Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
F
Facile est inventis addere : (LAT.,SOSY.) <Fa’kile est inven’tis ade’re> : Halen keşfolunmuş şeylere ilave
etmek kolaydır = It is easy to add to what had already been invented (İNG.)
facile princeps :
(LAT.,KOLL.) <faki’le prin’keps) : şüphesiz birinci gelen = Easily the leader (İNG.)
facilis descensus Averno : (LAT.,KOSMO.,DİN) <fa’kilis de’sensus Averno> : Cehenneme iniş kolaydır
= The descent to hell is easy (VERGIL, The Aneid,IV,126 (İNG.)
Facta, non verba : (LAT.,KOLL.) <fakta non ver’ba> : Yapılan işler, sözler değil; aksiyon, konuşma değil :
factotum :
(KOLL,İNG.) <fac’totum> :
factual :
(KOLL.,İNG.) <fak’çuıl> :
facula :
(ASTRO.,İNG.) <fa’kula> :
Kahya, her işi yapan memur
Keyfiyet, nitelik, nitelikleri içeren; factuality : nitelik, gerçek
Güneş üzerindeki leke (Çoğul): ...ler : ulae (lay...)
(Yeni Redhouse Lügati)
Façayı bozmamak : (DAVR.,PSYCH.) : Yüz vermemek, yüz göz olmamak, durumu idare etmek,
görmemezlikten gelmek
“Ayaklarımın ucuna basarak içeri girdiğimde Rosa Cabarcas bir müşterisini savmakla meşguldü. Beni
gerçekten tanımadı mı, yoksa façayı bozmamak için mi öyle göründü bilemiyorum. İşini bitirene kadar bekleme
yerindeki bankta oturdum.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:27)
Façon de parler : (FR.,DAVR.,KOLL.) <Fa’son dö par’le> : Konuşma tarzı = Manner of speaking (İNG.)
fad :
(PSYCH.,İNG.) <fed> : Merak, heves; ileri derecede bir hevesle üzerine düşülen meşgale, eğlence
fag : (DAVR.,İNG.) <feg> : Çalışmak, yorulmak, hizmetçi gibi uğraşmak; uşak gibi çalıştırmak; Angarya;
okulda büyük öğrenciye hizmet veren çocuk; (COLL.) : Sigara; f. end : kumaşın kötü dokunmuş başı veya
sonu; halatın gevşek ucu; işe yaramayan artık şey; f. out : çok yorulmak; be fagged out : bitkin halde olmak;
brain f. : beyin yorgunluğu
Fahişe, Fahişelik : Orospu, sokak kadını; Bu mesleği icra etme
“-Ne yapalım? diyordu. Herifin dişlerinin beyaz altın olduğunu babam söylerdi..... Ne yapalım?
-Pekala ölüyü ne yaptınız?
-Ne yapacağız? Su boyuna kadar götürdük. Ayağına bir taş bağladık. Cumburlop! .....
Ardiye ürününün karşılığı olan beyaz altınları, ölünün ağzından sökenler İstanbul’a koştular. Bu parayı
meyhanecilere ve fahişelere dağıttılar.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:32)
“TUTULMA. YANSIMALAR
-----------------------------------Sessizlik,
gizlice gezilen mezbahalarda
ve bir yeteneğin iliğinde, bir fahişenin aceleceiliğindebenim için bir
yatağa dönüşten
açlıkta”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:21)
“Heinrich Perkoning daha on altısında iken, ilk defa ölmenin güzel olabileceğini düşündü. Aralık ayının
puslu bir gününde doğup büyüdüğü büyük kentin sokaklarında dolaşırken, kendisinin de tanıdığı yaşlı bir
adamın, genç bir fahişenin peşinden giderek, onun evine girdiğini gördü. İçinde öyle büyük bir acı hissetti ki,
ölmek istedi.” ..... “‘Size her şeyi anlayacağınız biçimde açıklamak istiyorum. Ben burada, bu... şeyde bir fahişe
olarak çalışmayı insanları kurtarmak için kabul ettim.’ ”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:9;12)
“Uzun zamandır bunu bekliyordum, Mösyö! Hiçbir şey saklayamazsınız benden! Soylu bir hanım
mı?..... Yoksa kibar fahişeler çevresinde tasasız gezerken beklenmedik bir duyguya mı kaptırdınız kendinizi? .....
Yasemin kokululardan bir hanım mı, taze meyve kokularından mı, keskin kokululardan mı, şark kokularından
mı? Söyleyin bana, kuzum!’ ”
(I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:13)
“... Oran bulvarlarında varlık problemine kimse değinmez, kusursuzluğa giden yolu arayan olmaz.
Kanat sesleri, fahişe ve utkun güzellikler, geceyle beraber kaybolan umarsamaz bir müziğin tüm pırıltıları kalır
sadece.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:11-2)
“Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar, Maria adında bir fahişe varmış. Durun bir dakika. ‘Bir varmış,
bir yokmuş’, çocuk masallarının başına çok yakışır sahiden de, oysa ‘fahişe’ yetişkinlere özgü bir sözcük. Bir
öykü, böylesi açık bir çelişkiyle nasıl başlatılabilir?” ..... “‘İyi anladınız mı, Mösyö Hart? Tepeden tırnağa,
başımdan ayaklarıma, ben bir fahişeyim ve bu benim meziyetim, erdemim!’
Adam sessizliğini korudu. Kılını bile kıpırdatmadı. Maria, güveninin yerine geldiğini hissetti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:13;101)
“SAATÇİ
<Petır Petkov’a>
----------Hangi yolu tutmalı şimdi,
Hatta sokak bile unutmuşken
nereye gittiğini!
Ölene mi, öldürene mi sormalı?
Vurguncuya ya da dilenciye?
Hırsıza mı? Fahişeye mi? Bağnaza mı?
Kaosun umurunda değil
Tamamen körelmiş
törel sağgörü.”
(Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05)
“Couture 1.
----------giyecekler konusunda,
Sarılara bürünmüş
bu tövbekar Fahişe
öylesine şehvetli
giyinmişçesine
tüm geride bıraktıklarını;”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“ ‘Bütün bunlar talihin güvenilmez bir fahişe olduğunu gösteriyor; kazandığım her kuruşu tuğla, harç ve
toprağa yatıracağım, gece kulüplerine değil.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:187)
“‘Bilirim, bizim manastırlar böyleleriyle doludur. Gencecik ölürler, veremden.’
‘O öyle değildi ama. Ben hayatımda hiç bu kadar obur birini görmedim. Bir akşam onu Venedik’li iki
fahişenin evine de götürdüm, belki bilirsin onlar dünyanın bu en eski sanatını icrada çok ünlüdür. Sabaha karşı
saat üçte ben iyice sarhoş olmuştum ve çekip gittim, ama o kaldı, ve birkaç gün sonra rastladığım kızlardan biri
hiç bu kadar kuduruk biriyle karşılaşmadığını söyledi.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:224)
“Zaten o gün egemen olan, her şeyi birbirine karıştıran dişi ilkeydi. Ağır havada mistik bir şehvet
dolaşmaktaydı. Kutsal koruların diplerinde meşaleler daha şimdiden yanmaya başlamıştı. Geceleyin büyük bir
fuhuş alemi yapılacaktı. Sicilya’dan üç gemi dolusu fahişe gelmiş, ayrıca çölden gelenler de olmuştu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:385-6)
“YERYÜZÜ AFETLERİ
----------------------------sanki devrimler, renkler, görüntüler
tersten yansıyordu
aynaların gözlerine
ve alçak soytarıların başları üzerinde
ve fahişelerin arsız yüzlerinde
tutuşup yanan bir şemşiye gibi
kutsal bir hale ışıldıyordu.”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79)
“GECE KUŞLARI <James Lasdun’a>
----------------------Yoksullar kuyruğu iki kez dönüyor çevresinde
kafeteryanın
Dışarıda, vesikalı fahişeler dolanıyor tatlılıkla
Erkek sürüleri içinde, korkularını şakaya vuran.
Sokak lambaları donuk bir mercan, yılan başları.”
(Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06)
“Fakat, artık Dionysalos Manastırı’na <Girit’te> varıyorduk, despot <öyle tasvir edilen adama verilen
sıfat> cevap verecek zamanı bulamadı. İç avluya girer girmez korkuyla durduk. Sanki ağır cezalı olarak korkunç,
karanlık bir hapishaneye girmekteydik; etrafta alçak, siyah sütunlar ve onların arasında koyu portakal rengine
boyanmış kenerler bütün duvar Apokalips’e ait vahşi resimlerle kaplı; Cehennem şeytanları ve ateşler,
göğüslerinden iki ırmak halinde kan akan fahişeler, boynuzlu, korkunç ejderler... Kilisenin, insanı cennete
sevinerek değil, korkuyla göndermek için korkutma yolundaki bütün o sadist hırsı...”
--------“Karşılayıcı, yani yabancılarla ilgilenen keşiş geldi, resimlere korkuyla baktığımızı gördü. İnce, sarı dudaklarını
açtı; bizim iyi giyinmiş iyi bir yaşantı içinde ve tam gençlik çağımızda olduğumuzu gördü, sanki içini bir nefret
kapladı; kötü niyetle dudaklarını aralayıp konuştu:
-Gözlerinizi iyice açın, suratınızı buruşturmayın: Bakın! Bakın! İnsanın vücudu ateşler, şeytanlar ve
fahişelerle doludur; şu gördüğünüz pislikler cehenneme ait değildir, insanın içinin pislikleridir.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:210-11)
“PAYLAŞIYORUZ YAŞAMIMI SİZİNLE
----------------------------------------------------Karar verdim 1955’te taraflı bir şair olmaya
Bu öyküyü anlatmamın
Budur nedeni
Paylaşıyorum yaşamımı
Sizinle...
1996’da Moulin Rouge Uluslararası Oteli’nde
Son verdi bir fahişe ergenliğime
Evet, paylaşıyorum
Yaşamımı sizinle.”
(Mbongeni Khumalo-<d.1976>İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.08)
“Kimiz ki biz? Bilmiyorum ben kim olduğumuzu.
‘Çabuk çıkar üsütünden o fahişe kılığını! Çabuk! Nasıl iğrenç şeyler giydirmiş sana. Takma ruhlardan
o. Görmüyor musun? Çıkar çıkar şunları!’
Annem üstüme atılıp bluzu parçalıyor.”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyoruz Anne?”, sa:61)
“Eure bölgesinde yerleşmiş iyi bir köylü ailesinden gelen ‘Madam’, bu mersleği bir modacı ya da
çamaşırcı olurcasına kabullenmişti. Kentlerde fahişeliği oldukça kesin ve katı biçimde onursuzluk sayan önyargı,
Normandiya taşrasında bulunmaz.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:33)
“SOĞUK YERYÜZÜ
------------------------Aranmasın
yarının ilk nefesi
duasal gülümsemelerin rahatlığını takınan
bu çirkin kuklaların yüzünde
ne de sarhoş generallere kukuletalar yapmak için
övgülerin solgun baş örtüsünü sallayan
fahişelerin bilezikli bileklerinde.”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“Kısır kulakları, zinaya rağmen asla gebe kalmayan satılıkları müzik salonlarından kim dışarı
atabilecek? Orada tohumlar saçılmaktadır, onlarsa fahişeler gibi o serpintinin altına girmişlerdir ve tohumla
oynaşırlar veya henüz doyuma erişmemiş hırslarıyla yatmaktayken Onan’ın (Yahudi yasalarına göre çocuğu
olmadan ölen kocanın, miras hakkını sürdürme amacıyla gerekli çocuğun dünyaya gelmesi için kardeşin dul
eşiyle ilişkiye girmesi. Mamafih Onan, kardeşinin karısıyla onu gebe bırakmadan ilişkiye girmiştir.) tohumları
gibi aralarına düşerler.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:105)
“TAŞLARIN DÜŞ GÜCÜNE GELİNCE
-----------------------------------------------Kitaplar açıkça belirtir aralarında Himalayalar yoktur,
Ne de fahişeler,
battaniyeye sarınmaz bunlar ve tek giysileri
kabuğundan soyunmak utanmazca,
denizden daha denizdirler ve ağlamıştırlar”
(Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.05.04)
“Bu orta halli, ama mağrur burjuvalar, güzelliği, kendi olanaklarının üzerinde ya da durumlarının
altında bulunan bir şey olarak görüyorlardı: Ancak markizler ve fahişelerde bulunabilirdi bu nitelik. Louise kibir
küpüydü; aldanma korkusuyla çocuklarında, kocasında ve hatta kendisinde bulunan en belirgin nitelikleri inkar
ediyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:12)
“Hazreti İsa’nın tam sünnet gününe raslayan günde, Dük de Pallino’nun sekreteri Andrea Lanfranchi,
Kardinal Karafa’ya görkemli bir şölen verdi ve boğazına düşkünlüğünün yanı sıra, eğlencenin de eksik
kalmaması için, o şölene, soylu Roma’nın en güzel, en ünlü ve en zengin fahişelerinden Martuccia’yı getirtti.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:114)
“Kapıyı açıp dışarı çıkmaya yöneldi. Ama eşikte durdu.
‘Avukat Bey,’ dedi, ‘bu tanıklığa kimse inanmayacak.’
‘Öyle mi düşünüyorsunuz?’ diye sordu avukat.
‘Bir travesti,’ dedi Firmano, ‘akılhastanesinde yatmış, fahişelikten sabıkası var. Düşünsenize.’ ”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:212)
“Ve hayatta hiçbir şey öğrenmemiş bütün yabancı kadınlar gibi, Margarida da, Dio’daki Mangue
Sokağı’na demirledi sonunda. Burada pezevenkliğe kadar varan bütün fahişelik mesleğinin basamaklarını
tırmandı. Tam da onun için biçilmiş kaftandı bu iş. İşini iyi biliyordu! Hem pek zorlanmıyordu, hem de bol bol
para kazanıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim deniz”, sa:32)
“Çocukları içinde başparmağını en uzun ve en şiddetli Regina emmişti. Şimdi bir sanatçıyı besliyor,
sipariş almayı reddeden bir heykeltraşı. Adam sipariş üzerine çalışmanın kendisi için fahişelikten bir farkı
olmayacağını söylüyor.”
(M. Walser, “Aşk zamanı”, sa:192)
“Yalnız buradaki binalar ağaç (ahşap) değildi; çoktandır bina bile değillerdi. Pislikle dolup taşan ara
yolların birbirinden ayırdığı tuğla hücrelerdi bunlar. Ara yollar gün boyu çıplak insanlarla dolup taşardı;
günboyu West End’de icrayı sanat etmiş hırsız, dilenci ve fahişeler gece olunca oluk oluk buraya dönerlerdi.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:68)
“4-Yüzün Nimeti
--------------------... Nimetin tomurcuğu yorgun hicranda
Yorgun zerrem o sürünün çobanında
Güneş gibi ölen mutluluk beyaz bir günde
Doğanı eziyet eder fahişelik eden komşuda
Güzellik güzelliği çoğaltır olan onunla
Güzel kokan iki sınır iyi açılanda”
(El Nabiğ El Zabani-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.09.04)
“Onu Yolda Karşılamazsan
----------------------------------sana yollanan düşünce,
yiter yitmeler içinde,
içinde titrek bir ışıkla,
aşk olan ışık,
karanlığın içinde kara olur
hüzünlü köpeklerin kalabalık ülkesi
uğursuz köşelerde fahişelik eder, ıskalar aşkın evini,”
(Dane Zack-Nazmi Ağıl, “Cevat Çapan”, Şiir Atlası, Cumhuriyet Kitap, 13.12.07)
fai néant :
(DAVR.,FR.) <fe nean; kelimesi kelimesine : hiç bir şey yapmayan> : Tembel, aylak, boşta
faints : <çoğul olarak kullanılır. Öyle de telaffuz edilir: ‘feynts’> (İÇKİ,İNG.) : Viski ya da başka likör
yapılırken, en son çıkan hafif ve karışık ispirto
fair : (MEK, KOLL.,İNG.) : <fe’ir> : Güzel, hoş, zarif, istenir; saf, temiz, pak; okunaklı, açık; dürüst, haklı,
doğru, adil, mubah; sarışın, kumral; orta, vasat, şöyle böyle; uygun, elverişli; iyi, açık (hava); uğurlu;/ Fuar,
panayır;sergi f. and square : doğru, dürüst; f. ball : Baseball’da ‘geçerli’ top; f. copy : temiz kopya; f.
faced : sarışın; f. haired : sarı saçlı; f. minded : makul düşünüşlü; f. play : hatasız, ideal play; f. speeches :
nezaketli fakat sıradan sözler; f.way : liman ya da ırmağın seyredilebilen kısmı; serbest geçit; (Golf: çimenli
yol); f. weather : açık hava; f.-weather friend : iyi gün dostu; f. wind : uygun rüzgar; all is f. in love and war
: aşkta ve savaşta her şey mubah; by f. means : haklı vasıtalarla, şeylerle; the f. sex : kadın cinsi, cinsi latif;
fairish : oldukça büyük, iyi; fairly : hak ile, nezaketle, hakkaniyetle, gereği gibi; uygun surette, açıkça; adeta;
tamamen; fairness : güzellik, hakkaniyet.
(Yeni Redhouse Lügatİ)
Faire les yeux doux : (FR.,DAVR.,KOLL.) <fer le z’iyö du> : Birine sevgi dolu gözlerle bakmak = To look
with love at some one; to make sheep’s eyes (İNG.)
fairy : (MYTH.,İNG.) <fey’ri> : Peri, peri gibi, perilere ait; Çocuk; fairyland : periler diyarı, büyülü yer;
fairylike : peri gibi,peri eliyle yapılmış gibi; fairy ring : bazen çayırlarda bulunan ve perilerin raksındandansından hasıl olduğuna inanılan taze yeşil çimen halkası; fairy tale : peri masalı (İbid, sa:376)
fait-a-compli : (DAV.; FR.) <fe’ta’compli> : Emri vaki, olmuş bitmiş iş, fetakompli.
faith : (DAV.,DİN, İNG.) <fey’t> : İtikat, inanç, iman, emniyet, tevekkül, sadakat, vefa, din; faith! : Allah!,
İman!; f. cure : imanla şifa; f. healer : imanla hastalığı iyi eden; f. in God : Allaha iman; bad f. : kötü niyet,
bozuk niyet, hıyanet, samimiyetsizlik; break one’s f. : birinin itimadını veya imanını sarsmak; good f. :
samimiyet, hüsnüniyet; in f. : itimatla; gerçek, hakikaten; keep one’s f.: imanını bırakmamak; on my f. :
imanım hakkı için: pin one’s on or to : birine bel bağlamak, tamamen itimat etmek; the faith : Hakiki din,
Hıristiyan dini (Oxford Ansikl.Sözl., Cilt:I, sa:594)
Faka basmak; Faka bastırmak : Tuzağa düşmek, aldanmak, aldatılmak; Aldatmak
“-Herifi o gün Mokroye’de ustaca faka bastırmışlar
-Öyle ya. Bir daha tekrarladı bunu. Ötekinin berikinin evinde de kaç kere anlatmış…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:374)
“Aşağıdaki pazaryerinde alıcılar ve satıcılar biribirlerini faka bastırmak için pazarlık dolabını
çevirirlerken, Çingeneler de onlara karşılık göbek atarak bellerine sardıkları kuşaklarının öndeki düğümünü
tribüşon gibi helezonlarla evirip çeviriyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:66)
“Kir Nicolas ilkin adet yerini bulsun diye azıcık kızar, sonunda hesaplara boyun eğer ve Adrien’e şöyle
derdi:
-Aslında adam haksız değil, gerçi askerker onu faka bastırıyor, ama o da bundan yaralanarak benden
çalıyor. Yine de boş veriyorum.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:134)
“Sonunda K., tedirginliğine bir son vermek için konuştu: ‘Artık burada işlerin nasıl yürüdüğünü
gördüm, şimdi gitmek istiyorum.’ ‘Henüz her şeyi görmediniz,’ dedi faka basmayan mübaşir. Kendini üstelik
gerçekten yorgun hisseden K.: ‘Her şeyi görmek istediğim yok,’ dedi, ‘gitmek istiyorum, çıkışa nasıl varılır?’ ”
(F. Kafka, “Dava”, sa:84)
“Başkanın yanındaki bay: ‘İşinizden çıkarıldınız mı?’ diye sordu ilkin. Bu soru hemen bütün öbür
sorular gibi pek yalındı, karşıdakini faka bastırıcı bir yanı yoktu.”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:313)
“Şakalarımız her zaman hemşireler üzerinde olmazdı. Bazan hastalar bizi faka bastırırdı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:131)
“Siper savaşlarındaki kasaplık ve Versailles Antlaşması’yla - herkesi faka bastırıp sonraki tüm
savaşların atası olan antlaşma- enfazla beş yıl içinde dekor tamamlandı. Bir daha da bunu dışına çıkamadık.
Doğu Akdeniz’de, Orta Avrupa’da, Uzakdoğu’da ve başka her yerde, tepemize çöken tüm dehşetin,
iğrençliklerin kökleri orada.”
(A. Maaloof, “Doğu’dan Uzakta”, sa:385)
“Bu arada Fransız hala bulunamamıştı. Kirla Petroviç büyük bir öfke içinde: ‘Zafer gürleyişi yükselsin’
marşını ıslıkla çalarak salonda bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, konuklar kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Polis
şefinin faka bastığı anlaşılıyordu. Fransızı bulamadılar.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:85)
“Barhan Bey, pek çok düşünen, hiç faka basmayan, akıllı cesurlardandı. Küçük, siyah gözleri daima
karanlık bir inin derinliklerinden bakar gibi parlardı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:63)
“MANGAN, şen bir kahkaha atarak. - Benimdi ne demek! Hala benim, Miss Ellie. Üstelik, öbür
enayilerin kaybettiği paralar da benim cebime girdi. (Ellerini cebine koyup dişlerini gösterir.) Faka bastırdım
topunu birden. Buna ne dersiniz küçük bayan? Fena çarpıldınız değil mi?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:60)
Fakfon : (Fransızca’dan alıntı:) Gümüş görünümünde, bakır, çinko ve nikelden yapılmış alaşım.. Kuyumcular
tarafından ek işlerde kullanıldığı gibi, avam tabakasında -gümüş kutuya benzediği için- sigara kutusu gibi de
kullanılır
“Karşımızdaki kösele yüzlü, sırım gibi herif, iri fakfon tabakasını bize uzatırken arkadaşa beni sordu:
-Bu beyağa da sizin gibi meraklı olmalı cümbüşe!
-Biraz öyledir!
-Bağışlayın göreyim, bu beyağanın adını bana!
-Hayri!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:22-3)
Fakih : (ARAP. MYTH.) : Fıkıh: İslam Hukuku’nu iyi bilen ve bu konuda fetva <Bir mesele ya da dava için
şeriatın ne dediğini anlatmak için müftü tarafından ad söylenmeden Zeyd. Amr diye yazılan karşılık - Müftü
Hükümü
“Bir fakih, babasına dert yanıyordu:
‘Vaizlerin o güzel sözleri beni hiç etkilemiyor. Çünkü onlarda, sözlerine uygun davranışlar
göremiyorum. Kur’anda buyurulmuştur ya: ‘Halka iyilik etmeyi emreder de, kendi kendinizi unutur musunuz?’
............... Hani körün biri, bir gece çamura düşüp: Müslümanlar!’ demiş, ‘yoluma bir kandil tutun!’ Yolsuz bir
kadın da bunu duyunca:
‘Ey kör,’ demiş, ‘kandille neyi göreceksin?’. İşte tıpkı bunun gibi, va’az meclisi bezci dükkanına
benzer, para vermeyince mal alamazsın.’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:120-1)
Fakir, Fakirleri : Osmanli kültüründe, özellikle kendinden üsttekilere karşı ‘ben’, ‘bendeniz’ eşdeğeri
kullanılan sözcük
“Paşa azıcık sert İmam’ın sözünü kesti:
-Çocuğun giyinişini değiştirecek değiliz.
-Paşa Efendimiz için önemsiz kabilinden, fakirleri için önemli olan bir mesele daha sunmak isterim.
Çocuk Ramazan’da ‘mukabele’ okur (Ramazan’da camide yüksek sesle okunan kuran), bayağı günlerde
‘mevlit’lere çağrılır. Acizleri biraz da çocuğun kazancıyla ev geçindiriyorum. Şayet...”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:61)
Fakir adamın avukatı = ‘poor man’s lawyer’ : Anglo-Sakson memleketlerinde, avukat tutamayacak kadar
gelieri olmayanya da kimsesiz kimselerin savunmaları için mahkeme tarafından bedava tayin edilen dava vekili
“Gariptir ki, hastane başhekimi beni tekrar görmek istemedi. Bir şeylerin döndüğünden şüphelendim.
Ertesi gün, şüphelerim kanıtlandı. O gün cumartesi idi; beni bir şerif ve savcı huzuruna çıkardılar. Yine fakat
başka bir ‘fakir adamın avukatı’ benim savunmam için atanmıştı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:82)
Fakir fıkara; Fakir fukara; Fakir kılıklı : Fakir kesim; sosyo-ekonomik düzeyi düşük, dar gelirli ahali
“Fakir fukara giyimli kalabalığın az berisinde, Reşit Hamdi Bey için sağdan soldan hayli tanıdığı,
kendisinden yardım bekleyenler, başkentte görülecek işi olanlar, kimi partililer, ‘yeni nizam’ taraftarları, nihayet
pek şık hanımlar toplanmışlardı. Ankara Prensesi’nin ihtiyar zevci siyah elbiseleri, kırmızı ipek papyonuyla
hemen dikkat çekiyordu.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:126-7)
“Kel Mıstık araya girdi:
‘... Bunun derdi zoru, memlektin iri memurlarıyla, daha çok da valisinde. Fakir fıkara düşmanı
değildir bu. Haza beyefendi. Sizi lapor etmez. Öyle değil mi?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:15)
“Abdülvahap Bey için bu kasabada çok kötü şeyler söylüyorlar. Adamcağızı hallaç pamuğu gibi
atıyorlar. İtin gö.üne sokup çıkarıyorlar. Yok, o, kendisine üç tane çiftlik, beş tane saray gibi ev almış. İstanbulda
Boğaziçinde her çocuğuna bir yalı yaptırmış. Yalan efendim yalan. Külliyen yalan. O, herkesi ev sahibi yaptı da
kendisine bir kulübecik bile almadı. Bu yörelerde, adalarda, yaylalarda, Rumlardan ne kadar ev, ne kadar
zeytinlik, ne kadar bağ bahçe, ne kadar tarla kalmışsa hepsini fakir fıkara göçmenlere dağıttı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:47)
“ ‘Denizi kuruttular denizi... Kendileri kurusun kendileri... Hem de kurudular. Hem de daha
kuruyacaklar... En büyük zulüm... Denizi kurutaraktan... Fakir fıkaranın rızkını kesmektir!...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:136)
“Sokak, döküntülerle ve içi boş konserve kutularıyla dolu. Ötede beride pis su birikintileri göze
çarpıyor. İki tane testiyi çeşmeden dolduran yırtık elbiseli ihtiyar bir kadın ağır adımlarla yürüyor. Testilerin
ağırlığı altında beli iki kat olmuş. Birkaç pis ve sefil kılıklı çocuk, arkın içinde oynuyor..... Nihayet pis bir bakkal
dükkanı önünde kuyruk yapan fakir kılıklı bir sıra kadının yanına yaklaşınca, Pierre ev numaralarına baktı ve
durdu:
-Burası.
Bu ev bütün ötekilerden daha sefildi.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:104)
Fakirhane : Varlıklı ve fakat alçak gönüllü bir kimsenin kendi evine yaptığı gönderme; Fakirler evi
“Ağa geldi. Güleç yüzlü bir insandı. Ufak tefekti.
‘Buyurun, buyurun efendim. Hoş gelip sefalar getirmişsiniz. Bu yanlarda olduğunuzu biliyorduk.
Uğrayacağınız yüreğime tıp etmişti. Ya efendim. Beyefendiler, neredeyse gelirler, diyordum. Çünkü, bu yana
uğrayan müfreze fakirhaneye uğramadan geçmez. Hoş geldiniz.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:163)
Fal açmak : Fal bakmak
“...altın yıldızlı bilezik ve yüzüklerle süslü yirmi, yirmi iki yaşlarında bir kız yanımıza sokuldu.
Sırnaşan arsız çocukları yarı gerçekten, yarı şakadan azarladıktan sonra kendisi yılıştı:
-Ha tutun birer niyet de açayım size birer maydanozlu fal!’
-Biz maydanozlu istemeyiz!
-Ebegömeçli açayım!
-Ebegömeçli de istemeyiz!
-Neli istersiniz ya civan <genç> beylerim?
-Biz karanfilli isteriz!
-Ha kokasınız karanfil gibi. Anlaşılan sizin karanfil gibi birer esmer sevgiliniz var. Allah artırsın
muhabbetinizi; illa velakin açayım size birer fal da okuyayım kalbciklerinizi!...
-Peki... aç bakalım!’ Hemen önündeki bakla çıkınını açıp önümüze uzatarak,
-Atın birer metelik içine!
Meteliği önce bizim arkadaş attı ve esmer, uzunca boylu, ince yapılı, tirşe <yeşilimsi mavimsi renk>
gözlü kız, metelikle baklaları bir iki çalkaladıktan sonra açtı ağzını:
-Bak benim karanfil beyciğim, simcik <halen> senin....’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:13)
“Çuvallar açılıyor, boşalıyor, bükülmüş kenarları yaraların çevresini andırıyordu:
‘Hani ya papağan isteyen!’
‘Hanımlar fal açayım, fal açayım!’
‘Kar gibi yatak çarşaflarım var!’
‘Kabak var kabak! Kabağa bakın kabağa! Kabağı sütle yiyin!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:38)
Falaka; Falakadan geçirmek; Falakaya çekmek, yatırmak : Osmanlı devrinin sopa safası: suçluyu genellikle çocuk- okulda, arkadaşlarının yardımıyla, yere yatırıp, ayak tabanlarına vurulun sopa; mecazi
anlamda da dayak atmak
“Sabiha Hanım kaşlarını çattı.
-Ne demek istiyorsun, Paşa?
-İstifa ettim.
-Hata ettin. Ne olursa olsun, insan başındaki devleti <talih, kısmet> ayağıyla tepmemeli, Paşa.
-Öyle ama ben artık Genç Türkler’e falaka atamaz, süremez hale geldim. Bunları yapamayan adam bu
devletin güvencesini elinde tutamaz.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:377)
“İlyas Çavuş işi şakaya boğarak durmadan konuşuyordu.
‘Adam amma da karafırtına gibi bir adammış. Köyde, ayağının üstünde kalabilecek bir tek adam
bırakmadı. Yediden yetmişe hepimizi, kadın, erkek, kız kısrak demeden yataklık etti. Yakalayabilse miyav diyen
kedilerimizi de falakaya çekecekti.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:539)
“Ama gözünü kırpmadan bütün sınııfı bir solukta falakadan geeçiren, bir tokatla bir oğlanı bayıltan
hoca, bir türlü gelip tavandan akan sular için kendisini cezalandırmıyordu.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:11)
“Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak... Büyük kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı.
Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:120)
Falan, falanca; filan, filanca, fişmekan : Kişi ye da yer olarak isim vermek istenmediğinde genellikle söylenen
şeyler; falan festekiz, falan feşmekan, filan fişmekan
“Ben Rıza’nın falan bahane olduğunu bildiğim için:
-Dükkanı kapayacağım, şöyle bir su kenarına kadar uzanayım, dedim.
-İyi fikir, dedi, belki ben de gelirim. O geçip gitti, ben arabamı getirttim.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:26)
“Genç kadın, ölülerin ruhlarıyla hiç ilgisi olmadığını gösteren bir omuz silkmesiyle karşılık verdi.
Kaynanasının yüzü kalın düzügün tabakası altında mosmor olmuştu.
-Çerkes köylerinde hafız falan yoktur... Senin atalarının ruhu benimkilerinden fazla rahmete muhtaç.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:45)
“Kocama da öfkeleniyorum bazı. ‘Pilicim, pilicim deyip durma şimdi,’ dedim bir gün. ‘Sinirlendim
zaten,’ dedim... Öyle ya, diyecekse ‘yavrucağım’ falan desin. Öyle etli butlu değilim ki. Birazcık bacaklarımın
üst yanı kalın, o kadar. Onu da epey incelttirdim işte. Daha da incelttireceğim. Aklıma birşeyi taktım mı
yaparım.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“İçlerinden biri muhtarmış. Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o zamandan beri okulun
kapalı durduğunu söyledi. ‘Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar oklula falan gelmezler. Beş on gün
oturup dinlenirsin!’ dedi.”
(S. Ali, “Bütün Öyküleri:II -Yeni Dünya”, sa:10)
“Babası, anası ölmüş. Yanlarına almışlar kızı. On yedisinde evermişler. Gerdek gecesi sabaha karşı
‘bozuk çıktı’ diye geri göndermiş kocası. ‘Hele sürtük, kim bozdu seni kız?’ ‘Bilmiyom’ der bu, söylemez.
Dövdük falan, ‘valla bilmiyom’ der.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:15)
“Bayram ne yapsa, ne kadar vursa, öfkesi dinmiyordu. Ayaklarının altına alıp tekmelemeye başladı.
Beline, böğürüne, kıçına, başına, neresine geliyorsa vuruyordu. ‘Anasını, falanını, filanını... it... eşek...’ boyna
söğüyordu. Avlunun içi, yumrukla, tekmeyle ve sövgüyle dolmuştu. Irazca, yüreği harp harp ederek dışarı çıktı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:82)
“Ve yarın gerçekten yaşayacağınız şeyi o sırada düşlemeye koyulmuşsunuz, bunu bu denli çabuk
gerçekleştirebileceğiniz aklınızın ucundan geçmezdi, günün birinde gerçekleşmeyi tasarlamış falan da değildiniz
henüz, belki çok uzak bir gelecekte olabilirdi bu, Cécile’in hevesine kendinizi kaptırarak hayal kurmak hoşunuza
gidiyordu o anda...”
(M. Butor, “Değişim”, sa:140)
“Dünyanın en iyi yürekli insanlarıydı ana kız; erdem ve çıkar gözetmeme, o dürüst yaratılışlarının her
yanında ışıldıyordu. Ev işlerini bitirebilmek için ellerinden geleni yaptılar, zaman falan tanımadılar.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:27)
“Cüce, melankolik bir havaya bürünmüştü, böyle anlarında daha şakacı oluyordu. Mahkemenin, en ince
ayrıntılarına dek kendisine anlatılmasını istedi, hiçbir evrede herhangi bir karşı koymada bulunmadı. Kien’e bazı
bedava, parasız, karşılıksız önerilerde bulundu. Kendisine yardım edecek bir akrabası falan yok muydu?”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:308)
“Alan boştu adeta. Öbür başında, bizden birkaç yüz metre uzaklıkta bir grup insan dikiliyordu. Ama
deve falan hak getire.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“Adam dedi ki: ‘Sayın hanımlar, bildiğiniz gibi bu oturum bir kadınlar oturumu.’ Sonra bir şeyler
söyledi ama ben pek anlamadım. Derdimiz nedir, biz kimlerden neler istiyoruz? Özgürlük, falan filan öyle bir
şeyler işte... Atatürk’ün adı da sık sık geçiyordu.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:40)
“Sancho defalarca temennalar etti, el ayak öptükten sonra, ata binmesine yardım etti. Kendisi de eşeğine
bindi, arabadaki hanımlardan izin falan istemeden, tek kelime etmeden, atını sürüp oradaki ormana dalan peşine
düştü.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:60)
“Ben hacı olduğumuzu söyleyince, kadının gözleri saygı ve gururla ışıldadı.
‘Genç kızlığımda buradan her gün Compostela’ya giden en az bir hacı geçerdi. Savaştan ve
Franco’dan sonra, nedendir bilmem, hac yolculuklarının ardı kesildi. Birileri bir otoban falan yaptırmış olmalı.
Bu günlerde herkes araba yolculuğunu tercih ediyor.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:115)
“ ‘Sana nasıl bir açıklamada bulundular?’
‘Bana açıklama yapmadılar. Ben onlara açıklama yapmak zorunda kaldım. Karakola gidip soruları
yanıtlamam gerekti. Kim olduğu, ailesinin nerede oturduğu, onu son olarak ne zaman gördüğüm, yanımızda ne
kadar kaldığı, arkadaşlarının kim olduğu; filan falan!’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:138)
“ ‘Wheatley’e şaka yollu, annesinin Stowe Ödülü’nü 1995 yılı Avustralya yılı ilan edildiği için aldığını
öğrenince bayağı üzüldüğünü söyler.
‘Ne istiyor ki?’ diye bağırır Wheatley.
‘En iyi olmayı,’ diye yanıtlar John. ‘Jürinin bütün içtenliğiyle onu en iyi yazar seçmesini isterdi. En
iyi Avustralyalı yazar, en iyi Avustralyalı kadın yazar falan değil, en iyi yazar.’ ”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:17)
“ ‘Ve kız konuştu; benim onu anladığımdan emin, acısını dindirmek için susamışların su içmesi gibi
konuştu. Ailesinin, Kurtz ile nişanlanmasına izin vermediğini öğrenmiştim. Yeteri kadar zengin değilmiş falan
filan.’ ”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:172)
“ ‘Bu gece öleceksin!’
Aslında ruhlara, ispiritizmaya falan inanmam, gelgelelim ölüm düşüncesi, daha doğrusu öleceğimle
ilgili açıklamalar canımı sıkmaya yetmişti...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:54)
“Alışamayacağım buralara. Belli bir şey bu. Dün saat onda kafayı vurup yattığımda, ya da bu sabah
dokuzda kalktığımda hep aynı duygu vardı içimde: Sanki çok uzun süren bir uyku yüzünden beynim kafa tasıma
yapışmış da falan filan...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:26)
“LOMOF - Amma benim Ugaday daha iyi değil mi? Elinizi vicdanınıza koyarak söyleyiniz!
ÇUBUKOF - Sinirlenmeyiniz, kıymetli dostum... Müsaade buyurun... Sizin Ugaday’ın özellikle,
birtakım güzel nitelikleri var... Cinstir, bacakları kuvvetlidir, gergin kalçalıdır, falan filan. Fakat bu köpeğin,
doğrusunu isterseniz yavrucağın iki kusuru var: ihtiyarlığı ile bastıbacaklığı.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:32)
“O zamanlar seyircilerin ikiye ayrıldığını, her birinin bir Primadonna’nın hayranı olduğunu da
belirtmelidir. Bir yan falancı, öbür yan filancıydı. İki yan da müziği öyle çok seviyordu ki, sonunda yer
göstericiler her iki primadonnanın güzelliğine, sanatına gösterilen bu tür aşırı sevgi belirtilerinden korkmaya
başlamışlardı.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:33)
“‘Bütün bu iç baskılara biz, doğrudan doğruya körüklediğimiz bağnaz dindarlığa dayanan bir
ulusalcılığın ağırlığını da bir güzel ekliyoruz. Doğrusu ben diyecek söz bulamıyorum, ama bu dinin fizikötesiyle
değil, yalnız ve yalnız etikle uğraşan bir savaş dini olduğunu asla unutmayın. Arap Birliği falan...’ ”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:116)
“Salvatore hayal kurmaktadır: Gençliğinde gittiği kafede eski dotlarını, geçmişteki arkadaşlarını
yeniden bulacak mıdır? Kendini tanıyacaklar mıdır? Onunla ilgilenecek, kangurular ve yerliler arasındaki
serüvenlerini anlatmasını merakla isteyecekler midir? Bir zamanlar tanıdığı o kız...? Ya köşedeki dükkancı...?
Filan falan.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:198)
“‘Fakat Alain kız arkadaşından bahsetmedin bana,’ diye çıkıştı Gernie, ilk girişiminin sonuçlarından
memnuniyetsizlikle.
‘Rahat bırak beni! Kız arkadaşın falan yok benim!’ diye bağırdım, benim ve onun aptallığına kızarak.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:37)
“Sık sık kullandığı deyimlerden biri şuydu: ‘İşi pişkinliğe vurdum’ (falan ya da filan şeyi yapmak için).
Sokağa çıkmadan önce, babamın yeni bir tuvaletine, özenli makyajına ilişkin uyarılarına şiddetle karşılık verirdi:
‘İnsan toplumdaki yerini korumalı değil mi ya!’ ”
(A. Ernaux, “Bir Kadın”, sa:42)
“KARAGÖZ: Yanlış ağa yanlış, ben Acemin liralarını falan almadım. Bana birkaç tane enginar
bırakmıştı. İşte onlar bende kaldı. Kendi gelip almadı.
TUZSUZ: Ulan ben dinlemem. Ya herifin paralarını geri ver ya da ölümlerden ölüm beğen.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:60)
“Eczacı da söze karışmıştı:
‘Zaten bizim buıralarda doktorluk pek o kadar zor bir iş değildir,’ diyordu. ‘Yollarımızın durumu
araba kullanılmasına elverişlidir çünkü. Çiftçilerin halleri vakitleri yerinde olduğundan, oldukça iyi para da
verirler..... bronşit, safra kesesi hastalıkları falan bir yana, hatta bir zaman sıtma nöbetleri görüldüğü de olur.....
aslında önemli olaylar yoktur. Özel bazı şeylerle karşılaşılmaz.’ ”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:90)
“MÜDÜR - Yeter ama... yabancılar var...
DELİ - Öyle ya...
BERTOZZO - Ama müdürüm, bir anlayalım bakalım... Öyle selamsız sabahsız pat diye içeri
girmeler falan!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:72-3)
“Yalnızca tesadüfen orada olduğumu onlara nasıl açıklayacaktım. Bu kaçırma olayıyla filan ilgili
olmadığımı. Sonra bu işin kodeste bitebileceğini düşündüm. Bana bok atabilirlerdi.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:12)
“Aslında kamplar içindeki havada müzik hiçbir zaman eksik değildir. Tutuklular toprak kazarken, taş
kırarken hoparlörlerden Bach filan dinlemiştir. Sarsıcı olan onların başında nöbet bekleyen ‘Halt!’ ‘Los, los!’
gibi kaba sesler çıkaran iri yarı, ceberrut Almanların da bu müziği seviyor olmaları.”
(Füruzan, “Ev Sahipleri”, sa:72)
“Yazılması gereken bu mektuplar beni yoruyor, dermansız bırakıyor, çileden çıkarıyor, bunlar
çalışmama hep böyle engel olacak… Artık dostluk falan dinlemem, onların en iyisini bile başımdan defetmek
isterim… Ama yapamıyorum. Eninde sonunda yine yazıyorum; huzurumu sağlamak, kendi kendimden şikayet
etmemek için…”
(A. Gide, “Günlük”, sa:91)
“İlk zamanlarda, henüz benden kuşkulanmazken, ağzından şunları kaçırırdı: ‘Sempatim çok değer
görüyor.’ Sanki bunu başkalarından beklemek zorundaymış gibi. Onun, ‘falanca, ona bu kadar şey yaptıktan
sonra, bunu benden esirgemez,’ deyişini işittiğimde tüylerim diken diken olurdu.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:71)
“Hani perhiz ayı falan da değildi ki, dinimiz içkiyi yasaklasın. Aylak bir adam oturup can sıkıntısından
kafayı çekmişse, böyle yapmakta bence hiç günahı yoktur. Şimdi biz gider, uyurken baskın yapmanın ne demek
olduğunu gösteririz onlara.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:12)
“ ‘Bana bakıyor ve bir şeyler düşünüyorsunuz,’ dedi.
‘Hayat hikayenizi merak ediyorum.’
‘Hikaye mi? Benim hikayem filan yok. Bugün dünden, yarın bugünden farksız benim için.’ ”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:33)
“Bu hareketime, canının sıkıldığı anlaşılıyordu. Mamafih, bu, uzun sürmedi. Tekrar gülümsemeye
başlayarak:
-Elini uzat da bir deneyelim, dedi. Eski bir yüzüğünü ölçü verdim. İnşallah dar falan değildir.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:87)
“Masal şu: Solon, Krezüs’ü ziyaret eder. Krezüs ona birkaç gün sarayının zenginliklerini gösterir.
Krezüs, kendisinin dünyanın en mutlu adamı olduğunu sanarak, Solon’a dünyanın en mutlu adamının kim
olduğunu sorar. O da Hamurabi zamanından kalma ‘Fazilet iyidir, fesatlık yapmak kötüdür’ yollu hikmetlerden
ukala dümbelekliğine soyunur. ‘Atinalı filan feşmekan vardı; çalıştı, çocukları, torunları oldu, sonra yurdu
uğruna öldü, işte o en mutlu adamdı’ ”der.
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:37)
“Böyle üç ayda bir devletten bir maaş alamaz öyle herkes; işte bunun için de yaşdaşları arasında işini
bilenin biridir o. Ötekilerden biri, falanca veya filanca, arasıra ringa avından köye eli dolu döner; parasına,
gördüğü itibara böbürlenir böbürlenmesine; ama uzun sürmez bu.”
(K. Hamsun, “Benoni”, sa:3)
“Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı!
Yemin billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan
olsaydı gene sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl
lüpletti hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190)
“ ‘... Sonra Dorothy Parker, o da yazar. Kocası Allen Campbell, C-a-m-p-b-e-l-l, çalışmalarından ötürü
şu anda New York’ta tutuklu bulunan eski dostum Dashiell Hammett, usta oyu yazarı Lillian Hellman.’
Falan filan. Bu abuk sabuk ifade bittiğinde Bay Tavenner, söylenilenlerin doğru olup olmadığını
sordu. Kurul’a yolladığım mektuptan söz etmek istediğimi bildirdim: Kurul, mektuptaki önerimi bir kez daha
gözden geçirirse, sevinirdim.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:102)
“Bazen falan ya da filan kişinin ya da bir tarih parçasının, bir kez daha yaşamak arzusuyla ve
bakışlarının canlı bir gözde yansıdığını görmek arzusuyla okunan metinden adeta açgözlü kopup geldiği
oluyordu. Hans bu gibi durumları kabulleniyor, hayrete düşüyor, hızla devinen, bir an sonra yine kaybolup giden
görüntüler yüzünden varlığında derinlemesine tuhaf bir değişikliğin gerçekleştiğini duyumsuyor, sanki kara
toprağın altını bir cam arkasından gördüğü ya da Tanrının gözlerini bir an kendisine çevrildiği hissine
kapılıyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:112-3)
“Örneğin bana bir ara ne tip öğrencilerin kendisini ilgilendirdiğini ve bunları hangi yoldan inceleme
konusu yaptığını anlattı. Öğrencilerden bazılarını avucunun içi gibi biliyor, tanıyordu. Dersten önce bana,
‘Başparmağımla sana bir işarette bulunduğumda, falan ya da filan kişi başını çevirip bize bakacak ya da ensesini
kaşıyacak,’ diyor, buna benzer şeyler söylüyordu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:72)
“Birimiz için pasaporttu bu, birimiz için harita, bir diğerimiz için halifeye verilecek güven mektubu,
birimiz için falan, yine bir diğerimiz için filan şeydi.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:35)
“Belki de daha uzun bir zaman sürdüreceğim bu yolculuğu, belki bütün kış, belki bütün yaşam boyu.
Dört bir yanda sonunda falan ya da filan dostu bulacak, bir akşam kendisiyle oturup şarap içeceğim; şurda burda
benim benim iyi perilerim de alacakaranlıkların herhangi bir saatinde karşıma çıkacak, çocukluğumun kutsal
tapınaklarına rastlayacağım.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk-Nürnberg Yolculuğu”, sa:184)
“Oteldeki odasında daldığı uykudan uyanınca, eli komedinin üzerinde duran kitaba uzandı, çıktığı
gezilerde çokluk yanına aldığı Schopenhauer’in bir kitabıydı bu. Rasgele açıp içinden bir cümle okudu: ‘Geride
bıraktığımız yaşam yoluına dönüp baktık mı, hele gözlerimizi attığımız mutsuz adımlarla bunların sonuçlarına
çevirdik mi, falan şeyi yapıp filan şeyi nasıl ihmal ettiğimize <gerekli önemi vermemek> çokluk akıl
erdiremeyiz, dolayısıyla sanki yabancı bir güç adımlarımızı yönetmiş gibi gelir bize. Goethe ‘Egmont’ da şöyle
der: İnsan kendi yaşamına yön verdiğini, kendi kendisinin kılavuzu olduğuna inanır; ama beri yandan en içsel
varlığıyla, karşı konulmaz bir güç tarafından yazgısına doğru çekilip götürülür.”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:77)
“Hani bir ülkede veba kol gezer de bir söylentidir yayılır ortalığa, falan ya da filan yerde bir adamın
yaşadığı, bir bilgenin, sözü ve nefesiyle hastalığa yakalanmış herkesi iyi edebilen keramet sahibi birinin olduğu
söylenir ve nasıl ki bu söylenti ülkeyi baştan başa dolaşır..”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:28)
“Oğlanlar heyecanla haykırıyorlar:
‘Yaşaa!’
Başçavuş: ‘Ne tuhaf,’ diyor. ‘Artık baş ağrım falan kalmadı.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:51)
“İnsanların çoğunda da böyle gizli bir ejder, için için besledikleri bir dert, içlerini kemiren bir canavar,
gecelerine yerleşen bir keder vardır. Adam başkalarına benzer; gider, gelir. Falan adam filan adamlara benzer.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:381)
“MADELEINE - Bir kere, yirmi yaşında genç bir adamın damarları esnektir, iç kanamasından filan
ölmez; kanı da yaşlı bir pinponunki gibi koyulaşmıştır...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:84)
“Tek başına kalacaktı, ona ne şüphe. Hiçbir insan sürüsü, onu arasına almayacak, ona elini
uzatmayacaktı. Ama, ne çıkar, onun gönlü bütün insanlara açılacaktı. Filanca insanı sevecek, filancadan nefret
edecekti. Hiçbir doktrin ya da dayanışma düşüncesi onu haksız bir harekete sürükleyemeyecekti. Böyle bir
düşkünlüğe katlanmaktansa ölmeyi yeğ bulurdu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:118)
“‘... böyle bir şahsiyetin bu hükmünden sonra, elbette, bu muhakeme usulüne daha fazla katlanmam
mümkün değil. Bugünden itibaren şu talimatı veriyorum, falan filan...’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:53)
“ ‘Bas git sen hayvanlarına, korkak,’ diye cevap verdi Kızılsakal arkasını dönmeden. ‘Git koyunlarına,
burnunu insan işlerine sokma... Bana da kardeş deme. Senin kardeşin filan değilim ben!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:133)
“Herşeyi inceden inceye anlatmaya başladı: Az önce haber aldığına göre ‘Müfettişler Müfettişi’nin
İstanbul’da Boğaz’daki bir otelde arkadaşlarıyla keyif çatarken yakalanması falan dümendi! Başımızdakilerin
siyaseti.” ..... “Buraya daha çok kafayı bulmak için gelmişti. ‘Hiç şüphen olmasın, Devlet vatandaşını sınamak
için’ falan filan diye anlatıverse önemini yitirecek...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:10;18)
“Çavuş:
‘Yemek falan boğazımdan geçmez Efe. Ben kahrımdan ölüyorum!’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:11)
“RUPRECHT -... Babam da ‘Peki git ama, pencerenin dışında kalacaksın ha!’ dedi. Ben ‘Elbette!
İstersen yemin edeyim,’ dedim. ‘Peki öyleyse. Koş! Saat on birde döneceksin ha!,’ dedi.
ADAM - Sen de peki dedin, dırlandın falan filan... Bunun bir türlü sonu gelmiyor. E? Diyeceklerin
bitiyor mu?”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:43)
“Zenci, biraz önce ne okuduğunu biliyormuş gibi, ona gülümsedi. O muydu yoksa, o mektubu ona
yazan? Bu çok saçma düşünceyi kafasından attı ve sonraki durakta inmek üzere yerinden kalktı. Geçişi
engelleyen Zencinin yanından geçmesi gerekiyordu, bu canını sıktı. Ona tam çok yaklaşmıştı ki otobüs fren
yaptı, bir an dengesini yitirdi ve gözünü ondan hiç ayırmayan zenci genç, kahkahayı bastı. Chantal, otobüsüten
indi: Adam, flört etmeye falan kalkmamış, onunla yalnızca eğlenmişti.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:50)
“Eğer mektuplar da kesilseydi ne olurdu bilmem, fakat onlar hep geldi. Annemin mektupları, gazete
gibi havadis doluydu; George nasıl yeni bir işe başlıyordu, büyükannem nasıldı ve John amca ona ne söylemişti,
falan fişman.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:35)
“LISETTE -... Bana hemen dün ilanı aşk etseydiniz, kabul edecektim. Ama düşünün bir kere, ne kadar
büyük bir gözüpeklik etmiş olacaktım, ne haliniz vaktiniz, ne servetiniz, memleketiniz falan hakkında bir şey
sormaya vakit bulabilecektim!”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:47)
“Annem her zamanki gibi dudaklarına iliştirdiği hafif yapay gülücülükle, gözlerini sehpanın kenarına
dikmiş oturuyor ve bu işlerde rolü yokmuş tavrına bürünüyordu. Ama başoyuncu oydu.
Sonrası, bildiğiniz evlilik hazırlıkları, nüfus kütüklerine yazılar, ortak hayaller, evi döşeme
kavgacıkları falan filan…”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:105)
“Aysel’in düzgün yüzündeki tek ameliyatlı yeri burnuydu. Aslında da pek büyük olmayan burnunu
iyice küçülttürüp hafifçe havaya kalkık hale getirmişti. Çevrelerinde en az ameliyat yaptıran kadın oydu. Spor
yaptığı, sürekli moda olan rejimleri izlediği, Pritikin, Scarsdale, tek gıda falan filan derken her yemekten önce
aldığı Xenical haplarıyla, yağ emdirmeye gerek duymadan yaşayabiliyordu henüz.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:25)
“Denizde hiçbir gemi, hiçbir balıkçı takası falan yoku. Zaten bu havada çıkmak için deli olmaları
gerekirdi. Herhalde şimdi Şile İskelesi’nde ağlarını tamir ediyor, balıkçı barınağında sıcak sobanın başında çay
içiyorlardı. Ya da kahvede okey oynuyorlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:120)
“Bu arada yalnızlıktan canı sıkıldığı için olsa gerek birkaç tanıdığını çağırıp ev yapmaları için teşvik
etmiş. İnsanlar gelip, onunki kadar büyük olmayan evler yapmışlar. Adam, gelenlerden arazi parası falan
istememiş. Zaten doğal malzemeler kullanılarak imece usulü yapılan, adanın ormanlarından yararlanılarak ortaya
çıkarılan kütükten evler için dışarıdan çok az malzeme getirilmiş. Herkes eşine dostuna söyleye söyleye ada kırk
eve ulaşmış.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:9)
“ADRIANA :
Canavar falan değildi eskiden,
İpsizin, zavallının biriydi.
İnsanların en iyisi olacağa benzemiyordu,
Ama en kötüsü de olmayabilirdi.”
(A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:54)
“Beni yakından etkileyen ve daha önce değindiğim bir nedenle, dillerin eşitsizliği konusu üzerinde
birkaç sayfa durmak isterdim: Fransa’da bazı insanlarda dünyanın gidişatı konusunda endişeler, şu ya da bu
teknik yenilik, falan ya da filan entelektüel ya da sözel ya da müzikal moda ya da mutfak modası karşısında
tereddütler sezdiğimde, ‘korku’, geçmişe aşırı özlem ve hatta gerici belirtiler gözlemlediğimde, bu çoğu zaman
şu ya da bu şekilde insanların İngilizcenin hiç durmayan ilerleyişi ve onun günümüzdeki öncelikli uluaslararası
dil statüsü karşısında hissettikleri hınçla bağlantılı.”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:111)
“Cesedin yattığı odada sandık kokusu var, oysa görünürde sandık falan yok. Köşede bir ucundan
halkada asılı bir hamak var. Bana öyle geliyor ki, burada her şey kırık dökük, çökmek üzere nerdeyse, başka bir
kokuları olsa bile bu eşyaların çöp kokusu saçan görüntüleri var.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:11)
“Türk, kereminden konuğa der ki: Kapıma köpeksiz, hırkasız gel.
Falan yerden, edeplice gel ki köpeğim sana karşı ağzını, dudağını bağlasın.”
(Mevlana, “Mevlevi”, Cilt:5, sa:287)
“Scarlett korkmaya başladı, ama onu korkutan cehennem ateşi falan değildi, O Rhett’i kaybetmekten
kodkuyordu. ‘Benim ruhum Rhett’tir! Onu yitirmem demek, ruhumun benden uzaklaşması demektir!’ diye
düşünmeye başladı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1320-1)
“Böylece kendi isteğiyle kalmış o kıyılarda. Çünkü bu adamda gurbette ölnmek korkusu falan yok. Bir
mezarda çürümek şerefine de pek düşkün de değil. Sık sık şu sözü tekrarlar: ‘Mezarsız ölünün kefeni göklerdir;
her yerde Tanrı’ya giden bir yol vardır.’ ”
(Th. More, “Utopia”, sa:16)
“SETH - (Ames’e dönerek sevinçle.) Ulan Amos, eğer şu haber doğru ise, bu gece kasabada ayık
adam kalmaz... Bunu kutlamak vatani görevimizdir.
AMES - (Sırıtarak.) Elbette öyle yapmalıyız ya!
LOUISA - Amos’u sarhoş falan edemezsin bu gece, ister teslim olsunlar, ister olmasınlar! İhtiyar
günahkarın birisin sen!”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:18)
“ ‘... Neyse ne. Gordon ayvayı yemişti.
‘Umarım Wisbeach benim giysilerimi falan atmaz.’
‘Sen hiç merak etme. Kiranı falan hallederim.’
‘Sevgili dostum, kiramı ödemene izin veremem!’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:215)
“Benim bütün bunlardan çıkardığım sonuç, onun bu huzursuzlanmalardan, kollarını kavuşturmuş, ileri
geri sallanıp surat asmalarından gizli bir zevk aldığıdır. ‘Ama George bu çok ciddi! N’aparız bilmiyorum! Para
nereden bulunacak! Durumun ciddiyetinin farkında değilsin!’ Falan filan.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:11)
“ ‘Keşke Wendell artık kitap falan yazmasa Bay Fields,’ demişti Amelia birkaç hafta önce Fields’lerin
evinde, nehir manzaralı güzel odalarında kahvaltı yaparken. ‘Gazeteler yine onu eleştirecek. Bunun ne faydası
var?’ ”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:75)
“MÜZİK
---------Bastonlarıyla kumları sürekli oyan
Emekli bakkallar yeşil sıralarda oturur,
Yine bütün konuştukları ortaklıklar falan,
Dönüp dolaşıp aynı söz: ‘Bize kaça mal olur?’ ”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
“-İyi günler. Kimliğiniz lütfen.
-Yanımda değil, Şef. Ben... koşmaya çıktım.
-Sizi gördüm; zorla bir bankamatiğe girdiniz, sinsi sinsi ilerlediniz, bu binada özel mülke tecavüz
ettiniz ama koşu falan yaptığınızı görmedim, öyle değil mi?”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:114)
“-Gerçekten, dedim, güzel bir modelsiniz, bu kesin; kendi adıma, üzerinizde bir çalışma yapmak
isterdim; ama portrenizi yapamam.
-Peki neden?
-Çünkü portre ressamı değilim.
-Ooo... Fransa’da güzel sanatların filan veya falan kolunda çalışmak için uzmanlık belgesi mi almak
gerekiyor?”
(G. Sand, “Thérese ile Laurent”, Cilt:I, sa:16)
“<Yusuf> Bir telaşla açtı gözlerini, uyuya kaldığını ve ustabaşının işaretini kaçırdığını sanmıştı, ama
aslında sadece bir an için dalmıştı, ahbapları hala yanı başındaydı, bazısı sohbete kaptırmıştı kendini, bazısı tatlı
tatlı uyuklamaktaydı, sanki merhametli ustabaşı bugün işçilerin huzurunu bozmamaya kararlıydı, daha işaret
falan vermemişti.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:86)
“Kadın bir an için, kocasının suçüstü yakalandığını, polisin de evde arama yapmaya geldiğini düşündü;
çelişkili gibi görünse de rahatlatıcı bir düşünceydi bu, çünkü kocası arabadan başka bir şey çalmazdı..... araba
denen meret de, öyle yatağın altına falan saklanacak şey değildi. Kuşkusu çok kısa sürdü, çünkü kocasına
yalnızca eşlik ettiği için içine su serpilmesi polis memuru, ‘Bu beyin gözleri görmüyor, onunla ilgilenin’ deyip
onu kollarına bıraktığında, başlarına ne büyük bir felaketin geldiğini kavrayıverdi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:31)
“Anneannemlerin meyve sebze bahçesinin biraz uzağında birtakım yıkıntılar vardı. Eskiden kullanılan
domuz barınaklarının kalıntılarıydı bunlar. Biz bunlara Veiga’nın barınakları derdik, bir zeytinlikten ötekine
kestirmeden gitmek istediğimde geçerdim oradan. On altı yaşlarında falandım, bir gün içinde otların arasında
ayakta durmuş eteklerini düzelten bir kadınla pantolonunu iliklemekte olan bir adama rastladım.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:77)
“Anladın ya? Tabii ben tutup onlara senin... kahramanlık hikayelerini anlatmadım. Sen de general
olduğunu falan söyleme: Ne olur ne olmaz, onun gerçekte ne düşündüğü bilinmez çünkü.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:10)
“Bu çok can sıkıcı ve hiç kimsenin kanmadığı ikiyüzlülüğün budalalara, bir şeyler söylemek fırsatını
vermesi gibi çok büyük bir yararı var; filan şeyi söylemek, falan şeye gülmek yürekliliği gösterilmiş olnasından
vb. dolayı gocunuyorlar.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:57)
“Genç dük karşılaştığı güç durumu anlattı; beceriksizlik edip kuyruklu yalanlar söylemiş, annesine
‘falan marki, filan vikont’ dediği Parisli dostlarıyla denizi görmek üzere Havre’a bir gezinti ayarladıklarından
söz etmişti.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:70)
“Bu mektubu okuduktan sonra, Limercati şatolarından birine gitti. Aşkı şiddetlendi, alevlendi, adeta
deliye döndü ve beynine bir kurşun sıkmaktan falan söz etti, oysa cehenneme inanılan ülkelerde böyle bir
davranış olanaksızdır.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:37)
“... ayrıcalık sözleşmesini hem küçümseyici, hem de karşısısındakine acır bir ifadeyle imzalayan
belediye görevlisinin yüzünü çok iyi hatırlıyordu, sembolik bir bedel karşılığında on iki aylık bir ayrıcalıktı bu,
üstelik görevli Manolo’ya, ‘Unutma,’ demişti, “belediyeden altyapı falan beklemeyin, suyla elektrikten söz
etmeye zaten gerek yok...’ ”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:12-3)
“Kimbilir: belki de o tür peynir yaşamın kimi temel durumlarına, doğuma, ölüme falan özeldir demek
istiyordu. Ama diyordum ya, belki de salt benim hayal gücümün bir yorumudur.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:25)
“Her gün ona eşlik eden yağ, merdivenleri çıkarkenki ter, soluk kesilmesi, bütün bunlar neden
dirilmeliydi ki? Hayır, bunu başka bir yaşamda, sonsuzlukta falan artık istemiyodu Pereira, bedenin dirilişine
inanmak istemiyordu. Böylece, cansıkıntısının yarattığı bir kayıtsızlıkla yeniden dergiyi karıştırmaya girişti.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:6)
“Aramışlar, taramışlar, koca kanunda madde bulmaktan acizlik getirmişler. Hitamında (sonunda)
Alamanın bir sakallı akıldanesi varmış. Ona gitmişler. ‘Sen bilirsin!’ demişler. O da ‘Falan kitabın falanca
yaprağında onun bir maddesi olacak. Bulursanız orada bulursunuz’ demiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:248)
“ ‘Bir gün gizli görevi bittiği zaman gelip beni okuldan alacak. Belki de kırmızı şeritli falan büyük
üniformasını giyip gelir. O zaman herkes babamın kim olduğunu görecek, ama şimdilik kimsenin bilmemesi
gerekiyor, çünkü gizli görevlidir ve yaşamı hep tehlikededir.’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:14)
“Ama onların döktükleri bütün dillere rağmen, Levin herşeyin mahvolduğunu biliyordu şimdi. Bitişik
odada başını kapının pervazına dayamış duruyor; birinin, o zamana kadar duymadığı çığlığını, bağırmasını
dnliyordu. Bu bağıranın, eskiden adı Kiti olan bir varlık olduğunu biliyordu. Çocuk falan istemekten çoktan
vazgeçmişti.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:539)
“ ‘Ben,’ diyordu, ‘kürküm olmasa da ısınabilirim. Ne de olsa bir kadeh votka yuvarladım, damarlarımda
yanıyor şimdi. Gocuğa da gerek yok. Derdimi unutmuş yürüyorum işte burada. Sapasağlam adamım ben! Neyim
eksik? Kürksüz de yaşayabilirim. Aklıma bile gelmez kürk filan...”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:18)
“Doktor, ‘Şunlar şunlar sizde şöyle bir hastalığın olduğunu gösteriyor ama, falanın falanın incelenmesi
bu durumu doğrulamazsa sizde filanca hastalıkların bulunduğunu düşünmek gerekiyor,’ diyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:55)
“Tam bir Adonis, sevgili Basil, sense... Evet, genç, entelektüel bir ifaden var, falan filan, ne ki güzellik,
gerçek güzellik, entelektüel ifadenin başladığı yerde biter.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:11)
“... James’e kalırsa kendisinden on bin kat üstün olan karısını gülünç etmek zevkiyle değil, kendi
düşüncesinin doğruluğuna inanan gizli bir gururla alaylı alaylı sırıtıyordu. Dediği doğruydu. Her vakit doğru
çıkardı. Yanılmak istese bile yanılamazdı; eğriyi doğruyu gösterdiği hiç olmamıştı; söyleyeceği söz acı ise
filanın hoşuna gider yahut işine gelir diye bir kelimesini bile değiştirmezdi, hele kendi çocukları için hiç.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:5)
“... Nerthumberland’lı bir aileden, Bertram Kalesi Mitfordları’ndan gelme olduğunu iddia ediyordu.
Miss Russell adındaki karısı, uzaktan da olsa kesinkes Bedford Dükalığına mensuptu. Oysa Dr. Mitford’un
ataları ilke filan dinlemeden öylece edepsizce çiftleşmişlerdi ki, herhangi bir yargıçlar kurulu ne onun soyluluk
iddiasını kabul eder, ne de soyunu sürdürmesine izin verirdi.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:13)
“Kahkahalar usulca eridi. ‘Sabrın sonu selamet,’ diye yineledi Mrs. Manresa. ‘Yoksa yardım etsek mi?’
dedi omzunun üstünden bir bakış atarak, ‘şezlong taşımaya falan?’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:62)
“ ‘Falan kişinin bir sembolist, filanın bir natüralist, bir başkasının Maeterlinck’in öğrencisi, bir
diğerinin Stefan George’un dostu olduğunu bilmem ne işe yarar?!...’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:80)
Fallik Evre - Fallik Stage <fallik steyc> : (PSYCH.) Freud’un psikanalizine göre, bu çocukta, pre-genital
(gerçek cinsiyet öncesi> gelişiminin üçüncü evresine tekabül eder. Burada libido’nun gayesi, p e n i s’e
yönelmiştir.
“Aşağı yukarı üç yaşından itibaren, erkek çocuklarda p e n i s <kamış> , kız çocuklarda c l i t o r i s ,
<klitoris – bızır> cinsel hazzın merkezi haline gelir. Freud, o yaştaki bir kız çocuğunun vagina’sından haberi
olmadığını ve klitoris’in, -şimdilik- cinsel hazlar için yeterli olduğunu söyler. Bu arada da onda, kendinde
olmayan penis için bir arzu gelişir : P e n i s a r z u s u (Penis envy - penis envi):
‘Penis ile olan sürekli zihinsel uğraşı, başlangıçta o t o - e r o t i k’tir (autoertosizm) <örneğin,
çocuk o yöre ile oynamaya başlar, haz duyar, arada bir de: bu ne işe yarar? diye de kendi kendine sorar>;
zamanla, dört ile yedi yaşlar arasında genital haz, ebeveynlerin olası cinsel ilişkilerine yönelir ve ünlü Ö d i p a l
(Oedipal, Bk!) Period başlamış olur. O düzeyde, n e s n e s a b i t l i l i ğ i <object constancy - object
konstansi> üstesinden gelinmiş, Mahler’ın ‘separation and individuation = separeyşın end individüeyşın:
A y r ı l ı k v e B i r e y s e l l e ş m e çoktan tamamlanmıştır. Bu ‘nesne sabitliği’, çocuğun ‘hayata uyum
sağlama’ deneyimlerinde karşılaştığı düş kırıklıklarına karşın, dış dünyadaki nesneler ile pozitif duygular,
ilişkiler kurabilmesi sonucu oluşur (Cathexis – kateksis). Bu suretle libido, çeşitli nesnelere yatırım yapmış olur.
