlar aşiret reislerine, beylerine verilmekle
kalmıyor ve Voyvodalara da yaygınlaştırılıyordu ki bunların tasfiyesi Osmanlı
saltanatının dura dura, eriye eriye tamamen dağılışına kadar sonuçlanamamıştı.”
“Artık normal bir sistem altında Ulusal yapımızı korumaya, sağlamlaştırmaya,
Ulusal kültürümüze ve çağdaş medeniyete daha çok uymaları istenilen nüfus
kitleleri üzerinde sonuç alıcı bir biçimde devlet eliyle işlemeye, Türk nüfusunu
nicelik ve nitelikçe geliştirmeye yönelik bir nüfus siyaseti izlenmesine ve
uygulanmasına karar verilmiştir. Yeni Nüfus Kanunu projesi bu amacı sağlayacak
bütün esasları içermektedir.” (Son Posta, 04.02.1933)80
Tepkiler
Toplumsal Psikoloji
Kürdistan Halkı ve özellikle Kürt Köylülüğü ekonomik olarak Klan-Feodal sisteminde
yaşıyor. Fakat bu sistem Kapitalist ve Bezirgân ekonomileriyle de içli dışlıdır: Semiyye [Klan]
→ Derebeyi → Bezirgân → Kapitalist... Bu dört çeşit ekonomik ilişkilerin Arapsaçı olduğu bu
ülkede, bir de ayrıca Sömürgecilik denen yaman kamçının şakladığını düşünelim; artık dört
eşzamanlı ekonominin dört başlı bir canavar gibi şahlandığını ve Doğu Köylülüğünü, bütün
toplumsal ve siyasal ilişkilerinde ne kadar şaşkına döndürdüğünü, ne derece
[ahmak]laştırdığını tahmin edebiliriz.
Böyle bir ekonomik ve toplumsal yapının içinde, Kürdistan Halkını saracak psikoloji de
aynı derecede kargaşalıklı olacaktır. Bu psikolojide egemen nitelik Babaşahça oluştur. Fakat
Baba-şah psikolojisinin Derebeyi psikolojisine dejenere oluşu, sonra bu soysuzlaşmış
psikolojiye en “deperresant: çürüyüp dökülmeci” ve “decomposition: çözülüp dağılma”
özelliklerini damgalayan Bezirgân + Kapitalist mikrobunun bir kere girmiş bulunması, zavallı
Kürdistan Köylülüğünde iler tutar bir toplumsal psikoloji bırakmamıştır. Şüphesiz bütün bu
dört çeşit toplumsal psikoloji, öz itibariyle egemen psikoloji, yani egemen sınıflar
Hikmet Kıvılcımlı, bu olayı hatırlatarak; insanların yalnızca anadillerinin bile kendi ülkelerinde
yasaklanmasının, nasıl önüne geçilmez büyük tepkilere yol açacağını, Türk Tarihinden bir örnekle göze batırıyor.
Kürdistan’da yürütülmek istenen çok yönlü Asimilasyon Siyasetinin ne büyük tepkiler doğuracağını somut bir
örnekle dile getiriyor.
80
Bu haberden bir yıl kadar sonra, 21 Haziran 1934’te “2510 Sayılı İskan Kanunu” çıkarılmıştır. (F. Fegan)
94
psikolojisidir. Fakat egemen sınıfların bu soysuzlaştırıcı psikolojisine karşı çıkan mahkûm ve
ezilen yığınların psikolojisi de öz itibariyle Maraba psikolojisinden sıyrılamamıştır. Şüphesiz,
son ekonomik gelişmeler, gittikçe bir Kürdistan Proletaryasının bağımsız psikolojisine doğru
manevî gelişmeleri de kışkırtacaktır. Fakat, bugün için Kürdistan Halkının topyekûn
psikolojisi: en itçil değişim [değiş tokuş] psikolojisiyle soysuzlaştırılmış Babaşah + yarıToprakbent psikolojisidir.
1- Kürdistan yığınlarının psikolojisinde ilk özellik: eskilerin “Serî’üt-teessür” dedikleri
türden dehşetli ve çarçabuk bir alınganlıkla her şeyin mutlaka hoşa gider olmasını istemek ve
isteyince de öyle farz etmektir. “Infantilisme psycho-sociologique: toplumsal-ruhsal
çocuklaşmışlık” adının verilebilmesi mümkün olan bu durum belki her insanda vardır. Tarihte
her sınıf, kendi mantığını, kendi çıkarının ölçüsüyle endazeler [ölçer]. Bu hal, gülünç olmaktan
çok maddeci bir zorunluluktu. Zor bazu [pazı] veya tapu hileleriyle gasp ettiği toprakta,
kendisine Allahtan gelme bir kutsal mülkiyet hakkı bulunduğunu iddia eden cebbar [zorba]
Ağa, en zeki işçi ve köylüleri soyup soğana çevirerek biriktirdiği sermayesine dayandıkça, her
şeyin “Akıl”dan çıktığına inanan aptal Burjuva… nasıl bu anlayışlarında gülünçten daha başka
şey iseler; Kürdistan Köylülüğü de, hoşuna giden her uydurmaya, mutlak biçimde inanmakta
ve kendi hassasiyetine, alışkanlıklarına hitap etmeyen en mantıksal olayları inkâr etmekte,
öyledir. Bu öyle bir mantıktır ki, ilk insan topluluklarında rastlanılan “Pre-logique: Mantık
öncesi” kavramına doğru yaklaşır.
2- Bu psikolojinin başında bütün köylülükte ortak olan Hurafelere inanç’lar gelir. Fakat bu
boş inançlar, Mehdi beklemekten çok daha karanlık ve aykırı konulara kadar genişleyen berbat
bir şekildedir. Kürdistan Köylülüğü, “Kanun” kadar genel bir etkiye değil, Ağasının keyfi gibi
pek dar ve pek oynak bir kanuna bağımlı ola ola; her şeyin kişiden doğduğuna, bir kişi ki bir
şeyi kuvvetle söyler, o şeyi mutlaka yapabileceğine, fakat yapılan ve edilen her şeyin
muhakkak biçimde kişiliklerden çok daha insanüstü tılsımlı güçlerden ileri geldiğine, vb.
inanır. O zaman, “Miriyvo” ve Irgat’ların gözünde kişiler hurafeleşir ve hurafeler kişileşir.
3- Kürdistan köylülüğünde göze çarpan üçüncü psikolojik durum, çelişkiler ruhsal
durumudur. Bu ruhsal durumun çelişkililiğini şöyle bir dizi ile verebiliriz:
a ) Müthiş yalan b
)
Müthiş c
)
Müthiş
söyleme
kendini beğenme küstahlık, vb…
yeteneği;
ve methetme;
aˊ ) Müthiş bˊ
)
Müthiş cˊ ) Müthiş
yalana inanma benliksizlik;
alçakgönüllülük,
yeteneği;
vb…
Kitleler içinde yayılan bu çelişkiler psikolojisi, şüphesiz bütün diğerleri gibi, köylülüğün
kendi “öz malı” olmaktan çok, organik ve yüzlerce yıllık egemen psikolojinin, Pederşah ve
Derebeyi psikolojisinin artık büsbütün kokuşma ve dağılma manzarasıdır.
4- Pazar kanunlarının en “kan içici” ve parçalayıcı biçimiyle Kürdistan’ı kasıp kavurması,
değişimin elle tutulur, kişisel timsaline [simgesine], Para’ya karşı yaman bir zebunluk
[güçsüzlük] ruhu doğurtur. Derebeyliğin egemen olduğu dönemde Allah paralaştırıldığı, para
haline dönüştürüldüğü halde, burada para Allahlaştırılmaktadır. Ve paraya tapma, en miskin,
en az miktardaki paraya tapma, belki pek az yerde olduğu kadar, en itçil şekliyle yoksul
Kürdistan’da hüküm sürer. Konuşulan sözler arasında en çok yer tutan: “Mecidiye Allah
kerim” ile “Allah kerim Mecidiye”… dir. Beş Mecidiyeye bir adamın katil olduğuna şahadet
95
[tanıklık] edilir; beş Mecidiye için katledilen en yakın ve sevgili akrabanın kanı aranmaz; beş
Mecidiye için adam öldürülür…
Bu dört çeşit olumsuz psikoloji niteliğini, olayları olduğu gibi teslim etmekten başka hiçbir
maksatla tespit etmediğimizi eklemeye gerek yok. Esasen bütün ezilen sınıflar gibi, Kürdistan
Halkı da kusurlarının oldukları gibi hatta yüzüne vurulmasından alınmaz. O, bütün bunları,
kendisi de derinden derine karanlık bir bilinçaltıyla sezer. Ve bütün bunlardan, kendi
kendisinden tiksinişe benzer bir ıstırapla ve açıkça şikâyetçidir. Bir zaman Batı İllerinde
duyulan “Türk milleti adam olmaz” palavrası, bu anlayışı besleyen bir Kürdistan “Edebiyat’ı
Cedide”sinin mevcut olmayışına rağmen, bugün Kürdistan’da işitilir: “Kürt milleti adam
olmaz”…
Fakat bu ruhsal durum bile, bütün o dört kategori psikolojiye karşı, emekçi Kürtlüğün
içinde, olumlu ya da olumsuz biçimde başlamış bir tepkiden başka ne anlama gelebilir?
Şüphesiz, biz bu olumsuz psikolojiyi, Kemalizmin çıtkırıldım salon aydınları ve
“Kütüphane fareleri” gibi, Kürdistan Halkının herhangi medenî davranışa gelemeyeceği,
ilelebet vahşi kalacağı ve mahvedilmeye layık olduğu biçiminde bayağı saçmalayışlarına yem
vermiş olmak için değil; tersine, ezilen Kürdistan Halkının lâyık olduğu ekonomik ve siyasi
haklarına kavuşması, sömürge zulmünden kurtuluşu için, sorunun olduğu gibi konularak,
pratik alanda yanılmalara meydan bırakmamak içindir.
***
Bu olumsuz karakteristikten ne gibi pratik sonuçlar çıkabilir?
Sırasıyla şunlar:
1- Paraya Allahtan fazla tapış, Kürdistan’da bugünkü Ağalık + Kemalizm kombinezonu
[düzenlemesi] hâkim oldukça, Kürdistan Halkını, bol para dökecek herhangi emperyalist
müdahalelerine, tabiî bir sınıra kadar ve daima [her seferinde] geçici de olsa, âlet yapabilir.
2- Çürüyüp dağılış durumu olan çelişkiler psikolojisi, Kürdistan Köylülüğünün, herhangi
kesin bir mücadele anında, birdenbire direncinin parçalanmasını, bir panik psikolojisine yenik
düşmesini gerektirir. Şu halde, Kürdistan Köylülüğüne, toplumsal kurtuluş hareketinde kılavuz
olacak, çelişkiler içinde sallanmayan bir müttefik lâzımdır.
3- Kürdistan köylülüğünün hurafeleri kişileştirme ve kişileri hurafeleştirme psikolojisi,
Klan + Feodal sistemlerinden biraz daha sıyrılabilmiş olan Anadolu Köylüsündeki “Mehdi”
bekleme psikolojisinin daha karanlıkça bir tarzıdır. Bunun Kürdistan Miriyvoları dilinde başka
bir deyimi de vardır: “Sahip”… Ataerkil ilişkilerin en koyusu içinde yaşayan Kürt Köylülüğü,
çektiği işkenceleri, kendisini benimseyecek ve koruyacak bir “Sahip”in yokluğuna atfeder
[bağlar]. Bu hal, ikinci sonucun daha somutlaşmış ifadesidir. Bugün Kürt Köylülüğü son ve
ümitsiz bir zorunlulukla, henüz eski “Sahip”lerinden, “Ağa”lardan bir şey beklermiş gibi görünüyor. Fakat Kürt Köylülüğünün ruhunu içinden okuyanlar iyice anlarlar ki, köylülük,
Ağalığın Kemalist devlet cihazıyla el ele verdiğini tâ benliğinin içinde, hisseder. Fakat “zor
oyunu bozduğu” için, Ağaya hâlâ “Sahip” demek zorunluluğu var. Oysaki “zorla güzellik
olmaz”. Burjuvazinin zorla dayattığı “hürmet” hissi gibi, Kürt Köylülüğünün Ağalığa karşı bir
“itaat”i var. Lakin köylülük “hürmet” etmeye mecbur olduğu Türk Burjuvazisi gibi “itaat”ten
ayrılamadığı Kürt Ağalığının da kendisine “Sahip” olamayacağını biliyor. Kürt Köylüsünün
aradığı Sahip: sevdiği ve ardından gitmek istediği kurtarıcı kılavuz’dur. Kürdistan Fakir Halkı
öyle bir “Sahip” arıyor ki, bu ona “Sahip çıksın” = yani, dar zamanında yardımcı ve rehber
olsun; fakat “Sahip olmasın” = yani, başına bir Efendi, bir Bey, bir Ağa kesilmesin… Bir
kelimeyle, Kürdistan Halkı: kendisiyle dert ortağı, kendisinden daha derli toplu harekete
yetenekli, kendisine lütuf olarak değil, bir kurtuluş görevi olarak kılavuz olacak bir Yoldaş
arıyor… Kelimelere bakmayın: Patriyarkal dilde “Yoldaş” sözü “Sahip” şekline de girebilir...
Şaşacak bir şey yok...
96
4- Kürdistan Halkının, belki de kapitalist mantığından bambaşka, bizim düşünüş
tarzımızdan apayrı bir: “yoğurt yiyişi” var.
Bundan ne sonuç çıkar?
Kürdistan Halkını çelişkiler içinde kıvranmaktan kurtararak, ona “kurtarıcı kılavuz yoldaş”
olacak sınıf ve örgütlerin -eğer deyim yerindeyse- “Kürtçe konuşmaları” gerektiği…
Maalesef, Tarihöncesinden Ortaçağa kadar doğal ve toplumsal parçalanışlarla başka
başkalaşmanın türlüsüne uğrayan insanlık; kapitalizm zamanında da, bu rejimin eşitsiz gelişimi
yüzünden, ekonomik ve toplumsal uluslararasılaşma eğilimine rağmen, insan yığınları
arasındaki çelişkili farklılaşma’yı arttırmaktan geri kalmadı. Onun için, Mantık’tan Kabl’elMantık’a (Mantıköncesi’ne) kadar uzanan bir dizi düşünüş tarzlarında rastlayacağımız
örnekleri ve nüansları hesaba katmaya mecburuz. İşte “Kürtçe konuşmak” derken, Kürdistan
Halkının mantığıyla, onun düşünüş diliyle anlaşmayı murat ediyoruz [kastediyoruz]. Yoksa
yanılmak, yanıltmak tehlikelerinden kurtulunamaz. Kürdistan Halkında kurtuluş müttefikliğini
gören sınıf, o halka karşı kullanacağı taktikte bu özel mantığı göz önünde daima tutmaya
mecburudur. Yukarıda bunun küçük bir örnekçiğini de gördük: örneğin, bugünkü Kürdistan
Köylülüğü, kendisine bir “Sahip” ister… Bunu işiten insan, eğer söze değil, bu sözün altında
gizlenen maddî anlama dikkat etmezse şaşıp kalabilir:
Nasıl olur, bütün Kürt Halkının çektiği hep Türk veya Kürt “Sahipler”den değil midir? Kürt
Köylülüğü bu gibi zalim Sahiplerden kurtulmadıkça kendine gelebilir mi? vb...
Oysaki sorun hiç de böyle telâşlara yer bırakmaz: Kürt fukarası sizinle “Kürtçe”
konuşmuştur. Siz onun anlamını Türkçe veya Arapça anlıyorsunuz... “Kürtçe konuşma”yı iyi
bilmiyorsunuz…
İşte, bizim, Kürdistan Halkındaki olumsuz nitelikteki psikolojik özelliklerden anladığımız...
Bu “olumsuzluk”lara, Kürdistan Halkı gibi, bütün emekçi köylülükte de ortak olan birçok
“olumlu” özellikleri eklemek için sayıp dökmeye lüzum görmüyoruz. Yalnız, bir strateji
araştırmasında yer tutması gereken ve bugünkü Kürdistan Fakir Halkında daha ilk bakışta göze
çarpan iki noktaya işaret etmeden geçmek, “Tepkiler” konusunun daha kolay anlaşılmasında
ister istemez bir eksiklik bırakmak demektir.
İki nokta:
1- Pervasızlık
Kürdistan Halkı, hayatın o kadar doğal çocuklarıdırlar ki, onlar için ölmek ve öldürmek en
basit mücadele şekilleridir. Bütün zulüm görenler gibi, şu kötü hayattan iyice bıkmış olan
Kürdistan Köylülüğüne göre, yaşamakla ölmek birbirinden pek ayırt edilemeyen iki biçim
zorunluluktan başka bir şey değildir. Onlar için çarpışırken ölüm korkusu yoktur.
2- Rejimden bıkkınlık
Kemalizmle uzlaşmış ve bu uzlaşmanın kaymaklı tadına kanmış olan büyük Ağalarla kalın
Kürt Burjuvaları bir tarafa bırakılırsa, Kürdistan Halkı içinde, var olan toplumsal ilişkilerden:
“İllallah” demeyen bir tek kişi yoktur. Orada herkes, Lenin’in deyimiyle: “Nous ne voulons
pas: İstemiyoruz”, tahammül edemiyoruz, dayanamıyoruz, diyor. Bunun anlamı malûm…
Bu psikolojik “girizgâh”tan sonra, genel olarak Kürdistan’da mevcut rejime karşı yapılan
tepkileri gözden geçirelim. Yukarıdaki karakteristikten sonra bu tepkiler üstünde çok durmayacağız. Bunları üç kategoride görelim:
1- Anarşik tepkiler;
2- Siyasi tepkiler;
3- İsyanlar...
97
Anarşik Tepkiler
Ezilen köylünün ilk tepkisi, silahı alıp dağa çıkmaktır. Geçen açıklamalarımızda, Kürt
Köylüsünün, niçin ve nasıl, hatta evini barkını yakıp dağa çıktığını görmüştük. Anadolu’nun
fakir Türk Köylüleri de, anarşik tepkilerinde eşkıyalığa dökülüyorlardı. Fakat Kürdistan’daki
eşkıyalık, gerek nicelik ve gerekse nitelik bakımından, Anadolu’daki eşkıyalıktan çok daha
dehşetlidir. Doğrusu bu eşkıyalıklar, devir devir patlayan isyanlarla da bağlıdırlar. Fakat
İçişleri Bakanlığının sandığı gibi, hiç de sırf “İsyan döküntüleri”nden ibaret değildirler. Belki,
gerek isyanları ve gerekse eşkıyalığı doğuran Kemalizm + Ağalık zulmüne karşı aynı tepkinin
değişik biçimlerinden biridirler. Zulüm gören köylü, en canavarca biçimlerde zalimleşmeye
mecbur bırakılır.
