Eylül 2013 Sayı: 6 Yerel süreli yayın
Transkript
Eylül 2013 Sayı: 6 Yerel süreli yayın
Eylül 2013 Sayı: 6 Fiyatı: 20 TL / Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL Kahramanmaraş Milletvekili Editör Songül Baş Haber Merkezi Bilge Yavuz Cahit Yıldız Deniz Varol Elif Çelik Gökçe Doru Pınar Ünsal Zeynep Yiğit Katkıda Bulunanlar Dr. Ahmet Tetik Hakan Arslanbenzer Dr. Polat Safi Yusuf Karaca Tasarım Sinan Günçiner Koordinasyon İsmail Demir YAPIM Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cd. 13/5 Çankaya / ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Başak Matbaacılık ve Tanıtım Hiz. Ltd. Şti. T: 0312 397 16 17 YAYIN KURULU Yahya AKMAN Şanlıurfa Milletvekili Cahit BAĞCI Çorum Milletvekili Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili Nuri USLU Genel Sekreter Yardımcısı 23. Dönem Uşak Milletvekili Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. E y l ül 2 013 İçindekiler KAPAK 20 Faili belli demokrasi cinayeti: 12 Eylül 28 Prof. Dr. Naci Bostancı: Darbeci anlayış önemli ölçüde tasfiye oldu 33 “12 Eylül’ün ülkeye faturası ağır oldu” 37 Oral Çalışlar: 12 Eylül, otoriter bir siyasi yapılanmayı miras bıraktı DOSYA 50 Kalkınmada başarının anahtarı: Bölgesel duyarlılık 46 Necmettin Cevheri: Ülke lafla değil, hizmetle kalkınır 64 Bir arz-ı ubudiyet eseri: Beykoz Kasrı 70 Bir bilim adamının siyasetçi olarak portresi: Mehmet Fuat Köprülü 54 Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz: İnsanı odağa alan bir kalkınma hamlesi başlattık 4 Başkanın Mesajı DÜNYAPARLAMENTOLARI 5Birlik’ten 9 Ayın yasaları 10Haberler 15Dünyadan 18 Ahmet Davutoğlu: Parlamenter demokrasi ve Türk dış politikası 44 Bekir Bozdağ: Somali’de Türk modeli 78 Tarih Sahnesi 38 Avangarda öykünen saray: Bourbon 86Kitap 87Film 60 68 84 88Müzik 89Televizyon 90 Vekiller ne okuyor / ne izliyor 92 Sosyal medya günlükleri 94Unutmayacağız 74 Telefonun ucunda yardıma hazırlar: Santral çalışanları Ahmet Tan ile siyaset ve gazetecilik üzerine Abdulkadir Emin Önen Hitabet AGİTPA’yı anlattı sanattır 80 Tamburun mızrabı elinde, Mevla’nın kelamı dilinde 93 Sırrı Süreyya Önder ile sosyal medya söyleşisi 4 Başkanın Mesajı Demokrasi ve barış Dünyanın pek çok bölgesinde sıcak çatışmaları, akan kanları çaresizlik içerisinde, üzü- lerek seyretmek zorunda kalıyoruz. Bu bölgelerden bazıları Türkiye’nin yanı başındadır. Suriye’de iki yıldır süren iç savaşta kimyasal silahlar kullanılmaya başladı. Irak’ta her gün onlarca kişi bombalı saldırılarda hayatını kaybediyor. Mısır’da yapılan askerî, darbe sonrasında her gün masum insanlar ölmeye devam ediyor. Dünyamız, özlenen barış ve sükûnet ortamına ulaşmaktan ne yazık ki uzak görünüyor. Bütün bu olumsuzluklardan en fazla zarar gören kesim ise masum ve mazlum sivil halktır. Gelecek nesillerin mutluluğu, huzuru, güvenliği ve refahı için insanoğlunun tarih boyunca korkunç acılara ve tahribata neden olmuş savaş ve çatışmalardan ibret alması, bu acıların ve tahribatın tekerrür etmemesi uluslararası camianın ortak sorumluluğudur. Bu maksatla Birleşmiş Milletler, 21 Eylül tarihini “Dünya Barış Günü” olarak ilan etmiştir. Fakat Birleşmiş Milletler’in son yıllardaki acziyeti bu kurumu sorgulanır bir konuma getirmiştir. Oysa her yıl 21 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki “Barış Çanı” insanlık için çalınıyor. Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılan bu çan, tüm kıtalardan çocukların bağışladıkları bozuk paralarla üretildi. Çanın üzerine de “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazındı. Fakat şu anda dünyada barış çanları değil, savaş boruları ötmekte, Birleşmiş Milletler ise sadece seyretmektedir. Birleşmiş Milletler’in mevcut bozuk yapısı sebebiyle “küresel güçler” dünyanın değişik noktalarında karışıklıklar çıkarmaktan geri durmamaktadır. Ülkelerin ve milletlerin kendilerine biçtikleri hedeflerin ve önceliklerin birbirleriyle her zaman örtüşmemesi esasen normaldir. Ortaya çıkan farklılıkların, görüş ayrılıklarının zıtlaşma, kutuplaşma, çatışma zihniyetiyle değil, diyalog ve uzlaşma yoluyla barışçı şekilde giderilmesi, insanlığın ortak geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Böyle bir noktada demokrasi kültürü ön plana çıkmaktadır. Demokrasi kültürünün oturmadığı Ortadoğu ülkelerinde her gün yeni bir facia ile karşı karşıya kalıyoruz. Küresel güçler ise kendi menfaatleri doğrultusunda değişik grupları kullanmaktan, kaos ortamı çıkarmaktan geri durmuyor. Türkiye ise son yıllarda gerçekleştirdiği reformlarla önemli merhaleler kat etti. Türkiye’nin ekonomi, demokrasi, hukuk, kültür, siyaset alanlarında gerçekleştirdiği dönüşümler büyük bir zihniyet değişikliğini de beraberinde getirdi. Bu zihniyet değişimi, küresel güçlerin ülkemiz üzerindeki oyunlarını da bozmuştur. Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak farkındalık oluşturan nitelikleriyle bölgemizde ilham kaynağı olması, yönetimdeki insan merkezli bir bakış açısının tezahürüdür. Vatandaşlarımız da demokratik rejimin erdemlerinin kıymetini biliyor, bunun bilinci ile yarınlara güvenle bakıyor. Türkiye’nin gelişmiş bir demokrasi ülkesi haline gelmesi için, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesinin, hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesinin önemi büyüktür. Bir ülkedeki özgürlük ortamı, esasen demokrasiye hayat veren en önemli güçtür. Demokrasimizin kalitesinin yükseltilmesi, ülkemizde gerçek barış ve huzurun yakalanmasının yanı sıra istikrar, refah ve güvenliğin de teminatı olmaktadır. Demokrasi ve halkın iradesi haricindeki tüm beklentiler ve çözümler bu ülkenin karanlığa itilmesi anlamına gelir. Yıllarımızı heba etmenin acısını hep birlikte çektik. İçinde bulunduğumuz eylül ayı tarihte acılarla doludur. Halkın oyları ile iktidara gelen Demokrat Parti 29 Eylül 1960’ta Eylül 2013 Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı, Kahramanmaraş Milletvekili kapatılmıştır. Yine 10 yıl bu ülkeye başbakanlık yapan rahmetli Adnan Menderes ve iki bakan arkadaşı 17 Eylül 1961 tarihinde idam edilmiştir. 12 Eylül 1980 tarihinde ise bu ülkede darbe yapılmıştır. Demokrasi dışı yapılan tüm müdahaleler ülkemizi geriye götürmüş, sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. 12 Eylül 2010 tarihinde kabul edilen Anayasa değişikliği Türkiye açısından önemli bir reform olmuştur. Darbeleri Araştırma Komisyonu kurulmuş ve darbe yapanlar, darbeye teşebbüs edenler mahkemelere sevk edilmiştir. Artık Türkiye’de demokrasi dışı tüm girişimler mahkemeler tarafından sorgulanmaktadır. Enerjimizi boşa harcamadan, kısır çekişmelerle günü geçirmeden ülkemizin, insanlarımızın geleceği için çalışmalar yürütmek zorundayız. Vizyonumuz sadece kendi halkımız ile sınırlı değildir. Küresel güçlerin aksine biz barışı kendimiz için istiyorsak, dünya halkları için de istiyoruz. Biz demokrasiyi istiyorsak, diğer ülkelerin halkları için de istiyoruz. Biz refahı, mutluluğu kendi halkımız için istiyorsak, diğer ülkelerin halkları için de istiyoruz. Saygılarımla. Birlik’ten “İnsanlık Mısır ve Suriye’deki vahşete karşı sağır ve dilsiz” Mısır ve Suriye’de yaşananları vahşet olarak nitelendiren Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, “Dünya sesini çıkarmayarak bu cinayet ve suçlara iştirak etmektedir” dedi. “Savaşın mağdurları masum insanlar” Türk Parlamenterler Birliği Genel Başka- Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Üyesi Nevzat Pakdil, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında Mısır’da insanlık dramı yaşandığını belirterek, “Her gün, her saat, her dakika insanlık suçu işleniyor” dedi. Mısır’da yaşananları vahşet olarak nitelendiren Pakdil, “İnsanlık bu vahşete karşı sağır ve dilsiz. Türkiye ve Afrika Birliği dışında ses veren yok. Dünya bu olayları seyrederek, ses çıkarmayarak cinayete ve suça iştirak etmektedir” diye konuştu. Mısır’da seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin görevinden alındığını ve parlamentonun feshedildiğini hatırlatan Nevzat Pakdil şöyle devam etti: “Mısır halkı oylarına sahip çıkıyor. Cumhurbaşkanının göreve iadesini ve derhal seçime gidilmesini istiyor. Halkın demokrasi talebinin karşılığı katliam, tecavüz, vahşet. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve diğer ülkeler darbeye darbe, katliama katliam diyemiyor, sessiz kalıyor. Darbeye direnen insanlar silahsız. Hiçbir şiddet içermeden direnişlerini sürdürüyorlar. Mısır’da darbe yapanlar ve onların arkasındakiler halkı şiddete itmek istiyor. Ama direnişçiler binlerce ölüme rağmen bu yola başvurmuyor. Darbeciler şehit ettikleri insanların cenazelerini bile sahiplerine vermiyor. Cenaze sahiplerinden intihar ettiğine dair düzmece belgeleri imzalamaları isteniyor. Demokrasiye sahip çıkanlara karşı olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Ortada bir haksızlık var ve haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Dünya bu olayları seyrederek, ses çıkarmayarak bu cinayetlere, günahlara, suçlara iştirak ediyor. Demokrasi havarisi geçinenler nerede? STK’lar, insan hakları dernekleri nerede? Niçin seslerini yükseltmiyorlar? Küresel güçlerin en büyük hedefi arkasında halk desteği olan liderlerdir. Ne güçlü bir Mısır, ne de güçlü bir Türkiye istiyorlar.” n ı Ne v z a t P a k d i l , Suriye’ de k imyasa l silahların da kullanı ld ığ ı bi ldiri len saldırı sonucu 1300 sivilin ölmesini, “İki yıldır süren iç savaşta kimyasal silahların da kullanılmaya başlanması insanlık dramında gelinen noktayı göstermektedir. Suriye’de insanlar ölürken Birleşmiş Milletler’de denge savaşı yapılıyor. Bunun mantığını anlamak mümkün değil. İnsanlık ölüyor, dünya seyrediyor” sözleriyle değerlendirdi. Şu anda küresel güçlerin egemenlik savaşı yaptığına işaret eden Pakdil, “Bu savaşın mağdurları, kaybedenleri, acı çekenleri ise masum insanlar. Bebeklerin, çocukların, kadınların, yaşlıların öldüğü dünyada güç ve etkin olma mücadelesinin hiçbir anlamı yoktur. Zulüm üzerine kurulan bir iktidar ve egemenlik alanı ne kadar abad olabilir, ne kadar insanlığa fayda sağlar?” diye sordu. Eylül 2013 5 6 Birlik’ten Antalya Şubesi’nin kuruluşu için çalışmalar başladı Türk Parlamenterler Birliği Genel Sekreteri Kadir Ramazan Coşkun Türk Parlamenterler Birliği’nin İstanbul, İzmir ve Bursa’da faaliyet gösteren şubelerine bir yenisi ekleniyor. Birliğin Antalya şubesinin kurulması için çalışmalara başlandı. Türk Parlamenterler Birliği Genel Sekreteri Kadir Ramazan Coşkun, Antalya Şubesi’nin kuruluşu için 22. Dönem Antalya Milletvekili Osman Akman’ın kurucu başkanlığında, 22. Dönem Antalya milletvekilleri Burhan Kılıç ve Feridun Fikret Baloğlu ile 18. ve 19. Dönem Antalya Milletvekili Adil Aydın’ın görevlendirildiğini bildirdi. Coşkun, şubenin kuruluş hazırlıklarının tamamlanmasının ardından genel kurul toplantısı yapılarak yönetim kurulu üyelerinin seçimle belirleneceğini söyledi. Osman Akman Eylül 2013 Türk Parlamenterler Birliği Bursa Şubesi 17 yaşında Genel merkezi Niyazi Pakyürek Ankara’da bulunan Türk Parlamenterler Birliği’nin farklı şehirlerdeki şubelerinden biri de Bursa’da hizmet veriyor. Kurulduğu 1996 yılından bu yana faaliyetlerini sürdüren Bursa Şubesi’nin Yönetim Kurulu’nda şu isimler yer alıyor: Niyazi Pakyürek (Başkan), Yahya Şimşek (2. Başkan), Faruk Ambarcıoğlu (Muhasip), Ali Osman Sali (Sekreter), Hayati Korkmaz, Şevket Orhan, Mustafa Dündar, Mehmet Küçükaşık, Kemal Demirel (Üye). Türk Parlamenterler Birliği Bursa Şubesi, kentte şubenin tanıtımına yönelik faaliyetlerin yanı sıra çeşitli konularda konferanslar düzenliyor. Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay’ın konuşmacı olarak katıldığı ve anayasa değişikliğinin konu alındığı konferans bunlar arasında yer alıyor. Televizyon programları, yerel gazete ve dergilerde şubenin tanıtımı amacıyla mülakatlar gerçekleştirilirken zaman zaman üyelerle yemekli toplantılar da yapılıyor. Türk Parlamenterler Birliği Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Niyazi Pakyürek, “Bir taraftan yeterince bilinmeyen, tanınmayan Bursa şubesinin tanıtımını yaparken diğer taraftan aylık basın toplantılarıyla küresel, ulusal ve yerel konulardaki görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşıyoruz. Akademik çevre başta olmak üzere iş dünyası, odalar, dernekler ve diğer alanlarda kanaat önderleri ile birlikte toplumsal faydayı önceleyen hususlarda faaliyet göstermeye gayret ediyoruz” dedi. Pakyürek, Bursa Şubesi’ne zengin bir kütüphane kazandırmayı hedeflediklerini belirterek, “Kütüphane hedefimize ulaşırsak başta yüksek lisans ve doktora öğrencileri olmak üzere ilimizdeki yazar ve entelektüellerin şubemize uğramalarını temin etmiş olacağız” diye konuştu. Birlik’ten “Güçlü Türkiye’nin sivil bir anayasaya ihtiyacı var” Türk Parlamenterler Birliği’nden Diyanet İşleri Başkanı’na ziyaret Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, Türk Parlamenterler Birliği (TPB), bugüne kadar yapılan değişikliklere rağmen 1982 Anayasası’nın anti demokratik ruhunun ortadan kaldırılamadığını belirterek, “Güçlü Türkiye’nin sivil bir anayasaya ihtiyacı var” açıklaması yaptı. TPB Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, mevcut anayasanın geleceğin Türkiyesini kurmada en ciddi engel olarak karşımızda durmaya devam ettiğini kaydetti. “Türkiye’nin önüne başta insan hakları olmak üzere her konuda engeller koyan ve yamalı bohça haline gelen 1982 Anayasası’nın artık rafa kaldırılması ve yeni anayasanın kabul edilmesi gerekmektedir” diyen Pakdil şöyle devam etti: “Türk Parlamenterler Birliği olarak tüm toplum kesimlerinin geniş katılımını esas alması gerektiğine inandığımız sivil ve demokratik yeni bir anayasanın hazırlanması için yüksek bir talep ve pozitif bir zemin ile temsil gücü yüksek ve zinde bir parlamentomuz olduğuna inanıyoruz.” Nevzat Pakdil, Türkiye’nin hedeflerine ulaşması için sivil bir anayasa ihtiyacının kaçınılmaz olduğuna işaret ederek, “Sivil anayasayı hayata geçirme zamanı geldi ve geçiyor. Bu hususta tüm kesimlerin üzerine düşen sorumluluğu yüklenmesi gerekmektedir. Herkesin emeği geçecek bu anayasa, millî irade tarafından kabul edilmiş bir anayasa olacak ve onurunu tüm Türkiye yaşayacaktır” dedi. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’i makamında ziyaret etti. Pakdil, halkı Müslüman olan ülkelerdeki iç karışıklıklar, savaşlar ve intihar saldırılarının çok düşündürücü olduğunu belirterek, “Bizim her zamankinden çok birlik, beraberlik ve yardımlaşmaya ihtiyacımız bulunuyor. Bizi birbirimize düşürmeye, bölmeye çalışanlara asla müsaade etmeyelim” dedi. İnsan haklarının temelinde insan sevgisinin yattığını kaydeden Pakdil, “Yunus Emre ‘Yaratılanı sev, yaratandan ötürü’ diyor. Bu sevgi, bu düşünce yapısı ile hareket ettiğinizde insanların haklarını iade edersiniz” diye konuştu. Genel Başkan Pakdil, daha müreffeh ve daha güçlü bir Türkiye’nin inşa edilmesinin ça l ışma k ve mücadele etmekten geçtiğini ifade ederek, “Miskinliğin bizim inanç yapımızda yeri yoktur. Çalışacağız, mücadele edeceğiz ve her alanda güçlü olacağız. Ekonomik güçle birlikte demokrasi ve insan hakları alanında geldiğimiz seviye, şüphesiz ülkemizin en önemli kazanımları arasında yer almaktadır” dedi. Eylül 2013 7 8 Birlik’ten Otomobil kampanyasında servis ve bakım indirimi sürüyor Türk Parlamenterler Birliği ile And Otomo- tiv A.Ş. arasındaki protokolle hayata geçirilen kampanya çerçevesinde Skoda marka araç satışlarında uygulanan özel indirim sona erdi. Türk Parlamenterler Birliği üyelerine yönelik kampanya kapsamındaki araç bakım, servis ve çeşitli hizmetlere yönelik yüzde 50 indirim uygulamasının ise devam ettiği bildirildi. Birlik üyelerinin Skoda marka otomobiller için özel indirimden yararlanma imkanı bulduğu kampanyanın ilgi gördüğü belirtildi. Kampanyanın protokol imza töreninde Türk Parlamenterler Birliği adına Genel Başkan Nevzat Pakdil, Genel Sekreter Kadir Ramazan Coşkun, Genel Sekreter Yardımcısı Nuri Uslu, Say man Ömer Faruk Öz, Yönetim Kurulu üyeleri Mehmet Sarı ve Mustafa Ataş, Genel Koordinatör Erbay Kücet; And Otomotiv A.Ş. adına ise Yönetim Kurulu Başkanı Necip Atalan, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Devlet Şankazan ve Satış Müdürü Kemal Kaya hazır bulunmuştu. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil “Bu ülkeye hizmet etmiş ve etmekte olan parlamenterlerimizin yararlanabileceği böyle bir protokolü imzalamaktan dolayı mutluluk duyuyorum” demişti. Eylül 2013 Sayıştay Başkanı Akyel’e nezaket ziyareti Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve K a h ra ma n ma ra ş Milletvekili Nevzat Pakdil, Sayıştay Başkanı Doç. Dr. Recai Akyel’e nezaket ziyaretinde bulundu. “Sivil toplum örgütleri köprü görevini görüyor” Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, Türk Dünyası Mühendisler ve Mimarlar Birliği’ni ziyaret etti. Türk akraba devlet ve toplulukları arasında köprü olması açısından sivil toplum örgütlerine önemli görevler düştüğünü ifade eden Nevzat Pakdil, “Çoğu zaman devletlerin yapamadıklarını sivil toplum örgütleri yapabilmektedir. Türk Dünyası Mühendisler ve Mimarlar Birliği’ne de bu açıdan önemli görevler düşüyor. Biz işbirliği için üzerimize düşeni yaparız. Bu bizim bir anlamda üzerimizdeki bir sorumluluktur” diye konuştu. Türk Dünyası Mühendisler ve Mimarlar Birliği Genel Başkanı İlyas Demirci ise Türk Parlamenterler Birliği ve TBMM Parlamentolararası Dostluk Grupları ile ortaklaşa çalışmalar yapmak istediklerini belirterek, “Bu çalışmalar içerisinde en önemlisi ortak alfabenin bir an önce oluşturulmadır” dedi. Ziyarette Türk Parlamenterler Birliği Genel Sekreteri Kadir Ramazan Coşkun ile Türk Dünyası Mühendisler ve Mimarlar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Alaattin Nalcıoğlu da yer aldı. 9 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Temmuz 2013’te kabul edilen yasalar Kanun Numarası Kabul Tarihi Başlığı 6495 12/07/2013 Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6496 13/07/2013 Sözleşmeli Erbaş ve Er Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6497 13/07/2013 Pan-Avrupa-Akdeniz Tercihli Menşe Kurallarına Dair Bölgesel Konvansiyonun Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun Eylül 2013 10 Haberler TBMM Başkanı Cemil Çiçek, 24. Dönem 3. Yasama Yılı’nı değerlendirdi Yoğun çalışmalarla dolu bir yıl oldu “Yeni bir anayasa hazırlamak milletimize siyaset kurumu olarak taahhüdümüzdür. Bunun sorumluluğu omuzlarımızdadır, taahhüdümüzü yerine getirinceye kadar da omuzlarımızda durmaya devam edecektir. Anayasa toplumsal talep olmanın ötesinde zaruret haline gelmiştir.” Eylül 2013 Türkİye Büyük Millet Meclisi Başkanı Cemil Çiçek, TBMM’de basın toplantısı düzenleyerek 24. Dönem 3. Yasama Yılı’nı değerlendirdi. 1 Ekim 2012-13 Temmuz 2013 dönemini kapsayan 3. Yasama Yılı’nın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en temel kurumu olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millet adına yürüttüğü yasama, denetim ve temsil görevleri açısından yoğun çalışmalarla dolu bir yıl olduğunu ifade eden Çiçek, “Bu yasama yılı içerisinde Meclis çalışmalarına katkı sağlayan pek çok kesim, pek çok kişi oldu. Bu vesileyle her birine ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum” dedi. TBMM’de temsil edilen dört siyasi partinin katılım ve katkılarıyla yürütülmekte olan anayasa yazım çalışmalarının 3. Yasama Yılı’nda da sürdürüldüğünü belirten Çiçek, “İnsan onurunu esas alan, hak ve özgürlük lerin standardını yükselterek onları teminat altına alacak olan, etkin ve verimli bir devlet hizmetini temin için dengeleri iyi kurulmuş yeni bir anayasa hazırlamak milletimize siyaset kurumu olarak taahhüdümüzdür. Bunun sorumluluğu omuzlarımızdadır, taahhüdümüzü yerine getirinceye kadar da omuzlarımızda durmaya devam edecektir. Anayasa toplumsal talep olmanın ötesinde zaruret haline gelmiştir” diye konuştu. TBM M Ba şk a n ı C em i l Çiçek, yeni TBMM İçtüzüğü hazırlanması çalışmalarına da değinerek şunları söyledi: “Meclis’in Haberler saygınlığını artırırken, ihtiyaç duyulan yasaları katılımcı bir anlayışla çıkarmayı kolaylaştıracak, etkin bir denetime imkan verecek ve Meclis’in verimli çalışmasını sağlayacak yeni bir içtüzüğün hazırlanmasına acil ihtiyaç duyulmaktaydı. TBMM İçtüzüğü’nün önceki çalışmalar ışığında ele alınıp değerlendirilmesi ve ortak bir çalışma ile yeni bir içtüzük hazırlanması için kurulan İçtüzük Uzlaşma Komisyonu’nun üyeleri ile 3 Temmuz 2013 tarihinde yaptığımız toplantıda siyasi partilerin her maddesinde uzlaştığı bir içtüzük taslağının hazırlanamadığı anlaşılmıştır. Komisyon, İçtüzük’ün 86 maddesini aynen, 65 maddesini değiştirerek kabul etmiş, 10 maddesini ilga etmiş, 1 yeni madde ihdas etmiş, ancak 20 veya 22 madde üzerinde mutabakat sağlayamamıştır. 3 Temmuz 2013 tarihli son toplantının ardından hazırlanan ve çalışmaları ayrıntılı olarak belgeleyen metin, tarafımca siyasi parti genel başkanlarının bilgi ve değerlendirmelerine sunulmuştur.” “Görev ve sorumluluğa davet ediyorum” Geçen dönemlerle karşılaştırıldığında bu yasama döneminin çok daha gergin ve üslup bakımından kırıcı geçtiğine işaret eden TBMM Başkanı Cemil Çiçek, “Söz uçuyor ama yazı kalıyor. Yıllar sonra tutanakları inceleyecek olanlar geçmiş dönemlerle aradaki üslup farkını göreceklerdir. Umarım önümüzdeki yasama yılında daha yapıcı bir üslup Genel Kurul’a hakim olur. Bu konuda herkesi göreve ve sorumluluğa davet ediyorum. TBMM, ülkenin her meselesinin konuşulduğu en meşru, en anayasal platformdur. Orada herkes konuşacaktır, ama İçtüzük’teki ifadeyle kaba, yaralayıcı olmayacak, temiz bir dil kullanılacaktır. Bize yakışan budur, siyaset kurumunu yüceltecek de bu dildir” dedi. Rakamlarla 3. Yasama Yılı TBMM Genel Kurulu’nun 139 birleşim ve 783 oturumunda 875 saat çalışma yapıldı. Bu çalışmalara ilişkin 46 bin 131 sayfa tutanak tutuldu. Meclis Başkanlığı’na 149 kanun tasarısı ile 947 kanun teklifi geldi. Kanun tasarılarından 142’si, kanun tekliflerinden 55’i yasalaştı. Halen 208 tasarı, 9 teklif Genel Kurul gündeminde bulunuyor. 343 tasarı, 1577 teklif ise ilgili komisyonlarda. 18 bin 578 yazılı soru önergesi verildi. Önergelerden 2 bin 792’si süresi içinde, 6 bin 206’sı süresi geçtikten sonra cevaplandırıldı. Süresi geçtikten sonra cevaplandırılanlar hariç olmak üzere 6 bin 128 yazılı soru önergesi Gelen Kâğıtlar’da yayımlandı. 5 önerge geri alındı, 3 bin 447 önerge ise işlemde. 3. Yasama Yılı’nda sözlü soru önergelerinin sayısı ise 2 bin 306 oldu. 876 Meclis araştırması önergesi verildi. Bunlardan 8’i kabul edilirken 868 önerge gündeme alınmayı bekliyor. 2 Meclis soruşturması önergesi verildi. 2 önergenin de gündeme alınması Genel Kurul tarafından reddedildi. 458 bin 770 kişi TBMM’yi ziyaret etti. 16 Mart 2013 tarihinde başlatılan “Halk Günü” uygulaması kapsamında 2 bin 948 kişi Meclis’i gezdi. Eylül 2013 11 12 Haberler Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği’nden Üstün’e ziyaret Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği Ankara Şubesi Başkanı Hayrullah Efendigil ve beraberindeki heyet TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ü ziyaret etti. Doğu Türkistan’da yaşanan zulmü hem Türkiye’de hem de yurt dışında anlatmaya çalıştıklarını dile getiren Hayrullah Efendigil, Türkiye’den bir grubun oraya gidip olayları yerinde inceleyerek yaşanan zulmün ne boyutta olduğunu araştırabileceğini söyledi. Komisyon Başkanı Üstün ise “Komisyon olarak yeni yasama döneminde gündeme alacağımız ilk konu Doğu Türkistan olacak” dedi. OLİMPİYATLAR İÇİN SPORTİF ATILIM 2020 Olimpiyat Oyunları’na aday olan Türkiye, yüzme ve atletizmde açığını kapatmak için 28 milyon liralık kaynak ayırdı. Ayrıca dünyaca ünlü yüzücü Michael Phelps’in antrenörü de millî takım baş danışmanlığına getirildi. 2020 Olimpiyat Oyunları’nın güçlü adaylarından biri olan Türkiye, bir yan- dan da sportif başarı çıtasını yükseltmek için çalışmalar yapıyor. 17. Akdeniz Oyunları’nda 10 madalya kazanan ülkemiz yüzme ve atletizm dalında büyük bir atılıma hazırlanıyor. Bu doğrultuda Turkcell’in de desteğiyle, kariyerinde 37 altın madalya sahibi Amerikalı efsane yüzücü Michael Phelps’in antrenörü Bob Bowman ve ekibi Millî Takımlar Baş Danışmanlığına getirildi. Turkcell’in sponsor olarak 14 milyon lira yüzmeye ve 14 milyon lira atletizme maddi destek sağlamasıyla birlikte 2015 yılında Kazan’da düzenlenecek Dünya Yüzme Şampiyonası’na yönelik hedefler de büyütülmüş oldu. “Şampiyonluk zaman ister” TBMM’den örnek proje TBMM İdari Teşkilatı toplumsal paylaşımın ve sosyal dayanışmanın önemine dik kat çekmek amacıyla başlattığı Sosyal Meclis Projesi’ni tamamladı. TBMM personelinden oluşan gönüllü çalışma grubunun yürüttüğü “Giysi, Kitap ve Oyuncak Kumbarası Projesi” 3 Haziran-5 Temmuz günleri arasında bağışların toplanmasıyla başlamıştı. 