Maneviyat var mıdır, varsa nedir, nasıl anlaşılmalıdır?

Transkript

Maneviyat var mıdır, varsa nedir, nasıl anlaşılmalıdır?
1
İçindekiler
Maneviyat var mıdır, varsa nedir, nasıl anlaşılmalıdır? .............................................................3
İnsan kromozomundaki iki sentromerin manası nedir? ............................................................4
Yaradılışın mükemmeliyet üzerine olduğunu açıklar mısınız? ..................................................7
Kur'an' ın tekrar tekrar evrenin yaratılışındaki hikmetlere değinmesi, uzaydan detay
olmaması nasıl açıklanabilir? ......................................................................................................8
Kuran’da Firavun'a bütün mucizelerin gösterildiği söyleniyor. Bütün mucizlerden maksat
nedir? ..........................................................................................................................................15
Rekatları sayan akıllı seccade ile namaz kılmanın sakıncası var mıdır?.................................17
İmplant tedavisi için sığır ürünü kemik tozu kullanılacak ancak içerisinde domuz ürünü
olma ihtimali de var. Nasıl hareket etmek gerekir? ..................................................................17
Hz. Ebu Bekir, Sema etmiş midir?.............................................................................................17
Ben bununla akrabalık sevgisinden başka hiçbir karşılık istemiyorum, (Şura 23) ayetine
göre ehl-i beyti sevmek yeterli midir? ........................................................................................18
Hadislerde tasrif var mıdır? .......................................................................................................20
Ortama en iyi uyum sağlayanın hayatta kalması (doğal seçilim) Kuran'da geçer mi? ..........21
Peygamberimiz (s.a.v.) gusül abdesti aldığında, ayrıca namaz abdesti alır mıydı? .................23
Evrimcilerin iddia ettiği gibi; hayvanlar eğitilerek insan seviyesine çıkabilirler mi? .............24
2
Maneviyat var mıdır, varsa nedir, nasıl anlaşılmalıdır?
Mana ile maddenin iç içe olması, bazı kimselerin zihnini karıştırmaktadır.
Halbuki, her şeyi belli bir sebebe bağlamak Allah‟ın hikmetinin bir tezahürüdür, bir gereğidir.
Bu hikmetin -Allah‟ın varlığını, birliğini, sonsuz ilim, kudret ve sünnetullah denilen evrendeki
cari kanunlarını göstermek gibi-pek çok hikmeti vardır. Bu sebepledir ki, her mana görünürde
bir maddeye bağlanmıştır. Mesela:
a) Evrenin ilk harcının enerji veya esir maddesi olduğu bu gün artık kesin bir bilgi haline
gelmeye namzettir. Hatta “Tanrı parçacığı” diye adlandırdıkları olayın incelenmesinde nerede
ise maddenin olmadığına varılacak kadar küçük bir yeri olduğu belirtilmektedir. Buna rağmen
görünürde evrendeki maddi cihet daha ağır basmaktadır.
b) Dilimizle söylediğimiz maddi lafızlar, kalbimizden çıkan manaların sadece birer simgesi
durumundadır. Fakat sözcükler, kitapların yazıları birer maddi kılıf olarak o manalara
giydirilmişken, görünürde hâkim olan ise, ifadelerdeki söz dizimidir. Hatta bu durum öyle bir
hal almış ki, nazm-ı maani yerine nazm-ı mebani, yani manaları güzel ifade etme yerine lafızperestlik saikasıyla ifade tarzını güzelleştirmek bir çok kimsede ön plana çıkmıştır. Makamat-ı
Haririye adlı edebi eser bunun tipik bir örneğidir.
c) Beynin lafzında akıl, kalp ve daha başka duygular manasının saklandığı bir gerçektir. Eğer
işi beynin liflerine havale edersek, işin içinden çıkamayız. Çünkü, et-kan sinirden ibaret olan
bir mekanizmaya akıl ve duyguların gerçek kaynağı olarak bakılırsa, beynin akılsız, sağır, kör
her bir zerresinde, her bir hücresinde, sonsuz ilim, kudret, hikmet gibi Allah‟a mahsus sıfatların
varlığını kabul etmek gerekir ki, bu imkânsız bir şeydir. Zira aynı beyin liflerinin çalıştığı pek
çok hayvan vardır ki, hiç birinin aklı izanı yoktur. Şayet aklı beynin gerçek bir fonksiyonu
olarak kabul edersek, her bir öküzü bir Eflatun olarak görmek gerekir.
d) Her bir mana, bir maddenin poşetinde saklanmıştır. Her bir madde ise, sonsuz ilim ve
hikmeti barındıran sonsuz bir yaratıcı kudrete bağlıdır. Eğer evrende, insanda, canlı ve
cansızlarda görünen ve her yönden harika olan bu işleri, maddenin kendisine bırakırsak, o
takdirde her bir zerre toprakta, her bir et parçasında, her bir hava zerresinde, her bir ışık
atomunda, her bir sinir hücresinde adeta bir ilah kabul etmek gerekir ki, bu açık bir safsatadır.
e) Bir gözün görmesi için güneş gereklidir. Demek ki gözü yaratan güneşi de yaratmıştır. Şimdi
kalkıp da görme işini, gözün et-sinirlerden oluşan hücrelerine vermek nasıl makul olabilir?
Aynı şey kulak için de geçerlidir. Kulağı işitmesi için var edilen telleri bir maddi mekanizma
olarak değil de bizzat bu işi üstlenmiş bir şey olarak görürsek, o zaman kulağın bir hücresinin
hava ile bir alışverişi, bir anlaşması olması gerekir ki, bu da açık bir saçmalıktır.
Kaldı ki, bu gün ruh denilen bir cevherin varlığı artık inkâr edilmez boyutlara ulaşmıştır.
3
İnsan kromozomundaki iki sentromerin manası nedir?
Soru: “İnsanda, 2 numaralı kromozomun iki sentromeri ve merkeze yakın iki telomer
DNA’sı var. Ve hatta genler 12. ve 13. primat kromozomuna karşılık gelmekte. Akıllı
tasarım veya yaratılışçılar neden böyle bir kromozomumuz olduğunu açıklayabilirler mi?
diye bir soru sormuş Dr. Kenneth Miller. Bu soruya bilimsel bir cevap nasıl verilebilir?”
Cevap: Kenneth‟in bu sorusu, evrimcilerin kâinattaki varlıkların teşekkül tarzı hakkındaki
felsefî yaklaşımı ile, yaratılışçıların felsefî düşüncelerinin farklılığını bilmemekten
kaynaklanmaktadır. Evrimcilere göre kâinatta her şey tesadüfler sonucu ortaya çıkmış ve
karmakarışık bir yapıya sahiptir. Canlılar silsile halinde birbirinden meydana gelmiştir.
Dolayısıyla canlıların anatomik, fizyolojik ve biyokimyevî benzerlikleri, onların birbirlerinden
meydana geldiğine delil olarak ileri sürülmektedir. Yaptıkları her çalışmada, hikmetini ve
manasını bilemedikleri ve anlayamadıkları yapı, oluşum ve benzerlikleri, tesadüfün ve
gelişigüzelliğin bir sonucu olduğunu iddia etmektedirler.
Yaratılışçıların kâinata bakışı ise, atomdan galaksilere kadar her şey Allah‟ın eseridir. Allah‟ın,
şimdi her an bitki, hayvan ve insanı tek hücreden yarattığı gibi, geçmişte de, bu canlıların
atasına da, yine kendi genetik yapısını temsil eden tek hücreden yapmıştır. O‟nun ilmi, kudreti
ve iradesi sonsuzdur. Dolayısıyla her bir canlı çeşidini, istediği şekilde ve istediği tarzda
yaratabilir ve yaratmıştır. Dolayısıyla, canlıların yapı, şekil ve fonksiyon benzerlikleri, onların
silsile halinde birbirinden meydana geldiğine değil, bütün canlıların yaratıcısının aynı olduğuna
birer delil ve mühürdür.
Bütün kâinat 114 harften meydana gelmiş bir kitap gibidir.
Nasıl ki, kütüphanede Türkçe binlerce ve hatta milyonlarca kitabın 29 harften meydana
gelmesi, ilim, irade ve kudret sahibi insanın eseri olduğunu gösterir. Kitaplar arasındaki harf
bakımından bu benzerlik, o kitapların birbirinden meydana geldiği şeklinde yorumlanamazsa,
canlılar da, tıpkı bu kitapların 29 harften meydana geldiği gibi, izotoplarıyla birlikte, şu kâinat
kitabı da 114 elementten meydana gelmiş, Allah tarafından yazılmıştır. Her bahar bu kâinat
kitabının bir sayfası gibidir. O sayfada, bitkiler de, hayvanlar da ve insanlar da aynı
elementlerden, ya da bir başka ifade ile aynı harflerden yazılmaktadırlar.
İşte ilimlerin konusu ve görevi de, bu kâinat kitabını incelemek, bu kitapta yazılmış varlıkların
yapı, şekil ve fonksiyonlarını anlamaya çalışmaktır. Mesela, insan bu kâinat kitabı içerisinde
bir kelime gibi yazılmıştır. Bu insanı; biyoloji, tıp, sosyoloji, psikoloji ve biyokimya bilimleri
kendilerine konu edinmekte ve onun yaratılış sırlarını anlamaya çalışmaktadırlar.
İşte insanın sadece dişi, dış görünüşü itibariyle nihayet bir kemik parçasıdır. Ama onlarca
senedir, dünyada yüzlerce bilim adamı, asistanlıktan başlamış, bu diş üzerinde yaptığı
çalışmalarla profesör olmuş, fakat hala dişin yaratılışındaki bütün sırlar anlaşılamamıştır.
Dolayısıyla bu diş, belki yüzlerce sene daha, binlerce insanı ilim sahibi, yani âlim yapacaktır.
İnsanın beyni ve DNA‟sı gibi yapıları ise, daha harika ve son derece mu‟cize eserlerdir.
Yüzlerce sene, binlerce ilim adamı tarafından araştırılsa, yine onlardaki yaratılış sırlarının
tamamen anlaşılması mümkün olmayacaktır. Şu anda bu yapılar hakkında bilinen belki yüzde
on bile değildir.
Hal böyle iken, insandaki her hangi bir organın görev ve yapısının inceliklerinin ne olduğunu
yaratılışçıların bulmasını ve ortaya koymasını istemek, bütün bu hakikatleri ve ilmî çalışma
metotlarını göz ardı ederek, dinsizlik adına ideolojik bir davranış sergilemektir.
