cumba - Erzincan Üniversitesi Genç ve Yenilikçi Beyinler Kulübü

Transkript

cumba - Erzincan Üniversitesi Genç ve Yenilikçi Beyinler Kulübü
İÇİNDEKİLER
ÇENTİKLİ
LUNA - Ayşenur ÖZARSLAN
İmtiyaz Sahibi
Abdulmuttalip BÜLGEN
Editör
Erk’İşi
LEYLA - Ezgi DAĞLI
NO MERCY WILL SHAWN - Osman ARAT
RUHU ERZURUM’DA SÜRGÜN İRLANDALI - Nurefşan AKCAN
Yazı İşleri
Ela ALATAŞ
ALİN YAZİMDAN DUAMA DÜŞTÜN - Duran KURT
Yayın Kurulu
Gökhan ARAS
Ali DURMUŞ
Mehmet AKSANGUR
DÜN GECE - Ali ALTINEL
ZİFİRİ KARANLIK - Hülya TAŞAN
YAŞAMAK - Abdulkerim ÇİÇEK
Tasarım
Abdulmuttalip BÜLGEN
BİR BAŞKA YEŞİL - Mürsel AKYÜZ
Ön Kapak
Bahar AKSANGUR
Arka Kapak
Yunus TAN
CUMBA
Çentikli Cumba basılı ve e-dergi
formatında internette yayın yapan
özgür ve özgün içerikli tam
bağımsız bir dergidir.
Çentikli Cumba Yıl:1 Sayı:1
Mart 2016
Basım Tarihi:
29 Şubat 2016
( Böylesi 4 yılda bir gelir. )
Yayın Aralığı:
Kafamız bozuldukça
*Yazıların sorumluluğu yazarın
kendisine aittir!
Dergimiz Creative Commons Alıntı-Gayriticari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
İletişimde olalım :
[email protected]
veya
[email protected]
Azıcıkta Sosyalız
www.eugybk.org
facebook.com/eugybk
twitter.com/eugybk
instagram.com/eugybk
CAVŞIRI - Gökhan ARAS
MONOLOG - Elif Bilge ÖZŞAHİN
ANLAMSIZLIK ÇERÇEVESİ - Abdulmuttalip BÜLGEN
KIRIK KELAM - ŞIVEKAR
UYKUM VAR -YAĞMUR CINI
DERİNLERDEKİ RUH - Mürsel AKYÜZ
ADALET - Şefik SEVİM
GENÇ VE YENİLİKÇİ BEYİNLER AİLESİ ....
Korkmayın! Biz bunu söylemek için geldik. Toplumun temeline düşen bu kapkara isyan içinde, herkes
kendinden olmayan herkesten korkuyorken size hepinizin insan olduğunu hatırlatmak için geldik.
*********
Devletlerin yaşayabilmek için düşman ürettiği bir dünyada halkların düşman üretmeden de yaşayabileceğini
söylemek için geldik
*********
Yine de Romantik İslamcılığı, çay edebiyatını, kahve edebiyatını savunanları bir kaşık su ile sarhoş etmek
istediğimiz doğrudur.
*********
Toplumsal ahlakı benimsemek için bir dine ihtiyaç olmadığı gibi bir dine mensup olmasıyla insanın ahlaklı
olduğu manasına gelmediğini hatırlatacak birileri lazımdı. Geldik
*********
Dinamik bir isimle, eğlenceli bir isimle ciddiyetli yazılar yazabilmek özgürlüktür, zihinsel bir edebi özgürlüğün
kimseye zarar vermediğini temsil için geldik.
*********
Edebiyat yapıyoruz, en çok da edebiyat yapma lan diyenlere edebiyat yapıyoruz.
İnatçı uslanmaz ve dayak yediğinde dahi gülmek gibi gıcık insanı çileden çıkaracak huylarımız da var bizim.
*********
Kitabın sağı solu önü ardı bizim işimiz değil, biz en çok ortadan gitmeyi ve konuşmayı seviyoruz.
*********
Hepimizin sevgilisi var ekibe girmek isteyecek arkadaşlara duyurulur, önümüzdeki 873 yıl boyunca da ayrılmayı düşünmüyoruz.
*********
Geceleri sayıklamayı, gündüzleri de bunları tekrarlamayı seviyoruz,
Virüs gibiyiz tutunduğumuz yerde hunharca güçleniyoruz,
Güzel insanlar değiliz, bu yüzden de kızlarımız çentik erkeklerimiz cumba maskesi kullanıyor. Aramızda kalsın
bazen gülmeye ihtiyaç duyduğumuzda maskeleri değiştiğimiz oluyor. Yolda yürürken sevgilisinin koluna giren
erkekten daha komik olmuyor ama yalan söyleyemeyiz.
*********
Ve biz
Ah Muhsin Ünlü'ye
Ahmet Haşim'e
Akilah Azra Koeh'e
Alev Alatlı'ya
Alfred Adler'e
Ali Lidar'a
Ali Şeriati'ye
Attila İlhan'a
Ayşe Kulin'e
Beydeba'ya
Boethius'a
Cahit Zarifoğlu'na
Cemal Süreya'ya
Cemil Meriç'e
Charles bukowski'ye
Dostoyevski'ye
Emrah Serbes'e
Ahlak edebiyatçılarından
Kapitalist Müslümanlardan
Radikal İslamcılardan
Güç savaşçılarından
Partilerin gençlik kollarından
Romantik erkeklerden
Efe kadınlardan
Krallarına tapınan STK’lardan
Biatçı bücürlerden
Alemci açlardan,
Deniz dalkavuklarından,
Od’lar dan,
Aşkın gözyaşlarından,
Baba ve piç’ler den,
Gazali'ye
George Orwell'a
Hakan Günday'a
Hilmi Yavuz'a
Homeros'a
Hüseyin Nihal Atsız'a
Irvin D. Yalom'a
İmanuel Kant'a
İsmet Özel'e
Karl Marx'a
La Fonten'e
Malcom X'e
Mehmet Akif ERSOY'a
Mevlana'ya
Murat Menteş'e
Nabokov'a
Nazan BEKİROĞLU'na
Nietzsche'ye
Nurettin Topçu'ya
Orhan Pamuk'a
Peyami Safa'ya
Platon'a
Reşat Nuri Güntekin'e
S. Agustinus'a
Sabahattin Ali'ye
Schophenauer'e
Sezai Karakoç'a
Tuna Kiremitçi'ye
Yahova'ya
Ziya Gökalp’e
... sığınıyoruz !
Erk’İşi
Çentikli Cumba
Editör
4
LUNA
Çentikli Cumba
Son birkaç gündür her şey çok yavan geliyor. Kılımı kıpırdatmak bile
istemiyorum, üzerime çökmüş olan isteksizliğin altında eziliyorum. Dokuzuncu
sınıfta bıraktığım, tırnaklarımın kenarındaki derileri koparma âdetim geri döndü.
Bu şehre dair en sevdiğim şey olan kar bile beni iyi hissettirmedi. Eskiden şehri temizliyorken, şimdi sadece hepimize ait olan kirlerin üzerini örtüyor gibi hissettim. Yaklaşık iki haftadır evden çıkmak benim için çok başka bir yük. Okula
gitmek fikri beni sürekli diken üstünde tutuyor, en ufak bir an bile rahatlamama
müsaade etmiyor. Girmediğim pratik derslerin sonucu ne olacak gerçekten
merak ediyorum. Bu yoğun kötümserliğimin ve isteksizliğimin sebebi muhtemelen Sömestr’ın yaklaşmış olması fakat kendisiyle aramda hâlâ komite isimli
koca bir duvar olması. Tahammülümün tükendiğini hissediyorum. Daha doğrusu hissediyordum. Bugün yine bir insan için mümkün olan en yoğun mutsuzluk
içinde okula gidiyorken, otobüste, kendi kendimi teskin edebildiğimi fark ettim.
Karen O -The Moon Song.
Haftalık keşfime düşmüş olan bu
şarkı çalmaya başlayınca oldu her
şey. Önce “ay” kelimesi üzerine
düşündüm. Diğer gezegenlerin de
ayları vardı fakat hepsi kendi özel
ismine sahipti. Mesela Mars’ınkiler Phobos ve Deimos imiş. Özel
ismi olmayan bir tek bizimkisiydi.
Fakat sonra fark ettim ki, aslında
Ay Dünya’nın uydusuydu ve diğer
gezegenlerinin uydularına ay
demek bizim yaptığımız -belki de
sadece benim yaptığım- bir hataydı. Kafamı bulandıracak gereksiz
bir yanlışlığın düzelmiş olması beni rahatlattı. Daha sonra içinde bulunduğumuz ilginç durumu düşündüm. Koskoca bir boşlukta yuvarlak bir topun üzerinde yaşıyoruz. Bu fikir eskiden düşünüldüğü iddia edilen, insanlığın üzerinde
bulunduğu düz tepsinin bir öküzün boynuzunda asılı olduğu fikri kadar garip
aslında. Elbette birinin diğerinden çok daha ilkel olduğunu kabul ediyorum ama
yine de kocaman bir bilinmezliğin içindeymişiz gibi hissediyorum. Ve elde ettiğimiz onca bilgiye, uzayın derinliklerine gönderdiğimiz robotlara, gezegenlerin
fotoğraflara rağmen böyle düşünüyorum. Çünkü durup düşününce milyonlarca
başka gezegenin bulunduğu koca bir boşluğun kolayca görmezden gelinebilecek ufaklıktaki bir kısmında, mini minnacık bir gezegen üzerinde yaşıyoruz.
