Vassilios Papacharisis

Transkript

Vassilios Papacharisis
2
4EKİ
M2
01
4-SAYI
1
49
FUTBOL
VE
Sİ
Y
ASET
Tür
ki
y
e
’
des
i
y
a
s
e
t
i
n
f
ut
bol
ae
t
ki
s
i
v
a
rmı
?
Yuna
ni
s
t
a
n’
dav
eSı
r
bi
s
t
a
n’
da
dur
um na
s
ı
l
?
Üçül
k
ea
r
a
s
ı
nda
ki
f
a
r
kl
a
rv
ebe
nz
e
r
l
i
kl
e
r
I
Şİ
D’
i
nf
ut
bol
at
e
hdi
di
T
a
r
t
ı
ş
ma
l
a
r
ı
ng
öl
g
e
s
i
nde
J
uv
e
nt
us
Li
e
c
ht
e
ns
t
e
i
n’
ı
n
Ce
ng
i
z
’
i
Fut
bol
,
bi
r
a
,
bi
s
i
kl
e
t
Kope
nha
g
Yayın Koordinatörü
Futbol ve siyaset
İlker Yılmaz
Futbolumuzun içerisindeki sorunlar her geçen gün artarak devam ediyor.
Siyasiler her zaman futbolu bir araç olarak görmüşlerdi zaten ama
özellikle son 1 yılda bunun etkisini daha çok hissediyoruz. En son Gezi
Parkı’nda yaşananlar nedeniyle Beşiktaş taraftar grubu Çarşı’nın 35 üyesi
“hükümeti yıkmaya teşebbüs” iddiasıyla gözaltına bile alındı. Sabancı
Üniversitesi’nden Alper Güner, Alperen Mustafa Turgut ve Can Özsoy,
Türkiye, Yunanistan ve Sırbistan’da röportajlar yaparak futbol ve siyaset
ilişkisini ortaya koymaya çalıştı.
Yazarlar
Cihat Akbel
Emre Çelik
Fırat Topal
Mert Sarıbaş
Rafet Baran Eryılmaz
Rena Bilgin
Serkan Akkoyun
Varol Döken
Hayatım Futbol’un 149. sayısında ayrıca; Liechtenstein’ın kalesini
koruyan Türk eldiven Cengiz Biçer’i, Afrika Uluslar Kupası’nda aldığı
sonuçlarla dikkat çeken Lesotho’yu, Messi’nin yeni bir rekoruyla
tekrardan hatırladığımız Zarra’yı, Premier League’de Pelle ve
arkadaşlarının beklentilerin üzerine çıkardığı Southampton’ı, İtalya’da
durdurulamayan Juventus’u, Işid’in futbola etkisini, Kopenhag’dan
futbol, bira, bisiklet turunu ve Varol Döken’den Maç Bahane’yi
bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#149 BU SAYIDA
Futbol ve Siyaset
Siyaset futbola ne kadar giriyor? Türkiye, Yunanistan ve
Sırbistan’dan izlenimler
Futbola IŞİD Tehdidi
Orta Doğu’yu kana bulayan IŞİD futbola da el atıyor
Liechtenstein’ın Cengiz’i
Türkiye’de şans bulamasa da Liechtenstein’ın kalesi ondan soruluyor
Futbol, Bira, Bisiklet
Kopenhag’da bisikletle Parken’den Nyhavn’a, oradan Carlsberg
Brewery’ye uzanıyoruz.
Kayıp Krallık Lesotho
Afrika’nın en küçük ve fakir ülkerinden biri olan Lesotho futbolla adını
duyuruyor
Telmo Zara
Messi rekorları kıradururken bize de bir efsaneyi anmak düşer
İleri mi? Geri mi?
İtalya’da tartışmaların gölgesinde 4. Yıldıza yürüyen Juventus hala
Avrupa başarısının hayalinde
Şehrin Azizleri
Sezon başında kadrosunu büyük ölçüde kaybeden Southampton
eskisiden daha güçlü
Maç Bahane
Varol Döken bu kez kendi evinden yazıyor
Futbol Kültürü
HF149
SiYASET VE FUTBOL
Geçtiğimiz yıl yaşanan Gezi Parkı’nda yaşananlar
hala hafızalarda taze. Bazı tribün grupları yapılan
eylemlere hem Taksim’de hem de tribünde destek
verdi. Üç İstanbul kulübünün tribünlerinde irili ufaklı
tezahüratlar yapıldı. Son olarak Beşiktaş’ın taraftar
grubu Çarşı’nın 35 üyesi hakkında “hükümeti
yıkmaya teşebbüs” ettikleri iddiasıyla dava açıldı.
Sabancı Üniversitesi’nden Alper Güner, Alperen
Mustafa Turgut ve Can Özsoy futbol ve siyaset
ilişkini araştıran bir proje yayınladı. Türkiye,
Yunanistan ve Sırbistan’dan spor ve siyaset
üzerine kafa yoran insanlarla röportaj yapılarak
ülkeler arasındaki farklılıklar ve benzerlikler ortaya
çıkarıldı. Ve ortaya bir sonuç çıkarıldı...
TÜRKiYE
Cem Dizdar
-Sizce Türkiye’de futbol siyasal yapıda mı?
Burdan ne anlıyoruz? Realpolitikten mi
bahsediyoruz yoksa siyaset olgusundan mı?
-Realpolitik tabii…
Futbol politik tabii, herkesin ülkede bir tarafı
var. Trabzonspor başkanı kendisini böyle deklare
ediyorsa, Aziz Yıldırım CAS’taki davayı başbakanı
işaret ederek çektiğini ima ediyorsa, milli takımın
başına Fatih Terim tercihi başbakanın talebi ve
iradesiyle getirildi diye düşünülüyorsa... Bütün
bunların hepsi açık olmayan ama böyle düşünülen
şeyler. Bunun dışında bütün siyasiler seçim
süreçlerinde gittiklerinde propaganda yaparken o
şehrin takımının atkılarını boynuna takıyorlarsa bu
zaten siyasetin kaçınılmaz olarak oyunun içinde
olduğu, futbolun içinde olduğu, çünkü futbolun da
esasen politik bir oyun olduğunu gösteren birşey.
Futbol politik bir oyun.
-Ama futbolu Türkiye’de en popüler spor olarak
kabul edersek (basketbolun da bir popülaritesi var
futbol kadar olmasa da) basketbol da futbol kadar
reel politikanın içinde mi?
Reel politikanın içinde. En son Avrupa
Şampiyonası ‘nda Cenk Akyol olsun daha
öncekinde sanıyorum Sinan Erdem’de başbakanın
ve cumhurbaşkanının yuhalanmış olması
meselesi oyun etrafına toplanmış insanların
bizati kendilerinin politik birer karakter olduğunu
gösterir. Yani oyunu izlemeye giden insanlar
politik birer karakterken onlar oyunu bir şekilde
okurken oyuna dair tanımlarda bulunurken oyuna
dair tarafları tutarken kendi tuttukları takım
içinde bile diyelim ki Fatih Terim’in varlığı Mustafa
Denizli’nin varlığı Şenol Güneş’in varlığı ya da bir
başkan seçimi sırasında gösterdikleri belirttikleri
kanaatler bile oyunun politik yanını işaret eder.
Yani bu oyun politikadan ayrı bişey değildir. Kaldı
ki zaten ekonomik bağlılıkları dolayısıyla politiktir.
Sermaye gruplarıyla ilişkisi, vergi meslelerinde
ülke maliyesiyle ve maliye politikalarını yöneten
hükümetlerle sadece bizde değil dünyanın her
yerinde böyledir.
-Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman futbol
çok teşvik edilen bir spor değil. Devlet atletizm,
jimnastik gibi sporları teşvik ediyor. Kimilerinin
dediği gibi de 80 darbesine kadar futbol biraz hor
görülen bir spor.
Yalçın Doğan’ın “Fenerbahçe Cumhuriyeti”
kitabını okumalarını öneririm. O 80 sonrası diye
yani meseleyi futbolu bu Salazar’a atledilen 3F
formülüyle anlamaya çalışan insanlara tam da
anlattığım şeydir. Realpolitik hiçbir zaman güçlü
toplumsal olguları kendi dışına itmez, itemez.
İterse çalışamaz. İşleyemez, kendisini yeniden
üretemez, kendisini yeniden üretebilmesi için
toplumdaki bütün sinir uçlarına bir şekilde
birşey söylemek zorunda, onunla temas etmek
zorundadır.
YUNANiSTAN
Türkiye ile tarihsel ve siyasal yakınlığı bulunan
Yunanistan da darbeler yaşamış ve nüfus
mübadelesinin etkilerini derinden hissetmiş bir
ülke. Yunanistan futbol maçlarında da Türkiye’ye
benzer bir fanatizm ile Avrupa ülkelerinden
ayrılıyordu. Diğer bir sebep ise Gezi olaylarıyla
paralel olarak ekonomik kriz sonrası halkın
meydanlara çıkarak eylem yapması. Çünkü
Gezi olaylarında Türkiye’de üç büyükler olarak
adlandırılan ve özellikle Çarşı grubu üzerinde
kimlikleşen etkinin Yunanistan’da da yaşanıp,
yaşanmadığıydı.
George Georgakopoulos
Kathimerini Newspaper
Kathimerini gazetesi İngilizce versiyonunda spor
ve iş hayatı yazarı olarak çalışıyorum ve Yunanca
spor bölümüne de yardım ediyorum. Öncelikle
söylemeliyim ki Yunanistan’da politika ve spor
diğer ülkelerde olduğu gibi iç içe değil. Ancak
geçmişte hükümetin Yunan ideolojisini dünyaya
duyurmak için bazı spor kulüplerini kullandığı
oldu. Elbette kendini bazı kulüplerle bağdaştıran
kesimler vardır ancak bu kesimlerin yüzdesi çok
düşüktür.
-Gezi protestolarını duymuşsunuzdur. Gezi
olaylarında ezeli rakiplerin taraftarları bir araya gelip
hükümete karşı ortak bir tepki gösterdiler. Atina’da
benzer bir olay meydana geldi mi? Aynı şekilde
rakip kulüp taraftarları bir araya gelip ortak bir tepki
gösterdi mi?
aldı. Kulübü de futbolcuya ceza verdi ve kontratı
yenilenmedi.
Kesinlikle hayır. İstanbul’da taraftarlar protestolara
atkı ve formalarıyla gidiyordu ama Atina’da böyle
bir şey söz konusu değildi. Yunanistan’da daha çok
kulüpler kendileriyle direkt alakalı durumlarda tepki
gösteriyorlar ve bunu ayrı ayrı yapıyorlar. Taraftar
gruplarının beraber protestoya katılmalarını bırakın,
üzerlerine futbol forması bile giymezler siyasi
eylemlerde.
2005’te Egaleo’da bir futbolcuya kendi takımının
taraftarları tarafından ırkçı saldırıda bulunuldu.
Sonradan takımını ve Yunanistan’ı terk etti.
Aralıkta Olimpiyakos’un Şampiyonlar Ligi maçında
UEFA, Olimpiyakos taraftarının ırkçı hareketlerde
bulunduğunu tespit etti ve Yunanistan’daki maçta
Olimpiyakos’un fanatik taraftar grubunun stada
alınmayacağını söyledi.
-Türkiye’de futbol kulüplerinin belli bir siyasi profilleri,
kalıpları vardır. Yunanistan’da böyle bir durumdan
bahsedebilir miyiz? Kulüplerin bazı oluşumlara yakın
olduğunu söyleyebilir miyiz?
-Hatırlarsanız 2008 Avrupa Şampiyonası
elemelerinde Türkiye ve Yunanistan futbol takımları
aynı grupta yer almıştı. Türkiye, Yunanistan’I
Atina’da 4-1 yendiğinde bunu Atina’nın fethi olarak
algılayıp milli bir gurur olarak yaşayanlar vardı.
İkinci maçta siz bizi İstanbul’da 1-0 yendiniz. Siz de
bunu İstanbul’un fethi olarak gördünüz mü?
Hayır,böyle bir şey söz konusu değildir. Ancak örnek
vermek gerekirse PAOK taraftarının büyük bir
kısmı sol görüşü savunmaktadır. Ayrıca bildiğiniz
gibi PAOK kulübü İstanbul’dan gelen göçmenler
tarafından kurulmuştur.Ayrıca AEK stadında büyük
Filistin bayrakları görebilirsiniz. Bu da bu takımın
sol eğilimli olduğunu göstermektedir. Politik
olmamakla beraber Olimpiyakos işçi sınıfı ağırlıklı
bir kulüpken Panathinaikos daha üst sınıflara hitap
eder.
-Geçmişte AEK’li bir futbolcu gol sonrası Hitler sevinci
yapmış ve milli takımdan ömür boyu men edilmişti.
Bu Hitler selamı yüzünden mi oldu? Yahut taraf
olmaksızın sadece bir tavır sergilediği için mi?