125 kişinin bağış yaparak katkı sağladığı proje, daha önce tespit edilen ihtiyaç sahibi kurum veya kişilere bu bağışların gönderilmesiyle son buldu. Eylül 2013 Turkcell Genel Müdür Yardımcısı Koray Öztürkler, Türkiye Yüzme Federasyonu Başkanı Ahmet Bozdoğan ve gazetecilerle bir araya gelen Bob Bowman yüzmenin bir sabır işi olduğunu belirterek, “12-14 yaş arası sporcuların performansını yükseltip madalya için yetiştireceğiz” dedi. Bowman, “Elimizde son derece yetenekli sporcular var. Kalıcı bir sistem kurmaya çalışıyoruz. Ama olimpiyatlara kadar önümüzde uzun bir süre var. Bunu en iyi şekilde değerlendirip kürsüye çıkacak sporcular yetiştireceğiz” şeklinde konuştu. Haberler Türkiye yerli uçağa yakın Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım yerli uçağın 4-6 yıl içerisinde üretileceğini söyledi. İstanbul Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Çağlar ve beraberindeki heyeti kabul eden Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, yerli uçak projesinin, lisansını alacakları bir modele uygulanacak modifiyelerle birlikte 4-6 yıl içerisinde gerçekleşeceğini söyledi. Bununla birlikte aynı anda özgün bir uçak modelinin de hazırlanarak yerli üretim projesine başlanacağını belirten Bakan Yıldırım, “Lisanslı uçak üretim projesiyle aynı anda başlamak üzere kendi özgün uçak modelimizin üretim projesine start vereceğiz. Bunu tamamlamamız 10 yılı bulacaktır. Hedefimiz 10 yıl sonra özgün uçağımızı uçurmak. Türkiye’de uçak gibi katma değeri yüksek, yan sanayileriyle birlikte kümelenmenin olduğu bir üretime ihtiyaç var” dedi. Ayrıca ülkenin raylı sistem pazarının büyüklüğüne dikkat çeken Binali Yıldırım, “Türkiye’nin çevresinde 75 milyar dolarlık bir raylı sistem pazarı var. Türkiye’de raylı sisteme ürün temin eden 450 civarında üretici grubu oluştu. Eskişehir’de birinci sınıf vagon imal ediyoruz. İlk vagon teslimatını da İngiltere’ye yapacağız” diye konuştu. İTO Başkanı İbrahim Çağlar ise yerli üretim projesine her türlü desteği vermeye hazır olduklarını belirterek yoğun bir trafik akışı olan Atatürk Havalimanı’yla ilgili geliştirilecek projelere de katkı verebileceklerini ifade etti. Meclis binasına büyük tadilat İnşa edildiği günden bu yana tadilat görmeyen Meclis binasında 5 yıl sürecek kapsamlı bir restorasyon yapılacak. TBMM Genel Sekreter Yardımcısı Haydar Çiftçi, TBMM Ana Binası’nın kapsamlı bir tadilattan geçirileceğini söyledi. İnşası Atatürk’ün talimatıyla başlayan ve 60’lı yıllarda tamamlanan TBMM Ana Binası’nın daha önce hiç tadilat görmemesi sebebiyle bakıma ihtiyacı olduğunu belirten Çiftçi, “Bu bina, Türkiye için de TBMM için de kıymetli ve önemli bir bina. Bu binaya gözümüz gibi bakmamız lazım. Biz geçen yıl tescilli olmasını sağladık. Çünkü tarihî bir özelliği var, bu binaya çivi çakıldığı zaman bile hassas davranılması gerekiyor. Tescilden sonra bu binanın korunması lazım. Bu manada biz Ana Bina’nın rölevesini çıkarıyoruz. Elimizde doküman, belge niteliğinde bir çalışma olması lazım. Bunun ihalesini gerçekleştirdik. Röleveyle mevcut durumu tespit edeceğiz. Röleveden sonra restitüsyon, yani eskiye dönük olarak, orijinal projesi olarak neydi, onu ortaya koyacağız. Ardından binanın restorasyonunu yapacağız. Biz burada değişiklik yapmayacağız, ağırlıklı olarak orijinaline uygun hale getirerek restorasyon yapacağız” dedi. Eylül 2013 13 14 Haberler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik: Paniğe kapılmayın ŞEHİR HASTANELERİ PROJESİ HAYATA GEÇİYOR Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik kamuoyunda birçok söylentiye s e b e p ol a n k ıd e m t a zm i nat ıyla i lg i l i çalışmalara açık lık getirdi. Kimsenin paniğe kapılmasını gerektirecek bir durum olmadığını söyleyen Çelik, elde edilmiş hakların korunacağını vurguladı. Bakan Çelik yaptığı açıklamada “Spesifik olarak ‘yok kıdem tazminatı, yok şu konu’ diye ele almak doğru değil, bir bütünlük içerisinde konuları ele alacağız. Eğer bir ülkede bazı işçiler kıdem tazminatı alıyor bazıları alamıyor ise bunun sorgulanması gerekiyor. Netice itibarıyla herkes emeğini akıtıyor, alın terini akıtıyor. Burada bir haksızlık varsa onu gidermek gerekiyor” diye konuştu. Meclis sosyal medyadan bildiriyor Aktif sosyal medya kullanı- mında öncü kurumlardan biri olan TBMM, yapılan çalışmaları anlık olarak Facebook ve Twitter üzerinden duyuruyor. Konuyla ilgili konuşan TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu Meclis’le alakalı tüm bilgileri en kısa süre içerisinde vatandaşla paylaşmak istediklerini belirterek “Sosyal medya vatandaşın bilgi edinme hakkına verdiğimiz önemin gereği olarak başlattığımız bir uygulama” dedi. TBMM Genel Kurulu’nun resmî Twitter hesabının yaklaşık 140 bin, kurumsal hesabının ise yaklaşık 100 bin takipçisi var. Eylül 2013 Sağlık Bakanlığı’nın kamu-özel işbirliği modeli kapsamında başlattığı çalışma ilk meyvesini Yozgat’ta verdi. Bu doğrultuda yapılan girişimlerin ilki olan Yozgat Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin temel atma töreninde konuşan Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu “Hedefimiz, kamu-özel işbirliği modelinin de katkısıyla sağlık hizmet bölgelerine en uygun yatırımları gerçekleştirmektir. Böylece bölge merkezli illerimiz öncelikli olmak üzere, büyük ölçekli entegre hizmet imkanları sağlayan modern şehir hastaneleri kurmuş olacağız” dedi. Toplam 275 milyon TL’lik özel sektör yatırımıyla yapılacak olan hastane 75 bin metrekarelik bir alan üzerine inşa ediliyor. Ayrıca proje Yozgat’ta tek seferde yapılan en büyük yatırım olma özelliğini de taşıyor. “Sağlık birimlerinin kalitesi, devletin sağlığa verdiği önemi en iyi gösteren husustur” Konuşmasına hastanelerin fiziki şartlarının iyileştirilmesinin önemini vurgulayarak devam eden Müezzinoğlu, “Sayın Başbakanımızın da özel önem verdiği, 10 yıllık hayalim dediği Şehir Hastaneleri Projesi’ni artık hayata geçiriyoruz. Sayın Başbakanımıza teşekkürü bir borç biliyorum. Uzun süredir üzerinde çalıştığımız hizmet ve finansman modeli olan Kamu Özel İşbirliği Yöntemi ile reformlarımıza bir yenisini daha ekliyoruz. Bu modelin de katkılarıyla bütün hastanelerimizi 2023 Türkiye vizyonuna uygun hale getireceğiz. Bu kapsamda öncelikle 22 ilimizde yapılması hedeflenen hastaneler için Bakanlığımızın ilgili birimleri gerekli fizibilite çalışmalarını yapıyor. Gelinen aşamada ise 8 ilimizde yapacağımız 9 sağlık kompleksinin sözleşmelerini ilgili firmalarla imzaladık. Bugün ise aynı model kapsamında projelendirdiğimiz Yozgat Eğitim ve Araştırma Hastanemizin temelini atıyor, sağlık alanında yeni bir sayfa açacak yatırımların startını Yozgatımızda veriyoruz. Yozgatımıza ve ülkemize hayırlı olsun” dedi. Haberler “Bir Projem Var! Bir Önerim Var!” çalışmaları tamamlandı Meclis’te “Yasama Bilgilendirme Eğitimi” T B M M İ n s a n K a y n a k- İkinci dönemi 15 Mart 2012’de başlayan “Bir Projem Var! Bir Önerim Var!” uygulaması tamamlandı. Değerlendirme Kurulu 1 Temmuz 2012-30 Haziran 2013 tarihleri arasında başvurulan proje ve önerileri inceleyerek uygulamanın ikinci dönemine son verdi. Bu dönemde TBMM İdari Teşkilatı personeli tarafından 230 proje ve öneri sunuldu. İlk beşte yer alan proje ve önerilerin önümüzdeki dönemde açıklanacağı ve ödül almaya değer görülen personele törenle ödüllerinin verileceği bildirildi. ları Başkanlığı tarafından Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden gelen öğrenciler için “Yasama Bilgilendirme Eğitimi” düzenlendi. TBMM Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Muhammet Bozdağ programın açılışında yaptığı konuşmada projenin amacının üniversite öğrencilerinin yasamaya ilişkin bilgi kapasitelerini geliştirmek olduğunu söyledi. Beş günlük program boyunca öğrencilere yönetici ve uzmanlar tarafından yasama sürecini kapsayan birçok konuyla ilgili eğitici sunumlar gerçekleştirildi. Milletvekillerinden Gürkut Acar’dan örnek davranış Kral’ın kramponları Mehmet Ali Şahin’e CHP A nta lya Mi l let vek i li AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Karabük Milletvekili Mehmet Ali Şahin, Karabük’ün Yenice ilçesinde sentetik çim tesislerinin açılışına katıldı. Bir de futbol müsabakası düzenlenen açılışta teknik direktörlüğünü Mehmet Ali Şahin ile AK Parti Karabük Milletvekili Osman Kahveci’nin yaptığı takımlar karşılaştı. Şahin’in takımında eski millî futbolcular Tanju Çolak, Erdi Demir ve Savaş Demiral; Kahveci’nin takımında ise Karabük Valisi İzzettin Küçük, Vali Yardımcısı Tarkan Keskin, AK Parti İl Başkanı Ömer Ayar forma giydi. Mehmet Ali Şahin’in Tanju’lu kadrosunun kazandığı maçın ardından efsane futbolcu Tanju Çolak Avrupa Gol Kralı olduğu dönemde giydiği ayakkabıları Mehmet Ali Şahin’e hediye etti. Gürkut Acar, Antalya’da yolun karşısına geçmeye çalışan bir yayaya çarpıp kaçan motosiklet sürücüsünü takip ederek yakalattı. Antalya’nın Kepez ilçesinde gerçekleşen olayda trafik ışıklarına uymayan bir motosiklet sürücüsü 12 yaşında bir çocuğa çarparak kaçmaya yeltendi. O sırada kavşakta bulunan Acar, kaçan motosikleti takibe aldı. Başka bir tır şoförünün de peşine düştüğü motosiklet olay yerinden 1,5 kilometre uzaklıkta sıkıştırılarak yakalandı. Eşinin ikazı üzerine durumu fark edip motosikleti takip ettiğini ve diğer araç şoförleriyle birlikte yakalamayı başardıklarını söyleyen Acar, “Bu insanlar yurttaşlık görevini yaptı. Orada haksızlığa uğrayan bir çocuk için mücadele ettiler. Çok yüreğim sızlıyor, bunlar da 17-18 yaşında çocuklar” dedi. Eylül 2013 15 16 Dünyadan Avustralya Parlamentosu’na Türk Senatör Avustralya tarihinde ilk kez Türk kökenli bir siyasetçi, İşçi Partisi’nden Mehmet Tillem, Victoria senatörü seçilerek parlamentoya girdi. Avustralya İşçi Partisi (ALP) Victoria Senatörü David Feeney’nin istifasının ardından, partideki delegelerin oylarıyla senatörlük seçimini kazanan Mehmet Tillem, bu başarısı ile Avustralya Federal Parlamentosu’na giren ilk Türk kökenli siyasetçi oldu. 1974 yılında Kayseri’nin Tavas ilçesinde doğan Mehmet Tillem, göçmen bir ailenin çocuğu olarak Avustralya’ya henüz iki yaşındayken gitti. Siyasete RMIT Üniversitesi’nde öğrenci sendikası başkanı olarak başladı. Son 20 yıldır Avustralya İşçi Partisi’nin birçok kademesinde görev alan Tillem, RMIT Üniversitesi’nde ticaret eğitimi aldı. Avustralya Federal Parlamentosu’ndaki 72 senatörden 31’i İşçi Partisi’ni temsil ediyor. Mehmet Tillem de senatoda Victoria eyaletini temsil eden 7 İşçi Partiliden biri. Suudi Prens muhalefete katıldı Pakistan’ın yeni cumhurbaşkanı Memnun Hüseyin Pakistan Meclisi, Asıf Ali Zerdari’den boşalan cum- Suudi prenslerinden Halid bin Ferhan bin Abdulaziz El Suud, Suudi rejiminden ayrıldığını ve yönetim karşıtı İslami Islah Hareketi’ne katıldığını açıklayan bir bildiri yayımladı. Bildirisinde kendisiyle aynı görüşte olan diğer prenslere de “Allah’ın rızasını gözeterek” sessizliklerini bozma çağrısında bulunan Prens Halid bin Ferhan, kendisinin ve ailesinin halen ülkeye hakim olan aile olarak çok acı tecrübelere sahip olduğunu belirtti. Prens, “Suudi Arabistan’ı yöneten Suud ailesinden ayrıldığını onur duyarak açıkladığını” ifade etti. Ülkede siyasi faaliyetleri yasaklanan Saad el-Fakih’in liderliğini üstlendiği İslami Islah Hareketi, 1996’dan bu yana “Suudi rejiminin insan hakları ve siyasi özgürlükler alanında reform yapması gerektiği” söylemiyle muhalefet yapıyor. Eylül 2013 hurbaşkanlığı koltuğuna iktidardaki Pakistan Müslüman Birliği ’nin (PML-N) aday ı Memnun Hüseyin’i seçti. Seçim, oylama tarihinin değiştirilmesinden dolayı ana muhalefet Pakistan Halk Partisi tarafından boykot edilmişti. Bir dönem Sind eyaletinin başkanlığını da yürüten 73 yaşındaki Memnun Hüseyin, görevi Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari’den 8 Eylül’de devralıyor. İktidar partisi PML-N, 1999 yılında darbeyle iktidardan indirilmiş, geçtiğimiz mayıs ayında yapılan seçimlerle 14 yıl aradan sonra tekrar başa gelmişti. Pakistan’ın 66 yıllık bağımsızlık tarihinde 11 cumhurbaşkanının beşi darbeyle göreve getirildi. Zerdari ise ülkede seçimle başa gelip görevini tamamlayarak Pakistan tarihinde bir ilki gerçekleştirdi. Dünyadan Aliyev resmen aday İran ile Rusya yeni nükleer santral konusunda anlaştı Azerbaycan’ın şimdiki Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, 9 Ekim’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine resmen aday oldu. Aliyev’in Merkez Seçim Komisyonu’na başvuru belgelerinin teslim edilmesinin ardından, cumhurbaşkanı aday sayısı 17’ye ulaştı. Cumhurbaşkanının görev süresinin 5 yıl olduğu Azerbaycan’da bir önceki cumhurbaşkanlığı seçimleri 15 Ekim 2008’de yapılmıştı. Aliyev, bu seçimde oyların yüzde 88’ini a lara k cumhurbaşkanı seçilmişti. Hükümeti kurma görevi Yorgancıoğlu’nda KKTC Cumhurbaşkanı Der- viş Eroğlu, hükümeti kurma görevini Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler (CTPBG) Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu’na verdi. KKTC’de 28 Temmuz erken genel seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler (CTPBG) Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu başkanlığındaki heyeti Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti. Eroğlu, görüşme sonrasında yaptığı açıklamada hükümeti kurma görevini seçimden birinci parti olarak çıkan CTP-BG’ye verdiğini söyledi. Eroğlu, anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak hükümeti kurma görevini CTP-BG Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu’na verdiğini belirterek hükümet kurma çalışmalarının en kısa zamanda tamamlanmasını ve oluşturulacak yeni hükümetin başarılı olmasını temenni etti. CTP-BG Genel Başkanı Yorgancıoğlu hükümeti kurma çalışmalarını en kısa zamanda tamamlamak adına partilerle görüşmelerin süratle yapılacağını vurgulayarak, halkın içinde bulunduğu durumdan kurtarılmasını amaçladıklarını kaydetti. İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salih, yapılan müzakereler sonucu Moskova ve Tahran arasında yeni nükleer enerji santrali anlaşması imzalanacağını açıkladı. Ali Ekber Salih “İran, Rusya ile müzakere içerisinde ve en kısa zamanda karşılıklı mutabakatla yeni nükleer enerji santralinin inşasına başlanması için imza atacak” dedi. Salih, İran’ın nükleer programının kesinlikle barışçıl olduğunun, nükleer enerjinin elektrik üretimi ve tıbbi gereklilikler için kullanıldığının altını çizdi. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, ilk basın toplantısında İran’ın Rusya ile nükleer enerji geliştirme konusunda işbirliğine devam edeceğini şu sözlerle ifade etmişti: “20 bin megavatlık nükleer enerjiye ihtiyacımız var. Bunun üzerinde anlaşma içerisindeyiz. Umarım ki her şey planlanan şekilde gelişir ve İran nükleer enerji santrali geliştirmeye ve işbirliği içinde olmaya devam eder. İran hükümeti komşu ülkelerle nükleer enerji konusunda anlaşma içerisinde olacak, bunlardan biri de Rusya.” Rusya’nın Parlamento Sözcüsü Sergey Narişkin İran’a gerçekleştirdiği ziyarette İran’ın Buşehr kentinde yapılacak nükleer enerji santralinin ardından sivil nükleer enerji konusunda işbirliğinin daha da artacağını açıkladı. Buşehr’deki yapı Ortadoğu’daki ilk sivil nükleer santrali. 1975 yılında Alman şirket tarafından başlanan bu santral 1979’daİran İslam Devrimi’nin ardından durdurulmuştu. İran ile Rusya arasında 1995 yılında bitirilmesi için anlaşma imzalanmasının ardından 2011’de hazır hale gelen bu santralin nükleer silah ve benzeri teknolojiler üretmekle ilişkisi bulunmuyor. Eylül 2013 17 18 Parlamenter demokrasi ve Türk dış politikası D Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı İnsani diplomasi aktif ve çok boyutlu dış politikamızın temel önceliklerinden birini oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki çevremizde vuku bulmakta olan gelişmelere karşı ilk refleksimiz insani boyutta şekillenmektedir. Eylül 2013 ünyamızda siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda iç içe geçmiş bir dizi değişim süreci yaşanıyor. Demokratik ideallerin gerçek anlamda evrensel düzeyde sahiplenildiği, halkın meşru talep ve beklentileri hilafında bir rejim veya yönetim anlayışının geride bırakıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu bağlamda, yüzyıllık bir statükonun yıkıldığı geniş Ortadoğu coğrafyası tarihî bir eşikten geçmektedir. Gerçekten de Suriye’den Tunus’a kadar uzanan bu kadim medeniyetler topluluğuna bakıldığında, bir yanda özgürlük, onur, hak ve adalet mücadelesinin ışıklandırdığı ümit dolu bir gelecek beklentisinin, diğer yanda ise mezhepsel, dinî ve etnik çatışmaların körüklendiği uzun süreli bir istikrarsızlık ve savaş korkusunun hüküm sürdüğü görülmektedir. Maalesef bu tarihî dönüşüm sürecini raydan çıkarma potansiyelini barındıran önemli gelişmelere tanıklık etmekteyiz. Başta Mısır olmak üzere Tunus, Yemen ve Libya gibi demokrasiyi kültür ve kurumlarıyla inşa yönünde çaba gösteren ülkelerde bu süreçlerin sekteye uğratılması riskiyle karşı karşıyayız. Bu gelişmeleri geçen yüzyılın bakış açısını yansıtan siyasi, ekonomik, kültürel paradigmalar temelinde yorumlayıp tutum almak hatalı bir davranıştır. Zira Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinde tohumları ancak yeşermekte olan katılımcı ve temsili siyasi sistemlerin otokrat ve kontrollü rejimlerle ikame edilerek istikrar sağlanacağını düşünmek en hafif ifadesiyle tarihten ders almamak olacaktır. Bu yöntemle kısa vadede sağlanacak istikrar ancak geçici olabilecektir. Bölge ülkelerinin karşı karşıya bulundukları ağır sosyo-ekonomik durumla baş etmek halkların iradesinin engellenmesiyle mümkün olamayacaktır. Bu aşamadan sonra çeşitli korku senaryolarıyla bölge halklarını sindirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu süreçte, bölge insanının kendi kaderini tayin etme konusunda atalet ve çaresizlik içinde olduğunu, bölgenin sosyo-kültürel dokusunun çağdaş demokratik düzenle uyuşmayacağını iddia eden söylemlere en iyi yanıtı demokratik kazanımlarını korumak için hayatlarını hiçe sayan kitleler vermektedir. Türkiye bu sürecin başından itibaren ilkeler ve değerler temelinde bir politika izlemiş ve sancılı birer dönüşüm sürecinden geçen ülkelere yardım elini uzatmakta öncü bir rol üstlenmiştir. Bölgeye yönelik yaklaşımımızın insani bağlar, stratejik çıkarlar ve evrensel değerler olmak üzere üç ana boyutu bulunmaktadır. 19 İnsani diplomasi aktif ve çok boyutlu dış politikamızın temel önceliklerinden birini oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki çevremizde vuku bulmakta olan gelişmelere karşı ilk refleksimiz insani boyutta şekillenmektedir. Yine aynı nedenle ülkemiz, baskı ve şiddetten kaçarak ülkemize sığınanlara yardım elini uzatmakta bir tereddüt göstermemekte, meseleye her türlü çıkar hesabının ötesinde evvel emirde insani perspektiften yaklaşmaktadır. Sayıları yarım milyonu geçen Suriyelilere karşı izlediğimiz açık kapı politikamız bunun somut bir örneğidir. Kendi halkının desteğine sahip, demokratik ve meşru rejimlerle geleceğe yönelik olarak daha kapsamlı bir işbirliğine gidebileceğimize dair öngörümüz ise, bölgeye yönelik yaklaşımımızın stratejik boyutunu oluşturmaktadır. Yakın çevremizde uzlaşmacı bir siyasi kültürün hakim olmasıyla birlikte geniş bir refah, işbirliği ve barış alanının ortaya çıkmasını hedefliyoruz. Bu vizyon çerçevesinde ülkemiz siyaset, ekonomi ve diplomasi alanındaki tecrübelerini bölge ülkeleriyle paylaşmaktadır. Stratejik yaklaşımımızın önemli bir parçasını uzun vadede ulusal çıkarlarımızla uyumlu bir bölgesel işbirliği modelinin tesis edilmesi oluşturmaktadır. Temel itibarıyla kazan-kazan ilkesine göre kurguladığımız ve herkes için güvenlik ve bölgesel sahiplenme ilkeleri üzerinde inşa edilen bu politikayı hayata geçirmek çıkarlarımızın bir gereğidir. Tabiatıyla bölgemizin içinden geçmekte olduğu olağanüstü dönem bu vizyonun hayata geçirilmesinde bazı zorlukları da beraberinde getirmektedir. Ancak, esasında geçiş dönemlerine has mevcut istikrarsızlığın azaltılmasının en etkin yöntemlerinden birinin de yine bölgesel işbirliğinden geçtiği unutulmamalıdır. Dış politikamızda ulusal çıkarlarımız ve evrensel değerler arasında azami uyumlu bir denge tesisi bölgesel yaklaşımımızın üçüncü boyutunu oluşturmaktadır. İşte bu anlayışla, Mısır’da demokrasi ve insan hakları ayaklar altına alınırken Türkiye her şeyden önce evrensel değerler doğrultusunda bir tutum takınmış ve demokrasinin tüm grupları kapsayacak şekilde yeniden tesisi, siyasi tutukluların serbest bırakılması ve şiddetin derhal sonlandırılması konularında yapıcı çözüm önerilerinde bulunmuştur. Unutulmamalıdır ki Mısır bölgedeki dönüşüm sürecinde kilit konumdadır. Bu nedenle Mısır’da savunduğumuz değerler doğrultusunda izlediğimiz tavizsiz siyaset uzun vadede özellikle halklar nezdinde Türkiye’nin güvenilir ve tutarlı bir aktör olarak yumuşak gücüne önemli katkılarda bulunacaktır. Neticede, demokratikleşme olarak nitelendirdiğimiz olgu esasen çok boyutlu bir mahiyet taşımakta ve farklı aşamaları da bünyesinde barın- dırmaktadır. Ancak bu dönüşümlerin geriye dönülmez nitelik taşıdığını söyleyebilmek için asıl kritik aşama “demokrasinin pekişmesi” olarak da adlandırabileceğimiz ikinci aşamadır. Bir ülkede demokrasinin pekiştiğini ve yerleştiğini söyleyebilmek için, tüm siyasi aktörler ve halk tarafından demokrasinin tek alternatif olarak algılanması ve hiçbir kişi veya zümrenin güç mücadelesinde demokratik olmayan yollara tevessül etmemesi gerekmektedir. Bu çerçevede, demokrasinin bir ülkede yerleşmesi için temel anayasal ve yasal düzenlemelerin hayata geçirilmiş olması, demokratik kurumların ve süreçlerin tesis edilerek işletilmesi ve halkın demokrasiye güçlü bir şekilde sahip çıkması gerekmektedir. Ne yazık ki Suriye’den sonra Mısır’da da uluslararası camia kötü bir sınav vermiş ve Mısır’da demokrasisinin müdafaası için gereken tepkiyi gösterememiştir. Küresel yönetişim mekanizmalarında gözlemlediğimiz ve çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz yapısal adaletsizliğe ilaveten, uluslararası toplumun reflekslerinin ve yaklaşımlarının da yeterince adil ve duyarlı olduğunu savunmak mümkün değildir. Bazı ülkelerin kendi ulusal çıkar tanımlamaları doğrultusunda tüm dünyanın gözünün önünde cereyan eden haksızlıklara ve hukuksuzluklara sessiz kalabildiğini görmek insanlık vicdanını derinden yaralamıştır. İşte bu arka plan çerçevesinde, katılımcı siyasi sistemlerin olmazsa olmazı konumundaki parlamenter diplomasinin öneminin iyi anlaşılması gereklidir. Dış politika aktörlerinin çeşitlendiği ve diplomasinin daha demokratik, şeffaf ve katılımcı süreçler sonucunda şekillendirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Şayet başta Ortadoğu olmak üzere yakın coğrafyamızda arzuladığımız ortak çıkarlar temelli işbirliği modeline ulaşmak istiyorsak, bu süreçte parlamentoların etkin rol oynamasına ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye bu öngörülerle hareket etmekte, bölgesinde istikrar sağlayıcı ve yapıcı bir güç olarak politikalar izlemektedir. Öte yandan, Türkiye’nin dış politikada ilgi ve etkinlik menzili bölgesiyle sınırlı değildir. Ekonomik kalkınmasına paralel olarak dış politikada da giderek artan ve çeşitlenen araçları sayesinde Türkiye, bölgesinin ötesinde, küresel ölçekte de barış, istikrar, kültürel uyum ve refaha katkı sağlama yönündeki çabalara aktif katkı ve katılım sağlamaktadır. Büyük bir ekonomiye sahip olan ve etrafındaki jeopolitik çalkantılara rağmen bir istikrar adası konumunu sürdüren ülkemizin izlediği bu yapıcı dış politikanın önemi her zamankinden fazla artmıştır. Eylül 2013 Faili belli demokrasi cinayeti: 12 EYLÜL Eylül 2013 27 Mayıs’ta cuntaya merhaba diyen Türkiye, 1971 Muhtırası’yla bir de ayar yer. Bu ayar pek bir işe yaramamış olacak ki ülkede ne şiddet olayları biter, ne ekonomi yoluna girer, ne de cinayetler azalır… Zaten memleket bir dolu sorunla uğraşırken bunlara bir de askerin sivil yönetime ezelden beri olan güvensizliği eklenince, 12 Eylül hediye edilir Türkiye Cumhuriyeti’ne… Eylül 2013 22 Kapak Demokrasinin sonbaharı Gökçe Doru Sadece üç yıl gibi görünen darbe süreci kundaktaki bebekten bir ayağı çukurdakilere, yiyecek ekmek bulamayandan köşklerde oturanlara her bireyi; spordan sanata, bilimden edebiyata her alanı olumsuz etkileyen sonuçlar doğurdu. Eylül 2013 L iberalizm, petrol ambargosu ve 68 kuşağı, 1970-80 yılları arasında tüm dünyayı tesiri altına alan sert fırtınanın işaret fişekleri sayılabilecek kavramlardır. Bakışlarımızı Türkiye’ye çevirdiğimizde ise gördüğümüz, bu kavramların yakıcılığıdır. Bu tehlikeli sularda binlerce genç boğulmuş, zindanlara tıkılmıştır. Yaygınlaşan siyasi cinayetler, TBMM’nin birçok turun ardından cumhurbaşkanını seçememesi, şeriat provası olarak değerlendirilen Kudüs Mitingi, dönemin başbakanının “70 sente muhtacız” sözü ile işaret edilen ekonomik sıkıntılar ve halkın gelecek kaygısının tüm hayatı esir alması, işsizlik, siyasi çatışmalar, 13 ildeki sıkıyönetim ve katliam boyutuna varan mezhep çatışmaları… Memlekette hal böyle iken, mevcut hükümet de yetersiz kalınca dön baba dönelim aynı yere Kapak gelelim, ordu Türk siyasi tarih sahnesinde bir kez daha rol çalar ve üçüncü kere yönetime dipçikle müdahale eder. 1960 askerî müda ha lesi sonrası düzenin sivilleştirilmesi ve askerin kışlaya dönmesi için verilen çaba 1971 Muhtırası ile zaten bozulmuştur. Kışlada ancak dokuz sene sabredebilen asker, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinde kendisine verilen, “Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama” görevini yerine getirmek üzere harekete geçer. Kurtuluş Savaşı’ndan itibaren süregelen bir gelenekle halkın orduya olan güveni ve onu tek kurtarıcı olarak görmesi bu hareketi güya meşrulaştırır. “Bayrak Harekatı” adı verilen ve 11 Temmuz günü saat 04:00’te yapılması tasarlanan harekat çeşitli nedenlerle ertelenmiş, ancak paşalara 5 Eylül 1980 tarihinden itibaren her an hazır bulunmaları notu özel kuryelerle iletilmişti. Nihayet 12 Eylül 1980 sabahı ordu yönetime el koydu. Emir-komuta zinciri esasında hareket eden ordu, radyo ve televizyonda yayımladığı ilk bildirisine “Yüce Türk Milleti” hitabıyla başlıyor, iç ve dış düşmanların varlığı ve ülkemize yönelik haince saldırıları, siyasal partilerin uzlaşmaz tutumları, Atatürkçülüğün elden gittiği gibi konulara değiniyordu. Bildiride ülke yönetimine bu sebeplerle el konulduğunun altı çiziliyordu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren başkanlığında, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi devletin bütün yetkilerini kendinde toplamıştı. Sabah bir sağcının öldürüldüğü silahın öğleden sonra bir solcunun öldürülmesinde kullanılması, zıt kutuplardaki insanların silah numaralarının birbirini takip etmesi, hangi grubun açtığı belli olmayan çapraz ateşler ve vızır vızır işleyen kurşunların darbe sonrasında aniden kesilmesi bu işin içinde bir iş olduğu şüphesini doğuruyordu. Kan gölünü kurutmanın çaresini darbe olarak gören zihniyet, bu harekatın Türkiye üzerinde kirli hesapları olanların ekmeğine yağ süreceğini, Türkiye’nin demokratikleşme süreci ve atılım gayretini sekteye uğratacağını biliyordu. Amerika’nın deyimiyle çocuklar işi başarmıştı. Eylül 2013 23 24 Kapak Yeni bir askerî dönem ile karşı karşıya kalan Türk milleti 13 Eylül 1980 sabahına yeni umutlarla uyandı. Artık bireylerin can güvenliği sağlanacak; terör, şiddet ve faili meçhul cinayetler ortadan kalkacak; Türkiye kardeşliğin egemen olduğu aydınlık bir ülke olacaktı. En azından halk, egemen güçlerin veya zinde kuvvetlerin diyelim, “Mutlu olunacak; ol!” komutunu yerine getirmişti. Bu umutların sönmesi çok sürmedi… Anayasa mı anayasak mı? 1980 yılından itibaren üç yıl boyunca fiilen ve şahsen, sonrasında “vesayeten” ülke yönetiminde tek söz sahibi olan ordu, Kenan Evren’in Çankaya’yı garantilemesinin ardından 1983 yılı genel seçimleriyle görevini sivil siyasete devretti. Ancak hangi kişilerin hangi partilerde yer alacağı ve partilerin sergileyecekleri siyasal eğilim yine asker kontrolü altındaydı. Sadece üç yıl gibi görünen darbe süreci kundaktaki bebekten bir ayağı çukurdakilere, yiyecek ekmek bulamayandan köşklerde oturanlara her bireyi; spordan sanata, bilimden edebiyata her alanı olumsuz etkileyen sonuçlar doğurdu. Bugün doğanları bile ilgilendiren, herkesi kurulan sistemin bir parçası olmaya zorlayan, A’dan Z’ye her şeyi baştan şekillendiren o üç yıl içinde en az otuz yıl tartışılacak bir anayasa da hazırlandı. 1961 Anayasası, 1971 Muhtırası ile zaten değiştirilmişti. Bu haliyle de bol gelmiş olacak ki darbe döneminde tamamen rafa kaldırılmış, yeni baştan yapılanmayı sağlayacak 1982 Anayasası için hazırlıklara başlanmıştı. Anayasa metnini hazırlama görevi, MGK’nin düzenlediği kurallar çerçevesinde, başkanlığını Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı’nın yaptığı 15 kişilik bir komisyona verilmişti. Bu komisyon Eylül 2013 çalışmalarını üniversiteler, sendikalar, yüksek mahkemeler gibi kurum ve kuruluşlardan görüş isteyerek tamamladı. Kişilere geniş hak ve özgürlükler tanıyan ve haddizatında kendisi de darbe sonrası çıkarılan bir anayasa olan 1961 Anayasası’nın aksine bu anayasada kişiler değil devlet koruma altına alınmış, cumhurbaşkanının yetkileri artırılmış, halka karşı kamu güçlendirilmişti. Yeni anayasanın kabulü için 7 Kasım 1982’de halk oylamasına gidildi ve %91,37 “Evet” oyu çıktı. Bu sonuç, Amerikalı siyaset bilimci Samuel Phillips Huntington’ın “Demokratik rejimin yerini otoriter bir rejimin alması halk tarafından hemen daima büyük bir ferahlama duygusu ve ezici bir onayla karşılanmıştır” Kapak sözünü doğrular nitelikteydi. Referandum öncesi gazetelere uygulanan baskıcı politikalar, Kenan Evren’in yaptığı tehditkar konuşmalar, herkesi fişlemeye müsait şeffaf oy pusulaları hariç tutulursa otoriter rejim gerçekten de halkta ferahlama duygusu (!) yaratmıştı. Kayıp kuşak 1982 Anayasası’nın 26. maddesindeki “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla, tek başına veya toplu olarak açık lama ve yayma hakkına sahiptir…” ve 28. maddesindeki “Basın hürdür, sansür edilemez…” cümleleri Türk basınına sözde özgürlük tanıyordu. Gazete ve dergiler, televizyon ve radyolar haberleri hükümetten izin aldıktan sonra yayımlayacak kadar özgürdü. “Boyalı basın” yaptığı haberleri hükümete beğendirme yarışındayken, diğer gazeteler uyarı almış, para cezaları yemiş, kapatılmış, gazeteciler gözaltına alınmış, hapse mahkum edilmişti. Gazeteler zamanla suya sabuna dokunmayan, yalnızca magazin içerikli haberlere yer vermeye başlamışlardı. Gazetecilikle alakası olmayan matbuat patronları türemiş, bunlar sahip oldukları basın-yayın kuruluşları aracılığıyla tam da yönetimin istediği gibi haberler yapmaya başlamıştı. Demir yumrukla hizaya çekilen basın, bir yerde halkın hangi çizginin gerisinde beklemesi gerektiğini de resmediyordu. Sendikaların işlevsiz hale getirildiği, işçi örgütlenmesinin zayıflatıldığı, grev ha k k ını yasa larla k ısıtlayan, toplumu depolitize etme çalışmaları yapan 12 Eylül dönemi en büyük zararı apolitik bir karakterle yetiştirme hedefinde olduğu yeni nesillere verdi. Gece yarısı evleri basıp her yeri tarumar ederek, ülkeyi bir baştan bir başa Toplumu depolitize etme çalışmaları yapan 12 Eylül dönemi en büyük zararı apolitik bir karakterle yetiştirme hedefinde olduğu yeni nesillere verdi. mengenelerde sıkıştırarak o dönemin çocukları üzerinde yaşattığı travma yetmemiş, cuntacı zihniyet gözünü yeni doğacak nesillere dikmişti. Dr. Erdal Atabek, 80 sonrası doğan nesli “kayıp kuşak” olarak niteler ve hiçbir değer yargısına sahip olmayan; hiçbir kişiye, kurama, kavrama, idareye sorumluluk duymayan; ne istediğini, neden istediğini bilmeyen, düşünmeyen, umursamayan; güdüleri ve dürtüleriyle yaşayan bir kuşak olarak tanımlar. Eylül 2013 25 26 Kapak MGK kararıyla kapatılan partilerin tabelaları sökülürken. Eylül 2013 Kapak 90’larda, gelişen teknolojinin de yardımıyla daha az okuyan, daha çok televizyon seyreden, daha az bilen ve düşünen genç nesil hedeflendiği üzere siyasetten mümkün mertebe uzak tutulabildi. Darbe gerekçelerinden biri Atatürkçülüğün elden gitmesiyken, onun memleketin geleceğini emanet ettiği gençlere yaşatılan travma, cuntanın yüzlerce çelişkisinden yalnızca biriydi. Hukuk yoluna girecek derken hukuksuzluğun baş gösterdiği, herkese adalet gelecek derken suçsuzun da yargılanıp ceza aldığı, ölümler bitecek diye sevinirken bir yanıyla nurtopu gibi bir terör belasını kucağımızda bulduğumuz tarihtir 12 Eylül… Dönemden muzda rip ola n la rın sayısı milyonları bulur. 