Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu
Gençlik Dergisi
YIL: 2
SAYI: 12
MART - NİSAN 2009
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
Temeli Türk kahramanlığı ve
yüksek Türk kültürü olan
Türkiye Cumhuriyeti
ilelebet yaşayacaktır.
ÜCRETSİZDİR
2
İçindekiler
İÇİNDEKİLER
Mustafa ÖZTÜRK
Gündeme Bakış ............................................................................3
Prof.Dr. Cihan DURA
Nüfus ..........................................................................................5
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 2 SAYI: 12
MART - NİSAN 2009
İKİ AYDA BİR ÇIKAR
ÜCRETSİZDİR.
SAHİBİ:
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ:
Mustafa İLHAN
YAZIŞMA ADRESİ:
Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı
Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3
Kocasinan/KAYSERİ
Yrd.Doç. A. Vehbi ECER
Destanlarımız ...............................................................................7
Mehmet ÇAYIRDAĞ
Sadrazam Beyannamesi................................................................9
Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR
Hacı Mümin Akan ......................................................................11
Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR
Prof.Dr. Ahmet Uğur İle Röportaj ..............................................14
Mustafa Aykut AKŞİT
Ekonomik Krizler (3) ..................................................................18
Aşık SEZİNİ
4 Nisan 1997 (Şiir) .....................................................................20
Prof.Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN
Ateşle Oynuyorsunuz.................................................................20
Mustafa İLHAN
1’inci ve 23.üncü Dönem TBMM ...............................................21
TELEFON:
(0352) 232 32 67
İbrahim GÜNGÖR
Öğrenmeyi Öğrenme.................................................................24
WEB:
www.bilgiyurdu.org.tr
Yunus Emre ÖZKAN
Hainlik Korkunç Bir Hastalıktır ....................................................26
E-POSTA:
[email protected]
GRAFİK TASARIM:
DEĞİŞİM AJANS
(0352) 336 08 48
www.degisimajans.net
BASKI:
ORKA MATBAACILIK SAN. TİC.
LTD.ŞTİ.
OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir.
Ziya GÖKALP
Çanakkale (Şiir) ..........................................................................28
Özlem AKŞİT
“120”........................................................................................29
Dr. Rasim DENİZ
Muncısunlu Şair Remzi Efendi ....................................................32
Hakan BOZDOĞAN
Kafkaslarda Perestroyka .............................................................33
Ahmet ALTAY
Söz Müzik ..................................................................................35
Yusuf BİLTEKİN
Milli Mücadele’de Bor ve Halit Mengi ........................................36
UNUTMADIK... UNUTMAYACAĞIZ... .......................................38
3
ERBİL’DEKİ TOPLANTI TIRMANAN BÖLÜCÜLÜK
Mustafa ÖZTÜRK
T
ürkiye’de Kürtçü bölücülüğün hangi
noktaya tırmandığını anlamak için şu iki
olaya bakmak yeter:
Birincisi, geçen ay Irak Bölgesel Kürt Hükümetinin merkezi Erbil’de yapılan “barışı ve demokrasiyi
birlikte aramak” adlı toplantı…
İkincisi, DTP Başkanı Ahmet Türk’ün TBMM’de
yaptığı Kürtçe konuşma…
Abant Toplantıları’nın 18’incisi olan Erbil toplantısı, ABD’de ikamet etmekte olan Fethullah Gülen’in
bağlılarınca düzenlendi. Bölgesel Kürt Devleti’nin bayrağı altında yapılan ve tüm Kürt sorunlarının ele alındığı toplantıyı, The Economist dergisi, “sıra dışı bir
dostluk” olarak değerlendirdi. “Sıra dışı, alışılmamış”
denmesinin sebebi, Türkiye’den Barzani’ye ve bölgedeki ABD politikasına çok açık ve beklenmeyen bir
desteğin verilmiş olmasıdır. Söz konusu toplantıda ele
alınan konu ve yapılan konuşmaları değerlendirdiğimizde şu hedeflerin planlandığı anlaşılıyor:
1- Bölgesel Kürt Devleti’ni Türk halkına şirin
göstermek.
DEĞİŞMEZ...
DEĞİŞMEYECEK...
I. Devletin şekli
MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
II. Cumhuriyetin Nitelikleri
MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun
huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen
temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve
sosyal bir hukuk Devletidir.
III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı,
millî marşı ve başkenti
MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay
yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.
2- Bu devletin Türkiye tarafından tanınması için
Türk kamuoyunu hazırlamak.
düşman devletlerle çevrili ve denize kıyısı olmayan bir
Kürdistan’ı yaşatmak zordur.
3- “Yeni Osmanlıcılık”ın bir gereği olarak, Türk
ulus devleti yerine Türk-Kürt federasyonunun fikri alt
yapısını oluşturmak.
Bu zorluğu aşabilmek için, komşu devletlerden
birinin Kürdistan’a razı edilmesi gerekir. İran ve Suriye, ABD-İsrail karşıtı olduklarından bunu kabul etmeyeceklerine göre, en uygun komşu Türkiye’dir. Bu
amaç doğrultusunda, Kuzey Irak’a konuşlandırdıkları
PKK’yı Türkiye’yi hizaya getirmek için kullandılar;
Türk kamuoyunu hazırlama görevini de çeşitli adlarla
çalışan Abant Platformu benzeri sivil örgütlere verdiler.
Bunlar çok dehşet şeyler. Düşünülmesi bile vahim. Talepler sadece bunlar da değil. Kerkük’ün Kürt
bölgesine bağlanması ve Türkiye’de Kürtçe eğitime geçilmesi gibi istekler birbirini izliyor.
Kuzey Irak’ta yapılan toplantıda, bu bölgede
yaşayan Türkmenlerin adı dahi yok. ABD de aynı şeyi
yapmış, iki buçuk milyon Türk’ü yok saymıştı. Kürtler
için demokrasi isteyenler, aynı hakları Türkmenler için
niçin istemiyorlar? ABD güdümü, ancak bu kadar olur.
Bilindiği gibi, ABD Birinci Körfez Savaşı’ndan
beri Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurmanın peşindedir. Bu hedefi de büyük ölçüde gerçekleştirdiler. Ancak,
Erbil toplantısına katılanların hedefleriyle
ABD’nin bölgesel hedefleri birbiriyle örtüşüyor. CIA
mensubu Herry Barkey, Obama’ya sunduğu raporda, “Türkiye’nin Kürdistan’ı tanıması ve bu yolda
Türkiye’ye baskı yapılmasını” talep etmiş. Benzeri talepler, Bush döneminde de Türkiye’ye iletilmişti.
Sonucu şimdi apaçık görüyoruz. Önceleri Barzani’yi
İnceleme
Gündeme Bakış
İnceleme
4
muhatap almayan ve Talabani’yi Çankaya’ya kabul
etmeyen Türkiye, bugün bu çekincelerinden tamamen
vazgeçti. Erbil’deki toplantıya Türkiye’nin Musul
Başkonsolosu Hüseyin Avni Botsalı’nın katılıp Kürt
bayrağı altında konuşma yapması, Türkiye’nin değişen
politikasına birer örnektir.
Kürdistan’ı kurmaya çalışan devletlerden biri
de İsrail… İsrail, kurulduğu 1948’den beri Irak Kürtleriyle ilgileniyor. Molla Mustafa Barzani’yi, Irak
yönetimine karşı giriştiği tüm isyanlarda destekledi.
Peşmergeler 1965’ten itibaren İsrailli uzmanlarca eğitiliyor. Kürt istihbarat örgütünü 1966’da MOSSAD
kurdu, Molla Mustafa Barzani, Irak ordusuna vurduğu
her darbe karşılığında İsrail’den para, silah ve mühimmat aldı, ödüllendirildi. Halen Barzani-İsrail dostluğu
devam ediyor.
İsrail’in Peşmerge aşkı nereden geliyor? Bu
aşkı tarihî akrabalığa, yani Kürt Yahudilere bağlamak,
yetmez; konuyu İsrail’in Ortadoğu hedefleriyle açıklamak gerekir. İsrail, düşman devletlerle çevrildiği kanısındadır. Bu yüzden kendisini güvende hissetmiyor.
Güvende olabilmesi için Ortadoğu İslâm devletlerinin
kendisini tehdit edemeyecek kadar güçsüz, parçalanmış olmaları gerekir. Bunun yanında kendisine dost
devletlerin ve devlet yönetimlerinin bulunmasını arzu
eder. Gerek 1948 de başlayan Barzani-İsrail dostluğu,
gerekse ABD’nin Kuzey Irak’ta oluşturduğu yapılar
İsrail’in bölgesel Kürt devletine yönelmesini sağlamıştır.
İsrail’in Kürdistan aşkı karşılıksız değil. Kürtler
içerisinde kendilerini İsrail’in tabii müttefiki sayan pek
çok kişi bulunmaktadır. Bunlar, İsrail’in kuruluş sürecini kendilerine örnek alıyorlar. Bu açıklamalardan
sonra, bölgesel Kürt Devleti’ne niçin “İkinci İsrail”
denildiği anlaşılmıştır sanırız.
Erbil’de toplananlar, bu gerçekleri bilmeyen insanlar değildirler, ancak ABD politikalarının uydusu
olduklarından Türkiye’nin çıkarlarını hesaplayamaz
ve savunamazlar. Gün olur “Hepimiz Ermeni’yiz”,
gün olur “Hepimiz Kürd’üz” derler de “Hepimiz
Türk’üz” diyemezler.
Erbil’deki toplantıya katılanlar, üniter ve millî
devletten, Cumhuriyet ile kazandıklarımızdan vazgeçmemizi teklif ediyorlar. Bunlardan vazgeçersek Osmanlı olur, diğer unsurlarla beraber huzur içinde yaşayabilirmişiz. Aksi halde Sevr’in Türklere layık gördüğü Ortaanadolu’ya çekilmeye mahkûm olurmuşuz.
Çok dilliliği, çok kültürlülüğü, çok ulusluluğu kabul
etmeliymişiz. Bilmiyorlar mı ki Osmanlı, artık mümkün değil… Osmanlı’nın son iki yüz yılının da savunulacak bir yanı yoktur. Cehaletin yol açtığı geriliği,
salgın hastalıkları, Batılı emperyalist ülkelere sömürge
olmayı içinize sindirebiliyorsanız Osmanlının son iki
yüz yılını da savunabilirsiniz.
Çeşitli din ve dilden insanların bir arada yaşamaları mümkündür ama oldukça zordur. Balkanlar ve
Anadolu’dan nasıl kovulduğumuzu galiba unuttuk.
İmparatorluklar dönemi çoktan sona erdi. Geçen asrın
başından beri de millî devletler çağı yaşanıyor. Yaşanmaya da devam edecek.
Yeni Osmanlı projesi, Sakarya ve Dumlupınar’da
yenilenlerin Türkiye’yi 1918 ortamına döndürme, Türk
ad ve kültürünü silme projesidir. “Türkiye ya büyüyecek ya küçülecek” diyenler, ABD-İsrail kuklası Kürt
devletini Türkiye’ye kurdurmak düşüncesi taşıyanlardır. Bunun adı galiba Türkiye’yi büyütmek oluyor.
Başka bir deyişle, millî devletten vazgeçip Türk-Kürt
federasyonu kurulursa Türkiye büyüyecek, aksi halde
Kürtler Türkiye’den ayrılacak ve Türkiye küçülecektir.
Bu hesapları yapanlara şunu söylerim:
Yeni Osmanlıcılık ve tabii sonucu olan TürkKürt federasyonu örtülü bir ABD projesidir. Bu projenin 1965’te devrin Başbakanı Demirel’e dayatıldığını
Cengiz Özakıncı, “Türkiye’nin siyasi intiharı Yeni
Osmanlı Tuzağı” adlı kitabında yazdı.
Osmanlıcılık, Balkan savaşlarında, ABD mandası olma fikri de Sivas Kongresi’nde tarihe gömüldü.
Bu köhnemiş düşünceleri Osmanlı adının cazibesinden
yararlanarak diriltmeye çalışmak boşuna bir uğraştır.
DTP Başkanı Ahmet Türk’ün TBMM’de Kürtçe
konuşma yapması ise Türk devletine, devletin yasalarına, devleti temsil eden tüm kişi ve kurumlara bir meydan okumadır. Ben sizi ve yasalarınızı tanımıyorum,
demektir. Bu meydan okuma, DTP tarafından değişik
şekillerde tekrarlandı. Ancak, üstüne alınan olmadı.
Çünkü, devlet şuurları yok.
Tüm yetkililere soruyoruz: Kürtçü bölücülere,
DTP’ye suç işleme özgürlüğü tanındı da haberimiz
mi olmadı? Anayasa’da nitelikleri belirtilen Türkiye
Cumhuriyeti’ni ülkesi ve milletiyle iç ve dış düşmanlara karşı korumak gibi bir göreviniz yok mudur? Madem Kürt bölücülüğüne taviz üstüne taviz verecektiniz, binlerce mehmetçiği niçin şehit verdiğimizi söyler
misiniz?
Türkiye, çok kritik on sekiz aya girdi. Çünkü
ABD, on sekiz ay içinde Irak’tan çekileceğini açıkladı. Bu zaman zarfında, ABD işbirlikçileri Irak ve
Türkiye’de faaliyetlerini hızlandıracaklar ve görevlerini tamamlamaya çalışacaklar. Bölgesel ve ABDİsrail kuklası Kürt devletini Türkiye’ye kabul ettirmek için her yol denenecek. Şemdinli benzeri olayları
tezgâhlayabilirler. Türk halkı çok dikkatli olmalı. Yönetim uyanık durmalı.
EKONOMİK GELİŞMENİN
BELİRLEYİCİLERİ: NÜFUS
Prof.Dr. Cihan DURA - www.cihandura.com
B
ir ülkenin kişi başına gelirinin, arzu edilir
yapısal değişmeler eşliğinde sürekli olarak
artmasına ekonomik gelişme denir. Acaba bu
olgu hangi faktörlere bağlı olarak meydana geliyor? Bir ülkenin ekonomik gelişmesini belirleyen
başlıca faktörler nüfus, doğal kaynaklar, sermaye
birikimi ve teknolojik ilerlemedir. Bu yazıda söz
konusu faktörlerden nüfusun etkileri üzerinde
duracağım.
Bir ülkenin nüfusunun ancak belirli bir
kısmı üretim faktörü, yani işgücü niteliğindedir.
Bir ülkede üretime katılabilecek durumdaki
nüfusa, aktif nüfus denir.
“Aktif nüfus/toplam nüfus oranı”na “nüfus’un
faaliyet oranı” ya da “işgücüne katılım oranı”
denir. Aktif nüfus’u oluşturan bireylerin hepsi
aynı nitelikte değildir. Nüfus değişik yeteneklere
sahip, çeşitli seviyelerde öğretim ve eğitim görmüş,
deneyim kazanmış kişilerden oluşur. Aktif nüfus
içinde vasıfsız, düz işçilerin yanı sıra, vasıflı, orta
ve yüksek kalitede elemanlar da bulunur.
Nüfus ekonomik gelişmeyi biri olumlu,
öbürü olumsuz olmak üzere iki şekilde etkiler.
I) NÜFUS ARTIŞININ OLUMLU ETKİLERİ
Emek, yani işgücü bir üretim faktörüdür.
Nüfus artışı işgücünü artırır; pazarı büyütür.
İşgücü artışı bir yandan üretimi, bir yandan da
talebi artırır. Çünkü üretilen malları satın alıp
tüketecek bireyler çoğalmaktadır. Nüfus artışı bu
yönleriyle ekonomik gelişmeyi olumlu etkiler.
Gelişmenin gerçekleşmesi için üretime
katılan aktif nüfusun sayısı veya üretime katılma
süresi arttırılabilir, aktif nüfusun nitelikleri
iyileştirilebilir.
a) Fiilen çalışan insan sayısıyla, yani aktif
nüfus miktarı ile refah seviyesi arasında doğru
orantılı bir ilişki vardır. Öyleyse yapılacak ilk iş,
üretime daha fazla işçinin katılmasını sağlamak,
bunların da olabildiğince daha uzun süre
çalışmalarını temin etmek olmalıdır.
Aktif nüfusu besleyen ilk kaynak, nüfusun
artış hızıdır. Bu hız bilindiği gibi gelişmiş
ülkelerde düşük, azgelişmiş ülkelerde yüksektir.
Artan nüfustan çalışma çağına girenlerin, yani
aktif nüfusa katılabilecek olanların, fiilen çalışır
duruma sokulması lazımdır.
b) Aktif nüfusu besleyen ikinci kaynak,
faaliyet oranıdır; bu oran yükseltilebilir. Bu amaçla
örneğin gençler, öğretim süreleri kısaltılarak bir
an önce üretime sokulabilir; kadınların üretime
daha geniş oranda katılmaları sağlanabilir. Çalışma
süresi uzatılabilir. Bu sonuncusu belki, hemen
bütün ülkelerde görülen uygulamaya aykırı
düşmektedir. Ancak özellikle azgelişmiş ülkelerin,
sorunlarını bir an önce çözmeleri gerekmektedir.
Dolayısiyle
çalışma
süreleri
işgücünü
yıpratmayacak, yormayacak, iyi saptanmış sınırlar
içinde uzatılabilir.
c) Üçüncü olarak işgücünün nitelikleri
iyileştirilebilir. Nüfusun sahip olduğu niteliklerle
üretim arasında yakın bir ilişki vardır. İyi eğitilmiş,
tecrübeli işçi ve teknisyenlerin sağladıkları verim
İnceleme
5
İnceleme
6
yüksek; buna karşılık eğitilmemiş, tecrübesiz
insan gücünün sağladığı verim düşüktür. İkinci
Dünya Harbi’ni izleyen yıllarda, iyi yetişmiş insan
kaynaklarına sahip olan Almanya gibi ülkelerin,
savaşın doğurduğu çöküntüleri kısa zamanda
gidererek üretimlerini artırmaları buna iyi bir
örnektir.
Nüfusun niteliklerini yükseltmek öğretim ve
eğitimle, yani insana yatırım yapmakla mümkün
olur. Bu da, bilindiği gibi uzun süre ister, büyük
çaba ve para harcaması gerektirir.
II) NÜFUS ARTIŞININ OLUMSUZ
ETKİLERİ
Nüfus artışının olumsuz etkilerine gelince,
bunlar statik ve dinamik açılardan farklı şekillerde
karşımıza çıkar.
a) Statik açıdan yani kısa dönemde hızlı
nüfus artışı kişi başına düşen millî geliri azaltabilir.
Eğer nüfus artış oranı millî gelir artış oranından
fazla ise, kişi başına gelir düşer. Şu sebeple ki belli
bir millî gelir ya da düşük oranda artan bir milli
gelir, kalabalık bir nüfusa ya da daha hızlı artan
bir nüfusa bölüneceğinden, kişi başına millî gelir
düşük çıkacaktır. Bu da ekonomik gelişmenin
olumsuz etkilenmesi, zorlaşması ve gecikmesi
anlamına gelir. Bu durum en çok, nüfus artış oranı
yüksek, sermaye birikimi yavaş, teknoloji düzeyi
geri olan az gelişmiş ülkelerde kendisini gösterir.
O zaman nüfusun, diğer üretim faktörleriyle
uyumlu olarak artması kendini gerekli kılar. Başka
bir deyişle nüfusu hızlı artan ülkelerin gelişmeleri,
nüfus artışı yavaş olan ülkelere oranla daha hızlı
bir sermaye birikimi gerektirecektir.
b) Nüfus artışı ile kişi başına düşen milli gelir
ilişkisi dinamik açıdan ele alındığında, nüfus
artışının kalkınmayı engelleyip engellemeyeceği
hususunda “azalan verimler yasası” belirleyici
olarak karşımıza çıkar. Buna göre az gelişmiş
ülkelerde sermaye ve toprak kıt faktörlerdir. Bu
nedenle nüfus artışı; önceleri üretimi artırsa
da daha sonraları emek başına düşen sermaye
ve toprak miktarı azalacağından, üretimi
düşürecektir.
SONUÇ YERİNE
Nüfus ve ekonomik gelişme ilişkisini Türkiye
örneğinde çok genel olarak ve kısaca irdelemeye
çalışalım.
Türkiye’de işgücüne katılım oranı nispeten
düşüktür. 2001-2005 verilerine göre ortalama
yüzde 49’dur. Oysa aynı oran gelişmiş ülkelerde
yüzde 70 civarındadır. Aktif nüfus içinde vasıfsız,
düz işçi oranı yüksek, buna karşılık vasıflı, yüksek
kalitede eleman oranı istenildiği ölçüde değildir.
Türkiye’de uzun yıllar nüfus artış oranı
yüksek olduğundan işgücü artmıştır. Bu olgu hem
üretimi, hem talebi artırmış, pazarı büyütmüştür.
Nüfus artışı bu yönüyle ekonomik gelişmeyi
olumlu etkilemiştir. Ancak son yıllarda nüfus
artışının yavaşladığını görüyoruz; dolayısıyla
gelişme etkisi de artık eskiden olduğu kadar
değildir (Tablo 1).
Tablo 1
Nüfus artış oranı (%)
1980
2.19
1995
2.0
1985
2.25
2000
1.8
1990
2.19
2005
1.6
Üretime daha fazla işçinin katılmasının
sağlanması, bunların da olabildiğince daha uzun
süre çalışmalarının temin edilmesi; üretimi
artırarak refah seviyesini yükseltecektir. Bazı
kurslarla işgücünün nitelikli hale getirilebilir.