Eğer başka bir politik gol sevinci yapsaydı bu kadar
sorun olmazdı. Bu gerçekten Hitler’in Nazi selamı
yüzünden oldu. Her ne kadar futbolcu sonradan
Nazi selamı yapmadığını söylese de büyük bir ceza
-Irkçılıktan bahsedelim. Stadyumlarda ya da
futbol çevrelerinde herhangi bir ırkçı hareketle
karşılaştınız mı?
Hayır, bu hiç öyle algılanmadı. Bu sadece
Yunanistan’da sportif bir başarı olarak kutlandı.
Yunanistan’da sadece gruplara kalmanın sevinci
yaşandı. Ayrıca basketbolda da böyle bir durum
söz konusu değil.
-Türkiye’de Fenerbahçe’nin adı şikeye karıştı ve bu
sürece birçok politikacı dahil oldu. Yunanistan’da da
Olimpiyakos Volou ve Kavala takımları aynı duruma
düşmüştü. Yunanistan’da süreç nasıl ilerledi?
Politikacılar sürece kesinlikle dahil olmadı.
Bazı çevreler hükümetin bu konuyu halletmesi
gerektiğini söyleseler de federasyon bu sorunu
kendi içinde çözdü ve takımları cezalandırdı. Örneğin
Erdoğan gittiği her kentte futbol atkısı takıyor ama
Yunanistan’da böyle birşeye hiç rastlanmadı.
Sofia Prokou
Atina Üniversitesi
Sofia Prokou, 18 yaşına kadar İstanbul’da yasamış.
Bir süre İstanbul’da bir süre Belçika’da eğitim
görmüş. 80’li yılların sonlarına doğru Yunanistan’a
gelmeye karar vermiş. Sosyal bilimler ve ekonomi
üzerine eğitim almış.
-Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan spor veya sanat
her konuya bir yorum getirebiliyor. Yunanistan’da
bu durum Samaras için de geçerli mi?
O şekilde bir müdehale mümkün değil. İmkansız.
Bu müdehale kilise üzerinden oluyor. İnançlı
kitle çok büyük bir kitle olduğu için Samaras
olsun politikacılar olsun kilisenin dediğine karşı
gelemiyor. Ama basın daha özgür diyebilirim. Bu
tarz bir müdahale oldugundaki tepki çok daha
büyük oluyor.
-2008’de Türkiye ve Yunanistan ortak bir spor
etkinliği düzenlemek istedi. O zamanlarda
Yunanlıların bu konuya yaklaşımı neydi?
Özel bir reaksiyon olmadığı için hatırlamıyorum.
Çok olağan karşılandı. Yunanistan’da daha çok
finansal bir maceraya atılmanın stresi vardı.
-Gezi olaylarında sade vatandaştan çok
sanat, sosyal, spor çevrelerinden insanlar göz
önündeydi. Peki Yunanistan’daki ekonomik kriz
protestolarındaki durum buna benzer miydi?
Ekonomik kriz protestolarının kapasitesi Gezi’den
çok daha düşüktü. Atina’da iki kutup vardı.
Aşırı solcular ve aşırı sağcılar meydanların uzak
köşelerindeydi, birbirlerine uzak durdular.
George Doganis
George Doganis
Psikoloji ve Sosyal Bilimler profesörü / Aristotle
Univ. Of Thessaloniki
Vassilios Papacharisis
Spor Bölümü yöneticisi / University Gymnasium
-Ülkemizde futbol ve siyaset iç içe olan iki terim.
Peki Yunanistan’da durum buna benzer mi?
Vassilios Papacharisis: Tabii Türkiye’de çok
politikacı ve yönetici var, Yunanistan’da durum
buna çok benzemiyor.
George Doganis: İki sene önce bir Larissa taraftarı
meşale yüzünden bir gözünü kaybetti. Bu mesele
uzun süre Yunanistan’da tartışılmıştı. Futbol
teröristlerini ortadan kaldırmak için gündemde
uzun süre kalmıştı.
-Milliyetçilikten bahsedelim. Sahalarda milliyetçiliği
nasıl gözlemliyorsunuz? Türkiye ve Bulgaristan’a
karşı oynadığınz milli maçları sadece bir spor
müsabakası olarak mı görüyorsunuz yoksa milli
mücadele olarak mı?
Vassilios Papacharisis: Bu durumdan çok da
söz edemeyiz. Toplumun bir kısmı bunu
Konstantinapolis’in fethi olarak görse de büyük bir
kısım da sadece galibiyet olarak görüyor.
-Bildiğiniz gibi PAOK İstanbul’dan gelen
göçmenlerin kurduğu bir takım. Yananistan liginde
PAOK’a karşı olumsuz bir algı var mı?
Vassilios Papacharisis: Bir kesimde tabii ki var.
Ancak bunlar genç koyu taraftarlar. Belki de
PAOK’un nasıl kurulduğunu bile bilmiyorlar.
Genel olarak yoğun bir kinden bahsedemeyiz.
George Doganis: AEK da Pera’da kurulmuş bir
takım. Bazı takım taraftarları bu takımı hanım
olarak nitelendiriyorlar. Böyle de bir durum
mevcut.
-Politikacılar kulüp sahibi ya da kulüplerde yönetici
olabiliyorlar mı? Türkiye’de bunun birkaç örneğini
görüyoruz.
Vassilios Papacharisis: Direkt olarak göremiyoruz.
Ama ilişkileri var. Ekonomik destekleri mevcut.
Örneğin idman yapmaları için saha tahsis ediyorlar.
Yer tahsis ediyorlar.
SIRBiSTAN
Murat Can Ege
Yazihaneden.com yazarı
-İstanbul’daki Gezi Parkı olaylarında Çarşı gibi
taraftar grupları siyasete el atmış durumdaydı.
Sırbistan’da bu tarz bir durum var mı?
Sırbıstan’da Türkiye’deki kadar siyasi müdahaleye
çok rastlamıyoruz. Polis tabi ki var ama siyasi
hiçbir olaya müdahelesi olmuyor. Siyasetin
Sırbistan sporundaki çok büyük bir etkisi yok.
Sadece kimi taraftar gruplarında kimi siyasi
topluluklar oluyor. Mesela Red Star takımının
faşist görüşlü bir taraftar grubu var; ancak bu
taraftar gruplarının etkisini maçlarda görmüyoruz.
-Sırpların milliyetçiliği ne kadar etkin ve “Sırplar
Türkleri sevmez” miti ne kadar doğru?
Sırp televizyonlarında iki üç Türk dizisi var; hatta
sokaklarda Türk dizilerinin reklamları var. Türk
lokantaları, Belgrad’ın en işlek caddelerinde
genellikle huzur ortamı içinde hizmet verebiliyorlar.
Şehirde toplumsal bir ayaklanma olduğu zaman
kimi ekstrem göstericiler hızlarını alamayıp
McDonald’s gibi kimi restorantlara; Arnavut ve
Türk konsolosluklarına kimi saldırılar düzenliyorlar.
Bojan Milic
44 yıllık gazeteci. Aslen Hırvat, Zagreb’te doğmuş
ve eski Yugoslavya’yı oluşturan tüm devletlerde
çalışmış. Televizyonda muhabirlik, röportajlar,
gezi programları, akşam haberleri sunuculuğu ve
editörlüğü, New York’ta bir Yugoslav kanalında
çalıştı. Şu an Aj Jazeera Balkans’ta program
editörlüğ yapıyor.
-Türkiye’nin başbakanı futbol taraftarıyla çok çelişiyor.
Yugoslavya bölgesinde de aynı durum var mı?
-Statlarda hükümete destek yada muhalefet var
mı?
Öyle bir şey çok görünmüyor. Red Star, Partizan
maçında; deplasman tribünündeki Partizan
taraftarı statta yangın çıkardı. Taraftar grupları
arasında çatışma var ama taraftar gruplarıyla
hükümet arasında bir çekişme yok.
Bugün Karadağ başbaşkanı ayrıca basketbol
derneği başkanı. Hırvatistan başbakanı futbolla
çok alakalı. Hatta Dünya Kupası’nda bile çok
büyük etkileri oldu. Yugoslav ordusunun bir
generali Sırbistan’nın Partizan kulübünün
başkanıydı. Artık siyaset ve futbol çok yanyana
gelmiyorlar. Spor, özellikle futbol para anlamına
geliyor. Bugün politikacılar spor üzerine para
yatırmak istemiyorlar. Olan her olaydan sorumlu
tutulmaktan korkuyorlar. Sosyalist rejim
zamanında kimi politikacıların isimleri kimi
kulüplerle anılıyordu. Diğer sosyalist ülkelerle
karşılaştırıldığında oranı oldukça yüksekti.
-Stadyumlarda milliyetçi ve dini ögelere izin veriliyor
mu?
Bu tarz ögeler yasaklı değil. Kimi takımlar bu tarz
ögeleri kendi tezahüratlarında dile getiriyorlar;
ama yavaş yavaş bu tarz ögeler ortadan kalkıyor.
Diğer bir örnek de Sırp bir basketbolcunun
kolundaki Dragoljub Mihailović dövmesi. Bu
dövmeye karşı elbette ki kimi reaksiyonlar ortaya
çıkıyor. Milliyetçi ögelerin en çok görüldüğü
zamanlar tam da savaşın öncesi.
-Peki ya, Tito sporla ilgilendi mi hiç?
Tito sporla hiç ilgilenmedi; ama onun en sevdiği
kulüp Hajduk’tu. Çünkü bu takımın tarihi faşizim
karşıtı bir temele dayanıyordu. Tito genelde
aktörler, şarkıcılar ve operayla ilgileniyordu.
-Stadyumlarda göçmen oyunculara karşı faşist
söyleml er gözlemlemek mümkün mü?
Birçok siyahi oyuncu Yugoslav futboluna dahil
oldu. Yugoslavya zaten Afrika’ya karşı negatif
bir duruş sergilemiyordu. Onları arkadaşları
olarak görüyorlardı. İlk başlarda gelen göçmenler
çok azdı, bu nedenle milliyetçi tepkiler çok
görülmüyordu. Problem gelen siyahi insanların
sayısı artınca başladı. Mesela Milan-Kızılyıldız
eşleşmesi. İlk maç Milan’da 1-1 bitmişti. İkinci maç
0-0 giderken Kızılyıldızlı siyahi bir oyuncuya “kinta
kunte” (zamanın dizisindeki siyahi köle ismi)
şeklinde seslendiler. Bugün bu tarzda faşizmi çok
görmüyoruz. Önceden de bu tepkiler bir amacın
sonucu değildi. İnsanların kendilerini tamamen
maçın heyecanına kaptırmasına bağlıydı.
SONUÇ
Bu projenin sonucunda siyasetin futbolun
içinde olmaması gibi bir durumun olanaksız
olduğu kanısına vardık. Futbolun kitlesel bir
spor olmasından dolayı siyasetçilerin bu alanı
bakir bırakması gibi bir durum söz konusu
olamıyor. Her siyasetçi gerek seçim dönemi
gerek ise seçildikten sonra futbola müdahelede
bulunuyor. Örnek olarak; Yunanistan’da polisin
daha toleranslı davranmasının sebebi ülkenin
değişkenlerinin siyasal ideolojilerden daha çok
ekonomik değişkenlere bağlı olması olabilir.
Bunun araştırılmaya değer bir konu olduğunu
düşünüyoruz. Diğer bir örnek ise; bizim
toplumumuzda bulunan futbolun siyasete
girmemesi çabasının diğer toplumlarda yer alıp
almadığıdır. Açıkcası Yunanistan ve Sırbistan bu
konunun normal akışında olduğu için herhangi
bir dışarda müdaheleye ihtiyaç duymadıklarını
düşünen toplumlar. Son olarak da, futbol ve
siyaset ilişkinin dışında görünmesine rağmen
etkileyen diğer faktörlerin de araştırılması
gerektiğini düşünüyoruz. Sırbistan’ın Yugoslavya
parçalamasından sonra mafyanın durumu konusu
bu ilişkiyle doğrudan bağlantılı. Yunanistan’da
ise Avrupa Birliği üyesi olması durumu Türkiye ve
Sırbistan’dan ayıran bir faktör olarak görünüyor.
Futbol Kültürü
Serkan Akkoyun
HF149
FUTBOLA IŞiD TEHDiDi
Ortadoğu’yu kana bulayan IŞiD, futbola da el atmayı ihmal etmedi. Dolaylı ya da
doğrudan futbol IŞİD tehdidi altında.
“Top yuvarlak, saha dört köşe
Yer ile gök misali;
Top tepemizde ay gibi süzülür,
İki takım karşı karşıya geldiğinde”
Seçuanlı Li-yu (M.S. 50-136)
Futbol icat edildiği günden bu yana birçok şeyden
etkilendi. Hastalıklar, doğal afetler, savaşlar,
ideolojiler ve dinler. Hayat denen bu yolda
adım adım yürüyen futbolun, bu yaşananlara
rastlamaması kaçınılmazdı çünkü. Futbol dışında
gelişen her şey, bir gün futbola da bulaştı.
Bunlardan sonuncusu da Dünya’nın gözünü
üzerine çevirdiği IŞİD oldu.