1 milyon 683 bin kişi fişlenir, 650 bin kişi gözaltına alınır, 7 bin kişi idamla yargılanır, 50 kişi asılarak idam edilir… 12 Eylül, binlerce bilim adamını da mağdur ederek çoğunun yurt dışına kaçmasına sebebiyet verir ve aslında Türkiye’nin geleceğini sakatlar. Kelebek kadar ömür yaşamış olanlar kemik yaşı büyük gösterilerek asılırken, fikirleri yüzünden mahkum edilenler dudak uçuklatacak işkencelere maruz bırakılır. “İşkence”, 12 Eylül’ün en bariz tanımıdır belki de. Cuntacılar aynaya baktıklarında değil de memleketin gençlerinde ve düşünürlerinde görür “vatan haini” sıfatını. Ayakta kalabilen ve tahliye edilenlerin kimi dağa çıkar, kimi başka ülkelere kaçar, kimi delirir. Ve bir kuşak böylece telef edilir. Naber, nitekim Halkın ölüm haberlerine bile tepki gösteremeyecek kadar sindirildiği, herhangi birini “Ben de suçlu muyum acaba” paranoyasına iten 12 Eylül, aradan geçen 33 yılda kimi zaman ciltler dolusu araştırmaya konu olur, kimi Dönemden muzdarip olanların sayısı milyonları bulur. 1 milyon 683 bin kişi fişlenir, 650 bin kişi gözaltına alınır, 7 bin kişi idamla yargılanır, 50 kişi asılarak idam edilir… zaman sanatın diliyle yeniden yeniden hatırlanır. Yaşanan acılar gün olur beyazperdeden yüreğimize dokunur, gün olur notalara işler. Toplumsal hafızamızdaki bu devasa yarık, bu karanlık dönem siyasetin de her daim gündemindedir elbet. TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun çalışmaları yakın bir örnektir bu söylediğimize. Türkiye’yi her alanda onlarca yıl geri götüren darbelerin nedenleri ve sonuçlarını tüm boyutlarıyla araştıran Komisyon, ayrıntılı bir raporla tarihe not düşer. Ülkenin başına etkileri onlarca yıl sonra da görülen binbir felaket açmış 12 Eylül, raporun en dikkat çekici satırları arasındadır. Günümüzden söz etmişken 12 Eylül darbesine ilişkin dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya’nın yargılandıkları davayı hatırlatmakla yetinelim. Bir de darbelerin demokrasinin geri vitesi olduğunu... Eylül 2013 27 28 KapakSöyleşi Prof. Dr. Naci Bostancı: Darbeci anlayış önemli ölçüde tasfiye oldu Söyleşi: Songül Baş Meclis’te 12 Eylül darbesini araştıran komisyonun başkanlığını üstlenen AK Parti Amasya Milletvekili Naci Bostancı, “Toplumsal problemler şiddet yoluyla çözülemez. Sopayı en iyi kullanan 12 Eylül’dü, o da çözemedi. Şiddetin nasıl bir maliyet doğurduğunu hep birlikte görüyoruz” diyor. Bostancı, Türkiye’de darbeci anlayışın önemli ölçüde tasfiye olduğunu belirterek şu mesajı veriyor: “Demokrasi herkes için iyidir. Darbeyle gelen darbeyle gider, halkla gelen halkla gider. İktidarlar için halkla gelip halkla gitmek en iyisidir. Elbette muhalefet için de. Halk yerine gözünü başka güçlere dikmiş muhalefet ne kendine ne ülkeye fayda sağlar.” Eylül 2013 KapakSöyleşi Türkiye 27 Mayıs 1960’tan bu yana çeşitli darbe ve muhtıra dönemleri yaşadı. Siz Türkiye’nin darbeler tarihini nasıl değerlendiriyorsunuz? İnsanlık tarihi iktidar ilişkilerine yönelik yoğun mücadelelerin tarihidir. Eski kabilelerden imparatorluklara, şehir devletlerinden ulus devletlere kadar bütün toplumsal ve politik organizasyonlarda iktidarı elinde tutma konusunda insanlar arasında şedid mücadeleler oldu. Bu mücadeleleri daha kurallı hale getirme yolunda yaşanan trendler, 19. yüzyıldan sonra demokrasi, özgürlük ve halkın iktidarı tayin etmesi temelli bir yapı oluşturdu. Böyle olmakla birlikte her zaman iktidar ilişkileri karanlık, arka planda organizasyonları olan, toplum içinde kimi kesimlerin daha etkin, kimilerinin daha pasif olduğu bir nitelik gösterir. İdeal demokrasi bütün bunların olmadığı demokrasidir. Ama ideal demokrasi, daha doğrusu halkın tam iradesinin siyasete yansıması, Jean-Jacques Rousseau üstadımızı hatırlayacak olursak, haşa ancak Tanrılar devletinde mümkündür. Türkiye siyasetine baktığımızda insanlık tarihinin bu niteliklerini ihtiva eden bir siyasal sürece, iktidar ilişkileri tarihine sahip olduğunu görürüz. Malum, Cumhuriyet’le birlikte tek parti dönemi yaşandı. Bu dönemde modernleşme misyonunu benimseyen, Batılı hayat tarzını Türk toplumu için uygun gören yeni bir elit çevre teşekkül etti. Siyasette, bürokraside, iktisadi hayatta, entelektüel çevrelerde bu ideale yönelik bir güç birikimi söz konusu oldu ve bunlar Türkiye iktidarını yürütme bakımından bir tür tarihî blok oluşturdular. Ancak her modernleşme girişimi halkı kendi karşısında görür, onu dönüştürmek ister, buna yönelik tepkileri ise gerici olarak niteler. Yakın dönem tarihimizde de böyle oldu. Modernleşmeci misyon etrafında teşekkül etmiş elit kadro, tek partinin getirdiği imkanlar çerçevesinde yürüttüğü iktidar olma halini tabii ki terk etmek istemedi. 1950’de Demokrat Parti seçimleri kazandığında iktidardan bir ölçüde uzaklaştılar, ama arızi bir dönem için söz konusu oldu bu. Elit çevre 1960’ta darbeyle birlikte Türkiye siyasetine el koydu, hatta kendi ifadeleriyle halkın davulcu veya zurnacıya kaçmasına mani olacak birtakım anayasal kurumlar oluşturdu. Böylece halk kimi seçerse seçsin, millî iradenin kendilerinin etkin olduğu araçlar marifetiyle pratiğe taşındığı, oylar kime giderse gitsin her halükarda muktedir oldukları bir yapı oluşturdular. Bu, tersinden bir bakışla, sandıkla gelenlerin iktidar olduğu, ama muktedir olamadığı anlamını taşıyordu. Muktedirin karşılığının söz konusu elit çevre olduğu, sandıkla gelenlerin ancak onların gözüne bakarak ne yapabileceklerine ilişkin ilham aldıkları ve ters düşmemeye çalıştıkları bir siyasal düzen teşekkül etti. Bu yapı kısaca bürokratik vesayet olarak adlandırılıyor. Türkiye’deki bürokratik vesayet, iktidarını sürdürecek ve meşrulaştıracak birtakım arayışlar, ideolojik inşa çabaları içine girdi. Bu ideolojik inşada iki önemli hususun onlara yardımcı olduğunu söyleyebilirim; irtica ve bölücülük olarak adlandırılan hareketler. Bütün darbeler irtica, bölücülük ve toplumdaki anarşiye karşı olmak amacıyla yapılmıştır. Bürokratik vesayetin elit kadroları, bu merkezkaç unsurların da yardımıyla sürekli darbe yaparak kendilerini hatırlatma, varlıklarını gösterme, böylelikle darbe dışındaki zamanlarda da gölgeleriyle duruma vaziyet etme imkanına sahip oldular. İşte 12 Eylül de 1960’la başlayan bu uzun tarihin bir parçası. 12 Eylül darbesinin üzerinden 33 yıl geçti, ancak etkilerini hâlâ derinden hissediyoruz. 12 Eylül’ün Türkiye’ye faturasından söz ederken özellikle hangi noktalar üzerinde durmak gerekiyor? Hiçbir şey geçmişte kalmaz, geçmişteki her şey kendi gölgesini, etkisini geleceğe taşır. 12 Eylül’ün üzerinden 33 yıl geçmiştir, ama bir 33 yıl daha geçse Türkiye’de 12 Eylül’e ilişkin ders çıkarma ve buradan geleceğe birtakım pratik normlar ortaya koyma anlayışı güçlü olmak durumundadır. 12 Eylül irtica, bölücülük, terör, iktisadi Eylül 2013 29 30 KapakSöyleşi istikrarsızlık iddialarıyla gerçekleştirilmiştir. 1978 yılının aralık ayında Kahramanmaraş olaylarının ardından sıkıyönetim ilan edilmiş, 12 Eylül’e kadar geçen süre içerisinde olaylar artmış, yer yer iç çatışmalar yaşanmış, bunun neticesinde askeriye memleket idaresine el koymuştur. Şimdi bazıları diyor ki idareye el koymasalar mıydı? 11 Eylül gelirse 12 Eylül olur. Önemli olan 11 Eylül’e nasıl geldik, burada kimlerin payı vardı? Herkes kendi payına ilişkin bir değerlendirme yapar ve o çerçevede ders çıkarırsa bir daha bu tür olaylarla karşılaşma durumumuz olmaz. Bugüne kadar çok tartışılan, halen yeteri kadar anlaşılamayan, ama öyle olduğuna dair birçok emare bulunan bir husus şudur: 12 Eylül’de darbeyle memleket idaresine el koyanlar bu ortamın teşekkülüne katkı yapmışlardır. Bütün sorumluluk onların değildir, ama katkıları vardır. Biz 12 Eylül Alt Komisyonu olarak çalışırken dönemin tanıklarının anlattığı hususlar özellikle bu katkı boyutuna ilişkin sağlam bir inanç doğurmuştur. Örneğin 11 Eylül günü Bakanlıklar’dan Kızılay’a uzanan alana 150 bombalı pankart asılmış, bir kişi bile yakalanmamıştır. Bu bombalı pankartların asıldığı sırada oradaki bütün emniyet güçleri olay çıkacak diye başka yerlere taşınmıştır. Yani bir yeri boşaltıyorsunuz, sonra da oraya 150 bombalı pankart asılıyor. Bunu tesadüf diye görmek mümkün değil. Keza Bahçelievler 3. Cadde’de MHP binasına yapılan bir saldırı vardır, iki kişi hayatını kaybetmiştir. O saldırıyı yaşayan çok önemli tanıklardan biri, komisyonumuza “İlk başta bu saldırıyı solcuların yaptığını düşünmüştük, ama daha sonra onlarla ilgisinin olmadığını gördük. Alparslan Türkeş’in o dönemde açıklamaları oldu, güvenlik güçlerinin içindeki birtakım çetelerin Eylül 2013 bu işi gerçekleştirdiğine dair elimize birtakım bilgiler geçmişti” şeklinde değerlendirmeler yapmıştı. 12 Eylül öncesinde gençler birbirine düşmüştür, şiddet marifetiyle netice alınacağı zannedilmiştir. Sosyalistler devrim ha geldi ha geliyor zehabına kapılmışlardır. Ülkücüler kendilerine devletin, milletin hamiliği, koruyuculuğu rolünü vermişlerdir. Sonradan görmüşlerdir ki devletin de milletin de koruyucusu, hamisi var; bu işe soyunanlar kendilerini bir anda parmaklıkların arkasında bulmuşlardır. 12 Eylül’ü yapanlar ise bir sola vurdularsa bir de sağa vurmuşlardır. Bu denge politikası çerçevesinde herkesi ezmişlerdir. 12 Eylül’den sonra 650 bin civarında tutuklama oldu, birçok cezaevinde işkenceler yapıldı, insan hakları ihlalleri ayyuka çıktı. Zannediyorlardı ki eğer şiddet uygular, sert bir şekilde zecri tedbirlerle bu işleri bastırırlarsa bir daha kimsenin başını kaldırmaya dermanı olmaz. Ama tarih gösteriyor ki birtakım toplumsal problemleri şiddetle çözmeye kalktığınızda bastırılan çok daha yüksek bir maliyetle geri geliyor. Nitekim bugün PKK’yı, Kürt meselesini tartışıyoruz. Bu tartışmalarda şunu görüyoruz; Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar, oradaki gayriinsani muameleler önemli bir motivasyon kaynağı olmuş. Başka unsurlar da var tabii, Kürt dilinin yasaklanması vs… Bütün bunlar bir araya geldiğinde kimilerinin gayrimeşru yollarla bir çatışma başlatmasına sebep olabiliyor. Otuz yıldır yaşadığımız bu. Siyasetin çözmesi gereken konu silaha havale edilmiştir. Bir kere bu yapıldığında silah kendi normlarını, kendi kurallarını egemen hale getirir. Silahın dışına çıkabilmek için ödenen maliyetler, dökülen kanlar sebebiyle gitgide güçleşir. Güya bastırarak, şiddet yoluyla bu işleri çözebileceğini zannedenler nasıl bir maliyet doğurduğunu ümit ederim görmüşlerdir. Elinize sopa alıp toplumsal problemleri çözmeniz mümkün değil. Sopayı en iyi kullanan 12 Eylül dönemiydi, o da çözemedi. 12 Eylül’ün kişisel tarihinizdeki yeri nedir? Siz o dönemleri nasıl yaşadınız? 1976’da Ankara’ya gelip Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydoldum. O dönemde üniversiteler çeşitli gruplar tarafından işgal ediliyordu ve egemen olan grup diğerlerini içeri sokmuyordu. Siyasal, solcuların egemenliğinde bir okuldu; ülkücüler içeri girmeye gittiklerinde olaylar çıkıyordu, sonra da “Komandolar olay çıkardı” diye haber yapılıyordu. Ben Siyasal’a kayıt yaptırdığımda orada bir avuç ülkücü genç vardı, toplam sayıları 17’ydi. Muhakkak bu sayı daha fazlaydı, ama onlar biraz gizli saklı gitmeyi daha uygun bulmuşlardı o dönemde. Az sayıdaki ülkücü genci görünce ben de onlarla birlikte okula gitmeliyim diye düşündüm ve gruba katıldım. Grubun başkanlığını Mümtazer Türköne yapıyordu. Mümtazer ile dostluk ve hukukumuz o tarihlerde başlar. Sadece onunla değil, dönemin atmosferi içerisinde tam bir dayanışma içinde bulunduğumuz, birbirimize hayatımızı emanet ettiğimiz 17 kişiyle ilişkilerimiz uzun yıllar çok yakın bir şekilde sürdü. Grup olarak gittiğimiz dönemlerde, yani 1976, 77, 78 yıllarında çok fazla olay çıkmadı, ama araya polis girdi, okulu tatil ettiler. Siyasal’ı bir nevi dışarıdan bitirmiş sayılabilirim, çünkü birkaç defa derse girdik. Kapıda polis nöbet tutuyordu, biz ön tarafta oturuyorduk; solcular bize bozuk para ve tebeşir atıyordu. O şartlar altında ne hoca ders anlatabilirdi ne öğrenciler derslere eğilebilirdi. Her bakımdan zor günlerdi. Site Yurdu’nda kalıyordum. Ülkücülerin egemenliğindeki bir yurttu. Bir gün yurdun hemen yanında kalabalık bir ülkücü grubun oturduğu kahvehanenin önün- KapakSöyleşi de iki çocuk bana yaklaştı ve Cumhuriyet Yurdu’nu sordu. Cumhuriyet, Siyasal’ın yurduydu, zaten o dönemde insanların ne olduklarını anlamak için sordukları yurda bakmak kafiydi. Ben bir o çocuklara, bir kahvehanede oturan ülkücülere baktım. “İki solcu var burada” desem o dönemin atmosferi içinde herhalde o çocuklar linç edilirdi. Çocuklara “Beni takip edin” dedim, sokağın başına çıkarıp yolu gösterdim ve “Hiç kimseye bir şey sormadan doğruca gidin” dedim. İnsanlıkla çatışmacı ortamın normları arasındaki trajik çelişki doğduğunda aslında herkes bir parça yabancılaşmaya uğrar. İnsanın hem böyle iklimlerin havasını soluması hem de insan olarak kalmaya çalışması çok zordur. Kürt sorunu dediğimiz sosyal ve siyasal sorunun otuz yıllık tarihinde de bu hava vardır. İnşallah çözüm süreci herkesin bu zehirli havayı solumasına artık mani olacaktır. 1978’de Ecevit hükümeti kurulduğunda bizi Site Yurdu’ndan attılar. Bunun üzerine Konya ve Niğde yurtlarında kaldım, okumaya çalışmaya devam ettim. Bu arada 1978’de Ülkü Ocakları Genel Merkezi’ne girdim. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu genel başkandı. O dönemde çatışmalar vardı, çok sayıda insan hayatını kaybediyordu. Allah bir daha bu memlekete öyle dönemler yaşatmasın. Akşam sohbet ettiğin insanların sabah cenazesine gitmek çok dramatik bir şeydi. Kan aktıkça insan daha öfkeli ve karşı tarafa ilişkin daha az insani duygular besleyen biri haline geliyor. 12 Eylül’e giderken böyle bir şiddet sarmalının içine düşmüştü Türkiye. Siyasal’ı bitirdim, 12 Eylül oldu. Müfettişlik, kaymakamlık sınavlarına hazırlanırken 12 Kasım 1980 tarihindeki toplu gıyabi tevkif listesinde benim de adım çıktı. Ne için aranıyordunuz? Niye arandığımı bilmiyordum. Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde bulunmaktan dolayı toplu bir tutuklama olabilir diye düşündüm. O dönemde cezaevlerinden çok kötü haberler geliyordu; ağır işkenceler yapıldığına ve böylelikle çeşitli suçların kabul ettirildiğine dair. O karmaşık dönemde gidip teslim olmadım, 4 ay kaçtım. O dönem de ilginçti. Bunları Işığın Gölgesi adlı romanda kaleme aldım, 1996’da yayımlandı. 18 Mart’ta tutuklandım. Savcı gıyabi tevkif müzekkeresini çıkardı. “Suçum neymiş?” diye sordum. Savcı bir bana bir müzekkereye baktı, “Suçunu bulacağız” dedi. Ben de “Bulduğunuz zaman gelseydim” dedim. “Sus ukala, hepiniz suçlusunuz” dedi. Böylece beni içeri attılar. Mamak Cezaevi’nin o dönemde içeri girenlere oranın nasıl bir yer olduğunu “öğreten” uygulamaları vardı; sistematik bir eza cefa pratiği diyelim. Bu sopa atma işi sanki senin kusurun dolayısıyla oluyormuş duygusu yaratan, ama kusurla ceza arasındaki illiyet bağını ortadan kaldıran bir uygulamaydı. Şöyle ki; “Eskişehir marşını şöyle”, “Bilmiyorum”, “Bilmiyor musun, o zaman uzat avcunu” deyip copla... Her seferinde ve defalarca... İçeride bir yıla yakın kaldım. Çok çeşitli gruplardan tutuklular vardı. Öğreticiydi diyebilirim. Eylül 2013 31 32 KapakSöyleşi 12 Eylül’den 32 yıl sonra TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu kuruldu ve 12 Eylül Darbesi Alt Komisyonu Başkanı oldunuz. Komisyon üyeleri arasında 12 Eylül döneminde cezaevine girmiş başka milletvekilleri de vardı. Bunu kaderin cilvesi gibi değerlendirdiğiniz oldu mu? Akademik gelenek insana kendisine ilişkin duyarlılıkları hesaba katmaksızın olup bitenlere bakmak gerektiğine ilişkin bir perspektif kazandırmaya çalışıyor. Tabii insan sonuçta bir özne, yaşadığı her şeyden etkilenir, ama “nesnellik” böyle bir bakış gerektiriyor. Aradan geçen zamanı da hesaba kattığımızda 12 Eylül’e daha mesafeli bir yerden bakmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Sözünü ettiğiniz konu Türkiye’nin değişim hikayesinin dikkat çekici örneklerinden sayılabilir. Aslında bu zamana gelinceye kadar başka örnekler yaşanmıştı. Cezaevinde birlikte yattığımız Namık Kemal Zeybek, 1990 yılında bakan olmuştu. İdamla yargılananlar sonra başka yerlere geldiler, o dönemde kamu haklarından mahrum bırakılan kimi ülkücüler işadamı oldu, bunlar da ilginç... 12 Eylül Alt Komisyonu’nun çalışmaları kamuoyunda ilgiyle takip edildi. Çalışmalar sırasında sizi şaşırtan belge ve tanıklıklar oldu mu? Türkiye’de şaşırmak kolay değil, bir bakıma inişli çıkışlı bir siyasal hayat yaşayınca artık hiçbir şeye şaşırmamaya başlıyorsunuz. Komisyon olarak çalışırken 12 Eylül dönemine ilişkin birçok tanık dinledik. O dönemde çok önemli görevler üstlenmiş kimi insanların “görmedim, duymadım, bilmiyorum” demeleri şaşırtıcı değil, ama bildik bir hikayenin ifadesi olarak ilgi çekiciydi. O dönemin karanlık, şaibeli atmosferini tahkim eden anlatımlar, zaten bildiğimiz ama bir bakıma tekrar Eylül 2013 Komisyon olarak çalışırken 12 Eylül dönemine ilişkin birçok tanık dinledik. O dönemde çok önemli görevler üstlenmiş kimi insanların “görmedim, duymadım, bilmiyorum” demeleri şaşırtıcı değil, ama bildik bir hikayenin ifadesi olarak ilgi çekiciydi. tekrar çeşitli tanıklıklar üzerinden daha pekiştiğini söyleyebileceğim kanaatlerdi. Mesela Maraş olaylarına ilişkin bende teşekkül eden kanaat, o dönem iktidar olan Ecevit hükümetini sıkıyönetim ilan etmeye mecbur kılmak için düzenlenmiş bir hareket olduğudur. Elbette herkes bu olaylardan kendisine dersler çıkarmalıdır, bunu bir kenara koyuyorum, ama işin iktidar ilişkilerinin karanlık yanına denk gelen bir kışkırtıcılık taşıdığını da görüyorum. Kışkırtıcı olunsa bile bu kışkırtmaya gelmeyecek bir toplumsal atmosfer de önemlidir; bu atmosferi kurmak da vatandaşın görevi. Dolayısıyla kışkırtanlar olabilir, ama topluma düşen sorumluluk bu kışkırtmaya gelmemektir. Bakın bugün Maraş’ta çok güzel bir iç barış var. İnsanlar Sünnisi, Alevisi bir araya gelmişler, bir cemevi yapılıyor, bu çok hoş bir şey. Bu tür tutumların sivil toplum marifetiyle yerine getirilmesi çok önemlidir. Günümüze baktığımızda Türkiye’nin darbe dönemlerini artık geride bıraktığını söyleyebiliyor muyuz? Türkiye demokratikleşiyor. Bugün darbeci anlayışın önemli ölçüde tasfiye olduğunu söyleyebilirim. Dün darbeyi destekleyen toplumsal kesimler daha fazlaydı, bugün daha az olduğunu düşünüyorum. Ancak iktidara gelme ümidi ve imkanı olmayan sivil siyasi çevrelerde bir mahrem yaklaşım olarak “darbe olsa da şu iktidar ilişkileri dönüşse, bize de fırsat çıksa” diye düşünenler olabilir. Bunları da çok naif düşünceler olarak görürüm. 12 Eylül’den sonra malum bir de 28 Şubat yaşandı. 28 Şubat Türkiye’nin ne kadar değiştiğinin de göstergesidir. Gölgesiyle idare etmeye çalıştı 28 Şubat, doğrudan darbe yapmak yerine. O dönemde hangi bürokratların o gölgenin karşısında nasıl hizaya dizildiklerini ve bürokratik vesayetçi geleneğe nasıl ram olduklarını biliyoruz. Ama Allah’a şükür, bir başka 12 Eylül tarihi, yani 2010’daki referandum, bu işleri önemli ölçüde sonlandırmıştır. Tabii yasalarla bir yere kadar düzenlersiniz toplumsal hayatı. Önemli olan toplumsal dinamiklerdir, sivil toplumun gelişmesidir, vatandaşlık bilincinin oluşmasıdır. Her kurumun kendi işini yapması hususunda hem insanlarda bir kanaatin doğması hem de normların o şekilde teşekkül etmesi, toplumsal yapılanmanın öyle gerçekleşmesidir. Türkiye o süreçleri önemli ölçüde başarıyla yaşamıştır. Demokrasi herkes için iyidir. Demokrasi herkesin halkın rızasına yaslanarak iktidar olabileceği, olağan iktidar olma şartlarını sağlar. Rüzgarla gelen fırtınayla gider, darbeyle gelen darbeyle gider, sokakla gelen sokakla gider, ama halkla gelen halkla gider. Halkla gelip gitmek en iyisidir. Elbette muhalefet için de. Halk yerine gözünü başka güçlere dikmiş muhalefet ne kendine ne ülkeye fayda sağlar. Bu da herkesin kulağına küpe olmalıdır. KapakGörüş “12 Eylül’ün ülkeye faturası ağır oldu” Farklı partilerden milletvekilleriyle 12 Eylül askerî darbesini konuştuk. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Aydın Milletvekili Ali Uzunırmak, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkcü, 12 Eylül öncesi, sonrası ve günümüze dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Dr. M. Sezgin Tanrıkulu CHP Genel Başkan Yardımcısı, İstanbul Milletvekili 1980 ’ l i y ı l la r ı n a r i fesi nde Türkiye’de yaşanan toplumsal olayların siyaset kurumu tarafından çözülememesi, demokratik bir zihniyetin eksikliğinden kaynaklanıyordu. Kuşku yok ki bu zihniyet eksikliği, 12 Eylül askerî darbesinin aktörlerinde iyiden iyiye yer bulmuştu. Siyaset kurumunun toplumsal, siyasal, ekonomik problemleri demokrasi ve uzlaşma yoluyla çözmeye muktedir olamadığı yerde, yapılması gereken, uzlaşmayı sağlayacak ve demokratik yollarla meydana getirilmiş yeni meka nizma la r oluşturmaktır. Seçimlerin yenilenmesi bu açıdan elverişli yöntemlerden biri olabiliyor. Ne yazık k i Türk iye’de siyaset kurumunun tıkanıklık yaşadığı pek çok dönemde asker, sadece siyasete değil tüm sosyal hayata müdahale etmiş, demokrasinin kırıntılarını bile ayaklar altına alarak ezmiştir. 1960’tan itibaren neredeyse her on yılda bir askerî darbenin gerçekleştiği bir ülkede, demokrasi geleneğinin oluşması kolay değildir. Eğer bugün Türkiye’de göreli bir demokrasi algısı veya geleneği varsa, kuşkusuz bu, demokratların her türlü baskı ve zulmü göze alarak yürüttükleri mücadele sayesindedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, halk iradesinin yansıdığı yegane çatı olarak algılanması, dahası halkın siyaset kurumuna Eylül 2013 33 34 KapakGörüş güven duyması da yine demokratların mücadelesi sayesinde olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Oysa darbeci veya baskıcı zihniyetler, öncelikle siyaset kurumunu halk nezdinde yıpratmaya girişirler. 12 Eylül askerî darbesinin de TBMM iradesini itibarsızlaştırma girişimleriyle başladığını biliyoruz. Eğer demokrasiyi bir çınara benzetirsek, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki her darbe o çınarın gövdesinde açılmış derin bir yarıktır. Askerî darbelerin yarattığı bu yarıkların tesirinin geçmesi kolay değildir. O yüzden de aradan otuz yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen hâlâ 12 Eylül’ün tesirini çeşitli vesilelerle hissediyoruz. Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) başta olmak üzere pek çok darbe kalıntısı kurum hâlâ darbeci zihniyetin mirasçısı olarak insanlarımızın gündelik hayatlarına yön verme çabalarını sürdürebiliyorsa, o çınardaki yarık varlığını koruyor demektir. Bu vesileyle takriben 12 yıldır iktidarda olan AKP hükümetine de temel bir eleştiri yöneltmemiz gerekir. 12 Eylül darbesinden sonra en uzun süre tek başına iktidarda kalabilen AKP’nin, darbenin kalıntılarını silme konusundaki isteksizliği, hatta bu kalıntıları daha da güçlendirme arzusunu anlayabilmek mümkün değil. Darbecilerin göstermelik de olsa yargılanması için bile demokratlar, sosyalistler, insan hakları savunucuları yıllarca mücadele etmek durumunda kaldı. Bir darbe ürünü olan YÖK’ün tasfiye edilmesi gerekirken, AKP iktidarı kurumu kendi zihniyetine büründürmek dışında herhangi bir çaba içinde olmadı. Darbecilerin başta Diyarbakır, Metris ve Mamak cezaevlerinde olmak üzere tüm hapishanelerde temel insan haklarını ayaklar altına alan uygulamalarının benzerinin hâlâ devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sırf Eylül 2013 Eğer demokrasiyi bir çına- ra benzetirsek, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki her darbe o çınarın gövdesinde açılmış derin bir yarıktır. Askerî darbelerin yarattığı bu yarıkların tesirinin geçmesi kolay değildir. düşüncelerinden, yazıp çizdiklerinden dolayı gece yarıları evleri basılıp içeri tıkılan yazarlar, gazeteciler, bu ülkede 12 Eylül zihniyetinin devam ettiğini gösteriyor. Uzun tutukluluk süreleri, hasta mahpusların tahliye edilmemesi, gözaltında veya cezaevinde işkence ve kötü muamelenin sürmesi... Özetle, darbecilerin fikirleri hâlâ iktidarda. Fakat bu zihniyete karşı mücadele eden ve gücü hiç de küçümsenmeyecek olan demokratlar, darbecilerin kepçeyle aldığını gıdım gıdım da olsa geri alıyor ve alacaktır. Bu uğurda her türlü baskıya, işkenceye, zulme, hedef göstermeye, tehdide maruz kalınsa da, bu uğurda can verilse de, demokrasi, özgürlük, adalet, eşitlik talebi her zaman dillendirilmeye devam edecektir. Askerin kışlasında olduğu, sivil hayata hiçbir otoritenin müdahale etmediği bir Türkiye’yi kurmak, aslında hayatın kendisini yeniden kurmaktır. Hayatı yeniden kurmak, demokrasi çınarını yeniden yeşertmek için her türlü darbeye hayır! KapakGörüş Ali Uzunırmak MHP Aydın Milletvekili, TBMM İdare Amiri 12 Eylül, siyasi gençlik hareketlerinin zirve yaptığı, gençlerin ideolojik bilinçlenme ve memleket meselelerine duyarlılık açısından yüksek seviyede şuura eriştiği bir dönemdi. Ama maalesef silahın ve kavganın işin içine girmesi olayın netliğini ve niteliğini kaybettirdi. Bundan da faydalananlar oldu. 12 Eylül, uygulamalarıyla ülkede büyük tahribat yarattı. Oluş gerekçesinden çok saptı. Bireyler, toplum ve ülke için ızdıraba dönüştü. Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in, insanların suçluluğuna göre değil, denge sağlamak için bir sağdan bir soldan asıldığını beyan eden ifadeleri, yaşı büyütülerek idama götürülen gençler, tutuklama ve sorgulamanın kitleselleştirilmesi, işkenceler, cezaevlerindeki yaşam şartları… Bütün bunlar, içinde bulunulan yüzyıla yakışmayacak uygulamalardı. O günler ne kadar bahtsız, yapılanlar haksız ise bugün 12 Eylül’de yaşananları doğru okuyamamak, istismar etmek de o kadar insafsızcadır. Bizler o günleri yaşamış nesil olarak mutlaka dersler çıkarmalı, doğru sorgulama yapmalı ve geleceği ona göre şekillendirmeye çalışmalıyız. Sorgulanmamış hayat yaşanmış sayılamaz. Günahlarımızla ve sevaplarımızla bu yönde düşünmekteyim. 12 Eylül’ün ülkeye faturası ağır olmuştur. Bireysel ve toplumsal olarak büyük ızdırap çekilmiştir. Ocaklar sönmüştür. Ben 12 Eylül’de Ankara Ülkü Ocakları Başkanı’ydım. Darbe bizlere karşı yapıldı. Milliyetçi Hareket Partisi 220 idam talebiyle açılan bir iddianameyle karşılaştı. İdam edilen kardeşlerimiz, istikbali ve istiklali kaybolan arkadaşlarımız oldu. 12 Eylül döneminde Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’nde (bugünkü Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi) Elektrik Mühendisliği Bölümü son sınıf öğrencisiydim. 12 Eylül darbesiyle birlikte okulu bırakmak zorunda kaldım. Şimdi özgeçmişimde lise mezunu olduğum yazıyor. Bireylerin, toplumun ve ülkenin geleceğine tesir etmiştir 12 Eylül darbesi. Bu açıdan da incelenmesi ve mağduriyetlerin giderilmesi lazımdır. Darbe döneminde, gençliğin depolitize olmasını sağlayacak, onları ideallerinden, memleket sevdasından uzaklaştırmaya çalışan bir yapının kurulması söz konusu olmuştur. Bugün demokrasi bilinci ve kültürü yüksek, taleplerini doğru ve etkili biçimde seslendirebilen, ülkesini milletler arası yarışta yükseltme hedefinde olan bir gençlik meydana getirme çabası içerisinde olmalı ve bu yapıyı temin etmeye çalışmalıyız. 12 Eylül anayasası yüzde 91,37 oy oranıyla kabul edildi. Eğer referandumlar hakikaten bir işaret veriyorsa her şeyi döneminde okumak, değerlendirmek lazım. Bugün 12 Eylül anayasası kalmadı ortada. Anayasanın birçok maddesi, hemen hemen üçte ikisi değişti. Dolayısıyla 12 Eylül’e yönelik toplumsal tepkiyi anayasaya yüklemeye çalışma gayreti bizi doğru yola götürmez, duygusal bir yaklaşım olur. Bizim duyguyla aklın birleştiği noktayı yakalamamız lazım. 21. yüzyıla yakışacak, insan haklarına, demokrasiye, toplumsal mutabakata önem veren, millet bütünlüğünü muhafaza eden bir anayasa inşa edilmeye çalışılmalı. Bu açıdan TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarını önemsiyorum. Oy birliği ile inşa edilmiş bir anayasa yapılmasından yana olduğumu da belirtmek istiyorum. Eylül 2013 35 36 KapakGörüş Ertuğrul Kürkcü BDP Mersin Milletvekili 12 Eylül, Türkiye’nin yaşadığı en büyük politik travmalardan biridir. Uzun vadeli etkilerini siyasetten toplumsal yaşama, üniversitelerden çalışma hayatına kadar her alanda gördüğ ümüz bu darbe, bir askerî talimnameye benzeyen anayasasıyla hâlâ Türkiye’yi belirliyor. 