Gülsün Işıldar İdris Köylü Nuriya Koçak Soner Gülsün Işıldar

Transkript

Gülsün Işıldar İdris Köylü Nuriya Koçak Soner Gülsün Işıldar
Gülsün Işıldar
İdris Köylü
Nuriya Koçak Soner
Gülsün Işıldar
Mehmet Özgür Ersan
Hasibe Ayten
Perihan Baykal
Ali Ozanemre
Dilruba Nuray Erenler
Ayşe Kaygusuz
Harika Ufuk
Harika Ufuk
Mira Koldaş
Hüsniye Yıldız
İnci Gürbüzatik
Murat Demirkol
Bircan Çelik Gevrekçi
Turgut Koçak
Mehmet Özgür Ersan
Hürdoğan Aydoğdu
Mustafa Emre
Bekir Koçak
Ayten Ekici
Nihan Kaya
3
4
5
6
8
9
9
10
12
13
15
16
17
19
20
23
23
24
26
29
29
30
30
31
Niyazi Mete Gürcan
Mavi Tuğba Ateş
Sevilay Yücedağ
Maksut Koto
Ayhan Hüseyin Ülgenay
Meriç Yoldaş Hiçyılmaz
Burcu Yalkın
Ayhan Hüseyin Ülgenay
Gülderen Gürcan
Osman Akyol
Süleyman Yağız
Özcan Özkan
Abdullah Şevki
Mithat Önal
H. Tuğrul Atasoy
Şerif Temurtaş
Oktay Coşar
Meryem Uçar
Mert Öztürk
Ceyda Sevgi Ünal
Cafer Doğanay
Coşkun Büyükgökmen
Özlem Tüm
Ayşegül Erkaymaz
Cemal Öztürk
ekinsanat
ekinsanat
ekinsanat
ekinsanat
33
34
35
35
36
37
37
37
38
39
40
41
41
42
43
43
43
44
45
46
47
47
48
48
48
Yürek Simyacısı
Endişe/2
Emanet
Halime Yıldız’la Söyleşi
Menekşeler Açsın/Gözlerinin Kuytuluğunda
Gözü Dönmüş Beşerin
Bir Varmış Bir Yokmuş
Beni Bekle Çiçeği’nde Kişiler
Bekleriz
Osman Bolulu İle Söyleşi
Yılbaşı Çocukları ve İnternet
Eskitilmiş İki Damla Gözyaşı
Gültekin Serbest’le Söyleşi
Üşüyorum
Ciğerdelen
Otuzaltıncı Senfoni
Tırnağın Ucunda İsli Su Damlası
Gül Yaprağı Yırtılan Zaman
Yelda Karataş’la Söyleşi
O’na Yazılan Şiir
Güz İkindisi’nde Gezintiler
Savrukluğun Zamanı Değil
Seviyorum
Sembolik Düzen’e Yarım Kalan Bir Yolculuk
Frankenstein
Kürek Mahkumu
Gizli Özne/Nihan Kaya
Kısık Ses Devrim Doğuran Eller
Gecelerin Vardı
Hatırlananlar
Nehir Hanım
Kıyamet Bekçisi
Çay İçerken Gülümse
Bıyık Sendromu
Abi Çekimdeyim Sonra Arayın
Sevdamın Savaşı
Bir Sevgi Hikayesi
Ayrılaştırmanın Güzelliğine Övgü
İdamlık
Yalnızlık Elde Kalan
Umudun Firarında
Aşk Eğiren Kadınlar
Başka Şehrin Yağmurunda Islanmak
Bir İçimlik Hiçlik
Kır Çiçekleri
Yeniden Ben Olmak İstiyorum
Ali Rıza
Sessizliğin Çığlığı
Ne Kadar Pürüzsüzdü Her Şey
Şirket Hesapları Aşka Şirk Koşmaktır
(Ön kapak) Halime Yıldız
Arka Kapak) Gültekin Serbest’in bir Tablosu
(Ön İç Kapak) Kitap tanıtım
(Arka İç Kapak) Yazın Kursları
1
TSİP
Behİce Boran
Bilim Sanat ve Araştırma Merkezi
Ekin Sanat Edebiyat ve Düşün
Dergisi Adına Sahibi ve
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Celal Fil
Ayda Bir Yayınlanır
Yaygın süreli yayın
1 Mart 2012 Sayı: 73
ISSN 1305–4937
Genel Yayın Yönetmeni:
Turgut KOÇAK
Editörler
Nihan Kaya
Mehmet Özgür Ersan
Temsilcilikler
Harika Ufuk
Adana 0533 425 54 77
Gonca Aydemir
Antalya
Gülsün Işıldar
Bursa 0532 391 49 48
Mavi Tuğba Ateş
Denizli 0554 659 92 61
Hatice Polat
Bafra 0541 237 93 36
Gülçin Sahilli
İzmir 0535 584 08 22
Mehmet Özgür Ersan
İstanbul 0531 793 28 58
Nihan Kaya
Londra Temsilcisi
Yazışma ve İletişim Adresi:
Konur Sk.No: 10 Kat 4 Daire:
15-16-17-18 Kızılay/ANKARA
Tel: 0312 419 60 53
[email protected]
Tasarım ve Teknik Hazırlık:
Ekin Sanat
Baskı
Öztepe Mat. San. Ltd. Şti
Kazım Karabekir Cad. Özer Han
No: 31/107
Tel: 0312 341 12 08 Ankara
Genel Dağıtım:
Konur Sk.No: 10 Kat 4 Daire: 15
Kızılay/ANKARA
Tel: 0312 419 60 53
Sürdürüm Koşulları:
Yıllık (12 sayı): 50 YTL posta
gideriyle birlikte Yurtdışı 50 euro.
Celal Fil
Kızılay PTT Şubesi hesabına
5307943
Celal Fil
ekinsanat’tan Okura ve Dostlarına;
Dergimizin yeni sayısı ile birlikte bir kez daha size merhaba diyoruz. Bu
arada çeşitli sanat çevrelerinde sayısız etkinliklere tanık olduk. Dünya
Öykü Günleri düzenlendi. Sayısız sanatçı öykülerini dostları ile paylaşıp
mutlu anlar yaşadı. Sayısız sanatçı günün coşkusuyla yeni bir öyküye
başladı. Doğal olarak etkinliklerle birlikte olup bitenleri sorgulama
fırsatı da bulduk. Sanat, yine de kendisinden bekleneni veriyor mu,
doğrusu çok da emin değiliz. Belki de sanatı ortaya koyanlarda bir
sorun olsa gerek ki, bir kuytuya saklanıp oradan seslenme yolu
seçiliyor. Çoğu kez, ya bir kafe, ya loş ışıklı bir bar; etkinlik için seçim
yeri oluyor. Oysa sanatın dizginlenemez, ket vurulamaz bir coşkusu
her zaman olmuştur olacaktır da. Bu yüzden de yığınlarla buluşmasının
önü sakınmalara karşın olanaklı değil. Sanatın su gibi tüm engelleri
aşma ve ulaşacağı yere ulaşma yetisi vardır. Bu bağlamda dergimiz
önemli bir işlev üstlenmiş bulunuyor. Sanatı salt dergi sayfalarına
kilitleyip alıcılarını beklemiyoruz. Dergimizin salonunda; sanatla ilgili
pek çok etkinlik yaparak yığınlarla buluşma yollarını ararken bir yandan
da okul işlevini üstlenen çalışmalar yapıyoruz. Yazınla, resimle,
müzikle, tiyatroyla, fotoğrafla ve felsefe ile ilgili atolye çalışmalarımız
kesintisiz sürüyor.
Mart ayında da Dünya Şiir Günü dolayısıyla dergimizde etkinlikler
düzenlenecek. Ankaralı tüm sanatçılarımıza açık olan etkinliğimize yolu
Ankara’ya düşen tüm diğer illerdeki sanatçılarımızda katılabilecektir.
Etkinlik boyunca katkı koymalarının da önünde hiçbir engel
bulunmamaktadır. Bir yandan şiirle ilgili her türlü açımlamalar ve
sunumlar yapılırken bir yandan da şair dostlarımızın çalışmalarını
sunmalarına olanak sağlanacaktır.
Görüldüğü gibi dergimiz üzerine düşen görevi elinden geldiğince yerine
getirmeye çalışmakta olup ilk yayınlanmaya başladığı günden bugüne
kadar çizgisinden ödün vermeksizin yoluna devam etmektedir. Doğal
olarak kendimizi sosyalist olarak nitelememiz kimi sanatçıların bizden
uzak durmasına neden olsa da, bu durum asla bizi üzmemekte, aksine
daha da çelikleştirmektedir. Dolayısı ile bütün kaygılardan sıyrılmış
olarak sosyalist bağlamda sanat yapmanın gerekliliğini
yaygınlaştırmaya çalışmaktayız. Dergimizin okura gerektiği gibi
ulaşması konusunda sıkıntımız olsa da, bu sıkıntıyı büyük ölçüde kendi
örgütlülüğümüz bağlamında aşarak okurlarımıza ulaşmaya
çalışmaktayız. Giderek yaygın bir okura sahip olan dergimize artan ilgi
yoğunluğu nedeniyle örgütlenme ağımız da genişlemekte, Dergimizi
okuyan ve bilenlerin sayısı hızla artmaktadır. Sonuç olarak bütün
zorluklara karşın yolumuza kararlı adımlarla yürümekte ve yeni yeni
arkadaşlarla buluşmaktan çok büyük mutluluk duymaktayız. Bahar
geldi, su dallara yürüdü. Akıp giden yaşamı durdurmanın olanağı yok.
ekin sanat dergisi ise yaşamla sarmal yoluna devam ediyor…
ekin sanat
Dergimizin bulunduğu yerler:
Ankara: İmge Kitabevi Tel.: 0312 419 93 10-11/ Turhan Kitabevi Yüksel Cad. Ankara Bilim ve
Sanat Kitabevi Konur Sk. İlhan İlhan Kitabevi Karanfil II Sk. Dipnot Kitabevi Selanik Cad.
Ankara Antalya: Mavi Kitabevi Tel.: 0242 243 54 06/ Ofis Kitap Kırtasiye Antalya / Mersin Kitap
Kulübü Tel: 329 27 23 / İstanbul: Nazım Kültürevi/ Kadıköy/ Mephisto Kitabevi Beyoğlu/İstanbul/
Semerkant Kitabevi Beyoğlu Mis Sokak Kehalkedon Sakız Sokak Kadıköy- Mephisto Kitabevi
Kadıköy - Konak Kitabevi Belediye Pasajı Konak/İzmir
2
YÜREK SİMYACISI
Dökülür suya girince
Harfleriniz
Yıkanınca şiir,
Sızdıkça
Yükselir yer altı suları
Fısılda
Değişsin suyun yatağı…
Kırık gülleri onaran
Yürek simyacısı
Alnımın kanıyla
Geldim sana
Gövdem boydan boya
Yara
Ne çok ayak izi
Koynunda…
Masalları eksik
Emeğin çocuğuyum
Gölgem sıyrık
Yer kabukta,
Derinim elmas
Yontucu çakma,
Bilirim kinini yontar
Cam traşlayan bıçakla…
Düşlere asar
Pörsümüş maskesini
Başka hayatları
Öldürerek çoğalan
Sabrını ufalar mermerin
Zamanın burgacında
Aldandım say
İnanmak aldanmaksa…
Kuş ömrü eylül
Kadife imzasını atsın
Gül takvimine
Yeni bir yüz ütüle barbi’lere
Köşelerini kes seslerin
Tınılarını yuvarla,
Bir tek sus işareti kalsın
Gözlerinde kanasın
Ağzımdaki temmuz…
Gülsün Işıldar
3
bereketli olacaktır ki, hedef kitleniz bu yemleri
yutarken, siz gönül rahatlığı ile follukta yumurta
hesabı yapabileceksiniz… Hangi civciv ne kadar
yumurtlarsa verimine göre siz de ona göre yem
atacaksınız… Yutmayacak civcivlere yem atmayın
sakın, heder olur sonra… Bir de maazallah o yemleri
size yedirtebilirler sonra… Ola ki böyle bir durumla
karşılaşırsanız-ki zaten yüzünüz kızarmayacak kadar
pişkin olduğunuzdan eminim- hemen çıkınınızı açın
önünüze, yeteri kadar azık bulacaksınız orada… En
okkalı ısırığınızı alın ve ağzınızı tavanına kadar
açarak “beeennn” diye başlayın. Arkası gelecektir
merak etmeyin. Nasılsa dağarcığınızda kalan bir
gösteri, bir yürüyüş ya da ne bileyim şanınıza gölge
düşürmeyecek bir eylemde bulunmuşsunuzdur. Bu
tür handikaplardan kurtulmak için bulunmaz bir
nimete sahip olduğunuzu unutmayın. Sizin
vazgeçilmez hazineniz budur.
Gösteri zamanı… Bulunduğunuz platformda çakalları
kıskandırır görüntüler vermelisiniz… Ahali breh,
breh, breh demeli… Malınızı pazarlamanızdaki bütün
maharet platformdaki görüntünüzdür… Ağzınızdan
çıkan her lafın kitlenin maşallahına mazhar olması
şart bir kere… Size o tezgahta iş verenler, sizin
kime, nerde, nasıl ve ne konuşacağınızı da beyninize
“chip”leyeceklerdir. Siz sadece “play back”
yapacaksınız. Yani “mış” gibi” yapacaksınız. Ağız
sizin olacak ama diliniz ödünç… Sahnede görünen
siz olacaksınız bütün ihtişamınızla… Nikah üzerinizde
olacak ama dilber meşgul… Dedik ya siz “boku
ambalajlayıp” pazarı ele geçirebilecek kadar işini
bilenler için bu da mesele olmayacak, buna da
alışacaksınız… Bunca mesafe kat etmişsiniz, bu mu
mesele olacak yani sizin için… Pazarladığınız
değerlerin yanında bir dilberi pazara sürmüşsünüz
çok mu yani… Siz bu gösterinin seçilmiş
oyuncularısınız… Oynadığınız oyunun senaryosunu
yazanlar her hareketinizi puanlamaktadırlar…
İzleyicilerinize “damardan” gireceksiniz… Merak
etmeyin “numaranızı” yutmayacak pek az izleyici
çıkacaktır ki, onların da olası bir itirazı sizin
büyülediğiniz kitlenin öfke seli karşısında uçup
gidecektir… Falso yapıp açık vermeyin… Kimin
neresini kaşıyacağınızı iyice irdeleyin. Herkes her
yerinden kaşınmaz… Kaşıma imalathaneleri toplumu
“kaşınacak” yerlerine göre kümelendirmiştir… Hangi
grubu etnik kökeninden, hangi grubu dinsel
kökeninden, kimi ideolojik-politik yanından
kaşıyacağınız konusunda bir uzman gibi kılı kırk
yarmalısınız… Hangi lafın neresinden tutacaksınız,
kimi nasıl hipnotize edeceksiniz, bunlar zaten sizin
günlük uzmanlık alanınız içerisinde yer almaktadır.
Az da olsa bir yerlerini kavratmayacak birilerinin de
çıkabileceğini gözden kaçırmayın. Herkes her
yerinden kavranmaz… Tuttuğunuz elinizde
kalabilir… Bu iş şakaya gelmez… Etkisi daha epeyce
süreceğe benzeyen, senaristlerin ürettiği modanın
“demokrasi ve insan hakları” üzerine felsefi, politik
ve kültürel “derinliği” olan “zat’a mahsus” üretimler
olduğu ve pazarlarda her daim alıcılarının bulunduğu
bilinmektedir. İçine biraz da çeşni katmalısınız…
ENDİŞE/2
İdris Köylü
“Endişe”nin birinci bölümünün okurlarının, yazının
girişinde çırılçıplak ortaya serdiğim kişiliğin
kendilerine “iyi örnek” olmadığımın, devam eden
bölümünde ise “haa şöyle, bak adam olmaya
başladın” dediklerinin elbette farkındayım. Hani size
“mideniz bulandıysa biraz ara verelim” demiştim ya,
vazgeçtim, “mide bulantısı” beklemek boşunaymış,
biraz geç de olsa fark ettim. İki yazı arasında
öğrendim ki, “adam olma” yolundaki mide bulantıları
bir tuzak, sizi bu yoldan alıkoymaya çalışanların
beyhude çırpınışlarıdır. Belki başlangıçta gerçekten
mideniz bulanmıştır, ama siz bu yolda istikbale
yürüdükçe bu bulantılar geçecektir, yeter ki
rüştünüzü ispat edin. Hatta ben eminim ki siz bu tür
oyunlara düşmeyecek kadar cin, “bulantıya” meydan
vermeyecek kadar” da pişkin ve midesizsiniz. Yoo,
yo öyle hemen saldırıya geçmeyin, sakın aklınızdan
size hakaret ettiğimi de düşünmeyin. Eşya adıyla
çağrılır ve ben sizi adınızla çağırıyorum… Mesele
adam olmak değil miydi?. Bakın şu çevrenizdekilere,
bu yolda nice mesafe kat etmiş adamların
hangisinde mide var, kimin midesi bulanıyor… Bir
düşünün lütfen, özellikle gençliklerinde bir hırka bir
lokmaya “devrimcilik” yapanların “adam olmayı”
keşfetmelerinden sonra cansiperane çırpınışlarını…
Düşmedikleri baca, öpmedikleri etek, yalamadıkları
kıç kalmış mıdır?.. Hangi teraziye kefe olacağınızı,
hangi değirmene su taşıyacağınızı iyi bileceksiniz…
Önünüzde yeterince örnek var, ders çıkarmak için
cin gibi olacaksınız. Öyle hamhalat zıpçıktılık yapıp
sakın “sol”a “sosyalizm”e lanetler yağdırmaya,
küfürler savurmaya kalkmayın. İpliğiniz çabuk
pazara çıkar… Çünkü bu türler gereğinden çok
varlar ve size ihtiyaç duymazlar, atıverirler bir
köşeye… Gothe’nin Mephistosu kadar cin,
Homerosun Akhilleusundan atak,Gonçerovun
Oblomovundan pişkin olmalısınız. Gerçi bütün bu
aşamaları kat eden siz arslan parçaları için bütün
bunlar, birileri giderken sizin geldiğiniz yoldur ama
biz yine de tembihleyelim, nemize lazım, olmadık
olmaz. Şöyle, görünür yerlerde kendinizi fark
ettireceksiniz, “ağır abi” takılacaksınız… Sofranın
iyisi kötüsü olmaz, bulduğunuz sofraya
çörekleneceksiniz, gözünüzü dört açarak. Her
sofrada avlayacağınız bir av, çengel atacağınız
birçok saf dirik olacağını unutmayın. Nasılsa bir
dönemi yaşamışsınızdır, nasılsa her attığınız yemi
yutacak sürüyle civciv olacaktır. Tezgâhınızda engin
tecrübelerinizin öngörüsüyle epeyce “yem” istif
etmişsinizdir… En değerli “malınız, vazgeçilmez
sermayeniz budur, iyi kullanabilirseniz… Bütün
mesele pazarlayabilmenizde… Tezgâhınızı pazarın
en görünür yerine kurup, kendiniz de en fark
edildiğiniz platforma çıktığınızda işe iyi başlamışsınız
demektir… Sallayın yemlerinizi… Gün öylesine
4
Öyle cepheden zart-zurt etmeyecek kadar
deneyimlisiniz elbette… Yumuşata, yumuşata
yedirmelisiniz… Alıştıra, alıştıra… Öyle ham halat laf
erbaplarının yaptığı gibi “sağ-sol” bitti filan size
yakışmaz, maazallah “muhalif” kimliğinize gölge
düşürür. Senaryoda ne yazıyorsa o… Son derece
bağımsız gözükmelisiniz, bağımsız ve muhalif…
Mesela sık sık sosyalizme, dünya devrimlerine atıflar
yapmalısınız… Dedim ya damardan gireceksiniz…
Sizi dinleyen ahmaklar sürüsü bilgi düzeyinizin
müthişliği karşısında ağzı açık ayran delisi gibi nefes
almaksızın ağzınızdan çıkacak sözcüklere kendilerini
ram edeceklerdir… Tam bu an… Bu anı mutlaka iyi
yakalayın… Sihirli sözcüklerinizin uçuştuğunu fark
edin… “Demokrasi… İnsan hakları… Cinsellik… Kadın
haklarıııı… Burada dikkatli olun, demokrasi ve insan
haklarının elde edilişinin işçi sınıfının ağır ve
meşakkatli, yüzyıllara varan yıpratıcı, ölümlü-kalımlı
mücadeleleri sonucu kazanılan sınıfsal kazanımlar
olduğu… Sakının ha… Sınıf mücadelesi gibi bir
kabustan söz etmeyin…”Avrupa’nın üzerinde bir
hayalet dolaşıyor: Komünizm”… Ödümüzü
patlatmayın, sonra hepimiz altında kalırız,
yemlendiğimiz fonları da bir daha göremeyiz… Şöyle
başlayabilirsiniz: “ Marksizm-Leninizm denendi,
tutmadı… Bir sınıfın iktidarı diye bir şeyin
olamayacağını yaşayarak gördük… Sovyetlerde halk
diktatörlüğe başkaldırdı, Demokrasi mücadelesi
verdi… Lenin: I-ııhhh… Stalin: Maazallah… Mao:
Köylü, Che: Delikanlı adam valla… Oyun alanınız
geniş. Açık oturumlar, konferanslar, sivil toplum
kuruluşları, tv, dergi, gazete… Bütün medyatik
araçlar sizin için seferber edilmiştir… Bu müthiş
iletişim aygıtı babanızın malı değildir, “seçilmiş”
olmanızın hakkını vermelisiniz.. Halkın
beyinsizleştirilmesi için otuz küsur yıldan beri çok
merhaleler kat edildi, beklenmedik başarılar elde
edildi, “yemeye” hazır bir kitle yaratıldı. Bütün
mesele sizin maharetinizde, “yedirebilmenizde”…
Basit, herkesin anlayacağı “derinliğinize gölge
düşüren” anlaşılır laflar sizi sıradanlaştırır, aman
dikkat. Haa, bu arada hatırlatmadan geçmeyelim:
Her işin bir meşakkati olacak elbette… Mesela
kendini bilmezin biri çıkıp, siz tam da rüştünüzü
ispatın eşiğindeyken olmadık bir yerde olmadık bir
laf edip size “siktir” çekebilir… Bu durumda nasıl
hareket etmeniz gerektiği de kulağınıza
fısıldanacaktır. Size “siktir” çeken haddini bilmeze
şöyle yukarıdan bakıp “ hoşgörü” örneği mi
sergileyeceksiniz, yoksa arkanıza aldığınız “herkesi
hemen hizaya getiren medyatik mekanizmaları”
devreye sokarak meşrebinize yaraşır, alçaklıkta eşi
menendi görülmeyen, lağım çukurundan
devşirdiğiniz dilinizle üzerine bok mu
püskürteceksiniz… Yoksa gerçekten hiçbir bok
olmadığınızı bile bile kendinizi bir “bok” yerine mi
koyacaksınız… Nerde nasıl davranacağınız
konusunda programlanmış olduğunuzdan bu vartayı
da kolaylıkla atlatacağınızdan hiç şüphem yok. Yani
“entele” yatacaksınız uzun sözün kısası… Kılık
kıyafet, yürüyüş çalım… Yedi dağın arkasından
kükrediğinizde bulvarlarda sizinle titriyor olacaktır…
Gün sizin gününüz, haydi kolay gelsin, “Endişe-3” te
görüşürüz.
EMANET
fareli bir diyarın çocuklarıydık,
çoşkulu, özgürlük kokulu.
bağıra, çağıra şöylerken ezgilerimizi,
eserdi başımızda özgürlük rüzgarı deli deli…
yoksulluğun kara duvarlarına cizerdik
cenneti...
fareli köyün kavalcısı
bir gün geldi.
anaları babaları götürdü
ilkin…
umuda gider gibi gittiler.
dağ kapandı.
gelmedi kimse geri
öyle baktık gidenlerin ardından.
sonra
çocukları astı bir bir
çicekten geçmiş dallara…
kavalcı,
resmini çizmekte hâlâ
çicekli dallara asılı çocukların,
bir denizin kıyısında.
Günse;
çekildi penceremizden
coktan.
sisli bir geçmişten bakar acılar
unutulmuş masalların çocuklarıyız şimdi
emanet…
yazılmamış hikayeler anlatan,
kayıp
bir nesilden
bir ağlayanımız yok,
gizlice içimizde taşıdığımız cesetlerimize...
Nuriye Koçak Soner
5
derneğinin kurucu üyelerinden
olmama rağmen yönetimle ilgili
sorunlar yaşadığım için ayrıldım.
-Sosyalist ortamda yetişmiş bir
ailenin kızı olmak, sana hangi
özellikleri kattı, hangi sosyalist
sanatçıları beğenirsin?
-İnsanı çocukluğunda aramak gerekir.
Annem ve babam çalışıyordu, küçük
yaşlarda anaokuluna başladım.
Bulgaristan’da küçük yaşlardan
itibaren her çocuk anaokuluna
giderdi. Her köyde anaokulu vardı ve
ilkokul gibi anaokulun da sınıfları
daha doğrusu grupları bulunurdu.
Sosyalist sistemde büyümüş bir çocuk
olarak sınıf ayrımını hiç hissetmedim.
Çalışmayı öğrendim, çocukluk
arkadaşlarımla ilkbaharda papatya
toplayıp satardık, kazandığım parayı dondurma, yaş
pasta ve boza almak için harcardım. Okuldan da
öğrencileri çalışmaya götürürlerdi. Belki bu yüzden
çalışmayı sevdim hep, tembellikten nefret ederim.
Disiplini öğrendim, kendi işimi kendim yapmayı
öğrendim, sanat ve spor etkinliklerine ilgi duydum.
Nazım Hikmet, ilk tanıdığım şairdir. Annem anlatırdı,
Bulgaristan’daki köyümüze yakın bir yerde konuşma
yapmış. İlk ezberlediğim şiir onun şiiriydi. Sonraki
yıllarda Nikola Vaptsarov, Pablo Neruda, Vladimir
Mayakovski beni etkileyen şairlerden olmuştur.
Ahmet Arif’i, Turgut Uyar’ı… çok severim.
HALİME YILDIZ’LA
SÖYLEŞİ
Gülsüm Işıldar
-Sevgili Halime, merhaba! Kadın kadına bir
sohbet yapalım mı, seni tanımayan okurlar
için
kendini tanıtır mısın?
-Seni yakından tanıyan biri olarak, özel
yaşamını, işini, dostluklarını bir sanatçı
duyarlılığı ve erdemiyle, daha doğrusu
yazdığın gibi yaşadığını biliyorum.
Bazı yazarlar var ki, onlara sosyopat demek
daha doğru olur, samimiyetlerinden şüphe
ederiz, yazdıklarıyla, yaptıkları arasında
uçurumlar vardır. Sadece yazmak için
yazarlar. Onlar için önemli olan kendi
promosyonlarıdır, bunun için her ortama
atlamaya hazırdırlar. Özgeçmişlerine,
kendilerinde hiç olmayan değerler yüklerler.
Zamanla bu yalanlara kendilerini de inandırıp,
bir sanatçı edasıyla aynada narsistliklerini
izlemeye koyulurlar. Sence gerçek sanatçının
yeryüzündeki misyonu ne olmalı?
-Merhaba Gülsün!..
Bulgaristan’da doğdum. İlkokul dördüncü sınıfta
Türkiye’ye geldim. Hayatımı tam orta yerinden
bölen bu göç, beni çok etkiledi. On yaşımda kendi
kendime Türkçe öğrendim, hayata gösterilen açının
dışına çıkıp bakmayı öğrendim. İki farklı kültürün
kendimce sentezini yapmak zorundaydım. O günleri
düşündüğümde bana “Bulgar” diyenlere, kendimi
adeta çırpınarak anlatmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
Kayseri’deki çocuklar için “uzaylı” gibi bir şeydim…
Kıyafetlerimle ve konuşmamla dalga geçtikleri
günlerde karar verdim Türkçeyi çok iyi öğrenmeye.
Bu kararla ya da bu inatla Türk Dili ve Edebiyatı
öğretmeni oldum. İlkokul 5. sınıftan beri şiir
yazıyorum. Düz yazıya sonra sevdalandım, ilk aşkım
şiirdir. Şu anda üstün yetenekli çocukların eğitim
gördüğü bir merkezde, Bursa Bilim ve Sanat
Merkezinde çalışıyorum. Bir taraftan da kitap
çalışmalarım devam ediyor.
-Yazanla yazılan arasında tezat olmaması
gerektiğine inanıyorum. Hani Mevlana der ya, “Bir
söze bakarım söz mü diye, bir de söyleyene bakarım
adam mı diye!” Elbette söyleyen ölür, söz kalır
geriye. Ama sözün gücüne güç katar söyleyenin
kişisel özellikleri.
Herkes yazabilir, hatta verdiği emek ölçüsünde
herkesin şair olacağına da inanırım. Emek,
yeteneğin önüne geçer!.. Fakat herkes şair olmak
zorunda değil, bu kadar da basite alınmamalı şiir.
-Ödüllerin, kitapların, üyesi olduğun örgütler
hakkında bilgi verir misin?
-Çeşitli kurum ve dergilerin şiir yarışmalarından
aldığım ödüller var. Türkiye Yazarlar Sendikası ve
Edebiyatçılar Derneği üyesiyim. Bursa’daki Buyaz
6
Bir arkadaşım şöyle demişti, “Roman yazmak zor,
insanın çok zamanını alıyor. Şiir yazmak çok kolay,
cebimde kâğıt kalem olması yeterli.” Bu düşünceyle
yazılan şeylere (!) şiir dememek lazım.
Ortalıkta bir de şair seviciler var. Bunlar facebook
üzerinden dizeler paylaşıp, dizeler beğeniyorlar.
Yalanlar dolaşıyor şiirin ve şairin damarında. Yalan,
acemi olursa insanın zekâsını aşağılar.
Sanatçının sorumlulukları vardır. Fildişi kulelerde
yaşayıp, dürbünle halkın sorunlarına bakan şair ne
ölçüde sahici olabilir? İsterse orada yaşayıp aşk
şiirleri yazabilir, sevgilinin tek tel saçı için hayatını
feda edebilir. Evet, böyle de şiir yazılabilir. Ama bu
şiir benim şiirim değil. Şair, ipek yorganda
uyuyamaz. Uyursa da uyur kalır!..
alamayarak, topluma bir suç makinesi olarak
geri döndüğü halde, ille de kendi çocuğumu
doğuracağım diye, yumurta nakli veya tüplere
bir servet harcayarak, kendi üstün genlerini
dünyaya bırakmakta israr eden, yani temelde
gerçek bir sevgiye sahip olamayan, sadece
kendi benlerini seven, benmerkezci anneler
mi?
Bakabileceğinden fazla çocuk yaparak, onları
büyütürken çektiklerini, çocuklara ve topluma
karşı duygu sömürüsü olarak kullanan
anneler mi?
Yoksa başkasının bebeğini kendi bebeği gibi
sevebilme yetisine sahip hakiki anneler mi,
desem, neler söylerdin?
-Üstün zekâlı çocukların eğitildiği bir
merkezde öğretmensin, onlara rahatça
ulaşabilen bir zekâ ve yüreğe sahip olduğunu
biliyorum, yazdığın şiirler ve çocuk kitapları
da bunu doğruluyor.
Örneğin, ‘Uçurtmayla Balık Tutmak’ nasıl bir
kitap?
-Doğursun veya doğurmasın fark etmez. Kadında
doğuştan gelen bir annelik şefkati var. Ve dünyanın
bütün çocukları yalnızca çocuk. Kim doğurmuş
olursa olsun hepimizin onları sevebilme gücü var.
Hepimizin onları saracak sıcaklığı var. Bazı
annelerde, sanırım insanlaşma sürecinde sorun
olanlarda, çocuklara karşı acımasızca davranışlar
var, bunları anlamak mümkün değil. Doğuda
çalışırken çok çocuklu ailelerdeki durumu üzülerek
yakından gözlemleme imkânım oldu.
On onbeş çocuklu bu aileler iki çocuk sahibi olsalardı
yaşam şartları daha kolay olurdu ama onlara bu
kadar çocuğu Allah veriyormuş, bazıları öyle söyledi.
Anlatmaya çalıştım, anlamayanları da Allah’a havale
ettim. Akgün Akova’nın dizelerini anımsadım sık sık,
“Çocuklar biriktirilir dokuz ay on gün, ömür boyu
harcanmak için.”
-Üstün yetenekli öğrencilerle çalışmak apayrı bir
tecrübe oldu benim için. Yedi öğrencimin çalışmaları
kitaplaştı. Bazı öğrencilerim Tüyaplarda kitaplarını
imzaladı. Şu anda Türkiye’nin en küçük şair ve
yazarları Bilim ve Sanat Merkezlerinde eğitim
görüyor.
Uçurtmayla Balık Tutmak kitabıma gelince… Çok
önemsediğim bir kitap bu. Çünkü edebiyatımızdaki
ilk çocuk deneme kitabı. Çocuklar için masal, roman,
hikâye, şiir kitaplarımız var. Ne yazık ki çok önemli
olduğuna inandığım, düşünce yazılarını içeren
kitaplar yok. Düşünce yazılarından deneme, tür
olarak çocukların ve gençlerin seveceği bir anlatımla
yazılırsa okunur diye düşündüm. Deneme türünü
çok önemsiyorum. Bu amaçla çocuklar ve gençler
için bir deneme serisi hazırlamaya karar verdim.
Evrensel Yayınevi dosyamla ilgilendi ve ilk kitabı
yayınladı. Kitap çok ilgi gördü, üçüncü haftasında 2.
baskı yapıldı. Şu anda serinin ikinci kitabı olan
Kertenkelime baskıya girecek.
-Bir göçmen çocuğu olarak, ‘Yorgun Atlar
Tekkesi’ isimli kitabını yazarken neler
hissettin?
-Kendimi iyi hissetmediğim günlerdi, sırt çantamı
alıp Balkanları gezmeye karar verdim. Gezimin son
durağı doğduğum kent Şumnu olacaktı.
Makedonya’da Harabati Baba Tekkesi’ni hayranlıkla
gezerken atların bağlandığı yeri gösterip bana eşlik
eden Üsküplü şair Leyla Şerif’e “Leyla, bu atlar Orta
Asya’dan geliyorlardı kim bilir ne kadar
yorgundular,” dedim. O an kitabımın adı Yorgun
Atlar Tekkesi oldu.
Ben, kendimi nerede kaybedersem kaybedeyim
Balkanlarda buluyorum. Ve Balkanlarla ilgili yazmayı
seviyorum, Balkanlarla ilgili konuşmayı seviyorum.
Balkanlar beni acıtıyor, Balkanlar beni tedavi ediyor.
İnsanın genetik kodu doğduğu topraklardaymış.
Dünyayı gezmek için yola çıktım ama dönüp dönüp
bu küçük Balkan köyüne gidiyorum. Çünkü bir tek
ona yaramı gösterebiliyorum.
-Yayınlanmış ve yayına hazırlanan kaç
eseriniz olduğundan da bahseder misiniz?
-İlk kitabım Sensizlik Yüreğimin Deprem Kuşağı.
Ardından ikinci şiir kitabım olan Kadın Suretleri
yayınlandı. Gezi ve deneme yazılarımın toplandığı
Yorgun Atlar Tekkesi çok sevildi. Deneme türündeki
ilk gençlik kitabım Uçurtmayla Balık Tutmak.
Udumbara adlı şiir kitabım da iki hafta önce
okuyucuyla buluştu. Udumbara’daki şiirler 14 dile
çevrildi. Kertenkelime ile Ve adlı kitaplarım da şu
anda Evrensel Yayınevi’nde basım aşamasında.
-Bir anne olarak dünyada ve ülkemizde pek
çok kimsesiz çocuk itilip kakılıp, aç bırakılıp,
şiddete maruz kalıp, yeterli eğitimi
-Bir şiirinizi bizimle paylaşır mısınız?
7
sen mi geldin
ÇÖMLEK USTASI
MENEKŞELER
AÇSINsayın
/ Yıldız!