Çeteler, yazın çoğalmak, kışın azalmak suretiyle büyüyüp küçülen, fakat hemen daima
sayıları 15-20’yi geçen seyyar oluşumlardır. Örneğin, okursunuz:
“Diyarbekir muhabirimiz yazıyor: Savur ve Midyat bölgelerinde sürekli
eşkıyalıkla halkı, bizar eden [usandıran] azılı eşkıyadan Dayırboranlı Ahmed Aziz
çetesi, takip kollarımız tarafından sıkıştırılarak bunlardan on sekizi ölü ve yirmi
dördü de diri olarak tutulmuşlardır. Beşiri kazası halkının başına belâ kesilen
Ramanlı Abdullah on beş kadar avenesiyle jandarmalarımızın takibatından
kurtulamamış ve çatışmayla çete tamamıyla imha edilmiştir.” (Cumhuriyet,
04.12.1930)
Kürt çeteleri, Kürdistan içlerindeki faaliyetleriyle kalmazlar. Bu faaliyetlerini tâ Orta
Anadolu’ya kadar genişletirler. Bir örnek:
“Çorum 11 (Özel) — Çorum’un bazı kasabalarında, en çok da Sungurlu
bölgesinde yollar tehlikeli bir hal almaya başladı.” başlangıcından sonra,
jandarmasız yola çıkan bir Fen memurunun hali anlatılır: “Cevat bey bir araba ile
Ilgın karakoluna 4 kilometre mesafedeki dere içine gelince 5-6 kişi meydana
çıkarak kendisini durdurmuşlardır. Etrafta tek tük adamlar görülmesinden
şakilerin 15 kişi kadar olduğu anlaşılıyordu. Haydutlar arabacı, yol çavuşu ve fen
memurunun tamamen eşyasını aldıktan sonra Kürtçe bir şeyler konuşarak
ormanlığa karışmışlardır.” (Cumhuriyet, 16.08.1931)
Unutmayalım ki, bu Sungurlu, Doğu İllerinden üç dört il aşırı bir yerdir ve Ankara ilinin
hemen sınırcığı üstündedir. Kemalizm, olayın Ankara’ya kaç saatlik mesafede cereyan ettiğini
bizden iyi bilir.
Çetelere karşı hükümetin aldığı iki türlü tedbir vardır:
1- Hile ile faka bastırmak;
2- Tarama yöntemi…
1- Hile
Örneğin birkaç ilde birden, eşkıyaların affedildiğine, teslim olurlarsa bir daha yapmamak
üzere ceza görmeyeceklerine dair gizli açık ilânlar yapılır. Fakat bu ilânların gazetelere
yansıyışı şöyledir:
“Teslim olmaya davet edilen eşkıyalar: Muş, Erzurum, Beyazit, Van illeri
bölgelerinde soygunculuk ve eşkıyalık yapan elli sekiz eşkıyanın 20 Temmuz 1931
tarihinden itibaren bilâkaydüşart [kayıtsız ve şartsız olarak] hükümete teslim
olmadıkları takdirde, eşkıya ilân olunacakları İçişleri Bakanlığının emri üzerine
ilân edilmiştir.” (Cumhuriyet, 07.08.1931)
Kazara köyüne inenlerin başına geleni bugün Doğu İllerinde bilmeyen azdır.
2- Tarama
Bütün il kaymakamları ve jandarma kuvvetleri, seyyar alaylarla el ele vererek köy köy,
yaka yıka, işkence ve dayakla eşkıya tararlar:
98
“Muş (Özel) — Yeni valimiz Mithat bey burada güvenlik ve düzenin
mükemmeliyetini sağlamak için hararetli bir faaliyet sarf etmektedir. Dokuz
kazanın kaymakam ve jandarma kumandanlarının da katıldığı takip müfrezeleri,
bir anda Tarama işlemine başlamışlar ve pek kısa bir zaman zarfında Bitlis,
Malazgirt, Çapakçur, Suluhan ve civarında ölü ve diri olarak 21 eşkıya
yakalamışlardır.” (Son Posta, 04.02.1933)
Bu Tarama yöntemlerinin biçimlerine yukarıda değinmiştik.
Bu gibi Taramalar, çok kere, Kürdün sürekli ormanda saklı bulundurduğu silahını da almak
için iyi bir fırsattır. Eşkıya takipleri arkasından, güya eşkıyalığın kökü böyle kazınırmış gibi,
silahları toplama gelir:
“Diyarbekir muhabirimizden: Bu üç kazada halk evvelce kendilerini eşkıyadan
korumak için silâh tedarik etmek ve kullanmak mecburiyetinde idiler. Bu başarılar
(eşkıyaların tutulması – H. K.) üzerine halk ellerinde bulunan silahları takip
müfrezelerine teslim etmektedirler.” (Cumhuriyet, 04.12.1930)
Bununla birlikte öyle bölgeler vardır ki, Kemalizm, orada aşiret sisteminin kendi idarî
örgütü yerine geçmiş bulunmasına pişkince aldırmaz. O zaman, aşiret reislerinin çapulculuk
örgütünü de hoş görmeye mecbur olur. Örneğin:
“Doğu İllerinde inceleme seyahati yapmakta olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya
bey” “Çemişgezek’i gezerken kasabayı pek geri bir halde bulmuş, sebebini
sormuştur. Kendisine bunun sebebinin Dersim Şakileri tarafından yapılan
taarruzlar olduğu anlatılmıştır. Dağlarda yaşayan Dersim haydutları kasaba
halkının başına belâ kesilmiştir.
“Dersim’de eşkıyalık yeni bir şey değildir. Çok eski zamanlardan beri sürüp
gelmektedir. Fakat bu defaki incelemeler bunlara karşı kesin tedbirler almanın
gereğini bir daha anlatmış, bu konuda gereken kararlar verilmiştir.” (Cumhuriyet,
17.11.1931)
Fakat bu “kesin tedbirler”, on seneden fazla geçen Kemalist rejimde alınamadığına göre,
ondan sonrası için de alınamaz. Çünkü Kürdistan’da Ağaları, aşiret sistemleri halinde egemen
kılmak ve aşiret zıddiyetlerinden [karşıtlıklarından, geçimsizliklerinden, çekemezliklerinden]
yararlanarak Kürdistan’a egemen olabilmek lâzımdır.
Çetelerin ele geçmesinde en çok yardımı olanlar: Kürdistan’ın yerlisi olan jandarmalar ve
Milis örgütü ile bunların köylerde bağlı oldukları Ağalar ve Ağa adamlarıdır. Nihayet şüpheli
köy halkını, zincirlemecesine müfrezelerin peşine takıp canları çıkıncaya kadar dağdan dağa
süründürmek vb. gibi yöntemleri tekrarlamaya gerek yok...
Şu halde çeteleri tutturan, ihbarlar ve işkenceler aracılığıyla yine ihbarlardır. Örnek:
“Haydutlar bu ayın dördüncü gecesi Nemrut Dağı civarında yol kesip kapatmak,
sonra da yolcuları soymak girişiminde bulunmuşlardır. Fakat, haydutların bu kötü
maksatları haber alınır alınmaz üzerlerine bir müfreze harekete geçirilmiştir.”
İkinci olay:
“Haydutların gece şehrimiz civarındaki bir köye geldikleri jandarma karakol
kumandanı Abdülkadir Çavuş tarafından haber alınmış ve merkeze bilgi
verilmiştir.” (Son Posta, 21.08.1932)
Bu bahis daha çok uzatılabilirdi.
Siyasi Tepkiler
Kürt Köylülüğünün maddî ve manevî durumunu gördük; en koyu Ataerkil ilişkiler içinde
boğulmuş, en karanlık cehaletle yolunu göremez durumdadır. Kürdistan aydınları sinmiş ve
susmuş, için için titriyor: o da “Mehdi” bekliyor. Kürdistan’da mevcut Tarım İşçisi, genel
olarak köylülük içinde önemli bir nicelik ve nitelik oluşturuyor. Fakat köylülükle olan organik
bağı, bu zümrenin, henüz bağımsız ve geniş bir örgüt ve hareketini olanaksız bırakıyor. Doğu
99
İllerindeki genel olarak Sanayi İşçisi: küçük, yani kalabalık elemanı olmayan fabrikalarla, elimalâthaneleri ve demirli demirsiz taşıma araçları işçileridir. Bu dağınık ve her türlü örgütten
mahrum İşçi Sınıfı içinde de henüz Kürdistan’a özgü bir hareket, hele siyaset belirmiş değildir.
Bu bakımdan, Doğu İllerinde siyaset derecesine yükselmiş herhangi bir örgüt ve hareket
ancak “üst” sınıflara ve Kemalizme karşı kalabilmiş olan eski egemen sınıflara özgü olacağı
gibi mantıksal bir sonuca varmamak mümkün değildir. Onun için, son zamanlara kadar,
Kürdistan’da gelmiş geçmiş bütün siyasi örgüt ve faaliyetlerin ruhu, Kemalizmle henüz
uzlaşamamış Kürt Ağalığı ve Beyliğinin ideolojisi olmuştur. Sınıf ilişkileri bakımından,
Kürdistan’da olan siyasi tepkiler içinde diğer zümrelerden de hoşnutsuz unsurlar yok değildir.
Fakat biz unsurları değil, bir hareketin sınıfsal yönünü kastediyoruz. Fakat Kürdistan siyasi
hareketleri arasında, mutlak surette Kemalizmle uzlaşamamış bir kısım büyük Bey ve
Ağalardan başka sınıf ve zümreleri kabul etmemek, olayları oldukları gibi görememek olur.
Nitekim Kürdistan hakkındaki siyasi hareketlere, büyük Bey ve Ağalardan başka, iki önemli
ve dikkate değer sınıf ve zümre daha karışmıştır:
1- Kürt aydınları;
2- Küçük asiller…
Kapitalist, fabrikasını işletmek için teorik [işlerde] memurları ve pratik [işlerde] ustabaşıları
nasıl kullanıyorsa; denilebilir ki, Kürdistan davası etrafında kopan gürültülerde de, büyük ve
kalın Kürt Ağaları, Kürt aydınlarıyla küçük asillerini sağ ve sol el gibi kullanır. Ağalar,
düşünen unsur olarak aydınları ve yapan unsur olarak bu küçük asilleri kullanıyor.
Fakat mademki her siyasi hareket, son zamanlara kadar fatalman [kaçınılmazca]
Kemalizmle uzlaşamamış “muhalif” Kürdistan Ağalığının egemenliği altında oldu, şu halde:
1- Bu hareket, yine fatalman Emperyalizmin aleti oldu;
2- Bu hareket, yukarıda söylediğimiz anarşik tepkiler, yani Çeteler kadar bile olsun, emekçi
ve fakir köylülüğe yakın ve lâyık olamadı.
Emperyalizmin kucağına düşmek ve Fakir Kürt Köylülüğünden uzaklaşmak… işte
Kürdistan’ın en son siyasi tarihçesinde adı duyulmuş bütün siyasi örgütlerin niteliği bu oldu.
Bu kısaca karakteristiğini yaptığımız siyasi örgüte örnek, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra “Güney
sınırları” civarında oluşan “Hoybon” (Kürt Muhipleri Cemiyeti: Kürt Sevenleri Cemiyeti)’dir.
Mütareke yıllarında Hürriyet ve İtilaf gericilerinin kurdukları “İngiliz Muhipleri Cemiyeti”
gibi bir şey… Bu Cemiyetin başında hep eski hanedan ve paşa oğulları var. Tâ Mütareke yıllarında, Sultanın parmağıyla ve yedi sekiz Kürt süvarisiyle bir “Kürdistan” yapmak için
dünyayı emrine amade sanan Bedirhanîler ve Cemil Paşazadelerin ismi, bugün de “Kürt
Muhipleri Cemiyeti”nin başındadır. Onun için, bu Cemiyet; İngiliz, İtalyan, Fransız Emperyalizmlerinden başka, Yüzellilikler81, hanedan gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun artık gülünç
bir iskeletinden başka hiçbir şey olmayan döküntüleriyle, Kürt-Çerkes Cemiyeti, Ermeni
Taşnak Cemiyeti gibi hedefi büsbütün belirsizleşmeye yüz tutmuş ve eksenini kaybetmiş
oluşumlarla düşüp kalkmakla vakit geçiriyor: “Kiminle düşüp kalktığını söyle, kim olduğunu
söyleyelim!”
Hoybon Cemiyeti de, el-birliği ve söz-birliği etmek istediği sistem, zümre ve örgütlere
bakılınca, içyüzünde onlardan hiç de farklı olmayan, yani bugün dünyada kurulan değil, ölen
bir düzenin; devrimin değil, gericiliğin yoluna girmiş bir örgüttür. Hoybon Cemiyeti’nin amacı
geçmiş olunca, Kürdistan’ın geleceğinde bu hedefle hiçbir şey yapamayacaktır. Çünkü,
mazlum Kürdistan Halkının kurtuluş hedefi, zorunlu olarak geçmişte değil, gelecektedir.
Bağımsızlık Kürdistan için ancak bir gelecek sorunudur. Kürdistan köylülüğünün gözü ister
81
Yüzellilikler: Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmış ve bu amaç için çalışmış kişilerden 150’si Türkiye
Cumhuriyeti’nden sürgün edilmiştir. Bu yüzden Cumhuriyet Tarihine “Yüzellilikler” olarak geçmişlerdir.
100
istemez geriden ayrılıyor; ileriye yöneliyor. Bunu anlamayanların, bu ezilen halk yığınları
üstünde, onların her gün biraz daha zayıflayan alışkanlıklarını ve batıl inançlarını kamçılayarak
fırtınalar koparması, bu yığınları Türk militarizmine haksız yere kırdırmaktan başka bir sonuç
[vermez; bunu yapanların bunun dışında bir sonuç] bulmaları imkânı yoktur. Böyle bir sonuç
ise, hanzade ve paşazadelere, Emperyalizm tarafından maddî bir iltifat ve hâlâ kendileri için
ölenler var sanısını ortaya çıkaran mânevî bir hoş kuruntu vermekten başka neye yarar...
Kürdistan’a ne kazandırır?
Muhalif büyük Ağalığın örgütü niteliğinden henüz sıyrılamamış olan Hoybon Cemiyeti,
yukarıda işaret ettiğimiz iki çeşit sapıklığı ile köksüz ve çiçeksiz bir kütük, iki bacağından da
olmuş bir kötürüm durumuna düşmüştür:
1- Emperyalizmle ve Genellikle dünya gericiliğiyle biricik cephe yapmıştır;
2- Genellikle Kürdistan Fakir Halkından ve özellikle Kürt Köylülüğünden kopmuştur.
1- Emperyalizmle el ele verme
Yukarıda dedik, Hoyboncular, özellikle üç büyük sömürgeci galip Emperyalizmle sıkıfıkıdırlar: İngiltere - Fransa - İtalya… Bu üç devlet arasında, ismi açıkça en az geçmiş, belki
hiç geçmemiş olanı İtalya’dır. Türkiye’yle görünüşte ve işine geldiği oranda dost geçinen
Faşist Emperyalizm, daima en gizli şekilde saman altından su yürütüyor. Hakikat halde [işin
aslında] Afrika’daki rekabetinden kurtulmak isteyen Fransa’nın önünde, Mussolini İtalyası,
kendine çoktan beri yeni ufuklar arıyor ve Kemalizmin rüyasında bile görmediği yöntemlerle
el-altından muhalif Kürt Ağalarına, çok sevdikleri madeni Liretleri sayıyor. Son zamanlarda,
güya Fransa tarafından, İtalya’ya, Suriye’ye sınır ıssız Anadolu bölgelerinin peşkeş çekilmesi
ve “buyurun” denilmesi… hiç de bir taraflı, yani İtalyan Emperyalizminin: “Teklif ediyorlar
ama, ben istemiyorum” demeye getirdiği gibi, kendi bilgisi ve isteği dışında olmuş olaylar
değildir. Anadolu ovaları üstündeki emperyalist düşünceler, genel olarak Emperyalizmin, tüm
yarısömürgelerde çevirdiği kombinezonlu manevralardan ibarettir. Emperyalizmin başını
kaşındıran bir şey varsa, o da, Kürdistan’ın Trablusgarp gibi Sudan çölüne değil, Ermenistan
gibi bir Bolşevik ülkesine sınırının bulunuşudur. Yoksa çoktan Birinci Genel Müfettişliğin
makamında bir İtalyan “Genel Vali”sini görürdük.
İngiliz ve Fransız Emperyalizmleri, şimdilik olsun Kürdistan’daki siyasi kışkırtmaları ufak
tefek “Stratejem: Harp hileleri” tarzında kullanmakla yetinir görünüyorlar. Onların
düşündükleri, Kürdistan’ı, Kemalizmin ödünü patlatacak biçimde ellerinde bir koz gibi tutmak
ve kendi yönetimlerinde başkaldıran eski sömürgeleri içinde de aynı Kürdistan’ı bir statüko
etkeni gibi kullanmaktır.
Örnek:
İNGİLTERE: Son zamanda, Hoybon Cemiyeti’ni altüst eden sorunlar arasında, (birkaç
kelime okunamadı) Türk gazetesine kadar akseden bir İngiliz generali var:
“Geçen sene Dik isminde bir İngiliz generali Mısır’da Bedirhanîlerden
Süreyya’ya külliyetli [yüklü] bir para vermiştir. Bu para ile Hoybon Cemiyeti
değişik ülkelerde gizli örgüt yapacaktır.” (Son Posta, 16.01.1933)
“Geçen sene Dinç İsminde bir İngiliz generali, Hoybon Cemiyeti’ne önemlice bir
miktar para bağışlamıştır.” (Son Posta, 20.01.1933)
Hiç şüphesiz, bir “İngiliz generali”, Hoybon Cemiyeti’ne babasının hayrı ya da Kürtlüğü
sevdiği için para vermez. Hele böyle “önemlice bir para” ve “külliyetli bir para”yı “bağış”
edebilecek olan İngiltere’de kişiler değil, ancak Entelicens Servisi olabilir.
İngiliz Emperyalizmi bu “bağış”ı niçin yapar?
Dikkat ettiysek, yukarıda bu paranın hedefi, yalnız Türkiye de değil, “değişik ülkelerde gizli
örgüt” yapmaktır. Bu “değişik ülkeler” içinde ve hiç şüphesiz başında Türkiye de var. Fakat
Türkiye’den başkaları da var: Entelicens Servisi, parasını o kadar mahdut [dar kapsamlı,
sınırlı] işlere hasretmez [ayırmaz, vermez]… Kürdistan’ın bir Doğu Balkanları oluşturduğunu
101
yukarıda tekrarlamıştık. Yani Kürtlük, yalnız Türkiye’de değil, tüm Türkiye’yle doğu ve
güneyde sınırları olan devletler içinde de az çok [var olan] fakat şimdiye kadar sesi çıkmamış
bir ezilen azınlıktır. İşte İngiliz Emperyalizmi, satın almak istediği herhangi bir siyasi Kürt
örgütünü bütün bu cephelerde, gerekirse Türklere, gerekirse öteki devletlere karşı kullanmayı
düşünür. 1930’da başlayıp 1933’e kadar süren Irak’taki “Şeyh Mahmud” sorunu, siyasi bir
Kürt davasının Irak’a karşı İngiliz Emperyalizmince tutulmuş bir şeklinden başka bir şey
değildir.
Örneğin:
02.12.1930’da: Kerkük gazetesinde Şeyh Mahmud’un 1927 taahhüdüne rağmen,
“Kürdistan’da ahaliyi isyana davet ve kışkırtmaya çalış”tığını; üzerine A ve B fırkasının
gönderildiğini yazan Kürtler, Irak hükümetinin teklif ettiği yeni “seçimlere katılmayacaklarını
ve Sevr Antlaşması’nda olduğu gibi kendilerine Özerklik verilmesini istediklerini
bildirmişler...” (Cumhuriyet, 04.12.1930)
24.05.1931 tarihli gazetelerde şu haberleri okuruz:
1- Şeyh mağlûp: ama, bir İngiliz uçağı ile Fırat sahilinde Semave’de devamlı bir “sürgün
yeri”ne nakledilmekle yetinilir.