Aslında toz kadar bile küçük değiliz. Bu fikir beni çok heyecanlandırıyor öyle ki
beynim patlayacakmış gibi hissediyorum. Çünkü bu durumda hiçbir şey eskisi
kadar mühim görünmüyor, çünkü en basit ifadeyle önemsiziz. Yarına yetişmesi
gereken ödevler, sınavlar, kaçırılmış bir yoklama, kaçırılmış bir otobüs, yolda
yürürken geçen arabanın üzerimize su sıçratması, patrondan azar işitmek
vesaire bunlar saçma sapan ufacık dertler. Hatta bunlara dert bile denemez.
Bunlar kendi yarattığımız kurallar ve kendi kurduğumuz saçma düzen vasıtasıyla kendimize işkence etmemize sebep olan önemsiz ve mânâsız sıkıntılar.
5
Düşünün ki bir gezegeni parçalara ayırıyoruz, üzerinde sahiplik iddia ettiğimiz
toprakları alıp satıyoruz, Dünya üzerinde mevcut olan meyveyi, sebzeyi alıp satıyoruz
hatta bunları boş verelim suya bile para veriyoruz. Kâinatı düşününce günlük hayatta
normal kabul ettiğimiz her şey kolayca saçma sapan bir hal alıyor. Fakat bunun yanı
sıra, evrende önemsenemeyecek kadar küçük olduğumuzun farkına varmak hayatı
kolaylaştırıyor, üzerimizden eksilmeyen gerginliği biraz olsun yumuşatıyor.
Bütün bunlarla asıl varmak istediğim nokta kendimizden, özümüzden fedakârlık
etmemizin doğru olmayacağı. Bu yalnızca hayatı zorlaştırır, tıpkı son birkaç haftadır
bana olanlar gibi. Hoşumuza giden, bizi biz yapan her şeye az da olsa vakit ayırmalıyız, arada bir okulu ekmekten korkmamalıyız, ertesi gün sınav olsa bile eğer içimizden
geliyorsa açıp bir film seyretmeliyiz, gezmekten ve yeni yerler görmekten ise asla
vazgeçmemeliyiz. Sistemden tamamen kopmak sonumuzu getirebilir, belki de bu riski
alacak cesareti gösteremeyiz ama yine de kendimize biraz daha fazla değer vermeli
ve hayallerimizin peşinden koşmayı ertelememeliyiz. Ve bunlara ek olarak şunu söylemek istiyorum, zaman şu an elimizdeki en kıymetli şey ve en büyük korkumuz onu
müsrifçe harcamak olmalı.
Hiç olmadığınız kadar kendiniz olacağınız, kitaplı, filmli, gezili ve en önemlisi de
mutlu yeni zamanlara!
Ayşenur Özarslan
Çentikli Cumba
Dünya’nın bir petri kabı olduğunu düşünmek de aynı etkiyi yaratıyor üzerimde. Uygun ortamı bulmuş olan mikroorganizmalar gibiyiz biz de. Dünya bize ihtiyaç
duyduğumuz şeyleri sunduğu için buradayız. Bizimle aynı kaderi paylaşan trilyonlarca
başka canlı, üzerinde yaşadıkları milyonlarca farklı gezegen daha var belki. Evrenin
büyüklüğünü düşününce bunun olmaması düşüncesi saçma bir hal alıyor. Aslında varlığımız bizim en büyük şansımız, hayatı elde etmişiz. Sistemin karşımıza çıkarmaktan
vazgeçmediği, bitmek bilmeyen ve aslında kendi ellerimizle yarattığımız problemlerle
uğraşmak için hayat çok kısa. Hayat ev almak üzere 20 yıllık bir kredinin altına girmek
için çok kısa, hayat bize empoze edilen -ev, meslek, para, fors sahibi- ideal insan
fikrine ulaşmak için çok kısa. Burada yapmak istediğim size yeni yetme bir ergen gibi
Fight Club aforizmaları sunmak yahut ot kokusu üzerinden eksilmeyen 60’lara ait hippi
fikirleri geri getirmeye çalışmak değil, maalesef durum gerçekten böyle ve bahsettiğim
farkındalık, dünyanın bizim etrafımızda dönmüyor oluşu, hayatı aslında zor hâle getirenin yine bizlerin oluşu daha dolu, daha verimli bir yaşam sürmek için kocaman bir
adım. Hayat yalnızca sevdiğimiz şeylerle uğraşmak için ideal uzunlukta fakat geçinme,
rahat bir hayat sürme derdine kapıldığımız için bunu fark edemiyoruz. Bizden beklenenleri yerine getirmekten başka şansımız olmadığını düşünüyoruz. Bu söylediklerim
sizin için ne ifade edecek bilmiyorum, hele de benim -okul gazetesine yazı yazan bir
öğrenci, yani aslında çoktan sistemin kölesi olmuş biri- ağzımdan çıkıyor olması bu
kadar ironikken ama yine de içimde kalmasına müsaade edemiyorum.
Çentikli Cumba
6
LEYLA
Uzaklarda çok uzaklarda bir akasya kokusu.
Menekşelere inat, gelinciklere inat savaşır gibi.
Sonbahara teslim edilmiş ruhlardan arta kalan sarı yapraklar gibi.
Sonra içeri giriyor Leyla
Anladım diyor, karanlığa adanan yollarda neden önümü göremediğimi.
Şiir gibi geçen yılların hücrelerinde tutsakların neden gardiyan olduğunu.
Şimdi dağıtmak mı gerekir bu Şehrin rakı sofralarını?
Şimdi elleri kınalı savaşçılar geçiyorsa kapı önlerinden sil buğulanan camlarını.
Yoksa ne sen ne ben ne de Leyla...
Göremeyiz aşka adanan yarınları.
Göremezsek…
Bölünürüz.
Göremezsek...
Aya susamaz geceler.
Öyle bir ihtilal ki aşk...
Göremezsek deprem olur yan sokaklarda.
Çığlıkları bizden başka duyan olmaz bilen olmaz dili kemiği olmayan enkazların altında.
Ezgi Dağlı
7
NO MERCY WILL SHAWN
“Çünkü bir kedi kadar gövdesi var
kırılmış ve yorgun heveslerin
Kedi mağrur, şehir zalim, nar küskün, kâğıt paslı,
Hayat maskara olmuş…”
Haydar Ergülen
Osman ARAT
Çentikli Cumba
Sabahsız günlerden biri. Güneşsiz
yıllardan biri. Sessiz sâkin biri. Aklından
geçen düşünceler bir ülke kurmuş bütün
vücudunu işgale başlamış gibiydi. Beynini
artık iş göremez olarak görüyor tıpkı bir virüsün bilgisayarı ele geçirdiği gibi birtakım
duyguların kendini ele geçirdiğini düşünüyordu. Ayağa kalktı. Saat 12.00. Aklındaki
tilki sürüsünü biraz olsun dağıttı. TV’yi
açtı. Haber kanallarından biri yine olağan
felaket haberleri yayınlıyordu. Ülkenin bir
yerinde filan adam karısını kesmiş, başka
bir yerde koruyucu güçler öldürülmüş, trafik kazaları, cinayet haberleri ve uyuşturucu yakalanması. Eskiden bunları izleyince
midesi bulanırdı. Şimdi ise aynı yoğun
koku bulunan bir ortamda burnun bir süre
sonra artık tepki görmemesi gibi bu olaylara tepki göstermiyordu. Çiçek desenli,
bej rengi eski bir koltuktan kalkıp mutfağa
doğru yöneldi. Oturma odasının kapısından çıkmadan önce müzik çalarını açtı.
“Amy Winehouse - Back To Black” çalan
şarkıya bildiği kadar eşlik ederek mutfağa
gitti. Bulaşık deterjanıyla pek farkı olmayan alelade bir firmadan aldığı kahveyi
sıcak suya koydu. Durdu. Hain plan kuran
biri gibi sağ kaşını havaya kaldırdı. Genelde bir şey unutunca böyle şeyler yapardı.
Kaldırdığı sağ kaşı diğer kaşının ortaya
doğru yönelip suratının sinirli gibi görünmesine sebep oldu. Sigarasını nereye
koyduğunu unutmuştu. Diğer tiryakiler gibi
sabah daha yataktan kalkmadan sigara
yakmazdı. Aç karnına sigara çarpardı
adamı. Siyah çiçek desenli bej koltuğuna tekrar yöneldi. Koltuğun yanındaki
sehpada sigara ve küllüğünün olduğunu
gördü. Paketten bir sigara çekti ve clipper
marka çakmağıyla yaktı. Pencereden
sızan grimsi ışıktan dışarıda havanın kapalı olduğu anlaşılıyordu. Akşama doğru
kar bekliyordu meteoroloji. Tilki sürüsü
tekrardan aklında toplanmaya başlamıştı.
Dünyadaki insanlar her geçen sene daha
bencil, daha sosyopat, daha psikopat
olmaya başlamıştı. Böyle olmaya insanları
ne sürüklüyordu. Tıp biliminin daha çok
ilerlediği dünyada, teknolojinin her geçen
gün harikalar ürettiği dünyada, sanat
insanlarının daha verimli olduğu dünyada
yöneticiler, paryalar ve proleterler arasında pek bir fark kalmamıştı kendine göre.