-Teşekkür ederim
GÖZLERİNİN KUYTULUĞUNDA
benim ellerim kavuşamıyor
enheduanna*
içindeki kayaları dağa yama
dağ yamasını sevdiği için büyür
toprak terini magmaya sağarsa
çömlektir
soluk rengini bırakmış
efkarla sarılan tütün
beslenen...
göğünü arayan
Sendin
sorularla geldimen tutar yanım;
En tatlı, en güzel yarım...
hırlıyım
hırsızım
maske takıp hüzün soyarım
elinin çamuruyla ağzı sıvalı
çömlek ustasıyım
düğümlenen sesimde
Yıldız yağmurum,
dizginsiz sözcükler
Başıma taç ettiğim Samanyolu'm...
anlatacaklarımı
Uçsuz bucaksız gökyüzümsün.
hangi suskunluk bozabilir
Ba
-yüreğimdeki köpekler susunca
uyuyacağım
söz
ıslanmış bir bekleyişin
daralan soluğundan
son umut bu
enheduanna parmaklarımı onardı e?)
sırıtıyor. Öneri: ilk bir'lara)ze yapıp perçinle
istersen)a aykırı kalkınca da dizge
bozulmuyor)
ne âlâ
özüme sarı sabır
kâğıt katlama sanatını bilmeyen
anne olamaz
avucu kapalı adam
ya tilkidir ya kurt
acıdıkça tazelenen
kaldırımlara düşen
gölgem/ kadar yalnızken
menekşeler açsın
gözlerinin kuytuluğunda
çiğnenmiş bir mevsimin
göğüne düşen
güz dönümü/ burukluğunda
destuuur!
ustam sus dedi
su en kılçıksız balığından vuruldu
sinsi bir elin
hoyratça sildiği izde
pus düştü/ geceden gözlerime
mora çaldı/ usumun heceleri
-çok akıllısın sevgili
oysa tecrübe dâhi!
insanoğlu çiğ süt emmiş
çiğ topraktan yaratılmış
çiğ laf söylemeyi öğrenmiş
insan çiğğğ
pişmiş topraktan insan olur mu hiç
olur diyenleri tutuklayın bayım
ben yasal bir çömlek ustasıyım
aynı yorgun/ kıvrımında
ömrün/ ey esrik gülüşleri
yorgun/ hüzünle ağıyor
kirpiklerime
bir şeyler eksiliyor
her yüz kendi
yalnızlığına
gömülürken
zen hırçınlaşan,
köpüren,
buğulu
camların/
ardından
dalgın
Bazen munis
munis
uyuyan kucağımda,
Masmavi denizimsin!
Gözlerinde
kaybolduğum
ormanımsın;
kırık
bir şeyler/
yitirmişliğin
Yeşilin
bin
bir
tonunu
taşıyan...
acısıyla
Nice umutlarla
büyüttüğüm
fidanımsın.
yıkar
kirpiklerini/
tenhalarda
sessiz sessiz/ zaman tohumun
Kapatma
gözlerini,
toprağa düştüğü
andır
Yazlarım kışa,
Kışlarım
borana
Mehmet
Özgür
Ersandöner yoksa...
-oyuncakları kırmızı ışıkta duran çocuk
balyozu geç tanır!
dünyanın ceplerine taş
virginia wolf geçti yanımdan
bahçeme bahşiş bıraksaydı bahar
orhan veli olurdum
ama asma yaprakları hile yapmaz
üzümün arızalı kızıyım
avucumun avlusunda
yüzünü yıkayan kim
-yamalı bohçam
sevgili ülkem
8
BİR VARMIŞ İKİ YOKMUŞ
GÖZÜ DÖNMÜŞ BEŞERİN
ışık hızıyla geçtim, ışkın hızıyla, aşkın
gecenin gör noktasını, kehribarı gür
zilli tef sesleri geliyor
aylı geceden
dizilipti inceden inceden
işte böyle başladım eğirmeye bir büküm ipi
ejderhalar bekleşirdi allı pullu çengiler
Harun El Reşitle
Cafer El Barmeki
çıkmışlar binbir gece
masallarından
lacivert gökyüzünün altında
sefa sürüyorlar
kırlangıçlar göç ederdi sevdalılar ağlaşır
bir yerlerde varmış gibi hep bir yol
tutunacağımız bir kol
kendine açık bir kuytu deniz
herkes için kan lekesiz
arap güzelleri
yılankavi endamlarıyla
yüzyıllardır raks ediyorlar
bir dilim zaman!
kırdım sapanları tanrım bir kuş!
tanrım bir kuş soyundum dillerimden
doğunun
onurlu dilencileri
bakışları
yere çakılı
el açıyorlar
petrol şeyhleri
onüçlük kızları
cariye yapıyorlar
gökyüzü bu kadarmış, martılar bu kadar
bu kadarmış süngüsü aşkın
çoktan yel almış adımızı, sesimizi yâdel
ya heyy!
kavli ne ki ovanın, orkidenin, zağarın
dağ dağa ne vakit… ne vakit gök!
savruluptu inceden inceden
çocuk ticareti
bebe tacizleri
kanatırken içimizi
filipin kadınları
seks fantezileri
zemheri olmuş yolumuza
gözü dönmüş beşerin
kaç para eder şairin
yürek depremi
duvarları vurdum şafağın kunduzuyla
buz bağladım, tuz bağladım, ah giz!
ne kalır benden ne kalır
kocaman bir biz oyarken özümüzü
iki üvey dize kalır
gelin ağzında muratsız
-sökül ey ilmek sökül, yıkıl ey babel yıkıl!
Hasibe Ayten
9
Perihan Baykal
“-Taksilerin de veled-i zinalarını, piç kurularını
yapmış bunlar. Adını ‘Murat’ koyup o güzelim kelimeyi
de kirletmişler. Ne demişti Köroğlu; ‘Tüfek icat oldu
mertlik bozuldu’ (s 52) diyerek içlenir.
BENİ BEKLE ÇİÇEĞİ’NDE
KİŞİLER
Buyruk, baskı, dayatma.. Belediye’nin zabıtasından
ya da Vilayet’in polisinden.. kimden gelirse gelsin,
direneceklerdir ama benzer her durumda olduğu gibi
faytoncular arasında da yılgınlık gösterenler, yenilgiyi
kabullenip teslim olanlar olur. Faytoncular grevinin
yaklaştığı günlerde Ali İhsan’ın en yakın birkaç
arkadaşından biri olan faytoncu Yunus, durumu şöyle
yorumlar:
Ali Ozanemre
“Benibekle çiçeğini bilir misiniz? / Arılar, kuşlar bilir
onu en çok. Bir de rüzgârlar… / Uçurumun üstünde
biter bu çiçek. İnceciktir kökü. Mor yaprakları vardır.
Ateş kırmızısı açarlar. En durgun havada bile
rüzgârlıdırlar … Renkleri kendi içlerine kanar, kokuları
dışarıya…” (s 7)
Bu tümcelerle başlıyor Mehmet Güler’in “Benibekle
Çiçeği” adlı romanı (1).
Bu roman öncesinde yazdıklarıyla Türk
öykücülüğünün görkemli duvarına sağlam ve güzel
tuğlalar koyan Güler, usta bir yazar olduğunu gençlere
yönelik romanlarında da göstermişti. Yazarın bu yapıtı,
‘büyükler’in de tat alarak okuyacakları bir roman; bir,
‘Adana romanı’.
Adana il merkezi, biraz da çevresi, romandaki
olayların coğrafyasını oluşturuyor; doğaldır ki kişiler
de Adanalı. Bu romanda, romanı roman yapan
öğelerden zaman, ki aşağı yukarı 20. yy’ın son
çeyreğidir, önem sıralamasında öbür öğelere göre
öncelikli: Onlarca, belki yüzlerce yıl kent içi ulaşımı
sağlayan faytonların yerlerini ‘murat taksi’lerin aldığı,
taksiciliğin, faytona, faytonculuğa yaşama hakkı
bırakmadığı bir sürecin yaşandığı zaman dilimi.
Faytoncuları, kaçınılmaz yenilgilerinin önüne
geçmek için örgütlemeye ve direnmeye yönelten öncü,
faytonculardan Ali İhsan’dır. Yazar onu, şu kısa
paragrafta şöyle betimlemiş:
“-Ömürleri atlarla birlikte geçtiği için at kadar
ürkektir onlar… Oturdukları zaman lafla koca Çukurova
kadar alanı kirletirler. Sen onların çoğunu dava
arkadaşı mı sanıyorsun Abi? Küçük esnaf takımı ve iş
adamları hep böyle korkak olurlar. Ustalar küçük
burjuva korkaklığı ve dönekliği diyor bu tür
hareketlere… (s 194).
Yunus’un bu yorumuna karşı “Ben o laflardan fazla
anlamam” dese de Adana’nın Kürt’ünü, Arap’ını,
Çerkez’ini, Roman’ını yanında göremeyen Ali İhsan,
halk bilgesi tavrıyla şöyle der:
“-Çukurova’nın uşağı mert, cesur olurdu. Tuhaf.
Kürt’ün kavgacılığı, Arap’ın kurnazlığı, Çerkez’in aklı,
Roman’ın kıvrak zekası yok olup gitti birden (s 195).
Faytoncu Çapar Zihni, yaşanan acıklı hali, bir avuç
kalsalar da eylemlerini koyacak olan “grevciler”e, tanığı
olduğu bir durumla şöyle anlatır:
“-Duydunuz mu ağabeyler… Biraz önce birkaç kişi
götürüp atını da faytonunu da belediyeye teslim etti.
Gözlerimle gördüm, paralını peşin aldılar. Sıcak parayı
görünce Allahıma güle oynaya evlerine dağıldılar (s
“…Yakasına ateş kırmızısı benibekle çiçeği takmıştı.
Bu çiçeği taktı mı on yedi yaşında bıçkın bir delikanlı
kesilirdi. Susuz içerdi rakıları. Ölümüne sever, ölümüne
kavga ederdi. Hayatın en çavlan yerinde yüzer, en
uçurumunda at koştururdu. Fayton tekerlerinin ne
tarafa döndüğüne bakmaz, zamanının hangi yöne
aktığına aldırmazdı (s 8).
Bir ‘murat’ edinip taksiciliğe geçen faytonculara diş
gıcırdatan Ali İhsan kendi kendine mırıldanır:
“-Koduğumun taksicileri. Daha üç gün geçmeden
Allah’ın cebinden peygamberi çalıyorlar, sonra da
ekmeklerini kapıp kaçan bizlermişiz gibi şurada
duruşumuzdan rahatsız oluyorlar. Çoğunuz bizim
yakadaydınız düne kadar. Şimdi karşı yakaya geçtiniz.
Dizgin yerine direksiyon tutunca başınız göğe değdi
sanki (s 52).
Faytoncuların yenileceği daha baştan belli gibidir
ama onlar bunu açıkça dile getirmekten kaçınırlar.
Oysa bir zamanların, -herkesin binemediği, binenlerin
de asaletin, onurun hakkını verdiği- sessizce müşteri
bekleyen Şevrolelerin, Fordların, ‘bıyık’ marka
Limuzinlerin gururlu hallerini anımsamaktadır Ali İhsan
ve ayrımındadır gelmekte olan belanın:
(1) BENİBEKLE ÇİÇEĞİ, Roman, Mehmet Güler,
Cumhuriyet Kitapları y. 1. b Nisan 2011, 237 s.
195).
Buraya dek kimi alıntılarla kısa bir tanıtımını
yapmaya çalıştığımız bu roman, birçok yönüyle ele
alınıp irdelenmeye değer doğrusu.
Bunlardan, yalnız, dil ve anlatım özellikleri
düzleminde olmak üzere; romanda geçen deyimler,
atasözleri, söylenceler.. olabilir(di). Yine bu bağlamda yazarın dersine iyi çalıştığını belirtmek bakımından datoplumsal yaşamdan çekilen ya da çekilmekte olanlarla
birlikte unutulmaya yüz tutan bazı varlıklar (onların adı
olan kavramlar) üzerinde de durulabilir. Örneğin hepsi
de faytonla, faytonculukla ilgili şu terimler: alınlık,
boncuk, fener, konkurdak, kapitone, püskül, zil… (s
50); at gözlüğü, cirit, çılbır, çıngırak, eyer, gem,
gerdanlık, keçe, nakış, toynak, üzengi, yamçı (s 113);
muska (s 126); kadana, kısrak, kula, kunnatmak; alnı
akıtmalı, Arap kırması, doru, safkan İngiliz, ayağı sekili
(atlar) (s 113). Yine dil kanalından, fayton ve
faytonculukla ilgi olmayan, ama toplumsal yaşamdan
çekilen, çekilmekte olan başka şeyler üzerinde de
durulabilir: aktar, bakkaliye, balyoz, çekiç, ip, körük,
semer, soba/borusu, sunduraç, urgan, yonca tohumu…
(s 49, 141). Yeni sayılabilir zamanlarda tanıştıklarımız
üzerinde de durulabilir: butik, cafe, centır, hamburger,
hiper market, kuaför, pup, süper market, şarküteri… (s
49).
“Post-modernist arayışlar”la yeri, zamanı ve kişisi,
hatta konusu belirsiz romanlar da yazılmış olmakla
birlikte bir romanı roman yapan önemli öğelerden
birinin de ‘olay kahramanı/kahramanları’ denilen kişi
ve kişiler olduğu bilinen bir şey. Romanda kişi
10
kavramının önemi göz ardı edilemez. Dünya
edebiyatına silinmez damgalar vurmuş romanları
düşünelim: Gonçarov’un Oblomov’u, Standhal’ın
Madam Bovari’si, Orhan Kemal’in Murtaza’sı, Aziz
Nesin’in Zübük’ü ve daha yüzlerce, binlerce “tip” örneği
kişilerin yaratıldığı romanlar için geçiniz efendim
denilebilir mi?
Mehmet Güler’in romanında da başta Ali İhsan
olmak üzere karakteristik “tip”ler vardır. Ancak biz bu
çalışmamızda, hem bilinen bir roman incelemesi dışına
çıkacağız, hem de bir ‘tip’ kişi üzerinde durmayıp adı
geçen bütün kişilerinin kısa tanıtılarını vermekle
yetineceğiz.
*
“Benibekle Çiçeği” romanda adı geçen kişiler ( 2):
Ali İhsan: Koray’ın, Tülin’in, Aykut’un babası;
Seniha’nın kocası olup soylu atları ilk koşan, cıncık gibi
faytonları ilk kullanan faytoncu bir babanın oğlu,
çocukluğundan beri faytonculuk eden usta faytoncu;
caddelerin faytonlara kilitlenmesi karşında direnen
faytoncuların lideri ve Gülizar’ın sevgilisi. Ne var ki
derdini anlatabileceği ne Kasım Gülek kalmıştır ne de
Çörçil’i ta Adana’ya, ayağına getiren İsmet Paşa. Bu
nedenle hep öfkelidir. Birçok faytoncunun katıldığı
‘faytoncular grevi’nin öncüsüdür. Grev nedeniyle
grevciler başı Ali İhsan, Remzi, İskenderunlu Yunus,
Atçatlatan Hamza karakola çağrılıp ifade verirler. Murat
taksiciliğin, faytonculuğu öldürdüğüne kendisi de
inandıktan sonra Adana’dan gider; nereye gittiği
konusunda değişik öyküler anlatılırsa da bunların hepsi
söylentidir; ‘Foytoncular Kralı’ diye namı yürümüştür,
romanın başkişisidir (s 146, 192, 221 vd).
Atçatlatan Hayri: Taksiciliğe geçemeyip
faytonculuğu sürdüren, önceleri girip çıktığı caddelere
sokulmayan, durak yerlerinden kovulan faytonculardan
biridir; kızgınlığını, “Karılarımızın koynunu da
yasaklasınlar bari” diyerek dile getirir. Ali İhsan
öncülüğünde yapılan ‘faytoncular grevi’ne katıldığı için
karakola çağrılıp ifadesi alınır (s 147, 192).
Arap Azmi: Taksiciliğe geçemeyen, yıllardır
fayton sürdüğü caddelere sokulmayan, durak
yerlerinden kovulan ve bu gelişmeler karşısında isyan
edenler faytonculardan. İsyanını, “Öz şehrimizden
kovuluyoruz.” diye yakınarak dile getirir (s 147).
benibekle çiçeği: (Sevgilisi Gülizar’la uzun,
yoğun, yorucu bir sevişmenin ardından Ali İhsan’ın
soluk soluğa anlattığına göre) “Toroslarda ‘benibekle
çiçeği’ vardır. Çok az kişi bilir onu. Uçurumlar üstünde
açar. Kan kırmızıdır rengi. İki, üç kez derinden
koklarsan kendinden geçersin.” Gülizar’a benzer… (s
57).
Benibekle Çiçeği: Enver Ağa’nın soylu
kısraklarının, ‘Doru’ ve ‘Kula’ adlı atlardan döllenerek
doğurduğu iki taydan birinin adı (öbür tayın adı Yelesi
Rüzgâr) (s 223).
Civan: Faytonculuktan taksiciliğe geçememiş bir
başka faytoncu. Ali İhsan onu, ‘yapma’ diye birçok kez
(2) Roman kişilerinin adları, abacesel sırayla. Ayraç
içindeki sayılar, adların geçtiği sayfa sayıları. Ayrıca,
roman başkişisinin atları ve romana adını veren
“benibekle çiçeği” de ‘kişiler’den sayılmış ancak
bunlar, eğik (italik) yazılmıştır.
uyarmış olmasına karşın arabasına lastik tekerlek
takmıştır; söz dinlemezliği nedeniyle Ali İhsan ona
kızmaktadır; buna karşın o da ‘grev’e katılır (s 109).
Deli Süreyya: Söylendiğine göre, yıllar önce
nişanlısı Gülbeyaz’ı Adana Garı’ndan trene bindirmiş;
Gülbeyaz bu gidişle gitmiş ve bir daha geri
dönmemiştir. İşte ona olan tutkusu nedeniyle o
günden beri Süreyya, ‘deli’ sıfatını almış; bekleme
salonlarında, boş vagonlarda yatıp kalkan “kirli, çürük
dişli” biridir. Bütün zamanını, Adana Gar’ında ‘nişanlısı
Gülbeyaz’ı bekleyerek geçirir. Ali İhsan’ın sevgilisi
Gülizar, Kızı Nihal’i, okumakta olduğu İstanbul’a
yolculadığı yağmurlu bir günde Süreyya’nın, tren
raylarında iki parçaya bölünerek ölmüş olduğunu görür
(s 14, 88, 154).
Doru: Ali İhsan’ın faytona koştuğu iki attan biri;
öbürü, Kula (s 19). Ali İhsan, faytona koştuğu bu iki
atı, has tay seçmek için günlerce kaldığı
Uzunyayla’dan, Çerkezlerden almış, binlerce tayın
içinden seçtiği taylarını, kendi zevkine göre yetiştirmiş,
onları kuru üzümle, kuş sütüyle beslemiştir (s 127).
Kâhya Durdu: Romanda adı, ‘Durdu Efendi’
olarak da geçer. Enver Ağa’nın atlarının bakıcısıdır.
Enver Ağa’nın çiftliğinde, Ali İhsan’la İskenderunlu
Yunus’u o karşılar. Sonra, Ali İhsan’la Yunus’a, ‘Doru’
ve ‘Kula’nın aşıladığı soylu atların doğurmak üzere
olduğu, Enver Ağa’nın, kendilerini çiftliğe çağırdığı
haberini iletir (s 95, 211).
Enver Ağa: İskenderun yöresinde çiftliği,
çiftliğinde cins atları olan kişi. Faytoncu Ali İhsan’la
arkadaşı Yunus, Enver Ağa’nın cins atlarından tay
almak için onun çiftliğine gidip ‘Doru’ ile ‘Kula’yı,
çiftlikteki soylu atlara çekerler. (Enver Ağa’nın, Ali
İhsan’ın eşi Seniha’nın eski nişanlısı, Gülizar’ın da
boşandığı kocası, yani Nihal’in babası olduğunu
öğreniyoruz s 228 vd). Enver Ağa konuklarını iyi
karşılar ve isteklerini geri çevirmez (s 95).
Gülizar: Adana’ya incecik bir yağmurun yağdığı
bir gün trenle (çok uzaklardan=Almanya’dan) gelen,
Adana’da Ali İhsan’ın sevgilisi olan kadın. Kendisinden
uzaklarda yaşayan Nihal’in annesi. Sonlara doğru
anlarız ki Enver Ağa’nın boşandığı kadındır. Ali İhsan’a
geri döneceğini söyleyerek Adana’dan ayrılıp
Almanya’ya geri gider (s 45, 178 vd).
İskenderunlu Yunus: Ali İhsan’ın en yakın iki
arkadaşından, yoldaşından birdir. Atsız kalınca Ali
İhsan onu, yılkıdan at yakalayabilmek umuduyla,
Torosların arasında bir dağ köyünde oturan arkadaşı
Rıfat’a götürür. Oradan elleri boş dönünce o da artık
yaşlandığı için faytonculuk yapamaz olan Fellah
İsmet’in faytonunu yarı yarıya çalıştırmaya başlar. Ali
İhsan öncülüğünde yapılan ‘faytoncular grevi’ne katılır
ve karakolda ifadesi alınır (s 37, 147, 192).
Kerem Ali: Taksiciliğe geçmeden önce Ali
İhsan’ın yanında yer alan bir faytoncuyken bir günün
sabahında kızgınlığın içinde debelenen Ali İhsan’ı
görünce Şaşı Hasan’a eğilip “Yine at osuruğu zehirlemiş
seninkini.” diyen faytoncu. Sonra o da taksiciliğe
geçmiş, faytoncuların kızgınlığını peşinde sürekler
olmuştur (s 53).
Kula: Ali İhsan’ın faytona koştuğu iki attan biri;
öbürü, Doru. Ali İhsan, birlikte faytona koştuğu bu iki
atı, has tay seçmek için günlerce kaldığı
Uzunyayla’dan, Çerkezlerden almış, binlerce tayın
11
içinden seçtiği taylarını, kendi zevkine göre yetiştirmiş,
onları kuru üzümle, kuş sütüyle beslemiştir (s 19, 127).
Pala Üzeyir: Yılların at arabacısıyken yakın
zamanlarda taksiciliğe geçenlerden. Ali İhsan, ölmekte
olan faytonculuğun ve sevgilisi Gülizar’ın ‘derdine
düştüğü’, ardından da kimseye bilgi vermeden
Adana’dan gittiği sıralarda Üzeyir, Ali İhsan’ın eşi
Seniha’yla üç beş kez ‘ilişki’ye girer (s 36, 123, 132,
133).
Rıfat: Ali İhsan’ın asker arkadaşı. Ovada
(Çukurova’da) değil dağlarda (Toroslar’da) bir köyde
yaşar. Yörüklerdendir. Ona ‘Avcı Rıfat’ da denir. Ali
İhsan ve arkadaşı İskenderunlu Yunus, Toroslardaki
yılkılardan at yakalamak amacıyla onun yanına
giderler; birlikte Melendiz Dağı’nın arkalarında,
Cehennem Deresi’nin koyaklarında günlerce taban
teperler yılkı peşinde (s 64, 72).
Sefer Usta (Nalcı Sefer): Faytoncuların atlarını
nallayan nalbant. Murat taksilerin ortaya çıkıp
yaygınlaşmasıyla faytonculuğun ölmeye başladığını,
buna bağlı olarak faytonculuk, arabacılık, bunlarla
birlikte nalbantlığın da ortadan kalmakta olduğunu
herkesten önce değil ama Ali İhsan’dan önce kavrayan
kişi. Aletlerine özlemle bakar, baktıkça onları boynu
bükük, şaşkın, dilsiz ve paslanmış görmeye başlar.
“Kıvılcımlar saça saça körüğünü yakmayı, çekicinin,
balyozunun, keskisinin, sunduracının sapına tüküre
tüküre çalışmayı, terini oluk oluk akıtmayı, işini
bitirirken de o kızgın demire çekicinin götüyle kendi
mührünü vurmayı” özlemiştir (s 30, 141).
Seniha: Ali ihsan’ın eşi; lisede okumakta olan
Tülin’in, Tülin’in büyüğü Koray’ın ve küçük Aykut’un
annesi. Ali İhsan’ın, iyice bihoş olup kimseye de bilgi
vermeden Adana’dan gitmesi üzerine eski faytoncu
Pala Üzeyir’den yardım almaya çalışırken ona, kendisini
birkaç kez sunmak durumunda kalmıştır (s 44).
Yelesi Rüzgâr: Enver Ağa’nın soylu kısraklarının,
‘Doru’ ve ‘Kula’ adlı atlardan döllenerek doğurduğu iki
taydan birinin adı (öbür tayın adı: Benibekle Çiçeği) (s
223).
Ayrıca; yukarıda kısaca tanıtımı yapılan 19 “olay
kahramanı”ndan başka romanda adı geçen 24 “kişi”
daha vardır. Bunlar: Ali İhsan’la Seniha’nın çocukları
Koray, Tülin ve Aykut; Ali İhsan’ın sevgilisi Gülizar’ın
(ve Enver Ağa’nın) kızı Nihal; faytonculukta direnip
greve katılanlardan Çapar Zihni, Çılbır Ali, Yamuk
Hayri, Katır Osman, Remzi, Şaşı Hasan; yaşlandığı
için faytonculuk yapamaz olunca atlarını ve faytonunu
atsız kalan İskenderunlu Yunus’a kârı yarıya işletilmek
üzere veren Fellah İsmet; bir yolunu bularak
faytonculuğu bırakıp taksiciliğe geçen Hamza, Hüsnü,
Jilet Kemal, Kara Selim, Kör Recep, Parlak
Osman, Tulum Rahmi; faytonculuktan
kamyonetçiliğe geçen Sümüklü Hüsnü; Ali İhsan’ın
arkadaşı Rıfat’ın eşi Senem; roman kişisi olarak
okuyucu önüne çıkmadıkları halde romanda bir biçimde
adları geçenlerden Gurbet Kadın (Ali İhsan onu yıllar
öncesinde sevmiştir; gece gündüz sevişmelerinin
ardından birlikte trene binip bilmedikleri yerlere
gitmişlerdir; Ali İhsan, adını bile bilmediği bu kadını
‘Gurbet Kadın” diye anar), Gülbeyaz (Süreyya’nın,
‘Deli Süreyya’ olmadan önce nişanlısı olan, yıllar önce
Adana Garı’ndan hareketle bir tren yolculuğuna çıkıp
bir daha geri dönmeyerek Süreyya’nın ‘deli’ olmasına
neden olan kadın), İdris Usta (‘Faytoncular piri’ diye
anılan, Adana’nın efsaneleşmiş eski faytoncularından)
ve Zeyrek Usta (Ali İhsan’ın faytonunu yapmış olan
Erzurumlu Kırım göçmeni).
*
Olup biten her şeye karşın Seniha, hiçbir ipucu
bırakmadan Adana’dan çekip giden Ali İhsan’dan bir
haber almak için çok çabalar. Onun, nereye gittiği,
nerede olduğu konusunda türlü söylentiler dolaşır
ortalıkta. Yazar, romanı, her söylentide bir umuda
kapılan Seniha’nın düşüngüsü içinden şöyle bitirmiş:
“Ali İhsan’ın artık unutulacağını sanıyordu ki onu
İzmir’de gördüğünü söyleyenler de çıktı. ... Bu habere
göre Ali İhsan faytonunu benibekle çiçekleriyle bir
cıncık gibi süslemişti. Konak’ta… İçini küçük bir
dükkâna çevirmişti … Büfe gibi kullandığı faytonunda
çocuklara sakız, çiklet, balon, oyuncak satıyordu …
Yanına varan eski dostlarını, yakınlarını bilmezlikten
geliyor, hiç kimseye yüz vermiyordu. Geçmişe ait ne
varsa tümünü unutmuş, belleğinden silmişti. / Bir
başka söylentiye göre…” (s 237).
BEKLERİZ
geceler sokağına yön
durup beklerim orda
bulutlar yeni renkler
ararken şehrine
kapıda güvercin
sevdaya gidilecek
zaman imleri
gül ağzı kızlar öper
düşten sevgililerini
yalnızlığı çizer sayfasına aşkı öğrenmeyen
yetim kalır ölümsüz bir şarkı orta yerinde
neşter vurulur kar(delen) umutlara
aşkın da aşktan öğreneceği yok mu
su mitosları biriktirirken yürek
küplerinde yağmur anaforu
nereye gitsek
deniz yatağı dolusu gürültü
saman alevi söze loş kalabalık
dal eğrisi gün
kasnağında nakışı yarım yeryüzü
bekleriz
sabra kayıtlı gemilerin
uzun yol dönüş düdüklerini
12
ottan, ağaçtan, hayvandan ayıran, dirimi sürdüren,
güzelleştiren ve her şeye karşın canlıları, yaşamın
zorluklarına ve engellerine katlandıran aşk.
Dilruba Nuray Erenler
Aşkı tapınmaya, sanata dönüştürenler; birbirlerini
yeniden eğitirler, insanlaştırırlar. Hesapsız kitapsız,
sorgusuz sualsiz birbirine katkılanır, birbirlerini korurlar.
Dostluğu aşan insanlık aşamasıdır aşk.
Devrimleri evrimleştiremezseniz o devrim
olmaz, aşk ve evlilik içindeki rolü nedir bu
sözün.
Sorunuza temel hazırlamak için önce, adı geçen iki
kavrama bakalım:
Devrim; yerleşik toplumsal düzeni köklü, hızlı ve
geniş kapsamlı olarak niteliksel ve niceliksel
değiştirme ve yeniden biçimlendirme süreci.
Yazgıcılık; her şeyin, alınyazısına göre önceden
belirlenmiş olduğuna, insanın önceden belirlenmiş
olan alınyazısını değiştiremeyeceğine inanan
dünya görüşü. Kadercilik. Ne doğa olayları ne
sosyokültürel olaylar kendiliğinden oluşmaz.
Değişim ve dönüşümün bir nedeni ve sonucu
olmak gerekir. Neden sonuç ilişkisi: Diyalektik!
OSMAN BOLULU
İLE SÖYLEŞİ
Ayşe Kaygusuz
Aklı, bilimi kılavuz edinmiş, laik, sosyal adaletçi,
hukuka saygılı bir toplumsal düzen kurma girişimi
evrimleşseydi dersiniz.
Aynı zamanda, ‘Köy Enstitülerinden Biri’ Ocak
2012’de yayınlanan anılar kitabının adı.
Evrim; zaman içinde doğal olarak kendiliğinden
evre evre gelişme, dönüşme, niteliksel ve
niceliksel gelişme süreci. Kendiliğindenlikle devrim
çatışır. Biri öte dünya devletinden yanadır, ötekisi
bu dünya devletinden yana. Kendisini ahrete
adamakla insanın mutluluğuna adamak.
Devrimlerin yumuşayarak evrime dönüşmesi, yüz
yıllar ister. Dünya tarihi buna tanıktır.
Toplumun alışkanlık ve anlayışı, birden bire
değiştirilemez, uzun yıllar ister. Devrim amaç ve
ilkelerinden vazgeçmeden halkı, nasiplendirmek
zorundadır: Halkın yaşamını kolaylaştırmalı. Ona
yeni olanaklar sunmalıdır. Yoksa zamanla halkın
devrime bağlılığı azalır.
Her devrim karnında karşı saklar. Başını
karanlığına gömen karşı devrim fırsatını, olanağı
yakalandığında, çukurundan başını kaldırır. Halkı
arkasına alarak iktidar olabilir. O nedenle kimi
devrimler başlamış ama yarım kalmıştır. Bundan
yararlanan karşı devrim, çağdaşlığa yönelmişlerin
yönünü tersine çevirebilir.
Köy enstitülü olmak, onuru ve keyfiyle başka bir
duygu elbette. O yıllardaki yaşamın zorluklarının
yanı sıra, öğrenme, üretme ve paylaşmanın
verdiği haz. Arkadaş ilişkileri, Aile içi ilişkiler ve
okul… İstekli ve kararlı olmanın getirdiği başarı.
Sevmek, insan doğasına yakışan en güzel duygu
ve daha birçok duyguyu içinde barındıran, anılar
toplamı bir kitap. Anlatılmaz ancak okunur
diyorum ve herkese öneriyorum.
Temmuz 2011’de baskıdan çıkan kitabınız, Bir
Gülün Aydınlığında, Taşova, Tokat, Turhal
üçgeninde başlayan, ölümsüz bir aşkın anılarla
anlatımı… Tam da, evlilik aşkı tüketiyor,
söylemine karşın bir yaşam…
Evlilik aşkı tüketiyor görüşü, yalın kat görüş. ‘Leyla ile
Mecnun’ Arap’ın aşk öyküsü. Leyla ile Mecnun yıllarca
birbirlerini arar, kavuşunca birbirlerini tanımazlar. Olur
mu öyle şey? İnsanın doğasına, aklına aykırıdır böylesi
görüş. Aşk yoktur demek mi istiyorlar? Sanırım, bizim
Divan Edebiyatında aşk örneği sayılan Leyla ile
Mecnun’dan kurtulamayanların anlayışıdır bu! Ya da döl
döküp soyunu devam ettirmek için evlenenlerin
durumundan çıkarılan bir sonuç da olabilir böylesi.
Sözümona çağıncıl görüşlülerden kimi; “Aşk,
keşfedilince biter.” diyor. Keşif, ortaya çıkarılamamış
bir şeyi ortaya çıkarmak. Petrol mü aşk? Yaşama
uygulayarak onu kullanarak rahat edeceksiniz. Nesne
mi aşk
Erkekle dişinin birbirine karşı duydukları cinsel istek
(kösnü, şehvet) doğaldır: Temel içgüdüdür; insanı
Aşk ve evlilikle devrim ilişkisini soruyorsunuz
Evlenerek yeni bir düzen kurmak, kökten değişme,
dönüşme, özelinizde bir devrim. Ataerkil geleneğinizi,
evlendiğiniz kişiye uygarlarsanız, ancak kendinize bir
tutsak bulmuş olursunuz. Egemenlik sizde ise feodal
yapıya işleyen çarkın dişlilerinden biri olacaksınız.
Öyleyse hem sizin hem toplumunuzun uyumlu, mutlu
yaşam sürmesi için, sizin devriminiz de yumuşama
evrilme zorundasınız.
Ben de Turhal’lıyım ve son yazdığım bir
öyküde, ‘Bedenimde ve belleğimde izler bırakan
13
şehir,’ dedim Turhal için. Gördüm ki, sizde de
Öykünün kızkardeşiymiş; öykü şiirin oğlan kardeşi;
deneme teyzesinin delişmen oğluymuş gibi gelir bana:
her birinin kendine özgü yapısı, söyleyiş biçemi yolu
yöntemi vardır: * Dil işçiliği, * Yoğun ve sıkı anlatış,
*Doku örgütlülüğü, *Karmaca, * İmgenin kanadında
uçuşa çıkmak, *Okurunun düşlerini genişletmek,
*Anlağı kamçılamak, *Okurunu, okuma öncesindeki
taşımak daha üst konuma bakımdan birbirine teğet ve
aynı işleve koşulduklarını sanırsınız da odan kardeş
diyorum, onlara. Ama her biri kendi kişiliğine tizdir.
Deneme, başkasının diktiği kaftanı giymez. Çıplak
gezmekten çekinmez.
Hiçbir kurala takılmaz. İçinden geldiği gibi konuşur.
Yöntemi, yolunu kendisi kurar, kendisi değiştirir.
Özgürdür. Yıkar da yapar da. Yeni düşünüş, çevreni
açar. Özgürlük susamışı insanoğlunu da özgür kılar.
izler bırakan bir şehir Turhal...
Yaşamış/ yaşadığımız mekânlar kenti, köyü; bir yeri
niçin görmek isteriz. Onun özleminden niçin
kurtulamayız? İnsanın dünyaya gözünü açtığı yer,
yaşamından oluşumların ve geçtiği yerlerde
mayalanmışız ya da yeniden biçimlenmişizdir. O
yerlerin izi, kokusu, rengi ve oralardan alışkanlıklardan
kimi biz de sürüp gitmektedir. Oraları özlüyorken, aynı
zamanda kendimizden kalan ön sayfaları arıyoruz.
Yalnızca sıla özlemi değildir bu! Bir yerde kendimizi
arıyoruzdur.
“Benim belleğimde kalan şehir” diyorsunuz Turhal
için. Turhal’ın bende de iz bıraktığını söylüyorsunuz.
Biricik ve değişmeyen, bana 60 yıllık bir mutluluğu
yaşatan aşkımın koşudur, beni Turhal’a ilmikleyen.
Orada nişanlandık, orada evlendik. Bizden kalan
yaşam parçaları Turhal’ın gökyüzünde dalgalanıyordur
belki.
Dil bir matematiktir, bir söyleşinizde not
almıştım…
Şiir, öykü, anı, masal, inceleme, biyoğrafi ve
deneme türü birçok eseriniz var ama benim,
Osman Bolulu deyince ilk aklıma gelen DENEME
metinler, bir de Montaigne oluyor…
Deneme Türü Montaigne’de mi Kalmalıdır?
Montaigne’in çağı ile o çağda işlenip geliştirilen
düşüncenin biçimleyip yön verdiği yapı ve dünyaya
bakışla bizim çağımız, ülkemiz, sosyokültürel iklimimiz
aynı değil ki… Montaigne, nasıl çağının, içinde
bulunduğu konum ve koşulların gereğine, açılım
isterlerine göre deneme yazdıysa, bizim de çağımızın,
ülkemizin sosyal yapısı, kültür, birikim, konum ve
koşullarına göre, onun izleğine eklemeler yapmak
özgürlüğümüz olmayacak mı? Hatta böylesi,
sorumluluğumuzun ve bilincimizin gereği değil mi?
Montaigne, nasıl çağının düşüncesini ileriye sıçratarak
düşünüş açılımına koşulduysa, ardıllarının da öyle
yapması gerekmez mi? Onu yinelemek Montaigne’e
karşı ayıp olmaz mı?
Şiir denemenin teyzesinin delişmen oğludur,
diyorsunuz. Açar mısınız?
Yazın türleri içinde şiir, deneme, öykü akraba
çocuklarına benziyor: Şiir,
Dil yalnızca anlaşma aracı değildir. Duyduklarımızı,
düşündüklerimizi, tasarladıklarımız birbirimize eksiksiz
aktararak anlayış, duyuşta ortaklaşmaktır. Ulusların asıl
vatanı dilidir. Beyninizin, düşüncenizin çapı diliniz çapı
kadardır.
