Görüntüle - Kandilli Kulübü

Transkript

Görüntüle - Kandilli Kulübü
itibar
Bülten - Bahar 2012
9
FATİH KURALKAN
KANDİLLİ KULÜBÜ KURUCULAR KURULU ÜYESİ
İLETİŞİM VE YAYIN KOMİTESİ BAŞKANI
Kandilli Kulübü’nün Değerli Dostları,
Yedi yıl önce yola çıktığımızda, aslında arzuladığımız tek bir şey vardı: Dostluk. Çünkü
dostluk kendi içinde birliğe, beraberliğe, kardeşliğe, erdeme, özveriye, kısacası insana
birçok şey barındırır. Bizler de Kandilli Kulübü olarak son yıllarda dünyanın unutmaya
başladığı bir değeri yaşatmanın gayesi içindeyik. Nitekim başardığımızı düşünüyorum.
Kandilli Kulübü çatısı altında pekişen, zenginleşen, sağlamlaşan dostluklar, kulüp dışı
faaliyetlerde, iş hayatında ve sosyal hayatta da kendini gösterdi. Bu anlamda bu kurgunun bir parçası olarak şahsen kendimi çok mutlu hissediyorum. Özellikle bu dostluk
temelli sosyal yapılanmanın pekişmesinde katkısı bulunan “İtibar” bülteninin editörü ve
de dostluk olgusuna çok önem veren biri olarak...
Kime ait olduğunu bilemediğim bir söz şöyle der: “Babasını yitirmiş birine yetim deriz,
eşini yitirmişlere de dul. Ama dostunu yitirmenin büyük acısını yaşamış birine ne denebilir ki? Bunu hiçbir dil tarif edemez, adlandıramaz.” Gerçekten de dostluk, kimi
zaman akrabağlığın, kimi zaman arkadaşlığın, kimi zaman da kendimizin yerini dolduracak kadim bir kavramdır. Bizler de kulüp olarak gerçekleştirdiğimiz faaliyetlerle, bu
dostluk hanelerine birer tuğla daha koymuş oluyoruz diye düşünüyorum.
Sevgili Dostlar;
Bu sayıda da, bizim gibi ulvi değerlere gönül vermiş dostlarımızın çok kıymetli tecrübe
ve görüşlerine yer vermeye çalıştık.
Son sayıdan beri gerçekleştirdiğimiz “Bir Girişimci Öyküsü” başlıklı geniş katılımlı
kahvaltılı toplantımızda, birbirinden kıymetli iki önemli konuşmacıyı ağırladık.
Bunlardan ilki, Türkiye’de girişimcilik ruhu ve azimle bir dünya markası olunabileciğinin kanıtı olan Sayın Vahap Küçük’tü. Vahap Bey bizlerle bu zorlu yolculukta gemisini
nasıl başarıyla Türk ve dünya sularında yönettiğini paylaşıyor.
Diğer konuşmacımız ise; 1909 yılında aldıkları “Eczacıbaşı” ünvanını, aile şirketlerinin kurumsallaşmasına muhteşem bir örnek teşkil edecek şekilde bugünlere taşınmasında büyük payı olan Sayın Bülent Eczacıbaşı. Kendisi de bizlerle, yönetim anlayışından,
kültür ve sanat alanında kat ettikleri yola kadar birçok tecrübesini aktarıyor.
Bu iki konuşmacımızın yanı sıra, ilerleyen sayfalarda karşılacağınız üzere, Türkiye’nin
çok önemli işletmecileri, yöneticileri ve bence daha da önemlisi, geleceğimizin temelleri olan genç arkadaşlarımızın söyleşileriyle sizleri baş başa bırakıyoruz.
Her sayıyı olduğu gibi, bu sayıyı da keyifle okuyacağınızı umar, bir sonraki randevumuzda buluşmak dileğiyle esenlikler dilerim. Dostluğumuz daim olsun...
1 itibar
İçindekiler
ONUR SOYSAL
Sayfa 4-5
KANDİLLİ KULÜBÜ BAŞKANI
VAHAP KÜÇÜK
“
“
Emek, gayret ve çilelerimizin ebedileşmesi
için sermayemizi sanatın ve kültürel
mirasımızın koruyucusu ve yeniden üreticisi haline getirmeliyiz.
Sayfa 6-19
LC WAIKIKI YÖNETİM KURULU BAŞKANI
“
“
Aynı anda hem üretici hem de
perakendeci olup da başarılı olan
bir firma görmedim.
ÖMER FARUK ÇELİK
Sayfa 20-25
“
“
KANDİLLİ KULÜBÜ KURUCULAR KURULU ÜYESİ
Bizim tek bir düşüncemiz vardı; güzel insanlarla
bir arada olacağımız, muteber bir sosyal çevre
içersinde dostluklarımızı pekiştirmek.
SENA ZİYLAN
Sayfa 26-29
SAFİYE SULTAN BURÇ KOLEJİ
“
Her biri Türkiye’nin kalkınmasında öncü olmuş
çok değerli büyüklerimizin bizim gibi gençlerle aynı
ortamda bulunması ve bizimle vakit geçirmesi
bizler için bulunmaz bir fırsat.
“
Sayfa 30-33
RAMAZAN KAYA
SAAT&SAAT YÖNETİM KURULU BAŞKANI
“
“
Kulübün sosyal paylaşım merkezi olarak gerçekleştirdiği
zengin içerikli aktiviteleriyle tüm paylaşımcılarına
çok büyük değerler kattığına inanıyorum.
2
BÜLENT ECZACIBAŞI
Sayfa 34-47
“
“
ECZACIBAŞI HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI
Kurucunun onuru, birçok kuruluşu iflasa götürmüş;
çoğu işyerini, ilk kurucunun ‘her şeyi herkesten
daha iyi bilirim’ savına kurban etmiştir.
ETHEM SANCAK
Sayfa 48-53
“
“
KANDİLLİ KULÜBÜ YÜKSEK İSTİŞARE KURULU ÜYESİ
Gençlik Komitesi olarak Yüksek İstişare Kurulu
üyemiz Sayın Ethem Sancak’ı ziyaret ettik.
SADIK AYHAN SARUHAN
Sayfa 54-59
“
“
SARUHAN ŞİRKETLER GRUBU YÖNETİM KURULU ÜYESİ
Ticarette kazansanız da kaybetseniz de, yaşamınızda
hep vizyonel bir bakışla mütevazılık hâkim olsun.
ELİF AYYILDIZ
“
Sayfa 60-65
ÖZEL SAYGI HASTANESİ
“
Tecrübe paylaşım toplantılarında gençler, büyüklerine
nazaran çok daha fazla şey öğreniyorlar.
EBUBEKİR TİVNİKLİ
Sayfa 66-69
KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI
“
“
Kandilli Kulübü, farklı hayatların, farklı tecrübelerin
bize aktarılmasına ve kendimizce dersler çıkarmamıza
olanak sağlıyor.
Sayfa 70-74
MUHAMMET MURAT ÇELİK
SABANCI ÜNİVERSİTESİ
EYÜP ENSAR ÇELİK
“
“
İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
Kandilli Kulübü’nün genç yönetici adaylarının da içinde bulunacağı bir kurguyla,
sosyal sorumluluk projeleri geliştirmenin çok yararlı olacağına inanıyoruz.
3 itibar
Kandilli Kulübü Başkanı
Onur Soysal’ın Açılış Konuşması
ONUR SOYSAL
KANDİLLİ KULÜBÜ BAŞKANI
Tarih boyunca insanlığa yön vermiş ve kalıcı izler bırakmış, medeniyetler incelendiğinde bunların güçle estetiği, iktidarla merhameti ve
sermaye ile sanatı doğru oranlarda, aynı potada eritebilen toplumlar
olduğu görülür.
Sadece kuvvet, iktidar ve para gücüyle hükmetmeye çalışan toplumlar, yalnızca bulundukları zaman dilimlerini mahvetmekle kalmamış, aynı zamanda kendilerinden sonra gelen medeniyetlere de bir
ibret manzumesi olmuşlardır.
Böylesi toplumların hayat çizgisi, Hollandalı ünlü ressam ve grafik
sanatçısı Escher’in tablolarından farksızdır. Escher’in göz yanılsamasına dayalı tablolarında çizdiği merdivenlerin iniyor mu, yoksa
çıkıyor mu olduğunu kestiremezsiniz; yukarıya doğru gittiğini sandığınız bir merdivenin aşağıya doğru indiğini görürsünüz.
Yalnızca iktidar ve para gücüne dayanarak hükmünü sürdürmeye
çalışan toplumların ileriye gittiklerini ya da ileri bir toplum olduklarını düşünmek aslında bir yanılsamadır. Onlar kazanma kuşağında
kaybederler ve kendilerini güçlerinin doruğunda hissettikleri anda
aslında çoktan baş aşağı düşüşe geçmişlerdir.
Bizim medeniyetimiz az evvel bahsettiğim manada güçle estetiğin,
sermaye ile iktidarın, sanatla aynı tarlada harman edildiğinin sayısız örnekleriyle doludur.
İçinde yaşadığımız bu muhteşem şehrin fatihi, Sultan Mehmet Han,
İstanbul’u aldığının 4. günü büyük bir zafer alayı ile Ayasofya’ya
geldiğinde, bu kilisenin süslerinden ganimet malıdır diye koparmakla meşgul olan bir askeri asasıyla vurarak uyarmış, Topkapı
Sarayı’nda kurmuş olduğu nakkaşhaneye Edirne ve Anadolu’dan en
usta hattat, nakkaş ve ressamları getirtmek suretiyle yaşadığı asrın
en parlak ve verimli, Güzel Sanatlar Akademisi’ni kurmuştur.
Fatih, sadece İslami sanatları değil, rönesansın Hıristiyan sanatını
da anlamış ve takdir etmiş, kendi resmini yaptırmış, Anadolu ve
Avrupa’dan şöhretini duyduğu ressamları yanına getirtmiş ve himaye etmiştir. Arkasından gelen oğlu 2. Bayezid Edirne’de Dar’üş Şifa
adıyla dünyada ilk kez musiki yoluyla tedavinin uygulandığı bir
4
“
Emek, gayret ve çilelerimizin ebedileşmesi için
sermayemizi sanatın ve kültürel mirasımızın
koruyucusu ve yeniden üreticisi haline getirmeliyiz.
“
kurum yaptırmıştır. Bu yaklaşım sadece padişahlarla
sınırlı kalmamış, paşalar ve sermaye sahibi zenginler de
benzer şekilde sayısız işler yapmışlardır.
Avrupa’nın tarihine baktığımızda da, estetik yaklaşımlara sahip çıkmanın, toplumlardaki dönüştürücü etkisini,
benzer örnekler üzerinden görebiliriz. Sadece güç ve
kuvvete dayanarak hüküm kurmaya çalışan Avrupa,
haçlı seferleriyle insanlığı kan ve gözyaşına boğmuştur.
Ama aynı Avrupa, kendisini Ortaçağ’ın karanlık dehlizlerinden kurtaran rönesansı, elbette başka nedenlerle
birlikte, ama başlıca neden olarak başta İtalya’dakiler
olmak üzere Katolik ticaret oligarşisinin Hıristiyan estetiğini yeniden üretmesi ve ona sahip çıkmasıyla gerçekleştirmiştir.
Bugün dünyanın en değerli markası olan ve 2000’li yıllara damgasını vuran Apple markası da teknoloji ile
sanatın, sermaye ile estetiğin aynı potada eritilmesiyle
ortaya çıkmıştır. Apple’ın kurucusu Steve Jobs, gençliğinde kaligrafiye merak salmış ve Apple’ı bu grafik ve
kaligrafi bilgisi sayesinde tasarlayıp rakiplerinden farklılaştırdığını, böylelikle başarılı olduğunu anlatmıştır.
Biz işadamları olarak sadece para kazanma odaklı
olmamalıyız. Servetimizin ve o serveti meydana getirirken ki emek, gayret ve çilelerimizin ebedileşmesi için
sermayemizi sanatın ve kültürel mirasımızın koruyucusu
ve yeniden üreticisi haline getirmeliyiz.
İnsanlığa aydınlık bir ufuk çizmiş, büyük ve muhteşem
bir medeniyetin bugünkü temsilcileri olarak, yaşamın
güncelliği ile estetiğin kadim geleneğini buluşturan bir
perspektif geliştirmek zorundayız. Kültürel mirasımızın
sesini güncel kodlarıyla küresel ölçekte duyurmak için, iş
dünyasını temsil eden biz girişimci ve yöneticilere büyük
bir sorumluluk düşmektedir. Bu düşüncelerle bültenimizin yeni sayısının dostlarımız için ufuk açıcı olmasını
diliyorum.
5 itibar
VAHAP KÜÇÜK
“
Aynı anda hem üretici hem de
perakendeci olup da başarılı olan
bir firma görmedim.
“
VAHAP KÜÇÜK
LC WAIKIKI YÖNETİM KURULU BAŞKANI
Vahap Munyar (Moderatör): Öncelikle Kandilli Kulübü’ne bana bu görevi
verdiği için teşekkür ederim. Hem aynı topraklardan geldiğim hem de adaşım olan Vahap Küçük’ü Malatya Eğitim Vakfı ve Malatyalı İşadamları
Derneği toplantılarında tanıdım; zaman içinde kardeşi Mustafa Bey ve ortaklarını da tanıma fırsatım oldu.
Vahap Bey, öncelikle maceranız üretici olarak başladı. Sonra, perakendeye
dönüş yaptınız ve perakendeyi lokomatif hale getirdiniz. Perakendenin sizin
grubunuz içinde amiral gemisi olma yolculuğunu anlatabilir misiniz?
Vahap Küçük: Sevgili dostlarhepinizi saygıyla selamlıyorum. Bugün burada
bizi yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederim. Birçoğunuzu yakinen tanıyorum. Bu kadar dostun bir araya geldiği bir dost meclisinde konuşmak benim
için kolay olmayacak. Umarım faydalı bir konuşma olur ve vaktinizi çalmamış olurum.
1988 yılı hazır giyimin ve tekstilin moda olduğu yıllardı. Birçok işadamının
yaptığı gibi küçük bir atölye ile fason ihracata dayalı ilk şirketimizi kurduk.
1989 yılında Fransa’nın önemli markalarından biri olan LC Waikiki ile
tanıştık ve LC Waikiki’ye üretim yapmaya başladık. 1990 yılına geldiğimizde Avrupa ve Amerika’yı yakından izliyorduk. Türkiye’de üretimin sıkıntılı
bir konuma gireceğini düşünerek, markaya yatırım yapmaya karar verdik.
LC Waikiki’nin Türkiye lisans hakkını aldık. Perakende ve bayilik tamamen
yabancısı olduğumuz alanlardı ve doğru bir örneğe de sahip değildik. Belki
de bilmemek bizim için avantajdı çünkü pekçok şey deniyorduk.
6
7
itibar
“
“
Üç dönüm noktamız var; fason üretimden markaya
geçiş, üretim ile perakende grubunu ayırma
ve son olarak bayilikten mağazacılığa geçiş.
1998 yılıyla birlikte, işler bizim için zorlaşmaya
başlamıştı. Tam da o dönemde Amerika Perakende
Federasyonu Başkan Yardımcısı Mr. Joseph Siegel
ülkemize bir seminer vermek için geldi. Biz de kendisinden danışmanlık hizmeti aldık. Mr. Siegel bize
yaptığı bir konuşmasında, “Aynı anda hem üretici
hem de perakendeci olup da başarılı olan bir firma
görmedim” dedi. Bu söz bizim ilham kaynağımız
oldu. Üretim bölümünün iki yıl içerisinde kendisine müşteri bulması gerektiğine karar verdik. Üretim şirketlerimize iki yıl mühlet verdik ve yurt
dışında müşteri arayışına girdiler. İki yıl içinde
üretim şirketlerimiz yurtdışında Marks & Spencer
gibi iyi müşteriler buldular. 2001 krizi geldiğinde
eğer bu kararı vermemiş olsaydık ciddi zorluklar
çekerdik. Derin izler bırakan o krize karşın bu
yeni pazarlardan gelen kaynaklar bizim krizi
daha kolay atlatmamızı sağladı.
Vizyonumuza bayi kanalıyla ulaşamayacağımızı
biliyor, lakin bir türlü gerekli yapısal değişikliği
gerçekleştiremiyorduk. Amerika ve Avrupa’da da
bayilik işinin zorlaştığını ve pek çok firmanın
kendi mağazasını açtığını görüyorduk. 2001 krizi
bu anlamda bizim için tabir-i caiz ise fırsat oldu.
Radikal bir karar alarak 750 civarındaki bayimizi 100’e indirdik ve yaklaşık 85 milyon dolar olan
8
ciromuzun 15 milyon dolar civarına inmesine göz
yumduk. Bu değişimi yapmamız gerekiyordu.
2001’de kriz nedeniyle pek çok yer kapandı ve
fiyatlar oldukça düştü. Cesur davranarak, herkes
mağaza kapatırken biz bunun tam aksine yatırım
yapmaya ve iyi lokasyonlarda uygun şartlarda
mağazalar kiralamaya başladık. Neredeyse her
hafta bir mağaza açıyorduk.
2004 yılı geldiğinde kaybettiğimiz satışı tekrar
yakaladık ve o günden bugüne, bu sene dahil %40
büyüyerek şirketimizi buralara getirdik. Tekrar
özetlersek grubumuzun üç dönüm noktası var; fason
üretimden markaya geçiş, üretim ile perakende grubunu ayırma ve bayilikten mağazacılığa geçiş.
Vahap Munyar: Kurduğunuz modele bakacak
olursak, acaba bu sürdürülebilir bir model haline
geldi mi? Sizi önceki bir sunumunuzda dinlediğimde odak noktanız daha çok sürdürülebilirlik
üzerineydi. Buradan referansla, sürdürülebilirlik
hakkında bilgi verebilir misiniz?
“
Başarılı olan
şirketlerin yanı sıra
başarısız olanlardan
da dersler çıkarmamız
gerekiyor.
“
1994 yılına geldiğimizde birçok segmentte lider
olmuştuk. Örneğin, çocuk grubunun içerisinde
markayı lider konuma getirdik. Tabii bu süre zarfında çok para kaybettik. Ancak o zamanki üretim firmamız ve ihracat iyi durumdaydı, oradan
finansal olarak destek alıyorduk. İlk dönüm noktamız, fason üretimden çıkıp markaya yatırım
yapmaya başladığımız süreç oldu. Üretimde çok
iyi para kazanırken bilmediğimiz bir alana, gelecekte üretimin Avrupa ve Amerika’da biteceğini
düşünerek, markaya yatırım yapmaya başladık.
Vahap Küçük: Böyle bir sorunun gelebileceğini
tahmin ederek hazırlık yapmıştım. Amacımız
kalıcı olmak. Her işletmemizi kalıcı olması amacıyla açtık. Maalesef Türkiye’deki şirketlerin
ömrü ortalama 8 yıl. Üçüncü nesile geçen şirketlerin oranı %7-8. Asırlık şirket sayısı ise 30-40’ı
İlk olarak doğru sektör seçimi, sektör hakkında
bilgi ve tecrübe sahibi olma. Maalesef bir sektöre
gerekli araştırmayı ve fizibiliteyi yapmadan, arz
talep dengesine bakmadan, başkalarından esinlenerek ve karar verirken sadece olumlu yönlerine
bakarak giriyoruz. Bir konuda yeterli olmak için
iki şey gerekiyor; bilgi ve tecrübe. Hangisi önce
olmalı derseniz, ilk olarak bilgiyi almamız gerekiyor daha sonra da tecrübeye sahip olmak zorundayız. Buna rağmen işi tecrübe ettikçe öğreneceğimizi düşünerek bilmediğimiz sektörlere girip yine
yanlış bir karar vermiş oluyoruz.
İkinci olarak, doğru ortaklık kültürü ve doğru
ortakseçimi: Bildiğimiz üzere, bazı çok büyük şirketler ortak oluyor ve dört ay sonra ayrılabiliyor.
Neden? Çünkü ya ortak vizyon ve kültür oluştura-
“
Bir konuda yeterli
olmak için iki şey
gerekiyor; bilgi ve
tecrübe.
“
geçmiyor. Bu konu üzerinde durup düşünmemiz
gerekiyor. Başarılı olan şirketlerin yanı sıra başarısız olanlardan da dersler çıkarmamız gerekiyor.
Sürdürülebilir olmanın nasıl başarılacağı ile ilgili
kendi tecrübelerime, uzmanlardan edindiğim bilgilere ve okuduğum kitaplara dayanarak bazı başlıklar belirledim.
mıyoruz ya da başta her şeyi açık açık ifade ederek yazılı hale getirmiyoruz.Yanlış bir ortak seçimi yapmamamız gerekir; ortaklık evlilik gibidir,
iyi araştırmamız ve iyi etüt etmemiz gerekir. En
kötü ihtimal ve senaryo üzerine konuşup, yazılı
mutabakat sağlamamız gerekiyor.
Üçüncüsü mütevazi yaşam: Maalesef zaman
zaman olması gerektiğinden daha fazla lüks yaşıyoruz. Bugün Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik krizinin temelinde bu yatıyor; kazandığından
daha fazla harcamak. Bazen biz de bu hatayı tekrarlıyoruz. Elimiz şirketimizin kasasında, hep kendimizi zenginleştirmek istiyoruz. Kendimiz zengin,
şirketimiz fakir oluyor ama asıl olan şirketimizin
zengin olmasıdır. Daha mütevazı bir yaşamı tercih
etmeliyiz, zira bankalar bize kredi verirken şahsi
9
itibar
Dördüncüsü yeterli sermaye: Her şirket kuruluşunda yeterli sermayeye sahip olmayabiliyor.
Bankaya güveniyoruz, borç alırız diyoruz; peşin
satarız diyoruz ama maalesef bu dileklerimiz gerçekleşmeyebiliyor. Yeni kurulan bir şirketin 3-4
yıl para kazanamayabileceği ihtimalini gözönünde bulundurmamız gerekiyor. Bu süre zarfında
şirketi finanse edecek gücümüzün olması gerekiyor. Eğer bu yoksa vahim sonuçlarla karşılaşabiliyoruz.
Sonra, liderlik ve vizyonerlik: Hep dile getirdiğimiz vizyonerlik konusunda ne kadar ciddiyiz, yazdığımız vizyonu ne kadar önemsiyoruz, inanıyoruz
ve uyguluyoruz? Şahsen kendimi bu konuda yeterli görmüyorum. Vizyon koyduğumuzda da yeteri
kadar liderlik gösteremiyoruz. Avrupa’dan örnek
verecek olursak, gördüğünüz üzere en önemli
problem liderlik. Hem işletmeler için hem de
ülkeler için liderlik konumu her zaman farklıdır.
Bir eğitimci,“Kötü şirket yoktur, kötü yönetici
vardır.” demişti. Bu söze ilişkin iyi ve kötü örnekleri hayatın her alanında görebiliriz.
10
“
Bir eğitimci, “Kötü
şirket yoktur,
kötü yönetici vardır.”
demişti. Bu söze ilişkin
iyi ve kötü örnekleri
hayatın her alanında
görebiliriz.
“
servetimize bakarak hareket etmiyorlar; şirketin
bilançosuna göre bizi derecelendiriyorlar.
Bir diğer nokta kurum kültürü ve kurumsallaşma:
Özellikle Asya ülkelerindeki köklü şirketlerin
tarihçesine baktığımızda, hepsinin kurum kültürüne sıkı sıkıya bağlı olduklarını görüyoruz.
Kurum kültürü şirketlerin kalıcı olmasında çok
önemli bir unsur teşkil ediyor. Kurum kültürü, şirketlerin temel değerlerinden esinleniyor, sizin etik
değerleriniz kurum kültürüne dönüşüyor.
Kurumsallaşmaya geldiğimizde, zaman zaman
bunu çok fazla abarttığımızı görüyoruz. Ancak
şirketin olgunluk döneminde mutlaka kurumsallaşmamız gerekiyor. Kurumsallaşma sadece bir
genel müdür ve CEO atamakla olmuyor.
“
Temiz ve titiz çalışmak; müşteriyi
iyi tanımak; hesapta yanılmamak;
yenilik ve kaliteden taviz vermemek.
“
Kendimizden örnek vermek istiyorum. Kardeşim
Mustafa Bey perakende şirketimizin CEO’su, ben
de Yönetim Kurulu Başkanı’yım. Şirketimiz, hem
Avrupa’da hem de Türkiye’de sektörümüzde
kurumsallaşma konusunda çok iyi bir noktadadır.
Bunun nedeni bizim patron gibi değil, profesyonel
gibi davranmamızdır. Profesyonel olmak elbette
kolay değildir. Egonuzdan ve birçok alışkanlığınızdan vazgeçmeniz gerekir. Örneğin kravat
takma zorunluluğu varsa ve biz takmıyorsak, bir
çalışan bize neden kravat takmadığımızı sorduğunda bizim böyle bir zorunluluğumuz olmadığını
söylüyorsak, kurumsallaşmaya en büyük darbeyi
biz vurmuş oluruz. Basit bir örnek ancak önemli
olduğunu düşünüyorum.
Kurumsallaşma ve kurum kültürüyle ilgili bir
örnek daha vermek istiyorum. İmam Çağdaş
1887’de kurulmuş. İmam Usta o tarihte kendisine dört temel değer belirlemiş ve uygulamış. Daha
sonra oğulları ve torunları bu değerleri yazılı hale
getirmişler: Temiz ve titiz çalışmak, müşteriyi iyi
tanımak, hesapta yanılmamak, yenilik ve kaliteden taviz vermemek. Eğer bu işletme 4 nesilden
beridir hayattaysa kurum kültürüne ve değerlerine sımsıkı bağlı olması sayesindedir. İşte bu
sebeple burada İmam Çağdaş’ın reklamını yapıyoruz.