4
Kenneth’in sorusuna iki cevap:
Şimdi Kenneth‟in sorusuna yaratılışçıların iki cevabı olacaktır. Birisi, insan DNA‟sındaki bu
benzerlik, o canlıların yaratıcılarının aynı olduğunun delilidir. Diğeri de, görevi bilinmeyen bir
yapı ve organ varsa, onu da ilmî çalışma yapanlar araştırıp ortaya koyacaktır. Canlılar
üzerindeki araştırmalar kıyamete kadar devam edeceğine göre, demek ki, görevi ve vazifesi
bilinmeyen pek çok yapının olması normaldir. Bu araştırmayı yapanlar, bir yaratıcıya inanıyor
da olabilir. İnanmıyor da olabilirler.
Kenneth’in ileri sürdüğü görüş, bilimsel bilgi değildir.
Okuyucu, Kenneth‟in sorusuna bilimsel bir cevap verilmesini istiyor. Kenneth‟in ileri sürdüğü
iddia bilimsel bir bilgi değil, felsefî bir düşüncedir. İnsandaki bir kromozomun yapısında
gördüğü farklılığı, maymununki ile eşleştirerek bir benzerlik kuruyor ve buradan hareketle,
ikisinin ortak atadan geldiği iddiasını tekrarlıyor. Bir yaratılışçı ise, bu kromozom yapılarındaki
aynı benzerliği, bunların yaratıcılarının bir olduğuna delil olarak alıyor. Kenneth‟in görüşü
bilimselliği değil, pozitivist felsefenin ateist düşüncesini dilendiriyor.
İslâm dininin ilmî çalışmalara bakışı
Şayet Kenneth, İslam dininin, DNA üzerindeki bu araştırmaya bakışı nasıldır? Diye soruyorsa,
İslamiyet, insanları ilme araştırmaya teşvik ediyor.
Yaratılmış varlıklar üzerinde bir saat tefekkürü, yani akıl yürütme ve düşünmeyi, bir sene nafile
ibadetten üstün görüyor.
Kur’an; “Düşünmüyor musunuz?” (Bakara, 76.).
“Aklınızı kullanmıyor musunuz?”(Bakara, 44) diyerek akla havale eder.
Akıllı düşünmeye teşvik eder. “Bu inceliği, ancak aklı selim sahipleri düşünüp anlar”
der (Âli İmran, 7.)
Allah’tan ilmimizin arttırılmasını istememizi öğütler:
“Rabbim, ilmimi arttır” de’(Tâhâ, 114).
Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığına dikkat çekilir:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zumer, 9).
“Düşünesiniz diye gerçekten size âyetleri açıkladık” (Hadîd, 17).
Bilinmeyen bir şeyin sorulup araştırılarak öğrenilmesi istenmektedir:
“Eğer bilmiyorsanız, bilenlerden sorun” denmektedir (Nahl, 43).
İşte bütün laboratuvar çalışmaları, bilinmeyenlerin sorulması ve araştırılması esasına
dayanmaktadır. Kitaplara müracaat da, bilinmeyen bir şeyi, bilip de yazmış olanlardan sorup
öğrenmedir.
5
Hadislerde de ilme teşvik vardır:
“İlim talebi için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır” (Tirmizî İlim 2,
2649; İbn Mâce, Mukaddime 17, 227).
“Kim ilim öğrenmeyi talep ederse, bu onun geçmişteki günahlarına kefaret olur” (Tirmizî
İlim 2, 2650).
“Hikmetli söz mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, hemen almaya ehaktır”(Tirmizî,
İlim, 19, 2688).
“İlmin azalması, cehaletin artması” dünyanın sonu olarak belirtilmiştir (Buhari, Kitabu‟lİlim, 71-72).
İslâmiyet’te âlimin mürekkebi, şehidin kanından üstün tutulmuştur.
Demek ki, bir yaratıcıya ve yaratılışa inanlar, yani bir bütün olarak İslâm dini, her türlü ilmî
çalışmaya teşvik etmekte, kâinattaki bütün varlıkları Allah‟ın eseri olarak bilmektedir. Varlıklar
âleminde bilinenler, bilinmeyenlerin yanında yüzde on bile değildir. Dolayısıyla, vazifesi,
yapısı ve görevi bilinemeyen ve anlaşılamayan bir organın veya her hangi bir nesnenin, ne işe
yaradığının cevabını yaratılışçılardan istemek, tamamen dinsizliğe dayalı ideolojik bir
davranıştır.
Yaratılışçılar, kâinattaki varlıkların mahiyeti ve görevinin, ilmî çalışmalarla ortaya
konabileceğini, bunu yapacak olan bilim adamlarının, inançlı olabileceği gibi, bir yaratıcıya
inanmayan bir kimse de olabileceğini kabul eder ve kâinatın tamamını Allah‟ın bir kitabı olarak
görür ve onu “Kâinat kitabı” olarak adlandırır.
6
Yaradılışın mükemmeliyet üzerine olduğunu açıklar mısınız?
Her varlık, kendisine biçilen rolde, verilen görevde, yaratılış bakımından en mükemmel ve
güzel şekildedir. Her bir canlının ruh ve hissiyatı, bedeniyle tam bir uygunluk içerisindedir.
Farenin ruh ve hissiyatına uygun bir beden verildiği gibi, tavuğun ruh, his ve duyguları da
bedenine tam bir uygunluk arz etmektedir.
Bu mükemmelliği anlamak için, tersini düşünelim. Yani, tavuğun bedenini fareye ve farenin
bedenini de tavuğa giydirelim. Kedi gelince farenin deliğe kaçması gerekir. Kendisindeki o
tavuk bedeniyle bunu nasıl yapacak? Tavuğun ruh ve hissiyatı, gübrelikte eşinerek buğday
tanesi bulup yemektir. Tavuk kendisindeki fare ağız ve bedeniyle bunu yapabilir mi? Demek ki,
tavuğunu bedenine uygun bir ruh verilirken, farenin bedeni de tam ruh ve hissiyatına uygundur.
Aynı şekilde, tek hücreli bir organizma, o tek hücreli yapıya uygun en ince hassas duygu, his ve
yapıyla, o tek hücrelilik içerisinde en mükemmel bir yapıya sahiptir.
Demek ki, her varlığın, bu dünya hayatından en iyi şekilde faydalanması için, bedenine uygun
his ve düşüncelerle en mükemmel şekilde donatıldığı görülmektedir. Bu mükemmellik kelebek
için kelebeklikte, karasinek için de karasineliktedir. Kelebeğe tavuğun midesi takılsa, o mide
kelebeğin kendisinden daha büyük ve hem de bak ne kadar acayip olur! İşte o zaman bu
kelebeğin bedeninde mükemmellik değil, hikmetsizlik, gayesizlik, ölçüsüzlük, intizamsızlık ve
haksızlık vardır. Canlılar âleminde böyle bir hikmetsizliği gösterebilir misiniz? İşte hikmetli ve
mükemmel yaratılış budur.
Nasıl ki, buzdolabı ile çamaşır makinesinin hangisinin mükemmel olduğu kıyas edilemezse,
atmaca ile serçenin, hangisinin daha mükemmel olduğu kıyas edilemez. Her birisinin yaratılış
gayesi ile donanımı ve his dünyası farklıdır. Her birisi kendi âleminde en mükemmel yapıya
sahiptir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah (c.c.) bu kâinatı veya insanı daha mükemmel yaratabilir miydi?
Kainatta bulunan her şey en iyi şekilde mi yaratılmıştır, yoksa daha iyisi geliştirilebilir mi?
Korkunç görünümlü genetik bozukluklu bebeklerin yaratılmasını “Yarattığı her şeyi güzel
yarattı” (Secde 7) ayetiye beraber değerlendirebilir misiniz?
Evrende kusur yok mu? Bir evrenin kusursuz, inanılmaz bir ahenk içinde işliyor olması için
kıstaslar nelerdir?
7
Kur'an' ın tekrar tekrar evrenin yaratılışındaki hikmetlere
değinmesi, uzaydan detay olmaması nasıl açıklanabilir?
Bu konuyu uzun uzadıya burada söz konusu etmek ve meseleyi açığa kavuşturmak oldukça
zordur. Size yardımcı olmak adına bazı noktaları, prensipler formatında söz konusu etmenin
daha yararlı olacağını düşünüyoruz.
1) Muhatapların anlayacağı şekilde konuşmak belagattır
Eğitimciler, konuyu örneklendirirken insanların günlük yaşamlarından örnekler vererek
açıklamanın muhatabın üzerinde etkisinin olacağını ifade etmişlerdir. Örneğin her gün içtiğimiz
suyun moleküllerinden bahsederseniz insanların çoğu bilmez. Bilenlerin bilgisi de ezbercilikten
öteye geçmez. Kimyagerler içerisinde bile bir kısmı ancak laboratuvar şartlarında gözlem
yapabilmiştir.
Her gün içtiğimiz suyun kimyasal yönleri ile olan alakamız bu kadar kısıtlıyken uzayın
derinliklerinden sadece ışığını akşam saatinde gördüğümüz bir yıldız hakkında bilgi verilmesi
insanlar için bir örnek olamaz. Bırakın o günün insanını bu gün bile ay ve güneş dışında gök
cisimleri hakkında kaçımız bilgi bilmektedir. Bilinmeyen bir şeyi örnek göstermek insanlara
hakikati kabullendirme aracı olamaz.
Güneş ve ay insanların hayatında gök cisimleri içerisinde en çok göz önünde olduğu için Kur'an
onlardan bahsetmiştir. Size güneşi ve ayı hesap aracı kıldık diyerek takvimimizi onlara göre
ayarladığımıza işaret ederek, insan hayatının vazgeçilmezi olan zaman yönü ile
ilişkilendirmiştir.
İnsanlar çevresine bakınca yeri ve onu çevreleyen göğü görmektedir. İşte insana "şu gezip
gördüğünüz yeri ve başını kaldırıp baktığınız sema ve onun içindeki bütün varlıkları
Allah yaratmıştır" buyurarak insanın düşünce dünyasına başka bir tefekkür ufku açmakta ve
yarattıklarıma bakıp kudret ve azametimi hatırlayın demektedir.
Kur'anın iniş sırasına göre okuduğunuzu ifade ediyorsunuz ancak iniş sırası hakkında bilgi
ittifakı yoktur. Yani şu ayet şundan sonra inmiştir bilgileri bütün ayetler hakkında kesin
olduğunu söyleyebileceğimiz bir bilgi elimizde yoktur. Farklı görüşler vardır. Bu bakımdan bu
şekliyle konu bütünlüğü aramamalısınız. Kaldı ki meal okuyarak konu bütünlüğü arıyorsanız
meallerden bunu anlayamazsınız.