Dil, düşünüşe, bilime ön açar. Matematikten önce dil
vardı. Matematiğin temeli geometridir. Geometrik
çizimde bir açının, milyarda bir milim saptırmışsanız,
öldüm billah, doğruyu yakalayamaz. Bir daha öldüm
billah, iki ucunu birleştiremez. Yanlıştan
kurtulamazsınız. Bir toplumun, bir ulusun ne
düşündüğü, hayata nasıl baktığı hayatı nasıl algıladığı,
nasıl değerlendirdiği dil ürünlerine yansır. Matematik
bilgisi demiyorum, dil, düşün matematiği diyorum. Dil
matematiği olmayan kişi ya da toplum birbiri ile
anlaşamaz.
Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim Hocam.
Ben de size teşekkür ederim.
Osman Bolulu
Amasya – Taşova – Akınoğlu doğumlu. Akınoğlu
ilköğretim (1942), Samsun – Ladik Akpınar Köy
Enstitüsü (1947), Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü
Edebiyat Bölümü (1954), Türkiye ve Orta Doğu Amme
İdaresi Enstitüsü (1964).
İlk ve orta dereceli okullarda öğretmenlik, yöneticilik
yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı Müşavir Müfettişliğinden
emekli oldu. (1981).
Eserleri;
Şiir; Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi(1963),
Yurt Boyu Sevişmek (1992-94), Taşın İyisi (199294,2009), Uzun Koşu (1994), Güle Yolculuk (1994).
Deneme; Antilaikliğin Önlenemeyen Yükselişi (1994),
Belleksiz Toplum(1995), Korkacaksan Kitapsızlardan
Kork (1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998-2001),
Haritasız Yüzler (2007)
Öykü; Yağmur Sonrası (1998-2001)
14
Anı; İnsanlığın Solmaz Gülleri (2000-2002), Bir Gülün
Aydınlığında (2011), Köy Enstitülerinden Biri(2012).
YILBAŞI ÇOCUKLAR VE
İNTERNET
Harika Ufuk
Kadın söylenip duruyordu. Son günlerde oldukça
mutsuzdu. Kocasının ilgisizliği, çocukların
vurdumduymazlıkları üstüne üstlük bir de zamlar onu
iyice bunaltmıştı. Sorunun farkındaydı ama yine de
öfke nöbetlerine engel olamıyordu. Gerçi böyle
davranması onu daha da mutsuzlaştırıyordu. Oğlu
Gürkan kendine sandviç yapmış; peyniri, salamı,
domatesi kısaca her şeyi ortada bırakmıştı. Ekmek
kesilmiş, kırıntıları ekmek tahtasının üzerinde
bırakılmıştı. Mutfak tezgâhı berbat görünüyordu.
- Allah’ım ne kadersizmişim! Neydi benim günahım
neden geldim ki bu dünyaya! Ah çocuklar ah! A kızım
mutfağa gelip bana yardım etsen… Pelin!
-Geliyorum anne!
-Son geliyorum lafının üstünden yarım saat geçti be
kızım!
- Anne bak face’de ne yazmış arkadaşım?
“ Yüzde ısrar etme, doksanda olur.
İnsan dediğinde noksan da olur.
Sakın büyüklenme, elde neler var!
Bir ben varım deme, yoksan da olur.”
- Gel mutfağa da bağırma deli danalar gibi…
- Anne, bizim sınıftan imamın oğlu ne yazmış duysan
gülmekten ölürsün ya!
-Çatlatma artık, söyle ne yazmışsa…
- “Kim ki eder bu dünyada yılbaşını baş tacı,
Ahrette etine batar süslenen çam ağacı.”
-A çok ayıp!
-İmamın oğlu Recep’in yanında oturan Ramazan da az
değil ha!
-Eeee… O, ne yazmış?
-Sıkı dur bak! “Yedi Hıristiyan birleşip danaya
girmedikçe ben de çam ağacı süslemem.” Çok komik...
Birbirlerinin durumlarını da beğenmişler. Anne, bu
çocuklar sınıfta en arka sırada vallahi üç aylar gibi yan
yana oturuyorlar. Recep ile Ramazan’ın ortasında
oturan çocuğun adını bil bakalım!
-Üç aylar dediğine göre Şaban olmalı ortadaki çocuğun
adı. Şaka gibi ya! Neyse bırak gevezeliği de sofrayı
kurmamda yardımcı ol veya salatayı sen yap.
Annesinin yanağına kocaman bir öpücük kondurdu
Pelin. Böyle anlarda yumuşatırdı onu sıcak tavırlarıyla…
Aslında ana- kız güzel anlaşırlardı. Zaman zaman ters
düştükleri konular olsa bile sonunu tatlıya bağlamayı
becerebilirlerdi. Zaten Pelin de sorunlu bir çocuk
değildi. Derslerinde de oldukça başarılıydı. Ancak
mutfak işlerinden pek hoşlanmıyordu. Annesini
kırmamak için gerektiğinde ister istemez yardım ederdi.
-Anne ya oğluna dedim ” Annem yemek hazırlıyor,
birazcık sabret!” Bak sandviç yaptı, ortalığı dağıttı.
Şimdi de “Aç değilim.” Diyor. Of ya! Anne ya!
İnternete de onun izniyle girebiliyorum. Çok acıkmışım.
Mis gibi koktu tereyağlı pirinç pilavı…
-Afiyet olsun yavrum!
Kadın mutfaktan oğluna seslendi:
-Sofra hazır!
-Ben yemeyeceğim! Şimdi internette Burcu ile
yazışıyorum, bölme sohbetimi!
-Bıktım internetinizden, Facebook’unuzdan…
Facebookun da b.kunu çıkardınız be!
-En azından telefonla konuşmaktan ucuz, bırak
yazışalım gönlümüzce! Zaten harçlıklar da yetmiyor.
Kızı haftada bir sinemaya götürmek de lüks artık.
-Halinize şükredin. Sabancı’nın torunu değilsiniz.
Kapıcımızın çocuğu olsaydınız ne yapardınız? “Adını
Feriha Koydum” adlı dizi izleyin de ders alın.
Biraz sonra Gürkan, internetten düştüm diye sızlanarak
mutfağa geldi. Annesi son sözcüğü duydu.
-Ne? Düştün mü? Bir yerin acıdı mı?
Çocuklar kahkahalarla güldüler.
-İnternetten düşünce canımız acımaz da ruhumuz acır
bazen… Kız, şimdi yanlış anlayacak. Of ya of!
-Çocuklar, yemeğinizi yiyin, akşama muhteşem bir
sofra hazırlayacağım. Akşam yeni yılı her zamanki gibi
ailece evde kutlayacağız. Babanız bugün bile çalışıyor.
Bazen acıyorum ona… Siz sıcak sıcak evde oturup
şikâyet ederken o, sizleri rahat yaşatmak için gecesini
gündüzüne katıyor.
-Ya anne çalışıyor sanıyorsun, ne zaman baksam
babam internette online… Bir de faceden bizim Cemil’e
arkadaşlık yollamış. Çocuk da ayıp olmasın diye kabul
etmiş. Ama senin kocan ne yapmış, iki de bir çocuğun
sayfasında yorum yapıyormuş. Geçen gün Cemil de
“Aşkım” diye bir albüm eklemiş facedeki sayfasına…
Cansu ile olan fotoğraflarına sevgili babam yorum
yapmış. “Bu çirkin kızı çok mu aradın?” Olacak iş mi
anne? Söyle kocana arkadaşlarımızı eklemesin
sayfasına… Eklediklerine de yorum yazmasın lütfen!
Pelin, içinden “Babamı iyi ki eklememişim!” diye
dua ediyordu. Zaten ağabeyi Gürkan da engellemişti
babasını. Duvarını da kapatarak onun yorum yapma
ihtimalini de ortadan kaldırmıştı. Gürkan, gerçekten
akıllı biriydi. Anneleri Rahşan Hanım, aslında güzel bir
kadındı ama süslemezdi. Kendiyle ilgilenmektense
eviyle ilgilenmeyi tercih eden titiz biriydi. Ev kadınlığını
biraz abartan, ailesi için saçını süpürge eden bir tipti.
Teknolojiye de biraz uzaktı. Gerçi çocuklardan fırsat
bulamazdı internete girmek istese de… Eşi Abidin Bey
diz üstü bilgisayar kullanıyordu da çocuklarla internete
girme sorunu olmuyordu. İki kardeşten erkek olanı bu
hakkı kendine verilmiş sayıyordu. Pelin arada bir
facedeki sayfasına bakıp çıkabiliyordu ağabeyi izin
verdiği ölçüde tabii ki! Bu gece yılbaşı gecesiydi,
Pelin’in hayali sevdiği arkadaşlarıyla kız kıza bir yılbaşı
gecesiydi. Böyle bir izni asla alamazdı. Annesi izin
verse babası vermezdi. O nedenle hiçbir zaman
gündeme getirmemişti bu konuyu… Öğle yemeği
sonrası annesi mutfaktan çıkmamış, akşam için
yemekler hazırlamayı sürdürmüştü. Akşama doğru
telefon çaldı. Arayan Abidin Bey idi. Eşine akşam için
yeni yılı dışarıda baş başa kutlayacaklarını söyledi.
Rahşan Hanım, bütçelerini sarsacağını ve buna hiç
gerek olmadığını söyleyerek itiraz ettiyse de kocası onu
ikna etti. Abidin Bey’in patronu Samet Bey, önceden
beş yıldızlı bir otelde yer ayırtarak parasını da
yatırmıştı. Üstelik o gece hayranı olduğu sanatçı da o
otelde sahne alacaktı. Son anda dünürleri yemeğe
15
davet edince zaten limoni olan araları açılmasın,
ilişkileri gerilmesin diye rezervasyonu iptal ettirmek
istemiş ama başarılı olamamıştı. Çalışmasını çok
beğendiği müdürlerinden Abidin Bey’in adına çevirmişti
rezervasyonu ve ona sürpriz yapmıştı. Abidin Bey de
uzun zamandır eşine hediye alamamanın, dışarıda
yemeğe götürememenin üzüntüsünü yaşıyordu. Bu
teklife çok sıcak bakmıştı. Diğer müdürler Abidin Bey’e
“ Hadi yine iyisin!” diye gülerek takılıyorlardı ama içten
içe de kıskandıkları seziliyordu. Bu müjdeyi zaman
geçirmeden eşine iletmişti. İşten de erken çıkacaktı.
Akşam için hazırlıklarını yapacaktı. Eve gelmeden
Berber Ali’ye uğradı. Rahşan Hanım da yemekleri
pişirdikten sonra banyosunu yapıp kuaförüne gitti.
Pelin’le Gürkan birbirlerine baktılar. Akıllarından aynı
şey mi geçiyordu acaba?
-Ağabey, ikimiz de yalnızız bu gece. Aklımdan bir şey
geçiyor ama…
-Pelin, Burcu’yu arar mısın? Başka kız arkadaşlarını da
ara. Yemekler de hazır zaten. Bu geceyi sen
arkadaşlarınla ben de en azından Burcu’yla beraber
geçiririm.
Pelin samimi olduğu birkaç arkadaşını davet etti,
Burcu da ailesinden izin aldı. Akşam yedi sularında
Pelin’lerde toplanılacaktı. Pelin de Gürkan da o kadar
mutlu oldular ki kelimeler sevinçlerini anlatmakta
yetersiz kalır.
Rahşan Hanım, kuaförden döndüğünde saçı,
makyajı harika görünüyordu. Kardeşinin nişanında
giydiği tarçın rengi giysisini de giyince muhteşem bir
kadın oldu. Abidin Bey, eve geldiğinde oldukça
neşeliydi. Karısına iltifatlarda bulundu. Çocuklarını öptü
ve onlardan özür diledi. Eğer patronu iki kişilik davetiye
vermeseydi asla böyle bir bütçe ayıramayacaklarını,
çocuklarıyla olmak istediğini ancak eşini de uzun
süredir işlerinin yoğunluğu yüzünden ihmal ettiğini
anlattı. Abidin Bey, çocuklarının üzüldüğünü sanıyordu.
Oysa onların plânları çoktan hazırdı. Sonuçta herkes
mutluydu.
Anneleri ve babalarını yolcu ettikten sonra iki
kardeş gece için bütün hazırlıkları gözden geçirdiler. İlk
gelen Burcu’ydu. Zaten sonraki gelecek olanlar
Gürkan’ın umurunda değildi. Burcu’ya bebeklik
albümünü göstermeye başlamıştı bile… İkiz kardeşler
Hülya ve Selma geldiler az sonra… Arkasından da
sınıfın en uçarı kızı Gülçin gelince muhteşem beşli
tamamlanmıştı. Hazırlanan mükellef sofrada karınlarını
neşe içinde doyurmuşlardı. Pelin bu gece çok
hamarattı, mutfakla salon arasında mekik dokurken hiç
de şikâyetçi değildi. Arkadaşları da gelirken pasta
getirmişlerdi. Saat tam 24 olduğunda pastalarını
kestiler. Hepsi birden “Hoş geldin yeni yıl!” Diye
bağırdılar, kahkahalar atarak yeni yılı karşıladılar. Pelin,
Sertap Erener’i taklit ederek onun “Yeni Bir Aşk”
şarkısına playback yaptı:
“ Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım…
Kader beni seçmedi ama görmemem lazım…
Belki birden bire yeniden başlamam gerek…
Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek…
Yeni bir duruş, yeni dokunuş,
Tek tek keşfetmem lazım!
Yeni bir hayat, gerisi bayat,
Kendime yeni bir ben lazım!
Günler güzel geçmedi unutmam lazım…
Asıp yüzümü kalmışım, azıcık kırıtmam lazım…
Hep içime atmışım anlatmam gerek!
Hepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam gerek!”
Arkadaşları Pelin’i yürekten alkışladılar. Çocuklar
arkadaşlarıyla sevdikleri şarkıcıların parçalarını
dinlerken gece iki sularında anne ve babaları geldi eve.
Annelerini uzun zamandır böyle mutlu görmemişlerdi.
Kadıncağız ilk kez iki kadeh şarap içince sarhoş
olmuştu. Elindeki kırmızı goncayı okşarken Rahşan
Hanım’ın dilinde de geceden kalma şarkı vardı:
“ Bu akşam hüzünleri evde bıraktım, körkütük sarhoş
oldum elimde değil…”
ESKİTİLMİŞ İKİ
DAMLA GÖZYAŞI
Siyah- beyaz fotoğrafla
Ahizenin diğer ucundaki sesten ibaret
Renklendirdiğin hayaller…
Donmuş bir gülüşe,
Nereye baktığını bilmediğin
Göl durgunu bakışlara âşıksın.
Gözlerinde oynaşan pırıltılardan,
Teninin sıcaklığından uzak
Gizemli resimdir ıssızlığında tutulduğun…
Ne sadece mekanik ses,
Ne ışıltıdan yoksun nazar,
Ne de rüzgâra küs gülümseme…
Etten kemiktendir oysa…
Gülen çizgileri
İnlemeler taşır içinde…
O soğuk resmin ardında
Dört mevsim sıcak bir kalp,
Ayazda üşümüş eller.
Bahardan yaza dönüşler,
Gizli gizli hıçkırıklar
Duyamadığın gülüşler var.
Yeni bir aşk, yeni bir iş,
Yine gülecek bir neden lazım!
Yeni bir haber, yeni bir kader,
Bunlar için bana şans lazım!
Eskitilmiş iki damla gözyaşı
Göremediğin!
16
Harika Ufuk
sanatçılardan bir kaçı, tabi daha birçok sanatçı var.
Sanat tarihi, bu konuda çok zengin. Bunlar ekspresif,
dışavurumcu renkçi ve soyut anlayışla resim üreten
sanatçılar. Ben de bugün bu anlamda resimler
üretiyorum ama benim resimlerimde daha farklı
şeylerde söz konusu; ben daha fantastik ve belki daha
sürrealist bir yorumla uyguladığım değişik simgelerde
kullanıyorum resimlerimde.
Bunlarda benim resim anlayışımın temellerini
oluşturuyor, bu da bugün benim geldiğim nokta. Resim
ciddi ve uzun soluklu bir serüven; bundan sonra da
nerelere varacağımızı tabi şimdiden kestirmemiz kolay
değil. Resim öyle sonsuz ve üretime ve yaratıma o
kadar açık bir sanat dalıdır ki; büyük bir heyecanla, hiç
durmadan yeniden bir şeyler yapmak için çalışıyoruz.
Yani bu inanılmaz bir şey; bu enerjiyi, bu üretimi başka
bir şeyde hissetmek çok zor olsa gerek. Onun için ben
resimle uğraştığım için çok keyif alıyorum.
Resminiz özgün simgeler üstüne kurulu,
simgeler bütününde gelişen resminizi biraz
ayrıntılayabilir misiniz?
GÜLTEKİN SERBEST’LE
SÖYLEŞİ
Mira Koldaş
1955 yılında Yugoslavya'nın Prizren kentinde
doğdu.1978 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim
Bölümü'nden mezun oldu. Bir süre İtalya ve
Yugoslavya'da galeri ve müzelerde araştırma inceleme
yaptı. Çalışmalarını New York'ta sürdüren sanatçı
onyedi kişisel sergi açmış ve çok sayıda karma sergiye
katılmıştır. Özel ve resmi koleksiyonlar ile ABD'de
eserleri bulunan sanatçı Çağdaş Sanatlar Vakfı
kurucularındandır ve halen bu vakfın genel
sekreterliğini yapmaktadır. Birleşmiş Ressamlar ve
Heykeltıraşlar Derneği'nin de üyesi olan sanatçı,
çalışmalarını Ankara'daki atölyesinde sürdürmektedir
Sanat uğraşınızda sizi etkileyen kimlerdir
ve hangi düşünce ve sanat akımları sanatınızın
gelişiminde öne çıkmıştır. Ve Gültekin Serbest
sanata nereden ve nasıl bakıyor?
Beni sanatçı olarak ilk günden itibaren etkileyen
birçok sanatçı ve akım var. Tabi sanat tarihi
zenginliklerle dolu, sanatçılar çok değişik akımlara
öncülük etmişler, ilginç eserler oluşturmuşlar. Tüm
bunlar, bize tüm yaşayan günümüz sanatçılarına birer
yol gösterici ve örnektir. Tabi bu akımlardan
etkilenmek bütün sanatçılar için mümkün. Bu akımlar
bize yol gösterici, bu akımlardan etkilenmek dışında
bugün kendi varlığımız ve yarattığımız, kendi
ulaştığımız yol da çok önemli. Bu akımlardan ne kadar
sıyrılırsak o kadar kendimiz oluruz.
Bu bağlamda; beni etkileyen bazı sanatçıları
sayabilirim; Van Goah benim için çok önemli bir
sanatçı, Gauguin, Gustav Climt yine beni etkileyen
Her sanatçının resim yapmak için bir bahaneye
ihtiyacı vardır. Çevresinde bütün yaşayan varlıklar,
insanlar gibi işte sanatçılar da çevresinden ve
gördüklerinden etkilenir; bu çok doğaldır, böyle de
olması gerekir. Ben de uzun resim serüvenimde; 30
yıla yakındır devam eden profesyonel resim hayatımda
çevremden ve gördüklerimden etkilendim ve bunlar
resimlerime yansıdı. Dediğim gibi; resim yapmak için
bir bahaneye ihtiyaç var. Bu bahaneyi sanatçı kendi
çevresinden, kendi gördüklerinden bulmak ve çıkarmak
zorundadır. Ben profesyonel resim yapmaya başladığım
zaman; ilk olarak belki Türkiye’de de ilk defa muz
ağaçlarını, muz yapraklarını resme konu aldım. Onlar
beni çok etkiledi. Alanya’da bizim yazlık evimiz vardı.
Muz ağacı ve muz çiçeği görüyordum. İnanılmaz
etkilendim ve onlarla başladım. Yani profesyonel
anlamda onlar çok ilginç şeyler yaratıyor bende. Muz
yaprakları; çok hoş ve estetik bir kadın biçiminde, o
köklerden çıkan muz meyveleri erotik çağrışımlar
yapıyor ve böylece muz ağaçlarını incelemeye
başladım. Bir sanatçı; çizdiği biçimin, formun
detaylarına girmeli ve onu anlamalıdır; ve bu sebepten
dolayı da bu konuda eksper oldum diyebilirim. Ne
zaman, nerde, nasıl yetişirler... öyle enteresan şeylerle
karşılaştım ki, mesela her muz ağacının bir yıllık bir
ömrü olduğunu, ertesi yıl dibinden çıkan filizinin o
filizin yerini aldığını öğrendim. Bu tarz şeyler beni daha
da çok heyecanlandırdı. İşte o anlamda resimlerimi
ürettim. Muz meyveleri de resimlerimde yer aldı. Muz
meyvesinin kabuğunun o kavisli formu beni daha sonra
kayıklara yöneltti. Böyle ilginç serüvenlerle resim
hayatım devam ediyor. Daha sonra beni biçim ve form
olarak çok etkileyen bir bitki olan ayçiçeklerine ciddi bir
dönüş yaptım ve ayçiçekleri ile ilgili araştırmalar
yaptım. Ayçiçeği bana inanılmaz heyecanlar verdi;
çünkü biçim ve form olarak muzdan sonra beni çok
etkiledi. Üretken, doğurgan inanılmaz safhaları olan
yani çiçek olmasından tutunda kuruyup o çekirdeğini
verdiği safhaya kadar sekiz on safhası olan ve her
safhasında çok güzel, çok estetik form yaratan bir bitki.
Onlardan etkilendim, uzun süre onları çizdim hala da
17
çalışıyorum. Tabi bu ayçiçekleri resimlerimde yine
soyut ve dışavurumcu bir anlayışla çalışırken daha
sonraları bu ayçiçekleri değişik formların ve değişik
hastalanırsın” dedi ve bana bu sanatçıların yanlarında
taşıdıkları portatif sehpalardan verdi. Ben oraya
oturdum ve sohbet ettik. Bana en son o sehpayı,
mukavvayı, resim eşyalarını nereden bulabileceğimi
anlattı ve ben o heyecanla eve gelip her şeyi anlattım,
o eşyalar bana alındı ve ben o bütün yaz boyunca
resim yaptım. Ve hala o ilk sehpam ve o yaz yaptığım
1960 imzalı resimlerden bir kaçı şu an hala atölyemde
durur. O yaşlı amca beni resme iten en önemli
insanlardan biriydi ve kendisi Eşref Üren’di.
Sanat hayatınız sonra nasıl devam etti?
yapıların içinde kullanmaya, onları birer canlı portre
gibi kullanmaya başladım. Onlar, kendi
topraklarımızdan yani bizden kaynaklanıyor, bizden bir
sanatçının kendi topraklarından beslenmesi düşüncesi
bende çok hâkim bir görüş olarak vardı zaten. Yine
kendi tarihimizi, kendi topraklarımızda yaşayan
uygarlıkları, ülkeleri de araştırdım. İşte bu süreç içinde
biçim ve form olarak Osmanlı ve Selçuklu kemer biçimi
pencere, kapı ve daha değişik şeylerde kullanılan
biçimler beni çok etkiledi. Onlar resimlerime girmeye
başladı. Onlar girdikten sonra resimlerimde iki
boyutluktan üç boyutluğa değişik derinlikler ve değişik
kapılar açıldı diyebilirim.
İlk serginizi ve ilk heyecanlarınızı paylaşır
mısınız?
Ben ilkokuldan beri resimle ilgileniyorum. Ben
şanslı bir sanatçıyım ilkokul ortaokul ve lise süresince
hocalarım hep benim resme olan ilgimi ve yeteneğimi
fark ettiler ve beni hep teşvik ettiler. Bu çok hoş ve
teşvik ediciydi tabii ki. Ben ilkokulda sürekli resim
derslerini iple çekiyordum ve bol bol resim yapıyordum.
Ben Kurtuluş İlkokulu, Kurtuluş Ortaokulu ve Kurtuluş
Lisesin de okudum. İşte ilkokul 4. sınıfı bitirip 5. sınıfa
geçtim ve o sene beden hocamız bizi yeni kurulan tam
okulumuzun karşısındaki Kurtuluş Parkına götürüp
koşturuyordu. Bir gün gittik ben bir iki koşuyorum ama
orada şövalesinde resim yapan yaşlı amcayı gördüm ve
çarpıldım o an, neyse bir kaç tur attım ve sonra
kendimi bir köşede yaşlı amcayı izlerken buldum. O
mukavva üzerine Hacettepe Üniversitesi ve
Hastanesinin resimini yapıyor ben de çıldırıyorum
heyecandan. Bu böyle bir kaç sefer daha devam etti
ben bu beden dersleri gelsin diye sabırsızlanıyordum,
neyse bir gün gene koşuya gittik gene yaşlı amca
orada oturuyordu, ben gene üçüncü turdan sonra
gittim yanında bir taşa oturdum onu izlemeye
başladım. Yaşlı amca bana döndü ve “Sen resmi
seviyor musun çocuk?” diye sordu, ben tabi bir cevap
vermişimdir, sonra tekrar dönüp; “Taşa oturma,
Sonra bir süre eşimle birlikte İtalya’ya gittik.
Orası beni çok etkiledi, müzeler falan orası beni
çıldırttı. Hatta orada oka dar etkilendim ki büyük
ustaların eserlerinden vs... ben bir süre şok geçirdim.
Türkiye’ye döndüm ve resim yapamadım 6 ay kadar.
Çok iyi işler yapılmış, biz ne yapacağız bundan sonra
diye ama meğersem çok insan kapılırmış bu duyguya.
Ama tabi onun öyle olmadığını anladım, daha yapacak
çok işler vardı.
Sonra Amerika’da New York’ta bulundum bir
süre. Benim için İtalya’dan sonra ikinci bir okul gibi
oldu. Bir sanat kenti. Orada çok çalıştım ve bir de sergi
açtım. O sergiden sonra diyebilirim ki Türkiye’ye
dönüşüm benim sanat hayatımda çok önemli bir
dönüşüm ve profesyonel olarak işler üretmemin
başlangıcı oldu.
Eşiniz de sanatçı, aile içi dengelerin
sanatınıza katkıları ve engelleri neler acaba?
Eşim sanatçı ve önemli bir sanatçı; Ankara Devlet
Operası Baş Piyanisti. Onun da çok yoğun bir çalışma
temposu var, yurtiçinde ve yurtdışında sürekli
konserleri oluyor. Tabi kolay bir yaşam değil. Ama eşim
bir sanatçı olarak beni çok iyi anlıyor, çok ciddi
anlamda destek oluyor. Yani o anlamda hiç bir problem
yaşamıyoruz. Ama gerçekten kolay bir şey değil; ben
atölyemde çok yoğun bir şekilde çalışıyorum o da aynı
şekilde çok yoğun oluyor falan ama problem olmuyor,
bu konuda çok bir düşünüyoruz. Hatta oğlumuzda
şimdi Hacettepe Devlet Konservatuarı’nda Viola
Sanatçısı. Şimdi Üniversite 3.ü sınıfta ve o da çok
yoğun bir tempo içinde bizimle beraber. Zor ama keyifli
bir hayat bizimkisi. Sanatçı bir aileyiz, yaptığımız işler
çok güzel olduğu için, ürettiğimiz için birbirimize destek
oluyoruz ve bundan da keyif alıyoruz.
Cumhuriyet’in Türk Sanat’ına etkileri sizce
neler?
Cumhuriyet bizim için çok önemli. Bizim resim
üretimimiz Cumhuriyet’le başladı. Öncesi Osmanlı’ya
dayanır. Meşrutiyet’ten sonra yer yer padişahların
sanata ilgisinden dolayı bir şeyler yapılmıştı. Osmanlı
sadrazamları, bazı sanatçılar; Osman Hamdi’ler, başka
sanatçılar daha önce Fransa’ya gitmişler ve Avrupa
resim sanat geleneğini Osmanlı’ya getirmişlerdir.
Resim üretmişlerdir, resim yapan padişahlar vardır.
Burada asıl konu şu; İslam geleneğimizin bir takım
yanlış yorumlanma biçimleri, resim sanatımızın çok
daha önce başlamasını engellemiştir. Ondan sonra
18
bizim ivme kazanmamız Atatürk Devrimleri’yle birlikte
olmuştur. Onun için bizim resim geleneğimiz yenidir.
80 yıllık Cumhuriyet’le eşdeğerdir diyebiliriz. Bir 10-15
yıl, 20 yıl geriye atabilirsiniz o da serpiştirilmiş şekilde.
Asıl biz devrimlerle birlikte ivme kazandık. Bizim için
Atatürk ve Cumhuriyet çok önemlidir; bütün sanatçılar
ve Türk insanı için bu böyledir. Avrupa resim sanatı ile
geç tanışmamız belki olumsuz gibi görülüyor ama ben
bunun bir olumlu olduğunu düşünüyorum. Bu
gecikmeyle; bence Türk Resim Sanatının, Avrupa
Sanatı’nın direk etkilerinden kurtulma ve sıyrılma
şansına sahip olduk. Benim resim anlayışımda; kendi
özgün tavrımı ve Çağdaş Türk Resminde bir Türk
sanatçının kendi stilini, tavrını bir Türk sanatçı olarak
yürütme tavrım vardı. Yani o anlamda da bir uğraş
veriyorum. Bunu da bizim kendi özgün Çağdaş Türk
Resmini, Türk Sanatı’nı yaratmada bir şans olarak
değerlendirmek gerekiyor; çünkü Avrupa Resim
Sanatı’nın direk etkisinde kalma, onları taklit etme
aşamasında tabi bir anlamda kalıyoruz; ama bu konuda
en azından onların resim geleneğini birebir sürdürme
anlamında daha az yaralarla kurtulduğumuzu
düşünüyorum. Cumhuriyet ve devrimlerle birlikte bunu
bir avantaj haline getirdik.
Bir sanatçı olarak Ankara’da yaşamak nasıl
ve Ankara’nın Türkiye genelinde sanatın
neresinde durduğunu ve sizin sanatınızı nasıl
etkilediğini anlatır mısınız?
Ben bir defa Ankara’da yaşamaktan Ankara’da
bir sanatçı olmaktan son derece gururluyum. Ve şunu
da kesinlikle söyleyebilirim; Ankara Türk Sanatın da
hem sanat için hem de sanatçı için çok önemli bir
kenttir. Ankara’yı özellikle çok seviyorum. Bugüne
kadar ne kazandıysak, ne aldıysak, ne üretiyorsak
Ankara’da yaşamaktan dolayı olduğunu ve de
Ankara’ya borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Onun için
Ankara’nın Türk Sanatın da ve Türk Sanatçısın da
Cumhuriyet’ten ve Atatürk devrimlerinde sonra çok
önemli bir yeri vardır. Ve gururla söyleyebilirim ki ben
Gazi Eğitim Enstitülü bir sanatçıyım ve şunu da
söyleyeyim Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü bugünkü
adıyla Gazi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü Türk
Sanatın da önemli bir yer teşkil ediyor. Hatta
diyebilirim ki şuan birincidir; çünkü ilk olarak
İstanbul’da Sanayi-i Nefise Mektebi şimdiki adıyla
Güzel Sanatlar Akademisi vardı, oda Osmanlı
mirasından bize kalmıştı. Onun dışında Cumhuriyet’le
birlikte kurulan ilk sanat kurumu Gazi Eğitim
Enstitüsü’dür ve ciddi anlamda bugün isimlerini
saymaktan gurur duyduğum hocalarımız; Türk Resim
Sanatı’na imzalarını koyan sanatçı hocalarımızı,
arkadaşlarımızı ve önemli isimleri yetiştirmiştir. Bu
bizim için bir gurur kaynağıdır. Dediğim gibi Ankara’nın
Türkiye’deki resim sanatına katkısı çok önemlidir.
Başkanlığı’nı yaptım. Türkiye’de ve Ankara’da önemli
bir girişiminde öncü kuruluşu olan; Çağdaş Sanatlar
Vakfı’nın kurucusu ve başından beri de yönetim kurulu
genel sekreteriyim. Bu anlamda da Cumhuriyet’in
başkenti Ankara’ya ciddi anlamda eksikliğini
hissettiğimiz Çağdaş Sanatlar Müzesi’ni kazandırmak
için çalışıyoruz. Buda Ankara’nın önemli bir kent
olduğunu ispatlamaktan başka bir şey değil ve zaten
böyle de olması gerekiyor. Çok ciddi olarakta bunun
mücadelesini veriyorum. Onun dışında da Ankara’da
Ankara’nın ciddi bir sanatçı ve sanat potansiyeli
olduğunu ispatlamak için bu sene 12.sını
düzenleyeceğimiz Ankara Sanat Fuarı’nı ÇAĞSAV
olarak AnkArt 2012’yi Nisan 2012’de açacağız.
Bunlarda Ankara’nın sanat ve sanatçı kenti olduğunu
gösteriyor.
Bir Prizrenli olarak Prizrene hiç geldiniz
mi?
Prizren’e birkaç kez geldim. Biz orayı her zaman
büyük bir özlem ve sevgiyle anıyoruz. Ve o duygumuzu
hiç kaybetmedik. Prizren, hem Balkan sanatına, hem
Türk sanatına çok önemli şairler, edebiyatçılar ve
ressamlar kazandırmıştır. Türkiye’deki insanların
gözünde çok önemli bir Türk şehridir; Prizren.
Prizren’de sergi açmayı düşünüyor musunuz?
En çok düşündüğüm şeylerden bir tanesi
Prizren’de sergi açmaktır. Ama bugüne kadar hiç
kısmet olmadı. Ancak en kısa zamanda Prizren’de
memleketimde böyle bir sergi açmayı düşünüyorum.
Çünkü orada hala hem dostlarım hem akrabalarım var.
Orayla bağlantımı hiçbir zaman kesmedim.
Bir tablomda Prizren’i çizmeyi çok istiyorum;
şöyle ortasından ak derenin geçtiği, onun üzerinde taş
köprü ve Sinan Paşa caminin bulunduğu bir resim.
Prizrenli ressamların resimlerini nasıl
buluyorsunuz?
Prizrenli ressamları yakından takip etmeye
çalışıyorum. Özellikle Türkiye’ye gelip sergi açan
ressamlarımızı. En beğendiğim ressam Ethem
Baymak’tır, diğerlerinin de katıldım ancak pek
beğendiğimi söyleyemem.
ÜŞÜYORUM
Tut yüreğimden hadi
Sarıl sıcacık sıkıca sarıl
Bir elinle yüreğime dokunurken
Boynuma dokunan kollarınla göğsüne sar
Üşüyorum bırakma beni
Sanatsal örgütlenmeler konusundaki
çalışmalarınızı biraz açıklayabilir misiniz?
Kartalın rüzgara yüreğini bıraktığında
Sonsuzluğa kanat çırparak kucaklar ya
Diken gülle bir bütün olup
Bırakmamacasına sarar ya
Ben; Ankara’nın Türk Sanatı’nda önemli bir yeri
olduğunu belirleyecek mücadeleyi sanatçılığımın
yanında diğer örgütlerde de veriyorum. Ben uzun süre
Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği'nin
19
İşte öyle sarıl
Üşüyorum bırakma beni
Hüsniye Yıldız
İnci Gürbüzatik
CİĞERDELEN
Tombul, kirli kollarını pervaza dayamış, boyun
eğmiş başı ellerinin arasında, evlerinin sokağa bakan
penceresinden, amaçsız, öylesine suskun, boş boş
bakıyordu yola. Öğle uykusuna mahkum, içine tıkıldığı
bu sıcak, sevimsiz odada uyumayacağı kesindi.
Hüzünle bakan gözleriyle sokaktan hiç olmazsa bir
satıcı, tanıdık biri, bir komşu, bir arkadaş, bir kuş, bir
kelebek olsun geçer belki diye bekliyordu.
Ağustosböceklerinin bahçelerdeki canhıraş
curcunasından başka bir ses duyulmayan sokaktan
inadına bir tek canlı geçmiyordu işte.
Hava sıcaktı.
Beyin pişiren sıcaktan.
Annesinin ekmeğin içine doldurup eline
tutuşturduğu ciğer kavurmasını üç-beş ısırıktan sonra
yiyememiş koltuğun döşemesinin üstüne bırakmış,
sonra da pis pis bakmıştı ciğere.
"Aptalkafa" deyip, vurmuştu güneşten sararmış
kafasına."Aptalkafa."
"Ne vardı acıkacak, ne vardı eve gelecek? İşte
böyle kapana girersin.
Bok ye ciğer kavurması yerine, bok ye. Zıkkımın
kökünü ye! Şimdi bu rezil saatleri nasıl geçireceksen
geçir bakalım."
Kokuyu alan aç bir kedi, ya da fare gibi kendi
ayağıyla tıpış tıpış gelmişti.
Annesinin yemekten sonra o'nu dışarıya o haylaz,
arsız, baştan çıkartıcı, terbiyesiz, kendisine kötü şeyler
öğreten arkadaşlarının yanına salmayacağını
söyleyişini, ekmek arası ciğer kavurması elinde,
sessizce dinledi. Hiç cevap vermedi. Vermedi, çünkü
bağırmanın ağlayıp yalvarmanın çare olmadığını,
annesini, öğlenin bu sıcağında, sokak izni konusunda
kandıramayacağını biliyordu. "O", Nuh dedi mi
peygamber demezdi. Yaltaklanması ya da sevimli
görünmesi daha tehlikeliydi. O zaman annesi onun
şımardığını anlayıp sevimli bulursa birden atılıp yakalar,
kucaklar, yanaklarından öpüp, koklayarak mıncıklar,
bağrına basar, sıkar, sıkardı. Bu kadarla da kalmaz, o
gün de, ertesi gün de, evden dışarı salmaz, gözünü
üstünden hiç ayırmazdı. Annesine sevimli görünme
aptallığını pek çok kez yaptığından artık akıllanmıştı.