Ancak bugünkü koşullarda, AKP iktidarının
IMF’nin güdümünde bulunması böyle bir
politikayı imkânsız çıkmaktadır. IMF politikaları
sadece batı’ya yapılanborçların ve faizlerinin
geri ödenmesinin güvenceye alınmasına yönelik
olduğundan, bu tür politikalar beklemek ancak
hayalperestlik olur.
İşgücünün niteliklerinin iyileştirilmesi
ekonomik gelişmemiz açısından son derecede
önemlidir. Aktif nüfusumuz ne kadar iyi eğitilmiş
ve deneyimli olursa verim o kadar yüksek olacaktır.
Ancak bu bir uzun dönem sorunudur, Son 30
yıldır ihmal edilmiştir ve bu affedilmez bir hatâdır.
Çünkü bir kuşağın yeterince eğitilmemesi, ondan
sonraki birkaç kuşağın kalitece düşük olması
anlamına gelmektedir.
Tablo 2
Millî gelir artış (%)
2001 2002
-9.5
7.9
2005
7.6
2003
5.9
2006
6.0
2004
9.9
2007
4.5
Yukarda belirttim, son yıllarda Türkiye’de
nüfus artış hızı yavaşlamıştır. Ancak yanı sıra
millî gelir artışları da istikrarsızlaşmıştır (Tablo
2). Sonuç; kişi başına gelir artışlarının da
istikrarsızlaşması, artış eğiliminin kırılması, başka
bir deyişle büyümenin yavaşlaması olmuştur. Reel
sermaye birikiminin duraklaması da bu eğilimi
ayrıca pekiştirmiştir. AKP döneminde büyük
âlayişle ilan edilen gelir artışları; ithalatın,
tüketimin, borçlanmanın ve birtakım istatistik
tanım değişikliklerinin ürünüdür.
7
TÜRK MİLLÎ KÜLTÜRÜMÜZÜN
DESTANLARIMIZ
Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi - El. Mek.: [email protected]
D
estan kelime olarak tarih öncesi kahramanlarla ilgili kahramanlık hikayelerini ve olağanüstü olayları anlatan
koşma biçiminde yazılmış edebî eserlere verilen addır.
Yakın zamanlarda biçim ve içerik yönünden, edebî
şeklin terk edilerek geleneksel destanlardan ayrılarak
serbest vezinle yazılmış kahramanlık şiirlerine de destan denilmiştir. Destanlarda sadece zaferlerle dolu kahramanlıklar anlatılmaz, yenilgiler, felaketler de anlatılır. Meselâ Türk Millî Destanı Oğuzlama’da (Bursa
1971, II, 99) Kazan Bey’in karargâhının basılması,
yakılması, yağmalanmasının anlatımı (ki uzuncadır)
şöyle başlar:
“Gece ortası: // Ateşler içindedir // Kazan
Bey’in ordası (karargâhı)! // Kâfir ne taş yürekli! //
Dokuz kubbeli dokuz direkli, // İbrişim ipli, gümüş
kazıklı çadır // Yanıyor çatır çatır // Bir iş ki alçakçadır…//
Ancak destanlar felaketleri de anlatmakla birlikte bu felaketlerden kurtaran, milleti ümitlendirecek,
kurtaracak kahramanlıkları da olayların arkasına yerleştirir. Topluma, okuyana yaşama gücü ve azmi verir.
Merhum destan şairi Basri Gocul, Oğuzlama’sında
bu güven duygusunu şu dörtlüğünde özetler:
“Ey Kandaşım! Şunu zihnine koy ki: // Soyunun eşi yok altında göğün! // Soyun öylesine seçkin
bir soy ki: // Onunla her yerde, her zaman öğün.”
Orhan Şaik Gökyay ise Destan adlı şiirinde aynı
güven ve kahramanlık duygusunu şöyle dile getirir:
Serhatlerde açtığın bayraklar bizim için
Öpüp kokladığım şen gaza gülleridir:
Savaş baba mirası, atalar hüneridir,
Bastığımız her toprak şan saklar bizim için,
Ruhumuzda her köşe hatıralarla zengindir.
Destanların çeşitlerini edebiyat tarihlerinde bulmak mümkündür. Bunlar konularına göre millî destanlar, dinî destanlar, kahramanlık destanları, halk
destanları olarak sıralanabilir. Tarih sırasına göre Türk
destanları İslâm’dan önceki Türk destanları, İslâmî dönem Türk destanları, günümüzde yakın tarihimizle ilgili destanlar diye sıralanır.
Destanlar o milletlerin ilk tarihleridir. Destanlarda olaylar ve kahramanlar anlatılır. Kendilerini kurtaran bu kahramanların hatıraları hayal gücünün de katılımıyla efsaneleştirilir, yüceltilir. Prof. Dr. Mehmet
Kaplan bu konuyu (Bk: M. Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul 1972, 14) şöyle açıklar:
“… Şunu unutmamak lazımdır ki, eski çağlardaki insanlar dünyaya bizim gibi, çıplak akılcı bir gözle
bakmıyorlardı. Hükümdar ve kahramanlar onlar için
dinî ve efsanevî bir şahsiyete sahipti. Destanları okurken, onlarda bize masal gibi görünen unsurlara dikkat
etmek gerekir. Şu halde destanların önemi tarihî hadiseleri aksettirmekten ziyade, eski çağlardaki insanların inançlarını, hayata bakış tarzlarını ve kıymet
hükümlerini ihtiva etmesidir.”
Destanlar milletlerinin yaşama tarzını, hayat ve
dünya anlayışlarını, değer yargılarını… gelecek kuşaklara ileten, yaşama gücü, özgürlük ve güçlülük aşılayan
eserlerdir. Bu destanlarda milletlerin günümüze ışık
tutan yaşayış ve hayata bakış tarzı, tabiatı algılamaları,
dinî anlayışları, çalışma metotları, hayata bağlılıkları, ideal insan tipleri, egemen olma duyguları, sanatları, terbiye anlayışları, atasözleri (Bak: Cevat Heyet,
“Oğuzname”, Türk Kültür Dergisi, Kasım 1988, Sayı
307, 38-43) ve benzeri kültür unsurlarını (öğelerini)
buluruz. Bütün bunlar o millet halkının kimlik kazanmalarını sağlar.
İslâm’dan önceki Türk destanlarında geçen kurt
motifi günümüzde bazı kişilerce yadırganmış ve haksız tenkitlere uğramıştır. Türk kültür tarihçilerimizin
bulgularına göre atalarımız hiçbir zaman hiçbir puta,
ağaca, hayvana tapmamışlardır. (Bkz: A. Vehbi Ecer,
İnceleme
KAYNAKLARINDAN BİRİ
İnceleme
8
“Türklerin Eski Dini”, “Eski Türklerde Vahdaniyet”,
“Türklerin Eski İnançlarında İlahî Din İzleri”, Töre
Dergisi, 1982-1983, Sayı 139, 140, 141). Türklerde
totemcilik de yoktur. Bütün milletlerin ilk dönemlerinde kabile adlarının veya o kabilenin türeyişlerinin
bir hayvan veya bitkiye bağlanması gerçeği vardır. Bu,
o hayvan veya bitkinin tapınılan totem olduğunu göstermemektedir. Peygamberimizin aralarında yaşadığı
Arap boyları da bazı bitki ve hayvanlardan geldiklerini
belirten adlarla çağrılırlar ve bu adlarla çağrılmaktan
da gurur duyarlardı: Benu Kureyş (Köpekbalığı Oğulları), Benu Fihr (Kaya Oğulları), Benu Kelb (Köpek
Oğulları), Benu Sa’lebe (Tilki Oğulları), Benu’l-Esed
(Aslan Oğulları)… gibi.
Türk Türeyiş destanlarında kurt ata’nın bulunuşu doğrudur. Kurt Türklerde saygıdeğer bir hayvandır. Kurt, Türklerin annesi, atasıdır. Yol gösteren
gök yeleli, gök tüylü devlet sembolu yiğit bir varlıktır.
Bütün Türk boylarının saygı duyduğu fakat asla tapmadığı, birleştirici bir semboldür.
Araştırmacı Dr. Yaşar Kalafat, “Göktürklerden
Günümüze Türk Halk İnançlarında Kurt” adlı makalesinde (Bkz. Erciyes Dergisi, Mart 2007, Sayı 351,
15-20) kurt motifinin bugün birçok Türk boyları arasında bile önemli bir yer tuttuğuna işaret eder. Onun
verdiği bilgilere göre: “Erken devir Türklerinde en
önemli hayvan sembollerinden biri kurttur. Türklerde türenilen varlık olarak sayılan kurtlar daha ziyade
Gök menşeli olarak kabul edilmiştir… Zamanla kurt,
devlet, hükümdarlık ve yiğitlik gibi kavramlarla ilişkilendirilmiştir. Göktürk ve Uygur devri freskolarında
kurt başlı bayrak tasvirleri görülmektedir.”
Gene Dr. Yaşar Kalafat’ın Türk töresindeki kurt
motifi için kullandığı “kutlu idiler” cümlesini nakletmek istiyorum. Ayrıca aynı makalede kurdun bayraklarda kullanılışının sebebini de şu cümlelerle açıklıyor:
“Tek Tanrı inancına dayanan ve Gök Dini diye
isimlendirilen din Gök Türkler’in dini idi. Bu dine
Tengricilik de denmektedir. Bu dinde Kağanlar da
Gök’de Kut buluyorlardı. Göksel bir varlık olduğuna
inanılan Kurt da şüphesiz Tanrı değildi, Göksel olması
itibariyle Kut bulmuş olacağından sadece kutsaldı. Kut
bulmuş Kağan’ın bayrağına kutlu hayvan Kurt yakışırdı.”
Bugün bazı devlet ve dernek armalarında yer
alan Bozkurt anlayışına benzer anlayış ve inanış biçimlerine başka milletlerin mitolojilerinde rastlıyoruz.
Önceki satırlarda işaret ettiğimiz üzere Araplar’ın nasıl
ki Benu Kelb (Köpek Oğulları) kabilesi köpeği sadakati yönünden benimsediğini, Benu Fihr (Kayaoğulları), kaya gibi güçlülüğü ifade etmek için kullanmış ise
Türkler de kurt gibi yılmaz ve saldırganlığını benimseyerek kabullenmiştir (Bkz: A.V. Ecer, İslâm Tarihi
Dersleri, Kayseri 2000, I, 89 - 111; Ü. Günay – H.
Güngör, Türklerin Dinî Tarihi, İst. 2007, 133-137).
Atalarımız Tek Tanrı’ya, ahiret’e ve öldükten sonra
dirilme’ye, cennet’e, cehennem’e iyilik yapma ve ahlaklı davranmanın gereğine inanmışlardır.
Gençlerimiz ve halkımız destanlarımızla hayata
daha çok bağlanmalı, kendilerine güvenlerini artırmalı,
yılgınlıktan uzaklaşmalı ve Türk millî kültürü ile kültürlenmelidir.
Yazımıza çağdaş destancılarımızdan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Desta-nı’ndan
(İst. 1971, 48) birkaç dörtlük ile bitirmek istiyorum:
“Bugün bu er meydanına
Göz kırpmadan girilmeli!
Yırtılmalı çelik zırhlar
Tunç miğferler kırılmalı!
“Haydi çekin kılıçları!
Zırhları delsin uçları.
Görünsün Bizans burçları
İstanbul’da durulmalı!
“Savaşa giren her yiğit,
Ya gazi olur ya şehit!
Cesedim istemez lahit,
Kaftanıma sarılmalı!
“Yaşlılarınız!.. Genciniz!..
Yoz yeleli Kurt öncünüz,
Zafer olsun sevinciniz…
Allahhh!.. deyip vurulmalı.”
9
MİLLÎ MÜCADELE’YE KARŞI PADİŞAH EMRİ VE
İnceleme
SADRAZAM BEYANNÂMESİ
Mehmet ÇAYIRDAĞ
G
eçen yazımızda Milli
Mücadele’nin karşısında, onu isyan hareketi
olarak niteleyen İstanbul’dan Şeyhülislam’ın fetvasını; buna karşılık
Ankara’dan, bu hareketin millî bir cihat hareketi olduğu hakkında, aralarında Kayseri Müftüsü Ahmet Remzi
Efendi’nin de bulunduğu 153 Anadolu
müftüsünün fetvalarını okuyucularımıza sunmuştuk. Bu yazımızda yine
Mehmet Tevfik (Biren)’in “II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri
Hatıraları” ından aldığımız, Padişah
Vahdeddin’in, bu sıradaki hükümet değişikliği hakkındaki hatt-ı hümayunu
(emri)’ nu ve hükümet başkanlığına bu şekilde dördüncü defa tekrar getirdiği eniştesi Damat Ferit Paşa’nın
millete beyannamesini aktaracağız.
Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa’ya karşı anlayışlı davranan Salih Paşa hükümetinin baskılar karşısında istifası üzerine 18 Nisan 1920’de dördüncü defa
sadarete getirilen Damat Ferit Paşa’ya, bu göreve getirilmesi üzerine Padişah tarafından verilen hatt-ı hümayun şu şekildedir (sadeleştirilmiş olarak):
Yüksek vasıflı vezirim Ferit Paşa
Senden önceki Sadrazam Salih Paşa’nın istifa etmesi üzerine sadrazamlık (başvekillik) makamı, bilinen
ehliyet ve dikkatinizden dolayı tarafınıza tercih kılınmış
ve Şeyhülislamlık dahi Dürr-i zâde Abdullah Bey uhdesine havale edilmiştir. Kanun-ı Esasi (Anayasa)’nin
27. maddesi mucibince teşkil eylediğiniz yeni vekiller
heyeti (hükümet) tasdikinize sunulmuştur. Mütarekenin (ateşkes, Mondros Mütarekesi) imzalanmasından
itibaren yavaş yavaş barış noktasına yaklaşan siyasî durumumuzu, milliyet adı altında meydana
gelen karışıklık (Milli Mücadele)
vahim bir hale getirmiş ve buna
karşı şimdiye kadar alınmasına
çalışılan düzenleyici tedbirler
faydasız kalmıştır. Daha sonra
ortaya çıkan olaylara göre bu
isyan halinin devamı, Allah korusun daha vahim bir hale dönüşebileceğinden bu karışıklıkların
bilinen tertipçileri ve teşvikçileri
haklarında kanunî hükümlerin
icrası ve fakat gafil olarak bu
kalkışmaya katılmış olanlar hakkında umumi af ilânı ve bütün memleketimizde asayiş
ve intizamın iade ve temini tedbirlerinin tam bir sürat
ve kesinlikle yerine getirilmesi ve bütün sadık tebamızın bu suretle de saltanat ve hilafet makamına muhakkak olan değişmez bağlılığının sağlamlığı ve bu cümle
ile beraber Muazzam İtilaf Devletleri (işgalciler) ile
samimi ve tatminkâr bağlılık tesisine (!) ve millet ve
devletin menfaatini, hak ve adalet esasına dayanarak
müdafaasına özen gösterilerek barış şartlarının orta
halli olmasına ve barışın (Sevr Anlaşması) bir an evvel yapılmasına gayret gösterilmesi ve o zamana kadar
her türlü malî ve iktisadî tedbirlere girişilerek halkın
sıkıntıya düşmesinin mümkün olduğu kadar azaltılması kesinlikle arzumuzdur. Cenab-ı Hak ilâhî yardımına
mazhar eylesin. 15 Recep 1338 – 5 Nisan 1336.
Mehmed Vahdeddin
Bu fermanı alan Sadrazam (Başvekil) Damat Ferit Paşa, Şeyhülislam Dürr-i zâde’nin daha önce yayın-
10
İnceleme
ladığımız fetvasına da dayanarak millete şu beyannameyi yayınlamıştır:
Devlet-i Osmaniye bugün misli görülmemiş bir
çevrilme içindedir. En hakiki manasıyla vatan tehlikededir. Millet bilmeyerek, istemeyerek sürüklendiği
o dehşetli muharebede malen ve canen en büyük fedakarlıklara katlandığı halde nihayet katiyen mağlup
olmaktan kurtulamamış ve o zamanki hükümet tarafından akdolunan mütareke ile galip devletlere arz-ı
teslimiyet eylemiş idi. Artık bu elemli neticeden ibret
alarak bundan sonra olsun, akıl ve hale uygun bir selamet yolu tutmalı idi. Fakat bu hakikat de layıkı veçhile
anlaşılamadı. Birtakım kişilerin, yalnız hırs ve menfaat
sebebiyle Teşkilat-ı Milliye (Kuvay-ı Milliye) unvanı
altında meydana çıkardıkları fitne ve fesat bir taraftan
siyasî vaziyetimizi son derece tehlikeli bir hale getirdi,
diğer taraftan da muharebede uğradığımız zayiattan ve
hususiyle harp senelerinde yapılan türlü türlü suistimaller ve cinayetlerden dolayı derin bir surette yaralanan mukaddes vatanımıza yeniden yeniye yaralar açtı.
Birtakım çirkin hadiseler de Avrupa ve Amerika efkar-ı
umumiyesinde aleyhimize şiddetli bir fikir ve cereyan
peyda ve sulh şartlarının bir kat daha şiddetlendirilmesi
neticesini doğurdu (tam tersine Milli Mücadele devam
ettikçe Sevr şartları lehte değiştirildi).
Nihayet bu hallerin tesiriyle Düvel-i Muazzama
(Büyük Devletler) mütareke hükümlerini İstanbul’a
muvakkaten (!) askeri işgal altına almak suretiyle de
tatbik ettiler. Buna karşı erbab-ı isyanın (Anadolu hareketinin) payitaht (başşehir) ile Anadolu arasındaki
irtibatı kesmeye teşebbüs etmeleri ise en büyük bir
hıyanet-i vataniyedir. Bu halde Teşkilat-ı Milliye denilen isyan hareketi, hem Anadolu’yu korkunç bir istilaya uğratmak, hem de devletin başını gövdesinden ayırmak felaketini hazırlıyor. Bugün Millet-i Osmaniye’nin
en büyük düşmanları, yalancı milliyet davasıyla şahsî
ihtiraslarına vatan ve milleti feda edenlerdir. Bunların
öyle felaketli bir akibeti hazırlamak için buldukları
çare ise ağır bir cinayet silsilesidir. Kanun-ı Esasi’yi ve
devletin kanunlarını ayak altına alarak ahaliden cebren
para toplamak, zorla asker almak, para vermeyenleri
ve böyle fena bir maksatla askerliği kabul etmeyenlere
eziyet etmek, öldürmek, köyleri basıp yağma etmek,
köyleri hatta kasabaları vurmak gibi fenalıklar devamlı
tatbik olunmaktadır. Halbuki bu fiillerin ilâhî emirlere
aykırı ve şeriat nazarında reddedilmiş olduğu, sureti ekli fetvay-ı şerife (Dürr-i zâde fetvası) ile de teyit
edilmiştir.
Vatan-ı Osmaniye’nin duçar olduğu türlü türlü
musibetlerin tamiri ve yetki ve kuvvet itibariyle uğradığımız zayiatın telafisi, lüzumundan dolayı, hükümetimiz indinde bugün her ferdin hayatı ve faaliyeti her
zamandan ziyade kıymetdardır. Bu cihetle hükümet,
vasıl olmak istediği hayır ve kurtuluş maksadına kan
dökmeden kavuşmayı her şekilde tercih etmekle beraber devletin ve milletin hakikaten tehlike içinde bulunan hayatını ve selametini kurtarmak için yola gelmeyenleri şeriat ve kanunlar mucibince ve hatt-ı hümayun
(padişah emri) ile tebliğ olunan irade-i seniye-i Hazret-i
Hilafet-penahi (Hazret-i Halifenin yüce buyruğu)’na
uyarak yola getirmekte tereddüt etmeyecektir.
Binaenaleyh, evvela isyan hareketlerinin (Milli
Mücadele) tertipçisi ve teşvikçisi olanların kandırmak
ve tehditlerine kapılarak ve yaptıklarının neticesi ne
kadar vahim olacağını düşünmeyerek onlara iştirak
edenlerden bir hafta zarfında nedamet gösterenler ve
şevketlü Padişahımız Efendimiz Hazretlerine sadakat
arz edenlerin yüksek aflarına mazhar olacakları, ikinci olarak tertipçi ve teşvikçilerin ve onlarla beraber
harekette inat edecek olan asilerin şer’an ve kanunen
cezalandırılacağı ve memleketin herhangi cihetinde
olursa olsun, gerek ahali-i İslamiye tarafından ahalinin
muhtelif sınıflarına, gerek gayrimüslim halk tarafından
Müslüman ahaliye karşı düşmanlık ve tecavüzde bulunulmasına hükümetçe hiçbir vechile uygun görülmeyeceğinden böyle bir hal vukuunda buna cüret edenlerin ve o hususta müsamaha ve iştiraki görülenlerin
şahsen ve en şiddetli şekilde cezaya çarptırılacakları
ilân olunur.”
Evet, Milli Mücadeleye karşı meşru İstanbul
Hükümeti’nin kanaati ve kararları bunlardı. Memleket
için hayatını ortaya koyanları asi (bagi) olarak suçluyor ve haklarında gerekli hükmü veriyorlardı. Bunlara
dayanarak, hükümetin İstanbul’daki bir bakıma sivil
toplum kuruluşlarından en önemlisi olan Teali-i İslam
Cemiyeti’nin Yunan uçaklarından halka dağıttığı beyannamesini de gelecek yazımızda yayınlayacağız.