12 Eylül’ün gerçekleşme nedenlerine baktığımızda sadece iç koşullardan söz etmek birçok şeyi ihmal etmek olur. Darbe çok büyük ölçüde iki kutuplu dünya düzeninin de bir ürünüydü. Bunun en önemli etkisi, Türkiye’deki bütün iç ihtilaf ların Sovyetler Birliği ile Amerika arasındaki karşıtlığın bir fonksiyonu gibi gör ü lüyor ol masıyd ı. Dolay ısıyla her darbe girişimi kendisini meşrulaştırmak için “ komünistlerin yol açtığı iç kargaşayı önleme”yi gerekçe gösteriyordu. Oysa 12 Eylül öncesine baktığımızda çatışmanın kaynağında Sovyetler Birliği’nin bir müdahalesini görmek hemen hemen kabil değil. Hatta Kenan Evren’in darbeden hemen sonra bütün dış seyahatlerini Sov yetler Birliği ’nin de yer aldığı Varşova Paktı ülkelerine yaptığını ve ikili anlaşmalar için görüştüğünü düşünürsek aslında bu gerekçe çok ironik de gözükecektir. 12 Eylül darbesinin iç ve dış iki temel gerekçesi var. Birincisi özellikle İran, Etiyopya ve Somali’deki devrimler ile Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali sonrasında NATO’nun güneydoğu kanadına istikrar getirme çabası. Bu amaçla ABD bir da rbe için çok büyük gayret göster- Eylül 2013 12 Eylül’ün gerçekleşme nedenleri- ne baktığımızda sadece iç koşullardan söz etmek birçok şeyi ihmal etmek olur. Darbe çok büyük ölçüde iki kutuplu dünya düzeninin de bir ürünüydü. di. Zaten bu pek inkâr edilmeyen bir şeydi. CIA’in Türkiye İstasyon Şefi’nin Washington’u arayarak “Bizim çocuklar darbeyi yaptı” dediğini biliyoruz. Hiçbir şey dememiş olsaydı da biliyorduk; darbe ABD ve NATO ile büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda gerçekleşmekle kalmadı, ilk dakikadan itibaren bu güçlerce dolaysızca desteklendi. İç ihtilaf lara baktığımızda ise Türkiye’de ezilenler ile ezenler arasındaki karşıtlığın son derece sert bir karakter kazanmış olduğunu; hükümetin hem haklı talepleri karşılayamadığını hem de başkaldıranları konvansiyonel yollardan durduramadığını ve faşist harekete yol verdiğini görüyoruz. Ezilenlerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bütün anayasal hükümleri ortadan kaldıran, Turgut Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak iktisadi kararları, ancak bir askerî diktatörlük tarafından uygulanabilirdi ve 12 Eylül de bu uygulama için askerî diktatörlük kılıcını sermayenin hizmetine verdi. Darbeleri karakterize eden bazı veciz sözler vardır. Mesela dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, işçileri ve sendikacıları kastederek, “Bugüne kadar hep onlar güldü biz ağladık, bundan sonra biz güleceğiz” demişti, öyle de oldu. Bu söz darbenin sınıfsal karakteri hakkında net bir fikir veriyor. 12 Eylül, çok açık bir biçimde işçilere, hak arayanlara, komünistlere, solculara, liberallere karşı olduğunu haykırarak geldi ve bunlara karşı doğrudan doğruya bir bastırma harekâtı sürdürdü. 12 Eylül darbesinin en önemli toplumsal-politik sonuçlarından biri, muazzam depolitizasyondur. Devletten korkunun, can kaygısı ve bencilliğin merkeze yerleştiği bir toplumsal-politik davranış kalıbı topluma egemen olmuştur. Bence “Gezi İsyanı”nın en olumlu sonuçlarından biri, 12 Eylül’ün mirası “Her koyun kendi bacağından asılır” zihniyetinin artık kitlesel ölçekte son bulmasıdır. 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi anlayışına göre kurgulanmış anayasası hâlâ yürürlükte. Bu anayasanın Kürt kimliğini ve diğer etnik, kültürel, inançsal kimlikleri bastırmaya ve inkâra yönelik yaptırımlarının yol açtığı vahim sorunları halen yaşıyoruz. Büyük bir toplumsal katılımla tartışılıp gerçekleştirilen yeni bir anayasal düzen kurmadıkça 12 Eylül rejimi içerisinde yaşamaya devam edeceğiz. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarının yeni bir anayasa hazırlanması için fırsat olduğunu, ama bu fırsatın da seçim endişeleri altında heba edildiğini düşünüyorum. KapakSöyleşi 12 Eylül bize otoriter bir siyasi yapılanmayı miras bıraktı. Siyasi partiler muhalefetteyken değiştirme sözünü verdikleri birçok kurumu, iktidara gelince işlerine uygun buldular. Bu nedenle de değişimin gerçekleşmesi kolay olmuyor. “12 Eylül, otoriter bir siyasi yapılanmayı miras bıraktı” Gazeteci-yazar Oral Çalışlar, 12 Eylül askerî darbesine ilişkin sorularımızı yanıtladı. “12 Eylül bize otoriter bir siyasi yapılanmayı miras bıraktı” diyen Çalışlar, siyasi partiler “kırmızı çizgiler” öne sürse de yeni bir anayasa umudunu koruduğunu belirtiyor. Söyleşi: Zeynep Yiğit Türkiye’nin darbeler tarihinde 12 Eylül’ün yeri nedir? Bugünün Türkiyesinin şekillenmesinde 12 Eylül askerî darbesinin rolü ne olmuştur? 12 Eylül askerî darbesi “en tecrübeli darbe” sayılabilir. Askerler 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 darbelerinden çıkardıkları “derslerle” darbeyi kalıcılaştıracak önlemler aldılar. Yeni anayasa yapmakla kalmayıp bütün temel kurumları yeniden otoriter bir anlayışla şekillendirdiler. Bu nedenle hâlâ 12 Eylül’ün kurguladığı siyaset çerçevesinin dışına çıkmakta zorlanıyoruz. 12 Eylül’ün Türkiye’ye faturasından söz ederken özellikle hangi noktalar üzerinde durmak gerekiyor? 12 Eylül’ün kişisel tarihinizdeki yeri nedir? O yıllara ait bizimle paylaşabileceğiniz anılar var mı? 12 Eylül döneminde 4 yılımı hapiste geçirdim. 4 yıl da kaçak yaşadım. Günlük bir gazetenin genel yayın müdürüydüm ve siyasi bir partinin yöneticisiydim. Cezamın bir bölümünü Ecevit, Türkeş ve Erbakan’la aynı cezaevinde çektim. Onlarla çok ilginç sohbetlerim ve anılarım oldu. Yeni baskısı yapılan Liderler Hapishanesi kitabımda onlarla geçirdiğim günlerin günlüklerini yayımladım. Küçük bir anı: Bülent Ecevit’le bir volta sırasında yürürken bize Alparslan Türkeş de katıldı. “Biliyor musunuz bizim partide Falkland yüzünden ayrılık çıktı” dedi. Falkland krizi, İngiltere ile Arjantin arasındaki adaların kime ait olduğu çatışmasından çıkmış ve iş savaş noktasına gelmişti. Arjantin’de o dönemde askerî yönetim vardı. “Neden ayrılık çıktı?” diye Türkeş’e sorduk. “Bazı arkadaşlar mesela Sadi Somuncuoğlu Arjantin’i destekliyor, İngiliz emperyalizmine karşı” dedi. “Peki ya siz?” diye sorduk. “Ben İngiltere’yi destekliyorum, çünkü Arjantin’deki faşist darbenin yıkılmasını istiyorum” karşılığını verdi. Ecevit’le birbirimize baktık. Türkeş’in faşizm açıklaması ilginç gelmişti. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu yeni bir anayasa hazırlanmasına yönelik çalışmalarını sürdürüyor. Yeni anayasa 12 Eylül’ün izlerinin silinmesi açısından bir fırsat olarak değerlendirilebilir mi? Meclis’teki bütün partiler 12 Eylül askerî darbesine karşı olduklarını söylüyorlar. Ama iş darbenin anayasasına son verip özgürlükçü bir anayasa yapmaya gelince duraklıyorlar. Başlıyorlar “kırmızı çizgiler”ini öne sürmeye. Özellikle CHP ve MHP’nin kırmızı çizgilerine baktığımızda 12 Eylül’ün ruhunu görüyoruz. Ama buna rağmen yine de yeni bir anayasa umudumu koruyorum. Çünkü toplum istiyor. Askerî vesayet sisteminin dinamikleri açısından geçmişle bugün arasında farklılık söz konusu mu? Türkiye’nin darbe dönemlerini artık geride bıraktığını söyleyebiliyor muyuz? Darbeler dönemini büyük ölçüde geride bıraktık. Askerî vesayetin kırılması açısından da büyük adımlar atıldı. Ergenekon davası başta olmak üzere bu tür davalar, askerin siyasete müdahalesini önlemek bakımından hayati rol oynadılar. Ama darbe ruhu Türkiye’de yaşamaya devam ediyor. Ne yazık ki askerî okullar başta olmak üzere okullarımızdaki otoriter eğitim anlayışı, darbelere zemin hazırlayacak bir alt yapı olarak önümüzde duruyor. Bu eğitim sistemiyle daha çok darbeci yetişir. Eylül 2013 37 38 Avangarda öykünen saray Eylül 2013 Dünya Parlamentoları Fransız demokrasisi, Bourbon Sarayı’nın duvarları ardında yaşıyor... Tam 290 yaşındaki bu saray, Fransa’nın çalkantılı tarihi boyunca Beşyüzler Meclisi, Yasama Kurulu, Temsilciler Meclisi ve Ulusal Meclis’e ev sahipliği yapmış. Bir Roma kenti planını andıran saray yerleşkesi, aynı zamanda son iki yüz yılın önemli sanatçıları ve sanat akımlarından izler taşıyor. Elif Çelik P aris, Seine nehrinin batı yakası... Bir zamanlar düellocuların karşı karşıya geldiği arazinin hemen karşısına, 1722 yılında Kral XIV. Louis’nin kızı, Bourbon Düşesi Louise Françoise adına yapılacak sarayın temelleri atılır. Başta düşesin ve sevgilisinin konutlarından oluşan bir yapı olarak planlanan saray, sonraları Paris’in en elegan, en gözde yapısı haline gelir. Saray’ın inşası başladığında planı çizen mimar Lorenzo Giardini ölmüş, görevi Versay Sarayı’nın yenileme projelerinde emeği geçen Jules Hardouin-Mansart’ın yardımcısı Pierre Cailleteau devralmıştır. 1724 yılında o da ölünce, Bourbon Sarayı’nın inşasını Hardouin-Mansart’ın bir diğer yardımcısı Jean Aubert üstlenir. İnşası 1728 yılında dördüncü bir mimarın, Jacques Gabriel’in gözetiminde tamamlanan Saray iki kanatlı, U şeklinde bir yapı ile geniş bir avludan oluşuyordu. Lessay Misafirhanesi, Bourbon Sarayı ile eşzamanlı olarak inşa edilmiş, aynı yerleşke içindeki daha küçük bir yapıydı. Sadece konut olarak kullanılan ve Seine nehrinden bakıldığında 18. yüzyıl mimarisinin tipik bir örneğini yansıtan yapı fazla yüksek olmayan, yatay bir görünüme sahipti. Yuvarlak köşeleri, yapının zarafetine özgünlük de katıyordu. Fransız üslubunda peyzajı yapılan bahçe, funda ve küçük ağaçlarla kaplıydı. Eylül 2013 39 40 Dünya Parlamentoları Paris’in gözbebeği Kraliyet konutlarından sonra ülkenin en ihtişamlı yapısı sayılan Bourbon Sarayı, Düşes’in ölümünün ardından Kral XV. Louis’ye satılır. Başlarda birtakım genişletmeler yapmayı planlayan kral, nihayetinde ölen Düşes’in torununa sarayı tekrar satar. Söz konusu torun, 7 Yıl Savaşı’nda kahraman ilan edilen Prens Louis-Joseph’tir. Sarayı yeniden elden geçirmesi için arkeolojiye meraklı bir mimar olan Marie-Joseph Peyre ile anlaşan Louis-Joseph, 18. yüzyılın ikinci yarısında moda olduğu üzere antika süslemelerle dolu anıtsal bir mimari tasarım ister. Düşes dönemindeki orijinal giriş kapısının yerine yapılan sütunlarla çevrili, yarım daire şeklindeki gösterişli portal bu hevesin ürünüdür. Ayrıca sarayın iki kanadı genişletilir ve içinde küçük dairelerin olduğu yeni bir bina inşa edilir. Eşyalarsa sarayın yeni sahibinin coşkusunu yansıtır niteliktedir; silahlar, kalkanlar, zırhlar ve bugün halen görülebilecek pek çok duvar motifi. 1780’lerin sonunda saraydaki yenileme ve genişletme çalışmaları henüz bitmişken Fransız Devrimi patlak verir. Prens sürgüne gönderilince saray 1792 yılında kamulaştırılır, ardından cumhuriyetin simgesi haline gelir. Eylül 2013 Kraliyet konutlarından sonra ülkenin en ihtişamlı yapısı sayılan Bourbon Sarayı, Düşes’in ölümünün ardından Kral XV. Louis’ye satılır. Tenis Kortu Yemini’nden meclis salonuna Halkın cumhuriyete gönülden bağlanmasından rahatsızlık duyan Kral XVI. Louis, temsilcilerin bir araya gelmesini önler. Bunun üzerine temsilciler Versay Sarayı’nda tenis oynamak için kullanılan geniş alanda toplanarak “Tenis Kortu Yemini”ni eder, sonunda anayasanın kabul edilmesiyle sonuçlanan uzunca bir mücadele verilir. Meclisin toplanması için yer eksikliği böylece ortaya çıkar, mimarlar Jacques-Pierre Gisors ve Emmanuel-Chérubin Lecomte Bourbon Sarayı’na bir meclis salonu yapmak üzere görevlendirilir. Cumhuriyetin ilk parlamentosu olan Beşyüzler Meclisi, 1798’de bu salonda toplanır. Roma amfitiyatrosu şeklinde tasarlanan meclis salonunun, kubbesi ve yine Roma mimari öğesi olan bir tepe Dünya Parlamentoları 1836’da Prens LouisJoseph için yapılan Delacroix Salonu, adını ressam Eugène Delacroix’dan alır. Duvarların neredeyse tamamında Delacroix’ya ait alegorik süslemelerin yer aldığı salonun en önemli dört figürü adalet, ziraat, sanayi ve savaşı simgeler. Salon günümüzde milletvekilleri tarafından Meclis Salonu’na geçerken kullanılıyor. Casimir Perier Salonu Roma bazilikalarını örnek alan bir mimariye sahip. 8 Korinth sütunuyla çevrili salonun duvarlarında oyuklar ile mutlakiyete, bozgunculuğa karşıtlığı ve yurttaşlık yasasına bağlılığı temsil eden heykeller yer alır. penceresi vardır. Meclis başkanının masa ve sandalyesi maun ile tunçtan yapılmıştır. Kürsünün arkasında, Rafael’in Athena Okulu adlı tablosunun deseninde duvar halısı yer alır. Önünde ise biri “tarih” diğeri “kader”i temsil eden iki kadının olduğu bir rölyef görülür; kader bir trompete üflemekte, yani yasaları duyurmakta, tarih ise onları deftere kaydetmektedir. Kompozisyonun tam ortasında, Fransa’nın “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganını temsil eden Marianne büstü bir kaide üzerinde durur; kaide ise mitolojideki iki ayrı yüzü olan Janus ile süslenmiştir. Janus’un sola bakan yüzü geçmişte edinilen deneyimleri, sağa bakan yüzü ise geleceğe dair ileri görüşlülüğü sembolize eder. Aynı dönemde Bourbon Sarayı’na bir kubbe yapılır, ayrıca Saray ile Lessay Misafirhanesi’ni birbirine bağlayan ahşap bir geçit binası inşa edilir. Bu ve sonrasındaki pek çok genişletmeyenileme çalışmaları sonucunda binanın orijinal güzelliğini ve simetrisini kaybettiği görülür. Yıl 1804 olmuş, Fransa’ya imparatorluk gelmiştir. İlk Eylül 2013 41 42 Dünya Parlamentoları Saray’ın göz alıcı güzellikteki kütüphanesi kitaplardan çok dekoru ve duvar resimleriyle dikkat çekiyor. Tavanda bulunan beş kubbenin her birinde farklı bir Delacroix tablosu yer alıyor. Tabloların temasını, tefekkürün temeli sayılan şiir, ilahiyat, hukuk, felsefe ve bilim oluşturuyor. Bugün envanterinde 600 bin kitap ve süreli yayın bulunan kütüphane, milletvekillerine açık olduğu gibi internet üzerinden de veri ulaşımı sağlıyor. Saray’ın Seine nehri cephesindeki alınlıkta yer alan rölyef başta Napolyon’un Austerlitz Savaşı’ndaki zaferini gösterirken, daha sonra her yeni rejimle birlikte değiştirildi. imparator Napolyon Bonapart’ın “daha anıtsal, daha gösterişli bir Paris” hayaline uygun olarak, mimar Bernard Poyet sarayın Seine nehrine bakan cephesine sütunlar üzerinde duran, rölyeflerle süslü bir üçgen alınlık yapar. 12 Korinth sütunu ile tam bir anıtsal, neoklasik mimariye bürünen Saray, böylece 18. yüzyıl mimarisinin sadeliğinden epey uzaklaşır. Ancak Saray en önemli ve nihai dönüşümünü Prens LouisJoseph’in 1815’te sürgünden dönüp sarayını geri almasıyla yaşar. Prens’in yaptığı değişiklikler Lessay Misafirhanesi’ni pek etkilemezken Düşes’in orijinal sarayından neredeyse eser kalmaz. Dolayısıyla her ne kadar 18. yüzyılda yapılmış Eylül 2013 olsa da bugünkü haliyle Bourbon Sarayı 19. yüzyıl mimari zevkinin ürünüdür. Günümüzde yasa koyucu Ulusal Meclis, Fransız demokrasisinin kalbi. Bourbon Sarayı ise tarihle demlenen, ama modern çağın yenilikleriyle de el ele yürüyen bir yapı. Saray hem bir abide hem de yaşayan bir kültür varlığı; hem tarihin tanığı hem de Fransa’da siyasetin geleceğinin kalbi... Bir zamanlar Bourbon Sarayı’ndan “penceresiz ev” olarak bahsedilirmiş, bugünse yurttaşlarına şeffaf lığı savunan; pencerelerini de, kapılarını da onlara sonuna dek açan bir demokrasi yuvası olarak nitelendiriliyor. Türk Parlamenterler Birliği’nden Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul kararıyla 2013 yılında yıllık 120 TL’dir. Bankalar tarafından müşterilerine, uluslararası Banka Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir. Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları 2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir. Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması, Türk Parlamenterler Birliği ANKARA KONUKEVİ Üyelerimiz ve misafirlerine hizmet vermektedir. Royal Anka Hotel Tel: 0312 446 36 86 Bayraktar Mahallesi Bayraklı Sokak No: 35 GOP / Ankara 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir. Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur. TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr Fax Hattı: 0312 420 66 24 Sayın Üyelerimiz, her konuda bize ulaşabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği TBMM B Blok 2. Asma Kat 06540 Bakanlıklar / ANKARA Tel: 0 312 420 66 21 Fax: 0 312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 Sağlık Hattı Sağlık uygulamaları, hastaneler ve anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü bilgi için 0312 420 0 112 numaralı telefonu arayabilirsiniz. 44 Somali’de Türk modeli S Bekir Bozdağ Başbakan Yardımcısı Türkiye’nin Somali’de sağladığı yardımlar sonucunda artık insanlar açlıktan susuzluktan ölmüyor, ilaçsızlıktan ölmüyor, tedavi edilememekten ölmüyor. Bunlar Türk insanının ve Türk halkının başarısıdır. Eylül 2013 omali’de yaşanan insani krizi yerinde görmek ve dünya kamuoyunun gündemine taşımak amacıyla Sayın Başbakanımızın, başta eşi değerli Hanımefendi ve çocukları olmak üzere, birçok bakanımız ve eşleri, milletvekilleri, sanatçılar, işadamları, bilim insanları, sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden oluşan kalabalık bir heyetle Somali’ye gidişinin ikinci yıldönümü içerisindeyiz. Biz Mogadişu’ya gittiğimizde yüzbinlerce insan, açlıktan, susuzluktan ve tedavisizlikten ölümü bekliyordu. Şehir hayalet şehirdi, yollar bomboştu, insanlar gülmüyordu, her yerde savaşın etkileri devam ediyordu. Bombalar ve mermiler hayatları söndürmüş, aileleri yok etmişti. Sayın Başbakanımızın ziyareti, Somali halkının kendi ifadesiyle Somali’nin tarihinde bir milat olmuştur. Bu tarihî ziyaretin ardından, Sayın Başbakanımızın verdiği görev çerçevesinde biz Somali’de insanların açlıktan, susuzluktan ve ilaçsızlıktan, tedavisizlikten ölmesini önleyecek projeler ürettik. Bu çerçevede, kamu ve sivil toplum kuruluşlarımızla binlerce ton gıda yardımı yaptık. Kurduğumuz mobil ekmek fabrikası, aşevleri, soğuk hava deposuyla oradaki insanların sıcak yemek ve günlük gıda ihtiyacını karşılayan adımlar attık. Çadır kentler kurmak suretiyle insanların barınmasını sağladık, su ihtiyacını karşılamak için yüzlerce kuyu açarak onların su ihtiyaçlarını giderdik. Somali’de bölge ülkeleri dışındaki ilk büyükelçilik olan Türk Büyükelçiliği’ni 1 Kasım 2011 tarihinde açtık. Büyükelçiliğimiz, açıldığı günden itibaren hem orada faaliyetlerini sürdüren kuruluşlarımız ve vatandaşlarımızın hem de Somalili resmî yetkililer ve en önemlisi Somali halkının hizmetine koşan bir devlet kapısı olmuştur. Ülkemizin yüz akı, zor coğrafyalardaki ay yıldızlı al bayrağımız TİKA ofisini açtık. TİKA, Somali’nin dört bir yanında sağlıktan eğitime önemli projeleri gerçekleştirmektedir. TİKA tarafından Mogadişu Havaalanı’nın uluslararası uçuşlara başlatılmasına ilişkin proje süratle bitirilmiştir. Bu sayede Somali’nin dünya ile buluşmasını sağlayan Türk Hava Yolları’nın tarifeli seferleri 5 Mart 2012 tarihinde başlamıştır. DSİ ve sivil toplum kuruluşlarımız tarafından su kuyuları açılarak yüz binlerce Somalilinin tatlı su kaynaklarına ulaşması sağlandı. Başkent Mogadişu’nun 28 km uzunluğundaki ana yolları TİKA tarafından yenilenmektedir. Kızılay, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Mogadişu Belediyesi işbirliğinde şehrin altyapısı yeniden ayağa kaldırılmaktadır. Söz konusu projelerimiz tamamlandığında şehrin çehresi tamamen değişecektir. 45 Somali’nin en büyük ihtiyacının yetişmiş insan gücü olduğunu tespit ettik ve bu ihtiyacın giderilmesine öncülük edecek adımlar attık. Bu çerçevede, ülkemizde eğitim alması amacıyla doktora, yüksek lisans, üniversite, lise, mesleki eğitim, mesleki kurs ve diğer eğitim branşlarında toplamda yaklaşık iki bin Somalili evladımıza kamu ve sivil toplum kuruluşlarımız tarafından burs sağlanmaktadır. Somali gençliğinin iyi bir eğitim alarak doktor, mühendis ve öğretmen olabilmesi amacıyla modern okullar açıyoruz. Bu kapsamda, Somali’de İmam Hatip Lisesi, Denizcilik Okulu, Türk Okulları, Yetimhaneler, Sağlık Meslek Okulu projelerini hayata geçiriyoruz. Söz konusu projelerin tamamlanmasıyla toplamda 9 okulumuzda yaklaşık 3 bin 500 Somalili öğrenci eğitim görecektir. İnanıyorum ki, bu öğrencilerimiz en iyi şartlarda ve modern tekniklerle eğitim alarak Somali’nin hak ettiği yere gelmesini sağlayacaktır. Geçmişte Afrika’nın önemli sağlık merkezleri arasında yer alan Somali’de, sağlık hizmetlerinin tekrar ayağa kaldırılması gerekiyordu. İç savaş döneminde harabeye dönen 200 yataklı hastanenin ve hemşirelik okulunun TİKA, TOKİ ve Sağlık Bakanlığı işbirliğinde yeniden inşası çalışmaları tamamlanmaktadır. Bir yanda hastane inşaatı sürerken, öte yanda kurduğumuz sahra hastanesinde ve sivil toplum kuruluşlarımızın diğer sağlık merkezlerinde Türkiye’den giden uzman sağlık personeli ve hekimlerimiz Somalili hastaları ücretsiz tedavi ediyor. Buna ilaveten, 3 sivil toplum kuruluşumuz da kalıcı hastane konusunda girişimde bulundular. Yeryüzü Doktorları Derneği’nin 66 yataklı Şifa Hastanesi açıldı. Kimse Yok mu Derneği’nin 70 yataklı Deva Eğitim ve Araştırma Hastanesi ve Yardımeli Derneği’nin 100 yataklı Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi’nin de açılmasıyla, inşallah bir daha tıbbi yetersizliklerden ölen Somalili kardeşimiz kalmayacaktır. Sayın Başbakanımızın ziyaretinin ardından iki yıl içerisinde atılan bu adımlar sayesinde Doğu Afrika’nın güzel insanlarının yaşadığı Somali’de çok şey değişti. Türkiye’nin Somali’de sağladığı yardımlar sonucunda artık insanlar açlıktan susuzluktan ölmüyor, ilaçsızlıktan ölmüyor, tedavi edilememekten ölmüyor. Bunlar Türk insanının ve Türk halkının başarısıdır. Çocukların Somali’ye gönderdiği harçlıkları su kuyusu olmuş insanlara can vermiş, yaşlıların gönderdiği emekli maaşları hastane olmuş insanlara şifa dağıtmaktadır. Büyükelçiliğimiz, TİKA ofisimiz, diğer kamu ve sivil toplum kuruluşlarımız sağlıktan eğitime, altyapıdan ulaşıma birçok projenin Somali’de hayata geçirilmesi noktasında mükemmel bir işbirliği ortaya koyarak tüm dünyaya örnek olmuştur. Tarih kitaplarına girecek olan “Somali’de Türk Modeli”ni uluslararası literatüre sokmayı başarmıştır. Somalililer bize, “Bizler Türkler gelmeden önce hastalandığımızda Azraili bekliyorduk, şimdi Türk hastanelerinde tedavi edileceğimiz anı bekliyoruz” dedi. İnsanlar hayata yeniden tutunmak için daha güçlü bir iradeye sahip oldular, geleceğe dair umutları, beklentileri yeniden canlandı, yarınların daha iyi olacağına dair umutları beklentileri artmış durumda, artık kabus değil iyi rüyalar gördüklerini söylüyorlar. Bu 76 milyon Türk halkının ortak başarısıdır. Kamu kurumlarımızın işbirliği ve başarısı dünya çapında yankı uyandırmıştır. Bu başarıda imzası olan Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Genelkurmay Başkanlığı, AFAD, TİKA, Diyanet İşleri Başkanlığı, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, TOKİ, TRT, Devlet Su İşleri, Merkez Bankası, Türk Hava Yolları, Anadolu Ajansı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Ankara Büyükşehir Belediyesi, Türk Kızılayı ve Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’ne teşekkür etmek istiyorum. Öte yandan, Büyükelçiliğimiz ve Kızılay’da görev yaparken yaralanan kardeşlerimize acil şifalar ve şehit olan kardeşimize Allah’tan rahmet, ailesine başsağlığı diliyorum. Eğitim ve sağlık alanları başta olmak üzere, su kuyularının açılması, gıda dağıtımı yapılması, sıcak yemek dağıtımı yapılması, kurban kesimi ve diğer birçok projede önemli rol alan ve kalıcı işlere imza atan İHH, Yardımeli, Kimse Yok mu, Nil Organizasyon, Yeryüzü Doktorları, Türkiye Diyanet Vakfı, ESAFED, Deniz Feneri, Beşir, IGMG Hasene, AFKAD, ISRA, İhlas Vakfı, Sadaka Taşı, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı, Cansuyu Derneği, İnfak Vakfı, Suffa Vakfı, Rida Vakfı ve diğer sivil toplum kuruluşlarımıza teşekkür etmek istiyorum. Yukarıda ifade ettiğim, kamu ve sivil toplum kuruluşlarımızdan gönüllü olarak Somali’ye giden kardeşlerimiz orada bir “yardım ailesi” kurarak tüm zorluklar karşısında birbirine destek olmuş ve yüzyıllar sonra Türkiye ve Somali halkları tarafından hatırlanacak önemli işlere imza atmışlardır. Bu büyük yardım ailesinden orada evlenenler oldu, çocuk sahibi olanlar oldu, neticede kardeşlerimiz hayatlarını Somali’ye vakfettiler. Buradan onlara teşekkür etmek istiyorum. Arakan’dan Bosna’ya, Somali’den Suriye’ye yardım feryadında bulunan milyonların ve bizlerin bu kardeşlerimize, onlar gibi diğer yardım gönüllülerine ihtiyacı vardır. Eylül 2013 46 Röportaj Necmettin Cevheri: Ülke lafla değil, hizmetle kalkınır Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş Siyasetin duayen isimlerinden Necmettin Cevheri, vatandaşlık bilincine sahip olmanın önemine işaret ederek, “Vatan topraklarının en büyük güvencesi, insanların ‘Bu vatan benim’ diyebilmesidir. Bu vatandaşlık bilinci de demokrasiyle, eşitlikle olur” diyor. Eylül 2013 D uvarda asılı yan yana iki fotoğraf… Biri siyah-beyaz, diğeri renkli… 17 yıl arayla çekilmişler. Siyah-beyaz olanı 3 Nisan 1977 tarihli. Renkli ise 9 Kasım 1994’ü gösteriyor. 77’de deklanşöre basan fotoğrafçının çektiği kare, bir damla suya hasret kurak toprakların kaderini değiştirecek bir projeyi müjdeliyor. O gün Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) önemli bir bölümünü oluşturan Urfa Tünelleri’nin temeli atılıyor. Ülkenin geleceğini şekillendirecek bu dev hizmet için düzenlenen törene katılanlar gözyaşlarını tutamıyor; öyle duygu yüklü bir an ki… 17 yıl süren çalışmaların ardından 9 Kasım 1994’te mutluluk ve gururun fotoğrafı çekiliyor. Urfa Tünelleri’nin açılışındaki coşku duvardaki renkli kareden yansıyor. Temel atma ve açılış törenlerine ait tarihî fotoğraflarda Süleyman Demirel konuşma yapıyor. Röportaj Tünellerin temeli atılırken Başbakanlık koltuğunda oturan Demirel, açılışta Cumhurbaşkanı olarak sesleniyor. Her iki karede Demirel’in hemen yanında tecrübeli bir siyasetçi yer alıyor: Necmettin Cevheri. Bizi 36 yıl öncesine götüren fotoğrafları Necmettin Cevheri’nin ofisinde gördük. Bu ayki röportaj konuğumuz Cevheri, yarım asırlık siyaset hayatında unutamadığı olayları sorduğumuzda, “Şu duvardaki fotoğrafları görüyor musunuz? Urfa Tünelleri’nin temel atma ve açılış törenleri…” deyip devam etti: “Yan yana giden bu iki tünel 26 bin 470 metredir. Üç katlı bir apartman yüksekliğinde yapılmıştır; yedi buçuk metredir. Temel atılırken biz ağladık. O zaman köylerde nasıl su içildiğini, toprakların nasıl kuruduğunu tahmin edemezsiniz. Bu projeyle sadece insana değil, toprağa da su geldi; çöller ova oldu. Allah’a şükür, hem temel atma hem de açılış töreninde Sayın Demirel’in arkasında duran biz olmuşuz. Allah’ın bize bir ikramı sayarım onu da…” Necmettin Cevheri o günlere ait bir anısını şöyle anlatıyor: “Temel atma törenindeki fotoğrafın çekilmesinden yarım saat önce arabadaydık. Sayın Necmettin Cevheri, uzun yıllar birlikte siyaset yaptığı Süleyman Demirel’le ilgili bir anısını şöyle anlattı: “Sayın Süleyman Demirel ülkeyi avcunun içi gibi bilir. Bir gün Güngör isimli il başkanı arkadaşımızla oturuyorduk. Demirel, ‘Güngör, senin çiftliğin nerede?’ diye sordu. ‘Tokat Reşadiye Yolu 15. kilometrede efendim’ dedi. ‘Orada bir fidanlık olacaktı’ diye devam etti Demirel. Bizim il başkanı, ‘Evet efendim o servileri Ziraat geldi kesti’ dedi. Demirel’in cevabı: ‘Güngör onlar servi değil, Kanada Kavağı’ydı.’ İnanılmaz bir şey...” Demirel, yanındaki Vali Bey’e dedi ki; ‘Biliyor musun Vali Bey, bugün benim hayattaki misyonum bitiyor.’ Yani ‘Ben bunun için yaşıyordum’ demek istedi. Hepimiz bunun için yaşıyorduk. 