Fallik ve bunu izleyen g e n i t a l faz’larda, daha önceki evrelerden farklı olarak, s e v g i n e s n e l e r i
(love objects – lav obcekts) kiş’nin dışında aranmaya başlanır.
‘F a l l i k Faz’ın organik bir tabanı vardır. Çocuk, gerçekte, penis’ini bir dereceye kadar kontrol
edebileceği zamana dek onun için pek üzülmez. Zamanı gelince de, ‘erkek çocuıklar penis’leri ile ne yaparlar ve
kızlardan farkları nelerdir’ diye düşünmeye başlarlar. Kızlar da, genitallerini keşfettiklerinde, manipülasyon
yoluyla erotik bir haz duyabilirler. Bununla beraberkız, idrarını oğlanlarda olduğu gibi açıkça ve ‘daha ileri’
mesafelere fırlatamaz, birşeylerin eksikliğinin farkına varır ve ‘eşitsizlik’ hisleri duymaya başlar. <Ayni şekilde
oğlanların, ‘çiş’leri geldiği zaman, daha açık olarak işemek vb sözlerini söyleyip boşaltımlarını da daha kolay ve
bir ‘utanmazsızlık’ hissi içinde yaptıklarına da şaşarlar.>
‘Bu evrede de, ebeveynlerin ve kültürün etkinlikleri çok önemlidir. Freud, i ğ d i ş l i k s ı k ı n t ı s ı’
(castration anxiety – kastreyşın eng’zayeti) nın insanoğlunun en önemli sıkıntı kaynaklarından biri olduğunu
vurgulamıştı. Mamafih, ‘işdişlik sıkıntısı’, Ödipal sorunların çözümlenmelerinde önemli bir rol oynar.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, sa:124-5)
Falso (vermek, yapmak) : Hata (etmek), yanlış (yapmak) (davranış, söz ya da müzik); Futbol, ping-pong,
tennis gibi sporlarda el ya da ayakla yapılan özel bir tür vuruşun sonucu olarak topun son anda dönerek rakibi
şaşırtması ve skor yapabilme
“Sivaslı bir Alp Aslan abi vardı, benden bir sınıf ilerdeydi, solaktı, onu ‘Ping-Pong’da’ yenen yoktu.
Okul birincisi oydu... Ancak 1510 Alp Aslan mezun olduktan sonra ben şampiyon olabildim. Raketi Çin usulü,
baş ve işarat parmaklarımla tepeden tutarak oynardım ben. Topu kesmek, falso vermek zor oluyor öyle ama,
savunmanızın üstüne yoktur.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:101)
“LELIO - Becerebilirsen fırsatı kaçırma. Eğer işi pişirirsen iyi olur. Benimki ile arada vasıtalık eder.
ARLECCHINO - Bana da birkaç yalan öğretin, falso vermeyeyim.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:49)
“Genç adam, ‘Koltuk bozuntusu salak,’ diye kaykırdı. ‘Her yanın çarpık çurpuk ve falso.’ ”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:173)
“Taşkınlıklarla dolu öğle sonrası falsolarının ve Hindi’nin coşkulu aceleciliklerinin en büyüğü, yemekte
olduğu bir zencefil çöreği, dudaklarının arasından alıp damga niyetine bir ipotek senedine bastırmasıydı. Onu
kovmama ramak kalmıştı.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:24)
La Fame non vuol leggi : (İTA.,HUK.,KOLL.) <La fam non vu’ol le’gi> : Açlık yasa tanımaz = Hunger
knows no law (İNG.)
Familya :
(SOSYO.) : Aile; Fr. ‘La famille’, İng.: The family, İta.: Famiglia’dan gelme; Eski İstanbulun
azınlıkları ve yüksek eğitimli kişilerinin bol olduğu mahallerinde, özellikle Roman, Yahudi, İtalyan ailelerinde,
kısmen bir kültür ve bilgi göstergesi olarak, sokaklarda sık sık hissedilen bir sözcük idi.
“Etem bu sefer benden cesaret aldığı için ayıyı hemen oracıktaki bir kazığa tutturup yerden kaptığı bit
odunla zavallı Aynalı Küp’ün üzerine atıldı. Atıldı ama, ben hemen bileğinden yapıştım.
-Kendine gel Etem, bırak, o divanenin biridir!
-Divane ise, kör müdür gözü tımarcıyı <Akıl hekimi, psikiyatr>!... Ne arar burada gece vakti çadırlar
arasında?... Yatar içerde birtakım kibar familyalar! Bunun burası diyil <değil> at, ya eşek pazarı; burası herkesin
mekan <ev, oturulacak ev, ikamet> yeri...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:247)
Fani :
(COLL.) :
Ölümlü, bu dünyaya özge, dünyevi, gelip geçici; insan
“Lotario, yolda, daha ilk günden açılmayı doğru bulmadığını söylemiş; ‘sadece güzelliğini övdüm,
bütün şehrin, onun cazibesinden, akıllığından söz ettiğini çıtlattım,’ demiş. Sevgisini kazanmanın, sözlerini ona
dinletmenin en iyi çaresi bu değil miydi? Söylendiğine göre iblis de aynısını yaparmış: fanilerden birini
ayartmak istediği zaman, aslında karanlıklar zebanisi olduğu halde, parıltılı bir melek şekline girer, kurbanını bu
güzel görünüş altında ayartır, arzusuna ulaştıktan sonra, yüzündeki maskeyi çıkarıp atarmış.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:259)
“Öteki dünya diye bir şey varsa, ileride erkek erkeğe oturup ne düşündüğümüzü birbirimize anlatacak
zamanı buluruz nasıl olsa. Ölümden sonra hiçlikten başka bir şey yoksa, o zaman da biz fanilerin tartışmalarının
pek kıymet-i harbiyesi kalmayacak demektir.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:28)
“Ezelden bu dünya fanidir fani
Bu gün varlık yahu ya yarın hani
Hak bize verdi akl-ü-izanı
Aşka daim hizmet etmek içindir”
(Hak: Tanrı; Akl-ü izan: Akıl ve aklı selim)
(Summani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:532)
Fantasy - Phantasy : (PSYCH.) Gün düşleri = Day dreams, bk: Ego’nun Savunma Mekanizmaları
Faraza : Örneğin, tasavvur edin ki, farzedin ki, tut ki
“Carstairs’te bir hemşire için ‘güvenlik nedenleri’ni sudan bahanelerle kullanmaktan daha kolay bir iş
yoktur. ‘Evet, güzel, o gerçekten bunu hakediyor gibi. Hasta Laing, bir ay için, işinde düzgün görünebilir...
Sonra, her gün bahçeye gidip bir saatlik iznini de kullanabilir. Fakat bir gün, faraza tapınağın damına
tıurmandığını düşünün, biz sonra ne yaparız?’ Laing’in bunu yapmayacağını bile bile bunu söyleyebilirler.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:120-1)
Far : Motorlu vasıtaların karanlıkta ve sisli havalarda önlerini aydınlatıcı, ışık saçan projektörleri
“Redoute caddesinde yoğun bir sis vardı, Caseme’nin duvarlarına sürünerek yürümenin daha akıllıca
olduğunu düşündüm; sağımda arabaların farları ıslak bir ışık bırakıyorlardı, kaldırımın nerede bittiğini anlamak
imkansızdı. İnsanlar vardı çevremde, adımlarının sesini duyuyordum, bazen de mırıltılarını: Ama kimseleri
göremiyordum. Bir kezinde, omuzumun hizasında bir kadın yüzü belirdi, ama sis yalayıp yuttu onu; başka bir
kez, bir başkası geçti sürtünerek, soluk soluğa.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:98)
Farbl :
(AVUST. MYTH.):
I. Dünya savaşı sıralarında, Avusturya’da yasadışı oynanan bir iskambil oyunu
“Alacaklıları, ikide bir Papaz Katz’ın oturduğu evin kapısına dayanıp kıyamet koparaıyorlardı. Eve
sokaktan kadın getiriliyor, bazen de emirerini gönderip fahişe getirtiyordu. Farbl oyununa oturdu mu, herkesi
ütüyordu; gerçi hile yaptığını ileri sürenlerin sayısı hiç de az değildi, ama cüppesinin koluna kağıt gizlerken
yakalandığı olmamıştı. Subaylar arasında adı ‘Papa’ idi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:106-7)
Fare gibi sessiz : Hiç gürültü yapmaksızın
“Sabit Beyağabey telaşla:
-Hayır, hayır, sükkanın önünden geçerken fare gibi sessiz... anlaşıldı mı?, dedi.
Anlaşıldı. Sabit Beyağabey takımı Sinekli Bakkal Sokağı’ndan geçerken artık sağa sola bakmaz,
kimseye omuz vurmaz oldu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:137)
Fareler cirit (atmak) oynamak : Alan bomboş, meydanda kimse olmamak
Bk.: Cirit atmak
“Burası kapkaranlıktı. İçeri girip arkasından kocaman anahtarla kapıyı kilitledi, fenerle katran
tenekesini yere bıraktı. Aziz Demetrius, başında parlak haresiyle mihrabın gölgesinde ona bakıyordu. Sıraların
çürümüş tahtaları arasında fareler cirit atıyorlardı. O kadar tedirgin olmayan ikonalar zifiri karanlıkta
baş<lar>ını döndürdüler.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:216)
“Sözün burasında Ebuzer Ağa, gene duraklar, gözlerini kaçırırdı. Gümrük kahyalığı Ebuzer Ağaya hiç
yaramamıştı. Bir kere, harb yüzünden gümrük ambarlarında fareler cirit oynuyordu. Sonra karsız bir yerin hamal
kahyalığı cephelerden daha tehlikeliydi. Yoksulluktan ‘uşaklar’ kudurmuş kurda dönmüşlerdi.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:134-5)
Fare suratlı : Minnacık, dar yüzlü, birbirine yakın çipil gözlü, genellikle esmer kimse
“Kapıyı, siyahlar giymiş, fare suratlı, saçları yüzüne düşmüş ufak tefek bir kadın açtı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:67)
Farfara : Çok gürültücü, konuşkan, çığırtkan
“Dehası henüz taze ve kesesi boşken, bir üstadın karşısına ilk çıkışında yoğun bir duygu duymamışsa
insan, yüreğinde her zaman bir tel, yapıtında bilmem nasıl bir fırça vuruşu, bir duygu, bir şiir anlatımı eksik
kalacaktır. Kendilerini bir şey sanan kimi farfaralarda geleceğe güvenme duygusu çabuk ortaya çıkar; ama
onları ancak sersemler akıllı sayar.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:12)
“Bir sene evvel uydurma bir masaldan bahsederken ne kadar serbest ve farfaraysam bu sene hakikaten
nişanlı bir kız vaziyetine düştükten sonra o kadar korkak olmuştum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:95)
“Yüksek sesle konuşarak askeri planlar üzerinde tartışan bu farfara insanlar can çekişen Fransa’nın
yükünü yalnız başlarına omuzlarında taşıdıklarını ileri sürerlerdi.”
(G. de Maupassant, “Tombalak”, sa:14)
“Kecskemet’te büyülü kaftan lakırdısı böyle kulağına çalınmış olacaktı. Nitekim çok geçmeden Eger’de
kaftanın tiftizlerini <tüylerini, liflerini> de ele geçirmişti. Bunu hemen, büyük telaş ve farfarayla Kecskemet’e
götürdü. Ünlü konuşan kaftan, iki yüz yıllık bir göçten sonra yurduna dönmüştü.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:139)
“Başlangıçta bu hoş adamın özelliklerine, kendini filozof olarak gösteren bu düzenbazın farfaralığına
biraz soğuk bir şekilde gülümsemiş olsa bile, altıncı, onuncu, ya da on ikinci ciltten sonra, onu insanların en
bilge olanı, yüzeyde kalan bir hayat üzerine kurduğu felsefesini ise bütün doktrinlerin en akıllıcası ve en çekicisi
olarak görme eğilimini gösterir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:84-5)
Farklı bir dalga boyunda olmak : Başkalarından farklı duygusal ve düşünsel yapıda olmak, kişilik niteliği
“<Şizoid Karakter> Olağan insan ilişkilerinden yoksundur; böyle birisinin sıradan insanların olağan,
günlük kaygılarının üstünde değilse bile, bunlarla iligilenmediği; bir araya geldiği ama aralarına karışmadığı
insanlardan ‘kopuk’ ya da onlardan ‘farklı bir dalga boyunda’ olduğu duygusu uyanır.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:69)
Farmason : Orta çağlardanberi süregelen gizli bir “dostluk, kardeşlik” teşlilatı, “free-mason”=serbest
mason’dan kinaye
Bk.: Mason, Masonluk
“<Langdon>‘İlluminati hayatta kalmak için azimliydi,’ diye açıkladı. ‘Roma’dan kaçtıklarındaa,
yeniden bir araya gelebilecekleri güvenli bir yer bulmak için tüm Avrupa’yı dolaştılar. Onları başka bir gizli
cemiyet kendi çatısı altına aldı... bu kişiler Farmason denilen Bavyeralı taş ustalarıydı.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:53)
“Ağaoğlu Ahmet Bey, Farmason Doktor Münir Bey’e sıkıntıyla baktı:
-Sitare mi? Kadın aklı... Bilmez misin? Vesveselidir bizim Sitare sağolsun...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:48)
Fars: Masal, hikaye; incelikten yoksun güldürü; İran ve İranlıların soyu sopu ve kültürü
“Dünyanın uzak köşelerinde olanları anlamakta çekilen zorluk. Amerika’da burnumun dibinde olanların
dışında, bildiğim her şey medyanın (çoğunlukla ‘New York Times’ ve ‘New York Review of Books’, biraz da
‘TV ve radyo’ filtresinden geçiyor ve olaylardan ne kadar uzaksam, bildiklerimden de o kadar kuşku
duyuyorum. Son zamanlarda İtalya’da patlak veren skandalların ucuz fars’ını kavrayabiliyorum. <Paul, 10 Mart
2011>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:237)
“Trujillo kardeşlerin geri dönüşü La Victoria’da soğuk duş etkisi yaptı. 17 Kasım’da hapishane müdürü
Yarbay Dante Minervino, sevincini gizlemeye gerek duymadan, Salvador, Modesto Diaz, Huascar Tejeda, Pedro
Livio, Fifi Pastoriza ve genç Tunti Caceres’e akşamüzerine doğru Adalet Sarayı hücrelerine nakledilecekleri
haberini verdi. Ertesi gün Avenida’da suikast bir kez daha canlandırılacaktı. Ellerinde kalan bütün parayı
toplayarak bir gardiyana verdiler ve ailelerine mesaj gönderdiler. Kuşkusuz şüpheli bir senaryo hazırlanıyordu,
canlandırma yeni bir farstı. Kesin Ramfis hepsini öldürme kararı almıştı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:415)
Faryap etmek : Veryansın etmek, kapıyı çarparak kapamak, gürültü çıkarmak
“Viyahir annesini ‘Benim Mordovlum’ diye çağırırdı, biz bunu gülünç bulmazdık.
‘Dün benim Mordovlum eve yine zil zurna sarhoş damladı, kapıyı fayrap edip eşiğe yan geldi, oturdu,
üstelik bir de şarkı tutturdu bizim kuş!’ ”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:241)
Farz; Farz-ı Ayn; Farz-ı Kifaye : (AR.-MÜSL.) Dinen yapılması kesin olarak emredilen şeyler. Örneğin
namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak; Farz-ı Ayn : Dini emir ve yasaklarla yükümlü olan tüm
Müslümanların yeriene getirmesi gereken farzlar: Namaz kılmak gibi; Farz-ı Kifaye: Dini emir ve yasaklarla
hükümlü olan Müslümanların yapmakla mükellef olmadıkları farzlar. Örneğin: Cenaze namazı kılmak
“ ‘Farz’ı yerine getiren sevap kazanır, yerine getirmeyen büyük günah işlemiş olur; inkar eden, dinden
çıkar........ Bir kısım Müslümanlar, ölen Müslüman kardeşlerinin cenaze namazını kılarlarsa, bu emir yerine
getirilmiş olur, ancak bu farz’ı kimse yerine getirmezse, bütün Müslümanlar sorumlu olurlar. Farz-ı Kifaye’nin
sevabı, yalnız onu işleyenlere aittir.’ ”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:151)
Fas, Nefas : (DİN,LAT.) : Eski Roma inancında, Tanrıların ‘izin verdiği’ ve ‘vermediği şeyler; F a s: (ARAP):
Nacak, balta; (LAT.) : Ulvi Emir : ‘divine command, divine law’ : Ovid: ‘si cadere fas est’ =’if I am destined to
fall : Eğer benim kaderim düşmekse...) N e f a s : (LATIN) : ‘that is contrary to divine command; sin, crime’ =
Tanrı’nın emirlerine aykırı, günah, suç>
“ ‘Bana fedakarlık ve feragat tavsiye buyuruluyor, her yaptığıma dikkat etmeliymişim, iyi ve kötü, adil ile
adil olmayan, ‘fas’ ile ‘nefas’ üzerine kafa patlatmalıymışım. Niçin?’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:59-60)
Fas est et ab hoste doceri : (LAT.,EĞİT.,KOLL.) : <fas est ab os’te do’keri> : Herkesten, hatta düşmanınızdan bile bir şeyler öğrenmekte hata yoktur = There is nothing wrong in learning a lesson even from the
enemy (İNG.)
Fasa fiso : Uyduruk, yapmacık, palavra; değersiz, önemsiz, dedikodu, lafı güzaf (Argo)
Bk.: Fasarya
“Languedoc çıplak ve kayalık, Camargue’ın sivrisinekleri ile rüzgar yüzünden turistler buradan uzak
duruyor, yazları hariç -o da bir ay. Ama tabii biz dayanıklıyız, Balkanlarda falan kamp yapmaya alışkınız, bu
yüzden bu zorluklar Fransa’da yaşamın manevi hazzıyla karşılaştırıldığında bize fasafiso geliyor - şarapsı, seksi
ve düşünce delisi Fransa’da!”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:178)
“Ondan ayrıldıktan sonra kurnaz, zeki, becerikli, iş bilir Nazım bana,
-Hiç canım, dedi, benim anladığım bu iş, çocuk oyuncağı kabilinden bir gönül eğlendirme işinden
fazla bir şey değil... Etem denilen bu herif de oldukçakurnaz ve oldukça şunu bunu bilir bir gerif olmasına
rağmen, fasafisonun biri...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:129)
“Bu bir ‘Zengin kalkışı’ydı. Ya da ‘Çok şeyler bilip, susmakta hayır bulan’ bir insanın davranışı.
İstendiği yana çekilebilirdi. Diledikleri yana çeksinlerdi varsın. Şarabını içmiş, yumurtalarını mideye indirmişti.
Üstyanı fasafisoydu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:21)
“Macintosh her şeyi bir düzen içinde yapmaya alışmıştı, belgeleri her zaman düzgün yerleştirmiş
olduğundan aradığı bir yazıyı hemen bulabilir, sömürge yönetimi için gerekli tüm yasa ve yönetmeliklere
kolayca ulaşabilirdi.
‘Fasa fiso bunlar’ diyordu Walker. ‘Bu adayı yirmi yıl kırtasiyesiz yönettim, bu yaştan sonra da
istemiyorum.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:22)
“Ne kağıt yeter ne kalem
Mesut sanmam için kendimi.
Bunların hepsi... hepsi fasafiso.”
(M. Mungan, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:9)
“Eğer ömründe, içinde hayranlık.....uyandıran bir şey olmuşsa, o da bu yöntemdi; ateşle, suyla, buharla,
bir de ustaca yapılmış bu aygıtla nesnelerin içindeki koku veren ruhu çekip almak. Bu kokulu ruh, bu uçucu yağ
zaten içlerindeki en iyi şeydi, tek onun için ilgileniyordu nesnelerle. Geriye kalan fasa fisoydu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:100)
“-Uzatma da, sorduklarıma karşılık ver. Nedime’yi tanıyor musun?
-Doğrusunu arar mısın babacığım, ben bu beyzadeyi de tanımıyorum. Ben böyle fasa-fiso işlerden
çakmam. Biz, malum ya, kahveci esnafıyız. Zanaatımız nabza göre şerbet vermek.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:236)
“... Gerisi faso fiso... Benim gördüğüm, bu parti dalgası aynalı dalga! Paytoncunun işi iş.. Bu seçimi
kazandık mı, İstanbul’un haracını biz yiyecekmişiz... Kahveye, beyden, paşadan adamlar geliyor ki, dayının
kalantoru, kalantorun finosu... Her biri ipten adam alır kodamanlar...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:119)
“Derpt’te üç yıl kaldım.. şu genel kanılar, kuramlar, dizgeler denen şeyler.. beni bağışlayın, taşralıyım,
dobra dobra konuşurum.. hiçbir şeye yaramıyorlar. Bunlar, insanların gözlerini boyayan bilgiçlikten başka bir
şey değil. Efendim, bana olaylardan söz edin, gerisi fasa fiso.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:51)
Fasarya : Boş, değersiz, fasa fiso
“Geceleri baş başa güzel kitaplar okurdunuzi sen zaten seversin okumayı. Çocuklar zarif karyolalarda
uyurlardı; duvarda Mısır Kraliçesi Nefertiti’nin küçük bir büstü olurdu. Sonra Van Gogh’un ayçiçekleri, temiz
bir baskı tabii; karyolanızın üstünde Beuron stili bir Madonna yanında asılı dururdu. Sonra kırmızı, sağlam, ama
şirin bir kutu içinde bir eski zaman flütü… ne dersin? Ah by fasarya şeyler!”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa: 113)
“-Üç tekliğin biri önüne... Ben sizin bu fasaryalarınızı yiyecek delikanlı değilim. Niyetiniz beni makasa
almak ama, bereket zar bizden yana...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:125)
Fasıl geçmek, yapmak : Bir süre müzik çalmak; Özellikle Türk Musikisinden bir makamdan derlemeler icra
etmek; Uzun uzun konuşmak ya da aynı faaliyeti göstermek; Çok özel bir uğraşıya dönmek
“İKİNCİ PERDE – VLADİMİR telaşla girer. Durur ve uzun uzun ağaca bakar..... Gidiş gelişlerine
devam eder. Sol kulisin yakınında durur. Aynı fasıl yinelenir. Birden durur, ellerini göğsünde birleştirir, başını
geriye atar ve avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylemeye başlar.”
(S. Beckett, “Godot’yu Beklerken”, sa:88)
“Sesi, acı çeken bir insan gibi titrekti, ama sesinin tınısı genç bir insanınki gibiydi. Baudolino öyle saygı
dolu bir selamlama faslına başlamıştı ki, kimse daha sonra onları kendilerine verilen saygınlığı haksız olarak
elde etmekle asla suçlayamazdı. Ama Diyakoz bu kadar alçakgönüllülüğün onların kutsallığının açık bir işareti
olduğunu ve yapacak başka şey olmadığını düşündü.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:404)
“İş bu kadarla kalsa hikaye de sona erecekti. Deminki komita, kendisi gibi üç dört haytayı toplayarak,
kızcağızın çevresinde bir daire yaptılar. El çırpmaları, ayak tempoları, ıslıklar, bağırışlarla bir alay faslına
geçildi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:20)
“Bize gösterilen yere oturarak çalıp söylemeğe başladık. Bir iki fasıl yaptıktan sonra, usta şapkasını
eline alıp parsa toplamağa başladı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:492)
Fasulya sırığı gibi : Upuzun boylu kimse
“TONY - Hani, kızı upuzun, şapşal, sürtük, fasulye sırığı gibi bir şey; oğlu da yakışıklı, iyi terbiye
görmüş, herkesin sevdiği hoş bir gençmiş!”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi” , sa:28)
“Tam o sırada kapı açıldı ve eşikte Filipus belirdi. Ardında da koca hantal fasulya sırığı Natanael vardı.
Yüreği, aynı anda iki çan çalmıyordu artık; kararını vermişti. İsa’ya yaklaştı, eğilip ayaklarından öptü.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:388)
FAŞİZM : (FEL.) (İNG.: fascism, FR.: fascisme, ALM.: fascismus. 1. Dünya Savaşını izleyen yıllardaki
toplumsal ve ekonomik krizlerin sonucu olan m i l i y e t ç i ve o t o r i t e r politik hareketi, s a l d ı r g a n
bir ulusçuluğu, t u t k u l u bir demokrasi karşıtlığıyla birleştiren ve üstün güçleri olan bir lider’le, seçkin bir
grubun yönetimde bulunmasını isteyen s i y a s i y ö n e t i m m o d e l i.
“Fichte’nin milliyetçiliğine, Carlyle’ın seçkinciliği ve Nietzsche’nin üstün insan görüşlerine
dfayandığı için bir teori-kuram’dan daha ziyade bir ‘inanca’ karşılık gelen f a ş i z m, milliyetçilik,
komünizm’den duyulan nefret, demokratik siyasete karşı güvensizlikten başka, t e k p a r t i l i bir devlete
duyulan bağlılıkla, k a r i z m a t i k l i d e r’lere duyulan inancı içerir.
F a ş i z m’in iki temel ögesi vardır:
(1) M i l l e t’in en yüksek değer oluşu, gerektiği zaman ‘millet’ için ölmek en büyük ödevdir;
(2) E k o n o m i k açıdan (ve M a r k s i s t terminoloji içinde) s i y a s i i k t i d a r yolunu
işçi sınıfına kapatan burjuvazinin diktatoryası olarak da tanımlanmaktadır.
F a ş i z m, bir yönetim biçimi - modeli olduğundan, b i r y a ş a m t a r z ı’dır da: irrasyonalizm,
kuşkucu, eleştrel bir düşünce yerine, f a n a t i z m esastır. U l u s l a r a r a s ı alanda ise ı r k ç ı l ı k ve
e m p e r y a l i z m, e ş i t s i z l i k ve ş i d d e t, iki temel faşist ilkesini ifade eder.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa: 358)
Fatiha, elfatiha : (ARAP.): Kur’anın birinci suresinin adı (20 adet vardır); başlangıç; <Çoğul: Fevatih>;
elfatiha: Fatiha suresinin okunup bittiğinde söylenir
“Fatiha okudu, epeyce bir lahavle çekti. Ama fatihası gönlündeki derdi çoğalttı. Fatiha (hayrı ve şerri)
çekip def etmede tektir, ama onu bizzat fatiha bu yana çekiyordu.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274)
Faturaların kabarması : Genellikle, ekonomik güçlüklerin belirtisi olan, ödeme gücü azaldığında, iş
dünyasında ödenmeyen ve evde faturaların ‘kabarması’ndan bahsedilir
“Babam aslında iflas etmişti de, farkında değildi. O hala zamanın kötüleştiğini, işlerin durduğunu,
faturaların iyice kabardığını filan söyleyip duruyordu. Tanrıya şükürler olsun ki, gerçekten iflas ettiğini hiçbir
zaman bilemedi, çünkü 1915 başında bir gün, pnömoni’ye çeviren nezleden, apansız ölüverdi.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:124)
Faturası (bana, ona) çıkmak : Maddi ya da manevi bir işin bedelini bir başkasının ödemesi
“Bu sefer bana ‘tedavi yapacaklarını söylediler ve sonraları piyasadan kaldırılan ‘Sulphonal’ denilen bir
ilaç verdiler, ‘Sana yardım edecek!’ dediler. Onların inançlarına göre bu her şeyin üstünde ve akıl hastalığı
denen şeyi silip süpürecek kudrette bir ilaçtı. Çok kısa bir zamanda gerçeğin öyle olmadığını anladılar ama
faturası bana çıktı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:72)
Fauna : Bir bölgede yaşayan hayvanların tümü; Ehlileşmemiş hayvanlar
“FENERLER
--------------Boksör öfkesinden fauna kabalığına dek,
Hoyrat güzelliğini toplamayı bilen
Sarı, argın dişi, övünçten taşan yürek,
Puget, forsaların kederli sultanı, sen.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37)
Faunus : (LAT.) (MYTH.) : Romalı’larda sürü ve çoban tanrısı, Apkadia tanrılarından Pan ile bir tutulurdu;
Latinler’de, kırsal bölgelerde tapınılan varlıklara verilen ad
“Kabalist:
-Düşünün rahip efendi, dedi; en büyük gizlere sahiplik bu eski metinleri bilmeye bağlıdır. Rahip:
-Bunu büyük bir dikkatle düşünüyorum, dedi.
Bu güvence üzerine Bay d’Astarac da, semenderlerin çağrısına uyarak, bize, otların arasına düşmüş
kafası için tasalanmadan flüt çalan Faunus heykelinin dibinde bırakıp, kendini ağaçların altına attı.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:135)
Faust : Ünlü yazar ve düşünür Goethe’nin “Başyapıtım!” diye nitelendirdiği en muhteşem ve ölmez eserinin
başkahramanı. Sizlere, ‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’, T.A.L. Bölümü için, 2001’de, yıllık
Almanya’daki Rejisörlerin Çalışması toplantısında ünlü enternasyonal aktrist Ayla ALGAN tarafından takdim
edilmiş bir psikonaalitik çalışmayı sizlere sunuyorum (İ.E.)
Prof.Dr.ISMAIL ERSEVIM, LPIBA IOM
A PSYCHOANALYTIC APPROACH TO “FAUST”
No doubt, Goethe’s opus magnum Faust, could neither be analyzed nor throughly interpreted
through only one school of thought or point of view. This is a very complex ‘life game’ that seems to
be a composite of myth, mysticism, search for immortality or eternal love, shamanistic trip, death and
re-birth fantasies, Nirvana principle, i.e. joining in Heaven and alike. Thus, first we would like to
review some of the basic concepts of Jung’s analytical psychology and of others, then, -if we could- a
synthesis of the material.
I.
JUNG’S ANALYTICAL PSYCHOLOGY :
Carl Gustave J u n g , had borrowed the principles of his école of thought from A r i s t o t e l
e s who had called psyche, as “...the main principle of total organisms.” Nature: was p h y s i s ,
realistic world: a l e t h i a; emotions: that were inseparable entities of both body and psyche were p a
t h e . This last one was the total psychological functions and experiences of the individual. A n i m a
was equated to soul.
According to Jung, p s y c h e could be structured and understood at three levels:
1.
C o n s c i o u s n e s s : This includes e g o and p e r s o n a ;
2.
P e r s o n a l U n c o n s c i o u s : That corresponds to Freud’s ‘Preconscious’ and includes
all the personal experiences that seem to be forgotten at the first glance but could be brought to the
surface, to the consciousness, with little effort.
3.
R a c i a l - C o l l e c t i v e U n c o n s c i o u s : This corresponds to Freud’s
‘Unconscious’ concept. This not ony is the representative of the individual’s past experiences and
feelings, but of the entire atavistic primitive feelings, mythologic experiences, beliefs and behavioral
characteristics.
E g o : is the central matrix of the conscious field and is encircled with p e r s o n a all
around. It is the connecting central network of our total bodily and psychic existence. It looks like an
island that swims in the immense waters of both consciousness and unconsciousness.
P e r s o n a : is the functional complex of the conscious aspect of the psychic life. Its duty to
establish the relationship with the object of the external world. It has some relations with the basic
principles of the personality but it is not that much inclusive.
Jung writes, “This arbitrary segment of collective psyche -often fashioned with considerable
pains- I have called the p e r s o n a . The term ‘persona’ is really a very appropriate expression for
this, for originally it meant the mask once worn by actors to indicate the role they played. If we
endeavour to draw a precise distinction between what psychic material should be considered
“personal”, and what “impersonal”, se soon find ourselves in the greatest dilemma, for by definition
we have to say of the persona’s contents what we have said of the “impersonal unconscious”, namely,
that is ‘collective’. .....It is, as its name implies, onla a mask of collective psyche, a mask that feigns
individuality, making others and oneself believe that one is individual, whereas one is simply acting a
role through which the collective psyche speaks.”
A n i m a (Female: A n i m u s) : This is also a component and the observant part of the
collective unconscious. It could be said it is the functional style of the personal unconscious. Another
way, it could be said that it is female element of the unconscious.
It is also a symbolism of the eternal feminine (that Faust had been looking for!) that is a
concept far beyond the personal experience of a man’s, say with his sister, mother and other women. It
is a “heavenly goddess”. That symbolism also gives man the strength to fight and stand on two feet
under the most circumstances. It is also a M a y a , “joy of life” that with its sexual component invites
the person to life and gives him a raison to live. By the same token, it is the source of ambivalency and
paradoxical sentiments and attitudes of womenhood: success vs. non-success, hope vs. hopelessness,
to be vs. not to be, etc. This is why Spiteller had characterized ‘anima’ as “My lady soul!”.
According to Jung, the psyche image of primer male existence comes out from the mother.
The characteristics of female components of the motherhood are internalized that form a m o t h e r a
r c h e t y p e within the male that continues both ontogenically and philogenically, in the realm of
collective unconscious, from generations to generations to come.
Jung himself writes, “What, then, is this projection-making factor? The East calls it the
‘Spinning Woman’ - M a y a , who creates illusion by her dancing. Had we not long since known it
from the symbolism of dreams, this hint from the Orient would put us on right track: the envoloping,
embracing, and devouring element points unmistakably to the mother, that is, to the son’s relation to
the real mother, to her imago, and to the woman who is to become a mother for him. His Eros is
passive like a child’s; he hopes to be caught, sucked in, enveloped, and devoured......there appears
before you on the psychological state a man living regressively, seeking his childhood and mother....
“The projection-making factor is the anima, or rather ‘unconscious as represented by the
anima’. Whenever she fears, in dreams, visions, and fantasies, she takes on personified form, thus
demonstrating that the factor she embodies, possesses all the outstanding characteristics of a feminine
being. She is not an invention of the conscious, but a spontaneous product of unconscious...
“Since the anima is an archetype that is found in men, it is reasonable to suppose that an
equivalent archetype must be present in women: A n i m u s, for just a man is compansated by a
female element, so woman is compansated by a masculine one.”
For a n i m a , we have said that it is ‘the female element’ of the unconscious. Parallel to this concept,
the biologic truth is that men carry both ‘male’(y) and ‘female’(x) chromosomes. As it is known, every human
body carries 23 pairs of chromosomes, totaling 46, of which the last two ones determine the individual’s gender.
Females are characterized as XX, and males as XY.
This “i n n e r d u a l i t y”, and potential “hermaphroditic existence”, could easily be
observed in plastic arts throughout the history. For instance a medieval man (XVII. centr.) is portrayed
as a harmophrodite, but carrying a male crown on his head. Thus, without knowing then the
physiologic hormones and other bio-chemical existences, the writers had said, “Each man carries a
woman inside of him.”
J u n g had divided the evolution of the art throughout the history into four categories,
paralelling it to the evolution of ‘anima’, as follows:
1. stage: Primitive era. Artistic sample: Gauguin’s ‘African Woman’.
2. stage: Romantic beauty. Samples: Renaissance’ artistic work.
3. stage: Sexual liberation, or complete reversal, i.e., ‘Virgin Mary’ pictures.
4. stage: Religious symbolization, i.e., ‘Old Testament’, ‘Sapiento’ with twelve stars.
A n i m u s , as had been said before, is the “female’s anima”, the desire of masculinization within her.
In spite of the fact that the female emotions and motions connected to them are much more labile and observable
than men, in decisin making and being ‘right’ they are far more superior to males, thus, as if carrying a “wise
father” in them. Some artistic creations in this respect are, as follows.
. “The sacred conviction” in Jeanne D’Arc that is performed amongs -and in spite of- men.
. “Dancing Woman With Death” -a 16th. centr. picture. “Hades with Persephone” (who she kidnapped to the underworld), -a manuscript, c.1500. “A Talk With Demon of Death” -He does not love me anymore-
Here are some other Jungian concepts that are very frequently used in his interpretations.
A r c h e t y p e s : These are the inclinations that are common to all human beings,
established from the most earliest times of the civilizations as “images” and genetically transmitted.
They are formed as ‘reactions’ and has an embedded piece of ‘myth’ in it. Thus, if any human being is
confronted with a maladjustment and/or experiencing an anxiety, that person is confronted with an
archetype that is individualized and symbolized as pictures.
In other words, the inherited structure of the psyche carries with it certain necessary psychic
processes, which take the form of spontaneousy recurring patterns by which the psychic energies
within the individual seek expression. These inherently-contained psychic processes come forth in the
form of the archetypal motifs. Archetypes come to the fore again and again in the history, always
taking different forms, and always presuming at each moment of history that the particular form in
which they find themselves is the only one that is ‘true’ and ‘eternal’. Every attitude that is expressed
in consciousness is an historical manifestation of an a r c h e t y p e with a long history in the human
psyche.
When Jung says, “Contents of an archetypal character are manifestations of processes in the
collective unconscious,” the key thought is that these contents do not exist in themselves as ‘inherited
ideas,’ but rather emerge as expressions of the psychic processes which are inherited because they are
in structural nature of the psyche. These are generic to the nature of human being as such, and
therefore, they are expressed in the individual in dream,and fantasy, just they are expressed in the
group via myth, collective delusion, and so on. They are more pervasive than the individualized
products of the personal unconscious but they are not restricted to collective or group phenomena.
C o l l e c t i v e U n c o n s c i o u s : The collective unconscious is a part of the psyche
which can be negatively distinguished from a ‘personal unconscious’ by the fact that it does not, like
the latter, owes its existence to personal experience and consequently is not a personal acquisition.
While the personal unconscious is made up essentially of contents which have at one time been
conscious but which have disappeared from consciousness through having been forgotten or repressed,
the contents of the ‘collective unconscious’ have never been in consciousness, and therefore have
never been individually acquired, but owe their existence exclusively to heredity. Whereas the
‘personal unconscious’ consists for the most part of complexes, the content of the ‘collective
unconscious’ is made up essentially of archetypes:, i.e. ‘creation of mankind’, ‘virgin birth’, ‘snake
and allied stories’, ‘eternal mother’, paradise’, ‘hell’ and so on.
S h a d o w : This is one of the difficult concepts of Jung’s ego psychology and psyche that is hard to
realize. ‘Shadow’ is the weak part of the individual and may reprsent undesirable inclinations and actions that
person essentially should know but refuses to acknowledge them. With one view, it is close to personal
unconscious yet still different.
Joseph Campbell, editor of ‘The Portable Jung’, says about the Shadow, “..It is a moral
problem that challenges the whole ego-personality, for no one can become conscious of the shadow
without considerable conscious effort..... it involves recognizing the dark aspects of the personality at
present and real. This act is the essential condition for any-kind of self-knowledge, and it therefore, as
a rule, meets with considerable resistance (that are almost always bound up with projections.)......
Closer examination of the dark characteristics -that is, the inferiorities constituting the shadow- reveals
that they have an emotional nature, a kind of autonomy, and accordingly an obsessive or, better,
possessive quality. Affects occur usually where adaptation is weakest, and at the same time they reveal
the reason for its weakness, namely a certain degree of inferiority and the existence of a lower level of
personality. On this lower level with its uncontrolled or scarcely controlled emotions one behaves
more or less like a primitive, who is not only the passive victim of his affects but also singularly
incapable of moral judgment.”
To me, in “Faust”, his relation to Mephistopheles is this kind of a projection. By the same
token, E.T.A. Hoffmann’ın satiric “The Devil’s Elixir” carries the same characteristics.
M a n d a l a : In Sanscrit language, ‘mandala’ simply means ‘circle’. This kind plastic
manifestations are used in Indian Buddhism on the instruments that are utilized in religious
ceremonies, called “Yantra”, and in temples as dance figures.
Jung had started to utilize the mandalas, starting 1916 on. “First, I did not understand what
they mean but appeared to me important and I had saved them like pearls. By time I realized that, they
reflected my very own ‘central-self’ for the goal of the psychic evolution is the integration within
self.” This ‘integration’, may appear and follow different visions and occurrences for the same goal:
“Formation”, “Transformation”, “Eternal Mind’s Eternal Creation” and alike. In psychiatry, we
usually see ‘mandala’ in the form of “psychic dissociation”, sometimes at the beginnings of
depressive forms, but more intensely in schizophrenic split. Conversely, Jung had utilized Mandalas in
disturbed patients’ treatments.
T h e U n i o n o f t h e O p p o s i t e s : In Ancient China, Yang (male) and Yin (kadın)
were given as examples for ‘opposites’ that were supposed to unify in social existence. We also know
from chemistry and atom physics that, the elements with opposite electrical charges are attracted to
each other, thus the material world is formed.
In nature; the opposite seasons follow each other, so do day and night, and, life and death.
These repetitions, in spite of the fact that at first sight may appear as “opposites”, in reality they are the
continuations of one another and the very essence of integration, also transformations onto each other.
Faust tells Mephistopheles, “Follow the dark, you shall reach the light!” In Alchemy, the opposites are
invited to unify by the shadow, thus occurs Hierosganos or Chymical Wedding.
M y s t i c a l P a r t i c i p a t i o n : Jung barrowed this term from Levy-Bröhl, an
anthropologist. Accoding to the mytical beliefs of the primitive tribes, the s o u l itself is not one
single unit; there is an accompanying b u s h s o u l ; it seats usually in an old tree’s trunk or in an
animal. Individual identifies with this ‘bush soul’. Suppose that such a soul is situated in an animal’s
body, that animal is a kind of brother to him. If that animal is a crocodile, he can swim in a lake or
river full of crocodiles quite comfortably. If it is in a tree, he looks at tree, as a member of the family.
If anything bad happens to those, individual also feels hurt.
To open this a little bit more, let’s return to Joseph Campbell again. “The Spiritual Problem of
Modern Man: The man who has attained consciousness of the present is solitary. The ‘modern’ man
has at all times been so, far every step towards fuller consciousness removes him further from his
original, purely animal participation mystique with the herd, from submersion in a common
unconsciousness. Every step forward means tearing oneself loose from the maternal womb of
unconsciousness in which the mass of men dwells. Even in a civilized community the people who
form, psychologically speaking, the lowest stratum live on a level of consciousness little different
from that of primitives. Those of succeeding strata live on a level of consciousness which corresponds
to the beginnings of human culture, while those of the highest stratum have a consciousness that
reflects the life of the last few centuries. Only the man who is modern in our meaning of the term
really lives in the present; he alone has a present-day consciousness, and he alone finds that the ways
of life on those earlier levels have begun to pall upon him..... in the deepest sense he had estranged
himself from the mass of men who live entirely within the bounds of tradition. Indeed, he is
completely modern only when he has come to the very edge of the world, leaving behind him all that
he has been discarded and outgrown, and acknowledging that he stands before the ‘Nothing out of
which All may grow..’ ” (Indeed, in Faust, Vol.II, we read: “..In this, your Nothing, I may find my
All!”)
Summary and Interpretation:
As we said at the opening, no system of thought may illuminate the entire Faust phenomenon.
However, under the light what Jung had opened our eyes to, we at least make some partial
interpretations and/or points of view, if we principally agree with his “Analytical Psychology”. Here
are the interpretative highlights:
1. MEPHISTOPHELES is the ‘shadow’ of FAUST.
2. Mephistopheles, either a male or female, hand in hand with Faust starts to take a long voyage
from ‘microcosmos’ to ‘macrocosmos’. (Let me remind you here, the verses of Omar
Khayyam:
“I send my soul to the infinity to discover the secrets of immortality
My soul turned and said to me: ‘Hell and Paradise all are within you!’”
If our ‘consciousness’ cannot control our (collective) ‘unconscious’, all archetypes may come
the surface. In Part I, Faust and Mephistopheles travel through the ‘Micro World’, that is Anima’s trip
that covers the ‘Personal unconscious’. Part II, is a search through the ‘Macro World’ and is the
representive of the ‘Collective Unconscious’. How the earth turns around the sun as well as its own
axis, anima too, travels through at both axis and at the end, frees itself to death. An example from
Mythology: Thesus, saved Ariadne in Cretan labyrynth after he had killed Minautor; thus, from the
eternally absorbing image of the mother, anima, had been liberated.
3. Faust’s anima, had suffered tremendously from the patriarcal type of family inter-relations;
thus, he began to search ‘the eternal love, the eternal mother’ image to join it and to be engolfed-integrated with it.
4. Christ, born to a Virgin Mary, without being actually fecundated by a man, through immaculate conception, symbolizes the eternal happiness and kindness. Faust, in order to relinquish his
earthly ambitions and the evil part of self, however after living them through actually with
Evil (Mephistopheles, his shadow), he wanted to be re-born, to become a Christ Baby himself
-with a kind of identification with Jesus-, thus, following the dark to find out light. This was to
be a kind of transformation, a creative power like a snake could do it. Snake, as we know, is
the mediator between ‘two lives’: life and death, symbol of health and happiness and sin.
7. From another point of view, Faust’s travel could be interpreted, as had been mentioned before,
the evolution of the art at four levels.
a. Art, addressing to the untouched, unmolested nature, i.e. Gauguin’s picture, analogue to
Faust’s untouched, unmolested, ‘pure’ personality at the beginning;
b. Romantic Era; Faust’s falling in love with Helena, seeing her in the mirror;
c. Sexual liberation: Physical union with Margerite, and,
d. Divination: Rejoining Margerite’s soul after death, ‘Gretchen’s reapperance as “Repentent
Woman”, (UNA POENITENTIUM, once called GRETCHEN (drawing closer).
Ah, look down,
Thou rich in heaven’s renown,
Turn thou the grace of thy dear face
On the fullness of my bliss;
For now my lover,
Earth’s sadness over,
Comes from that world to me in this.) -Last scene in Faust II-
8. Every human being, as a matter of fact every ‘living’ thing, while developing and performing
his ontogeny (individual growth and development), also repeat his phylogeny (The growth and
development, evolution and transformation of his species), reframing “Ontogenesis is a repetition of
phylogensis” is also applicable here. Namelly; take an amoeba, with its multiplication it can only
become another (new) amoeba; take a fish; from its egg, through ‘amibic’ division, at the end it
becomes a fish; more comlicated mammalia, first is an amoeba, then, fish –in the amnios- and then a
mammalia; finally a human being, in mother’s womb, it first devides like an amoeba, then swims as
fish, then becomes a mammalia kind and finally a human being, of his own kind. Faust too, searches
his own existence from the very beginnings, as a universal soul, goes thru stages via his voyage all
along history, including underworld, and joins his Master soul, to be re-born, to start to a new cycle,
one day in somebodyelse’s appearance.
9.
The o p p o s i t i o n s , that we had mentioned earlier, like man-woman, goddness-badness,
mico vs. macro worlds, do exist in human’s everyday life continuously, as well as in art. Examples: A
nineteenth century masterpiece, Silva and Parvati statues carry both male and female characteristics.
An underworld power, snake, that also is a symbol of re-incarnation and immortality through its power
of re-generation, stands by the Life Tree, as a Cobra in Indian Mythology. The same snake had killed
Cleopatra. Buddha, while carrying the name Siddhartha, after a three-day meditation had slept under
the Life Tree. During that period he was guarded by the snake. An old Latin gravure demonstrates
Esculape holding a snake in his hand, and having it bite a patient to heal.
10.
Faust and Mephistopheles travel through the macro world, to chart their own mandalas for
a reunion with each other and the entire universe. During this, they experience and share (and repeat)
the entire human beings daily life experiences: hope, hopelessness, love, suffer, myth and alike.
11.
In life, it is possible that the whole living organisms, perhaps including the nature, follow
the principles of “formation”, “transformation” and “eternal re-incarnation”, ending with re-union of
all. Death, could be considered as ‘another stage of life’, and another transformation of soul. While
reading Faust almost in ecstasy, perhaps experiencing our collective unconscious time to time, and reexperiencing many things through identifications, one feels as if watching his own life story in a
mirror.
2.
FREUD’S PSYCHO-ANALYTICAL APPROACH
In contrast to Jung who embedded the mythological, collective and social aspects of the
individual, Freud principally remained singular, building his monuments on the individual’s id and
ego. About the literature Freud had said, “Karamazov Brothers”, “Hamlet” and “King Oedipus” are
the greatest among all yet he had great admiration for Goethe. He never tried to make a systematic
analysis of the masterpiece, rather prefered of making some attributes here and there, as we shall see
below.
Otto Rank, once ‘right arm’ of Sigmund Freud had been to Wagner’s operas with the genius.
He cites Freud’s superficial and as if ‘not understanding’ attitude against deep, archaic, almost satanic
personage and sounds to those operas, feeling that Freud was avoiding the issues of death, underworld
etc. The same I would say is true for Faust in which what Wagner did musically Goethe did
literarywise. Let us hear from Freud himself who had been invited to receive ‘Goethe Award’ to
Frankfurt in 1930, in ‘Goerthe House’ who had made this speech:
“I think that Goethe would have not rejected psycho-analysis in an unfriendly spirit, as so
many of our contemporaries have done. He himself approached it at a number of points, recognized
much through his own insight that since we have been able to confirm……. Since it is one of the
principal fonctions of our thinking to master the material world physically, it seems to me that thanks
are due to psycho-analysis if, when it is applied to a great man, it contributes to the understanding of
his great achievement. But, I admit, in the case of Goethe, we have not succeeded very far. This
because Goethe was not only, as a poet, a great self-revealer, but also, in spite of the abundance of
autobiographical records, a careful concealer. We cannot help thinking here of the words of
Mepistopheles:
‘Das Beste, was du wissen kannst,
Darfist du den Buben doch nicht sagen.’
(The best of what you know may not,
after all, be told to boys.)
(S. Freud : Collected Works, Vol.XX, pa.: 212)
In ten years when Freud’s sealed treasures will be opened then we shall be learning more
openly who was a “concealer”. I think, directly, more indirectly Goethe had expressed the complex
nature of himself good enough. We can hardly notice Freud’s ‘Mepistopheles’ part, as a human being
in his writings. What about this confession:
In his “Determinism and Superstition’ section of his writings (Collected Works, Vol: 6, pa.: 245) ,
Freud writes openly:
“There is no doubt that I wished to forget the play (Lady Mackbeth, with a special reference to
her bloody hands which ‘the oceans waves couldn’t clean them’… The books’ numbers 1 and 2, were
in my patient’s dream, in the Reclam University Library, Goethe’s Faust. Formerly, I found very
much of Faust in myself.”
Here are some excerpts Freud’s 24-volume writings in reference to Faust.
. While talking about ‘unconscious ideas’, he remarks that, even during conscious talk, mind
could be split off and make some reference to unconscious state of mind,
“ In die Finsternis gebrachts.” -Mephistopheles- (Vol.2, pa.: 229)
(Thrust into darkness.)
. About ‘Affects in Dreams’, talking about the importance of the ‘first figure’, and its reincarnation throughout, he says:
“ früh sich einst dem,
trüben Blick gezeigt.”, (Vol.5, pa.: 483)
(Long since appeared
before my troubled eyes.)
. In ‘A Case of Hysteria’, talking about the exacting demands which hysteria makes upon
physician and investigator, he insists that this can be met only by the most sympathetic spirit of
inquiry and not by an attitude of superiority and contempt.
“ Nicht Kunst und Wissenschaft allein,
Geduld will bei dem Werke sein!” ,
(Vol.7, pa.: 16)
(Not Art and Science sense, alone;
Patience must in the work be shown!)
We all know that, Freud always wanted to be remembered as “Great Thinker” that,
unfortunately, in spite of the fact that he is one of the greatest physicians ever, the history book will
not cite him as such. And, he knew that. It is well possible that he may have identified with Goethe
who in Faust, was a great physician as well as a thinker. He even may have been jealous of him.
. In ‘Three Essays of Sexuality’, he cites that a certain degree of fetishism in normalcy,
especially when the normal sexual aim could be unattainable or its fulfillment is prevented and gives
an example from Faust:
“ Schaff’mir ein Halstuch von ihrer Brust,
Ein Strumpfbond meiner Liebeslust!” ,
(Vol.7, pa.: 154)
(Get me a kerchief from her breast,
A garter that her knee has pressed!)
. In ‘Pleasure and the Genesis of Jokes’, Freud comments, “For high spirits replace jokes, just as jokes
replace high spirits, in which possibilities of enjoyment which are otherwise inhibited.” and quotes from Faust.
“ Mit wenig Witz und viel Behagen.” -Mephistopheles in Auerbach’s cellar- (Vol.: 7, sa.: 127)
(With little wit and much enjoyment!)
. In “A Case of Obsessional Neurosis – Rat Man”, Freud discusses the Father Complex and
the Rat Idea. A patient of his while visiting his father’s grave sees that a rat ‘with sharp teeth’ comes
out of his father’s grave. He realizes that he himself had been just such a nasty, dirty little wretch who
was up to ‘bite people’ when he was in a rage. He could truly be had been fearfully punished for doing
so. He could truly be said to find a ‘living likeness of himself in a rat.’ Here are the samples are taken
from Faust.
(Freud compares the words of Mephistopheles, when he wishes to make his way through a
door that is guarded by a magic pentagram.)
“ Doch dieser Schmelle Zauber zu zerspalten
Bedarf ich eines Rattenzahns.”
“ Noch einen Biss, so it’s geschehn!” (Part I, Scene: 3)
( But to break through the magic of this threshold
I need a rat’s teeth (He conjures a rat.).
“ Er sieht in der geschwollnes Ratte
Sein ganz natürlich Ebenbild.”
( For in the bloated rat he sees
A living likeness of himself.)
(Part I, Scene in Auerbach’s Cellar)
. Freud, ‘Notes On A Case of Paranoia: Judge Schreber” case (Vol.12, sa.: 44 & 70) writes:
‘Schreber illustrates the nature of soul murder by referring to the legends embodies in
Goethe’s Faust, Byron’s Manfred and Weber’s Freischütz..’
‘The patient has withdawn from the people in his environment and from the external world
generally the libidinal cathexis which he has histherto directed on to them. Thus eveything has become
indifferent and irrelevant to him… The end of the world is the projection of this internal catastrophe…
‘After Faust has uttered the curses which free him from the world, the Chorus of Spirit sings:
“ Weh! Weh!
Du hast sie zerstört,
die schöne Welt,
mit machtiger Faust!
sie stürzt, sie zerfallt!
Ein Halbgott, hat sie zerschlagen!”
(Woe! Woe!
Thou hast it destroyed,
The beautiful world,
With powerful fist!
In ruins ’tis hurled,
By the blow of a demigod shattered!)
. Freud, making a referense to the importance of the inheritance of physical disposition in the
life of the individual, says, ‘(that) need to be given some impetus, before they can be roused into
actual operation. This might be the meaning of the poet’s words:
“ Was duererbt von deinen Watern hast,
Erwirb es, em es zu besitzen.”
( What thou hast inherited from thy fathers,
acquire it to make it thine.)
(Faust I, Scene: 1) (Vol.:13, pa.: 158)
. In ‘Return of Totemism’ Freud makes the following comparison between the neurotic and
the primitive man: Neurotics are above all inhibited in their actions; with them the thought is a
complete substitute for the deed. Primitive men, on the other hand, are unhibited: thought passes
directly into action. With them it is rather the deed that is a substitute for the thought…. I think that in
the case before us, it may safely be assumed that:
( in the beginning was the Deed.)
“ ‘Im Anfang was die Tat’ ”
(Faust, Part I, Scene 3) (Vol.13, pa.: 161)
. In ‘Uncanny’, Freud speaks of secret powers that brings us back to animism. “It was the
pious Gretchen’s invitation that Mephistopheles possessed secret powers of this kind that made so
uncanny to her.
“ Sie fühlt dass ich ganz sicher ein Genie,
Vielleich sogar der Teufel bin.”
(She feels that surely I’m genious now,
Perhaps the very Devil, indeed!)
(Faust I, Scene 16) (Vol.: 17, pa.: 243)
. In ‘The Pleasure Principle’ Freud mentions that the repressed instinct never ceases to strive
for complete satisfaction, which consist in repetition of primary experience of satisfaction… ‘and, it is
the difference in amount between the pleasure of satisfaction which is demanded and that which is
actually achieved that provides the drawing factor which will permit of no halting at any position
attained, but, in the poet’s words’:
“ ‘ungebandigt immer vurwarts dringt’ ”
(Presses over forward unsubdued.)
(Mefistopheles, Faust I, Scene 4) (Vol.: 18, pa.: 42)
. Freud, in his ‘An Autobiographical Study’ remembers his first university experiences in 1873 as
“appreciable disappointments” because of racial issues in Vienna then, for he was a jew. ‘I have never been able
to see why I should feel ashamed of my descent.. I put up, without much regret, with my non-acceptance into the
community… These first impressions at the University, however, had one consequence which was afterwards to
prove important; for at an early age I was made familiar with the fate of being in the opposition and of being put
under the ban of “compact majority”.
I learned the truth of Mephistopheles’ warning:
“ Vergebens, dass ihr ringsum wissen scgalich schweift,
Ein jeder lernt nur, was er lernen kann.” ’
( It is in the vain thay you range around from Science to Science:
each man learns only what he can learn.)
(Faust I, Scene 4), (Vol.: 20, pa.: 9)
. In ‘Civilization and Its Discontent’, Freud holds God responsible for the existence of the Devil, just as
well as for the existence of the wickedness which Devil embodies.
‘ In Goethe’s Mephistopheles we have a quite exceptionally convincing identification of the
principle of evil with the destructive insinct:
“ Denn alles, was entsteht,
Ist wert, das es zu Grunde geht…
Zersttörung, kurz das Böse neunt,
Mein eigentlicehs Element.”
( For all things, from the Void
Called forth, deserve to be destroyed…
Thus, all which you as Sin have rated..)
(Vol.: 21, pa.: 120)
. In ‘Analysis Terminable and Interminable’, making a reference to the ‘Witch
Metapsychology’, Freud elaborates: “That is to say, the instinct is brought completely into the
harmony of the ego, becomes accessible to all the influences of the other trends in the ego and no
longer seeks to go its independent way to satisfaction. If we were asked by what methods and means
this result is achieved, it is not easy to find an answer. We can only say:
“..So muss denn doch die Hexe dran!” ’
( We must call the Witch to our help after all! )
(Vol.: 23, pa.: 225)
. In the same chapter, Freud speaks of ‘Defense Mechanisms’ that individuals utilize against
inner instinctual pushes which may become constant and repeated throughout life whenever the
situation occurs that is similar to the original one….’This turns them into infantilism , and they share
the fate of many institutions which attempt to keep themselves in existence after the time of their
usefulness had past. The poet complains:
“Vernunft wird Unsinn, Wohltat Plage.” ’
“Reason becomes unreason, kindness torment.”
(Faust I, Scene 4), (Vol.: 23, pa.: 238)
And, finally:
. Making a tribute to Empedocles who was one of the greatest and most remarkable figures in
the History of Greek Civilization, saying, ‘..He was exact and sober in his physical and physiological
researches, yet he did not shrink from the obscurities of mysticist , and built up cosmic speculations of
astonishingly imaginative boldness. Already, historian and writer Wilhelm Capelle, compares him
with Dr. Faust.’:
“ ‘Dem gar manch Geheimnis wurde kund’.”
( To whom many a secret was revealed!)
Faust I, Scene I-
-modified somewhat from Faust’s First Speech,
To me, in the last text, Freud was identifying with Empedocles, as well as Faust. Already to
me, other than making a deep analysis of Faust that might have been a really difficult job for even for
a genious like Freud, he was rather searching and singling out some strong justifications and hidden
elements of psychoanalysis in that great tragedy, beyond his patients’ experiences, to document the
overspread existence and values of his theories and analyses.
Inded, psychoanalytical approach most of the time appears to be quite revealing ‘in explaining
the things’ beyond our scopes, like Freud’s comparison of Leonardo da Vinci with Faust. In
“Leonardo da Vinci”, he had detailed how Leonardo has devoted himself to search, to learn and
understand the world around him, other than ‘loving his libido’, namely attaching himself to his
parents ‘sexually’, passing through the stages and liberating himself later on. Like Spinoza. For that
purpose -namely, not being able to utilize his libido-, Leonardo had never been able truly neither
create nor love, consequently of not being able to reach “The sublime Law of Nature” that he was very
much after. In contrast to him, Faust who had been able to transfrom his libido into “The Pleasure
Principle”, had been able to experience love and live it thru throught his tragedy.
Why Leonardo has not ben able ‘to transform his libido’, if we believe in psychoanalytic
thinking, psychoanalytic view could say, well, he was under his father’s custody in his early childhood
and it was too late to relate to his ‘two’mothers, especially to his biologic mother indeed quite late and
short, for both of them died early. In contrast to him, Freud very vividly lived through his libidinal
feelings with his mother, father’s second wife who was very young and beautiful who used to call
Freud: ‘My Sigi!’ all the time. The story is well-known, as cited by Freud himself that when he was
too young, the ages five or six, one day Freud had urinated into the bedroom of his parents. Father,
getting very furious for the event, had punished Freud and told him: “You shall never be a mature,
grown up man!” that had caused him later on a great anxiety ‘at the top of Acropolis’ in his fifties.
Besides Freud’s a kind of reluctance or resistance and/or avoidance of deep analysis of Faust
that he rather preferred ‘part by part identification’, another aspect why he might have done so is that
Jung’s undeniable strength and convincing documentation of his ‘archetypes’, particularly of
‘collective unconscious’ that denotes very special interest and knowledge of him that,I at least
interpretes Faust better that Freud could not have challenged with. I would say Freud was “too
personal” whereas Jung was “too universal.”
3.
ADLER’S INDIVUAL PSYCHOLOGY and INFERIORITY COMPLEX
‘The Inferiority Feeling’, or as it is more generally but less correctly termed by the general
public, ‘The Inferiority Complex’ is the one most popularly connected with his name; “I am”, as Adler
used to say smilingly, “the legitimate father of the inferiority complex.”
Adler taught that every human being’s main interest strives towards an advance from a minus
or inferiority feeling towards a plus or superiority feeling; and that the difficulties of life, or the
‘inferiority of the organs’ themselves, can always be compansated by the individual’s own effort to
overcome them.
An inferiority feeling in the young of the human species was, in Adler’s mind, never a failing
or defect, nor in any ways comparable to a neurosis, since the child is really h e l p l e s s ; and his
physical and mental inferiority are facts of nature and not any attempts upon the child’s part to avade
responsibility. It is not unless the child uses this act of his inferiority as an alibi to prevent himself
from carrying out the contributions within his power that the inferiority feeling becomes a ‘complex’,
and prevents the child’s normal development. Out of the child’s first sense of ‘inferiority’, Adler
believed he began to form his “life plan” in urge to overcome his limitations.
Faust has made a pact, renouncing God and human beings’ everyday life values, promising his
soul to the devil, called Mephistopheles there, in return for knowledge and power. Where Adler enters
in here, if any?
Let us study a little bit, “The Tragedy of Doctor Faustus” of Christopher Marlowe, a
Shakespeare contemporary who had given Goethe quite a bit thrill and endless impetus to write his
masterpiece. (In real life too, there was a Dr. Johannes Faustus who had obtained a Divinity degree
from Heidelberg University in 1509.) Scene: I
“.. Then read no more thou hast attained the end.
A greater subject fittieth Faustus’ wit:
Bid on cai me on farewell, Galen come,
Seeing ubi desinit philosophus, ibi incipit medicus;
Be a physician, Faustus, heap up gold
And be eternized for some wondrous cure..”
(on cai me on : Aristoteles’ phrase for ‘being and not being’ that gave Shakespeare a basis for
his most famous statement in Hamlet ‘to be or not to be’; here used as ‘equivalent’ of philosophy;
ubi desinit philosophus, ibi incipit medicus : ‘where stops the philosopher, there begins the
physician.’)
Marlowe was Shakespeare’s contemporary, only ten weeks older than he, but, according to
rumors he had been a teacher to great genious, and even, after dying at an early age of 29, sustained
his life as ‘Shakespeare’ himself. (Here we don’t want to go into polemics of who really Shakespeare
was.) Marlowe’s character F a u s t , was a scientist, knew the logic, medicine, law and divinity;
wanted to ‘know more about the secrets and hidden myths of human beings unattained yet’. With that
envie, he needed a super-human power, a magic that forced upon him to make a pact with the Devil.
Since Goethe, while studying Law at the Leibzig University in 1768, had striken with a very
serious illness and returned home, we can understand why he may be inclined to be a physician, as we
all physicians have the same allusion that as we are the doctor, no serious illness can strike us, if does,
we can overcome. But, that was not Goethe’s creation, rather of Marlowe’s. Marlowe was not a sick
man, contrariwise quite a healthy, aggressive and fightfull man who also faced some limitations and
frustrations in his personal life: He was denied of being given a master’s degree at the Corpus Christie
College in Cambridge where he was attending, then also having been denied to enter the English
College at Reims in France, which was preparing Roman Catholic missionary priests to be sent to
England. Then, Marlowe turned to be an atheist (Naturally, if they cannot give him a chance to ally
with God, then, he himself can choose to make an ally with Devil), also having some shadowy
political ties, in depth towarded to the Queen’s life. His death had also been in a tavern on May 30th
1593, at Deptford, a suburb to the southeast to London at the accompaniement of a group of doubtful
people. After he was killed, he was accused that he was blasphemous, seditious, treasonable, a
defender of homosexuality and tobacco, a man who has read an ‘atheist lecture.’ It is obvious that
what perhaps Goethe wanted to live a life through Faust, Marlowe has already lived in his daily, actual
life.
Why a big giant like Goethe chose Marlowe and almost directly -not copying of courseborrowed the names and the text of Dr.Faust(us) and Mephistopeheles?
According to the literary historians, in 1771, with his write-up “Geschichte Gottfriedens von
Berlichingen mit der eisernen Handdrama tisiert” (The History of Gottfried von Berlichingen,
Dramatized with the Iron Hand); and in 1773, with “Rede zum Schakespeare Tag” (Conversation from
Shakespeare’s Day) he almost declareded himself as the “Shakespeare of the Gothic Era.” Thus, to
me, it is quite evident that, the aim was not Marlowe, but Shakespeare who he admired and identified
with.
Which one was “the greatest?”. I am not qualified to answer that.
Returning back to the Adler and his ‘search for superiority due to an inner (basically
physiologic) inferiority’, if we question whether Goethe has felt:
a) H e l p l e s s ? May be; during his ill years, and even afterwards achieving a lot, like his
closest friend Schiller had died in 1805 when he had cited: “In me, half of me died also!”
b) I n f e r i o r ? Probably not, for he was quite an achiever in life; children with inferiority
feelings display a lot of neurotic trends that curb utilization of their potentials far before
reaching the maturity.
Perhaps Goethe, like many other great thinkers and philosphers was deeply curious about ‘the
other side of life’, both in biologic and psycho-social senses, had a lot of repressed feelings that took
forty years masterfully ‘live them through writing’ and died peacefully a few months after he finished
his ‘Opus Magnum’ that is the story of every living individual in the universe; as it ‘was’, ‘is’ and
‘shall be’, forever.
4.
EXISTENTIALISTIC VIEW :
Since in Goethe’s times there was no existentialistic philosophy we cannot tell that he was
under its influence one way or the other. We only can offer, at his point, an exitentialistic perspective.
With Mounier’s and Hamelin’s desperation, Wahl’s and Marcel’s revolt and freedom,
Sartre’s human beings exist outside of themselves; he can only be existing through going out of
himself.. he only does exist and integrates with himself only that way.. are some highlights that of
philosophy.
In order to be understood, existentialism must be contrasted with its opposite, essentialism.
When one thinks of any concept or thing, one tends to consider in it essentialistic terms. In humanistic
existentialism thought, this e s s e n t i a l i s t i c doctrine holds true for things, not for humans. For
humans, existence precedes essence. By dint of reflective consciousness, by the consequent property
of prepositional speech, and by the ability to introduce a psychic distance between oneself and the
object in view, humans have no essence. A human’s “being” has not been predetermined by any other
structure other than the individual’s. As to what is really real in humans, in psychological terms, the
really real is instinctual energy, rooted in determined and sited bodily processes.
Persons suffer their view of the world, of the body, and of others. One suffers one’s
philosophy precisely because one lives it; thuıs, one becomes a different being in the light of a
changed conception of one’s own being.
The two elemental forms which the world is divided are:
a) being-in-itself , which includes all nonhuman things and animals, and,
b) being-for-itself, which includes human, self-reflexive, trancendent consciousness.
Beings-in-themselves are essentialistic, determined and closed and can be fully described.
Being-for-themselves, the being of human consciousness, are different in kind. H u m a n c o n s c i o
u s n e s s is a negation; it injects a film of nothingness between self and its objects of purview. That
nothingness is freedom…
In breaking radically with idealism, realism, and essentialism, phenomenology and its
offspring, existentialism, posited that the architecture of consciousness is an emptiness. Anything else
would leave humans determined, essentialistic, and subject. Empty of interiority, consciousness is
always in relation to its objects of purview, to the world. All acts intend some object. Thus a table is
not in consciousness; a table is in space, over there. Consciousness is, therefore, a positional
consciousness of the world. Consciousness, thus, cannot be examined as an object.