Onunla ilişkilerinde şimdi biraz daha ciddiydi. O yüzden
mahkumiyetini de olgunlukla kabullenmiş, boyun eğmiş
ama odaya başı dik, karşı koymadan, onurlu bir tutsak
gibi elinde ekmek arası ciğeriyle girmişti.
İştahı çoktan kaçmıştı.
"Annem'den , bu sıcaktan, bu kapana kısıldığım
öğleden sonra saatlerinden, ciğerden , bu odadan,bu
pencereden, yolun tenhalığından , geçenden de,
geçmeyenden de nefret ediyorum" diye söylene
söylene bakmaktaydı özgürlüğe açılamayan
penceresinden…
Hava sıcaktı. Vıcık vıcık, buram buram sıcaktı, bir
o kadar da durgun.
Yakıcı da olsa yel esmiyor, bir tek dal, yaprak
kıpırdamıyordu.
Evlerinin duvarından mucizevi bir biçimde çıkıp
da büyümüş bodur incir ağacının, yapışkan, tatlı
kokusunu belli belirsiz duyumsadığında, dere altındaki
gölgelikte balık avlamakta olan arkadaşlarını hatırladı.
İçi "cizz" etti."Cızzzz."
Duvarlarının çivit boyalı badanası ile uyuşuk bir
uyum içinde olan tütün renkli kadife koltuklarla, içinde
annesinin çeyizlik renkli su takımlarının, sürahilerin,
fincanların, pembe lokumlukların olduğu büfesi ile her
şeye karşı soylu bir oda, bir evdi burası. Ama o' nun
için hiç bir anlam taşımıyordu.
O, şimdi kendi kendisiyle de hiç konuşmadan, bir
tek söz söylemeden yalnızca arkadaşlarının yanında
olmaktan başka bir şey istemiyordu.
Tembel tembel, köprü altındaki duvarın üstüne
uzanmak, hatta burnunun, başının üstünde ısrarla
döneleyip vızıldayarak dolanan, yüzüne gözüne
konmaya çalışan yeşil gözlü at sineklerine bile aldırıp
elini kaldırmadan, öylece yatıp uzanmak istiyordu.
Uyumak istediği yer burası değil orasıydı.
"İncir üzüm errrrr errrr errrr er,
İncir üzüm, eeer eeeeer eeeeer eeeeer,"
diyerek, bütün gün öten, incirleri üzümleri -sankierdirip olgunlaştıran ağustosböceği seslerinin, orada
kendisine ninni gibi geleceğini de biliyordu. Derenin
serin sularında balık tutmanın zevki ürpertti bedenini.
Misinanın ucundaki kancaya geçirilen sineklerle, tutulan
balıkların keyfi, pencereden neredeyse atlatacaktı onu.
"Keşke kanatlarım olsaydı. Ne güzel uçardım"
diye mırıldandı umutsuzca…
Baktı aşağıya, çok yüksekteydi. En iyisi örümcek
adam olmak, duvara vantuzlu elleri, ayaklarıyla yapışıp
inmekti. Kapının kilidini hiç denemedi zira anahtar
yuvasına girdikten sonra iki kere dönmüştü ya.
‘Ahhh’, derede balık tutuyor olsaydı.
Köprü altında arkadaşlarıyla. O pis kokulu izbe
köprü altında.
Köprü altı açık hava helasındaki insan boklarının
üstünde kendilerinden geçmiş, mest bir biçimde
vızıldaşıp, keman çalan yarı sarhoş, iri, yeşil fosforlu
kurt sineklerini avlamak öyle kolaydı ki. Önce eller yan
tutulmuş bir kepçe gibi hafifçe çukurlaştırılarak
sineklerin yuvalandığı," vınnn vınnn" öterek konup
kalktığı pisliklerin yanına sinsice yaklaşılır, avuç,
sineklere hakim bir noktada tutularak soluksuz biraz
beklenir, sonra bir mermi hızıyl, bir kapan gibi yumulup
kendilerini bekleyen tehlikeden habersiz “ vızıldaşıp
vıngıldayan” sinekler avlanırdı. El çabukluğu, yetenek,
beceri, deneyim, ustalık isteyen önemli bir işti orada
sinek avlamak. Zira sineği avlayacağım diye elini, elin
bokuna batırmak da vardı işin ucunda.
Yeşil fosforlu sinekler boku teğet geçerek hızla,
çabukça yakalanmalıdır. İşin özü budur orada. Yavaşça
yaklaşacak hızla kapacaksın. Artık Allah ne verdiyse.
Onları bir kere yakaladın mı avucun içinde tek
tek, tespih gibi yuvarlayıp kafasından, iki gözünün
üstünden hafifçe bastırıp çıtlattıktan sonra kancaya
geçirmek de ayrı bir zevktir hani. Eğer sineği gözünden
20
değil de bedeninden ya da karnından bastırıp
çıtlatırsan vay haline, içinden pırtlayacak binlerce
yumurta, kurtçuk, sıvanıp, bulaşır, yayılır her yerine,
pislik eder. O yüzden sineğin oltaya geçirilmesi incelik,
beceri, özen ister.
Bir bok sineği takılı oltadan da, deredeki küçük
balıkların kurtulabilmesi mümkün değildir. Balıklar
sanki açlıktan ağızlarını açmış" patlak gözlü bok sineği"
takılı oltayı bekleşmekteler gibi görünmeyen sığlardan,
olta suya salındı mı, şıp diye çıkar, sineğin yeşil
fosforunu, yutuverirlerdi büyük bir iştahla.
Annesi onu üst kata kilitlemekte haklıydı.
Birlikte öğle uykusuna yattığı odada kaç kere
uyuyormuş gibi yapmış annesinin uykuya dalmasını
sabırla beklemiş sonra da yavaşça odadan süzülüp
evden dışarı atmıştı kendisini. Sıcağa hiç aldırmamış
sokağın ucundan yitmesi saniye bile sürmemişti. Kilitli
bir yerden kaçmanın kanat takıp uçmak olduğunu,
bunun bir mutluluk olduğunu çok iyi bilmekteydi. O'nu
çok kandırmıştı çok.
Ama bugün annesi gerekli önlemleri çoktan
almıştı.
Kaçılabilmesi mümkün olmayan üst kattaki
misafir odasına kilitlemişti.
Hem de anahtarı kilidinde iki kez döndürerek.
O yüzden de odadaki her şey üstüne üstüne geliyordu.
O,sokağın sıcağını içeriye dolduran - atlayıp
kaçabilmesi mümkün gözükmeyen- açık pencereden
yine de nasıl kaçacağını hayal ederken Nilgün karşı
evin kızgın damından peydah oluverdi. Leş gibiydi.
Yavaşça yürüdü aşağıya süzüldü, uzayıp yaylandı,
kondu sokağa.
Uzun gergin adımlarla ağır ağır sokak kapısının
önüne geldi, ürkmüş gibiydi, korkmuştu sanki belli ki
açtı. Belli belirsiz ama ümitsiz
-"Miyav." dedi. Kısa kesik, güçsüz, net bir
"miyav."
Uzatmadı yaymadı, sesi acındırmadı. Merhamet
de, özür de dilemedi.
Namus belasına kovulduğunu unutmuş gibi onca
zamandan sonra yine dönüp gelmişti bir zamanlar
saltanat sürdüğü evin kapısına.
Ciğerin kokusunu kendisi gibi o da mı almıştı ne?
El-bebek, gül-bebek omuzlarda kucaklarda gezer,
sevilip okşanır, evde istediği yere kurulup yayılırken,
hazır lop etleri yerken bir gün birden kaybolmuştu.
Annesi kızı evden kaçmış bir ana gibi kara yaslara
dürünmüş, günlerce, gecelerce "Nilgün... Nilgün", diye
dolanmış, gece yarıları bahçeleri, sokakları dam
aralarını, gizli gizli aranmıştı. Çok zaman sonra Nilgün,
eve leş gibi kokarak, kir- pas içinde, ağzı yüzü, kuyruğu
yaralı, per-perişan döndüğünde kucaklanmış yıkanıp,
temizlenmiş, taranıp okşanmış, annesini sevince
boğmuştu. Ama çok kısa bir zaman sonra Nilgün’ün
karnı büyümeye başlayıp da doğuracak olduğu
anlaşıldığında evde kızılca kıyamet kopmuş, annesi onu
şerefine sürülen bir lekeyi temizler gibi kıçına bir tekme
kapının önüne koymuş kovmuştu evden.
-“Sürtüüük!”,diye bağırmıştı, onu kucağından
düşürmeyen kadın.
“Şimdi nereye istersen oraya git bakalım!”
Olan bitenden de, kendisine söylenenlerden de,
hiçbir şey anlayamayan Nilgün, yediği tekmenin acısını
hissederek pek çok kez denemişse de, bir fırsat, bir tek
kovuk bile bulamamıştı eve girebilmek için.
Nilgün sokaklara düşmüştü.
Bak işte onca zamandan sonra ayakları onu
dönüp dolaştırıp yine eski evinin kapısına getirmişti
demek.
"Miyav" dedi yeniden. Kısa, kesik net bir "miyav".
Bu seste ne bir özür, ne bir rica, ne bir yakarış,
hiç biri ifade yoktu.
"-Hişşşt Nilgün. Hiiişşşt! Pissst...! Pissst! Gel...
Gelsene kız!"
Nilgün kafasını kaldırmadı sese, pencereden
sarkan, kendisine uzanan, ulaşmayan eli görmedi ama
yine "Miyav"dedi. Kısa kesik net bir Miyav.
Pencerenin tam altına geldi bakındı sağa-sola, pul
gibi yapıştırdı samur tüylü zayıf bedenini yere, uzattı
kafasını, tortop oldu kıvrıldı bu bildik evin kapı önünde,
sabırla beklemeye başladı. Pencereden aşağıya sarkıp
annesinin duymayacağı bir sesle fısıldar gibi bağıran,
ısrarla, "Nilgün…Nilgün!"
Nilgün sesi ne duydu, ne de hissetti. Pencereden
neredeyse yarı beline kadar sarkmış çocuğun telaşı,
çabası sinirli bir inada dönüştü. Artık tahammülü
kalmayınca da pencereden içeri çekildi. Kendisini
duymayan Nilgün’ün üstüne atmak için bir şeyler
bakındı, arandı bulamadı. İçinden vitrindeki bardakları
atmak geçti ama gürültüsünden annesini
uyandırmaktan çekindi, yoksa atardı.
Atardı vallahi. Koltuğun üstünde yarısı yenmiş
ekmek arası ciğerini gördü, gözleri ışıldadı. Oltası
cebindeydi aceleyle çıkarttı.
Ekmeği silkeledi ciğerleri bir bir topladı avucunun
içinde, aceleyle, telaşla iri bir parçayı oltanın kancasına
geçirdi, gerdi, sağlamladı.
Keyifle koştu pencereye, oltayı yavaşça sarkıttı,
uzattııııı...Uzattııııı...Sallandırdı.
Nilgün’ün burnunun üstüne kondurdu.
Nilgün nereden geldiğini anlayamadığı bir koku
hissetti. Önce burnunu oynatıp, bıyıklarını titretti,
kafasını kaldırıp ciğeri gördü. Kıvrılgan bedenini gerdi,
fırladı yerinden...Olta da.
Nilgün zıpladı. Olta da.
Nilgün mırladı. Olta uzanıp indi. Nilgün zıpladı,
olta uzaklaştı.
Olta ucundaki ciğerle sarkaç olup sallanırken
Nilgün bir o yana, bir bu yana gitti geldi. Yakalayamadı
bir türlü. Bu sonuçsuz git gellerden yoruldu. Vaz geçti.
Oturdu yere. Olta vaz geçmedi, sağa sola sallandı,
dolandı, sonunda o da indi aşağıya, ciğer kondu, değdi
yere. Nilgün dayanamadı yine, zıpladı hızla.
Ciğer kaçtı yukarıya.
Nilgün umutsuz çabaladı, çocuk keyifle oltayı
zıplattı.
Ciğer parçasını indirdi..Çekti... Kondurdu...
Salladı, dolandırdı “fır fır.”.
Ciğeri Nilgün’e kaptırmadan oynadı.
Oynamaya doyamadı.
Mahpusluğu ona tat veren bir oyuna
dönüşmüştü.
Can sıkıntısı keyfe.
Şimdi o’nun bok sinekleriyle balık avlayan
arkadaşlarına anlatacağı başka bir av öyküsü vardı.
Hem de bu kez olta avdan kaçıyordu. Oltayı
kaptırmamak hünerdi. Nilgün, karnının açlığı
21
noktasında kendisine yapılan bu işkenceye "o" bir tek
lokma ciğer için çaresiz katlandı. Onuru ayaklarının
altında, burnunun önünden inip kalkan ciğer lokması
için, yaptığı sonuçsuz hamlelerden zayıf bedeni
yoruldu. Sonunda biraz da çaresizliğinden, burnunun
dibinde kokular salarak sağa sola sallanan, inip kalkan,
başının üstünde daireler çizip dolandırılan -bir türlü
ulaşamadığı -ciğer parçası için, tetikte sabır dolu bir
sessizlikle, bütün kasları gergin, bir panter gibi pusuya
yatıp hiç acelesi yokmuş gibi zamanı kollamaya başladı.
Çocuk ısrarla, oltanın ucundaki ciğeri burnunun ucuna
kadar getirip yaklaştırıyor, başının üstüne indirip, küçük
fiskeler dokunduruyor ama o hiç oralı olmuyordu.
Oynatılmaktan yorgun, ciğere aldırmıyor, kendisiyle
dalga geçen evin oğlunu umursamıyor gibi
gözüküyordu..
Nilgün’ün oyun oynamaktan vazgeçişiyle oyunun
tadı kaçmıştı.
Sinirli bir hamleyle oltanın ucundaki ciğeri
Nilgün’ün burnunun ucuna getirdi.
Misinayı biraz daha saldı. Meydan okurcasına
sanki çekmeyecekmiş gibi tuttu. Tuttu...
Ciğer bir anda gözden kayboldu.
Yok oldu. Çünkü Nilgün göz açıp kapayana kadar
kaptı yuttu ciğeri.
Ciğerin tadı boğazından geçerken acı verdi,
sıyırttı, yırttı gitti.
Zafer sarhoşluğu acı verdi, ok gibi fırladı,
koşmaya başlarken ardından ağzındaki misinayı da
sürükledi.
Çok uzağa gidemedi. Bedenini ince-sızı bir güç
çekti gerdi.
Kalakaldı orada… Öylece…
Penceredeki çocuk şaşkınlıktan neredeyse
aşağıya düşecekti. Zor tuttu kendini. Çok korktu çok
ürktü… Misinanın makarasını sıkı sıkı tutmaktaydı.
Nilgün ağzından uzanan incecik misina ile çocuğa pisi
pisine bağlanmıştı. Çocuk misinayı olur olmaz çekiyor
kediden kurtarmaya çalışıyor, her çekiş, her hamle
Nilgün’ü kapıya doğru sürüklüyordu.
Kedinin sesindeki acı yakarış, canhıraş
çığlıklardan öyle korktu ki onunla arasındaki bu ince,
şeffaf, esnek bağı pencereden fırlatıp atarak kopartıp,
hem kendisini hem de onu azat edebileceğini geçirdi
aklından.
Nilgün, kendisini midesinden bağlayan gergin
misina birden gevşeyince, bir yay gibi fırladı, yitti gitti
sokağın derinliğinde. Ardında çoktan çözülmeye, oraya
buraya takılmaya, dolanmaya başlayan misina ile kaçtı
kaçabileceği yere kadar. Bahçe duvarının dibindeki
çalıya iyiden iyiye dolandığından habersiz duvarın
üstüne atladığında bedeninin birden gerildiğini
duyumsadı, bir adım daha ileriye gidemedi. Çitlere
dolanan gergin misinayı biraz olsun gevşetebilmek için
geriye döndü, atladı yere. Çaresizdi.
Ne yapacağını bilemiyordu.
Çözülmeye, kurtulmak için dolanmaya çalıştıkça
misina karıştı.
Her el kaldırış, dönüş, kıpırtı, çaba onu daha da
bağladı kendine. Kıvrıldı dolandı, döndü dolandı. Misina
gittikçe daraldı, küçüldü daraldı, kısaldı sarıldı bedenine
bağlandı. O, döndü durdu, dolandı durdu.
Kurtulmak istedikçe düğümlendi, koca Nilgün
örümcek avı oldu.
Gücünü yitirince de kıvrıldı kaldı oracıkta.
Ucu Nilgün’ün midesindeki misina, çevresinde
kördüğüm oldu.
Kördüğüm kıtık
Kıtık da koza.
Dereden balık avlamaktan dönerlerken çalıların
arasında, gördü çocuklar onu. Katılaşmıştı. Leşi çıkmış
kokuyordu. Deredeki bok sinekleri de üşüşmüştü
üstüne. Çocuklar onu öylece gördüklerinde şaşırıp
kaldılar.
Başına dikilip tembel tembel yorumlar yaptılar.
"Ne olmuş lan bu kediye?" dedi biri,
"Kendini örmüş bu kedi " dedi, biri.
Dolandığı, sarılıp örüldüğü kozanın içinde ağzı
açık dili dışarıda öylece durmaktaydı çünkü. Sıcak yelle
uçuşmakta olan misinanın ucunun ağzında olduğunu
fark ettiler birden. Merakla ucunu yakalayıp çekmeye
çalıştılar.
"Çekmeyin lan"dedi biri.
"Ucunda ciğer var."
“Bırakmadıııım, tutuyoruuum. Anneeeeeee!
Geeeeel!”
Pencereden sarkan çocuk elinde sıkı sıkıya
tuttuğu misina ile çoktan uyumuş olan annesini
uyandırmaktan korkmadan bağırdımaktaydı.
-"Anneeeeee!"
Kapının kilidinin iki kez döndüğünü, annesinin
korku ve panikle içeriye girdiğini pencereye yaklaştığını
ve dışarıya baktığını gördü. Elindeki misinanın bir
ucunun Nilgün’ün ağzında gerili olduğunu fark
ettiğinde, şaşkınlığından önce çığlık, sonra da suratına
bir şaplak attığını gördü annesinin. Annesi uyku
sersemiydi, ne yapacağını bilemedi.
-"Bırakmadım "dedi çocuk.
-"Bırakmadım. Misinayı bırakmadım. Al işte kurtar
onu!"
Şaşkın şaşkın oğlunun eline tutuşturduğu misina
halkasına baktı.
Nilgün oltanın ucunda çaresiz durmakta, kesin
net, ama yüksek perdeden miyavlamaktaydı.
Miyavında, acısını anlatıyordu. Midesine indirdiği,
indirirken boğazını yırtan sancıya dönüşmüş ciğer
parçasına lanet ediyor, kendisini tutsak eden
kovulduğu eve bağlayan o ince görünmez bağdan
kurtulması gerektiğini mırlıyor, miyavlıyor, hırrrlıyordu.
"Ne var ucunda?"diye bağırdı annesi.
"Ciğer"dedi, pısık bir sesle.
Bir şaplak daha yedi.
"Allah seni kahretsin "dedi, annesi."Yok etsin"
Nilgün karşı evin köşesinde ucu midesinden
ağzına uzanan misina ile kıpırdamadan, çaresiz
beklemekteydi. Acınacak durumdaydı. Kadın oltayı bir
iki çekecek oldu içi bulandı.
Hışımla oltayı çekti, kurtaracağını sandı ama bu
kez kedinin ağırlığını tam hissetti. Bir daha asıldı,
Nilgün canhıraş bir çığlık atarken biraz yaklaştı. Kadın
misinayı gerdi, çekti kendine, Nilgün yaklaştı ama
gerildi yine.
Kadın asıldı yeniden son bir gayret var gücüyle
kararlı, çekti.
Çekti. Oltanın ucu birden hafifledi. Nilgün' ün
ciğeri ağzından geldi. Bir ok gibi fırladı.
Ürküntüsünden, belli ki acısından, öyle bir cızırtılı çığlık
attı, öyle bir debelendi, tüyleri kabarıp, kuyruğunu
22
dikti, gözlerinden ateş fışkırdı ki şaşıp kaldılar. Sonra
da onun kaçıp bir anda gözden yitip gidişini gördüler.
Pencere büyük bir gürültüyle kapandı.
"Sıcağı içeri doldurmuşsun, ciğerli
ekmeğini yememişsin, uyumamışsın, aylaklık
ediyorsun",diyen annesinden bir şaplak daha yedi,
kollarından bacaklarından yakalanıp, top gibi
kanepenin üstüne atıldı.
"Hadi şimdi uyuma da göreyim, üç gün
sokağa çıkmak yok"derken annesi anahtarı kapının
kilidinde iki kere döndürdü.
Uykuya daldığında keman çalan at sineklerinin
vıngıltısıyla, ağustosböceklerinin seslerine Nilgün’ün
"Miyav" diyen, kısa net sesi karıştı.
Bir de annesinin attığı şaplakların sesi.
Uyandığında akşam olmuş, Nilgün aranıp
bulunmuş,
Annesinin kucağına çoktan kurulmuş da,
Olanlar unutulmuştu.
Islıklarımla araklanır korkusu gölgelerin...
Murat Demirkol
TIRNAĞIN UCUNDA
İSLİ SU DAMLASI
Çimen gözü
Diz kapağında kan
Çınar yaprağında asılı bin bir yalan
Alaca güvercin gerdanında
Işıldayan dolunay
Yıkılmış yerle bir
Söz anlamsız imgeler yılgın
Aksime tükürüyor çalı dikeninde çiçek
Göz kapaklarım ağır
OTUZALTINCI SENFONİ
Tırnağın ucunda isli su damlası
Bulutlar aldı gitti esrik başımı
Barut kokan göle sürdüm
Kurumuş dudaklarımı
Tanintanin'den yuvarlanıyor
Gabar'dan yuvarlanıyor yanmış insan kayaları
Dağlıca'dan topladılar donmuş gülleri
Hani daha; Kardelenler sürecekti güneşe
Analar hiç ağlamayacaktı
Rüzgârgülü söndürecekti ateşi
Kara deri eteklerinde
Tohumlar öpecekti toprağı
“Şimdi tam sırası
Kavruluyor ömrüm
Çatılarında yalnızlık biriktirdiğim lal dönencesi”
Aralarında yoksulluğu paylaşsın diyedir dizdiğim harfler
Küçük de olsa, hüzün devşirebilsinler diyedir
Solgun eğriliklerine kanıp
Gizemli bir dünyada uyansınlar diyedir bir bakıma...
İçime kapanıyorum, düz duvar
Döngüsel başvurulara akıyor zihnim
Bir koza ibrişim ağzında
Eğirelim silahı
İşleyelim iğne gözüyle
Kanı durduralım damlamasın beyaza
Derimizi giyelim iç içe
Biz yatadururken ışık hızında teknoloji
Sobeleşen yalnızlığım, korkularıma tıslıyor durmadan
Durmadan içime çekiyorum o anlamsız alkışlarınızı.
Yalnızca camlara düşüyor gözlerim
Hüzün bekçisi çocukluğuma masallar uydurarak
Dudaklarımda eşkıya bir tebessüm
Ben yokum işte...
Donmuş kırılan kirpiklerinde
Buğusu yüzünde
Pusu ciğerinde
Ellerin yapıştı soğuk tetiğe
Canın yeşil kırıntı
Yasak saklar içini
Özüm değdi
Sarı başak ekmeğime
Güneş yeli esiyor
Avuçlarım göğe açık
Toplayalım barışa/ insanlığa
Ayraçlarına at gözlüğü takmadan
Kireç toprağında
Turna kanadında
Yalın olmaya gidelim...
Geviş araklıyor geçmişimden sırıtarak
Aykırı anlamlar arayıp durma diyor bir yanım
köpürt taşkınlığını, güz sancısı,
gecenin işveli tanrılarına sırnaş
uçurumlarda sizin için
Oysa
Kelimelerin kuytusuna gizliyorum gülüşlerinizi
tırnaklarımı törpülüyorum dişleyerek
o ıslıklar
Kendini avutan çocukluğumdur işittikleriniz
23
Bircan Çelik Gevrekçi
GÜL YAPRAĞI YIRTILAN ZAMAN
Karanlığın içinde oturmuşum
Hangi yanımdan kalksam bu sabah
Karanlık da benim içime oturmuş
Koşar dururum bir ulu denize
Kurt kuş ve insanoğlu
Yankısı duvarların neminde sesim
İçinden ömrümü geçirdiğim su
Kent varoşlarını kızıla boyayan ateş
İp gibi uzayan yol
Bekleye bekleye yok ettiğim hız
Gördüğüm bela bulduğum bela
İçine girilmiş kalesi düşmüş kent
Görüneni gördüm görünmeyeni de
Hep aynı kavga
Hep aynı direnç
Olur heveslerle kuşatılmışız
Olmaz heveslerle de kuşatılmışız
Bir alıcı kuş olmuş yüreklerimiz
Bilinmeyen yol karanlık gelir
Masumiyetimizden zehirlenmişiz
Derinliğimizi arıyoruz derin sularda
Müzik kulakları olmayanların müzik perileri de yoktur
Tutsaktır karıncaya çekirge
Diptedir acılarımızın tortusu
Aşkla öldürülür sevilen
Ah tarçın kokulum
Ah kekre boşluğum
Caneriğim ah
Ne etsek unutamayız ela ela gülüp kaçan çocuğu
Bir sor tenime
Suya sor
Ben bu aşkı hangi kale burçlarından aşırdım
Düşünülmeden akıp giden zamandır
Esrik esrik esip giden rüzgârdır
Arayan bulur hayallerini
Zamanın yok ettiği atlar da bulur
Güneşle birlikte açan gülü
Teninde soğuyan masalsı aşkı
Unutma
Tanıdık ve tanıktır buna
Zamanına uğradığım dağların gölgesi
Zaman uzun ömür kısa
Göğsümde bir koşu kaplan soluması
Alıp acılarımı giderim
Serüvenlerim çılgın rüzgâr atlarım dağınık
24
Suskunum sağır dağların önünde
İçiminse saklı bahçeleri haraptır
Ne telefonlarımız vardı ne adreslerimiz
İsimsizdik hepimiz
Çapımız büyüktü
Bir başka görürdük uzak dağları
Ay bize vuruk olurdu
Karanlığı kamçılardı barut tenimiz
Çocukluğumuza saklanır
Issız alıçlara benzerdik tek tek
Loş ışıklı kırmızı koltuklu odada
Devrim öncesi ve sonrasını konuşurduk
Yüzümüz asık öfkemiz dinmez olurdu
Ay ışığına perçemi düşen
Kaleler alır kaleler verirdik her gece
Söz geçiremezdik içimizdeki delikanlıya
Sesimiz buzlu camlarda kanardı en çok
Aynalar sır olmuş gece vahşi atlar sureti
Ellerimi kanatıyor ipek ve aşk yarası
Hurma tadında geliyor bela
Bir yıldız kayması hüznünde
Biliyorum bütün ayrılıklar kan akar
Çarkıfelek ipi geçer boynuma
Gül yaprağıyla yırtılan zamanı yamar terziler
Her sonu severiz
Devrimi severiz
Eve dönemem
Yolum kesilir
Ateşten soğuktan çöl sıcaklığından
Su acır taş yanar
Hevesim kaçar
Bir cehennem daha eklerim yarama
Perdeleri çek ışığı söndür
Gezin dur evin dört bir yanını
Yaralı bir kaplan olmayı sorgula
Yarım kalmış düşlerini yak
Gör gör ki şaşırma
Yaşam bu
İnsan bu
Bir sokağın gülleri sokak lambasını öldürüp
Ay karanlığında iz azdırır
Geç anladığı yalnızlığını yüklenip
Bil bil ki şaşırma geçer bizim tarafa
Ateş hattındayım savaş boyalarımı süreli çok olmuş
Çıktığım gibi döner miyim bilemem
Çeliktenmişim kırılmaz bükülmez
Evrenin dansı aşkmış diyorlar
Utku kazanmak diye bir şey yok
Bütün geç gidişlere kapalı kapılar
25
Turgut Koçak
YELDA KARATAŞ’LA
SÖYLEŞİ
Mehmet Özgür Ersan
Mehmet Özgür Ersan: Müzikle ilişkinizden
başlayalım
Yelda Karataş: Klasik müzik sevmeyen insandan
korkarım tıpkı türkü sevmeyenden korktuğum gibi.
Mehmet Özgür Ersan: Biliyorsunuz Nietzsche,
Wagner’in müzik konusunda peygamberleştirir ama
gelgitleri arasında müziği değersiz bulduğu zamanlarda
bile, müzikten vazgeçemedi. Cioran’dan Pavese ve Marks’a
kadar müzik hakkında konuşmamış aydın
bulunmamaktadır. Sizin, kentsoylu bir ailenin çocuğu
olarak müzikle derin bağlarınızın olması çok normaldir.
Sağ kesim, kendi içinde entelektüellerini yaratmaya
çalışıyor, Kürt sol hareketi de ama çok zayıflar. Sanatla
bağ kurmanın dinamikleri nelerdir. Neden böylesi
kesimlerden güçlü sanatçılar çıkmıyor.
Yelda Karataş: Buradaki problem şu; bir şeye
sadece inanan insan çok kolay yönlendirilir, var olan
inanç değerlerini gözü kapalı kabullenir. Kendini yine o
değerlerle tartışmasız tanımlar. Sadece inanç sahibi
olmanın dünyayı anlamaya, kavramaya yettiğini düşünüp,
var olan inançlarıyla sarhoş yaşıyor bazıları. Gerçeğin her
gün yeniden keşfedilmesi gerektiğini, bilimsel gerçeğin de
ertesi gün değişebileceğini, inkârın inkârının mümkün
olduğunu algılayamıyorlar. İnsan bazen farkında olmadan
sadece inancına sarılarak ve inancını pekiştirecek verileri
besleyerek mutlu olabilir. İnancını sarsacak her şeye karşı
durur. Değişime karşı durur.
Bu; ‘yasaklanmış duygu ve düşüncenin olmadığı’
sanat için olanaklı bir bakış açısı değildir.
Sanatın bir inancı varsa eğer, insan ve insani
gerçekliktir. İnsan, gerçeği algılayabilir, görebilir. İnsan
gerçeğe yaklaşabilir. Bilemediğimiz soyut bir geçmişi ve
geleceği taşıyan, kör bir Tanrısal bir güç inancı bence
insanın gerçeği kavramasının, düşüncenin bağımsızlığının
ve özgür düşüncenin önünde engeldir. Hangi dünya
görüşüne inanırsanız inanın, inancınızı böyle kurarsanız,
gerçeklikle bağ kuramazsınız; ahlak öğretmeni olursunuz.
Marksizm bir dogma değildir. İnsanın çağının ürünü
olduğu gerçeğine inanır: Değişmeyen ‘iyi ya da ‘kötü’
insan aramaz. İyi ve kötü zaman, mekan ve ilişkiler
bağlamında yorumlanabilecek bir durumdur. Değişmez
değerler değildir, iyilik ve kötülük kavramları… Marksizm,
değişmeyen, hep doğru bir insan aramaz; değişen
koşulların yarattığı insan gerçekliğine gözünü diker.
Marksizm’in insanlığa armağanı tarihsel
maddeciliktir.
Mutlak gerçek yoktur. Mutlak gerçeğin olmadığını
görebilen bir insan, gerçekliğin karşısında farklı bir tutum
sergiler ve ‘gerçeği, yepyeni bir bakış açısıyla gerçekten
daha gerçek bir dille sunan sanattan’ tad almaya başlar.
Ahlak ve inançlar da değişir çünkü. Marksistler bu değişimi
kavramak, anlamak peşindedirler. Toplumsal Gerçekçilik’in
temelinde bu anlayış vardır ve ancak böyle bir bakış açısı
çağının ve insanın gerçeğini kavramada başarılı olabilir…
Dogmatizm, sanatın düşmanıdır.
Bir anlam arıyorsak eğer yaşamımıza, neden
var olduk sorusu kadar, varlığımızla ne yapabiliriz
sorusuna yanıt aramaktan yanayım.
Varlığımızı kutsallaştırıp kendi inancımız dışındakileri
küçümseyip, ‘ötekiler’i Tanrı ve hatta sanat adına
öldürecek miyiz, yoksa onların bizden farklı, bağımsız,
değişik düşünmeye hakları olduğuna inanacak mıyız?
Farklı düşünebilme olasılıklarına, durumlarına saygı
duymayı öğrenebilecek miyiz? Her insanın her
düşüncesine saygı ve sevgi duyalım anlamına gelmiyor;
farklı düşünebilme durumuna saygı gösterebilmeyi gerekli
kılıyor. Tartışmasız dinsel inanç ya da bir düşünceye
tartışmasız inanma, insana tek tip düşünce elbisesi
giydirir. Hoşgörüsü ya da değişime izin verişi, yine inanç
çerçevesi ile sınırlıdır. Tıpkı vulgar Marksistler ’de olduğu
gibi… Bir dine inanır gibi Marks’a inanırlar. Marks’tan çok
Marksist’tirler!
Bu nedenle kör inanç sanatta bir referans noktası
alınamaz. Tanrısallaştırılmış hiçbir bakış açısı da. Sanatla,
estetik haz alarak bir ilişki kurmak istiyorsanız, ya da
sanatsal, yaratıcı işler yapmak istiyorsanız, estetik
kültürünüzü geliştirmek, derinleştirmek zorundasınız.
Bunu yaparken batağına saplanacağınız kapalı bir inanç
sistemi aramak yerine, inancınızın her an
değişebileceği inancıyla yürümek zorundasınız.
İnanç, sorgulanamaz gibi algılanır nedense,
oysa inancınız sorgulanabiliyorsa, inancınıza
inanabilirsiniz!
‘Aşkım da değişebilir gerçeklerim de’ dizesinin
anlamı budur Turgut’un
Mehmet Özgür Ersan: Cioran’ın bir sözü var:
‘tutku köleliktir’ diyor. O tutku sözcüğünü burada aşk için
kullanıyor bence daha çok. Buradan yola çıkarak, sizin
sözlerinizden de yola çıkarak şöyle düşünüyorum: İster bir
dine, ister bir siyasete, ister bir aşka tutkuyla bağlı olan bir
insan, önce bir gelişim yaşıyor. Hiç kuşkusuz bu ulaşmak
istediği düşünce, nesne, ideoloji, siyaset, din onun, daha
hızlı düşünmesini, üretmesini, çabalamasını sağlıyor. Ama
zaman içerisinde körleşmesini ve o tutkudan dolayı da
‘öteki’ni yaratıp, yok etmesini sağlıyor. Başlangıçtaki o itici
güç, zamanla değişime kapanarak, gericileşiyor.
Yelda Karataş: Çok önemli bir şeyin altını
çiziyorsun. Bir şeye tutkuyla bağlanmak yanında gelişime
açık olmayı, bilgilenme ve bilinçlenme arzusunu da
taşımalı.
Bir entelektüel de bilgiye duyduğu tutkuyla
körleşebilir. Elias Canetti’nin Körleşme romanında olduğu
gibi.
Aşkın, çok sevmenin bizi körleştirebilme ihtimali her
zaman vardır.
Yaratıcılık ideoljiktir. Bir insanı sevişimiz de öyle.
Günümüzde ideoloji geniş kitleler tarafından tutku sözcüğü
ile birlikte kavranıyor. Kör inanca bizi götürebilecek tutku
yani. Dolayısıyla, ideoloji de kör inanç gibi algılanıyor.
İdeolojik bakış açısı sanki kör ve başka bir ideolojiye izin
vermeyen katı bir kapaklanma, katılaşma olarak
algılanıyor. Bence bu burjuvazinin çok bilinçli yaydığı
çarpık bir anlayıştır ideoloji kavramı için. Özellikle Marksist
ideolojiyi düşman ve kalıpçı göstermek için üretilmiş,
yaygınlaştırılmıştır. Kelimenin içeriğini çarpıtmasıdır.
Kavramın içeriğini boşaltmasıdır. İdeoloji tehlikelidir. Bir
şeye ideolojik yaklaşırsan körleşirsin inancını yaymak
istemesidir. Din de ideolojiktir.
İdeolojinin kör inanca dönüşmesi mümkündür ama
kendisi bu anlama gelmez.
Tıpkı aşk gibi. Doğru sevemiyorsanız, tutkunuz
körleştirir ve sonunda çok sevip, sevdiğinizi kıskançlıktan
26
öldürebilirsiniz. İdeolojiniz adına işleyebileceğiniz
cinayetler gibi.
Marksizm, zaten gelişmenin, değişmenin yasalarını
ve tarihsel zorunluluğu kavramak üzere yola çıkmış bir
ideolojidir. Marksizm, gerçeğe gözü kapalı değil, gözü açık
yürür. Marksizm, körleşmenin değil, insanın gözünü
açmanın yoludur diye düşünüyorum.