Sadece öldürüyorlar
Açılımı Irak ve Şam İslam Devleti olan IŞİD
daha sonra bu adını İslam Devleti olarak
değiştirdi. Irak’ta 2004 yılında El Kaide’ye
bağlı olarak kuruldular ve daha sonraki süreçte
bağımsız harekete giriştiler. Özet olarak Sünni
mezhebindenler ve Irak, Suriye başta olmak üzere
Ortadoğu’da yoğun hâkimiyet kurmuş durumdalar.
Bu hâkimiyetlerini de büyük çoğunlukla diğer
mezhep ve dinlerden olanları (Sünnileri de dâhil
ettikleri oluyor) sert biçimde yok ederek sağlıyorlar.
Din kökenli bu örgüt hiçbir ülke tarafından
resmen tanınmayan İslam Devleti olarak kendisini
duyurdu. Buradan kaynaklı olarak da hayatın tüm
alanlarına müdahale hakkını kendisinde buluyor;
futbol da dâhil.
İslamın futbola bakışı
İslam dininde futbol, tavsiye edilen bir spor değil.
Dinin güvenilir kabul ettiği hadislerden yola
çıkarak önümüze serebileceğimiz bilgilere göre
İslam’ın öğütlediği sporlar arasında futbola benzer
faaliyetler içeren bir şey yok. Bu hadislerden
bazılarında;
Ebû Hüreyre (r.a.) den yapılan rivayette, adı geçen,
Resûlüllah’ın (a.s.) şöyle buyurduğunu haber
vermiştir: “Yarış ancak deve, at ve ok ile olur.”
îbn Ömer (r.a.) dan yapılan rivayette, adı geçen
şöyle demiştir: “Peygamberimiz (a.s.) atlar
arasında yarış yaptırır ve yaşı yarışa elverişli
olanlara üstünlük tanırdı.”
Gibi ifadeler yer alıyor. İslam âlimleri de daha
farklı hadislerden yola çıkarak güreşi da İslam’ın
olumlu baktığı sporlar arasına alıyor. Dinin temel
bakış açısına göre İslam boş işler peşinde koşmayı
hoş karşılamadığı için Müslümanların sağlıklarını
korumak ve bedenlerini cihat anında hazır ve
donanımlı tutmaları dışında spor yapmalarını
doğru bulmuyor. Günümüzde futbolun geldiği
noktaya baktığımızda da işin içine giren bahis,
para gibi konular nedeniyle hiçbir şeriat hükmüne
uygun düşmüyor. Ancak IŞİD’in bu konuda görüşü
biraz farklı…
Dünya Kupası’na tehdit
Aslında farklıdan ziyade değişken. IŞİD, Katar’da
2022’de düzenlenecek olan Dünya Kupası
konusunda ciddi tehditler savurdu. Örgüt, daha
önce belirttiğimiz gibi ‘devletliğini’ ilan ettikten
sonra Katar topraklarını da kendi içine kattığını
ve artık Katar diye bir ülke olmadığını söyledi.
Katar’ın yer aldığı bölgede Halife kabul ettikleri
Ebu Bekir Bağdadi’nin sözünün geçtiğini açıkladılar
ve Bağdadi’nin boş işler sevmediğini vurguladılar.
Hadislerle örtüşen bu açıklamanın ardından
FIFA’ya ayağınızı denk alın, gidin o futbolunuzu
‘kâfir topraklarda’ oynayın demeye getirdiler.
FIFA bu tehdidi pek ciddiye almasa da bir süre
sonra güya konudan bağımsız olarak Katar’ın ev
sahipliği tartışmaya açıldı. FIFA yolsuzluklarında
Katarlı yetkililerin yer aldığı, Katar gibi yaz
aylarında hava sıcaklığının çok yüksek derecelere
ulaştığı bir ülkede futbol oynamanın tıbben
sakıncalı olduğuna kadar çeşitli konularda
turnuvanın geleceği masaya yatırıldı.
Şeriata uygun futbol…
IŞiD, FIFA’yı Katar topraklarında Dünya Kupası
düzenleme konusunda tehdit ederken kendisinin
Libya’nın Derne şehrinde bir futbol turnuvası
düzenleyeceğini açıklaması ise şaşırttı.
‘Örgütümüzün faaliyetlerini daha makul kılmak
ve katılımı artırmak için’ sözleri ile bu turnuvayı
neden yaptıklarını açıklayan IŞİD, Afganistan,
Irak, Suriye, Mısır ve Libya’dan futbolcuların
katılacağını söyledi. Aralarında birçok sporcunun
yer aldığı IŞİD örgütünün düzenleyeceği futbol
turnuvası, şeriat hükümlerine göre olacak. Eğer
bu turnuva gerçekleşirse futbolun bu örgütü dahi
sempatik göstereceği ise kesin. Çünkü tarihte
buna benzer örneklere Latin Amerika ülkelerinde
rastlandı. Birçok silahlı örgüt ve lideri futbol
oynayarak bu oyun üzerinden mesaj gönderme
yönetimi kullandı. IŞİD’in Libya’da düzenleyeceğini
açıkladığı turnuvada gerçek futbol topu kullanıp
kullanmayacakları ise meçhul. Zira örgüt daha
önce İran’da öldürdükleri insanların kesilmiş
kafalarını futbol topu gibi tekmeledi ve ‘Bu da
bizim futbolumuz’ açıklamasını yaptı. Ürkütücü
ama gerçek.
Tribünlere girdiler
IŞiD’in ilerlemesi Dünya genelinde antipati
ve korku ile karşılansa da bazı gruplarca
destekleniyor. Bunun futbola yansımalarından
birisi de Fas’ın ünlü Raja Club Athletic takımının
Ultras taraftar grubu oldu. Taraftalar geçtiğimiz
Eylül ayının sonlarına doğru bir lig maçı öncesinde
tribünlerde IŞİD lehine tezahüratlarda bulundular.
Önce “IŞİD, IŞİD” seslerini yükselten grup daha
sonra “Allahu Ekber, haydi cihada” diyerek sırtları
pek, karınları tok bir halde insanları cihada davet
ettiler, ama kendileri tribünden sonra evlerine gitti.
Video link: http://www.youtube.com/
watch?v=cjyXKRL-aNY#t=34
Pankart açıldı
Fas’ta yaşanan bu olayın dışında Tunus’ta da bir
lig maçı sırasında IŞİD’in resmi bayrağı açıldı. Adı
açıklanmayan iki takım arasında oynanan maç
sırasında kale arkası tribünlerinde açılan bayrak bir
anda sosyal medyada paylaşıldı ve gündem oldu.
Açıldığı dönem, IŞİD’in henüz dünya piyasasına
çıkmadığı günler olduğu tahmin edilen maçla ilgili
hiçbir yetkiliden de açıklama gelmedi.
Bundan sonra ne olacak?
IŞİD’in izleyeceği yolu Ortadoğu siyaset uzmanları
bile zor tahmin ediyor. Futbol konusunda
tehditlerini artırarak sürdürecekleri kesin. Bunun
yanında önümüzdeki dönemlerde futbol maçları
sırasında statlara saldırı düzenleyebilirler. Yine
bazı tribünlerden destek görmeleri de muhtemel.
Avrupa’dan bazı futbolcuların da örgüte katılması
ihtimaller arasında yer alıyor.
“Onlar devlet sahipleridir (hum ashabu’d devle).
Ne söz ne de ahit tanırlar. Hakka çağırırlar ama
kendileri hak ehli değildir.”
Hadis-i Şerif
Röportaj HF149
Mert Sarıbaş
LIECHTENSTEIN’IN
CENGiZ’i!
Cengiz Biçer 1987 İsviçre doğumlu doğumlu.
2009’dan’den beri Türkiye’de. Daha once
Samsunspor, Mersin İdman Yurdu’nun
eldivenlerini giydi. Süper Lig’de 3, birinci ligde
ise 1 kez forma giydi. Şimdi 2. Lig’de Göztepe’nin
kalesini koruyor. Burada ise şimdiye dek sadece
1 kez Türkiye Kupası’nda formasını terletti. Pek
de parlak bir geçmişi olduğundan bahsedemeyiz.
Cengiz’i özel kılan sebep ise başka. Çünkü O,
2013’teki nüfus sayımına göre 37132 kişinin
yaşadığı Liechtenstein’ın kalesini koruyor. Çok
sık bulamadığı forma şansını milli takımda
buluyor. Euro 2016 elemelerinde iki kez maça çıktı.
Hatta bunlardan biri de Jimmy Durmaz ve Erkan
Zengin’in gol attığı İsveç karşısındaydı.
Mert Sarıbaş: Cengiz, bize hikayeni anlatır mısın ?
Futbola başlama sürecin nerede nasıl gelişti.
Cengiz Biçer: Ben futbola 7 yaşında İsviçre’de
başladım, 12 yıl aynı takımda bütün alt yapılarda
görev almamın ardından A takıma yükseldim,
orada 1 yıl oynadıktan sonra da Türkiye’ye geldim,
A takıma yükselme sürecinde Liechtenstein U2021 takımlarında da forma giydim.
-Liechtenstein Milli Takımı’nın kalesini bir Türk’ün
koruyor olması hepimizin ilgisini çekiyor. Bu
tercihinde neler etkili oldu?
Liechtenstein tercihim, oranın bütün alt yapı
takımlarında oynamamdan kaynaklandı, orada
sistem çok farklı, A milli takım ne yapıyorsa ne
çalışıyorsa diğer genç milli takımlarda o çalışmaları
yapıyor. Orada alt yapıdan hocalarım zaten beni
tanıyordu ve şu anki A milli takım hocamız o
zaman benim U20-21 hocamdı, istikrar avrupa
futbolunda çok önemli.
-Peki maçlardan önce Liechtenstein soyunma
odasında neler konuşuluyor?
Bizim milli takım olarak belki en büyük özelliğimiz
birbirimizi çok uzun zamandır tanımamız, yani alt
yapıdan bu yana hep birlikte oynamamızdır. Çok
iyi bir arkadaşlık var, bir milli takımdan öte bir aile
gibi, güven çok fazla hem bireysel hemde karşılıklı
güven. Ben 6 yıldır A milli takımda görev alıyorum
ve 6 yıldır çok güzel başarılarımız da oldu. Bu çok
büyük bir azim ve inanç gerektiriyor.
-Takım arkadaşlarından futbol dışında mesleklerle
uğraşanlar var mı ?
Daha önceden vardı, ben genç milli takımlarda
oynarken. Ama şu an yok, hepsi profesyonel ve
hepsi çok iyi liglerde oynuyorlar, örneğin İsviçre
Süper Ligi, Almanya Bundesliga, Avusturya,
İngiltere 2. ligi ve İspanya’nın alt yapıları. Bu da
Liechtenstein’daki futbolun gelişiminin somut bir
örneğidir.
-2008 yılında Adana’da Nuri Şahin’li Türkiye U21
takımına karşı mücadele etmiştin, bu maçta neler
hissettin?
Benim için çok özel bir maçtı, belki de hayatım
boyunca unutamayacağım maçlar arasında zirvede
yer alır. Kendi açımdan Türkiye’ye transferimde
o maç çok büyük bir rol oynadı. Çünkü çok iyi bir
maç çıkardım ve maçtan sonra Türkiye’den birkaç
kulüp tarafından teklif aldım. Sonrasında zaten
Samsunspor ile 3 yıllık sözleşme imzaladım.
Dileğim inşallah bir gün Liechtenstein formasıyla
Türkiye A Milli Takımı’na karşı oynamak, bu benim
için kariyerimin en özel maçlarından biri olur.
-Son dönemde Türk Milli Takımı’nda kaleci
tartışmaları gün yüzüne çıktı. Sence kaleyi kim
korumalı?
Türk Milli Takımı’nda bence en güvende olan
mevki kaledir. Diğer mevkilere bakıldığı zaman çok
büyük bir istikrarsızlık var ama milli takım olarak
çok iyi kalecilere sahibiz. Bence milli takımda
tartışılması gereken pozisyon kale değildir.
’Kim korumalı’ sorunuza cevap verecek olursam,
benim düşüncem her zaman genç bir kaleciden
yana. Mert Günok, Onur Kıvrak gibi isimler Türk
Milli Takımı’nın kalesinde olmalı.
-Son olarak Göztepe’deki kariyerin ve Göztepe
taraftarı hakkında neler söylemek istersin ?
Göztepe geçmişiyle çok özel, futbolu halkımıza
sevdiren benim çocukluğunda bile başarılarını
duyduğum bir kulüp. Benim için bu camianın
bir parçası olmak tabii ki de çok güzel bir şey.
Burada sadece bir parçası olmak değil, başarılı
olup yükselip kalıcı olmayı da isterim, her başarı
güzeldir ama Göztepe forması altında yaşanan
başarı eminim ki çok daha güzeldir.
Göztepe taraftarını benim anlatmama gerek
yok sanırsam, eminim ki onları Alsancak’ta
izlemek herkese çok büyük keyif vermiştir.
Bizi hiç yanlız bırakmıyorlar, her zaman
arkamızdalar. Göztepe ne kadar farklı bir
kulüp ise taraftarı da o kadar özeldir. Bir başarı
olacaksa bu sadece futbolcularla olmaz,
yönetim, futbolcu, taraftar bir olursa olur ve bu
Göztepe’de böyle, inşallah başarılarda gelecektir.