The concept of intentionality in existentialism provides a different view of motives, feelings,
and emotions. Motives are not events that direct behavior. The person’s motivation depends on that
person’s aims, the person’s intentionality in the world. The person does not first select motive and, on
that basis, a goal; it is the other way around.
Thus, according to this philosophy we may sum up, saying, “Faust, with an intention, goal of
searching and reaching his freedom, under the influence and energy of his basic instincts, came off his
psychic existence as Mephistopheles, traveled through macro world and joined nothingness as real
freedom.”
5.
MYTHOLOGIC - ANTHROPOLOGIC VIEW :
Great anthropologist Joseph Campbell says, “Throughout inhibited world, in all times and
under every circumstance, the m y t h s of man have flourished; and they have been the living
inspirations of whatever else may have appeared out of the activities of the human body and mind. It
would not be too much to say that myth is the secret opening through which the inexhaustible energies
of the cosmos pour into human cultural manifestation. Religions, philosophies, arts, the social forms
of primitive and historic man, prime discoveries in science and technology, the very dreams that
blister sleep, built up from the basic, magic ring of myth.”
Mythology is apparently coeval with mankind, Campbell continues. As far back, that is to say,
as we have been able to follow the broken, scattered earliest evidences of the emergence of our
species, signs have been found which indicate mythological aims and concerns were already shaping
the arts and world of Homo sapiens. Where there occurred human spirit, also occurred a myth about
life, death and surrounding events of everyday existence.
The mythologies of the ancient world consist largely of t a l e s o f g o d s a n d h e r o e s
, their birth and death, loves and hates, spites and intrigues, victories and defeats, acts of creation and
destruction. Some scholars believe that the myths of the ancient, represent one of the most profound
achievements of the human spirit. Needless to say, ancient myth is closely bound to r i t e and r i t u
al.
Myths, according to Freud’s view are of the psychological order of dream. Myths, so to say,
are public dreams; dreams are private myths. Both, in his opinion, are symptomatic of repression of
infantile incest wishes, the only essential difference between a ‘religion’ and ‘neurosis’ that the former
is more public. The person with a neurosis feels ashamed, alone and isolated in his illness, whereas the
gods are general projections onto a universal screen. They are equally manifestations of unconscious,
compulsive fears and delusions.
According to Carl G. Jung, the imageries of mythology and and religion serve positive, lifefurthering ends. Our outward-oriented consciousness, addressed to the demands of the day, may lose
touch with these inward forces, and the myths, states Jung, when rorrectly read, are the means to bring
us back in touch. They are telling us in “picture language”(dreams) of powers of the psyche to be
recognized and integrated in our lives, powers that have been conscious to the human spirit forever,
and which represent that wisdom of the species by which means weathered the millennium. In other
words, ancient myths are depositories of primordial archetype motives which reveal and illuminate
man’s c o l l e c t i v e u n c o n s c i o u s .
According to Campbell, these are the important factors in the “formation of m y t h s”:
1. The r e c o g n i t i o n o f m o r t a l i t y (of human beings, by human beings) and the
reqirement to t r a n s c e n d it is the first great impulse to mythology.
2. And, along with this, there runs another realization; namely, that the social group into which
the individual has been borne, which nourishes and protects him and which, for greater part of his life,
he must himself help to nourish and protect, was flourishing long before his own birth and will remain
when he is gone. This couıld be named as, the E n d u r a n c e o f S o c i a l O r d e r .
Besides “unity” of our species there is also difficulties too. Not only does all mankind face death, but
the various people of the people face death in greatly different ways. A cross-cultural survey of the mythologies
of mankind, consequently, will have to note not only universals but also the “transformations” of those common
themes in the ranges of this occurrence.
Endurance of Social Order ows its existence, on the other hand, reconciliations that the human
beings make and the defense mechanisms that they utilize. From the defense point of view, many
writers (including myself, as an analyst) belive that myths are utilized as a defensive measure against
“the fear of death.” In Jung’s session we had already observed a native’s feeling ‘shadow’-brother to
the crocodiles in a river where he swims comfortably.
Myths, are considered as some defensive mechanisms and means of reconciliation of the
survival and continuation of the human species and principally a “cosmic defense” against the fear of
death. In Old Egypt and Greece, why human beings were marrying with gods? Creating an
“identification” through that way, they wanted to guarantee the immortality and have the abilities of
re-incarnation, being re-born (In Greece Dionysos, in Syria Adonis and in Mesopotamia Tammuz).
Many goddesses made ‘virgin births’, heroes were born and died and resurrected.
3. M a n k i n d ’ s O b s e r v a t i o n a n d t h e U n d e r s t a n d i n g o f t h e U n i v e
r s e : A Third factor is that the developing individual becomes inevitably aware of his powers of
thougt and observation mature, the spectacle, namely, of the universe, the natural world in which he
finds himself, and the enigma of its relation to his own existence: its magnitude, its changing forms,
and yet, through these, an appearance of r e g u l a r i t y .
According to Joseph Campbell, mythic heroes are created on four platforms:
1. Instinctive platform : Childish, as if for fun (Example: Charlie Chaplin and what he
represents.)
2. Cultural platform : Having been created from the evolution of human culture, i.e. according to
Novoha Indians, coyote stole the fire from gods (In Greek culture, Prometheus’ steal from Hell). As
a matter of fact, even God, before creating the human beings had asked this wise animal, “What type
of creature should I create, and the coyote had replied: ‘O mighty God, you are too alone.. We animals
don’t speak but you do; we are walking alone on four feet, so create someone with two feet and should
talk!’ So God did what the coyote had wanted to.
3. Third platform: God-like strong man, like Buddha;
4. The heroes who are saved by the nature, ascended to certain degrees, then fell down: Example,
Romulus and Romus brothers who were brought up by wolves and established the eternal city of
Rome.
S y m b o l s too, contain some mythic and mystic elements of everyday life and as if there is an
unconscious part in them. Religions use them plentifully. Dreams always have them.
In Christianity, the Saints have been symbolized by certain animals; i.e. from four avengelists Marc is
symbolized as a lion, Luke as an oxe and John as a vulture. Egyptian god Horus (Osiris’ son, born to his aunt
Isis), besides himself with his three sons symbolized as animals; ‘fours’ in Christianity, ‘threes’, ‘sevens’ and
‘forties’ in Islam are special, symbolic numbers.
Turning to Goethe and his Faust; under this knowledge now, we would say that M e p h i s t o
p h e l e s is an archetype, representing the symbolism of instinctive drives, as well as of immortality
as once, the closest creature to God, even being the head of angel teachers; a mythological figure of
human existence and its emotions. Faust, might have used Mephistopheles as a mythic heroe and
safeguard while traveling macro world, as well as utilizing his knowledge and experience to learn the
universe, thus accomplishing the requirements of being a myth, according to Joseph Campbell.
5. SHAMANISTIC APPROACH :
Primitive man, being deadly afraid of natural conditions surrounding him, had resigned to the
magic to dwell with supernatural forces, thus creating the Medicine Man and Shaman. The wishful
thinking of eternal existence, the ability to establish a good, working relations with over- and underground gods, to cure the illnesses, to be able to tell what is going to happen and alike all have been
delegated to S h a m a n . Thus, Shaman becomes the representative of collective unconscious,
symbolism and magic, like dreams. Through myth formation, the universal power, in a concentrated
way, is delegated to another human being, this time however, someone who himself is also subject to
death but nevertheless among themselves, ready to be utilized any given time.
Dr. Rasmussen, famous anthroplog, has asked ‘Najagneq’, a shaman who he has met in
Alaska, where his power sila was coming from; Najagneq has ansered as such: “It is a very powerful
spirit. It comes to us strongly with winds, rain and snow, sea waves; and, mildly with daylight, quiet
waves and the quiet children’s gentelness. It is never seen, but sometimes heard as a woman’s voice,
very soft.”
Shaman, after making his trips with his drum (in the sky), sometimes with the serpent
(underworld), when retruns to earth and to his very tribe, he means accepting the tribe’s present
culture and its belief systems and mythological experiences, like rites and ceremonies, even fortifies
them, consequently being a representative of the continuation and sometimes, transformation of the
cultural patterns of mankind. He also ‘endures the social order..increases the knowledge of universe..’
The entire story of F a u s t , Faust’s and Mephistophels’ trips to Macroworld, could be
looked and interpreted as a shamansitic trip to underworld (Journey to Lower World). After so many
years when I re-read Faust -this time of course with much more insight and understanding- his
‘underground trip’ reminded me of our shamanistic studies at Yale University under Michael Harner.
Shaman needs a “Power Animal” to accompany him during those trips, to lead him, as well as
protecting against fear and perhaps, destruction. I still carry the symbol of my power animal, as a
metallic item, connected to a chain around my neck continually even to day, though it essentially is a
symbol and it could be good enough to carry in your mind only, when you need it.
To me , Mephistopheles was a power animal to Faust while making his macro-world trip,
otherwise might have been quite frightening to him.
6. ASTROLOGIC VIEW :
Goethe was one of the greatest admirers of the nature and universe. One of his biggest
disappointments in life was that of not being able to prove that the whole plants on the earth were
originated in only one specie. I do not know whether he himself made a chart of himself,
astrologically. Of course, since we do not know the exact hour and minute of his birth and death,
consequently we can not precisely locate the other planets; however, considering his vital dates, I
would like to propose an approximate astrologic interpretation of his existence.
Birth: 28 August 1749 (Virgo) : Ambitions and impulses.
Death : 22 March 1834 (Aries) : Common sense, love, celestial being.
Lert us study together this great man’s celestial destiny!
The LIFE CIRCLE OF TWELVE –EVOLUTION
Zodiac Signs
Involution
Celestial Plane
Evolution
========================================================================
ARIES
21 March – 20 April
Common Sense, Love
Garden of Eden
Psychic Plane
TAURUS
21 April – 21 May
High emotions
PISCES
20 February – 20 March
Heavens
AQUARIUS
20 January – 19 February
__________________________________________________________________________________
GEMINI
22 May – 21 June
Fall
Individuality, High Consciousness
Mental-Reasonal Plane
CAPRICORN
23 December – 19 January
Rise
CANCER
22 June – 23 July
Individuality, Low Consciousness
SAGITTARIUS
23 November – 22 December
LEO
24 July – 23 September
Low Emotions
SCORPIO
24 Ooctober – 22 November
Naissance
VIRGO
24 August – 23 September
Stardom Plane
Development
Envie and Drives
LIBRA
24 September – 23 October
Physical Plane
Descent
(Return to the Material World)
The Six Phases of INVOLUTION
Accent
(Ascendence from the Materialistic World)
The Six Phases of EVOLUTION
Now, if we consider the whole “Faust play” as an ontogenic – personal evolution, repeating
the philogenetic evolution of the entire (human) species, we can also schematize this as a b a b y ‘ s
e v o l u t i o n from the conception until the moment of birth in his intra-uterine life.
The Intra-uterine life passes through five essential physio-psychologic episodes:
1. CONCEPTION : This is a semi-realization of a new life in his own existence in behalf of
mother. This may correspond to the First Scene of the play, where Faust is in study room and is about
to create Mephistopheles. (Conception of Mephistopheles.)
2. CONTRACT WITH FOETUS : Implantation of Foetus into Mother’s Uterus. Mother’s
contract to carry him on. Mother promises, after a long trip in dark labyrinths and some evolutionary
periods, she shall bring him onto the world. Mother’s body shows some physiologic changes
accordingly. This may correspond to Faust’s making a contract with Mephistopheles.
3. THE FIRST HEART BEATS OF THE FOETUS : After the fifth month, in the biologic
sense, the proof of a new physical existence within mother’s body. This may symbolize Faust’s
physical togetherness with Margerite (and/or their baby’s conception in her.)
4.
BABY’S FIRST KICK-OFFS OF MOTHER’S ABDOMEN : The Foetus, who got used to
live in ‘micro cosmos’ of mother, now, after 7th and 8th months, wants to get off into ‘macro cosmos’ –
outside world. This may correspond to, after the ‘Jail Scene’, Faust and Mephistopheles decide to
make a long trip to macro-world.
5.
THE MOMENT OF BIRTH : The aim is achieved. One is born with intentions of dying.
Death is a new level of existence. Liberated soul, may search a new body to repeat the entire life cicle.
A medieval masterpiece painting symbolizes this: A man who is about to die, ‘blows soul’ into a
newborn’s mouth. This may correspond to either Faust’s suicide, or his soul’s re-joining Gretchen’s
soul.
I am sure, we do not understand fully the meaning of the existence of several other characters
who appear here and there in this great tragedy, lile h o m u n k u l u s . Like his creator W a g n e r ,
the personality and functionality of him are not clear. Was he too Wagner’s shadow? In Marlowe’s
play, Wagner is a chamberlain, a butler too perhaps, too acknowledged; while Dr.Faustus speaks to
higher degree audience Wagner talks to the students, and brings wine to Dr.Faustus’ study room. In
Goethe’s play, Wagner is a much more concervative, a little bit backward servant but nonetheless had
created ‘homunkulus’ in the laboratory. What this would tell us?
In medicine, from neuro-anatomy we all know that, there seems to be a strange projection of
human body’s appearance in the frontal area of the brain: A big head, relatively smaller body and
large, wide open hands and feet. As if, there is a picture of an un-born baby in the brain tissue. Why
Goethe used it?
We don’t know for sure; but it might have represented “the last, white butterfly in Pandora’s
box”, as ‘hope’ for human beings to have their montrous ambitions to keep under control, or a symbol
of a better future to come? Wagner’s ‘shadow’? Since it also dies in the water at the end, -like
Margerite killed her baby in the water-, a Wagner-Margerite dream or wishful thinking? We will not
know.
Epilog
Faust, as had been pointed out profoundly by many excellent writers and thinkers, is
everybody’s life drama. Human beings are human beings with their life long envies, ambitions,
dreams, successes and disappointments throughout. They endeavour to give a meaning to their
existence and try to integrate with themselves. During life cycle, one uses ritual, wishfull thinking, if
necessary the neurotic even psychotic defense mechanisms to survive and stand up against the ‘Reality
Principle’: At the end, every living organism is doomed to die, regardless how this is understood
and/or justified and dealt with. Everybody either feels or denies this fear, one way or the other. Only a
handfull of creative human beings, namely artists, writers, musicians, painters, sculptures and alike,
through the most advanced and appreciated defense mechanism: sublimation , may turn this fear into
an eternal creation, like great Goethe, and only this way they reach god-like state and immortality.
As a last word, as a therapist and analyst, I would like to state that, it will not be a mistake to
look at this masterpiece as a complete psychotherapy or analysis of self, as Faust had recognized and
lived through his unconscious wishes, his dreams and his archetypes; in other words, -as Freud had
demonstrated many fragments of it for his own interpretation- his neurosis had been revealed and
worked out. It does not matter that at the end of the therapy the patient died, as there is a rather
interesting statement in medicine, “The operation had been successful, but the patient died!”. After all,
as we said previously, the death, may be is only a transformation of one form of (life) energy into
another form of (death) the same. (Opus Alchymicum).
Prof.Dr. Ismail Ersevim
Written first in March 1991,Revised: August 2000;
(Ünlü sanatkar Ayla Algan tarafından,
Almanya’da yıllık rejisörler konferansında, festivalde takdim edildi, 2001)
Faux pas : (FR.,DANS,TİYAT.) <Fo pa> : Yanlış adım atmak, sözle pot kırmak = A false step; a blunder,
especially in the area of social conventions (İNG.)
Favila : (TAR.,ZOO.,AV Sporu) : Ortaçağlarda bir GOT kralı. Sürekavını çok severdi ve günün birinde ayılar
parçaladı kendini
“Bu hayvanı (yabandomuzu) kovalayıp öldürmekten nasıl bir zevk alınır anlamak mümkün değil. Bu
boynuzlarıyla tek vuruşta canını alır adamın bu canavar. Bir zamanlar dinlediğim eski bir romans şöyle diyordu:
Sen de namlı Favila gibi,
Ayıların pençesinde öleceksin.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:618)
Favori : Yüzün iki yanında saçın uzantısı olarak bırakılan sakal; Yarış ya da spor’da kazanması beklenen
kimse ya da at
“ANTONIO - Allah kahretsin, avukat! Motor patladığında şakaklarının çevresindeki o alevin ne
olduğunu şimdi anladım. Vrumm! Favorileri alev almıştı!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:19)
“ANTONIO - Tabii ya, anlamalıydım. Ben de niye en çok kulaklarının çevresi yanıyor diyordum,
demek favorileri tutuşmuş.. Niye sanki gelir gelmez söylemedin bunu? İki saattir saçma sapan bir sorguya
çekiyorsun beni.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:12)
“Anthime’in alabros kesilmiş saçları hala sıktı, eskiden kızıldılar ama artık eski yaldızlı gümüşlerin
aldığı renge, şu bozumsu sarı renge girmişlerdi; kaşları, bir kış göğünden daha gri, daha soğuk bir bakış
üzerinde, karmakarışık bir şekilde ileri çıkarlardı; yukarıda durmuş, kısa kesilmiş favorileri, sert bıyıklarının
arslan rengini korumuşlardı.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:8)
“Merdivenin başına çıktım, kendimi sıcak bir köşede, baştan aşağı yaldızlı küçük bir kilise, yanan
meşaleler, diz çökmüş insanlar, sırma ve ipekliler giymiş diyakoslar, papazlar ve despotlarla <Ortodoks
Hıristiyanların başı> dolu minberle karşı karşıya buldum. Bu köşenin sıcaklığıyla verdiği hazzı
unutamayacağım. Erkeklerin çoğu eski soylular ya da soylu evlerinin muhafızları gibi favorili ihtiyarlardı.
Kadınlar başlarını bembeyaz takkelerle örtmüşlerdi.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:397-8)
“Bölge Valisi von Trotta konuşurken yüzü hafif değişiyor, burnu ve ağzı tuhaf bir nefesli çalgıyı
andırıyordu. Yüzünde sadece dudakları hareket ediyordu. Kara favorilerinin indiği yanaklar da hareketsiz
kalıyordu. Sanki üniformasının bir parçasıymış gibi yüzüne çok uyan favoriler, Trotta’nın İmparator I. Franz
Joseph’e kul gibi bağlılığının ve hanedanlık zihniyetinin bir simgesiydi.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:40)
“Güzellik ile ilk karşılaşmam, Chateaubriand’ın dengeli cümleleri değil, bu sihirli kutulara borçluydum.
Onları açtığımda her şeyi unutuyordum: Bu okuma mıydı? Hayır, ama vecd içinde ölmekti: Benim ortadan
kalkmamdan, mızraklı yerliler, vahşi ormanlar, sömürgeci şapkası giymiş bir kaşif doğuyordu hemen; ben bir
hayaldim; Auda’nın o solgun ve güzelim yanaklarını, Phileas Fogg’un favorilerini ışığa gark ediyordum.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:56)
“Vronski üç yıldır görmemişti Serpuhovski’yi. Favori bırakmış, bu ona bir ağırlık vermişti. Boylu
bosluydu, ama yüzünün, bedeninin kibarlığı, soylu görünüşü daha çok dikkati çekiyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:585)
“İngiliz usulü, favorilerinin çevrelediği yüzü ve frakının içindeki sırım gibi ince bedeniyle Şvats’ın
çıtkırıldım bir kibarlığı vardı. Uçarı tavırlarına uymayan bu kibarlığın burada hiç uygun kaçmadığını düşündü
Piyotr İvanoviç.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:24)
fawn : (İNG., ZOOL.,SAN.KOLL.) : <fo‘n> Karaca veya geyik yavrusu; açık sarımsı kahverengi; (fiil)
:doğurmak, yavrulamak; fawn colored : açık sarımsı kahve renginde; in fawn : gebe geyik; (fiil) :
Yaltaklanmak; fawn on – upon : çok okşamak
Fayrap, Fayraplamak : Bir iş ya da eyleme yıldırım hızıyla girişmek; Ardına kadar açmak (Kapı, pencere)
“-Yahu babacım, bunlar ipin ucunu temelli kaçırdılar. Tozuttular ki fayrap... Biz de kendimize göre
delikanlıyız. Ben tutkun karı çok görmüşüm. Denim hakkı için böylesini kitap yazmamış. Emine ablam oğluna
resmen asıntı...” ..... “Elini sallayıp durdurttuğu Fayrap’a bakmadan yan gözle Kamil Beyi iyice süzerek sordu:
-Hastaneciler gelmedi mi ulan?
-Geldiler ağa.
-Geldiler de bizim Mortocu Zekeriya nerde kaldı? Sıçra bak!
Fayrap, bavulu yere bırakıp döndü:
-Nah, işte Ağa! Elini sallayıp seslendi: ‘Ulan Mortocu!. Yelkenle!.. Osman Ağam istiyor, fayrapla!.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:27;32-3)
Fazla ileri gitmek : Sınırları aşmak; gerektiğinden fazla boy göstermek, kabadayılık etmek, başkasının işine
karışmak, gerekli saygıyı göstermemek; cinsellikte sınırı aşmak
“Barosch’un fikrince, ‘köylülerle görüşmeyi aklına koymuş olabilir ama, uygulaması biraz güççe...
Çünkü...’ Konuşurken kendi çökük göğsüne büyük bir azametle vuruyordu: ‘Çünkü bizlerle konuşmasına izin
vermeyiz.’ Gazinocu: ‘Hem’ dedi, ‘son zamanlarda pek fazla ileri gidiyor.’ O ana kadar susmuş olan Anton:
‘Yani ne gibi?’ diye sordu. Gazinocu da hemen yanıtı yapıştırdı: ‘Ona haddini bildirmenin sırası.’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:192-3)
Fazla(ca) kaçırmak : Aşırı içki içmek, sarhoş olmak
“... ‘İksirin tadına bakayım derken, değil mi?... Sanırım biraz fazlaca kaçırdınız. Evet evet, kesinlikle
böyle olacak...’ ”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:80-1)
“-Bağışlayın… kusura bakmayın…
Şuradan buradan,
- Fazla kaçırdı hanımefendi; çok gitti güzel hatun… diyenler oldu.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:135)
“-Bilerek yapmadım, dostum, gene de özür dilerim. Ne yaparsın, biraz fazla kaçırmışım bu akşam.
Başım dönüyordu, bir sonsuz boşlukta yüzer gibiydim.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
Fazlalık : Deniz korsanları (Argo)
“Deptford’tan, Greenwich’ten, Erith’den gelen gemileri, maceraperestleri ve yerleşimcileri, kralların
gemileri, işçi gemilerini, kaptanları, amiralleri, Doğu ticaretinin karanlık ‘fazlalıkları’, yani korsanları, Doğu
Hindistan filolarının kiralık ‘generalleri’, Altın arayıcıları da şöhret avcıları da bu nehirden <Thames> yola
çıkmışlardı.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:34)
Felaket çanı çalmak : Tehlike sinyalleri vermek
“Kan beynine sıçrıyor Anthime’in; bunalıyor; bir felaket çanı çalıyor şakaklarında. Sonsuz bir çabayla,
bir iskemle devirerek doğruluyor; bir bardak su boşaltıyor peçetesinin üzerine, alını siliyor.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:19)
Felaket haberciliği yapmak : Felaket tellallığı, taraftarlığı yapmak
“Savaş sırasında bir gün, etrafındaki herkes tarihin tehditkar ilerleyişiyle dehşete sürüklenmişken,
radyoda tangolar ve valsler yerine hüzünlü ve ciddi bir müziğin minör akorları çalmaya başlamıştı; bu minör
akorlar çocuğun belleğine bir daha çıkmamak üzere felaket habercisi olarak kazındı. Daha ilerde, romantik
müziğin tumturaklı havasının bütün Avrupa’yı birleştirdiğini anladı. Ne zaman bir devlet adamı katledilse ya da
savaş ilan edilse, birbirlerini daha canı gönülden öldürsünler diye, ne zaman insanların kafasını zaferle
doldurmak gerekirse onu duyarız. Choin’in ‘Cenaze Marşı’nın ya da Beethoven’in ‘Kahramanlık Senfonisi’nin
gümbürtüsünü duyduklarında benzer kardeşlik coşkularıyla dolup taşarlar.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:249)
Felaket halde (olmak) : Eşi bulunmaz, birinci sınıf; Berbat, pek işlemez halde (olmak)
“MADELEINE - E, kim öyleyse?
AMEDEE - Acaba öldürdüğümüz... şey yani benim öldürdüğüm, senin dostun muydu? Bana değildi
gibi gekiyor. Belleğim felaket halde ama dostun galiba o zaman... yani cinayetten önce gitmişti...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:83)
“‘Sakin olun,’ dedi eli tabancalı adam, ‘bırakın da ötekiler nasıl, ona bir bakayım.’ Koyu renk gözlüklü
genç kızı yokladı ve ıslık çaldı, ‘Çıtı pıtı bir karı, büyük ikramiyeyi vurduk, şimdiye kadar böyle bir kısrak hiç
geçmemişti elimize,’ sonra doktorun karısına döndü ve bir ıslık daha çaldı, ‘Biraz olgun, ama bana kalırsa bu da
felaket bir mal.’ İki kadını birden kendine doğru çekti ve nerdeyse salyaları akarak, ‘Ben bu ikisini alıyorum,
işlerini bitirince size gönderirim,’ dedi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:161-2)
Felaket haberciliği yapmak : Felaket tellallığı, taraftarlığı yapmak
Bk.: Felaket tellallığı yapmak
“Savaş sırasında bir gün, etrafındaki herkes tarihin tehditkar ilerleyişiyle dehşete sürüklenmişken,
radyoda tangolar ve valsler yerine hüzünlü ve ciddi bir müziğin minör akorları çalmaya başlamıştı; bu minör
akorlar çocuğun belleğine bir daha çıkmamak üzere felaket habercisi olarak kazındı. Daha ilerde, romantik
müziğin tumturaklı havasının bütün Avrupa’yı birleştirdiğini anladı. Ne zaman bir devlet adamı katledilse ya da
savaş ilan edilse, birbirlerini daha canı gönülden öldürsünler diye, ne zaman insanların kafasını zaferle
doldurmak gerekirse onu duyarız. Choin’in ‘Cenaze Marşı’nın ya da Beethoven’in ‘Kahramanlık Senfonisi’nin
gümbürtüsünü duyduklarında benzer kardeşlik coşkularıyla dolup taşarlar.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:249)
Felaket kapıyı çalmak : Felaket çok yakın olmak, tehlike çanları çalmak
“Girdi ve yedek parça yokluğu nedeniyle üretimi durdurmamış olan işletmeler üretimlerini
kapasitelerinin üçte biri, hatta onda birine dek düşürmüşlerdi. Kısaca, felaket kapıyı çalıyordu, hem de nasıl.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:143)
Felaket tellallığı yapmak : Hep kötü şeylerin olacağını tahmin eden ve haberciliğini yapan kimse
“Sienna, ‘Zobrist’e her yönden saldırmaları şaşırtıcı değildi,’ dedi. ‘Siyasetçiler, din adamları, Dünya
Sağlık Örgütü onu, felaket tellallığı yaparak panik çıkarmaya çalışan bir kaçık diye alaya aldılar. Bugünün
gençleri üremeye kalkışırsa, çocuklarının insan türünün sonunu göreceğine dair açıklamasını özellikle rahatsız
edici bulmuşlardı. Zobrist, düşüncesini, yeyüzündeki insan ömrü bir saate sıkıştırılırsa... bunun son saniyelerinde
olduğumuzu gösteren bir Kıyamet Saati’yle açıklamıştı.’
Langdon, ‘Ben bu saati internette görmüştüm,’ dedi.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:268)
“-Avukatı anladım da, çatışma olur da vurulup ölürsem avukat ne işe yarar? Avukat değil rahip
ayarlamanız gerekir ölürsem! Ben ölürsem karım, çocuğum ne olur?
-Felaket tellallığı yapma, Marino!
-Felaket tellallığı yapmıyorum. Öğrenmek istiyorum sadece.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:51)
“Bütün yolları kapamak, sadece bizim kendimizi kilitlemek neden? Son yıllarda giderek artan bu felaket
tellallığından nefret ediyorum, kıyamet öngörülerinden nefret ediyorum, insanın kendi yetersizliğini, biraz daha
ileriye bakabilme konusundaki yeteneksizliğini maskelemek için kayıtsız davranmanın çok daha basit bir yol
olduğuna inanıyorum.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:12-3)
Felce uğramak : Ne yapacağını bilememek, şoke olmak, bir iş yapamamak; Yürüyemez hale gelmek
“Böyle olunca da savaş önlenemez. Her gün binlerce insan hevesle buna hazırlanıyor. Bunun bilincine
vardığımdan beri felce uğradım, sanki büyük bir açmaza düştüm. Artık ne vatanım diyebilecek bir yurdum ne de
erkeklerim var..”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:115)
Feldirdemek : Yorulmak, hızını kesmek, yavaşlamak
“Koca Yusuf baktı ki gene atın bacakları feldirdemeğe, at da yavaşlamaya başladı. Çok güvenli bir
sesle: ‘Dünyanın yakışığı, alemlerin ışığı oğul, onlar bize ulaşamazlar.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:42)
Felek ; Feleğin çemberinden geçmek : Hayatta başından epey işler geçmiş olmak, hayatta deneyimli olmak
“Kaç yaşında? On dört mü, on beş mi, daha mı az? Yıllarla ölçülmüyor bazen yaşam olgunluğu. Feleğin
çemberi dönmüş dolaşmış, bir küçük kadının varlığının üstünde düğümlenmiş. Almış götürmüş onu otuz yaşın,
kırk yaşın katılığına, pişkinliğine, güçlülüğüne...”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Küçük Kadın”, sa:51)
“Üvey babamın kardeşi, bir oyun icat edip yüklü para kazanan birini tanıyordu. Onunla görüşüp fikrini
almak aklıma yattı. Büyük Merkez Gar’ın yakınındaki Roosevelt Otel’in lobisinde buluştuk. Adam, kırk
yaşlarında, feleğin çemberinden geçmiş, alaveresi dalaveresi bol, ağzı kalabalık biriydi; ama konuşurken ağzına
baktıracak kadar etkili olduğunu da itiraf etmeliyim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:118)
“İvan Andreyiç utancından kızardı. Yabancı, ciddi ve kızgındı. Belki bu adam birkaç kez feleğin
çemberinden geçmiş, böyle durumlara alışık bir adamdı. İvan Andreyiç’inse deneyimi yoktu; bu dar ve karanlık
yerde bunalıyor, kan başına sıçrıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:42)
“Effi ‘Garda insan pek çok telaşlı olur; ancak kendi yeriyle, eşyasıyla ilgilenebilir. Onun için yolcular
sevdikleri insanlarla önceden esenleşir’ diyerek ondan ayrılmıştı. Bayan Zwicker bunun bir bahane olduğunu
sezmekle birlikte Effi’nin sözlerini onayladı; Zwicker, feleğin çemberinden geçmiş bir kadındı; bir sözün içten
olup olmadığını derhal anlardı.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:89)
“19
Kimbilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi
Uzaktan seyretmeseydik ruhunu birbirimizin.
Kimbilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden
Belki bu kadar yakın olmazdık birbirimize...”
(N. Hikmet Ran”, “Yeni Şiirler”, sa:40)
“KAPTAN, içerden bağırır. - Hesione; biri daha geldi. İki dirhem bir çekirdek, feleğin çemberinden
geçmiş, su içinde evlilik var.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:39)
“Çünkü katil, orası kesindi, ne kadar zeki olursa olsun, kendini Richis’in yerine koyamazdı...Niyetlerini
anladığı bir rakibine karşı üstün duruma geçerdi insan, artık onun çevirdiği dolaba kanmazdı; hele insanın adı
Antoine Richis ise, feleğin her bir çemberinden geçmiş, doğuştan mücadeleci biriyse.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:204)
-‘Yalan ama, söyle, hoşuma gidiyor’ demiş herif... Yaşlanmaya geldi mi, bizim gibi feleğin bütün
çemberlerinden geçmiş adamlar, isteseler de istemeseler de yaşlanmıyorlar. Cehennem, çünkü vakit
bulamıyorlar.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:187)
“Emekli bir subay olan öteki gönüllü de tatsız bir izlenim bırakmıştı Katavasof’un üzerinde.
Görünüşünden, feleğin çemberinden geçmiş biri olduğu belliydi. Demiryollarında çalışmış, kahyalık etmiş,
fabrika işletmişti. Bütün bunlardan, hiç de yeri değilken, üstelik teknik deyimleri yerli yersiz kullanarak söz
ediyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:658)
“Yirmi dört saat sonra karşımda oturuyordu. Güçlü kuvvetli, adaleli bir kadındı: yıpranmış,
hırpalanmış, mağrur -ve titreyen- bir kadın. Feleğin çemberinden geçmiş olduğu anlaşılıyordu. Bana 1930’ların
şimdi çoktan ölmüş olan, kabadayı tavırlı film yıldızı Marjorie Main’i anımsatmıştı.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:136)
Felek; Kambur felek; Feleği(ni) şaşırmak : Gök, gökkubbe, zaman, talih, dünya, her gezegenin
gökyüzündeki katı. Gökkubbe, eğri olduğu için ‘ihtiyar’a benzetilir ve ‘kambur felek’ diye anılır. Felek-ü ala:
Eski astronomin’nin dokuz gök’ünden öteki felekleri içine almış olan dokuzuncu; sekizinci: ‘on iki burcun
bulunduğu’, felek-i samin: yedincisi; Zuhal <Saturn> altıncısı, Müşteri <Jupiter> beşincisi, Merih <Mars>
dördüncüsü, Şems <Güneş>üçüncüsü; Zühre <Venüs-Çobanyıldızı> ikincisi; Utarid (Merkür) birincisi, Kamer
<Ay-Esfer> aşağıdan birincisi., Nüh felek-Dokuz Felek; Ne yapacağını bilememek, aklı başından gitmek,
aptallaşmaş (Argo)
“ROSA - (Kocasının yukarıya çıktığını hatırlamadığını düşünür.) Bak anlaşamıyoruz... sabrım
tükeniyor... Eğer kendine çeki düzen vermezsen... ben... boynundan aşağı 12 litre sakinleştirici akıtırım! (Huniyi
alır, Antonio’ya doğru tutar.) Feleğini şaşırırsın. Herkesi delirtirsin sen! Bir ak dediğine sonra kara diyor, sonra
da fikir değiştirip hiçbir şey hatırlamıyor!!!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:69)
“ ‘... Biliyorum, insanın birkaç salak yumruk yüzünden şikayette bulunması hiç de hoş bir şey değil.
Zaten bu Kunert kardeşimiz de buraya gelmemek için ne kadar direndi, bilemezsiniz, sayın komutanım. Hayır
gitmem diye tutturdu. Bana sorarsanız, yediği dayaktan feleği şaşmış salozun, öyle sersemlemiş ki çenesine inen
yumrukları bile unutmuş..... Ona kalsa, buraya gelmeyip ömrünün sonuna kadar yumruk yemeği tercih ederdi.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:146-7)
“Çocuk avcunu açarak içinde hiçbir şey olmadığını gösterdi.
-Eğer bana her şeyi olduğu gibi anlatırsan seni kamçılamam, üstelik de beş kapik veririm. Yoksa sana
öyle bir sopa çekerim ki, feleğini şaşırırsın. Haydi!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:102)
“Büyüklerin saraylarında kullanılan kulların ve hizmetlilerin her birinin bir işi, görevi vardır. Bunları
yerine getirmekle biraz gevşeklik ya da savsaklık gösterirlerde laf işitir ve azarlanırlar..... Ancak dervişler, böyle
bir durumdan uzaktırlar. Bunların yapması gereken de, büyüklerin lütfuna şükretmek, onları iyilikle anmak ve
kendilerine hayır dua etmektir. Böyle bir hizmetin arkadan yapılması, huzurda yapılmasından iyidir.
Günlerin anası doğurdu beni
Şu kambur feleğin doğruldu beli...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:32)
Feleğin (gadrına, kadrine) kahrına uğramak : Hayatta başından çok felaketler geçmiş olmak; Feleğin
çemberinden geçmek
“Kemal ağa araya girdi:
-O yönü düşünmeyin başefendi... bende fazla yatak, yorgan var, idare ederim.
-Kemal ağa, dedi. Başgardiyan, büyük çiftçilerimizdendir. Feleğin gadrine uğrayarak, buraya
hasbelkader düşmüştür. Size, kafanıza göre iyi bir arkadaş olabilir.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:64)
“Garip bir görünüşü, endişeli gözleri ve feleğin kahrına uğradığını gösteren bir yüzü vardı. Ona
istemeye istemeye bakıyor ve kendi kendime: ‘Kimdir? Yaşayışı nedir? Neden bu dağlarda yapayalnız dolaşır?’
diye soruyordum.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:133)
Feleğin (binbir) sillesini yemek : Feleğin kahrına uğramak, hayatta hiç rahat yüzü görmemek, talihsiz olmak
“ONUNCU SONE
--------------------Olsaydı ah adalet - yoksun kalsam da bundanBana bile uğrasa sevinirdim.
Var da sadece göremiyordum bunları?
Kolay kolay itiraf etmediğim: aksine benim
Hor gören feleğin sillesini yemiş olanları.”
(Bertolt Brecht<1898-1956>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02)
“... yanık artıkları bekliyorum, çocukları, bana ağaçlardan dut atmaları için tatlı sözlerle kandırıyorum;
bir bahçe çitinin üstünden uzanıp bir iki şeftali çalıyorum; feleğin sillesini yemiş bir adam, bir aşk kurbanı, ama
şimdi iyileşmiş,..... belki bir tabak yahniyi ya da soğanlı fasulyeyi, ve her zaman meyveleri, kayısıları, şeftalileri,
narları, verimli bir yazın ganimetlerini kabul etmeye hazır bir adam...”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:170)
“-Bakın Lise, bu işte bir yanlışlık yaptım ama isabet oldu.
-Ne yanlışlığı, neden isabet oldu?
-Bu adam korkak, tabiatça zayıf biri. Feleğin binbir sillesini yemiş, üstelik iyi yürekli.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:90)
Feleğin yakasını bırakmamak : Bir ihtiras ya şiddetli arzuyu, gerçekleştirinceye dek hayatın fırsatlarını
kullanmak
“Erkek çocuklar, sonuçta bunu masum bir oyun gibi ele alır ve ona göre davranırlarken, kız çocuklar
bunu bir hayat memat meselesi haline getirmişlerdi; bu oyunu alabildiğine ciddiye alıyor, hatta hayatlarının
fırsatını değerlendirir gibi davranıyorlardı. Üstelik bu kız çocuklarının yüzlerinden, yalnızca kendi gayretleri
değil, onları bu programa sokan annelerinin gayretleri de okunuyordu. İhtiras dolu o anneleri tanıyordum;
canavar ruhlu annelerdi onlar, kız katili kadınlardı. Onlar, kızlarını gönüllerince bir artist yapmadan feleğin
yakasını asla bırakmazlardı. Sanırım hepiniz o ‘korkunç yenge’ görünüşlü, kızlarının hayatlarını mahvetmiş bu
artist annesi kadınları çeşitli magazin sayfalarından tanıyorsunuz.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:71)
Feleği şaşmak :
Nerdeyse şuurunu kaybetmek, şaşkın kalmak (içki ya da şiddet nedeniyle)
“Birkaç kadeh yuvarladıktan sonra feleği şaşan Teğmen Dub, parmaklarını masada tımbirdattıktan
sonra durup dururken Yüzbaşı Sagner’e döndü:
‘Bölge valisiyle sohbetlerimizde birbirimize hep şöyle derdik: ‘Milliyetçilik, görev duygusu, özgüven;
işte savaşta en gerekli silahlar.’ Birliklerimizin sınırı geçmeye hazırlandığı bu günlerde hiç aklımdan çıkmıyor
bu sözler.’
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:274)
Felek (Ey felek, Kahbe felek, Kör felek) : Hayat, alınyazısı, yazgı
“ZOR KARAKTER
-----------------------seni bende taşıdım ben
bin bir zorluk yaratsan da,
atamadım yüreğimden
kah acıtıp kah yaksan da!
Sen ki büyülerin hası,
kor şifası tüm dertlerin
sen, rakının daniskası,
en son zarı kör feleğin-”
(Miryaba Başeva<d.1947>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.09.08)
“KRALİÇE MARİE ANTOINETTE’İN
YAKARIŞLARI
-------------------Feleğin kahrına hazır şu ruhum,
Ama... nereye sürükleniyorum?
Korkunç seslerle başımın üstünde
İşleyen bu makas, cellatlar niye?
Kara bir örtü koyuyor alnıma,
Alıyorsunuz başımdaki tacı,
Nasıl taşıyayım ben bu utancı?
Baş başa mı bırakacağım kendimle?
Adı yaşamaksa yaşanmaz böyle.”
(1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:56)
“Birdenbire güneş doğudan altın bir top gibi kudret çevganından <Tanrının ezeldeki takdiri> felek
meydanında oynamaya başladı ve bir mızrak boyu yükseldi. Arif Çelebi buyurdu:
‘Veliler, güneşlerin güneşidirler, Güneş onların nurundan ışığını aldı.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:360)
“-Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün? diye başladı acı acı yakınmaya. Beni doğuran anaya. Besleyip
büyüten babaya yazık! Ne kara yazgım varmış benim! Feleğin ettiklerini celladım etmezdi.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:93-4)
“Yürü bire kahbe felek
Sineme sarıldı melek”
<Sine: Göğüs, bağır>
(Köroğlu-Prof.Dr. K. Mehmet Fuat, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler IV”, sa:55)
“Ben de astım bu arsaya bir koyun
Meydan-ı hünerde gel sen de soyun
Feleğin zoruna dayanmaz oyun
Kati zor oyunu bozar demişler”
(Levni-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:358-9)
“Ama olsun!
Olsun, yenilmedim ya şu feleğe!
N’apalım, canımız içimizde sağ oldukça
Bu dünya böyle döndükçe
Bu akıl bende oldukça
Umut kesilmez!”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:106)
“Ey Felek bir derde düşürdün beni
İşim, gücüm aldın kar senin olsun
Aklım baştan alıp şaşırdın beni
Terkettim namusu, ar senin olsun”
(Ar: Şeref, utanma hissi)
(Tokadlı Nuri-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:491)
“BİZİM YÜZYIL
***
Sen hey gidi yalan dünya! Ölüm sonrası kolay!
Feleğin ne umurunda varım ya da yoğum ben.
Hep öyle önceki gibi yitecek bozkırda ay
Ve fırtına karanlığı sarsacak dinlenmeden.”
(F.İ. Tyutçev <1803-1873>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.05.05)
Felekten bir gün çalmak : Seyrek olarak, sıraüstü bir şey yaparak: ‘time out’ alarak, geziye ya da eğlenceye
gitmek
“Üstelik, saz takımının çalgıya fasıla <ara> verdiği zamanlarda bizi ayrıca neşelendirmek için klarnetçi
İnce Mehmet’in nağracısı <birbirine bağlı iki küçük dümbelek-musiki aleti çalan> Kahraman ve meşhur
zurnacılardan biri de gelecek... Oh, desenize ki bu cuma <o zamanlar cuma, pazar günü yerine tatil olarak
kullanılırdı> işimiz iş; felekten öyle bir gün çalacağız; adamın canına canlar katan Kağıthane’de belki biraz
Nedimvari bir hayat yaşayacağız...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:188-9)
“Cigara dumanlarının iyice yoğunlaşmış tülü içinde masaları dolduranların hemen hep bir ağızdan
konuşmaları, el kol hareketleri, siyah giysileri içinde birer diplomat gibi ciddi garsonlar, masalarda çeşitli
salatalarla karides, istakoz, et yemekleriin çeşidi... Felekten bir gün çalacaktı bugün!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:116)
Felice ritorno ! : (İTA.,SOSY.,KOLl.) <Feli’çe ritorno!) - (Döndünüz!) hoş geldinız! : Welcome back! (İNG.)
Felices pascuas : (İSP.,SOSY.,DİN) <Feli’ses pas’kuas> : Kristmıs hayırlı olsun = Merry Christmas (İNG.)
Feliz Natal : (PORT.,DİN,KOLL.) <Fe’liz natal> : Kristmıs haırlı olsun! = Merry Christmas (İNG.)
Fellah : Mısır ve benzeri Arap ülkelerinin esmer derili ahalisi
“Fellahlar yavaş yavaş ilerliyorlardı. Biraz daha da yaklaşmışlardı. Biz istifimizi bozmadık, ama
Raymond, ‘Çıngar çıkarsa, Masson, sen ikinciyi üzerine alırsın. Ben benim belanının icabına bakarım. Bir
üçüncüsü gelirse, o da senin Meursault!’ dedi.
(A. Camus, “Yabancı”, sa:56)
“Geceyi fellahlarla dolu bir trende gürültüler ve pis kokulu dumanlar arasında geçirdik. Kıpırdamaya
imkan yoktu. Her yolcunu ağırlığı, yanında taşıdığı bir heybeyle iki katına çıkmıştı. Böylece, vagonun içi insan
vücutları ve eşyayla gelişigüzel doldurulmuş, içinden birbirinden beter kokular ve gürültüler yükselen sefil bir
göç kamyonunu andırıyordu.”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:65-6)
Fellik fellik; Fellek fellek : Telaş ve heyecanla koşuşup durmak, aramak
“Bir gün, uygun bir zaman bulup Juçka hakkında düşündüklerini çekine çekine söyleyince Krasotkin
fena halde köpürdü: ‘Perezvon’um varken şehirde fellik fellik elin köpeklerinin peşinden koşacak kadar budala
değilim!’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:46)
“Değerli üstadım:
-Kupa’yı onlara bırakalım, dedi; biz ikimiz şu geniş sandıkta <kupa’dan büyük araba> yolculuk edelim. Sizi
uzun süre aradım Tournebroche ve saklamayayım, sizsiz yola çıkmak üzereydik ki bir ağacın altında kapüsenle sizi
fark ettim. Daha fazla gecikemezdik, çünkü Bay de la Gueritaude fellik fellik bizi arıyordu. Kolu da uzun onun; krala
borç para verir.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:157)
“Hatçe, bu sesten, bu biçimde söylenişten ürperdi. Ses, her şeyi söylüyordu. Anladı.
‘Memed’, dedi, ‘şimdi köyde kıyamet kopuyordur. Şimdi bizi fellik fellik arıyorlardır. Bulurlarsa diye
korkuyorum.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:98)
Felsefe taşı : (MYTH.): Simyacılara <Yeni çağda, madenleri altına çeviren kimyacılar) göre çevirimde
kullanılan taşlardan en önemlisi
“Rahip, kitaplardan bu konuya ilişkin biraz bilgi edindiği, fakat uygulamasını zararlı ve dine aykırı
bulduğu yanıtını verdi. Bay d’Astarac gülümsedi ve:
-Siz, dedi, çok bilgili bir adamsınız Bay Coignard. Bu nedenle: ‘Uçan Kartal’, ‘Hermes’in Kuşu’,
‘Hermogene’in Tavuğu’, ‘Anka’, ‘Karga Başı’ ve ‘Yeşil Aslan’, bilmiyor olamazsınız. Değerli üstadım:
-Bu isimlerin, ‘felsefe taşı’nın çeşitli durumları anlattığını işitmiştim, diye yanıt verdi. Fakat
madenlerin çevrilmesinin olabilirliğinden kuşkuluyum. .................
(Bay d’Astarac) duvara yaslanmış eski topal bir sandığı gidip açtı, üzerine merhum kralın tasviri
kazınmış bakır bir parça çıkardı ve bize bunun bir tarafından öbür tarafına geçen yuvarlak bir leke gösterdi:
-Bu, dedi, bakırı gümüşe çevirmiş olan taşın etkisidir. Fakat bu daha ıvır zıvır bir şey. Yeniden sandığa
gitti ve yumurta iriliğinde bir gökyakut, şaşılacak büyüklükte bir panzehir taşı ve bir avuç güzelim zümrüt
çıkardı.
-İşte, dedi, simya biliminin kof bir beynin düşü olmadığını size yeterince kanıtlayacak eserlerimden
birkaçı.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:63-4)
Felsefe yapmak, yürütmek : Gerçek bulgu ve düşünce yerine, kişisel-öznel, genellikle lüzumsuz ayrıntılarla
olay ya da hayat hakkında görüşlerini bildirmek
“İçerisi öyle kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmez! Baktım, bu dürzü de orada, yazıcı arkadaşlarıyla
birlikte birlikte bir şeyler zıkkımlanıyor. İki dirhem bir çekirdek, cakası da yerinde ha! Ellerini havaya kaldıra
kaldıra konuşup duruyor. Neler söylediğini merak edip kulak kabarttım. A, bizimki bu sefer de kolerayı diline
dolamış, felsefe yürütmüyor mu?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“TROFİMOV -... kendilerini aydın diye adlandırırlar ya, hizmetçi kadını ‘sen’ diye çağırır, köylülere
hayvana davranır gibi davranırlar. Ciddi hiçbir şey okumazlar, hemen hemen hiçbir şey yazmazlar, bilimin
sadece sözünü ederler, sanattan pek az anlarlar. Hepsi ciddidir, hepsinin yüzünden düşen bin parçadır, ciddiyet
konusunda hiçbiri burnundan kıl aldırmaz, durmaksızın felsefe yaparlar...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:137)
“-Felsefe yapma, eşek!
-Ne felsefesi, sağ yanım tutulmuş inim inim inliyorum. Gezmediğim doktor kalmadı.”
(F. Dostoyveski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:221)
(Les) femmes comme il faut : (FR.,SOSY.) <fam’ kom il fo> : Kibar, nezih kadınlar
Femme couverte : (FR.,SOSY.,KOLL.) <Fam ku’vert> : -kapalı- evli kadın = a married woman (İNG.)
Femme fatale : (FR.,SOSY.,SEKS) <Fam fatal> : Siren gibi; çok cilveli, cinsel çekici kadın = a seductive
woman (İNG.)
(Une) femme grosse : (FR.,TIP) <ün fam gros> : Hamile kadın = A pregnant woman; Şişman bir hanım =
Une grosse femme (İNG.)
Fen; Fenlenmek : Düzen, hile, kuşku; Kuşkulu, kötü niyetli, düzenbazlığa soyunmuş izlenim vermek
“Gözlerim buğulanmış, satırları göremez olmuştum. Hıçkırıklarımı zor zaptediyordum. Hepsi de
birbirinden sırnaış, merhametsiz, muhakkak ki iyice fenlenmiş bu kızlar karşısında ağlamaklığım rezaletin son
perdesi olacaktı. Öksürdüm, burnumu çektim.”.....”Aynur edepsizce göz kırpmıştı:
-Zaten tanıştıktan sonra da unuturlar... Ortamektepten beri böyle bir adet çıktı: her ders yılı başında bir
defa bağa çağırıyoruz öğretmenlerimi, hepsi de koşa koşa geliyorlar.
Müphem bir baş işaretiyle bu fenlenmiş kızın yanından ayrıldım. Gitmemeye kesinkes karar
vermiştim.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:183;5)
Fena; Fena fena; Fena halde : Çok, pek fazla; kötü, kötü kötü, az
“İçimden şöyle diyordum:
-İblisler bizim yüzümüzden aldatıldılar, zarara girdiler ve öylesine alaya alındılar ki buna fena halde
içerlemiş olmaları gerekir. Eğer hiddet kötü niyetlerini körükleyecek olursa, tavşanı kovalayan ve onu dişleriyle
yakalayan bir köpekten daha amansızca arkamızdan koşacaklar. Korkudan tüylerimin daha şimdiden diken diken
olduğunu söylüyor ve birdüziye arkamıza kulak kabartıyordum.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:250-1)
“Oyuna kendimi fena halde kaptırabiliyordum. Akşam dokuzda bir oyuna başlayıp sabahın ilk ışıklarına
kadar oynamaya devam ettiğim oluyordu. Bob bundan hiç hoşlanmıyor, dikkatimi çekmek için elinden geleni
yapıyordu, hele de açsa. Ancak büyüleyici davranışlarının bana sökmediği zamanlar oluyordu, o zaman da daha
etkili yollara başvuruyordu.”
(J. Bowen, “Bob’un Dünyası”, sa:42)
“Zaten ilk zamanlarda, yani prens gittikten sonra aşağı yukarı bir ay Yepançin’lerin evinde ondan da
söz açmak alışkanlık halini almamıştı. Yalnız general karısı Yepançina daha başta, ‘prens üzerine <fena halde>
yanıldığını’ söyledi. İki üç gün sonra, ama prensin adını anmayarak, ve çıtlatma yollu, ‘hayatının başlıca
niteliğinin insanlar üzerine yanılmak’ olduğunu ekledi.”
(F. Dostoyevski, “Budala”, Cilt:II, sa:3-4)
“Dışarı fırladı. Fena halde korkan Fenya, ucuz atlattığına sevinmişti. Mitya’nın onunla uğraşacak vakti
yoktu, yoksa görürdü gününü!..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:46)
“Mal kıtlığına bağlı olarak fiyatlar fena halde dalgalanıyordu; konsinye olarak gönderilen Avrupa
mallarının akışı durur ve dükkanlarda o mal -sözgelişi badana boyası- bulunmazsa birkaç haftaya kalmaz malın
fiyatı iki kata çıkardı. Bu dolap yüzünden hammadde harcamalarınızı hemen yapmak zorundaydınız.”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:97)
“Oğlanın gözleri büyüdükçe büyüdü; yüzü gayet sakin olmasına karşın için için köpürüyordu. Ama,
ufak tefek şişman gazinocu fena halde korktu, yine de Pavel: ‘Paraları benim vermem gerektiği kararını kim
verdi?’ diye sordu.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:192)
“Çelkaş sert bir sesle:
-Ee? Öt bakalım! dedi.
Öfkeden tir tir titriyordu. Bu köylüoğlunun kendisiyle böyle konuşabilmesi fena halde ağrına
gitmişti.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:70)
“Kamran mümkün olduğu kadar geciktirdiği bu beşten sonra, mantomun ucunu çekince yü<ümü
gözyaşlarıma bulanmış gördü, fena halde şaşırdı ve yarı zorla odayı boşaltarak kapıyı kapadı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:108)
“Bir ulus komşusundan daha güçlü olduğuna aklı erince, hemen onun tepesine binip varını yoğunu talan
etmelidir. Yirminci Yüzyılın başında Batılı uluslar, birbirlerinin sömürgelerine fena sulanmaya koyuldular.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:12)
“Yüzbaşı Sagner, ‘Bu işte bir tuhaflık var,’ dedi, ‘Neden Kunert’i öne itip duruyorsun, Şvayk?’
‘Komutanım, her şey rapor edilmeli. Bu adam o kadar fena dayak yemiş ki, aptal olmuş. Teğmen
Dub’dan defalarca yumruk yediği için, kendi başına gelip şikayette bulunacak halde değil. Komutanım,
bağışlayın ama, adamcağıza şöyle bir bakarsanız bacaklarının nasıl titrediğini göreceksiniz.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:146)
“(Hans) derslerde elde ettiği sonuçlardan duyduğu hoşnutsuzluk büyüdükçe, Heilner’in etkisiyle, sınıf
arkadaşlarından kendini daha bir kesinlikle soyutlamıştı. Örnek bir öğrenci, yarının sınıf birincisi olarak öbür
öğrencilere yukardan bakmak için bir neden yoktu artık..... En çok da kusursuz öğrenci Hartner ve küstah Otto
Wenger’le sık sık kapışıyordu. Otto Wenger bir gün yine alay edip kendisini kızdırmış, Hans da çileden çıkıp bir
yumrukla karşılık vermişti. Bunun üzerine fena halde dayak yemişti Otto Wenger’den. Wenger, ödleğin biriydi
aslında, ama Hans gibi güçsüz biriyle de başa çıkması zor değildi, hiç acımadan yumruklayıp durmuştu Hans’ı.
Heiner o sıra olay yerinde yoktu, ötekiler de elleri böğürlerinde kavgaya seyirci kalmış, Hans’ın yediği dayağı
ona hiç de çok görmemişlerdi..... Utanç, acı ve öfkeden gece gözüne uyku girmemişti. Dostu Heilner’e olaydan
hiç söz açmadı, ama o günden sonra oda arkadaşlarından iyice soyutladı kendini, onlarla artık pek konuşup
görüşmedi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:115)
“Narziss heykeli üzerinde Goldmund yürekten bir sevgiyle çalışıyor, doğru yoldan saptığı kimi
zamanlar bu çalışmada kendini, kendi sanatını ve kendi ruhunu yeniden buluyordu. Sık sık sevdalanıyor, danslı
eğlencelere, arkadaşlarla içki alemlerine dalıyor, zar oyunlarına ve kavga döğüşlere çoğu zaman fena halde
kendini kaptırıyor, dolayısıyla da bir ya da birkaç gün atelyeye uğramıyor, uğrasa da işin başında ne yapacağını
bilemeyerek surat asıp dikiliyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:200)
“Ben büyük amcamın ağır alaylarıyla, benim bu hayalet görmelerime fena halde yükleneceğini
sanıyordum, oysa aksine, birdenbire son derece ciddileşti, gözlerini yere dikerek uzun uzun baktı. Sonra başını
yukarı kaldırdı, ateşli bakışlarını bana çevirdi...”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:32)
“Adama fena fena bakarak:
‘Bana bakın!’ diyorum ‘geldiğimi hemen bildirin, yoksa sorumluluğu üzerine alırsınız!’
Adam bir an şaşkın şaşkın bana bakıyor, sonra yine hafif eğilerek: ‘Peki,’ diyor, ‘bir deneyelim, fakat
bağışlayın, önden gitmeme izin var mı?’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:148)
“Scaufflaire usta bin frank istemediğine fena halde pişman oldu. Aslında, söz konusu arabayla atın
değeri yüz franktı. Adam karısını çağırıp olanları anlattı. Belediye başkanı hangi cehenneme gidebilirdi ki?
Aralarında tartıştılar. ‘Paris’e gidiyor,’ dedi kadın. ‘Sanmam,’ dedi kocası.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:354)
“Daha rahatça düşünebilmek için de gidip tam karşıda bulunan Grand Café de Grece <Fr.
Yunanistan’ın Büyük Kafeteryası>’in bir masasına çöktük. Burası ikinci sınıf bir kahveydi. Açık kısımda, çoğu
Rum olan bir sürü işsiz vardı. Pardösüler omuza atılmış, bıyıklar burulmuş, kaldırım yosmaları’na yaranmak için
hazırlanmış tavırları vardı. Onlardan fena halde tiksindik. Ama kahve pek hoştu ve güzel nargilelerin çekiciliği
dayanılır gibi değildi.”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:67)
“Boynuma sarılır be! Ne sanıyorsun yani? Sen gelecek olmasaydın, ya da Zehra’nın parası bende
olsaydı, görürdün bak! Ama sen geleceksin, Zehra’nın parası da bende değil. Üstelik, fena halde korkuyorum.
Rıdvan istese o film işi garanti olurdu. Beni beş gün oyaladı, deyyus. Biliyorum canım, düpedüz oyaladı.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:179)
“Bir gece Cemil; konağa fena halde sarhoş geldi. Yürümek şöyle dursun, ayak üstünde durmaya mecali
yoktu. Dışarıdan bir uşak koluna girmiş, adeta sürükleyerek bin bela alt katın mermer sofasında, bir kanape
üstüne oturtabilmişti.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:84)
“Bir gün.... yeni bir psikiyatrist geldi. İsmi Dr. Bruce idi. Kendisinin geri zekalı oğlu da fena halde
dövülmüş ve Carstairs’teki ‘koğuş’lardan birine konmuştu. Bu doktor, beni muayene ettikten sonra şunu
söylemişti: ‘Bu adamın burada işi ne? Onu buradan çıkarmaya çalışacağız!’ Ben mutluluktan uçuyordum.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:92)
“Günlüğe göre genç İngiliz, Leyla’nın annesine fane halde aşık olmuş ve günlük sayfalarına yansıyan
korkunç bir tutku sonunda çılgınlıklar yapmaya başlamıştı. Yağmurlu bir gece gizlice yalının bahçesine girmek
ve Handan’la delicesine sevişmek de vardı işin içinde. Leyla bunu okuduğunda inanamamıştı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:135)
“Yıllar sonra Alice’in çocukluğuna değgin malzeme toplamak için beyhude bir amaçla Texas’a gelen
genç bir gazeteci, püriten görünüşlü, çok bilmiş kapı komşusunun sözde hoşgörülü ama yukardan bakan bir
edayla, ‘Alice’ciğin bütün hatası seyrettiği filmlere fazla inanmasıydı,’ demesi üzerine çok sinirlenmiş ve kadını
fena halde haşlayarak, ‘İnandı da haksız mı çıktı peki? İşte koskoca Alice Star oldu. Sizse hala burada, bu
boktan kasabada tavuk besliyor ve bahçenizdeki otları ayıklayarak yaşlanıyorsunuz,’ demiştir.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:21-2)
“... ‘kendi çapımda’ öyküler, öykücükler, çeşitli denemeler yazdığımı , ne yazık ki, ancak birkaç
yakınım biliyor. Onların da pek ciddiye aldığını sanmıyorum. Başarılı bir grafikerim, işime çok asılmamakla
birlikte fena para kazanmıyorum; bunların bana yettiğini düşünüyor olmalılar.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:11)
“Dorothy bir an daha ayakta kaldı. Bayan Mayfill yavaş, sarsak adımlarla sunağa yanaşıyordu. Zar zor
yürüyebiliyordu, ama yardım önerilerinden fena alınırdı. Yaşlı, kansız yüzüne göre ağzı şaşırtıcı ölçüde geniş,
gevşek ve ıslaktı.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15)
“O gün, yabancılar ve Yahudiler Lucien’i rahatsız etmiyordu. Rüzgar altında bir yulaf tarlası gibi hafif
sesler çıkaran bu kara renkli bedenlerin ortasında kendini tuhaf ve korkutucu hissediyordu, banketin köşesine
dayanmış pırıl pırıl parıldayan koskoca bir duvar saati. Geçen dönem Hukuk Fakültesi’nin koridorlarında
J.P.’lerin fena halde dövdükleri küçük bir Yahudiyi görür görmez tanıdı. Tombul ve düşünceli küçük canavarda
yumrukların izi kalmamıştı, bir zaman yamru yumru kalmış olmalıydı, sonra toparlak biçimini kazanmıştı
yeniden.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:225)
“SEZAR (Oturarak.) - Pothinus, şimdi işleri yoluna koyalım. Benim fena halde paraya iihtiyacım var.
BRITANNUS (Resmi olmayan bu açıklama biçimini onaylamaz.) - Efendim, demek istiyorlar ki,
Mısır’ın Roma’ya yasal bir borcu var. Kral’ın ölmüş babasının Üçler Yönetimi’ne ödemeyi üstlendiği bir borç.
Derhal ödenmesini sağlamak da Sezar’ın kendi ülkesine borcudur.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:58)
“Kız güldü ve ‘Bende de aynı his uyandı, bu sabah taksiyle beraber Panaji’den geldiğim beye fena
halde benziyorsunuz,’ dedi.
Ben de güldüm. ‘Öyleyse, numara yapmanın anlamı yok, o adam benim.’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:95)
“Bayan Maria José, yere eğilip öteki paketi aldı.
‘Sefalet ve Açlık’ın dükkanından iki çift sabo aldım. Bu soğukta yere çıplak ayakla basıldığı nerede
görülmüş? Birdenbire adamakıllı bir gribe yakalanıp fena halde öksürük ve zatürree olacaksınız. “
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:149)
“Titreşim, garip bir biçimde, ‘Hayır’ der gibiydi, bu yetmez (Unutmayın ki burada insan ruhunun en
karanlık dışavurumlarıyla uğraşıyoruz); dahası, bu boşluğun, bu anlaşılmaz ihmalkarlığın ne anlama geldiğini
sorarmışçasına sorgulayıcı bir havaya bürünüyordu; o kadar ki, sonunda zavallı Orlando nedenini hiç anlamadan
sol elinin yüzük parmağından fena halde utanır oldu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:158)
Fena kadın : Cinsel ya da ruhsal serbestisi olan kadın, etrafa kötülük saçan kimse
Bk.: Kötü kadın
“Hikayenin sonunda boynumu büktüm, yaşlı gözlerimle gözlerinden bir teselli cevabı bekleyerek:
-Müdire Hanım, dedim, siz benden yaşlısınız. Benden çok fazla şeyler biliyorsunuz. Allah için bana
doğrusunu söyleyin. Şimdi ben, artık fena bir kadın mı sayılırım?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:314)
Fenalık gelmek : Aniden rahatsız hissetmek, bayılır gibi olmak
“Şakayık, o haldeyken bile, şaşmaktan kendini alamadı: David kapıyı niye kitlemişti? Şakayık gelmesin
diye, besbelli! Ya da kendisi dışarı çıkmasın diye!
David şimdi işitmişti:
-Kim o? diye seslendi.
-Ben, Şakayık! Babana fenalık geldi!”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:295)
Fena olmak : Eğer ısrar edersen bu işin sonu kötü olur, sana bir fenalık gelir
“Çelkaş, ..... ahbapça sallayarak:
-Ne diyecektim... diye mırıldandı. Mişka’yı gördün mü, Mişka’yı?
-Mişka da kim? Mişka’dan filan haberim yok benim! Çek arabanı hemşerim! Ambarcı görürse fena
olur bak...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:63)
Fenasına gitmek : Durum hakkında kötü hissetmek
“PERDE I, SAHNE I
RODERIGO - Hadi, hadi yazıklar olsun! Kesem kendi kesenmiş gibi elindeyken, bunu bil de
söyleme, doğrusu fenama gitti.
IAGO - Sen beni dinlemiyorsun ki. Eğer böyle bi iş olacağı hayalimden bile geçtiyse kahrolayım.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:3)
Fena (çıkışmak, dövmek, yapmak) : Birini kötü duruma düşürmek, hakkından gelmek, dövmek, ceza vermek
“O bana:’Erkek değilsin,’ dedi. O zaman indim ve ona, ‘Yeter, bu kadar yeter, yoksa seni fena
yaparım,’ dedim. ‘Neyle?’ O zaman ona bir tane patlattım. Yere düştü.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:117)
“LELIO - Defol. Kafamı kızdırıp durma. Fena yaparım.
ARABACI - Bu uyuz heriflere hizmet etmenin kazancı budur işte! (Gider.)”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:56-7)
“Dışarıya çıkıp onu kolundan tutmak, içeri çekmek üzereydim ki Maggie’nin, çocuğun elini
koyverdiğini gördüm. Maggie çocuğu dışarıda bırakarak kapıdan içeri, kulübeye girdi. Sofada yürüyordu. Eh,
işte nihayet geliyordu; hele gelsin, fena çıkışacaktım kendisine.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:179)
“Çetin’le Metin, iki hafta önce sünnet olmuşlardı. Bisikletler zengin babalarının hediyesiydi. Günlerdir,
o iri-çocukluklarıyla bisikletlerine tünüyor, Fikret’le benim bütün mahalleye yaydığımız ‘asfaltçılar, cakalılar’
adlarına içerlediklerini belli etmek istemedikleri halde, bizleri bir gün fena döveceklerini söylüyorlardı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:17)
“-Fakat, Başgardiyan fena yaptı katibi?
-Yaptı ama, katibin de elbette bir bildiği var.
-Başgardiyanı yabana mı atıyorsun?
-İkisinin de arkası dişli arkadaş. Boşver..”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:66)
“Kamil Bey daha fazla sabredemedi, bağırarak yerinden fırladı:
-Ahmet! Ne yapıyorsunuz?
Sorgu yagıcı da zıplamıştı:
-Susunuz... Susun... Sonra fena yaparım!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa: 231)
Fena yolunmuş bir Mısır tavuğuna benzemek : Sözcüğün belirttiği gibi, acemice yolunmuş bir Mısır tavuğu
benzetmesi
“Selma Hanım:
‘Geçemn sene,’ dedi, ‘gene burada, böyle bir akşamdı. Büfe başında idik. Bir ihtiyar sarhoş bana
yaklaştı. Fena yolunmuş bir Mısır tavuğuna benziyordu. ‘Beni tanıyamadınız mı?’ dedi. Meğer bundan altı yıl
evvel, bir gün, Murat Bey’lerin Etlik’teki bağında rasgeldiğim bir Şeyhmiş.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:142)
Feng-Shui : Zamanımızın ‘mutluluk’ reçetelerinden biri
“Kaynak kitabın önsözünden:
Lin Lutang (1895-1976), ‘The Importance of Living’ (Yaşamın Önemi) adlı kitabında, yaşamlarımızı,
en fazla mutlu olacağımız biçimde düzenlememiz gerektiğini yazar.