11
( Hasbekli Hoca )
(1902 - 1981)
Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR
1318/1902 Yılında Yunanistan’ın Selânik vilâyetine bağlı Kayalar Kasabası’nın Baraklı köyünde
dünyaya gelmiştir.
Balkanların karışması üzerine Selânik’in Baraklı
köyünden 16 yaşında iken babasıyla Türkiye’ye hicret
etmiş, Giresun, Zile, Suşehri’ni dolaşarak Yozgat’ın
Güllük köyüne yerleşmeyi uygun bulmuşlardır. Bir
taraftan okumak, hafızlığını ve Arapçasını geliştirmek
ve bir taraftan da geçimini temin için ticaret yapmak
istiyordu. Bu arzularını gerçekleştireceği en uygun yer
olarak Yozgat’ın Sarıkaya kazasının Hasbek nahiyesini
seçti. Bir taraftan ilimle meşgul olurken, öbür taraftan
da Kayseri’ye buğday satmaya gelirdi. Küçüklüğünden beri cami ve cemaate düşkündü. Bunun için de beş
vakit namazını camide kılmaya özen gösterirdi. Onu
yakından tanıyan arkadaşları namaz bitiminde “aşr-ı
şerif” okumasını kendisinden rica ederlerdi. O da
okurdu. Cemaat de huşû içinde dinlerdi. Bir defasında
yine Kayseri’ye geldiklerinde daha sonra uzun yıllar
imamlığını yapacağı Hunat Cami-i Şerifinde o tok ve
davudi sesiyle bir “Aşr-ı Şerif” tilavet eder. Tüm Cemaat hayran kalır. Cemaat arasında bulunan ve Resul’ü
Ekrem Efendimizi rûyâsında görme şerefine nail olan
Kayseri eşrafından Hacı Seyit Mehmet Efendi hayranlığını gizleyemez ve şöyle der: “Aman Hafız Efendi, sizi Kayserimize kazandıralım, her türlü masraflarınız da bize aittir.” der.
Bu arada Kayseri’mizin eşrafından kendisi gibi
ahlâken mazbut bir hanımla evlendirilir. Evlilik hayatı
vefatına kadar devam eder. Bu evlilikten iki erkek ve
iki kız olmak üzere dört çocukları olur.
Mümin Hoca Yozgat’ın Hasbek nahiyesinden
geldiği için Hasbekli ismi ile bilinmektedir. Hasbekli Hacı Mümin Hoca uzun zaman maddi ihtiyaçlarını
Hacı Seyit Mehmet Efendinin yanında kumaş mağazasında tezgâhtarlık yaparak temin etmiştir.Daha
sonra da hocası olacak Kurra Hafız Mahmut Mahir
Kuşçulu’nun İstanbul’a gitmesi üzerine Hunat Hatun
Cami-i baş imamı olarak görev almıştır.
Sıhhatli bir hayat, uzun bir ömür yaşamıştır.
19.01.1981 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Mezarı Asri Mezarlıktadır.
ÖĞRENİMİ
Baraklı Köyü İlk Okulu’ndan mezundur. İlk tahsili sırasında Kur’an-ı Kerim öğrenmeye başlamış,daha
sonra memleketin kıymetli hafızlarından hıfzını tamamlamıştır. Kayseri’ye geldiğinde çıraklık dönemini çoktan geçirmişti. Onu Kayseri’ye çeken en büyük
cazibe de daha sonra hocası olacak Kurra Hafız Mahmut Mahir Kuşçulu’dur. Üstadı Mahmut Kuşçulu’dan
hıfzını tekrar etmiş, talim dersi almış ve “aşere-takribtayyibe” okumuştur.
Hocası Hacı Mahmut Efendi hazretleri kendi yerini dolduracak bir zat olarak gördüğü için, bir gün onu
huzuruna çağırmış ve: “Yâ Rabbi, Kelâm-ı Kadim’ine
hizmet edecek gözümün nûru bu hafızımızın ağzını
bozma ve sıhhatini daim, ömrünü uzun eyle” diye dua
etmiştir. Merhum Hasbekli Hoca, hocasının bu duası
İnceleme
HACI MÜMİN AKAN
12
İnceleme
sebebiyledir ki, vefatına iki ay kala tek bir azı dişi rahatsızlanarak çekilmiştir. Bundan dolayı çok üzülmüş,
ömrünün bitmek üzere olduğunu idrak ederek, zaman
zaman ağlamıştır.
GÖREVLERİ
Üstât bir taraftan Kur’an talimiyle meşgul olurken, bir taraftan da hafız yetiştirmiştir. Hacı Seyit
Efendi’nin yanında tezgâhtar olarak çalışırken “aşeretakrib-tayyibe” de bildiği için hocasının da isteğiyle
Hunat Hatun Camii imamlığına getirilmiştir. Ayrıca
camide devam eden Kur’an kursunun başına gelerek hafız yetiştirmeye başlamıştır. Camide başlayan
Kur’an kursu daha sonra 1948
yılında Kiçikapı’daki Ömer
Taşçıoğlu’nun tahsis ettiği binaya taşınmıştır. Vefatı olan 1981
yılına kadar bu binada öğrenci
yetiştirmiştir.
Ayrıca yaz-kış, gecegündüz onun hiç boş vakti olmamıştır. Ayrıca sarf ve nahiv
ilimlerinde de üstattı. Zaman
zaman hadis ve tefsir ilimleri de
okutmuştur.
Hasbekli Hacı Mümin
Hoca’nın öğretmenliği bu meslekte hizmet gören ve görecek
herkese örnek teşkil eder. O bu
sahada başarının zirvesine ulaşmış, binden fazla hafız yetiştirmiştir.
Kendisini, bir gün yetiştirdiği hafızlar ziyaret ettiklerinde “Hocam talebeleriniz çok ama hiç birimiz sizin gibi okuyamayız” dediklerinde: “Efendiler, biz de hocamız gibi okuyamayız.
Kur’an muciz, okuyan âcizdir. Kur’an’a küllünüzü
vermezseniz, o size cüz’ünü vermez” demiş ve ağlamıştır.
Böylece anlıyoruz ki, Mümin Hafız’ın başarısındaki sır: Kur’an’a kendini tamamıyla vermesi,
Kur’an’a sonsuz hizmet aşkıdır.
YETİŞTİRDİĞİ HAFIZLAR
Bine yakın hafız yetiştirdiğini daha önce belirtmiştik. Bu yetiştirdikleri arasında gerçekten gerek
ilâhiyat dünyasında, gerek akademi dünyasında, gerekse diğer sahalarda görev alan nice öğrenciler vardır ki
saymakla bitmez.
ÖZELLİKLERİ
Kendisi güçlü bir cüsseye, Kur’an-ı Kerim’min
hizmetinde yılmak bilmeyen bir azme ve enerjiye sa-
hipti. Zahiri görünüşü itibariyle vakar, disiplin, ciddiyetin sembolü, yüzü çok nadiren gülen, fakat iç âlemi
tepeden tırnağa merhamet ve şefkat dolu bir hafızdı.
Vakit namazlarında camisine gider, gecenin geç
saatlerine kadar ders okutur, hemen günün 16 saatini
okulda geçirirdi. Sabah namazından çok evvel okula
gelir, öğrencilerini namaza kaldırırdı. Daha dış kapının zincirli anahtarlarının sesini duyan tüm öğrenciler
yataklarından fırlar, abdest almaya koşarlardı. Sevgi,
saygı ve samimiyet içinde büyük bir disiplin anlayışıyla hocamıza hürmet ederler ve yataklarında kimse
yatar vaziyette bulunmazdı.
Sabah namazlarına topluca gidilir ve namazı müteakip hafız adayları yanına otururlar, ders dinlerlerdi. Hoca’nın aynı
anda 3 - 5 kişinin dersini birden
dinlediği olurdu. Kimsede en ufak
bir suiistimal olamazdı. Dersini
yapamayanlar aynı anda cezalarını
görürlerdi. Sabah namazıyla başlayan bu ciddi çalışmalar yatsıya
kadar devam ederdi. Hocamız bu
zaman zarfında kurstan hiç ayrılmazdı. Hemen her gün geceleri de
gelir öğrencileri uyku hallerinde
bile kontrol ederdi.
Camide daima başları yerde
Kur’an-ı Kerim’i okur, mihrapta cemaatine bakmaya dahi hayâ
ederdi. Her zaman başı eğik olarak
yürür, hiç kimsenin önüne geçmez,
en küçüklere dahi iltifat ederdi.
Öğrencilerin çalışmalarını
devamlı kontrol eder, kursun diğer işlerini de yürütürdü. Yatsı namazını müteakip öğrenciler yatarlar, kendisi ise ayrıca hıfzını ikmal etmiş veya etmek üzere
olanlara Arapça, Hadis dersleri okutur, gecenin geç
saatlerinde evine giderdi. Bir ömrü böyle geçmiştir.
Yıllarca çalıştığı kurumda bir defa olsun senelik
ve hafta izni kullanmamıştır. Sadece her yıl âşıkı olduğu Beytullah’ı ve Rasülullah’ı ziyaret etmek üzere
Hac’ca giderdi. Yolculuk esnasında Hac arkadaşlarının
ısrarları üzerine Şam-ı Şerifte, Mescid-i Aksa’da ve
Hicazda Kur’an-ı Kerim tilavet ederdi.
İmam-Hatiplik görevinden ayrıldıktan sonra Dernek yöneticileri ile Hunat Camisi’ne giderlerdi. Ezanlar okunurken camiye gelen Hasbekli Hoca’yı gören
imam ve müezzin iki koldan yatsı namazını kıldırması
için sarık ve cübbeyi giydirirlerdi.Hoca Efendi mihraba geçer ve namazı kıldırmaya başlardı. Hoca Efendi ile birlikte âşıkı olan cemaati, hıçkırıklar içerisinde
namazı eda ederlerdi. Namazı müteakip bütün cemaat,
hocanın eline sarılarak ondan feyiz almak isterdi:
İnceleme
13
“Bilâl-i Habeşi Hz.’nin Medine-i Münevvere’yi
teşriflerinde okuduğu ezanı Muhammedi’den Müslümanların duyduğu huşu ve feyzi, bu gün biz de duyduk.” şeklinde anlatımları hâlâ dillerdedir
Merhum Hoca gayet sade, temiz ve güzel giyinirdi. Kendilerine yapılacak her türlü hediye ve iltifatların öğrencilerine yapılmasını arzu ederdi. Kendisi
tükenmez bir kanaate sahipti.
Bir kısım insanlar hocamızı Kur’an Kursu’ndan
ayırmak isterler. Hoca Efendi ziyaretine gelenlere:
“Bir ömür boyu balığın suda yaşadığı gibi ben
Kur’an ikliminde ve havasında yaşadım. Benim buradan ayrılmam benim ölümümdür” demiş ve ağlamıştır.
Daha sonra öğreniyoruz ki Kur’an Kursu’ndan ayrılmasıyla ölümü arası 40 gün sürmüştür.
Hastalığının artması üzerine Fakülte hastanesine
kaldırılır. Hastalığını duyan öğrencileri ve sevenleri
hastaneye akın ederler. Bir gün takatsiz ve dalgın bir
vaziyette hasta yatağında iken, misafirlerinin gelmesiyle uyanır ve gelenlerle sohbet etmeye başlar. Allah’tan
gelen hastalığa şükrederek, hastalığı ve ölümü bile aklına getirmeyerek üç şeyden dolayı üzüntü duyduğunu
şöyle anlatır:
1- Evimden fazla sevdiğim Kur’an Kursu’ndan
ve hafızlarımdan ayrılmaktan.
2- Ahiret dostlarımdan ayrılmaktan.
3- Ta çocukluğumdan beri kazaya bırakmadığım
namazımı kılamamaktan.
Edeb ve hayâ timsali olan Hoca Efendi kendisini ziyarete gelenlerden dolayı “ Kardeşlerimize sıkıntı
ediyoruz” diyerek üzülmüşler, gelenlerden haklarını
helâl etmelerini istemişlerdir.
SONUÇ
Görüldüğü gibi evlâd-ı fatihândan olan Merhum
Mümin Akan Hoca, yaygın şöhretiyle Hasbekli Hoca,
yıllarca Kur’an-ı Kerim’in öğretilmesi ve nice hafızların yetişmeleri gibi yüce bir görevi yerine getirmek
için bir ömür harcayan bir değerdir.Yetiştirdiği öğrenciler de bunun delilleridir.
Konfiçyüs: Karanlığa küfredeceğine bir mum da
sen yak, der. Mumun bir özelliği, karanlığı aydınlatırken kendi erir ve yok olur. Gönül erleri de böyledirler.
Bir ömür de Kur’an öğretiminde son derece verimli
fakat gösterişsiz bir halde tamamlanmıştır. Hasbice çalışan insanlarımız ne kadar çoğalırsa; her sahada verim
de o kadar artar. Bundan da özellikle milletimiz yararlanır.
KAYNAK
1.Taşçıoğlu Kur’an Kursu Arşivi
2.Hafız Mehmet Zeki Hüdaverdi’nin notları.
3.Talebesi olan Prof.Dr.M.Kemal Atik’in sözlü hatıralarından.
4.M.Zeki Bozdoğan, Hasbekli Hafız Mümin Hoca ve
Taşcıoğlu Hâfız Okulu, Kayseri byy.
14
Söyleşi
PROF.DR. AHMET UĞUR
İLE SÖYLEŞİ
Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR
A
hmet Uğur, 1944’te Akkışla/Kayseri’de doğdu. İlk tahsilini memleketinde. Orta tahsilini
Kayseri İmam-Hatip Lisesi’nde yaptı. Aynı yıl
Niğde Lisesi ve Öğretmen Okulu diplomasını aldı.1966’da
AÜ. İlahiyat Fakültesi’den mezun oldu. Kırıkkale İmam
Hatip Lisesi’nde göreve başladı. Doktorasını İngiltere’de
“Selim-nâme” adlı teziyle tamamladı. 1975’de AÜ. İlâhiyat
Fakültesi İslâm Tarihi kürsüsüne girdi. 1979’da “Osmanlı
Siyaset-nâmeleri” adlı çalışmasıyla Doçent, 1985 tarihinde
de Profesör oldu.
EÜ. İlahiyat Fakültesinde idareci ve bölüm başkanı
olduktan sonra 2008 yılında emekliye ayrıldı. Bu arada araştırma ve inceleme için İngiltere’de, Tunus’ta, Kazakistan
Uluslararası Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde ve Hindistan
Yeni Delhi’de Jamia Millia İslâmia Üniversitesinde görev
yaptı.
Yayınlanmış 16 eseri olan Prof. Dr. Ahmet Uğur, yurt
içinde ve yurt dışında düzenlenen kongrelere katılıp tebliğler sunmuştur. Yayınlanmış şiirleri de bulunan Prof. Dr. A.
Uğur evli ve üç çocuk babasıdır.
TÜRK-İSLÂM TARİHİ
Bilgiyurdu: Sayın hocam, Bilgiyurdu adına bir söyleşide bulunmak istiyoruz. Ele almak istediğimiz konu, önce
Türk-İslâm tarihi, büyük emek vererek hazırladığınız siyasetnameler ve bunlardan çıkaracağımız dersler. Ayrıca İngiltere, Tunus, Kazakistan ve Hindistan’da bulunması sebebiyle,
hatıralarından faydalanarak buralardaki Türk kültürünün
izlerini öğrenmeye çalışacağız
Evet hocam! Neden Türk-İslâm Tarih? Bu sahadaki
amaçlarınız nelerdir? Zira, İlahiyat Fakültelerimizde görev
yapan İslam tarihçilerimiz yılda bir defa bir araya gelerek,
sahanın kapsamı ve özellikle sizin üzerinde durduğunuz
metot konusunu görüşüyorlar. Buna niçin gerek görüyorsunuz?
A.Uğur: Evvela bana böyle bir konuşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Derginizin gücünü biliyorum.
Türk kültürü için önemsiyorum ve uzun ömürlü olmasını
diliyorum.
Yıllar önce ben Kayseri’ye geldiğimde, İslâm tarihi
öğretim üyeleriyle ilk toplantıyı burada yapmıştık. Son toplantımız ise Urfa’da oldu. Bu toplantılarda konunun kapsamı, kaynakları, metodu vs. ele alınmaktadır. Bizler bir şeyler
yapmak istiyoruz ama esas mesele diğer İslâm ülkelerinin
konuya yaklaşmalarıdır.
Kapsam olarak İslâm tarihi nerede başlar, nerede
biter? Esas mesele bu. Meselâ Suudiler’e göre İslâm tarihinin konuları dört halife devrinde biter. Diğer kısım yani
MS. Emeviler ve sonrası siyasî tarih olarak değerlendirilir.
Iraklılar MS. 1258’de Moğolların buralara gelmesinden ve
Bağdat’ı yakıp yıkmalarından sonrasını siyasi tarih sayarlar.
Mısırlılar;1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Arap topraklarını Osmanlılara katmasına kadar devam ettirirler ve bu
tarihte bitirirler. Biz ise; cahiliye döneminden bugüne kadar
getiririz. İnşallah bu da kıyamete kadar devam edecektir.
Bir gün öğrencilerime: İslâm tarihi denince ne anlıyorsunuz? diye sorduğumda şu cevabı verdiler: Hocam!
Peygamberimiz dönemini ele alalım ve bunun etrafında
dönelim, dediler. Bu görüş çok eksiktir. Bu da kapsamını
bilmeden bir İslâm tarihinin yazılamayacağıdır. Bu itibarla
İlâhiyat Fakültelerinde bir İslâm tarihi derslerine ilaveten
bir de Türk-İslâm tarihi ilâve edilmiş ve bu konuda ciddi yayınlar yapılmıştır. Bu sebeple, İslâm tarihi, İlk dönem Türk
Tarihi ve Osmanlı tarihi bilinmeden, kim ne derse desin, yarım kalır.
İslam kurumlarını incelerken ta ilk dönemlerden başlayarak Osmanlının kurduğu İslâm müesseselerini ele alır,
bugünlere kadar getirirsiniz. Meselâ: Bir Kocatepe Camiini, Hindistan’daki Taç Mahal Türbesi’ni İslâm mimarisi
içerisine nasıl almazsınız! Bence İslâmiyet yaşadığı sürece,
kıyamete kadar İslâm tarihi devam edecektir. Biz olaya bir
bütünlük içerisinde bakıyor ve İslâmî Türk Tarihi veya Türkİslâm Tarihi olarak ele almanın doğru olacağına inanıyoruz.
Bilgiyurdu: Diğer İslam ülkeleri ile bizde İslam tarihine bakış konusunda mukayeseli bilgi verdiniz. Görülüyor
ki İslâm ülkeleri arasında tarihi ve sosyal, siyasi olaylara
göre bir metot bakımından tercihler var. İlmî bakımdan Türk
tezinin geçerliliği nedir?
A.Uğur: Dikkat edelim, Avrupalıya göre Müslümanlar denildiği zaman kast ettikleri ve muhatap aldıkları Türklerdir. XIX. Asra kadar yaptıkları Kur’an tercümelerine,
Türk’ün Mukaddes Kitabı, Türk’ün Peygamberinin Kitabı adını vermişlerdir. Sahanın Türk elemanları Avrupa’ya
gittiklerinde İslâm denildiği zaman Türklerin, Türk denildiği zaman İslâm’ın anlaşıldığını belirtirler. Tarihçi Bernard
Lewis: Türklerde İslâmiyet ile Türklük etle tırnak gibidir,
ayrılamaz; dedikten sonra örnek vererek diyor ki : Mesala
İstanbul’da Beyoğlu’nda ırkan Türk olduğu halde eğer Müslüman değil ise onu Gayr-i Müslim tebaa, Türk olarak çağırmıyor. (Gagauzlar, Karaimler ve Karamanlılar gibi.) Ama
eğer Müslüman ise ırkı ne olursa olsun onu Müslüman diye
çağırıyor.
Görüldüğü gibi Türklük ile İslâmiyet et ve tırnak gibi
ayrılmaz bir bütündür.
SİYÂSET-NÂMELER
Bilgiyurdu: Türk tarihinde önemli kaynak kitaplardan biri de siyaset-nâmelerdir. İlk İslâmî eserlerden Kutadgu Bilig’ten tutun da Selçuklularda Nizamülmülk’ün Siyâsetname’sinden Osmanlı siyaset-nâmelerine kadar bu yazma
gelenek sürüp gelir. Sizin de bu konuda hiç inkâr edilmez
bir hizmetiniz var. Eserlerinizi bastırıp, Türk kültürüne kazandırdınız. Acaba bu çalışmalarınız hangi amaca dayanmaktadır?
A.Uğur: 1967 yılında fakülteyi bitirdikten sonra:
öğretim elemanı olmak için, Avrupa’da doktora yapmak
üzere imtihanlara girdim ve kazandım. İngiltere’ye gittim.
Burada hocam Prof. Dr J.R.Walsh, benimle konuşmak için
odasına çağırdı, bana :”Oğlum! Sizde yeni nesil Osmanlıca
bilmiyor. Sizler bu konu üzerinde çalışmazsanız, ben mi
çalışayım. Sizde ciddi bir lider çıktı. Yavuz Sultan Selim.