2- “Asi güçlerine el altından yardım eden Irak Ordusu askerî müşavirlerinden bir İngiliz
binbaşısı Süleymaniye’de tevkif olunmuştur.” “Harekâtı İngilizler yönettiklerinden kendi
hesaplarına hareket eden Şeyhi yakalamak istemediler.” (04.05.1931)
12.01.1933: Güçlü Barzan Çeteleri Serkeser’e tecavüz etmiş… vb.
Bu, İngilizlerin Irak’a karşı Kürtlüğü tokuşturmasıdır. Aynı Kürtleri gayet ince bir üslûpla
başka emperyalistlere de saldır-tır:
08.09.1932’de: Kürt “eşkıya”ları bir tüccar kervanı ile birlikte 20 otomobilli bir kervana
daha saldırmışlar. “Amerika’nın Tahran ve Kudüs Konsolosları ile diğer bir Amerikalıyı
fidye’i necat [can kurtarma parası] almak amacıyla alıkoymuşlarsa da, bir süre sonra hepsini
serbest bırakmışlardır.”… Bu oyun da, Amerikan (…) bir (“…”) değil midir?82
İşte Hoyboncuların İngiliz Emperyalizmi ile ittifakı bu açıdan yani Kürt Halkını, ne
kendisine, ne de başkasına hayır ve huzur vermeksizin sürekli olarak kırdırmak için
Emperyalizme peşkeş çekmek açısından görülebilir.
FRANSA: İngiltere için Irak ne ise, Fransa için de Suriye odur. Onun için, bağımsızlık
hevesine düşen “Vatanî”leri83 ve Arap Milliyetçilerini, ikide birde ürkütmek için,
Hoybonculardan çok yararlanmasını biliyor.
Örneğin, Ağrı Dağı İsyanı’ndan sonra Şam Hükümeti, Şam’da ikamete memur ettiği
Kürtleri serbest bırakıyor. O zaman Belediye Meclisi Üyesinden “Ömer Şemdin” Saadet:
Haço, Emin Celâdet, Kadri Cemilpaşazadelerin (Hoybon Cemiyeti) çağrılı bulunduğu bir
ziyafet verir.
“Ziyafette birçok Kürtler bulunmuş, Kürtlerle Suriyelilerin pek eski ilişkileri
olduğundan, Kürdistan fikirlerinden söz edilerek nutuklar söylenmiştir.”
(Cumhuriyet, 12.04.1931)
Bu ziyafet ve nutuklar, Ağrı Dağı’nda başarılı olamamakla birlikte, az kafa tutar gibi olan
Türkiye’yi Borçlar Sorunu’nda yola getirmeye yeterli gelecek derecede ürküten Hoybonculara
platonik bir tatmindi.
Bu, Türklere karşı Fransa...
Fakat Suriye’ye karşı Fransa da aynı Kürtlük siyasetini “Koçbaşı” gibi kullanır. Örneğin,
yukarıki tarihten iki yıl kadar sonra, işi azıtmak isteyen “Vatanî”lere karşı, hemen hemen aynı
isimdeki Hoyboncuların şu yeni girişimini okuruz:
82
83
Bu cümlede birkaç kelime okunamadı.
Vatanîler: Vatanseverler anlamında, o günkü Arap ulusalçilerine verilen ad.
102
“Adana (Özel) — Kaddur bey, Haço Ağa ve Cemilpaşazâdelerden Şam’da
oturan birkaç kişi ve bazı Süryani ve Ermeniler, geçenlerde Şam’da toplanarak
bilinen Bedirhanîlerin de katılımıyla kendi aralarında uzun uzadıya görüşmede ve
tartışmada bulunmuşlar ve sonuçta şu kararı vermişlerdir:
“Suriye’den tamamıyla ayrı, bağımsız bir Elcezire Hükümeti kurmak!
“Fakat karardan haberdar olan Şam Hükümeti, durumu Fransız Komiserine de
bildirdiği için (Mahkeme, ceza falan gelecek sanmayın… – H. K.) bu adamlar birer
ikişer toplanılmış ve Cemilpaşazade Ekrem ile Bedirhanîler polis nezaretine
alınarak, diğerleri de (Artık işleri bittiği için olacak… – H. K.) geldikleri yerlere
sürülmüştür.” (Cumhuriyet, 02.01.1933)
2- Kitleden kopmak
Hoybon, güya bugün Türkiye’deki Kürdistan’ın bağımsızlığını hedef bilen bir cemiyettir
[dernektir]. Oysaki Kürdistan Halkı bu Cemiyetin ismini bile yeni yeni duyuyor. Çünkü
Hoyboncular, Kürdistan’ın halkı ile ve halkı için değil, Kürt Beyleriyle ve muhalif Ağalarıyla
temas ederler. Onların amaçları: Kemalizmi kaldırıp, onun iskemlesine Bedirhanîleri oturtmak;
Türk Burjuvazisinin soygunu yerine, Kürt ve Emperyalist Burjuvazileriyle Kürt Ağalığının
soygununu geçirmektir. Bu anlayış, Hoyboncuları, hatta ara sıra kışkırttıkları isyan
hareketlerine rağmen, Kürdistan Halkı içinde bir örgüt ve propaganda varlığı halinde
tutunabilmekten menetmektedir. Genellikle Hoybonculuk kaçakçı sınırları üstünde kalıyor. Sık
sık gazete sütunlarında görülen haberler bunlar:
“Türk Sözü Gazetesi’nden aynen aktarıyoruz: Halep’te çıkan “El-Misak”
gazetesi; Halep’te Türkiye aleyhinde gizli bir dernek mevcut olduğuna ve sınırlarda
isyan çıkarmak istediklerine dair önemli bir haber yayımlayarak, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ve Fransa yönetiminin nazar’ı dikkatini celbetmiştir [ilgisini
çekmiştir]. Gerçekten Halep’te gizli bir dernek vardır. Ve bunlar her fırsattan
yararlanmaktadırlar. Sınırlardan daima Türkiye Cumhuriyeti aleyhine
karışıklıklar çıkarmaya çalışmaktadırlar.” (Cumhuriyet, 26.10.1931)
Fakat kazara Türkiye sınırları içine sokulup da orada herhangi bir örgüt kurmak girişiminde
bulundular mı, ya Kemalizmle şüpheli kompromilere [uzlaşmalara] girişmeye kalkışaraktan
kendi kendilerini batırırlar; ya da, suyun üstünde yüzen zeytinyağı gibi, Kürdistan Fakir
Halkının dışında kalarak Kemalizmin gülünç oyuncağı haline gelirler.
1930 yılının son aylarında, Şeyh Sait’in oğlu Selâhaddin’in başına gelen böyle dipsiz
maceralardan biridir. Irak’ta, General Hamilton’un sağladığı üç bin lira ücretle, Bağdat
Harbiye Mektebinde öğrenimini bitirmek üzere olan Selâhaddin, orada Yüzellilikler ve Kürt
Muhipler Cemiyeti ile tanışıp anlaştıktan sonra Hınıs’a geliyor. Yahut gazetelerin dediği gibi;
“Genel af’tan istifade ederek Türkiye’ye dönmeye ve burada faaliyete geçmeye
karar veriyor. Hınıs’ta “bir süre gizlenerek yerel bazı reisler ile ilişki kurmaya
çalışıyor. Bunlardan yüz görmeyince, Selâhaddin Erzurum’a geçmek çarelerini
araştırır”...
Örgüt için gelen Hoyboncunun ilişki kurduğu insanlar: “Yerel bazı reisler”, yani
Hoyboncuların “muhalif” bildikleri Ağalıktır.
Fakat bu Ağalığın çoğu, çoktan Kemalizmle statükoya razı olmuşlardır. Yeni maceralara
atılmaya hiç niyetli değildirler. Fakir Kürt Köylülüğünü, Kemalizm olmaksızın kolay kolay
soymanın bugün güçleştiğini anlamışlardır ve onlar Kemalizmin, Kemalizm onların olmak
üzeredir. Tabiî Hoyboncu, bu adamlardan “yüz gör”emez… Fakat Hoyboncu, dayanmak
istediği Ağalıktan yalnız “yüz” bulmamakla kalmaz… Daha başka şeyler de bulur... Yani
Ağalık, Hoyboncuya yalnız: “Defol!” demez… Usulü veçhile [uygun biçimde, yordamınca]
başından savarken, yavaşça “Kaymikayim”i de işten haberdar eder. Ağanın Kemalizm için bir
adı da: “Muhbir’i sadık”tır. O zaman Kemalizm, pençesi içine sıkıştırdığı yeni “av”ını bir daha
kaçırmayacağından emin bir tavırla adım adım takip eder ve bir faka bastırmak için bahaneler
103
hazırlar. Selahaddin için gazeteler şöyle yazıyordu:
“Hükümet bir süreden beri hainlerin hareketini bildiğinden kendilerini
haberleri olmadan gözetim altında tutuyordu.”...
Sorun açıktır: Türk polisi, sabık Doğu İli milletvekillerinden, yeni burjuvalaşmış Kemalizm
uşaklarından bir eski milletvekilini, bizim açıkgöz Hoyboncunun yanına bir “devrim” hareketi
yardımcısı olarak “refakat” ettirir. Yedisi yuvarlak, yedisi dikdörtgen biçiminde, üstlerinde
hançerli bir el bulunan 14 tane “Şimalî [Kuzey] Kürdistan Cemiyeti” mührü kazılır… Şimdi
mühürler hazır, şu halde “bir nal” bulundu: Nasreddin Hoca’nın yöntemiyle isyana “üç nalla
bir at kaldı”… Sonuç: Hoyboncu (bir kelime okunamadı) şu kadar yıla mahkûm! Kemalizm
onu asa da, yolda vurdura da bilirdi: fakat ne olur, ne olmaz, bir gün belki lâzım olur, diye
saklıyordur.
Artık aradan yıllar geçer, bir daha, bir Hoyboncuya, Kürdistan içlerinde rastlanılmaz…
Bunun başka türlü olmasına da sınıfça bir imkân yoktur. Çünkü Hoybon Cemiyeti Kürt
Ağalığına ve Beyliğine dayanıyordu. Oysaki Kürdistan Ağalığı, sınıf olarak, Türk
Burjuvazisiyle az çok devamlı bir uzlaşma yapmıştır: İki taraf da birbirine dokunmayacak ve
beraberce fakir Kürdistan Halkını soyacaklar!
Bununla birlikte, bu açıklamalarla, Hoyboncular içinde mutlak surette Kürtlük davasında
samimî, yani Kürdistan Halkı için düşünür tek bir kimse bile yoktur [dediğimiz sanılmasın].
Zaten biz “birey”lerden değil, genel olarak bir siyasi örgüt içindeki sınıfları ele alarak, o sınıf
çıkarlarına göre o örgütün perspektifine değindikti. Bununla birlikte değinirken gördük ki,
Hoyboncular içinde şimdiye kadar egemen rolünü, kalın, eski muhalif Kürt Ağalığı oynadığı
halde; fiilen, yine son zamanlara kadar, bu rolü tutanlar, bir düşünen, bir de yapan iki unsur
vardır:
1- Kürdistan Aydınları;
2- Küçük Asiller…
Büyük muhalif Kürt Ağalığı davada kolayca ve çarçabuk muzaffer olsaydı, belki bu iki
unsuru az çok tatmin eder ve onlarla herhangi bir kompromi ve antant [uzlaşma ve anlaşma]
yapabilirdi. Fakat, başarısızlık devam ettikçe, bu üç sınıf ve zümre arasında sürtünme ve
çatışmaların başlamaması imkânı yoktu. Nitekim bu konuda, gene, elde kesin belgeler
bulunmadığı için, sırf burjuva basınından sızan haberlere bakılırsa, son zamanda Hoyboncular
içinde bu çatışmalar, belki de sözü edildiği gibi, sırf üstünkörü vesilelerle patlak veren
bilinçaltına ait şekillerde başlamıştır bile.
Sorun İngiliz generali Dik veya Dinç’in verdiği paralardan çıkıyor, güya... Fakat bundan
çıktığı doğru bile olsa, sorunun bu olmadığını, az çok siyasi örgüt ve mücadelelerle ilgisi
olanlar bilir. (bir kelime okunamadı) 1932 yılı Temmuzlarında Hoyboncular içinde bir çeşit
aşırılar hizbinin doğduğunu Kemalist basında okuruz...
Gazetede: Halktan toplanan parayı Haço Ağa yediği için;
“(…) kızılca kıyamet kopmuştur. Özellikle aşiret halkı arasında müthiş bir
heyecan baş göstermiş, hatta Haço’yu ve avenesini parçalamak amacıyla gösteriler
düzenlemişlerdir.” (Son Posta, 18.08.1932)
Bundan altı ay kadar sonra, gazetelerde:
“Türkiye hakkında çok bozguncu emellerle oluşan Hoybon Cemiyeti dağılmak
üzeredir” diye verilen haberlere, “güvenilir biçimde verilen bilgilere göre,
Suriye’de bulunan bir kısım Hoyboncular, Ankara’ya müracaat ederek aflarını ve
Türkiye’ye kabullerini istemişlerdir.” (Son Posta, 16.01.1933)
tarzında, bölünüş hiziplerinin tam tereddiye [gerilemeye, aşağı düşmeye] kadar varabildiğine
işaretler de vardı. Nitekim Bedirhanî Celâdet, o tarihlerde yapılan bir toplantıda kendisini
suçlayan bir Cemilpaşazâde ile Haço Ağa’yı “Türkiye hesabına bağımsız Kürt hareketini
baltalamakla suçlamış”tır. (Son Posta, 20.01.1933)
Bu karşılıklı suçlamaların sözlerine değil, çarpışan zümre eğilimlerine bakılırsa, “bağımsız
104
Kürt hareketi”ni Türkiye’ye satabilecek sınıfı, Haço Ağa değil, onun efendisi makamında olan
Bedirhanîlerin temsil etmesinden doğal bir şey yoktur. Nitekim aynı toplantıda “[HaşakSüprüntü]” Haço Ağa’nın (Bedirhanîlerin “hizmetçisi” durumundan gelmedir) kendi “aşağı”
zümresine özgü olan sesini, şöyle haykırırken duyuyoruz:
“Zaman zaman bir bağımsız Kürt hükümeti kurmak için yapılan bu toplantılar,
işte bu kişilerin (Bedirhanîler ve ortaklarının – H. K.) keselerini doldurmak için bir
tuzak niteliğini alıyor. Öğreniniz ve biliniz!” (Son Posta, Şam muhabirinden,
20.01.1933)
Biz, Bedirhanîlerdense, Haço’ya daha çok inanıyoruz.
İsyanlar
İsyan, ezilen Kürdistan Köylüsünün yemek içmek kadar zorunlu ihtiyacı ve her günkü
uğraşıdır. Yalnız bu her günkü iş (la pratique journaliere), ara sıra daha geniş ve daha siyasi bir
şekilde alevlenir; o zaman… tam o zaman da değil ya… bu alevlenişin Avrupa basınında
yazıldığı, “mızrağın çuvala giremez” hale geldiği zaman, bizim “lahana yaprakları” da “İsyan
var!” diye “buram buram açılmaya” başlarlar. Ve biz de isyan varmış… deriz. Bir burjuva
yazarı, Ağrı Dağı İsyanı esnasında, Kürdistan’daki sürekli isyanı “ateşperest ocağına
konulmuş” kaynayan bir “kazan”a ve bizim “isyan” dediklerimizi de bu kazanın “taşması”na
benzetiyordu:
“Ararat’ın etrafında Kürtler isyan etmiş; İran’dan birtakım Kürt Çeteleri isyan
dalgaları halinde bizim tarafa akmış!! Bunu işittiğim zaman –ben- ne hayret ettim,
ne telaş: çünkü oralarda isyan ruhu, ateşperest ocağına konulmuş kazan gibi daima
kaynar.
“Demek oluyor ki bu defa birkaç zehirli nefes ateşi fazla alevlendirmiş, birkaç
hain parmağı bunları çokça fışkırtmış ve ezelî isyan kazanı taşmış...” (Yusuf
Mazhar, Ararat Eteklerinde, Cumhuriyet, Tefrika l)
Ve aynı Tefrika’nın sonlarını şu satırlarla bitiriyor:
“İsyan çıkarılan bölgelerin ahval [olaylarını] ve durumunu bilenlerin hayret
ettikleri şey isyanın alevlenmesi değil, bu kadar hızla bastırılmasıdır.” (Y. Mazhar,
agy, Cumhuriyet, 22.07.1930)
Kendi istediği sonuçları çıkartmak için de olsa, bir burjuva yazarının yaptığı bu gözlem:
“aslına uygundur”. Kürdistan’da isyanın olması değil, isyan oldu denmesi, hele o isyanların
kökünden kazındığının söylenmesi şaşılacak şeylerdendir.
Bununla birlikte biz yine “normal” isyanlar hakkında iki kelime söyleyelim... Her günkü
isyan pratiklerini saymayalım.
Cumhuriyet Burjuvazisinin iktidar konumuna eriştiği tarihten beri Doğu İllerinde iki geniş
siyasi isyan hareketi oldu. Bütün isyanlar gibi, bu iki isyanın da “motor”u aynı fakir Kürdistan
Halkı oldu. Fakat bu motor her iki isyanda da kendi hesabına işlemediği, başkalarının hesabına
“işletildiği” için, iki isyanın anlamı ve yönleri, isyanı güden sınıfların durum ve çıkarlarına
göre başka başka oldu. Birincisine: “Şeyh Sait”, ötekisine: “Ağrı Dağı” İsyanı denildi.
Bütün bu isyanların ortak bir niteliği var: Salgınlıkları… Bir başladılar mı, olağanüstü bir
hızla, mevcut yerel devlet cihazlarını panik derecesinde bozgunlara uğrataraktan, çorap söküğü
gibi yayılmaları... Bu nitelik Kürdistan Halkının niteliği; Kürt Köylülüğünün zulüm karşısında
patlak vermek için fırsat kollayan ve her gün biraz daha keskinleşen devrimciliğidir. Halkın bu
eğilimini Kemalist devlet cihazı o kadar iyi bilir ve bu eğilimin çığ gibi yuvarlanışından o
derece yılgındır ki, isyan hareketi ortalığa yıldırım hızıyla yayılan bir söylenti halinde
dolaşırken, bir kasabaya gelen 40 Mavzer ve Beşli ile silâhlı Kürt Çeteci, o kasabada mevcut
bütün köyler halkını etrafında toplayabildiği gibi, Mitralyöz ve hatta Topla donatılmış bir tabur
askerle, Makineli tüfekli tüm jandarma kuvvetlerini, ufak bir çatışmaya mecal bırakmadan
silahlarını atıp kaçmaya mecbur bırakabilir. Kürt İsyanlarında, hiç umulmadık bir hızla, birkaç
105
şehrin bir günde zapt ediliverişi, daima bu isyanda ezilen halkın tepkisindeki özellikle
açıklanabilir.
Bunda pek de anlaşılmayacak bir şey yok. Leninizm, daha, 30-35 yıl önce, soyguncu devlet
cihazlarının “zulüm ektikleri yerde kin biçmek”e hazır olmalarını söylerken, Tarihsel
Maddeciliğin asırlarca çağırdığı şarkıyı bize bir daha tercüme etmekten başka bir şey
yapmıyordu. Nitekim Türk Burjuvazisi bile, bu gerçeği anlamış görünüyor. Yalnız daha
edebiyatlı bir dille kabahati üstüne almıyor ve “geçmiş”e yüklüyor:
“Vaktiyle ekilen fırtına tohumları, diyor, bugün bize yıldırımlar biçtiriyorlar.