2) Kur’an’daki tekrarların hikmeti:
Kur‟an bir irşat kitabıdır. İnsanları yepyeni bir dinin prensiplerine karşı dinamik bir duruma
getirmek istiyor. Bu sebeple, bazı gerçekleri sık sık tekrarlamak bu gayeye hizmet etmektedir.
Çünkü yeni düşüncelerin zihinlerde tam olarak yerleşmesi için tekrarlamaya ihtiyaç vardır.
Ayrıca, yeni bir inanç ve ahlak sisteminin zihinlerde hakkıyla oturmasını sağlamaya yönelik
olarak ilgili bazı hususların özellikle uzun surelerde tekrar edilmesi Allah‟ın sonsuz rahmet ve
hikmetinin bir tezahürdür. Çünkü herkes her zaman bütün Kur‟an‟ı okumaya vakit
bulamayabilir. Bu gibi insanlara Kur‟an‟nın asıl amaçlarına uygun ders verilen aynı mesajların,
Kur‟an‟ın her tarafına, özellikle uzun surelere serpiştirilmesi, değişik yerlerde yeni bir sayfa
açarak aynı konunun vurgulanması, Allah‟ın kullarına karşı gösterdiği şefkatin bir
yansımasıdır. Zira bu sayede insanlar Kur‟an‟ın ekser yerlerinde onun asıl iman ve ahlakla ilgili
mesajlarını görme imkanına kavuşmuştur.
8
Kur'an'daki Tekrarların Hikmeti
Bazı âlimlere göre, Kur'an'da özellikle peygamberlere ait kıssaların tekrarlanmasının üç hikmeti
vardır:
Birincisi: Bir yerde bir bölümü zikredilen kıssanın diğer bölümü başka bir yerde zikredilmiştir.
Bu, dış görünümü itibarıyla bir tekrar gibi görünür.
İkincisi: Kur'an, fesahat ve belâgatını göstermek için bir yerde uzunca anlattığı bir kıssayı,
başka yerde çok veciz bir ifadeyle anlatır.
Üçüncüsü: Kıssaların zikredilmelerinde nübüvvetin, özellikle Hz. Muhammed‟in (a.s.m.)
nübüvvetinin, Allah'ın varlığı ve birliğinin ispatı, Allah'ın zalimleri cezalandırmaya kadir
olduğunun ders verilmesi, eski inkarcıların başına gelen kötü akıbete dikkat çekilerek yeni
inkârcıların uyarılması gibi değişik maksatlar vardır. Her bir yerde hikmete münasip bir tarzda
adı geçen hususlardan birini veya birkaçını ders vermek için kıssanın tekrarı söz konusudur.
Bu tekrarların hikmeti şöyle de düşünülebilir:
a) Kur'an'ın irşat maksadıyla yaptığı tekrarlar, muhatapların kalbine gerçekleri güzelce
yerleştirmek içindir. Bu tekrarlar muhatapların öğrenme ihtiyaçları dikkate alınarak yapıldığı
için usanç değil, lezzet verir.
b) Kur'an, kalplere gıdadır, ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı lezzeti artırdığı gibi, manevî gıdanın
tekrarı da insanların ruhî lezzetlerini artırır.
c) İnsan maddî hayatında her an havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta
ışığa muhtaçtır. Bunların tekerrürü, haddizatında tekrar olmayıp tekerrür eden ihtiyaçların
giderilmesi içindir.
İşte, Kur'an'da tekrarlanan hususlar da bunlar gibidir. Bazılarına insan her an muhtaçtır—
"Hüvellah" gibi... Çünkü bununla manen nefes alınır. Bunun gibi "Bismillah" da hava-i nesimi
gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiği, ona her an ihtiyaç duyduğu için çokça tekrarlanmıştır.
d) Kıssa-i Musa gibi bazı cüz'î hadiselerin tekrarı, o hadisenin büyük bir düsturu ihtiva ettiğine
işarettir. Özetle: Kur'an, hem bir zikir, fikir ve hikmet kitabıdır; nem bir ilim, hakikat ve şeriat
kitabıdır; hem de akıl ve gönüllere şifa, müminlere hidayet ve rahmettir.
e) "Kur'an'da sarihan ve zımnen ve işareten olmak üzere, ahiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat
ve mücazatını binler defa nazara verip ispat etmenin; her surede, her sahifede ve her makamda
ders vermenin hikmeti nedir?" şeklindeki soruya Bediüzzaman özetle şöyle cevap vermektedir:
Büyük emaneti ve hilâfet görevini omuzlayan insanoğlunun şekavet ve saadetini netice verecek
olan imtihanında en önemli meselelerini ona ders vermek, hadsiz şüpheleri izale etmek, inatları
ve dehşetli inkârları kırmak, diğer taraftan ölümün bir hiçlik, bir idam, bir dipsiz kuyu
olmadığını, aksine bir terhis tezkeresi olup Cennet gibi bir mükâfat yerinin ilk kapısı olduğunu
ispat etmek cihetiyle Kur'an, binler defa değil, milyonlar defa o meseleleri tekrar edip gözler
önüne serse yine israf sayılmaz.
Bediüzzaman Said Nursî, “Mesnevî-i Nuriye” adlı eserinin bir yerinde, Kur'an'da yapılan
tekrarları onun i‟cazının bir başka parıltısı olarak değerlendirmiş ve bunu altı madde hâlinde
açıklamıştır. Bunlardan bir kısmı yukarıdaki hususlara benzerlik içerisinde olmakla beraber,
farklı yönleri de bulunduğu için çok kısa ve özet hâlinde arz edilmesinde fayda vardır:
9
Birinci nokta: Kur'an bir zikir, bir dua ve bir davet kitabı olduğundan surelerinde meydana
gelen tekrarlar, belâgatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir.
İkinci nokta: Kur'an her kesimden insana hitap ettiği için, zeki olsun, gabi olsun, takva sahibi
olsun, hepsinin bu ilâhî eczahaneden ilâç almaya hakları vardır. Hâlbuki Kur'an'ın tamamını
okumak herkese müyesser olmaz. İşte, Kur'an, lüzumlu olan maksatları ve hüccetleri özellikle
uzun surelerde tekrar etmiştir ki her bir sure bir nevi Kur'an olsun ve onları okuyan, bütün
Kur'an'ı okumuş gibi sayılsın. Kur'an'da defalarca tekrarlanan "Şüphesiz, Biz, Kur'an'ı zikir
için kolaylaştırdık." (Kalem, 54/17, 22,32,40) mealindeki ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir.
Üçüncü nokta: İnsanın hava, gıda, ışık ve su gibi maddî ihtiyaçları farklılık gösterdiği gibi,
manevî ihtiyaçları da farklıdır. Meselâ: Her an "Allah" kelimesine, her vakit "Besmele"ye, her
saat "Kelime-i Tevhit"e ihtiyaç vardır. İşte, Kur'an'ın tekrarları, bu ihtiyacın tekrarından ileri
gelmektedir.
Dördüncü nokta: Kur'an'ın, yeni bir dinin müessisi olması haysiyetiyle vazettiği prensipleri
fert ve toplumun zihinlerine iyice yerleştirmek için yaptığı tekrarlar ayn-ı hikmettir.
Beşinci nokta: Kur'an'ın, doğruluğunun tasdik edilmesini istediği pek çok ince hakikat vardır.
Bu hakikatlerin tam anlaşılabilmesi için değişik yerlerde değişik üslûpla tekrarlanması
gereklidir.
Altıncı nokta: Bilindiği gibi, her ayet için bir zahir, bir bâtın, bir had ve bir muttala' vardır. Ve
her bir kıssa için çok vecihler, hükümler, faydalar, maslahatlar bulunmaktadır. Buna göre,
muayyen bir ayet, belli birtakım münasebetler ve faydalar için birçok değişik yerde
zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar değildir.”
3) Göklerle ilgili detayların olmaması meselesi:
Kur‟an‟ın kâinattan detaylı bir şekilde bahsetmemesinin sebep ve hikmeti şöyle açıklanabilir:
Kainatta bir tekâmül kanunu vardır. Eskiden çok kapalı meseleler zamanla bedihî/çok açık olan
ilimler sırasına geçebilir. Halbuki irşadın özelliği, mevcut ilim ve fikir seviyesini dikkate
almaktır.
Meselâ: Şayet Kur'an, 14 asır önceki insanlara "Kendi ekseninde dolaşan güneşin duruşuna
ve onun etrafında pervane gibi dönen dünyanın hareketine bakın! Bir milyondan fazla
mikroskobik canlıları barındıran bir damlacık suyu temaşa edin ki, Allah'ın sonsuz
kudretinin belgelerini görebilesiniz" deseydi, insanların çoğunu şaşırtmış olacaktı.
Çünkü onlar, gözleriyle dünyanın değil, güneşin dönmekte olduğunu görüyorlardı. Ve bir
damla suda ise, hiç bir şey görmüyorlardı. Fennî keşifler ancak hicri onuncu asırdan sonra
ortaya çıkmıştır. O asra kadar gelen insanları şaşırtmak, yeni müspet fenlerin keşiflerinden
sonra ancak anlaşılabilen konuları ders vermek, irşad prensibine de belagat kuralına da
aykırıdır.
Demek ki, insanların aklına göre konuşan Kur'an, göklerin detaylarından söz etmemekle tam
bir hikmet ve belagat örneğini göstermiştir.
Şunu da unutmayalım ki, Kur‟an‟ın asıl maksadı Allah'ın birliği, nübüvvet, haşrin isbatı ve
adaletin tesisidir. Kur‟an‟ın kâinattan söz etmesi, Allah'ın ilim ve kudretine delil olması içindir.
Delil ise, iddiadan daha açık olması gerekir.
10
Bu sebeple muhatapların doğrudan anlamadıkları hususları, akıllarının seviyesine yaklaştırmak
için Kur'an, ifade tarzını onların duygu ve düşüncelerini okşayacak şekilde ayarlamıştır.