Şayet Şah İsmail belası olmasaydı zaten sizi Hindistan
kucaklıyordu,”dedi. Bu konuşmalardan sonra bizim Osmanlı kaynakları üzerinde çalışmamızı istedi. Ondan sonra
ben kendi kaynaklarıma yöneldim. Yavuz Sultan Selim adlı
çalışmamız bu şuurun ürünüdür. Almanya’da İngilizce olarak basıldı ve duyduğuma göre Mısır’da Arapçası basılacaktır.
İngiltere’den döndükten sonra, önce Erzurum Atatürk Üniversitesinde ardından da A.Ü. İlahiyat Fakültesinde
göreve başladım. Burada hocam Neşet Çağatay bana dedi
ki:”Evladım, adalet-nameler, selim-nameler ve siyasetnameler üzerinde çalışan olmadı. Bu konuya yönelme-
lisin” dedi. Bu konulara önce kerhen başladım ama sonra
gördüm ki bir deryaya dalmışım. Biliyor musunuz? Bursalı
Mehmet Tahir’in “Siyasete Müteallik Asar-ı İslâmiyye “ diye
bir eseri var. Sonra bu eser, günümüz Türkçesine kazandırıldı. Merhuma bu tarz bir soru gelmiş ve demişler ki Osmanlı
sadece şerh yazmış, haşiye yazmış, Siyaset sahasında hemen hemen hiçbir şey yazmamıştır, denmiş. O da bunun
üzerine : “Ben de Osmanlı, siyaset üzerine ne yazmış
diye bir araştırma yaptım. İki yüz yetmiş iki eser tespit
ettim. Ben onun için bu konuya eğildim” demiş. Ben de
hocamın yönlendirmesiyle bu konu üzerine eğildim ve bir
derya ile karşılaştım. Nereden başlayıp nerede bitireceğimi
de önce bilemedim. Kendi sahamız itibariyle konuları ve
müesseseleri ele alırken İslami dönemi başlangıç yaparız.
Burada neler var diye yöneldim. Ayetlerde… Hadislerde…
Bizim siyâset-nâmelere göre siyaset, manevî ilimlerin bir şubesidir. Büyük devlet adamımız Kemal Paşa zâde,
siyaseti:”Allah’ın kullarına verdiği nübüvvete eşit bir saadettir” diye tarif ettikten sonra “Peygamberimizin iki riyaseti vardır: 1- Siyâset-i Diniye 2-Riyâset-i Siyâsiye. Bu
bakımdan siyaset manevi ilimlerin bir şubesidir”. Ben de
bu tariften yola çıktım. Bu bakımdan önce hadis-i şerifleri ve
ilk yazılan kitapları aldım.
Bilgiyurdu: Türk dünyasında yazılan ilk eser, Yusuf Hacib’in Kutatdgu Bilig’idir. Bu eser bir ahlak kitabı
olduğu gibi aynı zamanda bir siyâset-nâmedir.Bir devletin
esasını:Adalete, devlet şuuruna,kanata ve çok bilgili olmaya
dayandırır.Buradan hareketle,söz konusu Türk-İslam tarihi
ve siyâset-nâmeler olduğuna göre,acaba bizde ilk siyâsetnâmeler nelerdir?
A.Uğur: Ben bu konuya girerken elde ettiğim kaynakları, Arap âleminde, Türk âleminde, Doğu ve Batı âleminde
olmak üzere sınıflandırdım. Arap âleminde bu eserlere
Nasihat-ı Selâtin, Merâya el-Ümera (devlet adamları için
ayna) denmektedir. Ünlü tarihçimiz Âli diyor ki, ”Ben bu sahada yazdığım kitabıma Nasihatü’s-Selatin değil Nushatü’sSelatin adını verdim. Çünkü nasihat babanın oğula, bir
dostun bir dosta söylediği güzel şeylerdir. Ama “nüsha” ise
devletin bekası için yapılan tavsiyelerdir.
İran’da devlet geleneği Hint’ten gelir. Hintçe’nin şaheseri olan “Pança-Tantra” Farsçaya “Hüda-nâme”, ismiyle
tercüme edilmiştir. Bu sahada yazılan eserlere Tuhfetü’lVüzera ve Tuhfetü’s-Selatin adı verilmektedir. Biz Türklerde bu gibi eserlere Kutadgu Bilig denmektedir.
dir?
Bilgiyurdu: Peki bu gelenek bir tesadüf eseri mi-
A.Uğur: Hayır! Konyalı bir arkadaşımız bir dergide “Kutadgu Bilig’de geçen Kur’an Ayetleri” diye bir yazı
yazdı. Kutadgu Bilig’de hem ayetler, hadisler var hem de
Türk devlet geleneğinden örnekler ve törelerimiz var. Ayrıca batıdakilere de bir göz attım. Beydaba ve İlprenciple
adlı eserleri de gözden geçirdim.
Ben bu bilgilere ulaştıktan sonra doğu ile batı arasında bir karşılaştırma yaptım. Hatta İran devlet geleneği ile Türk devlet geleneği arasındaki farkı da belirttim.
Söyleşi
15
Söyleşi
16
Nizamülmülk’ün bu konuda Siyaset-namesi önemlidir.
Yalnız şunu belirtelim ki her ne kadar bu siyasetnameyi
yazmak ve devleti müesseselerine kavuşturmak Nizamülkün eseri ise de ona bu desteği veren şüphesiz Alparslan ve
Melikşah gibi Türk Selçuklu devlet adamlarıdır. Yine bu
siyasetname de örnek ayetler, hadisler darb-ı meseller ve
geçmişten tecrübeler mevcuttur.
Türk siyaset-nameleri yazılırken mutlaka başka kültürlerden de etkilenmişlerdir. Fakat esas itibariyle Türk
devlet geleneğinden ilham almışlardır. Mesela o önemi
çok büyük ve daha sonra İngilizce’ye de çevrilen, Siyasetnâmemiz olan Kutadgu Bilig’de, devlet adalet üzerine
oturtulur. “Adalet, hakkın hak sahibine verilmesidir” diye
tarif edilir. İran devlet geleneğinde ise Adalet, baştaki ne
söyledi ise odur. Onlarda temel, hazinedir. Hüda-name’de
“Hazineni dolu tut. Hazineni dolu tutarsan askerini iyi
kurarsın. Paralı askerlerinle ülkeler fethedersin”diyor.
Halk sanki bir koyun sürüsüdür. Bizde ise “devletin temeli, halktır. Hazineni aç, halkını doyur. Halkın tok olur
ise ülkeler önünde açılır. Hükümdar halk için vardır”
deniyor.
Tıpkı Göktürk kitabelerinde, Bilge Kağan’ın Türk
milletine hitabındaki gibi… Yine bir tarikçimiz de buna
benzer şu beyti vermektedir.
“Şeyhlerin varlığı reayadır.
Onlar olmak hazine evladır.
Bilgiyurdu: Siyaset namelerin tarihçelerini ve genel
metotlarını öğrendik ama bu eserlerin rollerini ve genel
amaçlarını biraz açamadık, galiba. Zira Kutadgu Bilig,
arkasından Siyâset-nâme, Osmanlılarda aynı gelenek XIX
asırda da lâyihâlar dönemi… Bu gelenek bir tesadüf olmasa gerekir. Bu konunun sosyal yapısını öğrenmek istesek?
A.Uğur: Böyle bir sorunuz için teşekkür ediyorum.
Biliyorsunuz devletlerin kuruluş, yükselme, duraklama ve
çöküş dönemleri vardır. Bu eserleri daha ziyade devletin
rehavete geçtiği dönemlerde görüyoruz. Mesela Abbasilerin çöküş döneminde yazılan kitaplar var. İmam Ebu
Yusuf’un Kitabü’l Emval adlı bir eseri var. Harun Reşit’e
uyarılarda bulunuyor. Aynı şekilde Maverdi’nin Ahkam-ı
Sultaniyye adlı eseri de aynı amaca hizmet eder. Büyük
Nizamülmülk’ün Siyaset-name’sinde de aynı şekilde Sultan Melikşah uyarılıyor. Osmanlı’ya geldiğimiz zamanda
da devlet duraklamaya başlayınca siyaset-nameleri, XIX.
asrın çöküş döneminin başlarında ise lâyihâları (raporları)
görüyoruz. Kanuni’nin büyük veziri Lütfi Paşa’nın Asafname’si de daha erken bu gaye hazırlanmış olan bir siyasetnamedir. Yine Âli’nin Nüshatü’s-Selatin’i de hep devletin
iyiliği ve devlet adamlarının doğru çalışmaları üzerine yazılmış olan eserlerdir. Mesela Lütfi Paşa diyor ki:”Ben vezir olduğum zaman divanı çok karışık buldum. Benden
sonrakilere kolaylık olsun diye Asaf-nâme adlı siyâsetnâmeyi yazdım.
Âli’nin yukarıda adı geçen eserini sayın Yard. Doç.
Dr. Faris Çerçi günümüz Türkçesine çevirdi. Basılması için
başını vurmadık yer kalmadı, bastıramadı. Kenan Evren za-
manında bu tür eserlerin basımı hızlandırılmıştı. Nedense
ondan sonra bu eserlerin basımı kesildi. Eski Kayseri Valilerinden Metin İlyas Bey anlatmıştı:”Amerika’ya gitmiştik. Orda bize bir yetkili konferans vermişti. Dikkat ettim
bu yetkilinin odası Osmanlı devlet düzenine ait kitaplarla
doludur.. Bu eserlerin bir çoğu İngilizceye çevrilmiş. Kendisine bunu niçin yaptıklarını sorduğumda bize şunları
söyledi:”Bir zamanlar siz dünya devleti idiniz. Biz de bir
dünya devleti olmaya çalışıyoruz. Onun için Osmanlı’yı
iyi bilmek ve incelemek durumundayız”.Ben de kendisine
sayın valim, keşke siz de o zata şunları söyleseydiniz:”Siz
tek dinli ve tek dilli bir devlet istiyorsunuz. Hâlbuki Osmanlı çok dinli, çok dilli, çok düşünceli bir devlet idi”.
İşte siyaset-nameler, devletin zayıfladığı zamanlarda, devlet adamlarına, idarecilere öğütler veren, yol gösteren, onları devlet yönetiminde dikkatli olmaya yönlendiren
eserlerdir. Bunların birinde şöyle denmektedir. ”Sultanın
yanında daima bir bilge kişi bulunmalı. İdarecilere
doğruyu söylemeli ve sonunda demeliler ki Sultanım!
Ben doğruyu söyledim. Vebali boynumdan attım. Bundan sonra ahirette bunun cevabını sen ver!”
Siyaset-nâmelerin dışında ahlak ve öğüt kitaplarımızda da buna benzer yol göstericilik söz konusudur. Mesela Ahmet Yükneki’nin “Atabetü’l Hakayık”adlı eseri
de misyonu itibariyle bir siyaset-nâmedir.
Bilgiyurdu: Şu konunun da açıklığa kavuşması iyi
olacaktır. İlk İslami eserlerden olan Kutadgu Bilig; edebiyat tarihçilerimizce değerlendirilirken, eserin hitap ettiği
kesimin devlet adamları olduğu, hâlbuki yine aynı dönemlerde Ahmet Yükeneki’nin Atabetü’l Hakayık adlı eseri ise
ayet ve hadislerle desteklenerek, geniş halk kitleleri hedef
alınmıştır. Görüldüğü gibi eserlerin amacı bir olmakla beraber metot olarak şekçinler ile halk ayrı tutulmuştur. Bu
bir ayrı konu… İkincisi bu eserlerin bir öncesi olmalı ki bu
eserler İslamiyetle beraber zenginleşmeli, olgunlaşmalıdır,
diye düşünüyoruz. Bu iki konu hakkındaki düşüncelerinizi
doğrusu merak ediyoruz.
A.Uğur: Efendim İslamiyeti kabulle beraber; İslamın güzelliklerine Türk kültürünün güzelliklerini de
katarak bir senteze vardık. Buna ne dedik: Türk-İslam
Sentezi dedik. Biliyorsunuz bizim Akkışla’da bir “Yoğurt
Bayramı”,Mimar Sinan’da “Evliyalar Günü” yapılır, Nevruz kutlanır. Bu kutlamalar aslında Türklerin İslamiyet öncesi geleneksel bayramlarıdır. Ama bu bayramların başlangıcına ve sonuna dini motifler ekleyerek onları daha çok
zenginleştiriyoruz.
Bizim uzun bir devlet geleneğimiz var. Biliyor musunuz Bilge Kagan “Göktürk Kitabelerini” hemen yazdı.
Mutlaka bir kültürel alt yapı vardı. Bilge Kağan bu alt yapıyla bu ünlü hitabını yazmıştır. İşte biz asırlar ötesinden gelen
bu hayat felsefemizi İslamiyet’le birlikte ayetlerden, hadislerden, darb-ı mesellerden ve atasözlerinden alıp yoğurarak
bir Türk-İslam sentezi ortaya çıkarmışızdır. Bir Türk-İslam
hat sanatı, Türk Tasavvuf musikisi, minyatür ve tezhip sanatı ortaya çıkarmıştır. Halk arasında söyle deyiş vardır:
“Kur’an Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” Profesör arkadaşımız Muhammed El-Vekil’e bunu
söylediğim zaman bana dedi ki “Yok hocam yok Kur’an
ve ezan okumayı da elimizden siz hakkıyla aldınız.” Bunun sebebini sorduğumda bana cevaben :”Kazakistan’a
giderken İstanbul’da iki gün kalır, sizin hocalarınızın
ve hafızlarınızın Kur’an tilaveti ve ezanlarını hayranlıkla dinledikten sonra yolcu olurdum” dedi.
Semerkant’ta bir sempozyumda İmam Maturidi üzerine sunduğum bir bildiri üzerine, herhalde Kuveyt elçisi
olacak birisi halka hitaben dedi ki : “Şunu iyi biliniz ki
her ne kadar İslam’ın ağacı Mekke’de dikildi ise de
meyvelerini hep Türk ülkelerinde vermiştir.” Bakınız
Buhari, Zamahşeri, Farabi, İbni Sina hep buralardandır.
Siyâset-nâme nasihat- nâme ve benzeri eserlerde, genel
olarak beş ana konu işlenir.
1- Sultanla ve idarecilerle ilgili konular,
2- Vezirlerle ilgili konular,
3- Hazine ile ilgili konular,
4- Halk ile ilgili konular.
5- Devletin çöküş sebepleri
Bizim görevimiz yazmaktır. Olur veya olmaz… Hz.
Peygamberimiz bir hadislerinde: “Bildiklerini söylemeyen dilsiz şeytandır” buyurur. Biz buna göre bildiğimi ve
düşündüğümüzü idarecilerimize yazmak ve söylemek zorundayız.
DIŞ TÜRKLERLE İLGİLİ
Bilgiyurdu: Siz İngiltere, Tunus, Kazakistan, Hindistan gibi ülkelerde görev yaptınız. Biraz da buralardaki
gözlemleriniz ve hatıralarınız ışığında Türk insanı ve Türk
kültürü hakkında bilgiler alsak.
İkinci olarak Selçuklu ve Osmanlı dönemleri siyasetnamelerinde yazarlar ağırlık olarak hükümdarları hedef
alarak korkmadan öğüt verirler. Ama biliyorsunuz, daha
yakında bir kısım kendini aydın sananlar, içlerinde Türk
akademisyenlerinde bulunduğu bir gurup durup dururken
Ermenilerden özür diliyoruz diye bir kampanya başlatmışlardı. Bu nasıl bir çelişki? Biliyoruz ki Nisan ayında
tehcirin yıldönümü. Tehcirin önümüzdeki ayda gündemini
oluşturmak için bir alt yapı mı hazırlanıyor. Bu konudaki yorumunuzu doğrusu almak isteriz. Osmanlı’nın aydını
devletini daha güzel, daha iyi günlere götürmek için mücadele ederken günümüzde böyle bir gaflette bulunmalarını
anlamak çok zor.
A.Uğur: Çok iyi bilirsiniz ki Fuzuli’nin meşhur bir
beyti var.
Dost bi-pervâ felek bi-rahm devrân bi-sukun
Dert çok hemdert yok düşmen kavi tali zebun
Ne güzel söz. Ben Osmanlı tarihi çalışmayı düşünmüyordum. Öldüyse toprağı bol olsun, değerli hocam
beni Osmanlı tarihine yöneltmeseydi ben Osmanlı arşivine
girmeyecek, bu değerli eserlerimi vermeyecektim. Emin
olun bizim başka bir örneğe ihtiyacımız yok. Bakınız halen
İskoçya’da toprak mirası aynen Osmanlı sistemidir. Araziyi
büyük kardeş işletiyor, kâr kardeşler arasında paylaşılıyor.
Toprağın gerçek sahibi devlettir. Vatandaş ancak tasarruf
hakkına sahiptir. İsrail başbakanı yanılmıyorsam Golda
Mayr dedi ki: “İsrail Anayasasını anlamak için Mecelle’i
iyi bilmek lâzımdır.” Onca etnik yapıya, onca farklı inanışa ve düşünceye sahip kişileri 624 yıl huzur içinde idare
etmek kolay bir şey değildir.
Bir örnek vereyim. Libya’da Kadames şehrine uçakla
bir konferansa gittik. Şehir değil Allah’ın bir çölü. Tozdan
dumandan göz gözü görmüyor. Neyse şehre vardık. Bize
şehri tanıtıcı bir broşür verdiler. Baktım dört Osmanlı paşası burada hizmet vermiş. Burası hac ve Afrika’yı Mısır’a
bağlayan yol güzergahıdır. Bizim paşa ve askerlerimiz oraya bir kuyu açmışlar ve bu kuyuları yerel şeyhlere teslim
etmişler. Onlarda bir kırba suyu yolculara bir altına satarak geçinmişler. Bu durumu gören Osmanlı, paşalarını ve
askerlerini tekrar göndererek bu hizmeti güzel bir şekilde
İtalyanların işgaline kadar devam ettirmişlerdir..
Eski Yogoslavyalı Prof. Dr. Adile Hanım bana şunları söyledi: “Siz burada beş yüz yıla yakın bulundunuz.
Ne dinimize ne dilimize dokundunuz. Nice eserler bırakarak gittiniz. Ama siz buradan gideli elli yıla yakın bir
zamanda neredeyse yıkılmadık hiç bir eseriniz kalmadı.
Sizin gibi ne geldi ne de geliser”.
gelsek
Bilgiyurdu: Son olarak şu “özür dileme” işine bir
A. Uğur: Müslüman Türk milletinin dil, din, ırk ayırımı yoktur. Ticaret. Sanat ve hariciye tamamen gayrı Müslim tebanın elinde idi.
Merhum Prof. Dr. Tarık Somer hocamız bir hatırasını bana şöyle anlatmıştı. “Newyork’ta gezerken Anadolu
kadınlarına benzer bir hanımın su sattığını görür. O’na: Ver
bakalım şu Elbiz (Develi’de bir su kaynağı ve havuzu) suyundan içeyim, deyince, Bana Everek’in, memleketimin havasını getirdin, diyerek boynuna sarıldı ve daha sonra beni
alarak Amerika’da oteller zincirine sahip olan eski Osmanlı
tebası bir Ermenin yanına götürdü. Biraz sohbetten sonra o
şahıs bana dedi ki, Ben babam ile Kayseri- Sivas arasında
nakliyecilik yapardım. Keşke eskiye dönebilme imkânım
olsa; şu serveti bıraksam, Sivas-Kayseri arasındaki eski
işime devam etsem”.
İngiliz Parlamentosunda şu yazılıdır: İngiliz’in siyaseti, İngiliz’in menfaatidir.
Bu iş bizde kendine aydın diyenlerin bir gafletidir.
Kitaplarını ve yazılarını okuduğumuz bu kişilerin demokratik hak adına bu işleri yapmalarını anlamak, doğrusu çok
müşküldür.
Bilgi Yurdu: Sizleri yorduk, sayın hocam. Bize zaman ayırdınız teşekkür ediyoruz.
A.Uğur: Bana düşüncelerimi açma fırsatı verdiğiniz
için asıl ben teşekkür ediyorum sizlere.
Söyleşi
17
18
İnceleme
Ekonomik Krizler (3)
Ekonomik Serbest Düşüşte
Mustafa Aykut AKŞİT
Dünyada ekonomik kriz ne kadar sürecek?
Ekonomik kriz tüm dünya ülkelerini sardı. Pazarlar alt üst oldu. Amerika devletlerinde başlayan kriz
kısa zamanda Avrupa ülkelerine sıçradı. Sermaye piyasalarındaki çöküş, uluslar arası bankalar ve diğer ülkelerindeki şubelerini etkiledi. Peş peşe açıklanan kurtarma paketleriyle çöküntü durdurulmaya çalışıldı. ABD
bankaların hisselerini satın alarak kapitalist uygulamaların tersine bir işlem yaptı. Bu uygulama neo liberal
ekonomik anlayışın çöktüğü anlamına geliyordu. Kriz,
serbest piyasa ekonomisi de denen vahşi liberalizmin
sonunu getirdi.
Avrupa ülkeleri de aynı çarelere başvurdu. Sermaye piyasalarına müdahale etti. Krizi önleyici tedbirleri açıkladılar. İngiltere, Fransa ve Almanya en radikal
tedbirleri alan ülkeler oldular. AB’ye sonradan alınan
ülkelerden Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Letonya, Estonya piyasaları çöktü. Avrupa Birliği tarafından verilen destek fonları kar suyu gibi erimiş, ek destek fonlarına da zengin ülkeler soğuk bakmış, sonuçta “Herkes
başının çaresine baksın.” demek zorunda kalmışlardır.