Bunlar geçmişin günahlarıdır.” (Şükrü Kaya, Meclis’teki Demeci, 26.06.1932)
Bununla birlikte, bir daha unutmayalım: Motor başkaları için işledi. Onun için nasıl
işletildiğini gayet kısaca hatırlayalım:
I- Şeyh Sait İsyanı
Ruhanî ağalığın yönetiminde ve “Şeyh”, “Seyid” ideolojisi altında patlak verdi. Fakat,
Doğu İllerinin Mesleksiz + Hizmetkâr + Irgat + Miriyvo yığınlarının o müthiş, zapt olunmaz
çığı çarçabuk bütün ağırlığını hissettirdi. Yukarıda kaydetmiştik: Şeyh Sait İsyanı, birbirlerine
pamuk ipliği ile bağlı olan Ruhanî Ağalıkla Fani Ağalığın arasını daha belli bir biçimde
açmaktan, sonra Fani Ağalığın Kemalizmle el ele vererek Ruhanî Ağalığa karşı son bir darbe
indirmek istemesinden başka bir sonuca varmadı. Hatta öznel iddiaları bir tarafa bırakır da,
nesnel vaziyeti göz önüne korsak, Şeyh Sait İsyanı her şeyden evvel Fani Ağalığın Uhrevî
Ağalığa karşı kurduğu bir tuzaktır. Çünkü Şeyh Sait’le birlikte isyan sorunu etrafında konuşan
ve isyanın Merkez Komitesi rolünü oynayacak olan öteki üç Beyden ikisi, Şeyh Sait’ten ayrılır
ayrılmaz her şeyi Kemalizme haber verirler ve bu ihbarı yapanlar Uhrevî değil, Fani Ağalardır.
Kürdistan
İsyanlarının
eğer
salgın
halinde
çarçabuk
yayılışı,
seyyalliği [akıcılığı], bulaşıcılığı ve biraz da yıkıcılığı ezilen halkın özelliğiyse; bu isyanların
çarçabuk “teslim” oluşu, bozgunu ve bir hayli de anarşikliği, kancık ruhlu Ağalığın ezelî
orostopolluğundan ileri gelir. Şeyh Sait İsyanı’nda, halk hareketi, Şeyhlerin ve Seyidlerin ne
bir hareketini, ne bir işaretini ve tabiî ne de belirli bir yönetimini beklemeden tam
kendiliğinden patladı ve Şeyhler, Seyidlerle birlikte, bir kısım “taraftar” Fani Ağaları da, fakat
hepsini başka başka yönlerde, birer saman çöpüne yakın teslimiyetle aldı ve bir deli sel gibi
peşinden sürükleyip götürdü. Fakat isyancılar içinde ne kadar sınıf ve zümre ayaklandıysa, o
kadar da emel ve ihtiras kalkıştı. Bu eğilimler içinde mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki
kadar derin ve uçurumlu çelişkilerle ayrılmış olanlar vardı. Ortak hoşnutsuzluk bütün çelişkili
eğilimleri zembereklerinden bir kere boşalttıktan sonra, bu eğilimlerin çarçabuk birbirlerine
düşmesi kadar doğal bir şey yoktu. Hele isyan hareketi içinde en ufak bir sınıf disiplinini ve
bilincini temsil eden güdücü örgüt çekirdeğinin bulunmayışı, Ruhani Ağalığın manevî nüfuz
taslağına çarçabuk dizginleri elinden kaçırtmak zorunluluğunu dayattı. O zaman, köyde Ruhani
ve Fani Ağalık, şehirde de küçük ve büyük burjuvalık, dalgalanıp gelen mülksüzler ve dünyada
hasırı olmayanlar tufanı önünde kalakaldı... Ezilen halkın kendi içinden doğmuş bir sınıf
örgütüne sahip olmayışı isyanın yıkıcılığına zemin hazırlıyor; fakat başta çapulcu Ağalığın
anarşik anlayışının bulunuşu, güçleri büsbütün dağıtarak büsbütün talancılığa dejenere
ettiriyordu. İşte Örgütsüz Hareket + Çapulcu Ağalık Ruhu + Mülksüzler Tepkisi olarak
patlayan isyan, bir senteze bir türlü varamayan beyhude [yararsız, anlamsız] bir anarşi şekline
dökülmeye başladı.
İsyan, başlangıcında, Fani Ağalığın Ruhanî Ağalığa ihaneti ile başlamıştı. Fakat en sonra
tüm mülklü sınıfların hep birden mülksüzlere karşı ihanetiyle bitti. Köyde: Marabalar Ağaların
“Konak”larını da, Karakollarla aynı zamanda yağma ettiler. Bu Ruhanî ve Fani Ağalığı
birdenbire şaşalatıverdi. Şehirleri basan dağınık ve “başıboş” açlar ve isyancılar kafileleri,
derebeyliğin, kapitalizmin, yani bütün egemen sınıflı toplumlarda yukarı sınıfların “örgütlü”
106
bir şekilde yaptıkları “yağmacılığı” herhangi bir sınıf siyasetinin taktik ve strateji ihtiyaçlarına
bakmaksızın ve örgütsüzcesine ulu orta, gelişi güzel yapmaya koyuldular. Hele Ağa etkisinin
kamufle olması yüzünden, şehirlerdeki büyük burjuvaların servetlerini paylaşmaya kalktıkları
gibi, kulübesine çekilmiş küçükburjuvaların da tuzuna ekmeğine sahip çıkmak gibi, aykırı ve
tehlikeli yöntemlere de sapıttılar. Zaten bu ekspropriasyonlar [mülksüzleştirmeler] de,
mülksüzler sınıfının geniş topluluk ihtiyaçlarına göre bir plan ve bir düzene göre, bir amaç için
yapılıyor değildi. Kişisel yağmacılığa doğru hızla soysuzlaşıyordu... Tüm şehir burjuva ve
küçükburjuvaları bu anlamsız yağmacılıkla dehşete düşmüşlerdi…
Ve iş bu aşamaya döküldükten sonra, artık isyan çoktan hızını kaybetmiş, büyük ayrılıklarla
param parça olmuş ve kendi içindeki en büyük düşmanlarına kalabalık tarafsızlar kesimini
iltihak ettirerek, karşısında Kemalizmden başka ve onunla birleşmeye hazır birleşik bir düşman
cephe yaratmıştı. Köyde birçok Ağa zaten “arz’ı hulûs”84 için aradıkları fırsatlardan birini, bu
sefer Konak’larının da yağma edilmiş olması gibi daha içten gelen bir zorunlulukla
yakalayarak, Kemalizme el altından yardım vaat ettiler. Şehir küçükburjuvaları depolardan
yağma edip nöbet bekledikleri ocaklarını birer mazgal haline koyarak çapulculuğa karşı
ansızın cephe tuttular. Ve beş on gün önce arkasına bakmaya zaman bulamadan tüm Kürdistan
Halkının dehşetli kini önünde paldır küldür kaçan Kemalist güçler, kendi kendini bozan
isyanın üstüne gayet kolayca zafer kazanan, fakat bu kolaylık oranında vahşetini,
çapulculuğunu arttırarak “Te’dip seferleri” örgütlendirdi... Kürdistan köyleri yanıyordu...
Şeyh Sait İsyanı iki kelime ile budur. Onun için koyu gerici niteliği altında boğuldu gitti.
Bu isyanda Ağalığın evvel ezel anarşik, çapulcu ve zalim niteliği, ebedî hainliği ile isyanı
yine arkadan vurdu. Ve isyanın bozgununda bir önemli etken de bu Aşiret parçalılığı oldu. Bu
şüphesizdir. Nitekim Ağrı Dağı İsyanı sırasında eline kalemi alan Yusuf Mazhar, bir yerde bu
yönü şöyle anlatır:
“İsyanın başlıca Zilanlılar, Celâlîler, Haydaranlar tarafından yapıldığını tahmin
ediyorum. Şeyh Sait’in kıyamı [başkaldırması] zamanında buralarda fiilî
hareketlerin meydana gelmemiş olması, o tarihte bu haşaratın aralarının açık
olmasındandır; yoksa bu çapulcular öyle bir fırsatı kaçırırlar mıydı hiç?” (Y. M.,
agy)
Fakat, halkın yaman motor gücüyle işlediği bütün isyanlarda olduğu gibi, Şeyh Sait
İsyanı’nda da bozgunun belli başlı nedeni iç etkenlerdi. İsyanı içinden fetheden üç belli başlı
etken:
1- Ruhanî Ağalık tarafından ve Ağalık çıkarı adına, Ağaca yönetilir olması;
2- Bizzat Ağalık tarafından en büyük ihanete uğraması;
3- Tarafsız kalmaya eğilimli unsurları, yok yere kendine düşman etmesi... dir.
Şeyh Sait İsyanı’ndan, Doğu İlleri Halkı ve Kürt Köylülüğü büyük bir ders aldı: Ağalığın
bu isyanı boğduğu, Ağalığın bir halk isyanına gelemeyeceği ve zaten herhangi bir isyanı ne
Şeyhlerin, ne Seyidlerin beceremeyeceği... gün gibi aydın oldu.
Genellikle Ruhanî Ağalık ve kısmen Fani Ağalık, isyancı halkın gözünde bir isyan için her
türlü prestijini kaybetmiş, iflas etmişti.
II- Ağrı Dağı İsyanı
Bizzat burjuvazinin de kabul ettiği gibi, Şeyh Sait İsyanı’ndan nitelikçe bambaşka ve hatta
daha “önemli” oldu. İsyanın artık ric’ata başladığı tarihlerde Kemalist basında şöyle
yazıyorlardı:
“İki kolordunun bütün araçlarıyla tam bir hafta meşgul olmasını gerektiren olay
şüphe yok ki Şeyh Sait İsyanı’ndan daha önemliydi.” (Cumhuriyet, 15.07.1930)
Tabiî burjuva gazetesi “önemli” derken bile isyanı “bir hafta”ya düşürerek
84
Arz’ı hulûs: Dalkavukluk etme, samimi olarak sevgisini gösterme.
107
önemsizleştirmeye de uğraşıyor. İsyan bir hafta değil, bir aydan çok fazla sürmüştür. Bizzat,
aynı gazetede, isyan kolları “19-20 Haziran gecesi Gevirişamyan civarından sınırı geçerek
Haydaranlıdaki akrabaları yanına kadar sokulmuşlar ve sınır üzerindeki Hanik köyüne
saldırmışlar...” (02.07.1930) diye gösterildiğine göre, isyanın o tarihte başladığını farzedersek,
29.07.1930’da okunan şu satırlar:
“Ağrı’daki durum eski şeklindedir. Tayyare bombardımanlarının bitkin ve ümitsiz bir hale
getirdiği eşkıya hiçbir hareket yapmaya kadir olamayarak sonlarını beklemektedirler.”
(Cumhuriyet, 29.07.1930) aradan bir ay geçtiği halde isyanın henüz devam ettiğini gösterir…
Fakat Ağrı Dağı İsyanı’nın önemi nicelik, süre ve devam yönünden değil, daha çok nitelik
yönündendir. Bu nitelik farkı, gerek kullanılan isyan araçları ve gerekse isyan hedefi
bakımından daha başka idi:
Araçça: Şeyh Sait İsyanı’nda eline bir mavzer veya yatağan kapan “Şeyh Sait efendinin
askeriyim” diyebilirdi. Teslim olan bölüklerin makineli tüfek ve mitralyözleri asiler tarafından
zararlı birer hayvan gibi mahvedilirdi; kullanılacak yerde kırılıp atılırdı. Onlar biraz da
Seyidlerin “üfürük” kuvvetine dayanmış görünüyorlardı. Oysaki Ağrı İsyancıları en modern
silahlarla işe girişmiştiler. Ve kullandıkları araçlar pek çeşitliydi:
“Fikre gelen şüpheler sırasıyla doğrulandı:
“İran sınırları bize karşı bir açık ordugâh halindedir. Hubyan Cemiyeti fesat
tohumları hazırlamaktan fariğ [vazgeçmiş] değildir. Lavrens “Hacı Mehmed” adı
altında Bağdat’ta bulunuyor. Eşkıyaya dışarıdan yardımı meydana koyan sebep de
bu aşiretlerin mitralyöz, makineli tüfek gibi son teknik silahlarla hazırlanmış
olmalarıdır.” (Cumhuriyet, 15.07.1930)
Amaç: Şeyh Sait İsyanı’nda isyanın hedefi, herkesin kendince, her sınıf ve zümrenin kendi
çıkarınca anladığı belirsiz bir anlamı var veya yok idi: Şeriatı kurmak! Oysaki bu aynı
kelimeden, Şeyh Sait’in anladığı, bir tür Kürdistan Papalığı kurmak; Ağaların anladığı, bütün
Kemalist Burjuva yöntemleri yerine tam Ortaçağ Derebeyliğini geçirmek; şehir burjuvalarının
umduğu, Türk Burjuvazisinden bağımsız Kürt Burjuvazisinin Kürdistan Halkını yabancı
rakipsiz sömürü düzenine girmek; şehir küçükburjuvalarının bekledikleri, meşhur olduğu
kadar meçhul olan Adalet; bütün mülksüzler ve fakir köylülüğün peşinde koştuğu ilâhî bir
refaha kavuşmak, vb… idi. İsyan bir muzdu, onu yiyenin niyetine göre koku veriyordu.
Ağrı İsyanı öyle olmadı. Onda muhalif Kürt Ağalığı ile muhalif Kürt Burjuvazisi kendi
sınıfı ve kombinezonlaştırılmış hedeflerini her şeye hakim tutmayı bilerek, bu hedeflere elle
tutulur şekiller bile vermişlerdi:
“Bütün düşmanca maksatların aslî [temel] bir amaç yolunda toplandığı nihayet
anlaşıldı.
“Kıyamı hazırlayanlar, meğer Acem sınırlarındaki Kürt aşiretleri de dahil
olmak üzere bir “Nesturî Kürt Krallığı” kurmak azminde imişler.” (Cumhuriyet,
15.07.1930)
Ağrı İsyanı patlak verdiği zaman, bütün burjuva basını “Son gericilik unsurları”, “yeni bir
gericilik hamlesi yapmak hırsıyla” tarzında, tarihi bir tekerrür saymaya alışkın ruhlarınca,
Doğu olaylarına bir daha basmakalıp “Gericilik” damgasını yapıştırmışlardı. Sonra, önce yavaş
yavaş, nihayet tam iki yıl sonra bir Meclis tartışmasında gayrete gelen İçişleri Bakanının resmî
demeciyle, bu “Gericilik” niteliği yalanlandı:
“Sonraki hareketleri kastediyorlarsa, diyordu İçişleri Bakanı, onlar gerici
olmaktan çok siyasi idiler. Ayrılıkçı hareketlerdir.” (Şükrü Kaya, Meclis’teki
Demeci, 28.06.1932)
Bu kayıttan da anlaşıldığına göre, Kemalizm için iki türlü isyan var:
1- “Gerici”: bunun anlamı sırf Derebeyi, Ağa İsyanıdır. (Şeyh Sait İsyanı gibi);
2- “Ayrılıkçı”: yani, “ulusal” denilen Burjuva İsyanları...
108
Ve Kemalizme göre Ağrı Dağı İsyanı “gerici olmaktan çok” “ayrılıkçı”dır. Kemalizm, dini
siyasetten ayırdığı ve Şeyh Sait İsyanı’nı sırf “dinî” bir hareket saydığı için, gericiliği siyasi
saymıyor. Onda böyle saçmalar çoktur. Kusuruna bakılmaz.
Yalnızca önemli olan bir noktayı tekrar edelim:
Herhangi toplumsal bir hareket, bugün, ulusal ölçekte sınıfsal niteliğince ölçüldüğü gibi;
uluslararası ölçekte, ancak dünyanın bulunduğu Devrim ve Gericilik Cephelerinde tuttuğu
konuma göre yer alır. İşte, Kürdistan’ın başından geçen Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarını bu
bakımdan tetkik edersek, şu sonuçlara varırız:
1- Şeyh Sait İsyanı:
a) Bir ülke içinde, Ağalığın kapitalizme saldırısı olduğu için gericiydi,
b) Dünya İçinde, Emperyalizmden medet umduğu için yine gericiydi.
Şu halde, Şeyh Sait İsyanı: gerek ulusal, gerek uluslararası ölçekte gericiydi.
2- Ağrı Dağı İsyanı:
a) Bir ülke içinde, bir ulus olarak ezilen Kürtlüğün ezen Türk Burjuvazisine karşı isyanı
olmak istedi. Bir kapitalist düzene karşı çıkan Ulusal Kurtuluş Hareketi, bu harekette emekçi
aşağı sınıfların da kurtuluşu temsil edildiği oranda, bir ülke içinde olsun ileri ve devrimci bir
hareket sayılabilir.
b) Dünya içinde, Ağrı isyancıları, Lavrens’li Emperyalizme dayandı. Emperyalizm demek
dünya gericiliği demektir. Şu halde Ağrı İsyanı, dünyaya oranla gerici bir harekettir.
Fakat bugün gerek Gericilik, gerekse Devrim Cepheleri birer evrensel sistemdirler ve sistem
olarak karşılaşırlar. Şu halde dünya içinde bir hareketin, Gericilik Cephesinde mi, Devrim
Cephesinde mi bulunduğu, dahil olduğu sisteme göre belirir. Çünkü bütün, daima parça
üzerinde egemendir. Herhangi toplumsal bir hareket, dünya içindeki iki hareket sisteminden
birinin parçası olmaya mecburdur. O zamansa, parçası olarak içine girdiği sisteme göre gerici
veya devrimci olur.
İki Doğu İsyanı arasındaki fark, dünya içindeki konumlarından çok, bir ülke içindeki
özellikleri bakımındandır. Şeyh Sait İsyanı, din kisveli Ağalığın açıkça geçmişe doğru
kıyametli bir koşuşu idi. Ağrı Dağı İsyanı, daha çok Kürdistan’daki Kemalizmle uzlaşamayan
Burjuva + Ağa unsurlarının, fakat daha modern olan burjuva şiarlarını, yani Milliyetçilik
prensiplerini ideoloji edinerek harekete geçmesi ve halkın hoşnutsuzluğundan yararlanmaya
girişmesiydi. Nitekim Kemalist basında yayımlanan Ağrı Dağı Beyannameleri [Bildirgeleri]
açıkça Kürt Ulusunu öne sürüyordu:
“Ey büyük bir ulus olmaya layık Kürt kardeşler! Bütün ulusların
bağımsızlıklarını kurtardıkları bugün Türk yönetiminde kavrulan aziz Kürt
Ulusunun hâlâ esaret halinde yaşamasına tahammül edecek misiniz?”
(Cumhuriyet, 29.07.1930)
Kürdistan Halkı, Ağrı Dağı İsyanı karşısında ne yaptı?
Kemalist basın, bu sorun etrafında, sistematik bir örtbas etme propagandasına girişmiş
olmasına rağmen, çelişki içindedir. İsyanın başlangıcından iki ay kadar sonra, mevziî
infilâkların henüz yer yer devam ettiği bir sırada, Birinci Genel Müfettiş İbrahim Talî Bey,
İstanbul gazetelerine izlenimlerini anlatıyordu:
“Suriye sınırlarından daha bazı yeni tecavüzler gözlenebilir. Fakat bütün bu
tecavüzlere karşı tedbir alınmıştır. Esasen bunların arkalarından halk arasından
gidecek kimse olmayacağı görülecektir.”