Kaldı ki, âyetlerin bir kısmı bir kısmını açıklamaktadır. Kur‟an‟ın bütünlüğü içerisinde
bakıldığı zaman basit fikirli kimselerin düşüncelerini okşayan ifadelerin yanında, bilenler için
de gerçeklere işaret eden bazı karineler koymuştur. (bk. Niyazi Beki, Kur‟an‟ın Büyük ve
Parlak Bir Tefsiri Risale-i Nur, “Müteşabih Ayetler” başlığı)
Not: Ali Ünal'ın, "Kur'ân'ın Üslûbu ve Güneşin Hareketi" isimli şu makalesini okumanızı
tavsiye deriz:
Kur’ân’ın Ana Maksatları ve Bilimlerin Konularına Bakışı
Kur‟ân‟ın dört ana maksadı vardır: Allah‟ın varlığını ve birliğini izah ve ispat, Âhiret,
Peygamberlik ve ibadet, adalet. O‟nun bütün açıklamaları, emir ve yasakları, önceki
milletlerden ve tarihî hadiselerden bahisler açması, hep bu dört ana maksadı zihinlere
nakşetmek, kalblere yerleştirmek ve günlük hayata esas yapmak içindir. Yine aynı gayeye
yönelik olarak ve tabiat, Allah‟ın İsimleri‟nin tecellî sahası, hattâ tecellîlerinin neticeleri ve
dolayısıyla O‟nun varlığının ve birliğinin âyetleri, yani apaçık işaretleri ve delilleri olduğundan,
Kur‟ân-ı Kerîm, sık sık yaratılış gerçeklerine, „tabiat‟ hadiselerine ve, bir açıdan tabiatın bir
parçası, bir diğer açıdan ise, yaratılış ağacının meyvesi ve minyatür örneği olan insana atıflarda
bulunur.
Kur‟ân-ı Kerim, bir bilimler kitabı değildir. Fakat, bilimler tabiatı ve insanı ele aldığı, bilim ve
teknoloji insanî zekâ, gayret ve çalışmalara İlâhî bir lütuf ve dolayısıyla insan hayatının önemli
bir boyutu olduğu için, "yaş, kuru her şey"i ya açıkça, ya işareten ve sembol halinde, ya
ayrıntılı, ya öz olarak, ya da teşbih, temsil ve mecaz gibi san‟atlar yoluyla ihtiva eden Kur‟ân,
bilimlere ve bilimsel gelişmelere, aynı şekilde, bazen açıkça bazen işaret ve sembollerle
parmak basar. Şu kadar ki, bilimler tabiatı ve eşyayı kendi adlarına, „manâyı ismî‟leriyle ele
almalarına ve „nasıl‟ sorusu üzerinde yoğunlaşmalarına karşılık, Kur‟ân-ı Kerim, bunlara Allah
adına ve sözünü ettiğimiz ana maksatları çerçevesinde temas eder. İkinci olarak, Kur‟ân-ı
Kerim, takip ettiği ana maksatlar temelinde insanları irşad etme, iman ve güzel ahlâk
kaidelerini kalblerine yerleştirip, hayatlarına hayat yapma gayesini güder. O, belli bir kesime,
belli bir zaman ve mekâna ve belli seviyelere hitap etmez. Her dönem, her zaman ve mekân,
her milletten ve her seviyeden insanı karşısına aldığı ve insanların çok büyük çoğunluğu
bilimlerden, bilimsel gelişme ve gerçeklerden, en azından tam ve ayrıntılı olarak haberdar
bulunmadığı için, Kur‟ân, hiç şüphesiz bilimlere ve bilimsel gerçeklere, bizzat bilimler gibi
yaklaşmayacaktır.
Ayrıca, bilim, insan için her şey demek değildir; o, insan hayatında sadece şeylerden bir şeydir.
Bilim, çok büyük ölçüde insanı dünya hayatı açısından ilgilendirir ve onun faydası ancak kabre
kadardır. Halbuki, Kur‟ân‟ın nazarında dünya hayatı, bir hadisin ifadesiyle, uzun ve ebede
uzanan bir yolculuğa çıkmış bulunan insanın bir ağaç altında bir süre dinlenmesi gibidir;
insanın ebed yolculuğunda bir safha, Âhiret‟i, yani yolculuğun asıl bölümü için gerekli erzak
ve malzemeyi toplama dönemidir ve bunda, bilimlerin katkısı hiç de abartılacak ölçüde
değildir. Üçüncü olarak, Kur‟ân, her şeyden önce bir irşad kitabı olduğu ve ana maksatları
temelinde bütün insanları irşad etmeyi hedeflediği için, irşadda delilin tezden gizli olmaması,
tam tersine, açık ve anlaşılır olması gerekir.
11
Meselâ, Kur‟ân-ı Kerim, ana maksatları çerçevesinde güneşten modern bilimlerin bahsettiği
gibi bahsetseydi, sözgelimi, "güneş, şu büyüklükte, iki trilyon kere trilyon ton ağırlığındaki şu
gazlardan ve daha başka şu elementlerden oluşmuş ve her milyon hidrojen atomuna karşılık
85.000 helyum atomu ihtiva eden bir kütledir" deseydi, güneş hakkında bu bilgilerin ortaya
çıktığı döneme kadar yaşayıp gitmiş insanları, ayrıca, bugün ve Kıyamet‟e kadar bu
gerçeklerden habersiz olan, haberdar olmaları da gerekmeyen, hattâ haberdar olmaları
kendilerine hiçbir şey kazandırmayacak milyarlarca insanı şaşkınlığa sevk etmiş, zihinlerini
faydasız malûmat yığını ile doldurmuş ve onlara müsbet manâda hiçbir şey vermemiş olurdu.
Gerekli her şeyi ve gerektiği ölçüde ihtiva ve takdim eden kesin bir vahiy olarak Kur‟ân-ı
Kerim, her anlayış seviyesindeki insanı muhatap kabûl eder, gizli ve esrarengiz kalmayı değil,
anlaşılır olmayı ve anlaşılmanın arkasından hayata hayat yapılmayı hedefler.
İnsanların çoğu, duyularıyla elde ettiklerine inanır ve onlara göre hükmeder; dolayısıyla
Kur‟ân, bu noktada düşülebilecek yanlışlara kapı aralamadan ve kimseyi yanlışa da sevk
etmeden, buna da saygılı davranır.
Kur’ân’ın Yaratılış Gerçeklerine Yaklaşım Üslûbu
Meselâ, Hz. Zülkarneyn‟in kıssasını anlatırken, "(Zülkarneyn), güneşin battığı yere vardı ve
güneşi kızgın, çamurlu bir gözede batıyor buldu" der. (Kehf: 86) Açıktır ki, güneş bir gözede
batmaz; hattâ, güneş batmaz, fakat her iki yarımküredeki insanlar, onu batıyor gördükleri için,
bugün de güneşin battığından söz ederiz ve bütün dünya dillerinde bu, böyle ifade edilir. Söz
konusu âyet-i kerîme de, daha sonra ortaya çıkarılacak pek çok gerçeğe parmak basmanın yanı
sıra, insanların duyularıyla elde ettiklerini de nazara almaktadır.
Bu âyetten, her şeyden önce, Hz. Zülkarneyn‟in batıya sefer yaptığını ve etrafı, en azından batı
ucu suyla çevrili bir kara parçasına ulaştığını anlıyoruz. Bu yüzdendir ki, pek çok müfessir,
buradaki gözeden kasdın Atlas Okyanusu olduğu neticesine varmıştır. İkinci olarak, âyet, Hz.
Zülkarneyn‟in, batıda fethettiği bu kara parçasının sahillerine kadar gitmeyip, ulaştığı yerden
bakıldığında, karayı batı tarafından çevreleyen suyun bir göze gibi göründüğü noktaya kadar
ilerlediğini açıkça ifade etmektedir. Üçüncü olarak, aynı âyetten, Hz. Zülkarneyn batı
seferindeki uç noktaya vardığında mevsimin yaz ve havaların çok sıcak olduğu, dolayısıyla
buharlaşma sebebiyle suyun uzaktan çamurlu gibi göründüğü sonucunu çıkarıyoruz. (Bazı
müfessirler, "Kızgın, çamurlu bir göze" ifadesinden, bir krater veya volkanik göl kastedildiği
manâsını anlamış, Zülkarneyn‟in böyle bir gölün bulunduğu noktaya kadar ilerlediğini ifade
etmişlerdir.) Dördüncü olarak, âyet, bir başka önemli ve ince noktaya daha temas eder. "Göze"
olarak tercüme edilen "ayn" kelimesi, göz manâsına da gelir ve "göğün gözü" olması hasebiyle
güneşe de işaret eder. Kur‟ân, semavî olup, bakışının da semavî olması ve dünyayı semâdan
gözleyen daha başka sayısız gözlerin bulunması hasebiyle, ne kadar büyük olursa olsun, bir
okyanus, yukarda belli bir noktadan bakıldığında ancak bir göze, bir pınar kadar görünür.
Âyette işarî bir başka manâ vardır ki, Allah‟a inananlar, bir gün dünyanın en azından büyük bir
bölümünde hâkim olacaklar ve göklere çıkarak, dünyayı yukarılardan seyredeceklerdir.
Büyük bir paragraf halinde, ihtiva ettiği bazı manâlarına değindiğimiz Kur‟ânî ifade, sadece beş
kelimeden oluşmaktadır. Kur‟ân‟ın bütün ifadeleri, bazen açık, bazen kapalı, bazen de ima ve
işaret yoluyla, bazen ayrıntılı bazen özet olarak pek çok anlamı ve gerçeği birden ihtiva eder.
Her dönemde her seviyeden her insan, bu ifadelerden kendini tatmin edecek hisseyi alır.
Burada, bilhassa konumuz çerçevesinde vermek istediğimiz bir diğer ve aslı dört kelimeden
oluşan misal de şudur: "Güneş, kendisi için (takdir edilen) bir durma noktasına doğru, (yine
kendisi için takdir edilen) bir yörüngede akar gibi gitmektedir." (Ya Sîn: 38)
12
Bu Kur‟ânî ifadenin daha başka manâ ve çağrışımlarına geçmeden önce belirtilmesi gereken bir
husus var: Eskiden insanlar, yine duyularına dayanarak, yerin hareketsiz ve güneşin hareketli
olduğuna inanıyorlardı. Daha sonra bilimlerde görülen gelişmeler ve yapılan gözlemler, yerin
kendi ekseni etrafında ve bir de güneşin etrafında döndüğünü ortaya koyarken, güneşin ise sâbit
olduğu iddiası ortaya atıldı. Kur‟ân, güneş için "akar gibi gitmektedir" derken, her şeyden önce,
halkın duyularla algıladığına saygı göstermekte ve takdim buyurduğu tez, yani imanî esas
adına, bu algının aksine ve asırlarca tezden daha gizli kalacak ve bilimsel gelişmelerle
ispatlanması gereken bir delil kullanmaya gitmemektedir. Kur‟ân, burada güneşi, kâinatta
Allah‟ın İzzet ve İlmi‟nin bir alâmeti, bir delili olarak olarak hüküm süren muhteşem sistem,
düzen ve ahenge misal ve delil olarak takdim buyurur:
Kur’ân ve Güneşin Hareketi Konusunda Son Astronomi Keşfi
Bir âyettir gece onlar için; ondan gündüzü sıyırırız da, karanlığa gömülüverirler. Güneş ise,
kendisi için (takdir edilen) bir durma noktasına doğru, (yine kendisi için takdir edilen) bir
yörüngede akar gibi gitmektedir. Bu, Azîz ve Alîm Olan‟ın takdiridir. Aya gelince, onun için
de menziller takdir ettik; (bu menzillerden geçe geçe), eski hurma salkımı çöpü gibi, kuru,
kavisli haline döner. Ne güneş için aya yetişmek vardır, ne de gecenin gündüzü geçmesi söz
konusudur. Her biri bir felekte (kendi alanında ve bir yörüngede) yüzer. (Ya Sîn:37-40)
Yukardaki metinden ilk anladığımız, güneşin kâinatın düzeninde, evrensel sistemde hayatî bir
fonksiyonu olduğudur. Kur‟ân‟ın bu fonksiyonu ifade için kullandığı kelime „müstekar‟dır.