Ekonomik krizin ne zamana kadar süreceğine
dair tahminler hiç iç açıcı değil. 2013 yılına kadar süreceği söyleniyor. Beş yıl gibi uzun bir süre ülkelerin
dayanması mümkün değil. Zaten yoksul olan ülkelerin tamamen çökmesi, yükselen ülkelerin –içlerinde
Türkiye’de var- tekrar yoksullaşması kaçınılmaz bir
son haline gelecek, demek olur. Ürettiği mallara iç ve
dış talebin azalması bu ülkeleri sonu belirsiz felaketlere sürükler. Pazar paylaşım savaşlarına yol açabilir.
Ülkeler, nerede hata yapıldığının farkına
vardılar mı acaba?
Yeni ABD yönetiminin aldığı tedbirler ve neo
liberal uygulamalardan büyük çapta vazgeçilmesi, AB
üyesi büyük ülkelerdeki benzer uygulamalar, kontrolsuz tüketim uygulamalarının gerçek sebep olduğunun
farkına vardıklarını göstermektedir. Ancak Avrupa
Birliği’nin güvenlik şemsiyesi ve ekonomik garanti
olmadığına dair kötümser görüşlerin hızla yayılmasına engel olunamamaktadır. AB’nin, zaten tam olarak
oturtulamamış olan Anayasal çabalarının daha uzun
bir zaman diliminde de oturtulamayacağı gerçeğini
görmemiz gerekir. Birlik üyesi devletler arasındaki kıl
çatlakları, ileride birliği bozacak derin yarıklara dönüşebilir.
AB’ ne üye olma hedefinden ayrılmayacağını
defalarca tekrarlamış bulunan Türkiye’nin izlemek zorunda kalacağı yeri bir yol çıkabilir mi? Bizce daha da
kötüleştirilmiş engellerle dolu yeni bir yol çıkaracaklar
ve Türkiye “imtiyazlı ortak” statüsüne razı edilecek.
Türkiye’ de ekonomi serbest düşüşte..
Türkiye’de serbest piyasa ekonomisi geçen
yüzyılın son çeyreğinde 1987 yılında başladı. Ekonomi, karma ekonomi çizgisinden saptırılarak, finans gücüne dayalı uygulamalara geçildi. O dönemde büyük
ülkelerde sermaye birikimi vardı ve para satılık meta
haline gelmişti. Özal döneminde bu piyasalardan borç
para alındı ve genellikle ülkenin görünen yüzünün cilalanmasında kullanılmıştı. Daha sonra iktidar olan
siyasilerde aynı yolu izlemeye devam ettiler. İki binli
yıllar başladığında, ekonomimiz “sürdürülebilir ekonomik politikalar” üretemez olmuştu. Kısacası derin
bir dar boğaza girilmişti. Bu noktada 2001 ekonomik
krizi ortaya çıktı.
Türkiye’nin borçlu olduğu ülke ve bankalar,
“Özelleştirme” adı ile ortaya çıkan özünde para eden
her şeyin satılarak kendilerine olan borçların ödenmesini istiyorlardı. Nitekim dedikleri yapılmaya başlandı. Batan 24 bankanın yerini HSBC Bank, CİTY Bank
19
2001 yılında başlayan kriz 2006 yılı ortalarında sonlanmak üzereyken; muhafazakar demokrat
hükümetin, 2003- 2006 yılları arasında izlediği yanlış
ekonomik uygulamalardan doğan tehlikeler uç vermeye başladı.
Ekonomistler Sürekli Uyardılar..
Muhafazakar demokrat AKP hükümetlerinin ekonomik uygulamaları – başlangıçta – öven
ve teşvik eden bazı liberal ekonomistler felaket kapıya
dayandıktan sonra söylemlerini değiştirdiler. Oysa;
Kimsenin ne anlama geldiğini bilmediği Kazan
/ Kazan adlı ticaret anlayışını öve öve bitiremiyorlardı.
Ülkemize giren ve borsa göstergelerine tavan
yaptıran yabancı sermayenin daha çok girmesini savunuyorlardı. Zaman gösterdi ki, bu sermaye yüksek
kârlar ettikten sonra çıkıp gidiyordu.
Patronlar kulübü TÜSİAD, iktidara her konuda
destek veriyordu, şimdiler de ekonomik tedbirler alınması için kapı kapı dolaşıyor. Özel sektörün dış borç
yükü 90 milyar dolar civarındadır ve bu borcun 45 milyar doları 2009 yılında ödenmek zorundadır.
Yüksek lüks tüketim gittikçe artıyordu. Hiçbir
önlem alınmadı.
Belediyeler irili ufaklı bir çok yatırım yaptılar ve
yatırımların bir çoğu şehirleri süslemeye harcandı. Belediye şirketlerinin akıl almaz borçlanmalar yaptıkları
ise hükümet tarafından fark edilmedi ve engellenmedi.
Krizin delip geçeceği açıkça belli olduğu hakle
devlet cari harcamalarını denetime almadığı gibi hiçbir
şey yokmuş gibi harcamalarını sürdürdü. Safari seyahatleri gibi..
Aklı başında ekonomistler sözlü ve yazılı olarak
sürekli uyarılarda bulundukları halde; krizi abarttıkları ve psikolojik etkiden ibaret olduğunu iddia etmeye
devam ettiler.
“ Krizi algılama sorunu”
Ekonomi yazarı Osman Ulagay’ın yazısına koyduğu başlık yukarıdaki. Bakın neler yazmış. “Neydi
bizim klasik kriz şablonumuz ? Bir gün içinde çöken Türk lirası,göklere tırmanan faizler,patlayan
enflasyon, ekonominin aniden firen yapması, şok
gelir kayıpları ve yoksullaşma. Halen yaşanan krizin gelişimi bu standart şablona uymadığı için ekonomimizin krizde olmadığına hala inanmayanlar
var. Oysa sanayi üretiminde,ihracat ve ithalatta,
yatırımlardaki yüksek düşüşler, işsizlikteki inanılmaz yükselişler, geri dönmeyen krediler ve protestolu senetlerdeki çok tehlikeli yükselişler ciddi bir
kriz tablosunu göstermektedir. Durumun vahametini tam olarak anlanmasını önleyen bir algılama
sorunu var……Sayın Başbakana yakın birileri keşke ona bunu söylemeye cesaret edebilselerdi.”
Bu sözlere ekleyecek tek bir cümle dahi fazla..
İşsizlik, Yoksulluk, Yolsuzluk.. Yerel Seçimler
İşten çıkarılanların sayısı 645 bin kişiyi aştı. Tarım kesimindeki işsizlerle birlikte 7 milyon insanımızın işsiz olduğu yazılıp çiziliyor. İşsizlik, dün olduğundan daha büyük tehlike haline geldi.
Yoksulluk TÜİK rakamlarında bile gizlenemez
şekilde adeta patladı.
Yolsuzluklar tespit edilenlere göre Cumhuriyet
tarihinde görülmemiş bir şekilde azdı. Bunun Belediyelere bağlı şirketler başka olmak üzere özel sektördevlet ilişkileri içinde bulunan şirketlerde toplanıyor
olması da işin bir başka boyutu.
Siyasi Partiler meydanlara çıktı. Her partinin mitinginde binlerce insan var. Meydanlar dolup taşıyor.
Bu kalabalıklar gösteriyor ki halkımız da ekonomik
krizin boyutunu ve derinliğini anlayamamış. Belli ki
bir umut için oradalar ama yerel seçim sonuçları ne
olursa olsun hayalperest politikacılarda hiçbir şey değişmeyecektir.
İşsizlik kronikleşti. Yoksulluk kader haline geldi.
Yolsuzluk meslek haline geldi bazıları için. Seçimler
ise olmayan demokrasinin göstergesi.
İnceleme
gibi bankalar aldı. Satılan her fabrikayı veya işkolunu
yabancı sermaye satın aldı. 2008 yılına gelindiğinde
satılacak ormanlar,yollar dışında hiçbir şey kalmamıştı.
20
Ateşle oynuyorsunuz!
Şiir
Prof.Dr. Ahmet Bican Ercılasun
4 NİSAN
1997
Sene doksan yedi, dört nisan pazar
Gönlümün kor gibi yandığı gündür
Yaşasam ne yazar, ölsem ne yazar
Ömrümün zindana döndüğü gündür
Liderim dediğim, Başbuğ dediğim
Sevdası uğruna kurşun yediğim
Yağlı urgandayken gülümsediğim
Gözümde gülüşün donduğu gündür
Biz onun peşinden döküldük ize
Bu yolda her şeyi almıştık göze
O gitti gideli dünyada bize
Yetimler ordusu dendiği gündür
Bu nasıl bir ömür, benim sürdüğüm?
Onun hayalidir her an gördüğüm
On senedir her ay, her hafta, her gün
Sezinî’nin seni andığı gündür
Ali BAŞ - Âşık SEZİNÎ
Köşelerde yazanlar, tepelerde çizenler... Televizyonlarda, meydanlarda atıp tutanlar... Abant platformlarında, Erbillerde konuşanlar!... Ateşle
oynuyorsunuz!.
Güney-Kuzey Kürdistan diyenler... Özerklik, federasyon diye tutturanlar... Amerikan planı, Avrupa planı, A-B planı diye ahkâm kesenler!... Ateşle
oynuyorsunuz!
Kanal Şeş’i açanlar... Meydanlarda Kürtçe paralayanlar... Meclis’te
Kürtçe konuşanlar... Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinden dem vuranlar!...
Ateşle oynuyorsunuz!
Eve dönüş yasasından bahsedenler... Silahı bırakarak dağdan inip siyaset yapsınlar, diyenler... Öcalan’ın Kürt siyasi hareketinin başına geçmesinden söz edenler... Barzaniciler, Apocular!... Ateşle oynuyorsunuz!
Milliyetçilik ilkelliktir; milliyetçiliğin artık modası geçmiştir diyenler... Ergenekon destanının uydurma olduğunu iddia edenler!... Ateşle
oynuyorsunuz!
Siz, milliyetçilik ile millî tepkiyi birbirine karıştırıyorsunuz. Dua edin,
ülkede milliyetçilik olsun! Milliyetçilik, yüksek kültüre dayanan; çağdaş
edebiyat, çağdaş müzik, çağdaş resim ve heykel, çağdaş tiyatro ve sinema
gibi kültür unsurları üzerinde yükselen millî bilinç demektir. İleri derecede
bir eğitim ve bilgi gerektirir. Dua edin; Türkiye’de milliyetçilik/ulusalcılık
olsun ve işler sarpa sarmadan yüksek seviyede halledilsin! Aksi takdirde...
Aksi takdirde millî tepki galeyana gelir ve patlar. Kürtçe çıkışıyla halkın
tepkisi sınanıyor filan gibi akıldanelikler tehlikeli oyunlardır. Sınamakta
olduğunuz tepki, bir patlamaz, iki patlamaz; fakat üç deyince öyle bir patlar
ki hepiniz altında kalırsınız.
Bu ülkeden bir parça koparılabileceğini mi sanıyorsunuz? Bu ülkeye
ortak koşulabileceğini mi hayal ediyorsunuz? Osmanlının son dönemindeki
gibi olduğumuzu düşünüyorsanız ateşle oynuyorsunuz!
Evet, millî tepki bir ateştir. Artık yok zannettiğiniz millet öyle bir
parlayışla varlığını ortaya koyar ki hepiniz o ateşte yanarsınız. Bunun için
Tanrı’ya ellerinizi açıp dua edin de yüksek kültüre dayanan; destana, şiire,
romana, müziğe, yüksek ve uygar yaşayış tarzına dayanan bir milliyetçilik
olsun da millî tepki ateşinde yanmayasınız!
Bu milleti ne AB sopasıyla, ne ABD çomağıyla korkutabilirsiniz. Hele
Ergenekon filan diye sindirebileceğinizi sanıyorsanız hepten yanılıyorsunuz.
Koskoca millet, 3-5 meydan konuşmasıyla, 3-5 köşe yazısıyla mı Türk
olduğunu unutup sinecek? BOP’la, hula hopla mı milleti uyutacağınızı
sanıyorsunuz?
İyisi mi siz, gerçek anlamda, çağdaş bir milliyetçilik akımının filizlenmesi için dua edin de millî tepkinin alevleri arasında kalarak yanıp kül
olmayasınız!
Not: Yukarıda geçen iddiaların hepsi televizyonlarda ve radyolarda
dillendirilmiş; gazetelerde yazılmıştır.
Genelkurmay’ın Açıklaması
Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin
Gürak, Kanal Şeş’le ilgili bir soru üzerine “üniter devlet ve ulus devlet
yapısına zarar vermeyecek tedbirleri de göz önüne almak kaydıyla devlet
kültürel alanda bazı açılımlarda bulunabilir.” dedi.
DTP mebusu Şerafettin Halis, DTP seçim irtibat bürosunun açılışında
“...TRT 6 için mücadele eden Kürt dinamiklerini, yani PKK’yı, yani PKK’nın
lideri sayın Öcalan’ı muhatap almazsanız, bu sorun çözülmez” diye
konuştu.
Tunceli mitinginde DTP mebusu Emine Ayna, “Anayasa sadece
Türkleri temsil ediyor. Beni etmiyor. Ben Kürdüm. O anayasada Arap yok,
Laz yok. Boşuna kardeşiz kardeşiz demeyin; o anayasa Türktür. Tümden
değişmelidir.” dedi. Nusaybin’deki konuşmasında ise “Kimliğimizi ve
kültürümüzü sahiplenmek için AKP’nin de Genelkurmay’ın da icazetine
ihtiyacımız yok.” diye konuştu.
Bu sözlerin muhatabı herhâlde ben değilim. Muhatap olanlar gerekli
cevabı vermezse milletin cevap vermesi kaçınılmaz olacaktır.
1.’İNCİ ve 23’ÜNCÜ
DÖNEM TBMM
Mustafa İLHAN
T
ürkiye tarihinde meclisli dönem 1. Meşrutiyetin ilanı ile başlamış, (1876) ve kısa
süre sonra kapatılmıştır. (1878)
2. Meşrutiyet Meclisi (1908) ise, 18 Mart 1920’ye
kadar devam etmiştir.
12 Ocak 1920’de toplanan, Meclis-i Mebusan
Anadolu ve Rumeli Müdafayı Hukuk Cemiyeti grubu
olan “Felahı Vatan” sayesinde 28 Ocak 1920 de Misak-ı
Milli kararlarını kabul etti.Ahdi Milli (milliyemin) adı
da verilen kararların 17 Şubat 1920 tarihli oturumda
basında yayınlanması, parlamentolara gönderilmesi
kararlaştırıldı.
15 Mart 1920’de İstanbul’da İtilaf kuvvetleri tarafından 150 Türk aydını tutuklandı. Ertesi gün İstanbul resmen işgal edildi.18 Mart’ta da Meclis İngilizler
tarafından basılmış, 17 milletvekili tutuklanıp Malta’ya
sürgün edilmiştir.
12 Nisan 1920’de Sultan Vahideddin, Mebusan
Meclisi’ni kapatmış ve İstanbul’da meclisli dönem
sona ermiştir.
Meclis, millet iradesinin temsil bulduğu bir oluşumdur. İstanbul işgal edilip meclis kapatılınca yeni bir
meclisin açılışı zorunlu hale gelmiştir. Bu da TBMM
olmuştur.
TBMM’NİN AÇILMASI
M.Kemal, Mebusan Meclisi’nin kapatılması üzerine Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip bir meclis” açılışı için kolordulara, 61. Fırka Komutanlığına,
Refet Bey’e, vilayet ve belediyelere, Müdafayı Hukuk
Cemiyetlerine bildiri yayınladı.(19 Mart 1920)
Bu bildiride şöyle deniliyordu: 23 Nisan 1920
Cuma günü, Cuma namazından sonra Meclis açılacaktır. Açılıştan önce mebuslar ile Hacı Bayram-ı Veli Camiinde Cuma namazı kılınacak, dua edilecek, kurban
kesilecektir.Bu günün kutsiyeti için Vali Bey’in düzenlediği Hatim ve Buhariyi şerif okunacak, hatimin sonu
meclis önünde tamamlanacaktır. Yalnız Ankara’da değil, vatanın her tarafında aynı suretle, Kuran-ı Kerim
ve Buhariyi Şerif okunacak.
Namazdan sonra hükümet dairelerinde tebrikler
kabul edilecek.(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan
ölümüne kadar Atatürk’le beraber c.2.s 569 TTK Basımevi ANK. 1988)
Ankara’da bulunan milletvekilleri aralarında
tartıştıktan sonra Meclis’in 22 Nisan 1920 Perşembe
günü açılmasına karar vermişlerdi. Sonradan Cuma
günü açılmasının daha yararlı olacağı düşünülmüştür.
Zira İslam dünyası için Cuma gününün ayrı bir özelliği vardı. Acele kaydıyla kolordulara, tüm vilayetlere,
müstahil sancaklara, Müdafayı Hukuk Merkez Heyetlerine ve belediye başkanlıklarına bildirilmiştir. (Nutuk, c.1.s.421-422 İstanbul 1970)
Meclisin açılması için hazırlıklar başlamış, seçim
bölgeleri, seçimin yapılış şekli, seçileceklerde aranan
şartlarla ilgili 19 Mart 1920 tarihli tamim (genelge)
şöyle idi:
Her sancak bir seçim bölgesi olacaktır ve beş
üye seçilecektir. Meclisi Müessesan Ankara’da toplanacaktır.
- Katılacak üyeler medeni cesaretle, fikri yeteneğe, selabet-i diniye ve milliyeye sahip olmalı.
İnceleme
21
22
- 25 yaşından küçük ve kötü şöhret sahibi olma-
Meclis-i Kebir-i Milli, Kurultay olmasını isteyenler
vardı.
- Seçimler her liva (sancak) ve belediye meclisleriyle, Müdafayı Hukuk merkezi heyetleri tarafından
aynı günde ve aynı oturumda yapılacaktır.(Kazım Karabekir İstiklal Harbimiz. s.513, İstanbul 1969)
TBMM “kurucu bir meclis”tir. Bundan dolayı
da Meclis-i Müessesan olarak bilinir. Kurucu olması
yeni bir Anayasa ( 20 Ocak 1921) hazırlanması, yeni
bir devletin kuruculuğunu üstlenmesidir.Aynı zamanda” inkılapçı” bir Meclis’tir.Halkın sorunlarına çözüm
aramış bir “halk meclisi”dir. Güçler birliği esasını kabul etmiş, yasama, yürütme, yargı yetkilerini kendisi
kullanmıştır.
İnceleme
malı.
Seçimler aynı anda belediyeler ve il genel meclislerince yapılmış, Müdafayı Hukuk merkezlerinin de
onayı ile gerçekleşmiştir.
Bu arada Mebusan Meclisi’nden Anadolu’ya geçen milletvekillerinin de Meclis’e katılacakları tamim
edilmiştir.
Seçimlerle gelenler ve Mebusan Mecli-si’nden
katılanlarla Meclis Ankara’da toplanmıştır. Azınlık unsurlarının katılmadığı seçime toplumun tüm kesimlerinden milletvekili seçilmiştir.
Serbest meslek sahibi (102), devlet memuru
(133), asker (52), din adamı (32),aşiret reisi(7), teknik
eleman(4), sağlıkçı(16), reji(tekel)görevlisi (2) olmak
üzere 378 milletvekili Birinci Meclis’in kadrosunu
oluşturdu. Çok sayıda tüccar, çiftçi, hukukçu milletvekili aralıklarla Meclis’e katılmıştır.(Atatürk İlkeleri ve
İnkılap Tarihi 1/1 s.96 Ankara 1987).
162 milletvekilinin, Türkçe’nin dışında bir yabancı dil bildiği, bu dillerin Fransızca, Arapça, Farsça,
İngilizce olduğu görülüyor.
Birinci TBMM’de partiler olmamıştır. Fesliler,
inkılapçı düşünceyi temsil eden kalpaklılar, İslamcı
düşüncede olan sarıklılar bu mecliste yer almıştır.
İttihatçı, İtilafçı, Türkçü, İslamcı, İhtilalci olanlar
Meclis’in çok sesli demokratik bir meclis olduğunun
da işaretleridir. Çoğunluğu 30 -40 yaş gurubudur.
Meclis’te görüş ayrılıkları, ateşli tartışmalar olmasına karşın milletvekillerinin ettikleri yemine bağlı
kaldıkları söylenebilir.
23 Nisan 1920’de toplanan Meclis’e en yaşlı üye
olan Sinop milletvekili Şerif Bey (75) başkanlık yaptı.
Meclis saat 13:45 de 115 milletvekili ile toplandı.24
Nisan’da M. Kemal Meclis Başkanlığına seçildi. Milletvekilleri aşağıdaki yemini yaptılar ve göreve başladılar: ”Vatanın ve milletin kurtuluşu için çalışacağıma,
saltanat ve hilafeti koruyacağıma vallahi…” (Mustafa
İlhan, İnkılap Tarihi, Basılmamış Ders Notları).
Meclis’in adının üzerinde Meclis-i Kebir,
Mebuslar Ankara’ya geldiklerinde yatacak yer
bulmak zordu. Bunun için muallim mektebi binası
yatakhane olarak ayrılmış, yerlere yataklar serilmişti.