Eski Çin sanatı feng shui’yi kullanarak mutluluğu yakalayabilir ve onu yaşamlarınızın sürekli bir
parçası haline getirebilirsiniz. ‘Başarı ve Mutluluk İçin Feng Shui’ adlı kitabım bunu yapmanın yollarını
gösteriyor. Temel düşünce çok basittir ve evinizde kolayca uygulanabilir. Başarılı yaşamanın ilkelerini öğrenin:
1)Ch’i, 2)pa-kua, 3)beş element, 4)dokuz alan, 5)talihli ve talihsiz yönler. (Arzu ederseniz, bu beş element’e,
sözcük olarak, teker teker bakabilirsiniz.)
Kimse feng shui’nin ne zaman başladığını tam olarak bilmez. Efsaneye göre, Hsialı Wu ve adamları,
çalışırken, Sarı Irmak’tan çıkan dev bir kaplumbağı gördükten sonra başladığına inanılır. Zira Eski Çinliler,
tanrıların ruhlarının deniz ve kara kaplumbağalarının kabuğu altında yaşadıklarına inanırlardı. Onlar,
kaplumbağaya yakından bakınca, onun üstündeki sayıları andıran işaretlerin, mükemmel bir kare oluşturduğunu
saptadılar. Bu da Çin astrolojisi ve nümerolojisinin temellerini atmıştır. Kareyi oluşturan numara noktaları
şöylece sıralanmışlardır:
4 9 2
3 5 7
8
1
6
Bunları düzlemesine, yanlamasına nasıl toplarsanız toplayın 15 çıkar. Bu buluşu ile Wu, Çin’in İlk
İmparatoru olmuştur.”
(Richard Webster, “Başarı ve Mutluluk İçin Feng-Shui”, Giriş)
Fer; Feri kaçmak, sönmek : (Genellikle gözler için) Kudret, hayat ışığı, yaşam arzusu; Hayat ışığının
sönmesi, ölmek üzere olmak¸ gücü kesilmek, azalmak
“Langdon asıl noktayı vurgulamadan önce durdu. Kohler’ın feri kaçmış gözlerinin tam içine bakıyordu.
‘İlluminati iyiden iyiye gizli bir örgüt oldu. Katoliklerin uyguladığı temizlikten kaçan diğer mülteci gruplarıyla mistikler, simyacılar, medyumlar, Müslümanlar, Yahudiler- karışmaya başladılar.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:49)
“Susuzluğumu unuttum, yatağının önünde diz çöküp elimi alnına koydum annemin ve gözlerimle
bakışını yakalamaya çalıştım. Annem bir an beni görür gibi oldu beni, bakışı yumuşacık ve acısızdı, ama feri
sönmek üzereydi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:36)
“Başka bütün gölgeler, gölgende ışık bulur;
Bedeninin gölgesi, mutluluğu gösterir
Işıl ışıl gündüze saçarak daha çok nur,
Senin gölgen nasıl da kör gözlere fer verir.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:43, sa:127)
Feraceyi yakmak : Abayı yakmak, aşık olmak (Roman sözcüğü)
“... Zere <zira> farkındayım ben, bizim Nazlı gibi, Gülizar gibi Çakır Emine de yakmıştır feraceyi
size... Hem de korktum o gece ki, hani burada yapmıştık bir teferiz <kadınlarla kaçamak bir alem>, o zaman
kıskanarak biribirilerini onlar dalaşacaklar diye... İlle velakin ne yaptı yaptı bizim Nazlı, gözleri ilen <ile> onları
tılsımladı, döndürdü hepsini de balmumuna... Hele Çakır Emine’yi bağladı saçının elinden kendi saçlarının
tellerine...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:252)
Ferdinand I, Kral, Müşfik : (AVUST. MYTH.) : 1835’ten tahtı terk ettiği 1848’e kadar Avusturya tahtında
oturan I. Ferdinand (M.S. 1793-1875), ‘Müşfik Ferdinand’ lakabıyla anılır. Ferdinand’ın geri zekalı ve sar’alı
olmasına karşın, tahtın verasetine ilişkin ilkeleri korumakta kararlı olan babası Kutsal Roma-Germen
İmparatoru II. Franz, onun varisliği konusunda diretmiş; Ferdinand, 183o’da Macaristan Kralı olarak, 1835’te
de Avusturya İmparatoru olarak taç giymiştir
“Öğrencilerine kompozisyon ödevi verirken, (Çek Öğr. Dub) konuları mutlaka Habsburg’lardan
seçerdi. İmparator Maximillian , İmparator II. Joseph, Müşfik Ferdinand, küçük sınıflardaki öğrencilerin
yüreğine korku salardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:70)
Ferforje : Fr.: ‘Fer forgé= Dövülmüş demir, bu tarzda yapılanmış kapı, pencere v.s. imal biçimi
“ ‘Sorun savaştan değil yoldan kaynaklanıyor’ dedi Naim. ‘Benim zamanımda burası küçük, toprak bir
yoldu. Evin önünde de çitle çevrilmiş küçük bir avlu, ferforjeden bir kapı ve şu gördüğünüz kapıya giden
metrelerce uzunluğunda bir yol vardı. Halbuki şimdi anayol, bahçe yolunu da, avluyu da, çiti de, bahçe kapısını
da midesine indirmiş.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:382)
Feridun :
Bk.: Şah Afridun
Ferman dinlememek : Emir, kumanda, kural dinlememek
“HARPAGON - Baban değil miyim senin? Sözümden dışarı çıkmamak boynunun borcu değil mi?
CLEANTE - Bu gibi işlerde evlatlar babaları hesabına fedakarlıkta bulunmaya mecbur değildir;
sevda ferman dinlemez.”
(Moliere, “Cimri”, sa:104)
Ferraş; ferş : Yayıcı, döşeyici, yatakları yapan, odayı evi tanzim eden hizmetçi; yayma, döşeme işi
“Yüce Tanrım, ferraş-döşeyici olan sabah rüzgarına, ‘yeryüzüne zümrüt bir yaygı ser’, demiş; sütnineye
benzeyen bahar bulutuna, ‘bitki kızlarını yer beşiğinde emzir!’ diye buyurmuş. Ağaçlara ‘nevruz’ giysisi olsun
diye yeşil yapraktan elbiseler giydirmiş.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:20)
Fersah : Eski zamanlardan beri, özel olarak Amerika kıtasında, ovalık, kırlık alanlarda, çiftçiler tarafından
kullanılan, aşağı yukarı 5 kilometre çeken ‘mesafe ölçüsü’
“ ‘Bu durumda istediğin gibi davranmakta özgürsün!’ diye haykırdı. ‘Şu bozguna uğrayıp kaçan
ordunun arasından paçanı kurtarıp sıyrıl. Yana atıl, şurada sağ kolda göreceğin az buçuk açılmış ilk yola sap.
Hep ordudan uzaklaşacak biçimde, atını sıkıca sür. Önüne çıkacak ilk fırsatta kendine başıbozuk giysileri satın
al. Sekiz on fersah uzaklaşıp da, artık askerlerin hiç görünmez olduğu zaman da posta arabasına atla, iyi, sakin
bir kente gidip bir hafta dinlen ve bol bol biftek ye. Orduda bulunduğunu sakın hiç kimseye söyleme. Yoksa
jandarmalar seni kaçak diye yaka paça yakalarlar.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:80-1)
Fersah fersah : Çok aralıklı, uzun mesafede
“Yas giysileri içinde bütün rakibelerini fersah fersah geride bırakan kontes yüksek mevki sahibi üst
tabakadan genç erkeklere cilveler yaptı. Onlardan biri de -N kontu oldum olası Limercati’nin değerinin bu kadar
zeki bir kadın için bir parça ağır, bir parça yapmacıklı, doğallıkları uzak olduğunu söyleyip durdurdu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:37)
Fertiği çekmek; Fertikletmek : Gizlice kaçmak, sıvışmak; Kaçırtmak (Argo)
“-Herif çoktan atladı. Sidikli’yi bilmez misin? Kuyruğuna ‘Kuvvayi Milliyeci’ diye bir teneke
bağlamasaıyla ossaat fertikletti herifi...
-Fertiklettirmiştir. Sidikli’nin kalleşliğine Zaptiye Nazırları dayanamaz. Karı şişlemişsin... Hangi karı
bu?”
-Yenilerden... Sen tanımazsın!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46)
“SEGARD - Hangi problemi? Tenacity’nin saat dokuzda kalkacağını mı?
HIDOUX - Hayır canım.. Eh be, çapraşık yollardan gitmeye ne gerek var? Söyleyeyim de kurtulayım
bari: istasyondan geliyorum; az önce trene binip beraber fertiği çeken Bastien’le Thérese’i yola koydum.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:61)
Feryadı basmak : Bangır bangır bağırmak
“Bir de ne göreyim: Akşam benim kahyam sapsarı bir yüzle, üstü başı yırtık, yayan yapıldak çıka
gelmesin mi! Tabii feryadı bastım.
-Bu ne hal? Ne oldu?”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:62)
“Kanlar bacaklarımdan aşağı akarken, giysilerimi kireçtaşı yığını üzerinde bırakarak, ağlaya ağlaya eve
kadar kendimi zorlukla sürekledim. Annem zaten beni aramaya çıkmıştı (neden sokakta tek başıma olduğumu
hatırlayamıyorum) ve ben o perişan halde görünce feryadı bastı: ‘A canım yavrum! Kim yaptı buna sana?’ diye,
ama çığlıklar ve gözyaşları bir işe yaramıyordu, suçlular çoktan uzaklaşmışlardı, belki de o mahalleden
değillerdi. Çok şansım varmış ki içerdeki yaralarım geçti, çünkü yerden alma telde her şey olabilirdi, hepsinden
önce de tetanos için açık bir kapıydı. Francisco’nun ölümünden sonra sanki talihsizlik yakamızı bırakmak
istemiyordu.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:64-5)
Feryad(ü) figan etmek; Feryad(ü) figanı basmak; Feryat figan; Feryat ve figan yükselmek : Bağırıp
çağırmak, yüksek sesle inlemek
“Dante, de Born’un yazdıklarının ateşli bir savunucusuydu; ama de Born, Prens Henry’yi babası Kral II.
Henry’ye karşı isyana kışkırttığı, baba ile oğulun arasına ikilik sokarak onları birbirine düşman ettiği için, Dante
de onu sonsuz lanete mahkum etmişti. Dante’nin verdiği incelikli ceza, de Born’u kendisinden koparmaktı. İşte o
yüzden, kafası kopuk beden, yeraltı dünyasında feryat figan ederek Floransalı gezgine kendi çektiğinden daha
büyük eza olup olamayacağını soruyordu.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:9)
“Derler ki üç yüz deve yükü değerli kitap, dostların ev eşyasını, yol azığı ve onları taşıyacak hayvanları
hazırladılar..... Sangi Peygamber hazretleri düşmanlarının eziyetinden ve kıskançların şerrinden mübarek
Mekke’den Medine’ye göçüyordu. Kendisine mürit ve muhip (dost, muhabbet beslemiş) olan Belh ahalisinin
kalbinden feryat ve figan yükseldi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Mekkıbeleri”, Cilt:I, sa:9)
“SONRALARI
benim de ölümüm gelip çatacak bir gün
ışık dalgalarıyla parıldayan bir baharda
uzak ve dumanlı bir kışta
ya da feryat figandan arınmış bir hazanda”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-isyan”, sa:48)
“Ölüm döşeğinin çevresindeki feryat figan, aslında gerçek anlamda bir ölümün burada gerçekleşmemiş
olmasından feryat figan etmektir. Hala böylesi bir ölümle yetinmemiz gerekiyor; hala bu oyunu sürdürüyoruz.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:78)
“Bir balıkçı kütlesi ki yedisinden yetmişine, bilim adamından tayfasına kadar aynı şeyi, denizlerin
kuruduğunu söylüyorlar. Tabii bunların içinde en ihtiyatlıları bilim adamları. Onların balığın hemen birden
tükeneceğine inançları yok. Ama balıkçılar basıyorlar feryadü figanı.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:204)
“Bir sabah evde feryat figan sesler. Yaz olmalı. Avluda uyuyoruz, açık havada, uyanıyorum,
çevremdeki bütün yataklar boşalmış..”
(M. Mungan, “Paranın Cinleri”, sa:48)
“Feryat figan, patırtı gelip geçti:
Üç yılın olayları, bambaşka şeyler,
İyilikler, kötülükler -ve devrimlerKalplerden ninemin anısını sildi.”
(G. Nerval, “Sylvie-Ninem”, sa:92)
“TARLADA
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
--------------Akşam zar zor eve varmak üzereyken
kulağına gelir uzaktan birden
ağlayış sesleri, feryat ve figan
nedenini nasıl bilsin kaz kafan?
oysa
ki tahsildar, kralcı ahmak,
yine vurmuş köyü sıtmadan beter”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
Feryat koparmak : Bağırıp çağırmak
“Bir an olsun soğukkkanlılığını kaybetmemiş bulunan rahip, suratını buruşturdu, başını çevirdi ve
kendini korumak ister gibi sağ eliyle kaldırdığı bastonunu, sarhoş herifin kafasına hafifçe yerleştirdi. Martin, bir
feryat kopardı, kendini yere attı ve bir solucan gibi kıvrım kıvrım kıvrandı, rahip beni ölesiye dövdü, diye
bağırdı çağırdı.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:5)
“Ben Sör’ü lakırdıya tutarken sinek yürümeye başlamıştı. Zavallı kız, havagazı lambasının ışığında
korkunç bir akrebin kıskaçlarını, kuyruğunu titreterek kürsünün üstünde yürüdüğünü görünce bir feryat
kopardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:25)
Fesat; Fesat Çevirmek : Başkalarına kötülük yapmak, planlamak; Yalan dolanla olay çıkartmak
“Birden sustu. Karşısındakinin politik meşrebini bilmiyordu. Teğmendi. Ordu’ya bağlıydı ama gene de
fazla ileri gitmemeli, tadında bırakmalıydı.
-Hakkımda fesat çeviren zat böyle biriydi işte.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:49)
Fesatçı; Fesatçıbaşı; Fesat kumkuması : Sürekli fesat, kötülük düşünen ve yaratan kimse
“Bu oğlanın benim can düşmanım olduğunu hissediyorum. O da beni bir oyun bozan, fesatçı sayıyor. N.
büyüdüğü zaman Allah beni onun kötülüğünden korusun. İşte o, nem var, nem yok, hatta anılarımın enkazını
bile tahrip edecektir.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:36)
“Evet sizden daha güçlüyüm, yürek var bende! Sizse tabansızın birisiniz. Yasak olmasaydı sizi ruh ve
sözcüklerinizle birlikte bir güzel ıslatırdım, fesat kumkuması.” ..... “Siz insanları deli edersiniz! Ama sizin
gibilere yenileceğimi sanmayın, fesatçıbaşı! Yürek var bende.”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:54)
Fesleğen : ‘Ballıbabagiller’den bir süs bitkisi; yaprakları kekik gibi koktuğundan baharat gibi de kullanılır.
Bazxı kültürlerde, ‘talih ve iyi niyet’ simgesi olarak, okula başlayan çocukların ceplerine de koyulur.
“Fesleğen ektim gül bitti
Dalında bülbüller öttü
Ötme bülbül yarim gitti..”
(Bir Anadolu türküsü, Anonim)
“ ‘Daima büyülü olan gözlerim, içi bal ve arı dolu uğultulu beynim, başımda kırmızı bir takke,
ayaklarımda kırmızı ponponlu çarıklarımla, bir sabah, yarı sevinçli, yarı heyecanlı bir halde ola çıktım; elimden
babam tutuyordu. Annem bana, koklayıp da gayrete geleyim diye bir dal fesleğen vermiş, boynuma da vaftizime
ait altın istavrozumu asmıştı. ‘Tanrı’nın ve benim hayır duamız...’ diye mırıldandı va bana gözleriyle süzerek
baktı.’ ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:46)
Fesüphanallah : Hay Allahım bu ne iştir bağlamında şaşkınlık ifade eden bir sözcük
“Fesüphanallah. Bu güç, bu gülünç durumdan Selim Paşa kendini nasıl kurtaracaktı? Kapının
aralığından Rakım’ın yüzüne gözleri ilişti. Eliyle işaret etti.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:203)
Fetiş, Fetişizm : Genellikle cinsel anlamlı, karşıt cinsten küçük bir şey (firkete, mendil vb.) materyal toplamak;
Genellikle bir şeye fazla merak edip onunla meşgul olmak, merak salmak
“Teğmen Lukas, eve gelip giden kadınların yanı sıra, birçok hanımla da mektuplaşmaktaydı. Ayrıca,
son iki yıldır fetişizme merak saldığından, sevgililerin fotoğraflarından oluşan bir albümü ve kutsal emanetlerin
yer aldığı bir koleksiyonu da vardı. Kutsal emanetler arasında başka başka kadınların jartiyerleri, paçadan bağlı,
dantelli dört külot, üç şeffaf kombinezon, ipek eşarplar, bir korse, bir yığın da çorap bulunuyordu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:189-90)
Fettan : Herkesle düşüp kalkan, oynak kadın (Argo)
“MEYDANCI -... Yarın sabah hiç kimsenin işitmek bile istemeyeceği bir şey ilan edilecek.....
İmparator, tüm yanındakilerle birlikte yanıyor. Onu baştan çıkaran, ve her tarafına çıralı dallar bağlayarak,
burada böyle gürültü ve bağrışlar arasında, herkesin mahvolmasına neden olan o fettana lanet olsun.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:52)
“Nihat aldırmayarak devam ediyordu:
‘Sana iğrenç gelmiş olabilir: Ama bir zamanlar canlıydı, gülmüştü; bir zamanlar dudakları vardı. Kaç
defa öpmüştüm o dudakları... Şimdi kapkara iki boşluk o güzelim gözleri, kimbilir kaç defa fettan bakışlarını
yakaldığım...”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:42)
“Paşa kızı güzel tulumbacının aşk ateşiyle yatağa düşer. Fettan ise çakırpençe <tuttuğunu koparan> kadındır,
yalın ayaklı pırpırı tulumbacı oğlanı para kuvvetiyle, o zamanlar ‘Koltuk’ denilen randevu evlerinden birine
getirtebileceğini sanır. Hanımlarla oynaşları arasında çöpçatanlık yapan bir bohçacı kadın vasıtası ile Mahzun
Bahaeddin’e bir muhabbetname <aşk mektubu> gönderir, fakat namuslu delikanlıdan kesin bir red cevabı alır.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:174)
“Başını bana doğru döndürdü, görünüşü kurtarmak için fettanca gülümsedi:
-Beni güzel mi buluyorsun? Göz banyosu mu yapıyorsun?
-İlgilenme sen.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:82)
“CASSIO - Çok ince bir kadın.
IAGO - Hem eminim ki çok fettan.
CASSIO - Doğrusu çok taze ve çok nazlı bir yaratık.
IAGO - Ne gözler! Sanki insanı meydan okumaya davet ediyor.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:41)
“Aşk öyle toy ki vicdan nedir bilemez, ama
Şunu bilmeyen var mı: sevgiden doğar vicdan?
Öyleyse, tatlı fettan, günahımı kınama:
Hoş varlığın suçlanır benim kusurlarımdan.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:151, sa:343)
“PAGE - Eee, küçük hanım. Nasıl oldu da bay Slender ile gitmediniz?
PAGE’İN KARISI - Niye bay Doktorla birlikte gitmediniz ha?
FENTON - Onu şaşkına çeviriyorsunuz. İşin içyüzünü dinleyin. Pek yüz kızartacak şekilde başgöz
edecektiniz kendisini..... Onun işlediği suç kutsaldır. Bu hile fettanlık, dikbaşlılık, saygısızlık olmaktan ne kadar
uzak. Zoraki bir evlenme ile ister istemez katlanacağı o binlerce uğursuz üzüntü ve sıkıntı saatlerinden böylece
yakasını kurtarmış oluyor çünkü.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:142-3)
Fetva vermek : Hüküm vermek (Genellikle bir din uleması tarafından)
“... biri bu adamlara yakından bakarsa, onların kendilerine özgü tek örnek kişilikleri ve kolaylıkla, ne
derece kederli ve trajik kimseler olduklarını anlamakta güçlük çekmezler. Dışadakilerin bilmediği bir şeydir bu.
Millet, birinin, annesini öldürdüğünü duyar duymaz verir fetvayı: ‘Oo, bu cehennemlik bir iş.’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:122)
Feu d’artifice : (FR.,KOLL.) <fö d’artifis> : Fireworks = (Bayramlarda, geceleyin) ışık ve ateş gösterileri,
Havai fişekler (İNG.)
Feuillant : (FR. MYTH.): Büyük Franszı Devrimi sırasında, 1792’de, anayasacı kralcılara verilen isim.
Tuilleries Sarayı yakınlarında eski bir manastırda toplanırlardı. Lügat anlamı: Yapraklanan, Yuva açan
“Louise Masché de Rochemaure <Roşmor okunur>, kralın avcı subaylarından bir teğmenin kızıydı.
Kocası savcıydı. O öldükten sonra, devrimde yeni ilkeleri hemen benimsemişti..... Kim güçlüyse ondan yana
olduğu için kolaycı Feuillant’ların, Jironden’lerin <Bk.!> ve Montanyar’ların <Bk.!) arasına girmişti. Uzlaşmacı
bir ruhu, sarılıp kucaklaşma tutkusu, entrikacı yetenekleri olduğundan bir yandan da aristokratlar ve
karşıdevrimcilerle işbirliği içindeydi. Geniş çevresi vardı.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:93)
Fex urbis, lex orbis : (LAT.,SOSYO.,KOLL.) <feks urbis, leks orbis> : “Alt tabaka, ayak takımı = dregs,
gerektiğinde-genel toplum’ (orta, çalışan-işçi kesimi)la kollektif -birleşik- olarak çalışır. (Ermiş Hieronymus)
“Atina, bir sefiller devletiydi. Hollanda’yı dilenci tayfası yarattı. Roma’yı ayaktakımı kurtardı ve
İsa’nın yolundan gidenler hep alt tabakanın insanlarıydı. Alt tabakanın mükemmel ve hayranlık duyulacak
yanlarını zaman zaman seyre dalmamış tek bir düşünür yoktur.
Ermiş Hyeronymus’un o gizemli ‘Fex urbis, lex orbis’ sözünü söylerken, içinden havarilerin ve din
şehitlerinin yetişip geldiği o ayak takımını, bütün o fakir fıkarayı, bütün o serserileri, bütün o sefilleri kastediyordu şüphesiz. Acı çeken bu yaralı kalabalığın öfkeli saldırıları, kendi hayatını temellendiren ilkelere ters
düşen şiddet gösterileri, hakkı hukuku darmadağın etmeye yönelik atılımları, halk tarafından gerçekleştirilmek
istenen bir hükümet darbesidir aslında..”
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:V, sa:14)
Feylesof : Filozof, düşünür, adem baba gibi kendi hayat tarızını yaşayan ada “Çetenin başını çeken adam o
sırada Cabir’in üzerine eğilmiş durumdaydı; doğruldu, burnunu başkalarının işine sokan bu davetsiz misafirin
karşısına gelip dikildi. Sakalının altında sağ kulağından çenesinin ucuna kadar uzanan derin bir bıçak yarası
görülüyordu ve yüzünün bu oyuk tarafını karşısındakine dönüp bir hüküm açıklar gibi konuştu:
-Bu adam sarhoşun, zındığın, feylesofun teki!”
(A. Maalouf, “Semerkant”, sa:17)
Fıçı : Şişman kişi (Argo)
“Genç adam farkında değildi. Ardında onu adım adım izleyen biri vardı; fıçı gibi yuvarlana yuvarlana
yürüyen, haydut suratlı, şişko biri.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:16)
“KALABALIĞIN MIRILTISI - Yeni bir soytarı.... Bir baş belası daha.... Bu da nereden geldi?... Nasıl
da içeri girdi?... Öteki yuvarlandı gitti.... O kendisini heba etti.... Eskisi bir fıçıydı.... Şimdiki de bir çöp parçası.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:6)
Fıçı gibi içmek : Çok içki içmek, sarhoş oluncaya kadar içmek
“LUCIA - Sus Rosa, tuzağa düşme.
KOMİSER - Hem de fıçı gibi içmeye devam ediyor.
ROSA - Nasıl olur, hemen hemen yeşilaycıdır.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:90)
Fıkara, fukara : Fakir, zavallı, biçare
“Arkadaşları Memed’e hiç bir şey demediler. Neden sonra Aşık Ali:
‘Aldırma bire Memet,’ dedi. ‘Bura Çukurova. Bilmez değiliz. Aldırma. Keşki senin sarı öküzü
görebilseydin. Kimbilir ne kadar sevinirdi fıkara.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:17)
“ ‘Bre kardeşim, gel otur yanıma şöyle. Bre Ali, nasıl edip de teslim edicen fıkarayı Abdiye. Sen bunu
nasıl yaparsın?’ dedi. ‘Kıyma İnce Memede! Kıyma öksüze! Kıyma İbrahimin bir oğluna! İbrahim gibi iyi adam
var mıydı? Seni de çok severdi. Mezarında kemikleri sızlar sonra.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed 4”, sa:69)
Fıkır fıkır (gülmek, kaynamak, oynamak); Fıkırdamak, fıkırdaşmak : Gençlik ve tazelikten yerinde
duramamak, sürekli harekette bulunmak
“Yanık genç kızlar, tombul beyaz kadınlar aralarında genç bir sportmen yüzünün gezindiğini,
bacaklarının arasından bir yılan gibi süzüldüğünü fark edince fıkırdaştılar. Çığlıklar kopardılar. Hatta birkaçı ona
moda bir lisanla laf attılar. O sürekli gülüyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:28)
“Analar kundağa böyle çocuk sarmamışlar. Fıkır fıkır! Yeraltından kaynayan sular gibi! Durduğu yerde
duramıyor. Sevincine, şenliğine şüphe yok. Akşam evin içini kırıp geçiriyor.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:5)
“Karşıda genç bir Mağripli tüccar kocaman bir sigara içiyordu. Sonra Maltalı bir gemici ve ak çarşaflar
içinde yalnızca gözleri görünen dört beş Mağripli hanım. Hanımlar Abdülkadir Mezarlığı’ndan dönüyorlardı.
Fakat bu iş keyiflerini kaçırmışa benzemiyordu. Çarşaflarının altında durmadan bir şeyler yiyor, fıkırdaşıp
duruyorlardı.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76-7)
“Saray Defterdarlığı’ndan emekli Ahmet Bey eniştem ve hanımı Feraset Hanım’la konuşmak, gerekirse
herkese şifalar dağıtan Fadime Bacı’yı getirterek kurşun döktürmek. Nitekim öyle oldu. Binbir ricayla, Üsküdarlı
Fadime Bacı, takım taklavatıyla arzı endam etti. Oturma odasında başıma maşlah gibi, koyu renkli, geniş bir
çarşaf geçirdiler. Hemen yanıbaşımda fıkır fıkır birşeyler kaynıyordu.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:13)
“ŞEHİR KELEBEĞİ
2.
Cümlenin içi fıkır fıkır.
Gülüşerek
kelimeler yerlerini değiştiriyor.
Sabırla bekliyorum
oyunun bitmesini.
Ve her kelimeninokun yayını germişnöbete geçmesini.”
(Fedya Filkova<d.1950>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.08.02)
“Kendime ait bir haberin ondan evvel benim kulağıma gelmesi mümkün mü? Neredeyse acıktığımı ve
uykum geldiğini bile bu garip otel odacısından öğreneceğim!
Hacı Kalfa:
-Hele nazlanma söyle. Böyle fıkır fıkır gülüşün boş değil. Sen Allah bilir iyi bir şey işittin diyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:159)
“Altında fıkır fıkır kaynayan atını güçlükle tutmaya çalışan Üsteğmen:
‘Ben hele önden gideyim de...’ dedi. ‘Muhtarı falan buldurayım. Ağaç altında kalırız sonra...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:190)
“O zamanlar bedenimin her bir köşesi, gençliğin harcanmadan kalmış enerjisiyle fıkır fıkır kaynıyordu.
Arkadaşlarla dalaşıyor, akla hayale gelmedik kavga dövüşlere girişiyordum; okulda en iyi güreşen, en iyi
beyzbol oynayıp koşan, herkesten iyi kürek çeken biri olmak gururumu okşuyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:26)
“Yanıbaşlarında Belkıs Hanım, bir tarafını gıdıklıyorlar gibi, fıkır fıkır gülüyordu. Hakkı Celis, yan
gözle Cemil’e baktı. O, bu gülen kadının dizi dibinde, yarı yatmış, yarı oturmuş bir durumda, hareketsiz ve
sessiz görünüyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:53)
“Kefernahum’da, Petrus ile Yakup tam ağarırken kalkmışlar, ağ çekiyorlardı. Ağ güneşte pırıl pırıl, fıkır
fıkır oynayan balıklarla doluydu. Başka zaman olsa iki balıkçı ağın bu denli ağır oluşuna sevinirlerdi, ama bugün
akılları bambaşka yerlere gitmişti, bir şey söylemiyorlardı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:237)
“Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarzaya, bir taraftan Osmaniyeyi geçip İslahiyeye gidilecek olursa
geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar.”
(Y. Kemal, İnce Memed, Cilt:I, sa:9).
“Scarlett istemeyerek onunla göz göze geldi. Butler’ın gözlerinde tıpkı küçük çocukların gözlerinde
olduğu gibi parıltılı izler gördü. Birden kahkahayla gülmeye başladı. Bu sorun o kadar önemsizdi ki, incir
çekirdeğini bile dolduramazdı. Şimdi Butler da gülüyordu. Hatta öyle gülüyorlardı ki, salondaki kadınlar dönüp
onlara baktılar. O ne? Dul Hamilton, bir yabancıyla fıkırdıyordu. Hemen biribirlerine sokuldular ve dedikodu
yapmaya başladılar.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:245)
“Onları başka bir çiftliğin işçileri izledi, çalışmak için geldik, dediler. Yer yer böyle oldu, yabani
papatyanın baharda açması gibiydi.....bu inanların derisi koyu renk, arazide fıkır fıkır kaynayan bir karınca
yuvası, toprak şekerle dolu, şimdiye dek hiç bu denli çok başını kaldırmış karınca görünmedi.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:311)
“Ne hukuk ne tıp, ne de maliye uzmanıyım. Nemli bir saman çöpü gibi tümcelerle sarılıp
sarmalanmışım, fosfor gibi parıldayarak akkor oluyorum <ışık saçacak gibi kızıl oluyorum>. Konuştuğunuzda
her biriniz, ‘Aydınlandım. Akkor gibi parıldıyorum’ duygularına kapılıyorsunuz. Küçük oğlanlar, oyun
alanlarında, karaağaçlar altında, sözcük dizileri dudaklarımdan fıkırdayıp yükselirken, ‘İşte bu güzel, işte bu
güzel,’ duygusuna kapılırdı. Onlar da fıkırdaşıyorlardı, benim sözcüklerimle kaçıp kurtuluyorlardı. Ama
yalnızlık içinde güçsüzleşiyorum. Yalnızlık benim çözülüşüm.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:170)
“Ve eğer bunu yaparsa, artık dayanamayacaklar, avaz avaz bağıracaklardı; içinde fıkır fıkır kaynayan o
heyecan bu sefer de patlarsa, artık dayanamayacaklardı. Ama, hayret; ağzından bir ‘Ah!’ çıkmıştı, o kadar. Sanki
kendi kendine, ‘Böyle bir şey etrafı yaygaraya vermeye değer mi?’ ”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:331)
“Öğleden sonra yüzme havuzuna girmişti, bir şimşek hızıyla soyunma kabinine girdi, soyundu ve on
altısındaki körpe, sıcak ve fıkır fıkır kaynayan bedenini aynanın karşısında bir sağa bir sola dönerek yeniden
yeniden seyretti.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:24)
Fıkırtılı : Fıkır fıkır edalı, işveli
“Silas biraz da hüzünlü bir gülümsemeyle sordu: ‘Peki kiminle evlenecekmiş?’
Babasının yanağını öpen Eppie fıkırtılı bir gülmeyle,
‘Kiminle olacak tabii benimle,’ dedi. ‘Sanki başkasıyla evlenmek isteyebilirmiş gibi!’ ”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:246)
Fıldır fıldır dolaşmak, dönmek : Hızlı ve sürekli bir şekilde, fırıldak gibi
Bk.: Gözleri fıldır fıldır
“Matmazel Fenardi pek cici bici şeydi, pullu kısa bir etekliği vardı. Fıldır fıldır dönerdi ama dört saat
değil, topu topu dört dakika… Gene de hepsinin aklını alırdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:102)
“Sonsuz acılar, küçük düşürülmüşlük duyguları içinde kendi kendimi yer bitirirdim; belki benim asıl
istediğim de buydu. Gelip geçenlerin ayakları arasında, utanıp sıkılmadan, fıldır fıldır dolaşır; adım başında ya
bir generale ya da bir süvari veya hassa subayına ya da bir hanımefendiye yol verirdim.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:74)
“‘Bu papazlar arasında Halkedon’lu Zosimos diye biri vardı. Çok zayıf yüzünden etkilendim, yakut gibi
parlayan gözleri hiç durmadan fıldır fıldır dönüyor ve kocaman kara sakalını ve upuzun saçlarını aydınlatıyordu.
Konuştuğu zaman, sanki yüzünden iki karış uzakta kanamakta olan İsa’nın üzerinde öldüğü haçla söyleşir
gibiydi.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:224)
“ ‘Güneş de bir değirmendir. Onun sarı ışık kanatları fıldır fıldır döner’ derdi. Belki, gözlerini kaparken
gündüzdü de, gönlünde güneşin altın ışığını eğiriyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılan Bir Çiçek”, sa:75)
“Ve kızın gözlerini düşünmekten kendimi alamıyorum.
‘Fakat, bay öğretmen, kızın hiç de öyle güzel gözleri yoktu. Onun, küçük ve fıldır fıldır dönen kötü
bakışları vardı. Durmadan hep etrafa bakan hırsız gözleri.’ ”
(Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:164)
Fındık kırmak; Fındık atmak :
Lafla cilve yapmak, iki anlamlı <ikiircikli>, cinaslı göndermelerde bulunmak
“Bunun üzerine, evinin, yaşanmaz hale geldiğini ve bu işe bir son vermek için ivedilikle önlem almak
gerektiğini kavrayan Orlando, yerinde hangi genç adam olsa onun yapacağı şeyi yaptı ve Kral Charles’tan
kendisini Olağanüstü Büyükelçi sıfatıyla İstanbul’a göndermesini rica etti. Kral White Hall’da yürüyüşteydi.
Kolunda Nell Gwyn vardı. Kadın ona fındıklar atıyordu. Bu cilveli hanım böylesi bir çift bacağın ülkeden
ayrılmasının pek yazık olduğunu düşünerek göğüs geçirdi. Ama n’apalım, kader acımasızdı; Orlando denize
açılmadan önce kadın, ancak omuzunun üstünden bir öpücük gönderebildi ona.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:83)”
Fındıkçı : Herkesle gönül alışverişi yapan, kırıştıran; yosma (Argo)
“Sanığa gelince - yaşadığı facia önümüzde… Ama ne diyelim, bu da genç kadının ‘oyunuymuş’…
Fındıkçı, zavallı delikanlıya umut bile vermemiş.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:339)
Fındık kabuğu kadar : Çok küçücük, ufacık tefecik
“ ‘Yahu bu yağmurda fırtınada Hasan Ağa’ya ne olacak bu denizde, kudurmuş?’
‘Ona bir şey olmaz,’ diyorlar, telaşsız. ‘Ona bir şey olmaz, sen telaşlanma.’
‘Nasıl telaşlanmam yahu, fındık kabuğu kadar bir sandal, içinde seksenini çoktan aşmış yaşlı bir
adam.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:180)
Fındık kırmak : Fındıkçılık yapmak, herkesle gönül ticaretinde bulunmak
“Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem Analarına sövmeleri, asıl görülecek şeydi:
-O senin erden dediğin karının maşallahı vardır!
-Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur!
-Seninki Filistin’de az mı fındık kırdı?
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:18)
Fındık kurdu : Ufak tefek, dolgunca vücutlu, kıvrak, şen genç kadın (Argo)
“... zata soracak olsan o zaman da şöyle der: Kara kaşlı, kara gözlü, küçücük ağızlı, mini nimi burunlu,
uzunca boy, uzunca gerdan, püskürme ben, etine dolgun, akça pakça, beyazca meyazca, işveli mişveli, çıtı pıtı,
fındık kurdu gibi bir şey olmalı.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:123)
Fırçalamak; Fırça (çekmek) yemek : Bir güzel azarlanmak, göz göre göre tenkit edilmek; Özellikle ‘sürtme’
yoluyla -genç kız ve kadınlarla- cinsel temasta bulunmak
“Açığa alınmanın ne anlama geldiği ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. İşimden olacağım anlamına mı
geliyordu? Yoksa hafifçe fırça yemek miydi? Hiç bilmiyordum. Orada yatarken, sokak müzisyenliğimin nasıl
insafsızca sona erdirildiği ile ilgili anılar aklıma üşüştü. İkinci kere, başkalarının yalanları yüzünden kazanç
yolumdan yoksun bırakılma düşüncesini göze alamıyordum.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:160)
“ELIZABETH, bir süre susar ve ses tonunu tamamen değiştirir. - Tamam, beni fırçaladığınız için
teşekkür ederim. Egerton’u çağırın. (Marta çıkar.) Görüyor musun Madam Zozik, artık oyun bitti.”
(D. Fo; “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:84)
“Şvayk, ‘asıl konumuzu unutmayalim,’ diye devam etti. ‘Bendeniz, Teğmen Bukanek’in yürüyüş
sırasında askerleri canlandırmak için o konuşmaları yabana atmamalı derim. Bir gün askerlerin bitkin düştüğünü
görünce, ^mola’ emri verdi, hepimizi tavuğun etrafına toplanan civcivler gibi çevresine topladı, başladı
fırçalamaya: ‘Ulan somun pehlivanları, şu yerkabuğunun üstünde yürüdüğünüz için Tanrı’ya şükretmelisiniz,
ama ne gezer! Sizin gibi sapısilikleri görünce midem bulanıyor! Sizi güneşte yürütmeli aslında! Bu lanet
gezegende altmış kilo çeken adam orada bin yedi yüz kilo çeker. O zaman görürsünüz ananızın örekesini,
marsıvan eşekleri!.<Marsıvan: Osmanlı devrinde sınır Beyi; Marsıvan eşekleri: Eşek; sersem, aptal, gerzek,
salak kimse!>’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:190-1)
“Chojnicki, ‘Bu lanet olsun monarşide böyle huzursuzluklar çıktığında insanın elinin kolunun bağlı
olması ne kadar da kötü, ‘ dedi. ‘Hele birkaç elebaşını tutuklatmaya kalkışın, derhal kimi
Masonlar,
milletvekilleri, halk temsilcileri, gazeteler üzerinize çullanır ve adamlar da birkaç gün içinde yine serbest kalır!
Bazı Sokol derneklerini kapattırın, anında genel validen fırça yersiniz! Özerkleşmeymiş! Hele bir kalkışın
bakalım!"
(Joseph Roth, "Rodetzky Marşı", sa:211)
“Campardon’ların penceresine yaslanmış olan Lisa eğilmiş, iki kat aşağıdaki Julie ile konuşuyordu:
-Hey! Bu kez sizin bey fırçayı yemiş, öyle mi?
-Öyle görünüyor, dedi Julie, Karısı adamı öylesine benzetmiş ki kıçından donunu almadığı kalmış.”
“Berthe birden titredi; Lisa kendi adını söylüyordu:
-İşte eğlenceyi seven biri daha! Hey Adele! Sen onun çocukluğunu da bilirsin; daha o zamanlar
juponları nasıldı ha?
-Şimdi burada tezgahtara fırçalatıyor, diye ekledi Victoire. Dükkanda eğlence bol olmalı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt I, sa:115; Cilt:III, sa:32)
Fırdolayı : Çepeçevre, tüm çevresini özümseyerek
“... ünlü yazar içeri giriyordu; bir küçük yeğen sapsarı başını hayatımın hikayesi üzerine eğiyor, gözleri
yaşlarla doluyordu; gelecek kendini gösteriyor, sonsuz bir sevgi beni sarıp sarmalıyor ve yüreğimde ışıklar
fırdolayı dönüyordu; kıpırdamıyordum, bu gösteriye şöyle bir dönüp bakmıyordum bile.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:183)
Fır dönmek; Fır Fır; Fır fır dönüp durmak : Dans - vals yapar gibi şuraya buraya koşmak, etrafında
dönmek; koşuşmak
Bk.: Fırıl fırıl dönmek
“ADAM : Bütün gece... Ömrüm bir gecedir bayanlar; gece derken şimdi bu sözcüğü bu anlamda
kullandığımı unutmamanızı özellikle rica edeceğim... Evet..... Bütün gece, o... karım... mır mır mır mır mır
konuşur dururdu kulağımda.....hiç boş bırakmazdı beni, çevremde döner dururdu fır fır fır fır, çat önümde çat
arkamda.....dır dır dır dır anlatırdı o gün gelen ya da gittiği arkadaşların yediklerini, içtiklerini, gezdiklerini,
tozduklarını..... dinlerken uyku bastırsa da biraz dalsam, geçsem kendimden, aşkımız öldü mü artık diye zır zır
zır zır ağlar.... ben bütün bütün susunca da, dayanamaz balkona çıkar, ayazında karanlığın hır hır hır hır hırlardı
sabaha dek!”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Sonsuzluk Kitabevi”, sa:655)
“O noktaya vardığımda, koskocaman güneş karşımda pırıl pırıl parlarken, kendimden geçercesine bir
coşkuya kapılmakta olduğumu hissettim...... Bir ağaç olmuştum. Mutluydum. Güneş daha önce hiç görmediğim
bir biçimde parlıyor ve fır fır dönüyordu. Orada öylece duruyordum.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:45)
“Baudolino nazikçe öksürdü, Arzruni ansızın döndü ve ellerini ağzına götürdü, gözleri korkudan fır fır
dönüp duruyordu: ‘Yalvarırım sana Baudolino, İmparator’a birşey söyleme, yoksa beni astırır,’ dedi alçak sesle.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:312)
“Egor korkuyla, bu gerçekten benim düşüncem mi, gerçek düşüncem mi? diye düşündü. Ya
söyleyeceklerimi, yapacaklarımı emreden o ise?... Birden odadaki bütün eşyalar fır dönmeye başladı.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:109)
“BİR DOSTA SUNU
<Mariya Genova’ya>
------------------------hayaletler fır dönüyor ve kişneyen kısraklar koşarak
çiğniyorlar kerpiçlerle örülmüş anıların can evini.
Köy evlerinin ocakları dönmüş ağaç köklerine Küf kokusuyla ısınıyor bomboş kalmış her oda.
(İvan Esenski<d.1949>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası, ”Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 08.12.05)
“KOMİSER - Defol! (Kapıya doğru itekler.)
DELİ - Tanrım! Sizin hepinizde, nevrasteni baçgösterdi anlaşılan.Yeter, ama önce şu deli, deminden
beri döne dolaşa sizi arıyor ‘ille de suratının ortasına patlatacağım’ diye fır dönüyor.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:20)
“Son kez değirmene uğradığım zaman, taşsız bir toprak yığını olan mezarını gösterdiler. Onu bir gün
değirmende ölü bulmuşlar. Değirmen taşı dönüyormuş. Belki de değirmenin fır fır dönen kanatlarının gülüşünü
katıp, çevreye savuruyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:74)
“Türküler Vardır...
Dağkızı 2
-----------Ah, benim gibi çılgın atlarım, gözler gibi kaçak atlarım,
Kanın lavı dağlıyor yüreğimi, kar ile örtün işitimimi!
Varsın tahrik etsin havanın fırfırları burun deliklerimi,
Koparsın dişlerini saçlarıma karışan mısır püsküllerini!”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“En başta söyledik. Kafka anlatıları, genellikle anlatıcının aradan çekildiği bir teknikle sunuluyordu.
Yoksa Kafka bizi o topacın üstüne mi oturtuyor? Onunla birlikte döndüğümüz için onunla birlikte,
elektronlaşmış, bağımsızlaşmış cümlelerle, ifadelerlei sözde açıklamalarla, sözde yorumlarla fır dönüp
duruyoruz galiba...”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:24)
“İsa gün ışığına çıktı, tereddütle iki adım attı, tökezledi, gözleri peygambere dikili durdu. Bütün ruhu
peygamberi seyreden bir bakış halini almıştı, kamışa benzeyen bacaklarından, ateşli bazına ve daha yükseklere,
tam, görünmeyen yapısına baktı. Vaftizci’nin arkası dönüktü. Bütün vücudunu saran yakıcı bakışı duydu kızdı,
fır döndü, şahin bakışkı gözlerini iiyi görebilmek için yarı kapadı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:271)
“Omuzlarını kaldırdı:
‘Sen ne anlarsın, patron? Dedi. ‘Sana bütün sanatlarda çalıştığımı söylemiştim. Bir kez de çanakçılık
yaptım. Bu sanatı delicesine seviyordum. Sen bir toprak çamuru alıp ondan ne istersen yapmanın ne olduğunu
bilir misin? Çark fırr der, çamur şeytan çarpmış gibi döner ve sen onun başında şöyle dersin: Sürahi yapacağım,
çanak yapacağım, kandil yapacağım, şeytan yapacağım! Ben sana derim ki, bu, insan olmak demektir: Yani,
Özgürlük..’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:27)
“Dona Lucrecia uzunca bir süre gözlerini açmaksızın mutlu bir düşe bıraktı kendini. Kapıldığı karşı
konulmaz çarpıntıyla kolları bacakları kesiliyor, yok olup gidiyordu sanki. Boşlukta yürüyor, dibe batıyor, fır fır
dönüyor gibiydi.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:15)
“-Geçek bir yabanıl hayvandın sen, dedi rahibe Angelica. Koca misyonerlerevinin içinde fır fönerdin,
peşinden seyirtmek gerekirdi sürekli. Bir keresinde de elimi ısırmıştın; ah haydut, sen yok musun.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:114)
“Bayram günleri öğle yemeğinden sonra likörün ve biranın neşesiyle bütün aile babaannemin dairesinde
gülüşürken ya da yağmurlu bir kış günü Robert Kolej’li zengin çocuğu arkadaşlarımdan birinin babasının
arabasıyla şehirde fır dönerken...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:299)
“Melek ve baykuş süslü gömütü araya araya, yavaş yavaş geçeneği tırmandı. Herhalde libeccio <bizdeki
savurduğu, konacakmış gibi evleğin <tarlada su yolu> üzerinde dengede duran, yalnız bir
martıyı fark etti. Libeccio’nun şiddetle estiği böylesine günlerde, martılara kentin göbeğinde bilr sık rastlanır:
Döküntülerle dolu su yolunu grup halinde aşar, sonra yiyecek arayışında, anakaranın üzerinde fır dönerler.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:81)
Lodos fırtınasına benzer)’nun
“Nataşa mahmuzlu çizmelerden bir tekini ayağına geçirmiş ötekini alıyordu. Rostof dışarı çıktığı sırada
Sonya fır dönüyor, eteklerini kabartıp oturmaya hazırlanıyordu.
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:13)
“Ama o boyuna konuşuyor, gevezelik ediyordu. Harlov’un çevresinde zıplıyor, fır fır dönüyordu.
Başuşakla çamaşırcı hala gelmemişti! İçime büyük bir korku düştü. Annem konuşurken yavaş yavaş rahatlayan,
sonuna doğru yatışıp tümüyle boyun eğen Harlov’un yeniden öfkelenmekte olduğunu anlıyordum.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84)
“İlk başlarda çekinen, saygıyla geride duran bütün o insanların arasında, tepeleme doldurulmuş
arabanın üstüne oturup ayaklarını sallandırıyor, oğlanlarla birlikte gülüyor, daha sonra dansa gidildiğinde de
onların ortasında fır dönüyordu.”
(S. Zweig, “Amok Kuşucusu-Bir Çöküşün Öyküsü”, sa:10)
Fırıldak : İltimas geçmek, hile hurda ile iş görmek, sözünde durmamak; Üç kağıt (Argo)
“Irazca, arkada, hem yürüyor, hem de yavaş sesle sokurdanıyordu:
‘Ağzına sıçtığımın herifi. Bu yaştan sonra benim elimi kana bulayacak! Muhtarım diye geçmiş köyün
başına, işi gücü fırıldak! İşi gücü adam kayırmak!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:130)
“Ellesmere Sokağı ve etrafındaki mahallenin tamamı, High Caddesi’ne varıncaya kadar, Hesperides
Emlak adında bir şebekenin elindedir, bunun da sahibi Şen Kredi İnşaat Şirketi adlı başka bir şebekedir. İnşaat
kooperatifleri belki de günümüzün en akıllı fırıldaklarıdır. Sigorta bir üçkağıttır, kabul ediyorum, ancak hiç
olmazsa açık bir kandırmacadır, kartlar masanın üstündedir.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:16)
Fırıl fırıl (çevirmek, dans etmek, dönmek) : Topaç gibi etrafında dönmek
“ÜÇÜNCÜ SAHNE - (Emekli polis komiseri Cavit Kocabıyık 45 yaşındadır. Uzun boylu ve zayıftır.
Başı sıfır numara ile traş edilmiştir. Suratı daima asık, gözleri daima şüphe içinde fırıl fırıl döner. İnsanlara
yiyecekmiş gibi bakar.)
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:17)
“Londra limanına vardığımız gece, Smithson Firması görkemli bir karşılama düzenlemişti. Başkan,
başkan yardımcısı, tarım bakanı, tüm botanik fakültesi ve üniversitenin zooloji bölümü ilişkinleri, eşleriyle
oradaydılar. Beyaz ve pembe iç eteklikleri denizanaları gibi uçuşuyor, şemsiyeler fırıl fırıl dönüyordu.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:49)
“ve rüyamda
fıskiyenin üstünde
fırıl fırıl dönen insan”
(A. Halet Çelebi<107-1958>, “Om Mani Padme Hum”, ‘İkinci Pencere’ sa:35)
“Böylece biz de fırıl fırıl dönen prizmasal ışıkta parlayan dansçıların büyük çemberine katıldık,
yumuşak davul vuruşlarının kanımızda yankılanışını duyuyor, bir sualtı gölcüğünde renkli deniz yosunlarından
oluşan kocaman bir çelenk gibi ağır ağır, koyu bir ritmle deviniyorduk, birbirimizle ve bütün öteki dansçılarla
tek beden olarak.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:103)
“Asıl güzeli, bu oyunların çoğunun kazalı, heyecanlı şeyler olmasıydı. Örneğin beni lastik top gibi
havaya fırlatıp tutar, ya da kalpağının üstüne oturtup ayaklarımdan tutarak sıçratır, fırıl fırıl çevirirdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:12)
“Gülen Ada’nın deniz altındaki koridor ve tünellerinden giren dalgaların suları, kuytu bir yerde
sevişiyorlarmış gibi koyun koynuna fırıl fırıl girdaplanırlar, birbirlerine bir şeyler fısıldayıp anlatırlar, sonra
birdenbire, çıldırasıya sevindiren bir müjdeyi duymuşlarmış gibi, havaya, bir pırlanta sütununa benzeyen bir
gülüş çağlayanı fırlatırlardı.”
(Halikarnas Balıçkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:80)
“Ömer ‘Hay gidi miskin!’ diye koştu, hayvanın tam başından sımsıkı tuttu. Sıktı. Sonra yerden çekerek
havada çevirdi, çevirdi. Kaz, iki misli uzayan boynunun ucuna asılı kocaman, iri yağlı vücuduyla fırıl fırıl
dönüyordu. Birden Ömer’in avucu açıldı, kaz yayından kurtulan bir ok gibi fırlayarak gitti, şadırvanın mermer
oluğuna hareketsiz cansız düştü.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Küs Ömer”, sa:93-4)
“Kayadan bir kıvılcım sıçramış, Meryem’in elini yakmıştı. Yusuf doruğun vahşi sahibini çağırmak için
ağzını açmıştı ki, daha ses çıkarmadan göğün temellerinden öfke içinde haykıran dolu yüklü bulutlar savrulmuş
ve keskin granit taşı üstünde fırıl fırıl dönen bir hortum meydana getirmişti.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:72)
“Şehvar’ın başında dünya fırıl fırıl dönmeye başlamıştı. Demek elinden kaçırdığı Anka kuşu şimdi
böylesine parayla oynayan, yarın milletvekili olabilecek bir insan haline gelmişti ha? Ne yapmış, ah ne halt
etmişti!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:231)
“Bir seferinde, kriz geçer geçmez, ani bir fren yaparak iyice kaymış ve buzda fırıl fırıl dönen araba
durduğunda dikiz aynasında beliren yüzünün yaşlarla sırılsıklam olduğunu görmüştü. Bilincini yitirme
noktalarına sürüklendiği ve aklının sınırlarına savrulduğu bu yolculukların tehlikeli olduğunu biliyordu
bilmesine, ama bu ona garip bir yürek dinginliği sağlıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:14)
“Daha onunla telefonla konuşurken ve hiç ilgisi yokken, onun uğruna ölmek için ezici bir istek duydu.
Ve fırıl fırıl dönen beyninde kahramanca özveri düşleri oluşup dağılmaya başladı. Onu öylesine çok, öylesine
korkunç, öylesine umutsuzca seviyordu.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:122)
“Hemen, yakınındaki katlanır kapıyı itip açarak Hindi ve Kıskaç’a döndüm ve avaz avaz haykırdım:
‘Bartleby ikinci kez metinleri karşılaştırmayacağını söylüyor. Bu konuda ne düşünüyorsun, Hindi?’
Anımsatmak isterim ki, akşamüstüydü. Elleri, kirlenmiş kağıtları arasında fırıl fırıl dönen ve çıplak
başından buharlar fışkıran Hindi, kor haline gelmiş bir bakır kazan gibiydi.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:34)
“SALINCAKTAKİ ÇOCUK
----------------------------------Dönüyor fırıl fırıl dünya: doğu oluyor batı
kuzey, dönüşüyor kuzeye;
dört ana yön
buluşuyor onun aklında.
Anne!
Nereden geldim ben?
Ne zaman uzun pantolonlar giyeceğim?
Babam, niçin hapiste?”
(Mbuyiseni Oswald Mtshali-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.11.07)
“KURTAR BENİ
Sömürülmüş yüzlerden
fırıl fırıl dönen plastik paraların
savaşçı öfkesine bulaşmış
yeminlerini unutan
bezgin aşıkların kirli maskelerinden
baba, kurtar beni”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“Hoş Geldiniz Çağdaş Bilince
------------------------------------bazıları için güneş
bazıları için ay
bazıları için (akıllılar için belki)
hem güneş, hem ay doğar
bazıları çıkar kıraç ay gezilerine
bazıları mikrodalgalanır köle gemilerinde
bazıları fırıl fırıl döner uzayda
rekabet hızını ayarlarken bazıları”
(Lesego Rampolokeng-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.04.08)
“Ego Adında bir Köpek, Öpücük Gibi Kar Taneleri
Ego adında bir köpek, öpücük gibi kar taneleri
Çırpındı, koştu, benimle birlikte geldi Aralık’ta
Soğuk havayı koklayarak, yer değiştirerek ve durarak
Saat yediye doğru durduğum yerde,
Koklayarak saklı ve açık uğraşlarını,
Fırıl fırıl dönerek, aniden saldırarak ve tartarak, dikkatle
Huzurlarını arayarak, yabancı, bilinmeyen,
Benimle, yakınımda, öptü beni, yarama dokundu,
Çıplak yüzüm, saplantılı ve zevk bağımlısı.”
(Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08)
“Çarkıfelek fırıl fırıl dönerek, ‘Vızz! Vızz!’ diye gitti. Roma Yıldızı, ‘Bum! Bum!’ diye fırladı. Sonra,
Arayıcı Fişekleri her tarafta fırıl fırıl dans ettiler.”
“Zenciler çançan edip bir dizi parlak boncuk için kavgaya tutuştular. İki turna teknenin çevresinde fırıl
fırıl dönüyordu.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:68;88)
“Pek bitkindi; yüreğinin ağır yükü solupğunu tıkadığı için direnmekten vazgeçiyor; bedenindeki
gerileme gereksinmesinden, yer değiştirme içgüdüsünden, sağanak karları fırıl fırıl döndürüdükçe, bu yıpranmış
taşlara gömülme isteğinden başka bir şey duymuyordu.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:16)
“Dürbünleriyle sağa sola bakıyorlar ve dansçılar gibi tek ayakları üzerinde fırıl fırıl dönmesini
biliyorlar; komedyenler gibi tumturaklı bir dil <parlando> kullanıyorlar ve gerçek bir filozofmuş gibi derin
düşüncelere dalmış görünüyorlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:24-5)
“Masadan kalktığımda ter içindeydim... Oda fırıl fırıl dönüyordu... Bir bardak su içtim. Sonra mektubu
bir okuyayım dedim, fakat daha ilk kelimelerden sonra gözüm karardı.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt: I, sa:50)
Fırlama : Gayri meşru, piç doğmuş çocuk; ipsiz sapsız, her şeye yanıtı olan adam (Argo)
“Martin Rothstein bu kadar büyük trajedileri kaldırabilecek biri değil. O, kıvrak zekası ve coşkusuyla
çekici bir insan; esprili cümlelerden, hazırcevap taşlamalardan oluşan bir barok komedi yazarı; iyi yemeyi seven,
sayısız arkadaşı olan ve Borscht Kuşağı’nın en fırlama oyuncularına taş çıkartacak mizah duygusuyla insanın
aklını çelen biri.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:131-2)
“ ‘Bölüm bensiz nasıl gidiyor?’ diye soruyor David olabildiğince neşeli görünerek.....’Kimseyi işe
aldınız mı?’
‘Bir kişi aldık, sözleşmeli olarak. Genç bir adam.’
‘Onunla tanıştım,’ diyebilirdi David. Tam bir fırlama. Ama David de iyi terbiye almış biri.
‘Uzmanlığı ne?’ diye soruyor onun yerine.
‘Uygulamalı diller. Dil öğretmeni.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:206-7)
“Genç bir adam postacımız, daha otuzunda yok. En fazla yirmi beş! Uzun boylu, beyaz tenli, avurtları
çökük, ince kemikli bir yüzü, kapkara biçimli bıyıkları, kırmızı dudakları ve güzel bakan ela gözleri var.... Öyle
böyle değil, çok kötü espriler yapıyor, kendini çok şakacı, çok fırlama sanıyor, nasıl derler biraz yalaka.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:102)
“Ulan orospu çocuğu, fırlama. Korktun mu ulan? Ulan ben senin ananı... N’oldun bebek, koca bebek,
artık kardeş değil miyiz yani?”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:181)
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin.....bir çıkından başka bir şeyi olmayan bir
kölesin. Göze gireyim diye pezevenklik edecek yaratılışta olan sen, alçaklığı da, namussuzluğu da, hayasızlığı,
düzenbazlığı da kişiliğinde toplamış bir fırlamasın, kancık oğlu kancıksın.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57-8)
Fırsat bu fırsat, bu fırsattır : Koşulların kendi yararına olmasından faydalanarak, hatalı olduğunu bilse dahi,
bir zamandır rüyaladığı planı kullanmak (adam öldürmek, cinsel tacizde bulunmak, kaçmak, para çalmak vb.);
Hazır fırsat elime geçmişken
“Bütün bu sorular şaşırtır beni tabii.. Siz de fırsat bu fırsat, ağzımdan dökülenleri hemen kağıda
geçirirsiniz; ne çıkar bunun sonunda?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:176)
“Burkhardt, peki der gibi başını salladı. Kesip açacaktı yarayı, kuşku yoktu buna, fırsat bu fırsattı,
çünkü. ‘Ancak bir şey var ki, anlattıklarından açıklığa kavuşmadı benim için,’ diye sesini yükseltti düşünceli bir
edayla.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:62)
“... ve fırsat bu fırsattır deyip ortaya çıkmanın tam zamanı olduğuna karar vererek, Rydal Keener’in
karısını öldürdüğünü, Rydal Keener’in Yunanca konuşmadığının doğru olmadığını çünkü bülbül gibi
konuştuğunu, fırsatını bulur bulmaz Rydal Keener’i ele vermek için hemen bir telefona koşmayı düşündüğünü
söylemiş olabilirdi bal gibi.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:199)
Fırsat bulmak : Olanak sağlamak
“-Doktorlar bir türlü tanı koyamadılar. Daha doğrusu her biri başka bir şey söyledi. Onu son görüşümde
düzelecekmiş gibi bir görünümü vardı.
-Adamcağızı bayramdanberi göreyim dedim, nedense fırsat bulup gidemedim.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:22)
Fırsatı ganimet bilmek : Fırsattan istifade etmek
Bk.: Fırsattan istifade etmek, yararlanmak
“Koyun sürüsü gibi bir mavnaya dolduk, bir römorkör gümrük rıhtımına çekti. Sandalcıların gemiden
rıhtıma kadar üç liret’e <Eski İtalyan lirası> yolcu taşıdıklarını düşünerek, yine karlı çıktık, diyorum içimden.
Kimsenin bana aldırış ettiği yok, ben de fırsatı ganimet biliyorum. Bir kere palikaraki <Yunan göçmeni>
olmuşuz olmuşuz, beleşten bir yemek çöplenmek, anafordan bir gece geçirmek hiç de anımsanacak şeyler değil.
Kimse çakmadıkça göçmen rolü oynayalım biz de! Gel gör ki olmuyor, işler beklenmedik bir şekilde
çatallaşıyor.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:81)
“Bolu Beyi öfkesinden çıldırmıştı... Yanındakiler de, Koca Yusuf’u çekemeyenler fırsatı ganimet
bildiler. Herifin koltuğuna birer kaya yuvarladılar.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:23)
Fırsatı geri tepmek : Kendine verilen fırsatı kullanmamayı yeğlemek
“Kız çenesini kaldırıp meydan okuyarak bakıyor David’e. Ya söyleneni anlamadı, ya da önünde açılan
fırsatı geri tepiyor. ‘Pazartesi günü, burada, büromda,’ diye yineliyor David.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:43)
Fırsat kollamak : Umduğu gaye için en elverişli ve uygun zamanı beklemek
“Maria umursamaz davrandı, kendi de güldü; ruhunun kan ağlamasına karşın.....bir eliyle
karşısısındakinin başını tutup yüzünü sağa sola çevirmeyi öğreten filmlere sövüp sayıyordu. Uygun bir açıklama
uydurdu (hemen kendimi bırakmak istemedim, çünkü emin değildim, ama artık onun hayatımın erkeği olduğunu
biliyorum) ve ikinci bir fırsat kollamaya koyuldu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:19)
“-Haksız efendim, haksız.
-Yo, öyle demeyin, pekala becerdi. Ne zamandır fırsat kolluyordu adamcağız; iyice kurt döktü, khekhe!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:374)
Fırsattan istifade etmek, yararlanmak : Fırsatı ganimet bilmek, durumu kendi yararına kullanmak
“MEPHISTOPHELES -... (Yüksek sesle.) Tıp biliminin ruhunu kavramak kolaydır: büyük ve küçük
dünyaları (makro ve mikro-kosmos) iyice incelersiniz ve sonunda işi Allahın inayetine bırakırsınız. Her tarafta
ilmin peşinden koşmak boştur: herkes ancak öğrenebileceğini öğrenir. Bununla beraber, kim fırsattan istifade
ederse, asıl adam da işte odur.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:94)
Fırt (diye kaçmak, saymak vb.) : Usulca, hemencecik (sıvışmak, saymak vb.)
“BRIGITTE - Aşağı yukarı gece yarısına doğru çiftlikten dönüyordum. Tam Marthe’gillerin evlerinin
oradaki ıhlamurlu yola gelmiştim ki önümden herifin biri, fırt diye kaçtı.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:78)
“-‘... Yahu dağ gibi yığıldı. Ne halt edeceğiz’ diyor. Bir yandan böyle diyerek dolanıyor ya, büsbütün
tozutmadığı şurdan belli ki, herifler getirip desteleri boca ettikçe kendisi de fırt sayıyor, küçük defterine
geçiriveriyor.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:192)
Fırt çekmek (Bir) : Bir yudum, bir içimlik, bir nefeslik almak
“‘ne görüyorsun?’
‘Meksika-Yerlisi çok hoş bir kız.’
‘nasıl görebiliyorsun?’
‘ne?’
‘nasıl görebiliyorsun? Gözlerini açmıyorsun, gözlerini çok kısık tutuyorsun. Neden?’
adil bir soruydu. Fransız şarabından bir fırt çektim.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Akü Problemi”, sa:103)
“Buhran anlarımda en korkuyla beklediğim şey başıma geldi. Ağustos başında hasta düştüm: sinir
yorgunluğuyla pekişmiş şiddetli bir sıtma vakası. Bir akşam kır evine normalden erken döndüm. Çayımdan bir
fırt çektiğimde hiçbir tat alamamıştım. Başım dönüyordu, ateşliydim ve titriyordum.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:28)
“Stockholm’de ayyaşlara sık sık rastlardınız. Kesekağıdına koydukları şişenin ağzından sık sık bir fırt
çeker ve önlerine kim çıkarsa tebelleş olurlardı. Kokuları dayanılmazdı. Blue-jean giyer ve tahta pabuçlarını
tıkırdata tıkırdata dolaşırlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:90)
“Mutfak ateşini yakmak zordu. Baca çarpıktı ve bu yüzden daima yarı tıkanık olurdu ve ateş yakmadan
önce, bir ayyaşın ancak bir fırt cinle uyanabilmesi gibi bir kap dolusu gazyağına bulanmayı bekliyordu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:8)
Fırt fırt : Sürekli bir şekilde, ileri geri oynayarak
“Ellerini ceplerine sokup voltaya başladı. Bir zaman gidip geldikten sonrai adımlarını gitikçe
hızlandırıp daralttığını, kendini dalgınlığa biraz daha bıraksa, durduğu yerde fırt fırt döneleyeceğini anladı.
Böyle voltayı, kız bozmaktan tutuklanmış bir okul arkadaşını yoklamaya gittiği sıra Çorum cezaevinde
görmüştü.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:268)
Fırtınada gemileri batmış gibi : Çok üzgün, bitik görünmek
“Camerlengo fırtınada gemileri batmış gibi kendini salıverdi. Papaz cübbesi kabardı ve koltuğuna
çöktü. ‘I preferiti,’ (Papa seçiminde üçte iki çoğunluk temin edilinceye kadar toplantıyı idare eden Kardinal) diye
fısıldadı. ‘Dört gözde... Baggia da aralarında... Papa’nın halefi olması en muhtemel aday... bu nasıl olur?’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:169)
Fırtına gibi esmek, girmek : Aceleci ve sert, esen bir tavırla içeri girmek
“‘Ne haber?’ dedi Melek. ‘Nasılsın bakayım? Neşeli gözükmüyorsun!’ Fırtına gibi odaya girip bir
daire çizmiş, hemen gözden geçirmişti bile.
‘Yok, canım, iyiyim...’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:553)
Fırtına kopmak : Bir kavga, patırdı gürültü oluşmak; Kuvvetli rüzgar ve yağmurun oluşturduğu atmosferik
karışıklık
“LAUREL - Bana sorarsan yakında fırtına kopacak .
MAITLAND - Sana sormuyorum. Kendinle pek fazla övünüyorsun. Kavga konusu olmaktan adeta
hindi gibi kabarıyorsun.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:46)
“Kısa bir süre sonra büyük bir fırtına koptu. Rüzgar esip savuruyor, yağmur bardaktan boşanırcasına
sağnak halinde yağıyordu. Rüzgarın en şiddetli estiği anların birinde kulübenin çatısının bir bölümü uçtu ve o
çok dikkatle koruduğumuz ateş söndü.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:25)
“ ‘Ayrıntılarıyla anlat, mıymıntı herif. Yalandan tatlı dilli olmaya çalış bir daha... Havayı her yanıyla
anlat, beni bu konuda biraz aydınlat. Gelecek sefer kestirme gitmeye kalkışırsan fırtına koparırım, ona göre!’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:58)
Fırtınalar Burnu : İlk Bartolomeu Dias (Port.)’ın keşfettiği, 1486’da, Afrika’nın güneyindeki ‘Ümit Burnu’.
Yorgunluktan dolayı heyet oradan geri döndü; etrafından dolaşıp Hindistanı bulmak ise, Vasco da Gama’ya
nasib olmuştur (1499). Dias’ın, dalgaları ve fırtınaları ile çok ünlü bu yere verdiği “Fırtınalar Burnu” ismini,
Portekiz Kralı II. Joao, Hindistan’ı kasdederek, “Ümit Burnu”na çevirmiştir.