Müstekar, istikrar, istikrarın sağlanma yeri, yani yörünge ve hareketten sonra varıp durulacak
nokta manâlarına gelir. Buradan, güneşin kâinatın düzeninde merkezî bir mevkii olduğunu
anlıyoruz. Ayrıca, müstekar kelimesinin başında kullanılan „li‟ edatının üç manâsı vardır: için,
içine, içinde. Bu durumda, yukardaki âyetlerde geçen ve "Güneş ise" ile başlayıp, "...akar gibi
gitmektedir" ile biten ve aslında dört kelimeden oluşan ifadenin manâsı şu olur: "Güneş, bir
yörüngede, kendisi için takdir edilen bir istikrar noktasına doğru, sisteminin istikrarı için akar
gibi gitmektedir."
Son yıllarda, güneşle ilgilenen astronomlar, güneşin, modern bilimin daha önce zannettiği gibi,
hareketsiz olmadığı sonucuna varmışlardır. M. Bartusiac imzasıyla, American Scientist
dergisinin Ocak-Şubat 1994 sayısının 61-68‟inci sayfalarında „Sounds of the Sun (Güneşin
Sesleri)‟ başlığı altında çıkan yazıda, güneşin, kendisine dokunulmuş bir gong gibi yerinde
sarsılarak, silkinerek hareket ettiği ve sürekli sesler çıkardığı ifade edilmektedir. Güneşin bu
silkinme veya titremelerinin, onun iç yapısı ve katmanları hakkında ve ayrıca, kâinatın yaşı
konusunda yapılan hesapları etkileyici bilgiler verdiği de belirtilen yazıda, güneşin kendi içinde
tam olarak nasıl dönüp durduğunun, Einstein‟in genel izafiyet teorisini test etmede de çok
önemli olduğu kaydedilmektedir. Yazıda şu önemli yorumlara da rastlıyoruz:
Astronominin başka pek çok önemli keşfi gibi, güneşle ilgili bu keşif de hiç mi hiç
beklenmiyordu. Güneşin sarsılarak, silkinerek ve ses çıkararak hareket ettiğini keşfeden
astronomlar, bütün aletleri aynı anda çalan bir senfoni orkestrasını andırdığını belirtmektedirler.
Güneşin titremeleri, onun yüzeyinde zaman zaman öyle toplu bir titreme meydana
getirmektedir ki, bu diğer titremelerinden binlerce defa daha güçlüdür.
Bilim, ne yazık ki, materyalist ve ideolojik saplantıları adına, kendi kendisini sınırlamakta ve
insanları bazen asırlarca yanlışlarla meşgul ettikten sonra, tek tek doğrulara varabilmektedir.
Oysa bilim, önce iman edip, sonra Allah adına ve imanî sorumluluğun çizdiği çerçevede
yaratılış gerçeklerine yaklaşsa, ne insanların başına faydadan çok zarar getirecek, ne sürekli
yanlışlardan yola çıkma zorunda kalmayacak, ne de insanları, manâsız bilim-din çatışmalarıyla
meşgul etmeyecektir.
13
Fakat bugün bilimi kullananlar, onu maddî menfaatleri ve siyasî hakimiyetleri adına en büyük
bir silah olarak telâkkî ettikleri ve bu sebeple de onu materyalist ideolojinin kurbanı haline
getirdikleri için, bilim, yoluna gözü kapalı ve el yordamıyla devam etmekte ve neticede
insanlığın başına, saadetten çok felâket getirmektedir. Bir de, Bediüzzaman‟ın güneşin hareketi
konusunda, yukarıda sözünü ettiğimiz astronomik keşiften yaklaşık 90 sene önce yazdıklarına
kulak verdiğimizde, söylemeye çalıştığımız hususların doğruluğu daha bir belirgin hâle
gelecektir.
Güneşin Hareketi Konusunda Bediüzzaman, 90 Yıl Önce Ne Yazmıştı?
"Tecrî (akar gibi gitmekte)" kelimesi bir üslûba işaret eder; „müstekarrında‟ ifadesi ise, bir
gerçeğe parmak basar. Evet, „tecrî‟ lafzında şöyle bir üsluba işaret vardır: Güneş, demiri
altından, süslü, altın kaplamalı, zırhlı bir gemi gibi, esirden olan ve gerilmiş dalga tabir edilen
semâ okyanusunda seyahat edip, yüzmektedir. Her ne kadar, istikrar bulduğu yörüngede demir
atmış gibi ise de, semâ denizinde o erimiş altın kütlesi cereyan etmekte (akıp gitmekte)‟dir.
Fakat bu cereyan, gözün gördüğüne saygılı kalınarak, âyetteki ana meseleyle ilgili ikinci,
üçüncü dereceden bir husus olarak zikredilmiştir.
İkinci olarak, güneş, yörüngesinde, mihverinde hareket halinde olduğundan, erimiş altın gibi
olan parçaları dahi cereyan etmektedir. Bu gerçek hareket, yukarda ifade olunan mecazî
hareketin kaynağı, belki zembereğidir.
Üçüncü olarak, güneş, yörüngesi denilen tahterevanıyla ve gezegenler denilen hareketli
askerleriyle göçüp, âlem sahrasında seyr ü sefer etmesi, hikmetin gereğidir. Zira, İlâhî Kudret,
her şeyi hareketli kılmıştır ve hiçbir şeyi mutlak sükun ile mahkum etmemiştir. Rahmeti
bırakmamış ki, herhangi bir şey, ölümün kardeşi ve yokluğun amca oğlu olan mutlak atalet ile
kayıtlı bulunsun. Öyle ise, güneş de hürdür. İlâhî kanuna itaat etmek şartıyla serbesttir.
Gezebilir. Fakat, başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet, güneş, İlâhî emre
itaat içinde ve her bir hareketi Allah‟ın dilemesine uygunluk içinde olan bir çöl paşasıdır.
Cereyanı, hakîkî ve bizzat olduğu gibi, ona ilâve bir özellik ve hissî bir algılama da olabilir.
(Muhakemat, s. 68)
Bediüzzaman, eserlerinin bir başka yerinde, güneşin hareketi konusunda daha nettir ve
kullandığı ifadeler, aynen, astronominin yukarda ifade ettiğimiz son keşfiyle tıpatıp uygunluk
içindedir:
Güneş, nurânî bir ağaçtır, gezegenler ise onun hareketli meyveleridir. Ağaçların aksine, güneş
silkinir, tâ ki meyveleri düşmesin. Eğer silkinmezse, düşüp dağılacaklar. Hem hayalde
canlandırılabilir ki, güneş, bir zikir halkasının meczup idarecisidir. Bu halkanın merkezinde
cezbeli zikr eder ve ettirir. (Sözler, 25. Söz)
Evet, güneşin meyveleri vardır, silkinir, ta ki hareketli olan meyveleri düşmesin.
Eğer hareket etmeyip dursa, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.
Yukarıdaki ifadeleriyle, Bediüzzaman, güneşin hareketi konusundaki gerçeği şairane ve çok
yönlü olarak ifade etmektedir. Güneş, son astronomik keşfin de ortaya koyduğu üzere, kendi
içindeki müthiş hareketiyle, Bediüzzaman‟ın „cezbe‟ dediği çekim gücü oluşturmakta ve
gezegenleri bu gücün tesiriyle onun etrafında dönmektedirler. Eğer güneş dursa, hareketsiz
olsa, bu güç ortadan kalkar ve gezegenler bir anda boşlukta kalır ve dağılırlar. (Sızıntı, Eylül
1999 Yıl: 21 Sayı: 248)
14
Kuran’da Firavun'a bütün mucizelerin gösterildiği
söyleniyor. Bütün mucizlerden maksat nedir?
İlgili ayetlerin mealleri:
"Celalim hakkı için, Biz ona, ayetlerimizin hepsini gösterdik de o, yine yalanladı ve
dayattı. Dedi ki: "Ey Musa, sen sihrinle bizi yerimizden çıkarmak için mi geldin bize?
Şimdi biz de sana, onun gibi bir sihir yapacağız, şimdi sen kendinle bizim aramızda bir
buluşma yeri ve zamanı tayin et kî, ne senin ne de bizim cayamayacağımız düz (geniş) bir
yer olsun." (Tâhâ, 20/56-58).
Tefsirlerde 56. âyette Firavun'a gösterildiği ifade edilen kanıtların neler olduğu açıklanırken
genellikle tevhide (Allah'ın birliğine) ilişkin deliller ve Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini
ortaya koyan mucizeler üzerinde durulur.
Ayrıca, bunlardan "bütün ayetlerimizi/kanıtlarımızı" şeklinde söz edilmiş olmakla beraber
Arap dilindeki kullanımlar dikkate alınarak bu ifadenin "pek çok âyetimizi kanıtımızı, bunca
âyetimizi kanıtımızı" şeklinde anlaşılmasının uygun olacağı belirtilir.
Örneğin Müfessir Razi‟nin açıklaması şöyledir:
Bilesin ki Allah Teâlâ, Firavun'a bütün ayetlerini gösterdiğini, sonra da onun, buna rağmen
onları kabul etmediğini beyan buyurmuştur. Alimler, bu ifadede geçen, "ayetlerimiz" sözüyle
neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bazıları, Cenâb-ı Hakk'ın bununla, tevhid ve nübüvvet ile ilgili bütün delilleri kastettiğini
söyleyerek şöyle demişlerdir: Tevhidle ilgili delillere gelince, bunları Allah Teâlâ'nın bu
suredeki "Bizim Rabbimiz her şeyi yaratıp sonra da yol gösterendir", "O, yeryüzünü size
bir döşek yaptı" ayetleriyle, Şuâra Suresi'nde zikrettiği, "Firavun dedi ki: "Alemlerin Rabbi
nedir?" (Musa), "Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan şeylerin Rabbidir.."