Burada çok önemli bir noktaya açıklık getirmek
isterim. Doğaya diyalektik materyalist bakmanın yanı sıra,
Engels’in özellikle altını çizdiği; Bizzat Marks’a ait olan
Tarihsel Maddeci görüş ile insanlık tarihini çok iyi
kavramak, anlamak gerekiyor.
Yani bizim işçi sınıfının tarihsel rolünü görmemiz:
işçi sınıfını çok sevdiğimizden, ezilip, sömürülüyorlar gibi
‘romantik’ bir yaklaşımın ürünü değildir. Tabi ki eşitsizlik
her insanın vicdanında duyarlılık olarak karşılığını bulur.
Kendini korumaktan aciz bir çocuğa dokunan elin
savunulmasından yana değilim ben. Bu eylemin bütün
kalbimle engellenmesinden yanayım.
Dolayısıyla eşitsiz zenginliğin de önlenmesinden
yanayım.
Ama asıl görmemiz gereken; insanlık tarihinin
gelişiminin hangi dinamiklere bağlı olduğudur. İnsanlık
Tarihi, sınıf savaşları tarihidir.
Doğayla ‘ilişki’ kurabilen tek canlı insan, toplumsal
üretimin sonucu değişik toplum biçimleri yaşadı ve
yaşayacak. Bu gelişimin gücü her tarihsel dönemde ortaya
çıkan sınıf ve sınıfların rolü ile bağlantılıdır. Burjuvazi,
feodal sınıfa karşı ilericidir ama bugün insanlığın önünü
tıkayan gerici bir sınıftır. Çünkü kapitalizmin çelişkisi
uzlaşmazdır. Çözecek olan sınıf hala işçi sınıfıdır. Son
tahlilde kendisini de ortadan kaldıracak bir sınıf olan işçi
sınıfı sosyalizmi ve komünizmi kuracaktır. Bu kaçınılmaz
tarihsel bir zorunluluktur. Bu gerçeği göremezseniz:
Duygusal, romantik sosyalist olursunuz! ‘
İşçi sınıfı da komünizmin önünün açılması ve sınıfsız
bir topluma geçilmesi aşamasında ‘engel’ olabilir. Dünya
sosyalist sisteminin yıkılmasında en önemli rolü oynayan
gerçeklerden biridir bu bana kalırsa, emperyalizmin çok
katlı oyunları ile birlikte.
Bu gerçekliği çok iyi kavrayan insanlardır: Toplumsal
gerçekçi sanatçılar.
Mehmet Özgür: Aşkın bir metafizik, aşkın bir
mistik kültür değil Marksizm. Hristiyan mistiklerinin
kullandığı gibi; ‘ezilenler, yoksullar’ gibi kelimeler yerine
‘sınıf’ kelimesi kullanan, ideolojik olarak da bütün
argumanlarını sınıf tespiti üzerine oturtan bilimsel bir
yaklaşımdır. Eğer, ‘fakirlere acıma felsefesi’ gibi bir dünya
görüşü olsaydı Marksizm en fazla Hristiyan mistisizmi gibi
bir anlayış olurdu. Baldırı çıplakların takımı olurdu. Bu
bağlamda, son zamanlarda; ezilenler, zavallılar gibi…
kelimelerin sıkça kullanılmasına nasıl bakıyorsunuz.
Yelda Karataş: Gülerek bakıyorum. Hatta çok
çarpıcı bir örneğini vereyim. Bana göre toplumcu gerçekçi
romanın en sağlam ve güçlü örneği sayılacak ve hâlâ
eleştirmenlerimizce tam kavranamamış o büyük kitabı
Sevgili Oğuz Atay’ın: Tutunamayanlar… Tutunamayan
kelimesi, kitabın ismi, hayatta başarısız olmuş hayatı
sevememiş, var oluşuyla barışamamış, intihara eğilimli
insanlara ya da insana övgü olarak anlaşıldı. Kitabın
kahramanı Selim Işık yani Aklın Işığı intihar eder. O
kitaptaki her isim bilinerek konmuştur.
Oysa Tutunamayanlar; Tutunmak İstemeyenlerdir.
Var olan sistemin bilinçle karşısına
dikilenlerdir!
Mehmet Özgür: Evet, burjuva olmalarına rağmen,
bilinçle sınıf intiharını gerçekleştirenlerdir. Bütün nimetleri
bir kenara itip, ‘işte burjuvaydı 68 kuşağı’ diyenlere sınıf
intiharı ile cevap verenlerin ülkesindeyiz. Bizim ülkemizde
68’lilerin çoğu, önemli ‘mevkilere’ gelebilecek, ‘zengin’
olabilecek insanlarken, sınıf intiharı yaparak başka
tercihleri kullanmışlardır. Lenin’in Ne Yapmalı’da anlattığı
gibi işçi sınıfının günde 16, 17 saat çalıştığı bir ülkede tabi
ki burjuvazi sınıf intiharı yaparak sosyalizmin kurucuları
arasında yer alacaktır tespitine uygundur bu tercih.
Bazılarının; iyi insanlardı da sosyalist oldular, çok bir şey
bilmiyorlardı gibi algıladıkları 68 eylemini, sizin gibi o
kuşağa yakın, o kuşakla birlikte devrimci mücadelede yer
almış birinin farklı değerlendirişini ve işçi sınıfının tarihsel
rolünü kavramanın altını ısrarla çizişini çok iyi anlıyorum.
Yelda Karataş: Bu olgu kuşkusuz bizim
yaşadığımız dönemin maddi koşulları ile ilgili. Ama insan
koşullarının esiri değil, koşullarını değiştirebilecek gücü de
içinde taşır. İnsan dünyayı değiştirebilme gücüne sahiptir.
‘Aydın dediğiniz insan, sınıflı toplumda ‘rağmen’
ortaya çıkar. İlkokuldan bu yana sanat eğitimi almamış,
dünya ve ülkesinin tarihini İmparatorluklar ya da Dinler
Tarihi olarak kavrayan, aldığı eğitimle Tarih bilgisini ‘Tarih
Bilinci’ne çevirme şansı hiç olamayan, açtığı televizyonda
da yalanlarla beslenen bir toplumdan kaç tane aydın
çıkma şansı vardır.
Burjuvazi iktidarını sürdürmek için, geniş kitleleri
eğitimsiz bırakır. Bizim gibi aydın olma yolunda mücadele
veren bireylere de ya göz boyayıcı başarı şansı olanakları
sunar ya hapislerde çürütür ya da faili meçhul yapar.
Burjuvazinin sunduğu nimetleri reddetmek kolay değildir.
Sonrasında başınıza gelecekleri çok iyi bilirsiniz çünkü. Bu
insanlar önüne pek çok nimet konmuş ve bunu bilerek
reddetmiş insanlardır.
Burjuvazi asıl bizim gibi insanları bağışlamaz, hiç
bağışlamaz. Türkiye tarihini dikkatle incelerseniz; aydın
katliamları üzerine tükenmeyecek bir kan nehri
bulursunuz.
Bizim tanınmamamız, okunmamamız, dinlenmemiz
yani bizim bilinmememiz ve sefil olmamız, yalnız kalmamız
için elinden geleni kesinlikle yapar.
Çünkü biz onu reddetmiş insanlarız, bize her
türlü başarı olanağı sunulduğu halde.
Babasını reddeden çocuğu katleden bir
padişahtır burjuva devleti; asla affetmez erkini
reddeden aydınları.
Bugün bir insanın, bir aydının: Ben işçi
sınıfından yanayım, onun tarihsel misyonunu
biliyorum ve bunun için mücadele veriyorum
diyebilmesi kahramanlıktır. Bir kahramanlık
arıyorsak bugün, budur!
70’li yıllarda benim gençliğimde bu aydınları,
bu kahramanları hiç affetmediler, öldürdüler.
Gerçek bir aydın kırımı yaşanmıştır Türkiye’de
ve hala yaşanmaktadır. Nedense bunu kimse
görmek istemiyor.
Benim hocalarımın çoğu öldürüldü, arkadaşlarım
hapislerde çürüdü ya da öldürüldü…
Mehmet Özgür Ersan: Benzeri süreci sizin
ardınızdan (89-99 sürecinde) biz de yaşadık. Bir dizem
var: ‘O günlerde ölmemişsen bugün kaybolursun bu
sokaklarda’. O günlerde ölmeyen şans eseri hayatta
kalabilmiş ’şanslı’ insanların bugün Unamuno’nun, Yaşamın
Trajik yanında söz ettiği gibi: İnsan, ölümü bilerek, her
gün öleceğini bilerek hayatta iki şekilde kalmaya çalışır.
Birincisi bir çocuk yapmak, ikincisi eser bırakarak.
İşte eser bırakarak hayatta ve ayakta kalanlar
sanatçılardır. Sanatçılar kahramanlardır. Onun için de
sanatçıların, özellikle de Fransız Devrimi sonrası oluşan
yüksek burjuva kültürü ve insanın ‘kendinde olma hali’ni
yani birey olma halinin devrimciliği yaşamış böyle bir
27
kültürden nasibini alarak gelmesi çok normal. Onun için
de burjuva kültürünü almış kent soylu insanların, ‘sınıf
intiharı’ yaparak 68’ li yıllarda devrimci olmasını çok doğal
buluyorum. Günümüzde bu yapıdaki insanların sanatçı
olmasını da. Başka tercihler yapabilecekken, bu düzenle
uyum sağlayabilecekken, sanat yapıtı üretmeyi bilinçle
seçmelerini ve ölümün karşısına kahramanca dikilmelerini
çok iyi anlıyorum.
Yelda Karataş: Bu keyifli sohbette söylediklerine
eklemek istediğim bence önemli bir iki nokta var.
Kieslowski, o çok sevdiğim insan, yönetmen, bir gün bir
açıklama yaptı ve sinemayı bıraktığını söyledi. ‘Yaşam
sinemadan daha değerli’ dedi. Doğruydu söylediği. Ben de
içimden dedim ki onun için: Şimdi ölüme gidiyor! Kendisi
erken ayrıldı bu dünyadan ve biz sonrasında öğrendik ki:
Heaven (Cennet) filminin senaryosunu yazıyormuş gizli
gizli bu açıklamasına rağmen. Kendini durduramamış.
Burada özellikle söylemek istediğim şudur:
Sanat bazı bünyelerin, bazı insanların sadece
kendini ifade etme biçimi değil var olma halidir.
Kendini keşfetmesidir yeniden, yeniden.
Sait Faik’in dediği gibi: Yazmasaydım
çıldıracaktım. Bilge Karasu’nun eklediği gibi: Bu
kadar şeyi yazdıktan sonra çıldırmamak mümkün
mü?
Sanatçı nasıl olunur bilmiyorum Ama
varoluşunu ancak sanat diliyle hisseden insana
sanatçı denebileceğini biliyorum.
Şiir yazmadan var olduğumuzu
hissedemiyorsak şair olma şansımız var. Resim
yapmadan var olamıyorsak ressam olma şansımız
var.
Onun için Komünist toplumun
şiarı: "herkesten yeteneğine göre, herkese
ihtiyacı kadar" dır.
Yetenekleri farklı insanlarız. Yeteneğinizi özgür ve
bağımsız geliştirebildiğinizde, yeteneğinizi geliştirerek var
olabildiğiniz bir toplumda, ancak insanın sanatla ilişkisinin
insani olması mümkün olacak ve herkes sanatçı olabilme
keyfini yaşayacak. Sanat kimin içindir sorusunun yanıtı:
Var oluşumuz için olacak!
İkinci olarak altını çizmek istediğim bir gerçeklik:
Ölümsüzlük sanat aracılığıyla mümkünse eğer ‘ o sonsuz
dirim için’, sanatçı bu çağda ismini parlatmaya çalışan bir
birey olmamalıdır. İsminiz, siz öldükten sonra hatırlansa
ne olur hatırlanmasa.
Sanatçı topluma kendini dayatmaz. Yeni bir bakışı
varsa, bu bakışı hisseder ve hiçbir ahlaki kaygı taşımadan
bunu dile getirir. İsminin derdinde olamaz.
Kalıcı olanın ismi değil, söyledikleri olduğunu çok iyi
bilir…
Kafka bunun en çarpıcı örneğidir. Yazdıklarının
yakılmasını ister.
Mehmet Özgür Ersan: Son zamanlarda neler
yapıyorsunuz?
Yelda Karataş: Öncelikle ölmemeye çalışıyorum.
Ölmemeye çalışmak kendini ölüme karşı korumak
değil, tamamen tersi; kendimi bu hayattan
korumaya çalışıyorum. Çünkü insanı öldüren bu
vahşileşmiş hayat.
Bunu için daha çok okuyor ve yazıyorum
Mehmet Özgür Ersan: Siz çok üreten bir
insansınız neler yazıyorsunuz.
Yelda Karataş: Bir roman yazıyorum, adı:
Nişaburi. Bitirmeye çalışıyorum. Bir de denemelerim var.
Ihlamur Yayın’larında çıktı: Ey Aşk Hevesten Yarattım
Seni.
Mehmet Özgür Ersan: Düz yazı ile
karşılaştırıldığında bazılarının dediği gibi şiir bir eksiltme
sanatı mı yoksa bir çoğaltma sanatı mı?
Yelda Karatas: İlk söz yazıydı, kelimeler bir
göstergedir. Doğanın sesini yeniden ifade ediyoruz. Şiir ilk
sözdür. İlk çağdaki tüccar metinleri şiirseldir. Roman öykü
daha sonraki yüzyıllara ortaya çıkmıştır. Tiyatro metinleri
de şiirseldir.
Şiir öyküden, öykü romandan roman öyküden
beslenir. Bütün yazım biçimleri birbirini besler. Kaldı ki bu
biçimler arasına kesin sınırlar konabilmesi de çok olanaklı
değil çağımızda. Bir yapıta roman ya da öykü derken
elimizde değişmez kalıplar yok, biçimlerin de arasında
kesin çizgiler yok.
Şiir eksiltmez aksine anlamın çoğaltılması dikey ve
yatay anlam olanaklarının sunulması ancak şiir dilinde
mümkündür. Bir ekşitme değil de bir tasarruftan söz
edebiliriz ancak. Şiir kelime konusunda tasarruf yapar. İki
sözcük arasındaki mesafede ya da iki sözcüğün
birlikteliğinde bir romanın onlarca sayfası gizli olabilir.
İki dize arasında bazen bir ya da birkaç öykü gizlidir.
Şiir dilin derinlik ölçülerinden birisidir. Anlatımın en
olanaklı dilidir. Şiir daha örgütlenmiş ve hata kaldırmaz bir
anlatım dilidir.
Mehmet Özgür Ersan: Şair bir bilge midir yoksa
deli midir?
Yelda Karataş: Şair duyarlılığı ve düşünceleri en
açık en duru insandır. Eski bir bakış o şairi duygusal bir
insan olarak gören romantizm. Şiir kelimelere bildiğimiz
günlük kavramsal içeriklerini değil, sonsuz sayıda
anlamlandırabilme zenginliğini sunar.
Şair tabi ki duygularımızdan söz eder, ama
duygularımız bilinçsiz değil ki. Duygularımız, sezgilerimiz
aracılığıyla kavradıklarımız duyarlılığın kapısından geçince
güneş artık şiir dilinde o bildiğimiz gezegen olmaktan
çıkar. Umut olur, zaman olur ve hatta ölüm olur. Artık
demir almak günü gelmişse zamandan/ Meçhule giden bir
gemi kalkar bu limandan … şiirinde artık o gemi bildiğimiz
gemi değildir. Şair gemi kelimesine bu anlamlandırmaları
yüklediği için deli ya da bilge değildir. Nesneye farklı
bakan biridir sadece. Nesnenin ya da nesnelerin taraf
ilişkisini çok boyutlu bir duyarlılıkla sezen, hisseden ve dile
getiren insandır.
Sanatçı, kendi hesabına yarattığı gerçeklikle
gerçekten daha gerçek bir dünya kuran insandır Camus’un
söylemiyle.
Yoksa insan gözü hayatı kübist algılamaz. Picasso da
bunu bilir, resmi izleyen de.
Bu gerçekliğin yeniden tanınmasıdır. Tıpkı ‘ meçhule
giden bir gemi’de ölümün yeniden tanınması gibi.
Şair toplum bireyidir. Burjuva sanat anlayışının
direttiği gibi; bireysel keyfiyetine göre yazmaz. İstese de
yazamaz. Gerçekten delice olur yazdıkları, anlaşılmaz olur.
Şiir sadece kendisine yaklaşılmasında emek isteyen her
sanat yapıtı gibi estetik bir bütündür. Şairin bireysel
coşkusunu dile getirir, bir toplum bireyi olan şairin
izleğinde toplumsal gerçekliğin coşkusuyla da buluşuruz
bir şiirde kaçınılmaz olarak.
Şiirsel imge üzerinde insanların düşünmesi gerekir.
İmge bir resim sunar gibi gözükse de imge resimsel
görünen bir anlatımla öncelikle bir duygu aktarır bir durum
aktarır.
Duyarlılığın çok boyutlu dünyasında gemi kelimesini
kullanan şair, size gemi resmi çizmez. Gemi yan yana
geldiği diğer sözcüklerle, size bugüne kadar yaşadığınız
bütün ölümleri duyumsatır.
Gemi kelimesinde ‘gördüğünüz’ bir gemi değil, bir
tabut da değil; ölüm duygusudur. Yani ölümü
28
hissedersiniz, artık gemi olmayan o gemi sözcüğü
aracılığıyla ‘demir alırsınız’ hayattan. Şair burada günlük
konuşma dilinin ‘akılsal, günlük anlatımına’ yeni bir
söylemle yaklaşır; Şirin dilidir bu!
Bu anlamda akıl dışıdır şiir. Gemi kelimesi, meçhule
kalkan o gemi, bize kırmızı bir renk duygusu da verebilir.
Yemyeşil bir ağacın yıkılışı, bir bebeğin dünyaya gelişi,
çığlıklarını duyabiliriz. Binlerce olanak sunar bir şiir dizesi,
söylediğinin, kelimelerin tekil anlamlarının dışında çok
ötesinde. Diğer yazım sanatlarından ayrıldığı en önemli
nokta budur şiirin.
İmge anlamsız bir görünge değildir. İmge, şiirde
anlamlandırmayı gerçekleştirmemizi olanaklı kılar.
İmgenin yüceltilmesine karşıyım. Sadece şiirin doğal
yapısının estetik bir parçasıdır. Önemlidir ama bize
keyfiyet değil, büyük sorumluluk yükler yazarken.
Bu nedenle bir şiiri okuyan kaç kişi varsa o kadar
anlamlandırma olanağı vardır. Ölüm her insana farklı
korku salar. Bazılarında üzüntü uyandırır, ölüm kelimesinin
toplumsal ve bireysel karşılığı sonsuz coşkudur. Ölüm ve
ölmek kelimeleri bile ayrıdır. Nazım’ın bize dizelerinde
anlatmaya çalıştığı üzere.
Şiir okuyucusuna en saygılı dildir: Sınırlamaz onu.
Şiir bu anlamda tabi ki okuyanındır. Toplumun ses ve
duyusal dünyasında bulduğu karşılıktır. Ama onu yazan bir
şair olmasa ortada şiir de olamaz! Bu yazan kadar
okuyana da büyük sorumluluk yükler!
Şiir anlaşılmaz şeyler söylemez. Eğer bir okuyucu bir
şiirden hiçbir şey anlamıyorsa, bu şiirin hatası da olabilir,
okuyucunun estetik yetersizliği de.
Şiir sahibiyeti reddeder. Yazıldıktan sonra,
okuyucusunun anlamlandırmasıyla kendini yaşatacak şiir,
bütün sanat dallarında olduğu gibi; istese de istemese de
toplumundur artık!
Özel mülkiyet ilişkisi içinde büyüyenler; şairin şiirle
ilişkisine bir sahibiyet ilişkisi olarak bakarlar. Oysa
sözcükler insanlığın ürünüdür. Kimsenin malı değildir.
Alınıp, satılmaz sözcükler. İnsanlar arasında iletişim
kurmaya yarar. Şair bu iletişimin en yürekli yalvacıdır.
Sevgili Hulki Aktunç’un dediği gibi; Yan yana
gelmemiş sözcükler var daha…
Bu gerçekliği gören biri olarak, şiirin ölmesinin
imkânsız olduğunu düşünüyorum.
Şairin de…
Mehmet Özgür Ersan: Bu söyleşi için teşekkür
ederim
Yelda Karataş: Ben öncelikle Ihlamur Dergisi’ne ve
sonra size teşekkür ederim, düşüncelerimi iletme fırsatı
sunduğunuz için.
O’NA YAZILAN ŞİİR
Aldığı soluklardan yaşlıydı bedenim
İçtiğim su için susamış
Yediğim için acıkmış
Sevdiğim için sevmiştim .
Haritası çizilmemiş bir hayatı
Dişilikle erlik sınırında
Helalle haram gibi yaşamıştım.
Yüz yaşındaydı prensesim
Yüzünde acı gülüş
Rahminde binlerce tohumla.
Ona yazılmıştır bu şiir
Okumazsa üşüyüp
Yaprak yaprak dökülür
Yok olur yanağından ilkyaz kokusu
Çetelere rehin çocukların
İnsan kent ve çarşıların
Ateşlenen düşleri
Sokağa düşer
Süklüm püklüm.
w
Hürdoğan Aydoğdu
GÜZ
İKİNDİSİ’NDE
GEZİNTİLER
Mustafa Emre
Harika Ufuk, “Çiçek Açtı
Yalnızlığım”, “Canım
Türkiye’m” adlarını taşıyan
kitaplarından sonra
yayımladığı “Güz İkindisi” adlı kitabı ile şiir çizgisinde
ilerleme gösteriyor. Ekinsanat Yayınları arasında çıkan
kitap; adı, kapak düzeni ve adıyla da ilgi çekiyor.
Kaliteli kâğıda basılan 144 sayfalı kitapta 104 şiir yer
alıyor.
Şair, şiirlerini özgür koşuk ve hece ile yazıyor.
Hemen söylemek gerekirse hece ile geleneğe bağlanan
Ufuk, özgür koşukta yeniliklere açılıyor; duygu ve
düşüncelerini daha değişik biçimde dile getiriyor.
Şiirler duyarlı bir kadın yüreğinden kente, ülkeye,
dünyaya açılırken renkli görünümler de çiziyor. Şiiri su,
hava, ekmek gibi gereksinim duyulan bir olgu olarak
benimseyen şair topluma bakarken barışı, insana
bakarken aşkı öne çıkarıyor. Şair ana- babadan
doğduğu için ilkokulda başlayan şiir serüveni yaş
aldıkça ilerliyor, yoğunlaşıyor. Şiir çalışmalarını
öğretmenlik ve kültür- sanat etkinlikleri de besliyor.
Güz İkindisi şiirsel bir ad… Sıcaklığını duyuran bir
hava: Güzelliğe adanmış bir yaşamın izleri: Uykusuz
gecelerden kalan mitolojik düşler var. Acılı kadının
eksilen yanı bir üzüncü de duyumsatıyor. Bir yanda
kuş ağıtları, bir yanda akrep gölgesi… Dar vakitlerde
alfabeyi süzen gözler, gözlerden süzülen duygular,
imgeler, izler… Dize dize şiirlere giren okur, şiir sever;
şairin dünyasında kendini de bulur: Küskün bir
dünyaya girmiştir ilişkiler. Ağaçlar zincirlidir. Buğulu
camlarda hüzün, ay ışığında yağmur görünür. Yüreğe
çıngı düşmüştür bir kez. Düş yıkıcılarına karşı bir direnç
vardır. Düşler yaşamalıdır; çünkü düş biraz da aşktır.
Her mevsimde yeşerecektir aşk. Karanlığa gömülü
ışıklar umuttur gerçekte. Yazılmamış şiirler yazılacak ve
yaşanacaktır. Aynalardan geçerken zaman, yaşam
yansır: Güz yaprakları, zamansız kelebekler, düşsel
esintiler… Yolculuk sürer, trenler geçer, konçertolar
duyulur. Söz devinir, yıldızları toplar. Aşk tünelinde
uçurum mavisi parlar. Yaşamın renklerinde şiirler
kımıldar. Şair gösterir: Ellerime bak, diyerek…
Harika Ufuk, “Her kitabım öncekinden bir adım
ileride olmalı!” derken bu sözünü tutmuş oluyor. “Şair,
yaşamın içinde olmalı, günü yansıtmalı.” Diyerek ileri
adımlar atıyor. “ Her yıl bir şiir kitabı…” diyerek sözünü
ve eylemini sürdürüyor. Şiirini sürekli beslemek
gereğini duyuyor. Usta şairleri okuyor, öneriyor. Türk
şiirinin kilometre taşları yolunu aydınlatıyor: Turgut
Uyar, Edip Cansever, Attila İlhan, Gülten Akın, Behçet
29
Necatigil, Bedri Rahmi Eyüboğlu… “Bu şairlerde duygu
ve mantık at başı gidiyor.” O’na göre.
burada un ve şeker
parmak boyası mühür
hazıra konan iltimas
kişiliğin utancı insan adına arsız
listemiz kalabalık ''göz gez arpacık''
midene söz geçir
yürü diyorsak kutsala
keseceksiniz sesi
insan hakları demokrasi
vaktin naktin hesabı
çıkarılıyor baharlara
bırak boş hayalleri
iyice yalnızladın bu ara
Güz İkindisi’nin tadı belleğimizde kalırken yeni şiir
kitabını bekleyeceğiz Harika Ufuk’un. Ne diyor: “
Çocukluğum Sende Kaldı İstanbul”.
SAVRUKLUĞUN ZAMANI DEĞİL
taş doğursaydım keşkelere
kaçıncısı eklendi sayabilir misin
nasılda kısık anam benim
çığ çılgını volkan gürleği sesin
hayırsızlık kopan zincirlerinde ömrün
bir ahde vefa say yanan gemileri
bıraktığın yerde değil ellerim
ağrıları yeğin şimdi işsizliğe acıya
dayanabilmek ne mümkün
aradığın adresteyim işte
emeğin vardiyasında
gözlerim ışıklı yüreğim insancıl
unutmadığım olduğum yeri
okudukça dünü yeniden yaşadım
bir çankırı bir bursa hapsanesi
nazım işi dokumalara
korkusuzluğu çoğaltarak
içimdeki cevheri
gecelere yanarak
yıkacağız duvarı
şiir şiir grev grev emeğin ufukları
çınladı çınlayacak
ateşin harında yüzün
ateş kızılı belleğimde
cehennem şenliği gibi bir şey
o sevinç o birliktelik
ayın altı ceviz ağacı serinliği
yarına dimdik
yarına unutulmaz ezgiler
dudak kıvrımlarında beslenen türkün
çekinme allah aşkına
savrukluğun zamanı değil
bildiğimiz her on yılın sonu
kapanan kapılar çoğalır
emekse emekçi ise şiire konu
gösterilen dişlere tedirginlik
açlığa karşı korku
tecrit ki sınır tanımaz
dense de aldırma
küfre varan tümceler
ölüme eş öfke
düşünürken işini
yalnız bırakır bir zaman
direnen kardeşini
sular akağındadır ama
tersine duyarsız doğa
yasalarında fiziğin hükümsüz
bu yüzden kudurgan tiranlar
baraj maraj kota mota
istediğiniz kadar
oynasanız da
kül savrulur ateş söner
dokundukça omuz omuza
her şey aslına döner
Bekir KOÇAK
SEVİYORUM
Dilin/ne önemi var
Kullan beden dilini
Dinin/ne önemi var
İnançsızsan eğer
Rengin/ne önemi var
Yüreklerde… Sevgi olmalı
Salt seviyorum sizleri
Sevmektir insanı
Ölümsüz kılan
Ben! İçinizden her hangi biri…
Hem FILLE… hem de GUNDİ…
Salt seviyorum sizleri
Sırtındaki parzun içindeki bebesiyle…
Tarlada çalışan kadınlarımızı…
Alnındaki boncuk boncuk terleri…
Kömür ocağında çalışan emekçi insanımın
Kapkara yüzlerini…
Çatlak-patlak öpülesi ellerini
Haksızlığa karşı/sıkılan yumruklarınızı
Seviyorum sizleri
Salt insan olduğunuz için
Renginizi
Irkınızı
Dilinizi
Dininizi
Gözetmeksizin/tümünüzü
Kucak-kucak sevgi sunar
Dostluk-kardeşlik adına
Elime her kalemi alışımda
biz sizinle kolay anlaşırız
duvardaki sessiz heykel
seni şöyle alalım beyim
birliğimize baraj çadıra yasak
gözün göze bakışı nedir ki
emeği yok sayarsak
sözümüz geçer mi zora
direne direne inkara
sesimizi dünyaya duyuran
sesimiz soluğumuz
haziranlar yolumuz
30
Özgürlük ve Barış
Resimleri çizer
Seviyorum sizleri
Salt insan olduğunuz için…
Ayten Ekici
SEMBOLİK DÜZEN’E
YARIM KALAN BİR
YOLCULUK:
FRANKENSTEİN
Nihan Kaya
Ünlü şair Percy Bysshe Shelley’nin ondan daha
ünlü eşi Mary Shelley’nin, kendisi yazarından daha ünlü
kitabı Frankenstein, şüphesiz en yerleşmiş dünya
klasikleri arasında yer alır. Özellikle, fantastik edebiyata
genel eğilimin artmasından ve yirminci yüzyılda kadın
araştırmalarının yükselişiyle, önceleri varlıkları örtbas
edilen kadın yazarların eserleriyle birlikte su yüzüne
çıkarılmasından sonra Frankenstein birçok teze konu
olmuş, hakkında belki de en çok yazılıp çizilmiş
kitaplardan biri olma şansına erişmiştir.
Ne var ki Frankenstein’ın sinemaya aktarılan
onlarca versiyonundan hemen hiçbiri romanın ona bu
haklı ünü getiren ince çelişkisini yansıtmaz. Beyaz
perdedeki, Shelley’nin canavarından bambaşka, dilsiz,
çoğu zaman da akılsız bir ucube, hatta neredeyse insan
görüntüsünde bir hayvandır. Dilsizleştirilmesi ise
sinemada, canavarın Frankenstein’la görüşmesini
aktaran ve romanın kalbini oluşturan bölüm gibi birçok
önemli detayın da söküp atılmasına, Yaratık’ın
ifadelerinde sürekli altını çizdiği sosyalleşme çabasının
görmezden gelinmesine neden olmuştur. Dilin yok
edilmesiyle birlikte, Shelley’nin konu merkezinin
üzerine oturttuğu ‘yaratık ile toplum arasındaki
çatışma’ tamamen yıkılmış ve bu da Frankenstein’ı
konunun gayet yüzeysel irdelendiği basit bir korku filmi
haline getirmiştir. Halbuki Frankenstein sanıldığı gibi ne
bir korku öyküsü, ne de gotik romandır.
Freud’un psikanalitik eleştirinin3 temelini
oluşturan teorilerine, dil düşüncesini de ekleyerek
Psikanalitik Eleştiri: Edebiyatta eserin altında
yatan muhtevayla meşgul olan ve onu açığa çıkarmakla
uğraşan eleştiridir. Psikanalitik eleştiri Freud’la
başlamış ve kaynağını onun teorilerinden alarak
beslenmiştir. Bilindiği gibi edebiyat eserleri, gerçek
anlamıyla “doğru” olmadıklarını bildiğimiz halde yazarla
yaptığımız sessiz anlaşma gereğince geçici olarak
inandığımız hayal ürünleri, gerçeğe dayansalar bile
normal hayatta kabul ettiğimiz anlamda bir gerçeklikle
örtüşmeyen kurmacalardır. Edebiyat eserleri bu
yönleriyle rüyalara benzerler. Rüyalar da, kaynaklarını
gerçekten aldıkları halde onu bire bir yansıtmaz,
inandırıcılıklarını ancak kısa bir süre için koruyabilirler.
Rüyalar da edebiyat eserleri gibi, ‘yalan’ söylemedikleri
halde ‘doğru’ da kabul edemediğimiz kurmacalar, ya da
aksine, ‘kandırma niyeti taşımayan yalan’lardır. İşte bu
3
katkıda bulunan en önemli eleştirmenlerden biri
kuşkusuz Jacques Lacan’dır. David Collings ‘A
Psychoanalytic Perspective; The Monster and The
Maternal Thing: Mary Shelley’s Critique of Ideology’
(‘Psikanalitik Bir Perspektif; Canavar ve Annelik
Kavramı: Mary Shelley Üzerine İdeolojik Açıdan
Eleştiri’, 2000) isimli makalesinde Lacan’ın dil merkezli
teorisini kullanarak Frankenstein üzerinde psikanalitik
bir okuma yapar. Collings’e göre Frankenstein iki ayrı
dünyaya bölünmüştür. Bir yanda; toplumsal, düzgün,
hukukla idare edilen ve dilin üstünlüğünün olduğu bir
‘sosyal düzen’ mevcuttur. Alphonse Frankenstein
sorumluluğunu bilen bir aile babası işlevini görür,
Victor üniversiteye başlar, Elizabeth’le bir evlilik
planlar, kanun yürürlüktedir, nitekim Victor tutuklanır,
Justine yargılanır, vs. Diğer yandaysa; Victor’ın
çalışmaları ve Yaratık’tan müteşekkil özel, hatta gizli bir
dünya varlığını aynı zamanda idame ettirmektedir. Gizli
dünyanın bu iki öğesi de hayatlarını ancak toplumun ve
dilin dışında sürdürebilirler.
İlk dünya Collings’e göre Lacan’ın ‘sembolik
düzen’ine (‘the symbolic order’) tekabül eder.
‘Sembolik düzen’ Lacan’ın teorisinde onun ‘Baba’nın
Kanunu’4 adını verdiği Freudyen fikirle bütünleştirdiği
dil düzeninin ifadesidir. İkinci dünya ise iletişimden
uzak ve asosyal oluşuyla Lacan’ın hayali düzen’inin
karşılığıdır. Nitekim Victor’ın her biri ‘sembolik düzen’i
temsil eden ‘dillerin yapısını, hükümet kanunlarını ya
da farklı eyaletlerin politikalarını değil’ (2000, s. 54),
ama ‘hayali düzen’i ifade eden ‘dünyanın fiziksel
sırlarını’ (ibid, s. 54) merak edip araştırmasına
romanda tüm detaylarıyla şahit oluruz. Ne Victor, ne
de Yaratık ‘sembolik düzen’e adım atabilirler. Victor
annesinin ölümünden sonra ‘sembolik düzen’de yer
almayı reddeder; evini terk eder, Elizabeth’le evliliğini
sürekli erteler, bilimsel otoriteyi temsil eden üniversite
derslerini bırakır, ve ‘hayali’ diyarı sembolize eden
yasak bilgiye giden yolu seçer. Victor da, Yaratık da,
durumlarını bir başkasına anlatabilme imkanından
mahrumlardır. ‘Dil’ onların hayatlarında anlamını
yüzden Freudçu analistler edebiyat eserini ‘rüya
beyanatı’ olarak görür, Freud tüm vurguyu ‘bilinçaltı’na
yüklediği ve her şeyi onunla açıkladığı için, bu rüya
öyküsü ardında saklanan gerçeği açığa çıkarmaya
çalışırlar. Zira Freud’a göre yazar hasta, rüya-öykü olan
edebiyat eserleri de, rüyalar gibi, yazarın zihnindeki
bastırılmış isteklerin ve korkuların bir çeşit dışavurum
temsilleridir. Freud’u düzinelerce psikanalitik eleştirmen
inceleyerek geliştirmiştir. Lacan ise ‘bilinçaltı’ kavramını
‘dil’ ile aynı düzlemde ele almıştır. Lacan’ın dil teorisiyle
birlikte rüya bastırılmışlığın biçimi olmaktan çıkarak bir
açıklayış biçimi haline gelmiştir (Bu konuda daha
detaylı bilgi edinebilmek için, bkz. Ross C. Murfin,
1992, ‘Psychoanalytic Criticism and Frankenstein’).
4
Baba’nın Kanunu: Freud’a göre babanın,
erkek çocuğun oedipal evrede farkına vardığı, onu
annesinden ayıran çizgiyi ortaya koyan gücü. Bu aynı
zamanda, daha güçlü olan babanın çocuğun gözünde
rakibe dönüşmesine de neden olan güçtür. ‘Sembolik
düzen’ her tür güç ve otorite gibi erkekliği de simgeler.
Lacan’a göre kadınlar ‘sembolik düzen’e kolay kolay
giremezler.
31
giderek yitirir. Her ikisi de her türlü akrabalık, evlilik,
kanun bağından uzak yaşamaya mecbur kalırlar.
Yaratık ‘sembolik düzen’ şahıslarında somutlaşmış olan
De Laceyler’le birlikte, onlardan öğrendiği ‘dil’ ile
iletişim imkanını (‘dil’i De Laceyler aracılığıyla
öğrenmesi de Collings’e göre ayrı bir simgedir),
sosyalleşme umudu ve çabasını, ‘sembolik kurallar’a
uygun yaşama isteğini de kaybeder. De Laceyler
romanda Yaratık’ın onu ‘sembolik düzen’in dışında
bırakan marjinal pozisyonunu dramatize eden en açık
göstergedir. Victor’ın ‘sembolik düzen’den kopuşu ise
‘sorumlu’ bilimin temsilcisi M. Krempe’in üniversite
derslerinden ayrılışı ile başlar. Bir aileye sahip
olamadıkları gibi, bir hayat arkadaşından yoksun ömür
geçirmeye adeta yazgılı oluşları da ilginçtir. Tüm
bunlara bağlı kalındığında, Collings, Victor’ın ‘hayali’
diyardan ‘sembolik’ diyara olan yolculuğunun romanda
yarım kalmış olduğunu iddia eder.