Maç Gezileri HF149
Rena Bilgin
FUTBOL, BiRA, BiSiKLET
KOPENHAG
“Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.” Kopenhag seyahati benim için
tam olarak öyle bir seyahat oldu. Bisikletle Parken’den Nyhavn’a, oradan Carlsberg
Brewery’ye uzanan bu “anlık kararlar” seyahatini buyrun beraber tekrar yaşayalım
Çok yorucu bir haftanın üzerine Dubai’nin 3738 derecelerde gezen sıcağı yenmiş, saatlerce
uçulmuş ve 22 saatlik bir İstanbul arasından sonra
Kopenhag’a inilmiş. Öğlen saatleri, şahane güneşli
bir hava. Beklediğim, donmak; gerçekleşen,
“Montu kim elinde taşıyacak şimdi ya...”
Havaalanında Carlsberg’in “Welcome to the
world’s happiest nation” reklam afişleri tarafından
karşılanıyorsunuz. Hal böyle olunca, önünüze çıkan
ilk sosisçiden bir Carlsberg kapmamak mümkün
olmuyor. Güneşli havada bira keyfi de hakikaten
güzel başlangıç oluyor böyle bir mini maceraya.
Keyif biter bitmez, ilk amaç otele ulaşıp valizlerden
kurtulmak oluyor tabii ki. Şehir merkezine ulaşım
inanılmaz kolay. 3 günlük kart 200 DKK (77 TL
civarı) ve tüm metro, tren ve otobüs hatlarında (12-3 ve 4. zone) kullanabiliyorsunuz. Ben merkeze
ulaşmak için treni seçtim. Havaalanından Merkez
İstasyon’a varmak da 20-25 dakika kadar sürdü.
Şimdi sırada güzel bir sürpriz. Gardan çıkıp nerede
olduğunuzu, ne yapsanız daha iyi olabileceğini
düşünmeye başladığınız anda, karşınızda Hard
Rock Cafe’yi görüyorsunuz. Tivoli’ye de bitişik
olan Hard Rock’ta oturup kendinize yol planı
çizebilirsiniz mesela. Ben öyle yaptım, tavsiye de
ederim.
Benim bu noktada valizi bırakmaktan da önemli
bir derdim vardı. Akşamki Arsenal-Galatasaray
Şampiyonlar Ligi maçını izleyecek yer bulabilmem
gerekiyordu. O’Learys yetişti bu noktada
da imdadıma. Garın dışına çıktığım an
karşıma çıkan ikinci şeydi Hard
Rock ile birlikte.
Sports Cafe yazıyor karşımda kocaman, her şeyi
kapının önünde bıraktığım gibi koştum içeriye.
Bar, barmen, nefesi düzenle, sorunu hazırla, ATIŞ!
“Akşam Şampiyonlar Ligi maçlarını verecek misiniz”,
“Evet, ama sadece iki maçı yayınlıyor olacağız”,
“Hangileri” (yüzü düşer), “GALATASARAY ve
Liverpool”. Rena zıplayarak bir tur atar, geri döner
ve “Bana bir yer ayırır mısınız lütfen”. Mekanın iç
tasarımı inanılmaz şeker bu arada. Tuttuğunuz
takımın maçı denk gelmese bile, o ortamda bir maç
izlemenizi mutlaka tavsiye ederim.
Maç rezervasyonu ve Hard Rock t-shirt alışverişi
de tamam olduğuna göre, artık otele eşyalar
bırakılabilir. Ben WakeUp Copenhagen’ı tercih ettim.
Gara yürüme mesafesinde ve ülke standartlarına
göre fiyatı oldukça uygun (İki kişilik 4 gece 3100
DKK). Yürüyerek oteli bulup eşyaları bıraktıktan
sonra garın civarını bir güzel gezmeniz de güzel bir
uçuş günü tavsiyesi diye düşünüyorum. Yeterince
yorgun olduğunuz günün kalanını geçirmek için
ideal. Maça kadar da vakit geçirmem gerekiyordu
tabi benim. İçim içime sığmıyor, falan.
Maç 20.45’te, o noktada jetlag oldum tabi ben. O
ana kadar iyi giden saat ayarı, orada patladı. Gerçi
19.45’te Barcelona-Manchester City maçım var
bir de yerinde. Oradan biraz hazırdım. Ama vurdu
yine de. Zaten heyecan da çoktu, Kopenhag’da
Arsenal maçı fikri, içim kıpır kıpır. Gittim erkenden,
rezerve masamı istedim, biramı söyledim, yanına
da atıştırmalıklar. Hazırız! (O’Learys’in fiyatları
beklediğim gibi, biraz yüksekti. Bir de, yakında
İstanbul’da da açılacağını öğrendim, bu iyi haberi de
vermiş olayım haberiniz yoksa sizin de benim gibi.)
Her şey güzeldi ilk gole kadar, hatta ikinci gole
kadar, ya da üç. Bilemedim... Benim için en komik
olan tarafı mekandaki tek parçalı olmam ve bu
nedenle her golde dönüp bana sırıtan İngiliz
taraftara yalandan gülümseyip, içimden “siz var ya
siz” demek zorunda kalmamdı. Ama 4-1’lik skora
rağmen, Kopenhag’da Arsenal maçı izlemek, her
Galatasaray taraftarının yaşaması gereken bir şey.
Bir daha eşleşirsek, o zamana denk getirebilirsiniz
siz de Kopenhag seyahatinizi mesela.
İkinci gün: Bisiklet mi o?
İş ile başlayan ikinci günde bu sıkıcı detayı
atlayıp hemen muazzam tura geçiyorum. Ben
Emdrup’tan başladım güne kısacası, ama eminim
şehir merkezinden başlamak daha kolay olacaktır.
Günün geri kalanının benim olduğunu öğrendiğim
an, ilk olarak yapacağım şey çoktan belliydi bile:
Telia Parken. Güm güm güm.
Tren istasyonuna gidip iki kıza sordum “Parken’e
nasıl giderim” diye, uzun uzun düşündüler. Stadı
sorduğuma emin olmak için ayrı ayrı “Kopenhag’ın
maçlarını oynadığı hani” diye sordular. Sonunda
anlaştık ve “Trenden Østerport’ta in, oradan da
sorup otobüse binebilirsin” tarifini aldım. Trene
biniş ve doğru durakta iniş biraz flu, zira heyecan
devasa. Söylenilen durakta indim, yukarı çıktım
ve “Otobüse nerden bineceğim acaba” diye
boş boş dolanırken yan yana dizilmiş GoBike
bisikletlerin yanından geçtim. Bisikletlere baktım,
gülümsedim ve birkaç adım ilerledim. Sonra
durdum, “Neden bisiklet almıyorum ki” dedim ve
sonrası cihazın ekranından -çok kolay bir şekilde,
kredi kartı kullanarak- yapılan kayıt, bisikleti alış,
navigasyona “Telia Parken” yazış ve PEDAL!
Benim gibi bisikleti tercih edecek olanlara çok
ufak bir uyarım da olacak. Bisiklet 10 kilo. Hiçbir
şey sandığınız gibi olmuyor dolayısı ile. Ben
minik bir tretuvarı yanlamasına kolayca çıkarım
sanırken yeri boyladım mesela. Ben yaptım, siz
yapmayın diye diyorum. Aman. Gerçi hemen
yol çalışmasında çalışan abi yardıma gelip
dağılan çantamı ve beni toparladı, hiçbir sorun
da yaşanmadı. Bu noktada düşmenin şokundan
büyüğünü de, kaldırım çalışmasında çalışan
abinin muazzam aksanla konuştuğu İngilizce
nedeniyle yaşadım. Sonrasında da dizimdeki
küçük yara ve şaşkınlığım ile devam ettim hız
kesmeden yola.
Navigasyon giderek yaklaştığımı söylüyordu,
metreler giderek azaldı, azaldı, azaldı… VE,
PARKEN. O anı burada sizlere tarif edebilecek
yazı gücüne sahip olmayı çok isterdim, ama
bambaşka bir olay o. Yok sanırım tarifi.
Goethe falan, belki o başarırdı. Ama Rena’nın
yapabileceği iş değil o. İlk tepkimi karalayayım
buraya kısaca sadece: Bisikleti (10 kilo olan hani),
üzerinden indiğim gibi yana doğru yere attım,
sırt çantamdan bir sigara çıkarıp çantamı da
onun üstüne attım.. Onları orada bırakıp stadın
mümkün olduğunca yakınına koştum, birkaç
fotoğraf çektim -elim titreyerek-, sonra kendimi
stadı en güzel açıyla göreceğim noktada yere
attım ve sigaramı yaktım. BU.
MegaStore görünce dayanabilen?
Cevabı çok belli bu sorunun gerçi. Bu yazıyı
okumaya zaman ayıran herhangi birinin “Hayır”
demeyeceğinin oranı 1.05 olsa gerek. Evet, ben
de dayanamadım. Barselona seyahatlerinde
bütçenin 3’te birini Botega’ya ayıran biri olarak,
burada da aynısının başına gelebileceğini hesap
etmemiştim fakat önceden. O üzücü oldu biraz.
“O formanın kolundaki bantlar pembe mi? İç saha
mı o, ne o”, “Yok, bu dış saha”, “Tamam, ver ondan
bir tane hemen”, “Arkasına ne yazacağız peki”,
“Hazır kimler var”, “Jørgensen, 10 numaramız”, “Ha
biliyorum ben onu. Seviyor musun peki sen bu
çocuğu”, “Tabi, yıldızımız”, “Onu sar o zaman”.
Forma, rozetler, odamın kapısına yapıştırmalık
logolu bir R harfi, atkı, Parken tişörtü... Evet,
kasaya geçebiliriz. Kasaya yürürken bir yandan
da çocukla sohbet ediyoruz tabi. “Deli misin sen,
maç günü değil, bir şey değil, sen hayırdır” der
bakışlarla bakıyor bana, çünkü tam anlamıyla
delirmiş gibiyim yine öyle bir mağazaya girdiğim
için. Dedim “Ben Galatasaraylıyım canım, biz
burada UEFA Kupası aldık 2000’de”, “Arsenal’i
yenerek” diye de ekledim, içimde kalmış bir önceki
günden. OH.
Bunun üstüne kolumdan tutup, “Gel şöyle sen”
diyor. Diyorum içimden “Renacım, böylelikle
öğrenirsin çok konuşmamayı, dayak hayırlı olsun
şimdiden” . Kolumdan çeke çeke götürüyor arkaya,
“Bekle” diyor, “He” diyorum, ne diyeceğim. Raftaki
atkıları karıştırıyor ve bir tanesini çekiyor “Hah,
buldum işte, bir tane kalmış şansına” diyor. Geçen
seneki grubun Şampiyonlar Ligi atkısı. Galatasaray
armalı, üzerinde Parken yazan atkı. Atkıyı elinden
kapıp çığlık atarak zıplıyorum. Bu sefer emin
oluyor sanırım deli olduğuma.
Kasada bir de Jørgensen kartpostalı veriyor.
“Formayı giyerken kim olduğunu hatırlatır” diyor,
gülüyoruz. Ödüyorum ve çıkıyorum. Saf mutluluk.
“Müze yok, ancak kulüp girişi var yanda. Oradan
girip birkaç kupa görebilirsin” demişti çıkmadan.
Hemen tarif ettiği kapıyı buluyorum. Bir kadın
oturuyor içeride. Bana bakıyor şaşkın. Ona da
Galatasaray hikayemi anlatıyorum. Gülüyor…
Fotoğraf çekme iznimi alıp hakikaten “birkaç”
kupanın vs. fotoğrafını çekiyorum. Bir Camp Nou
Experience değil, evet. Ama tadı bambaşka.
Çıkmadan “Bu hafta içerde maç var mı” diye
soruyorum, “Evet, Pazar akşamüstü” diyor.
Teşekkür edip çıkıyorum.
Nyhavn: Yolun en düşmesi
gereken yere düşüşü
Parken macerası sonrası kalp hala atıyor. Stadın
yanındaki parkı bisikletle turlamanın iyi bir fikir
olduğunu düşünüp dalıyorum parka bir girişten.
Şahane bir park. Bebeklerini gezdirenler, beden
eğitimi dersini parkta yapan minik çocuklar,
sevgilisiyle el ele öğlen turu yapanlar. Aralarından
keyifle gözlemleyerek geçiyorum. Karşıma
kocaman bir antrenman sahası çıkıyor. Kızlar,
erkekler… Birlikte futbol oynuyorlar. Durup
atıyorum bisikleti yine. Bir sigara da onları izlerken
içiyorum. Fotoğraflarını da çekiyorum. Bazıları
bana bakıp gülümsüyorlar. Sigara bitiyor, yola
devam.
Ne yapacağımı bilmeden dolanıyorum, birkaç
minik köprü geçiyorum. Bisikletin aküsü azalıyor,
bacaklar ağrımaya başlayınca duruyorum.