(Şuâra, 26/23-24) ayetleridir.
Nübüvvetle ilgili olanlara gelince, bunlar da, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa'a tahsis ettiği şu dokuz
mucizedir: 1) Asa, 2) Yed-i Beyzâ, 3) Denizin yarılması, 4) Suyun fışkırdığı taş, 6) Çekirge,
bit ve kene istilası 7) Kurbağa istilası, 8) Suların kana dönüşmesi ve, 9) Dağın kökünden
sökülerek kaldırılması.
Bu izaha göre, ayetteki ereynâhu kelimesinin manası, "Biz o Firavun'a, bu mucizelerin
doğruluğunu anlattık, bunlardaki delâlet vecihlerini izah ettik" şeklinde olur...
Bazıları da bunu, nübüvvetle ilgili mucizeler manasına almışlardır ki, bunlar da, az önce
saydığımız mucizelerdir.
Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'ın elinde zuhur etmesine ve onları izhâr eden de olmasına rağmen,
ayetleri kendisine nisbet etmiştir. Çünkü, o mucizeleri onun elinde meydana getiren O'dur. Bu,
tıpkı, üfleyen Cebrail olmasına rağmen, rûh üfleme işini kendisine nisbet ederek, "Biz ona
ruhunuzdan üfledik" (Enbiya, 21/91) demesi gibidir.
Şimdi şayet, "ayetteki küllehâ lafzı, umumiliği ifade eder. Halbuki Allah'u Teâlâ Firavun'a
bütün mucizeleri göstermemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa'dan önce ve ondan sonra
gelen bütün peygamberlerin elinde izhâr ettiği mucizeleri de O'nun ayet ve mucizeleri
cümlesindendir" denilirse, biz deriz ki:
15
Kül lafzı, her ne kadar umumilik ifade etse dahi, ancak ne var ki bu bazen, karine
bulunduğunda, hususi manada da kullanılabilir. Bu, meselâ, "Pazara girdim, her şeyi aldım"
denilmesine benzer.
Şöyle de denilebilir: Hz. Musa, Firavun'a, Cenâb-ı Hakk'ın mucizelerini gösterdi. Ona, diğer
peygamberlerin mucizelerini de sayıp döktü, ama o (buna rağmen) hepsini yalanladı ve diretti.
(Razi, Mefatih, ilgili ayetlerin tefsiri)
Demek ki, Firavun hüccetler, mucizeler, kanıtlar ve deliller konulup bunları bizzat kendi
gözüyle gördüğünde bunları yalanlamış; küfür, inat ve azgınlığından kabule yanaşmamıştır.
Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette şöyle buyurur: “Gönülleri kesin olarak kabul ettiği
halde zulüm ve kibirle bunları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl
olduğuna bir bak.” (Neml, 27/14)
İsrâiloğulları'nın Mısır'daki varlığının ve Hz. Mûsâ tarafından ana yurtlarına götürülmeleri için
ortaya konan girişimin Firavun yönetimi nezdinde oluşturduğu siyasî kaygılar, psikolojik bir
harp ortamı doğurmuştu. Böyle bir ortamda, o günün şartları içinde geniş kitleleri derinden
etkilemekte olan ve dinî bir hüviyet de taşıyan sihir olgusunu ön plana çıkaran bir mücadele
metodu Hz. Mûsâ'nın peygamberliğini ve liderliğini kabul ettirmesini kolaylaştırabilecekti.
Çünkü Firavun ve çevresindeki ileri gelenler de sihiri tevhid çağrısına karşı kullanabilecekleri
en etkili silâh olarak görüyorlar ve sihirbazlara bir taraftan baskı, bir taraftan da teşvik
uygulayarak bu mücadeleden mutlak zaferle çıkacaklarını sanıyorlardı.
İlâhî irade böyle bir atmosferde Hz. Musa'yı sihirbazların bütün hünerlerini boşa çıkaracak
mucizelerle donatıp Firavun ve çevresindekilere bir imtihan fırsatı daha vermek şeklinde tecelli
etmişti.
Bu âyetlerde ve Kur'an'ın başka yerlerinde açıklandığı üzere, bizzat bu silâhı kullanan
sihirbazlar dahi apaçık hakikati gördükleri için imana geldikleri halde Firavun ve adamları
inkarcılıktaki inatlarını sürdürdüler. Firavun bununla da yetinmeyip iman eden sihirbazları çok
ağır ceza ve işkencelerle tehdit etme yoluna girdi.
Fakat birkaç saat öncesine kadar Firavun'un gözüne girip ödül almak için yarışan bu insanlar
imanın lezzetini tattıktan sonra âhiret mutluluğunun -hayatın bağışlanması tarzında bile olsadünyadaki hiçbir ödülle değişilmeyeceğini idrak edip bunu açıkça ifade etme cesaretini
gösterdiler. (bk.A'râf 7/103-126)
16
Rekatları sayan akıllı seccade ile namaz kılmanın sakıncası
var mıdır?
Kur‟an-ı Kerim‟de de işaret edildiği gibi (Mü‟minun, 23/2) namaz kılan kişinin, her türlü dış
etken ve uyarıcılardan kurtulup ibadete yoğunlaşması, namazını huşu ile kılması esastır.
Bu sebeple İslam alimleri namazda dikkati dağıtacağı ve huşuya engel olacağı gerekçesi ile
mescitlerde ve secde yerlerinde(seccadelerde) aşırı tezyinatın mekruh olduğunu söylemişlerdir.
“Rekat sayar” diye isimlendirdiğiniz seccade de namaz kılanın huşuuna engel olacağı,
dikkattini dağıtacağı için sağlıklı insanlar için bu uygulama uygun değildir.
Ancak bunama ve unutkanlık gibi beyinsel ve nörölojik hastalığı olanlar rekat sayılarını
hafızalarında tutamıyorlarsa “rekat sayar” dahil rekatların sayısını takip eden cihazlar veya
bunun için icat edilmiş seccadeler kullanabilirler.
İmplant tedavisi için sığır ürünü kemik tozu kullanılacak
ancak içerisinde domuz ürünü olma ihtimali de var. Nasıl
hareket etmek gerekir?
Domuz kemiği olduğu kesin biliniyorsa caiz olmaz. "Domuz yok" diyorlarsa buna dayanılarak
yapılabilir.
Hz. Ebu Bekir, Sema etmiş midir?
Bu hadis rivayeti bazı hadis alimleri tarafından zayıf, bazıları tarafından ise uydurma olarak
kabul edilmiştir. (bk. İbn Kesir, 8/14; Ebu Nuaym, el-Hilye, 7/105; İbn Hibban, el-Mecruhin,
2/185; Zehebi, Mizanu‟l-İtidal, 5/128; Zeynu‟l-Iraki, Tahricu Ahadisi‟l-İhya-İhya ile birlikte-,
2/166)
İlave bilgi için tıklayınız: SEMA VE NEY ÜZERİNE
17
Ben bununla akrabalık sevgisinden başka hiçbir karşılık
istemiyorum, (Şura 23) ayetine göre ehl-i beyti sevmek
yeterli midir?
Bilindiği üzere, İslam‟da ve nübüvvet nazarında ehl-i beyt sevgisi çok büyük önem arz
etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber(a.s.m) Allah'ın emriyle -insanlara hitaben-: “Ben
peygamberlik hizmetime mukabil sizden bir ücret istemiyorum, yalnız sizden ehl-i
beytimi sevmenizi bekliyorum” (bk. Şura, 42/23) diyerek vurguladığı bu sevginin gerekliliği
ayetle tescil edilmiştir.
Yine Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber(asm)‟in şöyle dediğini bildirmiştir: “Ben size iki
halife/vekil (benden sonra benim görevimi devam ettiren iki şey) bırakıyorum. Bunlardan
biri; Gökten yere uzatılmış Allah’ın kitabı, diğeri de ehl-i beytimdir. Bu ikisi (kıyamet
günü Kevser) havuzu başına gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” İmam Ahmed b.
Hanbel‟in rivayet ettiği bu hadis hasendir. (bk. Mecmau‟z-zevaid, 9/162)
Bu hadîs-i şerifte Allah'ın Kitabına ve Âl-i Beyt'e temessük etmenin birlikte zikredilmesiyle,
bizlere şu hakikat ders verilmiştir:
Allah'ın Kitabı'na uyan her Müslüman, Âl-i Beyt'i sevecek, Âl-i Beyt'i seven her Müslüman da
Allah'ın Kitabıyla amel edecektir. Binâenaleyh, Âl-i Beyt'i seven bir mü'min, Kur'ân-ı Kerîm'in
ihtiva ettiği bütün itikadî esaslara iman ettiği gibi, gerek ahlâka, gerekse ibadete dair bütün
hükümlerine de inanacak ve onları hayatına tatbik edecektir.
Herşey gibi Âl-i Beyt'i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. Bu ölçü ise, Resûlüllah
Efendimizin (asm) Sünnet-i Seniyye'sini, bütünüyle yaşamaktır.
Ehl-i beyt sevgisinin önemi bir akrabalıktan ziyade, onların Kitap ve sünnete yaptıkları
hizmetle alakalıdır. Hz. Peygamberin âl-i beyte verdiği önemin, hatta ayette ifade edildiği
üzere "Ben peygamberlik hizmetime mukabil sizden bir ücret istemiyorum, yalnız sizden
ehl-i beytimi sevmenizi bekliyorum” demesinin en büyük hikmeti, onların sünnet-i
seniyyenin hamili ve kaynağı olmasındandır.
Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifâde etmektedir:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki: Âl-i Beyti, Âlem-i
İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında
kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zâtlar, ekseriyet-i
mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak…
Bu hakikatı teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: „Size iki şey bırakıyorum, onlara
temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim.‟ Çünkü Sünnet-i
Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.
İşte bu sırra binaendir ki; Kitab ve Sünnete ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadîsiye
bildirilmiştir.
Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye
ittibaı terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.”