Victor’ın Canavar’ı yaratması erkeğin ‘hayali
düzen’ içinde arada bir anne unsurunun yardımı
olmaksızın çocuk sahibi olmaya kalkışmasını ifade eder.
Victor öyküsünün ilk sayfalarında Collings’e göre
Freud’un “oedipal” evresinin tipik yakınmalarını özetler.
Fakat annesinin ölümü onu ‘sembolik düzen’de erkek
çocuğun asla sahip olamayacağını fark ettiği
annesinden vazgeçerek arzusunu annesine benzeyen
bir başka kadına yönelttiği iddia edilen normatif
çözümüne götürmez. Victor Elizabeth’le evlenerek
‘sembolik düzen’in ‘normal yol’undan çocuk sahibi
olmayı seçmemiş, bunun yerine, yine bir dişi olan
‘doğa’nın saklı bilgisine, kadın vücudunun gizemine
merakından doğan başka bir ‘yasak erotik obje’ye
yönelmiştir. Collings’in fikrince bu Victor’ın aslında,
doğumda ölen annesini yeniden yaratma çabasıdır.
Victor kendisiyle özdeşleştirdiği annesini bilimsel
projesi vasıtasıyla kendi vücudunda canlandıracak,
annesi yerine kendisi hamile kalacak, yeni bir hayatı
kendisi dünyaya getirecektir.
Anne K. Mellor’a göre de Canavar’ın yaratılması,
erkeğin kadın cinselliğinin hayat veren gücünü
hırpalamaya, anneliği bütünüyle bastırıp kuşatmaya
yönelik saldırısıdır. Roman yazarak başka bir ‘yaratma’
eylemini hayata geçiren Shelley de, kadınsal işlevleri
bilim yoluyla işgal etmeye çalışan Victor da, dişiliği
romanda çemberin dışına çıkarmak için ellerinden
geleni yaparlar. Victor’ın dişi yaratığı vahşice
parçaladığı sahne, kadınlığı yok etme dürtüsünü
görüntüler. Romandaki tüm kadınlar; Elizabeth,
Justine, dişi Yaratık, kadın olarak normatif ‘sembolik
düzen’ içinde daha herhangi bir fonksiyon gösterme
fırsatını edinemeden bir erkek gücü (kanunlar da
‘sembolik düzen’de erkek gücünü temsil eder)
tarafından kurban edilirler. Romanda erkekler arası
bağlanmayı ifade eden bir tür mekanizma sırf kadınları
dışlayıp yok etmek için işler. Kadınlarla birlikte ‘doğum’,
‘akrabalık’, ‘cinsellik’ gibi hepsi ‘sembolik düzen’e ait
birçok öğe de yok edilir. Fakat romanın sonunda ‘eril
bilim’ ‘feminen doğa’ karşısında yenik düşecek ve
Victor ‘doğal’ gidişata karışmamak gerektiğini
anlayacaktır.
Kadın karakterlerin tamamı, kurguda bağlı
kılındıkları bir tür yoklukla etkisizleştirildikleri için
roman içinde edilgin kalmışlardır. Frankenstein’da
kadın sesinin yokluğu bu yüzden son derece belirgindir.
Nitekim öykü bile bize üç erkek vasıtasıyla aktarılır:
Walter, Victor ve Yaratık. Birçok eleştirmen Shelley’nin
roman boyunca kendi sesini özellikle gizlediği
fikrindedir. Anne figürlerinin yokluğu veya pratik
anlamdaki işlevsizlikleri Shelley’nin kendisini bir anne
olarak öldürmesi şeklinde yorumlanabilir. Zira her ne
kadar Shelley yazdıklarının deneyimleriyle hiçbir ilişkisi
olmadığını iddia etse de (bu iddiaya neden ihtiyaç
duyduğu da ayrı bir psikanalitik düğüm olarak
incelenebilir), Frankenstein’ın Shelley’nin hayatından
yoğun izler taşıdığı aşikardır. Her şeyden önce Shelley,
annesinin hayatını kendisini dünyaya getirirken kaptığı
bir enfeksiyon yüzünden kaybettiğini biliyordu. Bu
yüzden zihninde hamilelik ve doğuma ilişkin tüm
fikirlerin çocukluğundan itibaren ölüm düşüncesiyle
birlikte gelişmiş olması kaçınılmazdı. Sonra, Shelley’nin
Frankenstein’ı yazmaya başlamasından bir sene önce,
1815’te, ancak birkaç gün yaşayabilen ilk bebeğinin
ölümünün de onu derinden yaraladığını biliyoruz.
Nitekim günlüğüne kaydettikleri, bu ölümden duyduğu
elemi yansıtan tüyler ürpertici cümlelerle doludur.
Kafamdaki düşünceler, onları kovabilmek için
dalmaya çalıştığım okumayı ne zaman bıraksam,
yine aynı noktaya dönüyorlar: Bir anneydim ve
artık değilim.
Rüyamda küçük bebeğimin hayata geri
döndüğünü gördüm. Meğer ölmemiş, sadece biraz
üşümüş. Percy’yle ateşin önünde onun küçük
vücudunu ovuşturdukça, canlanmaya başladı.
Sonra uyandım ve ortada bebek falan yoktu.
1816’da, Shelley’nin hasta doğan ve nitekim
1819’da da ölecek olan ikinci çocuğu William dünyaya
gelir. Shelley Frankenstein’ı yazarken bir yandan da
oğlunun hastalığıyla meşgul olmak durumunda
kalmıştır. Bu hasta bebeğin, romanda sırf ismi
yüzünden öldürülen küçük William Frankenstein’la aynı
adı taşıması rastlantısal kabul edilemeyecek kadar
ilginçtir. 1816 ve 1817 Shelleyler için hepsi de arka
arkaya sıralanan birçok üzücü olayla yüklü geçmiştir.
Mary Shelley’nin üvey kız kardeşi Fanny Imlay 1816’da
bir otel odasında korkunç bir şekilde intihar eder.
Aradan daha birkaç ay geçmeden, Percy Bysshe
Shelley’nin ondan ayrı yaşayan eşi Harriet de hayatına
benzer biçimde son verir. Mary ve Shelley, Percy
Bysshe Shelley’nin iki çocuğunun velayetini alabilmek
umuduyla evlenirler; fakat başvuruları uygun annebaba olamayacakları gerekçesiyle reddedilir ve çocuklar
başka bir aile tarafından evlat edinilirler. Ayrıca
Frankenstein’ı yazıyor olduğu sırada tüm bu ailevi
sorunları zirvelerinde yaşayan Shelley’nin, onu
evlatlıktan reddeden babasından maddi manevi hiçbir
destek görmediğini ve ciddi bir kimsesizlik acısı çekiyor
olduğunu da unutmamak gerek. Mary’nin romancı ve
filozof babası ‘William’ Godwin, Percy Byshhe Shelley’le
yasak ilişkisi yüzünden kızını hiçbir zaman affetmemiş,
tek yakını ve akrabası olduğu halde onu bu zor
günlerinde de yalnızlıkla cezalandırmayı sürdürmüştür.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, Shelley’nin
zihninin bu yıllarda doğum, hamilelik, aile bağları ve
ölüm gibi fikirlerle fazlaca meşgul olması hiç şaşırtıcı
değildir; ve Frankenstein’ın korkunç öyküsünün henüz
on sekiz yaşında bir genç kızın hayal gücünde
doğmasını sağlayan tüm nedenler Shelley’de kuşkusuz
mevcuttur.
32
Mellor bu nedenlere Shelley’nin çocukluk
tecrübelerini de ekler. Mellor’a göre Yaratık’ın toplum
tarafından dışlanması, Shelley’nin ölü annesi tarafından
zaten terk edildiğini her zaman hissettiği evinde,
babasının Mrs. Clairmont ile evlenmesinden sonra iyice
yoğunlaşan yalnızlık duygusunun ifadesidir. Shelley bu
evde hiçbir zaman rahat edememiştir. Bunun yanında,
Shelley’nin öyküsünü bu kadar çok korku öğesiyle
örerek kurgulamasında, feminizmin kurucularından
olan yazar annesi Mary Wollstonecraft’ın
düşüncelerinin şüphesiz önemli bir rolü olmuştur.
Shelley annesinin, kız çocuğunda korku duygusunu
uyandırmaktan kaçınmamak suretiyle ona cesaret
aşılamak gerektiğini savunan yazılarını muhtemelen
okumuştu. Yokluğu sürekli bir anneden geriye kalan en
güçlü hatıra olan bu fikirleri Shelley’nin kuvvetle
benimsemiş olduğuna inanmak, akla gayet yatkındır.
Shelley hayatının en karmaşık dönemini yansıtan
tüm bu duyguları öyküsünün karamsar atmosferinde
bir araya getirir ve gerçeküstücülük normlarından
faydalanarak, insan doğasının arzularına Yaratık’ın
gözleriyle bakmamızı sağlar. Bu sayede bir ütopya,
başarılması imkansız bir ideal gerçekleştiği zaman neler
olacağını gösterme fırsatını da yakalamış olur. Victor
‘yaratmak’ suretiyle insan doğasının sınırlarını aşar.
İnsan dünyasında insan gibi yaratılan Yaratık da, bu
yüzden yaratıcısından onu yarattığı dünyada eksikliğini
duyduğu her şeyi, ihtiyaçlarını, onu sıradan insan
hayatına ulaştırabilecek köprüyü isteme hakkını
kendinde bulur. Yaratık’ın istediği, sosyal dünyaya
adım atabilmektir, bir aileye karışabilmektir, bir eşe
sahip olabilmektir; yani kısacası, ‘sembolik düzen’e
girmektir!
Fakat tüm çabalarına rağmen Yaratık ‘sembolik
düzen’in eşiğinde hapsolur ve bu eşikten geçme
fırsatını hiçbir zaman yakalayamaz. İşin ilginç yanı ise
Victor’ın Yaratık’ı ‘sembolik düzen’e bir isyan biçimi
olarak hayata getirmiş olmasıdır. Buna karşın Yaratık,
muhalif yaratıldığı ‘sembolik düzen’ içinde yer almaya
can atar.
2001
1.
Kaynakça
Collings, David. (2000) “A Psychoanalytic
Perspective: The Monster and The Maternal Thing:
Mary Shelley’s Crtique of Ideology” in Mary Shelley,
Frankenstein, ed. Johanna M. Smith. Boston:
Bedford/St. Martin’s, s. 280-295.
Lacan, Jacques. (1977) Ecrits: A Selection, trans.
Alan Sheridan. New York: Norton.
_____ (1922) The Ethics of Psychoanalysis:
1959-1960, ed. Jacques-Alain Miller, trans. Dennis
Porter. The Seminar of Jacques Lacan, Book VII. New
York: Norton.
Mellor, Anne K. (1988) “Processing Nature: The
Female in Frankenstein” in Romanticism and Feminism,
ed. Mellor. Bloomington: Indiana UP, s. 220-232.
Murfin, Ross C. (1992) ‘Psychoanalytic Criticism
and Frankenstein’ in Mary Shelley, Frankenstein, ed.
Johanna M. Smith, Boston: Bedford/St. Martin’s, s.
262-275.
KÜREK MAHKÛMU
Islandı fanilam balıkların sıçramasından
“özgür balıkların”.
Göz göze geldik onlar çıplak
ben ayağımda zincirlerle,
balıklarım gözleri bende
benim bileğimdeki zincirlerde.
Sonra inledi sırtımda bir kırbaç sesi,
balıklara dalmışım dalgalara,
tepemde kirlenmiş sakallı kadırga gardiyanı,
daha asıl küreklere der gibiydi şaklaması kırbacın
kürek kemiklerimde;
ben,
balıklara dalmışım yine.
Tepemde güneş acırdı bazen halime,
kimi günler erken batardı canımın içi,
ama hep bakardı gözlerime balıklar gece gündüz,
aynı şaşkın düşünceyle.
Bilmem nasıldı şimdi resmim aynalarda,
ben balıkları görürüm bir,
bir de zincir halkaları,
ayaklarımda.
Bilir bu avradı pullu gardiyan nasıl sevdiğimi dalgaları,
bilir bu zincirler olmasa özgür sulara gideceğimi,
şaklatır, gözümü her dikişimde maviliklere
ve en içli şarkıları söyler sırtımda
yağlı ipin kadife sesi.
Vazgeçmiyorum ben yine dalga seslerinden,
öyle daha kolay geliyor bu kürek cezası,
büyüse de kemiklerimde kırbaç yarası,
ben çekeceğim özgür denizlerde bu kürekleri;
Shelley Victor Frankenstein ve Yaratık arasındaki
ilişkide bu merkezî çatışmayı inşa ederek, bizi şu
soruya sevk eder: ‘O zaman, gerçek canavar, kimdir?
‘Sembolik düzen’ içinde normal bir insan olmaktan
başka hiçbir şey istemeyen Yaratık mı, yoksa, insan
hayalinin ötesindeki dehşetengiz idealini gerçeğe
dönüştürerek ‘sembolik düzen’e karşı bir canavar
haline gelen Victor mı?’
Acı deneyimlerinin etkisiyle Canavar’ın durumunu
hümanize eden Shelley bizi ‘canavarlık’ tanımı üzerinde
düşünmeye ve “sosyal düzen” dışında kalan her şeyin
gerçekten de ‘canavarca’ olup olmadığını sorgulamaya
iter. Bu belki de Shelley’nin içindeki acı çığlığın
yankısıdır: ‘Gerçek canavar kim?’ Evinde bulamadığı
sıcaklığı Percy Byshhe Shelley’nin kollarında arayan,
onunla kaçtığı için evlatlıktan reddedilen, bakmayı çok
arzu ettiği çocuklara ‘anne’ olamayacağı yüzüne tokat
gibi çarpılan, babasının, toplumun, kanunun, gittiği her
kapısından geri çevrilen Shelley mi; yoksa hatalarının
arkasındaki nedenleri anlamaya çalışmadan ve ona
bunları düzeltmek için bir şans daha tanımaya gerek
duymadan ‘sosyal düzen’e karışmaya hakkı olmadığına
karar veren toplum mu?
33
“balıklar bekliyor beni”,
onlar da derya sevdalısı ezelden,
benim gibi.
Niyazi Mete Gürcan
GİZLİ ÖZNE / NİHAN KAYA
Mavi Tuğba Ateş
“- Bundan önceki anılarımı tümüyle yok
sayma kararıyla geldim buraya. Daha
öncesindense… bir kutu var sadece. Mavi ciltli bir
defter, mavi bir pelerin, kırık bir mavi fincan,
birkaç parça daha anlamsız eşya var içinde.
Kimden, nasıl, neden kalmış; hâlâ bilmiyorum. Pek
de ilgilenmedim açıkçası.”5
Hemen herkesin hayatında manevi değeri
bulunan küçük küçük objeler vardır. Bu objeler, pek
çoklarınca anlamsız eşya kalabalığı olsa da bizim için
değer taşır ve mezarımıza değin bizimle birlikte hayatı
solur; aslında cansızdırlar ama biz onları anlamlarıyla
canlandırmışızdır. Hatıralarıyla duygusal bir bağı çoktan
kurmuşuzdur. Ömrün içinde koştururken bir an gelip
de daraldığımızda yeri doldurulamaz boşluklar
yaratarak nefeslenmemize vesile olurlar. Kitabın ana
kahramanı Revnâ da geçmişten şimdiye doğru
sürüklediği kutusunun içindeki hatıralarla, imgelerle
birlikte romana katılır. Ölen nişanlısı Reha’nın ailesiyle
‘ilk defa’ tanışmak üzere onların evine gittiğinde roman
olağan hali ile başlamış bulunur. Gizli Özne, iki ana
kahraman ve bu iki kahramanın yollarının bir şekilde
kesişmesinin romanıdır: Revnâ ve Bihter. Nihan Kaya,
Revnâ karakteriyle; hayat koşullarının kendisini
zorladığı ve ayakta kalmak için daha fazla mücadele
etmek durumunda olan bir karakterin resmini çizer. Bu
tutunmak zorunda oluş hali Revnâ’yı Cemre ile
buluşturur; Revnâ, lisede eğitimini aldığı hemşirelik
sıfatıyla Yanık Köşk’te Cemre için çalışmaya başlar.
Onun aslında psikolojik olan sorunlarını çözmeye
uğraşır; aşırı ilgisizlikten kendini hayata karşı
soyutlamış bir karakterdir Cemre. Bu onun bir çeşit
kafa tutuş biçimidir. Ailesindeki esrarengizlikler
Revnâ’yı şaşırtır. Geçmişin hatıralarıyla dolu olan ve
şimdiki zamanın unutulduğu bir köşktür çalıştığı yer.
Revnâ, ressam olma tutkusuyladır; geçimini sağlamak
için de paraya ihtiyacı vardır; tek başına olmanın
zorluğunu iliklerine kadar hissederek romanın içinde
ilerler. Düzenli yaşayışlarıyla iş dönüşlerinde
gidebilecekleri bir eve sahip insanların hayatlarına karşı
hayranlık ve özlem duymaktadır. Rehâ ile kurmayı
planladığı böyle bir hayatın düşü Rehâ’nın trafik
kazasında ölmesi ile son bulur. Rehâ onu ailesi ile
tanıştırmak istese de Revnâ, kendi ailesinin olmayışını
omuzlarına binen ağır yüküyle sorun edip her
keresinde tanışmayı reddeder. En sonunda kendi
aralarında nişanlanırlar. Revnâ’nın Rehâ ile tanışmasına
Cemre’nin ruhsal rahatsızlığı vesiledir. Cemre’yi tedavi
etmek üzere romana dâhil olan Rehâ, orada Revnâ ile
tanışır. Okulunda Revnâ ile bağlantı kuracak olan Seray
5
Nihan Kaya – Gizli Özne, Dergâh Yayınları, sayfa:33
vardır. Seray, derme çatma bir kulübede kardeşleriyle
yaşayan ve evin bütün yükünü kendisinin yüklendiği;
şartlarının zorluğuna rağmen mutlu, umutlu, dirençli
duran güçlü bir karakterdir. Kitabın sonlarına doğru ise
Cemre’nin de bir hayal ürünü olduğu gerçeği ile
okuyucu ürperir. Okunurken hafızaya çizilen pek çok
resmin aslında Revnâ’nın şizofrenik sanrıları olması ile
şaşakalınır.
Kahve kokusu imgelemiyle başlayan roman yine
kahve kokusu ile son bulur.
Bihter’se daha çok bastırılmış bir karakteri imler.
Onunla ilk tanışıklıkta okuyucuya güvensiz, sessiz,
toplumdan ayrıksı duran, nevi şahsına münhasır ürkek
bir kızla tanıştığı izlenimi verilir. Bihter’in ‘böyle’
oluşunun özünde çevrenin kendisine olan bakışı vardır.
Gerçek insanlardan uzaklaşmış, hayali arkadaşlarıyla
bambaşka bir dünyanın kapılarını aralamıştır. Ona
beceriksizliği, zekâsının kıtlığı aşılandığı için o kendisini
çevrenin algılama biçimi kadar tanıyabilmiştir. -Öyle ki
ilkokula başladığında annesinden ilk defa ayrıldığında
bile annesinden ayrıldığını değil de başarısız olacağını
düşünerek çok kere ağlar.- Kıvrak zekâlı abisinin zıttı
konumunda olması ve bunun suçluluğunu çocuk
kalbinde günden güne yeşertmesi onu kendi içinde
yaşamaya itmiş, içinde hayali bir dünyayı yaratmıştır.
Lise sınavları için seçtikleri özel öğretmenin Bihter’deki
azmi ve başarıyı fark etmesiyle Bihter’in kaderi döner
ve zekâsının eksik olduğu yaftası üzerinden kalkar.
Nitekim lise sınavlarında oldukça yüksek bir başarı
gösterir. Ancak peşini bırakmayan ‘o’ vardır içinde.
‘O’nun ne olduğunu kendisi de bilmiyordur ama ‘o’
geldiğinde sürekli koşma isteği, duvarlara parmaklarını
sürtme dürtüsü içinde doğuvermekte ve bu hali çok
kere başını derde sokmaktadır. Yine geçirdiği
nöbetlerden birinde okul kütüphanesinde Kemal ile
karşılaşır. Kemal daha sonra kocası olacaktır. İlk
başlarda Kemal, Bihter’in bu nöbetlerini sevimli bulur;
daha sonraları tahammül edemez hale gelir. Hamile
kalır; çocuğu daha doğmadan ölür. Bihter, ruhunun
bütün noktalarında acı çeken bir halle kuşanır. Roman
boyunca acısı dinmez.
Nihan Kaya, karakterinin ağzından ‘o’ için şöyle
der:”Bir de, çok nadir olarak, kimsenin isim
veremedikleri vardır. Bildikleri hiçbir şeye
benzetemezler “o”nu. Bir isim koyamazlar. Halbuki
isim koymak, insanoğlunun ilk alışkanlıklarındandır.
Bu benzetemeyiş bu yüzden can sıkar. “O”nu ya bir
yolunu bulup yadsır, ya benzetebildikleri en yakın
şeyle isimlendirme sevdasına tutulur, ya da, kolayını
bulup kötüler, “o”nun bir hastalık, bir tür delilik
olduğunu söyleyip geçerler. Sizi anlamıyorlarsa “deli”
olmak, aslında, kimseye benzememek demektir.”6
Revnâ’nın hayranı olduğu hayat biçimi
Bihter’dedir. İkisi de hayatlarından memnun olmayan
karakterlerdir. Revnâ, “onlar” adı ile nitelediği birtakım
ayrıcalıklı gruba karışmaya isteklidir. Bihter ise
“onlar”ın içinde yaşayan ve içinde nefes alıp verdiği bu
gruptan boğulan ve kaçmak isteyen insanı anlatır.
Yaşadıkları ruhsal çalkantılar, savaşlar Revnâ ve
Bihter’in ortak özelliklerindendir.
Henüz yirmi dört yaşındayken yazılan bu
psikolojik roman, -aldığı psikoloji eğitiminin de hakkını
verdiğini düşündürten- Nihan Kaya’nın ilk romanı olma
6
34
Nihan Kaya – Gizli Özne, Dergâh Yayınları, sayfa: 221
özelliğinde. Bir insanın karmaşık ruh dünyası gibi iç içe
katmanlardan, sarmallardan oluşuyor Gizli Özne. Eserin
biçimsel özelliklerinde ilk dikkati çeken nokta dilindeki
duruluk ve anlatımındaki yoğunluk. Dil hâkimiyetiyle
her cümlesinin özenli yazıldığı aşikâr olan roman,
daima canlı tutulması gereken bir dikkatle okunmayı
gerektiriyor. Bihter ve Revnâ’nın hayatı olmak üzere iki
ayrı dünyayı anlatıyor gibi görünmesine rağmen esasen
ortak bir derdi paylaşıyor: Toplumun dışına itilen
insanın kendi içine kapanması sürecinde ruhunda
meydana gelen çatlaklar, kanamalar, ağrılar… Gizli
Özne ile ruhunun penceresinden yağmakta olan
yağmuru izleyen ezilmiş insanın kendi içinde kopan
fırtınalarına, dramlarına şahit olunuyor. Roman, içinde
bir yerlerde yağmurdan sonra çıkması ümit edilen
güneş sıcaklığını barındırıyor. Tahterevallinin bir
ucundaki ruhları acı dolu karakterler ile diğer ucundaki
daha ‘normal’ karakterlerle romanda dengelenme
sağlanmış. -Böylece tam ortada konumlanmakla birlikte
uçlara da değinen ama neticede dengede kalmayı
başaran özellikli bir romanı sunar Gizli Özne.Bilinçaltının dar odalarında gezinerek ruhundaki
boğmacaya bir çıkar yol bulmaya çalışan insanı da
tanıtıyor, bencilliği ile dünyaya bakışı körelen insanı da
anlatıyor. Kurgusundaki düğümlerin hemen
çözülemeyişi ve hepsinin birbiri içine geçmiş olması
romanı oldukça zorlaştırmış. Zaman akışının düzenli
olmayışı; -Bihter’in babaannesinin ölümü sonrasında
sanki babaanne ölmemişçesine onun romanda
yürümeye devam etmesi-, kitap yazıldıktan sonra
bölümlerin sırasında değişiklikler yapıldığı izlenimi
uyandırıyor. Bu durum eserin karmaşıklaşmasına sebep
olurken onu farklılaştırmış. Nihan Kaya eserinin başında
kahramanlarının neler yaptığını anlatmış ve sonra en
başta anlatılandan yola çıkarak okuyucusunun zihnine
yeni yeni soru işaretleri bırakmış. Gitgide ve iç içe
açılarak ilerleyen bir roman. Rehâ’nın ve Revnâ’nın
nişanlanmış olduğu kitabın en başında anlatılmış ve bu
nişanla ilgili bilgiler kitabın sonuna doğru verilmiş. Bu
da romanı sürükleyici kılan sebeplerden bir tanesidir.
Diğer yandan Revnâ’nın daha önce hiç gitmediği
Rehâ’nın evine olan ziyareti askıda bırakılan bir soru
işareti olarak eserde kalmış.
anlamlıymış. Boynunda fular, başında şapka, ağzında
piposu olan ressamlar, eskimiş dantel yakalar, ipek
çarşaflar; hepsi aslında yalanmış. Tek gerçek varmış; o
da “şu an”mış.”8
“İşte Rehâ, senin doğduğun an, artık Bihter’in
ölüp, benim doğduğum andı. Bihter ömrü boyunca
bana hamile kaldı. Doğmak içinse seni beklemişim
meğer. Sen, Rehâ, benim zaferimsin. Bebeğini
“koş”arken kaybetmeye yazgılı Bihter’in, doğurduğu
çocuksun. Benim oğlumsun.”7 Cümlesiyle tüm
KISIK SES DEVRİM DOĞURAN ELLER
Bebekler kanla yıkanıp düşerken yere
Devrim doğruyor ellerim
Gözlerim
Nefesim
Kısık sesim
Çığlığını kesiyor gecenin
Ölüm soluyan yarasa
Güne dikti gözlerini
Yırtılsa kanadım yırtılsa
Hey sen gül soylu adam
Tazecik körpe gelin
Ağlayan anam
Üzme kendini
Emeğini piç eden
Ahkâm kesen yılanlar
Kendi eliyle yüzecek derisini
Sevilay Yücedağ
GECELERİN VARDI
ayçiçeği bükük gecelerin vardı
mum ışığında
ölümü ören pençelerinden daha sert
bu mevsimlere habersiz
kabahatler içinde
kiralık gecelerin vardı
tenine uzak kadınlardan
daha uysal
daha yirminci yüzyıl duran
çakıl taşı gözlerde unutulmuşçasına
vardı işte, gecelerin
olağanüstü gecelerin vardı
alaz parçası cam kırıklarına düşerdi
yeryüzün
paramparça bedenlere sığmazdın
olsun deyip geçerdik
sabaha
anlatılanların Revnâ’nın bir sanrısı olduğu kanısına
varılıyor. Ve askıda kalan soru –Revnâ’nın Rehâ’nın
evine gitmesi- açıklık kazanıyor.
Gizli Özne, kurgusuyla okuyucuyu zaman zaman
zorlayıp roman içinde geri dönüşlere mecbur kılsa bile
dili kullanmadaki başarısı ile göze çarpıyor.
Revnâ’nın gerçekle hayal arasında kurduğu ağ,
Nihan Kaya’nın duru dili ve üslubundaki akıcılığı ile
okuyucusunu Gizli Özne’ye davet eden çağrışımları
besliyor.
kalabalık gecelerin vardı
şehir timsahı bulutlarına sığmayan
pastel pembesi çiçekler toplardık
gökyüzünden
yıldız olurduk
paylaşırdık insanları
anlayamazlardı
“Anladım; gerçeğe dair tüm düşüncelerimiz birer
kuruntudan ibaretmiş. Meğer hayat “ansızın”la eş
Nihan Kaya – Gizli Özne, Dergâh Yayınları, sayfa: 226
8 Nihan Kaya – Gizli Özne, Dergâh Yayınları, sayfa: 227 – 228
7
35
öyle gecelerimiz vardı
Ağlasan ağlayamazsın ölsen anlamazlar
Beni en çok bunlar bitiriyor işte…
Maksut KOTO
HATIRLANANLAR
Ayhan Hüseyin ÜLGENAY
Çaresiz Adam
Akşamları bırakıp bırakıp gitmelerin var ya
Beni en çok onlar bitiriyor işte
Sonra bazı geceler istasyonda
O dönüp dönüp arkana bakmaların
Sonra kalabalıkta ağır ağır uçuşu saçların
Dağ başında unutulmuş bir harman gibi
Beni en çok bunlar bitiriyor işte
Bu dedikodular yalanlar korkular
Sonra bir sabah vakti
Peri padişahının oğluyla beraber görmek seni
TURHAN OĞUZBAŞ
(Turhan Ragıp OĞUZBAŞ)
14.03.1933 Mersin/Tarsus doğumlu. Baba adı Mehmet, ana adı Habibe, evli, bir çocuk babası. Şair, reklamcı,
gazeteci, avukat müşavir.
İlkokulu Mersin İsmetpaşa İlkokulu’nda (1941-1946), ortaokulu Mersin Lisesi Orta kısmında (1946-1949), liseyi
Mersin Lisesi’nde (1949-1952) bitirdi. 01.05.1954-30.04.1955 tarihleri arasında askerliğini Gelibolu 42. Piyade
Alayı’nda yedeksubay olarak yaptı. Askerlik dönüşü Özger Reklam’da çalıştı. İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ni bitirdi (1956-1960). Radar Reklam Ajansı’nda çalıştı. Daha sonra 1969 tarhinde İstanbul Reklam’ın
prdüktörlüğünü yaptı. 20.03.1979 tarihinde İstanbul Barosu’nun levhasına kaydoldu. Avukatlığa başladı. Ölene dek
baroya kayıtlı kaldı. 02.12.1986 tarihinde emekli oldu. 20.03.1992 tarihinde üçlü kararname ile Kültür Bakanlığı
Müşavirliği’ne atandı.
İlk şiir yazma girişimleri ortaokul sıralarındadır. Yayınlanan ilk şiiri ÇEKTİĞİM ACI 1945 yılında Eskişehir ‘de
yayınlanan TÜRKE DOĞRU Dergisi’nde yayınlandı. YENİ VATAN, EKSPRES, HEY DERGİSİ, sanat sayfalarını yönetti.
ABC Gazetesi’nin köşe yazarlığını ve şiir köşesinin yönetti (1969). YELPAZE Dergisi’nde ünlülerle yaptığı röpörtajları
yayınlandı. VARLIK, HİSAR, KAYNAK, YEDİTEPE; TÜRK DİLİ; YELPAZE gibi dergilerde şiirleri yayınlandı. 1964
yılında Vladamir NABOKOV’un LOLİTA isimli romanını tiyatroya uyguladı. Eserlerini Avni ANIL; Sadettin ÖKTENAY,
Dr Selahattin İÇLİ, Amir ATEŞ, İrfan ÖZBAKIR, Yavuz ÖZÜSTÜN. Sadi HOŞSES tarafından bestelendi. Erol
BÜYÜKBURÇ 12 şiirini besteledi. En bilinen şiiri İSPANYOL MEYHANESİ isimli şiiridir. Şirlerini bestelensin diye
yazmamıştır. Şiirleri daha sonra bestelenmiştir.
Ölümünün 12. Yılında İstanbul Barosu tarafından İstanbul Barosu Konferans Salonu’nda yapılan bir törenle anıldı
20-25 Nisan 1993 tarihleri arasında Mersinimi Seviyorum Kültür ve Sanat Haftası etkinlikleri içinde Kültür Bakanı
Fikri SAĞLAR’ın katkılarıyla Mersin Liselire Derneği tarafından 40. Sanat Yılı kutlandı. Turhan OGUZBAŞ,
ATATÜRK’ün düşüncelerini benimser. ATATÜRK hayranıdır.
ALDIĞI ÖDÜL: “YAŞAMAK YALAN BELKİ” isimli şarkıyla 1983 MİLLİYET SANAT ÖDÜLÜ’nü aldı.
Turhan Ragıp OĞUZBAŞ 15.05.1997 tarihinde İstanbul’da hayata gözlerini yumdu.
ESERLERİ:
1: İSPANYOL MEYHANESİNDE SENİ ARADIM (1964, 1964, 1966, 1968).
2: YAŞANMAMIŞ MEKTUPLAR (1965, 1967, 1967).
3: GÖZLERİN İSTANBİL SENİN (1966).
4: SONBAHAR RÜZGARLARI (1966).
5: BEYAZ KASIMPATILAR (1969).
36
HAKKINDA: Turhan OĞUZBAŞ 40. SANAT YILI (Mersin Liseliler Derneği 1993).
yakın arkadaşı olan Profesör Doktor Serap Alper’in
Meriç Yoldaş Hiçyılmaz
verdiği ilaçla bir müddet sonra ayağa kalkmıştı.
KIYAMET BEKÇİLERİ
NEHİR HANIM
Neler düşünüyordu kim bilir? Nehir’le tanıştığı ilk güne
gidiverdi. Yabancı bir şehirde soğuk bir günde asla
unutulmayan, ikram edilen sıcak bir fincan salep gibi
gelmişti, damakta kalan zencefil ve tarçın
tadında. Hele o otobüste karşılaşmaları dostluklarını
perçinlemişti. Her gün batımında mutlaka renkleri
anlatan Nehir Hanım gelirdi gözlerinin
önüne. ‘’kırmızı; orospunun ateşli öpücüğü, sarı;
gerdeğe giren utangaç bir gelinin yüzünü
örtüşü, erguvan; dans eden çingenenin uçuşan
etekleri’’ betimlemelerine bayılırdı. O güne kadar böyle
yaşam dolu birisini görmediğini anımsadı. Ellerinde sihir
vardı sanki tuttuğu her şey muhteşem bir şekle
dönüşüyordu. Konuşmasını daima fıkralarla süsler
oradan oraya koştururcasına yaşayan bu kişiliği
gülümseyerek hatırladı. İstediği an o bet sesiyle avazı
çıktığı kadar şarkı söylemesi bir başka güzelliğiydi.
***
Sıcak yaz akşamlarında Nehir’i sınamak için çıkardığı
yürüyüşlerde hiç yorulmadığına tanık olunca, ne kadar
şaşırdığını anımsadı. Bu yaşına karşın içindeki enerjinin
hiç azalmadan nasıl kaldığını düşündü. Ne kadar
sevdim bu kadını, bunca sene kopamadım. Şimdi beni
terk edecek diye öyle korkuyorum ki. Bu kadar
zayıflaması beni üzüyor. Sanki intihar eder gibi
yaşamaya başladı. Yaşlandığını kabullenip bir kenara
çekilmesini ne zaman öğrenecek acaba? Bırakıp
gitmek hiç içimden gelmiyor. Ailesi bir türlü beni kabul
etmedi çaresiz gitmeliyim.
Bırak beni
Ve
Soysuzluğun lanetine vur
Çapraz ateşle gelen Araf
Büyük sayfalarda küçülerek yaşamaya alıştığın
Çirkin bir böcek gibi
İğren ama ezilme
Hayret! Neden bu korku
Oysa ne kadar da benzer pisliğiniz
Cezvede kaynayan demir- sülfür karşımı
Bir sözcük taşımıyla köpüren
Salyalı ağızların nesne artığı
Üstü kapalı bir vahşetin tanıksız süvarisi
O kanlı ellerinle şarabını yudumla
Kırmızıya kırmızı yaraşır
Nereye gidersen git
Çöp kokusu / leş yığını / ruh yangını
Köpeklerin insana galebe çaldığı cehennemde
Suskunluk dağları parçalandı
Artık şehrin gözleri çığlık, haykırışları zifirdi
Ağaçlar saçlarını sallıyordu, acaba yeni budayıcıları kimdi?
Kıyamet bekçileri son emrini verdi: hazır ol!
Zulüm okları vurdu insanlığı: rahat!
Burcu Yalkın
ÇAY İÇERKEN GÜLÜMSE
Seni seyrederken
Heyacanlanıyorum
Ağzım kuruyor
İlk çayı yudumlarken
İnce belli badağı
Hissediyorum
Avuçlarım yanıyor
Daha az konuştu telefonla
Mavi çiçekli elbisesi
Çok yakışmış diyorum
Çayın buruk tadı var damağımda
İkinci bardağı içerken
İçim acıyor
Beraberliğimizi düşünürken
Üşüyorum
Çayın sıcaklığı bile ısıtmıyor
Sevginin sıcaklığını arıyorum
Her gün geldiğin bu yerde
Gözlerini ararken yoruluyor gözlerim
Artık bana gülümse
Yoksa yazık olacak sevgime
Bir meltem esecek
Yaşlı adam bastonunu tutunarak yanına geldi. Aileden
değildi besbelli, yabancı, ürkek ama sevgi dolu. O da
bu daveti kaçırmak istememişti. Babaannemin ellerini
öptü uzun uzadiye ve izin istedi bakışları bir müddet
kilitlendi birbirine, her ikisinin de doluverdi gözleri
birden. Kimdi bu beyefendi? Çekip gitti yavaşça başka
kimseye veda etmeden. Babamın ve de halamın kızgın
bakışları arasında, kolunda bir delikanlıyla birlikte.