Mebusların aylık ödenekleri 80 lira idi. Tabildot usulü
üç kap yemek 70 kuruştu.(M. Müfit Kansu a.g.e s.569)
Meclis binası, İttihat ve Terakkiye ait kulüp binası olarak yapılmıştı. Halk, evlerinin kiremitlerini sökerek çatısını yaptı. Elektrik yoktu; bir kahvenin büyük
bir lambası salonun ortasına asılmıştı. Milletvekilleri
yakındaki bir okuldan getirilen sıralarda oturmuşlardır.
3-5 Mayıs 1920 günlerinde yapılan seçimler sonucu yeni Türkiye’nin ilk hükümeti söyle kurulmuştur:
Şeriye vekili - Mustafa Fehmi Ef. - BURSA
Müdafayı Milliye vekili - Fevzi Paşa - KOZAN
Hariciye vekili - Bekir Sami Bey - TOKAT
Maliye vekili - Hakkı Behiç Bey - DENİZLİ
Nafia vekili - İsmail Fazıl Paşa - YOZGAT
İktisat vekili - Yusuf Kemal Bey-KASTAMONU
Adliye vekili - Celalettin Arif Bey - ERZURUM
Dahiliye vekili - Cami Bey - AYDIN
Maarif vekili - Dr. Rıza Nur - SİNOP
Sıhhat ve içtima-i Muavenet vekili - Dr. Adnan Bey İSTANBUL
Erkân-ı Harbiye-i Umumiyye vekili - İsmet Bey EDİRNE
Hükümet programı 9 Mayıs’ta TBMM onayına sunulmuş ve kabul edilmiştir. (TBMM 2b C1,S
241,242)
GENEL DEĞERLENDİRME
Kimilerine göre uygun düşmediği tartışılsa bile
1. TBMM ile 23. Dönem TBMM, arasında ilgi kurmak
23
MİLLETVEKİLİ SEÇİLME
YETERLİLİĞİ
M. Kemal’in 19 Mart 1920 genelgesinde seçme ve seçilme yeterliliği yukarıda verilmiştir. Orada
“…. Medeni cesarete, fikri yeteneğe, selabet-i diniye
ve milliyeye sahip olmalı, kötü şöhret sahibi olmamalı
“deniliyordu. Dini ve milli yeterlilikten beklenen temsil etme cesaretini göstermesidir. Kötü şöhret sahibi
olmamalı dan kasıt, milletvekili olanların kardeş ve
çocukları, eşlerin kardeş ve çocuklarının kötü şöhret
sahibi olmamalarıdır. Ahlaken zayıflık, değerlere aykırı davranışlarının görülmemiş, haksızlık ve zorbalıkta
bulunmamış olmalarıdır.
Bakınız, Kurucu Meclis tarafından 18.10.1982’de
halk oylamasına sunulmak üzere kabul edilmiş
20/10/1982 tarih ve 17844 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmış 07/11/1982’de halk oylamasına sunulduktan
sonra 09/11/1982 tarihli 17863 mükerrer sayılı Resmi
Gazete’de yeniden yayınlanan Anayasa’nın 76. maddesinde milletvekili seçilme yeterliliği şöyledir.
“… En az ilkokul mezunu olmayanlar, kısıtlılar,
yükümlü olduğu askerlik hizmetini yapmamış olanlar,
taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla hapis
ile ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar, zimmet,
ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz
kızartıcı suçlarla, kaçakçılık,
resmi ihale ve alım satımlarına
fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma (değişik ibare:
27/12/2002-47771 mad.), terör
eylemlerine katılma ve bu gibi
eylemleri tahrik ve teşvik suçlarının biriyle hüküm giymiş
olanlar affa uğramış olsalar bile
milletvekili seçilemezler…”
Sadece bilgi almak için
soruyorum. Kendisi milletvekili olan Sırrı Sakık’ın kardeşi
Şemdin Sakık PKK’lı değil
mi? Kendisi milletvekili olan
Fatma Kurtulan’ın kocası PKK
üyesi ve dağ kadrosunda bulunan Salman Kurtulan değil mi?
Dokunulmazlık zırhı gerisinde
300 dosya beklemekte olanlar
mecliste değil mi? “Terör örgü-
tü üyesi” olup, hapisten meclise taşıdığımız milletvekili yok mu? Bunların hepsi aynen vaki. Düşünesiniz
diye arz edilmiştir bunlar.
İrtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, kaçakçılık, yüz kızartıcı
suçlar ayyuka çıkmış olduğu da rahatlıkla söylenilebilir.
MECLİSİN YAPISI
23’üncü dönem milletvekillerinin 2’si ilkokul,
2’si ortaokul, 30 milletvekili lise ve dengi okul mezunudur. 187’si akademik kariyer sahibi, 54’ü profesör, 12’si doçent, 12’si yardımcı doçent, 29’u doktor,
yüksek lisans 80, 73 meslek gurubu var. Hukukçu(92),
işadamı, iş kadını(82),öğretim üyesi (78), eğitimci ve
öğretmen (40), ekonomist(39),50 kadın milletvekili
vardır.
Tıp doktoru (27), inşaat mühendisi (24), mali
müşavir(16), makine mühendisi(15), gazeteci(11),
mimar(9), planlamacı (8), diplomat-büyükelçi(7), bankacı (6), subay(4), şarap mühendisi, stratejist, sporcu,
sanatçı, ressam, bilgisayar mühendisi, armatör, tarihçi,
mütercim (1’er). Yaş gurupları ise 1948-1957 doğumlular (234), 1968-1977 doğumlular (54), 1937 ve öncesi doğumlu (5) milletvekili bulunmaktadır.
1920 ve 89 yıl sonrasının meclis yapısı, meslekler, seçilme yönünden temsil hakları karşılaştırılabilinsin diye bu tasnif yapılmıştır.
İnceleme
istiyorum.Bu ilgi iki konumda olacaktır: Birincisi milletvekili seçilme yeterliliği, ikincisi Meclis’in yapısı.
İnceleme
24
ÖĞRENMEYİ ÖĞRENME
İbrahim GÜNGÖR
lemek değil, onlara tüm yaşamları boyunca kendilerini nasıl
geliştirebileceklerini öğretmektir, kısaca öğrenmeyi öğretmektir (Özden 1997, 20).
G
ünümüz okullarında artık, 1900’lerin,
1930’ların ya da 1950’lerin eğitim
öğretim anlayışıyla öğrenciler yetiştirmenin mümkün olmadığı tartışılmaz bir gerçektir.
Bunun en önemli nedeni, elli yıl öncesi dünya ile günümüz dünyası arasındaki farktır. Şöyle ki; klasik ya
da eski eğitim anlayışı, öğrencinin yetişkin yaşamında
karşılaşacağı sorunların çözümünü okulda öğretmek
üzerineydi. Ancak bu durumun günümüz dünyasında
sürdürülmesinin zor olduğu düşünülmektedir. Çünkü günümüz dünyası, her bakımdan hızlı bir değişim
içindedir. Günümüz öğrencilerine yaşamlarının sonraki dönemlerinde karşılaşabilecekleri sorunların çözüm
yollarını öğretmek pratik bir yarar sağlamayabilir.
Eğitimin amacı bilgi yüklemek değil, bireyin
zihinsel gelişimine katkıda bulunmak ise, öğretimin
içerik ve yöntemlerinin de öğrencilerde bu tür değişmeler doğuracak şekilde düzenlenmesi gerekir. Diğer
bir deyişle, önemli olan öğrencileri bazı bilgilerle yük-
Öğrenme konusunda
bilmemiz gereken en önemli şey
öğrenmenin eğitimden, eğitimin
ise bilgi aktarımından ibaret
olmadığıdır. Koşulların sürekli
değiştiğini göz önüne alırsak,
çoğu bilgi ve becerimizin bir
gün önemini yitireceğini ama
öğrenme becerimizin tam tersine
giderek daha çok önem kazanacağını unutmamamız gerekmektedir (Yıldırım 2003, 176).
Yaşam boyu öğrenmenin zorunlu olduğu günümüz toplumlarında “öğrenmeyi öğrenme” temel
becerisinin öğrencilere kazandırılması zorunlu hâle
gelmiştir. Öğrenmeyi öğrenme becerisi bilgiye çeşitli
kaynaklardan ulaşma, değerlendirme ve kullanma becerilerinin yanı sıra bilgi ve iletişim teknolojilerinin
kullanımını da zorunlu kılmıştır. Zira değişikliklere
uyum sağlama ve öğrenme kapasitesi, hangi meslekten olursa olsun çalışanların en değerli niteliği olmaktadır (Ekinci 2005).
Öğrenme “yaşadıkça” sürüyor ise, önce öğrenmenin kendisinin öğrenilmesi gerekir. Buna “öğrenmeyi öğrenme” denir. Başka bir ifade ile öğrenmeyi
öğrenme; kişinin kendisinin nasıl öğrendiğini (ve dolayısıyla daha iyi nasıl öğrenilebileceğini) öğrenmesi
demektir. Bu bağlamda tarih, coğrafya, matematik gibi
derslerden önce etkin ve verimli öğrenme yollarının
öğrenilmesi gerekir. Öğrenmeyi öğrenme, bir kişinin;
25
beyninin ve hafızasının nasıl çalıştığını, kendisinin nasıl öğrendiğini, beyin tipinin ne olduğunu, öğrenmenin
tam olarak nasıl gerçekleştiğini, daha iyi öğrenmek
için ne yapması gerektiğini, hangi dersi nasıl çalışması
gerektiğini öğrenmesidir (Sekman 2003, 161).
f.
Hayat boyu garanti bir iş için iyi bir lise veya
üniversiteden, iyi hatta çok iyi dereceyle mezun olmak
eskiden yeterli olabilirdi. Şirketler, böyle iyi dereceyle mezun olan öğrencileri iyi ücretlerle işe alırlar ve
belirli bir süreçte yönetici yaparlardı. Fakat artık hiç
bir çalışan için işin garantisi yok, çünkü artık hiç bir
şirket için iş güvencesi yoktur. Eğer şirketinizin yaptığı işi, Tayvan’daki bir başkası sadece %5 daha uygun
fiyata yaptığı için işinizi kaybedebiliyorsanız, sizin rakibiniz artık sadece Türkiye’deki çalışanlar değil, aynı
zamanda Tayvan’daki yüzünü hiç göremeyeceğiniz
çalışanlar olabilir. Bu nedenle, siz ve yetkinlikleriniz
sürekli olarak küresel değerler ne ise, o yolda değişmek durumundadır diyebiliriz. Artık okulda veya işte
öğrendiğimiz bilgilerin değişmesi gerektiği düşünülebilir. Yenilikleri, gelişmeleri izleyerek tekrar tekrar öğrenmemiz gerekiyor. Bunun için de yapılması gereken,
öğrenmeyi öğrenmektir. Bunun önemini anlamaya başlayan şirketlerin öğrenmeye, gelişmelere açık insanları
işe alacakları tahminini yapabiliriz çünkü ancak böyle çalışanlar, bu kurumları bitmeyen değişime uygun
hale getirebilen kişiler olacaktır, diyebiliriz (Artemiz
2005).
h. Okuma ve öğrenme hızınızı daha da artırabilmek için.
Sekman (2003, 162), öğrenmeyi öğrenmenin gerekliliğini şöyle sıralamaktadır;
a. Daha hızlı, kolay ve kalıcı öğrenmek için,
b. Neyi, niçin, nasıl yapmamız gerektiğini bilerek, yani bilinçli bir şekilde öğrenebilmek
için,
c. Dikkatimizi kendi kontrolümüze alıp, yoğunlaşmak için,
d. Okurken hissettiklerimizi kendimiz kontrol etmek için,
e. Bilgiyi beyne doğru yerleştirmek suretiyle
unutmayı azaltıp, hafızayı güçlendirmek için,
g. Ders çalışma tekniğini geliştirmek, daha az
zaman ve çaba harcayarak daha iyi sonuç alabilmek için,
Sonuç olarak, öğrenmeyi öğrenme aslında sadece
öğrencilere kazandırılması gereken bir beceri değil,
aynı zamanda yetişkinlerde de bulunması gereken bir
beceridir. Çünkü bu günün dünyası sürekli öğrenen ve
kendine yeni beceriler kazandıran bireyler istemektedir. Bunun yollarından biri de öğrenmeyi öğrenmektir.
Sevgi ve saygılarımla…
KAYNAKÇA
1. Artemiz, Güler; “Öğrenmeyi Öğrendiniz mi?”
http://www.recruitmentturkey.com /yazi-15.
htm. 18.08.2005.
2. Ekinci, Abdurrahman; http://yayim.meb.gov.
tr/dergiler/sayi59/ekinci.htm. 18.08.2005.
3. Özden, Yüksel; Öğrenme ve Öğretme, Pegem
Özel Eğitim ve Hizmetleri, Ankara, 1997.
4. Sekman, Mümin; Başarı Üniversitesi, Altıncı
Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2003.
5. Yıldırım, Ramazan; Öğrenmeyi Öğrenmek, Yedinci Baskı, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2003.
İnceleme
İç disiplin ve motivasyonu güçlendirmek, kendi kendini motive edebilmek için.
Tarih
26
HAİNLİK KORKUNÇ BİR
HASTALIKTIR.
Yunus Emre ÖZKAN - [email protected]
E
rmeni tehciri diye bilinen olay Osmanlı Devleti’nin 1915’te güvenlik sebebiyle Anadolu’nun muhtelif yerlerinde yaşayan Ermenileri yine bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye sevk ve iskana tabi
tutmasıdır. 1915’te yaşanan bu olay, Ermeniler ve
bazı ülkeler tarafından “soykırım” olarak kabul
edilmiştir. Tehcir olayından sonra ortaya atılan
ve Osmanlı Devleti’ni soykırım yapmakla suçlayan iftiralar, uzun yıllar devam etmiş ve bugün
Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde bir baskı unsuru haline dönüştürülmüştür. Uzun yıllardır devam
eden sözde Ermeni soykırım iddiaları günümüzde
hızını birkaç kat daha artırmış olarak yine gündemimize oturmuş durumda. Yalnız Ermeniler son
yıllardaki kadar hiç cesaretlenmemişlerdi. Ermenilerin bu cesareti nereden ve kimden aldıkları
konusunda siz sayın okuyucularımızı biraz düşünmeye davet ediyor ve o tarihlerde gerçekten nelerin yaşandığı üzerinde durmak istiyorum.
Ermeniler, I. Dünya Savaşı sırasında Rus
işgal kuvvetlerinin ve Avrupalı devletlerin yardımıyla Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmak için isyan etmişlerdi. Savaşın 1914 yılında
çıkması ve savaşın en önemli taraflarından birinin
de Osmanlı İmparatorluğu olması Ermenilerin
önüne tarihi bir fırsat çıkarmıştı. Zira Türk orduları yedi ayrı cephede savaşa tutuşmuş, ülkede Ermenilerin yaşadığı bölgeler de dahil birçok yöre
Rus işgali altına düşmüş, cephe gerisindeki Türk
nüfus her türden saldırıya açık hale gelmişti. Ermeniler kurdukları Taşnak ve Hınçak adlı çetelerle Türk yerleşim bölgelerine saldırmış ve bölgesel
isyanlar çıkartmıştır. İşgalci Rusların milis güçleri
şeklinde örgütlenerek Türk yerleşim bölgelerine baskınlar düzenleyen Ermenilerin amacı Türk
halkı göç ettirmek ve bölgedeki nüfus dengelerini
lehlerine çevirmekti.
Avrupa’da Sırpların, Bulgarların ve Rumların Ruslar ile işbirliği yaparak Türklere uyguladıkları soykırımın yakın tanıkları olan İttihat
ve Terakki yöneticileri tarihten aldıkları dersle
Anadolu’da Ermenilerin de aynı türden bir soykırım yapmalarını önlemek amacıyla harekete
geçmek zorunda kalmışlardır. Ermeniler bağımsız
bir devlet kurmak için Anadolu’da saldırılara ve
katliamlara başlayınca, o zamanki İttihat ve Terakki yönetimi son derece haklı olarak Türk milletinin Anadolu’daki varlığını korumak ve güvence
altına almak adına Ermenilerin Anadolu’dan göç
ettirilmesine karar vermişti. Osmanlı Devleti’nin
saldırıya uğrayan halkını koruyabilmek için böyle
bir karar almasının tek sebebi Ermenilerin bitmek
tükenmek bilmeyen vahşi saldırılarıdır. Bir devlet
istikbalini ve vatanını tehdit eden her türlü saldırıya karşı her türlü önlemi alma ve uygulama hakkına sahiptir. Şimdilerde bazı hainlerin insanlık
suçu işlemekle suçladıkları o zamanki yöneticiler
de işte bunu yapmıştır.
Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’ndan
yenik çıkıp ülke işgal edilmeye başlayınca,
İstanbul’daki hain I. Damat Ferit Paşa hükümeti, Ermeni kamuoyuna ve işgalci güçlere yaranabilmek adına vatanına ve milletine ihanet edip,
Divan-ı Harp Mahkemesi’ni kurdu. Ermeni tehciri
ile ilgili zamanın devlet görevlilerini yargılamak
üzere kurulan bu sözde mahkemede, Ermeni Patriği Zaven’in bizzat hazırladığı ve zamanın Başbakanı Damat Ferit Paşaya verdiği idam listesinde
yer alan vatansever Türk evlatları yargılandı. Bu
vahim ortam içerisinde yapılan yargılamalar neticesinde papazlar ve patrikler tarafından hazırlanan
idam listelerinde yer alan vatansever Türk evlatları, Nemrut Mustafa Paşa tarafından suçlu bulunarak idama mahkum edildi. Yapılan bu sözde
yargılama sonucunda idam edilen bir vatan evladı
var ki özellikle onun yaşadıkları ve acısı, halen
gözümüzü yaşartmakta ve içimizi yakmaktadır.
Sözünü ettiğimiz kişi ölümünden iki yıl sonra
Atatürk’ün başkanlığındaki Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından millî şehit ilân edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’dir. İstanbul Beyazıt Meydanında kurulan idam sehpalarında Kemal
Bey başta olmak üzere haksız yere asılan diğer
vatan evlatlarının acısı dünya durdukça Türk’üm
diyen herkesin yüreğini sızlatacak ve içini yakacak niteliktedir.
Eski Romalı düşünür ve ünlü hatip Cicero,
Roma Senatosunda yaptığı bir konuşmasında aynen şöyle der: “Bir millet içinde barınan aptalların hatta hırsı aklını aşmışların vereceği zararlardan kurtulabilir. Fakat içinden kaynaklanan ihanetten kurtulamaz. Hainlik, korkunç
ve bulaşıcı bir hastalıktır.” Dün Damat Ferit ve
Nemrut Mustafa eliyle yüreğimizi sızlatan ihanet,
o günden bugüne içimizden hiç eksik olmamıştır.
Günümüzde siyasetçilerimiz, medyamız ve sözde
aydınlarımız, büyük çoğunlukla, mütareke yıllarını aratmayacak bir ihanet içerisindeler. Bugün içimiz kan ağlayarak görüyoruz ki siyasetçilerimiz
ve aydınlarımız arasından, yüreğimizi sızlatanlardan yani yüz binlerce Türk’ün ölümünden sorumlu Ermenilerden “özür dilenmesi” gerektiğini
savunanlar ortaya çıkıyor!
Kıymetli Bilgiyurdu okurları! Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor. Dün mukaddes Türk topraklarında yüce Türk milletinin varlığına rağmen
Ermenileri kendi devletinizi kuracaksınız diye
tahrik eden dış güçler Ermenilerin kaderi ile oynamış ve unutulmayan facialara sebep olmuşlardır.
Günümüzde de aynı oyun yeniden sahneleniyor.
Şer odakları şimdi de ayrımız gayrımız olmayan
Kürt kardeşlerimizi Türk topraklarında kendi devletinizi kurmalısınız diye tahrik ve teşvik ediyor.
Kürtleri de tıpkı Ermeniler gibi bir maşa olarak
kullanmaya çalışıyorlar. Unutulmamalıdır ki tarihten ders almayanlar yalnız kendilerine değil,
bütün insanlığa felaket getirir.
Ermeni soykırımı iddialarını sahiplenen
ve destekleyen çevreler, bilmelidir ki bu millet,
ihaneti de hizmeti de asla unutmaz. Bu topraklarda yüce Türk milletinin varlığına rağmen müstakil
bir devlet kurmayı amaçlayan hayalperestler de
unutmasın ki Türk’ün arzı kaplayan gölgesinde
kendi gölgelerini aramaları beyhudedir.
Tarih
27
28
ÇANAKKALE
Şiir
Ziya GÖKALP
Uzaklarda bir ada var,
Halkına derler İngiliz,
Hem medeni, hem canavar
Fendinden emin değiliz.
Doğrulukta Rus Kazağı
Onun yanında sofudur.
Topu tutar dört bucağı,
Denizlerin Moskof’udur.
Budur en gizli emeli:
Müslümanlar uyanmasın.
Uçtan uca İslam ili
Kendine arpalık kalsın.
Allah dedi: “Kabul olsun
Kullarımın bedduası.
Dağılsın ordusu Rus’un,
İngiliz’in donanması!”
Türk dedi: “Demek Yaradan
Kurtarmağı ister bizden:
Karaları Kızıl Rus’tan,
Denizleri İngiliz’den!”
Türk köyünden kalktı, geldi,
Hazırladı siperini…
Bu geliş ok gibi deldi
İngiliz’in ciğerini.
Moskof dedi İngiliz’e:
“Çanakkale aşılmalı.