Elbette müşteri odaklılık: Eminim ki hepimiz
müşteri odaklı olduğumuzu söylüyoruz. Ancak
uygulamada gerçekten müşteriyi hep merkeze
koyuyoruz muyuz? Günümüz ekonomisinde “bilgi
ve pazar odaklı olun, müşteriye az şey taahhüt
edip çok şey verin” deniyor. Bununla ilgili bir
anekdot paylaşmak isterim. Mr. Philip Kotler
Türkiye’ye bir konferansa gelmişti. Verdiği bir
otel örneği kulağıma küpe oldu. İsviçre’de 4 yıldızlı bir otel var. Ancak hizmet kalitesi, odaların
büyüklüğü gibi tüm standartları 5 yıldızlı. Turizm
Bakanlığı bu otele bir yıldız daha vermek istiyor
ancak otel sahibi bunu kabul etmiyor. Çünkü müşterisinin oraya 4 yıldız otel beklentisiyle geldiğini
ancak beklentisinin ötesinde bir hizmetle karşılaştığını ve otelin yılın her günü dolu olduğunu söylüyor. İşte bizim yapmamız gereken, müşteri
memnuniyeti sağlamak değil müşteri beklentisinin ötesine geçmektir. Çünkü müşteri algıyı satın
alıyor.
Bir diğer önemli nokta da odaklanma: İş adamlarımızın düştüğü en büyük tuzaklardan biri maalesef odaklanmadır. Dikey büyümeyi tamamlamadan yatay büyümeye geçiyoruz. Mesela, şirketimiz kurulduğundan bu yana Türkiye’de pek çok
sektör moda oldu. Turizm, inşaat, enerji gibi…
Bir çok ortaklık teklifi aldık. Hep şu soruları sorduk kendimize: “Fazla paramız var mı? Fazla
zamanımız var mı?” İkisi de yoktu. Kendi işimize
yatırım yapma olanağımız ise oldukça fazlaydı.
Biz de kendi işimize odaklandık.
Dünyada yedi milyar insan var ve hepsi de giyinmek zorunda. Odaklanmayla ilgili bir kaç örnek
daha vermek istiyorum. Avrupa’nın en büyük
ayakkabı firması Deichmann Ayakkabı’nın sahibi
2008’de pazar hakkında bilgi almak için
Türkiye’ye geldi. Birçoğumuzun bildiği gibi 5 milyar dolardan fazla cirosu var. 22 ülkede 3 binin
üzerinde mağazası ve 30 bin çalışanı var, 1905’te
kurulmuş. Bizimle görüşmeye geldiğinde
Deichmann’a; “Almanya’da ikinci dünya savaşı
oldu ve bazı fırsatlar çıktı. Acaba hangi sektörlerde bulundunuz?” diye sordum. Bana aynen şöyle
söyledi; “Şirketi babam kurdu, ben büyüttüm ve
oğlum da devam ettirecek.” Sadece bu işten anladığını söyledi. Kendisinin şuan ki serveti 3,5 milyar avro olmasına rağmen başka bir sektöre yatı-
11 itibar
“
“
Bizi dün başarıya götüren stratejik kararlar,
bugün bizi başarısızlığa götürebiliyor.
rım yapmamış. Kendime bu kadar param olsa ne
yaparım diye sorduğumda, açıkçası rahat durabileceğimi sanmıyorum.
Bir örnek daha vermek istiyorum. General
Electric’in CEO’su Jack Welch, Türkiye’ye geldiğinde kendisini dinleme fırsatım olmuştu. Kendisi,
CEO olduğunda şirketinin birçok sektörde faaliyet
göstermekte olduğunu söylüyor. Genel müdürlerini
toplayıp eğer sektörde ilk üçte değillerse ya kapatmalarını ya da devretmelerini istiyor. Aynı zamanda şunu da söylüyor: “Eğer sektörde bir numara
değilseniz, bir numara nezle olduğunda dört numara zatürre olur.” diyor. Bunların üzerine bir çok
insanı işten çıkarmak zorunda kaldığını ve bir anda
Amerika’da en nefret edilen insanlardan biri olduğunu söylüyor. Kendisine zaman verilmesini istediğini birkaç yıl içerisinde işten çıkardığından daha
fazlasını işe alacağını söylediği, anlattı. Gelin
görün ki, üç yıl sonra işten çıkarttığının üç-beş katı
çalışanı işe alıyor. Çünkü uzman oldukları alana
odaklanıyorlar. Devraldığında 10 milyar dolar olan
şirket değerini emekli olmadan önce 40 milyar
dolar değere çıkarıyor.
Ve son olarak, değişim ve inovasyon: Mutlaka yenilik yapmamız ve farklılaşmamız gerekiyor.
Değişim her zaman zordur, sancılıdır. Ancak şirketimiz bahsettiğim dönüm noktalarını gerçekleştirmemiş olsaydı eminim ki bu kürsüde olmayacaktım.
Vahap Munyar: Sözü değişimden açtınız; sizin bir
“Kartal” örneğiniz var. Bizimle paylaşabilir misiniz?
Vahap Küçük: Değişimle ilgili güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Kartal türünün en uzun yaşayan canlısıdır, 70 yıl yaşar ve 40 yaşına geldiğinde
bir karar vermek zorundadır. Gagası eğilmiştir,
12
pençeleri sertleşmiş ve avını yakalayamaz hale gelmiştir ve kanat tüyleri ağırlaşıp uçmasını engelliyordur. Kartal ya ölecek ya da değişecektir.
Değişime karar veren kartal bir kayanın tepesine
çıkar ve 150 gün yetecek kadar yiyecek toplar,
kendine bir yuva yapar. İlk olarak gagasını kayaya
vurarak düşürür, gagasının iyileşmesini bekler; iyileşen gagasıyla tırnaklarını çıkartır ve tırnakları
iyileştikten sonra onlarla tüylerini tek tek yolar ve
bu süreci başarıyla tamamlayabilen kartallar otuz
yıl daha yaşar.
Değişim sancılı bir süreçtir. İnsan olarak zaman
zaman değişmek isteriz, sabah spor yapmak, diyet
yapmak gibi. Ancak maalesef alışkanlıklarımızı
kolay kolay bırakamayız. Şirketler de böyledir.
Değişmek isterler ancak, müşteri ve para kaybetmekten korkarlar. Değişime hep mesafeli dururlar.
2001’de 750 bayi sayısını 100’e çekerek, biz bir
nevi gagamızı kopardık. 85 milyon dolar olan ciromuzu 15 milyon dolara indirerek, bir nevi pençelerimizi söktük; organizasyon yapımızı değiştirerek,
bir nevi tüylerimizi yolduk. Tüketici beklentileri o
kadar hızlı değişiyor ki, doğru dediğimiz bir şeye
on gün sonra yanlış demek zorunda kaldığımız bir
dünyada yaşıyoruz. Bizi dün başarıya götüren stratejik kararlar, bugün bizi başarısızlığa götürebiliyor.
Vahap Munyar: Sizin ortaklarınızın da aileleri var.
Ailelerle şirketi nasıl birbirinden ayırabildiniz? Bu
konuda neler yaptığınızı bizimle paylaşırsanız,
yararlı olacaktır.
Vahap Küçük: LC Waikiki üç aileden oluşan bir
ortaklık; Kısacık, Dizdar ve Küçük aileleri.
Birbirimize karşı her zaman iyi niyetli olduk. Aynı
işi yapmamaya gayret gösterdik. Örneğin, İsmail
Bey üretimle ilgilenirken ben üretimle hiç ilgilenmedim; benim dört yıldır görmediğim fabrikalar
var. Kardeşimle de sorumluluk alanlarımızı mümkün olduğunca ayırdık.
2001 krizinde aile bireylerinin şirkette görev alması ile ilgili farklı bir uygulamaya geçtik. Tüm aile
bireyleri aynı geminin içindeydik, ilerleyen dönemde kurumsallaşma önünde bu durum riskler yaratabilir diye düşündük. Böylece Küçükler Holding’i
kurduk; aile ortaklığında bir grup. Kardeşlerimizi
yetkinliklerine göre küçük sermayeler eşliğinde
farklı farklı sektörlere kanalize ettik. Küçükler
Holding’te şuan 5 şirketimiz bulunuyor.
Burada bu kararı konuşmak kolay ama uygulamaya koymak çok kolay olmadı. Herkes ilk başta tepki
göstermişti. Aile büyüklerimiz “Bu kadar büyük bir
şirkette aile bireylerine yapacak iş bulamadınız
mı?” diye itiraz etmişti. “Ulu çınarın gölgesinde
başka ağaçlar büyüyemez” derler. Bu kararı vermesek kardeşlerimiz ve çocuklarımız bize güvenerek risk almayacak, sorumluluk bilinçleri gelişmeyebilecekti. Gerektiği gibi kendilerini yetiştirme
şansı bulamayacaklardı. Ama şimdi her biri bir şir-
ketin sorumluluğunu alabilecek şekilde gerekli bilgi
ve yetkinliğe sahip olarak kendilerini geliştirmektedirler.
Vahap Munyar: Moda tabirle franchise, eski tanımıyla bayilik sisteminde nasıl bir sorun var ki,
kendi mağazalarını açanlar daha başarılı oluyor?
Ayrıca, bu kadar çok sayıda mağaza yönetmek
hakkında bilgi verir misiniz?
Vahap Küçük: Biz zoru tercih ederek Türkiye’de de
yurtdışında da mağazalarımızı kendimiz açıyoruz.
Bu durum ciddi bir finansman ve insan kaynakları
ihtiyacı ile operasyonel yönetim zorunluluğu getiriyor. Avrupa ve Amerika’daki başarılı markalara
baktığımızda da bu şekildeki markaların başarılı
olduğunu görüyoruz. Çünkü bizim sektörümüzde
çok hızlı karar alma ve esnek hareket etme zorunluluğu var ve franchising sisteminde bunu gerçekleştirmek çok zor. Çünkü karşınızda bir franchisee
var, müşteriden önce franchisee’yi ikna etmeniz
gerekiyor.
13
itibar
Franchising sisteminde tüketiciye inmek için
dolaylı bir yol var ancak biz doğrudan tüketiciyle
buluşuyoruz. Hizmette, görsellikte ve her hususta
standartı yakalayabiliyoruz. Ayrıca her franchisee
ayrı bir kar merkezi olduğundan bu aradaki kar
merkezini de ortadan kaldırmış oluyoruz. Daha
pek çok artısı olan bu modeli Türkiye ile birlikte
faaliyette olduğumuz on ülkede uyguluyoruz. Çok
talep gelmesine rağmen franchising vermiyoruz;
girmediğimiz ülkeler için bayilik vermiyoruz.
Vahap Munyar: 2011’in nasıl geçtiğiyle ilgili
görüşlerinizi belirtebilir misiniz? Ayrıca, 2012 ile
ilgili beklentileriniz, planlarınız nelerdir?
Vahap Küçük: Genel olarak baktığımızda, perakende sektöründe yaklaşık %15 büyüme ile 2011
yılının sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bizim için de
ülkemiz için de verimli bir yıl oldu. Ülkemiz son
dokuz aylık büyüme oranına bakılırsa şampiyon
durumda. Seneyi %8 büyümeyle kapatacağımızı
umuyoruz. İhracatımız 135 milyar dolar. 2011 yılı
her yönden verimli bir yıl oldu. Bizim şirketimize
baktığımızda ise yaklaşık %40 büyümeyle kapatacağımızı umuyoruz. Ciro da büyük ihtimalle 2 milyar 900 bin TL gerçekleşecek. 2012’de 4 milyar
TL’ye yaklaşacağımızı umuyoruz.
Hepimizin bildiği üzere 2012 yılı tabi ki 2011 yılı
kadar rahat geçmeyecek. Hükümet de %4 büyümeyi öngörüyor. Avrupa’da kriz derinleşerek devam
ediyor, enflasyon arzu edilen seviyenin üzerinde,
faizler nispeten artmış durumda. Biz 2012’de tedbirli ve temkinli olarak yatırımlara devam edeceğiz. Yurt içinde kırk, yurtdışında yirmi beş mağaza açmayı planlıyoruz. Bu da yaklaşık 90 bin metrekarelik bir satış alanını ifade ediyor.
Geçenlerde Sayın Bakanımız Ali Babacan, “2012
yılında deve adımlarıyla yürüyün” demişti; yani
temkinli olarak adımlar atmayı önerdi. Merkez
Bankası Başkanı Sayın Erdem Başçı da bir konuşmasında, 2012 yılında şirketlere daha fazla sermaye konulmasını ve kısa vadede değil, uzun vadede borçlanılmasını, şirketin durumuna göre mümkünse TL ile borçlanılmasını öneriyor. 2012’de her
14
“
Biz toplumdan aldığımızın
bir kısmını topluma geri vermemiz
gerektiğini düşünüyoruz.
“
sektör için söylenilecek olan şey, şirketlerin dönüp
kendine bakması gerektiğidir. Sisli havada araba
kullanır gibi dikkatli olmalıyız. Daha çok nakit ve
öz sermaye ile hareket ederek daha likit kalmamız
gerektiğini düşünüyorum.
Vahap Munyar: Vahap Bey, biraz da Sosyal sorumluluk projeleriyle ilgili yaptıklarınızı bizlerle paylaşabilir misiniz?
Vahap Küçük: Aslında bunları anlatmayı pek tercih
etmiyorum. Pek çoğumuz çok zor şartlar altında
büyüdük. Örneğin ben de bir süre 5 sınıfın bir arada
okuduğu, mezrada bulunan bir okulda okudum.
Çok şükür ki bugün buralara gelebildik. Biz toplumdan aldığımızın bir kısmını topluma geri vermemiz gerektiğini düşünüyoruz. Yıllardan beri her
sene toplam grup karının %10’unu sosyal sorumluluk projelerine ayırıyoruz. Bu seneki bütçemiz 51
milyon TL oldu. Bunu ayni ve nakdi yardım olarak,
çözüm ortağımız olan Sosyal Yardımlaşma
Vakıfları aracılığıyla yapıyoruz. 81 ilde bu faaliyetleri gerçekleştiriyoruz. Aynı model Küçükler
Holding’de de uygulanıyor. Orada da ayrılan bütçe
bu sene itibariyle %7.5’ten %10’a çıktı.
Vahap Munyar: Bu kapsamda kaç çocuğa ulaşıyorsunuz?
Vahap Küçük: Yaklaşık 10 bin öğrenciye burs veriyoruz. 3 milyon adet giysi yardımı yapıyoruz.
Birçoğu bedene, cinsiyete ve yaşa göre hazırlanan
bu giysiler, özel paketler ile valilikler, kaymakamlıklar ve Milli Eğitim Müdürlükleri aracılığıyla
kişinin doğrudan kendisine ulaşacak şekilde teslim
ediliyor. Sadece bu işle ilgilenen bir departmanımız
var. İki yıldan beri Birleşmiş Markalar Derneği
olarak da bu çalışmayı yapıyoruz. Katkı sağlayan
arkadaşlarımızın desteğiyle bu sene orada da 250
bin kişiyi giydirdik ve Kurban Bayramı’nda dağıttık.
Vahap Munyar: Sizi mutlu eden şeyler nelerdir;
para kazanmak, kar etmek sizce ne kadar önemli
midir?
Vahap Küçük: Bu soru sorulduğu zaman hep şu
cevabı veriyorum: Bir işadamı olarak beni 3 şey
mutlu ediyor. Bir, yıl içinde istihdama ne kadar
katkı sağladık. Bu yıl istihdama 2500 civarında
katkı sağladığımızı bilmek, beni çok mutlu ediyor.
İkinci olarak, ne kadar vergi verdiğimiz; tüm sektörler arasında 22. sırada bitirdiğimiz için şükrediyorum. Ve hayır işlerine, sosyal sorumluluk projelerine ayırdığımız bütçe miktarı beni mutlu ediyor.
Diğer soruya gelirsek, para kazanmak mutlaka
önemlidir. Bir insan nasıl nefes almadan yaşayamazsa sırf nefes almak için de yaşamaz. Aynı şekilde bir şirket de kar etmeden varlığını sürdüremez,
ancak tek amaç kar etmek de olmamalıdır. Para
amaç değil, araç olmalıdır.
Soru: Öncelikle ülkemize kazandırdıklarınızdan
dolayı size teşekkür ediyoruz, sizi tebrik ediyoruz.
Biraz likit, nakit yönetiminden bahsedebilir misiniz?
15
itibar
“
Faizi ya da dövizi
yükseltmek veya düşürmek
ya da doğal afetleri, v.s.
önlemek bizim etki alanımızda değil; ama kendi
şirketimizi iyi yönetmek
bizim etki alanımızdadır.
“
Vahap Küçük: Güzel bir soru. Özellikle kriz olduğunda veya kriz beklendiğinde nakdin önemi çok
artıyor. Merhum Üzeyir Garih’in böyle bir kahvaltıda bizlerle paylaştığı bir anekdotunu anlatmak istiyorum. Demişti ki; “İşletmelerde üç top vardır.
Bunların iki tanesi plastik diğeri ise demirdir.
Plastik olanlardan biri şirketin karıdır. Düşer de
kalkar da, ancak yoluna devam eder. İkincisi de
cirodur. O da aynı şekilde azalır veya çoğalır ama
yine şirket yoluna devam eder. Üçüncüsü ise demir
olan toptur, o da nakittir. Bir şirketin likiti yani
16
nakdi bozulduğu zaman düşer, bir daha kolay kolay
kalkıp yoluna devam edemez.” Ben bu anekdotu
dinledikten bir süre sonra, Demirbank battı.
Demirbank üç ay öncesinde en çok kar eden özel
bankalardan birisiydi. Şimdi olsa, Demirbank 10
milyar dolar değerinde olurdu. Bana göre sadece
Demirbank batmadı, Türkiye’nin 10 milyar dolar
parası gitti.
Demirbank o zaman esnafa, özel sektöre en çok
destek veren bankaydı. Bir hata yaptı, nakitlerini
uzun vadeli devlet tahviline yatırdı. Amerika’da,
Avrupa’da devasa şirketlerin batacağı kimin aklına gelirdi. Şunu söyleyebilirim ki, bizim bir etki
alanımız var. Avrupa’yı kurtarmak şu an etki alanımız dahilinde değildir. Faizi ya da dövizi yükseltmek veya düşürmek ya da doğal afetleri, v.s. önlemek bizim etki alanımızda değil; ama kendi şirketimizi iyi yönetmek bizim etki alanımızdadır. Biz
kendi etki alanımızla ilgilenmeliyiz. Ancak maalesef kendi etki alanımız dışındaki olaylarla daha
çok meşgul oluyoruz.
“
Okurken mutlaka eş zamanlı olarak
iş hayatında tecrübe kazanmalısınız;
bilgi ve tecrübeyi eşgüdümlü olarak
ilerletmelisiniz.
“
Vahap Küçük: Size yapmamanız gerekenleri değil,
yapmanız gerekenleri tavsiye edeceğim: Okurken
mutlaka eş zamanlı olarak iş hayatında tecrübe
kazanmalısınız; bilgi ve tecrübeyi eşgüdümlü olarak ilerletmelisiniz. Biz maalesef bunu yeteri
kadar yapmıyoruz. İş tecrübesi olmadan üniversiteden mezun oluyoruz ve okurken edindiğimiz bilgiyi pratikte nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz.
Pratik bizi zorlayacak ki bilgiye ihtiyaç duyalım.
Ayrıca iyi bir okulda eğitim almanızı ve mutlaka
birkaç yabancı dil öğrenmenizi öneriyorum.
Şimdiden kendinize bir hedef ve vizyon koymanızı
öneriyorum, size başarılar diliyorum.
Soru: Ailenizdeki genç bireylerin sizinle çalışmak
istemediklerinde onları farklı yerlere yönlendirdiğinizi söylediniz. Fakat sizden sonra gelen nesiller
şirketinizi yüz yılın üzerine nasıl çıkartacak?
Bununla ilgili tasarılarınız var mı?
Vahap Küçük: Aileyi önemsiyoruz; ancak şirkete
tamamen profesyonelce bakmamız gerekiyor ve
şirketimizi nesilden nesile nasıl bırakacağımızı
hesaplamamız gerekiyor. Bu nedenle kurumsallaşmaya çok önem veriyoruz. Çocuklarımızın şuan
farklı bir şirkette çalışıyor olması, 7-8 sene sonra
gelip şirketi yönetmeyeceği anlamına gelmiyor.
Şirketi yönetecek kişinin yeterliliğe sahip olması
önemli. Ama tabi ki bir başka yönetici daha yetkin
ise onun yönetmesini tercih ederiz. Bizim bakış
açımız bu yönde. Biz bir de ortak ile yönetici kavramını karıştırıyoruz. Ortak patronluk da yapabilir. Bir söz vardır, “Akıllı insan aklını terletir; akil
insan akıllı insanı çalıştırır.” diyor. Mutlaka bizden akıllı olanlar vardır ve onlara güvenmemiz
gerekir.
“
“
Soru: Öncelikle konuşmanızdan büyük keyif aldım
ve dersler çıkardım. Anladığım kadarıyla ticari
başarının yeterli olmadığının altını çizdiniz. Bu
açıdan bakıldığında, bize yapmamamız gereken üç
şeyi özetler misiniz?
Akıllı insan aklını
terletir; akil insan
akıllı insanı çalıştırır.
Soru: LC Waikiki çocuk markası olarak algılanırken şimdi her kategorinin markası haline geldi.
Hatta hamile kıyafeti için bile LC Waikiki aranıyor. Neden böyle bir yol seçildi?
Vahap Küçük: Algı ne kadar önemli. Aslında biz
markayı ilk çıkartırken bay ve bayan koleksiyonlarımız da vardı. Ancak sadece çocuk kıyafeti ürettiğimiz algısını yenemedik. Bu nedenle bizim işimiz
algıyı iyi yönetmektir. Biz aile mağazası olarak
yola çıktık ve “İyi Giyinmek Herkesin Hakkı” misyonumuz. Bir aile markası olarak her bireyin alışveriş yapabileceği bir marka olarak yola çıktık ve
Türkiye nüfusunun %70’ini hedef kitlemiz olarak
belirledik.
17
itibar
LC WAIKIKI YÖNETİM KURULU BAŞKANI
SAYIN VAHAP KÜÇÜK
1961 yılında Malatya, Doğanşehir doğdu; ilk, orta
ve lise tahsilini Doğanşehir’de tamamladı. Bir süre
Doğanşehir ve Malatya’da ticaretle uğraştı.
1990 yılında İstanbul’a yerleşen Vahap Küçük,
Tema Tekstil Pazarlama A.Ş.’nin kurucu ortakları
arasında yer aldı. Bu süre zarfında Marmara Üniversitesi Stratejik İşletmecilik Yönetimi İhtisas
Programını tamamladı.
Sayın Küçük, Tema Tekstil Pazarlama A.Ş.’de 8 yıl
Genel Müdürlük görevini sürdürdü. Bu dönemde,
LC Waikiki Türkiye’nin en seçkin ve en yaygın bayi
ağına kavuştu ve yaklaşık 750 bayi ile birçok segmentte piyasa lideri haline geldi. Aynı dönemde LC
Waikiki markasının dünyadaki tüm lisans hakları
18
Tema Tekstil bünyesine geçti ve tamamen Türk markası haline geldi.
1988’den sonra grubun perakende şirketi olan
Tema Mağazacılık’ın Genel Müdürlük görevini üstlendi ve bu görevi 2003 yılına kadar sürdürdü.
2003 yılında perakende şirketinin Yönetim Kurulu
Başkanı olan Vahap Küçük, aynı zamanda ortaklarının tamamını Küçük ailesinin oluşturduğu
Küçükler Holding’in kuruluşunu gerçekleştirip
Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini üstlendi. Sayın
Küçük, Taha Holding’de Yönetim Kurulu üyeliğini
de sürdürmektedir.
Vahap Küçük, evli ve üç çocuk babasıdır.
LC WAIKIKI İLE
“İYİ GİYİNMEK HERKESİN HAKKI”
“İyi giyinmek herkesin hakkı” misyonuyla, her tarza
uygun kaliteli ürünlerini uygun fiyata sunan LC
Waikiki; yetişkin, genç, çocuk, kreş ve bebek koleksiyonlarıyla bütün bir ailenin ihtiyacına cevap veriyor.
genişleten LC Waikiki, Arnavutluk, Bosna Hersek,
Bulgaristan, Irak, Mısır, Kazakistan, Romanya,
Suriye, Rusya ve Almanya’daki toplam 31 mağazasına 2012 yılında 25 yeni mağaza daha eklemeyi
planlıyor. Faaliyet gösterdiği ülkelerde yeni mağazalar açacak olan LC Waikiki’nin 2012 yılında ilk kez
mağaza açmayı planladığı ülkeler arasında ise
Azerbaycan, Fas, Gürcistan, İran, Polonya, Suudi
Arabistan ve Ukrayna gibi ülkeler bulunuyor. LC
Waikiki 2023 yılına kadar Avrupa’nın en başarılı 3
hazır giyim firmasından biri olmayı hedefliyor.
Türkiye’nin en çok sevilen markası...
Başarılarını 2011 yılında MediaCat ve Ipsos KMG
tarafından hazırlanan “En Samimi Markalar”
araştırmasında hazır giyim sektöründe en samimi
marka seçilerek taçlandıran LC Waikiki, yine
MediaCat ve Ipsos KMG’nin yaptığı “Türkiye’nin
LOVEMARK’ları araştırmasında hazır giyim sektöründe 1. sırada yer aldı. Türkiye’nin en önemli
ekonomi dergilerinden Capital tarafından hazırlanan, Türkiye'nin En Beğenilen Şirketleri listesinde
ilk 20 şirket arasına giren LC Waikiki, hazır giyim
sektörünün en beğenilen şirketleri listesinde ise 2.
sırada bulunuyor.