Kimdi acaba? Cesaret edip ne babama, ne de halama
bir türlü soramamıştım. Kimdi acaba? En kısa zaman
da sormayı düşlüyorum bizim koca çınara. Ama
mutlaka mektuplarında yer vermiştir diye de
düşünüyorum. Böyle birbirlerine sevgiyle bakan gözleri
az görmüşümdür hayatımda. İçimden işte aşk bu
demiştim. Lakin yalnız yakalayamamıştım sevgili
babaannemi bir türlü. O günden sonra çok
rahatsızlandı, içkiyi mi fazla kaçırmıştı ne? Yoksa yaşlı
kalbi böyle bir heyecana mı dayanamamıştı. İnatla
hastaneye gitmemişti. Kendisinden epeyce genç olan,
37
Ayhan Hüseyin ÜLGENAY
Bir anı kalacak
Bakışlarımın bittiği yerde
Gülderen Gürcan
BIYIK SENDROMU
...
Kuş yuvası saçlarına konasım gelir,
Pampik yanaklarını sıkasım gelir,
Kaytan bıyıklarını yolasım gelir..
Şarkılarda seslendirilen bıyık, insan bedeniyle
ilintili olup, zaman zaman modayı da takip etmiştir.
Kimi zaman beyaz perdede görülen Ayhan Işık-Sadri
Alışık çatal kaşık tekerlemesiyle kafalarımızda yer eden
dudak üstü ince bıyık moda olmuştur. Kimi zaman
da badem bıyık. Ama hayatımızda hep olmuştur.
Günü gelir bıyık yarışmaları yapılır. Ta
Amerika'lara yurdumuzu, vatanımızı, bayrağımızı ve
erkeklerimizi temsil etmesi için, turizmi tanıtması için
Palabıyık yarışmalarına elçilerimizi göndeririz. Hep
kültür sanat elçisi olarak kadınlarımızı gönderecek
değiliz ya!
Yarışma ertesi, en pala bizimki seçildi. Bilmem
nerenin gavurlarına "pala da neymiş, nedir*? gösterdik.
Ya da güzeller güzeli hanımefendiye; sanatınızı
sunduğunuz Türkiye Cumhuriyeti'nin sayın Başkanı
program sonrası "size ne hediye ettiler?" sorularını
sorarlar. Onların el-cevaplarını dinleriz. Birinin iki
yanında iki genç bayan, diğeri üzeri bilmem ne
taşlarıyla süslü sabahlığıyla ailemize; telaşlı iş
gidişlerimizde, sömürülmüş-posası kalmış yorgun argın
bedenimizle iş dönüşümüzde ekmeğimize katık olup
sofralarımıza arz-ı endam edip düşerler. Sen de ağzını
ayırıp bakakalırsın. Dedeler, neneler bakar, ailen
bakar, çocukların bakar.
Gelin, az buçuk şu bıyığın gelişimini, soyal
boyutunu, insanlar arası etkileşimini takip edelim. Pis
bıyık, pos bıyık illaki kaytan bıyık demeyelim Bir
bakalım neymiş şu kıllar kümesi? İnsanoğlu neylemiş,
neylemişse güzel eylemiş.
Hafife almadan, bıyığın gelip geçirdiği evreleri ve
sosyal boyutlarını da şöyle bir teğet geçelim. İnsanoğlu
karmaşık sakal bıyıktan günümüze ne kanlı canlı
gelişimler gösterdi?
Önceleri pirler yani yaşlılar, gezginler sakal bıyık
bırakırken aniden sanatçılardan büyük destek gelmiş.
Örneğin: Salvador Dali.
Bu arada, bıyık modası olur da; bıyık falları,
rüyaları ve islami tabirleri olmaz mı? Rüyada bıyık
çıkması, erkeklerde bolluk bereket, aşk, sevdanın hemi
de karası derken, kadınlar da zinhar işler tepetaklak.
Kimilerine göre, rüyada bıyıklıysan, bencilmişsin ve de
gayri meşru ilişki yaşıyormuşsun. Sizi gidi zinacılar sizi.
Ne yasalarda, ne dinde-imanda yeriniz var. Erkekseniz
yaşadığınız coğafyaya göre ya elinizin kınası olur, ya
07.08.200
kırbaçlanırsınız. Kadınsanız adınız o… çıkar, recm
edilirsiniz. Anlıyacağınız bu konularda özel bilimler
çıkmış olup, temizlenmek için Büyük Saf-i fıhkı
(Taharet ve taharetin çeşitleri) yazılmış.
Pis bıyık, pos bıyık, kaytan bıyık derken levent
bıyıkları da unutmamak lazım. Hele de Hitler'in badem
bıyıkları tarih boyunca kafalarımıza çakılmıştır. Daha
çok muhafazakar eksenli zatlarda olurmuş. Üst
dudaklar açıkta bırakılır, meleklerin sus diye parmak
bastıkları yerlerde bırakılır, kenarları inceltilir ve düzenli
bakımla kısa tutulur. Sık sık, burun kıllarıyla karışsa da
özel makaslarla kesilirmiş.
Pos bıyık: Her yandan küt ve kalındır. Bizlere
sözüm ona Ruslardan geçmiş. Yalan. İnanmayanlar
tarihlerimize baksınlar. Padişah portrelerini incelesinler.
Bir de at üstünde yedi dünyaya meydan okuyan
yiğitlere baksınlar. Efelere baksınlar, Ata sporu
yapanlara baksınlar. Onlara bakamazlar da, Stalin'in
bıyığını örnek gösterirler. Pos bıyıkta, kılların ucu üst
dudağı örter. Neredeyse ağıza girer. Kimileri sigara
dumanıyla, kadınlar kurban olsun diye sarartırlar. Gür
ve kaba görünüme sahiptir.
Ülkücü bıyığı: Kaşlarla birlikte üç hilalin
tamamlanması öngörülmüştür. Uçları, ağzın
kenarlarından inceltilerek aşağı sarkar. Gür ve kaba
olmamasına özen gösterilir. Kaşlar çok gürse? Artık
orasını bilemem. Onların sorunu.
Sonunda; onca savaşlar, açlık, işsizlik sefalet
varken, güm güm canlar parçalanırken, tüm halk kan
kusarken; bir de bıyık tasarım ve aksesuar meslek
yüksek okulu açtırmayalım. Çocuklarımızı özel
dershanelere gönderip yok paralarımızla, kafalarına
kültür adı altında paslı çıviler, mıhlar çaktırtmayalım.
Sakal bıyık; ondüle araç gereçleri, Kesme,
boyama, fön. Ne bileyim belki de şakıldaklı koyun gibi
boncuk dizme. Yarışmalarda daha albenili görülür.
Büyük bir iş kolu. Büyük pazar. Hafife almamak
lazım. Ağızlarının içine baktığımız liderlerimizin vardır
bir bildikleri. Yoksa al takke, ver küllah diye niye nefes
tüketsinler ki? Yemin içerim, hep bizler için. Ah, biraz
da onları anlayacak kültür ve düşünecek kafamız olsa.
Olmuyor işte. Doluya koysan almıyor, boşa
koysan dolmuyor. Paslı mıhları kakalayanlara: Hööössst
bre gafiller diyorum, Yetmiyor. Sonunda; onca
savaşlar, açlık, işsizlik sefalet varken, güm güm canlar
parçalanırken, tüm halk kan kusarken; bir de bıyık
tasarım ve aksesuar meslek yüksek okulu
açtırmayalım. Çocuklarımızı özel dershanelere
gönderip yok paralarımızla, kafalarına kültür adı
altında paslı çıviler, mıhlar çaktırtmayalım.
Sakal bıyık; ondüle araç gereçleri, Kesme,
boyama, fön. Ne bileyim belki de şakıldaklı koyun gibi
boncuk dizme. Yarışmalarda daha albenili görülür.
Büyük bir iş kolu. Büyük pazar. Hafife almamak
lazım. Ağızlarının içine baktığımız liderlerimizin vardır
bir bildikleri. Yoksa al takke, ver küllah diye niye nefes
tüketsinler ki? Yemin içerim, hep bizler için. Ah, biraz
da onları anlayacak kültür ve düşünecek kafamız olsa.
Olmuyor işte. Doluya koysan almıyor, boşa
koysan dolmuyor. Paslı mıhları kakalayanlara: Hööössst
38
bre gafiller diyorum, Yetmiyor.
Sonunda, benim de saçımı başımı yolasım geliyor…
ABİ ÇEKİMDEYİM
SONRA ARAYIN
Osman Akyol
İki hafta önce Sinan Bozer bir oyunculuk ajansına
kaydoldu, Mayadroom Ajans’a… Tıpkı başkaları gibi o
da, ajans sahibi Mevlüt Dede’nin “Hayatta herkesin bir
rolü vardır!” spotuna aldanmıştı. Kendini yakışıklı
buluyordu. Belki de bundandı figürasyon ajansına
girmesi.
Eskiden konfeksiyon piyasasında “aranan” bir
makineci olan Sinan şimdi işsizdi. Aslında 2001 krizinde
işsiz kalmıştı ama farkına varması yeni olmuştu. 2001
krizi patlak verince çalıştığı konfeksiyon atölyesi; ilk
önce işçileri zorunlu aylıksız izne çıkardı, ardından
merdiven altı imalata geçti. Sinan’ı da sezon başlarında
sipariş aldıkları zaman çağırıyorlardı. Maaş yoktu, parça
başı para veriyorlardı. Sigorta, yol parası, yemek
parası, yakacak yardımı, kıyafet yardımı, kira yardımı,
çocuk ve aile yardımı, ikramiye ve fazla mesai ücreti
gibi sosyal yardımlar hiçbir dönemde olmamıştı zaten.
Ekonomik sorunlar başlayınca karısı evi terk etti.
Bir çocuğuyla baş başa kaldılar. Daha sonra
kayınbabasının, Zeynep’in başını kapatıp, zengin bir
hacıya sattığını duydu. Beş yüz lira haftalık aldığı, her
hafta sonu Eminönü sahilinde piknik yapılan güzel
günler geride kalmıştı artık. Yeni durumunu
kabullenmesi zor oldu.
Geçen yaz sokaklarda işsiz ve beş parasız bir
şekilde dolaşırken kortejler halinde 1 Mayıs İşçi
Bayramı’nı kutlamak için Taksim’e akın eden işçileri
görmüş ve onları büyük bir hayranlıkla izlemişti.
İşçilerin, “Yağma yok sosyalizm var!” sloganı hala
kulaklarında çınlıyordu.
Fakat o, Adana’nın bağrından kopup gelmiş, saf
Anadolu delikanlıydı; kolay kolay yıkılmazdı. Öyle de
oldu, bir arkadaşının tavsiyesiyle girdiği oyunculuk
ajansında yeniden hayata tutunmayı başardı. Camda
otururken aklına çocukken izlediği arabesk filmlerinin
fragmanları geldi, birini hemen kendine uyarladı:
“Sanat alemine yepyeni bir yıldız doğuyor…
Sinan, Adanalı Sinan… Yakında bu sinemada!”
“Adanalı Sinan!” Pek fiyakalı gelmedi, yeni bir
isim düşündü, fakat bulamadı.
Acaba bodoslama daldığı sinema nasıl bir
şeydi? Hemen bilgisayara baktı. “Yedinci sanat:
sinema. Sinema, Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin
1895’te sinematografı keşfiyle başlar. Aslında sinema
bir göz aldanmasıdır” diye yazıyordu internette. “Nasıl
yani?” dedi kendi kendine. Okumaya devam etti: “Bir
saniyede 24 kare resim film şeridi üzerinde gözümüzün
önünden geçince, görüntü hareketlenir”
“Neyse siktir et” dedi kendi kendine. O
sinemanın mühendislik yanıyla değil, daha çok “artislik”
yönüyle ilgilenmek istiyordu. Kayıt olduğu figürasyon
ajansını google’dan sörç edip buldu set card’ına baktı.
İçinde profesyonel resimleri vardı. Tekrar güzel
hayallere daldı, görsel dünyanın tuzaklarından şimdilik
habersizdi. Tek yapması gereken, ajanstan gelecek
haberi beklemekti.
Beklemesi uzun sürmedi, bir akşam casting
sorumlusu Gizem, Sinan’ı aradı.
“Sinan Bey merhaba, ben Mayadroom Ajans’tan
Gizem… Yarın müsait misin?”
“Evet, müsaitim…”
Biran eski Türk filmlerindeki jönler gibi, “Nevet
nazırım!” demek istedi ama ayıp olur diye vazgeçti.
“Yarın, Bu Kalp Seni Unutur mu dizisinin çekimi
var, asker olacaksınız.”
“Tamam…”
“7:30 AKM, günlük kıyafetle gidin, kostüm
verecekler”
Ertesi gün Sinan, sabah erkenden Taksim
AKM’nin arkasında yerini aldı. Burası figüranların
buluşma yeri olan salaş bir çay ocağıydı. Kendisini ekip
başı Yasin Yorulmaz karşıladı. Listeden ismini bulup
karşısına işaret koydu.
Çok geçmeden servis minibüsü de geldi. Minibüse
doluştular. Ekip başı Yasin, arabanın önüne, şoför
mahalline kuruldu, yanına da çıtır kızlardan biri…
Şoföre “Beykoz kundura fabrikası abi” dedi.
Şoför başıyla onaylanıp gaza bastı.
Gümüşsuyu’ndan Beşiktaş’a, oradan da Barbaros
Bulvarı’ndan ayrılan Beşiktaş-Boğaziçi Köprüsü bağlantı
yolunu izleyerek Beykoz’a vardılar. Film setine
vardıklarında daha set arabası ortalıkta yoktu.
Bir saati aşkın bir bekleyişten sonra set arabası
geldi. Setin çaycısı hemen çay kahve otomatını kurdu.
Herkes sabırsızlıkla çay ve poğaçadan oluşan kahvaltı
menüsünü beklemeye başladı.
Kahvaltı yaparken ekip başı gelip, “Kahvaltısını
bitiren arkadaşlar kostüm arabasının oraya gitsin” dedi.
Kostümcüler, Sinan’ı asker yaptılar. Gelen figüranların
bir kısmı asker, bir kısmı terörist, bir kısmı da sivil halk
olmuştu. Kostümcüler, figüranları bir “figür” olarak
gördüklerinden, verdikleri kıyafetin bedenine dikkat
etmiyorlardı. Sinan, asker üniforması içerisinde
kayboldu. Bir an, Van’daki askerlik yıllarını hatırladı,
jandarma komando olduğu yılları…
Daha sonra saatler süren bir bekleme süreci
başladı. Sinan sette kendine yeni arkadaşlar edindi.
Settekilerin çoğu emekli, dul ve yetimlerden
oluşuyordu. Hiç biri halinden şikayetçi değildi.
Aradıkları her şey sette mevcuttu çünkü. Oldukça
sağlam görünen, malulen emekli Haydar Abi fıkra
anlatıyordu.
“Temel’le Dursun, Amerika’ya kazı yapmaya
gitmişler. Kaz ölmüş…”
Sinan espriyi anlamamıştı.
“Eee sonra?”
“Ha ha ha…”
Onlar birbirine fıkra anlatırken set ekibi, boş
durmuyor; ışıkları ve dekorları kuruyordu. Sinan boşta
kalan kızlardan birine yanaştı. Kıza adını sordu,
“Merve” yanıtını aldı. Tanışma faslından sonra kıza
kendi yaşamından bahseden Sinan, eşinden
boşandığının altını özellikle çizmeyi ihmal etmiyordu.
Tam kızla işi pişirip yatağa atacaktı ki; ekip başı gelip,
39
“Herkesi setten istiyorlar” dedi. İçtikleri kahveyi yarım
bırakıp kalktılar. Zaten sabahtan beri çay-kahve
içmekten başka bir iş yaptıkları da yoktu.
Reji ekibinden biri sahnedeki mizanseni
anlatmaya başladı:
“12 Eylül darbesi olmuş; sokağa çıkma yasağı
var, caddelerde tanklar yürüyor, askerler sokaklarda
devriye geziyorlar…”
Görevli daha sözünü bitirmeden yönetmen
yardımcısı geldi, “Hemen bir prova alalım” dedi. Birkaç
prova yapıldı, bu esnada kimi dekorların yerleri değişti,
figüranlardan bazıları arkaya atıldı, bazıları daha öne
alındı. Bu arada kameraman yardımcıları şaryoyu
kurmakla meşguldüler. Şaryoyu kurunca üzerine
kamerayı yerleştirdiler.
O ana kadar monitörün başında sessizce
bekleyen settekilerin “Aydın Hoca”sı yönetmen Aydın
Bulut:
“Klaket çak! 3… 2… 1… Kayıt!” dedi.
Çok geçmeden “Kestik! Kestik!” diye bağırdı.
“Baştan alıyoruz.”
Hemen rejiden biri gelip trafiği yeniden
düzenledi, gülenleri uyardı, “Arkadaşlar kameraya
bakmayın, doğal oynayın” dedi. “Yoksa sabaha kadar
tekrarlarız.” Bu esnada set amiri sete dadanan meraklı
kalabalığı dağıttı, araç trafiğini durdurdu.
Sonra tekrar aynı şeyler başladı.
“Üç… İki… Bir… Oyun!”
Hoca yine, “kestik!” diye bağırdı. Bu sefer de
oyunculardan biri hata yapmış, lafını yanlış söylemişti.
Her şey sil baştan… Böyle bilmem kaç tekrardan sonra,
yönetmen,“Bu sahnenin geneli tamam şimdi yakınlarını
çekiyoruz” dedi. Sinan bitti sandı. Set amiri, ekip
başına, “Yardımcı oyuncu arkadaşlar istirahat edebilir”
dedi. Ekip başı fgr’leri tekrar çay içtikleri yere götürdü.
Sinan, elindeki kostüm G-3 piyade tüfeğini bir
kenara atıp tuvalete girdi. Tam tuvaletteyken telefonu
çaldı, arayan ekip başı Yasin’di.
“Abi nerdesin set başladı.”
“Lavabodayım, hemen geliyorum.”
Yine aynı sahneyi çekiyorlardı, fakat bu sefer
Jimmy jeep kurulmuştu. Trafiği ayarlayan, sinema tv
bölümünden yeni mezun olmuş set görevlisi, “Herkes
ilk yerine geçsin” dedi. Sesçinin, “Sessizlik!” diye
ikazından sonra Aydın Hoca’nın megafondan sesi
duyuldu:
“3… 2… 1… Kayıt! Kestik! Kestik! Olmadı baştan
alıyoruz.”
Sinan iyice kontrolünü yitirmiş, bu sahnenin
biteceğine dair hiçbir umudu kalmamıştı. Sette tam bir
kaos görüntüsü vardı. Steadicam operatörü üzerindeki
yeleği sökerken bazı set görevlileri başka bir yerde
tripotu yerleştirip üzerine kamera koymaya
çalışıyorlardı. Sayılardan oluşan şifreli bir dil kullanan
ışıkçıların ne yaptığını ise kimse bilmiyordu. Bazıları
ışıkların yerlerini değiştirirken bazıları da oyuncuların
yüzüne reflektör tutuyordu. Şaryo üzerindeki dolly’yi
itenlerle boom operatörünün boom sopasıyla yaptığı
kavga görülmeye değerdi. Bu arada makyözler de boş
durmuyor; aralarda gelip oyuncuların terlerini siliyor,
bozulan makyajlarını tazeliyorlardı.
En sonunda ne olduysa oldu, yardımcı yönetmen,
“Arkadaşlar burası tamam, şimdi diğer sahneye
geçiyoruz” dedi. Herkes rahat bir nefes aldı.
Yönetmenin yanından ayrılmayan asistan kız, elindeki
senaryoda biten sahneyi fosforlu kalemle çizdi.
Set teknisyenleri yeni bir dekor kurmaya
başladılar. Çatışma sahnesi çekilecekti.
Prodüksiyon amiri işi biten eski model arabaların
sahiplerine paralarını verip gönderdi. Sinan, “Acaba bir
klasik araba alıp filmcilere kiraya mı versem” diye
aklından geçirdi. “Ama yok, en iyisi ekip başı olmak”
diye sonradan fikrini değiştirdi.
Tekrar istirahat yerlerine çekildiler. Sinan, sivil
vatandaş rolündeki bir figüranla çay içerken meraklı bir
genç de Sinan’ın yere bıraktığı silahıyla oynuyordu.
Adam, Sinan’a, yirmi yıldır bu işi yaptığını, söylüyordu.
“Aslında ben, ajanstan diyaloglu olarak
çağırmazlarsa gitmiyorum” dedi. “Şu anda alt ajanslık
yapıyorum. Bu gün set kalabalık onun için geldim. “
“Yapımcı firma ne kadar veriyor abi, oyuncu
başına?”
“Yüz lira veriyor; bunun yetmiş beşini ajans
alıyor, yirmi beşini figürana veriyor.”
“Sen?”
“Ben oyuncu başına yüzde alıyorum ajanslardan.
İstersen telefonunu ver, güzel bi iş çıkınca seni
arayayım. Çarşamba günü TRT’nin ‘Bir Zahmet’ diye bir
şaka programı var, para peşin, istersen seni oraya
yazayım.”
“Gelirim de, ajansla sözleşmem var. Beş bin
dolar tazminat cezası falan…”
“Noter huzurunda mı yaptın?”
“Hayır…”
“O zaman bi bok olmaz. İyi be ayda bir iş ver
sonra da…”
Yeni sahne kurulmuştu. Biri gelip Sinan’ın karnına
kan torbası taktı, vurulma sahnesi için…
Set görevlisi kan torbasını takarken Sinan’ı eski
patronu aradı. Yaz sezonu geliyordu, belli ki işe
çağıracak. Sinan önce açmadı. Telefon ısrarla çalınca,
açıp:
“Abi çekimdeyim, sonra ara” dedi. “Sesin
gelmiyor, kapatıyorum.”
SEVDAMIN SAVAŞI
-20’li yaş şiirlerindenölürsen ölürüm, beni bırakma
koma yerde kavgayı sevdam
yıl yılın, gün günün
bense kavgamın
hasretine doladım deli gönlümü
deli gönül yas mı tutar sevdam
vızgelir bana karanlık geceler
bilmeceler, bildirmeceler
her günüm yarına çıkar benim
sar yüreğine kavgamı
beni yıkma sevdam
40
Süleyman yağız
Özcan Özkan
BİR SEVGİ HİKAYESİ
-Sekiz dokuz yaşlarında bir oğlandım. Cenap
kiracımızdı. Aynı bahçe içindeki evlerde oturuyorduk. Tek
başına yaşıyordu. Tuvaletimiz ortaktı. Ama o bizimle aynı
tuvaleti kullanamayacak kadar sıkılgandı. Kimseyi rahatsız
etmemek için ortalarda görünmez, neredeyse bir gölge
gibi yaşardı. Ama yine de Kadriye abla ne yapar eder her
gün illa bir karşılaşma denk getirirdi. Farkındaydım, abayı
yakmıştı ona. Cenap da az yakışıklı bir delikanlı sayılmazdı
hani. Yakınlardaki cam fabrikasında işçiydi. Gece
vardiyasındayken gündüz evde olur, beni bahçede
oynarken bulursa içeri alırdı. Birlikte ev ödevlerimi
yapardık. Bitince de uyumak için yatardı. Ben de onunla
birlikte uyumak ister, yanına kıvrılırdım. Beni şefkatle sarar
sarmalardı. Hele kışın sıcacık olurdu yatağı. Evimizde her
zaman soba yanmazdı. Ben de ona giderdim. Bir gün yine
böyle yatmışız koyun koyuna. Arkamda kımıl kımıl.
Salıncakta uçuyor gibiyim. Diyemedim bir şey. O da
demedi.
kapanıp durmadan yazdım. İşte bugün de, bildiğin gibi, ilk
kitabımı imzalamak için hevesle beklerken sen geldin.
-Ondan sonra başkası oldu mu peki?
-Yok, başkasını aramadım ki hiç. Arada gider gelirim
mezarına.
-Çevreniz biliyor muydu Ayhan. Tepkileri ne oldu.
Size rahat verdiler mi peki?
-Bilmez olurlar mı, bildiler tabi, bildiler ama hiç
suçlamadılar bizi. Bakma sen, bizim insanımız böyledir.
Saklama yeter, adam yerine koyulduğunu bilsin, gerisine
aldırmaz. Basar bağrına. Orospuyu da… İbneyi de…
-Peki ailen?
-Haaa! Orası karışık biraz. Babamdan sakladık uzun
zaman. Sonra da gerek kalmadı. Kaybettik onu. Ama
annem resmen yıkıldı. Dağ gibi oğlum ziyan olup gitti diye
ağlıyor yıllardır. Kendini eve kapattı. Secdeden kaldırmaz
oldu başını. Benim yerime tövbeler ediyor garibim.
Suçlamadığı kimse kalmadı, tek ben masumum. Meğer ne
çok hayali varmış. Koluna takıp gezememiş, oğlum diye
gerinememiş…Amaaan getir kız içelim. Hadi sen de dök
bakalım incilerini. Henüz aklımız başımızdayken anlat da
dinleyeyim. Eteğimizde taş kalmayınca sarılır ağlarız biz
de. Bir daha kimbilir birbirimizi ya görürüz ya görmeyiz.
Derken gözlerinde yüklü bulutlar.Ha yağdı ha
yağacak.
Sevgi yerinden kalktı. Mutfağa doğru giderken;
-Dur unutma lafını, bekle bir dakika. Bir bira daha
açacağım, sen de ister misin Ayhan?
-Getir kız içelim. Yıllardır görüşemedik, bu muhabbet
sabaha kadar sürer. Uyumak yok bu gece.
-Tamamdır. Seninkileri bitirelim de hele, benim de
anlatacaklarım var.
Sevgi, bira şişesinin yanı sıra, bir de kırmızı
kumaştan yapılmış ağzı büzgülü, küçük bir torba getirdi.
Sehpanın üstüne bırakıp “açsana” dedi. Açılan torbadan
rengarenk misketler dökülürken Ayhan’a bakıp “senden
üttüklerim” dedi.
-Yok artık! Sakladın mı sahi bunca yıl? Alemsin
vallahi!
-Kimin aklına gelirdi ki yıllar sonra karşılaşacağımız.
Hoş, ben seni tanımasaydım bugün, sen beni biraz zor
tanırdın ya…Doğumdan sonra veremedim kiloları. Sonra
da baktım geri dönülemeyecek yere gelmişim. Ondan
sonra frenler boşaldı. Sonuçta, bu gördüğün doksan
kiloluk kadında senin o çitlenbik arkadaşından eser
kalmadı canım.
Sevgi buz gibi birayı bardaklara boşaltıp oturdu.
Gözlerini Ayhan’ın hüzünlü gözlerine dikip beklemeye
başladı. Ayhan kaldığı yerden devam ediyor şimdi.
-Gel zaman git zaman, biz böyle adı konmamış
bir şeyler yaşıyoruz ucundan kıyısından. Ben iyice
uyanmışım ama bu arada. Eh gücüm kuvvetim de yerinde
sayılır artık, nerden baksan on üç on dört varım. Bir gün,
yine biz böyle yatmışız, sözde uyuyacağız ya… Bizimki
başladı arkamda ufak ufak kımıldamaya. Tutup çevirdim
yüzüstü…Bir daha kopabilene aşk olsun. İşte böyle...
Hikaye bu… Çok sevdik ama birbirimizi. Upuzun yılları
paylaştık aynı yastıkta. Hiç bıkmadık birbirimizden. Ben ev
işlerini yürütürken Cenap da paramızı kazandı. İstemedi
çalışmamı. Benim sigortamı da ödedi dışarıdan sağolsun,
emekliliğim var şimdi. Kimseye ihtiyacım yok çok şükür.
Mahallede arkadaşım olmadı hiç. Bizi kovmadılar ama
yaklaşmadılar da. Ben de ev işi, televizyon, radyo falan
oyalandım işte. Seviyorum diye bana roman getirirdi ordan
buradan bulup. Öyle çok okudum ki sonunda ben de
karalamaya başladım. Cenap öldükten sonra hepten eve
41
AYRILAŞTIRMANIN GÜZELLİĞİNE
ÖVGÜ
karın sessizliğini seviyorum
lapa lapa yağmasını bir de
aynılaştırmasından hoşlanmıyorum
renklerini
çoğulluğunu doğanın
beyaz yalan kar örttükçe
örttükçe siyah yalan gece
yağmurun yıkayıp ayrılaştırması
yeşil tonlarını yaprakların
toprağın rengini
kırmızı kiremitlerini evlerin
her şeyin kendi ve belirgin oluşu
ne güzel
yağmurdan sonra
farklılıklar olmalı
farklı sesler
bir ülkede
laz türküleri
farklı güzellikleri kadınların
çerkez, kürt, vesaire
karın aynılaştırmasından hoşlanmıyorum
şeyleri
çoğulluğunu gizlemesinden
doğanın
ayrılaştırmasına
gülümsüyorum
her defasında yağmurun
pencerelerde, saçak altlarında beklerken
umutsuzca seni.
Abdullah Şevki
Mithat Önal
İDAMLIK
Yaklaşık yarım saattir devam eden sessizliği sarı benizli
gardiyanın hapşırması bozdu. Müdürle göz göze
geldiklerinde yüzünün rengi attı gardiyanın.
“Afedersinz” diyecek oldu, birden vazgeçti. “Hücreler
bu günlerde çok soğuk” diye geçirdi içinden. Gözlerinin
ucuyla süzdü içeriyi sarı benizli, yemek yerken daima
ağzını şapırdatan gardiyan masanın üzerindeki
dosyaları inceledi, bu zamana kadar hiç bakmamış
gibisinden.
Derin bir iç çekti müdür. Sol elinin parmaklarıyla başını
kaşıdı. Beyaza çalmış kepekli saçlarını düzeltti, burnunu
çekerek. İmzaladığı kağıdı, yüzü çilli, kel gardiyana
uzattı.
“Hiçbir aksaklık istemiyorum. İşi temiz bitirin. İş bitimi
gelirim.”
“Başüstüne efendim”
Rüzgar hücrelerin duvarlarını ılık ılık yalarken, nefes
aldı idamlık. Kel gardiyan kolunu sıkıca kavrarken,
dışarıyı düşledi, yüreğinin en kuytu sessizliğinde.
Güneş tam tepelerine geldiğinde başını yukarı kaldırdı
Leman, derin bir offf çekmelerinin arasında. Alnının
terini sildi elinin tersiyle. Başına bağladığı yemenisinin
uçları alnına oradanda gözlerinin önüne inmişti. Kocası
Salih iki adım ötesinde başını kaldırmadan elindeki
orakla ekinleri biçiyordu, alnından boncuk boncuk akan
terlere aldırmaksızın.
“Susamıştır” diye geçirdi içinden. Ekin yığınının altına
koyduğu azığın başına vardı ayağındaki kenarları
yırtılmış mavi naylon terliği sürüye sürüye.
“Bu goca tarla sizi gocadacak “ dedi, her fırsatta
gönlünü almak için ‘ömürlük’ dediği karısının gözlerine
bakarak. Gülümsedi Leman, güneşin kızgınlığına aldırış
etmeksizin, Salih’in bir gün gelip idamlık olacağını
bilmeden.
“Beyaz güvercinler avluya konacak mı gardiyan
efendi?” diye seslendi ayağındaki iskarpinlerin ökçesini
yere vurarak. Sinirlendi gardiyan, önce “Estağfurulluh”
çekti sonra da sağ elini havada yumruk yaptı.
Nereden, nasıl geldikleri kimse tarafından bilinmezdi.
Önce bir tane gelir, hapishanenin üzerinde dakikalarca
daireler çizerek uçar, bir süre gözden kaybolduktan
sonra peşine taktığı güvercin sürüsüyle birlikte
hapishanenin üzerinde oynaş yaparlardı.
“Güvercinler hep volta zamanıma denk gelir” dedi,
ağzını şapırdatan gardiyanın suratına sol omzunun
üzerinden bakarak. Oralı bile olmadı ağzını şapırdatan.
Sarı benizli bir kahkaha attı, iri bıyıklarının arasından.
Kahkahası önce ağaçların arasında sonrada
hapishanenin duvarlarında yankılandı.
“Onlar seninle birlikte gidecekler” dedi sarı benizli, bir
önceki kahkahasından daha yüksek bir kahkaha atarak.
Önce mahkumlar irkildi, sonra da hücrelerinde sırasını
bekleyen mahkumlar. Başını yere eğerek yürüdü
idamlık.
“Beyaz güvercinler” diye fısıldadı, küçük tahta kapının
önüne geldiklerinde.
Elinden tuttu Leman Mehmet’in, bağ aralarından
ilerleyerek. Küçük Mehmet, omuzuna annesinin
koyduğu azık bohçasının altında toprak yolda düşe
kalka ilerliyordu. Sarıların bağına geldiklerinde
durakladı Leman, elma ağacının yanındaki büyük taşa
baktı. Gözleri buğulandı. Mehmetin, eteğinden
çekiştirmesine aldırmaksızın ilerledi bağın içerisine
doğru. Taşın üzerine oturarak, Mehmet’i dizinin üzerine
aldı. Titreyen parmaklarını, saçlarının arasından
gezdirdi çocuğun. Kokladı. Boynuna öpücük kondurdu.
Güneş tam karşıdan doğuyordu.
“Yüreğimin bir yerlerinde kirpinin ağlamasını
hissederim. Afacak bir çocuk olur düşlerim. En
umulmadık zaman diliminde, en bilinmezliklere yelken
açar fikirlerim…” cümlesine geldiğinde yemeğini daima
üzerine dökerek yiyen, sıska adam yanına sokuldu,
aklından geçen cümlelerini kendine saklamanın
telaşında olduğu halde. Esasında hiçbir cümlesi de
yoktur ya kimseye dair.
“Cümlelerim banadır” diye söylendi sokulmasına devam
ederek.
“Ne istiyorsun?”
Göz göze geldiler.
“Burdan kaçmanın bir yolunu biliyorum.”
“Ne istiyorsun?”
“Önce herkes derin bir uykuya dalacak. Ayak sesleri
kesilecek. Gardiyanlar, el ayak çekecek.”
“Ne istiyorsun?”
“Köşede altını ıslatan, her altını ıslatmasında çişe gider.
İkinçi çişe gitmesi ile üçüncü arasında bir saat fark var.
Bu zaman diliminde ne olacaksa olacak.”
“Ne istiyorsun?”
“Kaçmak.”
“Acı çekerek mi ölmek istiyorsun?”
Sarı benizli derin sessizliği bozdu, elindeki copu
dizlerine vurarak.
“Neden yaptın bunu?”
Ağzını şapırdatan, daima önüne bakıyordu. Yüzü hiç
gülmemişti beş dakikalık idam yolculuğunda.
“Sadece ekinlerimi biçiyordum.”
Keskin bir kahakaha daha attı sarı benizli, irileşmiş
gözlerini yuvalarından çıkartarak. Yorganın altında
inlemeye başladı altını ıslatan; “Bir daha çişe
gitmeyeceğim. Bir daha çişe gitmeyeceğim. Bir daha
çişe gitmeyeceğim” söylenmelerini sürdürerek.
Koğuşun delisi var gücüyle yattığı ranzayı
tekmeliyordu; “Gidin lan. Gidin lan. Gidin…” Topal
Osman, Boğazı kesik Hamza’ya, yalvaran bakışlarla
bakıyordu, bu defada kapıyı yumruklamaması için.
Demir kapıya yaklaştıklarında sarı benizli her zamanki
bahsini ortaya attı, göz ucuyla etrafına pis pis
bakınarık. İp boğazına geçtiğinde sandalyeye kim
vuracak?
Cüce cellat, iriyarı, sert bakışlı, kansız, piç…
Kapıya geldiklerinde ağzını şapırdatan cebinden
çıkardığı demir parayı baş parmağı ile işaret
parmağının arasında kıstırarak sordu, sarı benizliye;
“Yazı mı tura mı?”
“Bu defa kahkaha atmayacağım” dedi sarı benizli. “Her
zaman ki gibi tura” diye cümlesine devam etti. Demir
para havada helezonlar çizerek yere doğru düşerken,
Leman, dizinde uyuyan Mehmet’in siyah saçlarını
okşadı.
42
Demir para beton zemine düştüğünde idamlık
dudaklarının ucuyla fısıldadı kapıya doğru;“Ölüm ne
kadar mesafede?”
Gökyüzünde süzülen beyaz güvercinin iki takla
atmasını görmedi. Reşit emminin güvercinleri. Eski
caminin sol köşesinde yıllardır terzilik yapan Memet’in
sıska çırağı Mustafa’dan almış. Binaların arasında
süzülerek indi sarıya boyalı iki katlı köhne binanın
çatlamış beton damına.
“Geride bıraktıkları” dedi uzun bıyıklı yazıcı elindeki
kalemi masaya vurarak. Yüzü ekşidi kadının. Tuhaf
tuhaf bakındı etrafına. Gözlerini kıstı. Küçük pencerenin
kenarlarına yapıştırılan macunlar dökülmeye yüz
tutmuştu. Pencerenin altında duran leğenin içerisi
yarıya kadar yağmur suyu ile dolu. Kapının arkasında
duvara yaslı duran tahta bir sopa ve onun hemen
yanında iki tane fare kapanı.