Bir paryada kendi beni için bir yöneticiyi
öldürebiliyordu bir proleterde. Aynı şey
bir yönetici için de geçerliydi. Ne oldu da
insanlar Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine
tersten başlamıştı. Kendini gerçekleştirenler bir zaman sonra fizyolojik ihtiyaçlarına
daha önem vermeye başladı. Büyük bir
fabrikanın sahibi doruktayken içindeki id’in
etkisine kendini kaptırarak insanlık dışı
vahşetlere imza atabiliyordu… Bütün bunlar kendince hızlı gelişen insanoğlunun
düşünmekten çok akla geleni yapmaya
başlamasıyla olmuştu. Bir an o satırlar
geldi aklına ” ah! Kimsenin vakti yok durup
ince şeyleri anlamaya.” Evet belki de bu
yüzden seviyordu bu dizeleri çünkü tam
kafasındaki şeyleri yarım satıra sığdırarak
anlatmıştı. İnsanların zamanı yoktu. Hep
bir koşuşturma ve hep bir yerlere bir şeylere yetişme uğraşı. Akşam evine ekmek
götürenler kendini mutlu hissediyorlardı ya
da mutluluğun bu olduğuna inanıyorlardı.
Müzik çalarda çalan şarkıların farkına
bile varmamıştı. Müzik çaların üstündeki
gösterge 4. Şarkıda olduğunu belirtiyordu.
Koltuktan kalktı. Yatak odasına doğru
yöneldi. Müzik çalarda çalan şarkıya
eşlik ederek. ” Tonight we are young”.
Gardrobun kapağını açıp siyah bir gömlek
çekti içinden. Gri t-shortunu üstünden
çıkartıp çıplak bedeninin üstüne gömleği
giydi düğmelerini ilikledi. Askıdan bordo
bir pantolon aldı. Her gece ertesi gün ne
giyeceğini ayarlar ve yatağa öyle girerdi.
Dün gecede bunu düşünmüştü. Bordo
keten bir pantolon, siyah bir gömlek ve
siyah spor ayakkabılarını giyecekti. Evden
çıkarken müzik çaları durdurdu. Müzik
durunca sanki hayat durdu, kendi durdu,
damarlarında, akan kan durdu, dünya
dönmeye devam ediyordu, çünkü dünya
güzel şeylerle değil kötü şeylerle dönüyordu.
8
RUHU ERZURUM’DA SÜRGÜN İRLANDALI
Çentikli Cumba
“İnsanlar kendini her zaman doğduğu yere mi ait hisseder? Doğduğum yere kalpten bağlı mıyım? Okulumu bitirdiğimde geri dönecek miyim? İnsan neden özler? Buraya
alışabilecek miyim? Buraya nasıl geldim?” Özellikle hiç bilmediğiniz bir şehre üniversite
için geldiyseniz “aitlik” kavramı üzerine bunlar gibi bir sürü soru sorabiliyorsunuz. İlk defa
geçtiğiniz herhangi bir sokak sizi “evinizdeymişsiniz” gibi de hissettirebiliyor, saatlerce
“yanlış yerdeyim” diye düşünmenize de neden olabiliyor. Bu yazıda ise “ait” olmanın farklı
bir yönüne bakacağız: Hiç görmediğin, gitmediğin, sokaklarında gezmediğin, dilini bilerek
doğmadığın bir ülkeye ait hissetmek.
James Clarence Mangan, İrlanda Ulusal Marşı’nın yazarı. Fakat onu “biz”den biri
yapan bir hayatı var. 1803-1849 yılları arasında yaşamış olan Mangan, Türkçe’ye merak
salıyor ve Dublin Kütüphanesi’nde saatlerce vakit geçirerek Osmanlı ve Türkler hakkında
neredeyse tüm eserleri inceliyor. Gazete, televizyon, radyo gibi hiçbir iletişim aracının olmadığı o yıllarda “Karaman Exile” yani “Karamanlı Sürgün” isimli şiirinde Karaman’a beslediği
derin sevgiyi “Erzurum’a savaşmaya gelmiş bir asker” ağzından anlatıyor. Karaman’ı hiç
görmemiş olmasına rağmen şiirinde “öz vatanım, dağlık yurdum” diyerek Karaman’a ait hissettiğini ve şiirleri yazarken gerçek bir Türk kadar samimi duygularla yazdığını gözler önüne
seriyor. Şiirin Erzurum’dan bahseden bir kısmı ise şöyle:
“Sen hâlâ mukaddessin gözümde,
Karaman, Ah Karaman!
Savaş vaktim gelmişti bir zamanlar,
Karaman!
Erzurum’da taburlar vardı yer yer,
En acımasızı Erzurum’dan geldi bölüklerin,
Uhbar sarayının kubbesinden indiler,
Beni senden, vatanımdan söküp kopardılar,
Karaman!
Sen, öz vatanım, dağlık yurdum,
Karaman,
Hayatta ve ölümde ruhumun ocağı,
Karaman, Ah Karaman!”
Mangan’ın adı bu yazdığı dizelerin etkisiyle Oxford İngiliz Şiirleri Antolojisi’nde
İrlandalı Şairler başlığı altında değil, Türk Şairler başlığı altında yer almaktadır. Bunun
yanında diğer şiirlerinde kullandığı “Kuş-Kafes” “Ten-Can” ilişkileri de Doğu Edebiyatı’ndaki
“Tasavvuf Şiiri”ni de takip ettiğini göstermektedir.
James Clarence Mangan bize sunduğu gizemli dünyasında “ait hissetmek”,
“sevmek” ve “bağlanmak” kavramlarına farklı bir bakış açısı getiriyor. Hayatıyla ve yazdığı
şiirlerle, bir yeri veya herhangi bir şeyi gerçekten “hissedebilmek” ve “tutkuyla bağlanmak”
için görmenin, yaşamanın ve yakın olmanın gerekli olmadığını bizlere anlatıyor.
Nurefşan AKCAN
9
ALIN YAZIMDAN DUAMA DÜŞTÜN
Duran Kurt
Çentikli Cumba
Alın yazımdan bir anda duama düştün.
Gelme istemem artık biraz da sen düşün.
Dünya üstüne kurulu değil ki zahirde olsun gözüm.
Geçmişe kusarım gelecek için var birçok sözüm.
Canı canla yaktın bu beni yıkar mı sandın.
Bu âlem bilsin ki sükunetinin içinde kala kaldın.
Mumuma pervanen vardı söndü kalmadı kıymetin.
Al işte iki yüreği bile bile yaktın bu muydu niyetin.
Boş ver diyorlar belki de boş vermenin zamanı geldi.
On dokuz ay önce gönül senin için bir eldi.
Gelişin fırtına öncesi yağmur gidişin sanki seldi.
Bu şairin gönlünde bir mevsimlik rüzgar esen soğuk yeldi.
Yaz bitti işte son bahar için hazırlanan şiirim.
Gelişine değil tek ben gidişine de şairim.
Hayat sevgiliyi bulmak için verilen bu bölüm.
Ama sevgiliyi bulmak için verildi azrail ile ölüm.
Geldiğinde gülümseyen göz gitti diye ağlamayacak söz.
Bir yangın yerinde kalan ancak kül ve köz.
Hayaline hayallere perde çektim bitti bu oyun.
Yaşanmış onca anıları bir kenara kırmadan koyun.
Ne darıl ne kırıl sen istemesen yürek kusmazdı böyle derinden.
Dönüyorum artık Kevser nehrinin seferinden.
Bu aşkta değilim şehit bil ki gönül oldu gazi.
Varsın olmasın bende can canan oldu mazi.
Hoş geldin gece hoş geldin beklediğim sükunet.
Koyacak yerim yok artık aşkın bana külfet.
Bende yokluğun mülkiyet, varlığın inan eziyet.
Benden başka her Gönül’ü istersen eyle ziyaret.
Dide-i giryanımdın gözüm de akma artık bir zahmet.
Senden gelecekse gelmesin hiç bir rahmet.
Gönül yarasına derman olacak âlemlere inen Ahmet.
Hayırlısı Allah bilir haydi ona ol emanet
10
DÜN GECE
Gözlerini yavaşça araladığında, tek fark edebildiği; sırılsıklam olduğu
ve sağ elinin işaret parmağının kaldırımın parke taşlarının birleşim yerinde
birikmiş olan suyun içerisinde istemsizce titrediğiydi. Sol eli, arkaya doğru dolanıp, tam belinin üzerinde bükülmüş bir şekilde ne zamandır yattığını bilmediği için uyuşmuş olduğunu da sonradan fark edecekti.
Gün yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. Islak çimenlerin ve ıslak
asfaltın kokusu net bir şekilde burnuna geliyordu. Ancak gözlerini aynı netlikte
açamıyordu. Yağmurlu bir gecenin ardından doğmakta olan güneş, gözlerini
acıtıyordu. Orada, yani o ıslak kaldırımın üzerinde ne işi olduğuna dair en ufak
bir fikri yoktu. Tek bildiği başının koparcasına ağrıdığıydı. Bu kadar acının bir
insan için fazla olduğunu düşünüyordu, ama emin değildi, tam da bilmiyordu,
ıslak kaldırımda hala yüzüstü uzanırken. Aynen halâ orada ne işi olduğunu
bilmediği gibi.
Çentikli Cumba
İlk önce uyuşmuş olan sol elini düzeltti. Yavaşça yerinden doğrulup,
sırtını apartmanın duvarına yasladı ve oturduğu yerde olup bitenlere bir anlam
vermeye çalışıyordu...
Daha sonra kendine geldiğinde, yavaş ve kendinden emin bir şekilde
ayağa kalktı. Ceplerini kontrol ettiğinde evinin anahtarlarının cebinde olmadığını fark etti. Fakat tek fark ettiği şey anahtarların cebinde olmayışı değildi.
Aynı zamanda kendi oturduğu apartmanın da önünde duruyordu.