“1486. Büyük Zafer! Afrika’nın etrafı dolaşılmıştır! Bartolomeu Dias, ‘Fırtınalar Burnu’nu, yani ‘Ümit
Burnunu dolaşır. Bundan sonra yol, artık daha güneye gitmemektedir. İki Yahudi elçinin Habeşistan’ın
Hıristiyan hükümdarı Keşiş Yohannes’i bulmak üzere yaptığı keşif gezisinden Portekiz kralına getirdikleri
haritalardan bilinen rota izlenerek, Muson rüzgarlarının yardımıyla okyanusu geçip doğuya doğru gitmek
gerekmektedir yalnızca, bundan sonra Hindistan’a varmak an meselesidir.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa24)
Fısılda(ş)mak; Fıs(ıl) fıs(ıl) (konuşmak, ötmek, söylenip durmak); Fısıltı, fısıltılı : Sevgi ve sıcaklık dolu bir
tonla, fısıltıyla konuşmak; Ağaçların rüzgardan mırıldanışı
“ALAZANİ IRMAĞI KIYISINDA
------------------------------------------Biliyorum, ne diyor Borbalo’nun zirvesi,
Kadori’nin sırtları, Sakori beli;
Mzekinvari Tepesi’nin düşlerini biliyorum,
seherin fısıltısını duyuyorum gelen günün dertlerini.”
(İraklı Abaşidze<1909-1992>-Hüseyin Uygun; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.03)
“Ofelya / Arthur Rimbaud <Tk.:1958>
I
--------------------------------Bin yıldan fazladır dolaşır mahzun Ofelya
Ak bir hayal gibi kara ırmağın yüzünü
Bin yıldan fazladır hafif akşam rüzgarıyla
Fısıldar çılgınlığın yanık türküsünü.”
(Louis Aragon <1897-1982>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.06.05)
“SARI MASKE
------------------ölmüş annemle babamı
ziyaret etmek istiyordum
yakılan arkadaşlarımı
ziyaret etmek istiyordum
hapishanesi bayraklı
yılan ülkesinde tutuklu kardeşimi
ziyaret etmek istiyordum
nehrin fısıltıları eşliğinde”
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
“Mike &Tony’s’in lokanta bölümü, bir duvarında kitap raflarının, öteki duvarında siyah-beyaz
fotoğrafların yer aldığı, halı kaplı ve ancak sekiz-on masanın sığabildiği küçük bir salondu. Bir başka deyişle,
sessiz, sakin ve fısıltıların bile rahatça duyulabildiği akustiği olan bir yerdi.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:115)
“ÇİNGENE AŞIĞIN GÜNLÜĞÜ
Fısıldadı
bu yaram
girişinle
Lezzeti
sözcüklerin
çocuklarını...
yazdı...
yeni
den...”
(Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07)
“BEATRİS
------------Baktım iniyor başıma öğlen üzeri
İç karartan bir fırtına bulutu, iri,
Acımasız, meraklı cücelere benzer,
Bir sürü şeytan taşıyan, kötücül, beter.
Başladılar beni soğuk soğuk süzmeye,
Ve bakakalan yolcular gibi bir deliye,
Fısıldaştıklarını duydum gülüşerek,
Durmadan birbirlerine kaş-göz ederek.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:221)
“ELMASLAR
---------------Bir tan vakti fısıltılar eşliğinde, iğneleri
arı gibi hızlı hızlı işliyordu, ipek, balinalı
korselerini yırtıp açtılar,
dikiş yerlerine elmaslarını sakladılar.”
(Rosito Boland-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04)
“Kendi kendine, ‘Kaçabilirsiniz ama kurtulamazsınız,’ diye fısıldadı.
Simkins ile ekibi, raflardan oluşan labirentin içinde ilerlemeye başladı. Oyun sahasında kendi lehine o
kadar çok ipucu vardı ki, Simkins’in avını takip etmek için gözlüklerine bile ihtiyacı yoktu. Normal şartlarda
raflarla dolu bu labirent, saklanmak için uygun bir ortam sağlardı, ama Kongre Kütüphanesi enerji tasarrufu
sağlamak için harekete duyarlı ışıklandırma kullanıyordu ve şimdi kaçakların geçtiği yol, uçak pisti gibi
aydınlanmıştı.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:252)
“ADADA
1
Çimento-grisi yerler, duvarlar
çimento-grisi günler
çimento-grisi zaman
sonra bir gri fısıltı
kırılan dalgalardan
esen rüzgarlardan
incecik yağmurlardan”
(Denis Brutus<d.1924>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.08.06)
“ŞAİRE
-------Sabahın düşleridir akşamın girdabıdır
Yakala sana neyi fısıldarsa Yazgı,
Ve unutma: çağlar boyunca dikenle
örülüdür
Şairin kutsal çelengi.”
(Valeri Bryusov <1873-1924>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.03.02)
“ ‘.... Bunlara kimse bir şey anlatmayacaktır ama, sezinleyeceklerdr, havadan kokusunu alacaklardır,
boşboğazlılıkları vardır, yine de ağzı sıkı kimselerdir, bizi koruyacaklardır, hem de durumumuza imrenerek.’
Loş odayla aydınlık odanın kapı aralığında söylüyordu bunları, kulağınıza değil de, ağzınıza
fısıldıyordu ve dudakları dudaklarına değiyordu zaman zaman.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:150)
“HAYIR’IN İRLANDACASI
-----------------------------------Baküs, arkadaşlar ve ben, nasıl çevirileceğini Ulster Bank
-‘Evet Demekten Hoşlanan
Banka’nın İrlandaca’ya ve yabani gülün yabancı olup olmadığını
İrlanda’ya.
Göremiyorum ayağımın dibinde hangi çiçeklerin olduğunu,
evet yinelenen fiil olduğunda,
Kesin olarak evet değil, ama duyguların paylaşıldığı baş sallamalar ve
fısıltılar.”
(Ciaron Carson<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.06.05)
“ÇANLAR
Severim çanları, kulağıma çalınır,
Yellerin fısıltısı gibi tıpkı,
Fıskıye şırıltısı gibi
Koyun melemesi gibi gelir sesleri.”
(Rosalia de Castro<1837-1885>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.09.04)
“İSKENDERİN ASKERLERİ
<Sapanca Şiir Akşamlarında Beş Yunan Şairi-1>
5.
Adam, tek başına yürüyor kıyıda
Hala dalgaların ezeli fısıltısının etkisi altında,
Tıpkı suyun nini söyleyerek kayayı uyuttuğu gibi
Çevresindeki doğanın
(sedir ağaçlarının, köhne balıkçı teknelerinin,
çakıl taşlarının)
hüzünlü, yalın bir parlaklığı var.”
(Yorgos Çuliaras-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.06.04)
“KUDÜS
---------Acılarımız ve beklentilerimiz ortak
olası bir kurtuluş düşümüz gibi
İnternetin dikkatli kamera gözünün izlediği
bizler dizilmişiz yan yana düşler duvarının dibine
fısıldaşarak en özel gizlerimizi
Taşın içinde en derinlerde çarpan bir yürek var mı?
Tanrının yüreği?”
(Peter Curman<d.1921>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03)
“HAPİSHANE
----------------Hünerli ellerin etkinleştirdiği bir org gibi,
Ey uzun ıstırabım! Seni dinliyorum: ve sesin,
Hala fısıldıyor, acıların ve iç çekişlerin ekosuyla.
Onca zamandır ellerimle zapt edemediğim.”
(Leon Dierx<1838-1942>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
“Şaşkın, görkemli bir bitkinlikle hastabakıcının gösterdiği özeni kabul eden tanımadığım bir adama
bakarak tam bir dakika orada hayret içinde dikilip kaldım. Nöbetçi hemşire kulağıma şöyle fısıldıyordu:
‘İyi ki geldiniz. Hiç ziyaretçisi gelmiyordu. Bazen kendini kaybeder ama ayılır ayılmaz hemen
insanları sorar. Bir akrabası mısınız?’ ”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:111)
“Dostumu yeni tıraş olmuş, gayet şık giyinmiş, işyerinin karanlığında, çevresinde çocuk arabalarıyla,
hiç kımıldamadan otururken buldum. Önündeki hesap defterinin üzerinde evin o büyük anahtarı duruyordu, ara
sıra azar kabilinden dürtüşlüyordu. Bir komplo havasıyla parmağını dudaklarına götürdü ve bir sandalyeyi işaret
etti. ‘Hepsi buradalar, canım,’ diye fısıldadı, ‘hazırlanıyorlar.’ ”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:68)
“Farama giysilerini giymeye başladı, ama hala uykuluydu ve elleri titrediği için zorlanıyordu.
‘Birdenbire hava soğudu,’ dedi gardiyanın gözlerini özür dilercesine araştırırken.
‘Sana söylememem gerekiyordu,’ diye fısıldadı beriki, ‘ama araba bekliyor. Acele et...’ ”
(M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:73)
“Picasso
---------ve faşistleri şaşırtmak isteyen bir ana
suikastçıların fısıldaştıkları ve tavanından
kurusun diye kırmızı biber asılan karanlık odada
tesbihli buruşuk ellerini
ömlüğüne siliyor yavaşça”
(Nikos Engonopulos<1910-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.07.08)
“BİR SAHNEYİ ANDIRAN
Bir sahneyi andıran
Piazza della Rotonda’da
Birkaç bin vatandaş
(kimileri hala togalarıyla)
ya bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlar
ya da kahvedeki masalarında
oturuyorlar
Bu arada yaşlı mı yaşlı bir çiçekçi kadın
birbirleriyle fısıldaşan
kot pantolonlu genç çiftlere eğilerek
masalar arasından geçiyor
ve onlara kurumuş
çiçeklerini sunuyor”
(Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.05)
“RÜYA
-------insanlar birbirinin kulağına eğilip fısıldıyor:
‘ah, o; bu görkem, bu güç, bu vakarla
dünyada tektir
şüphesiz yüce bir şehzadedir’ ”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:40)
“Kalkıp dükkanın içinde şöyle bir dolaştı. İki tane koku şişesini, kendince, daha göz alan bir yere
koydu. Ayakkabılarının darlığını duyana dek geçenleri ayakta izledi. Gök dışarda koyulaşmış, akşam olunca
serinleyen hava, duru belirmişti balıkçıların üzerinden. Çünkü yalnız onların çatıları yoktu.
-Nedir kızlar bu fıs fıs konuşmalar? Söyleyin bakalım.”
(Füruzan, “Kuşatma”, sa:101)
“Müzik, madde dünyasının dışındadır ve bize de ondan uzaklaşma olanağı sağlar. Ama gene de, şu ya
da bu prelüd (sol majör ve fa majör prelüdler) -en azından benim için- belirli hiçbir manzarayı çağrıştırmasa bile,
birinde bas’ların, diğerinde tiz’lerin fısıltılarını, karşı gelinmez biçimde bir derenin usulca şırıldayışına
benzetirim ben.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:41)
“SERÇE <1904>
--------Hışırtı, fısıltı ve
Kucakladı, naz başlıyor...
Seviyorum, yalnızken de!
O, yarini düşünüyor.”
(Zinaida Gippius<1869-1985>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 23.01.03)
“Çılgın çocuk
Öbür evdeki çılgın çocuk
Prangaya bağlanmıştı. Geceleyin öyle oldu ki
Onun ulumasını dinledik. Yatağımda fısıldadım:
Ulu Tanrım teşekkürler! Hiç değilse ben hürüm.”
(Inger Hagerup-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02)
“Bir Nisan sabahıydı. Fısıl fısıl öten bir ulu çamın gölgesinde, yupyumuşak otların üzerinde dünyaya
geldim. Ben konuşamıyordum, fakat insanların ne dediklerini anlıyordum.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:87)
“UÇUK MAVİ HÜLYALAR
----------------------------------Işıklı büyük ziller
Çınlatırlar ellerinde.
Fısıldar bazıları, ve kandiller
Tutarlar yüzlerinin önüne.”
(Georg Heym<1887-1912>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.07.09)
“SİNEK
-------Sessizlik çöktüğünde
ve yalnızca çürümenin fısıltısı
hafifçe sardığında gövdeleri
ve yalnızca
birkaç kol ve bacak
hala sarsıntılarla seğirdiğinde
ağaçların ardında.”
(Miroslav Holub-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,, 06.08.09)
“GÖĞÜ DAYAKLAMAK
İSTEYENE ÖĞÜTLER <2004>
------------------------------Gök fısıltıyla da dayaklanabilir aslında,
Bazen ıslak sigaranın tütsüsüyle de.
Söylenmiş sözler tersyüzün yutulurlar.
İnsan bir kuruntu ustasıdır kendi gözünde.
Şimdilik bu kadar!
Eline geçen her şeyle dayakla göğü,
Ben tekrar dönene kadar.”
(Fehim Hüseyinov <d.1954 >Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.12.04)
“HAVAALANINDA KAYIP
----------------------------------Ardından bir üst görevli geldi ve kayıp
uçak destanını dinledi.. Omzunun üstünden endişeli
gözlerle bize doğru bakıp fısıldadı duyulur tonda:
‘Ne kadar zarar bekliyorlar?’ Ve neredeyse
on yedi saat olduğunu duyunca, dedi ki:
‘Amerikalı olamazlar, çoktan isyan çıkmıştı yoksa.’
Sonra yine fısıltıyla ‘Kim bunlar, Tanrı aşkına?’ ”
(Kevin Ireland<d.1933>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.10.08)
“Baykuşun peşinde sürüklendikçe; kırmızı yabangüllerini açmış yıkık mezar taşları; orada donup
kalmışken ve ölümü bekledikçe, yüreğimin ta derinlerinde sevinçlere kavuşmaktaydım. Çoktan razıydım
ölümlere aşık olmaya. Benim için yalnız ölümler aşkı olabilirdi: aydınlanış fısıldıyordu. Yüzünün çizgilerini
hatırlamadığım o esrarlı adam uğruna can vermeye gönüllüydüm.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:43)
“Türküler Vardır...
Göl 2
------Gökyüzündeki ölümsüz balıkları
Şırıltıyla fısıltıyla aldatan
İpliği dayanıksız ve değişken
Yavaş hareket eden oltalarını suya attılar.”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“Babam, karşıdan gelen kellifelli adamı görünce ellerimi çözüp ona doğru ilerledi.Boyası dökük bir
bayrak direğinin önünde durup konuşmaya başladılar. Geri döndüğünde rengi atmıştı. Eğilip annemin kulağına
bir şeyler fısıldadı. Annem çılgına döndü. Zavallı büyük annemi oracıkta gömmek zorunda kaldık...”
(Hakkı İnanç, “Mübadele Öyküleri-Dora’nın Kedisi”, sa:61-2)
“KENDİMLE KONUŞMALAR
Büyük bir tımarhanesi
İki üç doktoru ve küçük kilisesiyle
Fısıltılı dedikoduların dolaştığı bu ufak şehirde
Doğalı uzun zaman olmadı”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“ ‘Onu sevmediğimi söylerim hep. Beni seviyor, fakat çok kırıyor. Onun için sevmem.’ ‘Öpmez misin
hiç?’ ‘Tabii öperim. Her sabah, her gece. Sonra azarlar beni, küserim, barışırız gene. Ama kırar beni. Sevmem.
Ondan, sizin önünüzde okşayınca...’ Fikret, ‘Ne fısıl fısıl söylenip duruyorsunuz yahu,’ dedi birden.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:57)
“Daha Ürkünç
mesafen dayanılmaz.
(bir şeyler duymuştuk.
Kaçışan galaksiler hakkında).
ama senin bana olan yakınlığın daha da
ürkünç.
gizli varlığın
ayak izlerin.
nefesin.
fısıldadığın sözcükler.
yardım dileyen sesin.”
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“Hasan’ın başını kucağına çekti, konuşmaya başladı fısıl fısıl: ‘Sen biliyorsun yavrum, sen çocuksun
yavrum, beni dinle yavrum, çocuksun ya, büyüdün de, babayiğit bir erkek oldun.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:109)
“Zenci, biraz önce ne okuduğunu biliyormuş gibi, ona gülümsedi. O muydu yoksa, o mektubu ona
yazan? Bu çok saçma düşünceyi kafasından attı ve sonraki durakta inmek üzere yerinden kalktı. Geçişi
engelleyen Zencinin yanından geçmesi gerekiyordu, bu canını sıktı. Ona tam çok yaklaşmıştı ki otobüs fren
yaptı, bir an dengesini yitirdi ve gözünü ondan hiç ayırmayan zenci genç, kahkahayı bastı. Chantal, otobüsüten
indi: Adam, flört etmeye falan kalkmamış, onunla yalnızca eğlenmişti.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:50)
“Kapris No: 16
----------------Sonra oturacağız seninle
çay bahçesinin şemsiyeleri altına
Sonra kurtulacağız tüm gizlerimizden.
Sonra tarihin alçalttığı
çok insan geçecek.
Fısıldaşacaklar
acıyarak bakarak bana:
-Şuna bakın, kendi kendine konuşuyor.”
(Lyubomir Levçev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.09.02)
“Seslerini alçaltmışlar, fısıl fısıl konuşuyorlardı. “Kapıyı kırıp dalmışlar içeriye. Bir düşün. Uyku
sersemi, o kadar adamı yatak odanda görünce… Evi aramışlar. Üçünü de götürmüşler bir yere. Neresi olduğu
belli değil.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:49)
“Adanın dingin doğasında, dile söze gelmeyen bir yaşam sırrı gizliydi sanki. Sabahları denizin
üstündeki süt beyaz sisi, akşamüstü insanın yüzünü yalayan hafif esintiyi, martı çığlıklarına eşlik eden rüzgarın
fısıltısını, lavanta kokularını nasıl anlatmalı?”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:7)
“Ben yolda giderken Beyaz Mantık durmadan kulağıma birşeyler fısıldıyor:
‘Bırak tüm doktorlar suçlasın beni. Ne çıkar bundan? Ben gerçeğim. Biliyorsun bunu. Benimle
savaşmazsın. Söylerlerse söylesinler. Gerçek bu. Hayat yaşamak için yalan söyler. Hayat sürekli bir yalan
söyleme sürecinden ibarettir.’ ”
(J. London, “İntihar”, sa:223)
“Geceyi geçireceğimiz bana yöneldiğinde dayak yemiş gibiydim. Hatem gelip erzak alması gerektiğini
söyledi, Habib de limanda gerzinmek istediğini fısıldadı; tek söz etmeden ikisini de yolladım. Yalnızca Cabir
yanımda kaldı. Ama onunla da tek kelime konuşmadım. Ne yapabilirim ona? ‘Lanet olsun sana Bume, senin
yüzünden aşağılandım buralarda!’ ”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:43)
“Mevsim
Bu saat vadi boyunca
bu ışık
gittikçe uzayan yazın sonunda
bu fısıltı dikenli çimende
bu yüzen tüy
havada bu yarım hayat boyu ev
ya da yakın
bu mavi kapı duraklayan güneşe açık
bu sessizlik
bitmemiş bir ses gibi odalardan yankıyan”
(W.S. Merwin<d.1929>-Jale N. Erzen; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.03)
“Rüzgara Hazırlık
----------------------Çocukluğumda bir ayakla
birçok yara dizlerimde
siyah beyaz fotoğraflarımda,
koruyucu meleğim fısıldıyor,
yapacaksın,
uçurtma uçurtmak
ruhunda yaşaması gibi
cennetlerle
sen bir rüzgara
dönüşüne dek.”
(Aksinia Mihailova<D.1963>-Zeynep Köylü, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.02.10)
“EL ŞAFKİİ <1977 Ürdün>
-------------2
‘Cilkad’ın etekleri sahille birleşirdi
çayırlarla örtülü.
Gökyüzü yüce tepesini
okşamasını (beklerdik)
fısıltıyla mutlak yası anımsatırdı
kayadan adamları
köye inerdi”
(Cilkad: Ürdünde bir dağ)
(Amcet Nasır-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.02.05)
“BÜTÜN ERKEKLER ÖLÜR
----------------------------------Çünkü gök kanla ağıyordur,
soluk soluğa atan bir damar
kalbinde hırçın denizin
ve toprağın nabzında,
unutulmak gibi bir şahdamar.
Ürperir aynı rüzgarla
darağacı, çarmıh ve çiçek,
sussun yatakların fısıltısı
avuçlarda parıldayan kehribar”
(Ahmet Oktay<d.1933>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiirleri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:224)
“Bir Tılsım Yapmak İçin
-----------------------------yağmurla rüzgar soğuk mavi darbelerle
onu mermere dönüştürmeden ya da ikiye
bölmeden fısıldayarak kamçılarlar,
karanlık da bütün yaban hayvanlarla oyuklar açar,
böylece kalp de unutmaz.
Sonra onu sevgisinin doruğundan yoğun sisin
içine at.”
(Olga Orozco<1920-1999>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.09.05)
“Aslına bakarsanız, o günün öğle sonrasında rüzgar falan esmiyordu. Nerdeyse tam bir bahar havası
vardı. Gordon dün başladığı şiir salt kulakları bayram etsin diye fısıldayarak kendi kendine yineliyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:74)
“YAŞAM
Bahçe, bahar, mayıs, çiçek,
bank, fısıltı, ok, daire.
Bir kadınla, bir de erkek,
sevişmeler ve saire.”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“BARBARLAR
-----------------Burası prens parkı Clam-Gallas,
toplu konutlara baş eğecek sonu,
sanki bir koruydu Pallas
kehanet fısıltıyla dolu.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.06.03)
“MÜZİK
---------Potinlerimi giyip uzaklaşıyorum. Beni
Garip buluyor kızlar, ardımdan fısıldaşıyor.
-Yanıyorum onarırken onların bedenlerini
Dudağım dudaklarının özlemini taşıyor...”
(A. Rimbaud<1854-1991>, “Dizeler”, sa:87)
“İSMENE
----------küçük çıplak Eroslu küpeler
parmaklarına yüzükler, bileklerine bilezikler ve
kemerine
büyük, altından bir toka taktım. Bu boyalı, süslü
görünüşüyle
garip bir biçimde bana benzemişti. ‘Nasıl da İsmene’ye
benziyor,’ demişti
küçük bir kız, fısıldar gibi...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:180)
“ ‘Gitmeyin, oraya gitmeyin,’ diye tekrar etti kadın, öyle ısrarcıydı ki, merakım katlandı.
‘Onunla konuşmam gerek, bu çok acil.’
Kadın ağzından çıkan fısıltıları boğmak için eliyle dudaklarını örttü. Dört yöne de baktı sonra halden
anlar bir jest yaparak şöyle dedi:
‘Gitme oraya kadın!’ Bir anda yüzünün ifadesi değişmiş, mimiklerine korku sinmişti. ‘O öldü,’ diye
açıkladı.”
(R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:230)
“mahal
göğüslerinin arasındaki yer
batıl itikat dolu.
denizciler fısıldaşıyor
hiçbir kazazede
terkedemez orayı nişansız diye.”
(Said<d.1947>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.05.02)
“... bir gece rüyasında birinin kulağına şöyle fısıldadığını duydu, ‘Sakın korkma, bil ki Tanrı’nın sana
ihtiyacı vardır, uyandığında bu sözleri kimin söylediğini merak etmeye başladı, herhalde bir melek, Rabbin
mesajlarını yerlerine ulaştırmak için yeryüzünün dört bir yanına dağılan meleklerden biri, belki bir iblis, şeytanın
izinden giden kötü ruhlardan biri. Mecdelli Meryem döşeğin diğer ucunda mışıl mışıl uyuyordu, öyleyse o
olamazdı.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:299
“İlkşiir
-------Kıpırtısız, bekliyorum sular maviye kessin
ve dallardaki kuşlar dile gelip söylesin neden
bunca uzun ve tellidir kavaklar ve
fısıldamakta yapraklar.”
(José Saramago<d.1922>-Pial del Rio-<d.1922-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 13.04.05)
“ALTINLA KAPLI CADDELER
<Jackstraws-Mikado’nun
Çöpleri’nden>
----------------------------------------Çok methini duyduğumuz lokantanın
Bekar kadın garsonunu bir sandalye tepesinde
Yılbaşı süslerini ipe dizerken bulduk.
‘Ölü kaldırıcı dükkanında bir idealist’
Diye fısıldadın lekeli mönüyü okurken
O dönüp bizi fark etmeden önce.”
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
“SARMAŞ DOLAŞ <Epik Şiirler, 1902>
----------------------Akşam üüstü dönüyorken bakraçlarla çeşmeden
birikmiş insanlar görmüş, telaşla koşup gelen,
mahallenin göbeğinde, İvo’ların önünde
‘Zavallıcık,’ diyorlardı fısıltılar halinde.”
(Penço Slaveykov<1866-1912>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.02.06)
“Anarşistler! Devrimciler! Bu iki sözcük benim çocukluğumun en büyük karabasanıydı. Belki sana
anlatması zor gelebilir ama ekim devrimi yaşandığı zaman on yedi yaşındaydım. Korkunç şeylerin fısıldandığını
duyuyordum; bir okul arkadaşım bana pek yakında Kazakların Roma’ya, Vatikan’a ineceklerini, atlarına kutsal
çeşmelerden su içireceklerini söylemişti.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:148)
“Yatak odasında ölmek üzere olan anne, ‘Söz ver...’ diye fısıldadı.
‘Söz mü?’ Laetitia ablasına korku dolu bakışlarla baktı.
‘Onunla evleneceğine söz ver!’
‘Ama Franziska...’
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:9)
“Top atışlarının sesi her an kulaklarındaydı. Her an parlayan zehir damlasını ve sinsi kamayı
görmekteydi. Masanın başında otururken kulak kabartırdı: Manş Denizi’ndeki silahları işitirdi; hep endişeliydi-
şu bir beddua mıydı ya şu bir fısıltı mı? Saflık ve temiz yüreklilik onları önüne yerleştirdiği karanlık fon
nedeniyle kendi açısından büsbütün değer kazanıyorlardı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:24)
“BİR ÖMRÜN SUSKUNLUĞU
Irzına geçildi yedisinde
amcası tarafından
gece yarısı,
siyahlar kasabasında
on bir kişinin yaşadığı
dört-odalı evlerin
oturma-yatak-yemek odasındaki
bir masa altında.
Uykudaydı diğerleri
uygun olan her yerde.
Boğuluverdi çığlığı
becerince onu amcası.
Fısıldıyordu durmadan,
‘Sakın söyleme kimseye.’ ”
(Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.11.07)
“DELİ PAVLETA İLE ONUN GENÇ KARISI
<Penço Slavevkov’a>
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
----------------------------------------------------------Yürek tup tup, neredeyse fırlayacak göğüsten...
Her kim olsa kuşku oluyor titreşimli bu sesten.
Ve Aglika aşka susuz, kapının gerisinde
fısıltıyla konuşuyor sabırsızlık içinde”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“ÖZGÜRLÜK... DİYE HAYKIRIYORUM
<23 Eylül 2004>
----------------arzularla coşarken
kalbim
fısıltılarla doluyor
özgürlük kavgamın
yollarını anlatan...
ve ben,
elleri ayakları zincirli bir kölelik için değil;
gerçek özgürlüğü
haykırıyorum...”
(Abir Zeki<d.1965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.06.07)
Fısıltı gazetesi : Toplumu ilgilendiren ve fakat gazete gibi bir yayınla halka bildirileceğine, dedikodu olarak
kulaktan kuılağa yayılan haber
“Sonra Deborah, ‘Fısıltı gazetesi senin döndüğünü hiç söylemedi bana,’ dedi. Bunu söylerken dosdoğru
Carla’nın gözlerine bakıyordu; bu bakış, söze dökülse tümüyle müdahale olarak nitelenebilecek bir yaklaşımı
yansıtıyordu.
‘Dışarda korkunç bir yalnızlık oluyor, hepsi bu,’ diye yanıtladı Carla. Deborah’ya bir soru sorma
ayrıcalığı tanımıştı; Deborah sorusunu basit bir biçimde sormaya çalıştı.
‘Geri dönmek <hastahaneye> güç geldi mi?’ ”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:215)
Fısır fısır : Fısıldayarak gevezelik etmek, alçak sesle uzun süre birbiriyle konuşmak
“Flört etmenin bu kadar uluorta olmadığı benim gençlik yıllarımda, sevgililerin gözlerden uzak
pastanelerde buluşma modası vardı; kıyı bucak masalarda birbirlerinin ağzının içine düşerek, fısır fısır
konuşurlardı. Kız, ikide bir çantasını büyük bir çalımla omuzuna atar, tuvalete giderdi. Hep düşünürdüm,
yanlarındaki erkek, bu kızların bu kadar işemesinden hiç mi kuşkulanmaz, diye.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:39)
Fıstığım; Fıstık gibi (kız) : Çekici, göz alıcı, güzel görünümlü (Kız) (Bazan argo)
“DUNYAŞA - İnşallah kendini vurmaz. (Bir sessizlik.) Sinirli, kaygılı biri oldum, her şey beni
kaygılandırıyor. Bey evine hizmete alındığımda küçük bir kızdım. Artık köy yaşamına alışkanlığı yitirdim.
Bakın ellerime, hanımefendi elleri gibi akça pakça oldular..... Yaşa, beni aldatacak olursanız, sinirlerim ne olur
bilemiyorum...
YAŞA (Kızı öper.) - Fıstığım! Kuşkusuz her genç kız kendini bilmelidir, kötü davranışlı kızlardan
hiç haz etmem.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:128-9)
“‘Minnie Mouse’ın kıyafeti gibi oldu,’ diyorum. Aldırış bile etmiyor.
‘Fıstık oldun fıstık, fıstık!’
‘Nasıl yani? Ne demek fıstık oldun?’
Otele döndüğümüzde güçbela ondan ayrılıp havuzun soyunma kabinlerinde üstümü değiştirmek
istiyorum. Ama peşimden geliyor.”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:60)
“Eli tabancalı kör, kadınlar giderken, ‘Ödemenin mal karşılığı yapıldığını biliyorsunuz, sevgili
erkeklerinize söyleyin de gelip çorbalarını alsınlar,’ demişti alay ederek. Sonra da, ‘Yakında görüşürüz kızlar,
gelecek seansa iyi hazırlanın,’ diye eklemişti, alay etmeyi sürdürerek. Öteki körler de adeta koro halinde,
Yakında görüşürüz, dediler ama sözün sonunu kimi fıstıklar, kimi de orospular, diye bitirdi; bu arada, heveslerini
iyice aldıkları, seslerinin zayıf ve bıkkın çıkmasından anlaşılıyordu.”
(J. Saramago, “Körler”, sa:163)
“‘Canın eğlenmek istemiyor mu ?’ diye sordu Mario. ‘Şöyle güzel, fıstık gibi kızlar.. Sevmez misin
yoksa, he!..’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:162)
“Onun şaşırdığını görünce ekledi:
-Azizim, fıstık gibi kız. Gidin bir de siz bakın. Tuvalete gidiyormuş gibi yapıp mutfağa sıvışırsınız.
Şahane!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:100)
Fış fış; Fışıl fışıl : Hafiften ses çıkararak ve harelenerek, tiril tiril
“Rabir, Nejat Efendi’nin sarayını tarif ediyor. İpek eteklerini fışıl fışıl sofalara salıverip salınan,
hotozları birden şakaklardan aşağı düşecek gibi eğik dolaşan sarışın saraylılar; sesi billura benzeyen, vücudu
bakır bir heykel gibi olan Habeş Gülbeyaz! Daha neler neler!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:290)
“Fış fış kayıkçı
Kayıkçının küreği
Bir fincanda böreği
Tıp tıp atar yüreği”
(Anonim, Doğu Karadeniz sahillerinden <Giresun?> alıntı olduğu sanılan, 1930’larda İstanbul’da,
bebekleri kucakta ya da kundakta uyutmak için söylenen ninnilerden biri. İ.E.)
“Şimdi de pupa yelken, kentten, uygarlıktan ve kendisini kuşatan kurallardan kaçıp kurtulmaya
çalışıyor ve eskiden beri bildiği bir ıssız adanın kıyısında gecelemeyi planlayarak, şarap rengi akşamüstü
denizinin yüzeyinde fış fış kayıp gidiyordu. Bir rüyaydı bu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:118)
Fıtra, fitre : (ARAP.): Ramazan Bayramında verilen miktarı belli sadaka; sadaka-i fıtr: oruç bozma
sadakası ki bayramdan önce fıkaraya dağıtılır
“Zenginlerin vakfı, zekatı vardır,
Adağı, fitre’si, azat’ı vardır...
İki rekat namazdır senin işin,
Sen onlara kolay erişemezsin!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:221)
Fıttırmak : Aklını kaçırmak (Argo)
“KOMİSER - Hayır, hayır, dur... Hiç böyle bir başıma tebelleş olmamıştı..... (Memur kendisine
söylendiğini sanır, kapıya yönelir, adamı yakalar.) Hadi merdivenlerden at kendini... Ne istersen onu yap...
Dışarı... yoksa şimdi ben fıttıracağım.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:15)
Fıymak : Sıvışmak, kaçmak (Argo)
“KOMİSER - Durduruldu bile, bereket versin, kapının önüne iki tane adamımı dikmiştim. Neyse ki
enselediler onu. Yoksa fıyacaktı.
ROSA - Ne demek ‘‘fıymak’? En fazla, evine giderdi. Ya da benim evime.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:30)
fiat lux : (DİN, İSL.) <fiyat luks - Kutsal Kitap’tan ‘Işık olsun!’ Tevrat’ın !Tekvin’ bölümündeki Tanrı’nın
yaratıcı sözü anılıyor, ‘Ve Tanrı dedi ‘ışık olsun’. Ve ışık oldu!
“Senatör devam etti:
‘Diderot’dan nefret ederim; o bir ideolog, bir demagog, yüreğinden Tanrı’ya inanan bir devrimcidir ve
Voltaire’den çok daha bağnazdır. Voltaire, Needham’la alay etti, bunda hatalıydı; çünkü Needham için
yılanbalıkları, Tanrı’nın gereksiz olduğunu ispat etmektedir. Bir kaşık hamura konulan bir damla sirke, ‘fiat
lux’un yerini tuttu. Damlanın daha iri, kaşığın daha büyük olduğunu farz edin. Alın size, bunu dünya farz edin.
İnsan, yılanbalığıdır. O zaman, ‘ezeli ve ebedi baba’ya’ ne gerek olsun ki?’ ................. Cüret etmek, ‘Fiat Lux’
demektir. İnsan soyunun ilerlemesi için önünde cesaret örnekleri görmesi gerekir. Gözüpek cesaret örnekleri,
tarihi haştan başa doldurur...’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:59; Cilt: III, sa:36)
Ficehenneme zümera :
(DİN, ARAP): Cehennemlik olmak (İslami bir sözcük.)
“-Ya İshak, ben de merak ettim. Yanında bir delikanlı peyda oldu. Kafir dilber mi dilber..... karınız
yalnız değildi yanında yüzleri çıplak, kolları çıplak, göğüsleri çıplak genç genç hanımlar vardı.
-Neuzübillah... Neuzübillah...
-Canım, dedim, söyle nereye çıktı bu kadınlar?
-Ficehenneme zümera.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:360)
Fidan boylu; Fidan gibi : İnce, uzun insan; alımlı, yakışıklı genç
“Véronique gelip geçenlerin yetişemeyeceği bir yüksekliğe konulmuş duyar rafına ulaşamazdı. Beppo
(Beppo şimdi on beş yaşında fidan gibi bir delikanlıydı), taşlara, sonra bir maden halkaya tırmanarak parıl parıl
yanan mumları kutsal tasvirin önüne koyardı.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:19)
“İraz, fidan gibi oğlan büyütmekten, hayırsız amcalardan tarlasını koparıp almaktan dolayı konurluydu.
Köyün içinde, bu günler, bir sevinç kasırgası halinde dolanıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:202)
Fide : (YUN.) Tohumdan yetiştirilen ve yetişkin hale getirmek için başka yerlere dikilen körper bitki, sebze ya
da çiçek
“VERA’YA
Bir ağaç var içimde
Fidesini getirmişim güneşten
Salınır yaprakları ateş balıklar gibi
Yemişleri kuşlar gibi ötüşür
Yolcular füzelerden
Çoktan indi içimdeki yıldıza.
Düşümde işittiğim dille konuşuyorlar.”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:41)
Fide et amore : (LAT.,DİN,PSYCH.) <fi’de et amo’re> : İman ve sevgi ile = With faith and love (İNG.)
Fide et fiducia : (LAT.,DİN, SOSY.) <fi’de et fidu’kia> : İman ve güvence ile = By faith and confidence
(İNG.)
Fide et fortitudine : (LAT.,DİN,PSYCH.)
fortitude (İNG.)
<fi’de et forti’tudine> : İman ve sebat, metanet ile = By faith and
Fides et justitia : (LAT.,DİN,HUK.) <fi’des et justi’tiya> : İman ve hakkaniyet ile = Faith and justice
(İNG.)
Fidye, Fidye-i necat : Kurtulmalık; Varlıklı ya da çok önemli birinin kaçırılması ve sonra, onun iadesi için
para istenmesi olayı
“Tam bir gangster gibi, durumu her açıdan değerlendiren fırsatçı bir profesyonel gibi davranacaktı,
sonunda da bizi köşeye sıkıştıracaktı. Tek amacı para değil, intikam da değildi – her ikisiydi, beni fidye için
kaçırmak bu iki amacı mükemmel bir biçimde uzlaştıracaktı, böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:126-7)
“Uzaktan bakıldığında tüm adam kaçırmalar benzer görülebilirdi; ama konuyu bilen bir göz tarafından
yakından incelendiğinde, hiçbiri bir diğerine benzemezdi. Kimi zaman, nadir de olsa, kaçıranlar para dürtüsüyle
hareket ederlerdi. Genellikle zengin biri kaçırılır ve ailesinden fidye istenirdi: Bu suçun ‘alçakça’ diye nitelenmesi
adettendi; diğer suçların belli bir asaleti olduğunu düşündürdüğü için biraz edepsizce bir nitelenmeydi bu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:93)
Fiera dei Contratti : (TAR.,MYTH.,SOSY.) <fi’yera dei kont’rati> : İtalya-Floransa’nın giriş kapısında,
Orta Çağlarda kurulmuş olan Anlaşma-Kontrat drahoma pazarları
“Günümüzde bir trafik kabusu haline gelmiş olan Floransa’nın sade şehir kapısı bir zamanlar Fiera dei
Contratti’nin, yani, babaların kızlarını bir anlaşma karşılığında sattıkları ve daha yüksek drahoma’lar alabilmek
için tahrik edici bir şekilde dans etmeye zorladıkları yerdi.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:115)
Fifra, fifre : Basit, tahtadan yapılı bir flüt türü
“Kolları dirseklerine kadar sığalı (sıvalı), gerdanları açık, sırtlarında yol çantaları, böğürlerinde
matralariyle şen şatır yürüyorlardı. Hepsi, bir ağızdan bir türkü tutturmuştu ve ta önde bir trampeta ile bir fifra bu
türküye eşlik ediyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:234)
Figan etmek : Feryat etmek, inlemek
“Bahar gelir yine karşı dağlara
Mor menekşe, lale bitmek içindir
Bülbül figan eder iner bağlara
Bir gül goncesiyle yatmak içindir”
(Summani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:532)
Fikir ileri sürmek : Düşüncesini söylemek, bir öneride bulunmak
“Arada bir pek seyrek açılır, konuşmaya başlardı, ama çoğunda ziyaretçiler için pek kapalı bir fikir
ileri sürer, ne kadar yalvarsalar açıklamaya yanaşmazdı. Papazlığı yoktu, sadece rahipti. Kara cahil tabaka
arasında Ferapont Baba’nın ermişliğine, yalnızca ruhlarla konuştuğu için insanlarla konuşmak istemediğine
inanılıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:9-10)
Fikri neyse zikri de o olmak : Ne düşünürsen onu söylersin; Aklında ne varsa onun hakkında konuşursun
Bunun tersi de doğrudur ki daha popülerdir: Konuştuğun, zaten aklında olan bir şeyin yansımasıdır,‘Dervişin
fikri ne ise zikri de odur!’
“MARTIN KRUMM - Ya ben ne kadar iyi yürekli bir diyelim ki, bir kadının zikri neyse, fikri de odur
sanıyorum! -Al Lizetçik, ağlama! (Tabakayı verir.) -Ama şimdi sevgisini hak ediyorum değil mi?”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:44)
Filan; Filanca; Filan falan, Filan fişman; Filan fişmekan : Bildirilmesine, sayılmasına gerek olmayan
Bk.: Estek köstek; Falan filan
“Anlattığı hatıralar ‘paşalarla’ doluydu, komşu köşkler bile ‘filanca paşanın’ köşkü olarak anılır,
komşular ‘filanca paşanın refikası, kerimesi, mahdumu’ olarak anılırdı.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:137)
“Kitabın adı ‘İnsan Çılgınlıklarının Kitabı’ olacaktı; değişik işlerde geçen uzun çalışma hayatımda
yaptığım her gafı, her bozum olup kıçüstü oturuşumu, her mahcup düşüşümü, her budalalığımı, yaptığım her
çılgınca ve aptalca hareketi alabildiğine yalın ve açık seçik bir dille yazmayı tasarlıyordum..... Projeye kitap
diyordum, ama aslında kitap filan değildi.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:13)
“Haftalık bir rapor istediğini söylüyor, şu şu posta kutusuna yollanacak, şu ende şu boyda kağıtlara
daktiloyla yazılacak, ik nüsha olacak. Her hafta Mavi’ye postayla bir çek yollanacak. Beyaz, Mavi’ye Siyah’ın
nerede oturduğunu, görünüşünü filan da anlatıyor.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:7-8)
“Yine de ‘Lütfen’ demeyi asla unutmazdı adam. Kadın izin istediğinde, saatlerce, günlerce izin verirdi;
kadının annesi öldüğünde şöyle demişti: ‘Öyleyse büroyu dört günlüğüne kapatalım... ya da bir hafta mı
istersiniz?’ Oysa kadın bir hafta filan istemiyordu, dört gün bile istemiyordu, üç gün yeterdi.”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:9)
“Bir şekilde suç işlemişlerin kuyruğundaydım bir kez daha. Genç olanlar kendilerini ne beklediğini
bilmiyorlardı henüz. ANAYASAL haklarından filan söz ediyorlardı.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:23)
“ ‘Kaygılanmayın efendim,’ diye karşıladı beriki, ‘sektirmeden tutacağım bu sözünüzü, kaldı ki
doğuştan sakin, hır güre düşman biriyimdir. Ama kendi hayatım söz konusu oldu mu, yasa filan takmam, bütün
kutsal ve insani yasalar, saldırıya uğradığımızda, kendimizi savunmamızı meşru bulur.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:51)
“ ‘Peki nedeni nedir?’
‘Bu konuda uzman değilim ama istiyorsan öğrenebilirim.’
‘Evet, eğer yapabilirsen. Ve bir sorum daha var, fakat lütfen beynimin kaza yüzünden etkilendiğini
filan düşünme. Epilepsi hastalarının gaipten sesler duyması ve bazı şeyleri önceden sezinlemesi mümkün olabilir
mi?’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:160-1)
“Yüzünü siliyor adam, burnunu temizliyor, düğmelerini ilikliyor. Yahudiler gibiydim, diye düşünüyor.
Ama görsün bakalaım! Görsün, insanların taştan olmadığını! Görsün sınır filan olmadığını!”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:15-6)
“Telgrafçı ürküyor biraz.
-Kimseye taş attığım filan yok. Sözüm meclisten dışarı... Öylesine, genel anlamda söyledim. Hemen
alınmayın lütfen. Sizin severek evlendiğinizi herkes bilmiyor mu sanıyorsunuz?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:75)
“SORİN (Sakalını tarayarak.) - Hayatımın trajedisidir bu. Gençliğimde de böyleydi dış grörünüşüm,
sanki zil zurna sarhoşmuşum gibi filan.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:28)
“Soyadımızın Pirrip olduğunu, babamın mezartaşından öğreniyoruz. Bir de köyde evli olan ablam Joe
Gargery öyle söyler. Babamla annemin ne fotoğraflarını ne de kendilerini görmediğim için (o zamanlar henüz
fotoğraf filan yokmuş) onları gözümün önünde canlandırdığım zaman zihnimde beliren, mantıksız hayallere beni
onların mezartaşları kaptırmıştı.”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:5)
“-Ama o taşındı!
-Zararı yok, anlıyor musunuz? Oraya gitti ya; işte siz de gidin, anladınız mı? Sanki generalin
taşındığını bilmiyormuş gibi davranın, karınızı almak bahanesiyle filan gidin, canım.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:23)
“Bununla birlikte ellerinde iki önemli boşaltma supapı vardı. Biri, kazançlı bir savaş ekonomisini
işlevsel kılmak için ekonomik güç merkeslerinin baskısı altında sonu gelmeyen yerel savaşların kışkırtılmasıydı;
ötekisi, uluslar arasındaki karşılıklı casusluktu; bu casusluğun sonucu olan sürgit gerginlikler hükumet
darbelerine, soğuk savaşlara filan yol açmıştır.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:68)
“Kırkıncı gece Mevlana’yı rüyasında gördü. Mevlana ona ‘Ey filan, yarın kafirler senden ne sorarlarsa
biliyorum diye yanıt ver, ta ki bu beladan kurtulasın’ buyurdu. Genç, deli gibi bu rüyadan uyandı. Tanrı’ya
şükürler etti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:140)
“Adımlarımı yavaşlattım, büyülenmiş gibi bu sonuncunun yüzüne baka baka takip ediyorum. Durumu
galiba hissettiler, aralarında birşeyler mırıldandılar. Bu arada ‘sana çok bakıyor!’ gibi bir laf filan da ettiler.”
..... “Filozof, nihayet Anadolu’nun ücra bir köşesinde ilkokul öğretmenliğine tayin edilmiş, o da gitmemiş.
Gitmez a, elinde kapı kadar diploma. Kızla mercimeği fırına vermişler, sevişme filan fişman derken bir gün
ellerinden bir kaza çıkmış, müşterek bir günah işlemişler.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maça Birlisi;Velet”, sa:43;48)
“Yalnızca tesadüfen orada olduğumu onlara nasıl açıklayacaktım. Bu kaçırma olayıyla filan ilgili
olmadığımı. Sonra bu işin kodeste bitebileceğini düşündüm. Bana bok atabilirlerdi. Sonra da bütün anti-terör
timi zorla bu işi bana kabul ettirir ve Bulgar gizli servisinin beni Papa’yı nallamak için yolladığını
bağırtabilirlerdi.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:12)
“Gevheri’yi kimse bilmez
Aşıkın ağlatan gülmez
İsmini söylemek olmaz
Filan kızı filan gelsün..”
(Gevheri-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:180)
“LIESCHEN - Bu şekilde, sonunda cezasını buldu..... Kendini haddinden fazla güzel buluyordu. Fakat
utanmadan ondan hediyeler kabul etmekle de, o kadar edepsizlik etti ki, tatlı sohbetler, şakalaşmalar filan
derken, işte böyle şiçeği dökülüverdi.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:189)
“-Ben mi? Ohoo!.. Ben dünden kabul etmişim!... Kaç para vereceksin bakalım?
-Yapacağımız işe bağlı. Eğer iyi bir voli vurabilirsek...beş ruble filan alırsın. Tamam mı?”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:71)
“Kim bilir ne şaşırırdı babası, ne sualler sorardı: ‘Saat altıda, yukarı katta ne işin var? Sen o saatte
odanda kitap okursun benim bildiğim? Hangi akla yelken çıktın yukarıya?’ Filan saatte şurada, filan saatte
şurada olmayı gerektiren bir kanun vardı sanki.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:34)
“Ahaliden bana aşık olanlar da var. Bunlardan birini sana takdim edeyim: İsmi aklımda kalmadı.
Sadece sonunda bir ‘Allah’ vardı... Abdullah, Nurullah filan gibi bir şey... Elli beş altmış yaşlarında, hali vakti
yerinde bir ihtiyar...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:22)
“Horozdan kaçan insanlardan dünyada hoşlanmam. Onun için çekinmedim. Hatta bir mektup yazarak
bir okul öğretmeni olduğumu düşünerek: ‘Peki oğlum, biraz bekle, söyleyeyim!’ dedim. Kendi kendime: ‘Bu,
mutlaka sonradan düşmüş bir asılzade filan olacak!’ diye düşündüm.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:294-5)
“Hemen flokları indirip küreklere asıldık. Bir de ne görelim? Ahmet’in tirhandili; serenlerde,
çarmıklarda, apillerde, güvertede, küpeştede, bastonda kuşlar! Hep konuşmuşlar! Birbirlerine (Hoşgeldin! Safa
bulduk! Merhaba!) filan dermişçesine cıvıldaşıp duruyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:144)
“Böyle üç ayda bir devletten bir maaş alamaz öyle herkes; işte bunun için de yaşdaşları arasında işini
bilenin biridir o. Ötekilerden biri, falanca veya filanca, arasıra ringa avından köye eli dolu döner; parasına,
gördüğü itibara böbürlenir böbürlenmesine; ama uzun sürmez bu.”
(K. Hamsun, “Benoni”, sa:3)
“Ormancı bir olanak bulduğuna memnun olarak:
‘Kaymakam beyin şerefine,’ diye bir kadeh susuz rakıyı midesine gönderdikten sonra öğretmen
Nazmi’nin Ahmet’e uzattığı kağıdı bir hamlede kaptı:
‘Dinleyin, okuyorum: ‘İl yüksek makamına... Filan tarih, filan sayılı ivedili buyruğunuza karşılıktır...’
”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:63)
“ ‘Ben de uzaklara götürmeye çalışırım onu,’ ded, çocuk. ‘Büyük bir şey yakalarsan yardımına koşarız.’
‘Uzaklarda avlanmayı sevmez ki.’
‘Sevmez,’ dedi çocuk. ‘Ama onun göremediği bir şey görürüm, balık kokusu almış bir kuş filan,
yunus peşine düşmesini sağlarım.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:13)
“Dinin dogması ya da filan sırrı hakkında ne düşünüyordu? İç aleme ait bu gizlilikler ancak ruhların
çıplak olarak girdikleri mezarda bilinebilir. Yalnız, emin olduğumuz tek şey, iman konusundaki güçlüklerin onda
hiçbir zaman riyakarlığa yol açmadığıdır.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:99)
“BENİ BİR KERE DÖVDÜLER
-------------------------------------fakat çok fena dövdüler size ne
söylüyorum
daha bere giyiyordum bıyıklarım da
duruyor
hiç kimse o halimde görsün
istemiyordum
eczane aramak filan aklımdan
geçmedi”
(Attila İlhan<1925-2005>, “seçme şiirler”, sa:12)
“ ‘ Petersburg’da arkadaşın filan yok senin! Sen her zaman soytarının biriydin ve bana bile öyle
davranmaktan geri durmadın. Özellikle orada bir arkadaşın nasıl olabilir ki! Buna kesinlikle inanamam!’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:102)
“Artık gözümde ne Emine var, ne bilmem ne! Hatta Nazlı’yı filan da bu sefer gözümden tamamen
dehledim. Ve şimdi öyle duruldum, öyle duruldum ki, arasıra Etem’le kahvede filan buluştuğumuz zamanlar hiç
çingenelerden değil de hep başka şeylerden konuşuyoruz.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:281)
“Çok kez bir karar alırken, daha sonra karar alanın ben olmayıp, filanca resmin, Rönesans’ın falanca
vahşi kulesinin ya da eski Floransa’nın küçük sokaklarından birine oyulmuş Dante’nin filanca mısraı olduğunu
hissediyordum.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:172)
“Yalnız kaldıkları zaman patronla aralarında soğuk bir have esti. Patron ilk bakışta karıların fitil gibi
sarhoş olduklarını, ‘Teyzem’ diye tanıttığının teyzesi filan olmadığını kestirmişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:234)
“ADAM - Bakın ben kendi payıma, büyük Yunanlının (Cicero) yolunca gideceğim.. Gerçi
rehinlerden, faizlerden filan bahseden bir nutuk da hazırlanabilir, ama bunun ucu bucağı gelmez ki...”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:9)
“..... Geçişi engelleyen Zencinin yanından geçmesi gerekiyordu, bu canını sıktı. Ona tam çok
yaklaşmıştı ki otobüs fren yaptı, bir an dengesini yitirdi ve gözünü ondan hiç ayırmayan zenci genç, kahkahayı
bastı. Chantal, otobüsten indi; Adam flört etmeye falan kalkışmamış, onunla yalnızca eğlenmişti.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:50)
“Bu bavulun içinde bulunanlar tüm yaşamıydı onun; ve yılına filan bakılamadan öylesine tıkılmışlardı
içine, günün birinde bir torununun gelip onları gün ışığına çıkarması, yerli yerine koyması, yorumlaması için; ve
ben bu işi yapmaktan kaçınamazdım artık. Bu yığını gelecek kuşağa ‘kakalamak’ söz konusu olamazdı.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:40)
“Kocakarı masalı muşmulaya, üveze, keçiboynuzuna filan benzemek şöyle dursun şekerdir şeker!
Şimdiki yeni yazarların tumturaklı, kahkahalı başlıklar ile yazdıkları roman ve hikayelerin yani masalların
hiçbirisi kocakarı masalları derecesine varamamıştır.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:26)
“Babam aslında iflas etmişti de, farkında değildi. O hala zamanın kötüleştiğini, işlerin durduğunu,
faturaların iyice kabardığını filan söyleyip duruyordu. Tanrıya şükürler olsun ki, gerçekten iflas ettiğini hiçbir
zaman bilemedi, çünkü 1915 başında bir gün, pnömoni’ye çeviren nezleden, apansız ölüverdi.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:124)
“... çünkü işçi mahallelerinde her aile iki penilik bir haftalık dergi alır ve birkaç haftada bir de dergisini
değiştirir; fakat sanmam ki, bir insan bu çeşit bir işi uzun süre yürütebilsin. Gazeteler bu işe zavallı, umutsuz
düşkünleri, işini yitirmiş tezgahtarları, pazarlamacıları filan alıyor; adamcağızlar satışlarını taban sayının
üzerinde tutmak için bir süre akılalmaz çabalar gösteriyorlar.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:27-8)
“Lisede de gördüğü her şüpheli -bir az eski, paslı, köhnemiş ya da hangi ülkeye ait olduğu
anlaşılamayan- geminin Sovyetler Birliği’nden filanca yerdeki yerel isyancılara gizlice silah götürdüğünü ya da
taşıdığı petrolle uluslararası piyasaları sarsacağını ileri süren bir sınıf arkadaşım vardı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:195)
“PARONI - Ne var? Dövüş filan oldu mu?
İKİNCİ YAZAR - Kıyasıya.”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:56)
“ ‘Gerçekten yapar mısın böyle bir şeyi?’ dedi Morel’e gülerek ve iyice yaklaşıp sıkıştırarak. ‘Hem de
nasıl!’ dedi Morel, baronun hoşlandığını görüp gerçekten arzuladığı bu olayı samimiyetle açıklamaya devam
ederek. ‘Tehlikeli bir şey,’ dedi M. de Charlus. ‘Önceden bavullarımı hazırlar, adres filan bırakmadan çeker
giderim.’ ”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:420)
“16 Mayıs 1809 salı günü kuşluk vakti, atlılarla çevrili büyük bir yaylı araba Schönbrünn’den çıkıp
yavaş yavaş Tuna’nın sağ kıyısı boyunca ilerlemeye başladı. Zeytuni yeşil, sıradan bir arabaydı, üzerinde arma
filan yoktu.”
(P. Rambaud, “Savaş”, sa:11)
“Sonra, ‘ne zamandan beri burada oturuyorsun?’ diye sordu.
‘İki aydan beri.’
‘Hiç baskın filan oldu mu?’ Kern başını salladı ‘Öyleyse yanılmış olacaksın. Uykudayken kimi zaman
bir osuruk gök gürültüsü gibi çalınır kulağa.’ Cep feneriyle Kern’in yüzünü aydınlattı.
‘Vay canına, yirmi yaşında ya var ya yok. Mülteci misin?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:18)
“PERDE I, SAHNE I
IAGO - Şehrin üç büyüğü, beni kendine asistan yapsın diye ona gittiler, yüzsuyu döktüler. Hem,
dinim hakkı için değerimi biliyorum, layık olduğum yer bundan aşağı değildir. Ama o sade kendi bildiğini
okuyan biri. Savaştan filan dem vurdu, bir sürü ağız kalabalığı ederek ricalarımı atlattı, sonları onları boş
döndürdü.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:3)
“Mrs. HUSHABYE - Ellie’ciğim, canikom, bir tanem! (Onu öper.) Çok mu oldu geleli? Bugün hiç
evden çıkmadım. Odanı çiçeklerle filan süslüyordum.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:16)
“GENS - Bu nedir?
WEISKOFF - Plan. Bir işçi günde filan miktar üretim yapar, görüyor musun? Her işçinin çalışma
süresini iki saat artırıyorum. Bundan başka elli işçi daha ekliyorum, böylece günlük üretime ulaşıyor ve Alman
ordusuyla olan anlaşmamı kolaylıkla yerine getirebiliyorum.”
(J. Sobol, “Getto”, sa:96)
“ ‘... Ve de pirelendi mi çerçiliği filan şuraya bırakır da elindeki parayı kuyuların dibine sokuverir.
Kafasını kessen iki kuruş hasıl edemezsin. İyisi mi? Biz elimizi çabuk tutalım.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:126)
“... Şapkayı defleyip fes giydireceklerine yemin ettiler. Kulaktan kulağa en namuslu insanlara kara
sürülmek istendi. ‘Filanca hırsız, filanca oğlancı, falanca ırz düşmanı, filanca kodoş’ diyerek en edepsizce
yalanlar uyduruldu.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:336)
“Kızların Jean’a yardım ettikleri filan yoktu, yaygarayı daha arttırmışlardı. Bereket versin, Frimat isimli
bir komşu kadın, nihayet gürültüyü işitip geldi. İri kemikli bir kocakarı idi, iki senedir, kötürüm kocasına
bakıyor, sahip oldukları bir arpandan (bir hektara yakın bir ölçek) ibaret tarlayı, bir çift hayvanı inadıyla kendisi ekip
biçerek adamı yaşatıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:144)
“ ‘Sevgili,
Sana çabucak yazmam gerekiyor. Eğer gelebilirsen cumartesi günü gel. Noel’e az kaldı, telaşa hiç
gerek yok. Son hafta birkaç kötü gün geçirmiştim, sana karşı davranışlarım umarım can sıkıcı değildi... Sakın
kendi kendine serzenişte filan bulunma... Fri Maria.’ ”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:28)
“ ‘Hayır, hayır!’ diye kekeledi mahcubiyet içinde. ‘Bana borcunuz filan yok.’ O anda sırtından aşağı
boşalan soğuk teri hissetti. Her şeyi önceden inceden inceye düşünmeye ve her reaksiyonu planlamaya alışkın
biri olarakk yaşamında belki de ilk kez yepyeni bir durumla karşı karşıya kalmıştı.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:178)
Fildişi kuleye, kulenin ardına çekilmek : Toplumdan uzak, kendi dünyasına çekilmek
“Sözü edilen dönem, kendini sanatçı sayan hiç kimsenin fildişi kuleye çekilemeyeceği, çekilme hakkının
sahip bulunmadığı bir dönemdir.”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:67)
Fil gibi kin gütmek : Otla beslenen, devasa, iri, memeli hayvan; kiniyle ve çok uzun ömürüyle meşhur; Afrika
ve Asya ormanlarının gerek yük ve gerek insan taşıyıcısı. Dişleri için avlanır.
“(Müthiş, bir Yarı-ölü dev’in başını koparmış) Argalia, tarihi geçmiş bilgilerle yola çıktığını, Altın
Alay’ın Fransızları çoktan püskürttüğünü bir süre önce öğrenmiş, sonrasında, Doria’nın Türk’le savaşmak için
elinden geleni ardına koymamaya karar vermişti….. denizci kamaları, piştovlar, adam boğmak için kullanılan,
garotte denen çelik teller, hançerler denizlere açılmak üzere olduğunu öğrenince, onun askerlerine katılmak için,
, kamçılar ve pis laflarla tepeden tırnağa silahlanmış, azgın, paralı askerlerle dolu sekiz Genova kadırgası beş
gündür denizlerde yol almaktaydı…. Andrea Doria’ya gelince; iyi huylu bir adam olduğunu söylemek mümkün
değildi. Hiçbir ahlak ilkesini tanımaz, fil gibi kin güder ve intikamını mutlak alırdı. Zalim ve kibirliydi. Kana
susamış askerleri ellerinden gelse uzun zaman önce ona isyan ederlerdi, ama Andrea Doria müthiş bir kumandan,
büyük bir strateji ustasıydı ve korku nedir bilmezdi.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:188-9)
Filhakika : Gerçekte
“Genç Çerkes’in daima kendisine bağlı ve ikinci sırada kalacağını ümit ederek, dışardan gelin almayı
yeğlemişti. Filhakika, kendisi konağın her köşesinde hazır ve nazır olduğu günlerde, gelinin sesi çıkmamıştı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:40)
“ ‘Bendeniz bunu işittiğim zaman doğrusu çok müteessir oldum <üzüldüm>. Filhakika henüz ortada bir
şey yok. Bu bir dedikodudan ibaret...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:43)
Filinta; Filinta gibi : Elde taşınan, normal tüfekten daha kısa, namlusunda yivi <merminin dönmesi ve hız
alması için normalde bulunan sarmal yuvası olmayan> ateşli silah; (Mec.) İnce uzun boylu, sırım gibi, çok
yakışıklı erkek
“Biraz sonra Kadri, Baytarın öteberisini getirdi: Ağzına kadar dolu üç halı heybe, bir Alman filintası, üç
sırma işleme fişeklik, iki tabanca, birkaç çok güzel örülmüş büyüklü küçüklü hezaren sepet, sandık, bir eyer, bir
dizgin. Kaptan öteberiyi getirdi, köşeye yerleştirdi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:172)
“ANNE - İnsan vücudunu deşebilecek her şeye lanet olsun. Dalyan gibi, filinta gibi bir erkek.”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:3)
Filit yapmak : İkinci Dünya Savaşı esnasında tüm dünyada, bu gün hala Üçüncü Dünya ülkelerinde, bir el
tulumbasına D.D.T. koyarak sinek ve haşaratı öldürmek için havaya sıkmak
“-Evdeki o hengamenin dışında, sıcaklık da korkunçtu. Çarşaf, yatak, hepsi ateş gibi yanıyordu.
Pencereyi açayım dedim, ama hatun buna itiraz etti, sivrisinekler doluyor diye. Ben de, açayım da sonra filit
yaparım, dedim.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:109)
Filius nullius : (LAT.,SOSY.,PSİKO.) <fi’lius nu’lius> : Gayri meşru erkek çocuk = A son of illegitimate
birth (İNG.)
Filius populi : (LAT.,SOSY.,PSYCH.) <fi’lius po’puli> : Toplumdan herhangi birinin oğlu, piç = Son of
The people; a bastard (İNG.)
Filius terrae : (LAT.,DOĞA,SOSY.) <fi’lius te’ray> : Dünya-Toprak çocuğu; bir köylü = A son of the
earth; a peasant (İNG.)
Fille de joie : (FR.,SOSY.,PSYCH.) <fiy de ju’a> : Bir zevk’in kızı, bir orospu = A daughter of pleasure;
a prostitute (İNG.)
Fille d’honneur : (FR.,SOSY.,KOLL.) <fiy do nör> : Gelin refakatçısı = Maid of honor (İNG.)
(Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations>
Film kopmak : İlişki kesilmek, kontrolu kaybetmek
“‘Bak ben kendimi tutmasını çok iyi bilirim, ama asabi adamımdır. Tepem bir attı mı artık film kopar.
Hapiste esnerken ağzını kapamıyor diye adam dövdüm ben; bütün koğuşu adam ettim, hepsi kötü
alışkanlıklarından kurtuldular, namaza başladılar.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:47)
Finans kapitalizmi : Kapitalizm’in İkinci Dünya Savaşından bugüne dek sonrası aldığı şekil
“..1970’lerin sonundan bu yana yeni bir tür kapitalizm ortaya çıktı: Finans kapitalizmi. Kapitalizmin
önceki biçimlerinde -yani endüstriel kapitalizm ve tüketim kapitalizminde- insanlar mal veya hizmetin alım
satımıyla zengin olurlardı. Oysa finans kapitalizminde servet, pratik amaçlar için sınırsız bir dönüşümle, başka
simgeler dışında hiçbir dayanağı olmayan simgeleri dolaşıma sokarak yaratılıyor. Finans pazarları, gelişmiş bir
‘bul karayı, al parayı’ oyununa dönüştü, oyunun dümeni de Melville’in kurnaz Üçkağıtçısı’nın elinde.”
<Melville’in CONFIDENCE MAN - ‘Üçkağıtçı romanı’ndan . Paul>
(Auster, Paul-Coetzee, J.M.; “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011, sa:73-4)
Fincancı katırlarını ürkütmemek : Suya sabuna, kızabilecek kimselerin işine karışmamak
“Allah bin bereket versin. Meğer fincancı katırlarını ürkütmeyenlerin bu kadarcık olsun mükafatı
varmış. Hem ne hoş... Bu işin batakçı defteri, eli bayraklı kadınları da yok.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:157)
Fincan içindeki zarlar gibi birbirine karıştırmak, putpuri yapmak : Bir çok söz ya da dedikoduyu ‘bir kaba
koyup kaynatmak’
“... ya da Arap kültüründen söz açılıyor, bir yığın entelektüel moda sözcük fincan içinde zarlar gibi
birbirine karıştırılıyor, bunlardan birini yarı buçuk tanıyan bir dinleyici de sevinmeden duramıyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:22)
Finfar; Finfar gücü olmak : (Portekizce’de) Cinsel ilişki, o ilişkide bulunabilmek için gerekli ereksiyon yetisi
“ ‘Bende hala finfar gücü var,’ dedi, ‘her sabah böyle, mangalho’m direk gibi dikilmiş uyanıyorum,
bende hala finfar gücü var.’
‘İdrar kesendir,’ diye yanıtladı karısı, ‘yaşlısın sen Rey,’.....
‘Bende hala finfar gücü var,’ diye karşılık verdi Manolo, ‘ama seni finfar edemem, şeyini örümcek
ağı bağlamış.’ ”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:13)
Fingirdek; Fingirde(ş)mek : Oynaşan, kur yapan; Oynaşmak, kur yapmak (Argo)
“ ‘... Onlar beni ne sanıyorlar?.. Emme ben Öğretmene kabat bulmnam. Yabancıdır. Beni tanımaz.
Emme o muhtar olacak çatal boynuza ne oluyor? Yollamam yollamam.. Bu yıl yolladım mı, bir daha
kurtaramam. Yollayıp oğlanlara fingirdeştiremem. Neme lazıııım? Yarın memeleri de çıkar, aklı bulanır...
Yollayamam!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:12-3)
“Paris-soir’da Paris’in yüreğin ve aşağılık fingirdek ruhunu hissetmek. Mimi’nin çatı katı gökdelen oldu
ama yüreği aynı kaldı.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:164)
“LUCIA - Emin olmak istedim. Etkilememek için sözünü kesmedim. Ne korkunç! Ne tür bir belaya
bulaştığının farkında mısın? Delegelerle nasıl fingirdeşmen gerektiğini bundan sonra öğrenirsin umarım!
ANTONIO - Galiba doğru. ‘Tanrı, delegelerle fingirdeyeni cezalandırır, Agnelli’yi de kurtarır.’
Devam et sen, televizyon başka ne diyordu?”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:19)
“Annesi ismi ağza alınmayacak biri, kendisinden utanılacak bir kadındı. Vaktiyle dansözmüş, fingirdek,
albenili biriymiş; soylu ama uğursuz ve dinsiz bir aileden geliyormuş; Goldmund’un babası, kendi ifadesine
göre, sefalet ve rezaletin batağından çekip almıştı onu, dinsiz biri olabileceğini düşünerek vaftiz ettirmiş....
derken onunla evlenmiş, onu saygın bir kadın yapmıştı.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:69)
“RANDALL -...Beni de adam yerine koyun. Canım. Hushabye bana karşı böyle küstahlık edemez.
Senin <Lady Utterword> önüne gelenle fingirdemenden bıktım. Göz yummayacağım artık.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:112)
“... bir başkası, Christine’in yaşlı beyin sevglisi olabileceğini ileri sürüyor, kısacası herkese bir eğlence
konusu çıkıyor ve Christine hiçbir şeyden habersiz, mühendisle fingirdeşirken, akşam bütün otel yalnızca
kendisinden konuşuyordu.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:119)
Finis litium : (LAT.,HUK.) <fi’nis li’tium> : Yargı vakalarının sonu : An end of lawsuits (İNG.)