Ipsos KMG’nin her 6 ayda bir yaptığı araştırmaya
göre 2004 yılından beri Türkiye hazır giyim sektörünün lideri olan LC Waikiki, ulaşılabilir modanın
Türkiye’deki en önemli adresi olmaya devam ediyor.
Yetişkin, genç, çocuk, kreş ve bebek koleksiyonlarıyla bir ailenin tüm bireylerinin ihtiyaçlarına cevap
verebilen LC Waikiki, uygun fiyata kaliteli alışveriş
imkanı sunuyor. LC Waikiki, Sonbahar-Kış ve
İlkbahar-Yaz koleksiyonlarındaki trend ürünlerin
yanı sıra hamile, davet, tatil, mezuniyet ve okul gibi
özel koleksiyonlarıyla da dikkat çekiyor.
Yurtdışında büyümeye devam ediyor
Türkiye’nin 70 ilinde 365 mağazası bulunan ve yeni
mağazalar açmaya devam eden LC Waikiki, modern
mağazacılık anlayışı, sağladığı kalite standartları ve
müşteri memnuniyeti ile Türkiye’nin en dinamik ve
en çok tercih edilen markası konumunda bulunuyor.
Türkiye dışındaki mağaza zincirini de her geçen yıl
19 itibar
ÖMER FARUK ÇELİK
“
“
Bizim tek bir düşüncemiz vardı;
güzel insanlarla bir arada olacağımız,
muteber bir sosyal çevre içersinde
dostluklarımızı pekiştirmek.
ÖMER FARUK ÇELİK
KANDİLLİ KULÜBÜ KURUCULAR KURULU ÜYESİ
Uzun yıllardır Türk firmalarının yurt dışındaki iş kolları için üretim faaliyeti gösterdiğini biliyoruz. Son yıllarda da bu durum, markalaşma trendiyle
devam ediyor. Yani artık Türk markaları kendi adına üretim ve pazarlama
faaliyetlerini yurtdışında başarıyla gerçekleştiriyor. Sizce bu durum, inşaat
sektörü için de geçerli olmaya başladı mı? Türk inşaat firmalarını yurtdışında kendi adıyla konut, rezidans, AVM gibi projeleri yaparken görecek miyiz?
İnşaat sektörü karmaşık bir sektör; hükümet duble yol yapıyor o da inşaat
sektörü, baraj yapıyor o da inşaat sektörü, taahhüt işi yapılıyor o da inşaat
sektörü. Bir de bizim gibi konut geliştiriciler var, bunlara da inşaat sektörü
diyoruz. Öncelikle bence inşaat sektörünü kendi içerisinde doğru bir şekilde
ayrıştırmak gerekiyor.
Türkiye, dünyada müteahhitlik hizmetini en iyi şekilde veren 4-5 ülkeden bir
tanesi. Bu çerçevede çok ciddi müteahhitlik hizmetleri veriliyor; yollar yapılıyor, barajlar yapılıyor, enerji işleri yapılıyor yani katma değeri yüksek pek çok
iş yapıyor. Ama o sektörün şöyle bir problemi var; Orta Doğu’daki bir projeyi
Amerikalılar veya İngilizler çiziyor, bunun spektlerini ve teknik şartnamelerini
kendi nosyonlarına ve bilgilerine göre yazıyor. Kendi bildiği ürün gamlarını
buraya işliyor; biz sadece gidiyoruz işçiliğini ve hammaliyesini yapıyoruz.
Katma değeri yine Amerika’ya veya İngiltere’ye gidiyor. Nasıl gidiyor; seramiğini İtalyan seramiği yazıyor, beyaz eşyasını Amerika’nın bir markasını yazıyor, mermerini başka yerden yazıyor. Böylece o spektlere uygun iş alınca inşa-
20
İtibara Tuğla Koyanlar
21
itibar
“
“
Katma değer, işgücünün olduğu yere
değil, fikrin üretildiği yere gidiyor.
at firması olarak, o teknik şartnamelerde yazan
ürünü satın almak zorunda kalıyorsunuz. Bunun
için de Türklere sadece işin hammaliyesi kalıyor,
katma değerli kısmı yine Avrupalılara gidiyor.
Yani katma değer, işgücünün olduğu yere değil,
fikrin üretildiği yere gidiyor.
mını sağlamış oluruz, hem Türk fikrini oraya yerleştirmiş oluruz.
Bizim sektöre gelince, sektörümüzün ihracat yapmak gibi bir şansı yok. Ben İstanbul’da ev yapıyorum, bunu İngiltere’ye veya Körfez’e satamam,
götüremem, gönderemem. Ne yapmam lazım?
Oradaki insanları Türkiye’ye çekmem lazım. Eğer
Türkiye’de satın almalarını sağlayacaksam o
zaman, onlara bir şeyi çok iyi anlatmam lazım;
Türkiye’de yaşamanın ayrıcalığını tüm unsurlarıyla ortaya koymam lazım. Bir defa insanların can
güvenliğinin burada güvence altında olduğunu;
eğitimin, sağlığın iyi olduğunu anlatmam lazım.
Yani insanların önce Türkiye’nin iyi bir yer olduğunu anlaması lazım. Ondan sonra benim konut
geliştiricisi olarak gidip demem lazım ki;
“Sinpaş’ın projeleri iyidir, bizim projeden ev
alın.” Şu andaki geldiğimiz ortam buna yaklaştı.
Kanuni düzenlemeler yapıldı, artık yabancıya biz
bu çerçevede ev satabileceğiz.
Kentsel Dönüşüm projesini önemsiyor olmakla birlikte bu başlık altında dile getirilen bazı görüşlerin
kimi zaman gerçekçilikten uzak kaldığını düşünüyorum. Neden? Türkiye’nin en büyük konut üreticisi TOKİ. Devlet desteği, tüm hazine-kamu arazileri
opsiyonu, imar plan yetkileri, her türlü vergi ve
harçtan muafiyetler TOKİ’nin lehine işliyor. Buna
rağmen senede sadece 50 bin konut yapıyor. Ben
Sinpaş olarak; kamu arazileri elimde değil, özel
sektörden arazi temin ediyorum, imar planı yapma
yetkim yok, gidiyorum belediyelerden uğraşarak
belki 3 yıl, belki 5 yıl imar planı yaptırmaya çalışıyorum. Hiçbir vergi muafiyetim yok ve bürokrasinin iki dudağı arasında kaygan bir zeminde iş yapmaya çalışıyorum. TOKİ senede 50 bin konut yapmış, Sinpaş olarak ben 3 bin konut yapmışım.
Bizim sektörün zaman içinde şu yöne doğru kayacağını öngörüyorum: Türkiye’ye yabancılar konut
sektörüyle ilgili olarak gelip gitmeye başlayınca,
önce mevcut projeleri kendilerine satarız. Sonra
ilişkiler sıcaklaşıp karşılıklı güven tesis edilince,
biz konsept projeleri gidip o ülkelerde yapacağız.
İşte o ülkelerde konsept projeler yapınca, o bahsettiğim müteahhitlik hizmetinin dezavantajını,
avantaja çevirmiş oluruz. Kendi projelerimizi
çizeriz, kendi ürün tanımlarımızı ve çeşitliliğimizi koyarız, kendi makine ve ekipmanlarımızla
gidip, ürettiğimiz konutları oradaki insanlara
satarız. Böylece hem Türk malının orada kullanı-
22
Sizce Türkiye’de kentsel dönüşüm projeleri istenen seviyeye ulaştı mı? Daha efektif bir yapılaşma
için nasıl bir yol izlenmesi gerekir?
Bu işin sorumluları diyor ki, kentsel dönüşüm için
her yıl 7 milyon konutun yıkılıp yapılması lazım.
Diyorum ki, 7 milyon konutu 1 yılda yapamazsın.
5 yılda yapamazsın, 10 yılda yapamazsın, haydi
diyelim 20 yılda yapsın; senede 350 bin konuta
tekabül eder. En başarılı dediğimiz TOKİ senede
50 bin konut yaparken, Türkiye’nin senede 350
bin konut yapmasının koşullarını bir düşünün.
Bunun da metrekaresini bin liradan üretsek, 120
metrekare bir konut için 120 bin TL birim maliyet çıkıyor. Yani her yıl bu işe toplam 42 milyar
TL bütçe ayrılmamız gerekiyor.
Dışarıdan bakınca “7 milyon konut yıkmamız
lazım.” güzel laf; “Türkiye’de depreme dayanıklı
konut yapmamız lazım.” güzel laf. Ama realistçe
oturup işi rakamlara ve matematiğe dökünce bunun
bir çıkmaz olduğunu görüyoruz. Bu işi gerçekleştirmenin yolu çok iyi araştırmaktan, çok iyi analiz
etmekten, piyasanın arz talep dengesini bozmadan
çıkış üretmekten geçiyor.
AVM benim uzmanlık alanım değil, perakende
işinden fazla anlamam. Ama ben olaya şöyle bakarım; arz-talep dengesi oluştuğu müddetçe AVM de
olur, konut da olur, sanayi de olur. Zaten talep
oluşmuyorsa yatırımcı burada yanlış bir karar vermiş demektir. Bu zarar yatırımcının zararıdır.
Peki nereden başlamak lazım?
Ben on adımda bir AVM açabilirim. Ben işletmeci
olarak müşteriyi taşıyamıyorsam zarar benim
zararım. Yatırımcı kararını verecek, firmalar
kararını verecek ona göre de düzenlemesini yapacak. Ama bizim AVM yatırımcıları cidden iyi analiz yapıyorlar. Özellikle perakendeciler hesabını, o
bölgedeki insan sayısını, oradan alışveriş yapacak
insanların segmentini iyi analiz ediyorlar. Büyük
AVM’lerde, büyük yatırımcılarda bir problem
yaşanacağını düşünmüyorum.
Geçmişten gelen kötü yapılaşma problemini çözmek için bugün sorumluluk alacağız, ama sorumluluk alırken de 5 yılda bu işin bitmeyeceğini
öngöreceğiz. En hassas, en kritik, depreme en
duyarlı olan bölgelerden başlayacağız, yavaş yavaş
bu dönüşümü gerçekleştireceğiz. Ve tabii piyasanın da önünü açacağız ki, bir yerden yaparken bir
yerden yıkmış olmayalım.
Türkiye’de artan AVM sayıları şu soruyu gündeme
getirmeye başladı: Acaba AVM’ler kendi pasta
paylarından mı yemeye başladılar? Siz bu konuda
ne düşünüyorsunuz?
Problem şurada yaşanabilir; mahalle arasında 2030 dönüm arsası olan “Buraya iyi çarşı olur.”
“
Bu işi gerçekleştirmenin
yolu çok iyi araştırmaktan,
çok iyi analiz etmekten,
piyasanın arz talep
dengesini bozmadan çıkış
üretmekten geçiyor.
“
Öncelikle piyasanın önünü açmak lazım. Piyasanın
önündeki tıkanıklıklar bulunmalı, bu problemler
çözülmeli. Devlet düzenleyici ve teşvik edici olmalı. Devlet işi yapıcı olmamalı. Devlet şimdi işe talip
olmuş. Bunun yerine sektörü teşvik edecek, konut
alıcısını motive edecek unsurlar devreye sokmalı.
23
itibar
Türkiye’de başarıyla yönetilen bir aile şirketinin
İcra Kurulu Başkanı olarak, aile şirketlerinin
kurumsallaşmasıyla ilgili görüşlerinizi kısaca paylaşabilir misiniz?
Aile şirketleri kurumsallaşmalı mı? Tek başına bu
soruda bir problem var bence. Niye kurumsallaşsın? Yani kurumsallaşmak demek; bütün şirket
profesyonellerden oluşsun, patron evinde otursun;
her ay profesyoneller ona bir rapor getirsinler, patron evinde kös kös oturup raporuna baksın. Bir de
para kazandıysa Allah bereket versin.
Patronluk müteşebbisliktir; yani fikir üreten, bunları hayata geçiren adamdır. Şimdi bu müteşebbis
adamları siz köreltirseniz, yeni işe başlayacak kadronun oluşmasının koşullarını da ortadan kaldırırsınız. İyi segmentasyon yapmak lazım; Müteşebbis,
işi düşünen, geliştiren, yatırım yapmaya karar
verendir. Yönetici ise; müteşebbisin verdiği kararın
arkasından giden, operasyonu yürüten kişidir.
Müteşebbisin arkasında, arkasını toplayacak iyi
yöneticilere ihtiyacı vardır. İyi yöneticilerin aileden
olma zorunluluğu yoktur.
Müteşebbis, işin başında olmalı; arkasında ise,
verileri iyi okuyacak, iyi analiz edecek, analitik
24
düşünecek yöneticiler olmalıdır. Bu yöneticileri,
oğul, kız, amca, yeğenlerden doldurmanın bir anlamı yok. Müteşebbisin arkasını profesyoneller dolduracak ama tabii aile şirketinde de eşiniz var, dostunuz var, akrabanız var... Onların da bu çarkın
içerinde yer alması lazım. Bu durumu iyi yönetmek
gerekiyor; aile üyesinin bilgisi, becerisi, kabiliyeti
hangi yönde gelişiyorsa ona o yönde bir katkı yapılabilir: mesela sermaye desteği ile ona yeni iş açabilir ya da yürütülen iş kolunun yan unsuru olan bir
iştirak firmasında görev verilebilir.
Sıkça söz edilen ve övünülen genç nüfusun; Türk
sosyal, kültürel ve ekonomik hayatındaki rolünü
ve bu konuda geleceğe dair beklentinizi kısaca
anlatabilir misiniz?
Biraz siyasi olacak ama, Türkiye’de İmam Hatip
Liseleri’ni kapatmak için meslek okullarını bitirdiler, önünü kestiler. Yüksek öğrenimle alakalı
yanlış bir yönlendirme söz konusu. Herkes üniversite okusa, herkes master yapsa, herkes genel
müdür, müdür olsa, bu şantiyede sıvayı, boyayı
hangi ara eleman yapacak? Her segmentte adama
ihtiyaç var. Ben, amelelikten yetişen bir personel
yerine teknik okuldan yetişmiş bir sıvacıyı daha
çabuk işe adapte edebilirim.
“
Artık zaman duyguyla,
hisle karar verilecek
zaman değil. Zaman,
artık verilerin zamanı.
“
diyor. Piyasa araştırmasını iyi yapmıyor, analizini iyi yapmıyor. Sadece duygularıyla ve hisleriyle
karar veriyor. Oysa artık zaman duyguyla, hisle
karar verilecek zaman değil. Zaman, artık verilerin zamanı. Önce veriyi oluşturacak, ondan sonra
duygularımızı da dikkate alarak karar vereceğiz.
“
“
Çocuklarımızı vasıfsız üniversite mezunu
yapmak yerine, vasıflı meslek lisesi
mezunu yapmak daha doğru.
Meslek okulları ara eleman yetiştirme noktasında
yetkin olsa, buradan gençler yetişse, meslek sahibi olsa; devam edebilen ise üniversiteye gitse.
Türkiye’de işsizlik var deniyor; ben ise iyi, kaliteli adam bulamıyorum. Bizim insan kaynaklarına
diyorum ki; “Kadromuz dolu olsa bile kaliteli,
analitik düşünebilecek, gözünde ışık gördüğünüz
çocuğu buldunuz mu hemen alın.”
Ama Türkiye’de işsizlik var. Niye işsizlik var?
Çünkü vasıfsız işçi çok. Bunun için meslek okullarının tekrar layıkıyla sisteme entegre edilmesi
lazım. Öyle bir noktaya geldik ki, üniversiteden
mezun olan çocuğun lise mezunundan bir farkı
kalmadı artık; ama diploması var. Bu durumda
çocuklarımızı vasıfsız üniversite mezunu yapmak
yerine, vasıflı meslek lisesi mezunu yapmak daha
doğru olacaktır.
Son olarak, Kandilli Kulübü’nün kurucularından
biri olarak; kulüp olarak yola çıktığınız ilk günden bugüne değin hedeflerinizi ne ölçüde gerçekleştirebildiniz ve devamla bu sosyal birlikteliğin
geleceğe dair hedeflerinden biraz bahsedebilir
misiniz?
Kandilli Kulübü’nü kurarken hep şunu diyorduk:
Ticari bir kuruluş olmayalım, cemaat kuruluşu
olmayalım, siyasi bir kuruluş olmayalım, bir
dünya görüşünü empoze eden bir kuruluş olmayalım. Her görüşten, her meslekten insanlarla
bir arada olabileceğimiz, birbirimizin inancına
hürmet ettiğimiz, birbirimizin yaşam tarzına
saygı gösterdiğimiz ama bir arada olmaktan da
mutlu olacağımız insanların bir arada olduğu bir
yapı olsun. Ve burada itibarlı kimliği ile piyasada ön plana çıkan insanları bir araya getirelim
istedik.
Yedi yılı geride bıraktık. Bu zaman dilimi boyunca
son derece hoş bir noktaya geldik. Bu arada kulüple alakalı birçok farklı görüş ve yaklaşım dile getirildi. Ama biz bunların hiçbirine aldırmadık. Bizim
tek bir düşüncemiz vardı; güzel insanlarla bir arada
olacağımız, muteber bir sosyal çevre içerisinde
dostluklarımızı pekiştirmek. Bu doğrultuda bugün
çok iyi bir noktadayız diye düşünüyorum. Son derece güzel dostluklar kuruldu. Bu organizasyonun
içinde ticari ilişkiler ön planda olsun istemiyoruz.
Dışarıda ticari ilişkiler zaten kuruluyor; bu yapının
içinde sosyal amaçlı ilişkiler kendini gösteriyor.
İnsan basit şeyleri daha iyi algılarmış; eğilimi
karmaşıktan kolaya doğru olurmuş. Bunun için
biz de kulüp olarak yaptığımız basit tanımlarla
yolumuza devam edeceğiz. Sahip olduğumuz
temel hedef doğrultusunda, sevgi ve saygı temelli
sosyalleşme platformu olarak dostlarımızla birlikte geleceğe ilerleyeceğiz.
Bunun yanında gençlerimi de bu sosyal kurgunun
içinde var etmek zorundayız. Kendi sosyalleşme
yaklaşımlarını geliştirebilmeleri için onlara alternatifler sunmak zorundayız. Ticaretin hazır şablonlarını gençlerimizin önüne koyarak onları geleceğe hazırlayamayız. Bir iş modelinin bir kişi için
başarılı sonuçlar vermesi, aynı modelin her
durumda aynı sonucu vereceği anlamına gelmiyor. Bizim güzel bir atasözümüz var; “Her yiğidin
bir yoğurt yiyişi vardır.”
Kendi özgü modellerini geliştirebilecekleri bir vizyonu gençlerimize sunmalıyız. Biz gençlere ancak
vizyonel olmayı tavsiye edebilir; farklı fikirler ile
farklı iş modellerini gösterebiliriz. Ancak bundan
sonra geleceğe kalmak üzere kendi vizyonlarını
oluşturmalarını bekleyebiliriz.
25 itibar
SENA ZİYLAN
“
Her biri Türkiye’nin kalkınmasında öncü
olmuş çok değerli büyüklerimizin bizim
gibi gençlerle aynı ortamda bulunması ve
bizimle vakit geçirmesi bizler için bulunmaz
bir fırsat.
“
SENA ZİYLAN
SAFİYE SULTAN BURÇ KOLEJİ
Öncelikle bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
13 Kasım 1996 İstanbul doğumluyum. Safiye Sultan Burç Koleji’nde 10.
sınıf öğrencisiyim. Yıllardır maçlarını kaçırmadığım koyu bir Fenerbahçe
taraftarıyım. Artık maça gitmeyi kendimde bir hobi olarak görüyorum. Diğer
hobilerim arasında voleybol oynamak, kitap okumak, yürüyüş yapmak ve
genç kızların vazgeçilmezi alışveriş yapmak bulunuyor. Bunun yanında arkadaşlarımla ve ailemle vakit geçirmekten çok keyif alıyorum.
Türkiye’de çok iyi bilinen markaları bünyesinde bulunduran bir şirketin sahibinin kızı olarak, o markaları ve mağazaları AVM’lerde gördüğünüzde neler
hissediyorsunuz?
Tabiî ki benim için çok büyük bir gurur kaynağı. Böyle bir ürünün arkasındaki emeği ve çabayı iyi bilen birisi olarak insanların beğendiği ve severek
kullandığı ürünler bana ayrı bir mutluluk hissi veriyor. Hatta bu çalışma
sürecinde zaman zaman ben ve ailem şikâyette bulunsak bile, bize ayrılmamış zamanların bu ürünler için harcandığını gördüğümde büyük sevinç yaşıyorum. Aynı zamanda bu durum bizlerin üzerine ne kadar büyük sorumluluk
yüklendiğini gösteriyor. Çünkü şirketleri bir yere getirmek çok önemli ama
bir yere gelmiş şirketleri daha yukarı çıkarmanın çok daha zor olduğunu
düşünüyorum. Babamla çok sık olmasa da fırsat bulabildiğimizde kendi
mağazalarımızı geziyor ve dışarıdan bir gözle ürünleri ve müşterilerin ürünlere karşı olan tepkilerini gözlemliyoruz.
26
Genç Vizyon
27
itibar
“
“
Bir Çin atasözü duymuştum; “Bir baba,
yüz öğretmene bedeldir.”
Sn. Mehmet Ziylan Bey’i bir işadamı olarak çok
iyi tanıyoruz, ama bir baba olarak da aynı disiplin ve kararlılığı evde de gösteriyor mu?
Hayatımdaki en büyük şansımın ailem olduğunu
düşünüyorum. Her çocuk ailesini çok sever ben de
ailemi çok seviyorum. Babam yoğun iş temposu
içerisinde bana ve kardeşlerime fırsat buldukça
zaman ayırıyor. Birlikte çok güzel vakit geçiriyoruz. Babamla aramızdaki ilişki klasik baba-kız
ilişkisinin ötesinde genelde içten bir dost, yakın
birer arkadaş gibiyiz. Babamla geçirdiğim her
zaman dilimi bana ayrı bir keyif veriyor.
Okulumdan fırsat buldukça birlikte seyahatlere
çıkıyoruz. Hayatı tanımamda bana çok önemli bir
rehberlik yaptığını düşünüyorum. Evde ise her
ailede olduğu gibi babamın da belirli kuralları
vardır. Ama bu kurallar beni ve kardeşlerimi hiçbir zaman rahatsız etmez. Evde işle ilgili sorunları genellikle konuşmamaya çalışır zaten yoğun iş
temposu ve seyahatlerinden dolayı eve bazen geç
geldiği için geri kalan zamanda babalık sorumluluğunu en güzel şekilde yerine getirmeye çalıştığını düşünüyorum. Bir Çin atasözü duymuştum;
“Bir baba, yüz öğretmene bedeldir.” Babam da
bu anlamda benim hem babam hem de bana hayatı öğretmeye çalışan öğretmenim diyebilirim.
dığını kadınların da bu spordan keyif alarak izleyebileceğini ve takımını desteklediğini görüyoruz.
Fakat bana kalırsa bayanların ve çocukların yalnızca ceza günlerinde orayı doldurması değil
devamlı oranın bir eğlence ortamı olduğunu göstermesi gerekir. Stadın yalnızca erkeklerin gittiği
bir yer değil, bayanların da rahatlıkla gidip eğlenebildiği ve takımını destekleyebildiği bir yere
dönüşmesi gerektiğini düşünüyorum.
Spora meraklı bir genç olarak, Türkiye’de futbol
dışında taraftar sayısının artması gerektiğini
düşündüğünüz spor dalları var mı? Ve bunun için
neler yapılabilir?
Futbolun dünya genelindeki popülaritesi hepimizce
malum. Yalnız bunun yanında diğer spor dallarına
da ilginin artması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin tenis, golf, binicilik gibi sporlar ülkemizde
gerektiği kadar tanınmıyor ve çok az sayıda insan
tarafından yapılıyor. Oysa ülkemizin tabiat şartları
ve geleneksel sporlarımız bakımından bu spor dallarına ilgi artırılabilir. Yıllardır yaptığım ve bayanlara daha çok yakıştığını düşündüğüm voleybolun
da yeterli ilgiyi görmediği kanısındayım. Gençlere
bu sporları rahatlıkla yapabilecekleri imkânlar
hazırlanabilirse ilgi artırılabilir diye düşünüyorum.
Sıkı bir Fenerbahçe taraftarı olduğunuzu söylediniz. Son dönemde bazı maçlara sadece kadınlar
ve çocukların gitmesi uygulaması hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Merak saldığınız veya ilgilendiğiniz farklı hobileriniz veya uğraşlarınız var mı? Sizce gençler arasında farklı sosyal ve kişisel uğraşların yaygınlaşması için neler yapılabilir?
Evet, Fenerbahçe’nin bende çok özel bir yeri var
diyebilirim. Ne de olsa Fenerbahçelilik bana
ailemden gelen bir tutku. Sadece kadın ve çocukların maçlara alınması uygulaması için ise, maçlarda sahanın boş kalması yerine böyle değerlendirilmesini çok doğru görüyorum. En azından futbolun sadece erkekleri ilgilendiren bir spor olma-
Öncelikle gençler arasında ortak noktanın bulunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bizlerin istediği alanda yapabileceği etkinliklerden çoğu genç
yeterli miktarda imkâna sahip olmadığı için mahrum kalıyor. Baktığınız zaman hala okula dahi
gidemeyen gençlerin olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bana kalırsa öncelikle gençlere bu gibi imkân-
28
lar sağlanmalıdır. Fakat bir de şunu söylemeliyim ki
ülkemizdeki yoğun sınav sisteminin gençleri anti
sosyal yaptığı kanaatindeyim. Üniversiteye girişlerindeki sınav sistemi önümüzdeki yıllarda geliştirilerek belirli bir zaman sürecine yayılırsa gençlerin
farklı hobilere daha fazla ilgi duyacağını düşünüyorum. Burada şunu da ilave etmem gerekir ki, insanın sevdiği hobilerinin olması ve bu hobilere belirli
bir zaman ayırmasının, okul ve sınav gibi çalışmalardan bizim için daha verimli olacağına inanıyorum. Aynı zamanda Türkiye genç nüfusun en fazla
olduğu ülkelerden biridir. Ben bizim gibi gençlerin
sosyal sorumluluk projelerinde de görev almalarından yanayım. Sivil toplum kuruluşları ve yardım
derneklerinin gençlerin katılımıyla daha aktif hale
geleceğine inanıyorum. Güçlü toplumların oluşması
için güçlü genç beyinlere ihtiyaç vardır. Bana kalırsa güçlü bir Türkiye için herkes elini taşın altına
koymalıdır.