Yavaşça apartmanın girişine doğru yürümeye başladı. 3 yıldır oturduğu evinin arka yola bakan tarafında olduğundan emindi artık. Yavaşça yürümeye devam etti, apartmanın köşesini döndü, girişi buldu ve zaten bozuk olan
giriş kapısını itekleyerek apartmandan içeri girdi. Apartmanın mermer kaplı
girişinde yürüdükçe, üzerinden damla damla, gece kaldırımda yattığı saatlerde kıyafetlerinin emdiği yağmur suları yere damlıyordu. Nihayet zemin kattaki
evinin kapısının önüne geldi. Tam paspasın altındaki yedek anahtarı almak
için eğiliyordu ki, anahtarın sigorta kutusunun üzerinde olduğunu hatırladı.
Ancak ne zamandan beri sigorta kutusunun üzeri, paspasından altından daha
güvenli geliyordu ona, onu hatırlamıyordu… Sol kolu hala uyuşuk olduğu için,
ayaklarının ucunda yükselerek sağ kolunu uzatıp sigorta kutusunun üzerinden
anahtarı aldı. Tam bu esnada vücudunun her noktasının, gece boyunca sert
ve ıslak bir zeminde yatmasından dolayı tutulduğunu ve hala ağrıdığını fark
etti. Sol kolu hala açılmamıştı.
Anahtarı kilide sokup kapıyı açtı. Kapı kilitli değildi ve tek seferde açıldı. İçeriye girdi. Üzerini değiştirmek için odasına doğru yöneldi. Fakat bunun
için çok acele etmesinin bir
anlamı olmadığını fark etti
ve banyoya yöneldi. Banyoya giderken gözü salondaki
çalışma masasının üzerinde
durmakta olan bir makas ve
bir zarfa ilişti. Makasın ağzı
açık şekilde duruyordu. Zarfın da öyle. Bir A4 kâğıdının
da bilgisayarının yanında
11
durduğunu fark etti. Salonun penceresi açıktı.
Banyoya girdi. Sıcak bir
duş aldı. Bu esnada da vücudunda
hatırlamadığı geceden kalan herhangi bir yara olup olmadığını kontrol
etti. Yere sert bir şekilde düşmesinin
etkisiyle oluşan morluklar haricinde
herhangi bir hasar yoktu. Bunu fark
ettiğinde sıcak suyun altında hafifçe
gülümsedi.
Tam uykuya dalmak üzereyken, salonda gördüğü makas, zarf
ve kâğıt aklına geldi. Yattığı yerden
yavaşça doğruldu. Tam oturur pozisyona gelene kadar bütün kemiklerinin ağrımasını hissetti teker teker.
Ama neyse ki sol kolu kendine gelmeye başlamıştı. Bu iyiydi.
Yatağından kalktı ve mutfağa yöneldi. Sanki salona gitmeyi
bir türlü istemiyor gibiydi içten içe.
Ama tabi ki bundan kendisinin haberi
yoktu.
Mutfağa girdi, bir bardak
su doldurdu kendine. Kırmızı, büyük bardağı sadece yarısına kadar
doldurdu, onun yarısını içip bardağı
dörtte biri dolu olarak mutfak tezgâhına bıraktı. Düşündüğü kadar
susamamıştı.
Mutfaktan çıktı ve salona
yöneldi. Salona girdiğinde, yeni
İlk önce zarfa yöneldi. Ama
önce makası kitaplıktaki yerine
kaldırdı. Zarfı eline alıp inceledi ve
üzerinin bomboş olduğunu gördü.
Zarfın aynı içi gibi, üzeri de boştu.
Daha sonra kâğıdı eline aldı, pencereye döndü.
Havanın serinliği yüzüne
vururken, bir yandan da taze güneşin maviyle karışık beyaz ışıklarının
saçlarının arasından geçtiğini hissediyordu. Bu ılıklık, az önce kurulanmış nemli bedeninin üzerinde tatlı bir
ürperti oluşturuyordu.
Yüzü açık pencereye ve
güneşe dönük şekilde kâğıdı okumaya başladı. Kâğıdın üzerinde 7
satırdan oluşan, her şeyi güneş gibi
serin serin aydınlatan, dün gecenin
özeti yazıyordu. Tam da okumaya
başladığı anda artık bir nişanlısının olmadığını ve dün gece neler
olduğunu hatırladı. Yüzünde acı bir
tebessüm oluştu. Tam da yeni kararını bu anda alacaktı. Ya bir daha bu
şekilde saçmalayacak kadar sarhoş
olmayacaktı ya da gerçekten intihar
etmek istiyorsa zemin kattan daha
yüksekte bir ev tutacaktı.
Gözleri penceresinin hemen
önünde dün gece sabahladığı kaldırıma bir süre takıldı. Biraz daha yeni
doğan güneşin tadını çıkarmak istedi
ama bütün kemikleri hala ağrıyordu.
Pencereyi kapattı, perdeyi çekti,
dün geceden kalan yarım şarabı da
yanına alarak yatağına dönüp, biraz
dinlenmek üzere kendini yatağına
bıraktı.
Ali Altınel
Çentikli Cumba
Durulanıp duştan çıktı.
Kurulanırken salonun penceresini
hangi akla hizmet bu soğukta açık
bıraktığını düşündü bir an. Bornozuna sarındı, doğruca odasına geçti.
İyice kurulanıp, sıcak ve kuru kıyafetler giydi. Yatağına uzandı ve gece
neler olmuş olabileceğini düşündü…
Nişanlısını aramak istedi ancak
telefonunun şarjının bitmiş olduğunu
gördü. Telefonu yatağının başucundaydı.
aydınlanmaya başlayan günün
ilk ışıkları usulca salona dolmaya
başlamıştı bile. Saati tahmin etmeye çalıştı ama bu sadece bir saniye
kadar sürdü.
12
Çentikli Cumba
Zifiri Karanlık
Göğün mavisini avuçladığın ellerin,
usulca yanına düştüğünde
anlarsın bin bir darbeyle vurduğun umudunun paha biçilmezliğini.
Endişenin kol gezdiği yüreğin,
güne rengini verir seni umursamadan.
Gecenin zifiri yansırken yüzüne,
bütün çaresizliğine inat,
gözlerini kamaştıran yıldızlara dikesin bakışlarını.
Göz kapaklarına biriken hüznün seni bin bir darbeyle dağıtmasından korktuğun vakit;
Gençliğinin tüm heyetiyle dizlerinin üzerine kapaklanmasını izlersin,
usulca ve bir o kadar çaresiz.
Tehlikenin nam saldığı sokaklar yüreğine işler korkuyu.
Dönüp geriye bakmaların, önüne yansıyan
gölgenin korkusu mudur, yoksa geçmişin yortusu mu bilmeden alırsın yolunu.
Her arkaya dönüşün bir parça eksiltirken cesaretini,
yenemezsin üzerine damlayan sokağın ürküten sessizliğini..
Hülya TAŞAN
YAŞAMAK
Yaşamak istiyoruz sadece yaşamak
Bir yıldızın kayması kadar kısa
Güneşin doğuşu kadar aydınlık
Karanlıkların olmadığı bir yer istiyoruz
Rengarenk çiçekler içinde uzanmak
Gökyüzünü hep mavi görmek
Bülbülü gülün koynunda görmek istiyoruz
Sevmek istiyoruz ölmeden öldürmeden
Ve deli gibi sevilmek bir çocuk saflığında
Yaşamak istiyoruz sadece yaşamak
Haydi haykırın ne olur bu söylemi.
Biz ölmeden, siz ölmeden,
Onlar ölmeden haykırın.
Çünkü susarsanız biz değil siz değil
Onlar değil insanlık ölecek.
Abdulkerim ÇİÇEK
13
Çentikli Cumba
Mürsel AKYÜZ
14
CAVŞIRI
Bağlanarak bir yerlere, sonsuzluğa ulaşmanın
nafile uğraşlarıyla yanan insanlık, yangına boğup
gezegeni, iktidar için mutlak savaş halinde devam
ediyor yaşamaya. Yaşamak için kendi türünü öldüren
tek canlı olma özelliğimizle hala evrimin en nadide
parçasıyız. Evirip çevirip, evriltip doğrultup öldürmek,
bunu olağan göstermek, sıradanlaştırmak, eğmek
bükmek hakikati gizleyip fitneyi zeytin dalının içinde
gizleyip göndermek... Yapılanların hangi birinden
tutsak, her biri vicdanın terazisinde tutsak, Tanrının
Gayet açık işte, toplumun içindeki bir kaç
düzgün elmayı da çürüten büyük bir kitlesel ahlaksızlık. Kesin yine bu güruh saplantılı cinsellikleriyle
bu ahlaksızlığı sapıklık ile karıştıracak ve okumayı
bırakacaklar. Bıraksınlar. Çok yerinde olur. Çünkü birazdan küfür etmeye başlayacağım onlara. Duysunlar
isterim ama onlar duyacak kadar işitebilir olsaydılar,
vicdanlarının seslerini duyar, yaptıkları Ahlaksızlıkların tamamı için derin bir hicap duyup ömürlerinin tam
bir milyar yılını tövbe ederek geçirmek isterlerdi.
-Yere tükürmek ahlaksızlıktır,
- İffeti fark etmeksizin kadına laf atmak ahlaksızlıktır,
-Yere çöp atmak ahlâksızlıktır,
-Kapısının önünü süpürmemek ahlaksızlıktır,
- Kaçak benzin kullanıp atmosferin ırzına geçmek ahlaksızlıktır,
- Variyetin içinde yüzüp, alın terine asgari ücret demek, ahlaksızlıktır,
-Onun zaaflarından yola çıkıp sekonder kazançlar peşine düşmek ahlaksızlıktır,
-Gıybet etmek ahlaksızlıktır....