(Lemalar/4. Lema)
18
Bu gerçeğer göre, ancak Sünnet-i Seniyye'ye uyan bir Müslüman, Âl-i Beyt'i hakikî mânâda
sevmiş olacaktır. Çünkü, böyle bir Müslümanın yapmış olduğu bütün ibadetlerden meydana
gelen bütün hayır ve iyiliklerin aynısı hiç eksilmeden "Sebeb olan işleyen gibidir" kaidesince,
Âl-i Beyt'e de yazılmaktadır.
Böylece, o mü'min ile Âl-i Beyt'in ruhâniyatı arasında bir münasebet meydana gelmekte, bu
onlara sevaplar hediye ettiği gibi, onlar da bundan memnun ve mesrur olmaktadırlar.
Hem öyle bir kimse, namazlarında "Allahümme salli" leri okumakla Peygamber Efendimize
(asm) ve O'nun Âl-i Beyt'ine her gün defalarca rahmet dilemektedir. Bu hâl, Âl-i Beyt'in
şefaatlarına nâil olmak ve onların feyzinden istifade etmek için, en büyük bir vesiledir. İbadet
etmeyen bir insan, onların feyzinden, muhabbetinden ve dostluğundan mahrum kalır.
Şunu da ifâde edelim ki, Âl-i Beyt'e sadece mücerret bir sevgi beslemekle yetinilirse o takdirde;
- Resûlüllah Efendimiz (asm) insanlara sadece Al-i Beyt'i sevdirmek için gönderilmiş olur.
Halbuki, Peygamberimiz (asm) insanlara Allah'ı tanıttırmak, sevdirmek ve onları ibadet
vesilesiyle Allah'ın dergâhına sevketmek için gönderilmiştir.
- Ve yine sanki Kur'ân-ı Kerîm insanların kalblerine sadece Âl-i Beyt sevgisini
yerleştirmek için nazil olmuş olur. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm, altı bin küsur ayetiyle, insanların
hem dünyevi, hem uhrevî saadetlerini te'min eden hükümlerle, esaslarla doludur. Bu esasları
izah için, yüzbinlerce cilt kitaplar yazılmıştır.
- Ve nihayet, bu tarz bir anlayış, insanın yaratılış gayesini sadece bir sevgiye bağlamak olur.
Halbuki, Âl-i Beyt de dahil, bütün insanlar, Aziz ve Celîl olan Allah'ı Tanımak ve O'na İbadet
için yaratılmışlardır.
Son olarak şu hakikati da ifâde edelim ki, bizim Âl-i Beyt'i sevmemiz onların sadece mücerret
şahsiyetleri için değil, Kur'an'a yaptıkları hizmetleri, İslâm Dini'nin neşrinde gösterdikleri
büyük fedakârlıkları, ilim ve irfan sahasında yaptıkları hizmetleri içindir. Onların bu
hizmetleri ile ümmet-i Muhammed'in itikadları ehl-i dalâletin sapık fikirlerinden, hurafelerden,
bâtıl inançlardan mahfuz olarak safiyetini koruyabilmiştir.
Onların bu hâlis, fedakâr, sadıkane hizmetlerine bir mükâfat olarak, Cenâb-ı Hak, İslâm âlemini
asırlar boyu irşad eden Zeyne'l-Âbidin, Ca'fer-i Sâdık, Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri gibi
nice büyük mürşidleri onların neslinden göndermiştir.
Demek ki, insan sadece mücerred olarak Âl-i Beyt'i sevmekle, ibadet mükellefiyetinden
kurtulamaz.
O halde, Âl-i Beyti seven her mü'min de, ibadet vazifesini yerine getirmekle, onları örnek
almalı, onlara benzemeli ve onlar gibi olmaya gayret etmelidir.
Âl-i Beyt'i hakiki mânâda sevmek de ancak bu yolla gerçekleşir.
19
Hadislerde tasrif var mıdır?
“Hadislerde tasrif” ifadesinin açık Türkçesini “hadiste tasarruf etme” olarak anlıyoruz.
Buna göre, hadiste tasarruf etme mülahazası iki şekilde anlaşılabilir.
Birincisi: Hadisin manasını değiştirmek suretiyle tasrif etmek/tasarrufta bulunmak.
İkincisi: Hadisin lafzında değişiklik yaparak tasarruf etmek.
Bizim görebildiğimiz kadarıyla, hadislerin manasını konjonktürel bir sebepten ötürü
değiştirmek gibi bir ruhsata hiç bir İslam alimi taraftar olmamıştır.
Hadisin lafzında tasrif veya tasarruf etme meselesine gelince, bu konuyu çok ciddi bir akıl ve
din süzgecinden geçirmenin zorunluluğuna inanmaktayız.
Bizim kanaatimize göre, “hadis bil-mana” (hadisin farklı lafızlarla ifade edilmesi) hususu,
genel bir cevaz değil, hususi bir ruhsattır. Yani, insanların her zaman duyduklarını olduğu gibi
aktarmaya muvaffak olamadıkları ve muvaffak olamayacakları gerçeğinden hareketle verilen
bir ruhsattır.
Bu ruhsat ise, Bakara suresinin 285. ayetinde yer alan “insanlara teklif-i mâ lâ
yutak/güçlerinin yetmediği bir sorumluluk yoktur” mealindeki ilahi hükme göre
değerlendirilmelidir.
Şu tecrübe ile sabit bir hakikattir ki, bir grup insan duydukları bir hakikati mana itibariyle
aynen kavrayabilirler. Fakat bu adamların hepsinin aynı hakikati aynı lafızlarla ifade etmeleri
her zaman mümkün olmaz. İşte “hadis bil-mana” bu zorunluluktan doğmuş ve söz konusu
ayetten ruhsatını almıştır.
Bununla beraber, bilinen manasının dışında, hadis bil-mana, daha genel anlamıyla yalnız
Arapça olarak değil başka dillerde de lafzını söylemeden sadece manasını -örneğin Türkçe
olarak- ifade etmek demektir. Bunun caiz olduğunda şüphe yoktur.
Yalnız şunu unutmamak gerekir ki, bu tarzda ifade edilen bir hadisin ne manasında ne de
lafzında bir tasrif veya tasarruf söz konusu değildir.
Kaldı ki, hadis alimleri, hadis bil-mana rivayetinin, hadislerin tedvin edilmeden önceki
dönemler için söz konusu olan bir ruhsat olduğu, hadislerin tedvininden sonraki asırlarda,
özellikle bu son asırlarda, artık böyle bir rivayetin caiz olmadığını belirtirler. (bk. Muhammed
Nureddin Itr el-Halebi, Menhecu‟n-Nakdi fi Ulumi‟l-Hadis, Beyrut, 1418/1997, 1/228)
Sahih ve meşhur olan bir hadisin manası şöyledir: “Kim bilerek bana yalan isnatta
bulunursa, cehennemdeki yerine hazırlansın” (Buhari, İlim, 38; Cenaiz,33; Müslim, Zühd,
72) manasındaki hadis-i şerif, sahih ve meşhur olan bir hadistir.
Hz. Peygamberin söylediği bir hakikatin manasında tasrif/veya tasarruf etmek suretiyle ona
bilerek yalan isnat etmek gibi söz konusu hadisin lafızlarını bilerek değiştirmek suretiyle
tasarrufta bulunmak da bu hadisin kapsamının şümulüne girebilir.
Ayrıca böyle bir ruhsatı “Zaruretler haramı helal kılar” şeklindeki kurala göre değerlendirmek
gerekir. Aksi takdirde, “gayr-ı metlüv vahiy” olarak adlandırılan hadislerin hüviyetine de
taban tabana zıt bir yol takip edilmiş olur.
Yukarıda ortaya konan gerçeklerden hareketle şunu diyebiliriz ki, hadis literatüründe “hadis
bil-mana” olarak bilinen hadisin lafzında yapılan tasrif veya tasarruf, insanların serbest
iradelerine verilen bir tercih hakkı değildir. Aksine, insanların iradesi dışında gelişen ve
“hafıza-i beşer nisyanla malul” olduğu gerçeği doğrultusunda kabul gören hususi bir ruhsattır,
yoksa genel bir cevaz ilkesi değildir. Özellikle konjonktüre göre, böyle bir tasrif /veya tasarrufa
cüret etmek, İslam‟ın vahiy ve nübüvvet anlayışıyla bağdaşmaz.
20
Ortama en iyi uyum sağlayanın hayatta kalması (doğal
seçilim) Kuran'da geçer mi?
Soru: “Biz bugün biliyoruz ki, ortama en iyi uyum sağlayan yaşamı kazanır. Örneğin;
toprak altında yetişen bitkilerden en iyi uyum sağlayan var olur, rakipleri ise geri çekilir.
Bu bilimsel olarak ispatlıdır. İnsanlarda aynı şekilde milyonlarca spermden biri yaşam
bulur, peki bu adaletin değil de, acımasız doğa kanununun göstergesi değil midir?”
Cevap: Bir defa soru baştan yanlıştır. Çünkü, Kur‟an Allah kelamıdır. Doğal seçilimle, tabiatta
kendi kendine olan bir elenme ve seçilme kastedilir. Kur‟an‟da ise, bir atomun dahi Allah‟ın
izni ve iradesi olmadan hareket edemediği belirtilmektedir.
Kâinatta hiçbir şey abes ve başıboş yaratılmamıştır. Her bir mahlûkun yaratılışında bir değil,
belki binlerce hikmet ve gaye vardır. İnsan yaratılıştaki bu hikmet ve gayeleri dikkate almazsa,
buradaki inceliği kavrayamaz. Her şeyden önce, bir mahlûkun yaratılışında insanlara bakan bir
yönü varsa, yaratıcısına bakan binlerce yönü vardır.
Bir canlı yaratılmış olmakla, yokluk âleminden varlık âlemine çıkmış oluyor. Bu onun için
büyük bir nimet ve saadettir. Kendisine hayat bahşedilmiştir. Bu varlık, Cenab-ı Hakk‟ın Hay
ismi başta olmak üzere, yaratılışından Sanii ve Halık, belirli bir şekil verilmesinden Musavvir,
rızıklanmasından Rezzak ve Rahman, bir hikmet ve gayeye göre yaratılmış olmasından Hakim,
Kerim ve Müdebbir gibi pek çok isimlerine ayna olmuştur. Böyle bir aynalık için kısa bir an
yaşamak kâfidir. Çünkü Allah‟ın isimlerine ayna olmak ve Allah‟ın Mahlûku olmak çok büyük
bir şereftir ve bilip idrak edenler için tarifi imkânsız bir saadet ve zenginliktir. Dolayısıyla, bazı
insanlar hariç, cansızlar da dâhil, bütün mahlûkat yokluk âleminden varlık âlemine gelmiş
olmanın verdiği; zevk ve hazzı yaşamakta ve kendi lisanıyla Allah‟a karşı memnuniyetini dile
getirmektedir.