1965’te milletvekili olduğumuzda daha Meclis’in kapılarını doğru dürüst öğrenmeden çeşitli ülkelerde uygulanmış projeleri araştırıp inceledik. Siyaset hayatımız boyunca ülkemize hizmet için uğraştık, koşturduk. Ülke lafla kalkınmaz, hizmetle kalkınır.” “Hizmet eşit ve adaletli olmalı” Necmettin Cevheri 1930 Şanlıurfa doğumlu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken 1951 yılında Demokrat Parti’nin Maltepe ocağına kaydolarak siyasete giren Cevheri, “Babam Demokrat Parti milletvekiliydi. Siyasete girme nedenim babamın milletvekili olması değil, o yıllarda ülkenin yeni kavuşmuş olduğu demokrasinin sevinç ve heyecanıyla bir partiye intisap etme gereği duymamdı. Bu topraklarda yaşayanların, ülke meselelerinin göz önüne serildiği, konuşulduğu, çözümlerinin arandığı siyaset denilen kurumun dışında kalmaya hakları olmadığını düşünüyordum, bugün de aynı görüşteyim. Ülke meseleleriyle ilgilenmek vatandaşlık görevimizdir. Oysa vatandaşlarımızın sorumluluk sınırı daha ziyade kendi hane halkıyla çevrilidir. Mesela rejim meselesi bile onun için daha sonra gelir veyahut hiç sıraya girmez. İşte Türkiye’nin yaşadığı sıkıntı bana göre budur. Vatandaşlık sorumluluğumuzun sadece kendi evimiz, ailemiz ve işimizden ibaret olmadığı bilincine ulaşmamız lazım. ‘Başbakan bunu demiş, muhalefet lideri şunu söylemiş, beni ilgilendirmiyor’ deme hakkına sahip değiliz. Çünkü bu vatandan Eylül 2013 47 48 Röportaj Devlet olarak Manisa’da, Tokat’ta, Edirne’de ne yapıyorsanız Şırnak’ta da onu yapacaksınız. İnsanlar her işinizde eşitlik ve adalet duygusunu hissedecek. sorumluyuz. Evimizden önce gelir vatan. Bu vatan olduğu için evimiz vardır, evimiz olduğu için ailemiz, hayatımız vardır” diyor. Necmettin Cevheri, vatandaşlık bilincine ulaşmanın ülkenin birlik ve bütünlüğünün de teminatı olduğuna işaret ederek şu çarpıcı örneği veriyor: “Churchill’in çok önemli bir sözü var. Meclis’te yeri geldikçe defaatle kullanmışımdır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya, her gece İngiltere’nin büyük sanayi şehirlerini bombalamaktadır. O sırada Churchill başbakandır. Muhalefetteki İşçi Partisi’nden milletvekilleri parlamentoda yoğun eleştiride bulunmaktadır. Muhalefet partisinden bazı isimler Churchill’le görüşmeye gider ve ‘Londra her gece bombalanırken arkadaşlarımızın yaptığı yoğun muhalefeti onaylamıyoruz. Eğer istiyorsanız size daha rahat çalışmak için yardımcı olabiliriz’ der. Yani arkadaşlarının muhalefet etmesini engelleyebileceklerini, onları susturabileceklerini söylerler. Churchill’in verdiği cevap bana göre tarihin büyük sözlerinden biridir. ‘Hayır, onları susturmayacaksınız. İngiltere için demokrasi bu savaşı kazanmaktan daha önemlidir. Bu savaşı kaybedebiliriz, geçmişte de kaybettiğimiz savaşlar oldu, burayı işgal ettiler, ama topraklarımızda oturamadılar. Onları burada oturtamayan şey İngiliz insanının vatandaşlık ve demokrasi şuurudur. Bu savaşı kaybedersek adaları Eylül 2013 yine geri alırız, ama demokrasimizi kaybedersek bu toprakları elimizde tutamayız’ der.” Tecrübeli siyasetçi, vatandaşlı k bilincinin öneminden söz ederken Kurtuluş Savaşı yıllarından örnek veriyor. “Urfa’yı düşman işgalinden kurtarmak için canlarını ortaya koyanlar farklı etnik kimliklere sahiptiler. Ancak hiç kimse kendi etnik kimliğini ön planda tutmadı. Hepsinin aklında, yüreğinde tek bir düşünce vardı: Urfa’yı kurtarmak. İşte vatanını sahiplenme şuuru budur” diyen Necmettin Cevheri, “çözüm süreci”ne yönelik sorumuzu da bu bağlamda yanıtlıyor: “Churchill’in sözünü burada da hatırlatmak istiyorum. İnsanınızda vatandaşlık şuurunu oluşturduğunuz zaman endişeleriniz azalır veyahut hiç kalmaz. Vatan topraklarının en büyük güvencesi, insanların ‘Bu vatan benim’ diyebilmesidir. Bu vatandaşlık bilinci de demokrasiyle, eşitlikle olur. Devlet olarak Manisa’da, Tokat’ta, Edirne’de ne yapıyorsanız Şırnak’ta da onu yapacaksınız. İnsanlar her işinizde eşitlik ve adalet duygusunu hissedecek. Ben bakanlık dönemlerimde büyük yatırımlar yaparken hep buna dikkat etmişimdir. Konu hassastır, çok dikkatli olunması lazımdır. Ülkemiz enerji dolay ısıyla dünya menfaat lerinin kesiştiği bir coğrafyada bulunmaktadır. Huzurumuzun bozulmasından menfaat sağlamayı bekleyenler vardır, bu nedenle provokasyonlara dikkat edilmesi gerekir.” “Eve çekilip arkadaşlarımı yalnız bırakamazdım” Necmettin Cevheri, ilki 1965 yılında olmak üzere 7 dönem milletvekilliği yaptı. Turizm ve Tanıtma, Adalet, Tarım ve Köyişleri, Devlet bakanlıklarında önemli hizmetlerde bulunan Cevheri, 2002 y ılında siyaseti bı- Röportaj Yeni anayasa için uzlaşı çağrısı Necmettin Cevheri, yeni anayasa hazırlık çalışmalarını şu sözlerle değerlendirdi: “Yeni bir anayasa yapmak lazım. Bu konuda elbette herkesin kendine göre düşüncesi vardır, farklı düşünceler işin zenginliğidir. Uzlaşıya varmak için herkes bir mesafe almalıdır; siz iki adım atarken karşıdakinin on adım atmayacağını bilmeniz lazımdır. Birbirinize yaklaşacaksınız, başka çareniz yok ki…” raktığında Doğru Yol Partisi (DYP) Şanlıurfa Milletvekili’ydi. Cevheri, “2002’de ayrıldığımda Tansu Hanım ‘Bir dönem daha devam edin’ dedi, ama ben istemedim. Zaten son biriki dönem siyasi hadiselerin gidişatı dolayısıyla devam etmiştim; bir bakıyorsunuz darbeler geliyor, darbeler gidiyor, bu sırada çekilip evde oturmayı istemedim. Arkadaşlarımız bu işin içerisinde boğuşurken evde oturmayı etik ve doğru bulmadım. Bu nedenle bir-iki dönem daha siyaset yapmayı sürdürdüm, yoksa hevesli olduğum için değil...” diye konuşuyor. Necmettin Cevheri “Koşturduk durduk” dediği siyasi hayatındaki en büyük kazancının ülkenin her köşesini dolaşmak olduğunu söylüyor. “Dağları, ovaları dolaştık. Sırf son iki hükümet döneminde Şırnak’a 19 defa gittiğimi hatırlıyorum. Artvin’in Arhavi ilçesinden Edirne’nin Lalapaşası’na kadar birçok yeri birkaç defa gördüm” diyen Cevheri, bakanlık yıllarından söz ederken Adalet ile Tarım ve Köyişleri bakanlıklarını ayrı bir yere koyuyor. “Yargı mutlaka bağımsız olmalı” diyen tecrübeli siyasetçi, Adalet Bakanlığı döneminde de buna büyük özen gösterdiğini vurguluyor. Necmettin Cevheri, çiftçilikle uğraşan bir aileden gelmesi nedeniyle Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nda da büyük hevesle çalıştığını anlatarak, “Toprağın apayrı hazzı vardır” diyor. Sohbetimiz sırasında Necmettin Cevheri’ye “İktidar olmuş DYP, ANAP gibi güçlü partiler neden ayakta duramadı?” diye soruyoruz. Cevheri, “Bir insanın kafasına bir yumruk vurursanız sendeler, dört-beş yumruk vurduğunuzda artık yıkılır” deyip devam ediyor: “Darbeleri biz taşıdık biz, başkası değil, acısını biz çektik. Rejimin içerisindeki unsur bizdik, rejimi yıkarken bizi de yıktılar, bundan da ülke kârlı çıkmadı.” Söz darbelerden açılınca Necmettin Cevheri 1950’li yıllara ait bir gözlemini aktarıyor: “Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken Anadolu’dan Ankara’ya gelen heyetlere rehberlik ederdik. O zamanlar Ankara’da dolaşılacak yer, Sıhhiye Köprüsü ile Samanpazarı arası… O insanların öyle bir duruşu, gururla yürüyüşü vardı ki… Bu, ülke insanının ilk defa tatmış olduğu demokrasinin yol açtığı bir durumdu. ‘Bu memleket benim, bu devlet benim’ inancıyla dolaşan insanlar, 27 Mayıs darbesiyle yıkıldı. 27 Mayıs, Samanpazarı’nda başı dik dolaşan adamın gönlünü yıktı, geleceğe dair umutlarını yıktı. Benim tahminim, Demokrat Parti olarak 1962 seçimlerini kaybedebilirdik, hatalarımız başlamıştı. Seçimi kaybetmemiz bizim için üzücü olurdu, ama seçimle gelenin seçimle gitmesi gibi bir olay cereyan ederdi ki burada ülkenin kazancı Demokrat Parti’nin seçimi kazanmasından daha büyüktü. 27 Mayıs olmasaydı ve 1962 seçimini Demokrat Parti sandık başında kaybetseydi 12 Martlar, 12 Eylüller olmazdı. Bunların hepsi 27 Mayıs’ın çocuklarıdır. 27 Mayıs’a ihtilal dedirttiler, bayram ilan ettiler, kutlattılar. Neyini kutluyordunuz? 27 Mayıs olmasaydı Türkiye’de demokrasi yerleşir, ülkemiz bugün ulaştığı seviyenin çok daha ilerisinde olurdu.” Eylül 2013 49 Kalkınmada başarının anahtarı: BÖLGESEL DUYARLILIK Eylül 2013 Dosya Türkiye’nin kalkınma süreci 2000’li yıllara gelindiğinde ciddi bir istikrar ve ivme yakaladı. Bu başarıda,ekonomik ve sosyal öğelerin birbirine sıkı sıkıya bağlandığı strateji ve yönetim modellerinin payı oldukça büyük. Söz konusu yönetim modelleri ise bölgesel kalkınma ajansları aracılığıyla yürütülüyor. Deniz Varol S on yıllarda dünya sosyal ve ekonomik sorunlarla çokça karşı karşıya kalıyor. Pek çok etkenle birlikte küreselleşme süreci ve krizlerin de körüklediği bu sorunlar, yeni yaklaşımların ve modellerin geliştirilmesini gerekli kıldığı gibi sosyo-ekonomik kalkınmanın merkezde olduğu kadar yerelde de sağlanmasını zorunlu hale getirmektedir. Ülkemizde bu yükümlülük, bölge kalkınma ajansları tarafından sırtlanıyor. Bu bakımdan, ulusal kalkınma hareketinin kalkınma ajansları sayesinde koordinasyon, dinamizm ve bölgesel duyarlılık kazandığını söylemek yanlış olmaz. Kalkınma ajansları; bölgeler arası gelişmişlik farkını azaltmak, bölgelerin potansiyelini harekete geçirmek, bölgelerin rekabet gücünü yükseltmek, yerel yönetimlere teknik destek vermek, bölgelerin iş ve yatırım imkanlarını tanıtmak, bölgelerin ulusal kalkınmaya katkısını azamiye çıkarmak, kalkınmaya dönük beşeri ve kurumsal yapıyı güçlendirmek, kalkınmada yerel sahiplik ve benimsemeyi artırmak amacıyla kuruldu. Bu minvalde, temel vazifelerden biri de bölgesel olarak insanların yaşam kalitesini artırıcı, gelir düzeyini yükseltici, sürdürülebilir kalkınma yöntemleri uygulamaktır. İnsan odaklı yeni yaklaşımlar Çok boyutlu, çok aktörlü ve sürekli yeniliğe açık bir süreç olarak tanımlanan kalkınmada seçeneklere ulaşabilirlik de önem taşıyor. Bu bakımdan sosyo-ekonomik kalkınma kapsayıcı pek çok alternatifi barındırmalıdır. Bunu sağlamak için kamu, özel şirket, sivil toplum kuruluşları ve üniversiteler işbirliği sağlamalı, farkındalığın gelişmesine katkıda bulunmalı, araştırmalar yapmalı, mali ve teknik desteklerle sosyal kalkınma politikalarını desteklemelidir. Sosyal kalkınmanın gerçekleşmediği toplumlarda tam manasıyla bir kalkınmanın olmadığı göz önünde tutulmalı; hedeflere ulaşmada, refahı ve sosyal kalkınmayı sağlamada ekonomik kalkınmanın en önemli araç olduğu unutulmamalıdır. Günümüzde devletlerden insanı merkeze alan kalkınma politikaları talep edilmekte; küresel anlamda yaşanan gelişmeler, ekonomik krizler ve çözüm arayışları toplumsal bir bilincin gelişmesiyle, insan odaklı yaklaşımların tüm politikalarda etkili olmasıyla sonuçlanmaktadır. Başarının sağlanması için kalkınma modellerinin de bu bakış açısıyla şekillenmesi gerektiği artık genel kabul görüyor, insani değerleri gözeten kurumsal yapıların ve siyaset ortamının gelişmesi teşvik ediliyor. Eylül 2013 51 52 Dosya Kalkınmanın artık sadece ekonomik göstergelerle açıklanamadığı günümüzde, sosyal gelişmişlik de önem taşımaktadır. Kaynakların doğru ve etkin bir biçimde kullanılmasının yanında toplumun tüm kesimlerinin refahının göz önüne alınması, potansiyellerini kullanabilmelerinin sağlanması, sosyal dışlanma ve ayrımcılığın önlenmesi, yoksullukla mücadele, göç ve kentleşmenin yol açtığı sorunların giderilmesi bu noktada önem kazanıyor. Bu çerçevede, Kalkınma Bakanlığı’na bağlı kalkınma ajansları bölgesel yapının analizi ve yöntem geliştirilmesi konusunda oldukça önemli bir konuma sahip. Toplumun tüm kesimlerini kucaklayan kalkınma Kalkınma ajanslarının insan odaklı kalkınma anlayışı, bölgesel renklerin birbirinden farklı olduğu, her birinin ihtiyaç ve potansiyelinin de değişiklik gösterdiği bilincine dayanmaktadır. Bu bilinç, her bir bölgenin çerçevesi belirlenmiş koşullarına, iç dinamikle- Eylül 2013 Kalkınma ajanslarının temel faaliyetlerinden biri de kamu, özel sektör, sivil toplum ve akademik birikimin sağlanması ve Kalkınma Bakanlığı’nın da işbirliği ile bölge planları hazırlanması. rine, farklı istatistiklerine ışık tutar. Bölgeler arası gelişmişlik farklarının en aza indirilmesi, topyekûn, bütüncül bir kalkınmanın sağlanması ancak bu koşula bağlanmaktadır. Toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, kapsayıcı, temel hak ve özgürlüklere saygılı, kalkınmanın avantajlarını bütün topluma yayan bir anlayış benimsiyor kalkınma ajansları. Bölgeler arasındaki farklılıkları en aza indirirken işbirliği sağlamak, hem ulusal hem de küresel boyutta rekabet gücünü artırmak da hızlı kalkınmaya fayda sağlamaktadır. Bu misyonla Türkiye’nin kalkınma haritasını kalkınma ajansları çiziyor... Peki, ne yapıyor bu ajanslar? Bölgesel gelişme stratejilerinin hazırlanmasına destek veriyor; girişimciliğin desteklenmesi ve geliştirilmesi için çalışıyor; kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğinin geliştirilmesine katkı sağlıyor; kırsal kalkınma ve yerel kalkınma faaliyetlerine destek oluyor; bölgenin iş ve yatırım imkânlarını araştırıyor ve tanıtımını yapıyor; yerel yönetimlerin planlama çalışmalarına teknik destek sağlıyor; yatırımcıların izin ve ruhsat işlemlerinin tek elden takibini yürütüyor; Avrupa Birliği fonları ve uluslararası fonların kullanılması için aracılık yapıyor, bu konuda koordinasyon sağlıyor... Bölgesel potansiyeli yeşerten destekler Kalkınma ajanslarının temel faaliyetlerinden biri de kamu, özel sektör, sivil toplum ve akademik birikimin sağlanması ve Kalkınma Bakanlığı’nın da işbirliği ile bölge planları Dosya Ajansların özel, kamu ve sivil toplum kurum ve kuruluşlarına yönelik düzenlediği eğitimler: Bireysel gelişim Fon kaynakları Proje döngüsü yönetimi Proje hazırlama Girişimcilik SODES programına yönelik proje hazırlama Raporlama Muhasebe Proje uygulama Bölgesel gelişmenin şifreleri: Yönetişim Sürdürülebilirlik Rekabet Strateji İşbirliği hazırlanması. Bu planlar yürürlüğe girdiğinde sektörel ve tematik alanlarda derinlikli inceleme ve analiz çalışmaları gerçekleştiriliyor. Ajanslar, çerçevesi bu bölge planlarıyla oluşturulan, paydaşlarca belirlenen ve yönetim kurullarınca onaylanan önceliklerin harekete geçirilmesini sağlayacak projelere mali ve teknik destek sağlıyor aynı zamanda. Söz konusu projeler, organizasyon ve araştırmalar bölgelerin kaynaklarını ve olanaklarını tespit etmeye, ekonomik ve sosyal gelişmeyi hızlandırmaya, rekabet gücünü artırmaya yönelik. Mali destekler doğrudan finansman, faaliyet ve güdümlü proje destekleri ile faizli ve faizsiz kredi desteğinden oluşuyor. Teknik destekler ise kurumsal kapasiteyi geliştirmeye yönelik eğitim, danışmanlık, lobi faaliyetleri ile geçici süreli uzman ve danışman teminini kapsıyor. Kuruldukları günden bu yana sahip oldukları teknik ve kurumsal kapasiteyi geliştiren kalkınma ajansları, aynı zamanda turizmden tarıma, sanayiden KOBİ’lere kadar geniş bir yelpazede pek çok destek programı uygulamaktadır. Bu kapsamda, bölge planlarının belirlediği öncelikler doğrultusunda programlardaki çeşitlilik daha da artmıştır. Bunun yanında teknik destekler, sempozyumlar, konferanslar, atölye çalışmaları, Ar-Ge faaliyetleri yürütülmüş, araştırma raporları yayımlanmış, neticede yatırım desteklerinin önemi ortaya konulmuştur. İlgili kuruluşlarla işbirliğini de ihmal etmeyen kalkınma ajanslarının bu çalışmaları, yerel potansiyeli harekete geçirme, inisiyatifi güçlendirme ve kalkınmada gerekli eşgüdümü sağlama bakımından ajansların çok önemli bir yer teşkil ettiğini kanıtlıyor. Bu bakımdan bölgelerin önceliklerinin belirlenmesi, faaliyetlerin bunlara göre çeşitlendirilmesi büyük önem taşıyor. Kuruldukları günden bu yana sahip oldukları teknik ve kurumsal kapasiteyi geliştiren kalkınma ajansları, aynı zamanda turizmden tarıma, sanayiden KOBİ’lere kadar geniş bir yelpazede pek çok destek programı uyguluyor. Eylül 2013 53 Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz: İnsanı odağa alan bir kalkınma hamlesi başlattık Kalkınmanın amacının toplumun refahını artırmak, vatandaşların hayat standardını yükseltmek, temel hak ve özgürlükler zemininde adil, güvenli ve huzurlu bir yaşam ortamı tesis etmek olduğunu belirten Bakan Yılmaz, “Tüm kalkınma çalışmalarında yol haritamız ve politikalarımız insanımızı odağa alan bir yapıdadır. Onuncu Kalkınma Planımızla 2023 vizyonunu hedeflerken sonraki dönemi de dikkate alan bir kalkınma hamlesini başlatmış bulunuyoruz” dedi. Söyleşi: Songül Baş DosyaSöyleşi Ülkemizde sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasına ve toplumsal refahın artırılmasına yönelik strateji, plan ve programları hazırlarken hangi temel noktalar üzerinde duruyorsunuz? Türkiye’nin kalkınmadaki yol haritasını belirleyen unsurlar nelerdir? Kalkınma kavramı sadece ekonomik büyümeden ibaret olmayıp refah düzeyini etkileyen sosyal unsurları da içermekte ve tüm bu unsurların ülkenin bütününe dengeli bir biçimde dağılımını öngörmektedir. Bu kapsamda, büyüme ile birlikte toplumun kurumsal gelişmişlik, sosyal refah, yaşam beklentisi, eğitim, sağlık gibi sosyal boyutları da içeren insani gelişmişlik düzeyleri kalkınmanın gerçek göstergeleridir. Ülkemizde sürdürülebilir kalkınmanın ve toplumsal refah artışının sağlanmasına yönelik hazırlanan, başta kalkınma planları olmak üzere diğer planlar, programlar ve çeşitli dokümanlarda öncelikli hedefimiz uzun vadeli hedef ve stratejilerimizin gerçekleştirilmesidir. Bu noktada en önemli husus, tüm politikalarımızın insan odaklı bir çerçevede ve birbirleriyle koordinasyon içinde, bir bütün olarak ele alınmasıdır. Kalkınma planımızı ve diğer dokümanlarımızı bu bütüncül bakış açısıyla, ülkemizin potansiyelini, insanımızın yeteneklerini harekete geçirmeyi, ekonomik hayatta rekabeti güçlendirmeyi, kamu yönetiminde etkinliği artırmayı hedef alan bir anlayışla hazırladık ve hazırlamaya devam edeceğiz. Sürdürülebilir refah artışı ve kalkınmanın en önemli belirleyicisi olan ekonomik büyümenin yüksek, istikrarlı ve kapsayıcı bir temele dayandırılmasını esas almaktayız. Bu çerçevede, en önemli gündem maddemiz yüksek ve istikrarlı büyüme yapısına ulaşmaktır. Bu amaç doğrultusunda, hazırladığımız strateji dokümanlarında ve Onuncu Kalkınma Planımızda verimlilik ve sanayileşmeyi ön plana çıkaran yeni bir büyüme stratejisi ortaya koymaktayız. Özel sektör öncülüğünde dışa açık ve rekabetçi üretim yapısının geliştirilmesine dayanan bu strateji ile önümüzdeki dönemde cari açık problemi yaşamadan olabildiğince yüksek bir büyüme performansına ulaşmayı hedeflemekteyiz. Bu stratejinin hayata geçirilmesi açısından kritik politika alanları ise beşeri sermayenin geliştirilmesi, teknoloji geliştirme kapasitesinin artırılması, fiziki altyapının güçlendirilmesi ve kurumsal kalitenin iyileştirilmesi olacaktır. Tüm kalkınma çalışmalarında yol haritamız ve politikalarımız insanımızı odağa alan bir yapıdadır. Kalkınmada öncelikle çözülmesi gereken konuların yerine, birbiriyle etkileşim içinde olan kalkınma unsurları üzerinde yoğunlaşmaktayız. Bu kapsamda, üretim sürecinin tam rekabet ortamında özel sektör eliyle gerçekleştirildiği, kamunun Hazırladığımız strateji dokümanlarında ve Onuncu Kalkınma Planımızda verimlilik ve sanayileşmeyi ön plana çıkaran yeni bir büyüme stratejisi ortaya koymaktayız. ise düzenleyici ve denetleyici rolünün güçlendirildiği bir ortamda kalkınma çabalarımızı sürdüreceğiz. Bu şekilde, hem istikrarlı büyüme ortamını sürdürmek, hatta büyüme hızımızı artırmak, hem de büyümenin istihdam yaratma kapasitesini güçlendirerek artan refahın daha geniş kesimlere daha dengeli yayılmasını sağlamak mümkün olacaktır. Bu hedeflere ulaşma açısından beşeri sermayenin geliştirilmesi ve dolayısıyla eğitim konusu kritik önem taşımaktadır. Bu alanlarda Kalkınma Planı’nda ortaya konulan politikaların hayata geçirilmesini ve daha hızlı yol alınmasını sağlamak için 25 adet Öncelikli Dönüşüm Programı oluşturduk. Bu programlarla birlikte ülkemizin kalkınması ve refah artışının önünde engel teşkil eden olumsuzlukları bertaraf etmek ve kalkınmanın hızlandırılması için gerekli olan koşulları bir an önce oluşturmak hedefindeyiz. 2014-18 dönemini kapsayan Onuncu Kalkınma Planı önümüzdeki beş yılda nasıl bir “Türkiye fotoğrafı” öngörüyor? Planın “insan odaklı kalkınma” anlayışıyla geniş bir katılım sağlanarak hazırlanmış olması söz konusu fotoğrafa nasıl yansıyacaktır? Onuncu Kalkınma Planı, önümüzdeki beş yılda dışa açılımını sürdürerek üretim yapısını daha da güçlendirmiş, rekabet gücünü artırmış, her alanda adaleti güçlendirerek sosyal bütünlüğünü sağlamlaştırmış, böylelikle sosyal ve ekonomik tüm unsurları ile daha ileri, Orta Doğu’nun cazibe merkezi haline gelmiş bir Türkiye öngörmektedir. Bu bağlamda, Plan döneminde yıllık ortalama yüzde 5,5 civarında büyüme hızına ulaşılması, 4 milyon yeni istihdamın yaratılması, 2018 yılına gelindiğinde işsizlik oranının yüzde 7,2 düzeyine gerilemesi, işgücüne katılma oranlarının gelişmiş ülkeler seviyesine doğru yükselmesi hedeflenmektedir. Bireylerin refah seviyesindeki artışın hızlı bir şekilde sürdürüleceği, 2018 yılına gelindiğinde kişi başına gelirin 16 bin dolar seviyesine ulaşacağı tahmin edilmektedir. Eylül 2013 55 56 DosyaSöyleşi Ekonomik gelişmelerin yanı sıra bireylerin temel hak ve özgürlükler zemininde adil, güvenli ve huzurlu bir yaşam ortamına sahip olması, daha güçlü bir toplum yapısına ve beşeri sermayeye ulaşılması Plan dönemi sonunda görülmesi beklenen fotoğrafın bir parçasıdır. Türkiye’nin bu süreçte uygulayacağı politikaların insan odaklı kalkınma anlayışı çerçevesinde katılımcı bir yaklaşımla ele alınması Türkiye potansiyelini, bölgesel dinamikleri ve insanımızın yeteneklerini harekete geçirerek kalkınma sürecinin hızlanmasını sağlayacaktır. İnsanı odağa alan bu anlayış kalkınma sürecine herkesin ve her yörenin katılımını azami düzeye çıkarmayı, kalkınmanın sonuçlarından herkesin daha adil bir şekilde pay almasını hedeflemektedir. Uygulanacak bazı politikalarla okul öncesi eğitimde okullaşma oranının yüzde 47 seviyesinden yüzde 70’e çıkarılması, işgücünün eğitim düzeyinin yükseltilerek istihdam edilebilirliğin artırılması ve işgücü piyasasının talep ettiği becerilerin kazandırılması için yaşam boyu eğitimin etkinleştirilmesi sağlanacaktır. Bu politikalar sonucunda Onuncu Kalkınma Planı ile gelir dağılımının daha adil, yoksulluğun azaldığı, refah artışının toplumun her kesiminde hissedildiği bir toplum yapısına ulaşılacaktır. Cumhuriyet’in 100. yılının kutlanacağı 2023’te ülkemizin dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında yer alması hedefleniyor. Bu çerçevede 2023 Uzun Vadeli Gelişme Stratejisi’nde öne çıkan başlıklar nelerdir? Ülkemiz dünyada yaşanan değişim sürecinin sunabileceği imkanlardan en üst düzeyde yararlanabilmek için uzun vadeli bir gelişme stratejisi izlemek zorundadır. Bu çerçevede, 2001-2023 dönemini kapsayan uzun vadeli gelişme stratejimizin temel amacı, ülkemizin 21. yüzyılda kültür ve uygarlığın en ileri Eylül 2013 aşamasına ulaşarak küresel düzeyde etkili bir dünya devleti olmasıdır. Cumhuriyetimizin 100. yılının kutlanacağı 2023 yılına uzanan Uzun Vadeli Gelişme Stratejisi, dünyada yaşanan kapsamlı ve hızlı değişimleri göz önünde bulundurarak, ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin yönlendirilmesinde önemli bir işleve sahiptir. Bu dönüşümlerin ülke ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gerçekleştirilmesinde de kalkınma planlarının önemli katkısı bulunmaktadır. Bu nedenle, diğer planlarımızda olduğu gibi çalışmalarını tamamladığımız Onuncu Kalkınma Planımızda da uzun vadeli bakış açısına sahip bir planlama anlayışını ortaya koymaktayız. Bu bağlamda, 2023 hedeflerimiz doğrultusunda hazırlanan ve toplumumuzu yüksek refah seviyesine ulaştırma yolunda önemli bir kilometre taşı olacağına inandığımız Planımızla 2023 vizyonunu hedeflerken sonraki dönemi de dikkate alan bir kalkınma hamlesini başlatmış bulunuyoruz. Bilindiği gibi hükümetimizin 2023 vizyon hedefleri doğrultusunda, 2023 yılında millî gelirimizi 2 trilyon dolara yükseltmeyi, kişi başına düşen gelirimizi 25 bin dolar seviyesine çıkarmayı, ihracatı 500 milyar dolara ulaştırmayı ve işsizlik oranını yüzde 5’e indirmeyi hedefliyoruz. Bu yolda makroekonomik istikrarın sürdürülmesi ve daha da güçlendirilmesine öncelik veriyoruz. Bu vizyon çerçevesinde temel amacımız, yeniden şekillenen uluslararası işbölümü ve değer zinciri hiyerarşisinde 2001-2023 dönemini kapsayan uzun vadeli gelişme stratejimizin temel amacı, ülkemizin 21. yüzyılda kültür ve uygarlığın en ileri aşamasına ulaşarak küresel düzeyde etkili bir dünya devleti olmasıdır. DosyaSöyleşi ülkemizin konumunu aşamalı olarak üst basamaklara çıkarmak, uzun vadede ülkemizin seviyesini orta-üst gelir grubundan yüksek gelir grubu ülkeler arasına yükseltmektir. Son 10 yılda önemli bir kalkınma ve ihracat hamlesi yapan ülkemiz açısından bu başarının artırılarak sürdürülmesi büyük önem arz etmektedir. 2023 hedeflerine paralel bir şekilde hazırlanan 2023 İhracat Stratejisi, son 10 yılda kaydedilen gelişmelerin hızlanarak sürmesi ve ekonomimizin daha ihracat odaklı bir yapıya dönüşmesi hedefi doğrultusunda önemli bir yol göstericidir. Dışa açık ve rekabetçi üretim yapısının geliştirilmesini temel alan 2023 vizyonunda sanayileşme süreci ve verimlilik artışlarının temel taşlarını oluşturduğu bu stratejiyle 2023 yılında 500 milyar dolarlık ihracat hedeflemekteyiz. Daha önce bahsettiğim gibi insan odaklı bakış açımız genel anlamda kalkınma stratejimizin temel ayaklarından birini oluşturmaktadır. Ülkemiz hızlı gelişme sürecini destekleyecek 75 milyonluk genç ve dinamik bir nüfus yapısına sahiptir. Önümüzdeki dönemde nüfus dinamiklerinin sunduğu fırsattan en yüksek düzeyde yararlanmak amacıyla işgücüne katılım artırılacak, eğitimin niceliksel ve özellikle niteliksel yapısı geliştirilecektir. Bu sayede, geçmişte olduğu gibi, büyümemizin kapsayıcı yapısının güçlendirilmesi ve sosyal boyutunun sağlamlaştırılması sağlanacaktır. Kalkınmayı yerinden planlamak ve geliştirmek üzere kurulan kalkınma ajansları ekonomideki tabloyu ne yönde etkiledi? Kalkınma ajanslarıyla ilgili yeni hedef ve projeler söz konusu mu? Bilindiği gibi kalkınma ajansları, bölgesel kalkınma anlayışında köklü bir değişimin bölge düzeyindeki kilit yapı taşlarıdır. Ajanslar kurumsallaşma sürecini hızlıca tamamlamış ve aktif olarak faaliyetlerini yürütmektedirler. Ajanslar bölgelerinde bir kalkınma bilinci yaratılmasına vesile olmaya başlamış, ilgili tarafları bir araya getirmiş, binlerce kişiye eğitim vermiş, kapasite gelişmesine somut katkıda bulunmuştur. Bu çalışmalar bölgelerin kalkınmasını sağlayarak derhal meyve vermeye başlayacağı gibi, uzun vadede daha etkili ve kalıcı olarak ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla yerelde filizlenen bu yapılar zamanla ulusal kalkınmayı önemli ölçüde tetikleyecektir. 2014-2018 dönemini kapsayan Onuncu Kalkınma Planı’nın çizdiği genel çerçeveyle tutarlı bir şekilde, bölgesel gelişme politikalarının ve uygulamalarının ülke düzeyindeki genel stratejik çerçevesini çizmek, kalkınma planıyla bölge planları arasındaki tutarlılık ve tamamlayıcılığı güçlendirmek amacıyla Bölgesel Gelişme Ulusal Stratejisi (BGUS) hazırlık çalışmaları yürütülmektedir. Gerek Onuncu Kalkınma Planı’nın gerekse BGUS’un, ülke düzeyindeki öncelikleri net bir şekilde ortaya koymak, bununla birlikte kalkınma sürecini tabana yayacak ve ulusal, bölgesel, yerel düzeylerdeki öncelikler arasında uyum sağlamak üzere tüm bölgelerin katkıları ajanslar aracılığıyla alınarak ulusal planın hazırlıklarına yansıtılmıştır. Ajansların katkılarıyla hem Türkiye’nin hem de bölgelerin kalkınması konusunda vizyoner, yenilikçi, nitelikli, sosyal kesimlerin talep ve beklentilerine cevap veren, bununla birlikte bilimsel yaklaşıma dayanan önerilerin alınabilmesi mümkün olmuştur. Böylelikle bölgelerimizdeki yerel paydaşlar, Türkiye’nin ve bölgelerinin kalkınmasıyla ilgili stratejilerin belirlenip uygulanmasında daha fazla pay sahibi olmaktadır. Kalkınma ajansları tüm bölgelerde uyguladıkları mali ve teknik destek programları aracılığıyla bölgelerin rekabet gücüne ve projecilik kültürünün gelişmesine önemli katkı sağlamaktadır. 2008-2013 döneminde Programlar kapsamında yaklaşık 34 bin proje başvurusu yapılmış, bu projelerden yaklaşık 8 bin 700’ü destek almaya hak kazanmıştır. Başarılı projelere toplam 1,6 milyar TL mali destek tahsis edilmiştir. Böylece yerel ekonomilerde eş finansman ile birlikte yaklaşık 3 milyar TL kaynak harekete geçirilmiştir. Eylül 2013 57 58 DosyaSöyleşi Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu Faslı’na ilişkin ulusal düzeyde koordinasyon AB Bakanlığı ile işbirliği içinde Kalkınma Bakanlığı tarafından yürütülmektedir. Özellikle gelişme düzeyi düşük bölgelerimizde olmak üzere eğitim, sağlık, ulaşım gibi sosyal ve teknik altyapı alanlarında önemli ilerlemeler sağlanmış, kalkınma için gerek li altyapı geliştirilmiştir. Bu altyapının hazırlanması ajans faaliyetlerinin de etkinliğini artıracaktır. Kalkınma ajansları yeni dönem Bölge Planları aracılığıyla ve BGUS yol göstericiliğinde katılımcı bir anlayış sergilemek suretiyle çalışmalarına devam edecektir. AB’ye katılım müzakereleri çerçevesinde “Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu” başlıklı 22. Fasıl açıldı. Bu fasıl çerçevesinde gerçekleştirilecek çalışmalarda bakanlığınızın rolü ne olacaktır? Bölgesel politikalar özellikle “çözüm süreci”ne ne yönde katkı sağlayacaktır? Son yıllarda ülkemizde kişi başına gelir ve refah düzeyinde önemli artışlar kaydedilmiştir. Ancak, bu iyileşme kent-kır ayrımında, bölgeler arasında farklı düzeylerde gerçekleşmiş, yaşam alanlarına, mekan kalitesine ve çevresel standartlara farklı seviyelerde yansımıştır. Ülkemizde doğu-batı yönünde ve iç-sahil kesimleri arasında sosyoekonomik gelişmişlik farkları önemini korumaktadır. 