Bize biraz da geleceğe yönelik planlarınızdan bahseder misiniz?
Her idealist genç gibi benim de kendim, ailem,
ülkem ve insanlık adına ideallerim var. Öncelikle
eğitimimi en iyi şekilde tamamlamak istiyorum.
Lisans, yüksek lisans ve masterımı yurt içi ve yurt
dışındaki kaliteli üniversitelerde yapmayı planlıyorum. Meslek olarak çok net bir karar almamakla
birlikte daha çok iş dünyası ve yöneticilik, uluslar
arası hukuk veya uluslar arası ticaret alanlarından
herhangi birinde kariyer yapmayı planlıyorum.
Bunun için net kararımı henüz vermedim kesin
karar vermek için de önümde daha vaktim olduğunu düşünüyorum. Yapım gereği gönlüm hukuk
okumaktan yana olsa da şirketimizi her anlamda
en iyi şekilde temsil etmek istiyorum. Bununla
paralel olarak bağlı bulunduğum yardım kuruluşunda çok daha iyi hizmet etmeyi planlıyorum.
Son olarak bildiğiniz gibi Kandilli Kulübü sadece
işadamı, yönetici ve profesyonellerin değil, sizler
gibi genç yönetici adaylarının da faydalanabileceği bir yapı kurmaya çalışıyor. Bu anlamda kulübün
faaliyetlerini hem bir öğrenci hem de bir genç
yönetici adayı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle Kandilli Kulübü’ne bana bu fırsatı verdiği
için teşekkür ederim. Ben de bu kulüp sayesinde
yeni arkadaşlıklar edindim, çok güzel ortamlarda
çok güzel vakitler geçirdim. Kulübe bağlı büyüklerimizin yaşadıkları hayat tecrübelerinden kendime
dersler çıkardım. Gelecekte atacağım adımları
onlardan aldığım tavsiyelerle şekillendireceğim.
Her biri Türkiye’nin kalkınmasında öncü olmuş çok
değerli büyüklerimizin bizim gibi gençlerle aynı
ortamda bulunması ve bizimle vakit geçirmesi bizler için bulunmaz bir fırsat. Kandilli Kulübü’nün
toplantılarıyla hem gençlerin hem de kadın-erkek
büyüklerin hatta çocukların bile paylaşacağı çok şey
olduğunu düşünüyorum. Çok sevdiğim Onur
Abimize de başkanlık yaptığı bu kulüpte başarılar
dilerim ve bizlere de kendimizi ifade etme fırsatı
verdiği için çok teşekkür ederim.
29
itibar
RAMAZAN KAYA
“
Kulübün sosyal paylaşım merkezi olarak
gerçekleştirdiği zengin içerikli aktiviteleriyle
tüm paylaşımcılarına çok büyük değerler
kattığına inanıyorum.
“
RAMAZAN KAYA
SAAT&SAAT YÖNETİM KURULU BAŞKANI
Türkiye’de birçok ünlü ve popüler saat markalarını tüketici ile buluşturan
Saat&Saat markasının hikayesini kısaca anlatabilir misiniz? Nasıl böyle bir
marka doğdu?
1971 yılında dayılarım Yaşar ve Nurullah Dönmez tarafından saat sektörüne
ilk adım atıldı. 90’lı yılların hemen başında Adidas markasının distribütörlüğünün alınması ile Saat&Saat A.Ş kuruldu. 2000 yılında dünya saat sektörünün önde gelen firmalarından Fossil Groupe ile DKNY markasının distribütörlük anlaşmasını yaptıktan hemen sonra yine büyük dünya markalarının lisansörü olan aynı grup, satışlarımızdaki başarılarımızdan dolayı Diesel, Fossil,
Burberry gibi markaları Saat ve Saat’e kattı. Sektörde yaptığımız başarılı işler
diğer dünya saat lisansörlerinin de dikkatini çekmeye başladı.
Tommy Hilfiger, Cerruti gibi moda dünyasının dev markalarının distribütörlüğünü aldık. Guess ve Gc saatlerini bünyemize katmamız önemli bir km taşı
oldu. Tüketici ile buluşturduğumuz 27 saat, 11 takı markası ile Türkiye’nin
en çok tercih edilen saat firması durumuna gelmemizde en büyük iki etken,
art arda bünyemize kattığımız markaların gücü ve firma çalışanlarımın hevesi, azmi ve özverili çalışmasıdır. Tüm bu gelişimler esnasında Saat&Saat altyapısını güçlendirmeyi hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Ve tabii sürekli yenilenen teknolojiyi her zaman takip etmiş ve günün ihtiyaçlarını doğru tespit
etmiştir. Bunları birleştirdiğimizde 2006 yılında perakende sektörüne de
hizmet vermeye karar verdik. Bu karar çok önemli bir karardı bizim için.O
ana dek Türkiye’nin seçkin saatçilerinde satılan markalarımız artık
Saat&Saat adı altında kendi açtığımız mağazalarımızda tüketici ile buluşmaya başladı. Şu an 80 Saat&Saat Mağazası, 12 Kiosk , Boyner ve
YKM’lerde 45 satış noktasının yanında markalarımızı 700’e yakın bayimizin
vitrinlerinde sergiliyoruz. Tüm bu satış noktaların verdiği enerji ve sorumlu-
30
İtibara Tuğla Koyanlar
31
itibar
luk ile Saat&Saat olarak “Türkiye’nin Saatçisi”
olmaktan gurur duyuyoruz.
Sizce Türk tüketicisinin saat algısı ile dünya tüketicileri arasında farklılık var mıdır?
Saat artık işlevi için alınmıyor. Tamamen moda
sektörüne ait oldu. Şıklığı tamamlayan bir aksesuar... Tek farkı saati göstermesi. Tüketici alışkanlıkları bakımından artık pek bir farklılık kalmadı dünyada. İnternet gibi açık bir pazar var ve sınırlar,
uzaklıklar anlamını yitirmiş durumda. Avrupa’da
neler oluyor, neler moda? Bir tıkla herşeyden anında haberdar olabiliyorsunuz artık. Tabii sadece
internet değil Türk insanının gelişen zevki ve alım
gücü de modadan hızlı haberdar olmasının sebeplerinden. Özellikle Avrupa ve Amerika nasılsa
Türkiye’de de aynı tüketim refleksleri hakim. Öyle
ki, artık bir estetik unsur olarak birçok kişinin birden fazla saati var. Bu çerçevede Türkiye artık
dünya modasıyla aynı havayı soluyor. Bunu özellikle yurtdışı toplantılarımda oldukça sık fark etmeye
başladım.Türkiye, dünya modasına yön vermeye
başlayacak ve hatta başladı bile... Ben buna inanıyorum.
Bildiğimiz kadarıyla pazarlama ve pazarlama iletişimi alanlarında etkin faaliyet gösteren bir firmasınız. Özellikle iletişim ve itibar yönetimindeki
stratejinizden bahsedebilir misiniz biraz?
32
Pazarlama ve tabii ki reklam bizim için çok önemli. Biz geride bıraktığımız yıllar bakımından da,
bugün de daima reklamın gücüne inandık ve tüm
hızımızla reklamlarımıza devam ettik. Özellikle
kriz zamanlarında reklamlarımızı daha da arttırdık. Her markamızın bütçesine bağlı olarak doğru
planlamalar ve satın almalar yapmaya büyük özen
gösteriyoruz. Global markaları Türkiye ile biraraya getiriyoruz ve global pazarlama stratejilerini
Türkiye’ye uyarlarken tüketicimizin alışkanlıklarına ve etnik özelliklerine dikkat ediyor, bazı revizeler yapıyoruz. Saat&Saat kurumsalında ise yavaş
ve temkinli ilerliyoruz.
Bir markanın oluşması ve sürdürülebilmesi için,
yapılacak araştırmaları önemli buluyoruz ve saat
tüketicilerinin alışkanlıklarını saptamaya çalışıyoruz. Bunun yanında Sosyal Medya bizim için
çok önemli ve bu alandaki etkinliğimizi her geçen
gün arttırıyoruz.
Ayrıca 2007 yılından bu yana yayın hayatında
olan o sezonun moda ve aksesuar trendlerini konu
aldığımız Saat&Saat Magazine adlı bir dergimiz
var. Tüm bunlarla birlikte saat ve aksesuarın
moda dünyasındaki yerinin pekiştirilmesi için
paralel zamanlı pek çok PR çalışması yapıyoruz.
Yaptığımız tüm bu çalışmalar Saat’in moda sektörünün içinde önemli bir yer edinmesini sağladı.
“
“
Saat&Saat olarak üç ana değerimiz var:
Saygı, Sorumluluk ve Sonuç Odaklılık...
Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin son yıllarda
oynadıkları etkin rolü de göz önünde bulundurduğumuzda, kurumsallaşma ve ortaklı kültürü gibi
iki önemli kavramın ülkemizde derinlik kazanması için gerek şirketler gerekse STK’lar nezdinde
sizce neler yapılabilir?
Ülkemiz 2001 krizinin ardından ciddi bir atılım
sürecinin içerisine girdi. Her yıl düzenli olarak
büyüyen bir ekonomiye sahibiz ve bulunduğumuz
coğrafyada dikkatleri üzerine çeken önemli bir
oyuncu haline geldik. Bu oran giderek artacak.
Ekonominin bu şekilde seyir göstermesi, daha
önce sayıları çok fazla olmayan küçük ve orta
ölçekli firmalarımızın sayılarını arttırmaya başladı. Bu büyüme sürecinde bu firmaların gerek sermaye yapılarının yetersizliği gerekse hayatlarını
uzatmak adına kurumsallaşmaya ihtiyaç doğmaktadır. Kurumsallaşmak ama amatör ruhu kaybetmeden... İnsan odaklılık, profesyonelce çalışmanın
ilk şartıdır günümüzde.
İnsan kaynağımız en değerli varlığımız. Ancak
birlikte çalıştığımız arkadaşlarımızla birlikte
başarıyı yakalayabiliriz, diye düşünüyorum.
Şirketimizin ömrünü uzatmak kurumsallaşma ile
mümkündür. Şirketleri kişilerden uzaklaştırıp,
kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak sistemler kurmalıyız. Şirketimiz sadece 2-3 nesilden
ibaret olmasın , ömrü yüzyıllarca sürecek büyük
şirketler arasına girsin.
Günümüzde yetersiz sermayeler bir yere kadar
kredi yolu ile pekiştirilse de ortaklık yolu ile güçlerin birleştirilmesi çok daha hızlı yol almamızı
sağlayacaktır.Bunun dünyada pekçok örneğini
görüyorum.Aynı zamanda STK’ların da hem sayıca hem etkinlik olarak hayatın ve ekonominin içerisindeki etkilerinin arttığını görmek beni çok
memnun ediyor. STK’lar toplum adına denetim ve
aynı zamanda rehberlik yapabilir.
Kandilli Kulübü’nün etkinliklerine aktif olarak
katılan bir işadamı olarak, faaliyetlerin sonuçlarını nasıl değerlendiriyor ve kendi alanınıza olumlu
yansımalarını görebiliyor musunuz?
Kandilli Kulübü’nün tüm etkinliklerine elimden geldiğince katılmaya çalışıyorum. O kadar keyifli ve
verimli geçiyor ki, aktivitelerden memnun olmamak
mümkün değil. Çok eğitici ve öğretici buluyorum
yapılan çalışmaları ve kulüp çatısı altında farklı formatlarda gerçekleştirilen faaliyetler, hem ticari
yaşamımda hem de aile hayatımda bana ışık tutuyor. Aynı zamanda Kandilli Kulübü’nün aracılığı ile
yeri geldiğinde gençlere kılavuz olmak, yeri geldiğinde dostlarımla bilgi paylaşımında bulunmak
güzel duygular yaşatıyor bana… Kulübün sosyal
paylaşım merkezi olarak gerçekleştirdiği zengin
içerikli aktiviteleriyle tüm paylaşımcılarına çok
büyük değerler kattığına inanıyorum. Kandilli
Kulübü’nü gönülden tebrik ediyorum ve sonsuz
teşekkürlerimi sunuyorum.
Son olarak, Saat&Saat’in vizyonunu ve geleceğe
yönelik planlarını öğrenebilir miyiz?
Saat ve Saat, “Türkiye’nin Saatçisi” olarak çok
büyük bir sorumluluk altında. Çalışan her elemanımız bu sorumluluğun bilincinde olarak hareket ediyor. Türk tüketicisi, “Lüks” kavramını hak ettiğini
düşünüyor ve mağazalarımızda, gerek dekorasyonumuzla gerekse hizmetlerimizle onlara “lüks ve
rahatlık” duygusunu yaşatmak istiyoruz. Güven
bizim için en önemli kavram. Saat&Saat olarak üç
ana değerimiz var: Saygı, Sorumluluk ve Sonuç
Odaklılık... Bu üç değer Saat ve Saat’te çalışan herkesin parolasıdır. Dile getirdiğim bu tanımlamalar
doğrultusunda, saat sektöründe hayata geçireceğimiz müşteri odaklı çalışmalarla sahip olduğumuz
“saygı, sorumluluk ve sonuç odaklılık” değerlerini
doğru bir Saat&Saat algısına yansıtmayı ve perakendede büyümeyi planlıyoruz.
33
itibar
BÜLENT ECZACIBAŞI
“
Kurucunun onuru, birçok kuruluşu iflasa
götürmüş; çoğu işyerini, ilk kurucunun
‘her şeyi herkesten daha iyi bilirim’ savına
kurban etmiştir.
“
BÜLENT ECZACIBAŞI
ECZACIBAŞI HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI
Sayın başkanlar, Kandilli Kulübü’nün değerli dostları, değerli konuklar;
Bugün aranızda bulunmaktan çok büyük mutluluk ve konuşmacınız olmaktan onur duyuyorum. Davetiniz için çok teşekkür ediyorum. Kandilli
Kulübü’nün değerli yöneticileriyle olan ön görüşmemizde toplantı tarihini
baharın başlangıç günü olarak tespit etmiştik. Benim için bundan daha
keyifli bir bahara giriş günü olamaz; bu açıdan size çok müteşekkirim.
Konuşacağımız konular arasında aile şirketleri, kurumsallaşma, profesyonelleşme, ortaklık kültürü gibi başlıklara öncelik verme konusunda da mutabık olduk. Sözlerimi bu başlıklar altında toplamaya çalışacağım.
Sorularınız paralelinde çok çeşitli konulara da değinebiliriz. Konuşma sırasında sorularınızı, yorumlarınızı paylaşırsanız belki de daha verimli bir sohbet ortamı yaratabiliriz. Çünkü, benim de sizden öğreneceğim pek çok şey
olduğunu biliyorum. Bu sohbeti karşılıklı bir görüş alışverişi şeklinde sürdürürsek daha verimli olacağına inanıyorum.
Eczacıbaşı Holding’in kurulduğu günden bugüne kadar geçirdiği aşamalardaki kurumsallaşmaya yönelik kilometre taşlarına kısaca değinmek istiyorum. Topluluğumuzun kuruluşu 1942 yılına kadar gidiyor. Kurucusu babam
Nejat Eczacıbaşı’dır. İzmirli olan Nejat Eczacıbaşı’nın babası Süleyman
Ferit Bey, İzmir’in ilk Müslüman Türk eczacısıdır. Ayrıca küçük çapta üretim faaliyetleri olan ve çevresinde tanınan bir kişi. Soyadı kanunu çıkınca
İzmir İl Meclisi’nin kendisine verdiği onursal ünvan olan Eczacıbaşı’nı aile
soyadı olarak alıyor. Böylece 1942 yılında Nejat Bey İstanbul’da bir kurumun ilk adımlarını atmaya başladığında bu kurumun adı Eczacıbaşı olarak
tescil ediliyor. Faaliyet alanı olarak da son derece uygun bir şirket ismi oluyor. Nejat Bey, İstanbul’da Robert Koleji’nde eğitimini sürdüyor daha sonra
Almanya’da Heidelberg Üniversitesi’nde kimya öğrenimi alıyor. Ardından
34
35
itibar
“
“
Türk ilacını Türk hekimine ve
kamuoyuna kabul ettirmek gerçekten
zor bir iş.
Chicago Üniversitesi’nde yüksek lisans ve Berlin
Üniversitesi’nde doktora yapıyor.
Türkiye’ye döndükten sonra kendi girişimci ruhunun da getirdiği ivmeyle öğrenmiş olduğu konuları uygulamaya koyup, Türkiye’de eksik olarak
gördüğü girişimleri gerçekleştirmek adına çok
küçük çapta bazı üretim çalışmalarına başlıyor.
İlk girişimlerini Laleli’de bir apartman dairesinde yapıyor, daha sonra küçük bir laboratuvara
geçiyor ve on kişilik bir grupla faaliyetlerini
geliştirmek üzere çalışıyor. Bazı vitaminler,
bebek mamaları gibi ürünleri çok küçük çapta
üreterek piyasaya veriyor. Bu süre içinde belki de
kurumlaşmanın ilk adımı diyebileceğimiz gelişmeler gerçekleşiyor.
Nejat Bey, profesyonel bir kadronun ilk adımlarını atıyor, yetkilerini paylaşıyor ve daha sonra
Nejat Bey’in çalışma hayatı boyunca yanında
olan bazı yöneticilerimiz o yıllardaki çalışma
grubuna katılıyor. Kuruluşumuzu yakından tanıyan Sayın Ayhan Suskun ve başka yöneticilerimiz
bulunuyor. Böyle bir girişimi başlatan kişinin
kendi yetkilerini başkalarıyla paylaşması gerçekten çok önemli bir aşama. Kolay bir aşama da
değil, genişleyen işlere yetişebilmek için bu işleri
bazı uzman kişilerin sorumluluğuna bırakması,
benim görüşüme göre kurumlaşmanın belki de ilk
aşaması.
1952 yılında Nejat Bey Eczacıbaşı İlaç
Fabrikası’nın kuruluşunu gerçekleştiriyor.
Böylece, ülkemizde modern bir ilaç üretim tesisi
yerli bir girişimci tarafından hayata geçirilmiş
oluyor. İlaç sanayimiz ve özel kesimimiz açısından önemli bir kilometre taşı.
Bu kuruluşun gerçekleşmesinde Türkiye Sanayi
Kalkınma Bankası’nın verdiği 820 bin liralık bir
36
kredinin çok önemi var. Finansal açıdan olduğu
kadar, kurumlaşma açısından da önemi olduğuna
inanıyorum. Çünkü, kredi müessesisiyle bir girişimin ilk defa bir ilişki içerisine girmesi kurumlaşma, profesyonelleşme, denetlenebilirlik, şeffaflık
açısından çok yeni olan bazı düzenlemeleri de beraberinde getiriyor. Nejat Bey bu kredinin alınmasının topluluğumuz açısından olan öneminden hep
söz ederdi ve bu önemin sadece finansal katkıdan
dolayı olmadığını da vurgulardı.
Çalışmalarına başladıktan sonra yabancı bir
danışmanın katkısına ihtiyaç duyuyor. Çünkü,
ilaç sanayisi o sırada Türkiye’de çok yeni olduğundan dolayı fazla uzman ve konuyu bilen
mühendisler bulunmuyor. Almanya’da o dönemde
çok ilerde olan bir uzmanı Türkiye’ye getiriyor,
tüm işletim sistemlerini teknik ve yönetim açısından oluşturmasını sağlıyor. Nejat Bey, bunun
müesssesenin yönetim düzeni ve ilaç sanayinde
çok büyük önem taşıyan teknik düzeni açısından
büyük katkı sağladığını hep vurgulamıştır.
Bir başka aşama yabancı kuruluşlarla yapılan
lisans anlaşmalarıdır. İlaç sanayinde bu anlaşmalara çok ihtiyaç duyuluyor. Bugün de yerli
kuruluşlarımızın yabancı lisanslarla çalıştığını
görmekteyiz. On yedi kuruluşla Eczacıbaşı İlaç
Fabrikası lisans anlaşmaları yapıyor ve dünyanın
en ileri gelen ilaç firmalarından “know-how” alıyor. Her birinin Eczacıbaşı’nın kurulmakta olan
ilaç tesislerine birikimleriyle katkısı oluyor.
Gerçekten bir araya getirilmesi zor olan bir bilgi
birikimi ortaya çıkyıor.
İlaç sanayinde o yıllarda bir Türk kuruluşunun
devreye girmesi, üretime başlaması bir bakıma
şaşırtıcı bir olay. Çünkü o yıllarda, kamuoyunun
Türk sanayisine pek güveni bulunmuyor. Her
şeyin iyisinin yurtdışında imal edildiğine dair bir
görüş yaygın. Hele ki ilaç sanayinde mutlaka
güven sağlanması ve hekimlerin güvenerek yazması gerekiyor. Bu nedenle Türkiye’de imalat
yapan bir firmanın nasıl başarılı olacağı çok tartışılıyor. Türk ilacını Türk hekimine ve kamuoyuna kabul ettirmek gerçekten zor bir iş. Ancak bu
durumun bazı yararları da olmuştur. Çok güçlü
rakipler karşısında kendini kabul ettirme zorluğunu başarabilmenin gerektirdiği çaba kuruluşu çok
ileri tekniklerle çalışmaya, örnek alınan yabancı
rakipleri yakından izlemeye ve onların hem yönetim hem de teknik açıdan yaptıklarını adapte
etmeye teşvik etmiştir. Kuruluşun sağlam temeller üzerine kurulmasının bir nedeninin de hep bu
olduğunu düşünmüşümdür.
Daha kuruluşun ilk aşamalarında Nejat Bey profesyonelliğe olan inancından dolayı Türkiye’de profesyonel yönetimin gerçekleşmesi ve yerleşmesi için
bazı girişimlerde bulunmuş. Bunlar yıllar içersinde
çeşitli kurumların kuruluşlarına katkı şeklinde ortaya çıkmış. Bunlardan biri 1950’de İstanbul Üniversitesi, İşletme Fakültesi İşletme İktisadı
Enstitüsü’nün kuruluşudur. Nejat Bey bu kurumun
Türkiye’de profesyonel yetişmesine değerli katkılar
yapacağına her zaman inanmış. Bir başka kurum
1966 yılında kurulan Türk Sevk ve İdare Derneği
olmuş. Nejat Bey bu kurumun kurucuları arasında
bulunmuş. Dernek, hem müşavirler yani danışmanlar yetiştiren ve danışmanlık hizmetleri veren, dolayısıyla profesyonel yönetime katkı veren bir kurum
olmuş. Bir diğer kurum ise Türk Eğitim Vakfı.
Nejat Bey, rahmetli Vehbi Koç ile birlikte çok
yoğun çalışmalar yapmış.
Bu üç kurumun kuruluşuna ilişkin anılarını da
kendisinden sıklıkla dinlemişizdir. Şöyle ifade
ederdi: “Biz, bu kurumları oluştururken başkalarının katkılarına da ihtiyaç duyduk. Vehbi Bey ile
birlikte iş adamlarının kapılarını çaldık, bu girişimleri anlatmamızı istediler. Bu kurumların
onlara profesyonel yönetici yetiştireceğini anlattık. Profesyonel yöneticinin ne olduğunu sordular.
Profesyonel yöneticinin bu konuda uzmanlaşmış
olup, onların işlerini onlardan daha iyi yönetebilecek nitelikte olduğunu ifade ettik ve gülümsemeyle karşılaştık. Çünkü bir işi kurmuş olan bir insan,
aile fertlerinin de o kuruluşta görev almasıyla
geleceğini güvence altında hissediyor.” Nejat
Bey, o zamanki girişimcilerimizin, yabancı birinin
37
itibar
şirketlerini yönetmesini, böyle bir gerekliliğin
olduğunu genelde gülümsemeyle karşıladıklarını
anlatırdı. Onun sözlerinden bir alıntı yapmak istiyorum: “ Kuruluşları iyi niyetle yönetmeye çalışırken, özellikle bilmeden yapılan tüm hatalardan sakınmak gerekir. Kurucunun onuru, birçok
kuruluşu iflasa götürmüş; çoğu iş yerlerini ilk
kurucunun ‘her şeyi herkesten daha iyi bilirim’
savına kurban etmiştir.” Nejat Bey burada bizim
her zaman bir erdem olarak algıladığımız onurun
bazen bir zayıf nokta oluşturduğuna işaret etmek
istiyor.
Bizim topluluğumuzda özellikle 1960’ların ikinci yarısı, kurumlaşma açısından önem taşıyan
başka çalışmalar zinciriyle geçti. İngiltere’den
gelen bir profosyonel danışmanlık kuruluna yap-
38
tırılan geniş çaplı bir re-organizasyon çalışmasıydı. Kurumlar oluşurken bu kurumlardaki yöneticilere ve uzmanlara bazen çok bilimsel veya çok
sistematik ilkelere göre görev verilmiyor, kendiliğinden oluşuyor, ilişkiler kendiliğinden gelişiyor. Günün birinde bir bakıyorsunuz ki doğru
insanlar doğru yerlerde değiller, organizasyon
ilişkileri olması gerektiği gibi değil. İşte o zaman
bu tür çalışmalara gerek olabiliyor. Tabi ki birçok rahatsızlık da bu tip çalışmaların beraberinde geliyor. Değişime karşı direnç ortaya çıkabiliyor veya görevlerinden ayrılmak zorunda kalan
insan olabiliyor.