Mahlûkatın yaratılışının hikmetlerinden birisi de, insan başta olmak üzere, melekler ve diğer
şuur sahiplerinin mütalaa ve ibret nazarıyla seyretmesidir. Mesela, yenen besinlerden bir anda,
hayat sahibi bir değil, milyonlarca spermin yaratılmış olması, O‟nun azamet ve kudretini
düşünenlere güzel bir ibret olarak sunulmaktadır. Diğer taraftan, insanın benlik ve gurura
kapılmaması için ayet, sperm gibi değersiz atılan bir şeyden insanın çekilip çıkarılışını nazara
vermektedir. Böylece insanın, ilk haliyle son halini karşılaştırma imkânı bulması ve kendisini o
sperm halinden bu şekle getirene karşı teşekkür ve kulluk vazifesini yapmasının gereği
hatırlatılmaktadır.
Milyonlarca spermin beslenmesi, gayreti, hareketi ve direnci birbirinden farklıdır. Bu
farklılıklar onların bulunduğu ortamdan ve yaratılışlarından kaynaklanmaktadır. İçlerinden,
hastalıklı ve yeterince beslenmemiş olanların değil de, kabiliyet ve direnci fazla olanın yumurta
hücresine ulaşması, beklenen ve istenen bir durumdur. Böylece daha sağlıklı ve dirençli
fertlerin yetişmesi sağlanmış olmaktadır.
Diğerlerinin ölmesi adaletsizlik değildir. Zaten yumurtayı dölleyenin de hayatı sperm olarak
orada bitmektedir. Ondan sonraki hayat sperm olarak devam etmez. Bu spermlerin hayatı
aslında kısa da sayılmaz. Zira bunlar yumurtalıklarda uzun bir süre zaten beklemişlerdir.
Kendilerine biçilen görevi yerine getirmek için eğitim ve talime ihtiyaçları yoktur. Dolayısıyla,
vazifeleri bitince ömürleri de sona ermektedir.
İnsana verilen aza ve duygular ile yüklenen görev ve sorumlulukları yerine getirmek için
edinmesi gerekli bilgilerin süresini de dikkate aldığımızda, bu spermler insandan, bir bakıma
daha uzun yaşadığı görülür.
21
Vazifesini yapan spermlerin ölmemesi, hem insan için ve hem de o spermler için çok büyük bir
acımasızlık ve ızdırap olurdu. Ayrıca, yeni gelecek spermlere de yer açılmamış olacağı için,
hayat herkes için cehennem azabına dönerdi. Her seferinde meydana gelmiş olan spermlerin
ölmediğini düşünmek bile, insanın hayatını cehenneme çevirmeye yeter.
Mahlûkatın yaratılışında Allah‟a bakan yönlerinden birisi de, O‟nun kendi sanatını müşahede
etmesi, kendi sanat eserini kendisinin seyretmesidir. Bunun için de bir an yaşamak kâfidir.
Hayatta karşılaştığımız bir takım prensip ve kanunlar, Kur‟an‟da geçer ve bunlar Allah‟ın
koyduğu kanunlardır. Doğa kanunu değil. Allah‟ın iki türlü kanunu vardır. Birisi, kudret
sıfatının eseri ki, bu kanunlara uymanın mükâfatı ve cezası genelde bu dünya görülür. Mesela,
sert cisim, yumuşak cismi kırar. Kuvvetli olan, güçlü olana kuvvet bakımından galip gelir.
Çalışmanın neticesi servet, tembelliğin sonucu sefalettir. Bu kanunlara ister Müslüman uygun,
isterse gayri Müslim uysun neticesini genelde bu dünyada görür.
İnsanları da Cenab-ı Hak, gerek kuvvet ve gerekse servet bakımından farklı yaratmıştır.
İnsanların bir kısmı güçlü, kuvvetli ve servet sahibi iken, bir kısmı güçsüz, zayıf ve fakirdir.
Ama diğer taraftan, güçlünün ve zenginin fakire yardım etmesini emretmiş, bunun karşılığında
ahirette büyük mükâfat vaat etmiştir. Aslında fertlerin böyle farklı seviyelerde bulunmuş
olmaları, toplumun sosyal yapısı bakımından gereklidir. Bütün fertler, gerek kabiliyet, gerek
kapasite ve gerekse servet bakımından aynı seviyede olsa idi, senin ekmeğini pişirecek fırıncı,
suyunu bağlayacak sucu, arabanı yapacak ve tamir edecek usta, evini yapacak marangoz ve
dülgerci, elbiseni dikecek ve satacak eleman bulamazdın. O zaman bu farklı yaratılışın ne kadar
hikmetli olduğunu anlardın.
Allah‟ın kelam sıfatının eseri ise, Kur‟an-ı Kerim‟dir. Ona uyan veya uymayan cezasını veya
mükâfatını genelde ahirette görecektir.
22
Peygamberimiz (s.a.v.) gusül abdesti aldığında, ayrıca
namaz abdesti alır mıydı?
(3745)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
cenabetten gusledince önce ellerini yıkamaktan başlardı, sonra namaz abdesti gibi abdest
alırdı. Sonra parmaklarını suya batırır, onlarla saç diplerini hilallerdi. Deriyi ıslattığı
kanaati hasıl olunca tepesinden üç kere su dökerdi. Sonra da bedeninin geri kalan
kısımlarını yıkardı. En sonra da ayaklarını yıkardı."
(3751)- Hz. Meymûne (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
cenabetten yıkanırken ben O'na perde oldum, (şöyle yıkanmıştı):
Önce ellerini yıkadı. Sonra sağ eliyle (kaptan) solu üzerine su dökerek fercini ve
(meniden) bulaşanları yıkadı. Sonra elini duvara -veya yere- sürdü. Sonra namaz abdesti
gibi abdest aldı, ancak ayaklarını yıkamayı terketti. Sonra üzerine su döktü. Sonra
ayaklarını çekip yıkadı. Aleyhissalâtu vesselâm'ın cenabetten guslü işte böyledir."
[Buhârî, Gusl 1, 5, 7, 8, 10, 11, 16, 18, 21; Müslim, Hayz 4, (317); Ebû Dâvud, Tahâret 98
(245); Tirmizî, Tahâret 76, (103); Nesâî, Tahâret 161, (1, 137); Gusl 15, (1, 204); 22, (1, 208).]
Bu konuda gelen rivayetlerdeki bazı farklı ifadeler gusül işinin icrasında Resulullah'ın
teferruatta teşeddüt göstermediğini, farzların yerine getirilmesini esas alıp, tâlî
hususlarda zamana ve şartlara göre serbest davrandığını ifâde etmektedir.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) yıkanır,
(sabahtan önce) iki rekat namazla sabah namazını kılardı. Gusülden sonra Aleyhissalâtu
vesselâm'ın bir de abdest aldığını zannetmiyorum." [Tirmizî, Tahâret 79, (107), Nesâî,
Tahâret 162, (1, 137); Ebû Dâvud, Tahâret 99, (250).]
Bu rivayet, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gusülden sonra yeniden abdest almadığını,
gusül sırasında aldığı abdestle namaz kıldığını ifade etmektedir.
Tirmizî, bu hükmün Sahâbe ve Tâbiînden pekçok zâtın müşterek görüşü olduğunu belirtir.
Hadislerin çoğunda gusle başlarken Resulullah'ın abdest aldığı belirtilmiştir. Bu sebeple
gusülden önce abdest almak, herkesçe bilinen sünnetlerden biridir. Fakat, rivayetlerde gusülden
sonra da abdest aldığına dâir açıklık gelmemiştir. Aksine Hz. Âişe'den "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) gusülden sonra abdest almazdı" dediği rivayet edilmiştir. Öyleyse,
gusül esnasında abdesti bozacak bir hal vukû bulmadıkça bu ilk abdest muteber olmakta,
onunla namaz kılanabilmektedir.
(Bk. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 10, bab 8, Gusül)
23
Evrimcilerin iddia ettiği gibi; hayvanlar eğitilerek insan
seviyesine çıkabilirler mi?
Soru: “Biz Müslümanların bildiği üzere melekler ve hayvanların makamları sabit olup buna
karşın insanlar ala-i illiyinden esfel-i safiline dek çok geniş bir alanda seyredebilmektedirler.
İnsanlar bu özelliklerine binaen melekleri geçebilecekleri gibi hayvanlardan çok aşağı da
düşebilirler. Ancak; mesela; maymun gibi bazı hayvanların eğitilerek evcilleştirilmeleriyle 6
yaşındaki bir çocuk (insan) zekasına çıkartılabileceği ve insansı haller gösterebildiği
söyleniyor. Sirklerde de birtakım hayvanların insana dair davranışlar sergilemeleri hayvanların
makamlarının sabit olmayıp gerekli uğraşlarla insan seviyesine yükseltilebileceği iddia ediliyor.
Burada benim kavrayamadığım bir çelişki mi var? Yoksa bu sabitlik ve iniş çıkışlık durumunu
farklı mı anlamam gerekiyor?”
Cevap: Karpuz çekirdeğine Allah, nasıl karpuz olma istidat ve kabiliyetini koymuş ise, insana
da, Esfel-i Safilinden Âlay-ı İlliyin‟e kadar çıkabilecek bir istidat ve kabiliyet vermiştir. Dua ve
ibadetle, itaatle bu makamda yükselebilir.
Hayvanların ise, istidat ve kabiliyeti sınırlı olduğu ve mükemmel bir akıl verilmediği için,
imtihana tâbi tutulmamışlardır. Öğrenme ve taklit davranışları çok sınırlıdır. Din imtihanı, akıl
ve muhakemeyi gerektirir. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden, helalı haramdan ayırt edemeyen
insan da olsa, aklî muhakemesi tam olmadığı için imtihana tâbi değildir. İnsanın imtihanı 6
yaşındaki çocuk seviyesinde değil, buluğ çağına girince, takriben 14-15 yaşında başlamaktadır.
Maymun ve benzeri hayvanların, öğrenme ve taklit ile insan seviyesine çıkacağı iddiası,
dinsizliği kendisine prensip edinmiş ateist evrimcilerin ileriye sürdüğü, aslı ve faslı olmayan
iddialardır. Onlara göre, yuvasını çorap gibi ören bülbül, uzun zaman içinde bizim evimizi de,
çorabımızı da örecektir! Eğlendirici ve güldürücü bir masaldır, ama ilmî değildir. Bilimsel
hiçbir değeri yoktur. Nazara almaya değmez.
24

Benzer belgeler