Kızıl, Kara, Akdeniz’e
Hâkimiz, anlaşılmalı!”
İngilizler korktu, kaçtı,
Rus ümidi kesti artık.
Anarşistler bayrak astı,
Rus ilinde düştü Çarlık.
Çanakkale, dört devlete
Galebeyi sen çevirdin!
Çar kölesi yüz millete
İstiklali sen getirdin!
İngiliz, Fransalı’yı,
Aldı beyaz kotrasına…
Tutmuşum sandı yalıyı,
Geldi Boğaz safasına…
Çok geçmeden birdenbire,
Parçalandı Rus ülkesi.
Sevinçle düştü Tekbir’e
Elli milyon Türk’ün sesi…
Senden ötrü bilsem daha
Kurtulacak nice ülke…
Ne Afrika, ne Asya’da
Kalmayacak müstemleke…
Beş Mart’ta iki donanma,
Kalemize saldırdılar…
Toplarımız coşkun suya
Zırhlıları daldırdılar…
Artık “Turan “ hayal değil,
Hakikate döndü bugün…
Türk bilecek yalnız bir dil,
Bizim için bu bir düğün…
Çünkü nasıl karalarda
Artık yoksa Rus zorbası;
Gezmeyecek deryalarda
İngiliz’in donanması…
* Türk düşünürü Ziya Gökalp’in doğumunun 133’üncü, Çanakkale Zaferi’nin
94’üncü yılı münasebetiyle...
29
KARLARA YAZILMIŞ GERÇEK BİR DESTAN
Özlem AKŞİT - [email protected]
B
u vatan uğruna sıradağlar
gibi durup can verme sırrına
erebilenlere dair...
Kapımızda taze soluğuyla bekleyen bahar, tabiatın
canlanışı olduğu kadar belleklerin de şekilde canlanış
sürecine girdiği bir yenilenme mevsimidir. Bize onurla
yaşama gücü ve sorumluluğu veren tarih sayfalarımıza
girmiş olan 18 Mart Çanakkale Savaşı ve Şehitlerimizi
Anma Günü gibi, 23 Nisan veya 19 Mayıs gibi ulusça
anlam ve değeri olan bazı önemli olayların anma etkinlikleri veyahut da festivaller bu aylarda sağanaklaşır.
Bunun sebebi millet olarak çok acılarla çok bedeller
ödeyerek bu zamanlara kadar gelmemizdendir.
Festivaller ve görsel anma etkinlikleri içinde sağlanmak istenen, yeni yıllara kültür mirasımızı taşıyacak
olan gençlerimizin omuzlarına yüklenecekleri sorumluluğu onlara en iyi şekilde anlatabilmek ve ortak bilinç
oluşturabilmektir. Değişen çağın yüzü içinde günümüz
gençliğine belki de bu amaca yönelik en iyi hizmet edebilecek etkinlik, sinema ve video etkinlikleridir.
Film günümüzde oldukça önemli bir kitle iletişim
ve uyarı vasıtasıdır. Kitlesel bilinçlenme açısından belleklere daha güçlü nüfuz eden bir etkiye sahiptir. Bazen bir günlük çok uzun bir konferansın verebileceği
verimliliği ve bilinçlenme mesafesini gerçekten iyi hazırlanmış tarihe ve ülkenin geleceğe yönelik ideallerine
hizmet amacı güden bir filmin tek başına iki saatlik bir
süre içinde daha çok belleklere işleyerek sağlayabildiği
yadsınamaz bir gerçek..
Siyasi ve toplumsal eğilimleri çok iyi analiz eden
dünya sinema endüstrisinin dev şirketleri film yapımcıları aracılığıyla bilinçaltı yönetimine bir şekilde ulaşmayı başarmaktalar. Öyle ki filmlerdeki etki gücünü
teknolojinin en ileri seviyedeki görsel imkanlarıyla
İnceleme
“120”
İnceleme
30
birleştirip gerçekler dünyasına yakınlaştırdıkları mesajlarıyla kansız kaleler fethediyor, insan ruhlarını dezenformasyon (bilgi çarpıtması, bilgi kirliliği )yoluyla
bir biçimde işgal ediyorlar. Gelecekte yönlendirilmesi
kolay korku toplumlarını yaratarak gizli bir yönetim
sağlamaya ya da asgari görüntü içinde tarihi çarpıtarak,
bulandırarak bugün kendi yararlarına sonuçlar doğuracak şekilde mesajlarını film izleyicilerinin şuuraltlarına
zerk etmeye çalışıyorlar.
manlı İmparatorluğu ömrünün yarısı kadar bile olmayan
Amerikan tarihine gövde kazandıracak kadar görkemli
bir gözalıcılıkta senaryolar üretmektedir. Her Vietnam
savaşı filmi bir Amerikan haklı davasının savunu belgesi gibi içimize içler, yıllarca batılıların filmleriyle tarihe
onların gözlükleriyle bakar filmlerin kahramanlarının
hayatta kalmalarına sevinir, ölmelerine üzülür onların
davalarının başarıya ulaşmasıyla huzur içinde sinemadan ayrılırız!
“Yüzüklerin Efendisi” adlı film bu konuda sosyoloji kürsülerinde incelemeye alınmış, üzerinde tezler
hazırlanmış filmlerden biridir. Birkaç yıl önce Habertürk adlı tv kanalında filmin barbar ruhlu işgalci yaratıkları olan Orgların filmi hazırlayanların ifadelerine
göre Ortadoğu uluslarını yansıttığı ve hatta birkaç yüz
şeklinin de maskının hazırlanırken model ve sima olarak Alparslan, Atilla ve Atatürk ‘ün yüz profillerinden
esinlendikleri ifade edilmişti. Film başlı başına son büyük bir savaşı konu alırken karşı karşıya gelen iki ordu
ise batılıları ve doğuluları temsil ediyordu. Ve olağan
olarak da parlak yüzlü sarışın Angelic(masum melek
yüzlü) batılılar, karanlık suratlı terörist ve yağmacı doğululara karşı üstünlük kazanıyorlardı. Yani sonuç olarak batılıların ve Hristiyanların zaferi tartışılmazdı!
Ama kendi topraklarımıza dönüp baktığımızda
Malkoçoğlu Kara Murat gibi bazı Cüneyt Arkın film
versiyonları dışında belgeselden öte film havası taşıyan
ama tarihimizi film tadıyla veren çok etkin filmlerin
daha henüz yeni emekler süreçte olduğunu gözlemliyoruz. Kendi tarih şuurumuzu, tarih bilincimizi görsel teknolojinin inanılmaz boyutlara ulaştığı bu zamanda etkin
kılmaya artık mecburuz.
Bilinmelidir ki özellikle CIA gibi servislerin ve
Evangelist kiliselerin bilgi ya da finans destekleriyle dünyanın daha uzak iklimlerinde izlenme ve rağbet
görmeleriyle bu pasif bazda kitlesel etkileme çalışmaları daha çok insanda başarıya ulaşıyor. Geçmişten beri
yapılan bu çalışmaların bizim nesillerimiz üzerinde ne
denli başarıya uğradığını, kendi çocukluğumuzda zihnimize taşıdıklarımızı düşündükçe daha iyi anlayabiliyoruz.
Bizler Amerikan tarihini bizzat ilgi alanı edinip de
özel olarak okuyuncaya dek izlemiş olduğumuz kovboy
filmlerinde gerçekte anayurt sahibi kızılderililer kendileri olmasına rağmen filmlerde sunuluş biçimleriyle zihinlerimizde ilkellikleriyle kafa derisi soymaktan zevk
alan, çoğunlukla bozguna uğrayan ve kimi zaman da
komik durumlara düşen vahşi barbarlardan öte varlıklar
değillerdi.
Bizim gibi gündelik yaşam telaşları içinde sosyal
yaşantısını yaşamak için televizyon ve sinema kültürüne yer ayıran insanlar için gerçekleri anlatan kitaplara
ulaşmak ise ayrı bir uğraş alanı edinmek demekti. Ve bu
uğraş bizleri kafaderilerini yüzerek kemer yapan vahşi
bir ulustan çok daha derin köklere uzanan bilge bir kültürün dünyaya yorum katan atalarına götürecek buruk
ama tamamıyla gerçek olan bir öyküyle buluşturacaktı
ve bizler filmlerin beyinlerimizi nasıl dönüştürdüğünü
ibretle görecektik.
Hollywood film sektörünün bilinçaltı çalışmaları
öyle yapılandırma gayretleri içindedir ki kökleri bir Os-
Bunu kendi öz değerlerimize bir geri dönüş yolculuğu yapma ve yitirdiklerimizi, yollara döktüklerimizi,
onur ve haysiyetimize tercih etmiş olduklarımızla mukayese ederek verilen bedellerle elde ettiklerimizi karşılaştırarak yapmalıyız ve acilen toplumun öz bilinç ve
devamlılık enerjisini yükseltmek için silkinmeliyiz.
Bu noktada film yapımcısı Özhan Eren, gençlerimizin direk yüreklerine çok doğru bir vuruş yapıyor ve
onun yaptığı bu atış, hakettiği yeri buluyor. Bu destansı
atışın adı:”120”
“120”....Epeydir adını duyduğum bir film...Nice
zamandır kafamda dönüp duran “bir mesaj vermeli,bir
şey yapmalı ve gençliğe bazı şeyleri yeniden hızla
anlatmalı,ama nasıl?” diye çareler aratan sorularımın
cevabına bir deva olarak yetkin canlı,gerçek,hüzünlü
ama bir o oranda da çocukların, gençlerin ruhuna çok
şey anlatan bir film olarak çıkıyor karşımıza.
Bize anlatılan onca gerçek savaş öyküsünün çok
daha berisinde tüm sadeliğiyle ama “unutmayın, can
verme sırrına erenler içinde bizler de varız! “ diyen,
yaşları 12 ila 17 arasında değişen 120 çocuk tarihin onları unutturduğu kalın, tozlu yaprakların içinden Özhan
Eren’in tarih araştırmacılığı sayesinde çıkıp yüreklere
onlarca dersi bir film süresinde çok hızlı bir biçimde vererek şuurlarda tam anlamıyla ölümsüzleşiyorlar.
Hüzünlü bir film aslında 120...1914 yılında Van’da
geçiyor. Yeni bir savaş arifesinde olan Osmanlı İmparatorluğunun güç şartlarını ve Ermeni çetelerinin Ruslarla işbirliği yaparak doğudaki saldırısını tablo ediyor.
Müttefiki olan Almanya’dan da doğru bir silah yardımı
alamayan Osmanlı ordusunun askerlerinin cephelerdeki
çözüm arayışlarını dillendiriyor sancı içinde... Halk cephaneyi cepheye ulaştırmak istiyor fakat yılarca üç kıtada
savaşmaktan nüfusunu tüketmiş olduğundan cephaneyi
dağlardan beş günlük yürüme mesafesine aşırarak götü-
31
Filmin yapımcısı Özhan Eren’in vatansever bir
duyguyla her türlü maddesel kaygıdan uzak kolları sıvadığı bu film, bizleri iki önemli olguyla buluşturuyor:
Birincisi vatanseverce hazırlanan her filmin toplumda inanılmaz güzel etkiler yaratabileceği kollektif
bir şuuru yeniden canlandıracağı ve gençleri çok güzel
yönlerde yetiştirebilecek enerjiyi bize verebileceği umudunu taşıyor. İkinci olarak da “tarih filmi” yapmanın ne
kadar önemli bir sorumluluk taşıdığı ve bizim toplumumuz için ne denli önemli olduğu konusunu vurguluyor.
Tarihsel belgeleri toplamak, arşiv çalışmaları yapmak ve bunları yaparken gerçeklere aynen yansıtmaya
sadık kalarak filmi öykü tadında anlatabilmek büyük
bir sorumluluk gerektiriyor. Bunu bugün yurtdışındaki veya yurt içindeki festivallerde kazanacağı ödülleri
hesap ederek feda etmeden tavizsizce yapabilen çok az
insan bulunuyor Çünkü batı sizin kendinizi horlamadığınız, içinde kendinizi ve milletinizi alçaltmadığınız
filmlere ödül vermiyor.
120 filmi bu kaygılara karşın kendi sade uslûbu ve
sessiz kar yürüyüşü adımlarıyla tarih filmciliğine örnek bir başarıya imza atıyor. Türklerle Ermenilerin ve
dahi diğer farklı kökene sahip insanların huzur içinde
yaşarken dıştan uzanan karanlık ellerle huzurunun nasıl kaçırıldığının ve bugün de aynı tehlikeler yüzünden
dikkatli olunması gerekliğinin altını çiziyor. Söz konusu
vatan olunca sevdaların bile yıllarca ve belki de sonsuza dek arka plana atılabileceğini Süleyman üsteğmenle
Münire’nin boynu bükük kalan sevdasında veya evladını zor bir vazifenin ifasında gözden çıkarabilecek kadar
vatan sevgisine sahip insanların görüntüsünde dile getiriyor ve fedakarlığın sırrına eren insanlara hayranlık
duymamızı sağlıyor.Diğer yandan, parasal değerler,
kişisel rahatlıklar yüzünden çetecilere silah satacak kadar soysuzlaşmanın insan itibarını nasıl bitirebileceği
ve vebali olduğu fikrine götürüyor ve vatanın tüm maddesel değerlerden daha üstün tutulması gerektiğinin altı
çiziliyor.
Bugün çocuklarımızın ve gençlerimizin Recep
İvedik, Gora gibi filmlerden ziyade Atatürk’ün “ Tarihi
yazanların da tarih yapanlar kadar gerçeklere sadık kalmaları gerektiği” şeklinde altını çizerek belirttiği etik
doğrultusunda hazırlanmış filmlerle bilinçlendirilmeye
şiddetle ihtiyaçları vardır.
GEÇMİŞ OLSUN
Bir ameliyat geçiren
Op. Dr. Faruk Ortaköylüoğlu’na,
Derneğimiz kurucusu
Mehmet Kabaktepe’ye,
Emekli öğretmen Yaşar Şener’e
“Geçmiş olsun”der,
Allah’tan acil şifalar dilerim..
Mustafa ÖZTÜRK
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Başkanı
BAŞSAĞLIĞI
Ülküdaşım ve kadim dostum
Zeynel Temur’un muhterem eşi
Ümmügülsüm Hanım,
8 Mart 2009 Pazar günü Hakk’ın rahmetine
kavuştu. Kendisine Allah’tan rahmet,
TEMUR ailesinin tüm fertlerine başsağlığı
dilerim.
Derneğimizin Başkan Yardımcısı
Gökhan Pınarbaşı’nın kayınvalidesi
Müjgan Koç
15 Şubat 2009 tarihinde vefat etmiştir. Merhumeye Allah’tan rahmet tüm yakınlarına
başsağlığı dilerim.
Kayseri eşrafından değerli insan
Şaban ERSOLAK
trafik kazası sonucu 13 Mart 2009
Cuma günü vefat etmiştir. Kendisine
Allah’tan rahmet, tüm yakınlarına başsağlığı
dilerim.
Mustafa ÖZTÜRK
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Başkanı
İnceleme
rebilecek yaşta erkek bulunmuyor. Ve 120 çocuk gönüllü olarak ortaya çıkıyor. Kilometrelerce yolu binbir meşakkatle alarak yerine teslim ediyorlar; fakat dönüş yolu
üzerinde çıkan kar fırtınasına direnemeyerek 96 çocuk
oracıkta donarak şehit oluyor. Dönebilenler içinde ise
hastalanarak ölenler oluyor. Fedakârca vazifeyi üstlenerek varlığını Türk varlığına armağan eden bu çocuklar
“120” filmi ile yüreklerde ölümsüzleşiyorlar.
İnceleme
32
Mancısunlu Şair Remzi Efendi
Dr. Rasim Deniz
K
ayseri ve civarında az bilinen
(zımmî) Hıristiyan âşuğlardan biri
de Mancısunlu şair Remzi’dir.
Kayseri’nin ova köylerinden biri olan Mancısun,
tarihte Türklerin ve gayr-i müslimlerin beraberce,
huzur içinde yaşadıkları şirin bir köydür.
Mancısunlu Remzi Efendi, Ziya Paşa ile
çağdaş olup onunla âşinalıkları amir- memur ilişkilerinden daha çok, şiir ve edebiyatla ilgilenmeleriyle olmuştur. Bu konudaki bilgiler, 1928 yıllarında Osmanlıca neşredilen Hâkimiyet-i Milliye
gazetesinde çıkan bir yazıya dayanmaktadır. Adı
geçen gazetedeki bir yazısında Ziyaettin Fahri
Fındıkoğlu, Remzi ile Ziya Paşa’dan bahsederken
şöyle demektedir:
“Ziya Paşa Adana’da vali bulunuyordu; o
zamana ait yazılarının birinde Kayserili Remzi
isminde bir halk şairinden bahsediyormuş. Ahmet Şükrü Bey, uzun zaman bu şahsiyeti arıyor.
Nihayet bir gün Kayseri köylerinden Mancısun’da
ele geçirdiği bir Ermeni mecmuasında Ermenice
harflerle Türkçe yazılmış koşmalar bulmuştur ki,
bunlar, Ziya Paşa’nın bahsettiği Remzi’ye aittir.
Şair Remzi, Ziya Paşa ile hemzaman olup o
vakit Adana’da posta memurluğu yapıyormuş.
Ahmet Şükrü Bey’in, bu şaire ait olmak üzere ele geçirdiği koşmalardan birini, kendisinin
müsadeleri ile neşrediyorum.”
Ey nevcivan dilber ruhların gülgûn
Aşkınla yakacak beni mi buldun?
Var iken zülfüne sât-hezâr meftûn
Kemendin takacak beni mi buldun?
*
Hicrin ile oldum deli,divâne
Bu dert iflah etmez kastı var câna
Ey Leyla-ı Kevser, çeşm-i mestâne
Mahmurca bakacak beni mi buldun?
*
Sen, ey nev-civanım hûbların şâhı
Dökme gel, gerdana zülfü-siyâhı
Görmez oldu Remzi, şemsi billâhi
Zulmete sokacak beni mi buldun?
Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Ahmet Şükrü
Beyin, Mancısun köyünde bulduğu Remzi’nin şiiri için yazdığı yazıya şöyle devam ediyor:
“Bu koşma, halk edebiyatındaki nazım şekillerinin en mühimi olan “koşma”nın güzel, canlı
numunelerinden biridir. Bir Ermeni mecmuasında
Ermenice harflerle yazılı görülmesi; Anadolu’da
Ermeni-Türk edebiyatının münasebatı; Türk’ün
yaptığı edebî tesir ve başkalarına verdiği edebî
terbiye itibariyle de çok mühimdir.”
Bize göre, Mancısun köyünde bulunan mecmua, Ermenice yazılı olmayıp Kayseri ve civarında yaygın olarak kullanılan Karamanca harfleriyle
yazılmış bir mecmua olmalıdır. Çünkü Kayseri ve
civarında bulunan kiliselerde okunan İnciller, dini
ve edebi metinler genellikle Karamanca harfleriyle yazılmış metinlerdir. Bu hususta geniş bilgi ve
belge, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. Harun Güngör’den
alınabilir.
KAFKASLAR’DA PERESTROYKA
S
SCB’nin son dönemlerinde devleti
yeniden yapılandırma anlamına gelen perestroyka, fikri son gelişmeler
ışığında Kafkaslarda uygulanmak istenmektedir.
Küresel güçlerin dünya hâkimiyetinin sağlanmasında köprübaşı olarak gördükleri Kafkaslar etnik
gerilimler ve enerji mücadelelerinin körüklediği oldukça girift sahalar konumuna gelmektedir.
Kafkaslardaki bu kargaşa ortamı hiç şüphesiz ki
Türkiye’yi oldukça derinden etkileyecektir.
Dünya hâkimiyetinin çatırdamaya başladığı
ABD ile eski gücüne kavuşma isteyen Rusya Kafkaslar üzerinden güç gösterilerine başlamış durumdadırlar. İki güç soğuk savaş dönemini anımsatan
çıkışlarını yapmaktan asla çekinmemektedirler.
Bu durum bölgedeki tansiyonun giderek artmasına sebep olmaktadır.
Kafkaslarda meydan gelen bu olayların tarihsel dayanaklarına bakmadan bölge ile ilgili gerçekçi değerlendirmeler yapmak mümkün değildir.
“1991 yılı dünya tarihinde hızlı ve beklenmeyen gelişmelerin yaşandığı bir yıl olmuştur. Gorbaçov’un
glasnost ve perestroyka politikaları Sovyetlerin dağılma sürecini hızlandırmış, imparatorluğu kurtarma arayışları başlamıştır. Gorbaçov’un hazırladığı
Yeni Konfederasyon teklifine karşılık Boris Yeltsin yeni bir Birlik tezini ileri sürmüş ve 8 Aralık
1991 tarihinde Rusya, Ukrayna ve Belarus liderleri bir araya gelerek, SSCB’nin resmen dağıldığını,
buna karşılık Bağımsız Devletler Topluluğu’nun
kurulduğunu açıklamışlardır. Slav birliği olarak
kurulan BDT, daha sonra Türk Cumhuriyetlerinin
yanı sıra Moldova, Gürcistan ve Ermenistan’ın da
katılımıyla 12 ülkenin yer aldığı bir topluluk haline gelmiştir.”