Fink (fing) atmak : Oynaşmak, şurada burada işve ile sorumsuzca gezip eğlenmek
“Çocuklar, yerlerde yuvarlanır, güreşir, böcek yuvalarını kurcalar, ‘iguana!lara tuzak hazırlarlar; ya da
hiç kımıldamadan, gözlerini kırpıştırarak, büyüklerin anlattığı masalları dinlerler: Yolcuları soymak, kimi zaman
da gırtlaklamak için Chanchaque, Huan cabamba ve Ayabaca boğazlarında pusuya yatan haydutlar; içinde
ecinnilerin, ruhların fink attığı evler; hastaları mucizelerle büyücüler…..köyleri kasabaları basan, sürülere el
koyan, insanları kementle yalalayan, aldıklarını ‘Hükümet bonosu’ adını verdikleri kağıt parçalarıyla ödeyen
çeteler…”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:36-7)
“ ‘Evet saygıdeğer peder, bir flörtü var yeğeninizin; her akşam siz yattıktan sonra buluşup, sabahlara
kadar fink atıyorlar dere boyunda. Bütün köyün ağzında.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:40)
“ (Alaaddin’in) vitrinine ve kapısının önündeki kestane ağacının iri gövdesine sararak sergilediği
dergilerde poz veren yerli ve yabancı çıplak kadınların, kaldırımlardan dalgın dalgın geçen yalnız erkeklerin o
gece görecekleri rüyalarda, tıpkı Binbir Gece Masalları’ndaki o hiç doymayan esir kızlar ve Padişah karıları gibi
fing attıklarını anlattım.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:46)
“Bu kaparozlar, sokak sokak fink atan kokona kızlarının tango çarşaflarına, havaleli iskarpinlerine
gidiyor.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:156)
Fino köpeği gibi : İtaatkar, sessiz, zararsız, küçük, bağımlı
“VITTORIA - Fakat, pişman olduysa, neden bunu bana söylemiyor?
RIDOLFO - Cesareti yok da ondan.
VITTORIA - Ridolfo, beni avutmaya çalışıyorsunuz.
RIDOLFO - Şöyle yapalım; siz benim odama girin; onu arayıp bulacağım ve bir fino köpeği gibi
buraya getireceğim.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:92)
“ -O karıya küçük bir fino gibi bağlı ve minnetkar, çünkü onun sayesinde ekmek yiyor, diye düzeltti
Doktor Rebagliati. Camacho’nun karakollarından haber toplayarak kazandığı parayla geçinebilirler mi
sanıyorsun? Orospu sayesinde karnı doyuyor, yoksa çoktan verem olmuştu.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356)
fire : (İNG.,DOĞA,KOLL.) <fayr) -isim- Ateş, alev, yangın, cehennem, cehennem azabı; (FİG.) : Deha,
ilham, aşk, şevk, heyecan, parmaklık; fire alarm : yangın ihtarı, yangın kampanası; fire-arms : ateşli
silahlar, top ve tüfek, tabanca; firewall : (ASK.) kumbara; ocakta kullanılan kömür kerpici; ateş topuna
benzeyen göktaşı; fireboat : yangın söndürme gemisi; firebrand : alevli odun parçası; meşale; fesatçı,
kundakçı, tahrikçi; fire brick : ateş tuğlası; fire brigade : itfaiye alayı, itfaiye takımı; fire bucket : yangın
söndürmede kullanılan su kovası; fire cock : yangın musluğu; fire control : gemi veya istihkam top ateşini
idare sistemi; firecracker : donanma günlerinde kullanılan bir çeşit fişek; firedamp : kömür madenlerinde
oluşan kolay alev alır gaz <metan>; firedog : ocağın demir ayaklığı; fire drill : yangından kaçma denemesi;
fire eater : ateş yutan hokkabaz; kavgacı; fire engine : yangın tulumbası; fire escape : yangın merdiveni;
fire extinguisher : yangın söndürme aleti; fire-fly : ateş böceği; fire hazard : yangın olması çok muhtemel;
fire insurance : yangın sigortası; fire irons : maşa, kürek ve taş karıştıracak demirden yapılı ocak takımı;
firelock : eski çeşit tüfek; fireman : itfaiye eri, ateşçi; fireplace : ocak, ocak yeri; fireplug : yangın
musluğu; fire power : (ASK.) ateş kudreti; fire-proof : yanmaz, ateşe dayanıklı; fireproof bulkhead :
(UÇAK) yangın bölmesi; fire screen : ocak önüne konulan (demir) perde; yangın siperi; fire-ship : düşman
gemileri arasına salıverilen ateş gemisi; fire showel : ateş küreği; fire-side : ocak başı, ateş kenarı; ev, yurt;
fire tongs : iri ateş maşası; fire tower : yangın kulesi; firetrap : yangın zuhurunda içinden kaçılması güç,
tehlikeli yapı; fire walking : Hint fakirleri adetince ateş korları üzerinde yürüme; fire wall : yangın duvarı,
yangının bulaşmasına engel olmak için yapılan duvar; firewarden : yangın gözcüsü, nöbetçisi; fireweed :
(BOT.) Yangın yerlerinde çabuk biten ‘epilobium’ gibi bir çeşit ot grubu; firewood : yakılmaya en uygun odun;
fireworks : ulusal günleri kutlamada kullanılan ateş gösterileri, donanma ateşi; fire worship : ateşe tapma,
ateşperestlik;fire worshipper : ateşperest; a running fire : yaylım ateşi; between two fires : iki ateş
arasında; catch fire : tutuşmak, ateş almak; cease fire : ateşi kesmek; go through fire and water : bütün
tehlikelere göğüs germek; hang fire : boşlukta, kararsız olmak; geri kalmak, yavaş davranmak; heap coals
of fire on one’s head : başına ateş korları yığmak; iyilik ederek utandırmak; lay a fire : odunları çatıp ateş
hazırlamak; miss fire : başarılı olamamak, isabet ettirememek (talimde); on fire : yanmakta; çok coşmuş;
play with fire :ateşle oynamak, (FİG. ) Tehlikeli işe karışmak; set fire to : ateşe vermek, tutuşturmak; set on
fire : yakmak,alevlendirmek; (FİG.) Tahrik etmek; set the ocean on fire : fevkalade bir şey yapmak, ünlü
olmak;strike fire : kıvılcım çıkarmak; St. Elmo’s fire : gemici nuru; gemilerde fırtınalı havada bazen direk
ucu gibisivri noktalarda görülen aleve benzer ışık; under fire : ateş altında; fireless : ateşsiz; (FİG.) şevksiz;
neşesiz; fireless cooker : ateşsiz yemek pişiren alet
(Yeni Redhouse Lügati)
Fire vermek : Yanlışı açığa çıkmak; Eksilmek, kurudukça ağırlığı azalmak; Yiyecek stok’u ya da okul,
beklenen sonuçları tümüyle alamamak
“Ötedenberş yaşanagelen şeydir, manastırdaki (Maulbrnn) dört yıllık öğrenim süresinde öğrencilerden
bir ya da birkaç fire verilir. Bazen biri bu dünyadan göçer <ölür>, ilahilerle gömülür ya da birkaç arkadaşının
eşliğinde memleketine yollanır. Bazen de biri çıkar, manastırdan kaçıp gider, ya da işlediği ağır suç ve günahlar
nedeniyle okuldan kapı ışarı edilir. Kimi zaman da, daha ziyade üst sınıflarda görülen bir durumdur, .... canına
kıyar.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:98)
“Bu tür tevatürde her liste yapılışında yakalanma riski olduğundan, alışılagelindiğinden farklı bir
sistemin var olması gerektiğini düşündüm. ‘Kullanılmaz eşyalar’ listesini nasıl değiştirebileceğim hususunda
çalıştım.... bir silgiyi dilimle ıslatarak, gideceğim zaman, örneğin listedeki gömleklerin rakamlarını silerek kendi
istediğim rakamı yazdım. Bu sistem hiçbir kez fire vermedi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:115)
First Lady : İngiliz dilinden alınma, Başbakan,Cumhurbaşkanı, Kraliyet alilelerinin bir numaralı eşlerine
verilen global lakab
“Bu dünya ihanetler, boşanmalar, cinayetler, suikast girişimleri ile öylesine doluydu ki bir ay sonra
konu sıradan halk tarafından unutulmuştu..... Bir Arjantin televizyon programında gazetecinin biri Şili’de,
ülkenin gelecekteki first lady’siyle gizli bir görüşme yaptığım hakkında elinde kanıt olduğunu iddia etti.....
sansasyon yalnızca son on beş dakika sürmesi için yapılır.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:64-5)
Firuze : Yeşilimsi mavi yakomozlaşan, doğal aluminyum ve bakır fosfattan oluşan değerli bir taş ya da o tür
renk
“Meşrutiyet’teydi. Küçük bucağın donanma derneği, komşu köylerden yardım toplamaya gidecekti. Tan
ışığında firuze bir deniz tiril tiril titreyip fısıldarken, küçücük kıyı kasabasından ayrıldılar, Kızılağaç köyüne
doğru yola düzüldüler.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:68)
Fi-sebilillah : Para almadan, bedava, hayali, Tanrı adına
“Bakınız beyim, niçin. Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri filan lafı çıkarmışlar. Birsi girdi
mi, herkes fi-sebilillah peri propagandası başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler”, Cilt:II, sa:17)
Fiske, fiske vurmak : Elin parmaklardan herhangi birini başparmakla birleştirerek başkasına yavaşça
fırlatılan dokunuş, vuruş
“... dört başı mamur kavga öğle vakti biraz yemek paydosu verilip öğleden sonra aynı tertiple tekrar
başlayarak akşam erkekler evlerine dönünceye kadar sürdüğü ve akşam geç vakit, gerek kendi erkeklerinin,
gerek mahalle imam, muhtar, bekçisi ile, polislerin müdehalesi üzerine güç yatıştırıldığı halde her iki taraftan da
değil hiç kimse, değil hafif bir tokat, bir minicik fiske bile yemedi. Kavga, akşam ezanı ile birlikte yine çalgı,
ahenk arasında, tıpkı bir düğün, dernek, eğlence biter gibi tatlı tatlı mayna oldu.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:186-7)
“O küçük çocuk kendisini yenmekte olan babasına ve kendini küçük düşürmekte olan komşuya
dayanabildiği kadar dayandı ama birden çileden çıkarak Barata’nın ayağına bir yumruk indirdi (zavallıcık, onun
yumruğu bir köpek yavrusunun vurduğu bir fiske gibi olmuştu), bir yandan da bu gibi durumlarda, kimseyi
gücendirmeden söylenebilecek bir çift sözle içini boşalttı: ‘Rahat dursana!’ ”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:28)
Fiskos etmek, Fiskos konuşmak; Çapraz fiskos : Başkalarının yanında birbirinin kulağına fısıltıyla
konuşmak, dedikodu etmek; Karşılıklı dedikodu, söylenti değişimi
“Eşeği üstünde düşüne düşüne gidiyordu Irazca:
‘Domuz Muhtar!.. Domuz, yardım edecekstin. İşlerin bir yanından dutacaktın. Deli Haceli’yi golundan
dutup atacaktın. Hep lümere! <lümere> diyorum da, ‘Deyil’ diyordun. Hemi de senin yardımın senin olsun! Kim
ister senin yardımını? Senden gelecek yardım allahtan gelsin. Domuz herif!.. Haceli’ylen de kafa kafaya verip
dolaşıyorsun... Fiskos fiskos...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:174)
“Savcı kötü bir tavırla, ‘Şimdilik bu kadar,’ dedi. Ondan sonra her şey biraz daha çetrefilleşti. Daha
doğrusu benim için öyle oldu. Fakat başkan, yargıçlarla birkaç kez fiskos ettikten sonra oturumun sona erdiğini
ve tanıkları dinlemek üzere öğleden sonraya bırakıldığını bildirdi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:85)
“Çevremdekilerin nasıl bir tuhaf olduklarını görmeliydiniz! Küçük mavililer, birbirlerini dürterek
fiskosa başladılar. Karşıdaki kafeslerinde kanaryaların ‘Adama bakın! Bütün pastayı yedi!’ der gibi bir halleri
vardı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:96)
“Bunlar etki etmeyince, perhizle ibadeti kesmeden bir ilaç almasını söyledi. O zaman da bunun epey
dedikodusu olmuş, rahipler aralarında baş sallayarak hayli fiskos etmişlerdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:288)
“Evi bir telaştır almıştı: Taşınıyorduk, sandıklar açılmış, bavullar indirilmiş, denkler bağlanıyordu. Ne
olduğunu, ne olacağını pek anladığım yoktu. İzmir’e gitme diye bir laf dolaşıyordu. İzmir ne, taşınmak ne
demek, bilmiyordum, amma annemle aşçıbaşı Bedros Ağa arasında bir fiskos duymuştum.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:14-5)
“Kapıyı defalarca tekmeler! Susmalıyım. Burada olduğumu anlamasın. Elime birkaç kepçe alıp, burada
büzülerek oturmayı tercih ederim… Ne yapıyorlar? (gizlice dinliyormuş gibi yapar) Dinle bak, Garguillo ile
Garguilla fiskos konuşuyorlar… güney lehçesiyle.”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:44)
“Etem, tekrar bize bağırdı:
-Abe, bitti ninniniz, kesildi tıngırdınız <muzik aleti çalmak>, daha ne kurarsınız oracıkta fiskos fiskos?
Gelsenize sofra başına!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:243)
“Arabacı Kel Mıstık’ın cıvataları laçka, arabası şehrin ana caddesinden şakırtıyla geçerken, arada br
duruyor, Kel Mıstık arabasından atlayıp bazı dükkanlara uğruyor, alini ağzına siper ederek küçük bir fiskos,
sonra yeniden arabasına atlayarak, öfkeyle yapışıyordu dizginlere:
-Deheeeeyt kahbe hayvanlar!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:279)
“Hatçe:
‘Ben korkuyorum. Abdi’den korkuyorum. Yeğeni hep bizde. Anamla hep fiskos... Bir gün önce.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:83)
“Madrabazlar onun geldiğini görünce birbirleriyle fiskos etmeye başladılar; içlerinden biri ilerleyip
adiyle çağırdı ve ‘Satılık nen var?’ dedi.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cil:II, sa:43)
“Mrs. Ball’un kır evi pek temiz sayılmazdı doğrusu. Geçen savaşta, kocası siperlerde çarpışırken, Mrs.
Ball, bir erkekle birlikte yaşamıştı. Miss La Trobe bütün bunları biliyor, ama dedikoduya karışmaktan
kaçınıyordu. Bu seyrek dokulu söylenti ağına foş diye daldı, nilüferli havuza yuvarlanan koca bir taş gibi.
Çapraz fiskoslar kesildi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:61)
“Buteau, köylü kadına sordu:
-Ey, söyle bakalım analık! İneği kaça veriyorsunuz?
Kadın, deminki fiskosu görmüştü, fütursuzca yanıt verdi:
-Kırk pistol.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:233)
Fişek atmak : Cinsel ilişkide bulunmak, gelmek (Argo)
“‘Sen dönmekten haber ver; Yayan döneriz be, yürürüz!’ ‘Yok, o kadar uzun boylu değil! On beş
gündür yürüyorum ben, anam ağladı yollarda. Yürüyemem.’ ‘Eve dönüp iki fişek atmayı canın çekmez mi ulan?
Ne biçim adamsın?’ ‘Fişek atacak hal mi kaldı be. On beş gündür yürüyorum, diyorum sana. İliklerim boşaldı,
iliklerim. Uyumak istiyorum.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:258)
Fişek gibi dalmak : Aceleyle mermi gibi fırlamak, bir yere girmek
“DELİ - Önemi yok... Belgelerin tümü bende... Kopyalarına ihtiyaç yok ki? Ne işe yarar?
S. KOMİSER - Haklısınız, işe yaramaz. (Dışarıdan müdürün bağıırtısı işitilir ve fişek gibi içeri dalar.
Ardından süklüm püklüm bir halde polis memuru girer..)”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:26)
Fişeklemek : Kurşunlamak; Cinsel ilişkiye davet etmek (Argo)
“Tek kelime söylemeksizin oturma odasına doğru geriledim. Arkamdan geldi ve ‘Bana neden öyle
hayalet görmüş gibi bakıyorsun, yavrum?’ dedi. ‘İstersen konuşmaya başlamadan önce bir fişekleyeyim seni!’ Bu
arada çantamın yanına gelmiştim; aklımdan, hadi fişekleyelim bakalım, diye geçirerek tabancayı çıkardım ve
derhal ateş ettim.”
(H. Böll, “Kataharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:124)
Fişlenmek : Kişilerin, haberleri dışında, bazı otoriteler (çete, devlet, polis, resmi oluşumlar) tarafından, ilerde
aleyhlerine kullanabilme gayesiyle, konuşmalarını, sosyal davranışlarıı vb. hareketlerini izlemek ve kaydetmek
“Neden kurtulmuştu? Luis’le Ivan’ın -iki yıl sonra hala La Victoria’nın zindanlarında sürünüyorlardıyüreklilikleri ve adını unutan öteki 14 Haziran üyelerinin sayesinde, hiç kuşkusuz. Çünkü sıkılganlığı yüzünden
Tony Imbert, Moncho’nun aracılığıyla katıldığı toplantılarda çok az konuşurdu, daha çok dinler ya da en fazla
tek heceli sözcüklerle açıklardı düşüncelerini. Sonra, Binbaşı Segundo’nun kardeşi olmak dışında, SIM’de
<Ulusal Haber Alma Merkezi> fişlenmiş olma olasılığı yok gibiydi.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:168)
“ ‘Sonucunda da, ben güven konusunda yetersiz, korkak bir insan olarak fişlendiğim gibi, melankolik ve
kötü bir koca olarak yaşamıma devam ederim,’ dedi Bird kendi kendine. ‘Şu an bebek, o aşırı aydınlık hastane
odasında, geçen her saniye güçsüz düşerek ölüme yaklaşıyor, bense kılımı kıpırdatmadan bekliyorum..’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:148)
Fi tarihinden kalma : Çok eski devirlerden kalma
“Ancak bu söyleşiler, gazetecilikte kullanılış biçimine göre her biri küçük kalıplara dökülmüş ve
başlangıçta fi tarihinden kalma gibi gelen yavaş yavaş olağanüstü ilgi uyandıran, sözdizim kurallarının yerinde
kullanılmadığı, dil olarak gitgide argolaşan bir yöntem evrimine dönüşmüştür.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:277)
Fitil fitil burnundan getirmek : İntikam, öç almak
“’Kan kusturacağım onlara, kan kusturacağım,’ diyordu. ‘Kan, kan, kan kusturacağım, kan kan, kan
kan... Fitil fitil burunlarından getireceğim o Vayvaylıların... Fitil fitil, fitil, fitil...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:284)
Fitil gibi sarhoş olmak : Zilzurna sarhoş olmak
“Usta bana Lazzeri’nin acemi oyunculardan biri olduğunu ve Grover’in sezon <mevsim> ortasında
Cards <Amerika’nın ünlü Saint Louis Cardinals beyzbol takımı> takımına verildiğini açıkladı. Bir gün önce tam
dokuz vuruş <hit> yapmış, Yank’sleri <New York Yankees beyzbol takımı> perişan etmişti; şimdi de Rogers
Hornsby oyunu canlandırsın diye onu yedek oyuncu kulübesinden dışarı çağırıyordu. Bizim ihtiyar ağır ağır
girmiş oyuna, bir önceki gece katıldığı içki alemi yüzünden hala fitil gibi sarhoşmuş, New York’lu afilliyi
<kabadayı> biçivermiş.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:50)
“-Aradan iki hafta mı geçti ne... Bir gün evde oturmuş, bir şeyler karalıyordum. Birden kapı açıldı,
Sofya Mihaylovna içeri girdi. Fitil gibi sarhoş. ‘Alın kahrolası paralarınızı!’ diyerek koca bir desteyi yüzüme
fırlattı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:142)
“İçmekten fitil gibi olmuş Kalganov öğüt verir bir halle,
-Vazgeçin şu Polonya’yı yemekten; dedi.
-Sen sus çocuk! Herife aşağılık demek ne diye Polonya’yı yemek olsun. Bu laydak Polonya’yı temsil
etmiyor ya…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:134)
“İşte efendim, iş böyle oldu. Büyük bir bayram günüydü. Akşam duasına gittim. Dönünce Emelya’yı
pencerede sarhoş buldum: fitil gibiydi ve sallanıyordu.. Yaa, demek öyle azizim, diye düşündüm. Bir şey almak
için sandığa koştum. Baktım, pantolon yok... Oraya bakıyorum, buraya bakıyorum, yok, yok!”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:82-3)
“Gerçi evde bulunduğu yoktu pek. Arada bir merdivenlerde ya da avluda karşılaştığımızda, yüzüme
bakarak, bana yırtıcı ve arsızca gelen bir tavırla gülümserdi. Çok kez, fitil gibi sarhoş, saçı başı darmadağın bir
halde raslardım ona.”
(M. Gorki, “Bozkırda”, sa:11)
“Şakro kadının yanında duruyor, başıyla onaylıyordu onu. Fitil gibiydi. İkide bir düşecekmiş gibi
sendeliyordu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:135)
“Kanun’un çok uzun ve usandırıcı akordu ve kemanın ne çok uzun, ne de çok kısa bir taksiminden
sonra bir peşrevdir <Türk musikisinde, tüm bir makamı gezinmek gerekirse, önce peşrev çalınır, sonra ağır
semai ve şarkılara geçilir, saz semaisi ile de biter. İ.E.> tutturdular. Tutturdular ama, arası daha iki dakika
geçmeden sokak kapısı şiddetle çalındı ve biraz sonra koltuğunda tulumu ile bizim Etem, fitil gibi sarhoş olarak
odadan içeriye düştü. Ve tabii, o geceki, o eşi kolay bulunmaz alem de benim ağzımdan, burnumdan geldi!”
(O. C.Kaygılı, “çingeneler”, sa:170)
“Yalnız kaldıkları zaman patronla aralarında soğuk bir have esti. Patron ilk bakışta karıların fitil gibi
sarhoş olduklarını, ‘Teyzem’ diye tanıttığının teyzesi filan olmadığını kestirmişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:234)
“Korktuğum başıma gelmişti. Şimdi neyapacaktım? Birdenbire ambarın kapağını açıp dışarıya fırlasam
sokağa çıkabilirdim. Çünkü adam fitil gibi sarhoştu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:442)
Fitili almak : Kızmak, sinirlenmek
“... Bereket imdada Kemal ağa yetişerek, Başgardiyan’ı bir kenara çekti, kulağına bir şeyler söyledi.
Müfettişler müfettişi anlamıştı. Doğrusu çok da iyi etmişti hani. Hemen toparlanıp kendine o ‘Müfettişler
müfettişi’ pozunu verdi. Başgardiyan umursamaz göründüyse de fitili almıştı. Bu her halinden anlaşılıyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:64)
Fitil olmak : Çok kızmak
“‘Eğer bir daha teşebbüs ederlerse, tetiği çekip kurşunu göbeklerine boşaltacağım. Boşaltmazsam adam
değilim yani! İleşlerini sereceğim şuraya. Upuzun. Ocaklarını... Yani öyle fitil oluyorum ki...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:141)
Fitlemek : Hakkında jurnal etme, bir başkasına karşı kışkırtmak
“Bu fitleme doğru da çıkınca, zangoç ve okuluna gün doğmuştu. Markiz, şatonun büyük salonunda bir
ödül dağıtımı töreni yapılmasını istemişti; salon birçok halıyla süslenmiş, birinci ve ikinci sınıf yerler
ayrılmıştı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:35)
Fitne; Fitne fesat : Yalan, iftira, kavga, geçimsizlik
“ÇİNGENE AŞIĞIN GÜNLÜĞÜ
----------------------------------------Aşkım
bilindi
bu adamla
bu fitne fesat
dillerle”
(Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07)
“Çamlıca Bahçesi bundan önce şimdiki gibi hüzünlü, ıssız ve sessiz sedasız bir yer değil, gürültülü
patırdılı bir coşkunluk ve fitne dolu bir eğlence yeriydi. Gerçekten de, o yaşlı ağaçlar bir zamanlar gençti; gelip
geçici hevesleri önünde kararsız olan gençler gibi, bunlar da en hafif bir rüzgarla hemen titrerler; coşku ve
umutla ilgili dedikoduya başlarlardı.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:32)
Fitne fücur : Dedikodu yapan, yalan söyleyen, iftira atan kimse
“RUPRECHT -... Geri döndükleri zaman onları: körler! Diye azarladım. İiyi baksınlar diye hemen gene
gönderdim. Onlara alabildiğine sövdüm: Alçaklar, iftiracılar, ara bozucular, fitne fücurlar! dedim.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:44)
Fit olmak : Razı gelmek, eşit olmak, ödeşmek
“Oysa o parayı vezneye verenin canına karim olmuştur üç kuruş. Anadolu’dan sürüp bir de şansı
payitahtta denemek için İstanbul’un sisli sabahlarında ellerini kah ceketinin cebinde ısıtarak, kah oğuşturarak
Sirkeci Garı’nın karşısısında gündelikçi işçiliğe fit olanlar Avrupa veznelerinin önünde durmanın hüznünü iyi
bilirler. Öbürleri, kendi ülkelerinin uzak adamlarıysa zaten doları, markı iç piyasanın veznesiz pazarlarından
gürbüz, kanlı rahatlıklarıyla edinmişlerdir. İstasyon bankalarında ise onlara hiç rastlanmaz.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:32)
“ARGAN - Senin yüzünden boğazım yırtıldı, geberesi!
TOINETTE - Sizin yüzünüzden de benim kafam yarıldı; fit olduk, yani ödeştik.
ARGAN - Ne dedin aşifte?..
-TOINETTE - Azarlarsanız, ağlarım.”
(Moliere, “Hastalık Kastası”, sa:17)
“... bu boyalı orospu, karşısında, ucuz, hazır elbiseleri içinde terleyen, haftada elli dolara fit olmuş bir
zavallı, alelade Akdenizli görmüştü yalnızca. ‘Adam yerine koyup bakmadı bile!’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:11)
Fitre : İslamda, Ramazan ayında, dinin buyurduğu üzere fakir ve yoksullara verilmesi gereken miktardaki para
yardımı
“Üç aylarda vaaz eder, ramazanda fitre, zekat toplar, cenazeye, ıskata, devir hatmine gider; yele,
kulunca, baş ağrısına, iç sıkıntısına, havaleye okur, karnını doyurur, ev besler. İlk karısı bir kara çıraktı.
Yoksulluktan öldü. Şimdi beyazını aldı.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:355-6)
Fiver : (İNG.,EKO.,BANK.,KOLL.) <Fay’vır> : Beşlik banknot, beş ‘pound’ = 1 Sterling
Fiyaka atmak, fiyakalı; fiyaka satmak : Gösterişli bir kıyafetle gelip ortalıkta hava atmak, caka yapmak; Bir
işin ustalık esası, gösterisi
“Telefon şirketi memurunun pipoyu ağzına takışından haletiruhiyesini anlayabiliriz. Balıkçı İspiro da
pipo içiyor ama, tütünü için... Bu delikanlı tütünü için içmiyor mu? Belki tütünü için... Ama insana öyle geliyor
ki, fiyakasını tütüne tercih ediyor.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:84)
“Ali bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden .
Onun için dürüst, gösterişsiz işleyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası İstanbul’da bir tek
elektrikçi idi. Bir Alman’dı. Ali’yi çok severdi, işinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:10)
“Bir tane daha alıp içeri gittim, köşeme çekildim. Bu arada yeni bir heyecan yaşanıyordu. Zen üstadı
GELMİŞTİ! Üstat çok fiyakalı bir kıyafet giymişti ve gözlerini kısarak bakıyordu. Veya öyleydi gözleri.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:11)
“Seyis, omuzunda heybesi ve şarap çanağıyla, bir Patrik gibi fiyakalıydı eşeğinin üzerinde; efendisinin
vaat ettiği valilik için sabırsızlanıyordu. Don Quijote, tesadüfen, ilk seferinde geçtiği yola, yani Montiel ovası
youlna girmişti; bu kez daha rahat gidiyordu; sabahtı, güneşin yatay ışınları o kadar rahatsız etmiyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:46-7)
“ ‘Abdi Ağa’nın kel yiğeni, gelmiş fiyaka satıyor. Dolanıyor köyün içinde.’
‘Boynuzlu...’
‘Geyik...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:89)
“Lobide bir tanıdık, babamın her öğleden sonra burada çay içerse kendini Avrupa’da sanan bir çocukluk
arkadaşı beni tanıdı, yanımda kederli sevgilimin elini fiyakalı bir hareketle sıktıktan sonra kulağıma arkadaşım
matmazelin ne hoş olduğunu fısıldadı, ama ikimizin de aklı başka yerdeydi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:312)
Fiyakasını bozmak : Bir yerde birinin onurunu kıracak, küçük düşürecek harekette bulunmak (Argo)
“Onu yenecek kişinin gerçekten de ondan daha iyi bir oyuncu olması gerekirdi. İşte bugün böyle bir şey
olacağını tahmin ediyordu herkes. Yeni bir usta çıkagelmişti, eski şampiyonun fiyakasını bozacaktı -bozmak ne
kelime- onu alaşağı edecek, lime lime doğrayacak, yerden yere çalacak, sonunda yenilmenin tadını tattıracaktı.
Böylece de kimilerinin yenilgisinin acısı çıkmış olacaktı.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:25)
“-Şimdi, kocaman paşaoğlu bir Kamil Bey yalan mı söylüyor?
-Vızır vızır.
-Neden sana kara çalsın?
-Bilmem. Ne bileyim. Biz İstanbul kopuğuyuz.. Vaktiyle bin tarakta bezimiz vardı. Beki gacosuna
balta olmuşdurum, belkim, bunun bir yerde fiyakasını bozmuşdurum. Vardır bir vazgeçtimiz...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:235)
Fiyasko : Başarısız sonuç
“ ‘Tüm bu fiyaskoda yolunda giden tek şey Tankado’nun tek başına yolculuk yapıyor olması. Kuvvetle
muhtemeldir ki, ortağı henüz onun öldüğünü bilmiyor.’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:53)
“... tüm siyasi nüfuzunu -Opus Dei’nin seçmenleriyle banka hesabının miktarı düşünüldüğünde oldukça
büyük sayılırdı- kullanıyordu. Kilise kanunlarının bir önceki yumuşatma girişiminin -2.Vatikan fiyaskosu- geriye
zarar verici bir miras bıraktığını hatırlatıyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:169)
“Çok iyi biliyorsunuz ki, sizi bağışlamak için gösterdiği bir çabaydı bu, Roma için uygunsuz bir zaman
seçtiğinizi ve bunu, bir daha oraya gelip sizi rahatsız etmesin diye yaptığını söylemek için, kötü yaşanmış o
günlerin anısını silmek için gösterdiği bir çaba, ama kendisi de biliyordu ki olanaksızdı unutmak, çünkü Roma
fiyaskosu ve aranızda açtığı uçurum, yıllardır derinleştiğini gördüğü ve sizi sorumlu tuttuğu, hiç bağışlayamadığı
o uzaklığın bilincine varmasına neden olmuştu...”
(M. Butor, “Değişme”, sa: 177)
“Adam, bir zamanlar büyük bir yıldız olmayı hayal eden bir aktördü. Gerçekten bir yıldızmış gibi dış
görünüşüne büyük özen göstermesine karşın hiç iş bulamamış, ama sinema endüstrisini iyi tanımıştı. Orta
yaşlarına geldiğinde, yatırımcılardan para bularak iki film yapmış, ama ikisi de doğru dürüst dağıtıma girmediği
için tam bir fiyasko olmuştu.”
(P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:175)
“O akşam Suzy’yi lüks bir lokantaya götürdüler. Suzy, sınıf partisine gitmek istemişti, ama Jacob,
zamanın, güzelliklerin, kendi payına düşen yaşam ve güzellik sürecinin hızla geçip gittiği duygusuyla, bir kez
olsun böyle bir akşam geçirmek istemişti. Ama bu kadar çok istediği için de, yemek daha başından bir fiyasko
olmuştu. Suzy boynu eğilmiş bir haldeydi, Esther da yanındaki kızı, uzakta olan kızı yüzünden gene bir
şeylerden yoksun edildiği için üzüntülüydü.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:161)
“Zamanla iyi bir evlat ve yararlı bir vatandaş mı olacağım, yoksa yaradılışımın gereği başka yollara mı
sapacağım sorusu hala güncelliğini koruyordu. Baba evinin ve bu evde esen havanın gölgesinde mutluluğa
kavuşmak için giriştiğim son deneme uzun sürmüş ve zaman zaman başarıya ulaşır gibi görünmüşse de, tam bir
fiyaskoyla sonuçlanmıştı.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:90)
“Fiyaskoyla sonuçlanmış yaşamından kalan tek şey, tek değerdi bu amansız yalnızlık ve bu soğuk resim
yapma tutkusu. Ve sağa sola sapmadan bu yıldızın gösterdiği yönde ilerlemek artık onun yazgısıydı.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:177)
“İdris birden heyecanlanmıştı:
-E?
-E’si, sağlığın. Yanlış bir numara.. derhal fiyasko ve analarımıza kar yağdığının resmi. Hiç oralı
olmadım. Gerçeği açıkladım.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:119)
“José Arcadio Buendia, hükumet emrettiği anda başkente gidip askeri yetkililere icadının uygulamalı
gösterisini sunmaya ve güneşle işleyen o çapraşık savaş yöntemlerini öğretmeye söz verdi. Yıllarca yanıt gelecek
diye bekledi. Sonunda beklemekten usanıp, tasarısının fiyaskosundan Melquiades’e yakınınca, çingene büyütece
karşılık sikkeleri verdiği gibi, üstüne de birtakım Portekiz paftalarıyla sefer yollarının haritasını çizmeye yarayan
araç gereç vererek dürüstlüğünü kanıtladı.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9)
“Evvela hayvanların kendi başlarına bir çiftlik idare edebilmeleri fikrini tuhaf buluyorlarmış gibi alaya
vurdular. Bu iş iki haftada fiyasko olur, diyorlardı.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:43)
“Dışarıda günün külrengi aydınlığında ışıklar titreşiyordu. Mathieu hep, çevresinde yıkamadaığı bir dört
duvar varmış gibi bunalıyordu. ‘Gene fiyasko’ diye düşündü. Sarah’dan başka kimsede ümidi kalmamıştı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:257)
“AMANDA : ..... Onu meslek okuluna kaydettirdim... kahredici bir başarısızlık! Öyle korkmuş ki
oradan, midesi bulanıp kusmuş. Onu kilisedeki Genç İnsanlar Birliği’ne götürdüm. Başka bir fiyasko! Ne o bir
kimseye bir söz etti, başkası ona bir çift laf.”
(T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:39)
“Zar zor bir yıl geçirir Hesse, derken bu okul deneyimi de fiyaskoyla sonuçlanır. İçkili lokallere dadanır
Hesse, sağda solda sürter, ona buna borçlanır, ne var ki, pek sevdiği tavanarasındaki odasında gece geç vakitlere
kadar oturur.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:36)
“Kadınların yanındaki fiyaskosu, hayatının gizli umutsuzluğu buradan ileri geliyor ve sonunda
arkadaşları da bunu fark edip dillerine doluyorlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:213)
Fiyatları kırmak : (EKO.) : Ekonomik zorluklardan dolayı, fiyatları - ücretleri olduğundan daha aşağıya
çelmek, düşürmek
“Günde on yedi saat dikiş dikiyordu. Ama mahkumları düşük ücretle çalıştıran müteahhitlerinden biri,
birdenbire fiyatları kırdı ve serbest işçilerin gündeliği dokuz meteliğe indi. Günde on yedi saat çalışmaya karşılık
dokuz metelik! Alacaklıları büsbütün insanfsız kesildiler. Hemen bütün eşyaları geri almış satıcı ona durmadan;
‘paramı ne zaman ödeyeceksin sürtük?’ diyordu. Tanrım, ne istiyorlardı ondan?............ Satıcı (en sonunda),
‘Hadi bakalım!’ dedi, ‘geri kalanı da satalım.’ Bahtsız kız sokak kadını oldu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:307)
Fizan’a yollamak; Fizan’ı boylamak : Çok uzaklara gitmek, sürülmek, çok uzaklara tayin edilmek
“-Devlete hiyanet eden kim olursa olsun alimallah tabanlarına öyle bir sopa çekerim ki etleri hallaç
pamuğu gibi darmadağın olur. Değil kendi oğlum, hain olan Padişah Hazretlerinin gözbebeği bir şehzade bile
olsa Fizan’a (Libya’nın güneybatısında bir yöre) yaya yollamaktan çekinmem.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:186)
“İlk trenler gidip gelmeye başladı. Şose, demiryolunun yanı sıra gidiyor. Trenler yaklaşınca, çalıların
arkasına çömeliyorum. Yaya gittiğimi ahbaplar görmesin diyerek... Keferenin birinde küçük bir hesap vardı.
Maksadım onu almak... Biraz da borç isteyeceğim... Müslümanlardan ümit bekleme... Gazeteler dersen ben içeri
girince, takım taklavat, abdesthaneye kaçıyorlar. Herifler haklı... Fizan’ı boylamak işten değil...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:161)
Flagellante :
(İTA., DİN) <Flagelante> : İtalyanca ‘flagello <flegelo> =kırbaç’ sözünden çıkma; 13.
yy.da İtalya’da, Umbria’da başlamış sonra tüm İtalya’ya yayılmış, kendi kendini kırbaçlayarak İsa’yla özdeşen,
günahlarının kefaretini ödeyen keşiş-tarikat grubu
“ ‘Son yıllarda vaizler halk arasında dine bağlılık, yılgınlık (aynı zamanda tutku ve insansal ve tanrısal
yasalara boyuneğiş) uyandırmak için hiçbir zaman olmadığı kadar korkunç, insanı allak bullak eden ölümcül
sözcükler kullanır oldular. Hiçbir zaman, günümüzdeki kadar, Flagellanteler’in ayinleri sırasında, İsa’nın ve
Bakire Meryem’in acılarının esinlediği övgüler işitilmedi; basit insanların inancını, cehennem azabını
çağrıştırmada günümüzde olduğu kadar direnilmedi.’ ....................... ‘Yolculuğumuz sırasında en az iki kezi
kendi kendini kırbaçlayan bir dizi insana rastlamıştık. Bir kezinde yerli halk onlara birer ermiş gibi bakıyor, bir
kezinde de onların sapkın olduklarına ilişkin fısıltılar dolaşmaya başlıyordu kentin sokaklarında; ikişer sıra
olmuş, yalnızca edep yerleri örtük, her türlü utanç duygusunu bir yana bırakmış, kentin sokaklarından
geçiyorlardı. Her birinin elinde bir deri kırbaç, kanatıncaya dek omuzlarını kırbaçlıyor, Kurtarıcı’nın acısını
gözleriyle görmüş gibi, bol bol gözyaşı döküp ağıtlar söyleyerek Efendimiz’in merhametini ve Meryem Ana’nın
yardımını diliyorlardı. Yalnız gündüzleri değil, geceleri de kış ayazında, mumlar ve bayraklar taşıyan rahiplerin
ardında, yığınlar halinde kilise kilise dolaşıyorlar, sunakların önünde alçakgönüllülükle yere kapanıyorlardı.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:142;146)
Flectere si nequeo Supero, Acheronta movebo : (LAT.) <Flek’teri si nekoe su’pero, aşe’ronta mo’vebo> :
‘Eğer Cennet’e boyun eğmezsen, Cehennemi ayaklandıracağım.’ VIRGILIUS, ‘O n e i d’den.
florentibus occidit annis : (LAT.,KOLL.) <floren’tibus ok’sidit a’nis> : ‘Taptazeyken solan’
Flört; Flört etmek; Flörtü olmak : İki karşıt cins arasında yakınlık, bir tür cinsel ilişki başlangıcı, ‘çıkmak’
devresi; (Semb.) Bir iş, kişi ya da düşünceyi benimsemek konusunda kendi kendine muhasebesini yapmak,
inceden inceye düşünmek
“Kurnaz anlatıcı <Silvio Pellico> bir Moravio hapishanesinin sevimli bir tablosunu çizer: Burası, büyük
insani sorunların sevimli gardiyanlarla tartışıldığı, hapislerin platonik olarak da olsa genç hanımlarla flört ettiği,
haşaratın evcil hayvanlara dönüştüğü namuslu bir dinlenme yeridir.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:73)
“Hiçbir olanak yoktu, herşey önceden tasarlanmıştı: küçük kırıtmalar, flörtler, kikirdemeler, kısa süren
bir kararsızlık, sonra takınılan, zaman geçtikçe de cayılan yabancı, ölçülü bir yüz, ilk çocuklar, mutfaktaki işler
bittikten sonra yanlarında biraz daha kalmak, baştanberi duymamazlığa gelinmek, giderek söylenenleri
dinlememek, kendi kendine konuşmalar, rahim kanseri ve sonunda ölümle kehanetin gerçekleşmesi.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15-6)
“Mahalleye girince de ilk gençlik anılarım canlandı. Akşam karanlığı çöker, sular kararırken evlerden
yayılan kabak kızartması kokusu yazın simgesi gibi gelirdi bana. Gece kumsalda ateş yakıp gitar çalınan o sihirli
geceler, yakamozlaşan denize girip yüzmeler, ilk flörtler, kuytu bucak gizli öpüşmelerin baş döndürücü tadı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:422)
“‘Evet saygıdeğer peder, bir flörtü var yeğeninizin; her akşam siz yattıktan sonra buluşup, sabahlara
kadar fink atıyorlar dere boyunda. Bütün köyün ağzında.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:40)
“Flört etmenin bu kadar uluorta olmadığı benim gençlik yıllarımda, sevgililerin gözlerden uzak
pastanelerde buluşma modası vardı; kıyı bucak masalarda birbirlerinin ağzının içine düşerek, fısır fısır
konuşurlardı. Kız, ikide bir çantasını büyük bir çalımla omuzuna atar, tuvalete giderdi. Hep düşünürdüm,
yanlarındaki erkek, bu kızların bu kadar işemesinden hiç mi kuşkulanmaz, diye.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:39)
“-Dikkat et oğlum, diyordu, acele etme, bir kez kıza söz verdin mi, bir daha bırakamazsın onu...
-Ama anne söz diye bir şey yok ki henüz... Önce denemek gerek...
-Asla, öyle denemeymiş, flörtmüş yok, ‘Ben şu kızla konuşuyorum,’ da yok. Her şey olgunlukla...”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:118)
Fobi’ler :
(PSYCH.) (Fr.: Phobie - Fobia : Korku; Eski Yunanca’da : P h o b o s =korku, panik’ten gelir)
“K o r k u (İng.: fear - fir), bilinçli olarak dış dünyadan gelen tehdit veya tehlikelere karşı oluşan
duygusal bir tepkidir. Duygusallığın yanında fiziksel, entellektüel ve psikolojik değişmeler de görülebilir. Korku,
‘sınırlı’ (circumscribed – sircums’kraybd) bir olay olup, derecesi, dış etkenin alışılagelen ve bilinçsel olarak
uslamlanabilen nitelikleriyle doğru orantılıdır. Fareden ya da kedi yavrusundan duyulan korku,, herhalde azgın
bir köpek veya yılan karşısında duyulabilecek bir korku ile kıyas edilemez.
F o b i’lerde ise korku ve onun gösterisi olan anksiyete, ‘makul olmayan’ (irreasoanable ir’rezo’nabl), ‘irade ile kontrol edilemeyen’ (irrational, uncontrollable - ir’reyşınıl, ankontrol’lıbıl) bir niteliğe
sahiptir Fobi’yi hissetmek için süje’nin obje’yi görmesine bile gerek yoktur; zihinsel tasarım, örneğin uçmaktan
korkan birinin uçağı uzayda düşünmesi bile anksiyete’yi sergilemesine yetebilir. Bundan anlıyoruz ki, fobi’lerde
gerçek tehlike dış’tan değil, iç’ten gelir. Sözüm ona dıştaki bir nesneden gelen bir tehdit (threat – tre’t), esasında
içteki bir çatışmanın (conflict - kon’flikt), ‘deplasman’ından (displacement - dis’pleysmınt) ibarettir. Tabiatıyla
burada rol oynayan çok önemli diğer savunma mekanizması da ‘yansıtma’ dır (projection - pro’cekşın).
Tarihçe :
İ l k Ç a ğ l a r d a fobi’lerin nedeni, ritüalistik ya da süpernatürel nedenlere bağlanmıştı.
Y e n i Ç a ğ l a r d a , ilk bilimsel çalışma Pierre Janet (1859-1947) tarafından yapıldı. ‘Çok
Kişilikler’i (Multiple Personalities - Maltipıl Pörsanalitiz) de histeri’nin bir alt branşı olarak niteleyen Janet,
Fobi’leri ve Obsesif-Kompülsif reaksiyonları p s i k a s t e n i (Psychasthenia - ‘ruh yetersizliği’) başlığı altında
topladı.
Freud, 1894’te yayımladığı ‘Psychological Theory of Phobias and Obsessions’ (Fobi’lerin ve
Obsesyonların Psikolojik Kuramı) adlı makalesinde, ‘tahammül edilemez fikir ve yaşantıların, ‘conversion –
dönüşüm) mekanizmasıyla, ‘vücutsal’ (örn.: hysteria), veya ‘ruhsal, emosyonel’ (örn.: phobia) yollarla dış
obje’lere transferlerinden bahsetmişti. Her ikisinde de, ‘başarılı bir represyon mekanizması’ söz konusu idi.
Freud, kısa bir süre sonra, ‘fobi’ için ‘anxiety hysteria - histerya anksiyetesi) terimini kullandı; zira, ‘fobi’ de
göze batan, yükzek düzeyde bir s ı k ı n t ı mevcuttu ve onda da bir ‘konversiyon’ mekanizması esastı.
<Not: Freud’un emsalsiz ‘Little Hans’ öyküsünü, orijinal kitabımda ayrıntılarıyla lütfen okuyun! Dr.İ.E.>
Otto Fenichel’e göre, normal k o r k u (fear), kişinin yaşam ve etkilenmesine olumsuz, durdurucu
veya yıkıcı olduğu zaman patolojik’tir. Fenichel, ‘ölüm korkusu’ diye özel bir korkunun mevcut olduğunu
sanmıyorum; bu, diğer bilinçötesi fikir ve çatışmalarını da içerir,’ der.
K o r k u’nun, geniş çapta ilkel insanda mevcut olduğunu uslamlayabiliriz. Bu bakımdan onun,
biyolojik olarak primordial <başlangıçta mevcut> ve instinktif <dürtüsel> olduğuınu iddia edebiliriz. Korku,
uygarlık ilerledikçe bir az modifiye edilmiştir <değişmiştir> , zira, organizma, daha fazla yıpranmamak için
‘öğrenir’. Analistler, uygarlığın, sosyal ve kültürel baskılar nedeniyle, ‘basit korku’nun (simple fear) daha
karmaşa ‘korku’ sistemleriyle sonunda ‘phobia’ya dönüştüğüne inanırlar. Zira gitgide karmaşalaşan toplumda,
‘daha iyi kontroller’, sosyal kazançlar ve uygarlık için daha fazla ‘olgunluk’ (maturity- matüriti) beklenir.
F o b i k O b j e’ler, Latince veya Yunanca orijinal adlarıyla nitelendirilirler. Genel örnekler :
1. Acrophobia
(Gr.: Acra = yükseklik),
2. Agoraphobia
(Gr.: Agora = pazar-toplantı yeri, açıklık)
3. Ailurophobia
(Gr.: Ailuros = kedi),
4. Anthophobia
(Gr.: Anthos = çiçek),
5. Anthrophobia
(Gr.: Anthropos = insan),
6. Claustrophobia
(Lat.: Claustrum = bar, kilit, kapalı yer),
7. Cynophobia
(Gr.: Cynas = köpek),
8. Equinophobia
(Lat.: Equinus = at),
9. Mysophobia
(Gr.: Vücut kirliliği, mikrop),
10. Nyctophobia
(Gr.: Nyx = gece),
11. Zoophobia
(Gr.: Zoos = hayvan).
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:317-334)
Fokbalığı gibi solumak : Çok derin, gürültülü nefes almak
“POZZO (Estragon’a.) - Bunu merak ediyorsunuz değil mi?
ESTRAGON - Fokbalığı gibi soluyor.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:62)
Fokurdamak; Fokurdatmak : Aşırı, gürültülü sesler çıkararak (Kahve, su içmek, kaynatmak)
“Bir yandan suyu uzun yudumlarla içiyor, bir yandan da bir at gibi fokurdatıyordu. Küçüğü sinirlenerek
yanına geldi ve sert bir sesle:
-Lennie, dedi, Allah aşkına o kadar su içme.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:9)
“... böğürtlenler, kuşüzümleri, frambuzazlar, üzümler ve dağ eriklerini yumuşatıp kavanozlara
doldururdu. Kışları bunlardan reçel yapardı. Ve çuval çuval şeker ve fokurdayan kazanlarla iş yaparken, (çıkan
dumandan saçlarını korumak için ketenle bağladığı) başına kurtuluşu için yeni fikirler gelirdi. ‘Uyanık ol’ onun
düsturuydu. Ve buna uygun davranırdı.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:132)
Fokur fokur (kaynamak, pişirmek) : Kaynama noktasına gelmiş aşırı, gürültü çıkararak, dumanı üstünde
kaynamak (‘Phlegethon’: yanmak anlamına gelen Yunanca bir sözcükten)
“ONİKİNCİ ŞİİR , 7.DAİRE: SALDIRGANLAR (Soydaşlarına karşı zor kullananlar) - Aşağıda
sürüler halinde Kentauros’lar dolaşmaktadır. Bunlar Vergilius’la Dante’nin geldiğini görünce dururlar ve bir ara
içlerinden birkaçı oklarıyla nişan almaya kalkışırlarsa da, Vergilius onları yatıştırmayı hatta yardımlarını bile
sağlamayı başarır. Böylece bir Kentauros’un yanında ve korumasında, fokur fokur kaynayan kan nehrine
varırlar.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:164)
“Şimdi, her Paskalya yortusunu karşılayan Cuma gecesi yapmam gereken işin korkunçluğunu dinleyin.
Tanrı cezası şeytan, göle inip Pontius’u sudan çıkarın. Su, kazan suyu gibi gibi fokur fokur kaynıyor...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:88-9)
“Hava, taşları yalayan bir ateşti. Dökülen kanı yalaya yalaya içsinler diye, çingenelerin getirdikleri
çoban köpekleri, efendilerinin kazmış bulunduğu çukurun kenraındaki bir kaya üzerinde besili vücutlarını
geriyorlardı. Soluk soluğaydılar, sarkan dillerinden ter damlıyordu. Bu maden ocağında, insan başı ses çıkararak
zonkluyor, beyinler fokur fokur kaynıyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:55)
“NOSTRADAMUS
Kahve makinasını icat ettim bu gece.
Utku kazanmış gibi, pırıl pırıl
dikiliverdi olduğu yerde,
metalden bir deniz feneriydi sanki,
ay ışığıyla yıkanan ıssız bir ovada
homurdanıp
aksırarak
fokur fokur”
(Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04)
“Havada titriyen sıcaklığın usuldan usula duyulan ahenginden fokur fokur kaynayan dünyanın
uğultularından gayri hiç bir ses gelmiyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:74)
Fol yok yumurta yok : Gerekli hiç bir nedeni yok; Ortada daha hiç bir şey yok
“-Bunlar da sözüm ona yargıç! Bizim beyefendi general şimdi sağ olsa, Tanrı rahmet eyleye, şimdi size
dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirdi. Yargıç dediğin yargıçlığını bilmeli. Sırasında dayak da atılır, ama fol
yok, yumurta yokken...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:116)
“VARYA - Bana kalırsa bir şey çıkmayacak bu işten. Onun yığınla işi var, benimle uğraşmaya vakti
yok... Zaten umursamıyor da beni... Tanrı iyiliğini versin ya, onu karşımda görmek ağır geliyor bana. Herkes
düğünümüzden bahsediyor; kutlayan kutlayana, fol yok yumurta yok oysa, her şey düş gibi...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:109)
“..... Ama Dupuy, cenaze bozgunundan sonra zaman kazanmamıza imkan verdi. Bu nedenle minnet
borçluyuz ona. Ama öte yandan, bilerek mi bilmeyerek mi bilmiyorum, bize çok kötülük etti. Durup dururken,
ortada fol yok yumurta yokken, Cumhuriyet’i kollamak bahanesiyle üzerimize geldi. Belki de başbakan olduğu
için öyle davranması gerekirdi, ama bize zarar verdi. Durmadan aynı şeyi söylüyorum, söylemekten de bıktım:
Bu ülke muhafazakardır.”
(A. France, “Bay Beregeret Paris’te”, sa:63)
“Halil, yanındaki delikanlıların bu kederinden, fol yok yumurta yokken böyle dağ dağ kendisini aramağa
kalkmalarından kuşkulanmıştı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:188)
“Karısı, ortada fol yok yumurta yokken, kendi deyimiyle ‘de gaité de coeur’ <canı öyle istediği için>
yaşamın tadını-tuzunu kaçırıyordu. Durup dururken onu kıskanıyor, ondan kendisine ilgi göstermesini istiyor,
sağa-sola çatıyor, birtakım hoş olmayan, kaba davranışlarda bulunuyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:40)
Fora etmek : Esasında ‘yelkenleri açma komutu’ olan bu sözcük, herhangi bir işe hızla, var gücüyle
girişildiğinde de kullanılır
Bk.: Yelkenleri fora etmek
“EVLİLİĞİN CENAZE MERASİMİNDE
Evliliğin cenaze merasiminde
Karım ve ben ağır ağır yürüdük
İki yanında cenaze arabasının,
Çocuklarımız yarışırken onun ardından...
Tabut boşaltıldığında
Dipsiz gömüte
Yarım daire oluşturdu çocuklarımız
Flütler ve blok flütler çalarak.
Karım ve ben el ele tutuştuk.
Yas tutanlar ağlar ve mezar kazıcılar
Küreklerce balçık fora ederken
Tabutun üstüne,
Biz yavaşçöa uzaklaştık”
(Paul Durcan<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.05.06)
Forma bonum fragile : (LAT.,SOSY.,KOLL.) <For’ma bo’num fra’gile> : Güzellik, kırılgan bir sahipliktir =
= Beauty is a fragile possession (Ovid, Art of Love, II, 13) (İNG.)
Forma flos, fama flatus : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <for’ma flos, fa’ma fla’tus> : Güzellik bir çiçektir, ün ise
(yalnızca) bir nefes! = Beauty is a flower, fame a breath (İNG.)
Formalite, Kağıt üzerinde evlilik, Numara evliliği :
Bk.: Sözde evlilik
Formda (formunda) görünmek, olmak; olmamak : Özellikle fiziksel bakımdan gerekli formasyon ve
performansta bulınamamak
“AMEDEE - (Aynı durumda.) O kadar... yorgunum ki...
MADELEINE - Bir çaba göster, Amédée! Senin iyiliğin için söylüyorum...
AMEDEE - (Aynı durumda.) Gücüm yok, formda değilim... Yapamam... yok... gerçekten... şu an
yapamam...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:88-9)
“-İran’la Irak arasındaki savaş bir eğlence mi, diye sordu Grizzly ve Paul’e duyduğu merhamete
birazcık hınç da karıştı: Bugünkü tren kazası, bütün o kan revan, sen bunları eğlenceli mi buluyorsun yani?
-Ölümde bir trajedi görerek yaygın bir hataya düşüyorsun sen de, dedi Paul, gerçekten de tam
formundaydı.
-İtiraf edeyim ki, dedi Grizzly bu gibi bir sesle, ben ölümde her zaman bir trajedi görmüşümdür.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:146)
“Meydan okur gibi ilerledim, ama aynı zamanda seninle gırgır geçmek için apansız geri dönüp
çıplaklığımı sergiledim. Hoppala! diye bağırdım. Yerinden milim kıpırdamadın, ama sesin kulağıma apaçık
geldi, özellikle tonu iğneleyiciydi. Aferin, kutlarım, hala formunda görünüyorsun.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:26)
Forsa : (TARİH,ITA.) : İTA: Forzato’dan. Orta Çağlarda ve Yeni Çağların başlangıcında, esir edilen
erkeklerin denizlerde gemileri yürütmek için kürek mahkumu halinde kullanılmaları <Not: Tarihte, dünyanın en
değerli forsası: Cervantes, Akdeniz’in bir ‘Türk Gölü’ olduğu devirde, Barbaros’un kadırgasında hizmet
vermişti. İ.E.)
“Türk Donanması, Venediklilerin malı olan Kıbrısı ele geçirmişti; büyük ve acı bir kayıpt bizim için...
Kanım kaynadı.... Çarpışma, Messina boğazında oldu. Sizin anlayacağınız, o ünlü Lepanto (İnebahtı) savaşında
ben de vardım; değerimden çok bir şans sonucu elde ettiğim yüzbaşı rütbesiyle katıldım savaşa. Hıristiyanlık için
epey mutlu bir gündü o: Bütün Avrupa uluslarını, Türklerin deniz üstünde yenilmez oldukları söylencesinden
kurtarıyor, Osmanlı gururunu yerle bir ediyordu. ..... Tek mutsuz insan bendim: Romalılar çağında yaşamış olsaydım, başıma çelenk takarlardı; oysa bu kadar güzel bir günün akşamında ben, z i n c i r e v u r u l m u ş t u m.
............. Başarılı ve cesur bir korsan olan Cezayir Beylerbeyi Uluç Ali, bizim Malta Beyi’nin kadırgasını denizde
sıkıştırıp ele geçirmişti; gemide, ağır biçimde yaralanmış üç şövalye’den başka kimse kalmamıştı........ Düşman
kadırgasına fırladım, fakat tam o sırada düşman gemisi bizimkinden ayrııldı, askerlerim yardıma gelemedi ve
ben, diğer gemide bir başıma kalıverdim. Uluç Ali’nin bütün gemisiyle kaçıp kurtulduğunu duymuşsunuzdur.
Böylece ben, onca mutlu insan arasındaki sayıılı mutsuzlardan biri olan ben, Türk Kadırgasında k ü r e k ç e km e k t e olup, o gün özgürlüğe kavuşan binlerce Hıristiyana karşılık esir düşen ben, Uluç Ali’nin
gemisindeydim. -Bir forsa.-”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:307-8)
“Piskopos:
‘Madam Magloire, sofraya bir takım daha koyun,’ dedi.
Adam üç adım daha atıp, masanın üzerindeki lambaya yaklaştı, iyi anlamamış gibi, ‘Bakın,’ dedi,
‘öyle değil. Duydunuz mu? Ben bir kürek mahkumuyum. Bir forsa. Kürekten geliyorum.’ Cebinden büyük sarı
bir kağıt çıkararak açtı. ‘İşte kimlik kağıdım. Gördüğünüz gibi sarı. Bu, gittiğim yerde kovulmama yarar.
Okumak ister misiniz? Ben okumasını bilmem. Hapiste öğrendim.’ ” .......................
“Adama gelince, o, gerçekten öylesine yorgundu ki, bembeyaz temiz çarşafların zevkine varmayı
düşünmedi bile. Forsaların yaptıkları gibi, mumu burnundan üfleyerek söndürdü ve hiç soyunmadan kendisini
karyolanın üstüne attı; ardından derin bir uykuya daldı. Piskopos bahçeden odasına döndüğünde saat on ikiyi
çalıyordu. Küçük evde, birkaç dakika sonra herkes uyuyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:133;146)
Forslu olmak : Arkası kuvvetli olmak
“Sorgu yargıcı olduğu zaman en forslu, en burnu havada kişileri avucunun içine aldığını; başlıklı resmi
kağıda yazacağı birkaç satırla bu forslu, burnu havada kişileri karşısına sanık ya da tanık olarak getirtebileceğini,
oturmalarını söylemezse sorularına karşısında dikilerek yanıt verdireceğini biliyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:37)
Forsunu bozmamak : Saygınlığı bozmamak, yüz göz olmamak
“İyi ama, hapisten nasıl kurtarmıştı kuyruğu? ‘Sormak olmaz. Şehre girelim, şunlar insin. Arabacının
eline birkaç kuruş sıkıştırıp.. yahut da hayır, forsunu bozmamak lazım. Adamıyım, İstanbul’daki vekilharcı falan
diye kafadan atar, arabacıdan durumu ustalıkla öğrenirim.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:213)
forte potuit sed non legitur eo usus fuisse : (LAT.) <forte po’tvit sed non le^gitur eyo usus fu’yissi) :
“(Hz.İsa) Çok iyi biliyordu (gülmeyi), ama bunu yaptığı hiç bir yerde yazılı değil’”
“ ‘İnsanın doğasında olan hiçbir şeyi yasaklamıyorduu o,’ dedi William, ‘çünkü gülmek,
tanrıbilimcilerin öğrettiği gibi, insana özgüdür.’; forte potuit sed non legitur eo usus fuisse, dedi sertçe Jorge,
Petrus Cantor’un sözlerini aktararak.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:117)
La fortina aiuta i pazzi : (İTA.,PSYCH.,MYTH) <la for’tina ayu’ta i pa’zi> : Servet, delilere yardım eder
= Fortune helps fools (İNG.); fortina favet fatuis : <for’tina fa’vet fa’tuis> : Servet, delilere öncelik verir
= Fortune favors fools (İNG.)
fortuna caeca est : (LAT.) <for’tuna kay’ka est> : ‘Talih kördür!’
Fortunae filius : (İTA.,SOSY.,KOLL.) <for’tu’nay fi’lius> : Bir servetin (zengin yaptığı) çocuk = A child of
fortune (HORACE, ‘Satires’ II, 49) (İNG.)
Fos, (gerisi) fos çıkmak : Boş, ardında birşey olmamak, emeklerin yitirilmesi
“Glick kaşlarını çattı. Merkezle uğraşmak hiç kolay iş değildi. ‘Kötü haberi.’
‘Görevi bıraktığımız için yazı işleri ateş püskürüyor.’
‘Çok şaşırdım.’
‘Ayrıca, aldığımız tüyonun fos çıkacağını düşünüyorlar.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:306)
“KAMİL - Seni seviyordum..
EMEL - Yalan.. Yalan.. Pısırık bir insansın sen.. O günleri hatırlıyorum. <Mülkiye Okulunun>
Dışişleri <Hariciye> sınavını birincilikle kazandın. Ama gerisi fos. Senden sonrakilerin hepsi Avrupa’ya,
Amerika’ya gittiler. Ben de bir an önce buradan uzaklaşmak, dünyayı görmek, hayatın tadını çıkarmak
istiyordum..”
((S. Engin, “Suçlu”, sa:77)
“Oğlan, baştan itibaren Bird’ün tavrının söylediklerini bir dershane öğretmenine yakışmadığını
söylüyordu. Oğlan Bird’ün söylediklerini hiç tepki vermeden dinlemesi karşısında iyice saldırganlaşıvermişti.
Dershane ücretlerinin yüksekliği, sınav gününe kadarki sürenin kısalığı, nice ümitlerle gelinen dershanenin fos
çıkması karşısındaki öfkesini ardı arkası kesilmeyen sözcüklerle sıralamaya devam ediyordu.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:99)
Fosur fosur çekmek, piposunu tüttürmek : Derinden derine (duman, sigara, nargile) çekmek, dumanını
tüttürmek
“Göğsümü kabartan bir şey, bu yüzden bana imrenen çoktu. Bu cibinlik olmasaydı, geceleri, şimdi
olduğu gibi ışığı yakıp huzur içinde oturamaz, eski bir Avrupa gazetesini elime alıp, bir yandan okuyup bir
yandan fosur fosur pipomu tüttüremezdim.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:19)
“Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu
fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan
bayrağına dikmişti.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:19)
Foş diye dalmak : Balıklama suya atlar gibi, birden
“Mrs. Ball’un kır evi pek temiz sayılmazdı doğrusu. Geçen savaşta, kocası siperlerde çarpışırken, Mrs.
Ball, bir erkekle birlikte yaşamıştı. Miss La Trobe bütün bunları biliyor, ama dedikoduya karışmaktan
kaçınıyordu. Bu seyrek dokulu söylenti ağına foş diye daldı, nilüferli havuza yuvarlanan koca bir taş gibi. Çapraz
fiskoslar kesildi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:61)
Foşur foşur akmak : Su içeren bir borudan akan suyun, coşkun bir su akıntısının, patlayan bir su deposu ya
da şelalle^nin enerji dolu sesi
“Şvayk Biegler’i tugayda hiç görmedi, çünkü Biegler tam iki saatir subay helalarından birinde
lturmaktaydı. Biegler’in buralarda vaktini boşa harcadığını söylemek de yanlış olurdu, çünkü 6 eylül 1634’deki
Nördlinghen Muharebesinden 19 ağustos 1888’deki Sarayevo Muharebesi’ne kadar kahraman AvusturyaMacaristan ordularının tekmil şanlı savaşlarını kendi kendine bir bir sayıp döküyor, hayalinde canlandırıyordu.
Sifo’nu çektiğinde su foşur foşur akarken gözlerini kapatıyor, savaşın karmaşasını, süvari hücumlarını, topların
gümbürtüsünü hayal ediyordu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:274)
Foya, Foyası çıkmak; Foyasını meydana (ortaya) çıkarmak, koymak, sermek, vurmak : Yalancılık,
sahtekarlık; Bir sahtekarlığın ardından gerçek yüzünü görmek, göstermek, kanıtlamak
“Çılgın Yirmiler <Roaring Twenties> denen dönemde bu büyük bir eğlence sayılıyordu. Halkın
inandığı şeylerin foyasını ortaya çıkarmaktan nefret ederim, ama Wichita’da çılgınlık filan yoktu; o uyuşak
kasabayı tam iki ay biraz ses, biraz eğlence bulmak ümidiyle dolaşıp durduktan sonra görmeye değer ne varsa
görmüştük bile.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:96)
“İKİZ - Mahkumlarla değiş tokuş söz konusu olunca benim hayatımı kurtarmayı nasıl reddedecekler,
görmek istiyorum. Onların foyalarını meydana çıkaracak bu. Onların tümünü satın alacağım, Günlük, haftalık,
aylık..”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:66)
“KORKU - İşte, bir dost düşman olmuş! Onun maskesini belledim artık. O beni öldürmek istiyordu.
Şimdi foyası meydana çıkınca sıvışıveriyor. Dışardaki hayata kavuşmak üzere, hangi yönde olursa olsun kaçmak
için, bilseniz nasıl can atıyorum.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:32)
“KONUŞMACI - Sevgili hemşerilerim..... Gizemli diye nitelendirilen bir hastalık onların
<Yöneticilerimizin> bir buluşu olmasın sakın, düşünülecek bir konu bu. Ayrıca ona niçin gizemli diyorlar?
Gerçek nedenlerini, niçinlerini gizlemek için. Biz işte bu gizliliğin foyasını meydana çıkarmak için buradayız.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:209-10)
“Dört atlı araba yola koyuldu. Hemen uşak bozuntularının burunları havalandı, foyalarını meydana
vurdular ve ‘kedi evde olmayınca sıçanlar hora teper’ sözünü doğruladılar. Oynadılar, tıkındılar, zilzurna
oldular.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:80)
“Yemenimin oyası
Zerde yedim doyası!
İşte senin de çıktı:
Yüreğinin foyası!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:275)
“Rhett, Scarlett’ten bir cevap alamayınca sorusunu tekrarladı.
-Bu parayla ne yapacaksınız? Haydi bana doğruyu söylemeye gayret ediniz. Bakın, bu yalan
söylemekten daha iyidir ve kolaydır. Eğer yalan söyleyecek olursanız günün birinde foyanızı ortaya çıkarırım;
bu da sizin çin çok üzücü olur.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:807)
“Siz bir yalancısınız ve konuşmasını bilmeyen bir budalasınız! dedi. Aslı astarı olmayan şeylere beni
kandırmaya çalışıyorsunuz, ama benden para çekemezsiniz; sizin gibilerin foyası ortaya çabuk çıkar.”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:103)
“ ‘Mahkum olursanız eğer, bu, bir kürek cezası <Orta Çağlarda, ‘forsa’ adı altında kadırgalarda hayat
boyu kürek çekme cezası; zamanımızda ise ‘hayat boyu hapis, ağır ceza> ya da ölüm cezasından başka bir şey
olmaz. O zaman ben başpiskoposluk kürsümün tepesinden sizin suçsuz olduğunuzu, sadece bir hayduta karşı
canınızı koruduğunuzu, en sonunda da, düşmanlarınızın kentte egemen oldukları sürece Parma’ya dönmenizi
yasakladığımı avaz avaz haykırarak araya girerim. Hatta, fazlasıyla hak ettiği gibi, başsavcıyı da açıkça kınarım,
foyalarını ortaya sererim.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:246)
“Heriften <yıllarca kullandığı deha düzeyindeki çırağından> hiçbir zaman hoşlanmamıştı, şimdi
kendine bunu itiraf edebilirdi artık. Çatısı altında barındırıp sömürdüğü sürece içi rahat etmemişti. İlk kez yasak
bir şey yapan, usulsüz yollara sapan dürüst bir insanın ruh halini yaşamıştı hep. Elbet foyasının meydana çıkması
tehlikesi çok küçük, buna karşı olasılığı dev gibi büyüktü, ama huzursuzluğu da,, vicdan rahatsızlığı da bir o
kadar büyük olmuştu. Gerçekten onca yıl bir tek gün geçmemişti ki bu adama uyduğunun cezasını günün birinde
bir biçimde çekeceği korkusunu ensesinde hissetmesin.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:113)
“Hizmetçi kız genellikle ondan korkuyor gibiydi, onun önünde utanıyor, ürkekleşiyordu. Çocuklarsa
Manuela’ya karşı boşvermeye yakın bir ilgisizlik duyuyorlardı. Arada bir konuşmasıyla alay ettikleri de
oluyordu, o zaman da renkten renge giriyordu. ‘Çok ilginç’ diyordu Gertrudis, ‘bütün bunlara karşın bizden
gitmek istemiyor... Bu kızda bir kedi ruhu var.’ Ama çok geçmeden foyası çıktı ortaya.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:83-4)
“... çünkü bütün çekicilikleri yeni oluşlarından ve kim olduklarının bilinmemesinden kaynaklanır; kağıt
oyunlarında büyük bir küstahlıkla hile yaparlarsa, ellerini ölçüsüzce başkalarının cebine daldırırlarsa, bir sarayda
çok uzun bir süre kalırlarsa, bir gün birdenbire biri çıkıp foyalarını meydana çıkarabilir ve sırtlarındaki kamçı
izlerini ya da kürek mahkumu damgasını herkese gösterebilir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:22-3)
“Ruzena’nın içi öyle daralmıştı ki, bağırması şarttı. Buna dayanamayacaktı ama zaman bir yük gibi
sırtına binmişti. Bu sonsuzluk. Titredi: Kendini adamın önüne atmak, diz çökerek ona yalvarıp yakarmak,
ayaklarını öpmek istiyordu, neticede o da bir insandı; ama üniformalı, yanına yaklaşılmaz, etrafı iktidarın o akıl
sır ermezliğiyle çevrili... düşman tarafından gönderilmiş. Fakat kendisi onun foyasını kesin meydana çıkarırdı.