Kendimi bir banka atıp bir rota belirlemeye karar
veriyorum. Çantada, her seyahatime çıkmadan
mutlaka edindiğim şehir rehberi var. Ona bakmaya
karar veriyorum. Nyhavn, o meşhur rengarenk
evlerin kıyıya paralel uzandığı, o dünya sevimlisi
bir yer. Kendime kızıyorum “Bu nasıl bakmadan
aklıma gelmedi ki” diye. Navigasyona yazıyorum ki,
zaten 500 metre yakınına kadar düşmüş yolum. En
düşmesi gereken yerlerden birine.
Gidin siz de, bir take away bira alın köşedeki
mekandan. Yürüyün biraz. Belgian waffle da yerseniz
güzel olur. Ya da bir sosisli sandviç. Keyfini çıkarın,
fotoğraflar çekin. Tadına varın. Hakikaten güzel.
Carlsberg Brewery: Birayı
futbolu sever gibi sevmek
Günün son durağını da Carlsberg Brewery olarak
belirledim Nyhavn’da biramı içerken. Zaten şehre
gelirken aklımda olan başlıca şeylerden birisi de
bunu kesinlikle yapmaktı. Visit Carlsberg demişler.
Camp Nou Experience gibi gelmişti bana fikren,
neden bilmiyorum. Fikri sevdim, gidip kendisini
de sevmemek için hiçbir neden bulamadım bu
noktada. Yerin biraz uzak oluşu biraz düşündürdü,
ancak çabuk geçti. Yola koyuldum. Öncelikle en
yakın bisiklet istasyonuna uğrayıp aküsü dolu bir
bisiklet aldım tabi. Yoksa başaramayabilirdim. 6-7
kilometre civarı bir mesafe çıkarttı navigasyon.
Pedal, yine. Yoruldum da biraz bu sefer, yalan yok.
Ama üzerinde Carlsberg yazan o dev taş kapıdan
geçerken, yorgunluk kalmıyor kesinlikle. Bu da bir
gerçek. Ortam şahane. Kendi minik barı var. Biranı
alıyorsun -tavisyem kesinlikle India Pale Ale-,
minnacık sosislerden alıyorsun bir paket de, çık
sonra avluya. Etrafı izleyerek yap işte keyfini.
Çok da güzel bir mağazası var. Terlikler, tişörtler,
biranın onlarca çeşidi, kitaplar, açacaklar,
kartpostallar, aklınıza gelebilecek onlarca farklı
ürün. Burada da delirmek garantili gibi. Her
şeyi almak istiyorsunuz. Ama siz de benim gibi
bisikletle geldiyseniz, taşımak sıkıntı olacağı için,
benim gibi daha az şey alırsınız. Bingo! (Değil,
aklım deli gibi o 33’lük 6-packlerde kaldı.)
Pazar, anlık kararlar günüdür
Carlsberg sonrası, iş-güç ile geçen iki-buçuk gün
oldu benim için. Orayı da geçtim, Pazar’dan devam
ediyorum... Konferansı öğlen yemeği ile bitirdik,
uçak da gece 1’de. Tabii ki oturmak yok, yorgun
olsak da gezmeye devam.
Bu sefer gardaki GoBike’tan birer bisiklet aldık.
Önce Tivoli’yi zorladık, bir çocuk etkinliği nedeniyle
kapalıydı parkın tamamı, oraya giremedik. Ben
de annemi Nyhavn’a filan götürdüm, o da görsün
diye. Sonrasında da boş boş dolanmaya başladık.
Muazzam bisiklet yollarında bisiklet keyfi yaptık.
Dolanırken, bir sanat müzesinin önüne geldik
tesadüfen. “Özellikle buraya getirdim zaten”
dedim anneme. Ama büyük yalan. Kaybolmuştum
biraz. Yorgunluk da çöktü iyice. Attım bisikleti
yine yere, uzandım yanına kocaman haritamla.
Bir destinasyon belirlemeye çalışırken, birkaç
saniyeliğine gözlerimi kapattım. Karşıma kim çıktı
o karanlıkta, tahmin edin. PARKEN ABLA. “Pazar,
akşama doğru maç var”, “Esbjerg’le oynayacağız”,
burun kıvırış, stop.
“ANNE YA, SANA BİR ŞEY SORACAĞIM, AMA
İSTEMEZSEN SÖYLE BAK, KIRILMAM” (Büyük
yalan, “Hayır ya” dersen ağlarım bile.) “Kopenhag
maçı var bugün 5’te, saat de 4 hani. Gitsek
miieee?” Cevabı beklerken seneler gibi geçen
saniyeler. Ve beklenen cevap! “Hadi be, gidelim.”
Atladık bisikletlere, ben alınan “Evet” cevabının
heyecanıyla hunharca kayboldum navigasyonun
tüm uyarılarına rağmen. Annem pes edecek
noktaya geldiği an, o korkuyla inen vahiyle birden
stat karşımızda belirdi sonra.
Maç önü, maç ve “patlamış
mısır alır mısın”
Her yer formalı taraftar dolu. Stadın kendi barında,
barın önünde, yandaki park tarafında biralarını içen
taraftarlar, taraftar grupları... Sosisli standından
kendine sosisli alıp iştahla yiyen bızdık çocuklar...
İki dakikalık beklemeyle çok kolay şekilde alınan
biletler (Kale arkası, kişi başı 155 DKK), stada her
tarafınız ellenmeden giriş ve MAÇ...
Biz aile tribünü dedikleri taraftan izledik. Kale
arkası, hemen solumuzda da rakip takım
taraftarları var. Arada ne tel ne başka bir şey
mevcut. Herkes kardeş kardeş. Gol yedik, dakika
22’de. Esbjerg taraftarı bağırındı, sevindi. Yine olay
yok. Biz şaşkın.
Devreye 1-0 geride girdik. Kimse küfür etmiyor.
Aileler gidip çocuklarına patlamış mısır, kendilerine
biralarını aldı. Sonra iç kısımda çocuklarıyla PS,
langırt, vs oynadılar. İkinci yarı başlayacakken de
tribüne dönüp yerlerini aldılar. 52 ve 57’de gelen
gollerle 2-1 kazandık maçı (Evet, “Kazandık”.
Artık Danimarka’dan da tuttuğum bir takım var
çünkü). Maç sonunda, “Çıksak mı ne yapsak”
diye düşünürken, hayatımda bir maçta görüp
görebileceğim en sevimli olaya tanık oldum.
Şöyle ki; Maç bitince, eğer kazanırlarsa, aile
tribünündeki çocuklara ÇAK yapmaya gelirmiş
Kopenhag topçuları. “High-five, high-five” sesleri
arasında kalınca sorup öğrendik biz de. Diğer
tribünlerle selamlaşıp, en son bizim tribüne geldi
topçular. Ufaklıklarla çok yapa yapa önümüzden
sıra sıra geçiyorlar. Tam o esnada bir tanesinin
babası, oğluna “Patlamış mısır ikram et abiye”
dedi. O da sıradan gelen topçuya uzattı patlamış
mısır kutusunu: “Alsanaaaaağ, bak pop-corn.”
Karnını tutup, “Yok sağol” diyerek geçen topçu,
çocuğun sevimli kahkahası, yüzünde şaşkın bir
gülümseme ile olayı izleyen ben...
Futbol güzel, Danimarka güzel, Kopenhag güzel.
Maç çıkışı çok rahat. Şehir rahat, insanlar rahat.
Kopenhag, bira sevenlere güzel tatlar, futbol
sevenlere unutulmaz anılar, bisiklet sevenlere
şahane köprüler vadediyor. Gidin siz de. Yaşamak
lazım bunları.
Cihat Akbel
Afrika
HF149
KAYIP KRALLIK LESOTHO
Lesotho Afrika’nın en küçük ülkelerinden biri. Kara kıtanın çoğunda olduğu gibi
hastalıklardan ve açlıklardan kaçış yolu spor aktiviteleri
Ansiklopedik Bilgiler
Dünyada sınırının tamamının aynı ülkeyle
paylaşıldığı üç devletten bir tanesi Lesotho.
Etrafı Güney Afrika’yla çevrili. Çoğu insanın
ismini ile duymadığı bu küçük yerleşim yaklaşık
2 milyon nüfusa sahip. Eski ismiyle Basutoland,
bağımsızlığını 1966 yılında İngilizler’den kazanmış.
Parlamentosu olan ülkede yönetim biçimi Anayasal
Monarşi. Kral 3. Letsie bağımsızlıktan sonraki ikinci
kral. İngiltere’de üç üniversite bitirdikten sonra
1989’da Lesotho’ya dönen Letsie 1996’da beri
tahtta oturuyor. Devletin resmi dilleri Sesotho ve
İngilizce. İnsanların %65’e yakını fakirlik sınırının
altında yaşıyor. İşsizlik oranı ise %40’larda. Ülkenin
en büyük doğal kaynakları yeraltı suları. Afrika’nın
birçok bölgesine su ithal ediyorlar. Diğer önemli
doğal kaynak ise elmas. Yabancı yatırımcılar
tarafından parsellenen değerli taşlar madenlerinin
yeteri kadar olmasa da ülke hazinesine katkısı
aşikâr. En büyük geçim kaynağı tarım ve hayvancılık.
Tarımın büyük bir kısmı ilkel yollarla yapılıyor.
Nüfusun %90’ı Hristiyan, geri kalanını da yerel
dinler, Budizm, Hinduizm, Bahaizm ve Müslümanlık
oluşturuyor. 40.000 kadar Müslümanın yarısından
fazlası Hindistan ve Pakistan’dan göç edenlerden
bir araya geliyor. Ülkenin hiçbir yerinde cami
yok. Dünya üzerindeki en yüksek AIDS oranı
Lesotho’da. Kentlerde yaşayan kadınların yarısı HIV
virüsüyle yaşıyor. Uluslararası sağlık örgütlerinin
araştırmasına göre erkekler ve kadınlar için yaşam
süresi yaklaşık 42 sene.
Lesotho’da futbol
Ülkede en popüler spor futbol. Bunun arkasından
da Güney Afrika’nın etkisiyle kriket ve beyzbol
geliyor. Futbol federasyonu 70’li yılların ortalarında
kurulmuş. 1970 yılında açılan Lesotho Premier
Ligi’nde 12 takım mücadele ediyor. Ligdeki
takımların mazisi ise daha eskilere dayanıyor.
Premier Lig kurulana kadar yerel ligler ve Güney
Afrika liglerinde yer almışlar. Bu küçük krallığın
en büyük kulüpleri başkent ekipleri Matlama FC,
Lesotho Defence Force FC ve Lesotho Correctional
Service FC. Son iki sezonun şampiyonları ise kırsal
bölge takımları Bantu FC ve Lioli FC. Bir diğer
önemli oluşum ise Likhopo Futbol Kulübü. Milli
takımın kayda değer hiçbir başarısı bulunmuyor. Ta
ki 2015 Afrika Uluslar Kupası elemelerine kadar. İlk
turda kimsenin şans vermediği Lesotho iki ayaklı
maçta Liberya’yı elemeyi başardı. İkinci turda ise
Afrika’nın köklü ekiplerinden Kenya’yla eşleştiler.
Bahis siteleri turu geçmelerine 1’e 20 veriyordu.
İlk maçta Tsepo Seturumane’nin gölüyle 1-0
kazandılar. Nairobi’de 30.000 kişinin karşısında
Kenya’yla 0-0 berabere kalıp play-off gruplarına
katılmayı başardılar. Bu, ülke futbolu için yeni bir
milat oldu. Grup kuralarında Angola, Gabon ve son
Afrika Kupası finalisti Burkina Faso’yu çektiler.
İçeride oynadıkları Gabon ve Angola maçlarından
beraberlikle ayrılmayı başardılar. Gabon maçında
son dakikalarda yenilen golle 1 puan almak
durumunda kaldılar. Dışarıdaki iki maçı da
direnç gösteremeden kaybettiler. Önlerinde
Burkina Faso ve Gabon maçları var. Gruptan
çıkmaları çok zor ama Lesotho artık kendini
kabul ettirmeye başladı. Özellikle iç sahada kolay
kolay kaybetmiyorlar. 2010 yılından beri gelişimin
sinyallerini vermişlerdi. Eski milli oyuncu Mochini
Matete’nin takımın başına gelişiyle birlikte ipler
daha da sıkılmış durumda. Lesotho’nun en önemli
oyuncusu kaptan Ralekoti Mokhahlane uzun yıllar
Tunus’ta top koşturdu. Şu an ise Lihtenştayn
Ligi takımlarından FC Balzers’in formasını giyiyor.
Avrupa’da futbol oynayan diğer oyuncu ise
Thapelo Tale Andorra Ligi’nde mücadele ediyor.
Lesotho anlaşıldığı gibi küçük ve mütevazı
bir futbol takımı. İstikrarı yakalayacaklar mı o
Kral 3. Letsie
da bilinmez. Buradaki önemli nokta her maç
hezimete uğrayan bir ekibin artık kolay lokma
olmadığı. Futbol, AIDS ve açlığın pençesinde
kıvranan bu halk için de bir nefeslenme kaynağı.