Fakat bu yukarıda söylediğini hemen unutuveren Genel Müfettiş daha aşağıda: “Bunların
arkalarından gidecek kimse”lerin bulunduğunu, -meşhur adliye terimiyle- şöyle “mealen
[anlamca] itiraf” ediyordu:
“Bu konuda beslenen siyasi emeller bu suretle revaç bulmuş oluyor. Sınırı
109
geçenlerin silahlı tehditleri üzerine bir kısım halk kerhen onlara katılmıştır.”
(Cumhuriyet, 18.08.1930 )
Türk Burjuvazisine göre, halk “kerhen”, yani istemeye istemeye ve zorla isyan etmiştir.
Oysaki bu iddia gülünçtür. Kürdistan Halkını tanıyan ve Ağrı İsyanı esnasında halk arasında
şimşek hızıyla dolaşan söylentilere kulak kabartan herhangi bir kimse, eğer Kemalist değilse,
olan bitenin büsbütün aksi olduğunu açıkça söyleyemezlik edemez. Şurasını muhakkak
biçimde kabul etmek gerekir ki, Ağrı Dağı İsyanı’nda ve hatta isyandan önce, halk bütün
gönlünü ve hülyalarını böyle bir isyana kaptırmıştı. Belki o isyan da başarılı olsaydı, Kürdistan
Halkı bir daha hayal kırıklığına uğrayacak, zulmün yalnız çeşit değiştirdiğini görerek, beyhude
aldandığını anlayacaktı. Fakat sonu her ne olursa olsun, ezilen halk bugün kendisini ezenlere
karşı çevrilmiş olan bu isyan hareketini, bütün varlığı ile özlüyordu. Bütün Kürdistan Halkı
için ortak olan bu psikolojinin tam isyan bölgesinde tersine dönmesi anlaşılmaz bir şeydir.
Zaten, Kemalizmin militarist konspirasyonuna rağmen, bunun böyle olduğu olayların
dilsizliğinden de anlaşılmıyor değildi. Ağrı İsyanı daha başladığı gün burjuva basını bir tek
şeyden iştiyakla [güçlü bir istekle] söz ediyordu: İmha, Kürtlüğü mahvetmek...
“Hükümetimiz çok ciddî ve seri [hızlı] tedbir alarak eşkıyanın geriye kaçmasına
da fırsat vermeyerek toptan imhasına azmetmiştir.”
Ve bu imha yöntemi, yalnız isyancı unsurları değil; isyan bölgesinde çoluğuna çocuğuna
kadar bütün Kürt Köylülüğüne uygulandı. İsyanın bastırılmaya başlandığı günlerde sık sık
şöyle kayıtlara rastlanılıyordu:
“Kıyamcılara katılan, Ağrı eteklerinde dört köy yıkılmıştır.” (Cumhuriyet,
15.07.1930)
Te’dibe memur Kolordu kumandanı Salih Paşa’nın gazetelerle yayımladığı bildiriler şu
satırlarla doluydu:
“Gerici şakilerin toptan yok edilmeleri ve ocaklarının söndürülmesi için
mürettep [düzenli] kıt’alarımız… vb…” “Eşkıya sürüleri çok perişan ve bozguna
uğramış bir halde Zilân ve Hacıdiri dereleri etrafında giderek sıkışan çember
içinden hiçbirisi kurtulmamak şartıyla yok edilmiştir.” (Cumhuriyet, 15.07.1930)
Türkiye içinde “söndürülecek ocakları” bulunan “gerici şakiler”, hiç şüphe yok ki,
Türkiye’ye hariçten gelmiş olamazlar. Ve işte, düzgünlü çehresinde şişli ruhunun sırıttığı Paşamız, böyle “eşkıya sürüleri”ni “hiçbiri kurtulmamak şartıyla yok” etmekten söz etmiştir.
Ağrı Dağı İsyanı’na Kürdistan Halkının katılma derecesini gösterecek bir başka işaret de,
yalnız tevkifatı bile bir seneden fazla süren Adana Mahkemesidir. Kemalizm, bire kadar kırmakla doymadığı Kürdistan Köylülüğünün “kılıç artığı: bakiyyet-üs-süyûf”unu meşhur Birinci
Genel Müfettişlik yöntemiyle tüketmek fırsatını kaçırmadı. Şu kısa haberi okuyalım:
“Adana 27 - Ağrı şakilerinden 700 kişinin muhakemesine Adana Ağırceza
Mahkemesinde bu hafta içinde başlanacaktır.” “Şimdiye kadar şehrimize 192 kişi
getirilmiştir.” (Cumhuriyet, 28.11.1931)
Bunun anlamı nedir bilir misiniz?
Beyazit İlinden 700 kişi olarak çıkarılan maznunlardan yalnız 192’sinin Adana’ya sağ ve
salim olarak kavuşabildiği... Ötekiler yollarda ne mi oldu?..
O tam “ne siz sorun, ne biz söyleyelim” konusudur.
Şu ufak kıssadan çıkan hisse şudur:
1- Ağrı İsyanı’nda Kürdistan Halkı isyanı manen ve maddeten tuttu∗;
2- İsyancılar halkı tutmadı… Yahut tutmayı bilemedi.
Çünkü bir halkı isyanda tutmak demek:
∗
Hatta İzmir’de bile, “Kürdistan Ordusu geliyor, bu hafta İzmir’e girecek! gibi herze [saçma söz] savurmuş” Kürt
Ahmetler bulunmuş ve adliyeye verilmiş idi. (Cumhuriyet, 19.08.1930)
110
a) O halka isyanın ne vereceğini bir amaç olarak göstermek;
b) O amaç uğruna halk kitlelerini örgütlendirerek hazırlamak gerekir.
Ağrı Dağı İsyanı’nı güdenler, halka, yani özellikle Fakir Kürdistan Köylülüğüne elle tutulur
hemen hiçbir maddî hedef göstermemelerine rağmen, bu halkın genel sempatisini
kazandılardı… Fakat, halk içinde değil, hâlâ aşiret Ağaları ve yanar döner Kürt zenginleri
arasında sonuçsuz ve kısır örgüt girişimlerinden ileriye geçemedikleri için, hem isyanı
kaybettiler… hem de, eğer ebediyen değilse, epey uzunca bir süre için halkın güvenini de
kaybettiler.
Acaba Kürt Milliyetçileri, toplumsal ve siyasal davalarda kuru Bakuninizmin sökmediğini,
hiçbir zaman anlayamayacaklar mı?
Parti ve Doğu
1- Türk Bujuvazisi’nin ezilen Kürt Köylülüğü hakkındaki iltifatları malum. Bunlar,
kullaştırılmış ezilen Asya ulusları hakkında, salon edebiyatlarından en bilimsel burjuva
ideolojilerine kadar bütün kapitalist Avrupa’nın bol bol harcadığı deyim, terim ve tasvirlerin
kabataslak alaturka birer kopyasıdırlar. Avrupalı, hâlâ bugün bile bir Türk için aynı şeyleri
düşünüyor. Fakat, Türk Burjuvazisi, şimdi yumurtadan çıkmış bir civcivin beyinsizliğiyle,
dünkü kabuğunu: ezilen Kürdistan Halkı için ebedî ve parçalanmaz bir kabuk, duvarları mutlak
çimentodan örülmüş bir kale ve zindan gibi göstermekten zevk duyuyor. Kaldırım basınının
uçkur peşkir konuları sırasında Kürtler hakkında söylenenleri bir tarafa bırakalım; resmî
bildirilerde Kürtlüğü bir vahşi hayvanlar “sürü”sü sayan anlayışı tekrarla-mayalım. Kendisine
toplumsal araştırmacı süsünü veren bir burjuva yazarının Kürtlük hakkındaki fikirlerini kısaca
okuyalım… Orada Türk Burjuvazisinin Kürdistan Fakir Halkı hakkındaki düşünceleri
kendiliğinden belli olur:
“Anlaşılıyor
ki
Türkiye’nin
düşmanları
İran
dahilinde,
diyor Yusuf Mazhar bey, bu aşiretlerin aralarını bulmaya çalışmışlar; başarılı da
olmuşlar... Sınırın bu tarafına saldırmaya ve köylerinde ayaklandırmaya sebep
oldukları bu bilinçsiz, ilkel adamları bayındır bağlara üşüşen vahşi hayvanların
zararlarını gidermek için yapılan tedbir almaya mecbur ettikleri Cumhuriyete acaba o düşmanlar, karşıtlar- bir fenalık edebilmiş olduklarını düşünerek gönül
hoşluğu mu duyacaklar? Bugün Ararat, Süphan Dağı eteklerini basan kan
sellerinden -bu kanı damarlarından akıtan insan şeklindeki mahlûkat hesabına- o
karşıtlar bir şey kazanmış olduklarını mı zannedecekler? Onlara kıymışlardır…
Ben isyan eden bu Kürtlere -bir vatan evlâdı olmak duygularıyla- uğrayacakları
akıbetten dolayı hiç acımam… Hatta hükümetin bunlar hakkında bağışlama ve
merhametle hareket etmesini uygun görmem. Çünkü bunlar -tarihin tanıklığıyla
kanıtlanmıştır ki- Amerika’nın kırmızı derililerinden fazla yetenekli oldukları
halde fazlasıyla kan dökücü ve acımasızdırlar... Hilekâr ve estetik duygulardan,
medenî eğilimlerden tamamıyla mahrumdurlar.
“Bunlar yüzyıllardan beri ırkımızın (Ya ırkımız onların? – H. K) başına bela
kesilmişlerdir.” (Yusuf Mazhar, Ararat Eteklerinde, Cumhuriyet, 20.07.1930)
“Medenî” Türk Burjuva Aydınının ezilen Kürt Köylüsü hakkındaki düşüncesi budur: Kanı
helâl “insan şeklindeki mahlûkat”; “Amerikan kırmızı derililerinden” “fazlasıyla kan dökücü
ve acımasız” “bayındır bağlara üşüşen vahşi hayvanlar”; “estetik duygulardan, medenî
eğilimlerden tamamıyla mahrum” “bilinçsiz ve ilkel adamlar”, vb. vb...
Kemalist Burjuvazinin “ideolog”larına göre, Kürtler adam olmaz. Bir zamanki: “Türk
milleti adam olmaz” lafı, şimdi Kürtlüğe özgü biçilmiş bir kaftan olmuştur... Şu halde,
mademki adam olmazlar… bunun mantıksal sonucu kendiliğinden çıkar: Tıpkı “medenî”
Avrupa korsanlarının ve korsan devletlerinin yaptığı gibi “medenî eğilimlerden tamamıyla
mahrum” olmayan mukaddes-mübarek Türk kapitalizmine de tarihsel bir misyon düşüyor:
Avrupa beyazlarının yeryüzünden ad ve nişanlarını kaldırdıkları “Aztek”ler ve “İnka”lar gibi,
111
kırmızı derililerden “fazlasıyla kan dökücü” olan Kürtleri dünyadan silmek!.. Bilinen “İmhâ”
siyaseti:
“Bu Kürt kitlesindeki karanlık ruhu, kaba duygularını, kan dökücü eğilimleri
kırmak mümkün olmadığına inanıyorum. Bunu uzun bir evrimden beklemek
bunların zaman zaman böyle isyanlar çıkararak yahut ülkede asayişi bozarak
veyahut hırsızlık ederek hükümetin daima meşgul olmasına, halkın sürekli zarar
görmesine sebep olur.
“Kuzey Kürtleriyle güney Kürtleri arasında büyük farklar vardır. Ümit ederiz
ki hükümet sorunu bu görüş açısını da izleyerek bir Cumhuriyetin şiarına yakışan
(!) kesinlik ve ciddiyetle çözümler.” (Y. Mazhar, agy)
“Kürt kitlesi”, Kemalist Burjuvazinin hiç şüphesiz “halk”ı değildir. Belki burjuva “halk”ını
ve hükümetini “zarara” uğratan hayırsız, asayiş düşmanı bir isyancılar yığınıdır. Bununla
birlikte, aralarında Kuzey-Güney ve Aşiret anlaşmazlıkları bulunan bu kitleleri önce
“bölünüz”, fakat “hükm [egemenlik]” (regnez) etmeyiniz -bu Avrupa sermayesinin bugünkü
sömürge yöntemidir- “mahv” ediniz... Avrupa’da da, kapitalizm ilk doğarken, sömürge geri
kavimlerine aynı yöntemi uygulamıştı.
Türk Burjuvazisi böyle diyor.
2- Kürt Burjuvazisi: ne yapıyor?
“Türkleşen” bir önemlice kısmı, çoktan Kemalizmin “Char: Zafer arabası”nı taşımakla meşgul. Daha az önemli olmayan bir başka kısmıysa, kendi kendisini inkâr derecesinde silik bir
benlikle ürkmüş, şuraya buraya sinmiş, susuyor ve titriyor. Hoyboncuların temsil etmek
istedikleri yarı ağa ve yarı burjuva eğilimli Kürt Ulusal akımıysa -yukarıda gördük- şimdiye
kadar izlediği metotlarla halk içindeki etkinliğini baltalamaktan başka bir şey yapamadı.
Yukarıda “Siyasi hareketler” konusunda değindiğimiz gibi, Kürt Milliyetçiliği, Ağrı Dağı
bozgunundan sonra, epey şiddetli bir farklılaşma yoluna girmiştir.
Bu farklılaşma eğiliminde ne dereceye kadar yeni hedeflere yöneliş var; yeni mücadele
yöntem ve biçimleri araştırma çabası gizli?
Bunu zaman gösterecektir. Fakat şurası muhakkak ki, şimdiye kadarki mücadele yöntem ve
biçimleriyle Hoybonculuk ölmüştür.
Hem bu ölümün gömme merasimini de bizzat Türk Burjuvazisiyle birlikte, Hoybonculuğun
pek çok güvendiği dış güçler ve Emperyalizm yapmıştır. Hoybonculuğun teorik tutum taşı
[dayanağı], Sevr Antlaşması’nın Kürtlüğe verdiği haklara dayanan bir macera ve ezilen uluslar
kavramıyla alay yoluydu. Sevr yolunu tıkayan bugün bütün bir dünyadır. Dünya Savaşı’nın
galipler antlaşmasından bugün bizzat o galiplerin kendileri bile artık söz edemez hale
gelmişlerdir. Zaten, ulusal bir kurtuluşu, falan Emperyalist kliğin, filân türlü zulüm beratından
[patentinden] beklemek, zehir dolu bardağı “ab’ı hayat” diye içmektir.
Kürt Burjuvazisi, Kürdistan’ın dışında, sınırlar üstünde kışkırtmayla bir iş yapacağını
umuyordu. Dışarıdan körüklemekle kalmak, toplumsal davanın içine girmekten korkmak,
sonuçsuz ve anarşik maceralardan başka ne verebilir?
Onu geçen deneyimler de yeteri derece gösterdi. Kaldı ki, hele Ağrı Dağı İsyanı’ndan sonra,
Kürt Burjuvazisinin bu dışarıdan ve uzaktan kışkırtmasına karşı da Kemalizm tedbirlerini aldı.
Artık bu yol da yarı tıkanmış sayılabilir. Suriye ve Irak’ta, İngiliz ve Fransız
Emperyalizmleriyle iyi kötü birer “Suçluların İadesi” ve ona yakın Dostluk Antlaşmaları
imzalandı. Hele Acemistan’la yapılan son “İran-Türk Muhadenet [Dostluk] Anlaşması”, bu
çeşit anlaşmalardaki hedefi en itçil satırlarla ifade eder. 1932 “İran-Türk Muhadenet”inin
beşinci maddesi aynen şudur:
“Madde 5- Akid taraflar kendi ülkeleri içinde diğer taraf ülkenin huzur ve
güvenliğini bozmak veya hükümetini değiştirmek amacını güden oluşumların ve
toplaşmaların vücut bulmasına ve ikametine ve gene diğer ülkeye karşı propaganda
yahut herhangi başka bir araçla mücadele amacında bulunan kişilerin veya
112
toplaşmaların ikametine meydan vermemeyi taahhüt eder.” (Cumhuriyet’te
yayımlanan metni, 05.11.932)
Zaten bundan önceki isyan hareketleriyle ununu elemiş ve eleğini çiviye asmış olan Kürt
Ağalığı ve kısmen de Kürt Burjuvazisi, artık bu son tedbirlerle eski imkânlarını da kaybetmiş
ve son kozunu oynamış durumundadır.
***
Bu iki kategori düşünce, ezilen Kürdistan Halkını kurtaracak [olanın], ezilen Kürdistan
Halkından başkası olamayacağı; yani Türk Burjuvazisinden olduğu kadar, hemen hemen Kürt
Burjuvazisinden de Kürdistan Köylülüğüne bir hayır beklenemeyeceği gibi bir “La Palice”in
hakikatini bir daha tekrarlamış oluyor. Şüphesiz, Doğu İllerinde de kapitalist ilişkiler
geliştikçe, bugün Kemalizmin “Süzeren” müteahhitliğini yapan Kürt Burjuvaları da, Türk
kanunlarının ve yönetiminin Kürdistan’daki sömürgemsi uygulaması önünde muhalefetlerini
arttıracaklardır. Hatta bugün bile, Kemalizme en “sadık” görünen Kürt Burjuvaları içinde, hiç
olmazsa ikinci derecede kapitalistler arasında, bu muhalefetin tohumları filizlenmiyor değildir.
Şehir ekonomisindeki üstünlüğü ve geniş ilişkileri sayesinde, gerek şehir, gerek köy
küçükburjuvaları üstünde egemen olan Kürt Burjuvazisi, tekelci Kemalist Finans-Kapitalle
çarpıştıkça, bugün gizliden gizliye kışkırttığı derin hoşnutsuzluğu, belki bir gün
örgütlendirecek yeteneği de gösterebilecek koşullarda bulunabilir. Fakat her ne olursa olsun,
bugün Kürt Ağalığı gibi, Kürt Burjuvazisinin de “göbek bağı” Kemalizme bağlıdır: Kemalist
Finans-Kapitalin ordu ve devlet cihazlarıyla, ekonomik, idarî ve siyasi kurumlarının
“müteahhitlik”ine dayanır. Şu halde, bütün muhalefetine rağmen Kemalizme “sadık teb’a”
görünmeye mecburdur. Bu çelişkidir; fakat hangi burjuvazi, hangi sorunda çelişkisizdir?
Şu halde Kürdistan Halkı ve Kürt Köylülüğü ulusal ve toplumsal baskılardan kurtulmak
savaşında bugün bir dönüm noktası üstüne gelmiş bulunuyor. Bu dönüm noktasının başlıca
karakteristikleri şunlardır:
1Kürdistan’ın
geniş
halk
tabakaları
iki
önemli
isyanın
verdiği derslerden aydınlandı:
a) İçeride: ne Kürt Ağalığı, ne de Kürt Burjuvazisi kendisine kurtuluş yolunda samimi
yoldaş olamayacaktır;
b) Dışarıda: Emperyalizm denilen nalıncı keseri, binbir manevrasıyla, hiçbir zaman
Kürdistan Halkının gerçek kurtuluşunu istemeyecek ve yalnız ezelden beri olduğu gibi
Kürdistan Sorunu’nu de daima kendi tarafına yontmak ile yetinecek, Kürdistan’ı kendine
“koçbaşı” yapmak isteyecektir.