Ahlak yatakla başlayıp biten bir şey değildir
alt kimlikleri Müslüman üst kimlikleri Marksist olan
kimlik kargaşasının sefil Sürtük ve pezevenkleri. Sizler böyle omurgasız olduğunuz için otoriteler omurgasız. Kendi çarkınızı döndürüp başkasının çarkına
s.çmak girdiğiniz zavallı hallerden planktonlar dahi
utanırken tezeğin onur katacağı yüzleriniz kızarmadı bile. Ruhunuzda bunları yaparken zerre teessüf
olmadı bile. Karakterinizden, iffetinizden, para için,
güç için, ün için, şan için, nam için, statü için, lüks için
kurban ettiğiniz her zerreniz sizden hesap sorduğunda, sahip olduğunuz şeylerden bir omurga yapın
kendinize. Orda dimdik ilelebet durun, adı cehennem
olsun, tabi kabul ederse sizin gibi züppeleri.
Gökhan ARAS
Cumba
Omurgasızlığın tarihini öyle yazdık yani.
Genelde geçmeyen genel geçer kurallar, uygulanmayan yasalar, yasadışı olup yasal olan uygulamalar,
helal olup yasal olmayanlar, helal olmayıp yasal
olanlar, -izmcilik ile gelen kavram kargaşası falan
filan. Avrupa kanalizasyon sisteminin kurulmadan
önceki halinde bile dünya bu kadar bok içinde değildi
sanki. Bir diğer yanda dünyanın ekonomi kartellerinin
sayısını tartışanlar. 7 kişinin elinde olan kan gezegeni
efsanelerinde şeddesiyle gelen 7 milyarın yedi insanı
yenemeyecek kadar, eşşek masalları. Kritizist bir yazı
oluyor sanırım, yoksa ben de kritisİZM e mi tabiyim?
Aman tanrım!
Peki nedendir bu karaktersizlik, bu eblehlik
ve bok kafalılık?
Çentikli
Ruhun omurgası yok diye bu kadar fahişe
ve pezevenk var meydanlarda. Omurgasız insanlar,
omurgasız siyaset, omurgasız bir toplum. Geldiğimiz
nokta bu işte. Eşya var sadece. Fransız ihtilalinde
Allah şehit oldu. Haliyle Marx amca ilah, para peygamber, demokrasi evliya oldu. Bırakın cahil de âlim
olsun çok mu? Omurgasızlığın tarihini öyle yazdık
yani, ölen öldü kalan banknotlar bizimdir! Yılan dahi
bizden omurgasızlık dersi almaya yeltendi, sosyalleşti falan, zehirden kesilince bu sosyal omurgasızlık yüzünden vahşi hayatına geri döndü, bu kan
gezegenindeki birçok çocuk gibi o da açlıktan öldü.
Alın size uzun dünya tarihi, nefis uğruna dökülen ilk
kan-savaş-drakula ve ekürileri- metalin işlenmesiyle
kan miktarındaki artış- atomun infilak etmesi- kan
pazarının patlaması- arzın talebin ırzına geçmesiyle
raf ömrü uzatılmak zorunda kalınan kan- sonra dünya
piyasasına giren esrarın o muhteşem anakronik
kafasıyla oluşan her şey devletin devlet hiç kimsenin
değil güzellemesi. Sonra bilge sayış haceti, ceplerde
duman çıkaran uzun menzilli çıngıraklar. Ve omurga
mahrumu eşrefsiz mahlûklar.
terazisinde tutsak, kurallı evrenin işleyişinde tutsak...
Bedeli ağır olacak. Çünkü ey budalalar tarikatının
777. kuşaktan kıdemli örümcek kafalıları! Burası kurallarla işleyen bir kurum. Her şeyin bir olasılık içinde
gerçekleştiği, olasılıkların olası olmaları durumunun
da olası olma durumuna tabi olan her bir olasılığın da
kurallarla sınırlandığı gerçeğini çürütemeyeceği gibi
bunun Tanrının zar atması ihtimalini de ispatlamayacağı kuralı gibi mesela. Size uzun uzun olasılık teorisi
anlatacak değilim, kısaca bu yazıyı okuyor olmanın
sebebi şu an evrende bunu yapma olasılığının diğer
tüm şeylerden daha yüksek olduğunu falan söylüyor.
Tuttuğumuz her omurgasızın her sistematik içinde
tutsak olma olasılığı 1. Çünkü omurgasız olmak mutlak olasılıkla iblis ile kardeş olmayı gerektirir ki iblis ve
takım arkadaşlarının cehennemin en sevimli yerinde
tutsak olma ihtimalleri yine 1’dir.
15
MONOLOG
“19 yıl sonra her şeye yeniden başlamak, yeniden öğrenmek, yeniden keşfetmek,
yeniden inanmak ve unutmak. ..” deyip susuyor. Cümleyi tamamlamayış sebebini
anlıyorum ama hasılını ya da neticesini bile değil, cümleyi tamamlamayı bana bırakması zoruma gidiyor, çünkü ben de aynı yerde takılı olduğumu biliyorum. Beraberce
bir açmaza girdiğimizi fark edip çeviriyoruz başımızı iki güvercinin ekmek kırıntılarını
yemek için yarıştığı pencere pervazına.
Ben ki sana, elimde çözemediğim onlarca denklemin yazılı olduğu beyaz bir
sayfayla gelmiştim. Aslında biliyordum senin çekmecelerini işgal eden tüm defterlerin,
sayfaların ve aynaların da bu çözümsüzlükle dolu olduğunu…
Yine de, senin bilinmeyen öğen benim bilinenimdir ve benim bilinmeyen öğem
senin bilinenindir diye uzattım defteri sana.
Çentikli
Cumba
“Nasıl olur!” diyor ansızın gözlerine deyip geçen isyan şimşeklerinin yanıp sönüşünü zapt edemeden. “Nasıl olur da bunca zaman biriktirdim sandıklarının ya bir anda
kaybolduğuna ya da gerçek dışı olduğuna şahit oluyorum gün be gün?”
“Belki geçici hafıza kaybıdır” diye sırıttım kalbini sıkan cenderelerin kalbime bulaşmasını engellemek telâşıyla… İkna olmadı. Gülmedi.
Ve aslında ‘koşulsuzluk’ koşuluna hiç inanmadığım halde, senden, koşulsuzca
bekledim her şeyi… Sana kurduğum tüm önermeler koşulsuzluğa dayanıyordu ve her
bir denklemdeki tek bilinende de tanımsızlık gizliydi; biliyordum…
“Al meselaé cevvalleşti. “Mesela, sözele göz attım sadece birkaç ay aradan sonra. Abi Sokullu şair miydi, padişah mıydı diye düşündüm. Var mı böyle bir şey!”
Zaten insanoğlu hiçbir vakit, kendi kendisini ne tahlil ne tasnif etmişti. Bu yüzdendi belki üçüncü şahıs ve şahıslara ait –di’li geçmiş zamanda kitaplar doldurmuştu.
Vakıa, birçoğu düzmeceydi; sırf hatırlamak, hatırlatmak ve ikna olmak üçlüsünü
bir arada bulundurabilmek hevesinden…
Sana tarihi olayları anlatmak istedim hep. Ama sen hiç yanaşmadın dinlemeye.
Belki benim ancak anladığımı sen zaten biliyordun, belki kaleminden çıkan tarihti sence asıl olan.
Aslında, sayfalara düşülmüş, adını çağrıştıran her mühür tarihimdi benim, sana
anlatamadım.
“Ne dersin, belki şükür bilmiyor olmanın bedelidir bu? Allah vere de tüm el açmadıklarımız karşımıza dikilmeye!”
Asıl şimdi bir ateş topu gezdiriyorum avuçlarımda. Onu hangi şehre koysam, o
diyar yanacak, bilirim.
Bir yirmi yılın hasılasını bir anda ellerime bırakıp, sonra tarih yazmamı bekliyorsun, bunu da bilirim. Ama işte gör ki, İstanbul’a şerh düşülmüştür çoktan.
“Hişt! Ben bildiklerimi unutmaktan yakınıyorum, yoksa sen konuşmayı da mı unuttun?”
Yine aynı şey! Diyalog bir tür monologdu, evet. Ve o, beni bana bırakıp kendini almıştı karşısına. Bir gün, şu an bir yerlerde emanet bıraktığı yirmi yılını da alıp, güzelce
yerleştirecekti ceketinin iç cebine…
“Allah bazen aldıklarını, alan elle geri verir: Zaman, sadece zaman!”
Elif Bilge ÖZŞAHİN
16
ANLAMSIZLIK ÇERÇEVESI
Bir şeylerden…
Çoğumuz insan olmak ve beşer olmak olgusu arasındaki geçirgen çizginin
algılarımız ve anlamlandırdıklarımızın neticesinde öncesinden oluşturduğumuz düşünce
kalıplarımızın el verdiği ölçüde bakıyor, yargılıyor, yaşıyor, sonuçlandırıyor ve konumlandırıyoruz kendimizi… Peki şeffaf olan bir sınırı geçerken yaşanılan zorluğun oluşturduğu
düşünsel faaliyetin ve bunu eylemlerimize yansıtırken ki eski halimize göre farklılaşmayı
ve yalnızlaşmayı getirdiği için mi bütün bunlar?
Ama durun bir dakika.