Masanın üzerinde toprak saksının içerisinde duran
kaktüs bütün çirkinlikleri, güzelliği ile örtmenin
telaşında.
“Annemde pencerenin önünde güller yetiştirmeye
çalışırdı. Beyaz, kırmızı, sarı…” diye geçirdi içinden.
“Ama kapımızın arkasında ne bir sopamız oldu nede
farelere fak kurduğumuz.” Bu cümleyi dışından
söylemişti. Yanı başında duran iki gardiyan öfkelendi.
Öfkelerini önce gözlerinden kustular sonra da
yumruklarından.
Mevsimlik çalı yerine, demem o ki ben gibi
H.Tuğrul Atasoy
UMUDUN FİRARINDA
yeni serüvenlerin eşiğindeyim
sürüklenirken sevdalar diyarına
son sandığım
hiç son olmayan firarımda
kır çiçekleri aşkımın çiçeğiydi
ki hayatımın sözlüğünde
güz gülü dedim ben ona
hep ayrılıklar
firarın eşiğinde başlar
sürgünlerimde şehir şehir sürüklenirken
acılar özlemler
yaşanacak
yaşamın anıtı dağlar
bitmez baharlarla donanıncaya kadar
beni firarlarımla sev
kana bulanmış aşklar gibi
savun yaşamı
yaşamı savunanları
“Ben hiç bayılmadım” dedi Leman, başından akan kan
yanaklarına süzülürken.
İlk getirildiği günü hatırladı. Şunun şurasında iki yıl
önce gelmişti. Gardiyandan toprak bir saksı birde beyaz
gül istemişti. İri göbekli, kel kafalı gardiyan göbeğini
hoplata hoplata kahkahalarla gülmüştü. Dişlerini
gıcırdatarak bakmış; “ölüler saksıda çiçek yetiştiremez”
diye iteklemişti. Arkasını dönüp giderken seslenmişti
kükreyen sesiyle:
“İçeri gir ve gününü bekle.”
YALNIZLIK ELDE KALAN
sevdalan yurduma
ben ve yurdum özdeşleşsin kalbinde
gözün yollarda olsun
döneceğim gün
bir de hüzünler
bir de acılar
bir de umudun firarı
Şerif Temurtaş
AŞK EĞİREN KADINLAR
Gölgelerinin verandalarında
Tenimi yakan sözlerine merhem olsun diye
Gülüşüyorlar göğüslerine
Uçtan uca ak kâğıdın bağrını dizelerle yardım
Yanakları ay kızılı
İçimdeki keskin acıyı kara olan yansıtır belki
Elleri toprak yorgunu
Eskilerde yeşile doymuş çıplak bir tepe düşün
Yıkanıyorlar birikintilerinde
Yel sel heyelan görmeden yalnız kalmış ayazda
En üstte ortalık yerde yaşlı beli kırık bir ardıç
Nasıl gülüşüyorlar tenlerine
Rüzgârın ısırdığı dalları ıslığını çalar garipliğin
Kelebekler bile tutamıyor kendini gülmekten
Yağmur sonrası kuzey rüzgârlarında görünür
Nasıl da eğiriyorlar körpeliklerini
Uzak tepelerde hayal meyal başka ayrıksılar
Gölün suyu büyülü
İçi acır bir kuru inilti salar yol, yol gövdesinden
Taze bir mevsim gibi kıkırdıyorlar
Öylece bir başına konmuş gibi tozlu düzde
Ama hayatları gözyaşı yanığı
43
Hepsinin rahminde doğmamış bir ağıt
Oktay Coşar
BAŞKA ŞEHRİN
YAĞMURUNDA ISLANMAK
Meryem Uçar
Masal dinleyemeyecek kadar büyümedim ben.
İçinde İstanbul, sonunda ölüm olan bir masalı sonuna
kadar dinleyebilirim.
I
Kulağıma uzaktan bir vapur sesi geliyor. Sanki on
beş dakika - adımlarımı hızlandırırsam on dakikayürüdükten sonra iskeleye ulaşacağım. Kalkmak üzere
olan vapurun son yolcusu olmak istiyorum. Fakat bu
imkânsız.
Yağmur yağıyor. Şiir gibi iliklerime işlercesine
yağıyor. Damlalar, elbiselerimi soğutup yumuşatıyor.
Yürüyorum. Bu şehri, yağmurlu havalarda daha çok
seviyorum. Yağmur, şehrin katılığını da yumuşatıyor
çünkü. Hatta bir İstanbul zarafeti de katıyor.
Yine vapurun sesi. Adımlarımı hızlandırıyorum.
Belli ki zaman daralıyor. Yetişebilecek miyim? Ses git
gide yaklaşıyor, ben git gide uzaklaşıyorum. Adımlarım
galiba başka yere götürüyor beni. Ses, yoksa vapurun
sesi değil mi?
Bu şehirde vapur yok. İskele yok. Çünkü deniz
yok. Kulağıma gelen ses, özlemimin sesi. Geldiğim yer
iskele değil gar.
İstasyona bir tren yanaşıyor. Yolcular
ıslanmamak için hızlı hızlı boşaltıyorlar vagonları.
İstanbul-Ankara seferini tamamlayan bir tren bu!
Burnuma İstanbul kokusu geliyor. Yolculara dikkatle
bakıyorum; bir bakış yakalamak istiyorum İstanbul’dan.
Bir banka oturuyorum. Yağmur hâlâ aynı şiddette
yağıyor.
Son yolcular da indikten sonra tren yavaş yavaş
hareket ediyor. Mesaisini bitiren yorgun bir işçi gibi
çekiliyor yatağına. Yarınki sefere kadar dinlenecek.
Sonra çelik gibi bir iradeyle yeniden yollara düşecek.
Üşüyorum. Büfeden sıcak bir çay alıyorum. Para
üstü olarak uzatılan sıcacık metal paralar, ellerimin ne
kadar çok üşüdüğünü hissettiriyor. “Paralar ne kadar
sıcak diyorum.” Gülümsüyor büfe görevlisi. Muhabbet
etmek istiyor. “ Yolculuk nereye” diye soruyor. Yolculuk
mu? Şaşırıyor, biraz duraksıyorum. Ben yolcu değilim.
Buraya neden geldim peki? Adam şaşkınlığıma
şaşırıyor. Kısa bir suskunluktan sonra, “İstanbul”
diyorum. Adam devam etmek istiyor. “Gezmeye mi, iş
için mi?” Sorulara hazırlıklı değilim. “İş için” diyorum.
Teşekkür edip, iyi akşamlar dileyerek banka
oturuyorum. Çayımdan bir yudum alıyorum. Buz gibi.
Vapurdayım. En uçtaki banka oturmak istiyorum
ama ıslak. Yanımdaki gazeteyi koyuyorum bankın
üzerine. Bir ben varım güvertede. Görevlinin çay
getirmesini bekliyorum ama gelen giden yok. Canım
nasıl da çay istiyor.
Soğuk çayımdan ikinci yudumu alıyorum. Sahi ne
işim var benim garda? Hem de böyle bir yağmurda. Ya
yolcu olmalıyım ya karşılayan ya da uğurlayan.
Hiçbiriyim. Peki, neden olmasın? Hep bu şehrin
yağmurunda mı ıslanacağım?
Başka bir şehrin yağmurunda ıslanmak istiyorum.
Gelmesini beklediğim, uğurlayacağım biri olmadığına
göre yolcu olmalıyım. Berbat çayımdan bir yudum daha
alıyorum.
Kız kulesinin karşısındayım. Araç seli yağmur
seline karışıyor. Bu trafikte, bir aracın içinde
olmadığıma şükrediyorum. Pencereden bakılacak
zaman değil. Damlaların boğaz sularına karışmasını
izliyorum heyecanla. Her damlanın deniz oluşunu. Ne
şeref damla için.
Çayımdan bir yudum daha alıyorum. Elimde
bardak, gişeye doğru gidiyorum. “İstanbul’a en erken
tren kaçta var?” “Birazdan hızlı tren aktarmalı var ama
yer yok.” “Peki daha sonraki?” “23.30 Fatih Ekspresi”.
“Tamam. Bir bilet lütfen.” “Ne yazık ki onda da yer
yok. Birazdan tekrar uğrarsanız rezervasyon
iptallerinden dolayı boş yer olabilir.” Çaresiz “Peki”
diyorum.
Banka tekrar oturuyorum. Hareket etmeye hazır
tren için son anons yapılıyor. Trene binmeye hazırlanan
yolcuları seyrediyorum. Bir çocuk bana trenin
camından el sallıyor. Önce şaşırıyorum. Arkama dönüp
bakıyorum. Arkamda kimse yok. Ürkek ürkek ben de
elimi sallıyorum. Çocuk karşılık gördüğüne mutlu, elini
daha hızlı ve gülerek sallıyor. Ben de daha hızlı
sallıyorum. Tren yavaş yavaş hareket ediyor.
Kalkıyorum. Trenle beraber harekete geçiyorum
peronda. Çocuk gözden kayboluncaya kadar yürüyor
ve el sallıyorum. Ne güzel birini uğurlamak. Uğurlamak
değil de uğurlayacak birine sahip olmak belki de.
Elimden kayıyor bardak. Yerde cam kırıkları.
Gişeye tekrar gidiyorum. Bir biletim var artık.
Yolculuktan vazgeçen birinin yerine yolcuyum. Trenin
kalkmasına saatler var. Ne yapacağım bu kadar saat?
Kitabımı çıkarıyorum.
“İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati
var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım
hayat o kadar benim değil ki her hangi bir saatimde
birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi
kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey
mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his ben de o
kadar kuvvetli ki… Her hangi bir kalabalıkta kendimden
başka herkes olmaya razıyım.”
Satırları tekrar okuyorum. Lokmanın tadına
varmak için uzun süre çiğnenmesi gibi kelimeleri
defalarca okuyorum. Gizlediği bir şeyi, başkasından
duyunca sırrı ortaya çıktığı için tedirgin olan birinin
tedirginliğini yaşıyorum. Evet, kendi hayatımda başrol
oynamamanın yanında hissettiğim bir duygu daha var
ki bu iki duygu birleşince içimde kocaman bir boşluk
oluşturuyor: Ait olmadığım bir şehirde yaşamak.
Otuz yaşındayım. Ankara’da doğup, büyüdüm.
Şehrin hemen her detayını bilmeme, hemen her
yerinde bir hatıram olmasına rağmen bu şehre karşı
hep yabancı hissettim kendimi.
Lisede edebiyat merakımla körüklendi İstanbul
ateşi. Okuduğum kitapların çoğunda ya mekân ya konu
İstanbul olunca da sevdam arttıkça arttı ve İstanbul’u
görme isteği dayanılmaz bir hal aldı. İstanbul’u,
Tanpınar’dan, Yahya Kemal’den, Ahmet Haşim’den,
44
Peyami Sefa’dan, Sait Faik’ten okuyup sevmemek
mümkün mü?
II
İstanbul’u ilk gördüğümde on sekiz yaşındaydım.
Otobüs, İstanbul sınırlarına girince, heyecanımı
yenememiş, gözlerimden sevinç gözyaşları dökülmüştü.
Görmeden -ama okuyarak- âşık olduğum sevdiğimi ilk
defa görmenin heyecanı… On sekiz yaşındaki bir
gencin tek taraflı aşkı. O yaşlardaki her âşık gibi ben de
şiirler yazmıştım sevdiğime. Sonra yazdıklarımı
İstanbul’a yakıştıramadığımdan yırtmıştım.
Bir ramazan gecesiydi İstanbul sınırlarına
girdiğimizde. Boğaz’ın gece görünüşü büyülemişti beni.
Sanki su, şehrin ışıklarını değil kırk haramilerin
hazinelerini sürüklüyordu. Türk filmlerinden
öğrendiğimiz bir cümleydi: “İstanbul’un taşı toprağı
altın.” Oysa Boğaz her gece yirmi dört ayardı.
İlk durağımız, Yahya Kemal’in tabiriyle ölümü
manevi bir istirahat gibi gösteren Eyüp’tü. Yahya
Kemal’e göre Eyüp, Türklerin ölüm şehriydi. Eyüp,
Avrupa toprağının bittiği sahilde İslam cennetinin bir
bahçesi gibi yeşil duruyordu. Şair doğru söylüyordu.
Doğru ve büyülü. Hayatla ölümün iç içe girdiği, birinin
diğerine üstünlük sağlamadığı bir semtti burası.
Ölümün huzur verdiği, ölümü güzel gösteren bir garip
mekan Namaz kılmaya gelenlerin sayısı o kadar
fazlaydı ki ilk defa bu kadar insanı bir arada
görüyordum. Bu şehrin hiç uyumadığını söyleyenlere
hak vermiştim. Caminin içi şöyle dursun avlusuna bile
girememiştik. İçeri giremeyen birçokları gibi avlunun
dışında namazlarımızı eda ettikten sonra kalabalığın
dağılmasını bekleyip, Eyüp’ün sultanının türbesine
girmiştik.
Daha sonraki duraklarımız Sultanahmet Camii,
Ayasofya, Topkapı, Su Sarnıcı, Fatih Camii… Zaman
kısa, gezecek yer de çok olunca her yeri görmek
mümkün olmamıştı. Ayasofya’nın hali beni çok
üzmüştü. Ne kadar hazin bir hali vardı.
Üniversiteyi İstanbul’da okumayı istemiştim,
kader Ankara’dan ayırmadı. İş hayatına İstanbul’da
atılmayı düşündüm, kader yine aynı oyunu oynadı.
İstanbul’a ilk gidişimden bu yana on iki yıl geçti.
Aşkımda bir sendeleme olmasa da sık sık gitmem
mümkün olmadı hayalime. Kaç defa plan yaptım. İşimi
gücümü bırakıp soluğu yanında alacaktım ama olmadı.
Cesaretim yetmedi. İradem sarsıldı. Arzularımın içine
kurt düştü.
III
Trenin kalkmasına dakikalar vardı. Her beş
dakikada bir anons yapılıyordu. Anonsta trenin
harekete hazır olduğu söyleniyordu. Tren hazırdı ya
ben?
Kafamda bin bir düşünce vardı. Taşıyamadığım,
ağır düşünceler. Kararsızdım. Kendimi, yıllarca
hapishanede kaldıktan sonra, özgürlüğüne hazırlanan
biri kadar korkak ve ürkek hissediyordum.
Üniversiteyi bitirdiğimde özgür olacağımı
düşünürken esir oldum. İçimdeki delikanlı, , yavaş
yavaş ihtiyarladı. İçimdeki kahraman git gide
korkaklaştı. Yeni başlangıçlara yönelmek şöyle dursun,
yeni bir arkadaş edinmek hatta yeni bir yemek tatmak
bile beni ürkütüyordu. Belki de tek şansımdı bu
yolculuk. Yıllardır derinlerime gömdüğüm özgür ruhum
kafesinin kapısını kırmak istiyordu. Üniversitedeyken
gördüğüm bir manzara canlandı kafamda. Okulun
duvarını süsleyen sarmaşığın üzerinde bir muhabbet
kuşu vardı. Muhtemelen bir evin açık kalan
penceresinden kaçmıştı. Özgürlük umuyordu ama ne
yazık ki sarmaşıktan yükseğe uçamıyordu. Etrafındaki,
pusuya yatmış kedileri gördüm. Kuşu yakalamaya
çalıştım ama bir o dala bir bu dala kaçıyordu. Kuşun
sonunu görmek istemedim. Ayrıldım oradan.
Ölüm pahasına gösterilen bu hürriyet için kaçış
cesareti beni çok etkilemişti. Bir muhabbet kuşu kadar
bile cesur olamayacak mıydım? Cesaretimi toplamalı ve
“kendim” olmak yolunda bir başlangıç olacak bu
yolculuğa çıkmalıydım. İşte son anons ve trene doğru
ilk adımım.
Koltuğuma yerleşiyorum. Yağmur damlaları,
camda küçük nehirler oluşturuyor. Son düdükle birlikte
tren hareket ediyor. Dışarısı görünmüyor, camdan
gördüğüm sadece küçüklü büyüklü nehirler. Şehrin
ışıkları cama vurdukça daha belirginleşiyor nehirler.
Bakışlarımı yolculara çeviriyorum. Birkaç tane çocuk
var. Yerlerinde duramıyorlar. Onların dışında
yolculuğun heyecanını taşıyan kimseler yok.
Koltukların üst tarafında yer alan bagajlarının
büyüklükleri yolculuklarının ne kadar süreceği hakkında
az-çok bilgi veriyor. Ben gizledim delilleri. Yanında
bagajı olmayan bir yolcunun kısa bir yolculuğa çıktığını
kim söyleyebilir! Kim bilebilir benim ne kadar büyük bir
yolculuğa çıkan olmadığını bu trende! Fakat trenin
tıkırtıları gitmek istediğim yere yaklaşmak şöyle dursun
uzaklaştığımı ihbar ediyor.
Düşünceler yorgun düşürüyor beni. Göz
kapaklarım birleşmek istiyor. Direniyorum onları ayrı
tutmak için ama başaramıyorum.
Başka bir şehrin yağmurunda ıslanmak isteği
çıkardı beni bu yolculuğa. Tren beni İstanbul’a
kavuşturur mu bilmem. İstanbul’da yaşamayı çok arzu
etmiştim. Yağmurunda ıslanmamı çok görür mü bana?
Toprağının üzerinde yaşayamasam da, bir gün
toprağının altına kabul eder mi beni?
IV
Karacaahmet’te otuz yaşlarında bir genç yatar.
Mezar taşında “Bir gün dönüş olsa ahretten /
İSTANBUL'a dönmek isterim ben” yazar.
Mezarın üzerindeki çiçekler İstanbul’un
mevsimlerinde yeşerir, çiçek açar ve kurur.
BİR İÇİMLİK HİÇLİK
Aynada yüz buldu yüzüm,
aynada döllendi anlam.
Bakışlarım kör kuyu.
Ağır aksak da olsa günyüzüne çıktı sesim,bir içimlik.
Yankılı,sesi belli belirsiz kör kuyu,ses verdi sesime.
Kuyuda ses buldu sesim,serin,dingin.
Çıtsız,çıtırtısız,derin;dipsiz suskunluğum,
bir içimlik de olsa ıslandı,
ıslandı çatlamış toprak,ıslandı kabaran kasvet,
bir içimlik de olsa.
Kendi sesime bir yabancıyım,kuyu üşüyor.
Kendi yüzüme iki yabancıyım,ayna büzüşüyor.
Ne kuyu,ne ayna,ne ses, ne yüz gerek .
Bir içimlik hiçlikse eğer yaşam,
45
bir hiç için biçime ne gerek.
Mert Öztürk
KIR ÇİÇEKLERİ
Ceyda Sevgi Ünal
- Sus ağlamayı kes artık, bıktım ya. Geberesice!
Yüzünü görünce zaten o geceyi hatırlıyorum hep.
Dersim, nefretini gözlerinde saklayamıyordu artık.
- Surata bak! Aynı herifin suratı. Bari bana
benzeseydin.
Zihninde beslediklerini ağzından çıkarmıştı işte.
Duymuş mudur? Diye sağına soluna baktı,
kaynanasının komşuya gittiğini bile bile. Dört sene...
Dalından koparılmış olarak geçen yıllar... Gönülsüz
birleşmeler… Islanan yastıklar…
- İyi davransaydı bana sevebilir miydim onu acaba?
Fırsat mı verdi?
Köydeki erkeklerin çoğunun "baştan işi sıkı
tutacaksın" düsturu yüzünden ilk koca dayağını gerdek
gecesi tatmıştı
- Bak! Sağlık ocağına gideceğimi bildiği halde gezmeye
gitti herifin anası. Bunlar birbirinden beter.
İstemeden yaptığı ev işlerini silkeledi ellerinden
öğleye kadar.
- Neden sabahtan gelmedin Dersim?
- Çocukla gelmek istemedim, kaynana evde yoktu da.
- Senin canın bayağı sıkkın bugün anlaşılan; yüzünden
düşen bin parça. Şimdi bir iki hasta gelir; kendi derdini
unutursun. Yanımda kal, gör bak ne dertleri var
köylünün.
- Sen de olmasan ben ne yapardım Selma doktor? Bu
köy yerinde kiminle konuşurdum?
Biraz sonra muayene odasına giren uzun boylu,
zayıf, sarışın, mavi gözlü adama ikisi de hayretle
bakakaldılar.
- Merhaba, ben almanım, Türkçe bilmiyorum.
Dersim,bu sesle kendini Almanya uçağında buldu;
yılların gerisinde. Babası onları nihayet yanına
aldırıyordu. Hostesin "inişe geçiyoruz" anonsuyla
başladı Avrupa hayali.
-Niye hiç konuşmuyor bizim kız öğretmen hanım? Diye
kırık dökük Almancasıyla soran omuzları çökmüş baba,
aldığı cevapla rahatladı.
- Merak etmeyin şimdi o depoluyor zihnine, seneye
bülbül olur.
Bülbül olmuştu ama "ah vatanım" dememişti.
- Kız, sen nasıl bunu yaptırırsın? Baban akşama
görünce seni yaşatmaz. Saçının yarısını kırmızı yaptın.
"Hadi" dedik. Ta bilmem nerende etek giyiyorsun onu
da kabullendik, olmadı sırtına iki melek kanadı
dövdürdün "ya sabır" dedik; ama bu diline yaptırdığın
demir leblebi gibi şey, bardağı taşırır bilesin. Dilini
kopartmazsa baban; ben de insan değilim.
Dersim, Almancasıyla, derdini anlatamayan adamın
can simidi olurken gönlüne güven yüklenmiş; ama
eskiden kalma yırtıkların kelimeler arasında canını
acıtmasına engel olamamıştı. Selma doktor ilaçları
yazarken, gördüğü en acı reçete gözünün önüne geldi
Elma'nın. Annesinin tüm vücudunu saran melun.
Kırklarındaki annesi; aynada altmış yaşında. Bir
pundunu bekliyor ölüm sessizce. Geceler ağrıya teslim,
canhıraş bağırışlara gebe. Enjeksiyonla başa çıkılan
geçici çözümler. Belli sona adım adım yaklaşım.
"Adamın üzerindeki parka Almanya' da benim de
alışveriş ettiğim o meşhur yerden kesin. Anlarım bu
işlerden. Az mı yırttı babam oradan aldıklarımı çatır
çatır. Yok, memem görünüyormuş, yok oramı mı
göstermek istiyormuşum" diye.
- Sen benim başımı belaya sokacaksın bir gün kızım;
elimden bir kaza çıkmadan evlendireceğim seni. Geçen
yaz sözünü verdim zaten.
Dersim'in duyduğu bu cümlelerle, çok sevdiği
alman pastası boğazında kalmıştı, biraz sonra döneceği
evde yutamadığı her lokma gibi. "Nuh dedi peygamber
demedi" babası. Tunceli'deki gelin odası sıyırdı aldı onu
Almanya rüyasından.
Dersim ile Elman, konuşmaya dalarak muayene
odasından çıktıklarını kendilerini meraklı bakışların
ortasında bulunca anladılar. Bekleme odasının hastalık
sinmiş sandalyeleri üzerinde oturanların bakışları… Her
biri yoksulluğa tescilli kıyafetlerle… "Fakirdik, bir
ekmeği nasıl alacağımızı düşünürdü babam. Hele
annemin hastalığından sonra tamamen bittik. Şansım
varmış ki ben kurtardım kendimi" dedi Elman. Gayri
ihtiyarı ağzından çıkan bu cümlelerle vicdanına
"zorundaydım, mecburdum" mesajını yolladığını fark
ederek.
- Sahi, ne iş yapıyorsun?
Kırmızı bir dalga geçiverdi Elma'nın yüzünden.
- Gazeteciyim ben. Almanya'dakiler nereye git derse
oraya giderim. Aslında şehirde otelde kalıyorum. Bir
müddet buradayım.
"Yarın kuytu bir yerde buluşalım" dedi Dersim
soracaklarının taşkınlığı ile. Eve döndüğünde oğlunun
mis kokusunu duydu ilk kez. Kaynanasının iğnelerine
kalınlaştı ruhu. Kocasına dönmedi sırtını o gece.
- Bunlar senin için.
Birkaç papatya el değiştirdi parmakların temasıyla.
"İlk kez bir erkekten çiçek almamın heyecanı
yüzümden belli oluyor mu acaba?" diye düşündü
Dersim. Dakikalar yetmedi onlara. Saatlere dönüştü
zaman.
“Yarın tekrar” dediler birbirlerine. Yarınlarla yarınlar
birleşti. Tüm kır çiçekleri sırayla resmigeçit yaptı
kadının kucağında,
En son kırmızı bir gül taktı kulağına Dersim'in Elman.
Mavi ve siyahı gözlerinde kaynaştırdılar. Genç kadın,
hayatının dayanılmazlığını paylaştı adamın sarı
kirpiklerinde. Dudaklarında buldu şefkati. Belini saran
kollarının sıcaklığında hissetti kadınlığını. Birbirlerinin
vazgeçilmeziydi artık onlar.
Her zamanki mesajlardan aldı Elman Almanya'dan.
Yarın terör örgütünün yapacağı olaylarda provokatörlük
yapacağı yeri bildiriyordu vakıf.
Uykunun ziyaret etmediği otel odasından çıktı.
Kararlıydı. Buluşma yerine kadar teraziledi
söyleyeceklerini.
Gerçek tokat olmadı Dersim'in yüzüne; dün
öğrendiği şeyden sonra… "Hayatta neler olabiliyorlar"la
dolu geçirdiği bir gecenin ardından…
- Madem pişmansın bir daha yapmayacaksın; demek
ki hatanı anlamışsın. Diyebildi.
"Kimsenin bize
bulamayacağı bir ülkeye kaçalım"a düşünmeden cevap
verdi. Bir ay sonra İsviçre uçağında sevdiği adamın
46
omzuna yaslanıp dua ediyordu: "Bıraktığım çocuğum
ile karnımdaki aynı adamdan olmasın Allah’ım".
YENİDEN BEN OLMAK İSTERDİM
Cafer Doğanay
Günlük yaşamak isterdim bir daha gelseydim eğer bu dünyaya!
Salınarak, aylak aylak yürürdüm kurşuni kaldırımlarda.
Benim gibi esaretliklerine hapsolmuşlara selamlar dağıtırdım,
Özgürce...
Bir göz oda ve o odayı sıcak gülüşleriyle doldursun isterdim insanlar;
Yemekler yenilsin, rakımız buz tutsun isterdim.
Yatıya kalıp, uyandıklarında özgürce çıkıp gidebilsinler isterdim.
Önemli değil kalırdı bulaşıklar bana, günlerce de dursa o mide bulandırıcı bulaşık kokusu
Sinse de tüm odaya önemi yok,
Ben yıkardım.
Bir daha gelseydim bu dünyaya;
Sakallarımı, saçlarımı uzatır, pis kokardım.
Belki kendim sevmezdim o halimi,
Tüm yasaklara hayır dercesine kirletirdim sigaradan sararmış püsküllü bıyıklarımı...
Bana bütün savurganlığıma rağmen aşık olacak,
Güzel sesli bir kadına vurulurdum kesin.
Ben ona şiirler, şarkılar okurdum kötü sesimle; o da gülerdi içten içe,
Günleri bitirmek olmazdı amacımız,
Büyük ihtimalle bir amacımız da olmazdı.
Dünyaya bir daha gelebilseydim eğer
Yeşil gözleri, kıvırcık simsiyah saçları olan bahar gibi aydın bir kızım olsun isterdim
Onun için yaşayamaz, belki onu koruyamazdım
Ama ona okumayı, resim yapmayı öğretirdim, özgürce şarkı söylesin isterdim.
Belki iyi bir baba olamazdım,
Ama
Onla beraber büyümek isterdim.
Hayat pınarından eğilip bir avuç suyu çarpar gibi yüzüme;
Yeniden doğardım onun çimen yeşili gözlerinden...
ALİ RIZA
Coşkun Büyükgökmen
Evin dar bir sokağa açılan penceresinde yaktı sigarasını. Efkarlı efkarlı içtiği o sigara onun ilk ayıbı, ilk günahıydı.
Çocuksu korkuları ve gençlik heyecanlarını cebinde taşıyan yeni yetme bir oğlandı. Önünde uzayıp giden o dar sokağa baktı
ve gün geçtikçe yiten hayallerine hayıflandı. Öyle ya, babası gibi bir memur maaşı ile iki çocuk okutup bir ev
geçindirmeyecek, Ali Rıza adını herkes duyacak ve bir gün herkes onu hatırlayacaktı. Bir anda gözleri parladı, göğsü ve
omuzları gururla kabardı. Dünyayı değiştirecekti. Bu, uzun deneyimler sonucu alınmış bir karar değil, sigarasından aldığı bir
nefesin sonucuydu. Sonra başını yukarı çevirdi, gökyüzündeki yıldızları fark etti. Ne kadar çok yıldız vardı. Yanağını okşayan
bu rüzgar… Kimbilir hangi uzak diyardan gelmişti. Ah Ali Rıza… Boyundan büyük bir hevese tutulmuştu.
Ertesi gün öğretmen sırasıyla öğrencilere ileride ne olmak istediklerini sorduğunda “doktor, hakim, mühendis…”
cevaplarının hiç biri ona cazip gelmemişti. O, dünyayı değiştirme hevesinden pek çabuk vazgeçmiş olsa da, ülkesini
değiştirmek konusunda kararlıydı. Sıra kendisine geldiğinde “cumhurbaşkanı” deyiverdi. Bunu öylesine inançla söylemişti ki,
kimse gülmeye yahut şaşırmaya cesaret edemedi. Ta ki, arka sıralardan gelen bir kahkaha duyuluncaya kadar. O gün anladı
Ali Rıza. Ülkesini değiştirmek fikri, aşık olduğu kızın dahi kendisine gülmesine sebep olacak kadar anlaşılmazdı. Ali Rıza…
Hem idealist hem aşık Ali Rıza…
O, fikirlerim mi çok büyük yoksa etrafımdaki insanlar mı çok küçük diye düşüne dursun, gerçekler beynine hızla
hücum etmekteydi. Okul çıkışında ilk aşkının kendisine bakıp bakıp güldüğünü fark edince “ben ne dünyayı ne de
memleketimi değiştirebilirim, ben bir halt beceremem” diye söylendi. Haline acınmış olsa gerek, bir ses kulağına fısıldadı.
”madem öyle sen de önce aileni değiştir”. Bu yeni fikrin heyecanıyla yol akıp gidiverdi.
Akşam oldu. Babası yine zor geçen bir mesainin peşinden oturmuş haberleri izliyor, annesi rutini hiç bozmadan
akşam yemeğini hazırlıyor, küçük kardeşi de ev ödevlerini yapıyordu. Babasının sert ifadesinden cesaret alamamış olsa gerek
önce annesine yanaştı. Kardeşinin elinden kalemi kağıdı aldı ve usulca babasına konuşma yapacağını söyledi. Evlat işte,
dinledi annesi anlattıklarından hiçbir şey anlamasa da. Konuştu Ali Rıza. Zevkle, heyecanla, susmadan, dinlenmeden…
Ensesinde patlayan tokat konuşmasını kesinceye kadar konuştu. O,tokatın tesiri ile yerde yatakoysun, babası hırsla “Sizlere
okulda bunları mı öğretiyorlar “ diye azar çekmeye devam ediyordu. Cam gibi parlak o gözler doldu, ağlamaya yön tuttu. Ali
Rıza evdeki mutlak otoritenin babası, değiştirebileceği tek şeyin kendisi olduğunu sonunda anlamıştı. Ah Ali Rıza…
Sabahın erken saatlerinde işe gitmek için otobüs durağında bekledi. Şu köşedeki manavdan domates salatalık aldı.
Kaldırımda yürüdü. Evinde televizyon izledi. Bir kooperatife yazıldı. Dört kapılı bir otomobil aldı.
47
Artık düşünmüydu. O işi çocuklarına bırakmıştı.
SESSİZLİĞİN ÇIĞLIĞI
Özlem Tüm
Sabah saatleri gelen haberle kendimizden geçtik.
Bütün gece uyuyamamıştım, yine gözlerime uyku
girmemişti. Sabaha karşı dalmış olmalıyım. Çalan
telefonları duyamayacak kadar kendimden geçmiştim.
Geceleri sokak lambasıydı, tek arkadaşım. Sırdaşımdı.
Sessizdi ama ışıl ışıldı. Beni hiç yalnız bırakmazdı. Ne
yaz ne kış ne sıcak ne soğuk, hep benimleydi.
Gece çalan telefonu duymadım. Sabah gözlerimi
açtığımda güneş içime işlemişti sanki. Gerindim güneşi
içime çektim, bacaklarımı kollarımın arasına aldım,
yatakta yuvarlandım. Saatin kaç olduğunu
umursamaksızın gerindim, uzadım.
Kışın ayazında, esen rüzgârda, yağan yağmurda beni
yalnız bırakmadım, ışıltın evime girdi. Sessizliğinle beni
bana anlattın. Benim arkadaşım oldun, sessiz dostum
oldun, en zor zamanlarımda sadece sen vardın. Gece
uykusuzluğumda tek sen beni bırakmadın, sokak
lambası.
Neden bu gece uyuttun beni,
Neden ışıldamadın,
Neden yine yanımda olmadın.
Nedenler bitmedi,
Keşkeler cevap bulamadı.
Sorular Tükenmedi.
Kar tanesi dökülürdü, gökyüzünden sessizce. Rüzgârda
savrulurdu, yolunu kaybederdi.
Sen yol gösterirdin sen yol bulmamıza yardım ederdin.
Bir gece yanımızda olmadın,
Bir gece söndün.
Bir gece beni benimle bıraktın
Ve
Ben
Kayboldum...
Ne kadar pürüzsüzdü her şey.
NE KADAR PÜRÜZSÜZDÜ HER ŞEY
Ayşegül Erkaymaz
ŞİRKET HESAPLARI AŞKA
ŞİRK KOŞMAKTIR
Dışarıda sokaklar; içeride yüzün giderek
beyazlaşıyordu.. Sokaklar kapanıyor, sen ölüyordun.
Elimde nabzını hissedemiyordum. Göğüs kafesin inip
kalkmıyordu. Ölmeni beklemiştim. Sağında omuz
hizanda diz çöküp öylece bakıyordum. Ölüyorken değil
belki ama ölmüşken ne kadar güzeldin.
Dikkatimi dağıtan karanlık nesneler, kaybolun
Bencil çıkarların kaba saba taraftarları dağılın
Bir nesil ki bütün bir poetikasıyla,
Kötülükte muhafazakar, iyilikte liberal ise
Nereden koşarsa koşsun bundan böyle
Şirket hesapları düpedüz aşka şirk koşmaktır.
Ölü görmek değil de beni en çok ölüm görmek
korkuturdu; bunu sen de bilirdin. Sen ölürken
korkmadım ama. Başardım. Hayatımda ilk defa bir
ölümden korkmadım: seninkinden.
İsraftan, boş inançlardan, sen esirge kendini ey aklım
Seçim sandığında piyangodan ,biber gazından ey halkım
Tafra yapmayın bana sayın amirim tafra yapmayın
Ivır zıvır derslerin masrafı, bitmez palavra…
Yanına koşarken her hamleyi sıralamıştım
halbuki. Önce C'ydi artık, sirkülasyonu sağlayacaktım.
"Nasıl yapıyorduk kalp masajını? Hmm böyle.."
-Üç al, iki öde, bir bedava
Cambaza bak Abdülcambaz’a
Üçe kapat, beşe sat, düşeş hesabı...
Düştükçe düşüyoruz ta aşağıya
Her zamanki gibi, hiçbir şey kafamda
tasarladığım gibi gitmedi. Ben sağ yanına diz çöktüm.
Elimi nabzına koydum; belli belirsiz radyal arter..
Yanağım burnunda gözüm göğsündeydi.. Olmadı..
Sonrasını yapamamıştım. Yanağımı yanağına koyup
gözlerimi kapatmıştım. Nabzın kaybolmuştu ve sen
giderek soğuyordun.
Ey insanlığın zihninde değişmeyen müfredat
Sen düzenli aidat ödeyen morgdaki kadavra
Devşirme ne kitaplar devirdik
Peş peşe nice padişahlar
Paşalar devrilse de
Putlarımız dimdik ayakta
Hangi blokta bölük bölük bölünsek de
Ne zaman sonraydı hatırlamıyorum, gözümü
açtım. Bacaklarım uyuşmuş, karıncalanıyordu.. Göz
kapakların açık kalmıştı. Her zaman söylerdim, gözlerin
karanlıkta çok daha güzel görünürdü. Tıpkı, burada,
yerde, şimdi olduğu gibi... Bacaklarımdaki, yukarı
tırmanma yarışına giren karıncalara inat ayağa
kalktım, pencereye yaklaştım. Kar her yeri kaplamıştı,
artık girinti çıkıntı yoktu. Rahatlamıştım.
Fetişizm bir kalp hastalığıdır
Put kırayım derken Pot kırıcıları
Yeterince tanıyor muyuz acaba ?
Sadece kolumuz kanadımız değil
Kalbimiz de kırıksa insanlığa bu gün
48
Köşe yazarları köşeyi dönse
“Ayak takımı” ayaklansa ne yazar
Asıl inkılap kalptedir.
Cemal Öztürk
49

Benzer belgeler