2- Kürdistan
Fakir
Halkı,
geçen
deneyimlerden
dört edercesine öğrenmiştir ki; Ulusal Kurtuluşun başarılması için:
iki
kere
iki
a) Elle tutulur bir amaç gerekir
Anlamını yalnız Kürt Ağalarıyla özellikle Kürt Burjuvazisinin anladığı ve geniş köylü
kitlelerinin pek anlamadığı kuru bir Milliyetçilik kavramı, geniş yığınları yerinden oynatamaz.
Kürdistan Halkını çelikten bir yay gibi yerinden oynatacak olan şey, köylünün ve fakir halkın
siyasi ve ekonomik genel ve ortak çıkarları olabilir. Türk Burjuvazi bile, Ağrı İsyanı’ndan
sonra, Kürdistan Halkı arasında yaptığı demagojide: Köylüye toprak vereceğini boşuna
söylemiyordu. Kürt Milliyetçiliği bu esastan yürümedikçe hiçtir.
113
b) Yeni savaş yöntem ve şekilleri gerekir
İsyan bir sanattır. Her sanat gibi, isyanın da bilimini bilmek zorunludur. Kürt Ulusu adına,
şimdiye kadar hareket edenlerin, ikide birde yaptıkları, eski devirden kalma “Huruç
[Ayaklanma]” hareketleri, Fakir Kürdistan Halkını, Kemalist militarizme barbarcasına
kırdırmaktan başka bir fayda vermeyen Bakuninist Puçizmden ibaret kalıyor. Ulusal bir isyan,
halk kitlelerinin büyük ölçekte ayaklanmasıyla başarılır. Halk kitlelerinin ayaklanması için ise,
tutkun, bıkmak usanmak nedir bilmez, doğru ve sağlam bir Propaganda + Örgüt hazırlığı
şarttır. Böyle hazırlıksız isyana kalkanlar, bir uçurumu hız almadan atlamak isteyenler gibi,
beyin üstü düşmeyi muhakkak bekleyebilirler. Böyle bir hazırlık, hatta var olan yöntemleri
kısmen eleştiri ve düzeltmeyle değil, bütün maddî unsurlarıyla birlikte yeni baştan ve
bambaşka savaş yöntem ve biçimleri kurmakla mümkündür.
3- Kürdistan’da öteden beri devam eden Çete Muharebesinin birçok sonuçları arasında bir
diğeri de: Haço’ları, küçük Kürt Asillerini de yavaş yavaş deklase ediyor, sınıfından olduruyor.
Ve bu Haço’ların Miriyvolardan farkları, eskiden beri az çok siyasi iktidarın tadını tatmış,
siyaset ve yönetim işlerinde daha deneyimli ve açıkgöz olmalarıdır. Kemalizm, büyük Ağalıkla
olan ittifakını ilerlettikçe ve çete başı rolünü oynayan küçük asilleri fukaralaştırdıkça, şimdiye
kadar büyük Ağalığın kolu olan bu küçük asiller zümresinden de önemli bir kısmı Ağalığa
karşı ve fakir Kürdistan Köylülüğünden yana geçmektedirler.
4- Kürdistan’a, Türk Finans-Kapital ekonomisi ve siyaseti işledikçe, velev kaplumbağa
hızıyla da olsa, Kemalizme özgü bir sınıf farklılaşması başlangıçları, şehirlerde olduğu gibi,
Kürt Köylülüğü içinde de kendini gösterir. Sınıf farklılaşması, şehirde Kürt Proleterini Kürt
Kapitalistlerine ve Türk Burjuvazisine karşı koyduğu gibi; köyde de Miriyvo ve Irgat’larla
Büyük Arazi sahiplerinin ve Kemalist devlet cihazının arasını gittikçe daha çok açar.
5- Kemalizmin bugünkü Kürdistan’da bir tek tezi var: Asimilasyon ve İmha Siyaseti! Bu
tez, tüm Kürdistan’da ne kadar şiddetle uygulanırsa -var olan bir ulusun canlılığı, Yirminci
Yüzyılda sessiz sedasız, pek kolay mahvedilemeyeceğine göre- o kadar şiddetli tepkisini
doğuracak; Kemalizmin teziyle doğru orantılı olarak Kürdistan Halkını baştan başa saran bir
antitez büyüyecektir. Bu antitez: Türk Burjuvazisinin siyasi ve ekonomik baskı cephesine
karşı, tüm Kürdistan Halkının ortak yazgısını temsil eden biricik Kürtlük Cephesidir. Bu
bakımdan Kemalizm, Almanya’da Bonapartizmin oynadığı rolü oynayacak. Kürdistan bir tarla
ise, onun üstünden geçen Kemalist terör, bir silindir olacak ve ekinleri önce ezecek, fakat
sonra, toprağa yeni kökler saldırarak büsbütün güçlendirecektir.
6- Türk Burjuvazisi, Kürdistan’ı gerektiği gibi soyabilmek için, orada iyi kötü bir aydın
tabakası yaratmaya mecburdu. Yeni harfleri kullanışı, ister istemez Kürdistan Halkı içinde
okuryazarların sayısını arttırıyor. Bu akım, bir taraftan Kürdistan Halkına görüş ufku daha
genişçe yeni müttefikler hazırlarken; öte taraftan, Türk Burjuvazisinin dayatmak istediği Türk
kültürüne karşı bir tepki uyandırıyor ve Kemalizmin “Vahşi Kürt” diye Fakir Kürdistan
Halkına reva gördüğü “Aşağı Kast” muamelesine derinleşen ve bilenen bir kin büyütüyor.
***
Bu sorun karşısında Parti’nin şimdiye kadar takındığı tavır, ciddi ve acımasız bir eleştiriye
değer. Parti’nin Doğu Sorunu’nda, her şeyden önce hiç unutmaması gereken şu noktayı
kabartılandırmak gerekir:
1- Sorun çetindir:
Bu muhakkak. Hele sorunun uluslararası ölçekte az işlenmiş bir konu olması; ezberlenilmiş
klasik ve kolay düsturlara [formüllere] sığdırılamayacak kadar orijinal, dokunulmamış, “kız”
(bakir) bulunması… davayı büsbütün çetinleştirir ve çetrefilleştirir. Fakat, hiç unutmamalı,
114
çetin ve çetrefil sorunları ya hiç ağza almamak, ya da basmakalıp formüllerle sıyrılıp çıkmak,
ancak İkinci Enternasyonal oportünist Sosyal-Demokrat Partilerinin şanıdır. Bolşevik Parti,
isyan ve devrimlerin çocuğu, yangına göz kırpmadan bakan devrim partisidir. Bolşevizm, her
çetin ve çetrefil sorunun, harekete ve devrime yepyeni bir yaylım ve bir hız veren bir özü
bulunduğunu asla unutamaz. Çetin ve çetrefil diye sorundan kaçamayız.
2- Sorun acildir:
Sorundan yalnız “kaçmamak”, kaçamamak da yetmez. Fıkır fıkır kaynayan davadan
çekinmek bal gibi oportünizmdir… Amenna! Fakat dahası var: Sorun aceledir,
zannedildiğinden daha çok aceledir de. Bunu basit bir örnekle anlatmak için, şunu
hatırlayalım: Batı’da bildiri dağıtıyoruz; Doğu’da isyan ediyorlar... Batı’da burjuvazi ne kadar
piç olursa olsun kendi devrimini yaptı; Doğu’da Türk Burjuvazisinin yapamadığı ve
yapamayacağı demokratik burjuva devrimi bile boğuluyor... Böyle bir durum ne bizim, ne
kimsenin keyfini bekleyemez. Er geç kendine bir çığır açar. İş, bu çığırın, şimdiye kadar
olduğu gibi, sapık ve “gerici” nitelikte mi, yoksa devrimci tarzda mı açılabileceğindedir. İş, bu
iki şıktan birisini galip getirebilmeyi bilmektedir.
Sorunun genel manzarası bu olunca, biraz da özelliğine girelim. Sorunun özelliği bir
Gericilik, bir de Devrim bakımından incelenmesiyle meydana çıkar.
I- Gericilik Sorunu
Kürdistan’ın gericilikle olan ilişkisi hatıra şu iki noktayı getirir:
A- Gerilik
Hiç şüphesiz, Kemalizmin sayesinde, Doğu İllerinde büyük çoğunluk henüz Feodalo-Klan
rejimi altındadır. Aşiretler ve Göçebelik tarzı hemen hemen dokunulmamış durumda
yaşayabiliyor. Böyle bir ülke geridir. Fakat geri ülkede sosyalist şiarların atılmaması ancak
merhum İkinci Enternasyonal ideolojisinin mezar taşıdır. Bolşevizm, ülke nüfusunun l/l3’ü
göçebe ve % 97’si köylü (10 milyon göçebe; 130 milyondan fazla köylü) olan ülkede
proletarya devrimini başardı ve bugün sosyalizme girdi. Bolşevizmin “Asgarî Program”ının
atılmayacağı yer çoktan yeryüzünde kalmamıştır. Şu halde, Bolşevikler arasında, bir ülke geri
olduğu için oraya sosyalist şiarlarla girip girmemek sorunu, tartışma konusu bile oluşturmaz.
Fakat bizim burada üzerinde durmaklığımız gereken asıl özellik: geri Kürdistan’ın
geriliğiyle uyumlu savaş şiar ve biçimleri bulmaktadır. Eğer biz, Türkiye’yi, Kemalizmin iddia
ettiği gibi, bir ve tek Finans-Kapital vatanı saymaya eşdeğer olacak biçimde, Türkiye’de
biricik bir Köylü Sorunu var varsayar ve Kürdistan Köylülüğünün sömürge koşullarını hesaba
katmazsak, iflâh olmaz softalığa düşer ve Leninist taktik ve strateji yöntemlerine elveda etmiş
oluruz. Şu halde:
1- Doğu İllerine de, tüm dünya gibi sosyalist şiarlarla girmek her Komünist Partisinin
boyun borcu;
2- Fakat boyun borcunu, sırf genel olarak Köylü Sorunu hakkındaki yöntemlerle yerine
getirmeye kalkmak, yine Üçüncü Enternasyonal’in çizgisinden çıkmak, İkinci’nin çizgisine
girmek olur.
B- Gericilik hareketi
Şimdiye kadar Kürdistan’da olan isyanlar, genellikle Dünya Emperyalizminin ekmeğine
yağ sürmek için, Dünya Emperyalizmine alet ve oyuncak olmak, ona dayanmak biçimiyle
olupbitti. Şu halde “gericilik” niteliğindeydiler. Hatta “ayrılıkçı” denilen Ağrı İsyanı bile böyle
bir macera oldu.
115
Bu manzara önünde, Kürdistan’da olan her harekete sadece “gericiliktir” damgasını
basmak, acaba tatmin edici bir marifet midir?
Onu burjuvazi bizden iyi yapıyor: Kürdistan, Kemalizme göre, karanlık bir kuyu, bir
gericilik batağıdır; bu kuyuda Türk kapitalist militarizminin kılıç parıltısından başka ışık
verilmez; o gericilik batağı ancak mahmuzlu Kemalist çizmelerle çiğnenmeye layıktır… vb…
Fakat, Kemalizmin aynı tarzla kılıç parıltısından başka bir ışık göstermediği ve mahmuzlu
çizmelerin bir çamuru çiğner gibi çiğnediği Türkiye Proletaryası için, Kürtlük Sorunu, bir
ortak felâket sorunudur. Şu halde, Kürdistan isyanı dendi mi, onda “karamukla85 iyi taneyi”,
gericilikle devrim taraflarını birbirinden ayırmak lazımdır. Onun için soruna, öncedenedinilmiş kanılarla değil, yeni bir şey bulmak isteyenin bilimsel araştırma gözü açıklığıyla,
yakından, daha yakından bakmalıyız:
1- Doğu İlleri halkı eski rejimi istiyor mu?
Evet. Doğu İlleri Köylülüğü, Kemalizmi istemiyor ve açıkça eski devirleri aradığını
söylüyor. Fakat Kürt Köylüsünün bu sözünden yalnız söylediğini anlamak, ne söylemek
istediğini anlamamakla birdir. Yukarıda, onun psikolojisindeki “Archaisme”e86 işaret etmiştik. Doğu Köylülüğü, eski devri ararken, sadece yeni devre, Cumhuriyet Burjuvazisinin
sömürüsüne karşı, kendine özgü diliyle protestoda bulunuyor… O kadar. Tıpkı “Sahip”
araması gibi bir şey…
Fakat biz, Kürdistan Fakir Halkının geçmişi özleyişinden, onun deva bulmaz bir gerici
olduğuna, devrim için bir tehlike, şu halde mahkûm bırakılmaya layık bir “sürü” olduğuna
hükmetmeye kalkarsak, bu bizim, siyaset sahnesinde kendi idam hükmümüzü kendimizin
imzalaması olmaz mı? Gerici psikolojiyle kapitalist sömürüye protestoda bulunan insan
yığınlarına, biz kurtuluşun geride değil ileride olduğunu göstermezsek, hâlâ devrimci hamleyi
temsil ettiğimize kimi inandırabiliriz?
Sorunu daha anlaşılır bir şekle sokmak için bir örnek alalım:
Bugün Anadolu’da ezilen Emekçi Türk Köylülüğü de Halife’yi istemiyor mu? Saltanat
devrinde “daha rahat” yaşadığını iddia etmiyor mu?
Tabiî tefeci sermayedar ile tarım kapitalistlerini değil, asıl emekçi orta ve fakir köylüleri,
Ortakçıları kastediyoruz.
Onlar da, bir kesimde 12-13 lira Yol Parası isteyen Kemalizm karşısında, hatta Baç ve
Haraçlar devrini aramıyorlar mı? O zaman Türk Köylüsüne de gerici diyebilir miyiz? O zaman
Köylü Sorununu da, Ulusal Sorun gibi rafa koyup bir güzel “İşçi Partisi”, bir “joli”
Tradünyonist örgüt, yani gerici bir Parti olabilir miyiz?
2- Doğu İllerindeki hareketler hep gerici mi oldu?
İsterseniz, buna da evet! Fakat, bu “evet” de, Kemalizmin ekmeğine yağ sürecek hiçbir şeyi
ispat etmez. Şimdiye kadar olan olmuş; bu olan gericiymiş… Olabilir... Fakat ondan sonra
bizim, Komünistçe görevimiz başlar.
İsyan hamlesini gösteren bir hoşnutsuzluğu, geniş emekçi kitleler içinde doğduktan sonra,
bu hamle şimdiye kadar sapıktı, gericiydi diye, onu kendi haline bırakabilir miyiz?
Bırakırsak, belki Kemalizm ve Türk Burjuvazi bundan pek memnun kesilir...
Karamuk: Karamuk Bitkisi (agrostemma githago): Karanfilgiller familyasından, yurdumuzda hububat
yetiştirilen tarlalarda görülen, 30-100 cm yüksekliğinde, çoğu zaman buğdayla karışık olarak biten ve zehirli
tohumları buğday taneleriyle bir arada bulunabilen bir bitki, sarıçalı.
86
Archaisme (Fr.) Arkaizm: 1- Konuşulan ve yazılan dilde, kullanımdan düşmüş olan eski sözcük ve deyimleri
kullanma. 2- Arkaik sanat özelliklerini benimseyen, kullanıldığı çağdan daha eski bir çağa ait biçimin, yapının
özelliğini canlandırma düşüncesine dayanan sanat anlayışı. 3- Eskiyi almak. Buradaki anlamı: Eskiyi, geçmişi
özleyiş.
85
116
Fakat acaba o hamle bıraktığımız yerde, biz bıraktık diye kalır mı? “Akacak kan damarda
durur mu?”
Madem ki kalmaz ve durmaz, şu halde, Kürdistan hareketini bırakmak, onun evvelce
olduğu gibi bundan sonra da gericilik yolunda bocalamasını bir emrivaki [oldubitti] olarak
kabul etmek demektir.
Gerici emrivakiyi kabul etmek, onunla dövüşmemek, devrimcilikten vazgeçmek ve
gericiliğin içine düşmek, gericiliği tutmak demek değil midir?
3- Sorunun konuluşu
Doğu’da bir Kürt Ulusu Sorunu var mıdır?
Bütün tespit edegeldiklerimiz buna evet der. Bir Kürt Ulusu var. Çünkü, Leninizmde,
Ulusal Sorunun niteliği şudur:
“Her ulusal baskı, halkın geniş kitleleri içinde bir tepki kışkırtır ve ulus olarak
baskı gören bir halktaki her tepkinin eğilimi, ulusal isyandır.” (Lenin, Marksizmin
Bir Karikatürü…, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, s. 64)
Ulus olarak baskı gören Kürdistan Halkının geniş kitleleri, tepkilerini isyan şeklinde
defalarca ifade etti. Yalnız bu isyanların başında şimdiye kadar Kürt Ağaları, hanedanları ve
bir kısım Kürt Burjuvaları bulunduğu için, isyanların ibresi Emperyalizme doğru eğilmişti.
Haydi bir daha tekrarlayalım. Kürt İsyanları şimdiye kadar gerici nitelikte olmuştu. Bu
tekrarlar “kabak tadı verdi”. Sorunun yeni şekline bakalım...
Marksizmde olayların mantığı dinamiktir. Yahut, Lenin’in dediği gibi, olayları basit
matematik kafası ile ölçmemeli, yüksek matematik davası gibi işlemelidir. Bize, bütün
Kemalizm ve onun irili ufaklı çömezleri, Doğu İsyanlarının — (eksi, olumsuz), yani gerici
olduğunu hikâye edebilirler. Bizim, hikâyeye değil, harekete inancımız var. Biz biliyoruz ki:
dün herkesin — (eksi, olumsuz) dediği şey, bugün veya yarın + (artı-olumlu)ya dönebilir.
Bize Kürdistan isyanlarının dün — (eksi-olumsuz = gerici) olduğunu ispat edenler, bunun
yarın da böyle olabileceğini iddia edebilirler mi?
Fakat biz, bu — (eksi-olumsuz =gerici)nin, bir gün + (artı-olumlu = devrimci)
olabileceğine, sırf felsefe yüksekliğinden bile hükmedebilenlerdeniz... Ve işte sorunun
devrimci konuluşu buradadır.
II- Devrim Sorunu
Kürt Ulusal Sorunu, şimdiye kadar Emperyalizmin kucağında, gericilik aracı olarak kaldı,
demek doğrudur… Oracıkta kalmak: en hafif deyimiyle Pasifizm’dir. Çünkü Marksizm, İkinci
Enternasyonal sosyal-şovenizmi gibi, dünyayı büyüteç veya teleskopla temaşa eden [izleyen]
bunak burjuva bilimi, Lenin’in sözüyle Kautski “kocakarılığı” değildir. Lenin’in daima
üzerinde durduğu ve geliştirdiği üzere, Marksizm:
1- Olayları gözlemek ve açıklamak;
2- Olayları değiştirmek, dönüştürmek… bilimidir.
İnsan çabasının bir olayı değiştirmesi, o olayın şartlarını, sebeplerini bilmekle mümkündür.
Kürdistan hareketinde böyle bir dönüme: — (gerici) nitelikten, + (devrimci) niteliğe geçmeye uygun kanunlar var mıdır? Kürt Ulusu, antiemperyalist uluslararası Komünizm safına
atlayabilir mi?
Bunu başlıca iki yönden tetkik edebiliriz:
A- Kemalizm antiemperyalisttir(?)