Sovyet egemenliğinin birden bire sona ermesiyle dünyada bir şaşkınlık yaşanmıştır. Bu duruma hazırlıksız yakalanan ülkelerin başında gelen
Hakan BOZDOĞAN
Türkiye bölgeyle ilgili gerçekçi politikalar sürdürmek yerine duygusal ve ideolojik söylemlerle bölgeye intibak etmeye çalışmıştır. Böylece Kafkaslar ve gerisindeki Türk cumhuriyetleri Rusya, Çin
ve ABD’nin nüfuz mücadelesi alanına girdi.
Yıllarca demir perde arkasında bekleyen
Kafkaslar ve Orta Asya, bünyesinde bulundurdukları olağan üstü zenginliklerle dünya gündeminin
ilk sıralarına oturmaya başladılar. “100 yıl önce
dünyanın en çok petrol üreten ülkesi Bakü iken,
o zamanlar Orta Asya’nın karbonhidrat zenginlikleri bilinmiyordu. Bu nedenle Ortadoğu’da petrol
uğruna oynanan oyunlar Orta Asya’da oynanmamıştı. Belki bu nedenledir ki, 31 Ağustos 1907’de
Rus Dışişleri bakanı Kont Alexander Izvolsky ile
İngiliz elçisi Sir Arthur Nicholson Petersburg’ta
bölgenin kaderini belirleyen bir antlaşmaya imza
koymuşlardı. Bu gizli antlaşmaya göre Rus hükümeti Afganistan’daki İngiliz nüfuzunu kabul etmiş, Londra da Orta Asya’nın Çar’ın arka bahçesi
olmasını taahhüt etmişti. 1917’de başlayan Bolşevik ihtilali ve birkaç yıl sonra Sovyet Sosyalizminin yerleşmesiyle o döneme kadar “Türkistan”
diye anılan Orta Asya da Sovyetlerin ön bahçesi
haline gelmişti.
1990’lardan itibaren Kafkaslarla ilgili yeni
mücadele alanları oluşmaya başladı. ABD’nin bölgeye ilgisini çekinmeden dile getirmesi Rusya’yı
yeni arayışlara itmişti. Rusya ABD’nin bölgedeki
etkinliğine acil müdahale edecek, bölgenin enerji
akışını kendi isteği doğrultusunda bir gürezgaha
oturmak için Çeçenistan’ı işgal etti. Ne var ki bu
fiili durum Bakü-Ceyhan Boru Hattı projesini engelleyemedi. Bakü-Ceyhan Boru Hattının tamamlanmasıyla Kafkaslar dünyaya enerji kaynaklarıyla
açılma imkânı buldu. Böylece hem küresel şirketler hem de bazı misyoner örgütler Kafkaslara yerleştiler. Kafkaslarda ABD’nin etkinliğini arttıran
bir diğer olay da Gürcistan’da Soros destekli hü-
İnceleme
33
İnceleme
34
kümet değişikliği olayı idi. Bu duruma uzun süre
sessiz kalan Rusya, ilkönce doğal gaz kozunu kullanarak Gürcistan’ı kendi yanına çekmeye çalıştı.
Ancak yeni yönetimin batıya aşırı güveni onun
geri döşümü olmayan hatalar yapmasına sebep
oldu. Gürcistan’ın Güney Osetya’yı işgal etmesi
Rusya’nın çok sert tepki göstermesiyle bölgedeki
gerilim en yüksek noktasına ulaştı. 90’lı yıllar boyunca kendi iç meseleleriyle uğraşan Rusya Putin
yönetimiyle hızlı bir kalkınma dönemine girmiş
ve küresel aktörler arasına girdiğini kanıtlamıştı.
Doğal olarak ön bahçesi olarak saydığı Kafkaslara kayıtsız kalması beklenemezdi. Rusya’nın
Gürcistan’a müdahalesi dünyanın yeni bir soğuk
savaşa girdiğinin açık göstergesiydi.
Türkiye nasıl SSCB’nin dağılmasına hazırlıksız yakalandıysa Rusya’nın da bölgede tekrar
bir aktör olarak yer almasına da hazırlıksız yakalandı. Rusya’nın Gürcistan’a saldırmasıyla telaşa
kapılan Türkiye panik atak tepkiler vermekten
başka bir şey yapamamıştır. Hazırladığı çözüm
paketleri hiçbir yerde ciddiye alınmamıştır. Bu
durum, Türkiye’nin bölgeyle olan hem tarihsel
bağlarına hem coğrafi yakınlığına oldukça tezat
bir durum arz etmektedir. Üstelik ABD gemilerinin Karadeniz’e girmeleri Möntrö Antlaşmasının
meşruiyetini tartışmalı hale getirmiştir.
Kafkaslarda soğuk savaş sonrası oluşan ABD
lehine durum değişmektedir. Artık bölgedeki güçler dengelenmeye başlamıştır. Rusya yaptığı sert
çıkışla hiç de hafife alınmayacak bir güç olduğunu
göstermiştir. Türkiye, Kafkaslarda meydana gelecek değişimden en fazla etkilenecek ülke durumdadır. Onun için de Kafkaslarla ilgili politikalarına
milli menfaatleri doğrultusunda bir yön vermelidir. Türkiye için Kafkasların istikrarı, bölgedeki
barış misyonuna katkı sağlamaktan ziyade hayati bir önem taşımaktadır. Çünkü Kafkaslar, dünya ülkeleri için olduğu kadar Türkiye’nin de Orta
Asya’ya açılan kapısıdır.
BİLGİYURDU CUMA SOHBETLERİ
GERÇEKLEŞTİRİLEN TOPLANTILAR
TARİH
KONUŞMACI
KONU
02 OCAK 2009
Yrd.Doç.Dr. Ahmet Vehbi ECER
İslamiyetin Cazibesi
09 OCAK 2009
Mustafa ÖZTÜRK
Sarıkamış Harekatı
16 OCAK 2009
Hakan TUNÇ
Türkiye’nin Jeopolitiği
23 OCAK 2009
Yusuf BİLTEKİN
Fener Rum Patrikhanesi ve Ekümenlik
30 OCAK 2009
Erhan SOLMAZ
Ulus Dağına Düşen Ateş
06 ŞUBAT 2009
Gökhan PINARBAŞI
Türkiye’nin Diğer Türk
Cumhuriyetleriyle Münasebetleri
13 ŞUBAT 2009
Bilgehan PINARBAŞI
Türkiye-Kafkasya İlişkileri
20 ŞUBAT 2009
Mustafa ÖZTÜRK
Atatürk’ün Dış Türkler Politikası
27 ŞUBAT 2009
Mustafa ÖZTÜRK
Kukla Kürt Devleti Niçin İkinci İsrail’ dir?
Sohbet toplantılarımız her Cuma saat:19.00’da dernek binamızda yapılmaktadır.
Üyelerimiz ve vatandaşlarımız davetlidir.
Adres: Sahabiye Mah. Otak Sok. Kamer Ap. No:4/3 A Blok Tel: 0(352) 232 32 67 KAYSERİ
35
Müzik
“Erciyes Kıralı - KOZANOĞLU”
Ahmet ALTAY - [email protected]
Erciyes Kıralı Harmancık yurdu
Çadırın ardında maya kuzular
Nicoldu dağların aslanı kurdu
Yanı yöresinde çağlar sızılar,
Ara yerde kaldı Hacılar yurdu
Elin, aşiretin seni arzular
Elin seni istiyor gel Kozanoğlu.
Elin seni istiyor gel Kozanoğlu
Yar gelir de yaylasına inerdi,
Kozan geldi iskeleye dayandı,
Varsah gelir etrafında dönerdi,
Kılıcın kabzası kana boyandı,
Ha deyince beş yüz atlı binerdi,
Maaşımız bin beş yüze dayandı,
Elin seni istiyor gel Kozanoğlu.
Elin seni istiyor gel Kozanoğlu.
Türküler… Türk’ü söyler türküler… Yürekten kopan bin bir türlü hislenişin ifade biçimi; hasretler, sevinçler, kederler, kahramanlıklar, yüreklerin yükselen sesi… Anaların ağıtları, ninnileri, feryatları… “Türk’ü seven türkü söyler” diyor merhum Muzaffer Sarısözen.
Burada konu ettiğimiz türkü bir Kayseri türküsüdür. Adından da anlaşılacağı üzere bir kahramanlık
türküsüdür.
Osmanlı Devletinin son dönemleri gerek siyasal gerek sosyal açıdan çok hareketli geçmiştir.
Hızla devam eden toprak kayıpları, ekonomik zorluklar, iç ve dış tehlike unsurları toplumun yapısını da etkilemiş; bir taraftan da hasta adam teşhisi
konan devleti kurtarma çabaları, farklı bir toplum
yapısını beraberinde getirmiştir. Devletin yönetim
yeri ve başkenti olan İstanbul da nasıl hareketli
günler yaşanıyorsa, sınırlar içerisinde olan birçok
coğrafyada da olumlu ya da olumsuz birçok olay
cereyan etmektedir. Devlet otoritesinin zayıfladığı
ya da yavaşladığı dönemlerde bölgesel de olsa çeşitli isyanlar ve ayaklanmalar meydana gelmiştir.
Ama burada türküye konu olan durum biraz daha
farklıdır. Tamamen bir isyan ve başkaldırı öyküsü
değildir, fakat devlet güçleriyle olan mücadelenin
“Kozanoğlu” üzerinden anlatılması durumudur.
Türküde konu edilen Kozanoğlu, Afşarların
Kozanlı oymağının reisi olan bir ailedendir. Bu oymak Kozan havalisinin önderliğini yapıyor, gerek
piyadeleriyle gerekse atlı birlikleriyle bölgenin güvenliğini sağlıyordu. Öyle ki Yozgat civarında bulunan Çapanoğulları, Kozan bölgesini istila etmek
istemiş, bu durum Kozanoğlu Yusuf Ağa tarafından
engellenmiştir. Bunun ardından Mısırlı İbrahim
Paşa da Kozan’ı almak için teşebbüste bulunmuş
fakat yine bu durum Kozanoğlu güçleri tarafından
engellenmiştir. Gittikçe güçlenen Kozan Beyliği
1882 yılında II. Abdülhamit döneminde Sadrazam
Ali Paşa’nın girişimiyle ortadan kaldırılmak istendi.
Derviş Paşa komutasında “İslâhiye Fırkası” adında
bir birlik bölgeye gönderildi. Bunun üzerine birçok
Kozanoğlu Beyi çok kısa sürede devlete bağlılığını
ifade etti. Bunlar arasında valilik verilenler, maaş
bağlananlar oldu. Kozan bir sancak haline getirildi.
Kozanoğlu Yusuf Ağa’nın ise Sivas’ta bulundurulmasına karar verildi. Muhafız askerleriyle Sivas’a
gitmek üzere yola çıkan Yusuf Ağa, aşiretin bir
kısım ileri gelenleri tarafından askerlerin elinden
geri alındı. Bu durumu fırsat bilen Yusuf Ağa tekrar
Kozan’a gelerek bütün aşiretleri isyan için zorladı.
Bir süre sonra Derviş Paşa yine bir askeri birliği
Yusuf Ağa’nın üzerine gönderdi. Devam eden çatışmalardan sonra Yusuf Ağa esir düştü ve astırıldı.
Taraftarları ise dağıtıldı ve bölgede devlet otoritesi
yeniden sağlanmış oldu.
İşte bu türkü Kozanoğullarından Yusuf Bey’in
dağlarda geçirdiği mücadele zamanları üzerine söylenegelmiştir. Müzikle kalın…
İnceleme
Söz:
İnceleme
36
MİLLİ MÜCADELE’DE BOR
VE HALİT MENGİ
Yusuf BİLTEKİN
1.
Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında
ülke işgal edilirken bu gidişe dur demek
için Mustafa Kemal Paşa mücadeleye
başlamış ve Türk milletinin desteğini kazanmak istemiştir. Niğde ve ilçesi Bor, Mustafa Kemal’in yanında
olmuştur.
Sevr Antlaşmasıyla ordularımız terhis edilmiş ve
silahlarımıza el konulmuştur. Ordu terhis edildiğinden
dolayı ülkenin farklı yerlerinde kuvay-ı milliye oluşturulmuştur. Bor’da da Süvari Müzahirat Bölüğü teşkil
edilmiştir. Bu bölüktekilerin isimleri:
1. Hacı Dedeler’den Ali Efendi
2. Battaloğlu Hıfzı
3. Kahraman Mustafa Ünal
4. Çoraz’ın oğlu
5. Balcı’nın Muharrem
6. Kalp Cemal
7. Harım’dan Mırık Hacı’nın İbrahim
8. Poyraz’ın oğlu Tevfik
9. Molla Yusuf’un Tevfik
10. Şerif Ağa’nın Mehmet
11. Nalbant Ahmet
12. Çay Mahallesinden Necip oğlu İsmail
13. Kuşçu’nun Rasim
14. Müftü’nün Rasih oğlu Mahmut
15. Battaloğlu Ziya
16. Yazıcılardan bir genç (muhtemelen Hasan
Bey).
Milli Mücadele’de elde silah olmadığından
Bor’da demirciler süngü yaparak Kuvay-ı Milliye’ye
destak vermişlerdir. Orduya süngü gönderenlerin isimleri:
1. Hacı Dedeler’den Tevfik
2. Demirci İsmail Usta
3.Bedesten Bekçisi Arif
4. Abdi Usta’nın Şevki.(1)
Bu dönemde İstanbul Hükümeti aciz bir durum
sergilediğinden Mustafa Kemal Paşa ülkenin çeşitli yerlerinde kongreler toplamaktaydı. Bu kongrelerden biri de Sivas Kongresi’dir. Sivas Kongresi’ne
Niğde’den Mustafa Soylu ve Bor’dan Halit Mengi
katılmıştır. Sivas’a hareket edildiğinde gerek hükümetin ve gerekse eşkıyanın çeşitli takiplerine rağmen bu
onurlu görev yılmadan ifa edilmiştir.(2)
rim:
Burada Halit Mengi’den biraz söz etmek iste-
21 Ağustos 1883 yılında Bor’da dünyaya geldi.
Müftüzade Hacı Mahmut Şerif Efendi’nin oğlu Hüsnü
Efendi ile Sarı Müderrisler’den Abdülnafi Efendi’nin
kızı Huriye Hanım’ın çocuklarıdır.
Devlet kademesinde çeşitli görevler yapmıştır.
1923 senesinde mebusluğu, diğer eçimlerinde de adaylığı Mustafa Kemal tarafından onaylanmış ve 1950
yılına kadar aralıksız CHP’den milletvekili seçilerek
görevini yerine getirmiştir.(3)
37
Sevr’den sonra Fransızlar Pozantı’yı işgal etmiş
ve Bor sınırlarına dayanmıştır. Fransızların bu hareketlerinden şımaran Rum ve Ermeniler Bor halkına zulum
etmeye başlarlar. Bor’un ileri gelenleri halka çağrı yaparlar ve Kasım Hanı’nda Türk gençlerine silah verileceğini söylerler. Bu çağrı bir oyunda ibarettir. Bor’da
10-15 silah mevcuttur. Bu silahları ellerine alan 10-15
genç; Hrıstiyan mahalleleri, çarşı ve Maşat’ı dolaştıktan sonra silahları ecnebiler görmeden başka gençlere
veriyorlar. Bu silahları alan diğer gençler yukarıda saydığım yerleri tekrar geziyorlar. Bu sayede Rumlar ve
Ermeniler, Türklerin silahlı gücünden ürkerek gizliden
gizliye Bor’u terk etmişlerdir.(5)
Mustafa Kemal Paşa’nın kuvay-ı milliyecilerle
buluşmak için gizlice Bor’a geldiği söylenir. Bu konuda
“gözlerimle gördüm” diyen Ömer Soylu: “Cığızlar’ın
Ahmet Efendi’nin evinde çalışıyordum. Cığızlar
önemli bir aile idi ve Kuvay-ı Milliye Hareketi’ne destek veriyorlardı. Bir akşam önemli bir misafirimiz var
denildi. Masa donatıldı. Misafir geldi. Yüzü ve gözleri dikkat çekici idi. Baktım. Sonra aradan birkaç hafta
geçti. Sivas ve Erzurum Kongreleri toplandı. Resmini
gördüğümde; işte, Cığızlar’ın Ahmet Ağa’nın evine
gelen adam bu dedim. O Atatürk’tü” demiştir.(6)
1. Müddeti hayatımda hısım, akraba ve ödamla,
efrad-ı aileme karşı elimden geldiği mertebe iyilik yapmayı şiar edinmiş, saadetleri hususu mümkün mertebe
temine çalışılmıştır. Bu yönden hiç endişem yoktur.
2. Bor’u ve Borlu komşularımı; kalben ve bütün
mevcudiyetimle pek sever, hürmet besler, itibar ile elime geçen güne gün fırsatlardan istifade etmeye sapmayarak Bor’un gelişmesi ve ümranına hasr-ı mesai eylemiş ve ekonomik yükselmesine sarf-ı gayret olunarak
cümlenin malum olduğu üzere başarılı olunmuştur. Bu
yönden de müsterih kalbim.
3. Bor’un Borlu hemşerilerimin eseri teveccüh
ve muhabbeti olarak uhdeme tevdi buyurduklarından
hizmetlerden Milli Sivas Kongresi mümessilliğini ve
devam eden 27 senelik mebusluk ve milletvekillik hayatımı memleketim namına tarihi bir şeref olarak kayıt
ederim.
4. Bor bölgesinde girişimimizle meydana getirilen meyvecilik ve bilhassa Amasya elmacılığı halkımızın refahına büyük çapta yardım edeceği ve etmekte
olduğu cihetle çok bahtiyarım. Devamını dilerim.
5. Bütün Borlu aziz hemşerilerime, çoluk çocuk
dâhil cümlesine muhabbet ve selamlarım iletir, beni
ara sıra yad etmelerini niyaz ve arzı veda ederim. (18
Ekim 1958) (8).
Ruhları yanımızda bedenleri toprak altında olan,
ismi unutulmuş bir çok Milli Mücadele kahramanı vardır. Ben inanıyorum ki bu ruhlar Mustafa Kemal önderliğinde hudutlarımızda bekliyorlardır.
Acı olayların tekrar yaşanmaması için tarihin
unutulmaması gerekir.
Pozantı ve Çiftehan’daki Fransızlar’ın çıkartılması için Bor’dan yardım istenmiştir. Bu olay Halit
Mengi’nin Sivas Kongresi’den dönüşünden sonra olmuştur. Buralara asker sevk edilmiştir. Düzce’de isyan
çıkınca buradaki kuvvetler Düzce’ye sevk edilmiş 2.
Tümen Kumandanı Ayıcı Arif Bey’in ısrarı ile Halit
Mengi Düzce’ye gitmek için yola çıkmış, Konya’ya
kadar beraber gitmiş burada da ordu birliklerine muhtelif yardımlarda bulunmuş, müfreze teşkil ederek Ayıcı Arif Bey’in emrine verdikten sonra Bor’daki işlerinin başına dönmüştür.(7)
1. H. Emin Atlı, Geçmişten Günümüze Bor, Yardım Severler
Derneği, İstanbul 1999. s.74-75.
Milli Mücadele’ye hizmeti bulunmuş olan Halit
Mengi’nin ölmeden önce yazmış olduğu vedası:
4. Bu bilgi Halit Mengi’nin yakın akrabası olan Fuat
Mengi’nin oğlu Avukat Hazım Mengi’den alınmıştır.
“Bismillahirrahmanirrrahim
Cenab-ı rabbil taâla’nın şan ve azametine sığınarak, hayati fani emin sona ermekte olması dolayısıyla, sevgili oğlum Vedat Mengi ve bütün aile bireylerine, bazı vasilik sonra, işbu veda namemiz tastır ve
tevdi kılınmıştır.
Son Notlar :
2. Tunay Özkan, “Sivas Kongresi’nin 82. Yıldönümü Halit
Mengi’nin Milli Mücadele’de ki Hizmetleri” , Yeşil Bor Gazetesi,
17 Eylül 2001. s.5.
3. Ömer Fethi Gürer, Bor Şehri, Maya Yayınları,2.baskı,
İstanbul 2006.s.490.
5. Atlı, a.g.e.
6. Gürer, a.g.e.
7. Özkan, ag.m.
8. Gürer, a.g.e.
İnceleme
Halit Mengi Sivas Kongresine giderken hanımına bir bomba verir. Bombanın nasıl kullanılacağını
öğretir. “Eğer Rum ve Ermeni çeteleri gelir ve size bir
kötülük yapmak isterse sen ve çocuklar bir odaya kapanacaksın, kapıyı içerden kilitleyeceksin, çeteler kapıya
dayandığında bombayı patlatacaksın. Sen de, çocuklar
da, çeteler de ölecek” der.(4)
İnceleme
38
Alparslan TÜRKEŞ
04 Nisan 1997
UNUTMADIK... UNUTMAYACAĞIZ...
Bahtiyar VAHAPZÂDE
12 Şubat 2009
Galip ERDEM
12 Mart 1997
A. Ziya KOZANOĞLU
29 Mart 1966
Ömer SEYFETTİN
06 Mart 1920
Prof.Dr. İ. Hakkı BALTACIOĞLU
01 Nisan 1967
İ. Hami DANIŞMEND
12 Nisan 1967
Ahmet Vefik Paşa
02 Nisan 1891
Erol GÜNGÖR
24 Nisan 1983
Prof.Dr. R. Oğuz ARIK
03 Nisan 1954
İnceleme
39
İnceleme
40

Benzer belgeler