Gösterilmiş, öğretilmiş, kabullenmiş, içi boşaltılmış, ifade edilmemiş , tabulaştırılmış, sorgulanmamış dokundurulmamış kavramların netleşmemiş birer yansımasıyla,
yankılanmasıyla hayatımızı yaptıklarımızla anlamlandırma çabasında mıyız?
Cumba
Zihnimizdeki kelimeler kadar düşünür, hayatı
algılamayı-tanımlamayı bizim yüklediğimiz anlamlar
ölçüsünde değerlendirip tepki veririz. Tepkilerimiz
dışsal etkenlerin şiddetine bağlı olarak bulanıklaşsa da dış etkenlerin hayatımızın üzerindeki kontrolü
almamasını ve buna kendimizin yön verme çabasından kaynaklanmıyor mu? Bizler çevremizin tek taraflı
cephesinden bilgilendiğimiz için bizim dışımızda düşünenleri taraflı olarak görüp ötekileştiriyoruz. Çünkü
ne gördüğümüz, nerden baktığımızla ilgilidir.
Çentikli
Farklı bakıp farklı görmek mi (?) yoksa farkındalıkla bakıp farklı görüp zihnimizi,
düşüncelerimizi ve davranışlarımızı biliş seviyesine çıkartıp seçimlerde bulunmak değil
midir anlamlı olan? Neticede insan seçimlerinden sorumludur, seçimlerin sonucundan
değil. Sonuçların iyi-kötü, kolay-zor gelmesinden öte her deneyimden mümkün olduğu
kadar öğrenmemiz gereken deneyimi öğrenebilmektir. Hayatın bizim için ne anlam ifade
ettiği, yaşantımızın karşımıza neler çıkarttığı ile değil, bizim hayatın karşısına çıktığımız
tavırlar, duruşlar belirlenir; başımıza gelenlerden çok, bizim olanlara verdiğimiz tepkiler
ile gelişir.
Eylemlerimizi seçimlerimiz, seçimlerimizi
duygularımız, duygularımızı belirleyen ise değerlerimiz ve anlamlandırmalarımızdır. Asıl
soru şu değerlerimizi, algılarımızı belirlerken toplumsal normlar önemli rol oynamıyor mu
(?) Bizler kültürümüzün bize öğrettiği iyi-kötü olarak tanımladıkları düşünce yapısından
oluşmuyor muyuz (?) ... Bunları sorgulamamız, varoluşumuzun anlamını bilip yaşamak
varken düşünmeden yaşıyoruz (!)
Düşünmek; ideolojik doktrinlerin kalıplaşmış sorun yumağının dışındaki çözümleri de içermeli. Bizler birey olabilmeyi kültür robotundan kurtulup aşkınlık seviyesine geçip dışardan kendimize baktığımızda, dünyaya olan algılarımız, anlamsızlıklarımız değişir
ve yaşantımızı eskisinden daha çok hissederek yaşarız...
Evet, burası belli kuralların, kalıpların olduğu dünya ama doğru sorgulamanın,
saygıdeğer fikir ayrılıklarının, inandığımız değerlerin, bizlere tersini söyleyen birilerine
karşı savunmanın, bir hayat içindeki gücünü anlamaktan geçirgen bir çizgi kadar yakınken uzağız.
Ve şimdi zihnimizdeki sürahiyi düşünmekle, sorgulamakla, okumakla, yargılamakla vb. daha yapısal modellerle, metaforlarla çatlatmanın sevincini yaşayıp hissetmekle, keşfetmekle yeniliğe kucak açmakla algısız algılarımızdan kurtulmakla başlayalım.
Her şey’e...
Abdulmuttalip BÜLGEN
17
KIRIK KELAM
Şahrud vardığı denizlerde hala Seyduna türküleri
ile uyanmakta, Seyduna Şahrud’un gözlerinde
kalan masalla yaşlanmakta.” Gayri ihtiyari takılıyor.
Bu dizeler kalemimin ucuna. Sallandırıyor klavye
sevdalarını en ücra Filistin askılarında. Oh olsun!
Müstahak bu düşünmeden yaşayanlara, düşünmeden yazanlara...
Hiç sorduk mu kalemimize yeri mi dar gelmiş,
yen’i mi dar gelmiş? Neden yazmamış bildiklerini?
Çentikli
Cumba
Cevabı yok, düğünü yok, düğümü yok,
yeri-yurdu-yuvası yok! Yok işte! Kabul etmemiş gerçeği, örtmüş üstünü… Saçmalamış evet! İnsan gibi
hatta. El mahkum deyip izin vermiş götürülmesine
hecelerinin. Dik tutulursa yazmış sadece. Yatırılınca
başlamış uyumaya. Yazmamış, çizmemiş, söylememiş!
Doğru ya idam kararlarında hakimler önce
kalemi kırarmış. Sonra insan kırılmış, insaf kırılmış,
ilim kırılmış… Kırılan kalem hayatı tasvir etmiş,
insan irfanı katletmiş, irfan ilmi yok etmiş…
Şimdi şapkadan tavşan çıkacağını ummadan
alıp oturtmalı karşımıza.Yaşadıklarımızı, anılarımızı,
andıklarımızı…korkak bir kalemin insafına mı bıraktık en güzel hikâyelerimizi. En mi güzel hikâyelerimizi? Daha sorusu olmadı ki cevabı nasıl olsun?
Yok, yok, devirdiğimiz cümlelerde kaybettik biz
benliğimizi. Anlayamadık birbirimizi, tabi her şeyden
önce kendimizi… Dökebildik mi aklımızdan geçen
her şeyi cümlelere? Ya da yazdıklarımızla yaşadıklarımız aynı mı vicdan terazimizde? Sorduk mu
hiç yargılamadan önce içimizde idam ettiklerimize
‘Neden’ diye? Hâkimi olduk her birimiz düşünmekten uzak düşüncelerimize.
Ötekileştirmekle başladı en büyük yanlışımız.
Zihnimizde başlayan bu harekâta dilimiz hep ‘Hayır’
dese de göremedik kimseyi türdeş diye.
Önce kendimize yalan söylemekten vazgeçelim. Bi’şeyci olmaktan vazgeçip, birey’ci olmakla
başlayalım mesela. İnsan gözüyle bakalım ama, istisnasız herkese. Kapımızın önünü temizleyip dünyayı kurtarmadan önce evimizin içini temizleyelim.
Vazgeçelim komşumuzun kapısıyla uğraşmaktan.
Ama biz insanoğluyuz değil mi? Sözleriyle insanları düşündürenleri değil düşürenleri seviyoruz.
Yazısı ne kadar aşk kokuyorsa biz o insana o kadar
âşık oluyoruz. Yeri geliyor, düşünmeyelim diye
bizim yerimize düşünecek makinalar icat ediyoruz.
Zaten yeterince ironik olan hayal dünyamızda bir de
kendi keşiflerimize hayran kalıyoruz. Doğru ya biz
kimsenin aklına nazar etmiyoruz.
Tamam, kabul. Bazen düşünebiliyoruz ama bu
defada söylemekten korkuyoruz. Tefekkür etmek
İslamcıların, akıl etmek isyancıların deyip önümüze
konan bayat yemekleri yiyoruz. Çünkü biz yem’lenmeyi yemeği yapmaktan çok seviyoruz.
Hadi devam edelim o zaman! Bugünü yarına
kurban etmeye, çaya- kahveye yazılanları en ala
aşk zannedip Şahrudlara kıymaya, Seydunadan
bihaber yaşamaya devam edelim. “Rivayet odur ki
Hadi devam edelim! Gördüklerimizden hatta
görebildiklerimizden ibaret olan dünyamıza sığdıralım yüreğimizi. Eşsiz güzellikteki benzersizliğimizin
kendini bilmez dillerde eskimesini izleyelim.
Tamam yeter! kabul edelim! Baktıklarımızda
‘renk’ görerek yazık ettik! Öldürdük insanlığımızı ve
mürekkebi bulaştı ellerimize. Yüreğimizi ısıtmaya
üşendik, yakalandık en olmaz kalemlere…
Kafamızın dışı içinden daha önemli oldu ve
olanlar en çokta o zaman oldu. Kapağı kitaptan
değerli oldu, çürüdü sayfalara işlenmiş nakışlar.
Nakkaşlar öldü! Duygu oranımızı, duyu organlarımıza da kurban ettik. Öteledik, ötelendik. Evet, biz
yaptık! Sen, ben, o… İki lafımızdan birine sıkıştırıp
nefessiz bıraktık hislerimizi. Biz öldürdük beynimizin ‘nötr’ hücrelerini. Düşüncelerimizin Azrail’i
olduk.
Biliyoruz, bitecek hepsi. Ardımızda bıraktıklarımızla anılacak adımız. Yaşatamadığımız iyi
niyetimiz de gelecek bizimle. Biz söyleyemediklerimizle yine hayat vereceğiz bütün yanlış bildiklerimize. Bile bile hem de…’insan sosyal bir varlıktır.’
cümlelerinin içinde saklı olan köleleştirmeye ve
köleleştirilmeye devam edeceğiz yere göğe sığmaz
hoyrat fikirlerimizi.
Hem zaten düşünmenin suç olduğu bir yerde
kim yargılayabilir ki bizi düşünmediklerimizle?
Hadi devam edelim! Susmaya, göz yummaya,
ne’me lazımca yaşamaya. Devam edelim ön yargılarımızla tanımadıklarımızı asmaya! Evet, evet!