Özellikle 1970’li yıllar bir büyüme ve yayılma
dönemi oldu. Kurumlaşma ve organizasyon açısından bambaşka bir sorun kaynağı yeni alanlar-
“
“
Bilmediği alanlarda girişim yapanlar,
pek de hesapta olmayan sorunlarla
karşılaşabiliyorlar.
da girişimler başlatmak oluyor. Bütün yararları
ve zorlukları ile bizim topluluğumuz da böyle bir
dönemden geçti. Yönetim Kurulu Başkanı olarak
görev yapmaya başlamış olan kurucunun çok da
fazla hakim olamayacağı; ancak aynı çatı altında
çalışması gereken çeşitli üniteler oluşuyor.
Bunların nasıl yönetileceği, yetki dağılımının
nasıl yapılacağı, koordinasyonun nasıl gerçekleşeceği organizasyon açısından önemli bir sorun
teşkil ediyor. Stratejik açıdan ise, bir kurumun
stratejisinin nasıl olması gerektiği ilk defa çok
önemli bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Bu
kurumların, bugüne kadar tecrübesi olmayan bir
kuruluşun çatısı altında oluşması, başarılı olup
olamayacakları tartışmasını doğuruyor.
Girişimcinin psikolojisi son derece önemli. Kişi o
zamana kadar gayet başarılı olmuş ve bilmediği
alanlarda girişimlerde bulunmayı fazla bir kaygı
duymadan yapabiliyor. Çünkü en başta da bilmediği bir alanla pek çok aksi görüşe rağmen başarabilmiş durumda. Bu sefer de yapabileceğini düşünüyor. Ancak pratikte bu durum böyle olmuyor. Bu
nedenle bilmediği alanlarda girişim yapanlar, pek
de hesapta olmayan sorunlarla karşılaşabiliyorlar.
Bu durum iyi sonuçlar da, çok büyük zararlar da
verebiliyor. Hepsinin örnekleri var, bir kural belirlemek çok zor. Bir yandan riskleri yaymanın faydası, öbür yandan bilmediğiniz bir alanda savaşmanın
getirdiği güçlükler bulunuyor. Biz de böyle bir
dönemden geçtik ve stratejik açıdan çok büyük
hatalar da yaptık. Bilmediğimiz alanlarda yatırımlar yaparak başarısız olduk. Ama daha sonraki
dönemlerde bunları rasyonalize etme ve topluluğumuzun çalışmalarını belirli alanlara odaklama şansını elde ettik.
1980’li ve 1990’lı yıllar yabancı ortaklıkların
kurulduğu yıllar oldu. Bu dönem de kurumlaşma
açısından hangi açıdan bakarsanız, hem bir fırsat
hem de bir sorun teşkil etti. Belirli alanlarda pek
çoğu %50-%50 ilkesine göre yabancı ortaklıklar
kurduk. Yönetimi paylaştık. Bu formül zor;
çünkü nihai bir karar mercii yok, iki ortak da eşit
haklara sahip. Bu nedenle bazı stratejik konularda kararsız kalınmaması için yönetim ilkelerinin
çok iyi düşünülmesi ve sözleşme ilkelerinin çok
dikkatli belirlenmesi gerekiyor. İyi yapılırsa çok
iyi sonuçlar alınabiliyor. Çünkü bizim deneyimimize göre diğer türlü, bir ortak pasif konumda
oluyor ve bu tarz ortaklıklar pek uzun ömürlü ya
da başarılı olmuyor.
Daha sonra organizasyonel açıdan kurumlaşma
çalışmalarımızı sürdürdük. Yabancı ortaklıkların
topluluğumuza çok şey kattığını söyleyebilirim.
Ortaklarımız dünya çapında kurumlardı; onlardan öğreneceğimiz çok şey vardı. Hepsinin ortak
olduğumuz kurumlara yönetim teknikleri açısından ciddi katkıları oldu. Bu katkıları özümsemeye ve topluluğumuzdaki başka şirketlere yaymaya çalıştık. Bu ortaklıkların getirdiği deneyimden
azami ölçüde faydalandık.
Kurucumuz 1993 yılında aramızdan ayrıldı. O
yıllardan sonra rahmetli Şakir Eczacıbaşı, Nejat
Bey’in kardeşi topluluğumuzda bir süre Yönetim
Kurulu Başkanlığı yaptı. Şakir Eczacıbaşı, Nejat
Bey’in çok yakın çalışma arkadaşı olmuştu, deneyimi ilaç alanındaydı. O zaman, topluluğumuz
çok farklı alanlara girmiş olduğu için, profesyonel yönetim ön plana çıktı. Şakir Bey’in Yönetim
Kurulu Başkanlığı döneminde kendi alanında
uzman profesyonel yöneticilerimizin toplulukta
ağırlığı daha da arttı.
Şakir Bey’in emekli olmasından sonra Yönetim
Kurulu Başkanlığını ben üstlendim. Aile bireyi
39 itibar
“
“
Aile bireylerinin toplulukta görevlendirilme
ilkeleri, topluluğun başarısı ve hayatta
kalması açısından büyük önem taşıyor.
olarak benden başka, kardeşim Faruk Eczacıbaşı
toplulukta görev almaktaydı. Yaptığımız düzenlemeyle her ikimiz de holdingin Yönetim Kurulu’nda
görev alarak icra görevleriyle profesyonel yönetim
görevlerinin hepsinin profesyonel yöneticilerde
kalmasını sağladık. Bugün de Eczacıbaşı
Topluluğu’nda düzen bu şekildedir. Aile bireyleri
yönetim kurulunda yer alırlar, kuruluşların yönetimi, topluluğun yönetimi profesyonellerin elindedir.
Bunun çok önemli bir ilke olduğuna ve bundan
sonraki kuşaklar tarafından da uyulması gerektiğine inanıyorum. Aile bireylerinin toplulukta
görevlendirilme ilkeleri, topluluğun başarısı ve
hayatta kalması açısından büyük önem taşıyor.
Aile kuruluşlarının bir kuşaktan diğerine geçme-
“
Aile bireyleri ya
Yönetim Kurulu’nda
kuruluşun hissedarı
olarak görev almalı ve
icraya karışmamalı
ya da icrada görev
alarak Yönetim
Kurulu’nda görev
almamalıdırlar.
“
sinde sorunlar olduğunu çok iyi biliyoruz. Birçok
aile şirketinin bu kuşaklar arası geçişi başaramadığını biliyoruz. Bunların nedenlerine baktığımızda ise çoklukla karşımıza çıkan, yeteneği yeterli
olmayan aile bireylerine başaramayacakları
görevler verilmesi oluyor. Bu şekilde de başarılı
profesyoneller kurumda görevlendirilemiyor.
40
Aile bireylerinin görevlendirilmesinde iki önemli
ilke olduğunu düşünüyorum. İlk olarak, aile bireylerinin görevlendirilmesi mutlaka liyakat esaslarına göre olmalı ve onlara kapasitelerini aşan görevler verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. İnsanın
oğluna ya da kızına objektif yaklaşabilmesinin çok
zor olduğunu biliyorum; ancak bu konuda gayret
sarf edilmesi gerektiğini düşünüyorum. O genç
insanların da mutluluğunun, aynı zamanda kurumun geleceğinin güvence altına alınmasının bunu
gerektirdiğini düşünüyorum. İkinci önemli ilke ise,
bu genç insanların hem hakim hem savcı konumuna sokulmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu
görevlerde mutlaka bir seçim yapılmalı ve bu aile
bireyleri ya Yönetim Kurulu’nda kuruluşun hissedarı olarak görev almalı ve icraya karışmamalı ya
da icrada görev alarak Yönetim Kurulu’nda görev
almamalıdırlar. Yönetim Kurulu’ndaki mevkileri
ya ailenin daha yaşlı bireylerine ya da kuruluş
dışından gelen bağımsız üyelere bırakmalılar. Bu
ilkelere uymanın aile kuruluşlarının geleceği açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Aile kuruluşlarının bazen sanki geçmişte kalmış bir
devrin olguları olarak algılandığına rastlarız.
Modern dünyanın çok büyük çaplı, halka açık şirketlerden oluştuğuna dair bir inanç zaman zaman
ortaya çıkar. Hiç kuşkusuz bu şirketler son derece
önemlidir. Aile şirketlerinin halka açılması, sermaye piyasasıyla bütünleşmesi de son derece önemlidir. Ama, aile şirketlerinin geçmişte kalmış bir olgu
olduğu görüşüne de katılmadığımı belirtmek istiyorum. Aile şirketleri bugün dünyada sadece bizim
ülkemizde değil, çok gelişmiş Batı ülkelerinde de
önemli yer tutuyor. Her ülkenin milli gelirinin büyük
bölümünü oluşturuyorlar. Bu nedenle de aile şirketlerinin sağlığı ekonomiler açısından büyük önem
taşıyor. Başka şirketlere göre bazı üstünlükleri
bulunuyor. Daha uzun vadeli düşünebiliyorlar, üç
aylık dönemlere göre değil; daha uzun dönemlere
yayılan kriterlere göre başarılarını değerlendirebiliyorlar. Kurum kültürünü tutarlı biçimde yerleştirebiliyorlar ve sürdürebiliyorlar.
Bizim önde gelen iş adamlarımızla geçmişte çalışma
fırsatı yakaladık. Bu açıdan kendimi şanslı hissediyorum. Bu iş adamlarından biri rahmetli Vehbi Koç.
Dünyada çok az görülmüş bir yetenek. Ben kendisini
tanıdığım zaman Vehbi Bey, Koç Topluluğu’nu çoktan üst düzey bir profesyonelliğe eriştirmişti. Koç
Topluluğu bugün de hala profesyonelliğin en üst
düzeyde bir örneğidir. Hep, Vehbi Bey bunu çok
erken aşamalarda gerçekleştirseydi acaba onun
başarısı tekrarlanabilir miydi diye düşünmüşümdür.
Bunu, çeşitli kademelerden geçtikten sonra gerçekleştirmiş olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde Sabancı Topluluğu her Türk işadamının övünmesi gereken, dünya çapında bir başarı
olarak karşımızda duyuyor. Saygıyla andığım ve
yakından tanıma onuruna eriştiğim Sakıp Bey’in
buradaki rolünü düşünüyorum. Sakıp Bey acaba çok
erken devrelerde profesyonel yöneticilere Sabancı
Topluluğu’nu bıraksaydı bugün karşımızda aynı
Sabancı Topluluğu olur muydu? Bunu Sabancı
Topluluğu’nun profesyonel yöneticilerini kesinlikle
küçümsemek için söylemiyorum. Profesyonel yönetimin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalıştım. Ama, bu liderlerin, bu kurucuların bir aile şirketi kültürünü yerleştirmeleri ve sürdürmelerinin
belirli aşamalara kadar bunu devam ettirmelerinde
çok önemli olduğunu düşünüyorum. Biz de
Eczacıbaşı Topluluğu olarak hala bir aile şirketiyiz.
Profesyonel yönetiminin ne kadar önemli olduğunu
bilmeme ve vurgulamaya çalışmama rağmen;
ancak bir çelişki görmeden aile şirketinin de önemini vurgulamak istiyorum. Aile şirketleri bir
devamlılık sağlayabiliyorlar, bu devamlılık toplumun içersinde de bazı ihtiyaçlara cevap verebiliyor. Özellikle hızlı değişim dönemlerinde toplumlarda bir kalıcılığa, sürekliliğe, istikrarlı kurumlara bir yatkınlık oluyor. Aile şirketleri bunu da sağlayabilen ekonomik birimler olarak ortaya çıkıyorlar. Bir kurum kültürünün daha sonraki nesillere
intikalinde aile şirketleri önemli bir araç oluyor.
Bizim topluluğumuzdan örnek verecek olursam,
41
itibar
Nejat Bey’in kendine mahsus bazı düşünceleri,
ilkeleri vardı. Onları yaşamı boyunca bizlere
aktarmaya çalıştı. Toplumsal yaşamın her alanında katkıda bulunmak gibi bir arzusu vardı. Bu
yönde çalışmalar yapardı. Ben bunu çok erken
yaşlarda pek fazla anlayamadığımı itiraf etmek
isterim. “Acaba babamız bütün vaktini işlere ayırmak gerekirken neden vakıflar, dernekler kurmak
peşinde? Acaba bütün vaktini işlere ayırsa bizim
topluluğumuz çok daha iyi yerlerde olmaz mıydı?”
diye düşünürdüm.
Ama yıllar geçtikten sonra doğruyu yaptığını
düşünüyorum. Çünkü kendi düşünce tarzını sözlere dökmeden, dersler haline sokmadan kabul ettirmiş ve bizi böyle bir kalıp içerisinde yetiştirmiştir.
İşte bu devamlılık ve kurum kültürünü yerleştirme, aile şirketlerinde çok etkin olarak başarılabiliyor. Bu devamlılığa örnek olarak birkaç rakam
verebilirim. Topluluğumuz, Eczacıbaşı Tıp Ödülleri ile 48 yıldır bilimsel araştırmaları destekliyor.
Nejat Bey’in öncülüğünde kurulan Türkiye
Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) 46
yıldır toplumsal ve ekonomik sorunlara yönelik
42
çözüm arayışlarına katkıda bulunuyor. Eczacıbaşı
Bayan Voleybol Takımı 17’si arka arkaya 26 yıl
şampiyon olarak Guinness Rekorlar Kitabı’nda
yer aldı. Uluslararası İstanbul Festivalleri’nin 40
yıldır destekçisiyiz. Bütün bunlar gibi başka
örnekler de belirtebilirim. Yıllardır süren birçok
girişimimiz var. Bence bunlar, toplumdaki süreklilik ve istikrar ihtiyacını karşılayan etkinlikler
olarak önem taşıyor. Bu işlevin yerine getirilebilmesi ise özel bir girişimcinin kurduğu, kültürünü
belirlediği bir aile şirketi sayesinde oluyor.
Gerçekten de profesyonel yöneticilerin bu işlere
yatırım yapacak cesareti göstermelerini düşünmek
biraz zor.
Değerli dostlarım, bir aile şirketinin saydığım bu
yararlarının, uzun vadeli olarak devam edebilmesi,
başarılı ve uzun ömürlü olmasına bağlıdır. Tüm
canlı organizmalar gibi şirketlerin de varlıklarını
sürdürebilmeleri, koşulların gereklerini yerine getirmeleriyle mümkün olabiliyor. Bu bakımdan,
Eczacıbaşı Topluluğu örneğinden yola çıkarak, şu
sonuçlara varabileceğimizi düşünüyorum: Kurucular
ve onları izleyen aile üyeleri, ilk olarak işlerin gerek-
“
tirdiği zaman ve ölçülerde yönetim süreçlerinin
tanımlanmasından, profesyonellerin yetkilendirilmesinden; ikinci olarak da bağımsız denetimden kaçınmamalıdırlar. Aile içi sorunların işe yansımasının
önlenmesi için, kurucudan sonraki sorumlulukların,
henüz o işin başındayken tarafların rızasına bağlı bir
anlaşma ile belirlenmeli ve aile bireylerinin şirket
yönetimine liyakat esaslarına bağlı olarak katılmaları sağlanmalıdır. Özetle, bu ilkelerin kuruluşlarımızın geleceğini güvence altına alması açısından
önem taşıdıklarına inanıyorum. Bunları sizinle tartışmaya ve başka alanlarla ilgili sorularınız varsa
onları da memnuniyetle yanıtlamaya çalışacağım.
Soru: Sizin burada dile getirdiğiniz diğer faaliyetleriniz, bence son zamanlarda yaptığınız müze
faaliyetinin yanında önemsiz kalıyor. Çünkü, bunları yapmanız kendi geleceğinizle ilgili. Ancak,
müze ve kültür faaliyetleriniz tüm toplumu ilgilendirdiğinden dolayı ben daha önemli buluyorum.
Gerçekten muhteşem bir müze yaptığınız için sizi
tebrik ediyorum. Fakat, eksik olduğunu düşündüğüm bir noktayı paylaşmak isterim; resim sanatının Türkiye’de yaklaşık 150 yıllık bir geçmişi var.
Bunun dışında, kendi klasik bazı sanatlarımız var;
hat sanatı etrafında şekillenen, kendi öz sanat dallarımız mevcut. Hat sanatı ile ilgili bir çalışmanız
olacak mı? Yani bir İstanbul Modern gibi, Türkİslam Sanatları Müzesi gibi bir çalışma düşünür
müsünüz?
Bülent Eczacıbaşı: Teşekkür ederim, çok önemli
bir konu. İstanbul Modern tabi belirli bir alanda
çalışıyor. Belirttiğiniz konuyu İstanbul Modern
çatısı altında ele almanın pek mümkün olmayacağını düşünüyorum. İstanbul Modern’in bir diğer
kurucusu da bildiğiniz üzere Başkanımız Ethem
Sancak. Kendisi bu konuda ne düşünür bilmiyorum
ancak, her müzenin belirli bir uzmanlık alanı
olması gerekir. Aksi takdirde asıl yapmak istediğini de yapamaz. Ne teşhir alanı yeterli olur ne de
yapıtların satın alınması için ayrılacak fonlar
yeterli olur. Bu nedenle her müze kendine bir alan
seçmelidir. İstanbul Modern de kendine modern ve
çağdaş sanatı seçti. Çünkü, asıl eksiklik bu alandaydı. Geleneksel sanatlarımızla ilgili gerçekten
övünebileceğimiz kurumlar var. Yenileri de mutlaka açılmalıdır; ancak diğer alanda hiç müze yoktu,
bu alana yönelmemiz gerekiyordu.
Bugün, Sabancı Müzesi’nde konunun uzmanı değilim ancak çok zengin olduğunu duyduğum beğenilen bir koleksiyon var. Bunu daha küçük bir alanla ve daha küçük bir koleksiyonla taklit etmeye
çalışmanın İstanbul Modern açısından doğru olacağı görüşünde değilim. Ancak, sizin belirttiğiniz
fikir bence geniş anlamda yorumlanırsa çok önemli başka bir nokta içeriyor. Geleneksel sanatlarımız ve çağdaş sanatlar arasında köprüler kurmaya çalışmalıyız. Birbirinden apayrı alanlar olarak
bunlara bakamayız. Bunun bizim görevlerimiz
arasında yer aldığını düşünüyorum. İstanbul
Kültür Sanat Vakfı’nın bir sorumluluk taşıdığına
inanıyorum. İKSV’de iki sene önce başkan olarak
görev aldım. Amaçlarımızı ve politikalarımızı tekrar gözden geçirdik ve belirttiğiniz bu konu üzerin-
“
Aile bireylerinin şirket
yönetimine liyakat
esaslarına bağlı olarak
katılmaları sağlanmalıdır.
“
“
Tüm canlı organizmalar gibi şirketlerin de
varlıklarını sürdürebilmeleri, koşulların
gereklerini yerine getirmeleriyle mümkün
olabiliyor.
43
itibar
de çok durduk ve bundan sonra da duracağız.
Modern ve çağdaş sanatımızı hem dünyadan hem
de geçmişimizden kopuk alarak ele alamayız.
Yerel olanla evrensel olanın arasında köprüler
kurmak durumundayız. Çağdaş ve modern olan ile
geleneksel olanın arasında köprüler inşa etmeliyiz. Bugüne kadar eksik kaldığı görüşünü ben de
taşıyorum, bunları telafi etmeye çalışacağız.
Soru: İKSV’nin kırk yıllık bir öyküsü var. Her yıl
daha da yaygınlaşmış, sponsorlukları artmış, her
bireyin daha da çok benimsediği bir başarı öyküsü. Bu başarının sırrını bizimle paylaşır mısınız?
Bülent Eczacıbaşı: İKSV, ilk günden itibaren sağlam temeller üzerine, çok uzun bir hazırlıktan
sonra kuruldu. Bu kuruluş serüvenini çok iyi hatırlıyorum. 1960’lı yıllarda Nejat Bey’in çalışmaları
arasında İKSV çok önemli bir yer tutardı. O
zamanlar ben ortaokul öğrencisi olarak akşam
yemeklerinde babamın iş alanlarıyla eşit derecede
İKSV’nin kuruluş hazırlıklarından bahsetmesini
heyecanla ve merakla dinlerdim. Sekiz yıl süren
kuruluş çalışmalarının ardından vakfın kuruluşu
44
1972’de gerçekleştirildi. 1973 yılında da ilk festival yapıldı; bu sene de 40. festival yapılıyor, biz de
kırkıncı yılımızı kutluyoruz.
Sağlam temeller üzerine kurulu bir vakıf olarak
ortaya çıktı İKSV; adımlarını planlayarak attı. İlk
etkinlik olan müzik festivalinden sonra diğer etkinlik festivalleri başladı; caz, film, tiyatro festivalleri gibi birçok festival doğdu. Daha sonra bienal
başlatıldı. İlk defa olarak yepyeni bir alana girerek
ilk “tasarım bienalini” düzenliyoruz. Bizim için,
geçmişi olmayan, deneyimimizin olmadığı çok
önemli bir proje. Tasarım, Türkiye için çok önemli
olduğuna ve büyük bir potansiyelin olduğuna inandığımız, sanatın dışına çıkan, ekonomiyi ilgilendiren bir alan. İKSV planlı bir şekilde, adım adım
çalışmalarını genişletti. Öncelikle iyi yönetilmiş
olduğuna inanıyorum. Bir kurumun başarı sırrını
araştırırsanız, mutlaka iyi yönetim vardır. İyi
yönetilmeyen kuruluş tabiki başarıya ulaşamaz.
Tersi de geçerlidir ve başarısızlıklara başka bahaneler, gerekçeler bulmak da bence yersizdir. Bir
kuruluş başarısız olmuşsa eninde sonunda işin içerisinde yönetim hataları vardır.
“
Modern ve çağdaş sanatımızı hem
dünyadan hem de geçmişimizden kopuk
alarak ele alamayız. Yerel olanla evrensel
olanın arasında köprüler kurmak durumundayız.
Çağdaş ve modern olan ile geleneksel olanın
arasında köprüler inşa etmeliyiz.
“
Soru: Tecrübelerinizi bizimle paylaştığınız için
teşekkür ederim. Tecrübelerinizi kendi çocuklarınıza aktarmak için ne gibi bir yöntem izliyorsunuz?
Onları eğitim ve öğretimlerinde serbest bırakıyor
musunuz yoksa yönlendiriyor musunuz? Sadece
kendi çocuklarınızın değil, ülkemizdeki çocuklar
için eğitim öğretim faaliyetlerinde bulunuyor musunuz? Bu konuları biraz açar mısınız?
Bülent Eczacıbaşı: Çocuklarımızı yönlendirme
meselesi gerçekten çok hassas bir konu. Çocukları
olanlarımız eminim bunu çok yakından bilirler;
hem yönlendirmek lazım, hem de yönlendirirken
çok dikkatli olmak gerekiyor. Ailemiz dışında
deneyimlerimizi paylaşmak, yapmaya çalıştığımız
ancak yeterince yapamadığım bir şey. Zaman
zaman beni bugünkü toplantı gibi onurlandıran
çağrılar alıyorum. Ancak hepsine yetişme imkanım olmuyor. Belki gençlere işlerimizi daha fazla
devrettiğimiz dönemlerde bu olanaktan daha fazla
yararlanırlar diye düşünüyorum.
Soru: Öncelikle teşekkür etmek istiyorum, çünkü
babanızın kuruluşunda bulunduğu üç kurumdan da
destek aldım. Türk Eğitim Vakfı’ndan öğrenciyken
burs aldım. Sonra İşletme İktisadı Enstitüsü’nde ve
Sevk ve İdare Enstitüsü’nde eğitim aldım.
Uluslararası markaları satın alma konusunda bilgi
verebilir misiniz?
Bülent Eczacıbaşı: Son yıllarda bu durum bizim
için büyük önem kazandı. Türk kuruluşlar yabancı
markaları satın almaya başladı. Yakın zamana
kadar yabancı sermaye ile olan ilişkimiz
Türkiye’ye gelen kuruluşlarla ortaklık biçimindeydi yakın zamana kadar. Artık yeni bir aşama başladı. Türk kuruluşları farklı ülkelerde kuruluşlar
ve markalar satın almaya başladı. Biz de seramik,
yapı gereçleri ve banyo mobilyaları alanlarında
yurtdışından önemli markalar satın aldık. Tabi
Godiva gibi çok iyi bildiğimiz başka örnekler oldu.
Kendi kurumumuzun stratejisi açısından baktığım
zaman bu durumun çok yararı var. Çünkü kendi
markamızı o markaların düzeyine getirmek çok
büyük zaman, yatırım ve maliyet gerektiren bir
husus.
Mesela Vitra markasını örnek vermek gerekirse,
1980’lı yıllardan beri Almanya’da bulan Vitra
markamızı, kalite bakımından hiçbir eksiği olmamasına rağmen, Almanya’nın yerleşik markalarının seviyesine getirmek uzun bir zamana ihtiyaç
duyan ve maliyet gerektiren bir süreç. Bu süreçlerin neticelendirilmesi on yılda yirmi yılda mümkün
olmuyor. Marka satın almak bunu kestirme olarak
gerçekleştiriyor. Bildiğimiz zorlukları da var; bu
markaları bulmak, iyi fiyata almak çok kolay
değil. O markalarla birlikte bazen bir takım tesisleri de almanız gerekebiliyor; o kapasiteye ihtiyacınız olsa da, olmasa da almanız gerekiyor. O
tesisler bazen bizim tesislerimizin düzeyinin çok
altında olabiliyor. Uygun fiyata alabilmek ve aldığınız zaman da var olan bu sorunlarla baş etmek
çok kolay olmuyor.