Belki de oğlunu bulamamışlardı...”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri - Wondrak”, sa:258)
Fön rüzgarları : (Alm.: Föhn) İlk kez, Alp bölgesinde oluşan rüzgarlar olarak keşfedildi. Dfön, nmli
havanın rüzgarüstü yamaçlar boyunca yükselmeiyle oluşur. Bu yükseliş esnasında, su buharını içine
çeker,genleşir ve soğur. Bu nem, ya yağmur ya da kar olarak gizli ısıyı açığa çıkarır, dolayısıyla soğuma gitgide
azalır. Sırtta, nihayet kuru bir hal alır rüzgar, ‘fön duvarı’ denilen bulut kümeleri oluşur. Yamaçların
eteklerinde ise rüzgar kuru ve sıcaktır. Aynı mekanizmayla dünyadaki diğer oluşumlar şunlardır: Kuzey Amerika
kayalık dağlarında: Şumuk, Libya’da: Gibli, Arjantin’deki And Dağları’nda: Zonda adını alır.
“Her kış sonu fön rüzgarları pes perdeden uğuldayarak esmeye başlayıp Alplere oturanların içini bir
titreme ve korkuyla doldururken, gurbetzedelerin yüreğinde sıla özlemi ateşini tutuşturur, yer bitirirdi onları.”
Fön rüzgarlarının başlamak üzere olduğunu pek çok saat önceden, erkekler ve kadınlar, dağlar tepeler,
av hayvanları ve sığırlar sezer. Hemen her vakit karşı yönden esen serin rüzgarların peşinden fön’ün geleceğini,
pes perdeden ılık bir esinti haber verir. Mavimsi yeşil göl, kaşla göz arasında mürekkep siyahlığında bir renge
boyanır ve beyaz köpükten taçlar oturtur başına. Henüz birkaç dakika önce uslu uslu yatıp dururken, birden
kükrer, gazaba gelmiş çatlayan dalgalarıyla bir deniz gibi kıyıyı dövmeye başlar. Beri yandan, bütün çevre
korkuyla büzülüp tortop olur....... Her şey birbirine yaklaşır, dağlar, yaylaklar ve evler, bir sürüdeki ürkmüş
hayvanlar gibi sokulur birbirine. Ve ardından o gök gürlemesini andıran uğultu duyulur, toprakta bir titreme
gezinir.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:12)
Francala : Kepeksiz, katkısız, iyi kalite undan yapılı bembeyaz, ince uzun ekmek. 1950’li yıllarda ya hasta ya
da zengin olanlar (özellikle yabancılar) yerdi bu tür ekmekleri İstanbulda
“Francala pencereden avluya fırlatılmıştı. Aşağı bakıyorum. Francala, kül rengi taşların üzerinde
duruyor ve hala yağan yağmur altında çiğ çiğ parıldıyor. Şöyle düşünüyorum: Belki de ötekilerin francalası
yoktu, F.’nin elindeki francalayı kıskanmışlardı. Oysa hiç de öyle değil. Hepsinin de francalaları vardı. Hatta
G.’nin iki tane.”
(Ö. von Horvath”, sa:14-5)
(St. Francis – Assisi’li Aziz) Françesko ; St. Francis’in sabrını tüketmek : 1209’da (?1208) FRANSİSKEN
tarikatını kuran Aziz Giovanni Francesco Bernardone (1181-1226) İtalyan rahibi. Francis of Assisi olarak da
anılırdı. Dünyaca ünlü sabrı yanında, tarikat üyelerinin aynı zamanda birer dilenci hem de vaiz olmalarını, tam
bir yoksulluk içinde yaşamalarını, ‘tövbe’yi, inançlarının birinci prensibi olarak kabul etmeyi ve manastırlara
kapanmamaları gerektiğini savunurdu. Üyelerine: Minorites; Grey Friars da denir. Françeskan keşişi EliaAssisi’de iki kilisden ibaret bir bazilika’yı 1228’de yaptırdı. Küçük kiliseye Proz(ts)iunkola adı verilir. Santa
C(h)lara kilisesi ise 1257-1265 tarihleri arasında yapılmıştır. Aziz’in ölümünden sonra, tarikat üyeleri arasında
‘Tinciler’ belirdi (Bk.!)(İ.E.)
“Müziğe karşı da sırf ihtiras dolu ayni sevgi Thomas Kelano bir tanesi için ne demişse, öbürüne de tam
olarak uymaktadır: ‘Birader Françesko’yu sonsuzluktan çok ince bir bölme ayrırıyordu: Bunun için o ince
bölmeden tanrısal melodiyi duymaktaydı’; ikisinin de bu melodiyi dinlerken duydukları haz, kendinden geçmeye
kadar varır. Biri: ‘Eğer uykumda keman çalan melekler yayı tellein üzerinde bir kez daha çekselerdi, ruhum
vücudumdan ayrılırdı; mutluluk o derece dayanılmaz haldeydi’ diyordu. Ben inanıyorum ki, öteki de Bach’ı
çalarken aynı mutluluğu duymaktadır.’ “ ........... “Bir gece, Assisi’li Françesko’nun bir öğrencisi, kışın ortasında
onu çıplak yürüyüp soğuktan titrer bir halde bulmuş. Şaşkınlıkla: ‘Peder Françesko’, demiş; ‘bu soğukta neden
çıplaksın?’, ‘Çünkü kardeşim, binler ve binlerce kadın ve erkek kardeşim şu anda üşüyor; ısınmaları için onlara
verecek örtülerim yok; onun için ben de onlarla birlikte titriyorum.’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:371;377)
“Hasta ofisimden kaçarak çıktı. Sonra kendimi suçlu hissettim, çünkü bu hastam depresyondaydı ve
uykusuzdu ve yeni bir rahatsızlık kaynağına hiç ihtiyacı yoktu. Şüphesiz davranışımı birçok yönden haklı
gösterebilirim: öfkelenmem ona yardımcı olabilir, saygısızlığı ve öfkesi St. Francis’in sabrını bile tüketebilirdi.
Terapist, sadece bir insandır. Yine de o gittikten sonra oldukça sarsıldım ve korkunç bir şey yapacağı. Hatta
intihara teşebbüs edeceği konusunda ciddi bir endişeye kapıldım.
(I.D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:183)
Fransız , Frenç (French), Frenk : Fransa vatandaşı; Yabancı; Alafranga, erişilmez, burnu büyük; Kötü, küfür
<İngilizce’nin, özellikle II. Dünya Savaşından sonra etrafa grip salgını gibi yayılmasından önce,
Fransızca hem diplomasi ve hem de kültürün simgesiydi. Fransızcayı konuşabilme, bir özellik idi, ama aynı
zamanda, onu gerektiği gibi özümseyemeyenler, dille ilgili olmayan konularda bile, örneğin post-modern bir
tablo için ‘Bu benim için Fransız’ derlerdi. Pek seyrek olarak da, 1930’larda anımsarım, çocuklar küfür etmek
istediklerinde, “Şimdi Fransızcama başlarım ha!” tehdidini savururlardı. Benim kişisel rüyam, Galatasaray’a
gitmek, sonra Fransa’da Yüksek Mühendislik ya da Tıp tahsili almak idi. Pek milliyetperver, sonucunda da
yabancılardan pek hoşlanmayan bir toplumdurlar; ben 1957’de, Montreal’de bir lokantada, sırf çok sevdiğim o
lisanı telaffuz etmek ve ‘Roma’da Romalılar gibi yaşanır!’ prensibine saygı göstermek için genç garson kıza
Fransızca hitap ettiğim zaman, yanıt çoğu zaman İngilizce gelirdi. Hiç şüphe yok ki, ‘yabancıları özümseme,
onlarla kaynaşma’ vb sosyal beklentiler, U.S.A., İngiltere ve Kanada’nın çok daha alt düzeylerindedir.>
“Geçen sene ağabeyinin verdiği partide Katherine’in kendisine Noetik Bilim’i açıklamak için verdiği
(başarısız uğraşı hatırlayan Langdon, ‘ben bunlara Fransız kalıyorum,’ diye düşündü. Langdon, dikkatle
dinledikten sonra, ‘Bilimden çok kulağa sihir gibi geliyor,’ demişti.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:26)
“Ağır, yaldızlı kitaplar verdiler. Ebedi Şehir Roma’yı ve Kutsal Peder Papa’yı okuyor, tasvirlere (Aziz
Petros,Vatikan, resimler, heykeller) bakarken sarhoşa dönüyordum.
İşler yolundaydı, hayalen kaçmıştım bile; denizi aştım, Kutsal Şehir’e vardım, tahsilimi <eğitimimi>
bitirdim; ipek kenarlı, menekşe rengi şapka giyiyordum, sağ elime baktım ve orta parmağımda, parmağımda
parlayan ametist <volkanik topraklarda daha çok rastlanan, mor, şeffaf bir orta değerli taş. Katolik dinine
mensup taraftarlarda rastlandığı gibi, zaman zaman Türkiye’de de genç hanımlar arsında kullanış bulmaktadır.>
yüzüğü gördüm... Ta ki birden kader harekete geçti, elini uzattı ve yolumu kesti. Birisi babamın kulağına
fısıldamış olmalıydı: ‘Frenk papazları oğlunu alıyorlar!’ diye. Ve o vahşi Giritli yerinden fırladı, vakit geceydi,
sandalcı ve balıkçı olan birkaç arkadaşını uyandırdı; meşaleler yaktılar, bir teneke de gaz aldılar ve kaleye doğru,
yokuşa sardılar. Yanlarında kalaslar ve kazmalar da vardı; okulun kapısına vurmaya, okulu ateşe vereceklerini
bağırmaya başladılar. Keşişler korkudan büzüldü, gecelik takkesiyle Per Loran çıktı, bağırdı; yarı Frenkçe, yarı
Rumca yalvardı. Babam yanan oduna sallayarak bağırıyordu:
-Oğlumu, oğlumu!... Yoksa verederim ateşle baltayı, köpeğin Frenkleri sizi!...
Beni uyandırdılar, alelacele giyindim, pencereden sarkıttılar, babamın kolları arasına düştüm, kaldırıp
iki üç defa yere vurdu, sonra arkadaşlarına döndü:
-Meşaleleri söndürün, gidiyoruz!
Babam benimle üç gün konuşmadı; beni yıkattırdı, vücuduma Meryem Ana kandilinden yağ sürdürdü,
temiz elbise giydirdi, takdis edip üzerimden Frenkliğin pis kokusunu defetsin diye papazı da getirdiler; ondan
sonra yüzünü bana döndürdü:
-Yuda! (disambiguation (Fr.) : şüpheler dağıldı!¸’Star Wars-Yıldız Savaşları’ ve ‘The fist of te North
Star-Kuzey Yıldızının Yumruğu’ filmlerindeki bir karakter> Ve üç kere havaya tükürdü.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:94-5)
FRANSIZCA : ROMAN DİLLERİ II : Geçen yüzyılın en gözde sosyete - siyasal bilimler ve
tursit dili olan frenkçe’yi bir tatmak ister misiniz? İngilizce ve Türkçe ile ne denli ortak sözcükler
olduğunu göreceksiniz. Başlaması bizden, bitirmesi – (dışarda) sizden! (İ.E.) –Bk.: LATİNCE,
İTALYANCA, İSPANYOLCA ve PORTEKİZCE -Kaç dil bilirsiniz, o kadar kere insansınız!-
FRANSIZCA
Roman dillerinin natürel çocukları olan bugünün modern dillerini (Fr., İta, İsp.
ve Portekizce) çalışmamızın iki nedeni var: Bir; insan toplumlarının gerek sosyal ve gerekse
siyasal gelişimlerini nasıl izliyorsak, çok önemli bir “iletişim” aracı olan d i l’in gelişimini
(morfoloji-yapım ve fonksiyonel değişim-işlevsellik) de incelemek; iki; bu arada o özel dil’in
gramer yapısını ve günlük kullanımını, yani “lisan öğrenmek”. Bu itibarla, bu ayrı dil
bölümlerinin başlarında, doğrudan doğruya modern yapıdaki dil’e girmeden önce, bu
‘yapılanma’ ve ‘değişimler’i incelemeye devam edeceğiz. Beş on sayfa sonra, alfabe’den
başlayarak dil öğrenme konusunda da hizmetimize devam edeceğiz.
ıx. y.y.’dan itibaren, Latinceyi en geniş şekilde -akademik olarak da- kullanan
Fransa’da başlayan milliyetçilik-edebiyat akımlarından girişte bahsetmiştik. xı. y.y.’da bu
değişiklikler, diğer uluslardan çok daha belirli bir şekilde: vokal’leri bastıran aksan’larla, çekim
tarzlarıyla, daha kaba olarak kabullenmiş Latin diline daha incelik ve zerafet getirmeye,
dolayısıyla günlük konuşmayı da etkilemeye başladı. Bazı değişiklikler:
Latin: bene (güzel, iyi) , şimdi
“
novum (yeni) ,
“
me (ben)
,
“
florem (çiçek) ,
.
Fr.: ‘bien‘
“ : ‘neuf’ <f.: neuve>
“ : ‘me’
“ : ‘flour' Bu ‘un’ demek oldu; daha
sonra ‘fleur''e (çiçek) döndü
Üzerine ’stres’-baskı konan ‘ünlüler’, bırakılmaya başlandı:
Latin: dormitorium (yatakhane),
”
duodecim (on iki),
Fr.: ‘dortoir‘
“ : ‘douze‘
-2’Sessizler’ de değişime uğradı:
Latin: amata (sevilmiş, aşık) —–> amede —–> (Fr.): (aimée)
“
rapa (çoşkunluk)
——->
(Fr.): (rive=perçinlemek)
“
pacare (ödemek)
——>
paiier ——> (Fr.): (payer)
“
illum patrem videt ille filius (oğul babayı görüyor!) —>
lo padre veit lli filz —>
(Fr.) Le fils voit son p.e.re
Bu değişimlerin yanında, yeni birakım Almanca sözcükler dile girdi ve daha
sonraları çıktı. Din’den de yeni girişler oldu. Bu periyottaki Eski Fransızca dilinin nitelikleri:
kuvvetli bir ’stres’, sert ve ağız dolusu telaffuz edilmiş sesler, göreceli olarak pek az ‘fonetik’
incelik ama, bugünkü Fransızca’dan çok İngilizce’ye benzeyen kudretli -savaşçıların, çiftçilerin
kaba ama samimi tavır-idi.
xıı. y.y.’ın başlamasıyla mamafih, aristokrat ve burjuva’lar arasındaki sosyal
ve kültürel farklar daha derinleşmeye ve göze batar hale gelmeye başladı. Bu değişimle,
telaffuzdaki sert’lik biraz yumuşaklık kazanmaya başladı; örneğin ‘beuf‘ ‘inek’ kelimesindeki
‘böf’ telaffuzu yerine, sondaki ‘f’yi yuvarlayıp yutmak, hatta hiç söylememek. (Bugünkü
Fransızcada, ’singular’ yani tek inek ‘le beuf’ -lö böf- olarak telaffuz edilmesine karşın, onun
çoğulu, yani ‘les beufs‘, birleşik “o-e” kullanılarak <yani, boeufs yazılarak, yalnızca “les boeufs
= le bö” olarak telaffuz edilir. İ.E.) Ayni şekilde, “üç ünlü: eau”, bir tek ünlü: ‘o’ şekiline
dönüştürüldü: “beau” (bo) = güzel.
Fransız dilindeki bu transformasyon başlangıcındandan Latince bölümünde
bahsetmiştik. İşte, Fransız ulusunun en ünlü epik’lerinden biri olan, “Eski Evre
Kahramanlıkları”nın bir destanı olan “Roland’ın Şarkısı” <Chanson de Roland>da, bu değişim,
nasıl ‘melez’ bir form’da kendini hissettiriyor:
Eski form:
”Dist Olivers: Paien ont grant esforz;
De noz Franceis mei semblet aveir poi;
Compain Rodlanz, kar sonez vostre corn
Si’l odrat Charles, si retornerat l’ost.”,
-3Çevirisi:
"Oliver dedi: Kafirlerin (putperest-pagan’lar) sayısı
arttı,
Bizim Fransız kuvvetlerininki ise çok dah az;
Komrad Roland, dua et, borazanını öttür,
Öyle ki (Kral) Charles onu duysun ve ordu geri
gelsin.”
Yine, bu ‘transformasyon’ (değişim, dönüşüm) döneminde,
Fransız literatüründe bu değişimlerin en mükemmel örneklerinden birini veren François
VİLLON‘un, bu stil’in "Modern Fransızca”ya geçiş-tranzit devrinde, ’melez’ bir ”stanza”sı
(dörtlük şiir) :
“Povreté tous nous suyt et trace
Sur les tumbeaultx de mes ancestres,
Les ames de quelz Dieu embrasse
On n’y voyt couronens ne sceptres.”
Modern-bugünkü Fransızcası:
La pauvreté nous pursuit et strives
Sur les tombeaux de mes ancestres,
De qui que Le Dieux embrace
On ne voit pas ni courons ni meme de batons de royauté”-İEÇevirisi:
“Fakirlikler izler bizi, hepimizi adım adım takip eder,
Atalarımızın mezarları üzerinde,
(Ki) onların ruhları bir Tanrı tarafından kudsanır
(takdis),
(Ve) kimseler ne taçlar görür, ne de hükümdarlık
asaları ”
İşte, o Rönesans’ın ışığından nasibini almış lirik şair
üstatlarından Pierre de RONSARD‘ın (1524-1585), lise yıllarındanberi ezberimde olan ünlü “A
HELENE = Helen’e” isimli şiirinin ilk kıtası. Konu şu: Ronsard artık yaşlanmıştır ve kur yaptığı
genç, güzel matmazel, ona yüz vermemektedir. Asil adam, bu şiiriyle, bir gün gelip Helene’in
yaşlanacağını, onun bu acımasız günleri o zaman, Ronsard’ın onu genç ve güzelken nasıl
betimlediğini anımsayarak yüreğinde bir acı ya da özlem (?) duyumsayacaktır.
“A HELENE
Quand vous seraiz bienne vieille, au soir .a. la chandelle,
Assise aupres du feu, dévidant et filant;
Dirais chantant mes vers et vous m’émerveillant
'Ronsard me célebrait du temps, que j’était belle!’ ”
Çevirisi :
"Sen iyice yaşlandığında, akşamları, kandil ışığında
Ocağın yanına oturmuş, yün eğirir ve nakış yaparken,
Mısralarımı anıp da şarkı söyleyerek beni hayretler
içinde bırakacaksın (ve diyeceksin ki):
‘Ronsard, güzel olduğum zamanlarda beni kutluyordu!’ ”
*
*
D i l , böylece, “incelik ve zerafet”in bir ölçüsü olarak sosyal hayatın üst
kademelerinde, Klasik Latince’nin Cumhuriyetin son ve İmparatorluğun ilk günlerinde olduğu
gibi, yeniden tanımlanmaya başladı. Eski devirlere göreceli olarak, başta İtalya olmak üzere
daha dostane bir hava içinde gelişmeye başlayan komşuluk ve uluslar-arası etkileşim ve
temas sayesinde, bir seri yabancı sözcük, terim ya da kavram olarak Fransız diline girmeye
başladı. Eşzamanlı büyüyen RÖNESANS ve HÜMANİZM’in ışığı ve Hıristiyanlığın yayımı da
bunda çok etken oldu. Popüler dilin günlük pratiğine girmiş birçok sözcük,
-5LATİN ve Eski Yunan sözlüklerinin bir kısmı da, ödünç alınmış olarak
alaşıma geçti. Örneğin, aslı Latince’den gelen "Fragile": Yıpranmış, kırılgan, bozulabilir
sözcüğü, beraberinde onun eşdeğer anlamlı-dublör’ü “frele“i getirdiği gibi; halk arasında
çoktan kullanılagelmekte olan: “Moustier” (Manastır) sözcüğü, Latince’den dolaysız girmiş
"Monasterium" sözcüğünün benimsenmesiyle, eridi gitti <Bugün ‘Moustier’yi, “Larousse”ta bile
bulamazsınız>.
Latin kökenli sözcüklerin bilincinde olan bazı yazarlar, eski popüler
etimolojik hecelemelerde ekseri yanlış ya da gülünç olacak derecede değişim yaptılar.
Örneğin: “Fr. “vingt‘ (yirmi), Latince aynı anlamdaki “viginti"den gelir, bu Eski Fransızca’da
“vint” idi ve ‘g’ harfi, eskiden de şimdi de hiçbir zaman telaffuz edilmez, sondaki ‘t’nin de hiç bir
zaman kale alınmadığı gibi. ‘Ven’, ağzınız açık, genzinizden boğuk bir şekilde ifade edilir.
“Cheval” (Şöval): At, çoğulu: “Chevaux” (Şövo!). <İlerde göreceğiz. ‘al‘ ile biten tekiller, çoğul
olunca ‘aux‘e dönerler: “le travail” <lö travay>: iş, çalışma; “les travaux” <travo> ‘(işler)’e
döner> Bu Latince ”caballos“dan gelir <Caballo=at, İspanyolca’ya aynen geçmiştir, ama ‘b’, ‘v’
gibi okunur>) Eski Fransızca’da “atlar=horses=chevaus” idi; sondaki ’s’ sözcüğü, evvelindeki
‘u’ harfiyle birlikte sanki daha uzun okunacakmış izlenimini bırakıyordu, kesip atmak için,
yersiz olarak, ’s’i kaldırıp ‘x’i koydular.
xv.y.y.’ı izleyen asırlarda, Fransızca, zaman değişiminin kültürel etkilerini
Avrupanın diğer büyük dilleri ile paylaştı. Fonetik bakımından -yukarıda mısralarını verdiğimizVILLON <O zamanlar ‘Veyon’ telaffuz edilirdi, şimdi ‘Viyyon’ diyebiliriz; balad-lirik şiirlerin
yazarı, M.S. 1431-1463 yılları arasında yaşadı; kısa ömrüne rağmen ünü çok yayılmıştı,
Garcia LORCA gibi> zamanındanberi fonolojik olarak pek az şey değişti. Örneğin: ‘oi’
kombinasyonu ‘u(v)a’ olarak okunur modern Fransızca’da, like: “le roi” (lö ruva=kral), “le bois”
(Lö buva=odun), “froid” (fruva=soğuk); hala “re-fre-be” olarak telaffuz olunuyordu; xvııı.
y.y.’da, bugünkü şeklini alan “la fille” (la fiy=kız) <Aynen, ‘La famille’= ‘la famiy’=aile> o
günlerde, “la fill -uzun ‘l’” diye adlandırılıyordu. Ama, xvıı. ve xvııı. y.y.’larda Fransız Dili, hiç
diğer bir dil’de görülmeyecek kadar, gerek dilbilimsel araçlar ve gerekse ifade sanatı
bakımından, modern zamanların ve hayatın, bilimin zorlayabileceği kadar zorlanarak,
mükemmelliğin hissedildiği ince, narin, arzu edilen bir dil haline döndürüldü. VAUGELAS ve
RACINE, ROUSSEAU ve VOLTAIRE, HUGO ve CHATEAUBRIAND, GIDE ve CAMUS’nun
mimarlıkları, Latincede HORACE, LIVY ve JUVENAL tarafından yapılanlara benzer bir itina ve
ustalıkla yapılandırıldı. Sözcükler, derinlerde kültürle bağlantılı ve ifadede son derece
arınmıştı; ifadedeki açıklık, sözcüklerin anlamı ve etkenlikleri, uygarlığın tüm gereksinimlerinin altından kalkabilecek hale geldi. Herşeye rağmen, şehir dışı-banliyö’de yaşayan yarıkültürel kimseler, PEI’nin örneğini verdiği şu sözleri, ya kıskançlık ya ‘bu ülkede bizim de
sözümüz geçer’ kabilinden bu mükemmellik ve modernizasyona karşı söylenebiliyordu:
“Ne blague pas! La maçonnerie est solide, tu sais!…. Tu peux y aller. Les
ancients avaient un mortier épatant, y a pas a dire..” <Nö blag pa! La masoneri e solid. Tü pö i
ale. le z-ansiyen ave un mortiye epatan - i a pa a dir.>(Çevirisi şöyle: “Şaka yapma….
Duvarlar iyi inşa edilmiştir, sağlamdır, bunu biliyorsun… Eskilerin şaşırtıcı silahları vardı, sana
söylüyorum…”
Belli, bu biraz avam konuşması, kaba değil, ama akıcı, nefis Fransızca
değil. Benim çocukluğumda, yani 1930′lu, 40′lı yıllarda öyleydi. İngilizce, Rusça ve Çince’nin
dünyaya yayılmasından ve globalleşmenin kaçınılmaz bir yaşam sıkıntısı olmasından sonra,
ben o Fransızca’nın temsil ettiği inceliği ve arınmışlığı hissetmiyorum. Herkes “bir lisan”
konuşuyor, ya da konuştuğunu sanıyor; kolej mezunları ve hem İng. ve hem de Fr. bilen
televizyon profesyonel raportör’lerin 0/0 90′ı, spor muhabirlerinin 100 de yüzü, -benim yayım
müdürlerini yeterince tedirgin edip düzeltmeye çalışmama karşın, hala “röpörtaj” deyip
Fransızcayı katlediyorlar. Diyorum ki, bu sözcük: r ö - p o r t a j‘dır (reportage); “Portage“=
Taşıma, haber verme; “Re (Tekrar demektir)-portaj”: ‘Görüşüm; Yeniden haber verme”. <Ayni
şey ‘coupure‘ (kupür = gazete parçası, kesik, küçük parça) için de geçerli, ‘küpür’ deyip
geçiyor zavallılar. Onun için, 80 yıl yaşayan ben, o canım Fransızcanın inceliğinin kale
alınmadığının, “anything goes” (Herhangi bir şey geçerli oluyor!” dünyasını solumanın acısı
içindeyim. İngilizce’yi öğrenmeden evvel 1957′de Kanada’ya, Ottawa’ya -Fransızcam’dan çok
emin olarak baş asistan olarak gittiğimde- yerli halkın (Eski Fransız Göçmenleri) kullandığı ve
diyalekt farkından dolayı anlamakta güçlük çektiğim Fransız lehçesini, Psikiyatri gibi
konuşmanın tedavinin ruhu olan bir dalda, çat pat öğrenmeye başladığım İngilizcemle, hiç
Fransızca bilmeyen Servis Şefi Prof. Dr. Rhodese Chalke’a İngilizceye çevirirken (?) çektiğim
sıkıntıyı bir Allah bir de ben bilirim.
-7FRANSIZCA Dilinde mevcut l e h ç e l e r (dialects), diğer dillerden farklı
olmayıp, gerek Fransız anavatanında ve gerekse onun dışında muhtelif lehçeler mevcuttur:
Fransızca, PICARD, NORMANDI, LORRAIN ve Güney Belçika'da çok
kullanılan WALLON lehçelerine sahiptir. Güney Fransa'da -özellikle Marsilya ve civarı-, "ayrı",
"romantic" bir havayı içerir; bu bir "Romance language"
(Romans Dili) addedilir. Orta Çağlarda bunun pek çok tanınan sayısız yayımları yapılırdı.
Halen, Kanada'nın -bağımsız bir eyalet-devlet olmayı General de Gaul ile de denemiş olan-:
QUEBEC Eyaletidir, merkez şehri MONTREAL olup, devletin resmi iki dili bu eyalette,
Fransızca üstte, İngilizce altta yazılarak belirtilir. (Ontario ve diğerlerinde tersi: İngilizce üstte,
Fransızca altta ilanlar!) CANADA'nın merkezi Ottawa şehridir, 1957 yılını ben orada
geçirmiştim genç bir asistan olarak, onun Quebec Eyaletine bağlı, aşağı yukarı 100,000
nüfuslu, ana şehirden küçük bir ırmak-köprü ile ayrılan HULL şehirciği vardır ki orada İngilizce
işitemezsiniz. Buralarda konuşulan Fransızca'nın lehçe niteliği, xvıı. y.y. da, Fransa'nın kuzey
eyaletlerinde konuşulan, biraz kabaca, fazlaca, "..la.. lo..."ları içeren, kısa bildirilerden oluşan
biraz ilkel bir karakter taşır. Tabiatıyla bu lehçe, "Marsilya" lehçesinden ziyade, Fransa'nın
güneyinde hala rastlanan OKSITAN ve GASCON lehçelerinin bir benzeridir.
*
Şimdi gelelim Fransız A l f a b e si'ne:
Fransız alfabesinde 26 harf vardır:
A (her zaman a; ‘ai’='e’, ‘ail’ =’ay’, ‘au’='o’ ; “Aimer“<eme>: Sevmek
“Detail“(m) <detay>: Ayrıntı; perakende satış. “Automate“(m) <otomat>: Otomat, iradesiz
adam; ‘ay’='ey’: “Paysan“<peyzan>(m) -y burada ’sesli’ harf rolünü oynamakta, ve iki sesli
arasındaki ’s’, ‘z’ okunmaktadır. (Bk.: s harfi). “amps”=’an’ telaffuz edilir, örneğin: “le-les
champs”(m)(lö-le şan)<tarla, alan>-Sengüler de, plüriyel de aynı yazılırB (’be‘, sonlarda okunmaz, örneğin ‘plomb‘ <plom>: kurşun);
C (’se‘, kalın ünlüler: ‘a,o,u’ önünde ‘k‘ okunur: örneğin: ‘la cage‘ <la kaj> : kafes;
‘la colere‘ <la koler> : hiddet, öfke’; ‘la cuisine‘ <la küizin> : mutfak. İnce ünlüler önünde; ‘e, i’
iken ‘s‘ okunur: ‘le centre‘ <lö santr> merkez ; ’le cinéma’ <lö sinema> sinema.
'C', önüne ‘h’ eklendiğinde, Türkçe’deki ‘ş’ gibi seslendirilier: “Le chemain” <Lö
şömen>: yol; “Le cheval” <Lö şöval> At; Pl.: ‘Les chevaux’
(Ç - Se Sedil <cédille> ’s’ gibi okunur; Resmi alfabede olmamakla beraber, bazı
fillerin çekiminde ve sözcüklerde; eğer sözcük (c) ile başlayıp da onu izleyen ‘kalın ünlü’ (a,o,
gibi) harflerin olmasına karşın o sözcüğün hala (s) gibi telaffuzu isteniyorsa ’ç’ kullanılır.
Örneğin: “Fransız”(Français-m-;Française-f; “Franse-Fransez”,”Commencer: <Komanse> =
Başlamak: Je commence <Jö komans=Ben başlıyorum>, Nous commençons (Nu
komanson=Biz başlıyoruz);
D (de gibi); sonlarda hissedilmeyecek kadar hafif; Örneğin: RONSARD derken, ‘d’
sonda hissedilmeyerek, ağız açık, dil tavanda ve d kayıp. Dj = C, örn.: Djenap: Cenap.
E (ö) : sonlarda okunmaz <ama şarkılarda, ‘ö’ olarak, uzatmalı bir şekilde söylenir,
örn.: ‘Frere Jacques‘: <Frerö Jakö> örneğin: l’arbre -(L’arbr (m.) - ağaç); ‘ei’ = ‘ey’: Le solei(l) :
güneş (sondaki ‘l’ okunmaz); Özellikle tümce sonlarında, ‘r’, ‘t’ ve ‘z’den evvel -ö değil-, ‘e’
olarak okunur. Bu, en çok fiil’lerde görülür: “Marcher (marşe) : Yürümek”. “en”: ‘an’ okunur;
işte size bir tek kelimedeki üç hece içindeki üç ‘e’nin farklı okunuşları: enlever <anlöve)>;
kaldırmak, toplamak: ‘en’ <an> okunacaktır, ‘le’, iki sessiz arasında geldiğinden <lö>
okunacak, sondaki ‘er’ ise, ‘e’den sonra -sonda 'r'- geldiğinden normal <e>
-8gibi telaffuz edilecektir. Sözcüklerin sonunda iki sessiz harften evvel gelen ‘e’ler, yine ‘e’ gibi
okunur: “St. Etienne <Sent etien>, ‘an’ okunmaz. Üzerleri ‘aksan’lı (sola eğik: ‘accent grave'
<aksan grav>, sağa eğik (é): ‘accent egu' <aksan t-egü>; ve ‘üzerleri külahlı - accent
circonflexe' <aksan sirkonfleks> ‘e’ler, daima e olarak okunurlar. “temps” (m),<zaman>, ‘tan’
gibi telaffuz edilir; aynen ‘le printemps’ (m) ‘lö prentan’ (ilkbahar).
F (’ef”: ‘f’ gibi, ama çoğul sözcüklerde, ‘oeuf’ -yumurta, ‘boef- inek’i bunlar (s) ilave
edilerek çoğul yapıldıklarında, esas sözcüğün sonundaki (f) okunmaz. ‘eau’: ‘o’ olarak: ‘Le
Bateau‘ <lö bato>: Vapur. ‘L’eau' <L’o>: Su (f.)
G ‘je‘: ‘C’ harfinde olduğu gibi, ‘kalın ünlüler’: a,o,u önünde (g) gibi okunurlar: “Le
gateau <lö gato>: pasta”, “Le gong <lö gong>: gong”, “La guise <La güiz>: tarz; ‘e’, ‘i’, gibi
ince ünlüler önünde. ‘j’ gibi: “Le genou <Lö jönu>: diz; “La girafe <La jiraf>: zürafa” “Le gilet
<Lö jile>: Yelek; “g” harfinden sonra ‘e’ ve ‘i’ ünlülerini kullanmak, ama ‘g’yi yine ‘g’ gibi telaffuz
etmek istersek, ‘g’nin ardına bir ‘u’ konur ve o da okunmaz: “La guerre <La ger> :savaş”, “La
guitare <La gitar> : gitar; “La guérison <La gerizon>: Şifa".
H ‘Aş‘ (Genellikle okunmaz: ‘H muet‘: <aş müe> sessiz aş). “L’Hiver <L’ive>
(mas.): Kış; “L’Hirondelle <L’irondel> (Fem.): Kırlangıç
I , daima <i> gibi okunur. Fransızca’da, Türkçe’deki gibi <ı> yoktur.
‘in’, Türkçedeki ‘en‘ gibi telaffuz edilecektir; örneğin: ‘masculin‘ <maskülen> m. -erkek-; ama,
bu ‘in’ e sonda bir ‘e’ eklenirse, ‘en’ yerine’ ‘in‘ gibi okunacaktır:
‘feminine‘ <feminin> - f-dişi. “ia” kombinasyonu: “iya” okunur: “La Viande” <La Viyand>: Et.
J ‘ji’, Türkçe’deki ‘j’ gibi okunur. Yabancı dil’den, örneğin Arapça, “Cemal” gibi bir
isim Fransızca yazılmak istendiğinde, “jd” kombinasyonu kullanılır: ‘Djemal’ gibi
K ‘ka‘, dilde ender olarak geçer, fakat nerede olursa olsun, ‘k’ gibi okunur.
L ‘el‘, yazıldığı şekilde, Türkçedeki ‘le’ gibi okunur.
M ‘em‘, Türkçe’deki ‘M’ gibi okunur. Ender istisnalardan biri: “emps”
bileşimi, “Le Printemps” <Lö Prentan> : İlkbahar” da görüldüğü gibi, ‘zaman’ anlamına gelen
‘temps’ eki, ‘tan’ olarak telaffuz edilir. Çok kaideli bir dil olan Fransızca’da, İngilizce’ye göre
kaide dışı sözcükler pek azdır, ama bilmek gerek.
-9“Le Mure“: <lö mür>, ‘duvar’ demektir; bunda ‘m’ harfi, ‘müzik’teki ‘m’ gibi,
dudaklar birleştirilerek, ucundan dışarıya üfler gibi kibarca söylenirken, “La Damme” <La
dam>:’kadın’, ‘dans partneri’nin telaffuzunda ‘dam’ bütün dudakların anide büzülmesiyle ve
dille üst damağa vurarak bir akis çıkartmak istercesine telaffuz edilir. Bu vurgu, iki
‘consonante‘ <konsonant>-sessiz harfle biten tüm kelimeler için hemen hemen aynen
uygulanır, yalnız dilin ağızda dokunuş yerleri farklı olabilir.
N ‘en‘, daima Türkçedeki ‘n’ gibi, ama biraz genizden. Örneğin: ‘Un‘ <ön>: ‘bir’
dediğinizde, normaldeki gibi dilinin dişlere arkadan yaslanmaz: ağzınız biraz açıktır ve diliniz
ortada hareketsiz kalmıştır. ‘Une‘ <ün>: ‘bir’(f) dediğinizde diliniz dişlere vurur, dudaklar büzülü
ve fakat ön uçları açıktır.
O : Türkçedeki ‘o‘ gibi. Üzerine ‘külah aksan’-aksan si konfleks’ konduğunda.
‘inceltilerek ve uzatılarak ardından gelen ‘vokal’e -genellikle ‘m’-stres konularak’ okunur,
örneğin: “dome“<dom>: Kilise, Katedral: ’Le dome de Milan” (Milan Katedrali). “oe“, “oeu“;
yukarıda söylendiği gibi, “ö” olarak okunur: ‘Oeuf’ <öf>: Yumurta; “Ou” kombinasyonu, rahatça
Türkçe’deki “u” gibi okunur: La Couleur <La kulör>: “renk, boya”.
P : ’pe‘: Türkçe’deki ‘P’ gibi; ‘h’ muet ile birleşince, Türkçe’deki ‘f‘ harfi gibi
okunur: “Le photographe” <Lö fotograf> : Fotoğraf, resim; “La Photocopy” <La fotokopi>:
Fotokopi, tıpkıçekim.
Q : ‘kü‘, Türkçe’deki ‘k’ gibi. Latince’de de olduğu gibi, yanında daima onu okutan
‘u’ ile birlikte yazılır. Sözcüğün sonunda, yalnız ya da ‘u’ dan başka bileşimli iki sözcük vardır
Fransızca’da: (1) “Le coq” <Lö kok>: Horoz, ve, (2) “Le coq d’Inde” <Lö kok d’end>: Hindi. Bu
sözcükle ilintili deyimler:
“Au chant du coq” : Horozlar öterken,
“Etre rouge comme un coq“: Öfkeden kıpkırmızı-pancar kesilmek,
”Etre comme un coq en pate“: Muhallebici çocuğu, nazlı
R : ‘ar‘, Türkçe’deki ‘r’ gibi. Sonda okunmaz.
S : 'es’, Türkçe’deki ’s’ gibi. Sonlarda kat’iyen okunmaz, t ve z gibi. Bir ya da iki
istisnası vardır, en çok bilinenleri: “Le mais”<lö maı¨s> (mısır danesi) ve “le fils” <lö fis>:
‘oğul’dur. Yalnız unutmamalıdır ki, bu sözcükte ‘a’ dan sonra gelen ‘i’nin üstünde bir değil, “iki
nokta yanyana” konur. Bu ‘umlat’ı bu bilgisayarımızda tüm doğru olarak gösteremiyoruz, Yine,
“samura-¨i sözcüğünde, “i”nin üsütünde iki nokta (umlat) olduğundan bu Japon orijinli sözcük,
‘Samure’ değil, ‘Samurai’ okunur.
-10(S), İki sesli-ünlü (vocal) arasında iken, ister kalın ister ince olsunlar, Türkçedeki
“z” gibi telaffuz edilir: “La cause” <la koz>: sebep, neden; 's’, ‘h’ harfi ile birleştirildiğinde,
Türkçe’deki ‘ş’ gibi okunur: Le shah <lö şah>Şah.
“Çoğul harfi tarifi” olan “les” -ki hemen hemen tüm çoğul isimlerin başında gelir ve
<le> okunur, eğer ana sözcüğü bir sesli ‘vocale’ ile başlayan bir sözcük tarafından izlenirse,
örneğin ”les amis” , bu “le ami” diye okunmaz, ‘les’nin sonundaki ’s’in okunmasına izin verilir
ve ana sözcüğe eklenerek-çarptırılarak (kontraksiyon), ‘z’ olarak telaffuz edilir, yani “les amis”,
“le z’ami” olarak okunur. Ha keza: “les enfants” <le z’anfan>: çocuklar.
T (te) : Her zaman Türkçe’deki ‘t’ gibi okunur. Sonlarda da hiç okunmaz; eğer
bu son ‘t’ den evvel bir ‘e’ varsa, o ‘e’, “açık e” -ağız açık, dil, dişlerin ucuna temasta- olarak
telaffuz edilir. Eğer sözcüğün sonunda iki ‘t’ varsa, örneğin “roulette“<rulet> “rulet oyununun
aracı; küçük tekerlek” , sondaki ‘e’ okunmadığı gibi, iki t, tek ‘t’ olarak, ama kuvvetli bir şekilde,
dil dişlerin ardına dayanmış ve ağız dişleri gösterecek tarzda açılmış olarak okunur.
Yabancı dillerden ödünç alınmış ‘th’ bileşimi, daima ‘t’ okunur.
“Tch”: ‘ç’ sesi verir, örneğin: Tchaikovski (Çaykovski)
U (ü) olarak telaffuz edilir. Örn.: ‘L’Univers‘ <L’üniver>:m, evren.
V (ve) olarak telaffuz edilir: Örn.: “La Viande” <La Viand>: Et
W (dublöve)<dabl-çift v>: Türkçe’deki 2v’ gibi, ama, alt dudak içe çekilerek ve
üst dudak onun üstüne getirilddikten sonra sanki üst dişlerinizle alt dudağınızı gagalamaya
çalışıyorsunuz gibi. Örneğin: “Le Wagon“<lö vagon> -vagon. “Le Western” <lö Vestern>:
Batılı. İngilizce’den ödünç alındığı için az kullanılmaktadır.
X (iks) : Türkçe’deki “ks” ya da ‘z’ gibi okunur. “Le Xylophone”
<Lö Ksilofon - ya da Zilofon>, tahta tokmaklarla tahta çubuklara vurularak çalınan bir müzik
aleti; “La Xérophtalmie” <La Kseroftalmi>: Hekimlikte, ‘göz kuruluğu rahatsızlığı’. Cümle
sonlarında geldiğinde, “z” gibi telaffuz edilir: “dix” <diz>: ‘on’
Y (igrek) : Eski Roma günlerinden arta kalan, hem (y) ve hem de (i) olarak
kullanılan bir harf. (İ) olarak kullanıldığı zaman hemen daima tek harf olarak yapayalnızdır, ve
“orada” anlamındadır. Örneğin: “J’y suis allé cet été” <J’i süi ale se t'ete>: “Bu yaz oraya
gittim.”; “J’y ai passé dix ans.” <J’i e pase di z’an>: Ben orada on yıl kaldım (geçirdim). -Bu
daha çok kullanılır-
-11Cümle baş ya da ortasında ise, aynen Türkçe’deki (y) gibi telaffuz edilir: “Le
yacht” <Le yat>: Bildiğimiz kişisel lüks deniz taşıtı; “Le Yoga” <Lö yoga>: Bildiğimiz ‘Yoga’
egzersizleri. “La Yougoslavia” (La Yugoslavya>: Yugoslavya. “Le Moyen” <Lö Muvayan> Araç, vasıta: “Au moyen de“: yardımıyla, aracıyla; “Par le moyen de“: Yoluyla, kanalıyla,
aracılığıyla.
Z (zet) : Türkçe’deki ‘z’. Sonlarda hiç okunmaz. Fiillerde “emir” kipinin, ya da
normal fiillerin, çoğul ikinci kişisinin <siz> çekiminde hemen hemen değişmez olarak yer alır ve
okunmaz. Örnekler: “écoutez!” <ekute>: dinleyiniz, ya da “Vous écutez!” <Vu z-ekute!> siz
dinliyorsunuz. Yoksa, lügatte pek az yeri vardır. Örneğin: “Le zénith” <zenit>: Zirve, en tepesi;
“Le zéro”<zero>: sıfır.
Bunlar ana hatları tabii, ama görüyorsunuz ki oldukça zor, kaidelerle bezenmiş
fakat çok zarif bir dil. Sırası gelince, gerekli eklemeler yapılacaktır.
*
*
(La) PREMIERE LEÇON
Birinci Ders
I.
HARFİ TARİF’ler : (Articles Definites- "Belirli" Tanım sözcükleri) :
Sözcüklerin cinsiyetini ve adedini bildirirler. Fransızca’da her sözcük ya “masculin” (meril) ya da “feminine” (f-dişi)dir. Sözcükleri ezberlerken, en başından hangi cins olduklarının
bilinmeleri çok önemlidir, zira, telaffuzları bir tarafa, yazılışlarında sıfatlar da ‘cins’ ve ‘adet’ ile
değişir. Bu tanım sözcüğü, “belirli”dir (definite).
.le: bir ünsüz ile başlayan masc.'den önce : Le p.e.re : baba (*)
'T h e' = . la: bir ünsüz ile başlayan bir fem.'den önce : La m.e.re : anne
Art.Def.
.l' : bir <ünlü> ve <h muet> ile başlayan herhangi bir isimden
önce: l'enfant (m ya da f): Çocuk; l'homme (m): adam.
(*): İlerde, özellikle İsp. ve Portekizce'de bol bol göreceğimiz üzere, elimdeki bilgi-sayar. (é: eaksan-tegü "accent aigu" hariç diğer accent'ları, yani Fransızcadaki, e üzerindeki, sola eğik
"accent grave" ve külah şeklindeki ^ accent'ları <accent ci-conflexe>, aynı harf üzerinde çoğu
zaman basamadığından, ben öyle aksan taşıyan harfleri, sözcüklerde, kalın-bold ve , nokta
arasında göstereceğim. Lütfen alışın. Buna göre, yukarda, 'baba' demek olan 'p.e.re'de, 'p'den
gelen e'nin, ve, 'anne' demek olan 'm.e.re' de, m'den sonra gelen 'e'nin üzerinde, sola eğik bir
"accent grave" vardır. Bunu gösteremeyeceğimizden, 'e'yi bold, ve iki yanı noktalı olarak
işaretliyoruz. İlerde bunları düzelteceğimizi umarım. >
GENDER :
'le' ile tarif edilen 'erkek', 'la' ile tarif edilen 'kadın' cinsiyet, fransızcada
g e n d e r (cins, eril ya da dişi) olarak nitelenir.
Article défini élidé : Eğer bir sözcük, sesli (ünlü) bir harfle başlarsa, bunu da bir ‘tanım
sözcüğü’ ile baştan belirtmek zorunda olduğumuzdan, bu sözcük ister (m), ister (f) olsun, <L’>
ile yazılır. Buna: “Article défini élidé” (artikl defini elide ) deriz: “L’ami” : arkadaş (m), “L’amie”
: arkadaş (f). Amma bu her sefer bu kadar kolayca belirlenemez; “L’eau": su (f), “L’ange":
melek (m) -hayret ama öyle, Michelange’ı anımsayın, kolay!- “L’homme“: adam (m), “L’enfant:
çocuk(m); “L’exportation” <eksportasyon>: ihracat (f). Önemli not: Fransızca’da ‘tion’ <siyon>
ile biten sözcüklerin yüzde 90′dan fazlası ‘dişi’dir, örn.: “La Nation”(f): (Ulus); “Action” (f):
Davranış, iş.
*
Fransızca'da, bir cümlenin oluşumu -terkibi - yapımı şöyledir:
"Le direct object", (cümle: accusative: isnat-itham-hitap edilen şey-kişi, o işi
başlatan bir isim-şey ve onun ne yaptığını açıklayan bir fiil ile başlatılar:
La m.e.re aime l'enfant
(anne çocuğu seviyor.)
Burada "la mere-anne", "özne"dir <sujet>, "aime-seviyor: fiil", onu "directdoğrudan" nesne'ye 'ne' yaptığınla 'itham' - 'izah' ediyor (fiil'in accusative hali: u, u, i etc
hali.); ve en sonunda da, <objet-nesne> geliyor: L'enfant. Article'lerin bu ödevlerine: i s i m t
a m l a m a l a r ı denir.
1) NOMİNATİF hali: obje ya da nesne, hiç bir ek almaksızın direkt olarak tarif edilirse: ev çocuk (şöyledir, böyledir etc.)
2) AKÜZATİF hali: (o,u,i), özne'nin yaptığı iş olarak ekleniyor: Anne çocuğ-u...
3) DATİF hali : Çocuk ev-e gidiyor. (e- hali),
4) GENİTİF hali: Çocuk ev-in içindedir... (in- hali)
5) LOKATİF hali : Çocuk ev-de çalışıyor ... (de- hali)
6) ABLATİF hali: Çocuk ev-den çıkıyor ... (den- hali).
(Not.: Bu tamlamalar, İtalyanca'da da aynen böyledir, sırasıyla:
Nominativo - Accusativo- Dativo- Genitivo- Locativo ve Ablativo olarak adlanırlar.)
Şimdi, "çocuğ-a para veriyorum": <Je donne l'argent au l'enfant> dersek:
Çocuk, "indirect object" oluyor, zira "dolaylı" olarak konu içindedir, "dative" <e-hali >bir
durumdan bahsediyoruz, bu halde, arada bir "edat" - préposition: (.a., au,
aux)etc. kullanıyoruz.
Eğer, "(Ben) çocuğ-un kalemine sahibim -": <J'ai la plume de l'enfant> diyorsak, bir
"sahiplenme -possession" bahis mevzuudur, <-un, in hali>'nden bahsediyoruz, durum:
"genitif"tir. Yine, bir "préposition": edat kullanıyoruz.
Bunlar size şu anda bir az karışık gibi gelir, ilerde yine ele alacağız.
A G G R E E M E N T S = Uyum'lar :
Fransızca!da, cümle içinde,
(1) "fiil"(verbe) ve "özne" (Subject): <sayı> ve "kişi"lere göre;
(2) "sıfat" (adjective) ve "isim" (nome): Gender-cins ve sayı'ya (number) göre;
(3) "zamir" "pronoun" ve "öncel" (antécédent) lere göre değişirler. Bunları sırası gelince
işaretleyeceğiz.
Şimdi size bazı "sözcükler" - vocabulaire verip, bazı basit cümleler yapmanızı
rica edceğiz. Başlangıç olsun diye, şimdilik, altlarına doğrularını da vereceğiz ki yaptığınızdan
emin olun.
VOCABULAIRE (Sözlük)
aussi : dahi, de
est : dır, dir
devant : önünde
le crayon : kurşun kalem
et : ve
le papier : kağıt
voici : burada
sur : üzerinde
la table : masa
pour : için
la chaise : iskemle
non : hayır
avec : ile
la plume : mürekkep kalemi
le livre : kitap
o.u. : nerede?
th.e.re : orada
l'encre (f) : mürekkep
fen.e.tre (f) : pencere
aller : gitmek
Çalışma (exercise) 1
1. Kitap nerede (dir)?
3. Masa nerede (dir)?
5. Kağıt nerede (dir)?
7. Mürekkep nerede (dir)?
2. Kitap (işte) burada!
4. Masa (işte) orada!
6. Kağıt (işte) burada!
8. Mürekkep orada masa üstünde!
Les réponses (f, m) - Yanıtlar
1. O.u. est le livre?
3. O.u. est la table?
5. O.u. est le papier?
7. O.u. est l'encre?
2. Voici le livre.
4. Voil.a. la table.
6. Voici le papier.
8. Voil.a. l'encre sur la table.
(La) DEUXIEME LEÇON
İkinci Ders
II. (Les) Indefinite Articles = B e l i r s i z Harfitarif'ler
(Herhangi) "bir" 'A' or 'un' = (eril-masculine) isimden önce
'une' = (dişi-feminine) isimden önce
Un livre et une plume
Un homme , une école
: Bir kitap ve bir tükenmez kalem
: Bir adam, bir okul
VOCABULAIRE (Sözlük)
aussi : dahi
la fen.e.tre : pencere
le tableau : resim
devant : önünde
qui ? : kim?
j'ai : Benim var
la chaise : iskemle
la porte : kapı
avec : ile
derri.e.re : arkasında
montrez-moi! : bana gösteriniz!
vous avez : sizin var
Çalışma (exercise) : 2
1) İşte bir kapı ve bir de pencere
2) Bana kapıyı gösteriniz!
3) Bana pencereyi gösteriniz!
4) Bana bir iskemle ve bir masa gösteriniz!
5) İşte orada masanın önünde bir iskemle
6) İşte orada kapının arkasında bir resim
7) Benim bir kurşunkalemim ve sizin bir kitabınız var.
8) İşte mürekkep ve mürekkep kalemi masanın üstünde
Réponses (yanıtlar)
1)
2)
3)
4)
5)
6)
7)
8)
Voici une porte et aussi une fen.e.tre
Montrez-moi la porte!
Montrez-moi la fen.e.tre!
Montrez-moi une chaise et une table.
Voil.a. une chaise devant la table.
Voil.a. un tableau derri.e.re la porte.
J'ai un crayon et vous avez un livre
Voici l'encre avec la plume sur la table.
----TROISIEME LEÇON
plurals
Genel Kural : Fransızca'da "çoğul=plural" işareti, 's' harfidir. Bu, sözcüklerin
sonuna getirilir (Articles, Names ou Adjectives)
Singular:
Plural :
Le livre : kitap
La maison : ev
İstisna'lar :
çoğul'da aynen kalırlar:
Les livres : kitaplar
Les maisons : evler
a) Tekil şekilleri 's, x, ve z' harfleriyle biten sözcükler,
Le revers : ters; başarısızlık; giysinin yaka'ya yönelik kıvrımı-klapa: les revers
Le nez : Burun; les nez;
L'époux : Koca; les époux.
b) Sonları -başlangıçta da belirttiğimiz gibi-, <au, eau, eu, ou> ile biten sözcüklerin
'çoğul'ları, sonlarına 's' yerine' 'x' eklemekle yapılır:
Le noyau : çekirdek; les noyaux;
Le feu : ateş ; les feux;
Le cadeau : hediye; les cadeaux,
Le bijou : mücevher; les bijoux.
Dikkat: "ou" ile bitip de Pl.'de <x> alan sözcükler toplu topu yedi tanedir:
le bijou : mücevher; le caillou: çakıl taşı le chou: lahana,
le joujou : oyun, oyuncak
le genou: diz
le hibou: baykuş
le pou: bit
c) "ou" le biten tüm sözcüklerin "çoğul"ları, 's' ilavesyle yapılır:
le fou: deli
le verrou: kapı-pencere sürgüsü
les fous: deliler
les verrous: sürgüler
<Bu bölümdeki kurala istisnalar:
Le landau: Eski 'kupa arabası', bugünkü 'çocuk arabası'; pl.: le landaus
Le sarrau : Köylü kaputu ; pl.: les sarraus
Le pneu : Otomobil lastiği : pl.: les pneus
d) Başlangıçta da tesadüfen gösterildiği gibi , "al" ile biten sözcüklerin 'çoğul'ları
"aux" olarak düzenlenir:
Le cheval (lö şöval) : at , pl.: les chevaux (lö şövo - atlar)
Bu çok genel kurala itaat etmeyen, yani yine aykırı kalan sözcükler ise şunlardır bu demektir ki, bu sözcükler, çoğul yapıldıklarında sona "s" alır:
eğlence;
aval (m) : borç ödeme güvencesi; bir akarsuyun gittiği yön
bal (m) : balo; carnaval (m) : insan ya da hayvan resmi geçidi, büyük
chacal (m) : çakal,
chloral (s) : klör'lü;
copal (m) : vernik yapmada kullanılan bir tür reçine
festival (m) : şenlik ; gavisal (m) : Hindistan timsahına ait ;
narval (m) : Deniz gergedanı (Balinagillerden); nopal (m): Frenk inciri;
pal (m)
: kazık;
régal (m) : şölen, ziyafet;
santal (m): sandalağacı;
serval (m) : Afrika
yabankedisi; bancal (s): eğri bacaklı
b.o.réal (s) : Kuzeye doğru;
choral (f): dinsel ezgi
fatal (s) : öldürücü, uğursuz;
final (s) : son; sonuncu
glacial (s) : (dondurucu, soğuk; Zone glacial: kutup bölgesi)
initial (s) : başlangıç;
naval (s) : denizciliğe değgin;
natal (s) : doğum yerine değgin
tombal (s) : gömüte değgin
pierre tombale (f): mezartaşı
Not: "Banal" (sıradan, adi) sözcüğü, "sıradan fırınlar: fours banaux"da; ve,
"val" (m)
Koyak, dere içi sözcüğü de, <dereden tepeden...>in çoğul'unda, "aux" alır: <par monts et
par vaux>.
e) " ail" ile biten sözcüklerin "çoğul"ları, "ail"in yerine "aux"
getirmek yoluıyla yapılırlar. Tüm dilde, bu konuda yalnızca yedi sözcük vardır:
bail : kira
les baux : kiralar
le corail : mercan
les coraux : mercanlar
l'émail (m) : mine
les émaux : mineler
le soupirail : bodrum penceresi - les soupiraux : bodr. pencereleri
le travail : iş, çalışma
les travaux : işler
le vantail : pencere-kapı kanadı- les vantaux : kapı-penc. kanatları
le vitrail : vitray
- les vitraux : vitray'lar
Özel not: "travail" sözcüğü "travails" şeklinde yazıldığı zaman, "nalbantların hayvanları
nallamak için kullandıkları alet anlamına" gelir.
XVII.yy.'da: "Ministre de Travails" = Çalışma Bakanlığı, denirdi, bugün ise:
"Ministre des Travaux" denmektedir.
"Çoğulları olmayan sözcükler" :
Bunlar ya 'fiil mastarı" (infinitive) ya da "soyut" (mücerret-abstrait) sözcüklerdir:
le dormir : uyku;
la justice: adalet;
la chimie : kimya;
l'or : altın
le
"Tekilleri olmayan Sözcükler":
Les fiançailles (Le fiansay) : Nişan merasimi;
Les funérailles (Le Füneray) : Cenaze alayı
*
*
QUATRIEME LEÇON
(Dördüncü Ders)
Present Indicative of AVOIR (Malik olmak)
J'ai : Benim var, ben malikim
tu as : Senin var, sen maliksin
il, elle a : o: (m, f)'nun var
Nous avons : Bizim var, biz malikiz
Vous avez : Sizin var, siz maliksiniz
Ils, elles ont : Onlar: (m, f. pl.)'ın var, onlar maliktirler
N e g a t i f (Olumsuz) hali yapmak için:
"Süje" den sonra <ne>, ve "fiil-verb"den sonra <pas> konur:
Je n'ai pas
tu n'as pas
il, elle n'a pas
vous n' avez pas
ils, elles n'ont pas
-
Ben malik değilim
nous n'avons pas
Présent Indicative of ETRE (Olmak)
Je suis
: Benim
Tu es
Il, elle est
:
:
Nous sommes
Vous .e.tes
:
Ils, elles sont
:
:
Sensin
O'(m,f)dur
Biziz
Sizsiniz
Onlar(m,f)dırlar
Olumsuz yapmak için de, yine yukarda gösterildiği gibi, "ne" <süje> ile <verb" arasına
, "pas" da "<fiil>den sonra yerleştirilir:
Je ne suis pas
Tu n'es pas
Il, elle n'est pas
-
Ben değilim
Nous ne sommes pas
Vous n'.e.tes pas
Ils, elles ne son't pas
The Possessive Adjectives : İYELİK SIFATLARI
MASCULINE
FEMININE
mon
ton
son
notre
votre
leur
ma
ta
sa
notre
votre
leur
(benim)
(senin)
(onun)
(bizim)
(sizin)
(onların)
VOCABULAIRE
PLURAL
mes
tes
ses
nos
vos
leurs
affaires (f. pl.) : şeyler, işler
él.e.ve : öğrenci
monsieur : bay
aujourd'hui : bugün
bon : iyi
madame : bayan
mademoiselle : genç kız
le garçon : erkek çocuk
mais : fakat
la salle : room
fr.e.re (m) : erkek kardeş
no : hayır
sur : üzerinde
voici : işte (yakın için)
o.u. est? : nerede (dir)
devant : önünde
il y a : vardır
la fille : kız
autre : diğer
ici : burada
soeur (f) : kız kardeş
oui : evet
dans : içinde
sous : altında
voila : işte, orada (uzak için)
entre : arasında
derri.e.re : ardında
il n'ya pas : yoktur
facile : kolay
maintenant : şimdi
rencontrer : rastlamak
raconte : anlatmak, hikaye etmek
difficile : güç
ensemble : beraber
arriver: vasıl olmak, gitmek
facile : kolay
-devam edecek- İ.E.
Fransız Devrim Takvimi : 1789 Fransız Büyük Devrimi’nde, ‘herşeyi yeni baştan yaratmak’ pahasına, 24
kasım 1793 – 1 ocak 1806 arasında resmen kullanılan, sonra tarih olan takvim. Yıl 365 gün olduğundan, bu 12
eşit 30 güne ayrıldı, geri kalan beş gün de ayrı birer nitelik kazandı, ‘Kebise’: şubat’ın 29 gün sayıldığı dört
yılda bir gelen ekstra altıncı güne de özel bir isim verildi: ‘Jour de la révoılution : Devrim günü.’
Sonbahar
1. ay :
Vendémiaire :
2. ay :
Brumaire
:
3. ay :
Frimaire
:
22 eylül – 21 ekim (Vindemian vintage) <bağbozumu>, ekinoks (eşit gün)
22 ekim -- 20 kasım
21 kasım – 20 aralık
Kış
4. ay :
5. ay :
6. ay :
Nivose
Pluviose
Pentose
:
:
:
21 aralık -- 20 ocak
21 ocak -- 20 şubat
21 şubat -- 20 mart
İlkbahar
7. ay :
8. ay :
9. ay :
Germinal
Floréal
Prerial
:
:
:
21 mart -- 19 nisan
20 nisan – 19 mayıs
20 mayıs – 19 haziran
Yaz
10. ay :
11. ay :
12. ay :
Messidor
:
Thermidor :
Fructidor :
20 haziran – 19 temmuz
20 temmuz – 17 ağustos
18 ağustos – 21 eylül
ekinoks
Beş ekstra gün: J. de la vertu : Erdem günü; J. de la genie : Deha günü; J. du travail : İş, emek
günü; J. d’opinion : Fikir günü , ve, J. des récompenses : Ödüllerin günü.)
<İletişim kanalı : Google>
Franz Joseph Toprakları : (AVUST. MYTH.) : Rusya’nin en kuzeyinde, Barents Denizi’nin
kuzeydoğusundaki takımadalardan oluşan ‘ Franz Joseph Toprakları’. Julius von Payer ve Karl Weyprecht’in
önderliğindeki Avusturya-Macaristan keşif heyetince 1873’de bulundu. Adını, Avusturya İmparatoru Franz
Josph’ten aldı
“ ‘Avusturya’nın kuzeyde bir yerlerde sömürgeleri olduğunu duymuştum,’ dedi Şvayk. ‘İmparator
Franz Joseph Toprakları’ mı diyorlarmış, öyle bir şey işte...’
Muhafızlardan biri, ‘Dalga geçmeyi bırakın beyler,’ diye araya girdi. ‘Bugünlerde İmparator Franz
Joseph Toprakları gibi laflar çok sakıncalı. Bana sorarsanız, kimsenin adını ağzınıza almayın, başınız belaya
girer.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:319)
Frate, Fratello : (LAT.,ITA., DİN.) : Birader, rahip, din kardeşi; Fraticello: <Fratiçello> İtalya’da 14. ve
15. yy.’larda yayılan, Fransisken tarikatından kopan , kendi kendilerini kamçılayarak günah çıkaran bir tür
Hıristiyan rahip grubu
“ ‘Size söyleyebileceğim başka bir şey yok.’
‘Söyleme yetkisine sahip olduğunuz başka bir şey yok mu demek istiyorsunuz?
‘Lütfen, Frate William, Fratello William,’ dedi Başrahip, ‘Frate’yi de, ‘Fratello’yu da vurgulayarak.
William kıpkırmızı kesildi ve ‘Eric sacerdos in aeternum’ dedi . <Erik saserdos in eternum :
<Sonsuza dek papaz olarak kalacaksın> dedi.
‘Teşekkür ederim,’ dedi Başrahip.
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:50)
Frau, Fraulein : (ALM. MYTH.): Bayan; Genç kız, evlenmemiş hanım
“ ‘Biraz abartıyor olmalısınız, Fraulein,’ diye söze başlayacak olan Breuer, bu sözcükleri ağzından
çıkaramadı. Herhangi genç bir kadında büyüme çağına özgü abartı diye adlandırabileceği olgu ile buradaki aynı
şey değildi; bu, ciddiye alınması gereken bir şey gibi görünüyordu. Kızın samimiyeti, ikna gücü dayanılacak gibi
değildi.”
(I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:12)
Frengi : <LAT: Morbo gallico>‘Sifiliz’ olarak da bilinen, cinsel ilişkiyle bulaşan, 1945’de Penicillin’in
icadıyla hemen hemen ortadan kalkan, tedavi edilmezse vücutta felçler yaratan hastalık. 1895’te Japon alim
Nogouchi tarafından spiroketa’sı bulunmş, ama tedavisi için ‘ateş’ tedavilerinden sonra Penicillin’le şifa
bulunabilmişti. Orta ve Yeniçağlarda, İtalya’nın Napoli şehri bu hastalığın en fazla yayıldığı şehirlerden biriydi
ve o yüzden ‘Napoli İlleti” adını da takmışlardı.
“ ‘Ama Fonchito,’ dedi, çocuğun terden parlayan alnına üfleyerek, ‘Sen frengi’nin ne olduğunu biliyor
musun ki?’
‘Cinsel ilişkiyle bulaşan bir hastalık, Venüs’ten kaynaklanıyor. Venüs bir tanrıçaymış <aşk>, kim
olduğunu bilmiyorum,’ diye itiraf etti çocuki insanı korumasız bırakan bir içtenlikle.”
(M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:95)
“Ertesi gün Arno Nehri’nin suları çekildi. Şehir, Lorenzo de’ Medici’nin ölümcül bir hatalığın
pençesinde kıvranmakta olduğu haberiyle çalkalanıyordui kimse yüksek sesle dile getirmese de, Duka’yı ölüm
döşeğine düşüren illetin şu korkunç ‘morbo gallico’ yani frengi olduğunu herkes biliyordu.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:323)
Frengistan, Frenk : Tanzimattanberi Türkiyenin çok gündenmde olan Avrupa, özellikle Fransız modası ve stili
“-Gerçek musiki mi dedin? Eğer kapitülasyonlar olmasa, (sözüm ona) muzıkacıları da, seyircileri de
enselerinden yakalayıp Beyoğlu kaldırımlarına fırlatırım. Şimendifer düdüğü gibi öten bir sürü yarı çıplak,
utanmaz, kart frenk karısı... Sar’aya tutulmuş gibi gözleri evlerinden uğruyor, bir alay mart kedisi gibi
çığrışıyorlar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:53-4)
“Kırkıncı gece Mevlana’yı rüyasında gördü. Mevlana ona ‘Ey filan, yarın kafirler senden ne sorarlarsa
biliyorum diye yanıt ver, ta ki bu beladan kurtulasın’ buyurdu. Genç, deli gibi bu rüyadan uyandı. Tanrı’ya
şükürler etti, secdeye kapandı ve bu rüyanın çıkmasını bekledi. Birdenbire Frenklerden bir grup geldi.