Emre Çelik
Unutulmaz
HF149
AVRUPA’DA CHURCHILL’DEN SONRA
AKLINI EN iYi KULLANAN ADAM:ZARRA
Lionel Messi rekorları kırmaya devam ededursun bu sayade unutulmaya yüz tutan
efsaneleri de anmış oluyoruz. İspanya futbolunun gelmiş geçmiş e golcü isimlerinden
Telmo Zarra’yı analım
“Artık biraz olsun futbol oynamayı
öğrendiğime göre futbolu bırakabilirim”
Telmo Zarra, 1956
Futbolu sevdiren, milyonlarca insanın takip
etmesini sağlayan efsanelerle doludur bu oyunun
tarihi. Konu İspanyol futboluna geldiği zaman
ise genellikle bu futbolcuların ya Barcelona ya da
Real Madrid forması giydiği, diğer efsanelerin ise
arka planda kaldığı görülür. İşte bunlardan biri
de, Messi’nin La Liga’nın gelmiş geçmiş en golcü
oyuncu unvanını eline geçirmek üzere olmasından
dolayı gündeme gelen Telmo Zarra. Hayatını
Athletic’e adamış, halen La Liga ve Athletic
tarihinin en çok gol atan, İspanya Milli Takımında
gol/maç oranı en yüksek olan fakat Real MadridBarcelona rekabeti dolayısıyla İspanya hatta Bask
Bölgesi dışında hak ettiği değeri görememiş
efsanelerden biridir Zarra.
Zarra, 21 Ocak 1921’de 10 çocuklu bir ailenin yedinci
çocuğu olarak Vizcaya’da dünyaya gelir. Hemen
hemen bütün çocuklar gibi sokak aralarında başlar
futbol oynamaya. İç savaş sonrası İspanya’da
savaşın getirdiği sefaletten dolayı birçok kez
evlerde, çocukların kendi imkânlarıyla yaptığı
toplarla sokak aralarında futbol oynarlar ve bunun
faydasını kariyeri boyunca görecektir Zarra.
O dönem La Liga takımlarından Guecho’da
oynayan en büyük abisi Tomás Zarra -İç savaşta
ölmüştür - ve Domingo Zarra’dan etkilenerek
-ailesinin ‘bir ailede 2 futbolcu yeter’ demesine
rağmen- Asua ‘daki amatör takımlarda futbol
oynamaya başlar. Burada dikkatleri çeken Zarra’ya
ilk profesyonel kontratı 1939’da Liga Segunda
kulüplerinden Erandio teklif eder. Zarralı Erandio
o sezon tarihinin en iyi performansını göstererek
Liga Segunda’yı altıncı sırada bitirir (kulüp halen
bu derecesinin üzerine çıkamamıştır). Sezon
sonunda ise Bask Bölgesi’nin en büyük kulübü
Athletic Club’a transfer olur.
Zarra, Athletic’da öyle bir başlangıç yapar ki
adını tarihe kazıyacağının işaretini verir resmen.
Valencia’ya karşı oynanan ligin ilk maçında ilki
henüz 17’nci dakikada olmak üzere takımının
iki golünü birden atar. Sezonun geri kalanında
ortalama bir performans gösterir fakat Athletic,
La Liga’yı Atletico Aviacion’un (Atletico Madrid)
arkasından ikinci sırada tamamlar. Iriondo, Zarra,
Panizo ve Gaínza’nın başı çektiği gençlerden
kurulu bir nesille savaş sonrası çoğu takımın
problemlerle uğraşmasını da değerlendirerek ligin
en önemli takımlarından birine dönüşürler. 1941/42
sezonunda Zarra askerlik yaptığı için futboldan
uzak kalır. Sezon sonunda takıma döner ve sadece
Barcelona’ya kaybedilen Copa del Generalissimo
finalinde forma giyebilir. Fakat dönüşü muhteşem
olmamıştır; uzatma dakikalarında kaleci ile
karşı karşıya pozisyonda golü atamaz, dönen
pozisyonda da Barcelona golü bulunca kupa
Katalan ekibinin olur.
Gol krallığına ambargo
1942/43 sezonu ise hem Athletic tarihinin hem de
Zarra’nın en önemli sezonlarından biri olur. Bilbao,
La Liga ve Copa del Generalissimo’yu kazanıp
duble yaparken bu kupaların kazanılmasında en
kritik goller Zarra’dan gelir. Finalde Real Madrid
ile oynanan maçın uzatma anlarında attığı golle
adeta bir önceki sezonun acısını da çıkarmıştır.
1943/44 sezonunun büyük bir bölümünü sakatlık
yüzünden kaçıran Zarra, 1944/45’den itibaren
Pichichi’ye ve İspanya futboluna ambargo
koymaya başlar. Athletic sezonu altıncı tamamlar
fakat Zarra 26 maçta 19 gol atarak hem bütün
dikkatleri çeker hem de gol krallığına ulaşır. Hatta
gösterdiği performansından dolayı Zarra, 11 Mart
1945 tarihinde Lizbon’da Portekiz’e karşı oynanan
hazırlık maçında ilk defa İspanya Milli Takımı’nın
formasını giyer. 1945/46 sezonunda ise Athletic
sezonu şampiyon Sevilla’nın 3 puan arkasında
üçüncü bitirirken Zarra 26 maçta 24 gol atarak bir
kez daha gol krallığına ulaşır. 1946/47 sezonunda
ise Zarra tam 34 gol birden atarak gol krallığı
unvanını üçüncü kez üst üste kazanır.
1947/48 ve 1948/49 sezonlarında Zarra
performans olarak önceki 3 sezona göre
daha düşük bir performans gösterir ve bunun
sonucunda Athletic her iki sezonda da La Liga’yı
altıncı olarak tamamlar fakat 1950 Dünya Kupası
öncesi Zarra kariyerinde tekrar zirve görür.
Sezonu 25 gol ile gol kralı olarak kapatır. Sezonun
tamamlamasının ardından Portekiz ile oynanan
Dünya Kupası elemelerinde 1’i deplasmanda
olmak üzere 3 gol atar ve İspanya’nın Dünya
Kupası biletini almasında büyük rol oynar.
Eleme maçlarının ardından oynanan Copa del
Generalissimo finalinde 3’ü uzatma anlarında
olmak üzere Valladolid’e tam 4 gol atarak halen
kırılamayan bir rekorun altına imzasını atar.
Brezilya’da oynanan Dünya Kupası ise Telmo
Zarra ismini tüm dünyanın tanımasına yol açar.
İspanya, B grubunda Şili, Amerika ve İngiltere ile
eşleşirken ilk iki maçta Şili ve Amerika karşısında
1’er gol atarak takımının kazanmasında büyük rol
oynar. Grubun son ve en kritik maçı ise İngiltere
ve İspanya arasındadır (Grup liderleri statüye göre
final grubuna kalacaktır). İngilizlerin final grubuna
yükselebilmesi için İspanya’yı yenmesi gerekir
fakat maç Zarra’nın attığı golle 1-0 sonuçlanır
ve İspanya son 4 takım arasına adını yazdırır. O
gol için İspanya’nın Halit Kıvanç’ı Matías Prats
Cañete “Bir nesil için mutluluğun anlamı olan gol”
diyecektir.
Dünya Kupası’ndan sonraki sezonda Zarra, La
Liga’da 38 gol atarak yıllar sonra Hugo Sanchez,
C. Ronaldo ve Lionel Messi tarafından kırılacak
olan rekorun altına imza atar. Bu sezonun
sonunda Zarra, İsveç’e karşı son kez milli formayı
giyerken bütün Stockholm sokakları “Avrupa’da
Churchill’den Sonra Aklını En İyi Kullanan İnsan Telmo Zarra” afişleri ile doludur.
Zarra, bir sonraki sezon kasımda oynanan Atletico
Madrid maçında sakatlanıp sezonu kapatır. Zaten
o dönem de Athletic için “Bir neslin düşüşü”
olarak tanımlanır. La Liga’daki sondan bir önceki
sezonu olan 1952/53’te, herkes Zarra için artık
eskisi gibi değil derken, 24 gol atarak altıncı ve
son kez Pichichi’yi kazanarak halen kırılamayan
bir rekora sahip olur. 1953/54’te ise ne Zarra ne
de yol arkadaşları Iriondo, Zarra, Panizo ve Gaínza
eski performanslarının yanına bile yaklaşamaz.
Hatta Bilbao halkı o sezon için “Tanrıların batışı”
bile der. Takımın gediklilerinin yerlerini Arteche,
Marcaida, Arieta ve Uribe gibi isimler almıştır.
Ulusal Spor Delegasyonu’ndan General Moscardo,
23 Kasım 1953’da federasyondan Zarra için özel
bir maç düzenletir. İspanya’nın o dönem için
birçoklarınca gelmiş geçmiş en iyisi olan Zarra için
düzenlenecek maç İspanyol futbolunun da önemli
günlerinden biridir. Takımlardan biri, Zarra’nın da
yer aldığı, Merkez-Kuzey isminde olup; Carmelo;
Martín, Lesmes I, Lesmes II; Muñoz, Garay;
Atienza, Coque, Zarra, Di Stéfano ve Gaínza’dan
oluşur. Eizaguirre, Venancio, Mújica ve Panizo’da
oyuna girenler arasındadır. Levante-Katalonya’da
ise Domingo; Argilés, Biosca, Segarra; Pasieguito,
Puchades; Basora, Wilkes, Kubala, César ve
Manchón’dan oluşur. Bosch ile Marcet de sonradan
oyuna giren isimler olur. Di Stefano, Kubala,
Muñoz, Gaínza, Basora ve Cesar başta olmak üzere
dönemin, belki de İspanya tarihinin en iyileri Zarra
için bir araya gelmiştir. Maçın oynandığı Chamartin
(şimdiki Santiago Bernabeu) girişinde 80 bin kişiye
Zarra için bestelenen şarkının sözlerin bulunduğu
kağıtlar verilir ve oyuncular sahaya çıkarken hep bir
ağızdan söylenir. Nakarat ise şöyledir;
Keyifle şarkıyı söyleyelim/ Bu acayip figüre /
Bağıralım; çok yaşa Munguía! / Zarra, Zarra, Zarra!
Zarra’nın ekibi maçı 4-3 alır. Ee, tabi Zarra da
boş geçmez; golünü atar. Maçın geliri olan 823
bin pesata da -o dönem için bir servet- Zarra’ya
bırakılır. Zarra, 1955’te Athletic’ten ayrılır ve
sırasıyla Liga Adelante’de mücadele eden Bask
kulüpleri Indautxu ve Barakaldo’da birer sezon
forma giydikten sonra futbolu bırakır.
Son olarak 17 Ağustos 1997’de Bilbao formasıyla
kendi adına düzenlenen jübile maçında San
Mames çimlerine ayak basar Zarra. Bilbao, La
Liga karması ile oynarken Laszlo Kubala, Alfredo
Di Stefano ve Jose Maguregui gibi efsaneler yine
yanlız bırakmaz Zarra’yı. 23 Şubat 2006’da ise
86 yaşında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata
veda eder Zarra. O hafta Zarra’nın anısına San
Mames, Anoeta, Camp Nou, Bernabeu, Ramon
Sanchez Pizjuan, Chapin, Lasesarre’de efsanenin
anısına maçlardan önce 1 dakikalık saygı duruşu
yapılır. Bu saygı duruşlarının tamamı kulüplerin
inisiyatifleriyle gerçekleştirilir.
Kariyerini tamamladığında ardında La Liga’da 278
maçta atıığı 252 gol, Copa del Generalissimo’da
attığı 81 gol, 6 Gol Krallığı, İspanya formasıyla
maç başına 1 gol oranı, La Liga’da bir sezonda
(1950/51) ulaşılan 1.375’lik gol oranı (Sadece
Zara’nın bir dönem
giydiği krampon
Bata, Priden, Isidoro Langara ve Lionel Messi
dörtlüsünün arkasında), Copa del Generalissimo
(Copa del Rey) finalinde bir maçta attığı 4 gol
gibi halen kırılamayan rekorlar bırakır. İşte
böyle bir efsane Telmo Zarra. İspanya’da milli
takım, kupa ve ligdeki bir çok rekoru halen
kırılamamasına rağmen ölümünün ardından
birkaç kulübün bireysel kararıyla ölümüne saygı
duruşu düzenlenen, Lionel Messi sayesinde tekrar
hatırladığımız bir efsane…
Rafet B. Eryılmaz
İtalya
HF149
iLERi Mi? GERi Mi?
İtalyan futboluna yeniden ağırlığını koyan Juventus, şike tartışmaları arasında
4. şampiyonluğuna yürüyüp, arzu ettiği Avrupa başarısını yakalayabilmenin
hayalini kuruyor
Juventus’un küme düşürülmesiyle sonuçlanan
sürecin başladığı 2006 yazının üstünden 8 sene
geçti. Bu 8 senede Torino ekibi, toparlanmayı,
Serie A’ya dönmeyi ve yeniden şampiyonluklar
kazanmayı başardı. Son 3 sezonda Antonio
Conte yönetiminde şampiyonluğa ulaşan siyahbeyazlılar, 2014/15 sezonuna da Massimiliano
Allegri yönetiminde fırtına gibi girdi. 7 haftada 6
galibiyet ve 1 beraberlik alan Juve, hakimiyetini
bu sezon da sürdürecekmiş gibi görünüyor. Peki
ama bütün hikaye küllerinden doğan bir devin
başarısını mı içeriyor? Yoksa 2006’da başlarını
yakan kirli olaylara yeniden mi bulaşıyorlar?