45
itibar
ECZACIBAŞI HOLDİNG YÖNETİM KURULU
BAŞKANI SAYIN BÜLENT ECZACIBAŞI;
1949 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Alman
Lisesi’ni bitirdikten sonra yüksek öğrenimini
Londra’da Imperial College of Science and
Technology’de sürdürdü ve ABD’de Massachusetts
Institute of Technology’den kimya mühendisliği
dalında master derecesi aldı.
Çalışma yaşamına 1974 yılında Eczacıbaşı
Holding’de başlayan Bülent Eczacıbaşı, Topluluğun
çeşitli kuruluşlarında yönetim görevlerinde bulundu.
1991-1993 yılları arasında TÜSİAD Yönetim
Kurulu Başkanlığı, 1993-1997 yılları arasında
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV)
Kurucu Yönetim Kurulu Başkanlığı, 1997-2001 yılları arasında TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi
46
Başkanlığı, 2000-2008 yıllarında ise İlaç Endüstrisi
İşverenler Sendikası Yönetim Kurulu Başkanlığı
yaptı.
Halen Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı
olan Bülent Eczacıbaşı, TÜSİAD’ın Onursal
Başkanı, İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası’nın
Onursal Başkanı, İstanbul Modern Sanat Müzesi’ni
bünyesinde bulunduran İstanbul Modern Sanat
Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Başkanı, İstanbul Kültür
Sanat Vakfı (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanı,
TESEV Yüksek Danışma Kurulu üyesi ve Avrupa
Sanayicileri Yuvarlak Masası üyesidir.
Bülent Eczacıbaşı evli ve iki çocuk sahibidir.
Eczacıbaşı Topluluğu
Dr. Nejat F. Eczacıbaşı tarafından 1942’de temelleri atılan
Eczacıbaşı Topluluğu, sanayi alanındaki ilk girişimini, 1952’de
İstanbul’da kurulan Türkiye’nin
ilk modern ilaç fabrikası ile gerçekleştirdi.
Eczacıbaşı bugün, temel olarak
yapı ürünleri, sağlık, tüketim
ürünleri alanında, ulusal ve uluslararası pazarlara yönelik olarak
çalışan bir sanayi kuruluşları
topluluğudur. Topluluk yapısında, bu temel sektörler dışında
finans, bilgi teknolojileri, kaynak
teknolojileri, madencilik ve gayrimenkul geliştirme alanında
etkinlik gösteren kuruluşlar da
yer alıyor. Topluluk, dünyanın
tek çatı altında toplanmış en
büyük seramik sağlık gereçleri
fabrikalarından birine sahip
bulunuyor. Temizlik kağıtları
pazarında ise Türkiye'de liderliği
elinde tutuyor.
Topluluğun sermayesi halka açık
kuruluşlarını EİS Eczacıbaşı
İlaç, Sınai ve Finansal Yatırımlar
San. ve Tic. A.Ş., Eczacıbaşı
Yapı Gereçleri Sanayi ve Ticaret
A.Ş., Eczacıbaşı Yatırım Holding
Ortaklığı
A.Ş.,
Eczacıbaşı
Yatırım Ortaklığı A.Ş. ve İntema
İnşaat ve Tesisat Malzemeleri
Yatırım ve Pazarlama A.Ş. oluşturuyor.
Eczacıbaşı, altısı yabancı ortaklı
olmak üzere toplam 39 kuruluşu,
10.950 çalışanı ve 2011 sonu itibariyle 5,35 milyar TL cirosu ile
Türkiye'nin önde gelen sanayi
toplulukları arasında yer alıyor.
47 itibar
“
Gençlik Komitesi olarak Yüksek
İstişare Kurulu üyemiz Sayın
Ethem Sancak’ı ziyaret ettik.
“
Kandilli Kulübü Başkanımız Sayın Onur Soysal ve Yönetim
Kurulu Üyemiz Sayın Pınar Topdaş’ın katılımıyla, Gençlik
Komitesi olarak değerli büyüğümüz ve kulübümüzün Yüksek
İstişare Kurulu üyesi Sayın Ethem Sancak’ı tecrübelerinden
istifade etmek üzere ziyaret ettik.
Ethem Sancak: Sizin kuşakla konuşmak beni hem
çok mutlu ediyor hem de çok heyecanlandırıyor. Siz
geleceğimizsiniz; büyük ihtimalle bir süre sonra her
şeyi siz yöneteceksiniz. Bizden sonra bu ülkeyi alıp
götürecek olan sizlersiniz. Bu sebeple sizin nasıl
yetiştiğiniz çok önemli. Bir yönüyle sizler çok şanslısınız. Ülke güzel bir iklimde ve daha iyiye doğru
gidiyor. Devasa adımlarla geleceğe akan bir nehir
gibi ilerliyoruz. Tabi bu durum, sizlerin görevlerinizin de büyük olmasına neden oluyor.
İnşallah sizlerin işi ele alacağı sıralarda Türkiye,
dünyaya liderlik yapabilecek bir konuma gelecek.
Bu nedenle sizler sadece ülke sorunlarını değil,
dünya sorunlarını da çözmekle yükümlü olacaksınız. Yaptığınız tüm işlerde, bütün insanlığı düşünerek hareket etmeniz gerekecek. Yani şanslı
olduğunuz kadar aynı oranda görevleriniz çok
ağır ve büyük olacak. Bu yüzden sizin yaşıtlarınızla bir araya gelmek beni çok heyecanlandırıyor; bir an önce bildiklerimi aktarma telaşına
kapılıyorum.
Sizin sorumluluklarınız büyük, geleceğe iyi hazırlanmak için çok fazla çalışmalısınız. Yaptığınız
48
her ne olursa olsun en iyisini yapmak zorundasınız. Bir şeyin en iyisi olmak için ne kadar çalışmak gerektiğine ilişkin size bir örnek vermek istiyorum. Belki duymuşsunuzdur; Almanya’da bir
bilim insanı var; Profesör Fuat Sezgin. İslam
Uygarlığı tarihçisi; 87 yaşında ve 27 dil biliyor.
27 Mayıs darbesinden sonra, Teknik Üniversite’de
doçent olarak çalışmaktayken irticacı diye üniversiteden atmışlar. Tabii pırıltılı bir zeka olduğu için
Almanlar kendisini hemen fark etmişler;
Frankfurt’a davet ederek çalışmalarını sürdürmesi için hem imkan hem de kürsü vermişler.
Şimdiye dek toplam 2000 kitap yazmış. İslam
bilim ve uygarlığı üzerine 18 ciltlik bir kitabını
bitirmek üzere. Fuat Hoca’ya bu kadar çok üretebilmek için ne yaptığını sorduğum da, cevabı sadece “Çok çalışıyorum.” demek oldu. Örneğin, coğrafya biliminin Müslümanlara ait olduğunu ispatlamak için 3-4 yıl içerisinde 3 dil birden öğrenmiş;
Rusça, Portekizce ve Uygurca. Atmış yıldır hafta
sonları dahil her gün toplam 17 saat çalışıyor. Öğle
yemeği bile 7 dakikayı aşmıyor. Öyle çok çalışıyor
ki, Frankfurt’ta sadece üç yer biliyor; evi, okulu
ve kurduğu enstitü. Fuat Hoca örneği bize, bir
şeyin en iyisi olmak için ne kadar çok çalışmak
zorunda olduğumuzu gösteriyor.
Bir an önce sizin sorularınıza geçmek istiyorum,
zira benim de sizlerden öğreneceğim çok şeyler var.
Gençler çoğu şeyi bizden çok daha iyi biliyor.
Amerika’da yaşlılar ile gençlerden oluşan iki ayrı
kümeye bir anket yapmışlar ve sormuşlar; “Üçüncü bir gözünüz olsaydı vücudunuzun neresinde
olmasını istersiniz?”. Yaşlılar geriye bakmak için
enselerinde, gençler ise daha ileriyi görebilmek için
parmaklarının ucunda olmasını istemişler. Evet,
sizlerle bizim aramızda böyle ciddi bir fark var.
Söz buraya gelmişken bir şeyi vurgulamak istiyorum; anne-babaların, büyük bir titizlikle yetiştirdikleri çocuklarından kendi işlerini sürdürmelerini beklemeleri çok doğaldır. Ancak sizlerin bilmesi gereken, onların bu doğal eğilimine rağmen,
babalarınızın işini yapmak zorunda olmadığınızdır. Kendi eğilimlerinizi belirleyin; ancak farklı
bir tercihinizin olması halinde, bunu mutlaka çok
açık bir şekilde ebeveynlerinizle paylaşın.
Sizler kendi yeteneğinizi tespit ederken, annebabalar da kendi işlerini sürdürme noktasında
çocuklarına baskı yapmamalıdır. Herkesin kendi
babasının yaptığı işi yapmasını beklemek ne abes
bir şey... Her insanın sahip olduğu yetenek, kendine özgü ve farklı farklıdır. Öyle ki, hiçbir insan
birbirine benzemiyor. Eşrefi mahluk olarak
Allah’ın içimize üflediği nefesten dolayı, mutlaka
hepimizde bir yetenek vardır. Akıllı insanlar
çocuklarındaki bu yeteneği bulmaya çalışır ve o
ilahi yönlendirmenin gereği olarak çocuğunu o
yeteneği doğrultusunda destekler.
Bu söylediklerim ticaretin önemsiz bir uğraş olduğunu sizlere düşündürtmesin. Ticaret ve girişimcilik en kutsal meslektir. Hz. Peygamberimizin
mesleği ticarettir; hatta güvenilir kişiliğiyle ön
plana çıkmış çok parlak bir tüccardır. Ünlü hadislerinin birinde “Rızkın onda dokuzu ticarettedir.” demektedir. Evet, ticaret son derece önemli
bir meslek koludur.
Tüccar olmak için erkek olmak şartı yoktur.
Medeniyetimizin en başarılı tüccarı Hz. Hatice’ye
bakınız, kendisi ile evlenmeden önce Peygamberimizi
maaşla çalıştıracak kadar ileri görüşlü bir tüccardır.
Bizim medeniyetimizde ticarette kadın-erkek ayrımı yoktur. Peygamberimiz her işini eşleri ile birlikte yapmıştır. Kadın ile erkek söz konusu olduğunda
İslam’da eşitlik değil, beraberlik vardır. Kadın ile
49
itibar
“
Tabuları olmayan aktif bir girişimciyim;
içerisinde yaşadığım zamanı iyi okumaya
çalışıyor, gelişmeleri takip ediyor ve
kendimi uyarlıyorum.
“
erkek eşit olmaktan öte, birbirlerini tamamlayan
varlıklardır. Kadın-erkek omuz omuza bu medeniyeti yeniden inşa edeceğiz.
Ahmet Talha Kaya: Lisedeyken Sancak ailesine
mensup çok arkadaşım oldu; çok geniş bir aileniz
var. Bu kadar geniş bir aileyi düzen içerisinde bir
arada nasıl tutabiliyorsunuz? Bazen şirket yönetmek aile fertlerini yönetmekten daha kolaydır,
diye düşünüyorum. Bu süreci acaba siz nasıl
yönettiniz?
Ethem Sancak: Bizim ailemizin geleneksel olarak
sürdürdüğü bir gelenek vardı; dışarıya pek kız
verilmezdi. Bu nedenle bizde aile içi evlilikler çok
yaygındı; ben hariç tüm kardeşler akraba evliliği
yaptılar. Bizim ailemiz yaklaşık 1500 kişiden oluşuyor. Aileyi bir arada tutma konusunda, dedem
ve babamın bazı geleneklerimizi ısrarlı bir şekilde sürdürmeleri çok yararlı oldu. İlk İstanbul’a
geldiğimizde babam aileyi yönetiyordu. Ben de bu
insan kaynağını kullanarak şirketleri kurdum.
Dolayısıyla aile içerisinde iki merkez oluştu; şirket ve aile. Aile ile babam, şirket ile de ben ilgileniyordum.
İş ile ailenin farklı olması, bize çok büyük avantaj sağladı. Görevlendirmeleri yaparken aile
üyesi olmak daima yeteneğin gerisinde kaldı.
Öyle ki, bazen babası kapıcı, oğlu ise aynı şirkette genel müdürlük yaptı; bu disiplini hep muhafaza ettik. Biliyor musunuz, Peygamber Efendimiz
Mekke’yi fethettiğinde vali olarak bir müşriği
atamıştır. Bir sürü seçkin sahabenin yanında
neden müşrik bir kişiyi vali seçtiğini soranlara
ise, “Önemli olan aidiyetine bakmaksızın emaneti ehline vermektir.” diyerek insanlığa büyük bir
ders vermiştir.
50
Melike Zişan Topdaş: Ben siyasi kimliğinizdeki
değişimden yola çıkarak bir soru sormak istiyorum. Siyasi kimliğinizdeki değişim ile ticari
yaşamdaki seyriniz arasında bir ilişki olup olmadığını merak ediyorum.
Ethem Sancak: Benim kişisel tarihimi bilenler
siyasi kimliğimde yaşanan değişim ile ticari faaliyetlerim arasında hiçbir bağ olmadığı bilirler.
Zira bugünkü siyasilerin iktidardan çok uzak
olduğu yıllarda, 2001’den çok önceleri ben büyük
bir girişimci olarak vardım ve Forbes’un zenginler sıralamasında ilk 20 içindeydim. Sonra bir
şekilde Recep Tayyip Erdoğan ile yollarımız
kesişti. Onunla arkadaş oldum ve aradan 10 yıl
geçti. Şimdi Forbes’un son 20 listesindeyim.
Çok küçük yaşlarda oluşmuş bir okuma alışkanlığım vardı; hala yatmadan önce en az 3 saat okuyorum. Okumak bende artık bir meleke oldu.
Okuyarak kendimi aradığım o yıllarda Marksist
oldum. Marks, kitaplarının birinde Peygamber
Efendimizden, “insanlık tarihinin gelmiş-geçmiş
en büyük sosyal devrimcisi” olarak bahsediyordu.
Burada karşıma çıkan ve torunu olduğum bu
büyük insanı o günden sonra incelemeye başladım.
Bu benim İslam tarihine büyük bir ilgi ile eğilmeme neden oldu. Son 12 yıldır iyi bir İslam tarihi
okuyucusuyum. Sonunda döndüm, dolaştım ve
Marksist olarak başladığım yolculuğun sonunda
yuvaya geri döndüm.
Bugün siyasi iktidarı en çok ben eleştiriyorum.
Yaşamım boyunca hiçbir devlet ihalesine girmedim, girmeyi de düşünmüyorum. Sadece tabuları
olmayan aktif bir girişimciyim; içerisinde yaşadığım zamanı iyi okumaya çalışıyor, gelişmeleri
takip ediyor ve kendimi uyarlıyorum.
Merve Serire Topdaş: Ben şuan maaşlı olarak
çalışıyorum, ancak ileride ben de bir girişimci
olmak istiyorum. Siz üniversiteyi ailenizden çok
uzakta okudunuz ve sonrasında kendi işinizi kurdunuz. İş hayatında bir girişimci olarak yer almaya karar verdiğinizde, acaba sizi tetikleyen
düşünce ne oluştu?
Ethem Sancak: Aslında çok tesadüfen oldu. 12
Eylül darbesi olduğunda ben üyesi olduğum
Türkiye İşçi Partisi’nin ayrılmış ve askere gitmiştim. Eğer asker olmasaydım, büyük ihtimalle,
üyesi bulunduğum partinin diğer üyeleri gibi ben
de darbe sonrasında hapse atılacaktım; yani kıl
payı kurtuldum. Tabii bu süreçte parti kapatıldı
ve bana yapacak bir şey kalmadı; iş aramaya
başladım. Bir arkadaşım aracılığıyla Eczacıbaşı
şirketine girmeye çalıştım, fakat olmadı. Daha
sonra o arkadaş “Ben bir ecza deposu kuracağım, gel beraber kuralım.” dedi. Bunun üzerine
bir ecza deposu kurduk ve ben orda çalışmaya
başladım.
Kısaca, ben ticarete böyle bir tesadüfle girdim.
Burada benim İşletme Fakültesi mezunu olmam ve
siyaset yaptığım yıllarda insanı tanımış olmam
bana çok yardımcı oldu. İnsanı temel almak ve
insana değer vermek prensiplerini, hala hem kendi
hayatımda hem de iş yaşantımda büyük bir titizlikle sürdürüyorum. Yani 12 Eylül darbesi hayatımın
akışını değiştirdi.
Mehmet Kalyoncu: Peygamber Efendimiz bugüne
değin bize sadece dini bir figür olarak anlatıldı.
Ancak bu büyük görevinin yanında aynı zamanda
hem bir eş hem de bir babaydı. O’nun liderliği,
insanlarla kurduğu ilişki gibi sizi etkileyen en
önemli özellikleri nelerdir?
Ethem Sancak: Öncelikle, onu anlatmak benim
için büyük bir heyecan. O’nu tanımaya başladıktan
sonra daha fazla okumaya başladım. Ben onun
adına yazılan her kitabı okumaya çalışıyorum,
okudukça muazzam bir insan keşfediyorum.
Bizim din adamlarımız onu ölü bir figür olarak,
51
itibar
son derece sınırlı bir yönüyle anlatıyorlar. Oysa,
bizim için onda ölümsüz bir örneklik vardır.
Bence Peygamber Efendimiz, insanlık tarihinin
en büyük devlet adamıdır; daha aşılamamıştır.
Mutlaka her ay onun yaşamıyla alakalı bir kitap
okuyun. Sosyal yaşamdaki rolünü, hayata bakışını öğrenmek ve bunları uygulamak bence çok
önemli.
Enes Olpak: Çocukların iş hayatında rol alırken
ebeveynleri tarafından yönlendirilmemesi gerektiğini söylediniz. Biliyorsunuz kulüp olarak, aile
şirketlerinde yönetimin gelecek kuşaklara devredilmesi üzerinde durulan bir konu. Sizce aile üyeleri arasında yetki devri nasıl olmalı?
Ethem Sancak: Altını kalın bir şekilde çizmek
isterim; tabi ki hepimizin arzu ettiği işimizin
evlatlarımızca devam ettirilmesi. Fakat eğer
çocuklarımız işimizi sürdürmek istemezse, en
başında söylediğim gibi, ona baskı yapmayalım.
Mesela benim küçük oğlum çok yetenekli bir bas-
52
ketbolcu olmasına ve benim de kendisine bu yönde
telkinde bulunmama rağmen ısrarla “Girişimci
olacağım.” diyor. Kızım ise Bilkent’te genetik
okuyor ve laboratuar kurmak istiyor. Şirketlerin
geleceğe kalması çok önemli olmasına karşın,
girişimci olmak için bir eğiliminiz yoksa babalarınızın baskısına kesinlikle boyun eğmeyin.
Merve Soysal: Size şuana değin konuşulan konulardan farklı bir soru sormak istiyorum. Benim
özellikle ilgilendiğim bir konu olan Kentsel
Dönüşüm ile ilgili neler düşündüğünüzü merak
ediyorum. Biliyorsunuz TOKİ bünyesinde sürdürülen bu dönüşüm çalışmaları bir yönüyle bazı
insanları mağdur ediyor. Bu husustaki görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Ethem Sancak: Fiziki şekliyle kentsel dönüşüm
çalışmaları önemli bir mesafe kat etti; bu noktada
Hükümet muazzam işler yapıyor. Hem ekonomiyi
canlandırmak, hem de şehirlerin o kötü görünüşünden kurtularak insanlara daha iyi bir gelecek sağ-
“
“
Geleceğin dünyasında yer almak istiyorsanız
mutlaka bir takım kurmalısınız; ancak bu
takım benzeşlerinizden kurulu olmamalı.
lanmak için güzel bir proje. Ama yapılmakta olan
fiziki dönüşüm çalışmalarıyla koşut bir şekilde
bunun içinin de doldurulması gerektiğini düşünüyorum. Maalesef bu hususta bazı eksikler söz konusu.
Murat Çelik: Ben sizin yabancı ortaklığınızla alakalı bir soru sormak istiyorum. Acaba nasıl bir
stratejiyle, uluslar arası bir şirketle ortak olmaya
karar verdiniz?
Biz hala batıdaki kentlerin benzerlerini inşa etmeye çalışıyoruz. Okullarımızda hala, Batının “ben
merkezci” yaklaşımının uzantısı olan bir yaşam
perspektifine uygun bir mimari eğitimi veriliyor.
Oysa, bizim geleneksel kentlerimiz çok daha farklı
yapılara sahipti. Mesela 10. yüzyılda Bağdat kentini, aynı şekilde batıda inşa ettiğimiz Granada,
Kordoba, Palermo gibi insan doğasına uygun
dizayn edilmiş bu İslam kentlerini incelememiz
gerekiyor. Ama biz hala insan doğasına aykırı gökdelenler inşa ediyoruz.
Ethem Sancak: 2001 yılında Türkiye’nin itibarı
sıfırdı; siyasiler birbirine Anayasa fırlatıyordu.
Tam bu yıllarda iç pazarda hedeflediğimiz noktaya %40 pazar payı ile ulaşmıştık. Yeni pazarlar
için yurt dışına çıktığımızda randevu almakta dahi
zorlandık. Uluslar arası bir pasaporta ihtiyacımız
vardı. bu nedenle hem pazarımızı genişletmek hem
de şirketlerini geleceğe bırakma noktasında daha
tecrübeli olan batılı şirketlerden bir partner aramaya başladık. Ve İngilizlerle yolumuz kesişti ve
sistem gayet iyi işliyor. Şuan bu marka Türk menşeli bir marka olarak yaşıyor; merkezi İstanbul’da;
Türkiye’nin vergi mükellefi ve bu ülke insanına
istihdam sağlıyor.
Sena Saruhan: Ben psikoloji eğitimi aldım;
4+4+4 ile ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum.
Sizce şu anki düzenlemede öngörülen yaş erken
değil mi?
Ethem Sancak: Hem eğitim meselesini kendine
dert edinmiş birisi olarak hem de Eğitim
Gönüllüleri Vakfı ve benzeri STK’larda fiilen
görev alıp bu alanda ter döken birisi olarak söyleyebilir ki, yeni sistemde öngörülen okula başlama
yaşı kesinlikle erken değil. Tarihsel olarak baktığınızda eğitim yaşı çok daha erken yaşlarda,
mesela 4 yaşında başlar. Osmanlı Devleti’nde
imparatorluğun yönetiminde görev almak üzere,
Enderun’da çok donanımlı bir şekilde yetiştirilen
çocukların eğitimi 4 yaşında başlıyordu. Temel
kurgu 4 yaştır; bu insanın algılamaya başladığı
yaştır. Eğitime başlama yaşının geciktirilmesi,
tarihi çok eskilere gitmeyen, batılı sömürgeci güçlerin bilinçli olarak kurguladıkları bir stratejidir.
Onur Soysal: Son olarak izin verirseniz,
Kandilli Kulübü’nün gençleri için neler tavsiye
edersiniz?
Ethem Sancak: İzi kalsın diye çok fazla bir şey
söylemeyeceğim; benim en önemli tavsiyem, çok
fazla okuyun. Aynı zamanda çevrenizle mutlaka
iletişim içerisinde olun. Mutlaka benzeşleriniz
olmayanlarla ilişki kurun; benzeşlerinizle kuracağınız ilişki size çok fazla bir şey katmayacaktır.
Sizden farklı olanlarla ilişki içerisinde olmak, sizlere büyük bir zenginlik katacaktır. Geleceğin
dünyasında yer almak istiyorsanız mutlaka bir
takım kurmalısınız; ancak bu takım benzeşlerinizden kurulu olmamalı. Güçlü ve başarılı olmak için
farklılıkların bir araya geldiği bir takım kurmak
zorundasınız.
53 itibar
SADIK AYHAN SARUHAN
“
“
Ticarette kazansanız da kaybetseniz de,
yaşamınızda hep vizyonel bir bakışla
mütevazılık hâkim olsun.
SADIK AYHAN SARUHAN
SARUHAN ŞİRKETLER GRUBU YÖNETİM KURULU ÜYESİ
Sadık Bey, Rize’de başlayan ticaret yolculuğu Saruhan markasını sınırların
ötesine de taşıyarak devam etmiş ve etmekte. Sizce bu başarının altında
yatan en önemli faktör nedir?
Rahmetli babamız Hakkı Saruhan’ın bizimle nasihat olarak paylaştığı bir
sözüyle başlamak istiyorum; “Oğlum, çizginiz hep aynı kalsın; çizginiz değişmesin. Ticarette kazansanız da kaybetseniz de, yaşamınızda hep vizyonel bir
bakışla mütevazılık hâkim olsun.” Rahmetli amcamız Fevzi Saruhan’ın da şu
sözünü ilave etmek istiyorum; “Devlet, tavşanı kağnı arabasıyla yakalar.”
Devletin acelesi yoktur. Öncelikle ailemizden almış olduğumuz bu kültür bize
önce Allah’a, sonra devletimize ve milletimize karşı sahip olduğumuz önemli sorumlulukları hatırlatıyor. Ayrıca hem tüccar bir aileden gelmemiz hem
de kardeşler olarak yüksek tahsil yapmış olmamız nedeniyle, tabir yerindeyse, hem mektepli hem de alaylı olmanın avantajını kullanmaya çalışıyoruz.
Öncelikle çalışmayı çok seviyoruz. Bu durum, maddi kazancı ikinci planda
tutarak iş ortaklarımızla beraber; itibar, iletişim, birlikte kazanç, birlikte
sabır, azim, kaliteli eserler ve markalar yaratmak gibi bir misyonu ortaya
koymuştur. 25 yıl öncesinden bugüne baktığımızda ticaretimizde yükselen bir
grafik çizdiğimizi görüyoruz. Farklı sektörlerdeki faaliyetlerimiz ve markalarımızla, ulusal ve uluslar arası farklı markalarla rekabet eder duruma gelmişiz. Bu rekabet sert ve acımasız olmasına karşın, gelecek kuşaklarımızın
bu anlamda bizden daha iyisini yapacağını umarak, ilk günkü heyecanla global pazarlarda markalarımızla kalıcı olmanın gayreti içerisindeyiz.