Yanlarında bir de çevirmen vardı. Çevirmen gençten ‘Sen felsefe veeee doktorluk bilir misin?’ diye sordu ve
‘Bizim emirimiz hasta oldu’ dedi. Genç ‘Evet’ dedi. Bunun üzerine genci kuyudan çıkartıp hamama soktular.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:140)
“Esasen, kadınların hoşuna giden tarafı -zira, kadınlarca Faik Bey pek çok rağbet kazanmış bir
delikanlıdır- en ziyade bu bakışı idi. Küçük yaşından beri Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış, oturmuş
olduğu için tavır ve hareketlerinde hiç sahte görünmeyen bir Frenk zarafeti ve kıvraklığı vardı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:21)
“...Frengistan kasabalarından birtakım baldırı çıplak seyyahlar, ellerinde birer küçük kartelalarla <bazı
kartel’lerde yapabilecekleri kaydedilmiş iş bulmakta kullanılan yazılı vesika!> on parasız buralara
seyyahçılık yapmaya... Te <işte> babam da onlar gibi, o zaman Yemen’den gelmiş buryacak <buraya kadar>
seyyahçılık yapmaya..
-Aferin babana, iyi halt etmiş!...
-İyi, kötü... her ne ise, uzatmayalım kelamı <sözü>, gelmiş bunun burasına, yer bilmez, yurt bilmez...
Yok cebinde bir tek metelikçiği. Ne yapsın?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:160)
“Frengistan’da toyluğuma rastlayan ilk seyahatim böyle geçti. O zaman hemen anladım ama, taşra
sınırları içimde kopmaya başladı. Dünya’nın Yunanistan’dan daha zengin ve daha geniş olduğunu, güzellikle acı
ve kuvvetin, Girit’le Yunanistan’ın kendilerine verdiklerinin dışında başka biçimlere de girebileceklerini
gördüm.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:179)
“Ama ben yine de buralarda, pek yakında bir yerde olduğuna pekala eminim! Çünkü kadın evinden
çıktığı sıra, bir akşam Ahmet onu çağırmıştı bana tanıştırsın diye, kendine ‘Frengistan’dan yazacağım
mektupları ondan rica etmek için... Eğer ölmüşse, en azından bir kişinin bile onu anımsamaması olanaksız.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:52)
FREUD, Sigmund; Extra-Ord. Prof., Dr.; Nörolog, Analist; <d: 6 mayıs 1881, Freiberg -Moravia, Avustr., ö23 eylül 1939, Londra, İng.>Vasiyeti üzerine külleri, Inter.Psika.Dern. başkanı, arkadaşı Dr. Ernest Jones
tarafından, Londra’da, Thames nehrine serpildi. Dünyanın yetiştirdiği en erdemli bilgelerden ve
kontribütörlerden biri. Ardından Anna Freud <d.3 aralık 1895 Viyana, ö. 9 ekim 1892, Londra> gibi bir devi
bu topluma hediye etti. 33 yıl kaldığım Amerika’da, benim kşişisel gelişimine ışık tuttu, onla başladım, Erickson
ile bitirdim <1957-1190>. Viyana’daki müzeye çevrilmiş mütevazi ev-muayenehanesini, Atatürk’ün Selanik’teki
evini ziyaretimde hissettiğim heyecanla ve saygıyla hissettim. Türkiye’ye döndükten sonra burada bastırdığım
“Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”nin birçok Üniversitelerde ders kitabı olarak kullanıldığını ve basım
olarak 7. baskısını (Mart 2013) görmekten yalnızca şeref duyarım. Aşağıdaki özet, bir konferans için kendime
hazırladığım etraflı ve fakat yeterli olmayan bir makaledir. Bu dahi’yi birazcık olsun anlamaya yardımcı
olacağını umarım. (Prof.Dr. İsmail Ersevim)
SIGMUND FREUD : Dün ve Bugün
“En eski medikal (tıbbi) yazılar, M.Ö. 2500. yıllarda, Asur tabletlerinde saptanmıştır. Bunların hemen
hepsi, kabilelerin inandıkları ve taptıkları tanrılara hitaben yazılmışlardır. Yazmanın gayesi de, sihirbazbüyücünün himmetiyle, iblis’in getirdiği -daha doğrusu yarattığı- rahatsızlığı ‘seçtiği’ hastadan arındırmak için
yapılan vaatlerin, edilen duaların herkes tarafından görülmesi ve bilinmesidir ki bu praktis, inanç sisteminin
kuşaklardan kuşaklara bekaını temin eder. Hemen her toplumda, bir ilkel “medicine-man” bu büyücü-inandırıcı
rolünü üstlenirdi. İlk Çağların yerleşim zamanlarında ve kurulan uygarlıklarda, Politeizm, gerçekten çok akıllıca
seçilmiş bir inanç sistemiydi; her şeyin, felaket ya da bereket, arzu, korku, fazilet, sağlık, kudret vb., bir tanrısı
ya da tanrıçası vardı, onlara gerekli kurbanları verir ve gelenekleri izlerseniz, her iki dünya da rahatsınız
demekti. Osiris, bir Doğa tanrısı olup bitkilere, ekinlere hayat veriyordu, ama hasattan sonra onları tekrar hayata
geçirdiği gibi, ölüleri de yattıkları yerlerde ziyaret ediyordu.
Monoteizm’e geçilmesiyle, inanç sistemleri resmen bir ‘din’ halini aldı ve inanç sistemleri, bir coğrafik
alanda yaşayan kabile, devlet ya da milletin, tümüyle biat etmesi gereken, kabul etmeyenlerin dışlandığı, eziyet
çektikleri, öldürüldükleri bir konuma geldi. Musevilik bunların ilkidir, yahudilerin tarih boyunca neler çektiğini
tarih kitapları yazar. Onların yayılımı daha sessizce olmuştur. Buna karşıt olarak Hıristiyanlık, Milad’ı getirdi,
Orta Çağlar’ın karanlık yüzyılları, kilise-devlet çatışmaları ve din yüzünden kıyımlarla doldu, ama sonunda,
kralları bile dize getiren, kendilerinden af dileten Papalık makamı, ayrı bir otorite ve devlet olarak
hükümranlığını ilan etti ama din ile devlet işleri de ayrılmış oldu. M.S. vıı. yüzyılın ilk yarısında, Müslümanlık
son, üçüncü büyük din olarak kabul edilip yayılmaya başladı. Hükümranlığını daha ziyade güneybatı Asya ve
Kuzey Afrika’da gösteren bu din, Osmanlı İmparatorluğu boyunca da -Yavuz Sultan I. Selim’in 1517’de
Ridaniye savaşıyla Mısır’ı işgaliyle başlayıp, İmparatorluğun sonuna kadar, hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşundan sonra bile hakimiyetini gösterdi, 1927’de Hilafetin ilga’sıyla, resmen siyasi birliğin dışına çıkmış
oldu.
Din’i devlet işlerinden ayırabilen Batı (genellikle Avrupa ülkeleri diyelim), sosyal açılımlarını, yani aile
ilişkileri, kadın-erkek rolleri, evlenme-boşanma, giyim kuşam, miras, resim, heykel, iş hayatı, tahsil vb
konularda, katı kuralları olan din devletlerinden daha serbest olarak evrim ve devrimler yapma imkanını buldu.
O gelişen devletler, arada Haçlı Seferleri gibi din uğruna kan da döktüler, ama, eski kavimleri psiko-sosyal
yönden inceleyen antropolog’ların belirttikleri gibi, kabilede nasıl komşu düşman kabileyle kavga edip savaşa
girmemek için aralarında evlilik bağı kurdularsa ve böylece sulhü temin ettilerse, kavim ve küçük krallıklardan
başlayıp birer devlet haline gelen Avrupa ülkeleri, aralarında prens ve prenseslerle akrabalık tesis ederek, bir
“asılzade” grubu, yani aristokrasi tesis ettiler. Bu, monarşik, hemen her konuda insanın Tanrı’ya sorumlu
kılındığı Müslüman yaşamından farklıydı.
Orta Çağların ortalarına doğru, küçük büyük Avrupa ülkeleri (İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda,
İtalya vb.), kısmen yeni yeni bilimsel yöntemlerle ilerleyen bilimin doğal bir ‘merak’ sayiki, kısmen de ‘dinsel
propaganda ve misyonerlik’ emelleriyle okyanuslara açıldı, Amerika keşfedildi, Uzakdoğu: Çin ve Hindistan
ziyaret edildi. İstanbul’un fethi ile zaten Orta Çağ’lar bitmiş sayılıyordu: Koskoca Roma imparatorluğu zeval
bulmuştu. K e ş i f l e r, insanların ufkunu açtı. Merak, araştırma, yaşantı-deneyim ve olumlu kazançlar, insanı
kendisinin efendisi hissetmesi ve fikir bakımından özgürlük yarattı. Tasavvur edin, Gutenberg Almanya’da
1444’de matbaayı icat ediyor, Osmanlı İmparatorluğuna, İbrahim Müteferrika tarafından 1830’da mal ediliyor.
Bu süre boyunca, Avrupa, ikinci büyük hamleyi yapıyor: Rönesans. Bu iki büyük devrim, yani “aristokrasi” ve
“Rönesans” ı yaşama fırsatı bulamayan devletler, kolay kolay kalkınamıyor. Bir gün Ulu Ata’mız Mustafa
Kemal, İmparatorluğun en müşkil zamanlarında, yalnız zamanının değil tüm insanlık tarihinin en büyük
insanlarından biri olarak, milletin başına geçiyor, adeta bir mucize yaratarak, milletin kanı bahasına, modern
Türkiye Cumhuriyetini kuruyor.
Gayem, zaten hemen herkesin bildiği tarihi basitçe yinelemek değil. Yukarda açıkladığım evrim’leri biz
geçirmediğimizden, Avrupa’da, xvııı. y.y.’dan başlayarak, ilerleyen sanayi, makine, tren, uçak, elektrik, telefon,
telgraf, daha sonraları internet vb. ilerlemelerde öncü olamadık. “Aydınlık Asrı”nın kahramanları, askerler ya da
din adamları değil, “düşünür-filozof ”lardı; zira düşünme özgürlüğü vardı: Jean-Jack Rousseau ve Voltaire,
Fransız İhtilalinin (1789) hazırlayıcıları idiler. O ara, Amerika’daki Avrupa sömürgecilerinin ayaklanarak yeni
bir demokratik ülke kuruşları (1776) da durumu ateşleyen son örnek olmuştu. Marx, ekonomik prensipleri ne
şekilde yorumlanırsa yorumlansın, Rus ihtilalinin temel hazırlayıcısı idi. Bizlerde ise, daha eski asırlarda, Farabi,
İbni Sina gibi, Avrupalı alimlere, kitapları ve bulgularıyla kaynak olmuş alimler artık yetişmiyordu, zira fikir ve
düşünce özgürlüğü için gerekli zemin hazırlanmamıştı. xııı. y.y.’da Suriye’de bir şahıs “Enelhak” (Ben
Tanrı’yım!) demiş ve derhal bertaraf edilmişti; ondan 600 yıl sonra, Almanya’da bir Nietzsche: “Tanrı öldü!”
diyebiliyor; bu, dine hakaretten ve inkardan çok, insanın kendi kendisinin ‘yaşam’ sorumluluğunu alması
gerektiğinin bildirisi olarak yorumlanıyor. Görüşü kabul etmeyebilirsiniz, ama millet her Pazar günü kiliseye
gitmeye, Tanrı’ya dua etmeye ve vaftiz edilmeye devam ediyor.
F r e u d, ateist bir musevi, orta Avrupa’da, ekonomik ve psiko-sosyal alanlarda son beş yüz yıldır
süregelen ilerlemelerin, buluşların, düşünce ve fikir hürriyetinin dorukta olduğu bir zamanda, yukarda kısmen
sayılan ilerlemelerin doğal bir sonucu olarak, varlığın en değerli elemanı: i n s a n’ı konu alarak, onun, sihir ya
da büyü değil, kendiyle yüzleşebilme, hesap verebilme, problemleri hakkında bir içgörü yaratabilme ve
“yaşam”sorumluluğunu alabilme gayeleriyle yepyeni bir yöntem ortaya koyuyordu. Esasında, aşağıda da
açıklanacağı üzere, “hiç birşey yeni değildi”; zira altı bin yıl evvel Konfüçyüs demişti: ‘Herşeyden önce, kendini
bil!” Onun sunduğu, yalnızca bir yöntem idi, fakat bu, yüzyıllardır süregelen, milyonlarca insanın alın teriyle
kazanılmış bir ‘fikir ve düşünce özgürlüğü mücadelesi’nin son perdesiydi.
Hepimizin bildiği gibi, Sigmund Freud bize pek çok şeyler verdi. Herhalde en önemli meyvesi,
Goethe’nin Faust’u gibi, P s i k a n a l i z - S e r b e s t Ç a ğ r ı ş ı m : (Free associations)’ı, P s i k a n a l i t i
k d ü ş ü n c e yöntemini sunmasıdır. Bu tedavi yönteminde, önceden problemlerinin çözümünde “edilgin” bir
konuma konmuş olan hasta (İlaç, ameliyat, hipnoz), -bilimsel yöntemlerle- hem bilgilendirilmiş ve hem de, şifa
sürecine, çözüme verdiği ‘aktif’ uğraşı ve paylaşımı ile o, ‘arınma’ olayına ortak edilmiştir. İnsanın, farkındalığı
sağlayan ‘b i l i n ç’inin ötesinde, bir de ‘b i l i n ç ö t e s i’ rezervuarı mevcuttu. Orası bir fesat kumkuması,
olumsuzluklar mezarlığı değildi; insanoğlunun doğumu ile birlikte getirdiği ilkel dürtülerin, hayvani
arzuların toplum içinde, anne ve diğer koruyucu ve besleyici elemanlarıyla, türüne has niteliklerine erişecek bir
birey yapacak ham ögeleri ve enerji’yi muhafaza ediyordu. R ü y a’lar ve onların analizi, bilinçötesinin varlığını
kanıtlayan ve terapi için çok değerli anahtarlar verecek bir hazine idi.Yaşam, bir s a v u n m a (defense)
gerektiren bir savaştı; zihnin çok önemli, ama çoğunun farkında olmadığımız “savunma silahları-mekanizmaları”
(defense mechanisms) mevcuttu; Düşman, tarih boyunca savaş stratejilerinin bize öğrettiği gibi, eğer bizden
kuvvetliyse geri çekilirsin (regression), seni şu ya da bu şekilde rahatsız ediyorsa zihin-ötesi sahalara itersin
(repression), ama gerekli tedbirleri alamazsan bir ‘bunalım’a girersin (anxiety); bu sıkıntı kronikleşirse ‘geçici
olarak’ durağanlaşırsın (depression); bunun sonucu ya mahvolursun, ya da çoğu kez olduğu gibi, yardımla
yeniden ‘organize olursun’; yeterli ruhsal kudret’in (ego) varsa, ya “uslamlama” (rationalization,
intellectualization) yaparak paçayı kurtarır, ya da ‘olağan dışı’ bir davranış veya sıkıntı-korku-saplantı (sympom
formation) yaratarak yardım ararsın. Freud’un dehası burada okunuyordu: Semptomlar nasıl oluştuysa, kişi,
dinamik bir şekilde düşünce ve davranışların analizleriyle, önce farkındalık ve sonra değişimleriyle, yalnız eski
hale dönülmediği gibi, yeni stres’lere karşı da nasıl korunabileceği konusunda eğitilmiş olunuyordu..
Aralıklarla yaptığı değişimlerle, Freud, “P s i ş i k A y g ı t”a final form’u verdi (1923). Doğum’da,
bedenin içinde, sadece bir “Id” vardı, yalnızca emmek, yemek, yutmak, dokunulmak, sarılıp sarmanılmakla
ayakta kalabilen bir varlık, bir ilkel benlik. Yıllar önce, Nietzsche, ‘das Es’ demişti buna. Georg Groddeck,
“The Book of Id”i <İd’in kitabı>yazmıştı ki, Freud terimi ondan aldığını itiraf eder. Bu kitapçık, güya, bir
kadının bilinçötesinin bilinçli hayata ve organizmasına olan etkisisini göstermek amacıyla, bir Patrick Troll
tarafından yazılmış bir seri mektuplardan ibaretti. Groddeck’in tarif ettiği ‘bilinçötesi’ eski romantiklerin
betimledikleri ‘mantıkdışı’ bilinçötesi idi. İd, kişiliği olmayan, agresif, öldürücü ve herbirinin özel bir hedefi
olan dürtülerle dolu bir kurul idi. Kişi, içinde yaşadığı, ona değer ver yaşam hakkı veren bir toplumda yaşadağı
müddetçe, onun bazı yasaklarına da boyun eymesi gerekiyordu (super-ego).
Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900) de, Freud gibi, ‘sözcükler’i ve ‘davranışlar’ı, insanların b i l
i n ç ö t e s i motivasyonları olarak görmüştü: “das Es”=Id-in ötesinde, “dynamic concept of mind” (zihnin
dinamik kavramı), “mental energy” (zihin enerjisi), “quanta of latent or inhibited energy” (gizli ya da inhibe
edilmiş enerji miktarı), “release of energy or transfer from one drive to another” (bir dürtü’den diğerine
salıverilen ya da transfer edilen enerji); “resentment” (içerleme), “false consciousness” (sahte bilinçlilik), “false
morality” (sahte dürüstlük), “father and mother imagos” (baba ve anne imago-imaj’ları) gibi temalarla suçluluk
hislerinin ve süperego’nun gelişim ve denetimi konusunda önemli verileri olmuştur. Ne yazık ki, hayatı vefa
etmedi, Freud’ün çok daha parlak başarılarını görmeden, zamanından önce öldü.
Freud, bu hac yolculuğunda yalnız değildi. Breuer ile olan ‘Histeri’ çalışmaları sayesinde: “Studies in
Hysteria” (Histeri Konusunda Çalışmalar) (1895) yeterli derecede tanınmıştı. Ek olarak, “Superego”dan ilk kez
hahsettiği “Further Remarks on the Defense Neuro-Psychoses” (Defansif Psiko-Nöroz’lar Konusunda Ek
Düşünceler) (1896); “Dream Analysis” (Rüya Analizi) (1899); 1909’dan başlayarak yayımlamaya başladığı
ilginç ve detaylı vak’aları ve makaleleri: “Little Hans”, “Narsissism Üzerine”, “Woolf Man-Kurt Adam” <Ara
not: Boston Psikanalitik Enstitü’de ğitim alırken, hocalarımızdan biri şöyle demişti: ‘Kim ki Freud’un ‘Kurt
Adam’ öyküsüne inanır ve benimser, artık onun müridi olmuş demektir!>, “Judge Schreber”, “Anna O.”, “The
Ego and the Id”(1921), “Civilization and Its Discontents” (Uygarlık ve Mutsuzlukları) (1930) vb. yanında,
çarşamba akşamı toplantıları da bir “Viyana Psikanalitik Sosyete”sine dönüşünce ve toplantı tartışmaları
yayımlanmaya başlayınca, psikanalitik fikirler ve yöntem tartışmaları, yepyeni bir boyut kazanan r ü y a l a r ı n
a n a l i z i uluslararası boyut kazanmaya başladı; diğer deha’lar da bu taze ışığın halesini genişletip ikinci bir
rönesans yarattılar. İsviçre’den Carl Gustave Jung (1875-1961), antropoloji ve sosyal bilimlerdeki özel çalışma,
araştırma ve buluşlarıyla, Freud’un bir numaralı izleyicisi olduğu gibi, psikanalik literatür’e bağışladığı
“collective unconscious” (kolektif-müşterek-bileşik bilinçötesi) başlıbaşına bir devrim niteliği taşır. Yahudiliğini
inkar etmeyen, ama tam bir atesit olan, Galiçya orijinli bir göçmenin ikinci evliliğinden doğan Freud’un tersine,
Jung, İsviçre’li, filoloji uzmanı bir papazın oğlu idi. Kendisinden de bu alanda birşeyler yapması bekleniyordu,
ama o önce Felsefe’ye, sonra da hekimliğe döndü. Bleuler ile de çalışmasının, Freud’e olan yakınlığında bunun
da etkisi olsa gerektir. 1907-12, büyük üstadla birlikte çalıştı; 1911-14, Uluslararası Psikanaliz Derneği’nin
başkanlığını yaptı.Yalnızca “kolektif bilinçötesi” onu immortal yapmaya yetti. Onun “Gölge”si <Shadow>
(1917), ‘sevmediğimiz, istemediğimiz tüm bilinçötesi’nin (kişisel -personal- bilinçötesi) ta kendisi değil midir?
Ölümünden az evvel, yarattığı son kavram “Archetypal experience” (Arketipal yaşantı), her insanın başkalarında
yarattığı hem “imaj” ve hem de “duyu”yu (affect) içeren bir bileşiminden başka nedir? Arketip, her ne kadar
arkaik bir geçmişten geliyorsa da, hayatın bir parçasıdır; yaşıyan bir canlıda bir ‘imaj’a bağlıdır <Imago>.
Jung, rüya hakkındaki kendi görüşlerini, ilk kez 1931’de Dresden’de, bilimsel bir toplantıda: “The
Practical Use of Dream-Analysis” (Rüya Analizinin Pratik’te Kullanılımı) adı altındaki bir bildiride açıkladı:
“... Eğer bir kimse, nöroz’ların etiyolojisinde bilinçötesi’nin önemli bir rol oynadığına inanıyorsa,
bilinçötesi’nin dolaysız ifadesi olan rüyalara önem vermek zorundadır. Yok, eğer bilinçötesine ya da onun
önemine inanmıyorsa, rüya analizine de önem vermeyebilir..
“... Ne yazık ki, Tanrı’nın bize bahşettiği bu 1931. yılda, yani, Carus’un yarım asır önce “bilinçötesi”
kavramını formüle etmesinden, hemen hemen bir asır evvel Kant’ın “saklı fikirlerin sınırsız alanları”ndan
bahsetmesinden ve yaklaşık iki yüz yıl evvel Leibniz’in “bilinçötesi psişik bir aktivite’nin varlığı”nı konu
etmesinden ve Janet, Fluorney, Freud ve diğer birçok bilginlerin başarılı çalışmalarından bu yana,
‘bilinçötesi’nin hala çelişmeli bir konu olması cidden yazıktır. ‘Bilinçötesi’
için bir özür dilemek zorunda değilim, fakat rüya analizinin ancak böyle bir varsayıma dayandığını kuvvetle
ifade ederim. Onsuz, rüyalar, günlük yaşamın artığı, anlamsız birikintilerinden başka bir şey olamaz. Rüyalar
dahil, bilinçötesi’nin içeriğini keşfetmek ve onları çözümlemek, nörozların tedavisinde esastır...”
Freud’den feyiz alan başka bir deha, kendi memleketlisi, Alfred Adler (1870-1937), Freud’le ilintiye
geç girdi erken ayrıldı; Adler, “Individual Psychology” (Kişisel Psikoloji) kuramıyla, Freud’den ilişkilerini kesti
ve kendi “inferiority complex” (aşağılık karmaşası) kavramının savunucusu oldu. Toplumsal sorunlara büyük bir
duyarlık gösterdi, yaklaşımı insancıl, bütünsel ve daha çok organik idi. “Organ yetersizliği”nin yarattığı “kişisel
aşağılık hissi” ve bunun etkilerinin tüm ruh hastalıklarının temelini teşkil ettiğine inanan Adler, 1907’de, “Studie
über Minderwertigkeit von Organen” (Organ Eksikliği Üzerine Çalışma) adlı eserini yayımladı ki, Freud’den
farkını açıkça ortaya koymuş oluyordu. 1912’ye gelindiğinde, yayımladığı “Über den nervösen Character”
(Nevrotik karakter yapısı üzerine) kitabıyla Freud’dan bağlarını kopardı. Bireyin, yaşam biçiminin erken
çocukluk döneminde başladığına inandığı için, “Üç Büyükler”(Freud, Adler ve Jung) arasında çocuk
psikolojisine en çok önem veren ve okullar açtıran, okullarda ilk “danışmanlık, mihmandarlık” kurslarını açan
Adler’dir (Viyana, 1921). Adler, 1926’da U.S.A.’ya gitti, 1927’de Columbia Üniversitesinde misafir profesör
oldu, 1932’de New York’taki Long Island Tıp Okulu’na aynı göreve tayin edildi. Ben şahsen Amerika’dayken,
kuzey New York, New Hampshire ve Maine eyaletlerinin b0üyük bir kısmında hala Jungian psikolojik
görüşlerin, klasik psikanaliz’den daha yaygın olduğunu hayretle görmüştüm.
Maalesef, başka bir deha: Stephan Zweig’ı Avusturya’dan dışarı süren Nazi baskısı ve istilası, Adler’in
Avusturya’da açtığı tüm okulları kapatmıştı (1934). Freud, Prenses Bonaparte’ın ve onu seven diğerlerin
yardımıyla, Nazi’ler tarafından mahvedilmekten kurtulmuş, 1935’de, kızı Anna Freud’un ardından Londra’ya
göç etmişti. Jung ise, Birinci Dünya Savaşı esnasında, Almanya’nın Avrupa’da yücelen kudreti ve saygınlığı (?)
üzerine yazdığı yazılarla, Nazi yanlısı, hiç olmazsa hayranı olarak da itham edilmişti ama o, bitaraf bir ülke olan
İsviçre’de, siyasete hiç bulaşmadan, Zürich ve Basel Üniversitelerinde, emin ellerde hocalığını sürdürdü. Dindar
bir insandı ve Hıristiyanlığı, “...insan bilincinin ‘doğru’ gelişmesi ve toplumu ‘gerektiği gibi’ yaşamasını temin
edecek öğeleri ‘doğal’ olarak sinesinde barındıran, üniversal olarak yerleşmiş ve güvenilebilir bir güç”
olarak görüyordu. ‘Simya’ ve ‘Doğu inançları’ ile de ilgilenip, simya’nın, müşterek bilinçötesi üzerinde, türlü
türlü arketiplerle, rüya ve fantezilerde boygösterdiğini de vurguladı. Bu alanda yazdığı kitaplar: “Psikoloji ve
Din”<Psychologie und religion> (1940) ve “Psikoloji ve Alkemi” <Psychologie und al Alchemie> (1944) idi.
O zamanlarda ortaokul ve lise eğitimini alan ben, Türkiye’deki ilk psikanaliz kitabının, rahmetli
Doç.Dr. Selmin Evrim tarafından yazılmış: “Psikanaliz: Freud, Adler ve Jung” olduğunu söyleyebilirim (Ahmet
Halit Kitabevi ?). Kendisi o zamanlar İstanbul Üniversite’sinin Edebiyat Fakültesi’nin Psikoloji dalında idi ve
birlikte, 1956’da, İstanbul, Babıali’de Ankara Caddesinde, ihtisasımı yeni vermiş ve Kasımpaşa’da askerliğimi
yaparken açtığım özel muayenehanemde, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nden “Özel Eğitimci” olarak mezun
genç bir müzik öğretmeni’ne de ailelerle görüşen bir ‘sosyal yardım uzmanı’ rolü vererek, Türkiye’nin ilk
Çocuk Rehberlik Kliniği’ni açmıştım. Gariptir ki, Sirkeci Karakolu komiserinin gayretkeşliği ile, “Tababeti
Şuabat Kanunu”na göre, ‘yasalara aykırı bir şey yaptığımdan ötürü’ (?) bir ihtar alarak kliniği kapatmış ve
soluğu Kanada’da almıştım.
Tekniğinin içeriği ötesinde psikanaliz, uygulama tekniği bakımından da zamanla değişti. Başlangıçta,
Amerika’da da 1960-70 yıllarına kadar, klasik olarak hastalar bir ‘couch’a yatmaya davet edilir ve bizler de
başucunda oturarak not alırdık. Hasta, gözleri açık ya da akapalı, aklına gelenleri ‘boşaltır’dı, analist de pek az
araya girerdi. Zamanla yüz yüze, “psikanalitik oriyantosyonlu psikoterapi” pratiğe girdi; her gün yerine, haftada
bir ya da iki kez, yüz-yüze görüşme tekniği kullanıldı. Böylece, terapist, hem hastasının duygu ve heyecanlarını
daha nesnel olarak izleyebildi, hem de bir az daha aktif olarak etkileşim oluşturulmaya başlandı.
Peki tüm bu buluşlar “yeni” miydi? Ben şüphe ederim. 1793’de, Fransız İhtilali sönmek üzereyken
giyotine giden Lavoisier, demişti: “Bu dünyada hiçbir şey ne kaybolur, ne de yeniden yaratılır!” Freud’ün elli
yıl öncesinden on yıl sonrasına kadar, “Bilinçötesinin” varlığı hakkında Alman romancı Dr. C.G. Carus ve
“subliminal self “anılayabileceğimizin altı” kavramını materyalleştirmeye çalışan “Ruhsal Araştırma için
İngiltere Cemiyeti” (The English Society of Psychological Research) ün çalışmaları az mı yol göstermişti?
Bergson, Freud’den evvel, “Rüya’ların bilinçaltına giden kraliyet yolları” olduğunu söylememiş miydi? Eski
Yunan uygarlığında, K o r o (chorus) s u p e r e g o değil de neydi? Europides’in eserleri, Freud’ün baş ilham
kaynakları değil miydi? ‘Katarsis’ (catharsis) <başka bir nesneye yatırım ve sonucu oluşumlar> ve ‘arınmak’
(purification) <temizlenmek, ari’leşmek> temelde, iki bin yıl evvel, Aristoteles tarafından tarif edilmemişler
miydi? Büyük Goethe, “Elegies”inde yazmamış mıydı: “Keşfetmek ne demek? İlk kez ‘ben buldum’ veya ‘ben
yaptım’ demek sadece safdilliktir. Hepimiz ‘tekrar’ ediyoruz.”
Söylemeye hiç gerek yok ki, Freud’ün prensip ve yayımları, iki yoldaşının ötesinde, zamanında daha
birçok büyük isimleri de, fareli köyün kavalcısı gibi peşinden sürükledi: <Freud 1939’da vefat ettikten sonra,
onun vasiyeti üzerine küllerini İngiltere’de Thames nehrine saçan> Ernest Jones; Otto Rank, -onun öğrencisiMelanie Klein; Helena Deutsch, Sandor Ferenczi, William Stekel, Karen Horney, Edward Glover; Sosyal
Psikiyari’nin temellerini atan Harry Stuck Sullivan, Londra-İngilere’de kurduğu tesisler ve çalışmalarıyla
babasının kızı olduğunu kanıtlayan, aynı zamanda Freud’un “savunma mekanizmaları”nı klasifiye edip “Ego ve
onun Savunma Mekanizmaları” adı alında 1936’da yayımlayan, bizzat babası tarafından analiz edilmiş Anna
Freud, Amerika’ya göç etmiş Franz Alexander, Topeka-Texas’ta çok önemli bir eğitim merkezi: “Menninger
Foundation”ı kuran Karl Menninger; çocuk psikiyatrisi alanında eşsiz Erik H.Erikson ve daha kimler. Avrupa,
Fransa’dan doğan başka güneşler: Jean Piaget ve Jacques Lacan da jeni’lerinden insanları yararlandırdı ama,
Freud başka idi. Eğer onun Viyana’daki müze olmuş evini ziyaret etmişseniz, Hıristiyanlık alemine hükmetmiş
papaların Vatika’nına girdiğinizde duyumsadığınız aynı huşuyu yaşamış olmalısınızdır.
Eğer tüm bu psikanalitik çalışma ve gelişmeleri, daha sistematik bir şekilde organize etmek istersek,
şöylece de ö z e t l e y e b i l i r i z :
FREUD’ün kendi dehasının ötesinde, P s i k a n a l i z’i n g e l i ş i m i’nde, üç türlü katkıcı grubu
vardu:
(1) İ s y a n c ı l a r (Heretics) : Bunlar, üstada bir süre yakın, çalışma arkadaşı ve yoldaşı idiler,
(ADLER, STEKEL, JUNG, RANK, William REICH (‘Karakter Analizi”nin kurucusu); sonra,
kendi okullarını kurdular.
(2) D e ğ i ş m e y a p a n l a r (Modifiers) : Yorumlarda değişiklik yaparak kendi bulgularını
ortaya attılar :
A. İlk, erken zamanlarda :
(FERENCZI -1924’de Thalassa’ vak’ası) , daha sonraları Paul FEDERN. Yeni sunular:
a) U y k u ve c i n s e l i l i ş k i (intercourse), ‘doğum’ zamanına ve ‘pre-natal’ hayata bir
gerileme (regression)’dir.
b) Terapi’de hastada bir “içgörü”(insight) geliştirme yerine, ‘analizan’ın <analiz edilen kimse>
duygusal yaşantılarının takviyesi” önerilir.
c) “Primal Scene” <İlk Görüntü- Ebeveynlerin cinsel ilişkisine tanıklık sahnesi>: Çok önemlidir,
zira çocuk, ergin bireyleri memnun edebilecek seksüel organlara sahip olmadığından dolayı, bir
‘düşkırıklığı’na uğramıştır.
d) ‘İstenmeyen Çocuk’ duygusu ve ‘Ölüm İçgüdüsü’ de son derece önemlidir. (Freud’ün kendisi,
daha doğuştan bir “Thanatos=Ölüm İçgüdüsü”nün varlığından sonraları feragat etmiştir.)
e) Öğrencisi Michael BALINT, “Libido”nun re-formülasyon’unu yapabilmesi için, dışarıda bir
nesne (objet) aramaya yönelik gayretlerinden bahsetmiştir. (Melanie KLEIN’ın “Nesne
İlişkileri” kavramının başlangıcı. Burada, ebevyn’lerin de rolü sahneye getirilmiş oluyor.
f) Mutual Analysis (Müşterek-İkili analiz) : Freud’ün kendileriyle başlayıp da bitirememiş olan
kimselerin, kendi hastaları ile bitirmeleri.)
B. Sonraları : HARTMANN, Melanie KLEIN, WINNICOTT, KOHUT.
BOWLBY (1960) : Bebeklerin gelişimini, E t h o l o g y’yle <hayvan davranışlarının incelenmesi> kıyasladı.
LACAN, psikanaliz’i, “structural linguistics” (yapısal dil) açısından yeniden yapılandırmak istedi.
Anna FREUD, babasının ekol’ünü yeniden tarif etti, “Ego Psikolojisi” ve “Savunma Mekanizmaları”
yeniden tarif ve tasnif etti. 1943, iki dönüm noktasına tanıklık etti:
1) “Free Association”, hipnoz’un yerini mutlak şekilde aldı;
2) ‘Analist’ ve ‘hasta’ ilişkilerine: ‘transference”, “counter-transference”, minimum önem verildi.
Eğer zamanla bu ilişkiler derinleşirse, bu dugular ‘represe’ edilerek (bastırılarak) üstesinden gelinir.
Melanie KLEIN, bebek’te doğuşta ‘Death instinct’inin libido’ya üstünlüğünü ve daha sonraları, “agresif
dürtü’lerin, “libido’ ile bir füzyon’a girdiğini savundu. Bunun sonucu: geçici bir “Depressive Position”
(Depresyon durumu) olur. Terapist ilişkileri ise, “Projection” (yansıtma) ve “Introjection” (ilkel bir şekilde
içselleştirme) savunma mekanizmaları ile üstesinden gelinir.
Bu iki dev klinisyen ve analist’lerin görüş noktaları şu konular üzerinde birbirlerinden ayrılmıştı:
1) Hayat’ın 1. y ı l ı’nın psikoljik özellikleri,
2) Sütbebeği’nde f a n t a z i ve g e r ç e k’in algılanış şekilleri,
3) Erken sütbebekliği devresinde ‘projection’ ve ‘introjection’ (içselleştirme)’un önemi,
4) Psikanaliz’in ortaya çıkardığı bulguların yorumları,
5) A n ı l a m a (memory)’nın cins ve yapısı,
6) E g o’nun gelişimi ve “psiko-seksüel” faz’lar,
7) Psikanalitik kuram’a göre çocuk gelişimi,
8) S u p e r e g o’nun evrimi.
*
Şimdi sizlere, bilindiği halde ciddi bilimsel yazılarda pek de ka’le alınmayan, çok önemli bir psikososyal varoluş’u konu etmek istiyorum: B i y o j e n e t i k y a s a.
XVI. y..y.’ın sönmez yıldızlarından, “Denemeler”in ölmez yazarı Montaigne (1533-1592),
Freud ile eşzamanlı yaşamış Ernst Haeckel’in <Henrich Philipp August> (d.1834, Prusya, ö.1919, Alm.) ünlü
“law of biogenesis” (biyojenetik yasa) “ ‘Ontogenesis’ <ontojenez- türünü temsil eden varlığın gelişimi>,
‘Filogenesis’in <filojenez - tür’ün kendi gelişimi> tekrarından ibarettir’ sözüne paralel olarak, daha o zamanlar:
“Chaque homme porte en lui form entiere de l’human condition” <Her insan, kendinde, tüm insan niteliklerinin
modelini taşır!>, diye yazmıştı. Bunlar ne demek?
Embriyoloji’den hep biliriz ki, örneğin bir balık, bir kuş, bir insan, hep tek hücreli ‘gamet’lerin
birleşmesinden oluşur. Bu, başlangıç noktasıdır. Döllenmiş hücre gelişerek (ontogenes), ‘Morula’, ‘Gastrula’
ve‘Blastula’ devrelerini geçerek, kendi tür’üne has şeklini alır (filogenes): Balık’tan balık, kuş’tan kuş, insan’dan
insan oluşur. İnsan, en gelişmiş biyolojik varlık olduğundan, başlangıç-tek hücre faz’ında diğerlerinden hiçbir
şekilde ayırt edilemezken, nazari olarak ‘balık’, ‘kuş’ devrelerini de geçirerek amacına varır. Dış hayatta ise,
gelişmeleri bu ‘ara safhalarda’ sabitleşmiş <fikse olmuş> canlılar da mevcuttur. Özetle, en basitten en bileşik
yaratıklara kadar geçen ara kademelerdeki canlılar da, aynı anda yaşarlar.
Bizler, bu “farklı devrelerdeki evrim” gerçeğini, yani tek hücreden başlayarak çok hücreli, birbirlerinin
kademe üstü kademelere dek gelişimlerini tamamlayan canlı varlıkların, bu milyonlarca yıl evrimin hemen her
faz meyvesini a y n ı a n d a v a r o l m a l a r ı n ı, mağara devri insanından başlayarak bugüne kadar gelmiş
geçmiş her düzeydeki insanoğlunu, bugünkü toplumda birlikte görebiliyoruz: Dünyada bugün hala mağara devri
insanı, Roma silahşörü insanı, Kraliçe I. Elizabeth devri insanı, Freud’un Avusturyalısı ve bugünün bilmem nesi
hep birlikte, e ş z a m a n l ı olarak bulunuyor. Fark’lar yalnızca dış görünüş ve davranış biçimlerindedir. Özet:
Dünyada esasta değişen bir şey yok.
F r e u d ‘un yarattığı ve bugün dahi tüm bütün dünyanın, tabii diğer tedavi yöntemleri yanında geniş
çapta uyguladığı öğeler acaba diğer bilim ve sanat dallarını nasıl etkilediği sorusu sürekli sorulmuş, sonuçlar
olumlu ve olumsuz yönleriyle birçok kereler tartışılmış, yayımlanmışıtır. Bunların gerçekten hepsini bulup
yazmaya kimsenin gücü yetmez. Biz, özet olarak, genelde nasıl etkileşimde bulunulduğunu özetlemek isteriz.
Freud’un kuramları arasında en fazla tartışılanı, doğal olarak onun “infantile sexuality” (çocukluk cinsel
yaşamı) ve onun yarattığı iddia edilen nöroz halleri olmuştur. S e k s’in insan hayatındaki önemini kimse inkar
etmez, ama bu işi yakından bilenler, Freud’un seks kavramının, birçoklarının algıladığı gibi basitçe, önemli ve
gerekli bir ‘akt’ olmasının ötesinde ötesinde, psiko-sosyal etkileşimde, kişilik gelişiminde ne denli önemli bir
öğe olduğunu daha farklı şekillerde yorumlayarak takdir ederler. Libido, seks enerjisi olduğu kadar, başkalarıyla
psiko-sosyal ilişkiler kurabilmede, motivasyon gösterebilmede, yaratıcılık sergilemede ve günlük yaşamı
dengede tutan bir kaynaktır da. Zamanla hemen hemen tümüyle terkettiği kavram, “yaşam ve ölüm dürtüleri”dir;
bunlar doğuştan mevcut olan “agresif ve seksüel dürtüler”’e döndürülmüşlerdir.
E d e b i y a t : Freud’un ünlü “Şair’in Gün Düşlemesi” makalesi, bir şair’in yazdığı şiirlerin,
çocuklukta oynadığı oyunların bir tür devamı şeklinde açıklaması pek kabullenmiş bir kavram değildir. Ama,
Pepper’den (1891-1972) başlayarak, birçok yazarlar, onun analitik yorumlarının, birçok yazarları (ve
kahramanlarının) bilinçli düşünceler ve davranışlarının altındaki çok daha derin, insani ve çoğu kez ‘sınır
tanımaz’ dürüstlük ve açıklıklıklara yönlendirdiğini yazmışlardır. İşte Nobel’li bir yazar, Hermann Hesse’nin
(1877-1962), Nazi’lerin baskısıyla Almanya’dan İsviçre’ye göçünden sonra, Jung’un öğrencisi Lang’dan
psikanaliz tedavisi gördükten sonraki yarattığı eserlerdeki ifade gücü, örneğin ‘Bozkırkurdu’, ‘Narziss’ ve
‘Goldmund’, ‘Siddhartha’ ve ona Nobel ödülü kazandıran (1946) “Boncuk Oyunu”, yazarın eleştirmenlerine
göre, “insancılık ve yaşam felsefesi, barışseverlik, insan sevgisi, yaşama ilgisi ve saygısı, analizle daha da
zenginleşmiş olduğunun kanıtıdırlar.” ‘Demian’ın önsözüne yazdığı şu satırlardan fışkıran şu coşkuya bir bakın:
“...Ne var ki, her insan yalnız kendisi değil, aynı zamanda bir kezliğine, tamamen kendine özgü, her
bakımdan önemli ve dikkate değer bir noktadır. Öyle bir nokta ki, dünyanın tüm olayları kesişir burada; bir
kezliğine, bir daha asla yinelenemeyecek bir kesişimdir bu. Dolayısıyla her insanın öyküsü önemli ve dünya
dünya durdukça yaşayacak Tanrısal bir nitelik taşır...”
Gerçek bir kitap kurdu olan bendeniz de bu fikrin altına imzasını koyar, kendim analiz olmasaydım,
gerçek bir otobiyoğrafim olan “İsmayil”i o kadar açıklık ve samimiyetle, içtenlikle yayımlamazdım. Birçok deha
yazarların en başına koyduğum iki yazar: Hesse ve Zweig’tır. Eminim ki, Zweig, terapi görseydi, iki yıl daha
sabreder, insanlıkötesi agresyon ve kıyım mani’sinin zevali ile kısmen mutlu olur, vatanından uzakta,
Brezilya’da intihar etmezdi; Hesse, analiz almasaydı, bizleri, kendini edebiyatseverlerin gönlünde Budha
düzeyine koyan o Siddharha’dan öksüz bırakırdı. Bu, kendi hakkında bir “insight” (içgörü) kazanma erdemi,
inanıyorum ki analiz olma yoluyla, başkalarına yardım etmekle görevlendirilmiş biz hekimlerin, ‘dolaylı’ bir
şekilde, daha nitelikli bir servis vermemize de yardım ediyor.
Freud, 1911’li yıllarda, kişisel psikoloji ve ego katmanları ile meşgul olurken, s o s y a l b i l i m l e r l
e uğraşmayı, o alanda kendinden daha fazla merak, araştırma ve bilgisi olan Jung’tan rica etmişti. Ama Jung
kalkıp da “Symbole und Wandlungen der Libido” (Sembol ve Libido’nun değişimleri)ni yazınca, aradaki bağlar
koptu. Jung’un Darwin’ci olmasına karşın, Freud daha ziyade Lamarck’çıydı. Frazer, zaten 1910’da “Totemizm
and Exogamy”’yi (Totemizm ve Egzogami) yayımlamıştı; Freud da, hepsine karşılık, 1912’de, en temel
kitaplarından biri olan “Totem und Taboo” (Totem ve Tabu)’ yu yazdı ki, bilindiği gibi, ‘Ödipus Karmaşası” ve
(Patricide-patrisid) -baba öldürme- dürtüsünün ilkel kabilelerde nasıl başladığını açıklıyordu (Freud’un en
beğendiği edebi eser de, Karamazof Kardeşler’dir!); diğer yandan, yeni yeni gelişen ‘Toplumbilim’
araştırmacıları (Bons, Kraeber), Freud’un “kültürün orijini ve Ödipal Kompleks” ögelerini ve totemizm’in
çocuklarda ‘hayvan fobi’si şeklinde yeniden simgelendiğini de kabul etmiyorlardı. Bugünün çok daha modern
antropolojist’leri ise, diğer bilim ve sanat dallarından çok farklı ve en ön safta olarak, “kişiliğin iç dünyasını
kapalı bir terapi odasında inceleyen psikanalizin sınırlılığına karşın, toplum’u gözleme, inceleme konusunda
psikanalizin, hiç olmazsa psikanalitik kavram ve çalışma metod’larının hemen hemen olmazsa olmaz derecede
önemli olduğunu ve akademik bir arkeolojist’in, psikanaliz öğrenmesi gerektiği”ni açıkça savunurlar.
Freud’un m ü z i k ile ilgisi de pek sınırlıdır. Bu denli dünya çapındaki bir dehanın, müzisyen
olmasına gerek kalmaksızın <Ben bir Doğu ve bir de Batı Müziği konservatuvarı mezunuyum, alet de çalarım,
ama kendimi müzisyen bile saymam. Kabul ederim ki, beni öyle disiplinli ben yapan üç şey var: Tıp, özellikle
Psikanaliz, Müzik ve Meditasyon!> daha derin sularda rahatça yüzebilmesi için keşke müziğe de merakı olsaydı.
Bildiğimiz şu ki, sosyal bilimlerde de yaptığı gibi, yakın asistanlarından Otto Rank’ı bu konuyu çalışmaya davet
etmiş ve hatta birlikte Wagner’in ‘Lohingrin’i görmeye gitmişler. Freud, konser esnasında, konuyu temsil eden
‘ilkel varlıkları’na eşlik eden müzik’ten son derece rahatsız olmuş, bunu Rank’a söylemiş ve bir daha da
gitmemiş. Bence o ‘ilkel’ sesler, herhalde Freud’ün daha çözemediği, derinlerde gömülü İd’sel yapı taşlarını şu
ya da bu şekilde mobilize etmelerinden onu öyle olumsuz etkilemişti. Bilemeyeceğiz.
F e l s e f e, psikanalize “sempati” göstermiş, fakat pek içine almamıştı. O zamanların kayda şayan
filozofları, Locke ve Hobbes, görüşlerini şöyle özetlemişlerdi: “Life, without agencies of socialization, would be
nasty, brutish and short.” (Yaşam, sosyalizasyon kurumları olmaksızın, iğrenç, kötü, gaddar, merhametsiz ve
kısa olurdu!) Herhalde, psikanalizin organized, hiyerarşik kurumlarının denge ve fonksiyonu hakkında ideal
sayılabilecek etkileşimlerini takdir etmişlerdi.
Freud’u, sık olarak, Marx (1818-1883) ile eşdeğer gösterirler. (Halbuki Freud, self-analiz’inde kendini
Goethe ile özdeşleştirmişti!). Zamanının ünlü psikologlarından Erich Fromm, 1953’te, bir seminerde şöyle
demişti: “Her ikisi de, öğrenciler için, başlangıçta insanlık ve toplum için, <güya> ‘olmazsa olmaz!’ fikirler ve
değer yargılarla liderliğe soyundular; ama, zaman geçtikçe, pratik olarak, her ikisinin de söylediği yanlış çıktı.
(?)” Onun, “dünyanın, kendi ekseni etrafında olduğu kadar, güneş etrafında döndüğünü kanıtlayan bilgin!)
Copernicus’a (1473-1543) da benzediği de söylenir. Bunları tarihsel notlar olarak kaydediyoruz, tartışmaya ne
gerek ve ne de yerimiz var.
Freud ve m o r a l d e ğ e r l e r’e gelince, bu hiçbir zaman sistematik olarak çalışılmamıştır.
Bildiklerimizin özeti şu: Freud, ‘moral davranış’ üzerinde pek çok titiz değildi, O, genellikle, F.T. Vischer’in:
‘moral dediğin kendiliğinden belli olur!’ sözünü sık sık tekar ederdi. Aynı şekilde moral duyguların ve değer
yargılarının değerlendirilmeleri <validity> konularının içine pek gitmedi. Kendisi d e ‘moral bir sistem’le ne
özdeşti, ne de kendini yetiştirmeye yeltendi. Bununla beraber, insanın yaşamında moral kod’ların varlığı
hususunda ısrarlı idi. ‘Bilinçlilik’, onun için varlığı pek zorunlu bir öge idi, onsuz ‘birçok çatışmalar ve
tehlikeler’ olabilirdi. Özet olarak, “Moral kod”un toplumlar için bir ‘zorun’ olduğunu ve “süperego”nun da
insanlar için değerli, koruyucu bir varlık olduğunu sıkça tekrarladı.
Freud, tüm d i n i s i s t e m l e r i refüze eden bir ‘ateist’ olmakla beraber, Batı tradisyonunun, yani
Hıristiyanlığın moral yönlerini dışlamadı, diğerlerinin ‘laik’ bir tabanda olmalarını arzu ettiğini söyledi.
*
Ö z e t olarak, toplumlar Freud’ün varlığından ve psikolojik tedavi sisteminin, tarihin tüm diğer
‘ölmez’ büyüklerinin sosyal-ekonomik-tıp-astronomi-kimya ve fizik vb. alanlara yaptıkları kontribüsyonlarda
bulundukları gibi, o da elinden geleni yaptı. Toplumun birçok katmanları, dün de olduğu gibi bugün de onun
varlığından haberdar oldular ve, dolaylı (indirect) ya da dolaysız (direct) yollarla, faydalandılar. Psikanaliz,
bugün, mamafih daha kısa süreli ve form’u biraz değişmiş şekilde, hekimlerin ve psikolog’ların, değerli bir
tedavi alternatifi olmaya devam edecektir. Amma, kabul edelim ki, insanlar, psikanaliz’den çok, yaşam’ın
getirdiği katı kurallar ve zorunluklarla, ekonomik ve politik gerçeklerle, “ya uyum sağlayacaklar ya da uyum
sağlayacaklar”; günlük yaşam için psikanalizi bilmeye ya da kullanmaya hiç bir zorunluluğunuz yok. Kim bilir,
belki bugünün çok ilerlemiş teknik imkanları, pek yakında “uzaktan kumandalı” yöntemlerlerle, örneğin
“görüntülü cep telefon ekranları” ile, hem de etkili olarak terapi geliştirebilir, “Freud gitti, ismi kaldı yadigar!”
olabilir. (Wait and see!)
*
Sizlere, son olarak, toplumdaki tüm değerlerin, değer yargılarının -bu arada ‘şifa’nın da- tarihin çeşitli
dönemlerinde, zamanına pek de uygun ya da sağlıklı gibi görünmemelerine karşın, eski-arkaik şekillerinin,
modern zamanlara karşın varlığını kanıtlayan, kişisel bir ‘terapi’ anısını sunacağım.
Ş a m a n i z m ‘şifa’ konusunda, binlerce yıl evvel başladığı Sibirya’nın kuzeyinden kürenin batısında
ve güneybatısında belki yüzlerce, birkaç binlerce yıl uygulanmadan sonra ve parlak insan zekasının bilimsel
yollarla Tıp bilimini saygıdeğer bir hale getirmesine ve o yolda hizmet vermesine karşın; ek olarak, Musevilik,
Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük tek tanrılı dinlerin o alanda da hükümranlıklarına karşın, bugüne
dek, prensip olarak Amerika kıtasının batı ve güneyinde, inanılan ve saygı gören bir yöntem ve başvuru kaynağı
olarak -günlük praktis seçeneği olarak- “medicine-man”i sergilemeğe devam etmektedir.. Türkiye’ye dönmeden
biraz evvel, 1989’da, U.S.A.-Yale’de, Prof. Dr. Michael Harner’in liderliğindeki “Şamanizm Seminerleri”ne
katılmıştım. Kursun sonunda, bana kitabını imzalayıp ‘Sen herhalde şaman soyundan geliyorsun!’ demişti.
Kursu bitirenlere hediye edilen “Tılsımlı hayvan”ımı içeren zinciri hala şerefle taşırım ve hiç boynumdan
çıkarmam. 55 yıllık aktif hekimliğim esnasında hiç büyü, tılsım yapmadım; resmi bir terapi modalitesi olan
“hipnoz”u bile öğrendikten sonra ilk fırsatta terkettim ve Boston Psikanalitik Sosyetesi’nde öğrendiğim analitik
prensiplere sadık kaldım, ama “şamanistik bilinçlilik”, Maharişi Yogi’nin Cambridge’teki öğrencilerinden
bizzat öğrencilerinden öğrendiğim ve günde iki kez yaptığım “meditasyon” ile birlikte, benim hayatımın
“olmazsa olmaz” ögeleri olarak kaldı. Ne mi oldu? Kendimi kimseden üstün değil ama ‘farklı’ hissediyorum;
kızgınlık ya da öfke minimum; nefretin, kin tutmanın adı bile yok. Olumsuz olaylar karşısında, hakem olmayıp
karşımdakinin “...o yoldan başka hareket etme yolu yoktu... ben aynı fikirde değilim...” diyor ve bulaşmıyorum;
en kabası, “.. Aynı lig’de değiliz!”.... “Bir düşüneyim, izninizle!” diyebiliyorum.
1999’ yazında, İstanbul’da, “Dünya Tiyatro ve Kukla Şenlikleri”nin birinci yıldönümü kutlanıyordu.
Programın küçük bir kısmının, İngilizce olarak, küçük, kapalı bir salonda yapılması kararlaştırılmıştı. (Açık
havada da düzenlenen <Özgürlük Parkı’nda> “Sokak Çocukları”nın bir açık hava gösterisi-piyesi
sahneleniyordu ki orada da çocukların performansını İngilizceye çeviriyordum) Rahmetli Hadi Çaman’ın
Teşvikiye’deki tiyatro salonunun foyer’sinde, T.A.L.’deki genç sanatkar arkadaşlarımın da katılımlarıyla,
misafirlere ben şamanik bir pasaj oynadım. Şöyle ki:
Ortada taşlıkta, ‘hasta’ (?) bir kadın boylu boyunca uzanmış, inliyordu. Dört genç sanatkar, hastanın
dört bir tarafında, aşağı yukarı ikişer metre mesafede, bağdaş kurmuş, sessiz sedasız oturuyorlardı. Ben, (Müzik
grubumda, ben dahil tüm bekar arkadaşların, Beykoz yolundaki “Zuhurat Baba Türbesi”ni ziyaret etiğimizde,
‘kısmetimiz çabuk açılsın’ diye, ettiğimiz dua ve vadettiğimiz adak’tan sonra, farklı boylardaki ‘çubuk çekiş’
deneyinin sonunda, en kısa çubuğu çekmem dolayısıyla, gerçekten de en kısa zamanda evlendiğim kimya
mühendisi) eşimin hazırlamış olduğu tüylü bir ‘şaman başlığı’ tepemde, çiçeklerle ve kordelalarla bezenmiş
pardesüye benzer bir giysi üzerimde ve portabl küçük bir davul elimde, gerekli tek düze darbelerden sonra,
hastanın yanına çömelip, bir doktor gibi (!) kulağımı göğsüne dayayıp kalbini dinledim. Kalp atışını duyunca,
davula özel bir darbe vurdum; yüzümde bir gülümseme, etrafa dönüp açıkladım: “Hastanın kalbi atıyor ama,
ruhu ona küsmüş, onu terketmiş. Şimdi hep beraber, bu ‘tedavi kayığıyla’, onu aramaya gideceğiz!”
Ben hastanın yanıbaşına çömeldim ve davula, özel bir tempoyla, tekdüze vuruşa başladım. Aynı anda,
dört bir yandaki, kollarıyla ileri doğru devinimi taklit eden ‘kayıkçılar’la, arayışa çıktık. Benim başım yerde ve
meditasyon içindeyim. Birkaç dakika -sözüm ona- kürek çektikten sonra, arka arkaya üç çabuk ve şiddetli darbe
indirdiğimde ‘kayık’ durdu. Ben halkanın dışına çıkarak, yavaş adımlarla, bir şeyler mırıldanarak ve davula da
vurmaya devam ederek izleyecilerin arasına girdim, bir iki kişinin yanına geldiğimde durdum ve onların kalbini
dinledim, ta ki birinde, hastanın da ruhunun vuruşunu işitinceye kadar. Bu, on yaşlarında kadar küçük bir kızdı.
Onun göğsünden, tasviri olarak ruhun elime gelmesini işaret ettim, elime o ‘birşeyler gelince’, davulumu özel
şekilde hızlandırarak üç sürekli darbe serisi yaptım; avucumu kapadım, yavaşça ‘avucumun içindekini yuttum’,
sakin adımlarla ve mutlu bir yüzle, halkanın içine girdim, hala inlemekte olan hastanın yanına çömeldim:
“Müjde, müjde; ruhun sana yine sahip olmaya geldi!” anons’unu yaptım. Ve, hastanın göğsüne ‘ruhunu
üfledim!’ Bu arada, ben yine davulu tekdüze bir tempoyla çalmaya başlayınca, genç aktörler, kollarıyla, yine
ayni devinimle fakat bu kez aksi yönde olmak üzere, ‘kayığı harekete geçirdiler’. Bir iki dakika geçti geçmedi,
yine üç çabuk ve şiddetli darbemden sonra ‘kayık’ durdu, hasta da gözlerini açtı; yavaş yavaş doğruldu ve etrafa
dönerek: “Çok şükür, iyi oldum!” dedi. Alkışlar. Seyirci olan birçok tiyatro sanatkarları tarafından, özellikle
herkesin kraliçesi Ayla Algan’dan aldığım takdiri asla unutamam.”
Biblioğrafya
1. Brill, A.A.; M.D., “Basic Principles of Psychoanalysis”, Wagington Square Press, Wahington,
D.C. 1948
2. Ehrenwald, Jan; M.D., “From Medicine Man to Freud”, Dell Publ., N.Y. 1956
3. Ersevim, İsmail; M.D., Prof.; “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, Özgür Yayınları, 2. Basım;
İstanbul 2000
4. Ersevim, İsmail; M.D., Prof.; “Yaratıcılık de Diğer Söyleşiler”, Assos Yayınları, İstanbul 2004
5. Gedo, John E.- Pollack, George H., Edits.; “Freud: The Fusion of Science and Humanism”,
Intern.Univ.Press, Monograph 34/35, N.Y. 1976
6. Hall, Calvin C.; “A Primer of Freudian Psychology”, A Mentor Book, The World Publ. Comp.,
N. Y. 1954
7. Heald, Suzette & Deluz, Arlane, Edits.; “Anthropology and Psychoanalysis”, Routhledge,
London 1994
8. Holt, Robert R.; Ph.D., “Freud Reappraised”, The Guilford Press, N.Y. 1989
9. Nelson, Benjamin; “Freud & The 20th Century”, Meridian Books, N.Y. 1957
10. Rieff, Philip; “Freud: The Mind of the Moralist”, A Doubleday Anchor Book, N.Y. 1961
11. Rozan, Paul; “Freud, Political and Social Thought”, Alfred A.Knopf, N.Y. 1962
12. Rosner, Joseph; “All About Psychoanalysis”, Collier Books, Ltd., London 1962
13. Ruitenbeek, Hendrik M.; Ed., “Psychoanalysis and Literature”, a Dutton Paperback, N.Y. 1964
14. Strachey, James; Ed., Tr. by Robson-Scott, W.D.; “The Future of an Allusion”, Doubleday &
Comp., Inc., New York 1964.
Frimaire : (FR. MYTH.): Büyük Fransız Devriminde Yeni Yıl Takviminin Üçüncü Ayı 22 kasım - 20 aralık
“Frimaire’in yirmi dördünde, sabah saat 10’da, Genel Güvenlik Komitesi üyelerinden Guénot ve
Delourmel yurttaş, Barnabite’ler Kilisesi’ne gitmek için sokağa çıktılar. Duru ve gül rengi bir gök geceden
kalan buzları eritiyordu. Guénot ve Delourmel yurttaşlar, Bölge Denetim Komitesi’nin toplantı salonuna girdiler.
Beauvisage yurttaş ocağı yakmakla uğraşıyordu. Ufak tefek bir insan olduğundan, üyeler önce göremediler onu.
............... Kocaman gözlerini fılfır fıldır döndürerek konuşan uzun bıyıklı Delourmel aldı sözü:
‘Gelelim esas konumuza. Bu adamı yakalamamız gerek. Bu sabah iştahım da yerinde, bir bardak beyaz
şarapla sulandırılmış güzel bir aristokrat ciğeri yemek istiyor canım.’ ”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:217;220)
I frutti proibiti sono i piu dolci : (İTA.,YİYEC.,KOLL.) <İ fru’ti pro’ibiti sono i piu dol’çi> : Yasaklanmış
meyveler, en tatlısıdırlar = Forbidden fruits are sweetest (İTA.)
Fuhuş : Din ve ahlak bakımından onaylanmadığı halde, bir kimsenin, kadın veya erkek, aktif ya da dolaylı, şu
veya bu şekilde geçimini cimsiyeti istismar yolu ile para kazanma
“İsa’nın kutsal yasası uygarlığımızı yönetiyor, ‘Christus Nos Liberavit’ - (LAT.: Kırtarıcımız İsa’),
ama henüz onun içine nüfuz edebilmiş değil. Avrupa uygarlığından köleliğin kalktığı söylenir. Bu yanlıştır, o
hep var, ama yükünü artık sadece kadın çekiyor ve adı da fuhuştur. Evet, bu köleliğin yükü artık sadece kadının
üzerindedir, yani zerafetin, zaafın, güzelliğin, anaşığın üzerinde... Bu, erkek için küçük bir yüz karası değildir...”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:308)
Furie : (YUN. MYTH.): Eski Yunanlıların, ‘Erinyes’ ya da ‘Erinnyes’ adını vedikleri Tanrıçalar.
Titan’lardan ‘Gece’nin ve ‘Cronos’ <Çocuklarını didi diri yutan tanrı> un kızları. ‘Erebe’de otururlar ve suçlu
insanları cezalandırmakla görevlendirilmişlerdir
Blaise yurttaş bunları söyleyip tezgaha oturdu. Külot pantolonundan tütün kırıntılarını temizledi.
Gameline’e acıyan gözlerle bakıp, ‘Size bir öğüt vereyim dost. Resimle geçinmek istiyorsanız, Herkül’lerinizi,
suçluları araştırıp duran Furie’lerinizi, ejderlerinizi, özgürlük yiğitlerinizi bir yana bırakın da bana güzel kız
resimleri getirin. Yurt aşkı, yurt ateşi her zaman sürmez, ama insanlar kadınları her çağda sever. Bana minik
ayaklıi minik elli, al yanaklı, pembe tenli kadın resimleri yapın.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:44-5)
Furmak : Vurmak, takmak, yerleştirmek
(Anadolu lehçesi)
“‘Sen dururken dişeyli halinde ananın çıkması doğru mu ortaya? Neye mani olmuyorsun? Neye “Dur”
demiyorsun?’
‘Nasıl dur diyeyim? Altmış yaşındaki kocakarının ayağına duşak mı furayım?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:88)
Furor loquendi : (LAT.,PSYCH.) <fu’ror loku’endi> : Kontrol edilemeyecek kadar konuşma (arzusu) =
An uncontrollable desire to talk (İNG.)
Furor scribendi : (LAT.,PSYCH.,EDEB..) Yazma mani’si (sürekli yazma dürtüsü> = Mania for writing
(İNG.)
Futbol oynama merakı : Ayaktopu: ‘Fott-ball’: İng.’lerin resmi bir şekilde kurallarını saptadığı -Cambridge:
Futbol kuralları 1843; Futbol Birliği, 1863-, belirli bir sahada (100-110 m boyunda, 64-65 m. eninde), netlerle
çevrili karşılıklı iki kale (iki direk arası : 7.32 m., üst direğin yerden mesafesi2.44 m. arasında, bir kaleci ve 10
oyuncunun karşılıklı atak halinde yarıştığı, dünyanın en yaygın sporu. 45’er dakikalık iki ‘half-time’ ve arada 15
dakika fasıla ile ve kaleleri değiştirerek oynanır. İsminin belirttiği üzere, yalnızca ayakla oynanır ve elle
dokunma cezayı gerektirir. Amerikan Futbolu ise tersinedir, elle oynanır. <Mamafih onların milli sporu:
beyzbol’dur ABD’nin yarattığı ve geliştirdiği spor: Basketbol’dür, Springfield, Mass., YMCA, 1891.>
İnsanoğlu’nun yarattığı oyunlar arasında,futbol, gençliğin, özellikle erkeklerin fiziksel ve ruhsal gelişiminde,
oynayarak ya da ateşli taraftarı olarak gösterişte bulunanlar için dahi önemli sayılır.
“Futbol oynamaktan çok, futbol oyuncusu gibi giyinmek, futbol formasına sahip olmak istiyordum; beni
şımartmayı seven annem bana bir forma alarak dileğimi gerçekleştirdi. Aynaya bakıp kendimi futbolcu yerine
koymamı sağlayan kask <Koruyucu başlık, Amerikan Futbolu>, omuzluklar <A.F.>, iki renkli jarse <yünlü ya
da ipekli, seyrek dokunmuş kumaş> forma, dize kadar inen özel pantolon <A.F.>, bir de meşin futbol topu
<Avrupanın topları yusyuvarlak, çevre 68-71 cm., Amerikan topu fındık füzesi şeklinde, bir avucun sıkıca
kavrayabileceği büyüklükte>. O küçük oğlanın, sırtında bir kez bile gerçek futbol sahasına değmemiş, annesi ve
babasıyla oturduğu ufak bahçe katının sınırları dışında bir kez bile giyilmemiş o yepyeni formayla çekilen ve
onun hayali kahramanlarını belgeleyen fotoğrafları bile var. <Paul Auster, 2 Şubat 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplaşmalar 2008-2011”, sa:254)
Fütur getirmemek; Fütursuz davranmak; Fütursuzcasına : Umursamamak, durumun önemine karşın
kayıtsız davranmak
“Adam, sorguya çekenler karşısında fütursuz duruyordu, hatta suçlandırılana karşı sert, öfkeli halinde
bile tam bir uygunluk, bayağı vakar vardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:229)
“Kız bayılmamıştı bile. Ayağa kalktı, ötesini berisini yokladı, acıyan diz kapaklarına bakmak için,
etekliğini, fütursuzca, butlarına kadar sıvadı; hala, öyle soluk soluğa idi ki, konuşamıyordu.
-Bakın, şurası işte, acıyor... Ama, kımıldatabiliyorum, bir şey olmamış... Aman ne korktum! Yol
üstünde olsaydım pestilim çıkardı!”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:7)
FÜTÜRİZM : (FEL.) (İNG.: futurism, FRA.: futurisme, ALM.: futurismus) : “Gelecekçilik”: Geleceğe
dönük planları insanlığa yakışır bir surette planlayıp uygulamaya koymayı prensip edinmiş bir felsefe akımı
“Öncelikle estetik bir anlamı olmakla birlikte, aynı zamanda ahlaki ve siyasi bir anlam da taşıyan ve
eski formüllere, ahlaka, tutucuların iyi ve güzel bulduğu her şeye sırt çevirerek kuvvetin, hızın, geleceğe ‘doğru’
atılımın endüstriyel gelişmenin önemine işaret eden; savaşın, tehlikenin, makinenin başkaldırı ve şiddetin
türküsünü çağırmanın hem bireyler, hem de halklar için gerekli olduğunu savunan akım!”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:395)
-Tüm Hakları Saklıdır-

Benzer belgeler

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim halde bunun cezasını çekip, birazdan postu yere sereceksiniz!’ ”….. “Lotario, yolda, daha ilk günden açılmayı doğru bulmadığını söylemiş; ‘sadece güzelliğini övdüm, bütün şehrin, onun cazibesinden,...

Detaylı

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim Tamamen körelmiş törel sağgörü.” (Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05) “Couture 1. ----------giyecekler konusunda, Sarılara bürünmüş bu tövbeka...

Detaylı

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim adamın, genç bir fahişenin peşinden giderek, onun evine girdiğini gördü. İçinde öyle büyük bir acı hissetti ki, ölmek istedi.” ..... “‘Size her şeyi anlayacağınız biçimde açıklamak istiyorum. Ben b...

Detaylı