İtalyan futbolunun içinde bulunduğu darboğaz
da düşünüldüğünde bu çelişki iyice derinleşiyor.
Elbette bu çelişkinin hem saha içindeki hem de
dışındaki etkenlerini mercek altına almak gerekiyor.
Bu sezon ligin 6. haftasında oynanan JuventusRoma maçı büyük bir heyecanla bekleniyordu. 5
galibiyetle yoluna devam eden iki takımın verdiği
liderlik mücadelesi, sertliğe ve skora bakıldığında
oldukça doyurucu gözüküyordu. Ne var ki maçtan
sonra yükselen tartışmalar bu eksende olmadı.
Hakem Gianluca Rocchi’nin maç içinde verdiği üç
penaltı kararından Juventus lehine olanlar Roma
cephesinde infial yarattı. Teknik direktör Rudi
Garcia’dan, takım kaptanı Francesco Totti’ye kadar
herkes Juventus’un kollandığı şeklinde görüş
bildirdi. Öyle ki Garcia, Maicon’un elle oynadığı
gerekçesiyle çalınan penaltının ardından kulübede
kollarını keman çalarmış gibi sallıyor, adeta ortada
bir tiyatro olduğunu dile getiriyordu. Maçtan
sonra da “Benim içim rahat ama bu yenilgi İtalyan
futboluna zarar verdi” ifadelerini kullandı.
Böylesine tartışmalı penaltılarla en yakın
rakibinizi yenerseniz tartışmaların çıkması
kaçınılmazdır. Hele ki isminiz üzerinden 10 yıl
bile geçmemiş bir şike skandalında kirlendiyse
bütün ülkenin takımınıza cephe almasından
daha doğal bir şey olamaz. Nitekim maçın
ardından hakem Rocchi’nin gözlemciyle yaptığı
telefon konuşmasında hata yaptığını kabul ettiği
şeklindeki haberler tartışmaları alevlendirdi.
Totti’nin “Böyle şeyler yıllardır oluyor. Pozisyonları
ağır çekimde izlemeye bile gerek yok. Çok açık
hatalar vardı. Juventus bizi yenmedi. Gidip kendi
liglerinde oynasalar da rahat etsek”
şeklindeki açıklamaları ortamı
iyice gerdi. Bu açıklamalara
Juventus cephesi de tepki
gösterdi elbette. Sportif
direktör Beppe Marotta,
Totti’nin sözlerini kabul
edilemez bulurken;
Pavel Nedved, işi
Totti’nin Roma
kaptanlığından
alınması
gerektiğine kadar
götürdü.
İşi Juventus’a
karşı kurulan
bir tertip olarak
nitelendirmeye, diğer
kulüplerin Torino
ekibinin başarısını
kıskandığına getirmeye
vardıranlar da oldu.
Deneyimli teknik adam
Giovanni Trapattoni, “Juve,
gerçek şu ki Inter, Milan veya
Roma’yla teker teker değil tüm
İtalyan takımlarıyla mücadele
ediyor. Bu eskiden beri olan bir
şey” diyerek duruma yaklaşmayı
tercih etti. 2006’daki skandalın
baş aktörlerinden Luciano Moggi de
Roma cephesini kendi başarısızlığını
örtmeye çalışmakla suçladı. En dikkat
çekici açıklama ise Juventus’un eski
oyuncusu, UEFA başkanı Michel Platini’den geldi.
Fransız futbol adamı, diğer takımların Juventus’u
kıskandıklarını ve başarılarının daima hakemlere
bağlandığına dikkat çekti.
Tek bir maçın ardından böylesine bir
tartışmanın çıkması Juventus’un
kollandığına yönelik iddiaları biraz
olsun kuvvetlendirse de ortada net
bir kanıt olmaması Torino ekibini
aklamaya yetiyor. Ligin mâli
yapısı en sağlam kulüplerinden
biri olmayı ve Conte
döneminde kadrosuna doğru
yatırımlar yapmayı başaran
Juventus, ligdeki yerini kolay
kolay kaybedecekmiş gibi
görünmüyor.
İçerisi tamam ama...
Juventus’un ligde yakaladığı
başarıyı Avrupa kupalarına tahvil
edememesi Conte döneminden
beri tartışılan bir şeydi. Geçtiğimiz
sezon en çok sıkıntı çektiklerini
düşündükleri forvet hattına
yaptıkları Fernando Llorente
ve Carlos Tevez takviyelerine
rağmen Şampiyonlar Ligi’nde
gruptan çıkamadılar. UEFA
Avrupa Ligi’ndeyse kendi
stadyumlarındaki finalin
kapısından döndüler.
Pogba, Vidal gibi yıldızları
takımda tutmak için
harcadıkları efora ve sahip oldukları maddi
kaynaklara bakıldığında Avrupa’da büyük bir
hüsran yaşadıkları söylenebilir. Sezon başında
Conte ile yönetim arasındaki anlaşmazlığın
ardından göreve getirilen Allegri’yle bunu aşmayı
beklemeleri de gayet doğal.
Kadroyu koruyarak geçirilen transfer döneminin
ardından Allegri’nin selefinin sistemine
dokunmaması takım adına olumlu bir gelişme
olarak yorumlanabilir. Conte’nin iyi işleyen 3-5-2
sistemini ufak oynamalarla devam ettiren Allegri,
dengeli bir hücum takımı yaratmayı başardı. Ligde
oynadığı 7 maçta 14 gol atan Juve, kalesinde de
sadece 3 gol gördü. Geçen sezon sıkça yaşanan
Sebastian Giovinco’ya yer bulamama sorununu da
çözen Allegri, bu oyuncudan vazgeçerek taktiksel
istikrarı korumayı amaçladı.
Kadrodaki oyuncuların kariyerleri adına bir şeyleri
kanıtlama çabasında olduklarını da vurgulamalıyız.
Şampiyonlar Ligi’nde bu sezon farklı bir istekle
oynadıkları çok açık. Buffon, Pirlo ve Evra gibi
oyuncular son bir iz bırakmak için sahnedeler.
Marchisio, Vidal ve Tevez gibi isimlerse en
verimli dönemlerinde başarılı olma peşindeler.
Bu isteğin ilk ciddi sınavları sayılabilecek Atletico
Madrid maçında sahaya yansıdığını gördük.
Geçen sezonun en etkileyici takımlarından olan
Atletico’ya yenilmelerine rağmen maçın yıldızı
Arda Turan’a “Bizi en çok zorlayan rakip Juventus
oldu. Barcelona veya Real Madrid gibi değillerdi.
Oyunun her alanında çok iyilerdi” dedirtmeyi
başardılar.
Üç sezondur ligi domine eden ve oturmuş bir
kadrosu olan Juventus’un Şampiyonlar Ligi’nde
arzuladığı yere gelmesi için önündeki tek engel
oyuncuların tartışmalardan uzak tutulması
olacaktır. Vidal’in gece hayatı, Pogba’nın
peşindeki Avrupa devleri ve Serie A’nın bitmek
bilmeyen şike imâlarından ne kadar uzak
kalırlarsa saha içine o kadar odaklanabilecekler.
Bunu başarabildikleri anda da mevcut kadro
kaliteleriyle yeni kupalar kazanmaları zor
olmayacaktır.
İngiltere
Fırat Topal
HF149
ŞEHRiN AZiZLERi
Sezon başında büyük yıldızları da dahil 17 oyuncusu takımdan ayrılan, teknik
direktörünü de Tottenham Hotspur’a kaptıran ve ligde kalma mücadelesivereceği
düşünülen Southampton bugün Şampiyonlar Ligi potasında. Rotterdam limanından
gelen itici güçle bütün dikkatleri üzerinde toplayan Southampton’ın sırrı ne?
Adam Llana, Luke Shaw, Rickie Lambert ve Dejan
Lovren... Southampton sezon başında ilk 11’inde
oynayan 4 çok önemli oyuncuyu toplam 80 milyon
paunda Premier League takımlarına gönderdi.
Başta Lambert ve Llana olmak üzere bu 4 oyuncu
Premier League’de ortalama 35 maça çıkmış,
atılan 54 golün 24’ünün altına imzasını koymuş
ve yaptıkları asistlerle de yarısından fazlasına
doğrudan katkı sağlamıştı. Bu yetmedi, geçtiğimiz
sezon kadroda kendisine yer bulmaya başlayan
19 yaşındaki defans oyuncusu Calum Chambers
da 16 milyona Arsenal’in yolunu tuttu. Bir süre
sonra Saints’in bu şekilde ürünleri indirimde olan
bir mağazaya dönüşmesinin ardından bir dolu
espri üretildi. Kimileri boş bir odanın görüntüsünü
“Southampton’ın sezon öncesi takım toplantısı”
diye internete koyuyordu, kimisi Lovren, Llana
ve Lambert’i transfer eden Liverpool’un hazır
başlamışken St. Mary’s’ Stadyumu’na da talip
olduğunu yazıyordu. Hatta bu öyle bir espriye
dönüştü ki, bizzat yeni menajer Ronald Koeman,
temmuz ayının sonunda boş antrenman sahasının
altına “antrenmana hazırız” yazılı bir twit attı. Bu
sadece bireysel anlamda önemli oyuncuların kaybı
anlamına gelmiyordu. Takımı geçtiğimiz sezon
sekizinciliğe taşıyan Arjantinli Mauricio Pochettino,
aynı zamanda Premier League’in en yüksek topa
sahip olma ortalamasına imza atmıştı. Bielsa
takımlarını ve Guardiola’nın Barcelona felsefesini
aynı potada eritmeyi hedefleyen genç menajer,
özellikle topun kaybedilmesinin ardından rakibin
oyun kurmasına fırsat vermeyen, ani presle topu
tekrar kazanmayı hedeflemiş taktiğiyle önemli bir
başarıya imza attı. Bunu yaratan oyuncuların en
önemlileri takımdan ayrıldığı gibi, felsefeyi yaratan
Pochettino da Tottenham’ın yolunu tutmuştu.
Kısacası sezon başı Southampton doğru dürüst
ciddiye dahi alınmıyordu.
Koeman, satılan oyunculardan elde edilen 100
milyon pound civarındaki geliri (bu oyunculara
zamanında 9 milyon ödeyen Southampton
90 milyon civarında bir kâr elde etti) akıllı
transferlerde kullandı. Feyenoord’da Koeman’ın
son 2 sezon öğrencisi olan ve toplam 54 golün
altına imzasını koyan Pelle ile Twente’nin orta
sahadaki maestrosu Sırp Dusan Tadic İngiltere’nin
güney sahilinin yolunu tuttular. İki defans
oyuncusu Florin Gardoș ve Toby Alderwireld ile
Red Bull Salzburg’un Senegalli dinamosu Sadio
Mané’nin yanına, Ada futbolundan 2 önemli
transfer daha eklendi. Hull City’nin orta saha
oyuncusu Shane Long ve Celtic kalecisi Fraser
Forster... Bu transferler için 50 milyonluk bir
bonservis harcandı. Koeman adaya gelirken
yanındaki koltuğa kardeşi Erwin’i de oturtmuştu.
Durgun başlangıç ve patlama
Kaderin cilvesi Southampton, 3 oyuncusunu
transfer eden Liverpool’a konuk oldu
sezonun ilk maçında ve 2-1 mağlup oldu.
Ardından West Bromwich Albion ile içeride
0-0 berabere kaldılar. Basın tahmin edilenin
gerçekleşeceği görüşündeydi. Tadic’in potansiyeli
olduğundan, ancak Pelle’nin Lambert’in yerini
dolduramayacağından bahsediliyor, 2013/14
sezonundaki ilk iç saha maçına çıkan kadrodan
sadece 4 futbolcunun, WBA maçında sahada
olduğuna dikkat çekilerek takımdaki değişimin
etkisini göstermesinin kaçınılmaz olduğundan
dem vuruluyordu. Üstelik, geçen sezonun en golcü
ismi Jay Rodriguez’in de nisan ayında yaşadığı
ciddi diz sakatlığının hala iyileşmemesi işleri daha
da kötüleştiriyordu. Ama, sonraki haftalarda
yaşanacaklar bu yorumların hepsini susturacaktı.
Southampton, 30 Ağustos’ta deplasmandaki
West Ham galibiyeti ile başlamak üzere eylül
ayının sonuna kadar 4 maçta 4 galibiyet aldı.
Dört tanesinde Pelle imzasının olduğu 10 gol
atmışlar ve kalelerinde 2 gol görmüşlerdi. Takımın
orta sahasında ulusal takım için de adı geçmeye
başlayan Jack Cork ve Fransız Morgan Schneiderlin,
önlerinde Long, Davis ve Tadic bulunuyor. İleride
ise bu üçlü sayesinde tam bir “hedef adam”a
dönüşen Graziano Pelle... Lige ara verilmeden
önceki son maçta Tottenham’a 1-0 mağlup olan
Southampton’ın dönüşü muhteşem oldu ve
Sunderland’ı geçtiğimiz hafta 8-0 mağlup ettiler.