54
İtibara Tuğla Koyanlar
55
itibar
“
Ortaklık yapısının iskeletini teşkil eden
‘şirket anayasasının’ oluşumu için
KOBİ’lerimizin hem yönlendirilmeye
hem de maddi desteğe ihtiyaçları vardır.
“
Avrupalı bir ortakla uzun yıllar çalışmış bir yönetici olarak, sizce Türk şirketlerinin yönetim anlayışı ile batılı şirketlerin anlayışı ve uygulama tarzı
arasında ne tür farklılıklar var?
Bilindiği gibi Batılı şirketler orta ve uzun vadeli
bir senaryo eşliğinde kendilerine bir projeksiyon
çizerler. Ticaret kanunları, bürokrasi onların bu
projeksiyonlarını gerçekleştirmeleri yolunda çok
müsaittir. Adeta Ar-Ge, pazarlama, ihracat teşviklerinde devletleri yanlarında yer almaktadır.
Ticaretlerinin daha eskiye dayanması, gerek devlet gerekse özel sektör yapısındaki kurumsallaşma sürecinin eskiye dayanıyor olması da önemli
avantajları olsa gerek.
Ülkemizin dışarıya açılma politikası özellikle
merhum Turgut Özal’la beraber başladı. Daha
sonra Gümrük Birliği Anlaşmaları ile gelen rekabet, cesur siyasi liderlerin ülkemizi dünyaya açma
politikaları, iş dünyamızın makro ölçekte global
düşünme ve ticaret yapmalarını beraberinde
getirmiştir. Burada kabul etmek gerekirse Türk iş
dünyası halen öğrenme sürecinde; fakat çabuk
adaptasyon sağlamaktadır. Bu global değişim
yalnız ekonomik anlamda değil sosyo-kültürel
anlamda da kendini göstermiştir. Birlikte çalışma, iş bölümü, planlı düşünme kısacası kurumsallaşma noktasında bir hayli reformlar ve devlet
desteklerine ihtiyacımız olduğunu söylememiz
gerekiyor. %98 KOBİ olan ülkemizde ortaklık
yapısının iskeletini teşkil eden ‘şirket anayasasının’ oluşumu için KOBİ’lerimizin hem yönlendiril-
56
meye hem de maddi desteğe ihtiyaçları vardır. Bu
anlamda hükümetin KOSGEB desteklerinin olduğunu biliyor ve bu tür desteklerin devam etmesini
faydalı buluyorum.
Bu konuda çok fazla olumlu ve olumsuz yorum
olması nedeniyle sizin de görüşlerinizi almak istediğimiz bir konu var; Türkiye’de aile şirketlerinin
geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemizde aile şirketleri sancılı bir değişim süreci yaşıyor. Son yıllarda ülkemizin dünyayla entegrasyonu karşısında hazırlıksız olan aile şirketleri
adeta fırtınaya yakalandı. Gerek ulusal, gerekse
uluslar arası pazarlarda büyümeyi hedefleyen alt
yapısı oluşmamış orta ve uzun vadeli projeksiyonları belirlememiş aile şirketleri büyümenin getirdiği gücü kaldıramaz, etkin rekabetin hakkını
veremez oluyor ve süratle inişe geçiyor. Yoklukta
olmayanı paylaşanlar, varlıkta olanı paylaşamıyorlar.
Öncelikle aile şirketlerinin başarılı ve kalıcı olabilmesi için gerekli olan ‘aile anayasasının’ yazıya dökülerek arkasında durmalı; bu da yeterli
değil, karşılıklı güven ve fedakârlık mutlaka tesis
edilmeli. Şirket ve aile anayasasında detaylar
ortaya konmalı (çalışma şartları, görev taksimi,
tatile çıkma, gelir durumu, hesap verebilirlilik,
hisse oranları v.b.) gibi kriterler netlik kazanmalıdır. Aksi takdirde iyi günde ya da kötü günde
birbirini sorgulama neticesinde güven ve huzur
kaçınca ayrılık kaçınılmaz olur. Şunun idrakinde
olmalıyız ki, bugün dünden daha çok birlikte
Bugün dünyada apaçık örnekleri vardır.
Sanayileşmiş ülkelere bakalım. ABD, 52 devletten
ibaret bir ortaklıktır. AB, 27 devletten ibarettir ve
yine de ortaklık sayısını arttırmaya devam etmektedir. Nafta, Efta gibi diğer devletlerarası anlaşmalar
hatta çokuluslu şirket birleşmeleri karşısında bizler
fert olarak bu bilgi ve sermaye yapısıyla bölünmelere gidiyoruz. Temelinde yukarda ifade etmiş olduğum eksiklikler ve eğitim yatıyor.
Grup şirketlerimiz, kardeşlerden kurulu bir aile şirketi. Yönetim kurulumuzu oluşturan kardeşlerin her
biri bir veya birkaç departmanı üstlenmiş; kendi
profesyonelleri ile çalışmayı sürdürmektedir. Bu
durumda iş ve görev taksimi net, çakışma olmuyor.
Yönetim kurulu toplanır; departmanlarına ait gelişmeleri paylaşır; adeta hesap verilir.
“
Çocuklarımızdan
istediğimiz olmazsa
olmaz iki temel şey
vardır; tahsil ve ahlak.
“
çalışmaya ihtiyaç hâsıl olmuştur. Hem iş hayatımızın hem de sosyal hayatımızın renkli ve sağlıklı
geçmesi için ortak çalışma elzemdir.
Çocuklarımıza da paylaşım kültürünü vermeye çalışıyoruz. Çocuklarımızdan istediğimiz olmazsa
olmaz iki temel şey vardır; tahsil ve ahlak.
Eğitimini bitirip şirketin bir departmanında çalışmaya başlayan çocuğumuzun varsa yeni projeleri
dinlenir; Yönetim Kurulu’nca kabul görülürse o
proje kendisine verilerek hem kendi ayakları üzerinde durması hem de şirketin atar toplardamarlarının
çoğalmasına zemin hazırlanır. Sürdürülebilir rekabette büyümek ve ileriye dönük pazarlarda kalıcı
olmak hedef olmalıdır.
57
itibar
Sadece son tüketiciye değil, B2B denilen, işletmeler arası pazarlamaya ihtiyaç duyulan ürünler de
portföyünüzde var. Bu açıdan bakıldığında,
Saruhan Şirketler Grubu olarak nasıl bir strateji
çiziyorsunuz. Sizce kitlesel pazarlama ile ticari
pazarlama arasında ne gibi farklılıklar var?
Faaliyet dallarımızdan özellikle kimya sektöründe
(deterjan hammaddesi, likit ve toz deterjan üretimi) ciddi bir kapasitemiz var. Ülkemizdeki ulusal
ve uluslar arası firmalarla rekabet içinde olduğumuz gibi, bu firmalarla hammadde veya mamül
olarak bu ürünlerin ticaretini yapmaktayız.
Öncelik kendi markalarımızla yola çıkmak hedef
olduğu gibi, kapasite elverdikçe rakip firmalarla
alışveriş yapmak da sektörde ciddi firmalar için
yapılması gereken bir ticarettir. Kalitenin yakalanması, kayıt dışılıkla mücadele, tam rekabete
açılım için sektörün bu anlamdaki firmalarının
bir araya gelmeleri gereklidir. Bir firmada eğer
statüko hakim ve kapalı ekonomi misali ticaret
yapıyorsanız o firmanın rakibi kendisidir.
58
Kitlesel pazarlamada amaç bayiler olmakla birlikte, son noktada tüketicilere dönük satış-pazarlama teknikleri ile ürünlerinizi bu ara mecralara
sunabiliyorsunuz. Yıllar öncesinde üretici hatta
toptancı iseniz, işinizin %80 kısmını halletmişsiniz diyebilirdiniz. Bugün işin %80 kısmını satışpazarlama oluşturmaktadır. Mobil ve sosyal medyayı kullanmak, bilişim teknolojilerin tüm nimetlerinden faydalanıp firmalarımızı ve ürünlerimizi
tüketiciyle buluşturmak kitlesel pazarlama noktasında önem arz etmektedir.
Pazarlama söz konusu olduğunda ticari veya kitlesel şeklinde bir tasnif yapmak artık çok pratik
bir ayrım değil. Çünkü siz öyle bir kurguyla hareket etmelisinizki, ürüne veya markaya yönelik
doğru bir algı üretmelisiniz. Tabii ki her iki alanın da yaklaşımları söz konusu; ancak algı üretmek ve yönetmek bakımından konuya yaklaştığımızda ticari veya kitlesel pazarlama ayrımı önemini yitiriyor. Önemli olan doğru ürün algısını
hedef kitleyle buluşturmaktır.
“
Bugün bilindiği gibi en büyük sermaye
bilgidir. Bu sermayeye sahip başarılı
girişimcilerle fikir teatisinde bulunmayı
büyük bir fırsat olarak görüyorum.
“
Sizin hem kurum, hem de kişisel olarak sivil toplum kuruluşlarında aktif olarak rol aldığınızı biliyoruz. STK’ların ülke ve toplum gelişimindeki
rolünden kısaca bahsedebilir misiniz?
Bir ülkede var olan ekonomik ve sosyo-kültürel
refah seviyesi, o ülkede demokrasinin varlığı ve
işleyişi ile ölçülür. Gelişmiş toplumlarda halkın
%70’e yakını en az iki veya farklı üç sivil toplum
kuruluşuna üye olmakla kalmayıp aynı zamanda
katılımcı olmaktadır. Ancak bu oran ülkemizde
maalesef % 15’ler civarındadır. Demokratik tepki
göstermeyen, fikirlerini paylaşmayan, adeta
duyarsız kalan toplumlar elbette farklı alanlarda
kendisini gösterecek olumsuz sonuçlara katlanmak zorunda kalmaktadırlar.
Son yıllarda ülkemizde yapıcı anlamda üreten,
sorun ve çözüm yollarını raporlayan STK’lar var
olup, biz iş dünyasını memnun etmektedir.
Serbest piyasa ekonomisinin işleyişi, kayıt dışılığa
karşı mücadele, can ve mal güvenliğinin sağlanması, farklı fikirlerin konuşulduğu, duyarlı bir
“
Bir ülkede var olan
ekonomik ve sosyokültürel refah seviyesi,
o ülkede demokrasinin
varlığı ve işleyişi ile
ölçülür.
toplum beraberinde, sağlıklı refah seviyesi yüksek
bir tablo ortaya koyar. Mikro ölçekten makro
ölçeğe, ancak bu şekilde kaliteli bir insan, huzurlu bir aile, mutlu bir toplum, güçlü bir ekonomi ve
istikrarlı bir devlet yapısı ortaya çıkar.
Son olarak, Kandilli Kulübü’nün toplantılarını
değerlendirdiğinizde, bir sosyal konsepte sahip bu
çatı altında gerçekleştirilen toplantıların sizin iş
hayatınıza ne tür katkıları olduğu, acaba bizimle
paylaşır mısınız?
Ekonomi dünyamızda sosyal kurgusuyla farklı bir
hizmet anlayışı içerisinde etkinliklerini sürdüren
Kandilli Kulübü önemli bir misyon üstlenmiştir.
Kendi alanlarında ticari veya sosyal başarılara
imza atmış; ülkemizin yetiştirdiği önemli şahsiyetleri Kandilli Kulübü, tecrübe paylaşımını sağlamak maksadıyla üyeleriyle buluşturmakla
önemli bir görevi ifa etmektedir.
Bugün bilindiği gibi en büyük sermaye bilgidir. Bu
sermayeye sahip başarılı girişimcilerle fikir teatisinde bulunmayı büyük bir fırsat olarak görüyorum. Bunun yanında Kandilli Kulübü, ekonomik
birikimlerin yaygın paylaşılmasına yaptığı katkıların yanında, özellikle hanımlar ile gençlerimize
dönük programları da çok büyük ilgi çekmektedir.
Özellikle kulübün sosyal içerikli faaliyetleriyle bu
birlikteliği oluşturan üyeler arasında daha yakın
bir ilişki tesis edilmektedir. Netice itibariyle
Cumhuriyetimizin 100. yılı olan 2023’e büyük
hedeflerle hazırlanan ülkemizin, farklı hedefleriyle
Kandilli Kulübü gibi örnek alınacak bir sivil toplum
hareketine ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz.
59 itibar
“
ELİF AYYILDIZ
“
“
Tecrübe paylaşım toplantılarında
gençler, büyüklerine nazaran
çok daha fazla şey öğreniyorlar.
ELİF AYYILDIZ
ÖZEL SAYGI HASTANESİ
Öncelikle bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
2009 yılında Fatih Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun
oldum. Ardından 2010 yılında Bahçeşehir Üniversitesi Sağlık Yöneticiliği
MBA programına başladım. Aynı zamanda 2009 yılından beri Saygı
Hastanesi İnsan Kaynakları Müdürlüğü görevini yürütüyorum. Bunun yanında çeşitli dernekler ve sivil toplum kuruluşlarında da çalışmalar yürütüyorum. Kandilli Kulübü, Fatih Üniversitesi Mezunlar Derneği, OHSAD.
Mühendislik temeli almış olmanızın, çalıştığınız bu farklı alanda size ne gibi
etkileri oldu?
İnsan Kaynakları yöneticiliği her ne kadar iletişime, insani ilişkilere ve sağlıklı diyalog geliştirme üzerine kurulu gibi görünse de işin aslında analitik
yönü de son derece ağır basıyor. İnsan kaynaklarında yaptığımız şey aslında
oldukça mühendislik yönü ağır basan üç aşamalı bir süreç. Birinci aşama
data mining yani veri toplama, ikincisi analiz, üçüncüsü ise karar evresi. Az
önce saydığım işin iletişim kısmı insan kaynaklarındaki veri toplama kısmında çok önemli. Yani karşınıza gelen insanı anlayabilmek, tanıyabilmek sağlıklı iletişim kurabilmek için işin sosyal boyutu devreye giriyor. Fakat ikinci
kısım yani analiz boyutu aslında bir nevi matematik hesabı. Zaten karar
sürecini de bu belirliyor.
60
Genç Vizyon
61
itibar
“
Kurumsallaşamayan aile şirketleri,
uzun vadeli olmak bir yana, orta vadede
dahi etkinliğini sürdüremeden dağılma
tehlikesi ile karşı karşıya kalabiliyor.
“
Türkiye’de hemen hemen her alanda, özel sektör
büyük çoğunlukla patron ve aile şirketleri üzerine
kurulu. Bunun yanında çok az kurumsallaşabilmiş
firma var. Ancak şu artık herkesçe malum ki,
kurumsallaşamayan aile şirketleri, uzun vadeli
olmak bir yana, orta vadede dahi etkinliğini sürdüremeden dağılma tehlikesi ile karşı karşıya
kalabiliyor. Bu durum özellikle son yıllarda birçok aile şirketini kurumsallaşma yönünde adımlar
atmaya itiyor. Beraberinde de şirketlerde işletmecilik ön plana çıkıyor. Bunu başarabilen şirketler
de hızla ve emin adımlarla kalıcı olarak büyüyor.
Hastanecilik bu genel çerçeve içerisinde daha da
özel bir alana sahip.
Zira hastanecilik şimdiye kadar ziyadesiyle, tıp
eğitimi içinden gelen ve esasen, tedavi hizmetlerini yürütmek üzere eğitim almış kişilerce yönetildi.
Fakat, uzmanlaşma her alan ve sektörde olduğu
gibi özellikle son 10 yılda özel hastanelerin sayısının artmasıyla hastane işletmeciliği anlayışına
da dahil oldu. Hala sağlık yöneticiliğinin ülkemiz
için yeni bir kavram olduğunu söyleyebilirim.
Özel Hastane İşletmeciliği’nin ülkemizde geçmişi
çok uzun yıllara dayanmıyor. Bundan 15 sene önce
özel hastaneleri, kurucu hekim kadroları yönetiyorlardı. Kurucu tabip, hem doktorluk yapıyor, hem
hastaneyi yönetiyor, hem de başhekimlik yapıyordu. Halen birçok özel hastane bu sistemle yönetili-
62
yor. Bu da beraberinde bir takım hantallık ve
aksaklıklar getiriyor. Son dönemde hem özel hastanelerde hem de devlet hastanelerinde, idari
hekim kadrolarının, işletme mantığıyla revize edilmesi büyük başarı sağladı. Artık birçok hastane,
tıbbi süreçlerin başhekim eliyle, diğer tüm idari,
destek ve teknik süreçlerin ise profesyonel bir işletme mantığı ile çalıştırılması yoluna girdi. Esasen
son yıllarda sağlık sektöründe kaydedilen büyük
ilerlemede bu revizyonun da çok büyük payı var.
Tıpkı farklı konumlandırma ve segmentasyon yöntemleri kullanan turizm işletmeleri gibi, özel sağlık kuruluşlarının da farklı konseptlerle tüketicisinin karşısına çıkacağını düşünüyor musunuz?
Gayet tabi. Zaten hali hazırda bunu yapan, belli
alanlarda uzmanlaşan hastaneler ve sağlık kuruluşları mevcut. Son dönemlerde dal hastaneleri,
“
Hastanecilik şimdiye
kadar ziyadesiyle, tıp
eğitimi içinden gelen
ve esasen, tedavi
hizmetlerini yürütmek
üzere eğitim almış
kişilerce yönetildi.
“
Ülkemizde “Sağlık Yönetimi” kavramını, son yıllarda sıkça duyar olduk. Sizce bu konuda, dünyadaki örnekleri değerlendirdiğinizde, Türk Sağlık
Sektörü olarak hangi noktadayız?
belli alanlarda uzmanlaşmış tıp merkezleri ön plana
çıkmaya başladı. Bunun yanında, bizim gibi tam
teşekküllü hizmet sunan genel hastaneler ise tedavi
hizmetlerinin yanında doğrudan tıbbi içerikli olmayan ancak tıbbi tedavi süreçlerini destekleyici bir
takım hizmetleri öne çıkarıyor. Mesela Saygı
Hastanesi, bünyesindeki Sağlık Yaşam Merkezi ile
lazer epilasyon, kavitasyon, diyetetik, ayak sağlığı,
anti aging uygulamaları gibi çeşitli hizmetler sunuyor. Bu sayede sağlık kavramını sadece hastalıkla
karşılaşıldığında tedavi üreten bir anlayıştan çıkarıp, önleyici hizmetleri devreye sokan ve hatta işin
psikolojik boyutuna geçip sosyal ilişkilerinde daha
güçlü bireyler oluşturabilmek için kişisel bakım
konseptini de ön plana çıkartıyoruz.
Öte yandan, sosyal medya malum artık hayatımızın
önemli bir kısmını istesek de istemesek de işgal
etmekte. Hastane olarak, hastalarımızla daha yakın
iletişim kurabilmek, bir takım danışmanlık ihtiyaçlarını, şikayetlerini, hastaneye gelmeden çözebilmek, doğrudan ve birebir iletişime geçebilmek ve
çeşitli sosyal aktiviteler üretmek için kullanıyoruz.
Bu alanda hastaneler arasında Türkiye’de bir
numara olduğumuzu söyleyebilirim.
Bir insan kaynakları yöneticisi olarak, Türkiye’deki
potansiyel genç işgücünün, özellikle yaşlı kıta
Avrupası’nı düşündüğümüzde, ülke kalkınmasında
nasıl bir rol oynayacağını düşünüyorsunuz?
Özellikle Avrupa’da son ekonomik krizden sonra
genç nüfus birliğe olan inancını yitirmiş durumda.
İstihdam olduğu sürece insan kaynakları anlamlıdır. İstihdamın olmadığı yerde insan kaynağı da
önemini kaybediyor. Avrupa krizden sonra işsizlik
rakamları ile boğuşmaya, büyük şirketler işçi çıkarmaya başladı. Bunun üzerine, İngiltere, İspanya,
Yunanistan, İtalya gibi birliğin birçok ülkesinden
gençler, Amerika, Brezilya, Kanada, Avustralya
gibi çeşitli ülkelere göç etmeye başladılar.
Genç nüfus anlamında önümüzdeki yıllarda problem yaşayacağı bilinen Avrupa bu göçlerle beraber
bu süreyi daha da kısaltmaya başladı. Son rakamlara göre geçen yıl 80 bin İspanyalı Brezilya’ya
63
itibar
göç etti. Yine anketlere göre İngilterelilerin
%48’i göç etmeyi düşünüyor. Yakında Avrupa’da
bu göçlerin etkisiyle işsizlik rakamlarının düştüğü
gözlenebilir, fakat bu AB rüyasının da bittiği
anlamına gelecek. Bu kadar şeyi şunun için anlattım, uluslararası ilişkilerde bir kavram vardır, bir
bölgede güç boşluğu oluştuğunda en büyük alternatif güç o boşluğunu hemen doldurur. Sanırım
mesajımı anlamışsınızdır.
Son yıllardaki yatırımlara baktığımızda, sağlık
hizmetlerinin yanı sıra gayrimenkul alanında da
dünyanın önde gelen ülkeleri arasına girdiğimizi
görüyoruz. Bu alanda insan kaynaklarına en çok
ihtiyaç duyan kategorilerden biri olarak da
AVM’ler karşımıza çıkıyor. Sizce AVM’ler için
insan kaynakları yönetiminde farklı bir uzmanlaşmaya gerek var mıdır?
64
Maalesef Türkiye’de AVMfobik bir cephe oluştu.
Neredeyse AVM’leri dünyadaki tüm yozlaşmanın
anası ilan etmek üzereler. Halbuki AVM’ler girdiği bölgelerdeki gayrimenkul değerlerini yukarı
çekmesi, piyasayı canlandırması, küçük yatırımcıya, perakende alanında çeşitli olanaklar tanıması,
bu girişimcileri kurumsallaştırması açısından bir
çok fayda sağlıyor. Öte yandan işin sermaye düşmanlığına varan bir boyutu var ki, dünyanın en
büyük ve en eski AVM’sinin bulunduğu, hatta
AVM konseptini dünyaya yayan Kapalıçarşı’ya ev
sahipliği yapan topraklarda olması daha da
anlamsız.
Teorik olarak İstinyepark ile Kapalıçarşı arasında
pek fark yoktur. Pratikte ise ilki daha kurumsal
ve organizedir. Kapalıçarşı nasıl ki İstanbul piyasasının kalbinin attığı yer olarak lanse ediliyorsa
AVM’ler de bulunduğu bölgeler için öyledir.
“
“
Tecrübe paylaşımı bakımından kahvaltılı
toplantılar bence muhteşem bir birikim
sunuyor bizlere.
İstihdamın merkezi olan bir yapıda insan kaynakları da son derece önem kazanıyor. AVM’ler
desantralize bir yapıyla çalıştığından, bünyedeki
her mağaza kendi çalışanını kendi seçiyor.
Dolayısıyla 100 mağazalık bir AVM’de kabaca
300 ila 400 kişinin çalışacağını varsayarsak, bu
büyüklükte bir yapıda AVM’nin kendi personeli en
fazla 100’ü bulabiliyor. Yani tek merkezden kontrol edilerek işe alınabilen personel sayısı AVM’deki
tüm çalışanların en fazla %25’i olabiliyor. Bu yüzden AVM’lerde henüz geliştirilebilmiş ve yaygın
kabul görmüş bir merkezi insan kaynakları yönetimi yapısı yok. Bana kalırsa bunu merkezileştirmenin anlamı da yok.
Bildiğimiz kadarıyla Kandilli Kulübü’nün birçok
toplantısında bulundunuz. Sizce kulüp faaliyetleri, genç yöneticiler için ne gibi katkılar sağlıyor?
“
Büyüklerimizin tecrübelerinden kesinlikle çok
fazla istifade ediyoruz, ancak bence gençler için
ayrı bir ortam oluşturulmalı. Kendi aramızda bir
araya geldiğimizde çok daha fazla kaynaşma ve
Tecrübeli insanları
dinlediğim bu toplantılarda, öncelikle eski
yapıyı değiştirmek
istiyorsak, sabırlı bir
şekilde muhataplarımızı
ikna etmek zorunda
olduğumuzu öğrendim.
tanışma imkanımız olacak. Bunun yanında tecrübe paylaşımı bakımından kahvaltılı toplantılar
bence muhteşem bir birikim sunuyor bizlere.
Mesela Ahmet Çalık’ı dinlediğim toplantı benim
için çok etkileyici olmuştu. Özellikle hem o gün
dinlediğim hem de daha sonraki toplantılarda
paylaşılan tecrübelerde, aile şirketleri bakımından eşsiz bir bilgi birikimi olduğunu düşünüyorum.
Düşünsenize, iki kuşak bir arada ve şirketlerin
devamlılığını sağlamak üzere kuşaklar arasında
sağlık bir geçişin nasıl yapılacağını, bizzat bu
süreçlerden geçmiş tecrübeli isimlerden dinliyorlar.
Çok önemli operasyonları ve birçok farklı profesyonelleri yönetmiş, çok tecrübeli insanları dinlediğim bu toplantılarda, öncelikle eski yapıyı değiştirmek istiyorsak, sabırlı bir şekilde muhataplarımızı ikna etmek zorunda olduğumuzu öğrendim.
Tecrübe paylaşım toplantılarında benim gibi genç
arkadaşlarıma daha fazla alan açılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü o toplantılarda dile getirilen tecrübelerden babaların alacakları pek bir
şey yok; bence Kandilli Kulübü’nün tecrübe paylaşım toplantılarında gençler, büyüklerin nazaran
çok daha fazla şey öğreniyorlar.