Öldürelim hatta dili, dini, ırkı ‘farklı’ olanları ve yaşatalım kararmış kalplerimizi okşayanları. Vazgeçelim
uyanma çabalarımızdan. Pazartesi sendromu deyip
hafta başına, mesailer deyip hafta içlerine hatta
sonrasında yine okul-iş var diye de hafta sonlarına
kızalım. Sabah uykusunu sevdiklerimizle kahvaltı
edebilmeye değiştirelim mesela. Moda olsun iki
kişi arasında takılan metal parçaları ve bunu aşkın
sembolü sayalım. Ya da ne bileyim muhabbetlerimiz alış-verişlerden, faturalardan ibaret olsun.
Sonra laf arasında bir geçsin şu söz “dünyanın
çivisi çıktı” düşünmeyelim hiç kimin çıkardığını?
Birileri çivimizi sökerken biz nerdeydik demeyelim.
Teknoloji suçlusu olsun edemediğimiz muhabbetlerin, kuramadığımız arkadaşlıkların, koruyamadığımız aşklarımızın!
Unutalım varlığımızı, varlık nedenimizi, varlığın
farkındalığını bile fark ettireni! Vazgeçmeyelim
üç maymuna yem vermekten! Niye vermeyelim ki
zaten bize rahat batmazken?
Daha “akıllı” bir dünyada düşünenlerin değil,
düşünmeyenlerin suçlanacağı günlerin ümidiyle…
ŞİVEKAR
18
UYKUM VAR
Cumba
YAĞMUR CİNİ
Çentikli
Uykum var, çok uykum var, bir tane daha içsem toplam kaç uykum
olacak…
Uykularımı sığdıracak yer bulamıyorum, son gelen merdivenlerde
kalacak…
Onu dışlamam konusunda ne demişti doktor? Hmm, anımsadım; saat
bile sekse sersem… Biri benden mi bahsetti? Ha! Benmişim, kendimden söz etmişim…
Düşünen insan taklidi yaparken nasıl da geçiyor içim…
Hiçbir şey olamadım uykudan başka, şaka bile yapamıyorum beni bir
şey sananlara! Ah evet, bir de vampir yarasa…
Uykum var bariz, biraz da belli belirsiz hüznüm…
Uykum dövdü onu, her insan gibi ben de severim güçlüyü; kederciğimi
üzdüm…
Ağlama, ceplerimdeki mendilleri uç uca ekleyip üstüme örttüm, sana
verecek pembe haptan başka bir şeyim yok; bir de dedim ya, sana
benden, sana senden içre hüznüm…
Uykum var bir kamyon ve yokları biriktiremiyorum… Uykum ve var
yani bilmemezliklerim… Bir kasıt sonucu kamyon devrildi yoklar vadime, uykuya gömüldü vadilerim bahçelerim…
Uykum var bariz ve belli belirsiz sevdam… Tarifiniyse yakıverdim
fırınlarda kek niyetine… Diyen demiş işte “sevda darmadağın olmak
gibi”… Uykum var çok ve hesapsız darmadağınıklığım…
Gözümün önünden kara kedi geçti, pist! Öyle sandım ama pardon değilmiş, kara gözüm kedinin önünden geçmiş, kedi beyaz… Uykum var
ve karartılarım…
Çentikli
Cumba
19
Mürsel AKYÜZ
20
ADALET
Allah’ın vasfı. Allah’ın evreni yaratmada
gözettiği en anlamlı keyfiyet. Her şeyin olması gerektiği yerde durması. Hakkaniyetin,
insan-eşya ilişkisinde, insan-insan ilişkisinde
bir form olarak ahlakilik kazanması, bir disiplin bulması…
Başkalarının gelişigüzel istek ve
telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk üzerine itaatle gerçekleşen ruhi denge
ve ahlaki kemal..
İfrat ile tefrit arasında ağırlık
ile hafiflik arasında bir birlik bir istikamet
noktası..
Herkese layık olduğunun verilmesi
durumunda tahakkuku mutlaklaşan nimet…
Hukuku arındıran kavram…
Takva erdemine nail olabilmenin zemini..(maide/8)
Bir anlamda adalet, gözlemin, malzemenin, iradenin, bilginin, vicdanın ve hikmetin
ortak bir olay ve zemin üzerinde pratikte
mücessem bir duruma dönüşümüdür.
Bütün ilahi öğretilerin
hedefi insanlar arası ilişkilerde adaleti gerçekleştirmektir.
Adaletin hak ve hakkaniyetle tanınması,
“ hak” ın Allah’ın bir ismi olması kavramın
korunması ve muhafazasının mübarekliğine
ve kutsallığına hamledilebilir.
Bazı kavramlar vardır ki, hayat onların
mayasından nasibini almadığı takdirde hayat
çekilmez hale gelir. Bu kavramların başında
adalet gelir.
Adalet kavramı, “ben ve öteki” algısının
netleşmesi sonucunda asıl anlamını kazanır.
Büyük oranda dışa dönük bir özelliği barındırır.
Fıtri yasalar, vicdani muhakeme, tarihsel, siyasal önyargılardan arınmış gözlem
ve deliller üzerinde değerlendirme yapma
anlayışı ve dürüstlüğü gelenekselleşmediği
sürece Allah’ın ve yasalarının ötelendiği,
seküler, materyalist dünya algısının insanı
heva ve hevesiyle hükmetmeye meylettirdiği
sürece birbirimize ve rabbimize adil şahitler
olma imkân ve nimetini de kaybedeceğiz.
Modern insanın kutsalları öteleyen ve
bilgi kirliliğinden beslenen gerçeğiyle sergilediği ukalalık, adaletin pratikte anlam dünyasını olumsuz olarak etkileyebilmektedir.
18.yy.dan itibaren belirgin bir şekilde
egemen güçlerin sömürgeci politikalarıyla
risalet söylemlerinde temel sabiteler olarak
bilinen yasalara karşı geliştirdikleri ifsad
çabaları, insanlığın “ adaleti ayakta tutma”
gibi en temel misyonunu öldürdüğü, akamete
uğrattığı ve kirlettiği bir gerçektir.
Tarihin her döneminde heva ve hevesin belirleyici olduğu kararların alındığı,
yasaların şekillendiği, söylem ve politikaların geliştirildiği
ve bu çabaların
hukuki bir forma
dönüştürülerek
insanlık üzerinde
toplumsal mühendislik hesaplarının
yapıldığı ve bu
toplumsal mühendislik hesaplarının
da insanlığı nasıl
nesneleştirdiği
hatta köleleştirdiği
gerçeğini yaşamaktayız.
Adaletin
zülumata dönüşmemesi, fıtratın,
vicdanın, cesaretin, Allah’ı hesaba katan
bir iradenin bünyesinde söylem ve eyleme
dönüşmesiyle mümkündür.
Adaletin gerçekleşmesinde ve yerine
getirilmesinde gerçeklerin ideallerimize silah
çekmemesi gerekiyor. Bu tespitin hakkını
veren tarihi şahsiyetlerimizden sadece Aliya
İzzetbegoviç ve Ömer Muhtar’ın örneklikleri
yeterlidir. Aliya’nın Bosna Savaşında düşmanların yaptıklarını aynısıyla karşılık vermek isteyenlere karşı takındığı müslümanca
tavır tarihe geçmiştir. Aynı şekilde Ömer
Muhtarın İtalyanlara karşı direnişinde onların
yaptığı gibi hareket etmek isteyenlere karşı
verdiği “ onlar ne zamandan beri öğretmenimiz oldu?” söylemi, adaleti ayakta tutma
açısından olmazsa olmaz bir hassasiyettir.
Adalet, insanın fıtratının Allah’ın sünnetine uygunluk arz etmesidir.
Sosyal ilişkilerde adalet, hakkaniyeti
esas almaktır. Hakkaniyet,bize bahşedilen
fıtri disiplin ve güzellikleri işlevselleştirerek
vakayı okumaktır.
Cumba
Adaleti bazen ilahi metinlerde, müshaflarda bazen
bilgelerin manifestolarında
bazen elçilerin hikmetli
sözlerinde, bazen bir anne
yüreğinde, bazen bir pir-i faninin derin tecrübesinde bazen de bir çocuğun katıksız
masumiyetinin neticesinde
oluşan doğal tavırlarında,
bazen de evrendeki herhangi bir canlının bizi şaşırtan
dünyasında görmemiz
mümkün.
Nitekim, hücreden organa insanı oluşturan tüm unsurların bir sınırı olması,adaletin
fitri oluşunun delilidir.
Çentikli
İnsanın zulmetmeye yatkın olmasından
dolayı, Allah’ın insana farz kıldığı erdem..
Adalet gibi hayata tat katan bir nimeti
sosyal hayatta pratize edip somut bir eylem
olarak neticelendiren insan olduğu için insanın duygularıyla vicdanıyla, iradesiyle, bilgisiyle ne kadar fıtrat yasalarıyla bütünleşip
bütünleşmediği önemlidir.Bu minvalde İnfitar
suresinin 7.ayetindeki insanın fizyonomik
yapısındaki uyum ahenk ve estetiğin adaletle
ifade edilmesi manidardır.
21
İslami Mücadelede mümince sorumluluklarımızı yerine getirmede ahlak
ve adalet inceliğini pekiştiren hakkaniyet
duygusunu yer yer zedelendiğine şahit
olabiliyoruz.Hakkaniyet zedelenmesinin
müsebbip unsurları da ne yazık ki kişisel zaaflarımızdır.Kendimizi beğenmişlik,duygusal öbekleşmeler,kişi merkezli
aidiyetler,zaaflarımızı meşrulaştırma
hedefli kurnazlıklarımızdır.Bunlara ilaveten gittikçe bir promlematiğe dönüşen
ve gün be gün kendini hissettiren aşrı
özgüven de başlı başına bir sorun olarak kendini göstermektedir.