Tadic 4 asist yapmış, Pelle 2 golün altına imzasını
koymuş ve Southampton, Premier League
tarihindeki en farklı galibiyetini almıştı. Hatta
takım, bundan önce herhangi bir maçı 8-0
kazandığında yıl 1921’di ve Northampton
Town’la 3. Lig mücadelesi veriyorlardı.
Maçtan önce Cuma günü, Koeman ve Pelle,
Premier League’de eylül ayının en iyi menajeri
ve en iyi oyuncusu ödüllerini aldılar. Koeman,
ödül komitesindeki 40 oyun 39’unu almıştı.
8-0’lık Sunderland galibiyetinden sonra
Koeman, “Mourinho’nun ödül hakkındaki
sözleri oyuncuları motive etmiş olabilir belki”
diyerek Portekizli meslektaşına göndermede
bulundu. (Mourinho, Koeman’ın ödülü
alması üzerine, Barcelona’da bir dönem
beraber çalıştığı Hollandalı için övgü dolu
sözler sarfetmiş, sonra da ağustos ayında
ödülü kazanan Swansea menajeri Garry
Monk’un, ödülü izleyen ilk maçı Chelsea’ye
kaybetmesine gönderme yaparak “Bu
ödül pek iyi şans getirmiyor” açıklamasını
yapmıştı.) Southampton, yarın ligde Stoke
City’i konuk ettikten 4 gün sonra aynı
Stoke’la bu sefer rakip sahada, Lig Kupası 4.
turunda karşı karşıya gelecek. Futbol ilginç
tesadüflere gebe. Sadece bu fikstür açısından
değil. Bundan 5 yıl önce, Southampton
İngiliz futbolunun üçüncü kademesi League
One’a düşmüş ve mali sıkıntılar sebebiyle
iflas sürecine girmişti. En son 1960 yılında
bu seviyede mücadele etmiş, izleyen 49 yılın
35’ini en üst kademede mücadele ederek
geçiren bir kulüp için bu kabus demekti. O
felaket sezonda takımı 6’şar ay süre ile 2
Hollandalı hoca Jan Poortvliet ve Mark Wotte
yönetmişti. Bugün bir başka Hollandalı,
Ronald Koeman, vatandaşlarının kulüpte
bıraktığı kötü etkiyi değiştirmekle meşgul.
Onun da Avrupa futboluna ispatlamak
zorunda olduğu bir şeyler var. Zira Hollanda
dışına çıktığı geçmişteki 2 macerası,
Benfica ve Valencia serüvenleri oldukça
kötü bitmişti. Yaptıkları başlangıç sonrası
artık, bütün kurşunlarını harcamış bir takım
değil, çekinilmesi gereken bir tehdit olarak
görüldüklerinin bilincinde, bundan sonrası
daha da zor olacak.
Morgan Schneiderlin
Dusan Tadic
Başka çöplükleri seven horoz
GRAZIANO PELLE
2007 yılında 22 yaşındayken Alkmaar şehrine
geldiğinde, Van Gaal onu Lecce’den kiralandığı
Serie B takımı Cesena’daki performansı üzerine
Hollanda’ya getirmişti. O sırada 2008 Pekin
Olimpiyatları’nda yer alacak İtalya 21 yaş altı
takımında forma giyiyordu. Aynı yıl Toulon’da
yapılan ve İtalya’nın kazandığı turnuvada 20 yaş
altı takımının formasını giymişti. Ama Pierluigi
Casiraghi onu olimpiyatlara götürmedi, Giuseppe
Rossi onun için daha iyi bir seçimdi. Pelle
de daha sonra bir daha Azzurri formasını
giyemedi. Alkmaar’da Van Gaal yönetiminde
şampiyonluk yaşadıktan sonra 2011’de
İtalya’ya döndü ama diğer İtalyan golcülerden
farklı olarak, kendi çöplüğünde değil başka
çöplüklerde öten bir horozdu Pelle. Feyenoord
onu 2012 yılında Hollanda’ya geri getirdi ve o
da bunu, 2 sezonda attığı 50 golle değerlendirdi.
İtalya ulusal takımından öyle ümidini kesmişti ki,
geçen sezonun sonlarına doğru şakayla karışık,
“Beni Hollanda’ya getiren Van Gaal, Hollanda için
oynamamı isterse düşünebilirim, sonuçta burası
benim ikinci evim” diyordu.
29 yaşında onu Premier League’in en iyi oyuncusu
haline getirecek yolculuğu başlatan adam ise yine
bir Hollandalı Ronald Koeman’dı. Southampton’a
imzayı atar atmaz eski öğrencisini aradı. 2013 ocak
ayında bonservisine 3 milyon euro ödediğinde
karşılığında 50 gol almıştı. Şimdi ise ödediği 10
milyon, ancak Pelle bu rakamın da karşılığını
vermeye niyetli gibi. Kariyerinin sonlarına doğru
yaşadığı bu şöhreti İtalyanlar da görmezden
gelemedi. Cesare Prandelli’nin 2014 Dünya
Kupası öncesinde sadece övgü göndermekle
kaldığı oyuncuyu, yeni hoca Antonio Conte ulusal
takıma çağırdı. Pelle de 2 sezondur yaptığı şeyi
yapmaya devam etti, güveni boşa çıkarmadı ve 13
Ekim’de Malta ile deplasmanda oynanan maçta
ilk kez A takım formasını sırtına geçirip maçın tek
golünü attı. Tadic ile yaptığı işbirliği tüm İngiliz
otoritelerince hayranlıkla izleniyor. Tabii sadece
onlar tarafından değil....
Varol Döken
Maç Bahane HF149
MAÇ BENiM EVDE iZLENiR!
Maddi ve manevi sebeplerden ötürü (şişmanlık
manevi mi oluyor?)bir süredir alkolle aramı
düzeltmeye, o ünlü magazin cevabı gibi
ilişkimizi düzeyli bir arkadaşlık seviyesine
çekmeye çalışıyorum. Maç, alkol almak için en
büyük bahanelerimden biri çünkü maç izlerken
sıkılıyorum. E deplasman maçlarını izlemek
için barlara falan gittiğimden bu çözülmesi zor
denklemden bari bir Digiturk Play alayım, barlarda
içmekten kurtulayım, evimde rahat rahat izlerim
diyerek çıktım. Hazır Digiturk varken, Galatasaray-
Fenerbahçe maçını da arkadaşlarla benim evde
izleriz dedik ve bu haftanın hiç ilgi çekici olmayan
konusu ortaya çıkmış oldu.
Deplasman tribünü yoksa ydyd
tribünü var
Deplasmana gidemiyoruz malum. Bu yüzden
maçtan 2-3 gün önce Sencer Yücel’den derbiye
özel ‘‘Yenilsen de Yensen de’’ programı teklifini
oldukça cazip geldi. Akşam maçı da beraber
izleyeceğimiz Yiğit Yılmaz ile bir Kadıköy
sabahında Bağış Erten’i beklemeye başladık. Biz
arabayla gittik ama yine de köşenin şanındandır
diye bir adres tarifi verelim.
NTVSpor’un binası Maslak’ta. Anadolu yakasından
gidecekler için en güzel çözüm, metrobüsle
Mecidiyeköy’e geçip oradan Hacıosman yönüne
giden metroya binmek. Avrupa yakasından ise
metroya Taksim’de ilk duraktan binebilirsiniz.
Oto Sanayi durağında inip çıkış kapısını doğru
tutturursanız 5 dakikalık bir yürüme sonrası binaya
ulaşıyorsunuz.
Biz binaya, 11.30 gibi giriyoruz. Galatasaray ve
Fenerbahçe’yi destekleyen 8’er kişiyiz. Çay kahve,
Yiğit’in Bağış ve Banu’ya Kocaelispor atkısı
hediyelerinden sonra program 12.15 gibi başlıyor.
Derbinin heyecansızlığı programa da yansımış.
Tüm program boyunca bir kez hakem denmedi,
gerisini siz düşünün. Yine de güzel bir program ve
sohbet oluyor. Herkesin ortak noktası, ilk düdük
çalınca o heyecan geri gelir.
Bu ne perhiz bu ne viski kursu
Girişte yazdığım paragrafı yalanlarcasına
programdan sonra, Mehmet Yalçın ile Gusto
Viski Kursu’na gidiyorum ben. Viskiye hayır
diyemiyorum, onu diğer alkollerle aynı kefeye
koyamıyorum. Gusto Dergisi’nin düzenlediği bir
kurs bu, meleklerinpayi.com sayesinde haberimin
olduğu ve geçen seneden beri çok katılmak
istediğim bir etkinlik. Kuruçeşme’deki İncirli
Şaraphanesi’nde yapılıyor, temel viski bilgileri
veriliyor ve 4 ayrı kategoride her hafta 8’er viskinin
tadılıyor. Türkiye’de bulamayacağınız viskileri
tadıp güzel insanlarla tanışabileceğiniz şahane
bir etkinlik yani. Cumartesi ilk etabı başladı ama
sene içinde mutlaka bir 2.si yapılacak. İlgilenenler
0212 237 01 12-17 no’lu telefondan Sezgin Bolat ile
iletişime geçebilirler.
Kursun maç günüyle çakışması şanssızlığım
oluyor. Hesabım, 16’da başlayan kurstan 17.30’da
çıkıp 18.15 Beşiktaş vapuruyla Kadıköy’deki evime
yetişmek. Tabi bunu daha ilk kadehi yuvarlamamış
biri söylüyor. Kursta bulunduğum 2 saat
boyunca normalde tadım için şöyle bir damakta
dolaştırılması gereken kadehler tarafımdan bir bir
yuvarlanıyor. Çakırkeyfim ama pişman değilim.
Vapur da kaçıyor zaten.
Alves bir gider misin lütfen?
Maça 15. dakikasında yetişiyorum. Yiğit Yılmaz,
Müge Seventürk, İlker Yılmaz’dan oluşan dev
kadro oyuna dalmış durumda. Maça iyi başlıyoruz
yani başlamışız öyle söylüyorlar zira ben maçın son
5 dakikası dışında fazla bir şey hatırlamıyorum.
Aldığım kararlar birer birer önce bira şişelerine
sonra viski kadehlerine gömülüp duruyor.
Digiturk Play, güzel iş. Veriyorsun 280 lira tüm
maçları izliyorsun. Bir tane HDMI kablon varsa
televizyona da yansıtabilirsin. Görüntünün 40
saniye geç gelmesi dışında bir sıkıntı yok, en
azından bendeki 8 mbps paketinde bir sıkıntı
çıkmadı. Tavsiye ederim. Hayır reklam için para
almadım.
Alves’in kırmızı kartına kadar maç dengede gidiyor.
Alves için fazla bir şey söylemeye gerek yok. 56’da
gördü kartı ben 57’de kovardım, bugün haber geldi
30 bin euro ceza vermişler. Kendisine buradan
sesleniyorum. Alves bir git artık ya. Volkan’ı
Emre’yi Meireles’i de alırsan uçak biletleriniz
benden.
Sabah programda da söylediğim gibi yaptırım
yoksa böyle saçma hareketleri her zaman görürüz.
Futbolcu başına bir şey gelmeyeceğini biliyor. Gerçi
bu ülkede herkes ne yaparsa yapsın başına çok
büyük bir şey gelmeyeceğini biliyor artık. Neyse…
O son golü izlemeyecektim!
Öyle ya da böyle 87’ye kadar skoru tutuyoruz. Ben
de kendimi ayakta tutuyorum bir şekilde. Kadlec
ile %100 bir gol kaçırıyoruz, atsak belki 3 puanı alıp
kaçacağız. Ama sonra Sneijder bir sağa bir sola
öyle bir çakıyor ki, ben de daha fazla dayanamayıp
kendimi yatağa bırakıyorum. Adam resmen Volkan
ile birlikte beni de bayıltıyor. Sneijder takımına
elleriyle 3 puan getirirken bizim 10 numaramız ise
hiç terlemeden soyunma odasına gidiyor. Fazla
diyecek bir şey yok. Kısasını ben diyeyim, İsmail
Kartal ile bu iş olmaz.
Öyle ya da böyle maceralı güzel bir gün oluyor.
Yiğit ile İlker’i maç yorumlarıyla baş başa bırakıp
uyumaya gidiyorum. Rüyamda Volkan ile viski
içiyoruz, abi diyor böyle karşımda 10 tane Sneijder
var, bir sağa bir sola vuruyorlar, görsen nasıl
uçuyorum kedi gibi hepsini çıkarıyorum diyor.
Kadehi alıyorum elinden, Volkan diyorum yeter,
sen uçunca sapıtıyorsun.
Haftaya yeni bir macerada görüşmek üzere…

Benzer belgeler

HF158 - Hayatım Futbol

HF158 - Hayatım Futbol ülkeler arasındaki farklılıklar ve benzerlikler ortaya çıkarıldı. Ve ortaya bir sonuç çıkarıldı...

Detaylı