Son olarak, bizlere biraz da gelecek planlarınızda
bahsederseniz çok seviniriz.
Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki MBA inşallah bu
sene bitecek. Sonrasında doktora yaparak insan
kaynakları alanında hem eğitim seviyemi artırmak hem de uzmanlaşmak istiyorum. İnsan merkezli bir departman olması nedeniyle kendimi bu
alana çok yakın hissediyorum; şu an itibariyle
yakın planda en önemli gelecek kurgumu bu alanda derinleşmek yer alıyor.
65 itibar
“
EBUBEKİR TİVNİKLİ
“
Kandilli Kulübü, farklı hayatların, farklı
tecrübelerin bize aktarılmasına ve kendimizce
dersler çıkarmamıza olanak sağlıyor.
“
EBUBEKİR TİVNİKLİ
KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI
Öncelikle bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
4 çocuklu bir ailenin en büyüğüyüm. Üniversite hazırlıktan sonra 7-8 ay
Amerika’da dil eğitimi aldım. Daha sonra Marmara Üniversitesi İşletme
Bölümü’ne başladım. Üniversite hayatım boyunca sürekli çeşitli STK’ların
içinde bulundum. Bunlardan biri olan Müteşebbis Üniversiteliler Bilgi
İletişim Topluluğu Derneği yani kısaca MÜNBİT Derneği’nde, ilk 2 yıl yönetimde sonraki 2 yıl ise başkan olarak 4 yıl boyunca faal olarak çalıştım.
Aynı zamanda, belirli periyotlarda Bank Asya’da 2 ay, LC Waikiki’de Genel
Müdür yardımcılarından birinin yanında 4 ay staj yaptım. En son Kuveyt
Türk Katılım Bankası’nda part-time olarak 10 ay çalıştım. Yine üniversite
yıllarımda, 3 arkadaş, 2 yıl süren bir web sitesi projesi girişimimiz oldu.
Güzel bir uygulama ile sesimizi epey duyurduk ancak bu serüvenimizi, kendi
yoğunluklarımızdan dolayı işe yeterli zamanı ayıramamamız sebebiyle askıya aldık. Aralık 2011’den beri Kuveyt Türk Katılım Bankası’nda çalışıyorum. Hali hazırda, çeşitli STK’lardaki görevlerim devam ediyor. Kendimi
sosyal bir girişimci olarak görüyor ve bu alanda yeni birşeyler yapmaktan
zevk alıyorum. Satranç, yüzme ve binicilik yapıyorum.
Abdullah Tivnikli gibi önemli bir girişimci ve yöneticinin oğlu olarak, işletmeci olma yolunda ilerliyorsunuz. Sizce bu durumun size olumlu ya da olumsuz anlamda yansımaları ne şekilde olacak veya oluyor?
Öncelikle Allah’a bize verdiği maddi, manevi tüm nimetler için şükrediyorum. Bence manevi zenginliklerimiz, maddi zenginliklerimizden çok daha
önemli ve değerlidir. Hz. Mevlana ne güzel söylemiş “Nice insanlar gördüm
üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” Herşeyden önce
insan olmak önemlidir; bunun için ise manevi bir sermaye gereklidir. Bu ser-
66
Genç Vizyon
67
itibar
“
“
Dernek, kulüp gibi çeşitli STK’larda görev alan
arkadaşlarımızın iş hayatına adapte olma sürelerinin
çok daha kısa olduğu bir gerçektir.
mayenin oluşmasında en büyük rol ise aile ve çevredir. Bu bağlamda böyle bir ailenin ferdi olmam
bunun en güzel yansımasıdır.
Evet babam, işletmeci ve yöneticiliğinin yanında
başarılı bir girişimcidir. Yılların bilgi birikimi ve
tecrübesinden istifade edebilmek için her fırsatta
yanında olmaya çalışıyor ve birşeyler öğrenmeye,
tecrübelerini görerek ve dinleyerek kendime dersler çıkarmaya çalışıyorum. Dışarıdan bakıldığında böyle önemli ve başarılı bir babanın oğlu
olmak şanslı ve ayrıcalıklı gibi görünse de genelde, bunun getirmiş olduğu sorumluluk ve zorluklar pek dikkate alınmıyor. Babam ve amcam varlıklı bir aileden gelmelerine rağmen herşeyi sıfırdan kurmuşlar ve bugünlere getirmişler. Birşeyi
sıfırdan kurmak ne kadar zor ise, işleyen bir sistemi devir alıp yönetmek ve geliştirmek de bir o
kadar zordur. Bunun içinde onlardan çok daha iyi
yetişmemiz ve çalışmamız gerekiyor.
Üniversitede girişimcilik ile ilgili faaliyet gösteren MÜNBİT Derneği’nin başkanlığını üstlendiğinizi söylediniz. Önce bize biraz o dernekten, sonra
da kulüp ve dernek türü yapılanmaların öğrencilere yönelik faydalarından bahsedebilir misiniz?
2004 yılında üniversite öğrencileri tarafından
kurulan ve yönetimini sadece girişimci üniversite
öğrencilerinin yapmış olduğu Münbit Derneği,
farklı üniversitelerden sadece seçilmiş öğrencilerin
yer aldığı resmi bir dernektir. Derneğimize herkes
üye olamamakta, kaliteli, kendi alanında başarılı
ve girişimci öğrenciler katılabilmektedir. Asıl amacımız bu öğrencileri, iş dünyasına bir nebze de olsa
hazırlamak ve üniversite ile iş dünyası arasında
köprü vazifesi görmektir. Her yıl, Türkiye’nin en
büyük firmalarının üst yöneticileri, kurucuları ve
siyaset dünyasının önde gelenlerinin katıldığı,
Girişimcilik Kongresi düzenlenmektedir. Bu yıl
8.’si düzenlenen bu kongreye, tüm Türkiye’den
68
800’e yakın üniversite öğrencisi katılmıştır. Bu
sayı her geçen yıl artarak devam etmektedir.
Üniversite yıllarında kulüp ve dernek faaliyetlerinde yer almanın öğrencilere, sorumluluk alma bilincinin artması, boş zamanını daha verimli değerlendirme, disiplinli olma, yeni arkadaş çevreleri edinme, insanlarla ilişkilerini geliştirme ve yönetme
gibi bir çok faydası bulunmaktadır. Dernek, kulüp
gibi çeşitli STK’larda görev alan arkadaşlarımızın
iş hayatına adapte olma sürelerinin çok daha kısa
olduğu bir gerçektir. Bu nedenle de kurumsal firmalar yeni personel istihdamında, okul yıllarında
sosyal faaliyetlerde bulunan adaylara öncelik vermektedir.
Türkiye’de sosyal bilinç ve sivil toplum örgütlerine yönelik yaklaşımı son yıllarda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Büyük bir milletin evlatları olarak, üstümüzde
tarihimizin ve coğrafyamızın sorumlulukları yüklüdür. Artık içine kapanık bir toplum olmadığımızı çevre ülkelerle ortak paylaşımları olan, sosyal
bir devlet olduğumuzu söyleyebiliriz. Liyakatli,
yetenekli kadrolar ile bu sorumluluğumuzun üstesinden gelebiliriz. Bu da kendimiz ile çevremizi
iyi yetiştirip farkındalığımızı arttırarak olacaktır.
İşletmeden bir örnek verecek olursak, sizin de bildiğiniz gibi Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde
insanların önceliği sırasıyla barınma, güvenlik ve
ait olma şeklinde gelmektedir. Türkiye son yıllarda büyük bir değişim içinde özellikle ekonomik
olarak yaşam refahı artmakta, halk temel ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Birçok kesim, barınma ve
güvenlik safhasını geçti artık insanlar yavaş yavaş
bir yerlerle aidiyet kurmak istiyorlar. İşte burada
sivil toplum kuruluşlarının önemi artıyor. Aynı
fikirleri, duyguları veya değerleri paylaştığımız
kimselerle iletişim kurmak ve fikirlerimizi paylaş-
mak istiyoruz. Bir konu hakkında fikir beyan edileceğinde tek bir ağızdan daha gür ve etkili bir ses
çıktığının daha yeni farkına varıyor ve bu sesin bir
parçası olmak istiyoruz.
Bundan 10 yıl kadar öncesine göre vakıf ve derneklerin sayıları katlanarak artmakta ancak, sivil toplum örğütlerini en etkin şekilde kullanan bir milletin torunları olarak bu sayılar yeterli değildir.
Bununla birlikte, var olan STK’ların yarısı da
maddi sorunlardan dolayı zor durumdalar ve belkide yakın zamanda kapatılacaklar. Burada bizim
üstümüze düşen vazife, taşın altına az da olsa elimizi koymalı, dernek ve vakıflarımıza yardım etmeliyiz. Bağlı bulunduğumuz vakıf ve derneklerimizi
daha etkin bir konuma getirmek için faaliyetlerinde
bulunmalı ve onları maddi, manevi desteklemeliyiz.
Son yıllarda belirli kesimlerin artan bu desteği sayesinde farklı STK’ların güncel konular hakkında fikir
beyanlarında bulunduklarını da görmekteyiz.
STK’lar artık yeni düzenlemelerin içinde söz sahibi
olmaya başlıyorlar. Mesela, Türkiye’de yaşayan
farklı kökenli milletler için ortak akıl konferansları
düzenleniyor, toplumların birbirlerini daha iyi anlaması için raporlar hazırlanıyor. Yeni anayasa için
paneller düzenleyip, taslaklar oluşturuluyor ve bunlar TBMM’ye sunuluyor. Yurt dışında yaşanan gelişmeler için protestolar yapılıp, manifestolar okunuyor; milyonlarca liralık yardımlar toplanıyor. Bu
sayede, var olan STK’lar toplumsal bilinçliliği arttırmak adına düzenlediği faaliyetlerle geleceğe daha
umutlu bakmamızı sağlıyor.
Kandilli Kulübü’nün gerçekleştirdiği aktiviteleri
değerlendirdiğinizde, sizin gibi genç yönetici adaylarına etkilerini nasıl buluyorsunuz? Ve siz gençler
için, daha verimli olabilmek adına neler yapılabilir?
Pek çoğumuz bilmeden yanlış kararlar verebiliyor
ve yanlış işler yapabiliyoruz. Genellikle de aynı
yanlışı, tecrübe ettiğimiz için tekrar yapmıyoruz.
Kandilli Kulübü, farklı hayatların, farklı tecrübelerin bize aktarılmasına ve kendimizce dersler
çıkarmamıza olanak sağlıyor. Ancak gençler
adına daha verimli olması için ortak paylaşımlar
yapılabileceği mekanların olması gerektiğini düşü-
nüyorum. Gençlerin boş zamanlarını verimli bir
şekilde geçireceği ve gerek kişisel gelişim gerekse
de sosyal gelişimine katkı sağlayacak aktivitelerin
de yapılması bu alandaki büyük bir eksikliği kapatacaktır, düşüncesindeyim.
Son olarak, geleceğe yönelik planlarınızdan biraz
bahsederseniz çok seviniriz.
Şu anda kendimi çeşitli disiplinleri alarak yetkinliklerimi artırıp, geleceğe hazırlamaktayım. Bir
milletin geleceği, yetiştirdiği kaliteli gençler ile
olacaktır. Geleceğin Türkiyesi’nde etkin rol alabilmemiz için, kendimizin ve çevremizin iyi yetişmesine katkı sağlamamız gerekmektedir. Her zaman
yaptığım işin en iyisini yapmak birincil hedeflerim
arasındadır. Daha önce de belirttiğim gibi Kuveyt
Türk’te çalışıyorum. Hedefim, finans sektörünü
çok iyi bilmek ve öğrenmektir.
69
itibar
MUHAMMET MURAT ÇELİK
ve EYÜP ENSAR ÇELİK
“
Kandilli Kulübü’nün genç yönetici adaylarının
da içinde bulunacağı bir kurguyla, sosyal
sorumluluk projeleri geliştirmenin çok
yararlı olacağına inanıyoruz.
“
EYÜP ENSAR ÇELİK
İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
MUHAMMET MURAT ÇELİK
SABANCI ÜNİVERSİTESİ
Bize kısaca biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Önce Ensar Bey’den başlayalım, sonra Murat Bey’i dinleyelim...
E. Ensar Çelik: 4 Mart 1991, İzmir, Bornova doğumluyum. İnşaat mühendisliği 3. Sınıf öğrencisiyim. Birinci sınıfı Türkiye’de İstanbul Teknik Üniversitesinde tamamladıktan sonra, ikinci sınıf ise Amerika’nın Buffalo şehrinde yer
alan University at Buffalo’da tamamladım. Şuan üçüncü sınıf için
Türkiye’deyim, eğitimim son senesi için tekrar Amerika’ya dönüp bir aksilik
çıkmazsa mezun olacağım. Hobilerimden bahsetmek gerekirse, en büyük
hobim futbol ve tabii ki Galatasaray. Üniversite hazırlık sınıfında ise yelken
sporuyla ilgilendim ama daha sonra okul yoğunluğu ve Amerika’ya gittiğim için
ara vermek zorunda kaldım.
M. Murat Çelik: İkizim Ensar genel bilgileri sizlere aktardı. Ben bunlara ilave
olarak şunları ekleyebilirim. Sabancı Üniversitesi, Mühendislik ve Doğa
Bilimleri Fakültesi 2. Sınıf öğrencisiyim. Hafta içi günümüzün büyük bir kısmı
üniversitede geçiyor. Bundan dolayı sadece hafta sonları kendimize zaman ayırabiliyoruz. Bu zamanlarımı ise özellikle, benim için büyük bir keyif olan 77
model 450 SLC ile gezinti yaparak değerlendiriyorum. Sanırım klasik araba
sevdası babamdan bana geçmiş bir tutkudur.
70
Genç Vizyon
71
itibar
“
“
Ülkemizin değerinin ve gücünün artması,
biz gençlerin geleceğe ümitle bakmamızı
sağlıyor.
Türkiye’nin en büyük inşaat firmalarından biri olan
Sinpaş GYO’nun Yönetim Kurulu Üyesi Sn.
Mehmet Çelik’in oğulları olarak, kendinize geleceğe dair nasıl bir hedef çiziyorsunuz? Babanızın
sahip olduğu kariyerin bu hedefteki yeri nedir?
E. Ensar Çelik: Geleceğe yönelik şuan için ilk
hedefim, tabi ki kazasız bir şekilde iki üniversiteyi birlikte bitirip, iki üniversiteden de inşaat
mühendisliği diplomalarımı almak. Bu yüzden
şuanda konsantre olduğum tek şey, derslerim
olduğunu söyleyebilirim. Tabii ki, bir başka taraftan geleceğe yönelik hedeflerim de kafamın bir
yerinde sürekli yer alır. Çünkü, eğer bir insanın
hedefleri yoksa başarılı olma ihtimalinin olmadığına inanıyorum. Bir başka deyişle, insanları
başarıya hedefleri götürür. En büyük hedefim ise
inşaat sektörüne yenilikler kazandırmak. Diğer
taraftan hedeflerimi gerçekleştirmek için yardıma
ihtiyaç duyacağıma inanıyorum. İşte bu safhada
babamın kariyeri devreye girecektir. Babamın
kariyerinin benim üstümde çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü onun sayesinde çok iyi
bir eğitim alıyorum ve bu şekilde kendimi geliştiriyorum.
M. Murat Çelik: Hedeflerimizi belirlemekte ülkemizin gelecekteki konumunun önemli bir rolü vardır. Ülkemiz ekonomisinde devam eden istikrarlı
büyüme ve bununla beraber ülkemizin değerinin
ve gücünün artması, biz gençlerin geleceğe ümitle bakmamızı sağlamaktadır. Öncelikli hedefim
üniversitemden iyi bir donanımla ve alanımdaki
en yeni teknolojik gelişmelere hakim olarak
mezun olmak. Bunun devamında da iş hayatında
seçmiş olacağım sektörün en iyisi olmayı hedeflerim arasında gösterebilirim. Babamın sahip olduğu kariyeri, bu hedeflerim için iyi bir örnek oluşturmaktadır. Babamın ve amcalarımın sahip
72
oldukları kariyerleri ile tecrübelerinin, hedeflerime ulaşmamda bana çok faydaları olacağına
inanmaktayım.
Türkiye’de gençlerin, özellikle aile şirketlerinde
yönetime katılması ve sahip oldukları akademik
bilgileri şirkete yansıtabilmeleri konusundaki
görüşleriniz nelerdir?
E. Ensar Çelik: Yeni mezun olan gençlerin ilk başlarda aile şirketlerinde yönetime katılmasını uygun
görmüyorum. Çünkü gençler mezun olduklarında
iyi bir akademik bilgiye sahip olmalarına rağmen
ciddi derecede tecrübe eksikliği bulunmaktadır.
Tecrübenin, bir şeye katkı sağlamak için çok önemli olduğuna inanıyorum. Bu yüzden gençlerin en az
birkaç yıl tecrübe kazanmasını bekleyip ondan
sonra yönetime girmesini savunuyorum. Bu yöntemin şirketlere en fazla faydayı sağlayacağını düşünüyorum.
M. Murat Çelik: Biz gençlerin şirketlerdeki yönetime katılması önemlidir. Özellikle aile şirketlerinde
var olan değerlerin üstüne sahip olduğumuz akademik bilgileri ve yeni vizyonları aktarabilirsek, şirketlerin hedeflerini daha da ileriye taşıyabiliriz.
Tabi ki böyle bir katkı yapabilmemiz için iş hayatındaki en önemli değerlerden biri olan tecrübeyi
unutmamak lazım. Aile şirketlerinde, tecrübe ile
biz gençlerin heyecanı birlikte hareket edebilirse
çok güzel sonuçlar ortaya çıkar.
Üniversite hayatınız boyunca karşılaştığınız teorik bilgi ile, özellikle inşaat sektöründe faaliyet
gösteren bir şirketle dirsek temasında bulunan
genç yönetici adayları olarak, sektörün gerçekleri
arasında bir farklılık veya uyum görebiliyor
musunuz?
E. Ensar Çelik: Üniversiteye giderken öğrendiğim
inşaat ile alakalı teorik bilgilerinin, inşaat sahasının
temel bilgileri olduğunu düşündüğümden ikisi arasında bir uyum görebiliyorum. Ayrıca başarılı
olmak ve hedeflerimi gerçekleştirmek için üniversitede öğrendiğim teorik bilgileri gerçek çalışma
hayatında pratiğe dökmem gerektiğine inanıyorum.
Bu yüzden üniversitede okuyan akranlarıma verebileceğim en önemli tavsiye; üniversitede öğretilen
bilgileri en iyi şekilde öğrenmeleridir.
M. Murat Çelik: Eğitim hayatımızda karşılaştığımız teorik bilgiler bizlere konu hakkındaki temel
prensipleri öğretmektedir. Teorik bilgiler, gerçek
hayatla hem uyum göstermekte hem de farklılıklar
barındırmaktadır. Buna durum, doğa ve insan faktörünün içinde yer aldığı bütün sektörlerde açıkça
görülmektedir. Örnek vermek gerekirse, bu sene
ülkemizin yaşadığı sert bir kış yüzünden çoğu inşaatlarda gecikmeler yaşanmış ve bu yüzden planlanan tarihlerde işlerin bitirilmesi zorlaşmıştır.
Bunun gibi örneklerle teori ile gerçeğin farklılıklarını gözler önüne serebiliriz.
Ensar Bey, eğitiminize yurt dışında devam eden
bir öğrenci olarak, Türk öğrenciler ile yabancı
öğrencilerin geleceğe yönelik beklentileri, kaygıları ve hedefleri bakımından nasıl bir değerlendirme
yaparsınız?
E. Ensar Çelik: Türk öğrenciler ile yabancı öğrenciler arasında büyük farklılıklar var. Bu farklılıkların
ortaya çıkmasındaki en büyük etkenin eğitim sistemlerindeki farklılıklar olduğunu düşünüyorum.
Örnek vermek gerekirse, bir öğrenci Amerika’da
üniversiteye başladığında ilk iki sene ortak dersler
alır ve bu iki senenin sonunda kendisi için en uygun
bölümü seçer. Bu Amerikan sisteminin öğrencilere
geleceğe pozitif anlamda bakmalarını yardımcı
olduğunu çok iyi bir şekilde gözlemledim.
Türkiye’de bu sitemin sadece Sabancı Üniversitesi’nde uygulandığını Murat sayesinde biliyorum.
Bana sorarsanız, Türkiye’deki var olan bu yüksek
öğretim siteminin en hızlı şekilde Amerikan sistemine geçmesi gerekiyor. Çünkü bu şekilde öğrencilerin
üzerinde olması muhtemel gelecek kaygılarının sonlanacağına inanıyorum.
73
itibar
Kandilli Kulübü gibi sivil toplum inisiyatiflerinin,
Türkiye’deki işletme anlayışı, rekabet ve girişimcilik
alanlarına yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son olarak, Kandilli Kulübü’nün sizler gibi genç
yönetici adaylarına yönelik gerçekleştirmesini beklediğiniz farklı aktiviteler var mı?
E. Ensar Çelik: Kandilli Kulübü Türkiye’nin ileri
gelen iş adamlarından kurulu bir kulüp olduğundan ötürü iş dünyasında önemli bir etkiye sahiptir. Özellikle benim gibi genç girişimci adaylarına
çok faydalı bilgi ve tecrübelerin aktarıldığına inanıyorum. Diğer taraftan rekabet alanındaki yansımaların Türkiye’ye yüzde yüz faydası olduğuna
inanıyorum. Çünkü rekabet ile birlikte kalite ve
başarının geleceğini düşünüyorum. Bu yüzden bu
tür sivil toplum inisiyatiflerinin önemsenmesini
savunuyorum.
E.Ensar Çelik: Kandilli Kulübü’nün Murat ve ben
gibi gençler için yaptığı faaliyetlerden son derece
memnunum. Çünkü bu gibi aktivitelerin bizi
geliştirdiğini ve bizi iş hayatına hazırladığını
düşünüyorum. Bu yüzden bu tür aktiviteleri çok
dikkate alıyorum ve mutlaka katılmaya çalışıyorum. Bence biraz daha fazla sosyal sorumluluk
ile alakalı faaliyetleri yapmamızda yararı olur.
Umarım ki önümüzdeki aylarda bu gibi bir aktivite yaparız.
M. Murat Çelik: Kandilli Kulübü, Türkiye’nin önde
gelen kişilerini bünyesinde barındıran, farklı sosyal
değerleri önceleyen bir topluluktur. Bu değerleri
sayesinde Türkiye ekonomisinde söz sahibi olan
önemli bir sivil toplum inisiyatifidir. Ülkemizin
rekabet, girişimcilik ve işletme anlayışına bu ve
benzeri sivil toplum inisiyatiflerinin hem yön vereceğine hem de büyük katkılar yapacağına inanıyorum.
74
M. Murat Çelik: Öncelikle, Kandilli Kulübü’ne
bizlere sunduğu imkanlardan dolayı teşekkür
etmek istiyorum. Ülkemizin önemli kişilerin çok
değerli tecrübelerini bizlere aktarmasında kilit
bir rol oynamaktadır. Ensar ile ortak görüşümüz,
Kandilli Kulübü’nün genç yönetici adaylarının da
içinde bulunacağı bir kurguyla sosyal sorumluluk
projeleri geliştirmesinin çok yararlı olacağına
inanıyoruz.
BİR GÜN, İKİ BÜYÜK COŞKU:
Anneler Günü’nün coşkusuyla
“Yaza Merhaba” dedik.
“Kandilli Buluşma Günleri” kapsamında 13
Mayıs Pazar günü Cemile Sultan Korusu’ndaki
“Bahar Şenliği” ile müthiş bir eğlenceye ev sahipliği yaptık. Kandilli Kulübü’nün değerli üyeleri,
aileleriyle birlikte “Yaza Merhaba” derken,
Anneler Günü’ne özel sürprizlerle de annelerin
sevincine ortak oldular.
sahne olan tavla turnuvası ile uçurtma yarışması
ise şenlik programına ayrı heyecan kattı. Anneler
gününe özel sürprizler de günün anlamına uygun
olarak haftasonuna renk kattı. Gül, şal ve kitap
gibi hediyelerle mutlu olan annelerin yanı sıra,
çeşitli yaş gruplarına göre hazırlanmış özel kitaplar da çocuklar için keyifli bir anı oldu.
Çocuklarımız ise, birbirinden farklı şişme oyun
parklarında palyaçolar eşliğinde eğlencenin doyasıya tadını çıkardılar. Çok iddialı karşılaşmalara
Açık büfe kahvaltı ve barbekü servisi ile lezzetlenen
gün, tüm katılımcıların tekrar buluşma dilekleriyle
son buldu.
75
itibar
Yayın Kurulu:
Onur Soysal, Dr. Mustafa Özel,
Fatih Kuralkan, Oğuz Özcan, Şafak Şahin
Adres: Dereboyu Caddesi No: 303 K:2
Maslak/Şişli İstanbul
[email protected]
Tasarım: Tanzer Ercanpolat
Baskı: Mavi Ofset Bas.Yay.San.Tic.Ltd.Şti.
Eskoop San.Sit. C1 Blok No:25 İkitelli/İST.
Kandilli Kulübü toplantılarına katılanlara
ücretsiz dağıtılır.
Para ile satılmaz.
Yılda iki defa yayınlanır.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yazıların sorumluluğulu yazarlara aittir.
76
Kurucular Kurulu:
Onur Soysal
Nail Olpak
Ömer Faruk Çelik
Hüseyin Doğan
Pınar Topdaş
Selim Erdoğan
Ahmet Sait Kavurmacı
Mücahit Yıldız
Muhammet Çetinkaya
Fatih Kuralkan
Oğuz Özcan (Genel Sekreter)

Benzer belgeler