Çentikli
Cumba
Müminlerin iç işleyişleri açısından
her mümini kendi şartlarında,kendi
gerçeklikleriyle değerlendirmek adaletin
ruhuna en uygun olandır ve ahlaki olan
da budur.
Müzminleşen zaaflar gerek kolektif
iradi çabalarda gerekse bireysel gayretlerde adalet gibi disiplinleri anlamsızlaştırabilme risk potansiyeli taşımaktadırlar.
Müminler arasında muhtemel
sorunlu süreçlerin yarattığı hakkaniyet
ve adalet zedelenmesinin oluşturduğu
zemini rahatlatmanın yolu; mütevazilik,genel kabul gören içtihatlara saygı ve
ortaya konulan işleyişe sadakattir.Fitne
kokan gayri tabii zorlu süreçlerdeki
sergilenecek duygusal tarzlar adaletin
ruhunu incitebilecek bir durumdur.
Müminin dünya görüşünde bir
olayın muhakemesinde “ empati kurma
inceliği” sağlıklı ve adil kararlar almada
önemli bir kazanımdır. Empati kurma
inceliği de bize takvayı hatırlatmaktadır.
Bu yüzden adalet ve takva kavramları
işlevsel ve tavsiye edildikleri alanlar
itibariyle birbirlerini tamamlayan iki
kavramdır.
Adaletin erdem ve fazilet haline
gelmesi, karşıdakilerin hak ve hukukunu
gözetmemiz durumunda ortaya çıkar.
İslami değerlerin hakkaniyetle pratize
edildiği süreçlerde hep başkalarını da
hesaba katarak bir toplum inşa edilmeye çalışılmıştır. Bir mümine verilen hakkın acaba “benim dışımda birilerinin hak
ihlalini ne kadar etkilemektedir” hassasiyetiyle başkasının hakkını savunmanın
ibadet olduğu bilinci hakim olmuştur.
Müminin adalet algısına direkt etki
eden bir başka gerçeklik de “ ahirete
imandır” Her şeyin hesabının sorulacağı, mahşerin, mizanın varlığı, yapmak
isteyip de yapamadıklarımızın hesabını
vereceğimiz bir ahiret tasavvuru önemli
bir disiplin olarak bizleri kontrol altında
tutmaktadır.
Uhrevi yönümüzü gözden geçirebildiğimiz oranda adaleti ayakta tutabilme
imkanını yakalayabiliriz.
Adalete ruh katan nezafettir.
İnsafı muhtevi bir kavram olan nezafet,vicdanın sesine kulak verme ve bu
çerçevede bilgece karar verebilmedir.
İnsanın şartlanmışlıklardan sıyrılıp,adaleti hedefleyen bir zemini mündemiçtir.
Adalete dair bir hükmün verildiği
nihai adres insandır. Binaenaleyh bu
adresin tüm şeytani ve nefsanî kirliliklerden, heva-hevesi azdıran ayartıcı
güçlerden, intikam duygularından, şartlı
önyargılardan ve benzeri tüm marazlardan arınmış olması gerekir.
İbn Haldun, ahlaki erdemlerin kemal bulmasını adalete bağlamıştır.
Bu arınmayı başarabilecek yegâne
imkân ve güç vahiydir.
Isfahanı ise adaleti, verilen ile hak
edilen arasındaki denge diye tanımlar.
Vahyin ve adaletin şahitliğini yapan
erdemli kadrolar ancak dünyamızı engizisyonlardan kurtarabilir. İnsanlarımızı
tene, cinsiyete, toprağa göre kategorik
bir sınıf ayrımcılığından, değişik “kast”lara ayırma fitnesinden kurtarabilir. Her
düşünce ve inanç geleneğinin, başka
inanç ve düşüncelere müdahil olmama
kaydıyla ona hayat hakkı tanıyan bir
yaşamı inşa edebilir.
Adaletin kurumsal işleyişinde
ehliyet, süreç ve basiret önemli unsurlar
olduğu bir gerçektir.
İnsanların daha doğru olanı bulma arayışı /mücadelesi adaletin tecelli
etmesine katkı sağlayacaktır.
Hayatın teferruatında göz ardı
ettiğimiz, basit gibi gördüğümüz gayr-i
adil bir tutumumuzun veya kararımızın
bedelinin kime ne kadar yansıyabileceğini kestirmemiz çok zor.
Unutulmamalıdır ki adil olmak bedel
gerektiren bir durumdur. Buna bağlı olarak adil olmanın neticesinde elde edilen
hürmetin değeri de o oranda büyüktür.
Keskin sınıfsal ayrışmalar (asabiyet,hizipçilik vs.) adaleti zedeleyen
ve ahlaki sorunları üreten bir sürecin
müsebbip unsurlarıdır.
Şefik SEVİM
Genç ve Yenilikçi Beyinler Kulübü
Misyonumuz :
Üyelerimizin ve kulübün etkileşim içinde olduğu bireylerin
araştırmacı, liderlik becerilerine sahip, paylaşımcı, sosyal,
kendine güvenen, girişimci ve mesleklerinde fark yaratan
bireyler olmalarını sağlamaktır.
---
Vizyonumuz :
Bilimsel ve sosyal alanlarda güncel gelişmelerin
takip edilmesi, çeşitli organizasyonlar, seminerler, konferanslar, sempozyumlar, paneller, teknik geziler ve grup
çalışmalarıyla öğrencilere bilimsel ve sosyal bir bakış
açısı kazandırmak, öğrencilerimizin bilimsel öğretilerini
desteklemekle birlikte çeşitli sosyal aktivitelerle motivasyon sağlamak…
BİZ KİMİZ
Sosyal, kültürel, bilimsel etkinliklerin yanısıra salon organizasyonlarıyla birçok kişiye ulaştık. Bu kapsamda eğitim sertifikaları
dağıttık. Katılımcılarımızın hayatına dokunarak ilkleri hep birlikte
yaşadık. 1000 kişinin üzerinde kocaman bir aile olduk.
Yepyeni fikirler, girişimci arkadaşlar genç ve dinamik yapımızla her
zaman ufkumuklara ışık olmaya çalıştık. Hakkımızda daha ayrıntılı bilgiye sahip olmak için sosyal medyada hesaplarımızdan veya
www.eugybk.org bakabilirsiniz.
Çentikli Cumba
Erzincan Üniversitesi Genç ve Yenilikçi Beyinler
Kulübü resmi olarak 3 Mart 2015 te kurulmuştur. Fiilen
çalışmalarına ise 2014 ten beri girişimci öğrencilerin
öncülüğünde sürdüren kurucu üyelerinin üniversitelerinde
bilimsel ve sosyal hayatlarına yenilikler getirmeyi amaçlamışlardır…
GYBK Mühendislik Fakültesi menşeili bir kulüp olmakla
beraber, herkese ve her alana dokunan çok geniş çapta
etkinlikler yapmakta ve başta kendi üniversitemiz ve diğer
üniversitelere örnek teşkil etmek için kurulmuş ve sistemli
büyümeyi kendine ilke edinmiş resmi bir kulüptür …
1 yıl önce Genç ve Yenilikçi Beyinler Kulübü olarak doğduk ve
katkılarınızla bugünlere geldik.
“İşte doksanlarda biz böyleydik sevgilim,
düşündük ki şiir yazarsak temizlenir ülkemiz.”
Çentikli Cumba
Diyen şairden sonra biz de düşündük ki sayın okurlar, kalemler
toplandıkça her şey güzelleşebilir.Bir şeyin güzelleşmesi güzel insanlara bağlıdır.
Elinizdeki/ekranınızdaki neşriyat Erzincan Üniversitesi Genç ve
Yenilikçi Beyinler ailesinin içindeki güzel insanların emeklerinden ibaret
olup tüm insanlığa hediye paketi yapılmış bir Trinitrotoluen’dir.
İlginizi eksik etmeyip bu derginin dünyasına girdiğiniz için ilk teşekkür siz okurlarımıza. Derginin ilk aşamasından en sonuna kadar olağanüstü çabalarını eksik etmeyen Ela ALATAŞ ve Abdulmuttalip BÜLGEN
arkadaşlarımız ise teşekkürün en büyüğünü ve dünyanın sadece güzel
ellerinin alkışını hak edecek kadar güzel bir çalışma ortaya koydular.
Ali DURMUŞ ve Mehmet AKSANGUR arkadaşlarımıza da gösterdikleri
yoğun çaba ve katkıları için teşekkür etmek ile haklarını ödeyebilir miyiz
bilmiyorum.
Dergimize alaka gösterip kıymetli yazılarını bizimle paylaşan arkadaşlarımız ise zincirin bir diğer halkasını teşkil ediyorlar ve inanın onlar
da okkalı bir teşekkürü hak ediyorlar. Erk’İşi mahlasıyla editörlüğümüzü
üstlenen ismini vermek istemeyen arkadaşımızı unutuyorum sanmayın.
Ona da teşekkür ediyoruz tabi ki.
Dergimizin Erzincan Üniversitesi için, Erzincan için, Ülkemiz ve
tüm Dünya halkları için hayırlı olması dileğimizle. Kafamız bir daha bozuluncaya kadar sizleri güçlü kalemlerin kelâmlarına emanet ediyoruz.
Çentikli Cumba
a
b
m
u
C
i
Çentikl
A.B
Çentikli Cumba

Benzer belgeler