Doğrusu, Türk Burjuvazisi, kısa tarihçesine ufak bir göz atımıyla kolay anlaşılacağı gibi,
şimdiye kadar eğer istikrarlı bir bağımsızlık havası içinde yaşayabildiyse, ülkede ekonomik ve
117
kültürel hegemonyasını kurmaya zaman bulduysa, bunu ancak Dünya Komünizminin ezilen
uluslar safında, Emperyalizme karşı yaptığı savaşa borçludur. Bu bakımdan, Türkiye’deki
bağımsızlık hareketi, dünya devrimine zıt değil, ona yardımcı ve şu halde bizzat kendisi de
devrimci oldu. Elbette bu yargıdan sonra, kuru mantığın varabileceği şöyle “doğal” bir soru,
şunun veya bunun hatırına gelebilir:
Acaba… bugün devrim cephesinde bulunan Türk Burjuvazisine karşı, yine bugüne kadar
gericilik cephesinden ayrılmayan Kürdistan Ulusal Hareketini tutmak gericilik olmaz mı?
Gerçekten, göz göre Emperyalizme âlet olan bir Kürtlük hareketini, her ne pahasına olursa
olsun, antiemperyalist Kemalizme karşı tutmak, bu söylenen sonuca varabilir.
Fakat, Kuru Mantık, canlı olayların ayrıntılı realitesinden kopmuş, ezberlenen formülleri
tekrarlamaktan ibaret olan basmakalıp mantık, İslâm Felsefesindeki Cenab’ı Hak gibi “nelere
kadir değildir”?
“Teori, dostum, daima soluktur; daima yeşil olan hayatın ağacıdır.”87
Bu konuda düşüncemizi yabancı sınıfların varlıklarının etkisiyle sakatlamamak, Türkiye
İşçi Sınıfının maddî tarihinin dışına fırlatıp sapıttırmamak için, her şeyden önce hepimizin
hiçbir zaman unutmamaklığımız gereken iki noktayı tekrarlayalım:
a) “Aprioriquement: Önceleyin” korkmayalım
Bir savaşa girmişiz. Sınıf Savaşı… Bunun bütün gereklerini pervasızcasına karşılamayı
göze almadıktan sonra bir adım atmanın imkânı yoktur. Marksizmin, hele yakın Leninizmin
tarihinde, sırf kuru mantığın canlı Bolşevizme karşı ne “devrimci” suçlamalara kalkıştığını
görmeyenimiz yoktur. 1905 Devrimi’nin yenildiğini ve yerini koyu bir gericiliğe bıraktığını
gören Plekhanov: “İşçi Sınıfı eline silahları almamalıydı” dedi. Çünkü kuru mantık ve burjuva
mantığı için savaş, ancak kesin zafer olasılıkları yüzde yüz sağlandıktan sonra yapılmalıdır…
Ya, düşman güç sana hücum ederse?
O zaman iki şık var:
1- Hiç ele silah almamak ve miskince ölüme ve esarete bel bağlamak;
2- Ne kadar hazırlıklı ve güçlü bulunuluyorsa, o hazırlık ve güçle düşmana karşı koymak,
hiç olmazsa düşmana varlığını tanıtmak… Kuru burjuva mantığı -kendisi için değil- İşçi Sınıfı
için birinci şıkkı, yani kendi kendisini inkâr etmeyi daima tavsiye edegelmiştir.
1917 Ekim Devrimi geniş köylü kitlelerini İşçi Sınıfına toprak aracılığıyla müttefik yaptığı
zaman, yine İşçi Sınıfı içinde uluslararası soyut burjuva mantığını incelte incelte satmak
isteyen bir “Marksist” İkinci Enternasyonal “kocakarısı”, bir doktriner “devrimci” Karl
Kautski, köylüye küçük mülk şeklinde toprak dağıtan Bolşevizmi gericilikle suçladı. Oysaki o
zaman da şu iki şıktan biri vardı:
1- Ya, soyut ve mutlak “herkesten çok” “devrimci”lik yapıp, köylü tabakalarının toprak
talebini hiçe sayarak, toprağı dağıtmamak; bu suretle, Macaristan’da, İtalya’da vb. ülkelerde
sonradan defalarca görüldüğü gibi, İşçi Sınıfını Köylü müttefikinden ayırarak Proletarya
Devrimini koyu Faşizm gericiliğine feda etmek;
2- Yahut da evvelâ Rusya’da, sonra Çin’de olduğu gibi, toprağı üstünde çalışanlara
dağıtarak İşçi + Köylü ittifakını perçinlemek ve böylelikle Proletarya ve Sovyetler Devrimi’ni
yaşatmak...
Tekrara gerek yok ki, “işçi” tulumunu giyinmiş, burjuva mantığı daima birinci, parlak
“devrimcilik” şıkkını bize tavsiye edegelmiştir.
Üçüncü Enternasyonal’in Savaş sonrası deneyimleri böyle binbir örnekle doludur. Bulgar
gericiliği, “Köylü Hükümeti” ile Tsankof Beyaz Muhafızları’nın boğazlaşmasını iki burjuva
Lenin, bu sözü “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü” adlı eserinde, Alman Şairi Goethe’nin Faust
adlı ünlü eserinden aktarır. (Sol Yayınları Birinci Baskı s. 62’de şöyle yer alır: “Teori gridir dostlarım, ama hayat
ağacı sonsuza dek yeşildir.”)
87
118
çekişmesi sayan anlayışın ürünü oldu. Leh terörü, Ulus ve Köylü Sorunlarında zamanında
taktiğini kuramayan örgütün sapıklığı sayesinde tutundu.
Şu halde, kelimelerden korkmayacağız. Tam tersine, kelimelerin altında ve içinde bulunan
sınıf ilişkilerini devrime bağlı kılacağız. Bunu yapmadıkça, Komünizm softalığından
kurtulmuş sayılamayız.
b) Değişişe inanalım
Biz, Kürt Ulusal Sorununu koyarken bir değişimden söz ediyoruz. Lavrens’in sterlinleri uğruna silaha sarılan Paşazade ve Beyzadelerin değil, ezilen Kürdistan Köylülüğünün
ayaklanışından söz ediyoruz. Bu ayaklanış eğer şimdiye kadar olduğu gibi Bedirhanîlerin ve
Cemil Paşa oğullarının beceriksiz yönetimi altında yürürse, sadece şimdiye kadarki sonuca
varır: Boş yere yenilir ve Fakir Kürdistan Halkını kılıçtan geçirtir. Bizim dediğimiz bu değil...
Bizim dediğimiz: Kürdistan Halkının ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketinde artık bir
zorunluluk haline gelen devrimci, ileri ve antiemperyalist yöneliş ve yönetimdir. Kürdistan’ın
şimdiye kadar Ağalık ve burjuva batağı içinde bocalayan ters talihini yenmektir. Bu ters talihi
yenebilecek biricik güç, Fakir Kürdistan Halkına, çoktan özlediği, bugüne kadar aramaktan
bunaldığı yeni, ileri, devrimci bilinci sunmak, Dünya Komünizminin Örgüt + Ajitasyon +
Propaganda yardımını ve gücünü onunla kaynaştırmak olabilir. Bu yapıldıktan sonra,
Kürdistan ezilen halk hareketinin doğal yolunu bulması için artık hiçbir keramet ve mucizeye
hacet kalmaz. Değişiş: — (gericilik)in + (devrim)e çevrilişi, yıldırım hızıyla günün sorunu
haline gelir. Bunu yapacak olan tesadüfler değil, Türkiye’nin devrimci İşçi Sınıfının keşif
kolundan başkası olamaz. Ve keşif kolu bunu yapmadıkça, ne keşif kolu, ne Devrimci olamaz.
Çünkü Leninizmde, sömürge ve ezilen ulusların ayrılmasını propaganda etmeyen sosyalistler:
Devrimci (…) propaganda (…) ve kitle eylemlerini doğrudan doğruya ulusal
baskıya karşı mücadele alanına yayamayan (…) sosyalistler, şovenler gibi ve kana
bulanmış iğrenç emperyalist krallıkların ve emperyalist burjuvazinin uşakları gibi
davranmaktadırlar. (İtalikler bize ait. – H. K.)” (Lenin, Ulusların Kaderlerini
Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sekizinci Baskı, s. 133-134)
Türkiye Komünist Partisi “uşak” mıdır?
Hayır.
Bunu zaman daha iyi gösterecektir.
***
Fakat bu genel düşüncelerden-irdelemelerden sonra, yine olayların kanunlarına ve şartlarına
dönerek araştırmamıza devam edelim:
1- Türk Burjuvazisinin devrimciliği gayet izafidir
Hiç unutmayalım. Kemalizmin Emperyalizme düşmanlığı, Emperyalizmin Türkiye Fakir
Halkını, emekçi köylü ve işçilerini ezdiği, soyduğu için değil; bu eziş ve soyuşta aslan payını
kendine ayırdığı ve Türk Burjuvazisine artıdeğer ve fazla-ürünlerden yalnız kırıntı bıraktığı
içindir. Türk Burjuvazisinin Emperyalizme düşmanlığı, koyunlarını komşusuna sağdırmak
istemeyen mal sahibinin düşmanlığı türündendir. Bir gün koyunlar: Biz koyun değiliz, insanız,
diye ayaklanırlar ve mal sahiplerinin sağmalı olmaktan kurtulmak için birleşirlerse; o zaman
dost, düşman, mal sahibi komşuların ortak tehlikeye karşı birleşmeleri mümkündür. Nitekim
Hindistan sömürgesinde, Çin yarısömürgesinde, emekçi köylülük ve yerli İşçi Sınıfları, yalnız
ulusal değil, kendi toplumsal kurtuluşlarını da istemeye kalkıştıkları zaman, o zamana kadar
ulus ve vatandan söz ederek Emperyalizme karşı duran burjuvazinin, birden bire
Emperyalizmle uzlaşmaya girişmesi böyle olmuştu. Bu bakımdan Kemalizm, hiç de “sağlam
119
ayakkabı” değildir. Nitekim Lozan Antlaşması’ndan bugüne kadar, Cumhuriyet Burjuvazisi,
her alanda, içeride dışarıda, Emperyalizmle uzlaşma yeteneğini, maddî imkânların çerçevesini
kırmayacak derecede, uygulamaktan geri kalmadı. Fakat Türkiye İşçi Sınıfının örgütsüz ve
zayıf davranışı, Türkiye’de ezilen azınlıkların Emperyalizme dayanırcasına hareketi, Türk
Burjuvazisini ve Kemalizmi, açıkça Emperyalizm Cephesine geçmekten sürekli olarak
alıkoydu.
Şu halde Türkiye’nin sömürge yöntemleriyle soyduğu Kürdistan Fakir Halkının genel ve
sürekli çıkarı, hiçbir zaman Kemalizmden daha az kapitalizmin tümüne ve dolayısıyla
sömürgeci Emperyalizme karşı düşman değildir ve olamaz. Türk Burjuvazisi,
yarısömürgelikten bile kurtulduğunu iddia ediyor. Kürdistan Halkı, en beter sömürge baskısı
altında inliyor.
Acaba hangisi daha samimî ve derinden Emperyalizme düşman olabilir?
Şüphe yok ki, sömürge zulmüne en çok uğrayan halk...
2- Kürdistan’ın kurtuluşu burjuvazinin eseri olamaz
Kürt Burjuvazisinin Kürt Milliyetçiliğini az çok tanıyoruz. Kürdistan Halkı, ondan ümidini
tamamıyla kesmek üzeredir. Türk Burjuvazisinin Kürdistan’da on senelik egemenliği, eski
devirleri gölgede bırakacak derecede bir sömürge soygunundan başka ciddî bir sonuç vermedi.
Gerçi ara sıra, Kemalizmin Doğu’da derebeyliğe atıp tutan palavralarını herkes işitti. Fakat
herkesin bilmediği ve işitmediği realite, Kemalizmin ve Cumhuriyet devlet cihazının
Kürdistan’daki Klan-Derebeyi sistemine yapışırcasına adapte olması, Ağalıkla ve bir kısım en
kalın Kürt Burjuvalarıyla el ele vererek, aman bilmez bir biçimde Doğu İlleri emekçi halk
tabakalarını soyuşu ve barbar sömürge yöntemleriyle ezişidir. Uzun yılların birikmiş dersleri
de ayrıca öğretiyor ki, Kemalizm, zoru görmedikçe Doğu’da en ufak reforma bile
girişmemiştir. Şeyh Sait İsyanı’nda bir kısım Ağaları Batı İllerine sürgün etti. Ağasız halkın
başıboş kaldığını görünce, birdenbire ürkerek, Ağaları tekrar eski saltanatları başına getirdi.
Ağrı İsyanı üzerine, Cumhuriyet Burjuvazisi köylüye toprak dağıtma (yani satma) işini,
örneğin dört yıllık bir plan yerine, daha acele uygulayacağını ilan etti. Fakat bu demagojinin de
ömrü, “immediat: yakın” tehlikenin geçişine kadardı. Ondan sonra Ağalıkla olan kutsal
ittifakını yavaş yavaş mükemmelleştirdi.
Kemalizmden başka lütuf ve ihsan bekleyecek tek bir Miriyvo kalmış mıdır bugün?
Türk Burjuvazisi kadar pısırık ve toplumsal hareketlerden ödü patlamış bir sınıftan, kaldı ki
demokratik burjuva devrimi alanında daha ne beklenebilir?
Hiç.
Çünkü, örneğin Doğu’da hiç dokunulmamış bir halde duran demokratik burjuva devrimi
davasını, Kemalizm asla, hatta reformlarla bile halledemeyecek durumdadır. Oysaki bu dava,
bütün keskin davalar gibi, yarım-reformlarla değil tam devrim metotlarıyla çözülebilir. Böyle
bir çözüş ise, hiçbir zaman Kemalizmin harcı değildir. Şu halde, Türkiye İşçi Sınıfı ve emekçi
halkı gibi, Kürdistan Ezilen Halkı da Kemalizme, Türkçenin meşhur şıklarından birini teklif
etmekte artık gecikemez: “Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli...”
3- Kürdistan Halkının kurtuluşundan vazgeçmek devrimden vazgeçmektir
Türk Burjuvazisi antiemperyalisttir. Devrimi tutmak için, her ne pahasına olursa olsun
Türkiye’de Kemalizmi tutmak gerekir, şu halde Kemalizme karşı olan ezilen Kürt Halkının
kurtuluş hareketi durakosun… vb. tezi, Partimiz için pek de yeni bir tez olamaz. Bu tez,
Türkiye’deki Devrimci hareketleri Kemalizme kuyruk etmek tezidir, ki eski Kuyrukçulardan
ve yeni Kuyruk-yalayıcı = Kadrocu’lardan bu teorilerin çeşitlerini dinlemiştik. Ezilen bir halk
kitlesini Kemalizme feda edebilenler için, esasen fedakârlığın ucu bucağı da yoktur. O zaman,
Kemalizmin “devrimci”liğine inananlar, karşımıza dikilip mantıklarını şöylece sonsuza kadar
120
uzatabilirler:
a) Kürtlük Sorununu kurcalamamalı, çünkü Emperyalizme dayanmış olan bu hareket
antiemperyalist olan Kemalizmi baltalayabilir.
b) Türkiye’de Türk Köylüsünün devrimci hazırlanışını da bir tarafa bırakmak akıl kârıdır
[akla uygun olandır]. Çünkü maazallah, köylü kalkar, Menemen Olayı’nda olduğu gibi,
Halifeyi ve Şeyhleri yeniden tesis etmek sevdasına düşer. Ülkede devrim yapalım derken,
gericiliğe düşebiliriz ve Türkiye’yi Emperyalizme karşı zayıf düşürerek, devrim cephesinde bir
gedik açmış oluruz.
c) Nihayet, ister misiniz: Türkiye’de İşçi Sınıfının bağımsız ve devrimci hareketine meydan
vermemeli; Türkiye’de sınıf mücadelesinin zağlanması88, antiemperyalist ve “devrimci”
davranan Kemalizmi belki bozguna, belki de Emperyalizmle ittifaka sürükleyebilir... Neme
lâzım, hazır “antiemperyalist” bir cepheyi bozup da, ne olacağı belirsiz “macera”lara atılmaya
niçin kalkışmalı? Vb… vb...
Nereye vardığımız meydanda: Kuyrukçuluğun bile ancak Kadroculuğa soysuzlaştığı zaman
açıkça itiraf edebildiği nesne... Kemalizme Kemalizmden çok inanmak; Türk Burjuvazisinin
sözde “devrimciliği” önünde tam ve mutlak “capitulation: teslimiyet”; her türlü devrimci
hareketten yüz geri etmek; hatta ufacık reform talepçiklerinden, hatta örneğin İş Kanunu
istemekten (çünkü o da Kemalizmi ürkütür ve “belki Emperyalizme yaklaştırır) vazgeçmek…
Bütün silahları Halk Partisi’nin silah deposuna teslim ederek, İpekiş’in işlemeli İhramlarından
birine bürünüp, Ankara Arafat’ının Çankaya Kâbesi etrafında hacı olmaya gitmek…
Bu çeşit burjuva aydınlığına özgü “müminlik” Türk Bolşevik Partisi’nin içinden temizleneli
yıllar geçti. Biz Türkiye Komünistleri sorunun taban tabana zıddını görenlerdeniz: Kürdistan
Ezilen Halkını Emperyalizmin kucağına atan Kemalist sömürgeciliğin zulmüdür: “Denize
düşen yılana sarılır” der, Türkler… Türkiye Köylülüğüne geçmişi arattıran, bugünkü Tefeci +
Mütegallibe + Finans-Kapital [düzeni], Asker-Banker-Junker sisteminin misli görülmemiş
soygunundan başka bir şey değildir.
Türkiye Proletaryasına gelince, o bütün dünya biricik İşçi Sınıfının bir parçası olan Türkiye
İşçi Sınıfı, yeryüzünde gerek sömürge, gerek anavatan soygunlarını ve tarihte gelmiş geçmiş
tüm insanın insanı soyması yöntemlerini kökünden kazımakta; şu halde yalnız Emperyalizmi
değil, her türlü sermayedarlığı dahi yeryüzünden kaldırmakta çıkarlıdır. Şu halde, Kemalizmle
kıyas kabul etmez derecede ileri ve güçlü Emperyalizm düşmanı ancak Türkiye İşçi Sınıfıdır.
Türkiye Proletaryası, kardeş Kürdistan Proletaryasıyla el ele verip, gerek Anadolu’nun
soyulan, soğana çevrilen emekçi Türk Köylülerini ve gerekse ezilen Kürdistan Köylülüğünü
Sovyetler Devrimi şiarıyla insanlığın ilk ve son defa gördüğü büyüklükteki o yaman devrim
kıyametine kavuşturduğu gün, Anadolu ve Kürdistan Sovyetler Devrimi, bugünkü Kemalist
Türkiye’nin binbir çelişkiyle kemirilen “ulusal” birliğinden nitelikçe bambaşka, nicelikçe uçsuz bucaksız oranda müthiş, aşılmaz ve yenilmez bir antiemperyalist kale olacaktır. İşte,
Türkiye Komünist Partisi bu kaleyi kuracaktır.
Kürdistan Halkı bu kaleyi kurmaya gelir mi?
Buna kısmen yukarıda cevap verdik. Aynı sorunu bir başka noktadan daha araştıralım.
B- Kürdistan Halkı antiemperyalist olur mu?