2008 yılı ve NUTS II bölgeleri itibarıyla gayrisafi katma değere (GSKD) katkı açısından ilk beş Eylül 2013 bölge yüzde 55,5 paya sahip iken, son beş bölgenin payı yüzde 4,4 düzeyindedir. Kişi başına GSKD açısından gelir düzeyi en düşük ve en yüksek bölge arasında 4,3 kat fark bulunmaktadır. Özellikle üretimin belirli bölgelerde yoğunlaşması, ülke genelinde gelişmişlik farklarının artmasına neden olmaktadır. Bölgesel dengesizlikler, işsizlik, gelir dağılımı, toplumsal barış, güven, sosyal uyum, kaynakların atıl kalması ve potansiyelin kullanılamaması, aşırı göç gibi sorunların yanında şehirleşme ve yerleşme sorunlarımızın da temel sebeplerinden biri olarak önemini korumaktadır. Bu haliyle bölgesel dengesizliklere bir taraftan büyüme ve kalkınmanın önündeki ciddi bir kısıt olarak bakmak, diğer taraftan da barışı, huzuru ve insan psikolojisini olumsuz etkileyen bir faktör olarak yaklaşmak gerekmektedir. Bu bakımdan bütün bölgelerde, bütün kırsal ve kentsel alanlarda asgari yaşam kalitesi standartlarının sağlanması, kapsayıcı kalkınma ve fırsat eşitliği için mekansal dezavantajların etkilerinin asgari düzeye indirilmesi elzemdir. Bu sorunların üstesinden gelinmesinde AB’ye ekonomik ve sosyal uyum süreci önemli bir rol oynamakta, Türkiye’nin bölgesel politikaları için önemli bir itici güç olmaktadır. Ekonomik ve sosyal uyum sürecinin bölgesel politikalar bağlamında en önemli aktörlerinden biri hiç kuşkusuz “Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu” başlıklı 22. Fasıl’dır. Bu fasıl üyelik dönemine yönelik Yapısal Fonlar (Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu, Avrupa Sosyal Fonu, Avrupa Alansal İşbirliği Grubu) ile Uyum Fonu’nun kullanımını içermektedir. Bu fonları kullanabilmek için yasal ve kurumsal olarak AB müktesebatına uyumun sağlanması gerekmektedir. Bu kapsamda, fonların kullanımına temel olacak yasal mevzuatın düzenlenmesi, kurumsal yapılanmaların oluşturulması ve kapasitelerinin artırılması, programlama, izleme ve değerlendirme alanlarında gerekli belge ve altyapıların tesisi, şeffaf, hesap verebilir bir mali yönetim ve kontrol sistemi kurulması beklenmektedir. Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu Faslı’na ilişkin ulusal düzeyde koordinasyon Avrupa Birliği Bakanlığı ile işbirliği içinde Kalkınma Bakanlığı tarafından yürütülmektedir. Bu fasıl kapsamında alınan ve alınacak önlemler bakımından ise Türk idari yapılanmasında yer alan tüm aktörlerin sorumlulukları bulunmaktadır. Müzakere sürecinde Avrupa Birliği Bakanlığı ile işbirliği içinde yürüttüğü koordinasyon görevi dışında, Kalkınma Bakanlığı 22. Fasıl kapsamında alınacak kimi tedbirlerde de sorumlu kurum olarak belirlenmiştir. DosyaSöyleşi 22. Fasıl çerçevesinde gerçekleştirilecek uygulamalar, bölgeler arası gelişmişlik farklarını azaltarak ülkemizin ekonomik ve sosyal uyum içerisinde dengeli kalkınma hedefine ulaşmasına katkı sağlayacaktır. Özellikle, bölgesel dengesizliklere barış, huzur ve insan psikolojisini etkileyen bir kısıt olarak bakıldığında, bu sorunu ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler içeren 22. Fasıl kapsamında kaydedilecek ilerlemelerin çözüm sürecine önemli katkılar sağlayacağı düşünülmektedir. Kamu ve altyapı yatırımları kadar “insana yatırım” da büyük önem taşıyor. Kalkınmada başarı sağlanmasında bilinçli bir toplumun önemi yadsınamaz. Bu çerçevedeki görüşlerinizi ve “insana yatırım” konusunda bakanlığınızın yürüttüğü çalışmaları öğrenebilir miyiz? Kalkınmanın amacı toplumun refahını artırmak, vatandaşların hayat standardını yükseltmek, temel hak ve özgürlükler zemininde adil, güvenli ve huzurlu bir yaşam ortamı tesis etmektir. Bu çerçevede tekrar vurgulamak isterim ki insan için ve insanla beraber kalkınma yaklaşımının hayata geçirilmesi ve refahın toplumun tüm kesimlerine yaygınlaştırılması temel önceliğimizdir. İnsan kaynağına sürekli yatırım yapan ve bu kaynağı verimli kullanan ülkelerin daha hızlı kalkındıkları bilinmektedir. Dünyadaki ileri ekonomilere baktığımızda, iyi eğitilmiş insan gücünün bu ülkelerdeki kalkınma ve ekonomik büyüme süreçlerinde çok önemli pay sahibi olduğu görülmektedir. Özellikle 1970’li yıllardan itibaren küreselleşme ve teknolojik değişim sonucunda bilgiye dayalı ekonomiye doğru yapısal bir değişim olmuştur. Bu yeni yapıda, ülkelerin rekabet gücü sahip oldukları fiziksel sermaye düzeyi ile değil beşeri sermayelerinin niteliğiy- Eğitimin her kademesinde altyapı ve kalite iyileştirilerek fırsat eşitliği geliştirilecek ve sürdürülebilir kalkınmanın temel dinamiği olan beşeri sermaye daha nitelikli hale getirilecektir. le ölçülmeye başlanmıştır. Nitelikli işgücünün çok değerli bir kaynak haline gelmesine bağlı olarak, beşeri sermayenin niteliğinde belirleyici olan eğitime verilen önem artmıştır. Çünkü beşeri sermayeyi oluşturan bireylerin bilgi birikimi doğuştan gelmeyip, alınan kaliteli eğitimle oluşmaktadır. İnsana yapılan yatırım ekonomik çıktıların yanında çok önemli sosyal faydalar da sağlamaktadır. Bu faydaların en önemlileri demokratikleşme, toplumsal uyum ve barışın sağlanması, kültürel ve toplumsal değerlerin gelecek nesillere aktarılması, sorgulayan ve sivil toplum faaliyetlerine katılan bireyler yetiştirilmesi, suç oranlarının düşmesi, halk sağlığının iyileşmesi, yoksulluğun ve eşitsizliğin azalması, çevre bilincinin artmasıdır. Daha önce de belirttiğim gibi, Hükümetimiz ve Bakanlığımız da insana yatırıma büyük önem vermektedir. Bu, Onuncu Kalkınma Planı’nda kendini göstermiştir. Plan; yüksek, istikrarlı ve kapsayıcı ekonomik büyümenin yanı sıra hukukun üstünlüğü, bilgi toplumu, uluslararası rekabet gücü, insani gelişmişlik, çevrenin korunması ve kaynakların sürdürülebilir kullanımı gibi unsurları kapsayacak şekilde tasarlanmıştır. Kalkınma Planı’nın üzerine inşa edildiği dört temel ayaktan ilki, insan odaklı politikalarımızın bir gereği olarak ortaya koyduğumuz “Nitelikli İnsan, Güçlü Toplum” eksenidir. Plan döneminde nitelikli insan, güçlü toplum yapısına erişmek için birçok alanda yapısal dönüşüm çalışmaları sürdürülecektir. Daha güçlü ve müreffeh bir toplum yapısına ulaşmak ve beşeri sermayeyi güçlendirmek üzere temel hak ve özgürlükler, demokratikleşme, adalet, eğitim, sağlık, çalışma hayatı ve sosyal güvenlik gibi alanlarda uyumlu ve bütünleşik politikaların uygulanmasına devam edilecektir. Türkiye’de son yıllarda eğitim harcamalarında ciddi artışlar sağlanmıştır. 2002 yılında GSMH’nin yüzde 2,84’ü ve konsolide bütçenin yüzde 10,15’i büyüklüğünde olan eğitim bütçesi, 2012 yılında GSMH’nin yüzde 3,62’sine ve merkezî yönetim bütçesinin yüzde 14,79’una yükselmiştir. Bu harcamalar eğitim göstergelerine de yansımıştır. Eğitimde fırsat eşitliğini artıracak ve hizmet sunumunu iyileştirecek beşeri ve fiziki altyapı yatırımları kapsamında 188 bin yeni derslik yapılmış; ücretsiz ders kitabı temini, şartlı eğitim yardımları, taşımalı eğitim gibi uygulamalar gerçekleştirilmiş; öğretmenlerin istihdamında ve hizmet içi eğitimlerinde artış sağlanmıştır. FATİH Projesi başlatılmış, 12 yıllık kademeli zorunlu eğitim sistemi tesis edilmiş ve müfredat bu doğrultuda yenilenmiştir. Önümüzdeki dönemde de eğitimin her kademesinde altyapı ve kalite iyileştirilerek fırsat eşitliği geliştirilecek ve sürdürülebilir kalkınmanın temel dinamiği olan beşeri sermaye daha nitelikli hale getirilecektir. Eylül 2013 59 60 Söyleşi Ahmet Tan: Gençliğimde “sakıncalı” diye evrak memuru bile yapmadılar, bakan oldum Söyleşi: Zeynep Yiğit Gazeteci ve siyasetçi kimlikleriyle kamuoyunun yakından tanıdığı Ahmet Tan, “Siyasette ve bir kısım siyasetçide düşünmeden konuşma alışkanlığı gelişiyor. Bunu önlemenin yolu önce yazmaları, sonra konuşmaları olabilir” diyor. Eylül 2013 Sizi politikaya yönlendiren nedir? “Politika” derken herhalde milletvekilliğine giden yola nasıl çıktığımı soruyorsunuz. Evet… Yola çıkmadım. Yol beni Meclis’e getirdi diyebilirim. Nasıl? Biraz rastlantı, biraz gazeteciliğin çıkmaza girdiğini erken fark etme. Ama en çok da kursağımda kalmış olan kamusal görev yapma arzusu. Kursakta kalmış kamusal görev… Bu konuyu açabilir miyiz? İzninizle biraz hayat hikayesi gerekecek. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, yani Mülkiye’de 1968-72 yılları arasında devlet bursu ile okudum. İlk sırada giren öğrencilere Maliye Bakanlığı burs veriyordu. O dönemde dünyadaki 1968 gençlik olayları Türkiye’yi de etkisine alıyordu. Mülkiye’de öğrenci çoğunluğu Dev-Gençli idi. Milliyetçiler, liberal gruplar da vardı. Bülent Ecevit henüz CHP Genel Sekreteri idi ve Ortanın Solu hareketi yeni başlıyordu. Bu adı taşıyan okuldaki derneğe üye oldum. Kurucusu Uluç Gürkan’dı. Onunla 25 yıl sonra bu kez aynı partide milletvekilliği yaptık. 1968 kuşağı denilen dönemi yaşayan birçok genç gibi bendenizin de özel hayatı askerî darbelerle, genel aflarla, güvenlik tahkikatlarıyla, hapislik veya gözaltılarla, zorunlu olarak seçilen mesleklerle biçimlendi. Okul 1972 yılında bitti, ama Maliye Bakanlığı göreve başlatmadı. Güvenlik Söyleşi Ahmet Tan, TBMM eski Başkanı Ömer İzgi’ye Trafik Güvenliği Araştırma Komisyonu Raporu’nu sunuyor. tahkikatına takılmışım. Yıllar sonra söz konusu polis izleme raporunu gördüm: “Devlette istihdamında mazarrat mütalaa olunur” deniyordu. Masa başında 12. dereceden evrak memurluğu için mazarrat mütalaa eden devlet daha sonra aynı yurttaşı bakan yaptı. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında terör ve turizm oturumlarına soktu. Milletvekili olarak Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ne üye gönderdi. İlginç bir hikaye… Kamusal görevi anlatıyordunuz… Evet, Mülkiye demek ömür boyu kendinizi kamu hizmetine atamak demekti. Liseden itibaren bu hayalle okumuştum. Ama devlet evrak memuru bile yapmadı. “Sakıncalı” diye damgaladı. Milletvekili olmak demek, devlete bir tür “tashihi karar” aldırmak demekti. Öyle de oldu. Haşa, benzetmek gibi olmasın aynı durum Ecevit’ten Erbakan’a, Demirel’den Tayyip Erdoğan’a birçok lider için de tecelli etti. Kamu görevi niçin önemliydi sizin için? Gelenekçi ailede erkek evlat için babayı mutlu etmek önemlidir. En azından benim kuşağım ve çevremdeki genel hissiyat böyleydi. Ben de binbir cefa ile dört çocuk yetiştirip okutan yaşlı babamı mutlu etmeyi bir hayat önceliği sayıyordum. Merhum babam 1909 doğumluydu. Yakınları şehit, babası ise Yemen’de esir düştüğü için bütün çocukluğu fakruzaruret içinde geçmiş. Babalar kendi yarım kalmış hayallerini çocuklarının gerçekleştirmesini ister. Babamın en büyük hayali de benim kaymakam, belki vali olmamdı. Onun yetiştiği dönem ve yörede (Kemah-Erzincan) devlet 12 Mart 1971 darbe döneminin “mazarrat mütalaa olunur” damgası kamu görevine izin vermedi. O dönemlerin mağduru birçok kişi gibi gazetecilik benim için de zorunlu bir sığınak oldu. görevi sadece kendini değil, çevreni de güvence altına almak demekti. 12 Mar t 1971 darbe döneminin “mazarrat mütalaa olunur” damgası kamu görevine izin vermedi. O dönemlerin mağduru birçok kişi gibi gazetecilik benim için de zorunlu bir sığınak oldu. Nasıl? Size bir sır vereyim. Parlamento dergisinin bu röportajı benim için bir tür jübile. Tam 40 yıl önce 1973 Eylül’ünde Hürriyet’te Oktay Ekşi’nin yanında muhabirliğe başlamıştım. Oktay Bey kısa bir süre sonra bende gazetecilik kumaşı göremediğini kibarca belirtip bana hayatta başarılar dilemişti. Yani işinize son verdi… Kadro falan yoktu zaten. Belki de haklıydı. Çünkü askerlik yapmamıştım. O yıllarda 212 sayılı Basın Yasası gereği gazete patronları askere giden mu habirine yarı maaşını ödemek zorundaydı. Oktay Abi, haklı olarak Hürriyet gazetesini Ahmet Tan’ın vatana hizmetinin sponsoru yapmak istemedi. Sonra ne yaptınız? Bir süre ka ldırım mühendisliği… Maliye iş vermediği gibi bir de bursu hacizle geri istiyordu. İşe giremiyordum. Çünkü “sakıncalıdır!” raporu vardı. Askere almıyorlardı. Yurt dışına çıkamıyordum. Mülkiyeli abilerimden Özgen Acar’ın yürek lendirmesiyle “gazeteciliğe devam” dedim ve Ankara Rüzgarlı’da yerel gazetelerde çalıştım. Sonra da genelde “sakıncalı”lardan oluşan Altan Öymen’in Anka Ajansı’ndan davet aldım. Ekonomi haberlerim o dönem Cumhuriyet’te iktisat sayfasını da yöneten Yalçın Küçük’ün dikkatini çekmiş. Birlikte çalışmaya başladık. Bu arada İsmail Cem, Politika diye Eylül 2013 61 62 Söyleşi bir günlük çıkarıyordu. Orada haftada iki gün Ankara Notları yazdım. Uğur Mumcu ajans üzerinden yazdığı Cumhuriyet’e geçince beni de tavsiye etmiş. Böylece girdili çıktılı 35 yıllık Cumhuriyet maceram başlamış oldu. 1995, 1999, 2007 seçimlerinin ardından üç dönem İstanbul milletvekilliği yaptınız. Sizi etkileyen olaylar neler? Milletvekilliği ve Meclis bağlamında bence yakın tarihin en hazin olayı TBMM Genel Kurul Salonu’nun yıkılmasıdır. 1995’te eski genel kurul salonunda yemin etmiştik; insana çok önemli bir görev ve sorumluluk üstlendiğini hissettiren tarihî bir havası vardı. O salonun yok edilmesi siyaset geleneğini ve dilini de yok etti. Artık “kürsüye çıkmak” diye bir kavramımız yok, çünkü kürsü yok! Unutamadığım pek çok olay var. Ne yazık ki en üzücü olanlar kavgalar. Genel Kurul’daki kavgalardan birinde DYP Şanlıurfa Milletvekilli Fevzi Şıhanlıoğlu’nun ölmesi örneğin... Şıhanlıoğlu en olumlu anlamda aşiret terbiyesi almış, tevazu sahibi, son derece sakin ve efendi bir insandı. O kavgalar, Allah tekrarını saklasın ölümler, ne yazık ki müzakerelerin kalitesine en küçük katkı sunamadı. Milletvekilliğinizdeki en önemli çalışmayı hangi alanda yaptınız? Meclis’te tüm partilerin oybirliği ile Trafik Güvenliği Araştırma Komisyonu kurulmuştu. Bendenizi de başkan seçtiler. İstanbul’dan Diyarbakır’a birçok kentte çalışmalar yaptık. Okul taşıtlarındaki zaaf lardan aşırı yük taşıyan TIR’lara, içkili petrol tankeri kullanan sürücülere kadar yığınla sorunu belgeleriyle saptadık. Özellikle “trafikte sıfır ölüm”ü hedeflemiş İsveç’i örnek alarak önlemler belirledik. Yollardaki mühendis hatalarını, ölümcül Eylül 2013 Milletvekilliği ve Meclis bağlamında bence yakın tarihin en hazin olayı TBMM Genel Kurul Salonu’nun yıkılmasıdır. 1995’te eski genel kurul salonunda yemin etmiştik; insana çok önemli bir görev ve sorumluluk üstlendiğini hissettiren tarihî bir havası vardı. kara noktaları tespit edip bir rapor hazırladık. Rapor görüşülürken ne yazık ki Genel Kurul’da 20 milletvekili bile yoktu. Belki bu yüzden dönemin TBMM Başkanı Ömer İzgi raporu kitaplaştırdı. Bugün çok şükür, trafikte yol genişletmeleri ve radar denetimi dahil önemli adımlar atılıyor. Bunların hemen hepsi o raporda da tek tek sayılan önlemler. Trafik halen ülkemizin en can alıcı, en can yakıcı sorunu. Gazeteci olmanız milletvekilliğinde avantaj-dezavantaj yarattı mı? Avantaj derken umarım avantayı kastetmediniz! Gazeteci olarak milletvekilliğinin avantajı, büyük bir enerji santralinin patronu veya bir otoyol müteahhidi kadar olamaz. Tek avantajınız, çok çok bol ve çabuk “tweet” atmakla sınırlı kalabilir. Benim dönemlerimde ne yazık ki “tweet” de pek atılmıyordu. Siyaset çemberi eğer gazeteci iseniz sizi çok ihtiyatla içine alır. Kabineye dışarıdan bir seçim dönemi bakanı atanmıştı. Bakanlar Kurulu’nda terörün çok gizli bir boyutuyla ilgili rapor sundu. Toplantıdan sonra Sayın Hüsamettin Özkan’ın odasında değerlendirme yaptık. Bakan bir ara bana döndü, “Sayın Tan benim oradaki sunuşum çok gizliydi, dışarıya sızmaz inşallah” Ahmet Tan, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile röportaj yapıyor. Fotoğrafta Celal Bayar 102, Ahmet Tan 32 yaşında. Söyleşi dedi. İyi mi? “Sen manyak mısın?” diye ayağa kalkıyordum ki Hüsamettin Bey her zamanki sempatik tavrı ve çevikliğiyle havayı sulandırdı. “Ne yani” dedi, “Sayın Hoca haklı, gazeteci değil misiniz, bugün yazmazsanız seneye kitap yaparsınız!” Hüsamettin Özkan’ı haklı çıkarmamak için ben de kitap mitap yazmıyorum işte! Merhum Bülent Ecevit ile yakın çalıştınız. Sayın Ecevit’in de gazeteci olmasının bunda payı var mı? Gazeteciliğin heyecanını taşıyan, bununla övünç duyan bir liderle çalıştığım için kendimi daha çok gazeteci olarak hissettim. Hatırlanacaktır, Ecevit’in başbakanlığı döneminde nüfus sayımı yapılmıştı. Sayım görevlisi mesleğini sorduğunda tereddütsüz “Gazeteci” demişti. Gazetecilik onun için bir tür dünyaya bakış, bir anlamda yaşam biçimiydi. Yazarak düşünürdü. Üstün hitabet yeteneğine rağmen konuşmadan önce mutlaka yazıya dökerdi. Çünkü yazmak düşünmektir. Siyasette ve bir kısım siyasetçide düşünmeden konuşma alışkanlığı gelişiyor. Bunu önlemenin yolu önce yazmaları, sonra konuşmaları olabilir. Düşünmeden konuşma daha çok iktidar olanlarda veya parti içi muhaliflerde göze çarpıyor. Çünkü “ne söylesek zaten haber oluyoruz” diye zihnen tembelleşiyorlar. Sizce bir gazeteci milletvekili olduktan sonra mesleğini sürdürmeli mi? Aktif gazetecilik yapmamak şartıyla evet... Sadece köşe yazabilir ve yazmalıdır da; çünkü bu milletvekilliğinin ruhuna, işlevine çok uygun. Milletvekilliği görüş açıklamayı, partisinin ilkelerini yaymayı, varsa iktidarın yanlışlarını, yolsuzluklarını ortaya koymayı gerektirir. Milletvekili bunu konuşarak, demeç vererek, kahve kahve dolaşarak da yapabilir, yazı yazarak da. Bir gazeteci-yazar milletvekili oldu diye yazı yazmasın demek, demokrasiyi de milletvekilliğini de tersten okumak demektir. “Gazeteci milletvekili olmuşsa mesleğini sürdürmeli mi?” sorusunu ben “Yazı yazmayı sürdürmeli mi?” diye anlıyorum. Evet, gazeteci milletvekilli olmuşsa ve zaten yazdığı bir köşesi varsa yazı yazmayı sürdürmelidir. Bu ayrıca demokrasi ve kaliteli siyaset için de şarttır. Çünkü söz uçuyor, yazı kalıyor. Siyasette ne yazık ki edilen sözler unutulabilir. Milletvekili kendi imzasıyla yazdığı görüşlerini inkar edemez, “Ben öyle dememiştim” diyemez. Keşke bütün milletvekilleri haftada bir de olsa yazı yazsalar. Yazsalar ama yazdıklarının da okunabilmesi gerek. Milletvekilliğiniz sırasında basınla ilişkileriniz nasıl şekillendi? Seçildiğimde birçok arkadaşım bana “Mesleğimize ihanet ettin!” diye takılırdı. Ben de “Gazetecilik bana ihanet etmeden ben elimi daha çabuk tuttum!” derdim. Ne yazık ki zaman beni haklı çıkardı. Gazetecilik bu mesleği düzgün yapmaya çalışanların çoğuna ihanet etti. Ne diyelim kader utansın! 56. Hükümet’te Turizm Bakanı’ydınız. Turizme ilginiz sürüyor mu? Bülent Ecevit’ten doğum günü armağanı “11 Ocak doğumluyum. Kutlama alışkanlığı içinde büyümediğim için hep unuturum. 50 yaşına bastığım günün sabahı ‘Bari bu kez kutlayalım’ dedim. 11 Ocak 1999 günü öğleye doğru büyükçe bir doğum günü armağanı telefonda Ecevit’ten geldi: Sizi Turizm Bakanı olarak hükümet listesine yazıyorum. Bilginiz olsun istedim.” Vallahi, çok yüz ağartıcı bir sıfat mı bilemiyorum, ama bendeniz paketlenmiş Apo’yu teslim alan hükümetin bakanıyım. Partinin Genel Sekreteri iken merhum Ecevit bana “Acaba neden teslim edildi?” diye sormuştu. Niyesini aslında Ecevit pekâlâ biliyordu. İyi ki bugünleri göremeden aramızdan ayrıldı. Bakanlık dönemimde, PKK’ya kol kanat gererek büyütüp güçlendiren bazı AB ülkeleri, vatandaşlarına “Terör var. Türkiye’ye gitmeyin!” diye baskı yaptı. Ama yine de bir önceki döneme göre sadece yüzde 20 bir düşüş ile sezonu kapattık. Terör ve turizm bakımından ülkemiz dünyanın en ilginç ülkesi. Son otuz yılda dünyanın en kanlı terörünü yaşarken aynı zamanda milyonlarca yabancı turisti de esenlik ve güvenlik içinde ağırladık. Bunu kendi güvenlik güçlerimiz, istihbarat örgütümüz sayesinde yapmadık. AB ülkeleri ile PKK arasındaki “sessiz ittifak” sayesinde gerçekleştirdik. PKK bir turiste bile zarar vermedi. Çünkü biliyordu ki burada bir Alman veya Fransız turistini öldürse Avrupa’da haritadan silinecektir. Çünkü PKK siyasi gücünü, medya desteğini, mali olanaklarını Avrupa’dan sağlıyordu. Son sözüm New York’ta Birleşmiş Milletler Çevre ve Turizm Zirvesi’nde yaptığım özettir: PKK ve Batı sayesinde bizim turizmimiz terörizm ile dost turizmdir. Dostluk çok şükür sürüyor! Eylül 2013 63 64 Millî Saraylar Bir arz-ı ubudiyet eseri Beykoz Kasrı Pınar Ünsal Eylül 2013 H ünkar İskelesi’nin güneyinde, bir zamanlar Yalıköy’e kadar uzanan çayır ile sahil arasında manzaraya hakim bir tepe üzerinde bulunan Beykoz Kasrı, Osmanlı’da Batılı tarzın mimarideki ilk uygulaması olarak kabul edilir. Kasr’ın içinde bulunduğu; manolya, çam ve ıhlamur ağaçları yönünden zengin koruluk diğer saray ve kasırların yapıldığı arazilerin aksine bir hasbahçe değil, Mısır Hidivi’ne ait 92 bin metrekarelik bir alandır. 1805 yılında kurulan, iç işlerinde serbest dış işlerinde Osmanlı’ya bağlı olan Mısır Hidivliği’nin kurucusu Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Sultan Millî Saraylar Manzarası en güzel tepelerden birinde İstanbul’u seyreden Beykoz Kasrı, kıymeti sonradan anlaşılmış, nadide bir mimari eser. Günümüzde dönemine ait hiçbir mobilya içermeyen Kasr’ın bir odası, Millî Saraylar Daire Başkanlığı tarafından aslını andıracak şekilde dekore edilerek “örnek oda” oluşturulmuş. lara göre 1866 yılında Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Said Paşa tarafından bitirilir ve Abdülmecid’den sonra tahta geçen Abdülaziz’e (1861-1876) armağan edilir. Bir arz-ı ubudiyet olan Beykoz Kasrı, geniş yeşil alanı ve muhteşem deniz manzarası ile önceleri padişahların önem verdiği mekanlardan olsa da zamanla gözden düşer ve atıl hale gelir. II. Mahmud (1808-1839) döneminde yönetime başkaldırır. Sonradan pişman olan Paşa, Hidivliğin Osmanlı’ya bağlılığının ispatı olarak bir kasır yaptırma ve bunu o dönemin padişahı Abdülmecid’e (1839-1861) hediye etme kararı alır. Bu dönemde yapımına başlanan Beykoz Kasrı, bazı kaynak- Mimaride Batılı izler Kademeli olarak genişleyen setler üzerine oturtulan ve kare planlı olan Beykoz Kasrı, bir orta sofa ile sofanın köşelerinde bulunan odalardan oluşur. Mimaride “karnıyarık tipolojisi” olarak adlandırılan bu yapı tipi, yirminci yüzyılın başlarına kadar Balkanlar’dan Anadolu’ya birçok bölgedeki eserlerde uygulanmıştır. Kasr’ın deniz ve kara tarafındaki cephelerde, dört kolon üzerine oturtulmuş dikdörtgen planlı geniş balkonlar bulunur. Protokol girişi deniz tarafında olan yapının cepheleri beyaz mermerler ve İtalya’dan getirilen taşlarla süslenmiştir. Eylül 2013 65 66 Millî Saraylar Neoklasik üslupta planlanan Kasır, son dönem Osmanlı eserlerinin tümünde olduğu gibi Batı ve Osmanlı mimarisinin bir sentezidir. Tavan süslemelerindeki yıldız figürü Orta Asya’dan beri Türkler tarafından kullanılan bir süsleme çeşidi iken, renkli mermer görünümlü stuko ile kaplanan duvarlar 18. yüzyıldan itibaren İtalya’da görülen ve Batılılaşma etkisiyle Osmanlı’da da uygulanan bir yöntemdir. Kasır’daki çok katlı merdiven sofaları ile bunları birleştiren çift kollu dönel merdivenler Barok üslup özelliklerini yansıtır. Bezemelerin varaklı geometrik çerçeveler içinde olması; tavanın kare, dikdörtgen, çokgen panolara ayrılması ise Rokoko süsleme özellikleri taşır. İç mekanlarda yer alan beyaz somaki mermerler ve duvarlara yerleştirilen büyük aynalar mekanı daha ferah hale getirmek amacıyla kullanılmıştır. Günümüzde içinde eşya bulunmayan Kasr’ın mobilya takımlarının ağır altın varaklı olduğu, koltuk döşemeleri ile perdelerin Hereke Eylül 2013 kumaşından dokunduğu, Baccart vazoların, oldukça gösterişli kristal avize ve şamdanların mekan dekorasyonunda sıklıkla kullanıldığı II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde çekilmiş fotoğraflardan anlaşılmaktadır. Osmanlı’da önemli bir yeri olan bahçe düzenlemesi Beykoz Kasrı’nda kendini değişik bir üslupla gösterir. Yüksek ve sık ağaçların bulunduğu Kasr’ın bahçesine dar ve dolambaçlı bir yolla girilen, İtalyanların grotto adını verdiği yapay mağaralar inşa edilmiştir. 18. yüzyılda Avrupa bahçe mimarisinde sık rastlanan ve padişahların hem yazın bunaltıcı sıcağından korunmak hem de dinlenmek amacıyla kullandığı bu mağaraların duvarları istiridye kabukları ile süslüdür. Yenilenen millî miras Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet devrinde yapılış amacından daha ulvi görevler üstlenen Beykoz Kasrı, I. Dünya Savaşı sırasında, savaşta ailelerini kaybeden çocuklar Millî Saraylar için darüleytam ve göçmenlerin geçici olarak ağırlandığı bir misafirhane olarak kullanılmıştır. Kasır, 1936 yılında Savunma Bakanlığı’na bağlanmış. 1953 yılında Sağlık Bakanlığı’na devredilmesiyle bir prevantoryuma dönüştürülmüş. Daha sonra uzun bir süre Beykoz Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastanesi olarak kullanılan yapı, 1997 yılında Millî Saraylar’a bağlanmış. Yıllar içinde sahip olduğu mimari özellikleri ve tüm özgün eşyasını kaybeden Beykoz Kasrı ile ilgili geri kazanım çalışmaları 2006 yılında başlatılmış. Bu tarihten günümüze kadar yürütülen faaliyetlerle Kasr’ın iç mekanı ve bahçesi tamamen yenilenmiş. Kalemişi süslemeleri, döşeme parke kaplamaları aslına sadık kalmaya çalışarak tamamlanmış ve Kasr’ın konumlandığı birinci set üzerindeki yürüyüş yolları onarılarak bahçe yeniden düzenlenmiş. Osmanlı’da saray ve kasırların güç ve ihtişamın simgesi olduğu ve protokolde önemli bir yer tuttuğu düşünülürse, ya- Osmanlı’da saray ve kasırların güç ve ihtişamın simgesi olduğu ve protokolde önemli bir yer tuttuğu düşünülürse, yabancı devlet adamlarının ağırlandığı kasırlar o zamanki anlayışa göre en az saraylar kadar gösterişli olmalıydı. bancı devlet adamlarının ağırlandığı kasırlar o zamanki anlayışa göre en az saraylar kadar gösterişli olmalıydı. Döneminde birçok yabancı devlet adamını ağırlayan Beykoz Kasrı’nın da en önemli misafiri Fransa İmparatoriçesi Eugenie’dir şüphesiz. Beykoz Kasrı’nın bahçesine, Sultan Abdülaziz döneminde sık sık İstanbul’a gelen İmparatoriçe şerefine bir pavyon ekletildiği rivayet edilir. Kasr’ın birçok bileşeninde ve dekoratif öğelerinde olduğu gibi bu pavyon da günümüze kadar ulaşamamış, zaman içinde yıkılmıştır. Yaşadığı tahribatlar nedeniyle belki de Osmanlı’dan miras kalan en talihsiz kasır olan Beykoz, hakkındaki bilgi yetersizliğinden dolayı da en az tanınan kasırdır. Mimarından yapılış yılına, süsleme üslubundan dekorasyonuna kadar bazen yetersiz, bazen çelişkili bilgiler nedeniyle Beykoz Kasrı, hak ettiği değeri yıllarca görememiş. Kesin olmasa da mimarının Stefan Kalfa olduğu tahmin edilen Kasr’ın iç mekan süslemeleri zaman içinde o kadar harap edilmiş ki sanatsal açıdan son dönem Osmanlı saraylarıyla mukayese bile edilemez hale gelmiş. İstanbul’un en güzel manzarasını seyreden ve benzersiz mimarisiyle dikkat çeken bu Osmanlı mirası, gelecek nesilleri doğru bilgiye kavuşturma açısından en çok çalışılması gereken eserlerden biri olmayı hak ediyor kesinlikle. Fotoğraflar Millî Saraylar Daire Başkanlığı’ndan alınmıştır. Eylül 2013 67 68 Asambleler Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Parlamenter Asamblesi Türk Grubu Başkanı Abdulkadir Emin Önen: AB üyesi ülkelerle kurduğumuz ikili ilişkiler AB’ye katılım sürecine fayda sağlıyor İlk resmî toplantısını 1992 yılında yapan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Parlamenter Asamblesi, AGİT ülkeleri arasındaki siyasi diyaloğu parlamenterler düzeyine taşımak amacıyla kurulmuş. Ülkemizin 8 üyeyle temsil edildiği asamble, özellikle AB sürecine ciddi katkılar sağlıyor. İstanbul’da yapılan son genel kurulda AGİTPA Başkan Yardımcılığına seçilen AGİTPA Türk Grubu Başkanı Abdulkadir Emin Önen’le asamblenin çalışmalarına dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşi: Cahit Yıldız Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Parlamenter Asamblesi’nin hedefleri nelerdir? Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı üyesi 57 ülkenin 323 milletvekilinden oluşan AGİTPA, üye ülkeler arasında iletişim tesis etmeyi, işbirliğini artırmayı ve mevcut meseleler hakkında ortak politikalar oluşturup uygulamaya koymayı hedefleyen bir kuruluştur. AGİTPA, güvenlik ve işbirliğinin yanı sıra enerji güvenliği, medya özgürlüğü, çatışmaların çözümü, siber güvenlik ve insan kaçakçılığı gibi güncel konuları ele almaktadır. Asamble senede 2 kez toplanmaktadır. Bu toplantılarda gündemdeki konular parlamenterler tarafından tartışılmakta ve çözüm yöntemleri aranmaktadır. Başkanlığınız döneminde yaptığınız çalışmalar nelerdir? AGİTPA Türk Grubu’nun başkanlığını yürüttüğüm son iki sene içerisinde, Asamble’nin Kış ve Yaz Genel Kurullarına katıldım. Bu toplantılarda ülkemizi, bölgemizi ve kamu vicdanını ilgilendiren meselelerde konuşmalar yaptım ve bu konularda karar tasarıları sundum. Ayrıca AGİTPA’nın tüm üye ülkelerde demokrasinin korunması ve geliştirilmesi amacıyla düzenlediği seçim gözlem görevlerine Eylül 2013 katıldım ve birçok ülkede bu yönde incelemelerde bulundum. AGİTPA’nın 2013 Yaz Genel Kurulu ev sahipliğimizde İstanbul’da düzenlenmiştir. Bu toplantı AGİTPA’nın Türkiye’de gerçekleşen ilk etkinliği olması dolayısıyla da oldukça önemlidir. Bugüne kadarki en y üksek katılımın gerçek leştiği toplantıya 800’den fazla parlamenter ve görevli iştirak etmiş, toplantılarda mevcut konular ve sorunlar tartışılmış ve çeşitli karar tasarıları kabul edilmiştir. İstanbul’un eşsiz güzelliğinin fon olduğu bu büyük organizasyon büyük bir başarıyla gerçekleştirilmiş ve parlamenter diplomasi alanında ülkemize Asambleler AB’ye katılım sürecinde AGİTPA’nın ne gibi katkıları söz konusu? AGİTPA üye milletvekilleri arasında Avrupa Birliği üyeleri önemli bir yer tutmaktadır. Asamblenin olağan toplantıları sırasında ülkemizin aldığı yol ve yapılan reformları anlatmakta ve üye parlamenterlerin sahip oldukları birtakım önyargıların kırılması için çeşitli lobi çalışmaları yapmaktayız. Ayrıca AGİTPA bağlamında ülkemiz milletvekillerinin AB üyeleriyle kurduğu ve sürdürdüğü ikili ilişkiler, parlamenter diplomasi yoluyla katılım sürecine faydalı olmamızı sağlamaktadır. büyük bir katkı sağlamıştır. Ayrıca İstanbul Yaz Genel Kurulu sırasında, AGİTPA Başkan Yardımcılığı görevine seçilmiş bulunmaktayım. Başkan Yardımcısı olarak, AGİTPA’nın karar alma süreçlerine ortak olacağımdan, Türkiye’nin çıkarlarını daha etkin savunabileceğime ve fayda sağlayacağıma inanıyorum. Geçen yıldan beri Suriye’de yaşanan insanlık dramı bizim de çabalarımızla AGİTPA’nın gündeminde önemli bir yere sahip olmuştur. Bildiğiniz üzere 2012 yılı ekim ayında milletvekili olduğum Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesine Suriye tarafından bombalı saldırı yapılmış ve bu saldırı 5 kişinin ölümü ve birçok kişinin yaralanması ile sonuçlanmıştır. AGİTPA’nın 2012 Sonbahar Genel Kurulu’nda bu bağlamda Suriye’nin kınanması için verdiğim karar tasarısı taslağı büyük bir destek görmüş ve oybirliğiyle onaylanmıştır. Böylece ülkemize karşı yapılan bu alçak saldırı, uluslararası bir organizasyon tarafından bir kez daha kınanmış ve Suriye’deki durum hakkında kamuoyu yaratılmıştır. Ayrıca İstanbul Yaz Genel Kurulu’nda sunduğum, Suriye’deki insanlık dramına dikkat çeken ve tüm ülkeleri göreve davet eden karar tasarısı da destek görmüş ve kabul edilmiştir. AGİTPA önümüzdeki günlerde neler yapacak? Önümüzdeki ilk etkinlik, 9-12 Ekim 2013 tarihlerinde Budva’da gerçekleştirilecek olan AGİTPA Sonbahar Toplantısı’dır. Bu toplantı çerçevesinde, benim de AGİTPA Başkan Yardımcısı olarak iştirak edeceğim Daimi Komite toplantısı, Akdeniz Forumu ve “İnsan Haklarının Korunmasında AGİT’in Rolü” konulu konferans düzenlenecek. Ayrıca üye ülkelerdeki seçimler için düzenlenen seçim gözlem görevleri kapsamında AGİTPA, 27 Ekim 2013 Gürcistan başkanlık seçimini gözlemleyecek. Eylül 2013 69 70 Bir bilim adamının siyasetçi olarak portresi: Bilge Yavuz Y a k ı n dönem i n du ayen t a r i hç i si Fu at Köprülü ’nün bilim alanında göstermiş olduğu parlaklık bazı araştırmacıların gözünü almış olacak ki onun siyaset sahnesinde yaptıklarından pek az söz edilmiştir. Fuat Köprülü’nün öncelikli olarak bilim adamı olduğunu söylemek belki haklı bir görüştür. Fakat o aynı zamanda otuz yıllık siyasi hayatı boyunca yakın tarihimizin birçok kritik noktasında rol almış önemli bir politikacıdır. Köpr ü lü z ade Meh met Fuat 4 A ra l ı k 189 0’ da İstanbul’un tarihî semti Sultanahmet’te, köklü bir ailenin mensubu olarak dünyaya gelir. Köprülü Mehmet Paşa’nın soyundan gelen aile mensupları devletin önemli yerlerinde görev almış kişilerdir. Mehmet Fuat rüştiye ve idadide Farsça ile Arapçayla birlikte Fransızcasını da geliştirir ve 1907 senesinde Mekteb-i Hukuk’a kaydını yaptırır. 3 sene okuduğu Hukuk Fakültesi’ndeki eğitim şartlarını beğenmez ve “zaman kaybı” olarak değerlendirdiği bu eğitimini yarıda bırakır. Bundan sonra hem Osmanlı vakanüvisleri hem de birçok klasik Osmanlı metinine ulaşacağı babasına ait kütüphanede çalışmalarını hızlandırır. 1905 yılında henüz 15 yaşındayken yayımlanmaya değer görülen Eylül 2013 71 şiirleriyle yazı-şiir hayatına başlar. Şiirleri daha sonra Fecr-i Ati akımı içinde dönemin önemli edebiyat çevreleriyle birlikte Servet-i Fünun dergisinde yayımlanmaya devam eder. Servet-i Fünun’da birçok Batılı düşünce adamı üzerine makaleler de kaleme alır. Sonraki yıllarda 1912’de Ziya Gökalp’le yakın temas kurar. Bu yakınlaşma “Türkçülük” fikri çerçevesinde kaleme aldığı makale ve şiirlerde kendini belli eder. 1913 yılı ise Köprülü adına daha kritik bir yıl olur. Darülfünun’da Halit Ziya Uşaklıgil’den boşalan Türk Edebiyatı Tarihi muallimliğine henüz 23 yaşındayken atanır. Darülfünun’dan sonra artık bir bilim adamı olarak makaleler kaleme alır. Fuat Köprülü kendisine hem Türkiye’de hem de dünyada ün kazandıran en önemli eserlerinden biri olan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ı 1919’da yayımlar. Eserin Türk edebiyatı ve kültürü konularında yeni bir devir açtığı kabul edilir. Köprülü bundan sonra Avrupalı bilim adamlarıyla daha sıkı bir ilişkiye girer ve birçok makalesi Avrupa’da yayımlanır. Makalelerin uyandırdığı etkiyle çeşitli ülkelerde tebliğ sunmak ve konferanslar vermek üzere defalarca Avrupa’ya davet edilir. Fuat Köprülü kendisine hem Türkiye’de hem de dünyada ün kazandıran en önemli eserlerinden biri olan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ı 1919’da yayımlar. Eylül 2013 72 İsmet İnönü Celal Bayar İlmi çalışmalarına yoğunlaştığı bu dönem boyunca hedefi Türk tarihini bütünlüklü bir şekilde ele almak olan Fuat Köprülü, sayısız makale ve kitaba imza atmıştır. Musiki, edebiyat, dinler tarihi ve daha pek çok alanda çalışmalar yapan yazar, Türk kültür ve medeniyet tarihi içinde araştırma yaptığı konularda çeşitli disiplinlerden faydalanır. Siyasette ilk yıllar 1935 yılına kadar Köprülü’nün siyasetle bir ilgisi olmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün fikir adamlarının siyaset sahnesinde boy göstermesi isteğinin bir karşılığı olarak 1935’te Fuat Köprülü yapılan ara seçimle Kars Milletvekili olur. İlginçtir, onun siyasete uzak ilme yakın duruşu bu yıllarda da devam eder. Bir yandan hem Ankara Üniversitesi hem de İstanbul Üniversitesi’ndeki görevine devam eden Köprülü, 10 yıl boyunca siyasi manada çok aktif değildir. Hatta Meclis’te sergilediği tutumdan olsa gerek İsmet Bozdağ, Köprülü’nün bu dönemi için ona “yalnız adam” yakıştırması yapar. 12 Haziran 1945 Köprülü’nün siyasi hayatının dönüm noktalarından biridir. “Dörtlü Takrir” olarak anılan, serbest seçimler, üniversite özerkliği, Cumhurbaşkanının CHP başkanlığından ayrılması gibi birçok konuyu kapsayan dört CHP milletvekilinin verdiği önergeye Celal Bayar, Refik Koraltan ve Adnan Menderes’le birlikte imza atanlardan biridir. Dörtlü Takrir CHP grubu tarafından reddedilir, fakat bu Demokrat Parti’ye giden ilk adımdır. Partiden uzaklaştırılan milletvekilleri Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurar. Demokrat Parti’nin programı bizzat Fuat Köprülü tarafından hazırlanır ve Celal Bayar parti başkanlığına seçilir. Parti teşkilatlanma sürecindeyken CHP’nin erken seçim kararı sonucu Eylül 2013 Mustafa Kemal Atatürk Adnan Menderes Fuat Köprülü yerel seçimlere katılamayacağını bildirir. 21 Temmuz 1946’da yapılan genel seçimde ise 66 milletvekili çıkarır. Türkiye’nin resmî olarak çok partili hayata geçişini başlatan seçimlerde Fuat Köprülü, İstanbul milletvekili seçilir. Köprülü bu sefer Demokrat Parti sıralarındadır ve seçimlerde yapıldığı iddia edilen usulsüzlüklerle ilgili ateşli konuşmalar yapar. 14 Mayıs 1950’deki seçimlere kadar Meclis’in muhalif partisinin en önemli sözcüsü olarak hem birçok konuşma yapar hem de gazete ve dergilere sert demeçler verir. 73 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti aldığı %53 oy oranıyla iktidara gelerek tek parti dönemine son verir. Bundan sonra merak edilen ise kimin Cumhurbaşkanı ve Başbakan olacağıydı. DP Meclis Grubu üyelerinin çoğunluğuyla Celal Bayar’ı cumhurbaşkanı adayı olarak belirledi. Sıra Başbakanlığa geldiğinde ise iki isim ön plana çıktı: Adnan Menderes ve Fuat Köprülü. Fuat Köprülü, Menderes’e göre tecrübesiyle bir adım önde duran isimdi. Fakat Celal Bayar hükümet kurma yetkisini Menderes’e verdi. Sonuç Köprülü için hayal kırıklığıydı, fakat küskün olduğu da söylenemezdi. Bundan sonra siyaset hayatına Dışişleri Bakanı olarak devam edecek ve bu görevi sırasında birçok tarihî karar alacaktı. Politik bir kişilik olarak Fuat Köprülü için denebilir ki o demokrasi kültürünün yılmaz savunucusudur. Bakanlıktan Yassıada’ya Demokrat Parti ve CHP’nin dış politikada fikir birliği içinde olduğu bu yıllarda Fuat Köprülü ülkenin en kritik kararlarında başroldedir. Kore’ye asker gönderilmesi, Sovyetler Birliği tehlikesinin bertaraf edilmesi, NATO üyeliği ile Bağdat ve Balkan Paktının kurulması gibi önemli kararlarda payı büyüktür. Köprülü, bakanlığı boyunca bir tutarsızlığın veya kararsızlığın içine düşmez. O başından beri yüzünü Batı’ya dönmüş ve aksinin ülkenin geleceği açısından zararlar doğuracağını her fırsatta savunmuştur. İşte bu doğrultuda Batıyla yakınlaşmanın askeri kanadını NATO hedefi oluşturuyordu ve Kore Savaşı bu iş için çok değerli bir fırsattı. Menderes ve Köprülü Türkiye’nin NATO’ya girişinin Kore’den geçtiğini savundular. Meclis’te yapılan sert tartışmaların ardından Kore’ye asker gönderildi. Fuat Köprülü 1955 yılında bir süredir Menderes’le yaşadığı problemler sonucu Dışişleri Bakanlığından istifa eder. Ama kabinedeki görevi devam edecektir. Kısa aralıklarla Devlet Bakanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve Milli Savunma Bakanlığı yapan Fuat Köprülü, dördüncü Menderes hükümetinde tekrar Dışişleri Bakanlığına getirilir. Fakat bakanlıkta kalışı uzun sürmez. Önce 1956’da Dışişleri Bakanlığı’ndan sonra 1957’de “kurduğumuz partiyi tanıyamıyorum,” diyerek Demokrat Parti’den istifa eder. Ama siyasi hayatı bununla bitmez. Aday olamadığı 1957 Genel Seçimlerinde Hürriyet Partisi’ni destekleyen Köprülü sert dilini bu dönemde Menderes’e karşı kullanır. 1958-1959 yıllarını davet edildiği Harvard’da geçiren Fuat Köprülü yurda döndüğünde 27 Mayıs’la karışılaşır. 6-7 Eylül Olayları ile ilgili olarak tutuklanarak Yassıada’ya gönderilir. Olaylar sırasında Dışişleri Bakanı olması nedeniyle suçlanan Köprülü o dönemde Dışişleri Bakanı olmadığını Resmî Gazete ile ispatlamış ve beraat etmiştir. Yassıada günlerinin yorgunluğu ve kırgınlığını atlatan Fuat Köprülü, 1961’de Yeni Demok ratik Parti ’y i kurar. Partinin, Demokrat Parti programına olan benzerliği çok konuşulur, ama zaten Demokrat Parti programını bizzat kendisi yazmıştır. “1945’te neysem şimdi de oyum,” diyerek tartışmalara nokta koyar. Yeni Demokrat Parti özellikle adındaki “Demokrat” ifadesi nedeniyle sürekli olarak takibe alınır. Uzun süren mahkemeler, parti yöneticileri adına ağır ve yorucu yıllar partinin teşkilatlanmasına müsaade etmez. Yeni Demokrat Parti 1965 seçimlerinde amblemi olan “kırat”ı Adalet Partisi’nin kullanmasına müsaade eder ve kapanır. Böylelikle Fuat Köprülü’nün de siyasi hayatı son bulur. Politik bir kişilik olarak Fuat Köprülü için denebilir ki o demokrasi kültürünün yılmaz savunucusudur. Yaptığı tüm işler, aldığı kararlar, asla vazgeçmediği Batı dünyası demokrasi ısrarının bir sonucudur. Hedeflerinin ne kadarına ulaşmıştır tartışılır, fakat Köprülü gerek ilmi sahada gerekse de siyaset sahnesinde tutarlılıklarıyla meşhurdur. O, bütünlüklü tarih-bütünlüklü demokrasi anlayışı ve sert mizacıyla öncü tarihçi, öncü siyasetçi ve öncü liderdir. Eylül 2013 74 Meclis Çalışanları Telefonun ucunda yardıma hazırlar SANTRAL ÇALIŞANLARI Röportaj ve Fotoğraflar: Zeynep Yiğit Meclis’in santral numarasını çevirdiğimizde karşımıza çıkan telefon operatörleri, 7 gün 24 saat vatandaşın yardımına hazır. Günde ortalama 3 bin telefona yanıt veren santral çalışanları, acı-tatlı pek çok olayla karşılaşıyor. Eylül 2013 “T ürkiye Büyük Millet Meclisi, buyurun”... 0312 420 50 00 numaralı telefonu çevirdiğinizde duyarsınız bu sözü. Aradığınız yer Meclis’in santrali, karşınızdaki kişi ise size yardımcı olmaya hazır telefon operatörüdür. Çağrınıza yanıt verildiğinde tek yapmanız gereken, Meclis’te ulaşmak istediğiniz kişinin adını söyleyip telefonunuzun bağlanmasını beklemektir. Milletvekilinden TBMM personeline kadar pek çok kişiyle görüşmek için sıklıkla aranan santral görevlileri, “Meclis Çalışanları” köşemizin bu ayki konuğu… Bugüne kadar yalnızca sesini duyduğumuz telefon operatörleriyle tanışmak ve meslekleriyle ilgili konuşmak için TBMM Telefon Santrali Servisi’ne gittiğimizde iki şey hemen dikkatimizi çekti: Güler yüzlü personel ve hiç susmayan telefonlar… Genişçe bir salondaki çalışma masalarında birbiri Meclis Çalışanları Meclis santralini yalnızca biriyle görüşmek isteyenler aramıyor. Meclis’le ilgisi olsun olmasın her türlü derdini, şikayetini anlatmak isteyenler oluyor. 5’erli gruplar halinde vardiya sistemiyle çalıştığını ve 7 gün 24 saat telefonlara yanıt verildiğini ifade ediyor. Kaya’nın aktardığı bilgiye göre Meclis santraline günde ortalama 3 bin çağrı geliyor. Sistemde 80 dış hat bulunuyor ve Meclis’i aynı anda 40 kişi arayabiliyor. 5 telefon operatörü sırayla çağrıları karşılıyor. TBMM santral numarasını çevirdiğinizde telefon çalıyor ama açılmıyorsa “Telefona bakan yok” diye düşünmemek gerekiyor. Çünkü o sırada 5 operatör daha önce arayan vatandaşlara yanıt veriyor. Ercan Kaya, bu noktada önemli bir konuya dikkat çekiyor: “Meclis’i arayan kişileri iki gruba ayırmak mümkün: Ne istediğini, kiminle görüşeceğini bilenler ve bilmeyenler. Bilinçli vatandaş telefona yanıt verildiğinde görüşmek istediği kişinin ismini söylüyor, biz de çağrıyı ona göre yönlendiriyoruz. Ne istediğini bilmeyen vatandaş ise operatör arkadaşlarımızın işini güçleştiriyor. Birkaç örnek vereyim... Yaşadığı ilde herhangi bir sorunla karşılaşan vatandaş hemen Meclis’i arayıp bölge milletvekiliyle görüşmek istiyor. Sözünü ettiği sorun bazen öyle basit bir şey oluyor ki şaşırıp kalıyorsunuz. ‘Arabamın lastiği patladı’ diye arayan bile oluyor. Bir de hangi milletvekiliyle görüşeceğini bilmeyenler var. Örneğin ‘Bana Ankara milletvekilini bağla’ diyor. ‘31 tane Ankara milletvekili var. Hangisini bağlayalım?’ diye yanıt verdiğinizde ‘Sen birini bağla’ diyor. Böyle olunca arkadaşımız vatandaşın ne için aradığını öğrenmeye ve ilgili kişiye aktarmaya çalışıyor. Bu arada vakit kaybediliyor ve bir sonraki çağrı beklemek zorunda kalıyor.” Sabır, hoşgörü ve öfke kontrolü şart ardına çalan telefonlara anında yanıt veren görevliler, Meclis’i arayanlara yardımcı olmanın mutluluğunu yaşıyor. Onlara “Kolay gelsin” dedikten sonra TBMM Telefon Santrali Servisi Kısım Sorumlusu Ercan Kaya ile sohbet ediyoruz. Kaya, Meclis’in bugünkü binasının açıldığı tarihten bu yana telefon santrali hizmeti verildiğini belirtiyor. “Santralimizin asli görevi dışarıdan gelen çağrıyı karşılamak, arayan kişinin kiminle görüşeceğini öğ rendi kten sonra i lgi li ma ka ma aktarmak” diyen Kaya, 13 personelin Meclis santralini yalnızca biriyle görüşmek isteyenler aramıyor. Meclis’le ilgisi olsun olmasın her türlü derdini, şikayetini anlatmak isteyenler oluyor. Bazen ülke gündemindeki bir olaya veya bir konuşmaya kızıp telefona sarılanlar, karşısına çıkan operatöre bağırıp çağırabiliyor, hatta hakaret ve küfür edebiliyor. Böyle bir durumda telefon operatörlerinin nasıl davrandığını sorduğumuz Ercan Kaya, “Arkadaşlarımız kesinlikle bu kişiye karşılık vermiyor, ‘Burası Türkiye Büyük Millet Meclisi Santrali. Şu anda görevimizi aksatıyorsunuz’ diyerek kibar bir dille uyarıyor” diyor. “Anlaşılan o ki telefon operatörü olabilmek için stres ve öfke kontrolü şart” yorumunu yapıp, bu görevi yerine getirenlerin nasıl belirlendiğini ve özel bir eğitim alıp almadığını soruyoruz. Kaya şunları söylüyor: “Arkadaşlarımız Meclis personeli içinden belli kriterler göz önüne alınarak belirleniyor. Bu kriterlerin başında diksiyonun düzgün olması geliyor. Görevlendirilen arkadaşlarımız çağrı merkeziyle ilgili eğitim aldıktan sonra telefonlara yanıt vermeye başlıyor. Bu eğitimdeki belli başlı Eylül 2013 75 76 Meclis Çalışanları noktalar ise şöyle: Vatandaşa saygılı ve nazik bir şekilde yaklaşılması; tane tane, anlaşılır, dinamik bir ses tonuyla konuşulması; arkadaşım, canım, abicim gibi ifadeler ile emir kipi kullanılmaması; ‘Alo, ses geliyor mu?’ yerine ‘Beni duyabiliyor musunuz?’ diye sorulması... Bizim işimizde hızlı kavrama, sabır, hoşgörü, stresi yönetebilme ve öfke kontrolü büyük önem taşıyor. İşimiz zor, sorumluluğumuz büyük. Telefon Santrali Servisi, Meclis’in sesli yüzü. Konuşmamızla, duruşumuzla, vatandaşa yardımcı olma çabamızla Meclisimizi en iyi şekilde temsil etmeye çalışıyoruz. İşimizi severek ve gururla yapıyoruz. Vatandaşa yardımcı olabilmenin mutluluğunu yaşıyoruz.” Eylül 2013 “Telefon Santrali Servisi, Meclis’in sesli yüzü. İşimiz zor, sorumluluğumuz büyük.” TBMM İşletme ve Yapım Başkanlığı’na bağlı Telefon Santrali Servisi’nin en deneyimli ismi Kezban Gökalp, 30 yıldır bu birimde görev yapıyor. Çeyrek asrı aşan meslek yaşamında acı-tatlı nice anısı bulunan Gökalp, “İşimden çok memnunum. Mesleğimiz zor, fakat çok güzel. Vatandaşa yardımcı olduğumuzda büyük mutluluk duyuyoruz” diyor. Kezban Gökalp, Meclis santralinin yalnızca telefon bağlatmak için değil, çeşitli nedenlerle arandığına işaret ederek şu örnekleri veriyor: “Yangın çıkmışsa itfaiyeyi, sel olmuşsa jandarmayı aramamızı isteyenler olabiliyor. Cenazesi için cenaze aracı temin etmemizi, hastaneden randevu almamızı talep edenlerle karşılaşabiliyoruz. Bir gün bir vatandaş aradı, hüngür hüngür ağlıyor. ‘Ankara dışından geldim. Babam hastanede, göstermiyorlar’ dedi. Öyle üzüldüm ki... Hastaneyi arayıp doktorlarla konuştum. Bu sayede vatandaş, vefatından önce babasını son kez görebildi. Yine bir gün Çanakkale’den aradılar; sel olduğunu söyleyip yardım istediler. Arkadaşlarımızla birlikte ulaşabileceğimiz her yere ulaştık ve sel Meclis Çalışanları bölgesine yardım gitmesini sağladık. Bu anlattıklarım görev tanımımızda yok, ama vicdani olarak kendimizi sorumlu hissettiğimiz durumlar oluyor ve elimizden gelen yardımı yapmaya çalışıyoruz.” Genel Kurul günleri santral kitleniyor Sevil Erkeskin 26 yıldır Meclis santralinde görev yapıyor. “İnsanlarla yüz yüze görüşmeden anlaşmak çok zor” diyen Erkeskin, birçok kişinin ne istediğini tam olarak ifade edemediğini, onlara yardımcı olmak için yoğun çaba harcadıklarını belirtiyor. Sevil Erkeskin, mesleklerinin düzgün diksiyonun yanı sıra sabır ve hoşgörü gerektirdiğini ifade ederek, “Biz severek ve özveriyle işimizi yapıyoruz. Karşımızdaki kişilere saygıyla yaklaşıyoruz, buna rağmen zaman zaman kaba davranışlar ve küfürle karşılaşmamız bizi üzüyor” diye konuşuyor. 17 yıldır santralde görev yapan Fikret Okur, özellikle gece nöbetlerinde Meclis’le hiç ilgisi olmayan telefonlar geldiğini belirterek, “Sarhoş da arıyor, psikolojik sorunları bulunan da. Telefonu açtığınızda neyle karşılaşacağınızı bilemiyorsunuz. Görevimizle hiç alakası olmayan kişilerle konuşmak zorunda kalıyoruz. Bizi en çok üzen ise hakarete maruz kalmak. Gecenin İşitme engellilere özel hizmet Meclis’te işitme engelliler için çağrı merkezi bulunuyor. İşitme engelli vatandaş, görüşmek istediği kişinin ismini 420 75 00’a mesaj atıyor. Telefon operatörleri bu mesajı ilgili kişiye ilettikten sonra işitme engelli vatandaşı da bilgilendiriyor. Telefon Santrali Servisi’nde Kısım Sorumlusu Ercan Kaya; telefon operatörleri Kezban Gökalp, Fikret Okur, Sevil Erkeskin, Hatice İnan, Emel Can Keskin, Şahin Atasoy, Murat Haktanıyan, Erkan Can, Kadriye Ataşcan, Berkan Büyükcan, Fatih Yıldırım, Önder Köroğlu Tatlı, Temel Çelik; teknisyenler Bülent Pehlivanoğlu, Bünyamin Özer, Fuat Kürşat Ataoğlu; tekniker Turan Demir ve büro görevlisi Ali Demirhan çalışıyor. bir yarısı arayıp ‘Bana şurayı bağla, şunun numarasını ver’ gibi kaba sözler sarf edenler, hatta küfür edenler olabiliyor. Biz bu kişilerle muhatap olmuyoruz, onlara karşılık vermiyoruz. İyi niyetle arayan vatandaşa ise yardımcı olmaya çalışıyoruz” diyor. Okur, işlerini sıfır hatayla yapmak zorunda olduklarının altını çiziyor. Meslek hastalıklarını sorduğumuz Murat Haktanıyan ise genellikle bel ve boyun rahatsızlıkları görüldüğünü, zaman içinde duyma kaybı yaşanabildiğini söylüyor. Telefon Santrali Servisi’nin en yeni personeli Önder Köroğlu Tatlı, 6 aydır bu birimde olduğunu belirterek, “İşimizin stresi çok, ama keyifle çalışıyoruz” diyor. Telefon operatörleri, TBMM Genel Kurulu’nun toplandığı saatlerde santralin kitlendiğini belirterek, “Televizyonda Genel Kurul’u izleyen vatandaş bir şey söylemek istediğinde hemen telefona sarılıyor. Genel Kurul günlerinde işimiz daha da yoğunlaşıyor” diye konuşuyor. TBMM Telefon Santrali Servisi’nde operatörlerin yanı sıra telefon teknisyenleri de görev yapıyor. Teknisyenler, TBMM yerleşkesi ile Meclis’e bağlı birimlerdeki telefonlarla A’dan Z’ye ilgileniyor. Hat çekilmesinden numara tahsisine, bakımonarımdan telefonların kullanımıyla ilgili bilgi aktarımına kadar her şey için teknisyenler devreye giriyor. Telefon Santrali Servisi’nde 6 teknisyen çalışıyor. 25 yıldır bu görevi yapan Bülent Pehlivanoğlu, “Mesleğimi çok seviyorum, en iyi şekilde yerine getirmek için çalışıyorum. İşimizin saati yok; ne zaman aranırsak görevimizin başında oluyoruz. Hafta sonu bile evimizden çağrılıp arızaya müdahale ettiğimiz oluyor. Bu bizim mesleğimiz olduğu için seve seve yapıyoruz” diyor. Eylül 2013 77 78 i s e n h a S h i r a T 1 Eylül 1939 - Almanya’nın Polonya’ya sal- 10 Eylül 1855 - Türkiye’de ilk dırması üzerine II. Dünya Savaşı başladı. telgraf haberleşmesi yapıldı. 4 1 5 12 10 5 Eylül 1991 - Güney 4 Eylül 1919 - Sivas Kongresi Gazi Mustafa Kemal başkanlığında açıldı. Afrika’da yapılan seçimler sonucu Nelson Mandela başkan seçildi. 12 Eylül 1980 - 12 Eylül Askerî Darbesi gerçekleştirildi. Eylül 2013 79 27 Eylül 17 Eylül 1961 - 27 Mayıs 1960 darbesinden 1529 - Viyana, Kanuni Sultan Süleyman önderliğinde Osmanlı ordusu tarafından kuşatıldı. sonra tutuklanan Adnan Menderes idam edildi. 16 17 20 25 30 27 30 Eylül 20 Eylül 1951 - Türkiye NATO’ya kabul edildi. 1930 - Türk havacılık tarihinin en önemli isimlerinden Vecihi Bey (Hürkuş) kendi yaptığı uçak ile Göztepe’den Yeşilköy’e uçtu. 16 Eylül 1890 - II. Abdülhamid’in seçtiği heyeti Japonya’ya götüren Ertuğrul Fırkateyni dönüş yolunda battı. 25 Eylül 1396 - Dördüncü Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid, Haçlılara karşı gerçekleşen Niğbolu Savaşı’nı kazandı. Eylül 2013 80 Tamburun mızrabı elinde, Mevla’nın kelamı dilinde Unutulmaya yüz tutmuş Urfa gazel geleneğinin en etkin temsilcilerinden olan Kazancı Bedih, hem pir hem usta hem de Türkiye için yeri zor doldurulacak kültürel bir değerdi. Pınar Ünsal “U rfa, urfa överler... Güzelleri severler... Bizde adet böyledir... Hem çalar hem söylerler...” dendiği gibi Peygamberler Şehri’nin en meşhur türkülerinden birinde, Urfa’da hüznü, sevinci, acıyı, efkarı, aşkı dizelere dökmek adettendir. Kimi zaman türkü ve manilerde, kimi zaman hoyrat ve gazellerde anlatılır en acıklı Urfa hikayeleri. Müziği bu kadar çeşitlenmiş, makam ve usül bakımından tezlere konu olacak kadar zenginleşmiş Urfa topraklarının bu koca mirasa sahip olmasının nedeni şüphesiz binyıllardır birçok medeniyete yurt olmasıdır. Urfa’da bir sanatçının makam bilmesi, bildiği makamı doğru icra edebilmesi, o sanatçının değerini belirler aynı zamanda. Bekçi Bakır, Halil Hafız, Aliçine Mehmet, Damburacı Derviş, son dönemin en çok tanınan gazelhanı ve sıra gecelerinin aranan ismi Kazancı Bedih’in Urfa’da el üstünde tutulması bu nedenledir. Eylül 2013 81 Biraz televizyon kanallarının etkisiyle biraz da turizm rantı nedeniyle şehirdekilerin müzik li, içkili, çiğköfteli eğlenceler olarak bildiği sıra geceleri, aslında bir edep müessesesi ve Urfalıların deyimiyle onlarca değerli ismi yetiştirmiş bir halk mektebidir. Yerel sorunlardan memleket meselelerine, edebiyattan ekonomiye birçok konunun tartışılarak fikir ve kültür alışverişinin yapıldığı bir sosyal ortam; yanık sesli gazelhanlara kanun, keman, klarnet, ud, cümbüş gibi müzik aletlerinin eşlik ettiği bir eğlence ve rahatlama toplantısıdır. Bu gecelere katılmaya çocuk yaşta ve getir-götür işi yaparak başlanır. Ağabeylerini örnek alarak oturup kalkma terbiyesi edinen gençler, enstrüman çalmaya yetenekleri varsa ve biraz da sesleri güzelse zamanla takımdan biri haline gelir. Urfa Sıra Geceleri’nin nevi şahsına münhasır adabı muaşeretini sürdürecek bu gençlerden Kel Hamza, Tenekeci Mahmut veya Kazancı Bedih ile aynı dönemde yaşayıp onların takımında yer almış olanlar şanslıdır elbet. Mecnun isen ey dil, sana Leyla mı bulunmaz Fuzûli, Nâbi, Kuddûsi, Nesîmî gibi divan şairlerinin gazellerini manileştirerek Urfa gazel geleneğini sürdüren Kazancı Bedih’in, döneminin ve günümüzün en ünlü gazelhanlarından biri olması ustası Necim Şıhe sayesinde olur. Genç yaşında Mecmue’l Bahr denilen bir yerdeki müzikli eğlenceye onunla birlikte katılan Bedih, bu eğlence sonrası Necim Şıhe’den cümbüş ve tambur çalmayı öğrenir. Bedih’in ustam dediği, örnek aldığı kişi ise Urfa’da ünlü bir gazelhan olan Mahmut Güzelgöz’dür. Bir güfteyi farklı makamlarda söyleyebilme yeteneğine sahip nadir insanlardan olan Kazancı yanık ve dokunaklı sesi, kibar ve mütevazı kişiliği ile zamanla Urfa halkı tarafından “pir” ve “usta” olarak anılır. Dinî değerlere önem veren ve aynı zamanda bir mevlithan olan Kazancı Bedih gazel, hoyrat, türkü, maninin yanında mevlit de okur ki dinleyenlerin gönlüne bir huzur serptiği rivayet edilir. Urfa sanatçılarının seslerinin bu kadar yanık, türkülerinin bu kadar efkarlı olmasının nedeni Kazancı Bedih’e göre “asırlık hüzünler biriktiren toprağın bağrını Eylül 2013 82 çatlatması”dır. Yemen’e gidip geri dönmeyen askerler, Urfa dağlarında yavrusunu kaybedenler, mezhep ayrılığı nedeniyle yârine kavuşamayanlar, aşkı yüzünden ateşe atlayanlar ve onlara koskoca “şanlı” unvanı kazandıracak yiğitlerin toprağıdır Urfa. Bedih’e göre Urfa türkülerini yakan o kahramanların ateşidir. Geç tanındı az bilindi Kazancı Bedih’i hiç tanımamış olanlar, onun sesini bilmeyenler için “Eşkıya” filmi bir dönüm noktasıdır. Ekranlarda ilk defa Züğürt Ağa filmindeki sıra gecesi sahnesinde görülen, Eşkıya’da “Nice bu hasret-i dildar ile giryan olayım... Yanayım ateş-i aşkın ile büryan olayım...” diyerek bu sesi tanımayanların, bu gazeli bilmeyenlerin zihninde benzersiz yorumuyla yer eden Kazancı Bedih büyük şehirlerde geç tanınmış, değeri sonradan anlaşılmış, Türkiye için altın değerinde bir sanatçı. Sıra gecesi konsepti içeren televizyon programlarına çıktıktan sonra daha çok ünlenen Bedih, bu tarz programlarla üne kavuşmasına biraz da sitem eder. Aslında ne ün yapmak vardır gözünde ne de para pul. Son dönemde, bazı ünlü müzisyenlerin teşvikiyle çıkardığı al- Eylül 2013 Kazancı Bedih’i hiç tanımamış olanlar, onun sesini bilmeyenler için “Eşkıya” filmi bir dönüm noktasıdır. bümlerinin gelecek nesillere faydalı olacağını ümit eder. “Bu yaştan sonra zengin olup rafa sahan mı dizeceğim” derken ömrünün son demlerinde aradığı huzuru parada bulamayacağını özetler. Kazancılık yaparken mesleği bırakıp devlet memurluğuna başlayan ve emekli olduktan sonra kazancılık mesleğine geri dönen Bedih, çevresinde alçakgönüllü ve kibar biri olarak bilinirmiş. Sıra gecelerindeki ses kayıtları, tek parçadan oluşan kasetler de dahil Urfa’da iki binin üzerinde kaseti olduğu söylenir. Urfalı olmayanların çok geç tanıdığı, sesine doyamadan kaybettiği bu değerli isim “Tükendi nakdi ömrüm, dilde sermayem bir ah kaldı” dizelerinde olduğu gibi, yüzlerce şarkıdan oluşan bir miras bıraktı geride kalanlara. Zengin olarak ölmedi belki, ama kendinden önceki ustaların terbiyesini sürdürmenin ve eserlerini layıkıyla yerine getirmenin huzurunu yaşayarak veda etmiştir dünyaya şüphesiz. 