Kürdistan Halkı, kendi kurtuluş hareketini Komünizm devrimiyle birleştirebilir mi? Yahut
antiemperyalist olabilir mi?
Bu iki sorunun da anlamı: Ezilen Kürdistan Halkı Komünist şiarları ve Komünizm için
mücadeleyi tutar mı? Komünizme gelir mi?... dir.
Kürdistan Halkının Komünizme gelmesi için iki şey lâzım:
Zağ (Kılağı): Taş üzerinde bilenen bir kesici aracın keskin yüzüne yapışan ve aracın iyi kesebilmesi için,
yağlanmış yumuşak taşla kaldırılması gereken çok ince çelik parçaları. Zağlama: Zağın kaldırılması işi.
88
121
1- İtme Gücü: ki onu Emperyalizmden ayırsın;
2- Çekim Gücü: ki onu Komünizme çeksin…
1- İtme Gücü
Kürdistan Halkı, Emperyalizme karşı olabilir mi?
Geçirdiği on yıllık deneyimler -hiç olmazsa zengin Hoyboncular dışındaki- tüm Kürdistan
Halkına, Kürt Ağaları, Beyleri ve Burjuvaları gibi, uluslararası Emperyalizmin de Kürt
bağımsızlığına bir yardımı dokunamayacağı dersini az çok öğretti. Tüm Kürdistan Halkında bu
kanı, üstü küllenmiş, fakat için için yanan bir bilinçaltı ateşi halinde meknî [potansiyel- gizil]
bir varlık saklar. Bu külün kalkması, bilinçaltına egemen olan kanının bilince çıkarılması için,
Kürdistan’da -ama sakın Kemalizm tarafından değil… çünkü oradan gelen her etki, en şiddetli
ve aykırı karşıt-etkileri uyandırır- diyelim ki bir Komünist örgütü tarafından yapılacak en zayıf
ve hatta üstünkörü ajitasyon yeter. Bununla birlikte, bu ajitasyon ve propaganda işinden daha
güçlü bir biçimde Kürdistan Halkını Emperyalizmden ayıracak olan harekettir. Bu hareketin
iki birbirine bağlı ifadesi vardır:
a) Yalnız Türkiye’deki değil, bütün Kürtlüğün kurtuluşunu gözetme
Kürt Halkı (işçi ve köylüleri) Türkiye’ye özgü bir “ulusal azınlık” değildir. İran
sınırlarından Irak ve Suriye’ye kadar, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası olan, şimdiki
Cumhuriyet sınırları yöresinde, özellikle İngiliz ve Fransız Emperyalizmlerinin sömürgesi
halinde ezilen ve soyulan bir Kürtlük var. Türkiye sınırları dışındaki Kürtlerin sömürge
şartlarını tekrarlamak sadece bir totoloji olurdu; çünkü onlar, adı üstünde sömürgedirler. Biz
burada, Türkiye içerisindeki Kürtlerin de, dışarıdakilerden farksızcasına, sömürge
yöntemlerine bağlı olduğunu göstermemiz, “Doğu Balkanları” üstünde çırpınan İngilizFransız-Türk ve vb. sömürgesi halindeki bütün Kürtlük azınlıklarının yazgıca ortak bir bütün
oluşturduğunu ispat etmek içindi. Şu halde, Kürdistan Halkının kurtuluşu demek: ayrı bir
Devlet oluşturmaya karar vermek hakkı, Kürtlüğün kendi yazgısına siyasi bağımsızlık
derecesinde kendisinin sahip olmak hakkı; yalnız Türkiye’deki Kürtlerin değil, Doğu
Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün bir tek toplumsal ve siyasal yapı halinde
kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun ülküleştirildiği gün, Irak’ta, Suriye’de Kürtleri, eski
zamanın “koçbaşı” gibi, sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkarı olan Emperyalizm,
Kürtlükten lâyık olduğu silleyi yemiş olacaktır.
b) Kürtlüğün sömürge kurtuluşu ancak tüm dünya ezilen uluslarının kurtuluşu ile el
ele yürüyebilir
Ezilen Kürdistan Halkı, kurtuluşu zalim anavatanlara karşı bir savaş açarak başarabilir.
Herhangi bir savaşta düşman cepheyi açıkça görmek, ne kadar zorunluluksa, müttefik
kuvvetler bulmak da o derece elzemdir. Kürdistan’ın düşmanı: genellikle Dünya
Emperyalizmi, özellikle Türkiye kapitalist sınıfıdır. Şu halde müttefiklerini de, özellikle
Türkiye içindeki ezilen ve soyulan sınıflar arasında ararken; genellikle, tüm dünya ezilen
uluslarıyla, örneğin Suriye, Irak vb. gibi sömürgelerin İşçi ve Köylü Sınıflarıyla, Emperyalizme karşı ortak cephe kurmaya mecburdur. Bu bakımdan da, aynı biçimde, Kürtlük davası
Emperyalizme düşman olmaya, maddî durumu gereği zorunludur.
2- Çekim Gücü
Kürtlüğün sömürge kurtuluş hareketini Komünizm yoluna çekecek olan güç, bellidir:
a) Tüm dünya ezilen halklarının kurtuluşunu ülküleştiren ve gerçekleştiren, dünya
devrimcisi bütün dünya proletaryası, yani genel olarak Komünizm ve Üçüncü Enternasyonal;
122
b) Türk Burjuvazisi tarafından ezilen ve soyulan tüm Türkiye ezilen sınıflarının
kurtuluşunda kendi kurtuluşunu gören ve gerek Türkiye emekçi köylülüğünü ve gerekse ezilen
Kürdistan Halkını kurtarmak istemedikçe ve kurtarmadıkça kendi kurtuluşunun olanaksız
olduğunu iyi bilen Türkiye Proletaryası, yani Türk Komünist Partisi…
***
Şu vardığımız mantıksal sonuçtan sonra daha pratik bir sorgu açıverelim:
Kürtlük Komünist şiarlarını tutar mı?
Bu sorguya cevap vermek için Kürtlük kelimesinin anlamını bir daha göz önünde tutalım:
1- Egemen Kürtlük: Türk Burjuvazisiyle zar veya zor birleşmiş Kürt Ağaları, Beyleri ve
Burjuvaları;
2- Ezilen Kürtlük: Kürt Köylüleri, Kürt Miriyvoları, Kürt Irgatları ve İşçileri... Biz
Komünizmi tutacak Kürtlükten söz ederken, ezilen Kürtlüğü kastediyoruz ve onlar
Komünizme dört elle sarılmaya hazırdırlar.
Bunun pratik, gayet pratik delilini mi istersiniz?
İşte size iki olay:
1- Normal zamanlarda:
Kürt fukarasının fazla ataerkil olduğu, “öldüm Allah” Ağasından ayrılamayacağı; Ağanın
ise, onu ikide birde dış Emperyalizme yahut Kemalizme satacağı... gibi bir yave var. Fakat, bu
kanı, önce insan yazgısında Tarihsel Maddeciliğin anlamını sindiremeyen, insanların “Mutlak
Fikir”le89, hatta “Mintarafillâh [Allah tarafından]” harekete geldikleri zu’munu [batıl-yanlış
sanısını] geviş getiren babayiğitlerle, Kürdistan Fakir Halkını ya tanımayan veyahut
tanımazlıktan gelmekte çıkarı olanların harcıdır. Hakikatte, Kürt fukarası ve köylüsü, en
normal zamanlarda bile her gün Ağaya isyan eden, Ağayı sürekli olarak inkâr eden bir
unsurdur. Örneği: Aşiret firarileridir. Bu ufak ve yerel gibi görünen olay, Kürdistan içinde
kapsamlı bir niteliktir ve Kürt fukarasının, egemen Kürtlükten ve dolayısıyla onun
Emperyalizme satılık malı olmaktan ne kadar kolay ayrılabildiğini gösterir. Fakat bu normal
zamanlarda böyle…
2- Devrim günlerinde:
Kürt fukarasının kendi yolunu ne çabuk bulduğunu yukarıda bir örnekle görmüştük: Şeyh
Sait İsyanı’nda, Kürt Ağalarının birdenbire Kemalizmle el-altından uzlaşmaya mecbur
oluverişi, isyan eden Kürdistan fukarasının, bizzat Ağaları da “yağma” etmiş olmasındandı...
Demek, kesin günde, Kürdistan Fakir Halkı, sınıfsal durumunu pekâlâ hissedebiliyor. İş, bunu
ona, bilinç ve şiar şeklinde öğretebilmekte ve yaptırabilmektedir.
***
Şu halde, Türkiye Komünist Partisi’ne iki görev düşüyor:
1- Ezilen Kürdistan Halkı ile bağlanmak;
2- Bir Kürdistan Komünist Partisi’nin kuruluşunu kardeşçe hazırlamak...
Bu iki görev de, hiç olmazsa bugün için, teorik olmaktan çok pratiktirler. Ata binmek, ata
binmekle olur. Ve teori ancak pratikle atbaşı gidecektir. Bununla birlikte, bu iki nokta üstünde
son iki kelime ile ufak bir işaret yapmak yeter:
89
Mutlak Fikir (Alm. Geist): İdealist Hegel Felsefesinin dayandığı temel kavram. (F. Fegan)
123
1- Taktik ve Strateji
Strateji bakımından, Türkiye İşçi Sınıfının Kürdistan’daki yedek müttefiklerine, yukarıda
kısmen işaret etmiştik. Batı İllerinde gelişen yerli kapitalist sanayi, Doğu İllerindeki doğal
ekonomiyi parçalarken, mevcut küçük sanatları da tahrip eder. Buna karşılık, değil
Kürdistan’da, tüm Türkiye’de açılan yeni sanayi girişimleri, açıkta-hazır kalan işgücünü
emecek kadar geniş değildir. Zaten geniş bile olsa, Kürdistan Halkının omuzları üstüne çöken
yoksulluk o kadar ağırdır ki, uzak şehirlere göç bile edecek halleri yoktur. Onun için,
genellikle sömürgelerde görülen süreç buraları da kasar kavurur: Köylülüğe doğru geri
çekilmek, koyu kara cahillik... fakir halk tabakalarının toplu, örgütlü ve devamlı mücadele
yeteneğini baltalar. Bugün Kürdistan’da Türk İşçileriyle onun keşif koluna müttefik olacak
sınıf genel olarak ezilen Kürdistan Köylülüğüdür. Bu köylülüğün ortalama olarak % 25’i;
“Irgat” ve Hizmetçi, yani Ağalığa özgü bir tür Tarım işçisi, % 50’den fazlası da “Miriyvo”
varsayılsa, hiç olmazsa % 75 köylülük topraksızdır. Yani Komünist Partisi’nin Tarımsal
Programını, ölümü göze alarak tutacaklardır. Kürdistan’daki Şehir Proleterleri Sınıfı % 1,5
kadardır. Bunlar şehir Plebleri ile sanayi işçisi arasında sayılacak işçilerdir. Kürdistan’ın küçük
aydınlarından hiç olmazsa nüfusun % 1 kadarı, bir sömürge kurtuluşu için gösterilecek yolu
bekleme durumundadır. Şehir küçükburjuvaları % 7,6’yı buluyor. İşte Parti’nin müttefik ve
bağ arayacağı sınıf ve zümreler bunlardır. Komünizmin Kürdistan faaliyetinde keşif kolu, hiç
şüphesiz bugünlük Türk Proletaryasının yardımı ile Kürt Proletaryası (Kürdistan İşçi Sınıfı)
olacaktır. Kürt İşçileri, bütün bir ezilen ulus adına girişeceği sömürge ve toplumsal kurtuluş
savaşında, büsbütün dayanaksız kalmamak ve Devrimde proletarya hegemonyasını muhafaza
etmek için, şu klasik Bolşevik yöntemleriyle hareket edecektir:
a) Stratejice
Kürt Proletaryası, Orta Sınıfları (yani Kürt Küçükburjuvazisi + Kürt Aydınları)nı davasına
bağlayaraktan, başta Irgat’ların özel örgütü gelmek üzere, tüm Miriyvo’ları, bu sayede de
bütün Kürt Köylülüğünü kendine çekecek ve hep birden: Kürdistan İşçileri ve Köylülerinin
Demokratik Diktatörlüğü’ne götürecektir.
b) Taktikçe
Kürt Proletaryası, Türk Proletaryasının kardeş yardımı ile ve keskin Bolşevik sınıf
mücadelesi yöntemleriyle harekete geçecek; Kürdistan’da başlayan Demokratik Burjuva
Devrimine proleter damgasını vuracak; sömürge kurtuluşunu toplumsal kurtuluşa ve
Sosyalizme doğru, Asgari Program’dan başlayarak geliştirecektir.
2- Örgüt
Bu işleri yapacak Kürt Proletaryasının, bir genelkurmayı oluşmalıdır: Kürdistan Komünist
Partisi... Fakat böyle bir örgütün kurulması için, deyim yerindeyse, ağabeylik görevi Türkiye
Komünist Partisi’ne düşer. Türkiye Komünist Partisi, uzun siyasi deneyimlerini, Kürdistan’ın
içinde yaşadığı koşullara adapte ederekten bu görevi yapabilir. Partimize bu bakımdan düşen
iki önemli yetiştirici ve hazırlayıcı rol vardır:
1- İdeoloji rolü;
2- Örgüt rolü..
a) İdeoloji rolü
Savaş içinde yetişecek kardeş Kürt Partisine, [Üçüncü Enternasyonal’in] Türkiye Komünist
öz oğlu [TKP], Leninci-Marksizmi silah olarak vermelidir ki, bu silah, Kürt Proletaryasını
olduğu gibi, onun aracılığıyla Kürt Orta Sınıflarını ve Köylülüğünü de, harekette, Ağa +
124
Burjuva + Küçükburjuva ideolojilerinin zararlı etkilerinden tümüyle korusun; Kürt İşçisini
yabancı sınıfların ideolojik etkisi altında bırakacak yerde, öteki sınıfları kendi ideoloji ve örgüt
hegemonyasına candan inandırsın.
Örneğin isyan Komünizmce bir sanattır. Bu sanatın işçisi, bütün işçiliklerin yaratıcısı ve
sebebi olan İşçi Sınıfının biricik ülküsü, Komünizm, Leninci Marksizmdir. Bolşevizmde
isyanla oynanmaz ve isyan, bir Puçizm, üç beş yüz kişinin işi değildir. “Halkın geniş kitleleri
içinde bir tepki kışkırtan” (Lenin) devrimdir. Hiç şüphe yok ki, Kürdistan Halkı böyle bir
devrimin sanatkârlarına muhtaçtır. Bu sanatkârları yetiştirmek, bu sanatı en yüksek ve en göz
kamaştırıcı şekliyle gerçekte uygulamak için şart: Keşif kolu örgütü, Burjuva ve hele burada
Ağa ve Küçükburjuva İdeolojisinden keskin sınırlarla ayıracak ve her türlü maceracı
“devrimcilikler”e kapılmaktan alıkoyacak olan Marksizmi, en büyük devrim bilimini temsil
etmek, benimsemektir.
b) Örgüt rolü
Kürdistan’da Merkez Komite’sinden Hücre cüz’ü tamm’larına [birimlerine] kadar bütün
unsurlarıyla tam ve Bolşevik bir Parti yaratmakta, Türkiye İşçi Sınıfının keşif koluna önemli
zorunluluklar gelir dayanır. Herhangi siyasi akımlar içinde ve taktik bakımından yönelişlerde
aldanmamak, harekette kitlelerin yanlış sürüklenişlerine meydan bırakmamak ve hatta
kapılmamak için, bağımsız Kürdistan Komünist Partisi’ne doğru gelişmek idealdir. Böyle bir
örgüt, Partimizin gizli faaliyet deneyimlerinden çok yararlanabilir. Bununla birlikte, Partimiz,
özde kardeş olmakla beraber, önce Ana-örgüt, sonra Ağabey-örgüt olduğuna göre,
Kürdistan’ın yeni, yerel ve özel şartlarına göre büsbütün özel (spesifik) savaş biçim ve şiarları
bulmakta da, özellikle ilk zamanlarda bütün gücüyle ve imkânlarıyla uğraşmalıdır.
Nereden başlamalı?
Bugünkü Kürdistan’da herhangi bir Komünist akımı ve örgütü yaratmak için, yörenin
özelliklerine bakınca, iki noktadan işe girişmek zorunluluğu var:
1- Kadro yetiştirmek;
2- Partizanlar hareketi…
Bunlardan birincisi, Partimizin emekleme devrinde iyi işlenmiş ve bugün belirli yönlerde
yetecek kadar meyvelerini ve derslerini vermiş deneyimler hazinesinden bol bol beslenebilir.
İkincisi, özellikle Kürdistan’ın özel durumlarıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Bu sahadaki deneyimler
hazinesini, Partimizin tarihçesinde bol bol bulmanın imkânı yoktur. Fakat Partimiz, biricik
dünya Partimizdir. Komünizmin uluslararası deneyimleri o kadar zengindir ki, yeni savaş
ideoloji ve örgütüne, hazine değil, deryalar kadar geniş ve bereketli bir kaynak olabilir.
Bu iki ana halka için, birçok sıçramalar, yapay köprüler ve mancınıklar yapılabilir. Zemin,
geçen açıklamalarımızdan da az çok anlaşılacağı gibi, uygundur. Bununla birlikte biz, yine
Lenin Usta’mızın “Doğal Erişim Yol”larını son bir defa daha hatırlamış olalım. Köylülük için
genellikle koyduğumuz “Doğal Erişim Yol”ları, aynen Kürdistan Köylülüğünün özelliğinde de
ihmal edilmedikçe muhakkak ürünlerini verecek ve hedefe eriştirecektirler. Bu “Doğal Erişim
Yol”ları sırasında, örneğin daha ilk düşünüşte hatıra gelenler şunlardır:
Kürt Aydınlarının halka yakın zümrelerini, değişik kurum ve bölgelerde aydınlatmak ve
yetiştirmek, onlardaki geleneksel ürkekliği devrimci çelikleme yöntemleriyle silmek...
Büyük şehirlerde Kürdistan Halkından sık sık rastlanılan Kürt proleter, müstahdem ve hatta
küçükburjuvaları içinde tutkunca ve “specifiquement” [özel olarak] çalışmak…
Türkiye’nin Batı İllerinde bile, bazı şehirlerde, Kürdistan Halkından toplanmış olanların bir
fazileti vardır: bu toplananlar eğer halktan kimselerse, genellikle ataerkil psikolojinin, bu
zümreye karşı şehirlerde beslenen duygularla da kışkırtılması yüzünden, hepsi de bir tür
Komünote, Topluluk halinde kollektif yaşarlar. Özel Kürt mahalleleri, Kürt sokakları vardır.
125
Çoğunluğu proleter ailelerden oluşan bu semtler, denilebilir ki, Türkiye Komünist Partisi’nin
“specifique” işi için, Türk ve Kürt Proletaryalarının sıkı elbirliği için, Türkiye ve Kürdistan
halk kitlelerinin ortak hareketi için başlangıçta işlenecek bitmez tükenmez birer maden damarı
değil midirler?
Bu bölüme de Marks’ın sözüyle başlamıştık, sözü yine Lenin’e bırakalım:
“Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa'da ayaklanmalar olmadan,
bütün önyargılarıyla küçük-burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması
olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların,
derebeylik, kilise, monarşinin boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı
hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. (…)
“Saf” bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye
yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözdedevrimcidir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sekizinci
Baskı, s. 173)
126

Benzer belgeler