84 Hitabet sanattır Erbay Kücet İ nsan toplumsal bir varlık tır ve bunun için birbiriyle iletişim kurmalıdır. Sosyal iletişim olmasaydı insanlık tarihinde hiçbir ilerleme görülmez, bugünkü duruma ulaşılamazdı. Bugün bir tuşa basarak dünyanın öbür ucundaki bir bilgiyi çok kısa zamanda edinmek mümkün. İnsanlar için bu kadar önemli olan iletişimin gerçekleşebilmesi, alıcı ve vericinin yanında bir de ileti (mesaj) olmasına bağlıdır. Alıcıya ulaştırılamamış bir iletiyle iletişim sağlanamaz. Ulaştırma çeşitli yollarla yapılabilir: Müzik, dans, resim, duman... Ancak bunların hiçbiri “dil”in sunduğu sınırsız imkanları sağlayamaz. Dil, insanlar arasında iletişimi en kısa ve kolay yoldan gerçekleştirir. Burada sözü edilen dil konuşma organı olan “dil” değil, anlaşma aracı olan “insan dili”dir. İnsanoğlu anlaşmak için ilk önce beden dilinden yararlanmış, daha sonra beden diline konuşma dilini katmıştır. Konuşurken beden dilinden olabildiğince yararlanılmaktadır; çünkü beden dili konuşmanın Eylül 2013 daha etkili olmasını sağlar. Hiç konuşmadan yaşanan bir günün olmadığı göz önünde bulundurulursa, konuşmanın hayatımızda ne kadar çok yer tuttuğu ve önemli olduğu anlaşılır. Konuşma önemli bir iletişim aracı olduğuna göre konuşma ilkelerinin de bilinmesi gerekir. Sokrates “Konuş, kim olduğunu söyleyeyim” der. Kişiliği ele veren konuşmanın ilkelerinin bilinmesi ağzımızdan çıkacak lafların daha dikkatli seçilmesine, dinleyicinin dikkatini toplamaya, konuşmanın etkili olmasına yardımcı olur. Tatlı konuşmacı Güzel ve etkili konuşmayı çoğunlukla eksik tanımlar ve anlarız. Güzel konuşma bir spikerin veya bir tiyatro sanatçısının kendisine verilen metni veya düşünceyi tonlama, vurgu ve benzeri kurallara bağlı kalarak canlandırması sanılır. Oysa güzel konuşma, etkili konuşmanın yalnızca bir yönünü oluşturmaktadır. Sadece kulağa hoş gelen duygu ve dileklerin dışa vurumu konuşmanın tamamı değil, yalnızca bir bölümüdür. Yetersiz hazırlık, kendine güvenmeme, heyecanlanma gibi birtakım sebeplerle bazı kişiler toplum karşısında bir sunuş konuşması yapmak istemezler. Fakat günlük konuşmaları sırasında devirdikleri çamların, kırdıkları kalplerin farkına bile varmazlar. Kişilerin kılık kıyafetleriyle karşılanıp düşünceleriyle, konuşmalarıyla uğurlandıklarını çoğu zaman unuturlar. Kişi konuşmaya başladığı andan itibaren terbiyesi, görgüsü, bilgisi, dünya görüşü, ahlakı, kelime hazinesi, sosyal çevresi, bölgesi hakkında muhatabına ipucu vermeye başlar. Bazen de susmak, konuşmaktan daha iyi bir etki bırakabilir. “Söz biliyorsan konuş ibret alsınlar; bilmiyorsan sus, adam sansınlar” sözü bunu veciz olarak ifade eder. Herhangi bir hazırlığa ihtiyaç duymadan yapılan karşılıklı konuşmalarda da içtenlik, inandırıcılık, tatlı dil, doğruluk, dürüstlük ve saygı ön plandadır. 85 Kürsüden millete Güzel konuşma, bir kimsenin duygu, dilek ve düşüncelerini başkaları karşısında etkili bir biçimde anlatma becerisidir. Bu yüzden güzel konuşma, tıpkı okumada olduğu gibi, beyinden başlayarak vücudumuzdaki birçok organın birbiriyle uyum içinde çalışması sonucu oluşan bir yetenek, alışkanlık, beceri ve sanat olarak tanımlanabilir. Öyle insanlar vardır ki konuştukları zaman soluduğunuz havanın bile onların sayesinde olduğunu zannedersiniz. Yani konuşmaları öylesine etkilidir ki bulundukları her ortamda, kısa bir sürede insanları etraflarında halka yapmayı başarırlar ve çevreleri üzerinde kıskanılacak etkiler bırakırlar. Güzel ve etkili konuşma konusunda da yayımlanan birçok kitap bulunur. Bazen Meclis kürsüsünden yapılan özel konuşmalar da bu kitapların içinde yer alır. TBMM Başkanlığı tarafından muhtelif zaman dilimlerinde yayımlanmış kitaplar bulunmaktadır. Meclis açılışlarında, kapanışlarında, TBMM kürsüsünde, bütçe görüşmelerinde, yabancı devlet adamlarının ziyaretlerinde veya kanunların görüşülmesi esnasında yapılan konuşmalardan oluşan yayınlarda zamana düşülen notları elinizin altında buluyorsunuz. Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Açış Konuşmaları; İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları; Başbuğ Alparslan Türkeş’in TBMM’deki Konuşmaları, Kanun Tasarıları ve Teklifleri; TBMM’de Bir Lider Muhsin Yazıcıoğlu, TBMM Konuşmaları, Yasama ve Denetim Çalışmaları; Tarihe Düşülen Notlar-1: Yasama Yılı Açılışlarında Cumhurbaşkanlarının Konuşmaları; Tarihe Düşülen Notlar-2: Yabancı Devlet Adamlarının Genel Kurul Konuşmaları; Tarihe Düşülen Notlar-3: Meclis Başkanları ve Genel Kurul Konuşmaları 1920-2013 bu yayınlardan bazıları. Eylül 2013 Kitap 86 12 Eylül 1980 Akıl Tutulması Kadir Can Boyut Yayın Grubu, 2011, 263 sayfa Bu ay kapak konumuz olan 12 Eylül dosyasına uygun olarak sizlere tanıtmak üzere dört adet 12 Eylül kitabı seçmeyi tercih ettik. Bunlardan ilki gazeteci Kadir Can’a ait. 12 Eylül’e giden süreçte yaşananları bir gazetecinin fotoğraflarıyla anlatan kitapta ayrıca Günaydın gazetesinde çıkan haberler de yer almış. Bu dönemi görsel olarak incelemek o gün yaşananları anlama noktasında oldukça faydalı. Gazeteci Kadir Can’ın objektifi öğrenci olaylarından grevlere, boykotlardan direnişlere birçok farklı mekan ve olaya tanıklık etmiş. Suikastler, kazalar, soygunlarla geçen bir dönemin tüm yönlerini yansıtan kitapta siyasi liderlerin seçim gezileri de ayrıca ele alınmış. 12 Eylül 1980 Akıl Tutulması arşivlik bir kitap. Liderler Hapishanesi – 12 Eylül Günlükleri Oral Çalışlar Everest Yayınları, 2013, 272 sayfa Tecrübeli gazeteci Oral Çalışlar’ın hapishane günlükleri tekrar yayımlandı. Çalışlar’ın 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra tutuklu kaldığı Ordu Dil ve İstihbarat Tutukevi’nde tuttuğu günlüklerden oluşan kitap, başta Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit ve Alparslan Türkeş olmak üzere pek çok siyasetçinin hapishanede yaşadıklarına dair bilgiler içeriyor. Bu tip kitaplar tüm hayatları mercek altına alınan, hakkında incelemeler yapılan siyasetçileri ve liderleri tanıma bakımından oldukça önemli. Oral Çalışlar sade diliyle siyasetçilerin hapishanede insani tepkilerini ve mahkum sıfatıyla yaşadıklarını dikkatle kaleme almış. Namık Kemal Zeybek, Doğu Perinçek, Taha Akyol, Recai Kutan gibi yakın tarihimizin önemli siyasetçilerinin öyküleri de dikkatle okunması gereken bu kitapta birleşiyor. Tanıkları, Mağdurlarıyla Bir Zihniyet Kodlaması: 12 Eylül Nasıl Darbe Yaptım? – Kenan Evren 12 Eylül’ü Anlatıyor Aslan Değirmenci Ahmet Tahir Can Çıra Yayınları, 2011, 150 sayfa Anatolia Kitap, 2012, 290 sayfa Aslan Değirmenci’nin kitabı 12 Eylül’le ilgili biriken soruları bu dönemi bizzat yaşayanlarla ele alma yoluna gitmiş. Kitap aslında sadece 12 Eylül’ü anlamak ve neler olup bittiğini anlatmak üzere değil, aynı zamanda yakın tarihimizde bazı benzer olaylara da dikkat çekmek üzere kurgulanmış. Bu yönüyle ilginç bir çalışma yapan yazar, böylelikle günümüzde 12 Eylül’ü doğuran şartların tekrar yeşerme ihtimalini de ele alıyor. Bizce kitabın en değerli kısmı tanıklar ve anlattıkları. Tanıkları, Mağdurlarıyla Bir Zihniyet Kodlaması: 12 Eylül ilginç benzetmeleri, yaklaşımları ve yorumlarıyla okumaya değer bir çalışma. Eylül 2013 Son Ülkücüyü Kim Öldürdü kitabıyla dikkatleri üzerine çeken Ahmet Tahir Can’ın bu kitabı 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren üzerinden darbenin anatomisini sunma iddiası taşıyor. Birçok çarpıcı bilgi ve belgeye ulaşacağınız kitapta bugünlerde yargılanması devam eden Kenan Evren’in darbe sürecinde yaptığı radyo-televizyon konuşmaları, gazetelere verdiği demeçler, basın toplantılarında söylediği sözler okura sunuluyor. Dönemin soğuk yüzünün pek çok örneğini yansıtan kitap idama giden gençlerin son anlarında yazdığı mektupları da içeriyor. Son darbenin çeşitli yüzlerini fark edebileceğiniz Nasıl Darbe Yaptım? ibretlik bir kitap. Film 87 Tesis sobre un homicidio | Cinayet Tezi Senaryo: Patricio Vega Yönetmen: Hernan Goldfrid Oyuncular: Ricardo Darin, Alberto Ammann, Calu Rivero Arjantin sinemasının genç yönetmeni Hernan Goldfrid’den yeni bir gerilim denemesi. Goldfrid, ilk filmi ‘‘Musica en espera’’yla birçok ödüle layık görülmüş umut vaadeden bir yönetmen. Yönetmenliğini yaptığı ikinci film olan ‘‘Tesis sobre un homicidio’’ (Cinayet Tezi) ise ilk filme göre daha alışılmış bir kurgu üzerine inşa edilmiş. “Esrarengiz cinayet” çevresinde ilerleyen film özellikle Hollywood sinemasında sık karşılaştığımız bir yapıya sahip. Yalnız senaryo iyi işlenmiş ve seyretmeye değer bir film çıkmış ortaya. Diego Paszkowski’nin romanından uyarlanan filmin başrolünde ise ‘‘El secreto de sus ojos’’ filminden hatırladığımız bol ödüllü bir aktör, Ricardo Darin var. Darin kendine has üslubuyla yine başarılı bir iş çıkarmış. Biraz aşk, zeka oyunları ve bol gerilim içeren filmin konusu şöyle: Eski bir avukat olan Roberto Bermudez (Ricardo Darin) aynı zamanda bir hukuk fakültesinde profesörlük yapmaktadır. Ders verdiği fakültenin önünde işlenen cinayette bırakılan ipuçları Roberto’nun kafasında birçok soru işaretine sebep olur. Cinayet üzerine kendisiyle sürekli olarak tartışmaya giren öğrencisi Gonzalo’dan (Alberto Amann) giderek daha fazla şüphelenen Roberto, çok kısa bir zamanda cinayetin tezini çözmek durumunda kalır. Arjantin usulü gerilim filmi ayın başarılı yapımlarından. The Company You Keep | Geçmişin Sırları Senaryo: Lem Dobbs Yönetmen: Robert Redford Oyuncular: Robert Redford, Shia LaBeouf, Julie Christie, Nick Nolte Bu ay seçtiğimiz ikinci film de bir romandan uyarlama. Neil Gordon’ın aynı isimli romanından Lem Dobbs’ın senaryolaştırdığı filmin yönetmen koltuğunda efsane oyuncu Robert Redford var. Aynı zamanda başrolde de izlediğimiz Robert Redford yine müthiş bir oyunculuk örneği gösteriyor. Zaten filmin en dikkate değer tarafı oyunculuk adına yapılanlar olmuş. The Company You Keep’in ağırlıklı olarak tecrübeli oyunculardan oluşan kadrosu filme başka bir boyut kazandırıyor. Bir yönetmen olarak Redford, oyuncuların performansında maksimum seviyeyi yakalamış diyebiliriz. Aslına bakılırsa Hollywood’un macera-gerilim kalıplarının dışına pek çıkmayan film yine de dramatik kurgusuyla insanı saran bir yapıya sahip. İdeolojik olarak klasik bir sunum da yapan filmin konusu şöyle: Jim Grant (Robert Redford) Vietnam Savaşı’na karşı duran bir militan grupta aktif rol alan üyelerden biridir. Savaşın üstünden 30 sene geçmiş ve FBI’ın aradığı Jim bu zamana kadar saklanmayı başarmıştır. Ben Shepard (Shia LaBeouf) isimli bir gazeteci tarafından ifşa edilen Jim FBI’dan bir kez daha kurtulmaya çabalar. Amerika ideallerinin canlılığına ve FBI’ın bitmek bilmez enerjisine bir defa daha tanık olmak isterseniz The Company You Keep’i seyredin. Eylül 2013 Müzik 88 Aşkın Gözyaşları Hafız Burhan Kalan Müzik Aşkın Gözyaşları Klasik Türk Musikisi’nin en önemli gazelhan ve mevlidhanlarından Hafız Burhan’ın seslendirdiği eserlerden oluşan harika bir seçki. Kalan Müzik etiketiyle çıkan albüm 18 şarkıdan oluşuyor. Kendine has üslubuyla iz bırakan sanatçının sadece bu albümdeki icraları bile neden unutulmazlar arasına girdiğini anlamamıza yetiyor. Taş plak kayıtlarından gazeller, şarkılar ve film müzikleri bulacağınız albüm, yakın tarihimizin en önemli sanatkarlarından Hafız Burhan’ın etkileyici sesini doya doya dinleyeceğiniz eşsiz bir çalışma. Blues Master Works Muddy Waters Chicago’da modern blues mü- ziğin babası olarak tanınır Muddy Waters; 1960’ların İngiliz ve Amerikan sanatçıları için bir idoldür. Bir nevi isim babası olduğu Rolling Stones’tan Eric Clapton, Jimi Hendrix, Canned Heat, Steppenwolf ve Humble Pie’ya; hatta Bob Dylan ve Led Zeppelin’e kadar pek çok isim onun müziğinden etkilenmiştir. Albüm, Muddy Waters’ın halen büyüleyici, halen motive edici olan efsanevi müziğinin aradan geçen on yıllara rağmen blues severler için neden vazgeçilmez olduğunun bir kanıtı niteliğinde. Mannish Boy, Got My Mojo Workin, Hoochie Coochie Man, I Just Want to Make Love To You gibi unutulmaz şarkılarla birlikte toplam 20 “şaheser”in yer aldığı albüm, Delta Blues etiketiyle raflarda. Delta Blues Eylül 2013 Kiremitte Buz musun Saniye Can TRT Arşiv Serisi Türk Halk Müziği’nin bugünlerde pek adı anılmayan önemli sanatçısı Saniye Can’ın TRT Arşiv Serisi etiketiyle piyasaya sunulan albümü gerçek icralar sergileyecek kadın sesine olan ihtiyacımızın ispatı adeta. Saniye Can aynı zamanda derlediği türkülerle de kültürümüze katkı sağlamış, “Annem Entari Almış” gibi bir türküyü literatüre kazandırmış gerçek bir sanatçı. 17 türküden oluşan bu albüm ise onun Türk müziğindeki yerinin değerini gösterir nitelikte. Kiremitte Buz musun, Saniye Can’la Anadolu gezisine çıkmak isteyenlere harika bir fırsat. Schubert: Complete Works For Violin and Piano Hyperion Rus keman virtüözü Alina Ibragimova ile Fransız piyanist Alina Ibragimova & Cédric Cédric Tiberghien bu albümde bir araya gelerek Schubert’in keman ve Tiberghien piyano konçertolarına mükemmel bir yorum katmış. İki genç müzisyenin mahareti ve teknik yetkinliğine bir de uyum eklenince, büyük cesaret isteyen bu çalışma benzersiz bir başarıya ulaşmış. Albümde Schubert’in henüz onlu yaşlarındayken bestelediği, “sonat” olarak nitelendirilen ama bu sıfatla yayınlanmamış dört eseri ve yaşamının son yıllarında bestelediği şaheseri “Fantasy in C major” ile birlikte 10 eseri yer alıyor. Schubert’in dehasının bir ürünü olarak acıyı hayatın zevkleriyle harmanlayan parçaların yer aldığı albüm, Hyperion etiketiyle müzik marketlerdeki yerini aldı. Televizyon 89 Futbol sezonu başladı, TV’nin yüzü değişti T ürk futbolu çalkantılı bir süreçten geçiyor. Şike konusu uluslararası bir problem olarak gündemden bir türlü düşmüyor belki, ama yeni sezon yeni transferler ve yeni heyecanlarla başladı. Bu aynı zamanda futbol programlarının da gündeme girmesi demek. Futbolun yeni sezonu bu sene artık giderek klasikleşen programlarla ele alınıyor. En önemli futbol-yorum programlarından biri Güntekin Onay ile Rıdvan Dilmen’in hazırladığı %100 Futbol. Karşılaşmalardan önce, devre arasında ve maç sonunda yayınlanan program NTV’nin olmazsa olmazlarından. Rıdvan Dilmen’in bitmek bilmeyen enerjisi ve heyecanının kasıp kavurduğu programın en önemli eksikliği maç özetlerinin gösterilememesi. Bunun yanı sıra TRT’nin klasikleşen programı Stadyum Ersin Düzen’in sunumu, eski milli futbolculardan Ayhan Akman ve İlker Yağcıoğlu’nun yorumları ve maçların geniş özet görüntüleriyle dolu dolu bir program. Ve Şansal Büyüka’lı Maraton. Erman Toroğlu’ndan sonra hakem yorumculuğu koltuğunda Markus Merk’i gördüğümüz Maraton’un diğer yorumcuları Hakan Şükür ve Tümer Metin. Maraton, yayınlandığı ilk günden bu yana en çok izlenen futbol programları arasında. Bu programlar saymakla bitmez. Fakat eğer uykusuz kaldıysanız Beyaz TV’nin klasiği Beyaz Futbol Ahmet Çakar, Sinan Engin, Rasim Ozan Kütahyalı ve Ümit Özat’lı kadrosu ve bol tartışmalı içeriğiyle her an taptaze.. Eylül Eylül 2013 90 Vekiller Ne Okuyor Ne İzliyor Tülay Selamoğlu AK Parti Ankara Milletvekili Haftada en az dört kitap okumaya çalışı- yorum. Şu anda elimde Reha Çamuroğlu’nun İsmail adlı eseri var. Dan Brown’un Cehennem, İbn Kesir’in Peygamberler Tarihi, Pascal Bruckner’ın Göğü Delen Adam, Sadık Yalsızuçanlar’ın Garip adlı kitapları son dönemde okuduklarım arasında yer alıyor. Tarih, araştırma-inceleme kitaplarını not alarak okumayı tercih ediyorum. Romanları ise genellikle yolculuk sırasında veya evde yemek yaparken okuyorum. Biyografi türü eserleri hem okumayı hem de sinemada izlemeyi seviyorum. Klasik müzik dinlemekten keyif alıyorum. Beethoven’ın bestelerini dinlerken bir yandan da kitap okuyorum. Mozart ve Çaykovski beğendiğim diğer besteciler. Keman ve ney sesi beni çok etkiliyor. İranlı keman sanatçısı Farid Farjad’ı beğenerek dinliyorum. Ayrıca Klasik Türk Müziği’ni seviyorum. Ali Halaman MHP Adana Milletvekili Osmanlı’nın son dönem- leri, Cumhuriyet’in kuruluş yılları gibi yakın tarihi anlatan kitapları tercih ediyorum. Şu anda Abdülhamid ve Enver Paşa ile ilgili kitaplar okuyorum. Son dönemde sinemaya gidemedim. Açık hava sinemalarının günümüz koşullarına uyarlanarak yeniden açılabileceğini düşünüyorum. Severek dinlediğim sanatçılar arasında Mustafa Yıldızdoğan, Ahmet Şafak, Emel Sayın, Muazzez Ersoy, Behiye Aksoy, Leman Sam ve Tarkan yer alıyor. Yusuf İslam’ın ilahilerini de çok beğeniyorum. Eylül 2013 Ali Haydar Öner CHP Isparta Milletvekili Şu anda Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın Psikolojik Savaş adlı kitabını okuyorum. Başucumda tarihten siyasete, şiirden hukuka kadar her türden kitap vardır. Sinemaya fırsat buldukça gidiyorum. En çok hayranlık duyduğum aktör Kirk Douglas’tır. Özellikle “Spartacus”, “Yalnız ve Cesur”, “Vikings” gibi filmlerini etkilenerek izlemişimdir. En son 40 yıl önceki “Spartacus” filmini yeniden izledim ve aynı duyguları hissettim. Arabesk hariç müziğin her türü hoşuma gider. Arabeski Türk müziğini dejenere, Türk toplumunu demoralize ettiğini düşündüğüm için tercih etmiyorum. Bizim halk ezgilerimiz muhteşem, sanat müziğimiz eşsizdir, klasik müzikten de hoşlanırım. Halide İncekara AK Parti İstanbul Milletvekili Şu sıralar Turgay Güler’in Sır Küpü’nü okuyorum. Necip Fazıl Kısakürek ’in Çöle İnen Nur adlı eserini yeniden okumak üzere aldım. Alev Alatlı’nın Beyaz Türkler Küstüler ve Büşra Erdal’ın Kafası Karışanlar İçin Ergenekon adlı kitapları son dönemde okuduklarım arasında yer alıyor. Yakın tarihimizi hikaye, roman tadında anlatan eserleri, anı ve biyografileri seviyorum. Filmleri daha çok DVD’den izliyorum. Mahsun Kırmızıgül’ün yönettiği “Beyaz Melek”, beni en çok etkileyen filmlerden biridir. Müzikteki tercihim ise türkü, türkü, türkü... Bilgisayar başında çalışırken mutlaka müzik dinliyorum. Son zamanlarda tekrar radyo dinlemeye başladığımı da belirteyim. 91 Melda Onur Hamza Dağ CHP İstanbul Milletvekili AK Parti İzmir Milletvekili Şu anda Hüseyin Yayman’ın Kürt soru- nuyla ilgili kitabını okuyorum. Genellikle yakın siyasi tarihi anlatan ve ülke meselelerine değinen kitapları tercih ediyorum. Yoğun çalışma temposu nedeniyle yakın zamanda sinemaya gidemedim, ama DVD’den izlediğim filmler var. Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği’ni seviyorum. Ayrıca Sezen Aksu’nun şarkılarını beğeniyorum. Şu sıralar Murray Bookchin’in Kentsiz Kentleşme adlı eserini okuyorum. Siyaset, felsefe, belgesel kitaplarını tercih ediyorum, roman çok sevmiyorum. Sinemada komedi filmlerini izlemekten keyif alıyorum. Son dönemde daha çok korku, gerilim filmleri vizyona girdi, bu nedenle sinemaya gidemedim. Müzikteki tercihim ise Türkçe pop müziği. Aytun Çıray CHP İzmir Milletvekili Tarih kitapları ve otobiyografileri okumayı Süleyman Nevzat Korkmaz MHP Isparta Milletvekili Son dönemde Enver Altaylı’nın Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu, Hüseyin Yayman’ın Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası ve Halil Cibran’ın Tanrı Elçisi adlı kitaplarını okudum. Şu anda elimde sanatta manipülasyon konusunu işleyen, Frances S. Saunders’ın Parayı Verdi Düdüğü Çaldı kitabı var. Mümkün olduğunca popüler kitapları okumaya çalışıyorum. Aynı zamanda Güzel Sanatlar’daki doktora programımda beni destekleyecek sanat ve politika içerikli kitaplara da zaman ayırmaya gayret gösteriyorum. Sözlerin güme gittiği, çok gürültülü müziği sevmiyorum. Favorim slow müzik... Her türünü seviyorum. Ancak Türk Sanat Müziği’ndeki Hicaz ve Hüzzam makamlarının müptelasıyım. Bir de insanımızın duygularının vücut bulduğu türkülerimizin tabii ki... Sinemada tercihim genellikle beni günlük sıkıntılarımdan uzaklaştıracak komedi ya da romantik komedi türü filmler. En son Cem Yılmaz’ın “Fundamentals”ını izledim. Daha önce de gerçekten farklı bir temayı işleyen “Pi’nin Yaşamı”nı seyrettim. seviyorum. Kendimi çok yorgun hissettiğim zamanlarda polisiye roman okumayı tercih ediyorum; bir nevi beyni formatlamak gibi oluyor. Şu sıralar Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’nin Balkanlar’da Müslümanlara yönelik etnik temizliği konu alan kitabını okuyorum. Yoğun çalışma temposu nedeniyle eskisi kadar sık olmasa da kitap okumayı ihmal etmiyorum. Sinemaya gitmeye fırsat bulamıyorum, ama iyi filmleri evde DVD’den izliyorum. Son dönemde “Savaş Atı” ve “Kelebeğin Rüyası” adlı filmleri büyük bir keyifle izledim. Müzik türleri arasında cazı seviyorum. Nat King Cole, Frank Sinatra beğenerek dinlediğim sanatçılar arasında yer alıyor. Nat King Cole Eylül 2013 92 sosyalmedya gunlukleri Hedef, 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olmak. @halilurun Kendinden vermek mutluluktur. Ama en büyük mutluluk, kendini vermektir. @avtufanKose Şerafettin Elçi Havaalanı açılış hatırası. Zamanı resmettik. Kop Dağlarında bulutlar adeta dağlara konmuş. @BelmaSatir @Bedrettin16 Her zaman kandırılıp ölenler gariban insanlardır. Ne için öldüğünü bile bilmeden ölürler. Geride de ölümler üzerinden sefa süren birileri kalır. @cumaicten Mısır’daki katliamı kınıyorum. İnsanlık ayaklar altında... @MTanal Kelkit Lisesi’nden beraber mezun olduğumuz lise arkadaşlarımızla piknikte buluşmak çok keyifli idi. Allah’a sonsuz hamdolsun, ülkemizin tüm renkleri büyük bir huzur ve sükun içerisinde. Allahım birliğimizi bozma... @feramuzustun @AlinurAKTAS70 Mevlana ne güzel demiş; “Bir mum Haksız olan, hukuk ve milletten ümidi olmadığı için saldırır. Onlar asla normal yoldan isteklerinin olmayacağını bildikleri için her yolu dener. larımla... diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez”. Yani mazluma koşan bu millet bir şey kaybetmez, aksine kazanır. @ZeybekciNihat @gokcenenc072 @Salih_Kapusuz Eylül 2013 Nerede birlik, orada dirlik... Yol arkadaş- 93 kurabileceğimi biliyorum. Solun yok olmaya yüz tutan forum kültürünün sosyal medyayla canlanması da beni bu alana yakın kılıyor. sirrisureyyaonder @sirsureyya Barış ve Demokrasi Partisi 24. Dönem İstanbul Milletvekili. tbmm.gov.tr/develop/owa/mi… Twitter’ı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında ilk sıralarda yer alıyorsunuz. Twitter’ı ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz? Twitter’ı genel olarak, internetin geri kalanını olduğu üzere tarama yapmak, nabız tutmak ve haber almak için kullanıyorum. Çok sık tweet atan vekillerden biri değilim sizin de takip etmiş olacağınız üzere; genellikle politik önem arz eden görüntüleri ve haberleri paylaşmak, kendi adıma önemli gördüğüm duyuruları yapmak üzere kullanıyorum Twitter’ı. Şu aralar benim adıma açılan birçok hesap var, bunların yarattığı bilgi kirliliğini ortadan kaldırmakla ilgili çalışılıyor. Ama dediğim gibi, yeni medya birçok siyasi liderin “konuşmalarını dikte ettirdikleri” bir yer değil benim için. Keza internetin “yeni” olan yanı beni “sosyal” sıfatıyla değil, “demokratik” sıfatıyla ilgilendiriyor. İnteraktiviteden demokrasi doğurabiliyorsak yeni medya işlevini yerine getiriyordur. Sosyal medya sizin için ne ifade ediyor, Facebook veya diğer sosyal paylaşım siteleri de ilgi alanınıza giriyor mu? Sosyal medya dediğimizde sadece bunları anlıyorsak hatta meseleyi “sosyal medya araçları” diye adlandırdığımız bu araçlarla sınırlıyorsak sorun var. Bugün yurttaş gazeteciliğinden müzeciliğe, oradan parlamentoya yeni bir medya türü kullanılır durumda. Bu hem günlük hayatın gidişatını etkiliyor, hem de sıradışı bir hızla kültürel bir dönüşüm yaratıyor. Üstelik bu dönüşüm dile yansımanın dışında bireylerin davranışlarına da yansıyor. Birçok sokak hareketi artık kökenini bu yeni alandan alıyor. Üstelik bahsettiğim orada “buluşma saati belirlemeleri” değil, sosyal medya fikirlerin ve şahısların örgütlenme noktası olarak da orada. Örneğin hakkında dava açılan Ekşi Sözlük ve benzeri interaktif sözlükleri veya blogger, tumblr gibi uygulamaları da takip etmek zorunda hissediyorum kendimi. Ancak bu şekilde bana oy verenlerle hakikatli bir iletişim Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru olarak kullanması ne gibi bir önem taşıyor? Bu bira z da st ratejinize bağ l ı. Obama’nın yürüttüğü bir kampanya ile popülist bir sağ partinin yürüttüğü kampanya arasında büyük fark var. Seçmen kitlenizi doğru analiz etmekle başlamalısınız işe. Bu işin kökenlerine baktığımızda 90’lı yıllarda Zapatistaların bile interneti kendilerini aktarmak adına kullandıklarını görüyoruz. 2000’lerde kırmızı tişörtlülerden Beyaz Rusya’ya, birçok harekette bu teknolojilerin kullanıldığı aşikar. Mısır gözümüzün önünde duruyor. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? İlginç anılardan ziyade Roboski’nin sosyal medya üstünden yayıldığı geceyi anlatmayı tercih ederim. Geleneksel medya kılını kıpırdatamamışken yükselen sesin ta kendisi bugün Kürt hareketine de sosyalistlere de çok büyük bir ders verdi. Bizim bu medya alanına ihtiyacımız var; onu kullanmayı öğrenmeye de elbette. İlginçten ziyade öğretici anıları var benim için bu alanın. Öğrendiğim bir diğer şeyse dezenformasyona açık oluşu. İnsanların medya okur-yazarlığı dersi kadar bunu gönüllü biçimde bir “yetenek” olarak edinmeleri gerektiğinin kanıtıdır sosyal medya alanı. Eylül 2013 Unutmayacağ ız ... Kazım Kangal Cumhuriyet Senatosu Sivas Üyesi Kazım Kangal, 1925 Sivas Mühürkulak doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Kangal, serbest avukatlık ve Sivas Belediye Üyeliği yaptı. Kazım Kangal için 3 Temmuz 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Kangal’ın cenazesi, 4 Temmuz Perşembe günü Sivas Kangal Mühürkulak Köyü Camii’nde öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Mustafa Kemal Güven TBMM eski Başkanı ve 10. Dönem Kars Milletvekili Mustafa Kemal Güven, 1921 Erzincan doğumludur. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Güven; Posof, Kağızman ve Tuzluca Cumhuriyet Savcı Yardımcılığı yaptı. M. Kemal Güven için 12 Temmuz 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Güven’in cenazesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Ahmet Hamdi Akseki Camii’nde Cuma namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Nurettin Ok İmar ve İskan eski Bakanı ve 12. Dönem Çankırı Milletvekili Nurettin Ok, 1929 Çankırı Comartlar doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’nde tamamlayan Ok, Çankırı Belediye Başkanlığı, Serbest Avukatlık ve Gazetecilik yaptı. Nurettin Ok için 19 Temmuz 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Ok’un cenazesi, Kocatepe Camii’nde kılınan Cuma namazına müteakip Çankırı Ahmet Yesevi Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Nuri Çilingir 22. Dönem Manisa Milletvekili Nuri Çilingir, 1952 Sinop Alasökü doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nde tamamlayan Çilingir, Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü’nde Kontrol Mühendisliği, Serbest İnşaat Mühendisliği, Müteahhitlik ve AS-KON İnşaat AŞ Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Nuri Çilingir’in cenazesi 29 Temmuz 2013 tarihinde Manisa Salihli Karaman Camii’nde ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. İnal Batu 22. Dönem Hatay Milletvekili İnal Batu, 1936 Ankara doğumludur. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamlayan Batu, Türkiye Cumhuriyeti Lef koşe, Prag, Birleşmiş Milletler, İslamabad, Roma Büyükelçisi; Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü ve Müsteşar Yardımcısı olarak görev yaptı. İnal Batu’nun cenazesi 6 Ağustos 2013 tarihinde Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Sıtkı Sadık Batum Cumhuriyet Senatosu İstanbul Üyesi Sıtkı Sadık Batum, 1928 İstanbul doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Batum, İstanbul Belediye Meclisi Üyeliği ve serbest avukatlık yaptı. Sıtkı Sadık Batum’un cenazesi 23 Ağustos 2013 tarihinde İstanbul Şişli Camii’nde ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. İdris Sami Tandoğdu 22. Dönem Ordu Milletvekili İdris Sami Tandoğdu, 1945 Ordu Fatsa doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamlayan ve Ankara Yüksek İhtisas’ta Radyoloji ve Radyoterapi İhtisası yapan Tandoğdu, uzman tıp doktoru ve Çankırı Devlet Hastanesi’nde Radyoloji uzmanı olarak görev yaptı. İdris Sami Tandoğdu için 22 Ağustos 2013 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Tandoğdu’nun cenazesi, 23 Ağustos Cuma günü Ordu Fatsa Orta Cami’de Cuma namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Temmuz ve ağustos aylarında aramızdan ayrılan arkadaşlarımız için Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, kederli aileleri için kalpten duygularla sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz.