- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş Eeylül 2012 - sayı 18 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! devletin marifeti!. kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 eylül 2012 sayı: 18 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindekiler Sayfa 04 - Cangözüyle Görenlere .............................. Sakine Polat Sayfa 05 - “ALEVİLER MÜSLÜMANDIR” SÖZÜNÜN İNANDIRICILIĞI VAR MI? ............................................ Dr. Hüseyin Demirtaş Sayfa 07 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (5) ................................................... ADNAN CANGÜDER Sayfa 10 - EŞKİYA HÜKÜMDAR OLURSA.... KAZIM ORBAY VE DERSİM ...... Davud Kurun Sayfa 12 - SIRA TÜRKİYE’YE GELECEK!... ................................................... Dr. Ali Dursun Küçük Sayfa 14 - ...İki ...Üç ...daha fazla Kürdistan! Recep Maraşlı Sayfa 16 - PSK Genel Sekreteri Mesut tek’le Röportajı Sayfa 20 - 12 EYLÜL Sayfa 21 - General Videla: ‘Yargılayamazdık, hepsini kurşuna dizemezdik. Yok ettik!’ ............................. Ahmet İnsel Sayfa 25 - BASINA VE KAMUOYUNA ............... DEVRİMCİ 78 LİLER FEDERASYONU Sayfa 32 - 12yê REZBIRÊ Û STATUYA KURDAN ................................................................ Mehdi Tanrıkulu Sayfa 33 - Αγαπητοί Φίλοι Sayfa 34 - ‘Bizi ancak Madımak’takiler anlar’ ............................................................ Nesrullah SONAY Sayfa 36 - Lazlar da ana dilde eğitim istiyor ............................... Şiar Can Şener / İlknur Yılmaz Sayfa 37 - Bu coğrafyanın kadim halkları yok olmaya karşı direndi! .............................................. Ali Said Çetinoğlu Sayfa 40 - Marikana’da Kıyım: Burjuva-Demokratik ve Anayasal Hayallerin Ölümü ....... Garbis Altınoğlu Sayfa 45 - 6-7 EYLÜL 1955’İ UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ!. ............... Sarkis Hatspanian Sayfa 48 - Çerkes Ethem, 15/16 ve Çerkesler ..... Selçuk Uzun Sayfa 52 - Göçebe Zanaatçılar (Çingeneler) Kimdir? Sayfa 53 - MERSİN AKKUYU NÜKLEER GÜÇ SANTRALİ’NDE KORKUNÇ PATLAMA! Sayfa 55 - Kadınlar çetesi Sayfa 56 - ÇÜNGÜŞ’DE ERMENİ KATLİAMI ÇÜNGÜŞ VE GÜLLÜ AĞA ................................. Musa Anter Sayfa 58 - İsmail Beşikçi Abdullah Demirbaş’ı ziyaret etti. Sayfa 59 - Türkiye’nin İnsan Hakları İki Yüzlülüğü ............................................ Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 60 - Demirel ve Büyükanıt Unutulmasın ..... Sema Bayram Sayfa 62 - MEB Tavsiyeli Hakarete Hayır. Sen de Tavır Koy İzin Verme Sayfa 63 - Seçmeler Sayfa 64 - Dersim`li Ermenilerin Frankfurt Hanau Buluşması kizilbaş dergisinin yeni web sayfası yayına başladı. http://kizilbas.biz kızılbaş - sayfa 4 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözüyle Görenlere Ali Ülger Kızılbaş Dergisi Alevilik yapmadığı dini siyasete karıştırdığı, kendisini ilgilendirmeyen konulara geniş yerverdiği, İslama ve müslümanlara yağcılık ile aşırı chp düşmanlığı yaptığı, solculara uzak durduğu, kürt milliyetçiliği, zaza milliyetçiliği, ermeni lobiciliği yaptığımız eleştirilerini ve tepkilerini almaktayız... Evet; İşe önce eleştiri sahiplerine bakmak gerekiyor. Kim bu eleştiri sahipleri? Nedir niyetleri? Tırk devlet resmi kuramının fiili örgütlenmelerinden gelen alevici dernek va kıf ve federasyonlarından aldığımız el eştirileri anlarız elbette!. Onların İttihatçı Orducu CHP ittifakını reddetmemiz ve aykırılığımız dolayısıyla hak verebiliriz. Bizden rahatsız olmaları bizi sevindirir... Koçgiri - Dersim Tertelesi sonrası uygulanan devlet asimilasyonlarının ortaya çıkartmış olduğu tahribatın yabancılaştırmanın (türkleştirmenin + sunnileştirmenin) enini boyunu görmedin mi? Açık demokratik tavır almak mümkün olamaz. Ne Yazık ki bizim çocuklarımız, bizim gençlerimiz siyasetin bu yüzünü göremiyorlar. Devletin çeşitli topal atlarıyla (örgütleriyle)(!) vatan- millet kurtarma sevdasına(!) kaptırılıp yapılması gereken hayırlı uğurlu işlerden alıkoyuyorlar. Sıkıntı işte tam da burada. Kızılbaş Dergisi olarak aynayı insanlarımıza ve toplumumuza tutarken, bu topalat yarışçılarının ve sahiplerinin de rahatsızlıkları anlaşılır bir durumdur. Bize acı veren bizim insanlarımızı bize karşı kullanılıyor oluşudur. Ne yazık ki bir maraba-mümin ruhlu bir kesim oluşturulmuş ne kendine ne de komşusuna hiç ama hiç bir hayrı yok, tam tersine zararı var. Bu güruh sadece dahil olduğu devlete hizmet etmektedir. Evet; Kızılbaş Dergisi, Kızılbaşlığımızın sadece basit din iman işi olmadığının bilincindedir. Kızılbaşlığımız; Toplumsal, tarihsel, siyasal, kültürel ve dinsel özgüllüklerimizin toplamından oluşan bir varoluşumuzdur. Bundandır ki, biz Kızılbaşlığımızı ilgilendiren her konuyla her alanda bire bir kendi adımıza karınca kaderince ilgileniyor ve sahipleniyoruz. Bu sorumluluğumuzun gereğidir ve sorumluluklarımızın da bilincindeyiz. Evet; Ermeni, Helen, Pontus, Koçgiri, Kürt, Şeyh Said, Zaza, Şafii-KızılbaşLaiklik, Desim, Özgürlük ve demokrasi İnsan Hakları, Çevre, Sağlık vd. sorunları bizim de sorunumuzdur. Hangi toplumsal kesimden olursak olalım, bizler özgürlük barış ve demokrasi cephesinden yana olanlar ile olmak isteyenler ile elele vererek her konuyu enine boyuna açık tartışarak ortak çözüm üretimlerde bulunmalıyız. Bu bizim insani ve siyasi görevimizdir bundan da taviz veremeyiz. Evet; Bugün Alevi dernek vakıf örgütlenmeleri bol keseden asıp kesiyorlar! 72 milleti hakbildiklerinin söylüyorlar!.. Hatta bu işleri de solculuk - devrimcilik adına yaptıklarını söylüyorlar!.. Peki beyler Kendiniz ile kimi eşit dost görüyorsunuz? Bulunduğumuz coğrafyada 36 dil konuşuluyor. Sizi kendisiyle eşit görem kim/kimler var? * * * Ermeni Soykırımıda samimi insani açık tavır ve taraf olmayanlar. Rum, Pontus, Koçgiri, Şeyh Said, Seyit Rıza, Dersim, 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, G. Osman Paşa, Madımak katliam sürgün ve soykırımlarında namuslu demokratik bir tutum ve taraf olması asla mümkün olamaz. Bu diğer tüm toplumsal kesimler için böyledir. sistemi yürütülmesinin asıl başarısı, devletin resmi kuramı ile fiili yapısının sağlıklı doğru görülmediğindendir. Örnegin TKP kurucu kadrosunun başında bulunan Mustafa Suphi eski İttihatçıdır. Ermeni Soykırımında kasaplık yapmış Salih Zeki TKP merkez yönetimine seçilebilmiştir. Daha sonra TKP türevleri çoğaltılarak siyaset alanına sokulmuştur. Örnegin devlet mahkemelerinde Atatürkçü olduklarını ifade eden kemalist gençler dahi idam edildiler. TSK tarafından yapılan katliam sürgün soykırımlarının hiç birisi kendilerini tasfiye etmek için yürütülen bir mücadeleyi bastırmak için yapılmamıştır. Tam tersine kendi hakimiyetlerini kendi kuramlarını gerçekleştirmek için yapmışlardır. Ermeni Soykırımı, Pontus, Helen, Koçgiri, Şeyh Said, Sey Rıza, 6-7 Eylül, 1960, 1971, Çorum katliamı, Maraş Katliamı, 1980, G. Osman Paşa, Madımak.. Tüm bunları sağlıklı bir şekilde çözümlemedin mi!.. Kendine yabancılaşmadan ve yabancılaştırılmadan kurtulamazsınız! Evet; Diğer yandan da toplumda var olan farklılıkları karşı karşıya getiriyorlar. Kızılbaş-Aleviler içinde İslamMüslüman düşmanlığı yapılıyor.İslamMüslüman içinde de Kızılbaş-Alevi düş manlığı yaptırıyor devlet. Her iki kesimi karşı karşıya getirerek demokrasinin, özgürlüğün ve barışın yolları kesiliyor. Kızılbaşlar ile Şafiiler arasında da benzeri devlet siyaset işletiliyor. Türk yapılan Kızılbaş-Alevilerin, Türk Sunni-Müslümanlarıyla barışı sağlanmamıştır. Kızılbaş-Alevilere sürekli olarak asimilasyon dayatılmıştır. Bu devlet politikasıdır. Müslüman Kürt Milli hareketi de Kızılbaş-Alevilerden destek istemektedirler. Türkler desteklendi halimiz perişan!... Kendimiz ile açık yüzleşerek yenilenip demokratikleşmemiz gerekiyor. Bunu başta kendimiz için ve komşu toplumlar için de yaparak demokratik bir toplumun üretimine ve yönetimine katılıp kendimizi temsil edebiliriz. Biz Kızılbaş-Alevilerin kendi öz siyasal ve toplumsal örgütlenmelerimizi oluşturarak özgürlük demokrasi ve barış mücadelesinde kendimizi temsil ederek toplumsal demokratik kuruluşa katılmalıyız. İşte o zaman kalıcı karşılıklı dayanışmalarda bulunabiliriz. * * * TC. oluşumundan günümüze yaşanan sürgün katliam ve tertelelerin merdiven Kendini temsil edecek siyasal örgütlenmesi olmayanlar maraba olmaktan kurtulamazlar!.. Bu bizim için de geçerlidir. kızılbaş - sayfa 5 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “ALEVİLER MÜSLÜMANDIR” SÖZÜNÜN İNANDIRICILIĞI VAR MI? Yüzyıllardır “Alevilerin katli vaciptir. Bir Alevi öldüren 10 kâfir öldürmüş kadar sevap kazanır. Alevi’ninKızılbaş’ın canı-malı, ırzı ve namusu Müslüman’a helaldir” fetvaları verenlerin torunları bugün çok değişti. Dünün Şeyhülislam’ı durmadan yayınladığı fetvalarla Alevilerin Müslüman olabilmeleri için önce Hıristiyanlık gibi semavi bir dine girmeleri ve sonra şahadet getirmek şartıyla ancak Müslüman sayılabileceğini ısrarla vurgularken, günümüzde bu makamın karşılığı olan Diyanet İşleri Başkanı her ağzını açtığında “Aleviler Müslüman’dır. Bizim ayrımız gayrımız yok. Allah’ımız, kitabımız, peygamberimiz bir. Aramızdaki fark soğan zarı kadardır” diyor. Dün Aleviler gerek gönüllü gerek baskıdan dolayı “Biz de Müslüman’ız. Hatta İslam’ın özüyüz” demelerine rağmen yine de çok büyük zulüm ve katliamlara maruz kaldılar. Oysa Aleviler dün olduğu gibi bugün de çoğunlukla İslam’ın emir ve yasaklarına uymuyor ama geçmiş asırların şeyhülislamlarının günümüzdeki temsilcileri Alevi uyanışı başladığından beri “Aleviler Müslüman’dır” sözünü ağzından düşürmüyor. Sahi ne değişti düne göre de, Alevileri Müslüman saymaya başladınız? Hâlbuki sizler, Alevilere, “Kızılbaş, kâfir, dinsiz, mülhit, Rafızî; kestiğiniz, pişirdiğiniz yenmez” diye saldırırken de, onlar “Bizler Müslüman’ız. İslam’ın özüyüz” şeklinde karşılık veriyorlardı. Şimdi de aynı cümleyi tekrarlıyorlar ve aynen dün olduğu gibi bugün de, camiye gitmiyor, ramazanda oruç tutmuyor, 4 halifeden üçüne lanet okumaya devam ediyor. Aleviler aşağı yukarı aynı kalırken ne oldu da sizler birden değiştiniz? Yoksa samimi bir şekilde değişmediniz de sadece ağız ve taktik mi değiştirdiniz? Söyleyin Sayın Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, anlı şanlı ilahiyat profesörleri, günümüzün modern âlimleri ve müçtehitleri; yoksa Alevilere İslam çatısı altında yeni bir yer mi açtınız? Sünni âlimlerin (El-Ezher ulemasının) Mısır’da bundan yaklaşık Dr. Hüseyin DEMİRTAŞ* 100 yıl önce toplanarak daha önce hak mezhep sayılmayan Şiiliği nihayet kabul ettiği gibi, sizler de Aleviliği artık “hak mezhep” olarak ettiniz de bizim haberimiz mi yok? Oysa sizler her ne kadar lâfzen yorulmadan “Aleviler Müslüman’dır” türküsünü söyleyip dursanız da, Aleviliğe bırakın ayrı bir din olmayı, mezhep ve tarikat olmayı bile çok görüyorsunuz. Neymiş Alevilik size göre? Bir “meşrep”miş? Sözlükte meşrep; kişilik, hal, duruş anlamında geçen Arapça bir kelimedir. Bu özellikleri itibariyle yetersiz kişilere hafif meşrep denir diye ekleniyor. Buna göre herhalde Aleviler Müslüman ama işte öylesine biraz dozajı düşük hafif meşrepler öyle mi? Meşrep kelimesinin dünya ilahiyat, din bilimleri, hukuk ve siyaset literatüründe var mı bir karşılığı? Yok! Peki, inançlar neye göre sınıflandırılıyor dünyada? Hem geçmişte hem de günümüzde bir inanç, diğer din ve inançlarla benzerliklerine bakarak değil de, benzemezlikleri ve farklılıkları göz önünde bulundurularak ya din, ya mezhep veya tarikat olarak tanımlanıyor. Tamam, Aleviliğin İslam’la benzer ve ortak yanları olduğunu kabul ediyoruz. Ya aradaki yüzde 80’e varan devasa farklılıkları nereye koyacağız? Yoksa yine bizlerin haberi olmadan bu farklılıkları tolare eden bir İslam yorumu mu geliştirdiniz? Aleviliğe demi Şia gibi hak mezhep statüsü tanıdınız? Cem evlerini, “cümbüş evi”, kültür evi; cemi ile semahı kültürel ve folklorik faaliyet değil de, cem evini aynen cami, kilise ve sinagog gibi bir ibadethane ve de cemi-semahı namazla eşit ve eşdeğer bir ibadet olarak mı kabul ettiniz? Bildiğim kadarıyla hayır ve bin kere hayır! Zira söylem ve uygulamalarınızda buna dair en küçük bir işaret yok. Ya ne var? “Aleviler Müslüman’dır ama aynen bizler gibi davranır da, camiye gelir, ramazanda oruç tutarsa Müslüman’dır”, “Cem evi camiye alternatif olamaz”, “İslam’ın bir tek ibadethanesi vardır, o da camidir” dayatması bütün hızıyla sürüyor! Sizler Başbakanıyla, Diyanet’iyle, Danıştay’ıyla, bilumum diğer devlet kurumları ve bürokrasisiyle söz birliği etmişsiniz ve durmadan cem evlerinin ibadethane olamayacağına dair fetva ve kararlar veriyorsunuz. Bunları her gün kamuoyuna deklare ediyorsunuz. Buna karşılık cem evlerinin hala hiçbir resmi statüsü yok ve gecekondu muamelesi görüyor. Cem ibadeti ve bu esnada dönülen semahlarımız “folklor”, saz eşliğinde söylenen nefes ve deyişlerimiz “türkü-şarkı” olarak yaftalanmaya devam ediyor. Kısaca sizlerin Aleviliğe ve Alevilere bakışınızda, onlara karşı duruşunuzda ve tavırlarınızda düne göre söylem değişikliği dışında bir farklılık göremiyoruz. Ya ne görüyoruz? Alevileri ve Aleviliği olduğu gibi tanımama ve kabul etmeme; onlara üstten, aşağılayıcı ve burnu büyük bakış açısı her gün tanık olduğumuz sıradan bir muamele haline gelmiş durumda. Sizlerdeki bu duruş ve tavrın değişeceğine dair bir umut ve işarette ne yazık ki ufukta görünmüyor. Hal ve gidişat buysa, o zaman Alevilerden neyi bekliyorsunuz? Tabii ki, iyi birer Sünni olmalarını, camiye gitmelerini, 30 gün oruç tutmalarını ve bu ülkenin resmi dini Sünni İslam’a ve onun en büyük kurumu Diyanet’e biat ve itaat etmelerini istiyorsunuz. İstemekle kalmıyorsunuz, bunu 90 bin caminizle, 100 bini aşkın din görevlinizle, sayısız Kur’an kursunuzla, şimdi tüm eğitim kurumlarına yaygınlaştırdığınız imam-hatip müfredatlı okullarınızla, ilahiyat fakültelerinizle Alevi- kızılbaş - sayfa 6 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lere dayatıyorsunuz. Üstüne üstlük tüm okullarda sadece Sünni Müslümanlığı anlattığınız zorunlu din dersleri, güya seçmeli Hz. Muhammed’in Hayatı ve Kuran-ı Kerim Dersi ile de Alevi çocuklarının beyinlerini yıkıyorsunuz. Onları kendi inanç ve kimliklerine yabancılaştırmaktan utanmıyorsunuz. Bütün bu olup bitenlerden sonra bizler size niye inanalım? Nasıl sizlere güvenelim de, “Ha tamam, bunlar bizleri olduğumuz gibi kabul edip öyle Müslüman sayıyorlar”, “Nihayet Alevilik olduğu ve yaşandığı şekliyle İslam’ın bir kolu ve şubesi haline geldi” diyelim? Nitekim işte bu yüzden “Aleviler Müslüman’dır. Ayrımız gayrımız yok” sözlerinin benim ve Alevilerin ezici çoğunluğunun nezdinde hiçbir anlam ve önemi yoktur. Bunlar pek çoğumuzun gözünde birer tuzak ve taktikten ibarettir. Bazı kafası karışık ve karıştırılmış, yasakçı, inkârcı, manuple edici, asimilasyoncu politikalar ve uygulamalar sonucu kimliğine uzak ve yabancı kalmış Alevileri “avlama” operasyonundan başka bir şey değildir. Bizim gözümüzde sizler, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin Sünni egemenleri ve muktedirleri, dün Alevileri katlediyordunuz; bugünse Aleviliğin içini boşaltarak, Aleviliği kendinize göre tanımlayarak ve de bu ülkede İslam’ın sadece Sünni-Hanefi yorumunu tek doğru ve gerçek İslam diye dayatarak Aleviliği katletmeye çalışıyorsunuz. Dilinizden düşürmediğiniz tüm “Aleviler Müslüman’dır” söylemlerine rağmen, Alevilerin büyük çoğunluğu sizlere inanmıyor, inanamıyor. Zira ikiyüzlüsünüz. Samimi değilsiniz. Söylemleriniz başka, politika ve icraatlarınız bambaşka… Sizler, Alevileri dağ başlarında yaşadıkları için yüksek İslam’ın nurundan mahrum kalanlar, bu yüzden zamanla namaz kılmayı oruç tutmayı unutmuş cahil cühela takımı olarak gördüğünüz müddetçe, “Siz de Müslümansınız. Kardeşimizsiniz” sözlerinize kimse inanmayacak, kanmayacak ve ikna olmayacaktır. Ta ki, bir Diyanet İşleri Başkanı, bir müftü, bir ilahiyatçı çıkıp, “Aleviler namaz kılmasa da, ramazanda oruç tutmasa da, sadece cem evine gitse de Müslüman’dır; onların Müslümanlık yorumu-anlayışı başkadır ve o haliy- le bizim kabulümüzdür. Buna saygı gösteriyoruz. Alevilerin Müslüman sayılabilmeleri için bizim gibi inanıp yaşamalarına gerek yoktur. Cem evi de cami gibi İslam’ın bir ibadethanesidir. Cemler ve semahlar da bizzat namaz gibi İslam’da muteber birer ibadet biçimidir” diye ilan edinceye kadar sürecek bu inanmama ve ikna olmama tavrı. Bu da yetmez, hükümet, devlet ve Diyanet eski politika ve icraatlarını tamamen değiştirecek. Cem evlerini resmen tanıyacak, Alevi köylerindeki camiler kapatılacak, imamlar geri çekilecek; din dersleri ya tamamen kaldırılacak veya Alevi-Sünni diye ikiye ayrılarak ama seçmeli olarak verilecek. Alevilere karşı yapılan tüm katliamlardan ve günümüze kadar sürdürülen asılsız önyargı ve iftiralardan dolayı resmen özür dilenecek, yakın geçmiştekilerin failleri bulunacak ve cezalandırılacak. Devlet Alevilere ve Aleviliğe, geçmişteki kayıpların telafi edilmesi için bir süre pozitif ayrımcılık uygulayacak vs. İşte o zaman ben ve pek çok Alevi inanıp, ikna olacak ve tüm bu icraatları hayata geçiren politikacı, Diyanet yetkilisi ve yöneticinin makamı önünde hem alnından hem de ellerinden öpmek için sıraya girecektir. Gururla Alevi-Müslüman olduğunu söyleyecektir. Bunu şimdiki Başbakan Tayyip Erdoğan yaparsa da, inanıyorum ki AKP Alevilerden beklemediği yükseklikte bir oy alabilecektir. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın! Ancak sizler bunları yapmıyorsanız ve Alevileri nefret söylemiyle her gün ötekileştiriyor, dışlıyor, devletten ve bürokrasiden tasfiye ediyorsanız; “Aleviler Müslüman’dır” sözünüz sadece Alevileri avlamayı ve asimile etmeyi amaçlıyorsa, işte orada durunuz! Sizler, Alevi’ye ve Aleviliğe meşru ve resmi bir statü vermiyorsanız, cem evini hala tanımıyorsanız, ancak gizliden gizliye sizler gibi inandıklarında ve yaşadıklarında Müslüman sayacaksanız; Alevilerin de kendilerine göre arayışlara girmesine kızmayacaksınız. Sizler bu söylem ve politikalarınızı sürdürdüğünüz müddetçe, Aleviler de hakları için mücadeleye devam edecekler. Sizin dil ucuyla söylediğiniz, “Sizler de Müslümansınız” laflarına inanmayacaklar ve İslam’dan ayrı ve bağımsız bir din olma hakkını elde etmek için çalışacaklardır. Buna da karşı çıkmaya, Alevileri bölücü, birliğimizi-dirliğimizi bozan unsurlar olarak görmeye hakkınız yok. Çünkü sizler “Aleviler Müslüman’dır” derken samimi değilsiniz. Bu söylemin altında pek çok art niyet ve kirli amaç gizli. Siz kodamanlar Alevileri nasılsa öyle kabul etmeye yanaşmadığınız gibi, Numan Kurtulmuş’un kendi geçmişini inkâr edip, HAS Parti’yi kapatarak AKP’ye iltihak ettiğine benzer şekilde, Alevilerin de aynen bin yıllık geçmişlerini, atalarının mirasını yok sayıp kendilerini, inanç ve ibadetlerini kısaca Aleviliklerini unutarak, feshederek Sünni-Müslümanlığa katılmalarını bekliyor ve zorunlu koşuyorsunuz. Halep ordaysa, arşın burada! Siz Alevilere böyle yaklaşırsanız ve ısrarla onları Alevi olarak inanma ve yaşama, yeni nesline bu inancı bozmadan devretme, onları kimliğini korkmadan söyleme gibi en temel haklardan mahrum ederseniz; Alevilerin de kendilerini koruma, meşru müdafaa geliştirme ve sizlerin davet ettiği inanç çatısı altına girmemekte direnmesi analarının ak sütü kadar helaldir. Aleviler hiçbir zaman sizlerin istediği gibi Müslüman olmamaya kararlıdırlar. O halde ya onları oldukları Müslüman kabul edeceksiniz, ya da onlar siz onlara İslam içinde kendilerini inkâr etmeden ifade edebilecekleri bir alan açmadığınızdan dolayı yine de İslam ile olan bağ ve yakınlıklarını koruyarak, Aleviliği İslam’dan ayrı ve bağımsız bir din olarak ifade etmeye ve örgütlemeye çalışacaklardır. Böyle bir şey teoride ve pratikte mümkün müdür? Mümkündür. Zira Almanya’da daha 2003 yılında Alevilik 64 sayfalık bir bilirkişi raporuna dayanarak İslam’dan ayrı ve bağımsız bir din, cem evi de onun ibadethanesi olarak resmen kabul edildi. Hem de Aleviliğin İslam ile olan bağ ve yakınlıkları yok sayılmadan gerçekleşti bu tanınma… Darısı bizimkilerin başına! ---------- o O o -----------Butzbach/Almanya, 4 Eylül 2012 *Demirtaş, din bilimleri ve tarihi doktoru kızılbaş - sayfa 7 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (5) Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…! Yunus EMRE Hıdırellez günü evler ilaçlanmaz. Nasip süpürülür inancı ile bazı bölgeler de evler süpürülmez. olay ve konuşmaları A. Yaşar Ocak’ın araştırmasından aktarıyoruz. Kur’an-ı Kerim’in 60. ayetinden itibaren 80. ayete kadar olan bölüm şöyledir: Kuru baklagiller bir torba içinde bahçede ağaçlara asılır. Hıdır Baba’nın kamçısıyla bunlara dokunması ve bereket getirmesi dileği tutulur. Buna benzer biçimde ev, araba, çocuk ziynet eşyası resimleri de yapılarak bahçeye muhtelif yerlere asılır. Evde kalma tehlikesiyle karşı karşıya genç kızların başları üzerinde Hıdırellez günü yeni kullanılmamış kilit açılır. Hıdırellez günü, açların doyurulması, dargınların barıştırılması, üzüntülü olanların sevindirilmesine çalışılır. Hıdırellez’de içki içilmez, kumar oynanmaz. Yoğurt çalınır. Ancak maya kullanılmaz. Yoğurdun tutması halinde eve Hızır’ın uğradığına inanılır. Hıdırellez günü kırlara gidildiğinde Hıdırellez azığını çalma adeti yaygındır. Evlerde mantı, pirinç ve dövme pilavı gibi yemekler yapılır Hıdırellez’de salıncakta sallanmayanın o yıl çeşitli rahatsızlıklarla karşılaşabileceğine inanılır. Salıncakta sallanma bir bakıma ateş üzerinden atlama şeklinde o yıl için sağlık ve sıhhat dileği geleneği ile aynıdır. Hastalıkların, dertlerin sallanma sırasında döküleceğine inanılır. Hıdırellez günü çamaşır yıkanmaz. Yünlü giyecekler güneşe çıkarılır. Hıdırellez günü un elenmez ve ekmek yapılmaz. Yeşil ot, dal veya çimen koparılmaz. Çiçek toplanmaz. ADNAN CANGÜDER Bağ ve bahçelerde çalışılmaz, tarlaya gidilmez. Hıdırellez günü akşama kadar un kabına veya hamur tahtasına el sürülmez. Eve kuru çalı-çırpı götürülmez.Evin pencere ve kapıları kapatılmaz. 7 A B a ekler osman.ı musaf-kuranı kerim (ehl kehf suresi); tevrat gılgamış destanı osman.ı musaf-kuranı kerim (ehl kehf suresi); tevrat EHL KEHF SURESI Yine Buhari’nin Ubey İbn Ka’b’tan aktardığı bir hadiste Peygamber şöyle demiştir: “Hz. Musa’ya, insanların en bilgini kimdir diye soruldu? O da, ‘benim’ karşılığını verdi. Tanrı, ‘Allah bilir’ demediği için Musa’ya vahyedip şöyle azarladı: ‘Denizlerin birleştiği yerde bir kulum vardır ki o senden bilgilidir.’ Yorumcular bu kulun Hızır olduğu görüşündeler. El-Kehf sûresinin bu bölümüne kısaca değindikten sonra, Hz. Musa ile, ona kılavuzluk eden esrarengiz (yani Hızır) şâhsiyet arasında geçtiği belirtilen 60- Bir zamanlar Musa, genç bir adamına (bazı kaynaklara göre uşağına) şöyle demişti: “Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayıp gideceğim, yahut maksadıma erinceye kadar uzun zamanlar geçireceğim. 61- Bunun üzerine onlar, bu iki deniz arasının birleşik yerine ulaşınca balıklarını unuttular. Balık bir denize doğru yolunu tutmuştu. 62- Vaktaki oradan geçip gittiler. Musa genç adamına dedi ki, “Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzda andolsun ki yorgun düştük” 63- Genç adam, “Gördün mü kayaya sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Ona söylememmi Şeytan’dan başkası unutturmadı; o, şaşılacak bir suretde denize atıldı, yolunu tutup gitti”. 64- Musa “İşte, dedi, bizim arayacağımız bu idi” Şimdi izlerinin üzerine gerisin geri döndüler. 65- Derken, kullarımızdan öyle bir kul buldularki, biz ona tarafımızdan bir rahmet vermiş, nezdimizden has bir ilim öğretmişdik. 66- Musa ona “Sana öğretilen ilimden banada öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi. 67- O da Musa’ya “Doğrusu sen benim beraberimde asla sabredemezsin”. 68- “İç yüzünü kavrayamadığın bir bilgeye nasıl sabredebilirsin?” 69- O (Musa) da: “Allah dilerse beni sabredici bulacaksın, sana hiç bir işte karşı gelmiyeceğim” dedi. kızılbaş - sayfa 8 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 70- O da: “Eğer bu suretle bana tabi olacaksan ben sana kendisini anıp söyleyinceye kadar, bana hiç birşey sorma” dedi. 71- Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye bindikleri zaman o , gemiyi deliverdi. Musa dedi ki, “İçindekileri suda boğasın diyemi onu deldin? Andolsunki büyük bir iş yaptın.” 72- O dedi ki: “Sen beraberimde asla sabredemezsin demedim mi?” 73- Musa: “Unuttuğumuzdan dolayı, dedi. Beni muaheze etme. Şu arkadaşlığımızda bana güçlük yükleme. 74- Yine gittiler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rast geldileri zaman o, hemen bunu öldürdü. Musa dedi ki: “Tertemiz masum bir canı, diğer bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha! Andolsun ki sen kötü bir iş yaptın!” 75- O dedi: “Ben sana beraberimde asla sabredemezsin demedim mi?” 76- Musa, “Eğer, dedi, bundan sonra sana birşey sorarsam benimle arkadaşlık etme!” O taktirde tarafımdan muhakkak bir özre ulaşmışımdır. Benden ayrılmakta mazur sayılırsın. 77- Yine gittiler. Nihayet bir memleket halkına vardılar ki, orada ahalisinden yemek istedikleri halde kendilerini misafir etmekten imtina etmişlerdi. Derken yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. O bunu hemen doğrultu verdi. Musa dedi ki: “Dileseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın.” 78- O “İşte, bu benimle senin ayrılışımızdır. Sana, üzerinde asla sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim. 79- “Gemi denizde iş yapan yoksullarındı. Onun için ben onu kusurlu yapmak istedim ki, arkalarında her sağlam gemiyi zorla almakda olan bir hükümdar vardı. 80- Oğlana gelince, onun anası da babası da iman etmiş kimselerdi. Bunun için onları azgınlık ve kafirlik bürümesinden endişe ettik. 81- “İstedik ki onların Rabb’i bunun yerine temizlikçe daha hayırlısını, merhametce daha yakınını versin. 82- “Duvara gelince, bu o şehirde iki yetim oğlanındı. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları iyi bir adamdı. Binaenaleyh Rabb’in diledi ki, ikiside rüştlerine ersinler. Definelerini çıkarsınlar. Bu Rabb’inden bir merhametti. Ben bunları kendi re’yimle yapmadım. İşte üzerine sabredemediğin şeylerin içyüzü”. Hızır’ın peygamberliği ve ebedi yaşadığı konusunda çeşitli rivayetler vardır. Kimilerine göre Hızır, (Al – Hazir yeşillik anlamına gelmektedir) Hz. Âdem’in kendi oğludur. (İslam ve yahudi inançlarına göre ilk insan Adem’dir. İLYAS Aleyhisselam ise Kur'an-ı Kerim'de En'am Sûresi (85-90) ve Saffat Sûresi'nde (123-132) geçer. Hakkında fazla bilgi yoktur. Rivayete göre hükümdar Ahab zamanında yaşamıştır. Hızır, Hz. Âdem’in çocuklarından Kabil’in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh’un oğlu Sâm’ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut Hz. İshak’ın torunlarından Hazrûn b. Amâyîl’dir. Bunun yanında onun Hz. Harun’un soyundan geldiği, isminin Hadır b. Âmiya veya Hadır b. Fir’avn olduğu yahut Kur’an’da adı geçen İlyâs veya El-yesa’ın Hızır’ın kendisi olduğu öne sürülür (Ebû Hatim es-Sicistânî, s. 3; Makdisî, III, 77; İbn Kesîr, I, 295; Diyarbekrî, I, 106). Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum, babasının Fars olduğu kaydedilir (İbn Kesîr, I, 299; Diyarbekrî, I, 106-107). İbn Kesîr, İslâmî kaynaklarda Hızır’ın gerçek adı olarak gösterilen Belyâ b. Melkân’ın aslında Kitâb-ı Mukaddesteki İlya’dan bozma olduğunu belirtmiş [el-Bidâye, I, 299), bu görüşe dayanan A. J. Wensinck ve A. Yaşar Ocak gibi araştırmacılar, Hızır’ın asıl adının İlya’nın Arapçalaşmış şekli olan Belyâ olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere hadis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan Hızır ve İlyâs tasvirlerine göre İlya ile İlyâs aynı, Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ayrıca bunların birlikte hareket ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade eden Hıdrellez telakkisinin sağlam bir temele dayanmadığı ortaya çıkar. "Hızır" inancı, Hıristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük, Şamanizm ve Antik Yunan dinlerinde de yer almaktadır. Özellikle de Yahudilikteki "İlya" inancı, Hızır ile tıpatıp aynıdır. Kitab-ı Mukaddes’e göre İlya, Yahudi mistiklerine görünmekte; onlara gizli hikmetleri öğretmektedir. Hani Mûsâ beraberindeki gence şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım ya da uzun zaman gideceğim.” Onlar iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık denizde yolunu tutup kayıp gitti. Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence “Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük” dedi. Genç, “Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. –Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti” dedi. Mûsâ: “İşte aradığımız bu idi” dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisin geri döndüler. Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.7 Mûsâ ona, “Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi. Adam şöyle dedi: “Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin.” “İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?” Mûsâ, “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim” dedi. O da şöyle dedi: “O halde eğer bana tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.” Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (adam) gemiyi deldi. Mûsâ, “Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi. Adam, “Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi. kızılbaş - sayfa 9 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mûsâ, “Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!” dedi.8 diye nitelendirilen kişinin bütün tefsir kitapları ve hadisler de Hızır olarak adlandırılmasıdır. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, “Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!” dedi. Bazılarına göre de Hızır, Kabil veya El Yasa’nın oğludur. Bazı önemli kaynaklar ise Hızır’ı peygamber mertebesine koyarken, kimileri de; o’nun Velî veya Nebî olduğunu yazarlar. Adam, “Sana, benimle beraberliğe asla sabredemezsin demedim mi?” dedi. Mûsâ, “Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme.9 Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)” dedi.10 Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, “İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın” dedi. Adam, “İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir” dedi. “Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatacağım.”11 “O gemi, denizde çalışan bir takım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.” “Çocuğa gelince, anası babası mü’min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.” “Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.” “Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.” Kehf (60-82) Dikkat çekici olan bu ayetler de Hızır ve ya başka bir isim geçmemesine rağmen 'kullardan bir kul' veya 'o kul' Hz. Muhammed bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Hızır’a bu adın verilmesinin nedeni, kuru bir yerde post üstünde otururken hemen arkasında yeşil otlar belirmesindendir” Kimi anlatımlara göre ise, Hz. İlyas ile kardeştir. Biri karada diğeride denizde insanların yardımcısı olmaktadır. Yine Buhari’nin Ubey İbn Ka’b’tan aktardığı bir hadiste Peygamber şöyle demiştir: “Hz.Musa’ya, insanların en bilgini kimdir diye soruldu? O da, ‘benim’ karşılığını verdi. Tanrı, ‘Allah bilir’ demediği için Musa’ya vahyedip şöyle azarladı: Denizlerin birleştiği yerde bir kulum vardır ki o senden bilgilidir. Yorumcular bu kul’un Hızır olduğu görüşündedirler. Hızır’ın ebedileştiğini iddia eden bazı kaynakalar ise, Hızır’ın Zu’l – Karneyn’in veziri olduğunu savunarak, şunu ileri sürerler. Zu’l - Karneyn Ab-ı Hayatı bulmak için yola düştükten sonra, Ab-ı Hayatı ilk bulan, ilk içen ve onunla ilk yıkanan Hızır olduğunu savunurlar. Hâttâ bu arada Zu’l – Karneyn’in yolunu kaybederek geri döndüğü de iddialar arasında yer almaktadır. Hızır’ın yaşadığını iddia eden kaynaklar, Ab-ı Hayat suyunu ilk içenin Hızır olduğundan yola çıkarak, Hızır’ın ebedileştiğini savunmaktadırlar. Bir çok kaynak, Hz. Musa’nın beraberindeki genç adamının uşağı olduğunu yazar. Hz. Musa’nın uşağının adı Yuşa ibn Nün, Bilgin ve Kul olarak ayetlerde ifade edilen kişinin ise Hızır (Arapça telafuzu Hard)’dır. Hızır’ın peygamberliği ve ebedi yaşadığı konusunda çeşitli rivayetler vardır. Kimilerine göre Hızır, (Al – Hazir yeşillik anlamına gelmektedir) Hz. Âdem’in kendi oğludur. (İslam ve yahudi inançlarına göre ilk insan Adem’dir. Aziz Sarkis, Ermeni dünyasında, en çok popülarite kazanmıș Ermeni azizlerinden biridir. Evlenme çağındaki genç kızların ve genç erkeklerin rüyalarında eș adaylarını görmeleri ile ilgili anlatımlarla çok tanınır. Gerçekte, Aziz Sarkis (Sergius), Roma ordusunda görevli ve Hıristiyanlığa sıkıca inanmıș, imanlı bir komutandı. Geleneklere göre, Ermeni genç kızları veya erkekleri, Aziz Sarkis yortusunun (Genellikle Șubat ayının ikinci hafta sonu, 2012’de 4 şubat tarihine rastlamaktadır) bir gün öncesi tuzlu Pelit (bir nevi buğday yemeği) yerler ve bunu rüyalarında gelin veya damat adaylarını görebilme inancına bağlarlar. Aziz Sarkis yardımseverliği ile de tanınır, oysa kendisinin beyaz atından bașka bir zenginliği yoktu. O devamlı beyaz atı üstünde herkesin yardımına koșardı. Süryanî edebiyatında manzum bir İskender destanı vardır. Orada İskender'in aşçısı ebedî hayat kaynağını arayan İskender'e refakat etmektedir. Yolculukları sırasında bir gün aşçı tuzlu bir balığı suda yıkarken balık canlanır ve kaçıp gider. Andreas balığı yakalamak için suya atlar ama tutamaz. Ama kendisi de ölümsüzlüğe kavuşur. Sonradan bunu farkeden İskender bu menbaı arar, ama bulamaz. Yahudi efsânesine gelince, İlyas ile haham Yeşuş ben Levi'nin birlikte ettikleri seyyahati anlatır. Yeşuş İlyas'a tıpkı Hızır'ın Musa'ya koştuğu gibi şartlar koşar. Benzer davranışlarda bulunur. Yani Efsane'deki Yeşuş, Kur'an'daki Musa'dır. Bir çok kaynak, Hz. Musa’nın beraberindeki genç adamının uşağı olduğunu yazar. Hz. Musa’nın uşağının adı Yuşa ibn Nün, Bilgin ve Kul olarak ayetlerde ifade edilen kişinin ise Hızır (Arapça telafuzu Hard)’dır. (devamı gelecek sayıda) kızılbaş - sayfa 10 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 EŞKİYA HÜKÜMDAR OLURSA.... KAZIM ORBAY VE DERSİM Türk yönetimi, Dersim harekatına yönelik hem içte hem dışta hazırlıklarına 1935`te başladı. Almanya ve İtalya`da iktidara gelen faşist yönetimlerle ciddi ilişkiler geliştirdi. Avrupa`daki gerici yönetimlerle kurduğu ilişki ile birlikte, İran ve Irak`la da 1937 de Kürt ulusal hareketine karşı „Sadabat Paktı“ kurdu. Türk yönetimi, Hitler`e, o henüz yahudi katliamına başlamadan önce pratiği ile yöl gösteriyordu. İçerde Türk ırçılığı azgınlaştırılak saldırganlaştırıldı. „Şark Islahat Proğramı“ adı altında Kürdistan`da yeni bir işgal ve katliam proğramı yürürlüğe koydu. Dersim katliam hazırlıkları sürdürülürken, 1935`te Savunma bakanı olan Kazım Orbay koordinatörlüğünde Trakya`da otuzbin Yahudi`nin malları yağmalanarak Orta Anadolu`ya sürgün edildiler. Türkiye`nin değişik şehirlerinde arta kalan Rum, Ermeni ve Pontuslara saldırılar düzenlenerek sindirildiler.Türk yönetimi, Dersim katliamı için ihtiyaç duyduğu 600 bin lirayı bu yağmalamada elde edeceğini hesaplamıştı ama büyük çapta gayrı menkul gaspedilmesine rağmen, nakdi olarak ele geçen para bu mikdardan azdı. Onun için dersim seferini 6 ay ertelemek zorunda kaldılar.1936`da, Dersim`de bir taraftan silah toplamaya, bir taraftanda ödenmemiş vergiler adı altında keyfi paralar topladılar. Diğer taraftan yol, köprü ve kışlaların yapımında dersimlileri angarya ile çalıştırarak soykırımın maliyetini de onlara yüklemeye çalıştılar. Türk ordusu, 1937`de Dersimi işgal ederek kışlalara yerleşti. Dersim ileri gelenlerini toplayarak Elazığ`da uydurma mahkemeyle, daha önce verilen idam kararlarını yüzlerine okuyarak aynı gün infaz etti. Harekatın ikinci saf hası için Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak ve savunma bakanı Kazım Orbay arasında kararlaştırılarak insiyatif 3. Ordu Müfetişi ünvanıyla Kazım Orbay`a verildi. Gerekli asker sevkiyatından sonra Kazım Orbay, ikinci 600 bin liralık ödenekle Erzincan`da konumlandı ve soykırım harekatına başladı. Pülümür, Karaoğlan ve Hozatta ki karargahlarda Dersim soykırımını yönetti. Burada dikkati çeken bir durum, daha önce Dersim`de gaspedilen para, altın, DAV U T K U RU N buğday, yağ ve canlı hayvanın yanısıra genç kız ve kadınlar da ganimetten sayılarak Elazığ`a götürüldüler. 38 katliamında gaspedilen bu mallar Elazığ ve Erzincan pazarlarına akmaya başladı. Elazığ ve Erzincan Türkiye`nin her tarafından gelen tücarlarla doldu. Ancak Elazığ`de Abdullah Alpdoğan`ın ve Erzincan`da Kazım Orbay`ın izin belgesi tanzim ettiği tücarlar mal nakliyatı yapabiliyorlardı. Gerci o dönem Türkiye`nin her yerinde, generallerin kendisine bağlı gayrımeşru iş yapan grupları vardı, ama bunlar Elazığ ve Erzincan`da resmi idiler. Kazım Orbay, Dersim soykırımında zenginleşerek dönerken Besime ve Emine adlı iki Dersimlı kızı da hizmetçi olarak yanına almıştı. Kemalist generaller, daha önce de Rum ve Ermeni tehcirlerinde büyük topraklara işyeri ve malikhanelere el koyarak palazlanmışlardı. Mustafa Kemal, Türkiye`nin en zengin adamı olmuştu. Malvarlığının bir kısmı ölümünden sonra devlete devredildi, bir kısmı da yakınlarına dağıtıldı. İş Bankası`ndaki hisselerinin toplam meblağı, Hindistan`da toplanan paranın kişisel zimmetine geçirmesiyle oluşmuştu. Ayrıcı Erzincan ovasında Ermeniler`den kalan arazıler, Adana`daki Tekir Yaylası, Ankara`daki Ormançiftliği, Çankaya köşkü ermenilerden, İstanbul Adalar`daki, İzmir Konak`taki gayrimenkuller rumlardan gaspedilmişti. Bütün generaller gibi Kazım Orbay da bu ganimetten payını almıştı. 1924 mübadele antlaşması gereği, Batı Trakya`dan gelen “Türklere” Yunanistana gönderilen Rumların ev ve arazileri verilecekti, ancak Batı Trakya Türkleri geldiklerinde bu evlerin “subaylar tarafından işgal edilmiş olduklarnı” gördüler. Göçmenleri çadır ve savaşta yıkılmış yakılmış evlere yerleştirdiler. Selanikten gelen bir göçmen İzmir`de kendilerine ev verilmesi için resmi makamlara müracaat edince karşılarına Kazım Orbay`ın adamları çıkar ve susturulurlar. Dersim`de “gördüğünüz her canlıyı öldürün”emrini veren Kazım Orbay`ı daha yakında tanırsak, tabloyu taha iyi anlarız. Kazım Orbay 1886`da İzmir`de doğar. Enver Paşa ile Nuri Paşa`nın akrabasıdır. Enver Paşa`nın kızkardeşi Mediha ile evlidir. 31 Mart vakaası nedeniyle Hareket Ordusu`nda balkan savaşlarına ve birinci dünya savaşına katılmışsa da önemli bir başarı kazanamamıştır. Amcası ile birlikte Ermeni soykırımına katılmıştır. Nahcivan`daki katliamlarından dolayı galip devletler tarafından hakkında tutuklama kararı verilmiştir. Enver`in ölümünden sonra Kemalistlere katılmıştır, İzmir`e ilk giren komutanlardan olmuştur. Dersim Katliamı sırasında Milli savunma bakanlığı yapmakta idi. Soykırım harekatının bütün planlamalarını Mustafa Kemal ile birlikte yapmıştır.1938 Katliamı`nda bizzat sorumluluk alarak 3.ordu müfetişi sıfatıyla askeri insiyatifi ele almıştır. Katliamdan sonra, bölgede estirilen türkçülük rüzgarı ile bölgedeki halkın durumunu anlamak için bir anket yaptırılı. Elazığ, Dersim, Bingöl ve Erzincan`ı kapsıyan bu ankette, kimlik konusundaki sorulara, 1.540.000 ZazaKürt denmesine karşılık, sadece 16.000 kişinin Türk demesi karşısında çılğına dönerler ve ankete yayın yasağı konur. Anket belgelerine gizlilik damgası vurularak Ankara`ya gönderilir ve daha sonraki tedbirler konusunda kafa yorarlar. Kazım Orbay, Dersim Katliam ve Talanı`ndan daha da zenginleşerek Ankara`ya dönerken yanına Besime ve Emine adlı iki Dersimli kızkardeşi de ganimet olarak alır. Besime şöyle anlatıyor. “Dedem, rahmetli çok yaşlıydı. Hiç unutmam, bizimkiler dedemi asker kızılbaş - sayfa 11 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gelmeden önce orada bıraktı. Biz Erzurum yolunu tuttuk. Haber geldi ki, Dedem Seykemal kendini asmış. Katliam sırasında dağlara çıktık, sonra asker bölgeden gitti, biz köyümüze indik. Geldik ama, ekinlerimiz ve evlerimiz yakılmış gördük. Erzincan`a gittik. Bir geceyarısı kapı çalındı. Asker geldi. Dedik, ya asacaklar, ya kesecekler. Asker kattı önüne bizi.” Çevrede topladıkları yüzlerce kişiyi önce bir okuldu topluyorlar, sonra birkısmını sürgüne gönderiyorlar, Emine`nin ailesini Samsun`a gönderiyorlar. Kadınları ve kızları subaylar ganimet olarak kendi aralarında paylaşıyorlar. Besime, kendisinden 3-4 yaş büyük ablasıyla birlikte ordu müfetişi Kazım Orbay`a veriliyor. “Yemek bize kokuyordu, yiyemiyorduk, kuru ekmek yiyorduk. Emine benden 3-4 yaş büyüktü. Dövmesinler diye mutfağa kaçıyorduk. Mediha Hanım`ın (Enverin kızkardesi, K.Orbayın eşi) Türkçe isteklerini anlamadığımız için dayak yiyorduk. Hiç sef kat görmedik. Ellerinde gelse, boğup atacaklardı. Bizim o tarafa çok kızıyorlardı. Hele Dersim dedin mi “ay yabani Dersimliler” diyorlardı. Seyit Rıza`nın dölleri diyorlardı.” (Bir Tutam saç belgeselinden aktaran, Star gazetesi.6.11.2009) Kemalist isgalçiler, ikinci dünya savaşının başlaması nedeniyle, “Şark İslahat Planı`nın” dördüncü saf hasını ertelemek zorunda kaldılar. Özellikle SSCB nin, Türkiye´nin Almanya ve İtalya´ya verdiği desteği kesmek için , Boğazlar ve 1921 Moskova antlaşmasına göre Ermeni toprakları olarak belirlenen Kars ve Ardahan konusunu gündeme getirmesi, Kemalistleri çok korkuttu ve kürdistan`daki katliamlarını geçici olarak ertelemesine neden oldu. Ancak 1943`ten sonra Almanlar`ın savaşı kazanması süpheye düşünce Kemalistler paniğe kapıldılar.1944`de Ruslar`ın üstünlüğü ortaya çıkınca Türk generalleri hemen alelacele müttefik devletlere yaltaklanmaya başladılar. Alman ve İtalya ile ilişkilerini sınırladılar. İçte türkçülük söyleminin dozajını düşürmeye, ırkçı-turancı söylemleri açıktan dillendilerenlere karşı göstermelik de olsa tedbirler aldılar. Hükümette de bazı değişiklikler yapıldı. Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak istifa ederek yerini Kazım Orbay`a bıraktı. Rus birlikleri Berlin`e girince de Türkiye Almanya`ya savaş ilan etti. Bu kadrolar açıktan İngiliz ve ABD ye, elaltında da SSCB ne şirin görünmek için bütün hünerlerini sergiliyerek çıkar sağlamaya çalıştılar. Durumun daha iyi kavranması için, o dönemde cereyan eden bir olay aktarmak istiyorum: Kazın Orbay, 1944 de Genel kurmay başkanı olunca, adet olduğu gibi, Ankara`da kendisine bağlı bir gayrı resmi ekip oluşturur. Bu Türkiye`de bir gelenekti. Bir ilin en üst askeri sorumlusu, Vali ve Emniyet müdürü, o ilde kendisine bağlı çalışan, haraç, komisyon, ihale işlerine bakan, gayrı resmi bir gurup oluşturur ve devlet ihaleleri, komisyonlar, haraç toplamalar bu garyrı-resmi gurup eliyle yürütülürdü. Kazım Orbay da Genel kurmay başkanı olunca hemen 16 yıldır Ankara`da valilik ve aynı zamanda belediye başkanlığı yapan Nevzat Tandoğan ile irtibata geçer. N. Tandoğan`ın başında olduğu ekibe ortak olur. Bu ekibin başına da belediyede mütercim olarak çalışan, MAH (MİT) üyesi, Kazım Orbay`ın oğlu Haşmet Orbay getirilir. Almanların yenilmesi kesinleşince, o güne kadar tecrid edilmiş olan Sovyet büyükelçilik yetkilileri birden her yerde aranan ve saygı gösterilen adamlar oluverdiler. Hatta ne kadar dost olduklarını göstermek için Almanlar hakındaki bilgilerini İngiliz, ABD ve SSCB yetkililerine sundular. İngilizler ve ABD hakındaki bilgileri SSCB`ye, SSCB hakındaki bilgileri de İngilizler`e pazarladılar. Kazım Orbay, kilit bir noktkada olduğu için bütün sırlara kolayca erişebiliyordu. SSCB büyükelçisiyle, Türkiye, Almanya, İngiltere ve ABD hakındaki önemli bilgileri Rusya`ya 2 milyon lira karşılığında satmak konusunda anlaşır. Bilgi teslim işini Ankara, iç ve dış istihbarat bölge başkanı Kazım Orbayın oğlu Haşmet Orbay yapar. Haşmet Orbay bilgileri teslim edip paraları alırken, büyükelçilik doktoru Dr.Neşet Naci Arcan görür. Bu doktorun aynı zamanda ABD büyükelçisinin de doktoru olduğunu öğrenen Kazım Orbay Nevzat Tandoğan`la birlikte doktoru hemen ortadan kaldırılmasına karar verirler. Doktoru Haşmet Orbay muayenehanesinde öldürür. Plan geregi ertesi gün, Tandoğan`ın 100 bin lira karşılığında satın aldığı Reşit Mercan adında bir şahıs, 6 ay hapis yatıp çıkma sözü ile polise teslim olup cinayeti üstlenir. Mahkeme saf hası tam bir çadır tiyatrosu şeklinde cereyan eder. Mahkeme devam ederken, savcının müebet istemesine bozulan Reşit Mercan, mahkeme süresi içinde ifadesini değiştirerek, suçsuz olduğunu, para karşılığı Haşmet Orbayın suçunu üstlendiğini, kendisine 6 ay ceza sözü verildiğini söyleyince Haşmet Orbay bayılır. Haşmet Orbay, ifadesinde Reşit`in yalan söylediğini, kendisini kurtarmak için suçu kendisine attığını söyler. Hakim, Reşit`e bu ifadeye ne diyeceğini sorunca, Reşit” siz bilirsiniz, demek ki öyle imiş” der. Kararda Reşit`e 20 yıl, Haşmet`e de katile silah sağladığı için bir yıl ceza verilir. Ama olay basına yansır, Mehmet Salih Esen isimli bir yazar “cinayeti 100 bin lira karşılında, Haşmet Orbay tarafından azmettirildiğini, arabuluculuğunu da N. Tandoğanın yaptığını ,,Reşit`in teslim olmadan önce vali N. Tandoğan ile görüştüğünü, sonra teslim olduğunu yazar. Olay diğer büyükelçileri de ilgilendirdiği için uluslararası bir boyut kazanır ve dava yargıtaya intikal eder. Yargıtay, davayı bozarak, Bolu`da görülmesine karar verir.Bolu`da ifadesini tekrar değiştiren Reşit, doğruları söyler ve Vali N.Tandoğan`ı tanık olarak dinlenmesini talep eder. Vali, Kazım Orbay`a, başbakana ve adalet bakanına bu işe bir çözüm bulmasını, olay üstüne kalırsa herşeyi açıklayacağını söyler. Vali N.Tandoğan ertesi gün evinde ölü bulunur. Bolu`da ceza alan Haşmet ile Reşit, 1950 affından yararlanarak hapisten çıkarlar. Vali N.Tandoğan da Kazım Orbay gibi, Ankara`yı yıllarca haraca bağlamıştı. Ankara pazarında 2 bin yıllık kira ile bir yer tutup mallarını satan ankara köylülerinden bir grup, N.Tandoğan`ın adamlarına komisyon vermiyorlar. Köylülerin içinde, SSCB`in Almanya` ya girmesi ile yükselen solcu rüzgara kapılan birisi, Tandoğan`ın adamlarına, „köylü milletin efendisidir“ der. Bunu duyan vali N.Tandoğan hemen genci tutuklatıp huzuruna getirtir. „Ulan Öküz, Anadolu, Milliyetçilik, Komünizm size ne? Sizin göreviniz mahsul yetiştirmek ve oğullarınızı askere göndermektir. Size verdiğimiz vazife sadece budur” der EŞKİYA HÜKÜMDÜR OLURSA, GASP, ZULÜM VE ÖLÜM ADALET OLUR...... Kaynak: http://yilanli.info kızılbaş - sayfa 12 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SIRA TÜRKİYE’YE GELECEK!... İran Genel Kurmay Başkanı Suriye’den sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini söyledi. Türk dişişleri bakanlığı buna sert cevap verdi. Sert cevap niye verdiler, Suriye gibi Türkiye’ninde sonuçta aynı şeylerle karşılaşacağını söylediği için. Yarası olmayan gocunmaz diye bir söz var; demekki Türkiye’nin kanayan bir yarası var. Hatırlatılmasında sonsuz derecede rahatsızlık duyuyorlar. Ortadoğu haritası değişmeye mahkümdur. Kimse 1. Dünya savaşında cetvelle çizilen bu haritayı artık kabul edemez. Zaman ve siyasi vb gelişmeler bu haritayı eskitti. Hiç bir rejim biraz uyarlama yaparak soğuk savaş dönemindeki gibi yaşayamaz. Ben devrimci oldum olalı, yakındoğu ve Ortadoğu’da Kürtlerin 40 milyonluk bir nufusu olduğu söyleniyor. Buda tahmini ve yaklaşık bir rakamdı. Aradan neredeyse 30 yıl geçti. Hala Kürtler 40 milyon deniliyor. Kürt nufusunun artık 50 milyonun üzerinde olduğu kesindir. Kürtlerin çabuk çoğaldığı gözönüne alınırsa 60 milyon ve üzeri söylense de abartılı olmayacaktır. Kürtler derinliğine bir çoğrafyaya ve genişliğine bir nüfusa sahiptir. 21. yüzyılın en dinamik gücünü Yakındoğu ve Ortadoğu’da Kürtler oluşturuyor. Bu yüzyıl Kürtlerin yüzyılı oluyor. Lozan ve 1. Dünya sonrası anlaşmalar çöpe atılmaya mahküm olacak duruma geldi. Ya sınırlar; sınırlar aşılarak ve AB gibi ortak birlik ve Pazar oluşturularak aşılır. Buna yanaşılmazsa haritada yeni güçler sahneye çıkar. Kürtler açısından da Bağımsız Kürdistan kurulur. Değişim gelip herkesin kapısını çalar. Er veya geç kaçınılmaz bir sondur bu. Hiç bir devlet değişimi ve 21. Yüzyıla denk düşecek ilişkileri, küreselleşmeyi, farklıların tanınması ve açığa çıkarılması gerçeği dışında kalamaz. Farklı olanlar ister etnik, ister dini, ister inanç ve ister demokrasi vb açısından olsun kimlik ve dünyanın genel geldi- Dr. Dursun Ali Küçük ği ilerleme düzeyine kavuşurlar. Öyle “kırmızı çizgilerimiz var” demek para etmez. Farklı olana , Kürtlere ve Alevilere vb. geçmişte olduğu gibi zor kullanarak bu gerçeği engelleyemezler. Hani ne derler; Feriştah olsanda gücün yetmeyecek. Bu Türkiye ve İran açısından da fazlasıyla geçerlidir. Hani İran’da şeriat var, buna rağmen AKP ve İran anlaşamıyor. Demek sorun din ve Müslümanlık değil. Devlet ve sermayenin çıkarları onları çatıştıryor. Bölge üzerinde bölgesel güç olmak noktasında kafa yoruyor ve çatışıyorlar. Ama herkesin Müslümanlığı da kendisine göredir. İki rejimde Firavun dönemini yaşıyor. SIRA SAHİ KİMDE? Sıra İran’da mı Türkiye’demi? İran’a sorsan sıra Türkiye’ye gelecek diyor. Ama kendilerinin de Suriye’den sonra hedefte olduklarını adları gibi biliyorlar. İran Genelkurmay Başkanı “sıra Türkiye’ye gelecek” diyor. Haksızda değidir. İlk sıranın kimde olduğu bu gün ve yarın hangi rejimlerin çatırdayacağı çok önemli değil. Ama herkes sırasını beklesin ve sıra kendisine gelir. Suriye’den sonra sıra İran’dadır. Genel gelişmeler buna işaret ediyor. Sonra diğerleri sırasını sakın unutmasın. Ortadoğunun teokratik, otarşik, oligarşik, otoktarik vb rejimleri sırasıyla değişecekler. Bu değişimden kimse kaçmayacaktır. Örneğin Suriye rejimini küresel güçler istemiyor. Ama onlardan çok herşeyiyle yardımcı olan Suudi Arabistan, katar, Türkiye ve Ürdün’dür. Bunlar aktif ve her tür desteği sunuyor.Suudiler, katar ve Ürdün demokrasinin D’sini bile ağzına almıyor. İnsan hakları vb dersen tam bir rezalet. Kadının adı bile buralarda söylenmez. Türkiye sadece D’sini söylüyor. Kürtler, Aleviler vb gündeme geldiğinde dillerini yutuyorlar. Bu günlerde Bahçeli AKP’nin yanındayım diyerek; istediğiniz kadar Kürtlere vb zülüm ve katliam yapın onayını veriyordu. Erdoğan Çillerleşti. İdris naim Şahin mehmet Ağarlılaştı. Bir ergenekon gitti, Erdoğan ve AKP Ergenekonu geldi. Kısaca rejimler yıkılınca bölgedeki diğer devletlerin pozisyonları farklı oluyor. Ama bu gün komşuya olan yarın onun başına gelecek. Bundan kaçıp kurtulamazlar, ancak mümkün oldukça ateşin çevre yerlerde olmasını ve kendisinden uzak olmasını tercih ediyorlar. Oysa tutuşmuş olan kıvılcımlar gelip onları da bulacaktır. Hani parasıyla değil sırasıyla dır diye bir deyim vardır. Sıranın bölgedeki bütün rejimlere parasıyla değil sırasıyla geleceği kesindir. İRAN REJİMİ YIKILINCA BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN’IN KURULMASINI HİÇ BİR GÜÇ ENGELLEYEMEZ Burada açıkça yazıyorum. Güney Kürdistan federasyonu bağımsızlık vb der ve belkide ilk adımlarını atar. Böylesi bir ortam oluşursa fazlasıyla sevineceğim. Ama mevcut koşulları değerlendirdiğimde İran rejimi topun ağzına girince ve yıkılınca kesinlikle Bağımsız Kürdistan kurulacaktır. Bunu Türkiye düşünsün. Kürtler İran’da yaygın bir çoğrafyada vardır. Doğu Kürdistan mevcut İran Türkiye devlet sınırlarıyla bitişiktir. Burada çok geniş olmayan ama uzun olan bir şeritte kürtler vardır. Ama Doğu Kürdistanda Kürt nufusunun çoğunluğu mevcut Kürdistan federasyonu ile sınır olacaktır. PKK İran ın ve Suriye nin mevcut ilişkileri geçicidir. Kalıcı olduğuna ina- kızılbaş - sayfa 13 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nan varsa saftır. Öyle Kürdistani olan bazzıları da sakın “dosluk” tan söz etmesin. Kürdistan Suriye ve İran rejimlerinin yaşamasıyla değil, yıkılmasıyla kurulur. Bunu önemsemeyenler kör cahildir. Suriye ve İran rejimlerini kendilerini korumak için geçici taktik ilişkiler içine girmek issterler. Buna Kürtlerden çok onların ihtiyacı vardır. Esad rejiminin canı çıkıyor. Canı çıkarken bile Güneybatı Kürdistanlıların haklarını ve statüsünü ağzına bile almıyorlar. İran rejimide serttir, ancak çatırdar ve kırılır. Onlardan reform vb beklemek hayaldir. Türkiye soğuk savaş sona erince Rusya ve dağılan Sovyetler pazarından epey yararlandı ve palazlandı. Rusyanın Putin çıkışıyla beraber alanları daraldı. AKP islamıyla ortadoğu pazarını epeyce ele geçirmeye ihtiyaçları var, yoksa son on yılda ekonomideki büyümeyi ayakta tutamazlar. AB’yi unuttular. Ancak ABD ve AB’ye Ortadoğu’da size dayanarak ben epey iş yaparım, bensiz Ortadoğu değişmez diyorlar.Türkiye Suriye rejimini canla başla yıkmak istiyor. Hatta müdahale için en çok çaba harcayandır. Ama sıra Türkiye’ye geldiğinde içişlerimize kimse karışamaz ve Suriyenin içişlerine karışmıyoruz hikayelerini tekrarlıyorlar. Suriye’de herkese katliam ve zulüm varmış. Erdoğan bu söyleme bolca sarılıyor. Sözkonusu Suriye Kürtleri, Ermenileri, hristiyanları, Durzileri ve Alevileri olunca dili tutuluyor. Sanki kendileri iktidara gelseler esad ı bile aratacak ve diktatör kesilecek Müslüman kardeşler vb demokrasi ve insan hakları mı getirecek? Fırsat bulurlarsa Erdoğan ve AKP gibi olacaklar. Erdoğan bütün reform ve açılım demagojileri fos çıktı. Kürdistanlılara karşı, Alevilere ve hakkını isteyen emekçilere ve ötekilere karşı tam bir despottur. Şimdi Kürdistan’da Tansu Çiller, Doğan Güreş dönemini yaşatıyor. Eski kirli savaşçılar gibi “yok ederiz”, “bitiririz” diyorlar. Aynı zulüm ve katliam hikayeleri devam ediyor. Türkiye uniter ve katı merkeziyetçi yapısını sürdürdükçe hiç bir temel sorun çözülmez. Kürdistan ve Kürtlere mevcut askeri çözüm dayatıldıkça Türkiye’dekiler boşuna demokrasi gelecek demesinler. Sizin sıranız diğerlerine göre biraz gecikecek, ama unutmayın sıra size kesin gelecek. İttifaklar, mecvut konjoktürel duruma ve sırtınızın bolca sıvazlanmasına bakmayınız. Sert kayayız diyorsunuz ve kimse bize birşey yapamaz inancındasınız. Ama sert olan esnemez ve sonuçta kırılır. Bu gidişle ekonomiyi eskisi gibi düze çıkaramazsınız. Ordanda geriye adım atma başladımı, krizinizi örtecek birşey bulamazsınız. Sıfır çözüm bitti. Kardeşlik pozlarınız verdilerinize silah sıkıyorsunuz. Bunun faturası öyle ucuza kapatılamaz. Ey Kürtler sömürgeci devletler her zaman genellikle “kardeşiz, müslümanız, kız alıp vermişiz vb” edebiyatıyla bizi kandırdılar. Fırsatlar her konuda var. Değerlendirmesini bilelim. Örneğin Güneybatı Kürdistanlılar Esad’ın gidişine acımayacaklar. Hasaplarını onun üzerine yapmayacaklar. Suriye’de muhalefetim diyen ve özellikle TC’nin desteklediği İslami kesime güvenilemez. Onlarda iktidara gelince Esad ve Erdoğan dan değişik biçimde farkları olamaz. Bağımsızlık istiyoruz. Birlikte yaşam isteyenlerle federasyon temelinde, demokrasi ölçüleri ve özgürlükler temelinde yaşamaya varız. Türk egemenleri ve hatta Türk halkının çoğunluğu neye alışmış: “mevcut Tc içinde Türk olarak ve bzim gibi bize benzeyerek kardeşiz”. Haklarımızı istediğimizde ve katliamlara karşı direndiğimizde “bölücüyüz”. Böyle kardeşlik olmaz, buna kardeşlik demeyeceğiz. İnanca gelince “hepimiz Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu aracılığla Müslümanız” diyorlar. Diaynet bu gün Hanefi mezhebini dayatıyor. Türkiye deki Alevi Türkleri ilahi Diyanete bağlamak istiyorlar. Kürdistan Alevilerini, şafi Kürtlerini, Ezidileri vb ise Hanefi yapmak yani devletin resmi Müslümanlığına bağlamak için Cumhuriyet kurulduğunda beri çalışıyorlar. Geçenler Erdoğan: “herinsan camide ibadet etmeyi tadacak” diyordu. Hristiyanlar, Aleviler, Ezidiler vb camiye gitmiyor. Ne yani herkes Erdoğan ve Diyanet gibi mi Müslüman olacak. Herkesin dini ve inancı kendisine. Dayatan Firavundur. Asimile eden Tanrı ya karşı geliyor. Diğer inaçlarında Tanrısı var be adam. Ne istiyorsun, Firavun! Örneğin şafi Kürtler diyanetin ve Erdoğanın siyasal İslamını kabul etmeyecekler, Hanefi olmayacaklar. Karşı çıkacaklar. Diyanet aracılığıyla kimse Müslüman olmadı. Diyanet olmadan da Kürtler in çoğu şafiydi ve Müslümandı. Müslümanlığı AKP ve devletinin diyanetinden öğrenecek değilsiniz. İster Şafi, İster Ezidi, İster Alevi olun. İnacınızı ve dininizi kimsenin siyasi çıkarlarına alet etmesine musade etmeyiniz. Bağımsız durşunuz olsun. Bir Kürt Müslümanın, şafinin Tanrı ile arasına bir Türk milliyetçisi Müslüman-hanefi giremez. Bir Türk milliyetçisi Alevide Bir Kürt Alevinin Tanrı ile arasına giremez. Aynıyız ve biriz nakaratları hikayedir. Bunlarında sonu geldi. Farklıyız ve farklı olarak kardeşçe yaşamaya varız. Bağımsızlık Kürdistan ve halkının vaz geçilmez hakkıdır. Eski kardeşliği ve birliği kabul etmiyoruz. Eşit ve özgür birlik, federasyon ve statü olan birlik ve kardeşliğe varız. Bazıları da Bağımsız Kürdistanı Kürtlerin çoğunluğu istemiyor demesin. Kendisi adına konuşsun. Kendisi istemiyorsa herkes adına karar vermesin. İran rejimi yıkılınca Bağımsız Kürdistan kurulacak. Buraya yazıyorum. Umarım yanılmam. kızılbaş - sayfa 14 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ...İki ...Üç ...daha fazla Kürdistan! Kürt devrimci demokratik hareketleri on yıllardır “Kürt sorunu” denen şeyin, TC’nin bir “iç meselesi” olmadığını, uluslar arası bir sorun olduğunu savundu. Kürt ulusunun özgürlüğü sorununu Ortadoğu’daki statükoları temelden değiştirecek devrimci bir dinamik olarak gördü. yeri işgal edip, zorla ele geçirmemişler, yüzyıllardır statüsüz ve her türlü hak ve özgürlükten yoksun olarak yaşamak zorunda bırakıldıkları kendi topraklarında, kendi iradelerini ellerine almış olmaktadırlar. Eğer gerçekten de Ortadoğu’da barış ve demokrasi isteniyorsa, Kürtlerin ulusal haklarına kavuşmaları ve kendi özyönetimlerini oluşturmaları bu isteğin doğrudan bir sonucudur. Suriye’deki Baas rejimi son günlerini yaşarken bunun ilk habercisinin Kürt halkının yerel yönetimleri ele geçiriyor olması bu bakımdan oldukça anlamlı. Kurtuluşu “en son olabilir” diye bakılan bu parçanın özgürleşmesi, Güney Kürdistan’a benzer bir federatif yapıya kavuşması artık bir ütopya olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmektedir. Bu durumun Kürt halkı üzerinde büyük bir moral ve özgüven yarattığı, coşkuyla karşılandığı açıktır. Ayrıca bu başarının arkasında PKK ve Federal Kürdistan yönetimi arasında bir konsensüs bulunması çok daha motive edici bir unsur olmaktadır. Kısa bir süre önce Barzani ve Karayılan arasında Suriye konusunda Hewler protokolü yapıldığı haberleri çıkmıştı. PYD’nin de Suriye’deki muhalif Kürt partileri içinde yer almasının üzerinden çok geçmeden bu gelişmeler yaşanmasını bu ortak hareket konseptine bağlamak yanlış olmasa gerek. Gerçek şu ki Suriye’deki Baas rejimi siyaseten olduğu gibi askeri olarak da en zor ve belki de son anlarını yaşıyor. Suriye ordusunun Kürt bölgelerinden daha stratejik alanlara çekilmesi, Kürt nüfusunun yoğunlukla yaşadığı kent ve kasabaların birer birer ağırlıklı olarak PYD’nin egemen olduğu Kürt muhalefetinin eline geçmesini getirdi. Basına yansıyan görüntülere bakılırsa, halk coşkulu ve barışçı biçimde yerel Kürt yönetimine sahip çıkıyor. Yerel komiteler, milis güçler, ulusal bir devrimin coşkulu eylemliği içerisinde çalışıyorlar. Bu alanlara eski Suriye ordusunun tekrar dönme ihtimali artık çok zayıf. Yakın bir gelecekte “Özgür Suriye Ordusu” adı verilen muhalif Suriyeli grupların oluşturduğu silahlı grupların müdahale etmeleri de yine uzak bir ihtimal. “PKK kapımıza dayandı, Suriye parçalanıyor, güvenliğimiz tehlikede!” gerekçesiyle TC’nin askeri müdahale Recep Maraşlı etme ihtimali bulunmakla birlikte, bu Türkiye açısından çok riskli olacak ve buna kolayca cesaret edemeyeceğini düşünüyorum. Belki de Suriye yönetimi Türkiye’nin kendilerine askeri bir müdahalede bulunmasına karşı sınır boyunca doğal bir “tampon bölge” vazifesi görecek Kürt özerk bölgesi oluşmasına göz yumarak (kolaylaştırarak), Türkiye’ye giderayak kötü bir sürpriz hediye etmeyi düşündü! Böyle de olsa iyi oldu. Şurası bir gerçek ki Türkiye’nin “Suriye’nin demokratikleşmesi”! konusunda bu denli hevesli olmasının nedeni, onun demokrasi ve özgürlük aşkından değil, Irak’ta olduğu gibi Kürtlerin bu alanda bir statü edinmesinin önüne geçmekti. Neyse ki TC’nin eli bu konuda artık oldukça daralmıştır. Her nasıl olursa olsun bu tür konjonktürel durumlar, tarihi fırsatlar her zaman ortaya çıkmıyor. Nasıl ki Kürt ulusunun iradesi, geçen yüzyılın başlarında ve her tarihsel dönemeçte sömürgeci devletlerin aralarında “uzlaşmaları” nedeniyle ipotek altına alındı ise, bugün de Türkiye ve Suriye gibi iki sömürgeci devlet arasındaki çelişki ve çatışma bir Kürt özgürlük vahasının daha oluşmasına olanak veriyor. Bu konsept Kürt ulusal demokratik güçleri için tarihi bir fırsattır ve göründüğü kadarıyla da doğru değerlendirilmektedir. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de oluşan bu “fiili Kürt özerkliği”nin, masabaşı görüşme ve pazarlıklarda feda edilmemesi, uluslar arası hukuk normları içinde güvenceye alınması önem taşımaktadır. Sonuçta Kürtler herhangi bir Bir zamanlar sadece bir Kürdistan hayal ediliyordu; şimdi fiilen birkaç tane “Kürdistan” var! Irak Federal Kürt yönetimi artık tarihi bir istikrar ve meşruiyet kazanmış durumda. Henüz uluslar arası güvencesi bulunmamakla birlikte Federal Irak’ın bir öğesi olarak yasal bir çerçeveye sahip. Suriye’deki yerel Kürt yönetimi ise henüz çok yenidir. Bu yönetimin istikrar ve meşruiyet kazanmasının, kazanımlarının savunulması ve genişletilmesinin öncelik taşıyacağı açıktır. Daha önemlisi ise bu, Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında bu fiili özerkliğin “kendi kaderini tayin prensibi” içerisinde bağımsız bir statüye kavuşmasını, en azından federal bir yasal çerçeveye kavuşturulmasının önü açıktır. Bu gelişmelerin gösterdiği bir başka reel politik de Kürdistan’ın bir parcasındaki gelişme statünün diğerlerini de kaçınılmaz şekildi etkileyeceğidir. Güney Kürdistan’ın statüsünün önümüzdeki süreçte tüm parçalar için reddedilemez bir emsal teşkil edeceğini söylemek kehanet olmasa gerek. Suriye parçasının Irak örneğini izlemesi de kaçınılmaz. Neredeyse bütün bir mücadele tarihi boyunca gerek entelektüel düzeyde, gerekse siyasi olarak tüm parçalara destek vermiş; lojistik sağlamış v e buna karşın en geri statüde yaşamak zorunda kalan bu parçanın hak ettiği özgürlük imkanlarına kavuşması bu bakımdan da son derece sevindiricidir. Ortadoğu’daki “Arap baharı” adı verilen süreç, devrilen diktatör rejimlerin yerine demokratik yapıların geldiği bir seyir izlemiyor. Bunun yerine eski ik- kızılbaş - sayfa 15 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tidar sahiplerinden daha az bağnaz ve tutucu olmayan güçlerin “iktidar mücadelesi” biçiminde gelişiyor. İslami fundemantalizm ve hoşgörüsüzlüğün daha katı biçimlerinin inşası söz konusu; bu durumda Kürt ulusal demokratik hareketlerinin baskın eğilim olarak seküler, modern, sosyal demokrat yapıları; Kürt federal yönetim bölgelerini Ortadoğu’nun gerçek bir özgürlük ve demokrasi alanları olarak öne çıkmaları anlamına geliyor. Kürt ulusal demokratik hareketleri Ortadoğu’nun bel bağlanabilecek başat demokrasi ve özgürlük dinamiği olarak kritik roller üstlenmeye adaydır. Acaba bu rollerini oynayabilecek mi? Kuşkusuz ulusal demokratik hareketin içinde taşıdığı birçok çelişki, açmaz ve yetersizlik var; bu handikapların aşılabilmesi belirleyici bir öneme sahip. Çok değil, on yıl önce dahi bağımsız Kürdistan “hayal” olarak görülüyordu. Şimdi fiilen bağımsız iki Kürdistan var. Bu alanların gerici rejimlerin çökmesinin ardından özgürleşmesi, Kürt özgürlük mücadelesinin Ortadoğu’da gerici statükoların değişmesiyle yakından bağları olduğuna tanıklık ediyor. Hiç kuşku olmasın ki İran ve Türkiye sömürgeciliklerinin çökmesinin ilk müjdecisi de diğer Kürdistan alanlarının özgürleşmesi olacaktır. Türkiye’nin yönetimi altındaki Kürdistan parçasında yerel yönetimler son 20 yıldır istikrarlı biçimde ağırlıklı olarak Kürt ulusal dinamiğini taşıyan parti ve adaylarca kazanılıyor. Türk Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in panik içinde “PKK, Ermenistan sınhırına dayandı!” yollu demeçler vermesi boşuna değil. Doğu Kürdistan’da İran yönetimince oluşturulan bir “Kürdistan” eyaleti çoktan beri var. (Yazımın sonuna farklı yasal kalıplar içinde olsa da Kürt yerel yönetimlerini gösteren bir harita çıkardım. İlginç bir tablo ortaya çıkıyor.) 60’lı yıllarda Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesi zafer kazandığında, bu devrimin diğer bağımlı uluslara örnek olması anlamında “…iki… Üç daha fazla Vietnam!” biçiminde bir slogan atılmaktaydı. Vietnam devriminin bir “domino etkisi” yaratarak Laos, Kamboçya gibi diğer Hindi Çini ülkelerini de etkileyeceği varsayılıyordu ki, öyle de oldu. Bugün Ortadoğu’nun koşulları, ideolojik ve siyasi iklimli çok farklı olmakla birlikte Kürt ulusunun özgürleşmesinin, tutsak Kürdistan parçalarının özgürleşmesinin etnik, dinsel, kültürel çoğulculuk taşıyan tarihi bir bölgede demokrasi ve özgürlük çağı açmasını umuyor ve bekliyorum. O halde “…iki… Üç daha fazla Kürdistan!” şiarının tam zamanıdır! Kürt yönetimlerinin oluştuğu yerlerin "Kürtleştirilmesi" değil "özgürleştirilmesi" kavramını çok önemli ve ayırt edici buluyorum. Bu, Kürt halkı kendisini özgürleştirirken, kendisiyle beraber bölgenin en eski ve yerleşik halklarını, etnik gruplarını, inançlarını ve kültürlerinin de özgürleşme koşullarını yaratmasını ifade eder. Yaşadığımız coğrafya üzerinde binlerce yıl tarihin en-eski medeniyetlerinin parlayıp söndügü, çeşitli uluslar, kültürler, din ve inançların yaşadığı, ama şimdi ayakta kalma mücadelesi verdikleri ortak bir vatandır aynı zamanda. Yanı başında ezilen, ayrımcılık ve haksızlığa uğrayan kimlikler bulundukça kendisinin de özgür olamayacağını en bariz biçimde yaşayan Kürt toplumunun ancak ortak bir özgürlük havasında kendisini de özgür kılabilir. Bunun aynı zamanda tarihsel bir borç olduğunu da düşünüyorum. Barış ve demokrasi ortamının idamesi ancak ve aynı zamanda halklar, etnik ve dini gruplar, kültürler arasında demokratik ve çoğulcu ilişkiler kurulmasıyla olanaklıdır. Bitirirken bir olgunun daha altını çizmekte daha fayda görüyorum: Kürt aydınlarında baskın eğilim, ne yazık ki PKK olgusu karşısında gerçekçi ve analitik düşünmek yerine, duygusal ve propagandif davranma yönündedir. Bu yüzden nesnel tahliller yapılamıyor, süreç kestirilemiyor. Bunun yerine komplo teorilerine dayalı kurgular, örgüt çalışmaları alışkanlığından kalma çağrı ve uyarı yazıları ağırlık kazanıyor. Bir kısmı, PKK’yi neredeyse Kürdistan’daki bütün olumsuzlukların anası gibi kabul ediyor. Bir kehanette bulunduktan sonra, yıllarca sabırla bunun doğru çıkmasını bekleyen bir tavırları var. Diğer bir kısmı da, “PKK ne yaparsa, nasıl yaparsa iyi yapıyor, bir bildiği vardır” mantığında, kayıtsız koşulsuz destek vermeyi görev sayan parti-propagandacısı bir duruş gösteriyor. Hâlbuki Kürt entelektüel hayatını da yoksullaştıran bu tepkici-savunmacı duruş yerine, tüm örgütlere, yapılara karşı eleştirisel duruş gösterebilen, “doğruya doğru, eğriye eğri” demekten de kaçınmayan nesnel gözlem ve tahlillere ne kadar da çok ihtiyaç var! Şimdi bu, Suriye-PKK ilişkilerinin tanımlanmasında da görülüyor. Yazılıp çizilenlere bakılırsa şu anda PKK’nin Beşşar Esad’ın başkanlık konutunu koruyor olmasına şaşmamak gerekecekti. Ama realite tam tersini gösteriyor: Küçük Güney parçasında Kürt yönetimine geçen kent ve kasabalar PYD ağırlığı taşıyor, kitlesel bir destek buluyor ve bir ulusal devrim ortamı mevcut… Aynı yanılgı, Öcalan’ın TC’ye teslim edilmesi ardından yaşanan süreçte PKK’nin Güney Kürdistan’ı istikrarsızlaştırmak için provakasyon ve saldırılar yapacağı “öngörüsü” üzerinde de görüldü. Bu tespit ve ön görüler yıllardır adeta temel siyasi tezler olarak tekrarlanıp duruluyor ama aradan 12 yıl geçmesine rağmen bu öngörü doğrulanmadı. PKK ile Güneyli örgütler arasında çatışmak bir yana dursun, belli bir uyum ve konsensüs söz konusu. Buna karşılık henüz “böyle söyledik ama yanılmışız!” diyen de yok… Kürt ulusal demokratik güçleri arasında dostluk ve dayanışma olacaksa, hakkaniyete ve olguların nesnel biçimde tanımlanmasına dayanmadan kurulabilir ve yürüyebilir mi? Kaynak: ht t p://w w w.gelawej.net /i ndex.php/ recep-marasli/5989-ki-uec-daha-fazlakuerdistan.html kızılbaş - sayfa 16 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PSK Genel Sekreteri Mesut tek'le Röportajı KD Kendinizi bize tanıtabilir misiniz? MT Ben Mesut Tek 1954 Elazığ doğumluyum. Dersimli bir aileye mensubum. Ailem Dersim Direnişi sonrası Elazığa yerleşmiş. İlk, orta ve lise tahsilimi Elazığda yaptım. Üniversiteyi Diyarbakırda, Diyarbakır Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümünde okudum. 12 Eylül darbesi nedeniyle okulu bitiremedim. 1975 yılından itibaren o zamanki adıyla Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi, şimdiki adıya Kürdistan Sosyalist Partisi saflarında mücadeleye başladım. Daha önce fikirlerim net değildi. Bir yandan Dersimli ve Alevi olmamın, diğer yandan da Kürt kimliğimin verdigi eziklik vardı. İki arada bir deredeydim. Alevi miydim? Kürt müydüm? Ya da hangisi daha ağır basıyordu? Bir bocalama devrem oldu. Ben öyle zannediyorum ki, solculuğun moda olduğu yıllarda, Dersim'de, solculuğun yanında ulusal ve dini kimliğini yaşamak isteyenler, benim gibi arada kalmıştılar. Bu dönemde okuduğum Baytar Nurinin Kürdistan Tarihinde Dersim adlı kitabı kimliğim konusunda belirginlik sağlamada yardımcı oldu. O yıllarda, yurtdışında yaşayan Kemal Burkayın Türkiye Şartlarında Kürt Halkının Kurtuluş Mücadelesi adlı büroşürü de gizli olarak elden ele dolaşıyordu. O büroşürü okuduktan sonra tam bir netlik kazandım. 1975 de Kürdistan Sosyalist Partisi saflarına katıldım. O zamandan beri PSK saflarında mücadele ediyorum. Partimin her kademesinde görev aldım. 2003 yılında yapılan 7. Kongrede genel sekreterliğe seçildim. Şu anda bu görevi yürütüyorum. KD Partinizin Kızılbaş Alevilikle ilgili kongere kararı, görüşü var mı? MT Hayır, partimizin her hangi bir inanca yönelik özel kararı yok. Parti programımızda, coğrafyamızın tüm inançlarının özgürce ifade edilebildikleri, dini vecibelerin özgürce yerine getirildiği bir yapının oluşturulması hedeflenmiştir. Bunun dışında her hangi bir inanca yönelik aldığımız özel bir karar yok. maları siyasiler tarafından yapılmasını anlamlı bulduğum söylenemez. Ama netice itibarıyla Koçgiride olan ulusal direnişti. Alevi Kürtlerin henüz daha devletleşmemiş ama devletleşmeye doğru giden kemalistlere karşı bir direnişiydi. Kısaca böyle değerlendiriyorum. KD Kızılbaşların, Kürdistan tarihinde siyasal anlamda rolleri olmuş mu? MT Şimdi bu, Kızılbaş teriminden ne anladığınıza bağlı biraz da. Eğer Kızılbaşları Alevilerin bir başka biçimde ifadesi olarak görüyorsanız, kuşkusuz Alevi Kürtler, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketinde önemli roller üslenmişlerdir. Alevi Kürt önderler olmuştur. Seyid Rıza gibi, Alişer gibi. Bugün de KUKH tabanında önemli oranda Alevi vardır. Bu durum sadece kuzey parçası ili sınırlı değildir. Güney Kürdistanda Alevi inancına yakın olan Kakayi inancına mensup Kürtler, hem liderlik bazında hem de toplumsal taban bazında önemli rolleri vardır. Bu nedenle şunu söylemek mümkün. KUKHin önemli dinamiklerinden birisi de Alevi Kürtlerdir. Alevi Kürtler, yeri geldiğinde KUKHine önderlik te yapmıştır. Bugün de aynı durum devam etmektedir. KD Koçgiri olayları oluşumu gelişimine kısaca özetlemeniz mümkün mü? Direniş mi? Ayaklanma mı? Ayrıca diyer Desim Kızılbaş aşiretleri ile diğer Kürt müslüman aşiretleriyle ilişkilerini açmanız mümkün mü? MT - Benim detaylıca bilmediğim konularda ahkam kesme diye bir alışkanlığım yoktur. KD Güzel MT Ayrıca kendimi şu terimler üzerinde tartışmayla sınırlandırmak istemiyorum. Direniş miydi, ayaklanma mıydı, hareket miydi? Akademisyenleri ilgilendiren bu tür akademik tartış- M. Kemalin siyasal yaşamda ön plana çıkmasıyla başlayan dönemde başgösteren Koçgiri Direnişi (isyan da diyebilirsin), gelecekte kemalistlerin Alevilere ve Kürtlere yönelik nasıl bir tavır içinde olacağını göstermiştir. Koçgiride Alevi Kürtlere yönelik katliamlar, Mustafa kemalin bilgisi dahilinde yapıldı. Hareketin niçin başarıya ulaşmadığı, ya da yerel kaldığı, diğer bölgelere niçin sıçramadığı konularını, dönemin şartlarında değerlendirmek gerekir. Ama şu bir gerçektir ki Koçgiri hareketi ulusal nitelikli bir harekettir. Deyim yerindeyse Kürtlerin kemalistlere ilk derli toplu direnişidir. Böyle görüyor, böyle değerlendiriyorum. KD Burayı biraz açalım mı? Mesela Kahraman Alişerin beyitleri deyişleri ve şiirleri var. Burada eleştiriler yapıyor, Desime atıfta bulunuyor. Yardım gelmedi diyor. Mesela böyle bir talep ile eleştiriyi Müslüman ve Şafii Kürtlere yapmıyor. Nedir buradaki durum, nedir problem? MT Şimdi, Dersim ile Koçgiriyi birbirine bağlayan kürtlüğün yanısıra, bir de inanç bağları var. Her iki kesimde Alevi, bu olabilir. Yani Alişer diğer Kürtlerden ziyade, öncelikle Alevi kürtlerden, Dersimden bir beklenti içine girmiş olabilir. Diğer Kürtlerden gerektiği gibi yardım gelmemesini kendisine izah edebilir, ama Alevi Kürtlerden yardım gelmemesini izah etmede zorlanmış olabilir. Bu nedenle onlara yönelik, deyim yerindeyse bir serzeniş içinde olabilir. Bunu deyişleriyle dile getirebilir. Temsilde hata olmaz derler ya, bu biraz da Pir Sultanın, İla da dostun gülü yaralar beni demesine benzer. kızılbaş - sayfa 17 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KB Koçgiri direnişi kanla bastırıldıktan sonra Alişer kahraman direnişçileriyle Dersime çekilirken setle karşılaşıyor. Batıdan giremiyor dolaşıp doğudan Dersime girebiliyor. Bu durumu biraz açabilir misiniz? MT Dediğim gibi direnişin detayı konusunda bir bilgim yok. Bilmediğim konularda da ahkam kesmek istemem. Ama genel olarak şunu söyleyebilirim. Bahsettiğiniz dönemde, tarihi belgelerin gösterdiği gibi, Dersim aşiretleri de boş durmadılar. Örneğin, tam hatırlayamadığım bir tarihte, Elazığ Kaymakamlığını işgal, edip Sevr Anlaşması maddelerinin yerine getirilmesini talep eden bir telgraf çektiklerini biliyorum. Deyim yerindeyse Dersim Kürtleri de boş durmadılar. Diyarbakır Kürtleri de boş durmadılar. Yani Kürdistan bir bütün olarak, Mahabattan Kirmanşana, Ararattan Antebe kadar, bir kaynama içindeydi. Dönemin şartları, bu kaynamaların yerel kalmasına neden oluyordu. Dediğim gibi o konuyu elbette tartışmak gerekli, ama bu roportajın konusu olmamalı. KD Şeyh Said Direnişi var. Şeyh Said Direnişine Kızılbaş Kürtlerin Kızılbaş Zazaların desteği neden yoktur? Dayanışmayı neden başaramamışlar? Elişer, Şeyh Said, Sey Rıza üçü de direnmişler!. Her üçünün de başı gitmiş üç direniş te kanla bastırılmış. Direnişlerde dayanışma yok, neden?. MT Dayanışma olmamasının değişik nedenleri var. Tüm Kürdistanda örgütlü bir parti ya da siyasi yapının olmaması önemli etkenlerden birisi. Şunu söylemek istiyorum. Kürdistanın her bölgesinde, Alevilerin de, Sunnilerin de, Yezidilerin de yaşadığı bölgelerde örgütlü olan ve bunları harekete geçirebilen, Kürt toplumu içinde örgütlenmiş bir siyasi organizasyonun olmaması başlı başına önemli bir etkendir. Bunun yanı sıra dini inançların da etkisi olmuştur. Bunu inkar etmek mümkün değildir. Dersim Direnişini yönetenlerinin Alevi olması nedeniyle, dini duyguların etkisi altında kalan diğer Kürt kesimleri, hareketle aralarına bir mesafe koymuş olabilirler. Bunun tersi de doğrudur. Yani Şeyh Said önderliğinde hareket döneminde ya da Ağrı Direnişi döneminde, Sunni Kürtlere Alevi Kürtlerin ciddi bir destekte bulunduklarını söylemek te mümkün değildir. Ama bu, ona karşı oldukları anlamına gelmez. Ya da o hareketin başarısızlığını istediği, harekete karşı bir tavır içine girdiği anlamına gelmez. Yayınlanan bazı Kürt belgeleri, özellikle Ağrı Hareketi döneminde, hareketin öncüsü olan Hoybun Cemiyetinin, Dersim yöresindeki Kürtlerin de desteğini almak için bölgeye kadrolar gönderdiğini, ama bu işte başarılı olamadığını gösteriyor. KD Şöyle bir söylence var. Yazılı belgesi yok. Bunu Elevi - KIZILBAŞ camiası bilir. Şeyh Said elçisini Sey Rızaya gönderir direniş için desteğini almak için. Sey Rıza gelen elçileri ağırlamak için koyun kestirir. Misafirlerin abdest alıp namaz kılmaları için su getirilir. Hazırlık yaptırır. Kızılbaşın kestiğini yemezler, doldurduğu su ile de abdest almazlar. Elçiler Sey Rızadan görüş isterler. Sey Rıza hele bir düşünelim size sabah cevap veririz der. Sabahleyin Sey Rıza elçileri gönderirken der ki «Siz bizim kestiğimizi yemediniz. Suyumuzla abdest almadınız. Peki nasıl güven olacak ? Nasıl birlikte direneceğiz ? » der. Bu durumu daha önce Sey Rızaın oğlu Bawanın torunu Sey Rüstem de teyit etti. Siz bu duruma ne dersiniz? MT Bu söylenceden öte bir şey değildir. Böyle bir olayın olup olmadığı konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değil. Ama şöyle bir söylence de var. Sey Rıza idamından önce « eğer ben Şeyh Said kardeşimle birlikte hareket etseydim bugün idam edilmezdik » dediği de söylenir. Bu ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemiyorum. Şunu söylemek isterim. Şeyh Said kültürlü, bilinçli, aydın bir insandı. Alevi inançlarını bilen birisiydi. Örneğin, softa, bağnaz düşüncelere sahip bir insanı, hele hele böylesine çok önemli ittifak görüşmesini yapmak için göndereceği inancında değilim. Örneğin Şeyh Saidin bu konuda ne kadar geniş düşündüğünü gösteren bir anekdot var. Fehmi Bilal, tanımış bir Kürt yurtseveridir. Fehmiyê Lice de derler. Eski bir sosyalist. Şeyh Saidin yakın çalışma arkadaşlarından birisi. Elimde belge yok, varsa da ben okumadım. Baküde 1920 yılında yapılan Doğu Hakları Kurultayında Kürtlerin temsilcisi olarak bulunduğu söylenir. Şeyh Saidin çevresindeki din adamları, «bu koministi niye yanında tutuyorsun » dediklerin- de, Şeyh Saidin onlara verdiği cevap çok anlamlıdır. Bana onun imanı değil, aklı lazım der. Şeyh Said böylesine ileri görüşlü bir insandı. Ben böylesine ileri görüşlü olan bir insanın Aleviler ile ittifak görüşmelerine softa birisini, Alevi düşmanı birisini göndereceğine ihtimal vermiyorum. Bu tür söylemleri, Alevi kürtler ile Sunni kürtler arasındaki ayrılığı derinleştirmeye yönelik söylemler olarak görüyorum ; amaç bu olmasa da, iyi niyetle söylenmiş olsalar da.. KD Desim Aşiretleri Golê XIZIRda, elel üstüne koyup Golê XIZIRa taş atıyorlar Direniş kararı alıyorlar. Daha sonra dönenler, dökülenler oluyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? MT Aşiret yapısına, feodal yapıya. Genel bir kuraldır. Feodaller ve aşiret reisleri, ulusal mücadelede kararlı olamazlar, tutarlı bir çizgi izlemezler. İstemedikleri için değil. Toplumsal yapıları buna elvermediği için bu böyledir. Bu sadece Dersime özgü bir şey değildir.Tüm Kürt hareketlerinde böyle olmuştur. TC. ya da öteki sömürgeci devletler, Kürt ulusal hareketini engellemek amacıyla olanak sağlayarak bir kısım aşiretleri kullanmışlar, kendilerine bağımlı hale getirmiştir. KD Alişer, Şeyh Said, Sey Rıza direnişlerinde kalıcı ciddi bir ittifak başarılamadı. Bugün bu eksikliği giderme yönünde öneriniz var mı? MT Politikacıların geçmişten ders alması, yaşanan eksiklikleri görüp eksiklikleri giderilmesi için çaba sarfetmeleri gerekir. Bence yapılacak olan iş şudur. Kürdistan toplumunun çok renkli çok sesli bir toplum olduğunu görüp, her rengin her sesin varlığını kabul etmek, onun örgütlenme hakkını savunmak ve ortak hedefler etrafında bir araya gelmek konusunda çaba sarfetmektir. Renkleri, sesleri inkar ederek, yok sayarak başarıya ulaşmanın şansı yoktur diye düşünüyorum. KD KIZILBAŞ ŞAFİİ meselesi sizin partinizde yan yana olmanızda problem yaratıyor mu? MT Yok. Ben yaratmayacağı inancındayım, eğer birbirimizin varlığını saygı gösterirsek. KD Fetvalar var, KIZILBAŞIN kestiği kızılbaş - sayfa 18 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yenmez . Mum söndürür. Kısacası kafirin en kötüsüdür. Katli vacip, kanı helaldır. Bunların yazılı belgeleri var. Bu fetvalar Kürt Müslümanlar tarafından geri alınıp redd edilmedi. Nasıl olacak bu sorunun çözümü? MT Ama bu fetvaların Şafii Kürtler tarafından uygulandığını gösteren belgeler yoktur. KD Reddi de yoktur MT Tabi bu noktada Kürdistan toplumunun hafızasını yenilemesi gerekir. Yani devletin bize ögrettiği resmi tarihin dışında, Kürt tarihinin yeniden öğrenilmesi Tarihi Kürtlere doğru ögretmek gerekir. Zazayım, Kürt değilim » diyor. Sizce Kürt-Zaza ilişkisi nedir? MT Bence bu bir lehçe sorunudur. Bugüne kadar elde edilen belgeler Zazaların ayrı bir etnik grup olduğunu ortaya koymamıştır. Aksine bugüne kadar ortaya çıkartılan belgeler Zazaların Kürt olduklarını, Zazacanın da Kürt dilinin bir lehçesi olduğunu ortaya koymuştur. Eğer yarın belgeler Zazaların ayrı bir ulus olduğunu ortaya koyarsa, Kürtlerin buna üzülmesine gerek yoktur. Kürtler böylece iyi bir dost kazanmış olurlar. MT Biz partimizde demin de dediğim gibi hem Aleviler, hem Sunniler var. Partimizde hacılar var, hocalar da... Dediğim gibi hiç bir belge yoktur ki Zazaların Kürtlerden ayrı bir ulus olduğunu ortaya koysun. Var olan belgeler Zazaların Kürt toplumunun bir parçası olduğunu söylüyor. Ama yarın belgelerle ıspatlanırsa, (öyle hamasi şöylemler değil), Kürtlerin kayıp edecekleri bir şeyleri yok. Aksine direngen, inatçı, kararlı bir dost kazanmış olurlar. KD Peki dede, pir de var mı? KD Kürtçe diye bir dil var mı? MT - Pir de var dede de var. Bunları rengimiz olarak görüyoruz, toplumumuzun bir gerçekliği olarak görüyoruz. Onlar, inançlarını özgürce yaşadıkları, gelişmelerine engel olunmadığı müdetçe niye bir arada yaşamasınlar? Bir Kürt türküsünde, « Kurdıstan Baxca Gulan » denir. « Kürdistan gül bahcesidir » anlamına gelir. Gerçekten de öyledir. Nasıl gül bahçesinde degişik güller varsa, Kürdistanda da değişik inançlara sahip olanlar var. Değişik kültürlere, değişik etnik kimliklere sahip olanlar var. Alevi var, Yezidi var, Sunni var, Kakai var, Ehli-Hak var, Şebek var, Kıldani var, Süryani var. Zazaca konuşanı var, Gorani lehcesini kullananlar var, Sorani konuşanı var, Kırmanci konuşanı var, var da var.. Eğer biz bunları bahçemizde açılan birer gül olarak görür ve her birini ayrı ayrı sular onlara aynı ihtimamı gösterir isek bahçemiz coşar, ama yok inkar edersek her hangi birini soldurmaya çalışırsak, bir bütün olarak bahçemizi soldururuz. Onun için biz gül bahçemizin açmasını, coşmasını istiyoruz. MT Sizce yok mu? KD Siz bunu partinizde nasıl başardınız? KD Dersimliler arasında zaman zaman karşılaştığımız bir durum var. Örneğin iki öz kardeş biri ben « Kürdüm Zaza değilim » diyor. Diğeri de « ben KD Dört tane dil konuşuluyor. Hangisi kürtçe? Hangisi lehçe? MT Dört temel lehçe konuşuyoruz. Hepsinin toplamı Kürt dilini oluşturuyor. Sorani, Kurmanci, Zazaca ve Gorani. Bunun yanı sıra bölgelerde konuşulan ağızlar var. Herzan, Botan, Behdinan, Mukriyan ve benzeri. Kürt dili tüm bunların toplamıdır; HintAvrupa dil gurubuna mensuptur, Türkçeden çok farklı bir grameri var. KD Partinizin resmi dili yok mu? MT Kuzey Kürdistanda konuşulan iki lehçenin, Zazaca ve Kurmançcanın gelişip güçlendirilmesini, kullanılmasını istiyoruz. KD Kürdistan haritanıza bizim itirazımız var şöyle ki. Buna sizin partiniz de dahil olmak üzere. Siz, Kürtlere ait olmayan toprakları, sömürge altından kurtulma mücadelesi veren Kürtler başkalarının yurdunu mülkünü tarihini gasp ediyorsunuz. Batı Ermenistanı Kürt mülküne dahil ediyorsunuz. Örneğin Dersimin tümü sizin mi? Dersimin eski milleti kim? Ermeniler ile yan yana iç içe yaşamadık mı, Dersimde? Kırımdan sonra bağlarına bahçelerine işyerlerine tarlalarına el koymadık mı Dersimde? Şimdi Dersimi Kürt haritasında katmak bizi-sizi ne kadar temize çıkartır? Ermeni meselesinde partinizin Soykırımında tehcirde yer alan ister Müslüman Kürt olsun, ister Zaza ister Kızılbaş kürt olsun ister dinli ister dinsiz ne olursa olsun. Bir bütün olarak Kürdüm diyen herkes adına özür dileyen parti kongre kararınız var mı? MT Partinin böyle bir kararı yoktur. Yanlız şunu söylemek isterim. Osmanlı toprakları içerisinde, özellikle Kürdistan coğrafyasında, tarihin her döneminde Ermeni nüfusu, genel nüfusun %10 geçmemiştir. Her zaman azınlıkta olmuşlardır. Dolayısıyla onların yaşadıkları toprakları, Ermenilerin bulunduğu her coğrafyayı Eermenistan olarak adlandırmayı doğru bulmuyorum. Çünkü coğrafı sınırlar, sadece ve sadece orada yaşayan insarlara bakılarak belirlenmez, işin tarihi boyutu da vardır. Sınırları sadece orada yaşayan insanların ırklarına göre belirlersek, kendimize hayli sorunlar yaratırız. Bu açıdan bakıldığında, Ermenilerin batı Ermenistan diyerek sınırlarını ülkemizden geçirmelerini doğru ve gerçekçi bulmuyorum. KD Kırım öncesi ve sonrası dökümanlara bakıldığında, belgelere bakıldığında İttihat Tarakinin (İT) nüfus azaltma dağıtma uygulamaları var. Kırım öncesi Ermenilerin çoğunlukta yoğunlukta olduğu şehirler var Van, Erzurum, Malatya, Dersim, Maraş, Sivas var? MT Oralarda şehir merkezlerinde çoğunluktalar. O rakamlar o bölgelerde yaşayan genel nüfusun %10 aşmadığı görülüyor. O döneme ilişkin yapılan bağımsız, tarafsız araştırmalar oranın %10 geçmediğini söylüyor. KD Partinizin kararı olmadığını söylüyorsunuz. MT Hayır, Ermenilerin soykırıma uğradıklarını söylüyoruz. Hayır, Ermenilerden özür dileyen bir kararımız yok. KD Örnegin Wili Brandın Varşovada diz çöküp özür dilemesi Alman top- kızılbaş - sayfa 19 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lumuna çok hayırlı olduğu kanaatindeyiz. Bizim de demokrasiden özgürlükten barıştan yana olan her kesim geçmişiyle yüzleşmesi gerekli diye düşünüyoruz. Bu hepimizin ortak sorunu değil mi? MT Katılıyorum ben onlara, ama bu tek tek partilerin kongre kararları alarak özür dilemeleriyle olmaz. KD Elbette geregini de yaparak!. MT Oturulup konuşulur tartışılır. Kürtlerin bilerek ya da bilmeyerek, nedeni ne olursa olsun, Ermeni soykırımının örgütlenmesinde, yürütülmesinde dahli varsa ve bu durum belgeleriyle ortaya konulursa, elbette Kürtler bir bütün olarak özür dilemelidirler. Yoksa ermeni kardeşlerimizin gönlü hoş olsun diye özür dilemeyi samimi bir davranış olarak görmüyorum. KD Demokratikleşmeyi başlatıp geliştirmek için gerekli değil mi? MT Kürtlerin bilinçli, planlı programlı İttihat Tarakkinin hazırladığı bir planın parçası olduklarını ispatlamak gerekir. Ki Kürtlerin ortak iradesi özür dilesin. Öbür türlü özür dilemeyi samimi bulmuyorum. KD Yeniden başa dönüyorum. Bugün bulunduğumuz coğrafyada, köklü bir demokratikleşme olacaksa ittihat tarakinin (İT) devamı olan CHPnin ve resmi kuramıynan nasıl hesaplaşacağız? Kendi tarihimizle nasıl yüzleşeceğız? Bunu yapmadan, tarihi kesintiye uğratıp o dönemi dondurup atlayarak, yani demokratik bir gelecek şansımız var mı? demisyeni yoktur. Bu konuda çalışma yapacak kurumlarımız da yok denecek kadar az. Bu alanda yeni yeni kıpırdamalar var. Güney Kürdistanda, üniversietelerde Kürt tarihi okutulmaya başladı. Yeni yeni kurumlar oluşturuluyor. Bunların hepsi daha emekleme döneminde. Bu alanda yapılması gereken daha çok iş var. Ben bu işlerin siyasi partilere bırakılmamasını düşünüyorum. Siyasi partiler neticede siyasi saiklerle hareket ederler. Tarihi araştırmaları tarihçilere bırakmak lazım. Bu işi uzmanlarına bırakmak lazım. Siyasi partiler, tarihçilerin ortaya çıkarttıkları gerçekleri dikkate alarak ona göre tavır belirlemeli. Tarihçilerimiz siyasetçilerimizin söylediklerini ıspat etmeyi görev edinmemelidirler. Bu, ters ve yanlış bir şey olur. KD Devlet KIZILBAŞ-Alevilere şunu dayatıyor. Alevilik şamanizmden geliyor. Dolayısıyla Türk inancıdır. Siz de türksünüz. propagandasıyla, Alevi teşkilatları aracılığıyla KIZILBAŞLARI türkleştirmek, müslümanlaştırmak, camiye sokmaya çalışıyor. Diyer taraftan da Kürt teşkilatları da Kürt siyasi örgütleri de, Zerdüşte bağlayarak kürtleştirme çabaları var. Ama Zerdüşt bizim torunumuz. Biz Zerdüştün atası dedesiyiz. Biz halen çok tanrılığımızı koruyoruz. Zerdüşt ise çok tanrılıktan tek tanrılığa geçiş köprüsünü oluşturuyor. Bu iş nasıl olacak? MT Bence siz genelleme yaparak yanlış yapıyorsunuz. Ola ki bazı Kürt siyasi örgütleri sizin söylediklerinizi dile getirmiş olsun. Biz öyle düşünmüyoruz. Bizim gibi düşünenler de var. MT Dediğiniz tarihle yüzleşme diye bir derdimiz yok. KD Nasıl düşünüyorsunuz? Görüşünüz ne? KD Kendi Kürt tarihinizle? MT Biz işin tarihi bölümünü akademisyenlere bırakılması gerektiğini düşünüyoruz. Aleviliğin kökenleri nedir? Nerden gelmiştir? Zerdüşt ile ilişkisi nedir? Kendisinden önceki dinlerden nasıl etkilenmiştir? Kendisinden sonraki dinlere etkisi ne olmuştur ? İslamiyetle ilişkileri nedir? Hiristiyanlarla ilişkileri nedir? Yezidiler ile ilişkileri nedir? Bütün bunların araştırılması gerekir. Bu da tarihçilerin, aratırmacıların, akademisyenlerin işidir. Olara bırakmak gerekir. MT Bizim Kürt tarihimizle yüzleşmemiz gerekir. Maalesef bizim tarihimizi bizim dışımızdakler yazdı. Kürtlerin tarihi Kürtlerin dışında yazıldı. Bir kısmını Türkler, bir kısmını Farslar, Araplar ve bir kısmını da Avrupalılar yazdılar. Son bir kaç on yılda Kürtler yavaş yavaş kendi tarihlerini yazıyorlar. Bu noktada alınması gereken daha çok yol olduğu kanısındayım. Biz Kürtlerin yeterince yetişmiş aka- Ama bugüne kadar yapılan araştırmalar, ortaya çıkartılan belegeler, Kürdistan coğrafyasında Aleviliğin, Zerdüştülüğün, Yezidiliğin İslamiyetten önce var olduğunu ortaya koyuyor. Ama bunların hangisi hangisinden kaynaklanmış, hangisi öncedir, hangisi babadır, hangisi oğuldur? Bu henüz netliğe kavuşmamış bir noktadır. Ama şu bir gerçek. Hem dini inançlar, hem dini rütüeller hem de dini hiyaraşisi açısından, Kürdistan coğrafyasında var olan Yarsanilik, Alevilik, Kakaiyilik, Yezidilik, Suriye, Lübnan ve İsraildeki Dürzilik bir birine yakın inanç sistemleridir. Bunlardan hangisinin önce geldiği, aynı inanç mı oldukları, yoksa aynı inancın değişik versiyonlarını mı oluşturdukları, araştırma gerektiren bir konudur. Ama şimdiye kadar yapılan araştırmalar bahsettigim dinin inançların islamiyetten hatta Hırıstiyanlıktan çok önce Kürdistan coğrafyasında var olduklarını ortaya koyuyor. Bakın ben size bir şey söyleyeyim .Felakettin Kakayi adlı birisi var. Şu anda Güney Kürdistan Hükümeti Kültür Bakanı. Güney Kürdistanın sayılı aydınlarından biridir. Kendisi ocaktandır. Bir gün bana, dedesinin, «ocağımıza Dersimden de müridler gelirdi» dediğini aktardı. Kakai en ez 60 yaşında. Bu hesaba göre 100-120 yıl önce Dersimden insanlar kalkıp Hewraman bölgesindeki ocağı ziyarete gidiyorlar. Şimdi onlar mı Dersimden gitmişler? Yoksa Dersimdekiler mi oradan gelmiş? Bu araştırılması gereken bir konu. Bu konuda ahkam kesmek istemiyorum. Dediğim gibi bilinen bir gerçek var. Araştırmacıların ortaya koyduğu bir gerçek. Sözkonusu inanç sistemleri, bu dinler islamiyetten de çok önce bu coğrafyada varlardı. İslamiyetle birlikte varlıklarını sürdürdüler. Elbette her din gibi çevresindeki dinlerden etkilendiler. Onları etkilediler. Karşılıklı bir etkileşim oldu. İslamiyetin ve Hıristiyanlığın bazı unsurları Aleviliğe veya diğer dinlere girmiş olabilir. Bunun tersi de mümkündür. Karşılıklı etkileşim olabilir. Bunları engellemek mümkün değildir. 20 Şubat 2008 (Bu röportaj 2008 de yapılıldı Kızılbaş Dergisi Av. baskısında yayınlandı) kızılbaş - sayfa 20 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Diktatör Evren'in aldığı'mahkemeye çıkamaz' raporunun içeriği açıklandı [Sesonline] ANKARA- Oğlu Cemil Kırbayır'ı 12 Eylül darbecilerinin marifetiyle gözaltında kaybeden 103 yaşındaki Berfo Nine mahkeme kapılarında Evren'in ifadeye gelmesini beklerken, Diktatör Evren'in aldığı 'mahkemeye çıkamaz' raporunun içeriği açıklandı... Diktatör Evren'i mahkemeye çıkmaktan şimdilik kurtaran sağlık raporunun içeriği belli oldu. 12 Eylül davası sanığı diktatör Kenan Evren'in kendisini muayene eden doktorlara "Bu yaşa kadar insan yaşamamalı. Kimseye hayrım yok, zararımdan başka" dediği ileri sürüldü. 12 Eylül darbe davasına bakan özel yetkili Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı doğrultusunda, tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne en yakın üniversite hastanesi olan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk edilen Evren’e psikiyatrik, nörolojik, kardiyolojik, kulak-burun-boğaz, ürolojik, solunum sistemi, sindirim sistemi ve geriatri alanlarında 8 ayrı değerlendirme yapıldı. Raporda, Evren’in düşünce içeriğinde perseveratif biçimde (sürekli takıldığı bir konudan bahsetmesi) geçmişte yaşadıklarına yönelik temaların hakim olduğu da belirtildi ancak geçmişteki hangi konulardan sürekli bahsettiği belirtilmedi... İlk kez, 'gerçekleşmiş, 'başarılı darbe'yi planlayan ve uygulayanların yargılandığı 12 Eylül darbesi' davasına 14 Eylül 2012 Cuma günü Saat: 14.00'de Ankara'da devam edilecek. [» General Videla: 'Yargılayamazdık, hepsini kurşuna dizemezdik. Yok ettik!'] Evren’in bilincinin açık olduğu, yer-zaman-kişi oryantasyonun tam bulunduğu, algı bozukluğu olmadığı, ancak anlık ve yakın belleğinde zayıflama saptandığına yer verilen raporda “Uzak bellek yaşına göre yeterli bulunmuştur. Zekanın kabaca normal sınırlarda olduğu izlenimi edinilmiştir. Gerçeği değerlendirmesini bozan belirgin bir psikotik belirtisi yoktur” denildi. Psikiyatrik değerlendirme bölümünde Evren’le soru-cevap şeklinde yapılan görüşmedeki bazı ifadelerine de yer verildi. Rapora göre Evren, doktorlara, “1917 doğumluyum. Birkaç aydır hastanede yatıyorum. (Günlük zorunlu ihtiyaçlarını etkileyen bazı zorlanmalar) nedeniyle güçlük yaşıyorum. Her yere yardımla gidiyorum. Kendi başıma bir şey yapamıyorum. Düğmelerimi bile ilikleyemiyorum. Bu yaşa kadar insan yaşamamalı. Kimseye hayrım yok, zararımdan başka” dedi. Raporda, Evren’in düşünce içeriğinde perseveratif biçimde (sürekli takıldığı bir konudan bahsetmesi) geçmişte yaşadıklarına yönelik temaların hakim olduğu da belirtildi ancak geçmişteki hangi konulardan sürekli bahsettiği belirtilmedi. Diğer değerlendirmelerde de Evren’in ayağa kalkabildiği, yürüyebildiği ancak desteğe ihtiyacı olduğu belirtilen raporda “Kabaca bunama yok. Kendisinin uzun süre ayakta durması ve yürümesi mümkün değil” denildi. Doktorlar, Evren’in bu sözlerinden “düşünce içeriğinde depresif elemanlarının belirginleştiği” sonucuna ulaştı. Raporda Evren’in çay bardağını tutamadığının gözlendiği belirtilerek psiko-motor aktivitesinin yavaşladığı ve hafif derecede apraksisi olduğu (fiziksel yeterliliği ve hareket etme arzusu olmasına rağmen, öğrenilmiş anlamlı hareketleri gerçekleştirme yeteneğinin kaybı) belirtildi. Evren’in 20’den fazla ciddi akut ve kronik hastalığı, 13 adet sürekli kullandığı ilaç ve çok sayıda gerekli hallerde kullandığı ilaç olduğuna dikkat çekilen raporda “Ancak yardımla günlük aktivitelerini yerine getirebilmektedir. Gaita ve idrar problemleri, tremoru (el titremesi) sosyal, fonksiyonel ve psikolojik durumunu bozmaktadır. Bu durumları göz önüne alındığında kendisinin tıbben duruşmaya katılması uygun değildir” denildi. 'BAYILABİLİR, KALP KRİZİ GEÇİREBİLİR' Evren’in hipertansiyonu olduğu, iki koroner arterine 3 stent takıldığı, kalp krizi geçirdiği belirtilen raporda, duruşmaya katılması durumunda derin ven trombozu (toplardamar içerisinde pıhtı oluşması), akciğer embolisi, ileus (bağırsak tıkanması), kalp krizi ve bayılma riski olduğu belirtilerek “belirtilen sürelerde oturarak veya ayakta ifade vermesi ve sorgulanması tıbbi açıdan uygun bulunmamıştır. Bu tıbbi bulgular hastanın mahkemeye gerektiğinde doktor ve sağlık ekipmanı ile getirtilerek ifade vermesi durumunda sağlığı yönünden hayati tehlikeyle sonuçlanabilecek bir durum yaratabilir” denildi. Kaynak: http://www.sesonline.net/php/genel_ sayfa.php?KartNo=57360 kızılbaş - sayfa 21 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 General Videla: 'Yargılayamazdık, hepsini kurşuna dizemezdik. Yok ettik!' [Sesonline] ARJANTİN- İnsanlığa karşı suç olarak değerlendirilebilecek kararları veren, bunların uygulanmasını yöneten kişilerin bütün bu yaptıklarını insanın kanını donduran bir soğukkanlılık ve açıklıkla anlatmaları, kabul etmeleri çok enderdir. Genellikle yapılanın “Devlet, Vatan, Millet” için bir gereklilik olduğunu söyleyen bu kişiler, yaptıklarının suç olduğunu kabul etmezler. Mağdurların hayatta kalanları ve yakınları yapılan işkenceleri, işlenen cinayetleri ispat etmek için uğraşmak zorunda kalır. Sanıklar ise, belki içlerinden “Oh olsun, iyi ki yapmışız” demeye devam etseler bile, açıkça bunu ifade etmeleri kendi aleyhlerine olacağı için genellikle mağdurlara küçümseyen bir bakış atıp susmayı ya da inkar etmeyi tercih eder. İşlenen cinayetlerin, yapılan vahşetin boyutları aşağı yukarı bilinse bile, bunları yapanların kafalarından ne geçtiği, asıl motivasyonları tam olarak ortaya çıkmaz. Yüzleşme hep eksik kalır. “Devlet, Vatan, Millet” adına yapılan barbarlıkların teşhir edilmesi de. Bu genel kuralı, geçen Nisan ayının ortasında Arjantin’de yayımlanan bir kitap bozdu. [Ahmet İnsel, Birikim Dergisi, Mayıs 2012, Sayı: 277.] (» Mahkeme Evren'in darbe öncesi kimlerle temas ettiğini incelemeye başladı...) Son Hüküm, Videla’nın Kaybolanlarla İlgili İtirafları başlığını taşıyan kitap, Arjantinli gazeteci Ceferino Reato’nun general Jorge Rafael Videla ile, Ekim 2011-Mart 2012 arasında hapishanede yaptığı toplam yirmi saatlik söyleşiye dayanıyor. (1) Videla, 2010’da ikinci kez mahkemeye çıktığında, “Sorumluluklarımın hepsini kabul ediyorum. Astlarım sadece benim emirlerime uymakla yetindiler” diyerek meydan okumuş ve duruşmalar sırasında bundan çok daha fazla bir şey söylememişti. Kitap olarak yayımlanan bu söyleşide ise, önce 1985’te yargılanıp ömür boyu hapis cezası alan, sonra Carlos Menem tarafından 1989’da tüm darbecilerle birlikte affedilip, evinde gözetimli ikamette tutulan, ardından 2007’de yeniden hakkında bu kez insanlığa karşı suç işleme iddiasıyla dava açılıp (2) hapsedilen ve nihayet 2010 yılında iki kez ömür boyu hapis cezasına çarptırılan emekli general Videla, yaptıklarından hiçbir pişmanlık duymadığını ifade ediyor. Hatta tam tersine, “Yedi-sekiz bin arasında kişinin yok edilmesinin yıkıcı (subversivo) güçlere karşı savaşta ödenmesi gereken bir maliyet olduğunu” söylüyor. Ardından insanın kanını donduran bir samimiyetle ilave ediyor: “Başka türlü nasıl yapabilirdik ki? Bu konuda hem ülke içinde hem ülke dışında protestoların oluşmasına meydan vermemeliydik.” Videla, mutlak haklı olduğuna inananların sergilediği özgüvenle devam ediyor: “Ne mahkeme önüne çıkarılması ne de kurşuna dizilmesi mümkün olan önemli sayıda bir grup insanı ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bu kadar insanı nasıl kurşuna dizebilirdik? Her kayıp, elbette bir ölümü bir biçimde saklamak, maskelemek olarak değerlendirilmelidir.” Burada durup, derin bir soluk alalım. Videla’nın “Başka türlü nasıl yapabilirdik?” dediği uygulama, kendisinin“yedi ila sekiz bin arasında” olduğunu söylediği, başka kaynaklara göre otuz bin civarında insanın sadece öldürülmesi değil, cesetleri bile bulunmayacak şekilde ortadan kaldırılmasıdır. Videla, işkenceciler tarafından bu ortadan kaldırma operasyonu için kullanılan “son hüküm” (disposicion final) tabirinin “tipik iki askerî kelime” olduğunu, “kullanım dışı kılmak” anlamına geldiğini belirtiyor. İnsana korkunç bir sinizmle mi yoksa yaptığının doğruluğuna bütün varlığıyla iman etmiş bir kişinin söz sakınmazlığı ile mi karşı karşıya olduğumuzu sordurtacak bir örnekle, bu kullanımı açıklıyor: “Örneğin askerler kullanılmış elbiseler giyilemez hale gelince, bunların disposicion final konumuna geldiklerini söylerler.” Yani artık envanterden düşmenin, yok edilmelerinin zamanı gelmiştir. Videla yedi-sekiz bin kişinin, “yıkıcı güçlerle savaş için yok edilmesinin gerekli olduğunu” bu askerî malzeme deposu tabiriyle izah ederken, neden bu kişilerin mahkemeye sevk edilemeyeceklerine de “mantıklı” bir açıklama veriyor: Kurşuna dizilmeleri durumunda olduğu gibi, mahkemeye sevk edilmelerinde de oluşacak uluslararası tepkilere maruz kalmama gereği. Bu “gereği” desteklemek için, İspanya’da Franco döneminde üç ETA militanının ölüm cezasına çarptırılmasına karşı oluşan tepkileri örnek veriyor: “Franco’nun onayıyla ölüm cezaları verilmesine rağmen, bunların yerine getirilmesi uluslararası protestolar nedeniyle çok zor oldu. (3) Halbuki o Franco idi. Ayrıca Şili’de Pinochet yönetiminin baskılarına karşı da dünyada tepkiler vardı.” Kısacası Videla, tutukluların bir kısmının “kaybedilmesi/ortadan kaldırılması kızılbaş - sayfa 22 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zorunluluğu”nun hasıl olduğunu, bunun nedeninin insan hakları örgütlerinin, sol partilerin protesto kampanyalarından kaynaklandığını ima edip, “Yaptıklarımıza ses çıkarılmasaydı, bunlar olmazdı” demeye getiriyor. Bir de bu tür bir radikal temizlik girişimi gereği için Arjantin yakın tarihinden örnek veriyor: “Bu karanlık günlerde askerî şefler tutukluları mahkemelere sevk edemeyecekleri sonucuna vardılar. Hatırlayın, General Alejandro Lanusse hükümeti döneminde yıkıcı (yine hep o subversivo) faaliyetler nedeniyle yargılanmış ve mahkum edilmiş olanlar, 25 Mayıs 1973’te Peronist başkan göreve başlayınca birer kahraman olarak ülkeye dönmüşlerdi.” (4) Bundan ders çıkaran, darbeden sonra kurulan beş askerî bölgenin komutanları, çareyi tutukluları ortadan kaldırmakta bulmuşlardı! “Asmayıp da besleyelim mi?” düşüncesinin Arjantin versiyonu diyebiliriz. General Videla, darbeden aylar önce tutuklanacak kişi listelerinin hazırlandığını, buna karşılık “tutukluların gidecekleri nihai yeri belirleyen listelerin olmadığını” iddia ediyor. Sonra hemen küçük bir düzeltme yapıyor: “Bu amaçla [ortadan kaldırılmak] oluşturulmuş kısmi listeler olabilir ama bunlar titizlikle hazırlanmamıştı”! Es kaza bunlar titizlikle hazırlanmış olsalardı kayıp sayısının ne kadar artmış olacağını bilmiyoruz. Her durumda nizam ve intizam yanlısı bir zihniyetin ölüm listelerinin titizlikle hazırlanmamış olmaları nedeniyle ciddiye alınmamaları gerektiğini ima etmesi de bir zihniyet dünyasını aydınlatması açısından anlamlı. Bu söyleşi vesilesiyle, Videla’nın kabul ettiği sayıya göre yedi ila sekiz bin arasında, Kayıp Yakınları Hareketi’nin listesine göre otuz bin kişinin nasıl dört etapta yok edildiklerini de öğreniyoruz: Darbeden birkaç ay önce, “yıkıcı güçlere karşı savaş için” çıkartılan olağanüstü yetki kararnamelerine göre (5) ve iş çevreleri, sendikacılar, siyasetçiler, öğrenci önderleri vs.nin işbirliğiyle hazırlanan şüpheli listeleri ve başlayan tutuklamaların, darbeden sonra genelleştirilmesi; gizli merkezlerde sorguların yapılması; “kazanılması”nın mümkün olmadığına kanaat getirilen tutukluların ölmesi, buna genellikle her askerî komutanlık bölgesinin başındaki komutanın başkanlık ettiği bir toplantıda karar veriliyordu; cesetlerin yok edilmesi operasyonunun (açık denize atarak, gizli yerlere gömerek, fırınlarda yakarak vs.) nizam ve intizam içinde gerçekleştirildiğinden şüphe yok. Videla, öldürülen kişilerin cesetlerinin yok edilmesi gerekçesi olarak, ERP lideri Mario Santucho örneğini vererek, “etrafında böyle büyük beklenti oluşmuş bu kişilerin cenazelerinin verilmesinin gösterilere, anma seremonilerine yol açacak” olmasını gösteriyor. Yapılan işkenceler, öldürülen binlerce insan konusunda Videla’nın ağzından söyleşi sırasında hiçbir pişmanlık veya üzüntü ifadesi çıkmıyor. Hatta tersine, işkenceleri gerekli eylemler olarak savunurken, Fransızların Hindiçin’de ve Cezayir’de yaptıkları işkenceleri örnek gösteriyor. Bu işkence yöntemlerini esas olarak Fransız subaylarından öğrendiklerini savunmaları sırasında başka subay ve generaller de dile getirdi. Bütün bunları dünyanın en doğal işini yapmış gibi anlatırken Videla’nın birden öfkelendiği anlar da var. Örneğin, yeteri kadar “yıkıcı”yı yok etmedikleri için o zamanlar kendilerini çok eleştiren Arjantinli işadamlarının şimdi de kendilerini “devlet terörü” yapıldığı için eleştirdiklerini söyleyip, öfkeleniyor: “Önce ellerini yıkadılar, şimdi bizi suçluyorlar!” En azından bu konuda bütünüyle haksız olduğunu söyleyemeyiz. Her şeye rağmen, Videla bir konuda yaptıklarının hatalı olduğunu da kabul ediyor. Hayır, işkencelerle, ölümlerle, cesetlerin yok edilmesiyle ilgili değil bu hata, teknik olarak darbeyle ilgili. “Tamamen askerî açıdan, yıkıcı güçlere karşı savaşmak için darbe yapmaya ihtiyacımız yoktu, çünkü Italo Luder (6) orduya yıkıcı güçleri ülkede yok etme emri veren kararnameleri imzalamıştı.” O zaman neden darbe? Yanıt, açık ve net: “Amacımız bütünüyle anarşi içinde olan toplumu disiplin altına almaktı.” Bu anarşi sözcüğü kulaklarımızda yankılanırken hatırlatalım; söz konusu anarşi, uzun bir askerî diktatörlük sonrası patlayan sol hareketlerin, özellikle Devrimci Halk Ordusu (ERP) ve Monteneros militanlarının yer yer silahlı ayaklanmaya dönüşen eylemleri, yükselen sendikal mücadeleler ve geleneksel siyasal partilerin yönetememe durumuydu. Bu nedenle, askerî cunta kendi dönemini resmî olarak Ulusal Reorganizasyon Sürecini gerçekleştirme girişimi olarak tanımlamıştı. Bu Ulusal Reorganizasyon kavramının kökleri, Arjantin Katolik Kilisesi’nin “kızıllara (ve zaman zaman Yahudilere) karşı” verdiği kadim mücadeleye gidiyor. Arjantin ordusu subaylarının çoğu gibi koyu bir Katolik-ulusalcı olan Videla için “komünist yıkıcılığa” karşı savaş, “Katolik Batı medeniyetinin büyüklüğünü savunmak için” bir gereklilikti. (7) “Subversivo” tabiri Arjantin’de askerler, Katolikler ve iş çevreleri tarafından Şeytan’la neredeyse eşanlamlı olarak kullanılıyordu. Videla, 2012 yılında hâlâ bu kelimeyi bu anlamda kullanmaya devam ediyor ve “yıkıcı faaliyetler”in yakın ve ciddi bir tehlike oluşturduğuna inanıyor. Bu “yıkıcı faaliyetler”in farklı biçimlerde devam ettiğini iddia ediyor. Videla bir yandan Ceferino Reato’yla bu söyleşiyi yaparken, Şubat ayında bir İspanyol haftalık dergisinin sorularını yanıtlamış ve “Arjantin’de adalet yok, intikam alma var” demişti. Bu da bugünlerde Türkiye’de moda olan bir kavram. Videla’ya göre bütün bu “intikam fesadının arkasında” iktidarda birbirlerini izleyen, “Arjantin için bir felaket olan” Kirschnerler ve “yıkıcı güçler” yatıyor. Videla’nın Kirschnerler’e öfkelenmesi yersiz değil. Önce Nestor Kirschner, onun ardından başkanlığa seçilen karısı Cristina Kirschner 1976-1983 arasındaki cunta yönetimi altında işlenen insanlığa karşı suçların failleri hakkında davaların açılmasını destekleyerek, Videla gibi yüzlerce kişinin yargılanmasının önünü açtı. Özellikle 2010’da, Malvinas Savaşı ve devletlararası ilişkiler dosyaları hariç, devletin tüm gizli dosyalarının açılıp, mahkemelerin bunlara ulaşımına izin verilmesi, cunta döneminde işlenen suçların soruşturulmasını kolaylaştırdı. Elbette bundan daha “yıkıcı bir faaliyet” tasavvur edilemezdi! *** Arjantin’de üç kuvvet komutanının oluşturduğu cunta, 24 Mart 1976’da darbe yaptı. Cuntanın başında, General Jorge Rafael Videla vardı. Cumhurbaşkanı Isabel Peron’u deviren askerler, çok geniş bir tutuklama kampanyası başlattılar. Silahlı ve silahsız sol muhalefetten yüz binlerce kişi tutuklandı. Beş yüz civarında gizli tutuklama ve işkence merkezi kuruldu. İnsan hakları kızılbaş - sayfa 23 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 örgütlerinin değerlendirmelerine göre, otuz bin civarında kişi ortadan kayboldu. Beş yüz bin Arjantinli yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Darbenin dönemin ABD yönetiminin bilgisi ve onayı dahilinde yapıldığının belgeleri 1980’lerde ortaya çıktı. Arjantin ordusu komuta heyetinin, darbe öncesinden işkenceleri ve tutukluların yok edilmesini açıkça planladığı da. Örneğin, darbeden önce, Koramiral Luis Maria Mendia deniz kuvvetlerinden subaylarla yaptığı hazırlık toplantısında, “Batı ve Hıristiyan ideolojisini kurtarmak için” deniz subaylarının işkenceler sırasında sivil giyinmelerini, daha sonra “fiziki olarak yok etme sistemi dahilinde, şahısların bir ‘Hıristiyan gibi ölmelerini sağlamak için’ uçuş halindeki uçaklardan canlı ve uyuşturulmuş olarak boşluğa atılmalarını” söylediğini çeşitli tanıklıklar 1983’ten sonra dile getirdi. Askerlerin kendilerinin “kirli savaş” olarak tanımladıkları bu “komünist yıkıcılığı toptan yok etme operasyonu”, silahlı mücadele veren gruplarla sınırlı bir operasyon değildi. Darbeden sonra, 1977’de yaptığı bir konuşmada, Buenos Aires eyaleti valisi General Iberico SaintJean, “Ulusal Reorganizasyon Süreci”ni şöyle tarif ediyordu: “Önce bütün yıkıcı ajanları öldüreceğiz. Sonra onların işbirlikçilerini. Ardından sempatizanlarını. Ondan sonra sıra tarafsızlara ve sonunda kararsızlara gelecek.” (8) Yapılanı bundan daha açık tarif etmek mümkün değil. Videla işte bugün bu yapılanı Arjantin toplumunu disiplin altına almak olarak tanımlıyor. Videla’nın kabul ettiği gibi, Arjantin ordusu, Arjantin Katolik kilisesinin bir bölümünün desteğiyle, toplumu zararlı unsurlardan toptan ve radikal biçimde temizleme kararı almıştı. O kadar ki, denize atılmayıp veya cesedi yakılmayıp, toplu mezarlıklara gömülenler dahi NN koduyla gömülmüşlerdi. NN, no nato, yani “doğmamış”! Askerler öldürdükleri kişilerin tahayyül ettikleri ulusal-Katolik Arjantin toplumuna o kadar aykırı olduğunu düşünüyorlardı ki, onların bu topraklarda doğmamış olduklarını ilan ediyorlardı. “Doğmamış” insanların yok edilmeleri bir suç olamazdı! Aynı zamanda hepsini NN koduyla gömerek, daha sonra hakkında somut olarak konuşulması mümkün olmayan çok büyük bir anonim “yok insan” kitlesi yaratmak istemişlerdi. (9) Arjantin ordusu ve polisi, yargı mensuplarının da göz yummasıyla, sadece otuz bin civarında Arjantinli’nin “kaybolması”na neden olmadı. Katolik kilisesinin aktif yardımıyla, subversivoların çocuklarına zorla el koyup, onların dindar ailelerin yanında, iyi Arjantinliler olarak yetişmesini de örgütledi. Amaç, sosyalistlerin, komünistlerin, laik liberallerin zararlı ideolojilerinden arındırılıp, iyi Arjantinli Hıristiyanlar olarak yetişmelerini sağlamak, böylece onların “ruhlarını kurtarmaktı.” İşkencelerde, asker ve polislerin yanında, zaman zaman Katolik rahiplerin de bulunduğu, büyük bir antikomünist, anti-demokrat ve anti-Yahudi (Yahudi-Mason komplosu hem Kilise hem orduda yaygın bir inançtı, bugün dahi ortadan kalktığı söylenemez) arınma ve temizleme operasyonuydu “Ulusal Reorganizasyon Süreci”. Operasyon hız kaybederek 1979-1980 yıllarına kadar devam etti. General Videla görevini 1981’de General Viola’ya devretti. Ardından cunta iki defa daha şef değiştirdi. Hem ekonomide hem dış politikada giderek sıkışan cuntanın yeni bir halk desteği kazanmak için başlattığı Malvinas Adaları Savaşı’nda Arjantin ordusunun hezimete uğraması, askerî cuntanın sonunu hazırladı. 1982 sonunda serbest seçimlere izin vermek zorunda kalan cunta üyeleri, 1983’te yönetimi halkoylamasıyla seçilen yeni başkan Alfonsin’e devrettikten sonra, 1985’te yargı önüne çıktılar. Ne var ki Alfonsin yönetimi yakın geçmişle hesaplaşma konusunda temkinliydi. Darbeci birkaç generalin yargılanmasının yanında, darbe öncesi silahlı mücadeleye katılmış bazı militanların da yargılanmasıyla bir denge bulmaya çalışıyordu. 1986’da “son nokta” yasası ile, yasanın yayımlanmasını izleyen altmış gün içinde, 1976-1983 arasında işlenmiş suçlar için şikayetçi olunmaması halinde ceza soruşturmalarının kendiliğinden düşeceğini ilan ediyordu. 10) Bunu bir yıl sonra, orduda astların emirleri yerine getirdikleri için suçlanamayacaklarına dair ikinci bir fiili af kanunu izledi. Nihayet Alfonsin’in yerine seçilen Menem’in 1989 ve 1990’da ilan ettiği aflarla geçmişe sünger çekme politikası tamamlandı. (11) Bu aflara rağmen, ilk olarak 30 Ni- san 1977’de Buenos Aires’te Mayıs Meydanı’nda kaybolan çocuklarını arayan anneler eylemlerine ısrarla devam ettiler. (12) Anayasa Mahkemesi’nin 2005’te Alfonsin ve Menem’in “dokunulmazlık yasaları”nı iptal etmesiyle, cunta yönetiminde insanlığa karşı işlenen suçlara karışmış asker ve sivillerin esas yargılanması 2006’da başladı. İlk ceza alan General Bussi için Arjantin yargısı, belli bir siyasal grubu hedef alarak yok etmek suçunu dikkate alarak, soykırım eylemi değerlendirmesinde bulundu. İşlenen suçların, insanlığa karşı işlenmiş suç kategorisinde değerlendirilmesi zaman içinde yaygınlaştı. 2007’den bugüne kadar yüze yakın ağır hapis ve ömür boyu hapis cezası verildi. Ayrıca ilk defa 2009’da Victor Brusa adlı hakimin de insanlığa karşı suç işlemiş olduğuna hükmedilip, 21 yıl hapis cezasına çarptırılmasının ardından, askerî diktatörlük döneminde görev yapmış birçok hakime “devlet terörüyle işbirliği yapma” suçundan dava açıldı. Benzer davalar bazı polisler için de 2006’dan itibaren açılmaya başlandı. Ama Brecht’in tabiriyle, “O canavarı doğuran karın hâlâ canlı” idi. Yargıç Brusa’ya karşı tanıklık yapan ve kendine işkence yapan, tecavüz eden diğer polislere karşı tanıklık yapmaya devam eden Silvia Suppo, Mart 2010’da Santa Fe’de atölyesinde yirmi yerinden bıçaklanmış olarak ölü bulundu. Bu, Buenos Aires eyaleti eski polis müdürü Ramon Camps’ın 2006’da ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasında tanıklığıyla etkin bir rol oynayan ama tanıklık yaptıktan sonra “kaybolan” (bugüne kadar cesedi bulunamadı) Jorge Julio Lopez’den sonra, öldürülen ikinci tanıktı. Diğer taraftan, işkencelerde bulunduğu için bir Katolik rahip de hapis cezasına çarptırıldı. Otuz civarında Katolik rahip hakkında yapılan suç duyuruları inceleniyor. “Bebek çalan” subaylar ve bunları bilerek evlat edinen ailelere de ceza davaları açıldı. 1983 yılından 2011 sonuna kadar Arjantin’de, “devlet terörü çerçevesi” nde insanlığa karşı suç işledikleri gerekçesiyle 266 kişiye ceza verildi, 593 kişi de tutuklu veya hükümlü olarak hapsedildi. (13) Arjantin’de bu suçlardan sadece 2011 yılında 193 kişiye karşı yeni dava açıl- kızılbaş - sayfa 24 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dı. Toplam olarak 1.200 civarında asker ve polisin yargılanması bekleniyor. Videla’nın itirafları “Geçmiş geçmişte kaldı, artık yaraları kaşımayalım” diyenleri kızdırdı. Bu konuda görüşü sorulan birçok emekli veya muvazzaf subayın kanaati aynı: “O zaman (yani 1985’te) bunları anlatsaydı, bir işe yarardı. Arjantin ordusu üzerindeki bu yükten kurtulmaya çalışırken, bunları şimdi yeniden hatırlatmanın ne gereği var?” Videla’nın itiraflarının, yargılanması devam eden bir dizi asker ve sivilin savunmasını çökertecek olmasından duyulan endişe bu şikâyetlerin satır aralarından seziliyor. Köktenci Katolikler ve aşırı sağ çevreler ise, Kirschner’in bu sorunları “kaşıması”nın nedeninin, toplumun dikkatini Arjantin’in esas sorunlarından başka yerlere çekmek olduğunu söylüyorlar. Bu da bugün Türkiye’de de yer yer duyduğumuz ve çoğu zaman kabul gören bir görüş. Halbuki kendine insanlık ve medeniyet atfeden bir toplumun, böyle bir barbarlığın kendi bağrından çıkmış olmasından daha esas başka ne sorunu olabilir? Bütün bu mızırdanmalara, eleştirilere, “esas sorunları çözelim” çağrılarına kulak asmayan, İspanya’daki hakim Baltasar Garzon’un açtığı yoldan giden yeni kuşak Arjantin hakim ve savcıları, Arjantin’in bu insanlık dışı tarihiyle yüzleşirken, darbe öncesi sorumlular hakkında da asker ve sivil farkı gözetmeden soruşturmalar başlatmaktan geri kalmıyorlar. Arjantinli diktatör general Videla’nın itirafları vesilesiyle yaptığımız bu Arjantin yakın tarihi hatırlatması, insana Türkiye’nin o kadar da kendine özgü bir ülke ve toplum olmadığını gösteriyor. Militarizm, milliyetçilik ve bağnazlığın (dinsel ya da ideolojik) karışımından doğan bu ucubenin, “bizim topraklarımızda ve bizim medeniyetimizde yeri yoktur” demek zor. Gene de arada bir fark var. Türkiye’de askerî cunta ve kirli savaş pratiklerini tasarlamış ve uygulamış olanların arasından Videla’nın yerli versiyonlarından biri çıkıp, yaptığına “Yaptım” deyip, işkencelerin, insan öldürmelerin, cesetleri yok etmenin, bebeklere zorla el koymanın yüce bir dava açısından meşru ve gerekli olduğunu açık açık söyleme kararlılığını göstermedi. Belki bu cesaret veya inançlılığa sahip değillerdi. Arjantin’de Mayıs Meydanı Anneleri’nin bir kısmı da bu itirafların yayımlanmasını, mağdurların anısının bir kez daha çiğnenmesi olarak değerlendirip, eleştirdiler. Halbuki Videla’nın itirafları, insanlığın insani olmayan yüzüyle yüzleşebilmemiz için son derece değerli bir belge. Arjantin şimdi gerçekten tarihinin ve toplumunun gayrı insani yüzüyle yüzleşmeye başlayacak. Darısı başımıza... Ahmet İnsel, Birikim Dergisi, Mayıs 2012, Sayı: 277. ___________ (7) 19. yüzyılda Hıristiyanlığın toplumda çok güçlü ve yaygın olmadığı Arjantin’de, Katolik kilisesi toplumu “yeniden Katolikleştirmek” için bir yandan milli bir Katoliklik geleneği icat ederken, diğer taraftan devlet gücüyle toplumu dönüştürmek/dindarlaştırmak için önce ordunun Katolikleşmesine önem vermişti, bkz. Loris Zanatta, “Argentine, 1976: généalagie de la repression. Une perspective historique de l’idée de Nation au sein de l’Armée et de l’Eglise”, Histoire et Sociétés d’Amérique Latine, sayı:7, L’Harmattan-Paris, 1998. (1) Ceferino Reato, Disposicion Final, la confesion de Videla los desaparecidos, Editorial Sudamericana, Buenos Aires, 2012. (8) I. Barki, Pour ces yeux-là. La face cachée du drame argentin. Les enfants disparus, Paris, La Découverte, 1988, s. 70. (2) 2005’te Arjantin Anayasa Mahkemesi 1985 ve 1987 af yasalarını iptal etmesinden sonra, yeniden yargılanma mümkün oldu. Bunların çok küçük bir bölümü ilk kez 1983 sonrası yargılanmıştı. 2007’den bugüne kadar yüze yakın ağır hapis ve ömür boyu hapis cezası verildi. (9) Martine Déotte, “L’effacement des traces, la mère, le politique”, SocioAnthropologie, sayı: 12, 2002. (3) Franco, 1975 Eylül’ünde, ölüm döşeğindeyken, bir ETA ve üç FRAP (Frente Revolucionario Antifascista y Patriota) militanının ölüm cezasını onaylamış ve cezalar on gün sonra infaz edilmişti. Bu ölüm cezalarına karşı hem İspanya’da hem İspanya dışında çok geniş bir tepki oluşmasına rağmen infazlar engellenememişti. Bunlar İspanya’da infaz edilen son ölüm cezalarıdır. (4) 1955’te önce Papa’nın Arjantin Cumhurbaşkanı Peron’u aforoz etmesi, ardından Hava Kuvvetleri’nden uçakların Peron’un düzenlediği bir mitingi bombalaması (364 ölü) ve yıl sonunda ordunun yönetime el koymasıyla başlayan askerî diktatörlük dönemi, 1973’e kadar devam etmişti. (5) Darbeden bir yıl önce Isabel Peron’un başkanlığında Arjantin hükümetinin yayımladığı kararnamelerle, orduya “yıkıcı güçleri yok etme” yetkisi verilmiş ve “kirli savaş” fiilen başlamıştı. (6) 1975’te kısa bir süre Isabel Peron’un yerine vekâleten başkanlık yapan Peronist siyasetçi. (10) “Bebek çalma” suçları bu yasanın dışında bırakıldı. (11) Alfonsin ve Menem’i art arda af kanunları çıkartmaya zorlayan, 19871990 arasında orduda dört isyanın çıkması ve özellikle 1990 isyanında darbenin başarılı olmasına ramak kalması olmuştu. (12) Bugüne kadar 11.000 “kaybolmuş” kişinin cesedi teşhis edilebildi. Mayıs Meydanı Anneleri Hareketi 1986’da ikiye ayrıldı. (13) Pagina 12, 24 Aralık 2011. Kaynak: http://www.sesonline.net kızılbaş - sayfa 25- sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BASINA VE KAMUOYUNA 12.Ağır Ceza Mahkemesi’’nde sürmekte olan 12 Eylül darbecilerinin yargılandığı mahkemeye gelen belge eklerinden faydalanılarak bir işkence listesi hazırlanmıştır. Genelkurmay Başkanlığının tozlu raflarında 30 yıldır bekleyen bu belgelerin bir kısmının mahkemeye gönderilmesi bir dönemin karanlık yüzünü ortaya çıkarmaya yetmiştir. Devlet, bu belgelerle kendisini ve darbecileri aklamaya çalışmaktadır. Mahkemeye gönderilen özenle seçilmiş ve sistematik işkence olmadığını, işkencenin ”münferit” olduğunu, işkence yapanların da yargılandığını ispat etmeye çalışan evraklar bütünüdür. 12 Eylülde işkenceye “sıfır tolerans” diyorlardı, bugünde “sıfır tolerans” diyorlar. Böylece işkenceye ve kötü muameleye “sıfır tolerans” mantığının kökenlerinin 12 Eylüle kadar uzandığını, sıfır toleransçıların 12 Eylül işkencecilerini nasıl koruduklarını da rahatça görebiliriz. Tıpkı dün ve bu gün olduğu gibi... Dün; Cuntacı ‘’Kurucu İrade’’ işkencecilerini bakan, milletvekili, vali, kaymakam, emniyet müdürü, ya da başka ülkelere Türkiye adına yetkilendirerek ödüllendirdi.. Bugün; sistem sürdürücüleri bunları hala ödüllendirmeye devam ediyor... 12 Eylül döneminde ülkenin her karakolu, her cezaevi, her emniyeti, her askeri üssü hatta her köyü, her kasabası dağı, taşı yani ülkenin her köşesi işkence merkezine dönüştürüldü. Buralardan yükselen çığlıkları kimseler duymadı. Duyanlar da kulaklarını kapadılar. İşkence görenlerden şikâyetçi olanların ısrarlı çabaları ile gördüğü işkenceleri tutanaklara geçirtebilenler tarihe not düştüler. Şimdi biz “GİZLİ”,”İVEDİ””KİŞİYE ÖZEL” ibareli, “okunduktan sonra imhası takdirinize arz” dipnotlu o notları paylaşıyoruz. O notlarda işkencede ölen bir devrimcinin ölümüne nasıl kılıf hazırlandığını; işkencecilerin cunta mahkemelerinde nasıl beraat ettiğini, nasıl kovuşturmaya yer olmadığı kararlarının verildiğini; Mızrağın çuvala sığmadığı anlarda ceza alan işkencecilerin nasıl görevlerine devam ettiğini, daha sonra nasıl devletin üst kademelerine yükseldiğini; Hatta bu belgeler arasında mahkemelere ulaşmayan ifadeleri göreceğiz. Diyarbakır’da, Van’da Muş’ta, Hakkâri’de, Adana’da, Manisa’da, Uşak’ta köylülere zulmeden askeri birliklerde ki zalimlerin hiç birinin adı zikredilmemiş. Yapılan şikâyetlere ve başvurulara “böyle bir olay varit değildir” şeklinde rapor düzenlenmiştir. İşkencede ölenler ya intihar etti denilerek, ya kalp yetmezliğinden, ya dolaşım bozukluğundan, ya da doğal ölüm şeklinde gösterilmiş ve işkence gizlenmeye çalışılmıştır. Hazırlanan doktor raporlarında işkence görmesinde, hücreye atılmasında bir sakınca olmadığı belirtilmektedir. Ölüm nedenleri işkencecilerin istediği şekilde rapora dönüştürülmüş bazı doktorlarla işkenceciler ortak çalışmıştır. Eğer bu dava bu belgelere dayanarak sürerse olayları darbecilerin gözüyle görmüş olur, darbecileri aklamanın zemini yaratmış olurlar. İşkence insanlığa karşı işlenen en büyük suçtur. Bu suçun zaman aşımı, unutulması, bağışlanması olmaz. Bu suçla hesaplaşmak, hesap sormak gerekir. Bugün bir ilimizde Emniyet müdürü olan, bir ilimizde Vali olan, milletvekili olan, bakan olan, general olan, ya da evinde iyi bir aile babası olan, ya da tonton bir dede olan kişinin dün binlerce kişiyi vahşi işkencelerden geçiren bir işkenceci olduğunu haykırmak bizim görevimizdir. 12 Eylülle hesaplaşmak; 12 Eylülün tüm kurum ve kuruluşları ile işkencecileri ile adaleti, yargısı ile eğitimi, sağlığı ile üretimi, örgütlenmesi ile kızılbaş - sayfa 26 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hesaplaşmaktır. Darbe rejimi kendisini yeniden üretecek bir sistem kurmuştur. Bu sistemi yerle bir etmedikçe gerçek bir hesaplaşma olmaz. Bu çalışma işkenceciler için bir başlangıç çalışmasıdır. İşkencecilerin gözünün içine bakarak diyoruz ki; İşkenceci ayağa kalk; İnsanlığa, halklara ve demokrasiye karşı suçlusun. Seni mahkûm ediyoruz. Hesap ver. DEVRİMCİ 78 LİLER FEDERASYONU Liste 1 İŞKENCECİNİN ADI-SOYADI İŞKENCECİNİN RÜTBESİ-ÜNVANIGÖREVİ İŞKENCECİNİN BÖLGESİ İŞKENCE YAPILAN MAĞDUR KİŞİ 1- KENAN EVREN ORGENERAL GENEL. K. BŞK. CUMHURBAŞKANI 2- NURETTİN ERSİN ORGENERAL MİLLİ GÜV. KUR. ÜYESİ 3- TAHSİN ŞAHİNKAYA ORGENERAL MİLLİ GÜV. KUR. ÜYESİ 4- NEJAT TÜMER ORGENERAL MİLLİ GÜV. KUR. ÜYESİ 5- SEDAT CELASUN ORGENERAL MİLLİ GÜV. KUR. ÜYESİ 6- NECDET ÜRUĞ ORGENERAL 7- NECİP TORUMTAY ORGENERAL 8- HAYDAR SALTIK ORGENERAL MGK GENEL SEKRETERİ 9- NECDET ÖZTORUN ORGENERAL 10- KEMAL YAMAK ORGENERAL 11- HALİL SÖZER ORGENERAL HAV. KUV. KUMUTANI 12- CEMİL ÇULHA ORGENERAL HAV. KUV. KUMUTANI 13- SAFTER NECİOĞLU ORGENERAL HAV. KUV. KUMUTANI 14- ZAHİT ATAKAN ORAMİRAL DENİZ KUV. KOMUTANI 15- EMİN GÖKSAN ORAMİRAL DENİZ KUV. KOMUTANI 16- ORHAN KARABULUT ORAMİRAL DENİZ KUV. KOMUTANI 17- FİKRET OKTAY ORGENERAL JAND. GENEL. KOMUT. 18- MEHMET BUYRUK ORGENERAL JAND. GENEL. KOMUT. 19- ADNAN DOĞU ORGENERAL JAND. GENEL. KOMUT. 20- BURHANETTİN BİGALI ORGE- NERAL JAND. GENEL. KOMUT. Ceza evlerinde ki baskıdan ve SERDARIN SOYERGİN' nin idamından sorumlu 21- RECEP ERGUN ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 22- DOĞAN GÜREŞ ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 23- BEDRETTİN DEMİREL ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 24- SELAHATTİN DEMİRCİOĞLU ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 25- SABRİ YİRMİBEŞOĞLU ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 26- HÜSNÜ ÇELENKLER ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 27- İ. HAKKI AKANSEL ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 28- SÜREYYA YÜKSELORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 29- SEDAT GÜNERAL ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 30- RAGIP ULUĞBAY ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 31- KAYA YAZGAN ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI Kürt Halkına ve Diyarbakır Cezaevinde yapılan işkence ve katliamdan sorumlusu 32- NEVZAT BÖLÜGİRAY KORGENERALORDU KOMUTANLARI 33- HAKKI KAYA KORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 34- BÜLENT TÜRKER KORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 35- HAYRİ ÜNAL KORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 36- AŞİR ÖZERER KORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 37- İ. HAKKI KARADAYI KORGENERAL ORDU KOMUTANLARI 38- NAZIM POZAN KORGENERAL ORDU KOMUTANLARI BAZI MİT GÖREVLİLERİ VE MUHBİRLERİ 39- DOĞAN SOLMA 40- M. ALİ KAŞIKÇILAR 41- SÜLEYMAN YENİLMEZ 42- VELİ ÖZATMAN 43- SEÇKİN AYNA 44- AİZ ÇEVRİMEN 45- KEMAL TATAR 46- SERDAR ÖZENÇ 47- BİLAL KUMKENT 48- NİYAZİ OKTUNA 49- HALİFİ ASKARAN 50- MUSTAFA POYRAZ 51- AHMET ŞENDUL 52- BÜLENT ÖZTÜRKMEN 12 EYLÜL'ÜN FAŞİST VALİLERİ 53- NEVZAT AYAZ VALİ İSTANBUL, İZMİR 54- VECDİ GÖNÜL VALİ ANKARA, İZMİR 55- SAFET A. BEDÜK VALİ ANKARA 56- HAYRİ KOZAKÇIOĞLU VALİ ADANA. OLAĞAN HAL BÖL. VAL. 57- KENAN GÜVEN VALİ TUNCELİ 58- CENGİZ BULUT VALİ TUNCELİ 59- REŞAT AKKAYA VALİ ORDU VALİSİ TURKEŞE'e rapor yazan ve Fatsa "Nokta Operasyonu"nun düzenleyicisi 60- RECEP YAZICIOĞLU VALİ TOKAT 61- TEVFİK BAŞAKAR VALİ ZONGULDAK MHP Davası Sanıklarından EMNİYET GENEL MÜDÜRLERİ, EMNİYET MÜDÜRLERİ, ŞUBE MÜDÜRLERİ, İŞKENCECİ POLİSLER VE ORDU MENSUPLARI 62- FAHRİ GÖRGÜLÜ EM. GENEL MÜDÜRÜ 63- SABAHATTİN ÇAKMAKOĞLU EM. GENEL MÜDÜRÜ 64- ÜLKÜ MERT TER. MÜC. HAR. DAR. BAŞK 65- NECATİ ALTUNTAŞ İST. ÇEV. KUV. ŞB. MÜD. 66- HÜSEYİN ÇAPKIN EM. GN. MD. SİYSİ SORUM 67- ŞÜKRÜ BALCI İSTANBUL EM. MÜD. YOLDAŞLARIMIZIN VE BİR ÇOK DEVRİMCİNİN KATLİNDEN DOĞRUDAN SORUMLU 68- ÜNAL ERKAN ANKARA, EDİRNE VAL VE İSTANBUL EM. MÜD. 69- MÜMTAZ BAYKALİST. EM. MÜD. YARD. 70- İSMAİL TAŞKAFA 71- ZİVER ÖKTE 72- LÜTFÜ TOMUŞ İZMİR, BURSA EM. MÜD.-İST. SİY. ŞB MÜD. İŞKENCEDEN SORUMULU 73- AHMET KARAKURT İZMİR EM. MÜD 74- AHMET ATEŞLİ İST. EM. AMİRİ MUSTAFA IŞIK VE BİR ÇOK DEVRİNCİNİN KATLİNDEN SORUMLU kızılbaş - sayfa 27 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 75- HAMDİ ARDALI İZMİR EM. MÜD. YARD. İSTANBUL EM. MÜD. 76- UĞUR GÜRİZMİR EM. MÜD. YARD. İSTANBULDA BİR ÇOK DEVRİMCİNİN KATİLİ 77- ALİ AKAN ANKARA. EM. MÜD DAL GRUBU SORUMLUSU 78- AZMİ DERİN ANKARA 1. ŞB. MÜD DAL GRUBU SORUMLUSU 79- MEHMET AĞAR İSTANBUL 1. ŞB. MÜD. ANKARA EM. MÜD. 80- HASAN ERYILMAZA NKARA 1. ŞB. MÜD 81- ATİLLA AKSOY ANKARA EM. MÜD. YARD. 82- CEVDET SARAL ANKARA 1. ŞB. MÜD DAL GRUBU SORUMLUSU 83- BARBAROS H. AYDIN ANKARA EM. MÜD. YARD. 84- ZEYNEL A. AKSOYORDU EM. MÜD. 85- KEMAL ÇELEBİ ERZİNCAN EM. MÜD. 86- CELAL ŞİRİNTERLİKÇİ TUNCELİ EM. MÜD. 87-ÖMER İLERİ ÇORUM EM. MÜD. 88- ŞÜKRÜ YETİMOĞLU HATAY EM. MÜD. 89- ALİ SAKALLI KÜTAHYA EM. MÜD 90- EROL İZET KESECİGAZİANTEP EM. MÜD. 91- M. ALİ ÖZEN İZMİT EM. MÜD. 92- ŞERAFETTİN GÖKÇEÖREN EDİRNE EM. MÜD. 93- BOLAT BOLALOĞLU ANTALYA EM. MÜD. 94- İLHAN LOSTAR TRABZON EM. MÜD. 95- FAHRETTİN SÖKMENLER KOCAELLİ EM. MÜD. 96- EROL İNCEBİLECİK EM. MÜD. 97- ABDULLAH SELVİ TEKİRDAĞ EM. MÜD. 98- MİTHAT ŞAHİN AFYON EM. MÜD. 99- KEMAL TACİROĞLU ESKİŞEHİR EM. MÜD. 100- ORHAN KAYNAMAZ ESKİŞEHİR EM. MÜD. YRD. 101- HALİL BOZDOĞAN ESKİŞEHİR EM. MÜD. YRD. 102- TURAN KOZAN MANİSA EM. MÜD. 103- MEHMET CANSEVEN ELAZIĞ EM. MÜD 104- ASAF ÇALIŞKAN YOZGAT EM. MÜD 105- GÜLTEKİN DEMİR MUĞLA, ADANA EM. MÜD. 106- AYDIN GENÇ MARDİN EM. MÜD. 107- ZEKİ ÖTER EM. GEN. MÜD. MUAVİNİ 108- YAŞAR GÖKIŞIK KAYSERİ EM. MÜD. YARD. 109- MUSTAFA TAŞKAFA EDİRNE EM. MÜD. VE İST. ÇEVİK KUV. MÜD. 110- EĞTUĞRUL OĞANEM. GEN. MÜD. DAİRE. BŞ 111- MUSTAFA TEKELİEM. GENEL. MUAVİN 112- ALİ DERE EM. GEN. MÜD. DAİRE. BŞ 113- HALİT KARABULUT EM. GEN. MÜD. DAİRE. BŞ 114- ERDEM YURT SEVEN EM. GENEL MÜDR. YETKİLİ 115- BEYHAN ERTÜRK İST. DAİRE BAŞK. 116- OSMAN GÜVENİR 117- UMİT ERDAL AS. SORM. EM. GENEL. MÜD. YARD. 118- TUNCER MERİÇ KAÇAKCILIK VE. İST. DAİRE BŞ 119- METİN AKSOY İZMİR EM. MÜD. YARD.- İSTANBUL' DA MÜF. 120-MUSTAFA YİĞİT TEFTİŞ KUR. BŞ, İSTANBUL EM. MÜD. 121- OKTAY ENGİN APK UZMANI 122- ÜMİT ESMER 123- EDİP BULUT 124- ALPASLAN BİLGİNER 125- RAŞİT YILMAZ 126- MEHMET AKSU EM. GEN. MÜD. DAİRE. BŞ 127- YÜKSEL TUNCERFOLORYA POLİS OK. MÜD 128- HALİL BAHÇEKAPILI MÜFETTİŞ 129- RIFAT ÖZBİRGÜL 130- NURİ ESİRGENEM. GENEL. MÜD. DAİRE. BŞK 131- GÜVEN ŞAHİN İSTANBUL EM. MÜD. YARD. 132- LÜTFÜ LÖK 133- ORHAN ACAR ANKARA EM. MÜD. YARD. 134- MEHMET KAYTAN KARS 1. ŞB MÜD 135- MUSTAFA ÖZER KARS SİYASİ. ŞB. SORGU AMİRİ 136- ALTAY POLAT ANKARA SİYASİ ŞB. MÜD. 137- MUSTAFA KULALAR 138- MUSTAFA ATAK 139- AYDIN GÜNEY 140- FAHRETTİN METİN KAÇAKCILIK VE. İST. DAİRE SİLAH VE MÜHİMMAT ŞB. MÜD. 141- HALİL SULTAR KAÇAKÇILIK VE İST. DAİRE ŞB. MÜD. 142- HALUK GÖZEN İSTANBUL EMİNÖNÜ EM. AMİRİ 143- ORAL ÇIĞADANA 1. ŞB. MÜD. 144- NİHAT ÜLKE KULEMNİYET MÜFETTİŞİ 145- CEMAL ERSOY KOMİSER MUAVİNİ 146- TAYYAR SEVER 1. ŞB. MÜD. 147- METİN GÜNAY 1. ŞB. MÜD. 148- METE ALTAN 1. ŞB.ESKİ. MÜD. K. GRUBU ŞEFİ, TERÖRLE MUC. DAİRESİ BŞ. İŞKENCE VE KATLİAMLARIYLA"HAK ETTİĞİ ÖDÜLÜ" ARKADAŞLARIM YARGILANIRKEN "BEN ÖDÜL ALAMAM" DİYEREK RED EDEN İŞKENCECİ, FAŞİST 149- VEDAT CEM 1. ŞB. MÜD. YARD. 150- FERRUH TOP 1. ŞB KOMİSER MUAVİNİ YOLDAŞLARIMIZIN İŞKENCE VE KURŞUNA DİZİLEREK KATLEDİLMELERİNDEN SORUMLU İŞKENCECİLERDEN 151- MEHMET ÖZTURHAN 152- İSMAİL DOLUNAY 153- METE BOZBORA 1. ŞB. KISIM AMİRİ 154- ASIM BEKAROĞLU 1. ŞB. BAŞ KOMİSER 155- İBRAHİM BAYKARA 1. ŞB. KOMİSER 156- ŞAKİR ÖÇAL 1. ŞB. POLİS 157- SABAHATTİN PERÇİN 158- SEDAT BULUÇ 159- EROL PORTAKAL 160- CANER AKYOL 161- MUHANNET AYKUT 162- HAYRETTİN ÇAKI 163- CELAL ASLAN 164- AHMET ERKAN 1. ŞB. POLİS 165- SEYFETTİN KOD ADI; ÇEKİRGE 166- NURETTİN KOD ADI; PEŞKİR 167- BİDAT YILDIZ 168- İLHAN ÖZGÜL 169- RAMAZAN ÖZKAPLAN POLİS İSTANBUL 2. ŞB İŞKENCECİ 170- ERDOĞAN TOPÇUPOLİS İSTANBUL 2. ŞB İŞKENCECİ 171- MEHMET ÖZTARHAN POLİS İSTANBUL 2. ŞB İŞKENCECİ 172- HASAN UÇAR EKİPLER AMİRİ FATİH EM. AMİRLİĞİ İŞKENCECİ 173- ALİ ÇOŞKUN POLİS FATİH EM. AMİRLİĞİ İŞKENCECİ kızılbaş - sayfa 28 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 174- VURAL KURT POLİS FATİH EM. AMİRLİĞİ İŞKENCECİ 175- HASAN ÖZKOMİSER İST. ÜMRANİYE KAR. İŞKENCECİ 176- SERVET ÖZAKANPOLİS İST. ÜMRANİYE KAR. İŞKENCECİ 177- ÜLKÜ MET EMNİYET AMİRİ ANKARA DAL GRUBU OPRS, SORGU GRUP AM. BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 178- KEMAL YAZICIOĞLU BAŞ KOMİSER ANKARA DAL GRUBU OPRS, SORGU GRUP AM. BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 179- HÜSEYİN KARABULUT BAŞ KOMİSER ANKARA DAL GRUBU OPRS, SORGU GRUP AM. BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 180- BAHAR ÖZTÜRK BAŞ KOMİSER SORGU TİMLERİ AMİRİ BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 181- ALİ ÇAKIRKOMİSER MUAVİNİ BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 182- AYDIN KAPICI BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 183- CAN BAŞER BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 184- FERRUH CANKUŞ BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 185- HASAN YAŞAR BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 186- MEHMET ASLAN BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 187- TUNCAY YAĞMUR BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 188- ÖKKEŞ ŞANLI KOMSER BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 189- OSMAN AK BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 190- MUZAFFER ÖZBAŞ KOMSER BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ 191- İBRAHİM DEDEOĞLU BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ İŞKENCECİ POLİS MEMURLARI 192- ABDULKADİR KİRİŞÇİ POLİS 193- ARİF DEMİR POLİS 194- ALİ RIZA YILMAZ POLİS 195- ALİ TÜRÜDÜ POLİS 196- CELAL ÇOBAN POLİS 197- ABDURRAHMAN ÖZCAN POLİS 198- AHMET BAY POLİS 199- ADEM BARUT POLİS 200- BEKİR KIR POLİS 201- BİLAL YENİÇERİ POLİS 202- CELAL SANDAL 203- CEVDET YAZICI POLİS 204- ERCAN FIRAT POLİS 205- FUAT KARAKARTAL POLİS 206- KAZIM KARABULUT POLİS 207- MUZAFFER PAÇACI POLİS 208- MUSTAFA DİNÇ POLİS 209- M. SAİT ÖZER POLİS 210- MUSTAFA ÇOBANPOLİS 211- MUSTAFA ÖNAYAR POLİS 212- MUZAFFER ALTINTAŞ POLİS 213- MUSTAFA ÖZCİHAN POLİS 214- NECDET ALGÜL POLİS 215- NİHAT TÜMAKINPOLİS 216- SİRAÇ KAYATURAN POLİS 217- SADRETTİN ERGÜN POLİS 218- YUSUF GÖKALP POLİS 219- BİLAL SAY POLİS 220- ÇETİN ÇATAL POLİS 221- EKREM BAGANA POLİS 222- İHSAN SAYIM POLİS 223- KEMAL GÜLGEÇLİ POLİS 224- M. ALİ DEMİR POLİS 225- MUSTAFA ALTINTAŞ POLİS 226- MUSTAFA UNCULAR POLİS 227- MURAT DOĞAN POLİS 228- MUSTAFA SEDA POLİS 229- MENDERES BİLGİLİ POLİS 230- NİZAM ŞEREF POLİS 231- OSMAN CEYLAN POLİS 232- ŞEHMİSTAN ÇELİK POLİS 233- TURAN ÖZTÜRK POLİS 234- ZİYA ÖZDEMİR POLİS 235- DAVUT BUCAK POLİS 236- FARUK DARENDELİ POLİS 237- FAHRETTİN İLGİN POLİS 238- KENAN AVCI POLİS 239- MEHMET GÜNEY POLİS 240- MUSTAFA UĞUR POLİS 241- MESUT SAKAAYAR POLİS 242- MUSTAFA BAYIR POLİS 243- MUZAFFER ÇATAK POLİS 244- NAZİF MALKOÇ POLİS 245- NURİ ONAT POLİS 246- RECEP UZUNTAŞ POLİS 247- SELÇUK ALPASLAN POLİS 248- ALİ ULUÇPOLİS 249- AHMET CİHAN POLİS 250- AYHAN EROL POLİS 251- ERDAL ÇAYLAK POLİS 252- GALİP GELAL POLİS 253- HIDIR ACAR POLİS 254- KEMAL ALTINGANYAN kızılbaş - sayfa 29 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 POLİS 255- NURETTİN OĞHAN POLİS 256- ŞABAN DAĞHAN POLİS 257- ZEKİ YANILMAZ POLİS 258- DOĞAN KAYA POLİS 259- FEVZİ AKDOĞANPOLİS 260- HASAN ŞAHİN POLİS 261- HİLMİ BABACAN POLİS 262- MUSTAFA ÇELİKOL POLİS 263- NACİ POLAT POLİS 264- SÜLEYMAN ADAŞ POLİS 265- ATİLLA ERDEM POLİS 266- CUMA ASLENER POLİS 267- FİKRET TOPAL POLİS 268- HASAN ÖZBİNAY POLİS 269- İSMET TUNCAYLIPOLİS 270- NAİL ATALAY POLİS 271- YUSUF TÜRKYILMAZ POLİS 272- İLHAN LOKUMCUPOLİS ANKARA 2. ŞUBE 1. KISIM VE DİĞER ŞUBELERDEN İŞKENCECİLER 273- BAHTİYAR ÇANGIR BAŞ KOMİSER ANKARA 2. ŞB 1.KISIM 274- ALİ ŞİMŞEK KOMİSER ANKARA 2. ŞB 1. KISIM 275- ABDULGANİ YILDIRIM POLİS ANKARA 2. ŞB 1. KISIM 276- FİKRİ ÖZSAYIN POLİS ANKARA 2. ŞB 1. KISIM 277- MUHLİS YILMAZ BAŞ KOMİSER ANKARA 2. ŞB 1. KISIM 278- SELAHATTİN KARAÇOR KOMİSER MUAVİNİ ANKARA 2. ŞB 1. KISIM 279- KEMAL AYDINPO LİSANK ARA 2. ŞB 1. KISIM 280- ŞÜKRÜ BALCI EMNİYET MÜDÜRÜ AHMET KARLANGIÇ'IN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİ 281- AHABATTİN TÜRK KOMİSER 1. ŞUBE AHMET KARLANGIÇ'IN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİ 282- AHMET GÖK POLİS 1. ŞUBE AHMET KARLANGIÇ'IN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİ İZMİR EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 283- SÜLEYMAN TÜTÜNBAKAN POLİSÖMER AYDOĞMUŞ, KATLİNDEN SORUMLU İŞKENCECİ 284- AHMET SAMİM YETER KOMİSER ÖMER AYDOĞMUŞ, KATLİNDEN SORUMLU İŞKENCECİ İSTANBUL EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 285- AHMET ATEŞLİ 2.ŞUBE ŞEFİ İSTANBUL 2. ŞB. 1. KISIM 771 NOLU EKİP MUSTAFA IŞIK'IN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 286- İLYAS KILIÇ KOMİSER MU- AVİNİ İSTANBUL 2. ŞB. 1. KISIM 771 NOLU EKİP MUSTAFA IŞIK'IN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 287- ALAADİN AÇAN POLİS İSTANBUL 2. ŞB. 1. KISIM 771 NOLU EKİP MUSTAFA IŞIK'IN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU KARS EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 288- MEHMET BİNGÖLPOLİS KARS EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMESİ 289- MUSTAFA BOZ POLİS KARS EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMESİ 290- HAMDİ BALCI POLİS KARS EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMESİ 291- MUSTAFA BELGE POLİ KARS EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMSİ 292- OSMAN KAHRAMANOĞLU POLİS KARS EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMESİ ANKARA - İSTANBUL EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 293- AHMET CİVAN POLİS ANKARA EMNİYETİ TÜLAY GÜNDAYA İŞKENCE YAPMAKTAN YARGILANDI 294- ÜLFET ŞEKER POLİS ANKARA EMNİYETİ TÜLAY GÜNDAYA İŞKENCE YAPMAKTAN YARGILANDI 295- HAYDAR ÖZDEMİR POLİS ANKARA EMNİYETİ TÜLAY GÜNDAYA İŞKENCE YAPMAKTAN YARGILANDI 296- NACİ POLAT POLİS ANKARA EMNİYETİ TÜLAY GÜNDAYA İŞKENCE YAPMAKTAN YARGILANDI 297- ÜMİT BAĞBEK KOMİSER ANKARA EMNİYETİ MUSTAFA ASIM HAYRULLAHOĞLU'NUN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 298- MEHMET YETİŞ KOMİSER MUAVİNİ ANKARA EMNİYETİ MUSTAFA ASIM HAYRULLAHOĞLU' NUN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 299- RAHMİ KAYA POLİS İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI ERDOĞAN'NIN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 300- EKREM YİĞİT POLİS İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI ERDOĞAN' NIN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 301- ERDOĞAN OĞUZ POLİS İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI ERDOĞAN'NIN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 302- CABİR SUBAŞI POLİS İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI ERDOĞAN' NIN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 303-İBRAHİM YILDIRIM POLİS İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI ERDOĞAN'NIN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 304- MEHMET TAŞDEMİR KOMİSER MUAVİNİ İSTANBUL 1. ŞB HASAN BAYRA'A İŞKENCE YAPARAK SAKAT KALMASINA NEDEN OLAN KİŞİ 305- NEVZAT BAŞOĞLU POLİS İSTANBUL 1. ŞB HASAN BAYRA'A İŞKENCE YAPARAK SAKAT KALMASINA NEDEN OLAN KİŞİ BİNGÖL EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 306- ALİ ŞAHİN YÜZBAŞI ÖĞRETMEN SIDDIK BİNGÖL'ÜN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜKTEN SONRA KURŞUNA DİZMEKTEN SORUMLU SUBAY 307- ÜMİT EROL ÜSTEĞMEN ÖĞRETMEN SIDDIK BİNGÖL'ÜN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜKTEN SONRA KURŞUNA DİZMEKTEN SORUMLU SUBAY 308- İBRAHİM YILDIZ GÖRÜR ASTSUBAY ÖĞRETMEN SIDDIK BİNGÖL'ÜN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜKTEN SONRA KURŞUNA DİZMEKTEN SORUMLU SUBAY 309- MEHMET ACAR ÖĞRETMEN SIDDIK BİNGÖL'ÜN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜKTEN SONRA KURŞUNA DİZMEKTEN SORUMLU SUBAYKAHRAMANMARAŞ EMNİYETİNDEN İŞKENCECİ POLİS SEDAT CANERİN İTİRAF ETTİĞİ İŞKENCECİLER 310- NEVZAT BEKAROĞLU KURMAY BAŞKANI K. MARAŞ SIKIYÖNETİM BAŞKANI 311- ABDUL KADİR GÖKTANCAR MİT K. MARAŞ MİT BÖL. SOR. 312- NECDET KANDALAT POLİS K. MARAŞ SİY. ŞB. MÜD. 313- TAHİR CADDELİ POLİS K. MARAŞ 2. ŞB. MÜD. 314- HÜSEYİN GÜLERSÖNMEZ BAŞ KOMİSER 315- OSMAN ÇEÇEN KOMİSER 316- ÖZDEN KURU KOMİSER MUAVİNİ 317- İRFAN YÜZBAŞI 318- ARİF 319- ADİL BİNBAŞI 320- OSMAN GÜREŞ KOMİSER kızılbaş - sayfa 30 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 K. MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 321- YILMAZ KONUÇ POLİS K. MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 322- MEHMET KÖSE POLİS K. MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 323- MEHMET GENÇ POLİS K. MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU 324- ENSARİ ORDU POLİS K. MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU ŞEBİNKARAHİSAR EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 325- YÜKSEL ERGENEKON POLİS 326- ŞEREF ÇOBAN POLİS 327- BAYRAM ÜSTÜN POLİS 328- ŞERİF PATLAYANKAYA POLİS 329- SEDAT GÜMÜŞ POLİS 330- CEVAT HANDİ ÖZPOLİS 331- ABDURRAHMAN DOĞAN POLİS 332- SEDAT ALPASLANPOLİS MUŞ EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 333- YUSUF ZİYA BEKTAŞ BAŞ KOMİSER MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ, HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER 334- ŞEHMUT GÜNDOĞDU KOMİSER YARD. MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ, HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER 335- YALÇIN TÜYSÜZ POLİS MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ, HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER 336- CENGİZ YALÇIN POLİS MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ, HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER 337- ALİ ANLAYAN POLİS MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ, HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER 338- İBRAHİM YİĞİT POLİS MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ, HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER ANKARA EMNİYETİNDEN VE MAMAK DİL OKULUNDAN İŞKENCECİLER 339- SALİH ÖZKAN KURMAY BİNBAŞI 340- BÜLENT BORA ÖN YÜZBAŞI 341- KAMİL ÇOLAK POLİS SİYASİ ŞB. MÜR. YARD. 342- ALİ KALKAN BAŞ KOMİSER 343- ÖMER AĞBABA POLİS VİRANŞEHİR İŞKENCECİ EMNİYET GÖREVLİLERİ 344- İSMAİL AKÇAM POLİS VİRANŞEHİR İŞKENCECİ EMNİYET GÖREVLİLERİ 345- MEHMET SIDDIK VERDİ POLİS VİRANŞEHİR İŞKENCECİ EMNİYET GÖREVLİLERİ 346- NİYAZİ BORÇ POLİS HASAN ASKER ÖZMEN'NİN KATLİNDEN SORUMLU ADANA EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 347- AHMET ÜNAL ORTUNÇ KOMİSER ADANA EM.CAFER DAĞDOĞAN'NIN KATLİNDEN SORUMLU 348- OSMAN ÖZASLAN POLİS ADANA EM. CAFER DAĞDOĞAN' NIN KATLİNDEN SORUMLU 349- MEHMET AYDIN POLİS ADANA EM. CAFER DAĞDOĞAN'NIN KATLİNDEN SORUMLU GAZİANTEP EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 350- İBRAHİM NURDOĞAN BAŞ KOMİSER GAZİANTEP EM. TARBZON EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 351- ZEKİ AKGÜN POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 352- NEŞET TAŞ POLİS NURİ AYDIN' A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 353- MUHAMMET ASLAN POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 354- NECMİ ALP POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 355- HASAN KUTLU POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 356- CEVAT TARLAK POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 357- KEMAL TURAN POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 358- NUSRET ERDOĞAN POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 359- İLHAN ÜNAL POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 360- ARİF KABAK POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 361- İBRAHİM TOKER POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 362- REFİK MANGAN POLİS NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU 363- KADİR ASLAN YÜZBAŞI ADNAN TIVSIZ ADLI KİŞİNİN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ VE MAYINLI SAHAYA ATILMASINDAN SORUMLU, İSTANBUL SULTANAHMET CEAZEVİNDE GÖREVLİYKEN DEVRİMCİLERE İŞKENCE YAPAN KİŞİ CEZAEVİNDE GÖREVLİYKEN DEVRİMCİLERE İŞKENCE YAPAN KİŞİ 364- HALİL KÜTÜK POLİS VİRANŞEHİR' DERVİŞ ŞAVGAT'I İŞKENCEYLE ÖLDÜREN KİŞİ 365- AHMET SELEK ALBAY 1985 YILINDA ENSAR KARAHAN'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU BURSA EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 367- EROL KAYA KOMİSER 368- BURHANETTİN ERCAN KOMİSER YARD. 369- HASAN ÖZDEMİR 370- İBRAHİM ÇATALOLUK 371- İSMET ÇAKIR 372- AHMET AKİF KARACAN 373- POLAT MAZLUM RİZE ÇAMLIHEMŞİN EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER 374- MEHMÖET SAİT YENER RİZE MERK. JAN. KOMUT. AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ 375- ALPER ERTURAN ASTSUBAY AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ 376- AHMET ÖZDEN ASTSUBAY kızılbaş - sayfa 31 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ 377 -EKREM DALKILIÇ ER AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ 378- METİN YILMAZ POLİS AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ 379- ALİ LİBA AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ HAKLARINDA İŞKENCE YAPMAKTAN DAVA AÇILAN AMA CEZALANDIRLMAYAN İŞKENCECİLERDEN BAZILARI 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 ALTAN YENİCE ALİ MISIRLI AKKAN ERDAL ABDULLAH ERDOĞAN CESARETTİN YENİBAŞ DOĞAN ŞİMŞEK MİRAÇ TURAN MUHSİN KARABEY ORHAN BANGAL ÖMER AKBAY RAMAZAN BİNGÜLLÜ TANER ARDA TURAN EKİCİ HAYRETTİN ZİHNİ MURAT OKSAR levon ekmekçiyan 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 A. CEM ERSEVER AHMET AKYÜREK ALİ YAVUZKAN ALİM ÖZENSEL AHMET UNAL BARBAROS ILGIT CEVDET ULUCAN EMİN YAZICI EMİN ÖCAL HÜSEYİN KARABUDAK HAYRİ ŞİMŞEK İZZET HAYIRLI KEMAL KÖKER MUSTAFA DİLCİ MUSTAFA ÖNCEL MEHMET AHISKALI MUAMMER ERDİNÇ NESRİN YAŞAR ORAHAN SEZLİ REŞAT ERTANGÜN TUĞMAN AYKIN SALİM UZUN SELİM ŞAHİN ZEKERİYA AKBAŞ EMİRHAN ÇITAK EKREM YILMAZ MUHLİS ZİNCİBİ E. RAHMİ SÖNMEZ HIFZI ÇUBUKÇU HALİK KARABACAK İHSAN KARABULUT KASIM YARGI erdal eren 427 MUSTAFA AYDIN 428 MUSTAFA SEDA 429 MÜNİR KARABEY 430 MUHARREM YAZÇİÇEK 431 NİHAT ADAM 432 OSMAN ÖZASLAN 433 RAHMİ GÜMRÜKÇÜ 434 TAHSİN KIZILKAYA 435 SITKI ŞAHİN 436 SERDAR IRMAK 437 METİN YILMAZ 438 MEHMET SAİT YENER 439 AHMET ÖZDEMİR 440 AHMET EGİCİ 441 AHMET SUVARİ 442 ALİ AVAZ 443 BAKİ AKTÜRK 444 EKRAM ÖZBE 445 HASAN CEYLAN 446 HASAN ERYILMAZ 447 KEMAL ÜNLÜER 448 KADİR ÇİRİŞÇİ 449 MUSTAFA ALTÜRK 450 MUSTAFA BABACAN 451 NAİM AKYOL 452 ABDULKADİR AKSU 453 NECDET MENZİR Kaynak: http://www.78liler.org - Liste çok uzun olduğundan birinci bölümünü bire bir yayınladık. - Listenin tamamı http://www.78liler. org sitesinden ulaşmak mümkündür. kızılbaş - sayfa 32 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dengê Amed Mehdi Tanrıkulu 12yê REZBIRÊ Û STATUYA KURDAN Her heyîn, xwedî xweseriyek xweser, xwedî mafê jiyanê ye. Jiyana ku ji xwezayê tê, divê bi her awayî bi hev re di nava lihevkirinekî de, ahengdar bin. Aheng û lihevkirina jîndaran bi feraset û zanistiyek hunerî pêkan dibe. Ev yek jî dadek hevpar li ser hîmek vîna hevpar, hurmetkariya ferasetê, rêzgirtina azadiya ramanê ferz dike. Bi gelemperî hemû têkilî û lihevhatîbûna mirovan bi nêzîktêdayina afirîneriya dadî û hunermendî pêkan dibe. Ev nêzîktêdayîn, dibe bingeha rêzgirtina mafên mirovên derveyî xwe. Ev yek bi qasî civakî be, ev nêzîktêdayîn têkiliyên di nava dijminan de jî sererast dike. Dijminantî jî bi hiqûqekî pêk tê. Hiqûqê dijminantiyê jî di nava mirovan de hatiye destnîşankirin. Lê dema mirov ji nêzîktir ve bala xwe didêkê, ev srerastkirina hiqûqê şer bi destê desthilatdaran hatiye amadekirin. Li gor hiqûqê nav xwe, pîvanek kivş kirine ku sererastkirina mafê serdestan tê parastin. Di nav van pîvanan de parastina mafê gelên bindest û kedkaran tune ye. Ji ber vê yekê kes û rêxistinên ji temamê pergala desthilatdar re dijber be, wek derqanûnî, terorîst binav dikin. Di rastiya xwe de ew jî ji vê binavkirinê bawer nakin lê ji ber parastina pergala xwe, lazim e terora pergala xwe binixumînin, veşêrin, berevajî bikin. ji ber vê yekê, tevî ku ew li hember mafê jiyanê bêrêz in, sûcdar in dijberê xwe sûcdar didin nişandan. Ew mirovan dikujin dijberê xwe wek kujer didin nişandan. Ew qedexekar in dijberê xwe wisa didin nişandan. Bê guman bi vê tevgerînê riya lihevkirinê dixitimînin. Lewre, hemû kes dizane ku ew dewlet in, ew xwedî balefir û çekên giran ên mirovkujiyê ne û her roj terorîstiyê dikin lê tevgera dijberê xwe ya azadîxwaz wisa bi nav dikin. Lewre berjewendiyên wen wisa ferz dikin. Dîrok, ji vê helwest û tevgerînê re ne biyanî ye. Dîroka desthilatdariyê her wiha hatiye honandin; zalima mafdar daye nişandan, mezlûman jî sûcdar!.. Lê hê dîrok bidawî nebûye û berxwedana gelan û kedkaran êdî dîrokê ji nuh ve dinivîsin. Her cure êrîşên tunekirinê ne rewa ne. Her êrîşên tunekirinê, bi bikaranîna mafê xweparastinê tê pêşwazîkirin. Her cureya êrîşa tunekirinê ya pergala desthilatdar bi berxwedana gelê Kurd tê pêşwazîkirin. Ev berxwedan ji bo civaka Kurd statuya azadiyê destnîşan dike. Li Kurdistanê dîroka zilmê tê hilweşandin, dîroka azadiyê bi coşek bêhempa tê nivîsîn. Desthilatdarê dîrokê, pergala mêtînger û mijokdar bûye hayanî niha. Hemû zagonan li gor berjewendiyên xwe amade kiriye. Parastina berjewendiyên desthilatdaran çi pêwîstî pê hebûye yekser bi cih aniye. Lê dema ku hêzek têkoşer ji bo berjewendiyên gelên mêtîngeh û kedkar bixwaze berê dîrokê veguherîne, wê demê naveroka nêzîktêdayinan diguhere. Hemû pergala desthilatdar, tevî hemû hevalbend û hevkarên xwe lê dibin yek. Hêzên têkoşer jî hin bi hin hevkar û hevalbendên xwe birêxistin dikin. Di destpêkê de her çiqas ev hêz lawaz be jî pêşerojê temsîl dike û her xurt dibe, mezin dibe. Asta statuxwaziyê serdemekî ye ji bo hêzên têkoşer. Statuya hêzên demokratîk bi têkoşînek bêhempa tê bidestxistin. Maf û statuya xweser û azad, tên bidestxistin. Di dîrokê de tu statu nehatiye dayîn, her hatiye stendin. Îro civaka Kurd, statuya xwe ya azadiyê arasteyî pergala kevneperest a cîhanê dike. Di kesayeta zilmkar û tunekerên dewletî de, azadiya xwe gav bi gav avadikin û dihonin. Bi derbeya faşîst a 12yê Rezbirê ya 1980yî hêzên metîngeh xwestin bipelçiqînin. Bi vê armancê li hember girtiyên azadiyê îşkence û êrîşên bêhempa pêkanîn. Ev îşkence li ber çavê mirovahiya demî pêk hat. Ev pêkanîn hemû sûcên mirovahiyê bûn. Her roj sûcên mirovahiyê li ber çavên mirovahiyê, bi desteka DYA, NATO û hwd. pêk hat. Her roj bi desteka Amerîka, Îngilîstan, Dewletên Awrûpa û hwd. hevkarên wan, sûcên mirovahiyê dubare kir. Ew pergala desthilatdar tu kesî negot; mafê civaka Kurd heye… civaka Kurd, têkoşîna azadiya gel berdewam kir û niha gihîştiye asta bidestxistina statuya xwe. Tu hêz nikare vê pêşveçûnê rawestîne, têkbibe. Li hemû deverî Kurd, statuya azadiya xwe bidest dixin. Bêguman statuya azadiya civaka Kurd, zayîna pergala azadiya herî rasteqîn û zanist a mirovahiyê ye. Lewre kivşkirina statuya Kurdan, avakirina pergala Konfederalîzma Demokratîk e. Konfederalîzma Demokratîk wek pergala herî nûjen, herî demokratîk û boneya hevparebûna jiyana nava hemû gelan e. Hemû gel bi vê riyê dikarin wek xweser û azad bi hev re jiyanek nuh deynin. Bi vê pergalê mirovahiyek nuh vedije ku hemû dîrokê dibuhurîne. Bi vê jiyanê jî dîrokek nuh tê nivîsîn: Şoreşa Azadiyê ya Gelê Kurd kızılbaş - sayfa 33 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Αγαπητοί Φίλοι, Σας εύχομαι επιτυχία στην σημερινή παρουσίαση του Βιβλίου για την Γενοκτονία των Ελλήνων της Οθωμανικής Αυτοκρατορίας και σας χαιρετώ όλους με σεβασμό. Το 1908 υπήρξε μια απάτη για τους αρχαίους λαούς της Ανατολής. Τα λόγια περί Συνταγματικών μεταρρυθμίσεων υπήρξαν κούφιες υποσχέσεις. Το κυριότερο θέμα στην ημερήσια διάταξη των Νεότουρκων υπήρξε η εθνοκάθαρση. Οι πράξεις των Νεότουρκων, ιδιαίτερα στην περιοχή της Μακεδονίας, πριν από το 1908 είναι τα τεκμήρια αυτής της άποψης. Τα απομνημονεύματα του Μπεκίρ Φικρί από τα Γρεβενά και του Χαλίλ Κουτ, θείου του Ενβέρ, είναι άκρως αποκαλυπτικά .Από ίδιες σκέψεις διακατεχόταν και ο Ταλαάτ και μεταξύ αυτών ο οργανωτής και υπαίτιος τηςΓενοκτονίας ο Δρ. Ναζίμ που τα ομολογεί ανοικτά σε συνέντευξη που έδωσε στην Σμύρνη τον Αύγουστο του 1908, όπου καθορίζει και το χρονοδιάγραμμα του αφανισμού των αρχαίων λαών της Ανατολής. Τελικά τα γεγονότα εξελίχθηκαν στην γραμμή που ανέφερε ο Δρ. Ναζίμ στην συνέντευξη αυτή και η Οθωμανική γεωγραφία θα μετατραπεί σε μια λίμνη αίματος για όλους τους αρχαίους λαούς που αφανίστηκαν εκτός από τους Τούρκους-Μουσουλμάνους. Το Υπόμνημα που έχουν υποβάλει οι Ρωμιοί Βουλευτές της Οθωμανικής Βουλής το 1910 εκτός από την απογοήτευση που δηλώνει ρίχνει και το προσωπείο της εξουσίας των Νεότουρκων, λέγοντας: Δυστυχώς, αμέσως μετά από την ανακήρυξη του Συντάγματος, συνέβησαν άπειρα γεγονότα που πηγάζουν από την μη αδελφική στάση προς τις άλλες εθνότητες της Αυτοκρατορίας, απογοητεύουν συνέχεια τους Ρωμιούς … Το Υπόμνημα αυτό που απαριθμεί σε καθημερινή βάση τις ζημιές που έχουν υποστεί οι Χριστιανικές εθνότητες καταλήγει όσων αφορά τα παθήματα της Ελληνικής Κοινότητας αναφέροντας τα εξής: .. … Όλες αυτές οι συμπεριφορές, παγιώνουν στην εθνική συνείδηση των Ρωμιών ότι ο Ρωμαίικος λαός εκλαμβάνεται ως ένα σκλαβωμένο έθνος, ποιο εθνοτικό στοιχείο θα υποβιβαστεί είναι ζήτημα της εσωτερικής πολιτικής της Κυβέρνησης, όπως στην περίπτωση ενός καθεστώτος απολυταρχίας , αυτή η πολιτική συνεχίζει να δημιουργεί ανασφάλεια στον Ρωμαίικο λαό και εμποδίζει την εθνική του πρόοδο. Παρουσιάζεται η τάση της χρησιμοποίησης του Συνταγματικού όρου «Οθωμανικό Έθνος» για τον εθνοντικό εκτουρκισμό των Ρωμιών Δεν είναι αναγκαίο να πούμε ότι ως Οθωμανικό Έθνος εννοείται μόνο το Τουρκικό για τους Νεότουρκους. Ιδιαίτερα μετά από το συνέδριο της Θεσσαλονίκης τον Οκτώβριο του 1911 όπου με τις αποφάσεις που λήφθηκαν από το Σωματείο της Ένωσης και Προόδου τα καταπιεστικά μέτρα κατά των μη Τουρκικών και Μουσουλμανικών στοιχειών έλαβαν διαστάσεις συστηματι9κής επίσημης πολιτικής . Οι αποφάσεις που λήφθηκαν είναι υποδειγματικές. Είναι αποφάσεις που αποτελούν την αρχή του τέλους των αρχαίων αυτοχθόνων λαών στην γεωγραφία της Οθωμανικής Αυτοκρατορίας. Η ύπαρξη της Αυτοκρατορίας εξαρτάται από το Σωματείο των Νεότουρκων και την εξουδετέρωση οποιασδήποτε αντιπολίτευσης Είναι δε αντιληπτό ως αντιπολίτευση οι χριστιανοί που αρνούνται να αφομοιωθούν και αντιστέκονται. Τα όσα θα συμβούν τα είχε προβλέψει πριν από χρόνια ο Πρίγκιπας Σαμπαχαττίν στο Ενωτικό Συνέδριο της Ένωσης και Προόδου το 1907 αναφέροντας : "Αν και απορρίπτεται η ανάμιξη των ξένων κρατών στα εσωτερικά μας, δεν εγκρίνουμε την υιοθέτηση μεταρρυθμίσεων χωρίς την επέμβαση των ξένων δυνάμεων. Εμείς μπορέσαμε να προστατεύσουμε τους Χριστιανικούς λαούς που ζουν μαζί μας μόνο επειδή είχαμε τον φόβο από τις ξένες χώρες . Αν δεν φοβόμασταν τις ξένες χώρες, θα είχαμε σφάξει ειδικά τους Αρμενίους, μέχρι το τελευταίο Αρμένιο...” Υπάρχει κάτι που πρέπει να προσθέσουμε στα λόγια του Σαμπαχαττίν ; Στο Χαμιτικό πρόγραμμα της ένωσης και σωτηρίας οι Χριστιανοί δεν είχαν συμπεριληφθεί στο Ουμέτ, δηλαδή στο ιερό λαό και η σωτηρία για αυτούς είχε εξαφανιστεί αιώνια . Στο περιβάλλον του Πολέμου, επειδή είχε εξαφανιστεί ο φόβος της Ευρώπης και με την ενθάρρυνση της Γερμανίας πραγματοποιήθηκε η Γενοκτονία του 1915 με αποτέλεσμα να εξαφανιστεί μέσα στο αίμα η γεωγραφική παρουσία των αρχαίων αυτοχθόνων λαών της Ανατολής Να μην ξεχάσουμε την κοινή συνείδηση της Ανθρωπότητας και να μην την αφήσουμε να ξεχαστεί. Με εκτίμηση Σαίτ Τσετίνογλου kızılbaş - sayfa 34 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 'Bizi ancak Madımak'takiler anlar' Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis 6-7 Eylül Olayları'nda yaşadıklarını BUGÜN'e anlattı bı; "İki ülkenin arası çok iyi bozulmasının da çok az ihtimali var, ama yine de bir yunanlı gidip de Atatürk'ün Selanik'teki evine bir bomba atarsa o zaman ne olur bilinmez" oluyor. Sonra da 6-7 Eylül olaylarının yaratılması için kullanılan provakasyonu dile getiriyor. Nesrullah SONAY'ın Röportajı YAŞADIKLARIMIZI ANCAK MADIMAK'TAKİLER ANLAR Üzerinden yarım asır geçmesine rağmen hâlâ soru işaretleri barındıran 6-7 Eylül olaylarının canlı şahidi Vasiliadis, "Lafla anlatılacak şeyler değil. O gün yaşananları ancak Madımak Oteli'ndekiler anlayabilir" dedi 6-7 Eylül Olayları'nın yaşandığı günlerde henüz 15 yaşında olan Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis, 54. yıl dönümünde 6-7 Eylül olaylarını ve yaşananları BUGÜN'e anlattı. Vasiliadis, "Evinde rahat rahat otururken bir anda kapılar pencereler kırılıyor. İçeri bir yığın insan giriyor ve koltuk pencere ne varsa aşağı indiriyor. Sen de kendi evinin bir köşesine sinmiş 'şimdi sıra bana gelecek ellerindeki balyoz bana indirilecek' diye bekliyorsun. Dehşet verici... Lafla anlatılacak gibi değil. Okuyan da anlamaz. O gün yaşananları ancak Madımak Oteli'ndekiler anlayabilir" diye konuştu. Uzaktan kumanda edildiler Evlere baskın yapanların hiçbir şekilde cana zarar vermediğini anlatan Vasiliadis, tek yaptıkları şeyin her şeyi kırdıktan herkesi korku içinde bıraktıktan sonra 'birkaç gün sonra yine geleceğiz, eğer hala daha buradaysanız o zaman canınızı alacağız' diyerek korkutulduklarını söyledi. "Uzaktan kumandayla hareket edildiği belliydi. Çünkü spontane hareket eden her şeyi parçalayacak kadar öfkelenmiş olan biri karşısındaki adama da bir tane vurur. Ama vurmuyor çünkü aldığı emin böyle" diyen Vasiliadis, arkadaşımız Nesrullah Sonay'ın sorularına şu yanıtları verdi: * Sizce bu olaylarda amaç neydi? 6-7 Eylül azınlıkların ulus devlet çerçevesinde nereye koyacağını bilinemediğinden asimile etmek, eritmek yoluna *Olaylarda Ergenekon parmağı var mı? giden bir düşüncenin mahsulü. Müslüman azınlıkların daha kolay eritileceği düşünüldü. Dini farklılığın olduğu azınlıkları eritmek kolay olmuyor. 6-7 Eylül olayları ulus- devlet kurma çabası çerçevesinde azınlıklara yapılan baskı zincirinin bir halkası niteliğinde. Diğer halkalar ise azınlıkları 20 yaşında askere almak, varlık vergisi, 'Vatandaş Türkçe konuş' uygulaması ve azınlıkların bazı işlere alınmaması. Müesseselerin iflas ettirilmesi... Ve son olarak sınır dışı etme yani 'altın vuruş' oldu. * Kim tarafından yapıldı? Muhtelif güçlerin kendi çıkarlarına göre yaptıkları hesaplar var. Örneğin İngiltere... İngiltere'nin, Kıbrıs konusunda belli çıkarları vardı. Hatta Kıbrıs'taki Yunan kökenli Kıbrıslı'ların İngilizlere karşı bir egemenlik mücadelesi veriyordu. Bu nedenle İngiltere'nin, Kıbrıslıları Yunan Kıbrıslı ve Türk Kıbrıslı olarak ayırıp bölüp hükmetme amacı var. Bir de Türkiye'deki derin devlet dediğimiz ulusalcı grubun o dönemdeki azınlıklardan kurtulma çabası. Dolayısıyla İngiltere'nin amacı başka derin devletçilerin amacı başka. İngiliz arşivlerinden çıktı * İngiltere'nin rolü ne olmuştu? Dilek Güven doktora tezinde İngiltere arşivleri üzerinde çalışırken şöyle bir bilgiye ulaşıyor; Arşivlerde her halde İngiltere Dışişleri Atina'daki İngiltere başkonsolosuna soruyor, "Türkiye ile Yunanistan'ın arasını bozmak mümkün mü" diye. İngiliz Başkonsolosun ceva- Derin devlet dün ortaya çıkmış bir şey değildir. Eskiden devlet olup 1950'li yıllarda bu gücünü kaybedenlerin illegal hale gelmesidir. Öyle ki derin devlet o dönemden bu güne kadar Hükümet'in aldığı kararları bile uygulatmama imkanına sahipti. Zaten şimdiki Ergenekon olayı kazındıkça bu olaylar gibi birçok şey ortaya çıkacaktır. HÜKÜMETİ ALDATTILAR * Dönem hükümetinin tutumu ne olmuştu? Hükümet de sorumludur, ama bu sorumluluğun büyük kısmı onun değildir. Hükümet aldatıldı. Hükümete dediler ki Kıbrıs Sorunu'nun görüşülmesi için 2 gün sonra Londra'da bir konferans var. Oraya giderken elinizde bir koz bulunsun bir gösteri yapılsın ve Rum dükkanları tahrip edilsin. Onların da tabi aklına yatıyor ki tek suçları bu. Onlar bu izini aldığı gibi hazırlıklarını dükkanlara yönelik değil bütün azınlıklara yönelik hareket yapılıyor. Provakasyon da hazır 'pıss!' diye patlayan bomba. Express gazetesi gibi günü gününe kağıt alıp gazete basan bir gazete o gün böyle bir olayın yaşanacağını nereden biliyordu da 40-50 bin gazete basacak kağıdı ambarında bulundurdu. TÜRK HALKINDAN ÖZÜR DİLENMELİ * Hedefte Rum azınlık mı vardı? 6-7 Eylül olayları Kıbrıs nedeniyle meydana gelmiş olsaydı sadece Rumlar'a yönelik olurdu. İşaretlenmiş evler yalnız Rumlar'ın değil Musevi ve Ermeniler'in de evleriydi. Bu da demektir ki fırsat bu fırsat bununla bütün azınlıkların ekonomik gücünü yıkalım ki bu güç bizim elimize geçsin. kızılbaş - sayfa 35 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 * Sonuç ne olmuştu? Bu olaylar Türk Halkı'nın Avrupa'da 'barbar' olarak isminin çıkmasına ve maalesef Türkiye'nin prestijinin sıfıra inmesine neden olmuştu. Bundan dolayıdır ki burada özür dilenmesi gerekenlerin en başında Türk halkıdır. Eğer bugün başta Fransa olmak üzere Türkiye'yi Avrupa Birliği'nde istemeyenler varsa -özellikle halk düzeyindebu 6-7 Eylül olaylarının yarattığı imajdan dolayıdır. Türkiye bununla yeni yeni yüzleşmeye başlıyor. BUNDAN DERS ÇIKARMALIYIZ Azınlıklar Hukuku Uzmanı Avukat Kezban Hatemi, 6-7 Eylül Olayları'nda derin devletin varlığının tartışılmaz olduğuna dikkat çekti. "O dönemdeki politik ve siyasi konjonktür doğrultusunda meydana getirilen ve çok da organize edilen bir olaydı" diyen Hatemi "Devletin içinde illegal yapılanmalar olduğu ve hiçbir hukuk gözetmeksizin devletten aldığı gücü keyfi ve şahsi ihtirasları için kullandığı çok açık. Utanç verici bir olay... Bu tür olaylardan ders çıkarmak ve hukukun üstünlüğü noktasında halkı bilinçlendirmek lazım. Umarım bundan sonra bu tarz toplumsal felaketler yaşanmaz" diye konuştu. yeni çıktı 6- 7 EYLÜL OLAYLARI NEDİR? 1955 yılında "Atatürk'ün Selanik'te doğduğu eve bomba atıldı" şeklindeki yalan haberle başlayan başta Rumlar olmak üzere İstanbul'da yaşayan azınlıklara karşı patlak veren şiddet olaylardır. 6 Eylül akşamı başlayan ve yaklaşık 9 saat süren olaylarda (aralarında iki Ortodoks papaz da olmak üzere) 15 Rum ve 1 Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmiş, 32 Rum da ağır yaralanmış. 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştı. Ardından binlerce gayrimüslim göç etmek zorunda kalmıştı. Bu trajik gelişmeler üzerine sıkıyönetim ilan edilmişti. Ekonomik zarar, Türk Hükümeti'ne göre 69.5 milyon Türk Lirası idi. Demokrat Parti hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası civarında tazminat ödemişti. Kaynak: BUGÜN Sipariş için: [email protected] k itapç ı la rd a kızılbaş - sayfa 36 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Lazlar da ana dilde eğitim istiyor Şiar Can Şener / İlknur Yılmaz 2009 yılında yayınladığı “Laz Kültürü” adlı çalışmasıyla dikkatleri üzerine çeken Kamil Aksoylu, Laz dili ve kültürü üzerine dünya üzerinde araştırma yapan nadir insanlardan. Aksoylu, geçtiğimiz ay “Lazuri Notkvamepe”yi; Lazca Deyimler ve Atasözleri isimli eserini okurlarla buluşturdu. Livane kafe-barda düzenlediği söyleşide kitaplarını imzalayan Aksoylu’yla Laz dili ve kültürü üzerine konuştuk. Laz dili hangi dil grubuna ait? Alfabesi kaç harften oluşur? Lazca Güney Batı Kafkas dil ailesindendir. Lazca, Gürcüce, Svanca ve Megrelceyle aynı dil ailesinden. En yakın olanı Megrelce. Lazcada Türkçeden farklı olarak “fırlatmalı sesler” dediğimiz sesler var. Türkçedeki gibi ö, ı, ü harfleri yok. Lazca, Kafkas dilleri yapısına uygun. Türkçeye uymaz. Dünyadaki her dil gibi Lazca da, binlerce yıldır konuşulan, hiç yazılmadığı halde gönülden gönüle, dilden dile, kulaktan kulağa akan bir dil. Lazca böyle sözlü bir dil. Lazcada alfabe çalışmaları net değil henüz. 38 ses ve 38 harf var. Ama 35 harf kullananlar da var. Hopa, Arhavi, Pazar, Ardeşen diyalektleri farklı. Batı Lazcası 32 harfe kadar düşüyor. Doğu Lazcası, örneğin Hopa Lazcası 38 harfe kadar çıkıyor. Arhavi’de ise 37 harf var. Laz diline ait ‘farklı’ özellikler var mıdır? Karadeniz’de, yaylalarda, köylerde konuşulan bu sözlü dilin diğer dillerden ayırt edici yanı nedir? Lazca bir fiil dilidir. Lazca filler bazen önden bazen arkadan ek alır. Bazen de hem önden hem arkadan birlikte ek alır. Herhangi bir hareketi, herhangi bir oluşu alacağı ek belirler. İki üç kelimeyle anlatılmaz. Fiilin alacağı eklerle tek kelimeyle ifade edilir. Bir ek eklersiniz. O zaman giden kişinin yukarıya doğru mu yoksa aşağıya doğru mu gittiğini anlarsınız. Mesela “ulun” gidiyor demektir. “Elulun” derseniz yukarıya doğru gidiyor, “gelulun” derseniz aşağıya doğru geliyor, “mek’ulun” derseniz yana doğru gidiyor demektir. Yani tek kelime alacağı eke göre hem eylem belirtir, hem de yön belirtir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Laz dili araştırmaları sizce yeterli mi? Akademik alanda dilin korunması ve geliştirilmesi için neler yapıldı ve bundan sonra ne yapılabilir? Dünyada Lazcayla ilgili akademik çalışma yapanlar var ama Türkiye’de henüz yok. Türkiye’de yapılan bütün çalışmalar işin uzmanı olmayanlarca yapılıyor, tıpkı benim yaptığım gibi gönül işi çalışmalar. 1910’lardan beridir dünyada bir çalışma var. Gürcü Dil Bilimci Niko Maarr Lazona’ya gelir ve çalışma yapar. 1946’da Fransız Dil Bilimci Georges Dumézil gelir; Lazca masalları derler. Ancak Lazona’ya gitmez; İstanbul’dan Laz masalları üzerine çalışma yapar. İstanbul’daki Arhavililer onun dil mihmandarı olur. Dumézil 1967’de tekrar gelir, çalışmalarını geliştirir. 1980’lerde Alman Halk Bilimci Wolfgang Feuerstein çalışma yapar. Lazca-Türkçe sözlük hazırlar ve yayınlar. Ama bu kitap Türkiye’de yok. Lazca için en kapsamlı çalışmayı ise ünlü Japon Dil Bilimci Gôichi Kojima yapıyor. Lazona’da da yıllarca kalır. Lazcayı diyalektlerine göre bölge bölge, köy köy gezip öğrenmiş. İsmail Avcı Bucaklişi ile birlikte, 2003’te bir gramer kitabı yayınladı. Aynı zamanda müzisyen olan Kojima, Lazca türküleri notaya döken ilk kişi unvanına da sahip. Temel Lazca-Türkçe çalışmasını İnternet üzerinden yapıyor. Ben de o çalışma grubu içerisindeyim. Kojima ayrıca, Japonca, İngilizce, Fransızca, Lazca, Türkçe olmak üzere toplamı bin sayfa civarında olan beş dilde Lazca gramer kitabı hazırlamış. Türkçeyi çok iyi bilen Kojima, Türkçe diyalektler üzerine de doktora yaptığını söylüyor... Benim “Laz kültürü” kitabımın Lazca ve Türkçe editörlüğünü de o yaptı. Ana dilde eğitim son günlerde daha sık tartışılır hale geldi. Lazlar da ana dil eğitimi talep ediyorlar mı? Ana dilde eğitim talebine Lazca da giriyor tabii ki. Ne gerekiyor? Meclis, akademisyenler, üniversiteler tartışıyor, yazarlar, çizerler tartışıyor. Bence devlet bir ana dil politikası geliştirmeli. Devlet bu işe el atmalı. Lazca ve Lazcanın konumunda olan bütün dilleri öğretmeli, halkın kendi kendisine öğrenmesine bırakmamalı. En azından bölge okullarında seçmeli ders mi olur, zorunlu ders mi olur... Bunlar tartışılmalı. Ben eğitimden anlamam, hangisi olursa; ama ben Lazcamı öğrenmek istiyorum. Benim vatandaş olarak talebim bu. Bunun çözümünü devlet bulmalı. Bizim yaptıklarımız “gönül işi” çalışmalar. Okulda ders kitabı olarak okutulacak kitaplar değil. Belki kaynak kitap olarak okuma kitabı olarak değerlendirilebilir. Akademik çalışma, üniversitelerde Lazca kürsüleri gerekir. En azında bölgede, Rize Üniversitesinde, Artvin Çoruh Üniversitesinde böyle bir çalışma olabilir. Buna eğitimciler ya da idareciler karar verir ama böyle bir şey gerekli. Devlet bir ana dil politikası geliştirmelidir. Dil bilimci olmamanıza rağmen Laz dili üzerine çalışmalarınız var. Atasözleri ve deyimler kitabınız da geçtiğimiz ay yayınlandı. Kamil Aksoylu Lazca için ne zamandır çaba harcıyor, neler yapıyor? 1993’ten beri Laz kültürü ile ilgili yapılan tüm çalışmalara materyal olarak katkı sağladım. Kendi çalışmalarıma ise 2005’te emekli olduktan sonra başlayabildim. İlk kitabım 2009 Haziranında “Laz Kültürü” adıyla yayınlandı. İkinci kitabım “Lazuri Notkomepe” yani Lazca Deyimler ve Atasözleri ise 2012 Haziranında yayınlandı. Ek olarak bu kitapta, Laz dili, tanıtımı, Lazca alfabe, alfabenin kullanımı ve diyalektolojik farklılıkları da ele aldım. Bunların dışında 1200 deyim ve atasözünü toparladım. Bütün Laz dili hazinesinde saklı deyimlere ulaşmak için, tüm diyalektler üzerinden kolektif bir çalışma yapmak gerekir. Kaynak: http://evrensel.net/news.php?id=32076 kızılbaş - sayfa 37 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu coğrafyanın kadim halkları yok olmaya karşı direndi! Bu kısa yazı coğrafyamızın kadim halklarının tarihsel topraklarından kazınmasına karşı gösterdikleri direnişlere ayrılmıştır. Coğrafyanın kadim halklarının egemenlere karşı verdikleri uzun umutsuz mücadele sürecine geçmeden önce kısa da olsa direnişlerin muktedirlerce algılanmasına değinmek isteriz: Egemenlerin, muktedir olmayanların kendilerine karşı direniş sürecini şeytanlaştırmaya çalışmaları baskı ve inkâr sürecinin bir parçasıdır. Bu şeytanlaştırmaların tarihi direnişler kadar eskidir. Rejimin /iktidarın/ egemenlerin, kendisine karşı çıkan, tehdit eden/tehdit edebilecek olan ve dayattığı kıstasları ve baskıları reddeden her olguyu “hastalık” ölçütü ile patolojik bir çerçevede değerlendirmesi ve bu direnişi dehumanization/ insandışılaştırma ile karşılamaya çalışarak, şeytanlaştırması yeni bir olgu değildir. Bu algı, Global baskı mekanizmasının coğrafyamızdaki parçasına da bir “enfeksiyon” olarak “girerek” “kronik” hale gelmiştir. Rejime/iktidara boyun eğmeyen her şey rejim/iktidar/egemen için bir hastalıktır. Oysa toplumun kendisine dayatılan ve varlığını tehdit eden bu baskı mekanizmasına her yerde, her koşulda kaşı çıkması, insanlığın doğal ve vazgeçilemez bir hakkıdır. Bu coğrafya Hıristiyanlarının çilesi, 7. Yüzyıldan itibaren İslam akınlarıyla birlikte yoğunlaşarak artarak Soykırımla sonuçlanır. Bu coğrafyanın Hıristiyan unsurları zor, baskı, şiddet, katliamlarla ve Soykırıma uğratılarak kadim topraklarından kazınmışlardır. İslami fethin İslam öncesi işgallerle temelden bir farklılığı vardır. Bu kez fatihler kalıcıdır ve coğrafyayı her bakımdan dönüştürürler: Yoğun İslamlaştırma, toprak kayıpları, ağır vergiler, gen havuzuna el konulması (erkek çocuklara el konularak askeri aygıt içine alınması)… gibi. Tabii ki bu baskılara karşı aktif yada pasif direnmeler bu baskılarla atbaşı gitmekte, özellikle 18. Yüzyıldan itibaren Fransız Devriminin de etkisiyle bu direnişler daha sistematik bir hale Ali Sait Çetinoğlu gelerek bağımsızlık çizgisine evrilir. Direnişlerin bağımsızlık dinamiğinin kazanması devletin iktidarına karşı bir tehdittir. Kapitalist toplumlara hükmeden meta fetişizmi gibi, Kapitalizm öncesi haraççı toplumlara da iktidar fetişizmi hükmeder. İktidar kendisine tehdit oluşturduğunu yada gelecekte tehdit oluşturacağını düşündüğü unsurları yok etmesini kendisinde hak görmektedir. Kapitalist toplumlardaki iktisadi düşünce, bu haraççı toplumlarda gelişmemiş, iktidara yönelik olduğunu düşündüğü her hareketi ve unsuru fiziken yok etmekten başka bir şey düşünmemiş ve bu düşünceyi sistematik olarak uygulamamıştır. İktidarın zaafa uğramaması için kendi evlatlarını dahi yok eden bir hanedandan ve zihniyetten söz ediyoruz. Osmanlı coğrafyasında sırayla bağımsız devletlerin ortaya çıkışı, toprak kayıplarının yanında dış fethin/talanın sınırlanmasını ve giderek ortadan kalkmasının, devletin içerideki unsurlara yönelmesi (iç fetih) içerideki baskı ve zülmü katmerleştirir. Osmanlı coğrafyasındaki tüm unsurlara karşı başlayan bu sistematik talanın günlük yaşamın bir parçası haline gelmesi, 19.yüzyılda bir çok direnişe kaynaklık eder. Bu direnişler bilineceği üzere kanla bastırılacak. Zaman zaman da gözdağı şeklinde uygulanan şiddet sistematik kitlesel cinayetler düzeyine yükselecektir. Coğrafyadaki tüm unsurlar bu şiddetten nasibini almıştır: Elenler, Sırplar, Karadağlılar, Pontoslular, Bulgarlar, Melkitler, Durzler, Türkmenler, Kürtler, Ezidiler, Asuri – Kildaniler, Make- donlar, Araplar, kendi ordu mensubu Hıristiyan unsurlardan devşirdiği Yeniçeriler… gibi. Biz bu kısa yazıda daha çok Ermenilerin üzerine uygulanan şiddete odaklanacağız. 19 yüzyılda Ermeniler üzerine uygulanan şiddet sistematik ve ölümcüldür. Bir yüzyıl içinde Ermeni halkının can kaybı oldukça yüksektir. Üstelik bu şiddet özellikle Ermeni Erkek nüfusuna yönelmekte, erkeklerin öldürülmesine kadınların yoğun İslamlaştırılması eşlik etmektedir. Ermeni toplumunun bu katliamlara karşı tepkilerini, kendi öz-savunma birliklerinin örgütlenmesi ile cevap verirler: 1881'de, Avrupalıların verdikleri güvencenin anlamsızlığını fark eden bir grup Ermeni aydın, cemaat ileri gelenlerinin nasihatlerini bir yana bırakıp, Balkanlar'daki direniş hareketlerinin ve Ermenilerin Zeytun'da verdiği silahlı mücadelenin izinden gitmeye karar vererek, dört koldan savunma gruplarını örgütler. Bunların en meşhuru Beyaban Hayrenyats [Atayurdu Savunma] cemiyetidir. Bunlarörgütledikleri silahlı fedailer sayesinde, izleyen on yıl boyunca Van bölgesini Kürt saldırıların¬dan korudular. Fedailerin mücadeleleri bu asimetrik savaşta umutsuzdu, sonuçta bunlar devasa bir baskı örgütü ve ondan destek alan talancı gruplarla mücadele ediyorlardı; Ancak, asimetrik bir konumlarına rağmen fedailer, Ermeni halkına bir umut aşılamış, yapılanların cezasız kalmayacağına dair bir adalet düşüncesi oluşmuştur. Ermenistan köylüleri olan bu fedailer, Ermeni davasına bağlılıklarını çoğunlukla hayatları pahasına ödemiş olan kahramanlardır. Bunlar arasında öne çıkan bazı figürleri anarsak: Yıllar boyu Ahlat ve Sason dağlarında hüküm sür¬müş Nemrut Aslanı Serop, Jardar, Kevork Çavuş, Vanlı Aram, Ishkan, Sebastialı (Sivaslı) Mourad, Kourken, Sebouh, Andranik, Muşlu Aram, Keri, Zohrabian, Vazgen Darayan, Hraiyr, Hratch... tümü de eşitsiz ve vahşi bir savaşın içinde yeralmış, zulüm altında yaşayan Ermeni halkına umut aşılamada önemli pay sahibi ol- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 muşlardır. Fedai birlikleri, gerçek anlamda savaş operasyonları olan bir dizi çarpışmaya da katılmışlardır. Ayrıca Ermenilerin çeşitli bölgelerde kitlesel direnişlerde gösterirler. Bunlardan başlıcaları 1862 Zetyun 1894 Sason örneğidir. Tehcir öncesi en büyük direniş Nisan 1915’te Van’da gerçekleşir. Tehcir ve Soykırım sırasında de Ermeniler, birçok yerde direniş gösterirler: Şebinkarahisar (Haziran Temmuz 1915) Boğazlıyan (23 Temmuz 1915), Fındıcak (Maraş- 1 Ağustos 1915), Urfa'nın Gernüs Köyü (9 Ağustos 1915), Antakya (Musa Dağı- 14 Eylül 1915), Urfa (29 Eylül 1915), İslahiye (7 Şubat 1916), Akdağmadeni (4 Nisan 1916), Tosya (9 Nisan 1916) , Zeytun (Ağustos 1915- Ekim 1915), ve Sason’da (Temmuz 1915) tehcir kararına karşı umutsuz toplu direnişler olur. Ancak bu asimetrik savaş ve topyekün saldırılara Ermeniler mukavemet edemezler. 1915 Soykırımı sonrasında, ölüm yürüyüşünden arta kalanların yurda dönmeleri ve bu güne kadar her ne şekilde olursa olsun bu coğrafyada tutunmaya çalışmalarını ve Soykırım sürecinde dünyanın dört bir yanına ucuz ve güvencesiz iş gücü olarak dağılan Ermenilerin, bulundukları yerden asimilasyona ve Soykırımın inkarına karşı direnmeleri ve adalet arayışları da 100 yıla yakın bir direnişi simgeler. Ayrıca Soykırımın inkârı, bu coğrafyanın önündeki başlıca engeli teşkil etmektedir: 1915 Soykırımı ve Hıristiyan mülklerinin Müslümanlara dağıtılması bugün demokratikleşme sürecinin önünde duran en büyük engeldir. Türkiye, 1915’in inkarı ile birlikte donmuştur. Kemalist dönemin bir toprak reformu baskısıyla karşı karşıya kalmamasının nedenlerinden biri de bu katledilen Hıristiyanların mülklerinin, Soykırımın suç ortaklarnca el konulması ve bunlara dağıtılmasıdır. 1915 Ermeni Soykırımı sürecinde, Ermenilerin tehcir edilirken terk etmek zorunda bırakıldıkları taşınmazlar yağmalanmış ve/ veya satılmıştır ve bu taşınmazlara el koyanlara tapu verilmesinin yolu açılmıştır. 1925-35 yıllarına ait gazete koleksiyonlarında bunlara dair binlerce örnek yer almaktadır. İktidar partisi CHF başta olmak üzere iktidar kurumlarına (Türkocağı, Halkevleri… gibi) ve özel sektör kuruluşlarına(şirketler, odalar, borsalar… gibi) Ermeni ve Rum mülkleri bedelsiz dağıtılmıştır. Çankaya köşkü dâhil çeşitli illerdeki Atatürk müzeleri el konulan Ermeni mülkleridir. Trabzon müzesi de Rus uyruklu Pontoslu Kostantin Kabayanidis’in mülkü olup, Kabayanidis de mübadeleye tabi değildir. İnkâr, 1915 sürecinde yemlenenlerin, nemalandırılanların ve cezalandırılmayanların sayesinde sürdürülmektedir. Kemalistlerin uygulama ve vukuatları ciltleri dolduracak derecede çeşitlidir. Biz burada Gayrimüslimlere dair önemli noktalara kısaca değinmekle yetineceğiz. 1920’lerde gayrimüslimlerin İstanbul ili dışına çıkmaları izne tabi kılınması, bu iznin zor alınması nedeniyle Ermenilerin İstanbul dışındaki mülklerini korumasını güçleştirmiş, bu mülklerin gasp edilmesini mümkün kılar. Milli mücadeleye katılmadığı gerekçesiyle birçok Ermeni vatandaşlıktan çıkarılarak malları müsadere edilir. Milli mücadeleye katılmadığı gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında Gayrimüslim kadınlar da vardır. Ermeni soykırımını gerçekleştiren kadroların varislerine Bu mallardan bedelsiz dağıtılır. Talat’ın eşi Hayriye Hanım’a Aram Fındıklıyan’dan el konulan apartman tahsis edilmiştir. Eylül 1923’te Kilikya ve doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan kararname çıkarılarak mülklerine sahip olmaları önlenmiştir. Öncesindeki İstanbul hükümetinin geri dönüş şartları da son derece ağırdır. Çeşitli yasalar ve yönetmelikler çıkartılarak gayrimüslimlerin iş hayatından uzaklaştırmaları sağlanmıştır. Türklüğe hakaret davaları ile gayrimüslimlerin sindirilerek, ülkeden ayrılmalarına zorlanmış, yani gönüllü sürgüne gönderilmişlerdir. Bunların yanında 1928 yılında başlayan Ermenilere yönelik tehdit ve terör sonucu Anadolu’daki birçok Ermeni Suriye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.1928-29 yıllarında Di- yarbakır ve Harput’taki Ermenilere yerel yöneticiler tarafından Türkiye’den gitmeleri telkin edilir(!). 1929-30 arasındaki 18 ay içinde Suriye’ye göç etmek zorunda kalan Ermeni sayısı 6.373 kişidir. Ermenilere yapılan saldırılar kovuşturulmamakta bu da yeni saldırılara cesaret vermektedir. Ayrıca Bu yıllarda yurt dışına çıkan Ermenilere geri dönüşü olmayan tek kullanımlık pasaport verilerek ülkeden kovulurlar. Bu dönemlerde yurda giren ve çıkan Ermenilerden Türkiye’den hiçbir hak talep etmiyorum mealinde bir taahhütname alma uygulaması getirilmesi ihmal edilmez. 14 Haziran 1934te kabul edilen İskan kanunu ile Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki Ermenilere yönelik sürgün uygulamalarına başlanır: Şeyh Said isyanına katıldığı veya Ermeni emellerine hizmet ettiği gerekçeleriyle sürgün kararnameleri çıkarılır. Artvin’de ve Kayseride olduğu gibi toplu sürgünler gerçekleşir. Anadolu’da Ermeni cemaati bırakılmayarak Ermeni cemaatinin vakıf mallarına el konması kolaylaşır. Dini yapılar hayvan barınağı, samanlık, cezaevi gibi işlerde kullanılmaya başlanır. Türkleştirmenin bir parçası olarak sürekli yürütülen “Vatandaş Türk Malı Kullan” , “Vatandaş Yerli Malı Kullan” ve “Türk olmayanlardan alışveriş etmeyin” kampanyaları Gayrimüslim işadamları huzursuz edilmesine yöneliktir. 1941 yılında Gayrimüslimler için uygulamaya konulup 18 ay yürürlükte kalan 20 Kur’a askerlik /amele taburları Gayrimüslimleri işlerinden uzaklaştırmaya ve sindirmeye yönelik bir uygulamadır. Ölüm korkusu ile 18 ayı geçiren gayri Müslimlere her zaman “İstanbul’u unutun!” komutu ile işe koşulmuşlardır. Oldukça zor olan çalışma şartlarında ölenlerin sayısı bilinmemektedir. Arkasından 1942 deki bir ekonomik ve kültürel jenocid aracı Varlık Vergisi gelecektir. Bu uygulamalarda eski İttihatçılar başroldedir. Uygulama ile Ermenilerden varlıklarının (kapital değerlerinin) %232’i oranında vergi istenmiş(Müslümanlardan %4.94), ödeme gücünün üstünde olan bu vergiyi ödeyemeyenler, kış ayında Erzurum’a yol yapmaya ve yollardaki karları temizlemeye, yaz ayında da kızılbaş - sayfa 39 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Anadolu’nun en sıcak bölgesindeki çalışma kamplarına gönderilmişlerdir. Yaşları 50’nin üzerinde olan bu varlık vergisi mağdurlarından kaç kişinin öldüğü bilinmemektedir. Varlık vergisi geçimlik araçları dahil Gayrimüslimlerin elinde ne varsa gasp edilerek, elinden alan ekonomik ve kültürel bir soykırım uygulamasıdır. Son kanlı pogrom 6/7 Eylül 1955’te gelir. 6-7 Eylül 1955 günlerinde İstanbul'da ağırlıklı olarak Rumlara ve diğer Gayrimüslimler yönelik büyük bir yağma harekâtı örgütlenir. Türk basınına göre 11 kişi ölmüştür. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayri resmî rakamlara göre 300'dür. Sadece Balıklı Hastanesi'nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Tecavüze uğrayanların 200'ü aştığı sanılır. Olaylar sırasında, resmî rakamlara göre 5.300'ü aşkın, gayri resmî rakamlara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğrar. İnönü hükümetince 1964’te gerçekleştirilen İstanbul doğumlu Rumların sürgünü, Elenlerin tarihsel topraklarından kazınmasının son kitlesel uygulamalarından biri olur. 19 Ocak 2007 Hrant Dink ‘in katledilmesi…, 24 Nisan 2011 er Sevag Balıkçının şakadan katledilmesi… Bu coğrafyanın kadim halklarının direnişinin kırılmasına ve tarihsel topraklarından kazınması operasyonlarının bir parçası olarak günümüz örneklerindendir. Tarihsel topraklarından dünyanın dört bir yanına savrulanların, adalet isteklerini dile getiren diasporanın direnişini sürerken, diasporanın direnişinin şeytanlaştırılması ve inkâr ile, Soykırım günümüze uzanır. Hasan HELİMİŞİ Anısına LAZ MÜZİĞİ FESTİFALİ 6 Eylül 2012 Saat: 20:00 Yer: Gürcistan - Batum kızılbaş - sayfa 40 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Marikana'da Kıyım: Burjuva-Demokratik ve Anayasal Hayallerin Ölümü "Ben her zaman, Sharpville kıyımının (1) artık tarih olduğunu ve bir daha asla yinelenmeyeceğini düşünüyordum. Ama dün, demokratik hükümet koşullarında yaşadıklarımız Sharpville'in bir benzeriydi." AMCU (=Maden ve İnşaat İşçileri Sendikası Birliği) lideri Joseph Mathunjwa 16 Ağustos Perşembe günü Johannesburg'un kuzeybatısında yer alan Britanya sermayeli Lonmin şirketine ait Marikana platin maden ocağında bir haftadır grevde olan maden işçilerine makinalı tüfeklerle ateş açan ve zırhlı araçlar ve helikopterlerle desteklenen polis 34 işçiyi öldürdü ve 78'ini de yaraladı. Marikana madenindeki grev, daha önce üyesi oldukları NUM'ndan (=Ulusal Maden İşçileri Sendikası) ayrılarak AMCU (=Maden ve İnşaat İşçileri Sendikası Birliği) adlı yeni ve bağımsız bir sendikaya üye olan 3,000 kaya delgi işçisinin ücretlerinin üç katına yükseltilmesini talep etmeleri ve işlerini bırakmalarıyla başlamıştı. Madenin derinliklerinde çok zor koşullarda çalışan, çoğu akarsudan ve elektrikten yoksun, sağlıksız ve sık sık polis operasyonlarına hedef olan mahallelerdeki ilkel gecekondularda yaşayan ve 300-500 ABD doları civarında olan aylık ücretleri temel gereksinimlerini karşılayamayan Marikana maden işçileri eylemlerini şirket arazisinin uzağında Nkaneng tepesi denen bir yerde kurdukları kampta sürdürüyorlardı. Onlar 15 Ağustos'ta polis eşliğinde buraya gelen ve polis hoparlöründen işçilere, eylemi bırakmaları ve madene dönmeleri yönündeki çağrı yapan ve hem NUM'nın ve hem de revizyonist Güney Afrika Komünist Partisi'nin başkanı olan Senseni Zokwana'yı dinlemeyi reddetmiş ve haklarını almak için ölmeye hazır olduklarını dile getirmişlerdi. İşçileri kuşatmış olan binlerce polisin saldırısı, Lonmin maden yönetiminin grevcilere, işbaşı yapmak için verdiği Garbis Altınoğlu ültimatom niteliğindeki son çağrının ve işçilerin önce polisin bölgeyi boşaltmasını talep etmesinin ardından gerçekleşti. Basında yer alan bilgilere göre bir önceki hafta içinde meydana gelen çatışmalarda 2 polis, 2 güvenlik görevlisi ve 6 maden işçisi yaşamını yitirmişti. Polisin acımasız vahşeti, ANC'nin yönettiği Güney Afrika burjuva devlet aygıtının sermayenin çıkarlarını korumak için ne denli alçalabileceğinin somut bir göstergesidir. Reuters Haber Ajansı'nın 7 Eylül tarihli bir haberinde, 16 Ağustos kıyımından sağ kurtulan ve 6 Eylül'de serbest bırakılan Malusi King Danga adlı işçi olay günü polisin, ateş açmasının ardından kaçan ve teslim olan grevci işçileri kurşuna dizdiğini söylediği belirtiliyordu. İşçilerin çoğunun sırtlarından vurulmuş olması polisin, "saldırgan grevciler"den sakınmak için ateş açmak zorunda kaldığı yalanını çürütüyordu. The Sowetan gazetesi ise, 17 Ağustos tarihli sayısında şu tanıklığa yer veriyord: “Yerde yatan ve aldığı kurşun yarasından ötürü kan yitirmekte olan inatçı bir maden işçisi polislere sövmeyi sürdürüyor ve 'abelungu'ları (beyazları) hoşnut etmek için hepimizi öldürün' diyerek onları, kendisinin işini bitirmeye teşvik ediyordu.” Bu kıyımdaki rolünü örtbas etmek isteyen polis 17 Ağustos'ta, bir bölümü yaralı olan 270 maden işçisini de gözaltına aldı. Ne var ki tek bir polis ya da polis şefi bile gözaltına alınmadı ya da suçlanmadı. Çeşitli bankaların ve devlet şirketlerinin/ kurumlarının yönetim kurullarında görev yaptıktan sonra 12 Haziran 2012'de bu koltuğa oturmuş olan Emniyet Genel Müdürü Bn. Riah Phiyega da, işçilere ateş açan polislerin herhangi bir hata yapmadıklarını ve sadece kendilerini savundukları (!) masalını yineleyecek ve kıyımdan bir kaç gün sonra polislerine "Olanları kafanıza takmayın!" diyecekti. Polisin kötü davranışlarına ilişkin yakınmaları izlemekle görevli bir kurulun da doğruladığı gibi, kıyımdan sağ kurtulan ve gözaltına alınan işçiler ayrıca, onların ağzından kendi kendilerini suçlayan itiraflar almak isteyen polis işkencesine hedef oldular. Ama daha da beteri gelecekti: Bu işçileri, Apartheid döneminden kalma bir yasaya dayanarak tutuklayan savcılık onları, cinayet, cinayet girişiminde bulunma, yasadışı toplantı yapma ve şiddet kullanmakla suçlayacağını açıkladı. Yani, inanılmaz gibi gözükse ve video kayıtları cinayetlerin polis tarafından işlendiğini gösterse de, tutuklanan işçilere karşı burjuva adaletinin kanlı dişlerini ve pençelerini gösteren savcılık onları, kendi yoldaşlarını öldürmek ve yaralamakla suçlamakta diretiyordu! Geçmişte zorla ırza geçmekten ve yolsuzluktan yargılanmış olan ve büyük olasılıkla bu olayda da işçilere ateş açılması buyruğunu veren Devlet Başkanı Jacob Zuma ise, bir yandan işçilerin acılarını anladığını söyler ve bir haftalık yas ilan eder ve olayları soruşturmak için bir komisyon kurarken, bir yandan da "karşılıklı suçlamalardan kaçınmak" ve "nereden gelirse gelsin şiddetin karşısında birleşmek" türünden gevezeliklerin arkasına saklanarak polisten ve sermayeden yana tutum alıyor ve kıyımın suçunu işçilerin üzerine yıkmaya çalışıyordu. Öte yandan işbirlikçi ANC hükümetinin Madencilik Bakanı Susan Shabangu, Avustralya'nın Perth kentinde yapılan ve maden tekellerinin yöneticilerinin katıldığı bir toplantıda, Güney Afrika'da "asayişin berkemal" olduğu- kızılbaş - sayfa 41 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nu, hükümetin madenlerin ulusallaştırılması planlarını ve işçi sınıfından kaynaklanan muhalefeti ezeceğini ve Jacob Zuma'nın "toplumumuzdaki kötü öğeleri izole etmede kararlı olduğunu" söyleyecekti. Polisin kanlı saldırısından sonra Lonmin maden oçağında çalışan 28,000 işçi iş bıraktı ve şirketin, işe geri dönmeyenlerin işten çıkarılacağı yolundaki tehdidine rağmen saldırıya uğrayan yoldaşlarıyla dayanışmasını sürdürdü. 10 Eylül itibariyle bu işçilerin sadece yüzde 6'sı işlerinin başındaydı. Nkaneng tepesinde protesto eylemlerini sürdüren işçilere, onların ağıt yakan ve kıyımı protesto eden eşleri, kızları ve kızkardeşleri de katılacaktı. Bir işçi eşi şöyle diyordu: "Benim kocam, sabaha doğru saat üçte uyanmak ve eve öğleden sonra saat 2:30'da gelmek koşuluyla burada 27 yıl çalıştı. Onun eline ayda 3,000 rand (yaklaşık 364 ABD doları) geçiyor. Bu kadar az kazanan ve buna karşı çıkmayan kişi bir budaladan başka bir şey olabilir mi?" Gerçekten de Marikana maden işçilerinin grevi; daha yüksek bir ücret ve başka bir sendika seçme talebinin çok daha ötesinde bir anlam taşımaktadır: O, Güney Afrika işçi sınıfının sadece dayanılmaz çalışma ve yaşam koşullarına (2), yoksulluk ve işsizliğe ve ağır sömürüye değil, aynı zamanda Apartheid döneminin baskı rejiminin sürdürülmesine ve 1994'ten sonra gerçekten demokratik bir düzen, ezilen ve sömürülen halk yığınlarından yana bir düzen kurulmamasına karşı isyanının ilk büyük patlaması gibidir. COSATU (=Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu) Genel Sekreteri Zwelinzima Vavi'nin de söylemek zorunda kaldığı gibi, "Lonmin maden ocağında yaşanan şiddet, bu 48 milyonluk ulusun karşı karşıya bulunduğu yoksulluk ve eşitsizliğe duyulan yaygın öfkenin yansımasıdır." Afrika kıtasının en güçlü ve en gelişkin ekonomisine sahip olmakla ve dünyanın 28. büyük ekonomisi ünvanını taşımakla birlikte Güney Afrika, büyük çoğunluğunu Zenci işçi ve emekçilerin oluşturduğu alt katmanlar açısından Apartheid dönemi Güney Afrikası'ndan pek de farklı değil. Dahası, gelir dağılımı eşitsizliği bakımından dünyanın -komşusu Namibya'dan sonra- ikinci ülkesi olan Güney Afrika'da halkın neredeyse yarısı inanılmaz bir yoksulluk ve yoksunluk ortamında yaşamaya mahkum edilmiştir. Dünya Bankası'nın üst-orta gelir düzeyinde olarak tanımladığı bu ülkede resmi işsizlik oranının yüzde 25-36 arasında olduğu (3), bu işsiz emekçilerin günde ortalama 1.25 ABD dolarıyla geçinmek zorunda olduğu, nüfusun yüzde 50'sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve ülkenin 48 milyonluk nüfusunun en az dörtte birinin sağlık, eğitim, enerji, akarsu, ulaşım gibi kamu hizmetlerinden büyük ölçüde ya da tümüyle yoksun ilkel gecekondularda barındığı tahmin ediliyor. Geçenlerde yayımladığı bir raporunda UNICEF her on Güney Afrikalı çocuktan yedisinin ağır yoksulluk koşullarına katlanmak zorunda olduğunu belirtiyordu. Revizyonist Güney Afrika Komünist Partisi'nin eski politbüro üyesi ve şimdiki Devlet Başkanı Jacob Zuma'nın (4) kendisi bile bunu itiraf etmek zorunda kalmış ve Haziran 2012'de yaptığı bir konuşmada "Apartheid-döneminin ekonomik yapısı büyük ölçüde yerinde durmaktadır" demişti. Aslında, işçilerin teri ve kanından süper karlar elde eden ve dünyanın üçüncü büyük platin üreticisi olan Lonmin şirketi ve diğer maden tekellerinin yöneticilerinin konumunu Marikana maden işçilerinin konumuyla karşılaştırmak bunu göstermeye yeter. Apartheid döneminden bu yana Güney Afrika'da iş gören bu şirketin yıllık gelirinin 2010'da 1.6 milyar dolar ve 2011'de 1.5 milyar dolar olduğu biliniyor. Lonmin'in üst düzey yatırımcıları ve yöneticilerinin gelir düzeyiyle greve giden maden işçilerinin gelir düzeyleri arasındaki farkın "uçurum" sözcüğüyle bile tanımlanamayacağı açık. Örneğin rakamlar, Lonmin'in yürütme direktörünün, SADECE bu görevinden elde ettiği yıllık gelirin 884,000 ABD doları olduğunu gösteriyor. Oysa, en ağır koşullarda çalışan delgi işçilerinin ortalama yıllık geliri 4800 ABD doları civarındadır. Geçerken, Güney Afrika'nın en zengin ve üçüncü zengin kişisinin, servetlerini maden işçilerinin teri ve kanından edinmiş olduklarının altını çizmek gerek. Bunlardan birincisi, Mart 20012 itibariyle servetinin değeri 6.8 milyar ABD doları olan Nicky Oppenheimer ve üçüncüsü ise gene aynı tarih itibariyle 2.7 milyar dolarlık bir servete sahip olan -Zenci kökenli- Patrice Motsepe'dir. Her zaman ve her yerde olduğu gibi sınıf çelişmelerinin keskinleşmesi ve özellikle sınıf savaşımının ilerlemesi, Ağustos 2012 Güney Afrikası'nda da bütün siyasal güçleri gerçek yüzleriyle ortaya çıkmaya zorladı. Yetkililerin bu barbarca ve alçakça davranışları Güney Afrika halkı ve ilerici güçlerin önemli bir bölümü ve iktidar bloku içinde yer almayan güçler katında ciddi tepkilere yol açarken, işçi sınıfına ve halka ihanet etmiş ve yabancı ve yerli burjuvazinin hizmetine girmiş olan bazı sözde sol güçler kimin yanında yer aldıklarını bir kez daha ele verdiler. Örneğin, Gençlik Birliği Dostları sözcüsü Floyd Shivambu 31 Ağustos'ta yaptığı açıklamada hükümetin davranışını "tuhaf, korkunç, duyarsız, iğrenç, hastalıklı" bulduğunu belirttikten sonra Zuma'nın ve bazı bakanların yas gösterilerinin ve hükümetin verdiği güvencelerin işçileri ve Güney Afrika halkını kandırmayı amaçlayan yalanlardan ibaret olduğunu söylemişti. Pan Afrika Kongresi bu kıyımın sorumluluğunun tümüyle hükümete ait olduğunu belirtmiş, Demokratik Sol Cephe ise, işçilerin değil polisin cinayetle suçlanması ve yargılanması gerektiğini, polisin suçunu örtbas edilmesine ve bu amaçla kurulacak bir adalet komisyonuna karşı olduklarını söylemişti. Bu örgütün sözcüsü Brian Ashley, hakikat ve toplumsal adaletten yana olan Güney Afrika halkına polis karakollarının önüne yığılmaları ve kendilerinin de cinayetten yargılanmaları talebinde bulunmaların çağrısı yapacaktı. (Yaygın tepki ve protestolar sonucunda savcılık 2 Eylül'de cinayet suçlamalarını, ama sadece cinayet suçlamalarını geçici olarak geri çektiğini açıkladı. Aynı tarihte tutuklu bulunan işçilerin gruplar halinde serbest bırakılmasına başlandı.) Bakanlık ve şirket yönetici koltukları, şirket ortaklıkları ve sahiplikleri, kamu sektöründe, özel sektörde ve parlamentoda yüksek aylıklı görevler vb. karşılığında işçi sınıfına ve halka ihanet etmiş ve ANC iktidarıyla karşı-devrimci ve halk-düşmanı bir bağlaşma oluşturmuş olan sendika (COSATU ve NUM) bürokrasisinin ve revizyonist Güney Afrika Komünist Partisi'nin yöneticileri de bekleneceği gibi kendi maddisınıfsal konumlarıyla uyumlu bir tavır kızılbaş - sayfa 42 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sergilediler. NUM Genel Sekreteri Frans Baleni, daha 16 Ağustos kıyımından önce işçileri hedef alan saldırılarına değinerek bu durumda polisin neden bir an önce grevci işçilere karşı harekete geçmedikleri biçiminde provokatif bir soru sormuştu. (Hem bu sendikanın ve hem de revizyonist Güney Afrika Komünist Partisi'nin lideri olan Senzeni Zokwana'nın kıyımdan önce, bindiği polis aracından grevci işçilere eylemlerine son verme çağrısı yaptığına yukarda değinmiştim.) Kıyımın ardından Güney Afrika Komünist Partisi'nin Kuzeybatı eyalet sekreteri Madoda Sambatha 17 Ağustos'ta, polisin yaptığı kıyımın, "AMCU liderleri Joseph Mathunjwa ile Steve Kholekile'nin koordine ettiği ve kasıtlı olarak düzenlediği barbarca bir eylem" olduğunu ileri sürdü ve bu iki liderin derhal tutuklanması çağrısında bulundu. NUM Genel Sekreteri Frans Baleni ise polisi şu sözlerle savunmaya kalkıştı: mist bir örgüte dönüşmüş olmasından yararlandı ve ayağa kalkan kitlelerin kendiliğinden-gelme direniş ve patlamalarının ürününü topladı. ANC, kapitalizme karşı olmadığı gibi, emperyalizme ve Apartheid rejimine karşı da tutarlı bir tavra sahip değildi. Nelson Mandela daha 1956'da ANC'nin hedeflerini özetlerken onun iktidara gelmesi halinde sosyalizmi getirmeyeceği konusunda söz vermiş, "Bu ülkenin tarihinde ilk kez, Avrupalı-olmayan burjuvazi kendi adına atelyelere ve fabrikalara sahip olma olanağına kavuşacak ve ticaret ve özel girişimcilik daha önce asla görülmemiş biçimde yükselecek ve serpilecektir" (Aktaran Bill van Auken, "South Africa’s ANC at 100: A balance sheet of bourgeois nationalism"/ "Güney Afrika'nın ANC'si 100 yaşında: Burjuva milliyetçiliğinin bir bilançosu", 11 Ocak 2012) demişti. ANC’nin öndegelen ekonomi uzmanı Tito Mboweni daha 1990'ların başlarında şöyle diyecekti: “Polis sabırlıydı; ancak bu insanlar tehlikeli silahlarla aşırı bir biçimde silahlanmışlardı” dedi. (Aktaran Chris Marsden, South Africa after the Marikana massacre/ Marikana kıyımının ardından Güney Afrika, 1 Eylül 2012) İşçilerin "tehlikeli silahlar"ı, kendilerini kuşatan zırhlı polis araçlarına, tepelerinde dönen polis helikopterlerine ve 16 Ağustos kıyımından önce de kendilerine saldıran ve makinalı tüfeklerle donatılmış polis ve özel güvenlik elemanlarına karşı kendilerini savunmak için taşıdıkları sopalar ve maşetlerden ibaretti. “Bir kumanda ekonomisi getirmeyi düşünmüyoruz. Biz üretkenliği ve yatırım iklimini geliştirmek istiyoruz.” Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verme, hatta ulusal gelirin sömürülen ve yoksul emekçi kitleler yararına yeniden dağıtılması türünden önlemler, bu bayın sözünü ettiği “yatırım iklimi”ni olumsuz yönde etkileyecek, yerli ve yabancı sermayeyi korkutacak ve IMF ve dolayısıyla asla sözkonusu edilmeyeceklerdi. Bu koşullarda ANC'nin ve onun, emperyalist burjuvaziyle ve ırkçı beyaz burjuvaziyle uzlaşma peşinde koşan küçük burjuva kadrolarının kapitalist düzenin çıkarlarının bekçisine dönüşmesi ve ezilen ve sömürülen işçi ve emekçilerin karşısında konumlanması, nesnelerin doğası gereğiydi. Bu trajik gelişmenin; "geri" ve bağımlı ülkelerde ulusal zulme, sömürgeciliğe, feodal kalıntılara, monarşiye vb. karşı sürdürülen ulusal ve demokratik kurtuluş hareketleri için neredeyse bir yazgı olduğunu ve bu savaşımın, ulusal (ya da anti-feodal, anti-faşist, anti-monarşist) kurtuluşun toplumsal kurtuluşla birleştirilmemesi halinde demokrasi savaşımında elde edilen kazanımların şu ya da bu tempoyla yitirileceği yasasını doğruladığını belirtmek gerek. Bundan yaklaşık 19 yıl önce, yani Aralık 1993'de Güney Afrika'daki durumu inceleyen bir yazımda şöyle demiştim: * * * Aslında Güney Afrika'da yaşananlar, gelişmeleri yakından izleyenler açısından hiç de şaşırtıcı değil. Bu talihsiz ülkenin acımasızca ezilen ve en ağır koşullarda sömürülen işçi ve emekçileri, Apartheid düzenine ve ırkçı beyaz burjuvazinin vahşi diktatörlüğüne karşı yüzyılı aşkın bir süredir büyük bedeller ödedikleri bir kurtuluş savaşımı sürdürdüler. Ancak, 1912'de kurulmuş ve bu yıl kuruluşunun 100. yıldönümünü kutlamış olan ANC, bu uzun savaşımda pek de önemli bir rol oynamadı. O, alternatif ve gerçek bir devrimci önderliğin olmamasından ve Güney Afrika Komünist Partisi'nin devrimci özelliklerini onyıllardır yitirmiş ve Hruşçovist-Gorbaçovist çizgide refor- "Emperyalist medyanın bir 'özgürlük kahramanı' diye nitelemek suretiyle göklere çıkardığı Nelson Mandela’nın BM’e çağrılması, ANC liderlerinin IMF ve Dünya Bankası yöneticileriyle görüşmeleri, ırkçı rejime uygulanan ya da daha doğrusu uygulanır gözüken ekonomik yaptırımların kaldırılması için çabalamaları, cezaevinden salıverilmelerinin hemen ardından silahlı savaşıma son veren Nelson Mandela ve ortaklarının şimdilerde Umkhonto we Sizwe’nin (5) Güney Afrika ordusuna entegrasyonu için uğraşmaları, eskiden ekonomide ulusallaştırmanın erdemlerinden söz eden bu bayların şimdi 'özgür' piyasa savunucusu kesilmeleri vb., ANC yönetiminin emperyalistlerle ve ırkçı beyaz burjuvaziyle birlikte Güney Afrika halklarına karşı ortak bir cephede birleşmekte olduklarını gösteriyor... "Bu durumda, Apartheid’ın yasal planda ortadan kaldırılması, ağırlıklı olarak Zencilerden oluşan proletarya, yarı-proletarya ve emekçi köylülerle, ağırlıklı olarak beyazlardan oluşan burjuvazi arasındaki sınıfsal çelişmelerin üzerini bir tül perdesiyle örtmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Hatta, iğrenç Apartheid rejimi nedeniyle Güney Afrika halklarının gözünde meşruiyetini hemen hemen tamamen yitirmiş ve dolayısıyla yönetemez hâle gelmekte ve gelmiş olan beyaz burjuvazinin ve emperyalizmin ekonomik ve siyasal mevzilerinin, ANC’nin ve benzer örgütlerin çoğunluğu elinde tuttuğu bir parlamento ve hükümet tarafından kamufle edilmesi ve korunmasının, düzen açısından çok daha rasyonel bir seçim olacağı söylenebilir. "Ama gene de, Güney Afrika egemen sınıflarının işlerinin hiç de kolay olmayacağını söylemeliyiz. 1 milyon işçiyi bünyesinde örgütlemiş bulunan COSATU (=Güney Afrika İşçi Sendikaları Konfederasyonu) Başkanı Jay Naidoo’nun söylediği gibi, bu durumda zenci halkın, 'Ekonomik apartheid ile daha kuşaklar boyu birlikte yaşayacak'larını düşünmesi son derece doğal." ("Güney Afrika'da Neler Oluyor?", Aralık 1993) 1990'da ANC'nin ve diğer Apartheid-karşıtı örgütlerin legalleştirilmesi, ANC'nin lideri Nelson Mandela'nın 1990'da serbest bırakılması, Apart- kızılbaş - sayfa 43 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 heid sisteminin 1990'ların başlarında yasal olarak ortadan kaldırılması, Mandela'nın 1994 seçimlerinde ırkçı burjuvazinin partisiyle (Ulusal Parti) ANC'nin kurduğu ortak hükümetin başına ve devlet başkanlığına getirilmesi, 1996'da demokratik bir anayasanın yapılması vb. ileriye doğru atılan bazı küçük adımlar gibi gözüküyordu ve öyleydiler de. Ama efendileri bu küçük adımları atmaya iten faktör, 1980'lerde iktidardaki ırkçı beyaz burjuvaziyle Zenci işçi ve emekçiler arasındaki çelişmelerin hızla keskinleşmesi ve kitle hareketinin yükselişiydi. Bu, ABD'nin ve -Güney Afrika'da büyük-ölçekli yatırımları bulunan- Britanya'nın, ırkçı beyaz burjuvaziyi bir "yumuşak geçiş" stratejisine geçmeye zorlamasını getirdi. Washington ve Londra bu adımları, kitlelerin öfkesini yatıştırmak ve yükselmekte olan devrim dalgasını durdurmak amacıyla gündeme sokmuş ve ırkçı rejimin bu "değişim"e karşı direncini kırmak için Pretoria'ya karşı bir dizi ekonomik yaptırımın uygulanmasına yeşil ışık yakmışlardı. Bu yolun tutulmaması halinde Güney Afrika "istenmeyen" bir doğrultuya yönelebilir, yükselen devrim dalgası ırkçı beyaz burjuvazininin gerici rejimini devrimci bir ayaklanmayla yıkabilir ve Afrika'nın bu en kritik ülkesinde kapitalist-emperyalist statüko ağır bir darbe yiyebilirdi. Güney Afrika halkının gerçek devrimci bir önderliğe sahip olmaması ve ANC önderliğinin pro-kapitalist çizgisi nedeniyle, ufak-tefek ve esas itibariyle göstermelik önlemler (Apartheid'ın, yani ırk ayrımının yasal düzeyde ortadan kaldırılması, demokratik bir anayasanın kabulü vb.) dışında statüko değişmeden kaldı. Yani; ırkçı burjuvazinin devlet aygıtı yıkılmak bir yana, bazı kozmetik değişikliklerle varlığını sürdürdü ve üretim araçları eski egemen sınıfın elinde kalmaya devam etti. Tek fark, halka ihanet eden ANC yöneticilerine ve onların çevresinde oluşmakta olan dar bir Zenci burjuvazi katmanına iktidardan belli bir pay ve sömürü ve yağma sofrasından bazı kırıntılar vermekten ibaretti. ANC hükümetinin, değil demokratik bir devrim, nüfusun yüzde 80'ini oluşturan Zenci işçi ve emekçilerin yararına ciddi reformlar yapmaya bile kalkışmadıkları koşullarda yoksul halkın, konut, sağlık, eğitim, altyapı hizmetleri gibi sorunlarının Apartheid rejiminin 'ortadan kalkması'ndan 18 yıl sonra hala çözüm beklemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Ama Güney Afrika'nın 1994'ten bu yana bir alanda hayli büyük bir ilerleme kaydettiğini kabul edebiliriz. ANC yöneticileri ve onların çevresinde oluşmakta olan dar bir Zenci burjuvazi katmanı iktidardan ve sömürü ve yağma sofrasından giderek daha büyük belli bir pay almayı öğrenmiş, 1956'da "Avrupalı-olmayan burjuvazi"nin" kendi adına atelyelere ve fabrikalara sahip olma olanağına kavuş"ması düşü gerçekleşmiştir. Tabii, Zenci ve diğer renk ve milliyetlerden işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin yoksulluğu ve yoksunluğu pahasına. Grahamstown İşsiz Halk Hareketi'nin sözcüsü Ayanda Kota'nın aktardığı bilgilere göre, bir maden işçisinin ortalama yıllık geliri 36,000 rand (yaklaşık 4403 ABD doları) iken, örneğin geçenlerde kendisine 200 milyon rand (yaklaşık 24,500,000 ABD doları) değerinde bir köşk yaptırmış olan başbakan ve ANC başkanı Jacob Zuma'nın ve diğer hükümet üyelerinin yıllık resmi gelirleri 2 milyon randı (yaklaşık 245,000 ABD doları) bulmaktadır. Servetinin değeri 275 milyon ABD dolarını bulan NUM'nın eski lideri ve öndegelen ANC yöneticisi Cyril Ramaphosa ise Afrika kıtasının en zengin 34. kişisi olmakla övünüyor. Bu arada bu bayın Marikana kıyımının sorumluluğunu paylaşan Lonmin şirketinin yönetim kurulunda yer aldığını ve sahip olduğu şirketlerden birinin Marikana'daki platin madenine ucuz işgücü sağlamakla uğraştığını da anımsatmak gerekiyor. Bir başka ANC yöneticisi olan ve halihazırda Nüfus Yerleşim Bakanı koltuğunda oturmakta olan Tokyo Sexwale ise Güney Afrika'nın üçüncü büyük elmas şirketi olan Mvelaphanda Holdings adlı şirketin kurucusu. Mayıs 2012'de NUM Genel Sekreteri Frans Baleni'nin bu görevinden ötürü aldığı aylığın 1,400,00 rand, (yaklaşık 171,000 ABD doları) ve buna ek olarak onun, Güney Afrika Kalkınma Bankası yönetim kurulu üyesi sıfatıyla aldığı aylığın ise 400,000 rand (yaklaşık 49,000 ABD doları) olduğunun ortaya çıkması yoğun tepkilere yol açmıştı. Arasında Nelson Mandela'nın, Jacob Zuma'nın vb. yakınlarının da bulunduğu örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir; ama bu kadarı yeter. * * * Bütün ezilen ve sömürülen sınıfların, ama özellikle de ezilen ulusların ezilen ve sömürülen sınıflarının Güney Afrika deneyiminden çıkaracakları ve mutlaka çıkarmaları gereken önemli dersler var. Bu trajik olay, hem ulusal sorunun çözümü için Güney Afrika'yı örnek görenlerin/ gösterenlerin ne denli derin bir yanılgı içinde olduklarını gözler önüne sermiş; hem de burjuva demokrasisinin kapitalist patronlar için DEMOKRASİ, ama sömürülen emekçiler için DİKTATÖRLÜK, hem de acımasız ve vahşi bir diktatörlük olduğunu bir kez daha anımsatmıştır. Ve tabii, gerçek özgürlük, eşitlik ve adaletin, ancak ve ancak sınıfların ve sınıf ayrımlarının ortadan kaldırıldığı sosyalist bir toplumda olanaklı olduğu gerçeğini. Lenin, “Yayımlanmış ‘Halkın Özgürlük ve Eşitlik Sloganlarıyla Aldatılması’ Konuşmasına Önsöz” adlı yazısında, sınıf savaşımını lafta kabul eden, ama “özgürlük”, “eşitlik” gibi parlak sloganların ardına sığınarak emekçi yığınları aldatan sosyalistleri, sosyal-demokratları vb. eleştirirken şunları belirtiyordu: “Sınıf savaşımını kabul edenler, bir burjuva cumhuriyetinde, hatta en özgür ve en demokratik bir burjuva cumhuriyetinde bile, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in hiçbir zaman meta sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün, sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün anlatımından başka bir şey olmadığını ve olamayacağını da kabul etmek zorundadırlar. Marks bütün yazılarında ve özellikle de (sizin de lafta kabul ettiğiniz) Kapital’inde bunu binlerce kez açıklığa kavuşturdu; o, ‘özgürlük ve eşitlik’in soyut tarzda kavranışını ve bayağılaştırıcıları ve olgulara gözlerini yuman Bentham’ları alaya aldı ve bu soyutlamaların maddî köklerini açığa çıkardı. “Burjuva sisteminde (yani, toprak ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürdüğü koşullarda) ve burjuva demokrasisinde ‘özgürlük ve eşitlik’ bütünüyle biçimsel kalır; bunlar pratikte (biçimsel olarak özgür ve eşit olan) işçiler için ücretli kölelik ve sermayenin eksiksiz egemenliği, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına gelirler. Bunlar, benim okumuş baylarım, sizin unutmuş bulunduğunuz sosyalizmin kızılbaş - sayfa 44 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ABC’sidir.” (“Foreword to the Published Speech ‘Deception of the People With Slogans of Freedom and Equality’ ”, Collected Works, Cilt 29, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1974, s. 379-80) Günümüzde Türkiye'de de TBMM çatısı altında "yeni ve demokratik bir anayasa" yapılması için bir çalışma yürütülüyor ya da yürütülemiyor. Pek çok değişikliğe uğratılmasına rağmen 12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğü döneminde yapılmış olan "anayasa"nın, büyük bir gecikmeyle olsa da, çöpe atılmasına ve yeni ve demokratik bir anayasa yapılmasına, hele de böylesi bir anayasa yapılması için Türk gericiliğini sergileyen ve suçlayan bir savaşım yürütülmesine kimsenin ilkesel düzeyde bir itirazı olamaz ve olmamalıdır da. Ancak ezilen sınıf ve katmanları, kapitalizm ve burjuvazinin diktatörlüğü koşullarında yapılabilecek anayasalara bel bağlamaktan ve anayasal hayaller görmekten alıkoymanın da devrimci öncü güçler açısından çok önemli bir görev olduğunun altını çizmeliyiz. Anayasaların, yapıldıkları dönemdeki sınıflar ve siyasal güçler arasındaki dengenin bir anlatımı ya da yansıması ya da isterseniz bilançosu olduğu dikkate alındığında, her şeyden önce günümüz Türkiyesi'nde -burjuva- demokratik bir anayasa yapılmasının koşullarının olmadığı ortadadır. Bir an için bir mucize yaşandığını ve Türkiye'de bir biçimde yeni ve görece demokratik bir anayasanın yapılabildiğini hayal etsek bile bunun, Kürt-Türk sorunu başta gelmek üzere ülkenin yakıcı sorunlarına bir çare olmayacağı, olamayacağı bellidir. Ezilen sınıfların ve halkların varolan haklarını savunabilmelerinin ve ekonomik ve siyasal mevziler kazanabilmelerinin biricik yolu ve güvencesi, onların örgütlü devrimci savaşımlarında yatar. En demokratik ülkelerde bile sömürücü egemen sınıflar, sınıf savaşımının keskinleştiği koşullarda demokratik anayasaları çiğnemekte ya da dikkate almamakta, ezilen ve sömürülen kitlelerin hak arama kavgalarını yasal sınırlar içinde kalarak bastıramadıkları koşullarda rahatlıkla anayasayı askıya alabilmekte, sıkıyönetim ve olağanüstü durum ilan edebilmekte ya da gerici askeri darbelere başvurabilmektedirler. 2012 Ağustosunda Güney Afrika'da yaşananlar bu saptamayı bir kez daha doğrulamıştır. Dünyanın en demokratik anayasalarından biri olan 1919 Weimar Anayasası Nazilerin iktidara gelmelerini ve bir faşist diktatörlük kurmalarını önlemedi; Güney Afrika'nın son derece demokratik 1996 anayasası, emperyalist ve yerli burjuvazinin silahların gölgesinde bu ülkenin işçi ve yoksul emekçilerini ezmeleri ve sömürmelerini ve Marikana maden ocağında yaptıkları gibi grevci işçileri öldürmelerini önlemedi. Aynı biçimde, Türkiye'de yapılabilecek bir demokratik anayasa da işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ve bugün onu yöneten AKP'nin gerici iç ve dış politikalar izlemesini, Kürt halkı başta gelmek üzere işçi sınıfı ve halkları ezmesini önlemeyecektir. * * * 3-4 Haziran 1999'da kaleme almış olduğum “Ertelenen düşler: Güney Afrika 1999” başlıklı yazımda, 2 Haziran 1999'da yapılan seçimler bağlamında Güney Afrika'daki durumun çok kaba bir tablosunu çizmiş, Nelson Mandela'nın yerini Thabo Mbeki'ye bıraktığı seçimlerin ikinci kez ANC'nin zaferiyle sonuçlandığını, bunda ise “Zenci işçi ve emekçilerin ANC’ne açtıkları siyasal kredinin henüz tükenmemiş olması”nın ve “devrimci bir alternatifin olmaması”nın belirleyici bir rol oynadığını söylemiş ve şunları eklemiştim: “Ama Mbeki de bu durumun sonsuza kadar sürmeyeceğini çok iyi biliyor. O, seçim kampanyası sırasında Afro-Amerikan ozan Langston Hughes’ün bir sözünü yinelerken, Güney Afrika’nın geleceğini görür gibiydi. Hughes, 'Ertelenen düşlere ne olur?' dedikten sonra onların bir 'patlamaya yol açacağını' belirtmişti. Ezilen ve sömürülen yığınların düşlerini erteleyenler ve bu düşlerin ertelenmesine çanak tutanlar, patlamaları önleyemeyecek ve dahası bunun bedelini de ödeyeceklerdir.” Bu satırların yazılmasından 13 yıl sonra gerçekleşen Marikana kıyımının, Güney Afrika'nın tarihinde bir dönüm noktası olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Akıllara ister istemez, Apartheid rejiminin 1960’ta Sharpeville’de ve 1976’da Soweto’da gerçekleştirdiği kıyımları getiren bu kıyım ve ABD ve Britanya tekelci burjuvazisinin ve Güney Afrika'nın ırkçı beyaz burjuvazisinin yağma ve terör düzeninin bir parçası haline gelenlerin bu kıyım karşısında aldıkları tutum, “Zenci işçi ve emekçilerin ANC’ne açtıkları siyasal kredinin” artık tükenme noktasına geldiğini gösteriyor. Marikana madeni işçilerinin 300,000 üyeli NUM'ndan ve onun bağlı olduğu COSATU'ndan ayrılmaları, aslında daha büyük-ölçekli bir gelişmenin yansıması. Eğer Güney Afrika işçileri, 16 Ağustos'ta can veren yoldaşlarının yolunu izler, sınıfın en ileri öğelerinin gerçek bir Komünist Partisi oluşturmalarına destek verir ve üstü burjuva demokrasisine ve demokratik anayasaya ilişkin gevezeliklerle örtülü iğrenç neo-Apartheid rejimine ve kapitalist düzene karşı sosyalizmin ve işçi sınıfı demokrasisinin bayrağını yükseltirlerse, Marikana kıyımı bir yeniden dirilişin başlangıcı haline getirilebilir. Dİ PNOT L A R (1) Irkçı Güney Afrika polisinin 21 Mart 1960'ta Sharpville kasabasında Zenci göstericilere ateş açması üzerine 69 kişi ölmüş ve 180 kişi yaralanmıştı. (2) Resmi rakamlara göre, 2011 yılında maden ocaklarında meydana gelen iş "kazalar"ında 120 maden işçisi yaşamını yitirdi. (3) Maliye Bakanı Pravin Gordhan'ın 16 Mayıs 2012'de yaptığı açıklamaya göre bu Güney Afrika Cumhuriyeti'nde işsizlik oranı yüzde 41'di; yani aktif nüfusun beşte ikisi işsizdi. (Bkz. "Unemployment is a serious problem-Gordhan"/ "İşsizlik ciddi bir sorun-Gordhan", The Sowetan, 16 Mayıs 2012) Dünya Bankası'nın geçenlerde yaptığı bir araştırmaya göre, Güney Afrika nüfusunun -yüzde 95'i Zenci olan- en yoksul beşte biri, yani "en alttakiler" arasında işsizlik yüzde 70'i bulmaktadır. (South Africa Economic Update, July 2012). Komşu ülkelerden Güney Afrika'ya gelen ve yasadışı konumları nedeniyle daha da düşük ücretlerle ve kayıtdışı çalışmak zorunda kalan yoksul emekçilerin durumu daha da içler acısıdır. (4) 1999-2005 yılları arasında devlet başkanı yardımcısı olan ve 18 Aralık 2007'den bu yana ise devlet başkanlığı koltuğunda oturan Jacob Zuma da bir zamanlar revizyonist Güney Afrika Komünist Partisi'nin üyesiydi ve 1990'da ayrılmasından önce, kısa bir süreliğine de olsa bu örgütün Politbürosu'nda görev yapmıştı. (5) Burada, ANC'nin silahlı kolu Umkhonto we Sizwe’den (=Ulusun Mızrağı) söz ediliyor. 9-11 Eylül 2012 kızılbaş - sayfa 45 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 6-7 EYLÜL 1955’İ UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ !. 56 yıl önce İstanbul'da yaşayan Elenler ve Ermeniler bir yalan haberle hedef haline getirildi. Selanik'te Atatürk'ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı haberinin yayılması üzerine, 6 Eylül 1955’te ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi onlara ait ev ve işyerlerini yakıp yıktı, kadınlarına, kızlarına tecavüz edildi. du. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten yağmalamadan gittiler. Komşularını korumuş olan Mehmet binadan çıktı, Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun parçası alıp caddenin karşı tarafındaki gayrimüslimlere ait dükkan ve evlere saldırmaya başladı.” Kimi Müslüman vatandaşlar ise tam aksi şekilde davranmış, gayrimüslimlerin evlerinin tespitinde saldırgan gruplara yardımcı olmuştur. 6 - 7 Eylül Olayları Bir gecede tuzla buz edilir, iş yerleri, vitrinler, evler. Gayrimüslimlere ait ne varsa milliyetçilik adı altında had saf hada vandalizme maruz kalır. Bu nedenle bu tarihler Yunanca’ya Σεπτεμβριανά/ Septemvriana, yani Kristal Gece adıyla geçer. Vitrinler parçalanırken nice hayat ve Türkiye tarihi de hasar alır. 6 Eylül 1955 günü saat 13.00’te, devlet radyosu, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve yapılan bombalı bir saldırı haberini duyurur ve bu haber öğleden sonra İstanbul Ekspres gazetesinin iki ayrı baskısıyla yayılır. İlerleyen saatlerde ise çeşitli öğrenci birlikleri tarafından Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti (KTC) önderliğinde Taksim Meydanında bir miting düzenledikten sonra İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camları taşlanmaya başlar. İstiklal Caddesi bugünkü halinden çok uzaktadır o gün. Bir mahşer yerini andırır. Olaylar yalnızca İstiklal Caddesi’yle sınırlı değildir. Gayrimüslimlerin yaşadığı daha birçok semtte ellerinde listeleri bulunan saldırgan gruplar gayrimüslimlere ait mülkleri kolaylıkla tespit etmekte, eşya ya da araç gereç ne bulurlarsa zarar vermektedir. Hırsızlığa kalkışanların ise grup başları tarafından sert bir dille uyarılması, grupların hırsızlık yapılmaması yalnızca eşyaya zarar verilmesi yönünde emir almış olduğunu göstermektedir. Tüm bu olaylar gerçekleşirken güvenlik güçleri suskundur. Şikayette Sarkis Hatspanian bulunmak üzere komisere giden bir Rum fırıncı şu cevabı alır: “Hiçbir şey yapamam, ben bugün polis değil, Türk’üm.” İtfaiye araçları olay yerine “ulaşamaz.” Ya da ulaşanlar yangını söndürme konusunda “isteksizdir”. “Olaylardan üç saat evvel, yani dörtte, bize Emniyet Müdürlüğü’nden bir emir geldi. Saat beşten sonra hiçbir polis memuru karakolları terk etmeyecekti. Bu haber üzerine biz 5. Şube olarak hepimiz binamızda kaldık. Saat altıya doğru her taraftan, özellikle Beyoğlu’ndan saldırılarla ilgili haberler geliyordu. Polis şefimiz Kosova’da olduğu için vekiline sorduk. Kendisi ikinci bir emre kadar hiçbir müdahalede bulunmamamızı söyledi. Burnumuzun dibinde adamları ev ve işyerlerini darmadağın ederken görüyorduk ama hiçbir şey yapamıyorduk.” Dost kara günde belli olur sözünün anlam kazandığı bir gündür o gün. Kimi Müslüman vatandaşlar gayrimüslim komşularını korumak için kendilerini siper etmiş, komşusunun kimliğini belli etmeyip grubu yanıltmayı başarmıştır. “Evimiz, Beyoğlu’nda Kalyoncu Sokakta’ydı. Şiddet olayları patlak verdiğinde kapıcı Mehmet, anneme ‘Korkmayın, bizim evde saklanabilirsiniz’ dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve binanın önünde dur- Rakamlarla 6-7 Eylül Olayları “Utanç gecesi” adıyla tarihe kazınan bu geceyi rakamlarla ifade etmek gerekirse: • Yaralılarla ilgili rakamlar 300 ila 600 arasında değişmektedir. O güne ait bir veri ise saldırganların birçoğunun yanlarında ilkyardım malzemeleri bulundurduğudur. Buna bakarak saldırganların cana zarar vermemek üzere de emir aldığı söylenebilir. • Evlerde Rum kadınlara tecavüz edilmiştir. Balıklı Hastanesi Başhekimliği’nde tedavi gören kadın sayısı 60’tır. Fakat tecavüze uğrayan kadınlardan birçoğu çekinceleri nedeniyle tedavi olmaya gidememiştir bile. • Can kayıpları ile ilgili rakamlar ise tartışmalıdır. Basında açıklanan ilk rakam 11 iken, bir başka rapora göre bu sayı 15’tir. • İşin maddi kısmına gelindiğinde; olayların ardından 9 Eylül günü Maliye Bakanlığı zarara uğrayanlar lehine açıklamada bulunur: Ucuz inşaat malzemesine erişim kolaylığı, banka borcu olanlara ödemede kolaylık, banka kredisi almada kolaylık, ihtiyacı olanlar için sağlanacaktır. Belediye tarafından çivi, cam boya malzemesi dağıtılır. Celal Bayar‘ın girişimiyle mağdurlara ödenecek para kaynağının sağlanmasının hızlandırılması, özellikle düşük gelirli mağdurlara para yardımı ya- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 pılması amacıyla bir komite kurulur. Komite büyük şirketlerden bağış talep ederken, kamuoyu da basın aracılığıyla bağış yapmaya çağrılır. Böylelikle ödenmesi gereken tazminat bir bağış kampanyası niteliği kazanmıştır. Bağış yapan kişi ve kuruluşlarda oluşan baskın güdü ise Türklerin bu alçaklıklarla ilgisi olmadığını, vatanseverlik görevlerini yerine getirdiklerini kanıtlamak olmuştur. • 1957 yılı sonunda 3.247 gerçek ve tüzel kişiye, toplam 6.533.856 TL tutarında ödeme yapılmıştır. Ancak hasar beyanı sırasında oluşan olaylara örnek olarak bir tanığın ifadesinden:“Çoğu tazminat alamadı. Komiteden bir bilirkişi gelip, ‘Şu kadar tazminata talep edeceğiz. Ödemenin yarısını sen, diğer yarısını ben alacağım.’ dedi. Bazıları, bu bilirkişilerin para almasını istemiyordu, o nedenle haklarından feragat ediyorlardı. Bu tazminat daha çok Türkiye’nin atılı müttefiklerini sakinleştirmek için tasarlanmıştı.” Suçluların tespiti Olayların ardından hükümet suçlu olarak komünistleri işaret etmektedir. Fuat Köprülü’nün 12 Eylül’de meclis toplantısında yaptığı konuşmadan:“Hükümet önceden bilgilendirilmişti. Buna göre tedbirler alınmıştı. Fakat olayların hangi gün ve saatte çıkacağı bilinmiyordu. Komünistler hareketin tüm çabalara rağmen baskın gibi gelişen olaylar engellenemedi. “ (…) “Kıbrıs Meselesi nedeniyle tahrik edilmiş olan gençler ve vatanseverler olayların çıkışından sorumludur. Diğer taraftan basın provoke etmiştir. Selanik’te patlayan bombanın da haberi gelince, nihayet bir fırsat doğmuştur. Komünistler hareketin arasına karışıp gençlerin vatansever gösterisini kullanarak yıkıp yağmalamışlardır. Çünkü komünistler, ayaklanmaları önceden planlayıp komutayı da ellerine almışlardır.” Adnan Menderes de aynı şekilde komünistlerin olayların suçlusu olduğunu, hükümetin olaylardan önceden haberdar olduğunu ancak bu ateşli vatanseverlik gösterilerinin bu kadar büyük bir psikoza dönüşebileceğini kestiremediklerini beyan etmiştir. Türkiye’deki komünist sayısının düşüklüğüne ve olayları, onların planlamış olma ihtimalinin yokmuş gibi görünmesine rağmen emniyet amirlerince komünist olarak bilinen 48 kişi 7 Eylül günü tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanarak Harbiye’ye getirilir. Bu kişilerin arasında bilindik isimler de vardır: Aziz Nesin, Kemal Tahir, Hasan İzettin Dinamo, Asım Bezirci gibi günah keçisi olarak seçilmiş daha 23 isim... 1956 Aralık’ının sonunda İstanbul’da 3.525 kişi serbest bırakılırken, Ocak 1956 sonunda 228 kişi mahkum edilir, 61 kişi beraat eder, 208 vaka ise düşer. İsmet İnönü mecliste yaptığı bir konuşmasında hükümete, masum insanlara eziyet edilmesindense gerçek suçluların bulunması gerektiğini söyleyerek sürecin işleyişini eleştirmiştir. Nitekim bu söyleviyle tutukluların salıvermelerini de sağlamıştır. Başbakan Menderes ise İnönü’nün ağır eleştirilerine “Paşa, vatan bu konuşmanı affetmeyecek.” diyerek yanıt vermiştir. 6-7 Eylül olayları Yassıada Mahkemeleri’nde de önemli bir rol oynamıştır. Ancak olayda parmağı olan diğer ne kadar örgüt ya da kişi varsa mahkemeler sırasında dile getirilmekten kaçınılmış, tüm suç zanlıların üzerine yıkılmıştır. Dolayısıyla yargılama sonucunda adalet yerini bulmamış, zira yargılamalar yeni yönetim rejimini meşrulaştırma çalışmasının bir parçası olmuştur. Olayların akışı Tüm yaşanan olaylar gösterilenin aksine spontane olarak halkın galeyana gelmesi şeklinde gerçekleşmemiş, bir ülkü çerçevesinde iyi planlanmış ve organize edilmiştir. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti, hükümet görevlileri ve o günün MİT’i olan Milli Emniyet Hizmeti olayların gerçekleştirilmesinde pay sahibidir. Bunun yanı sıra yaşananlarda dış güçlerin de parmağının olması muhtemeldir. “6-7 Eylül Olayları” kitabının yazarı Dilek Güven’in tespiti: İngiltere arşivinde bir belge buldum. 1955 olaylarından bir yıl önce Atina'daki İngiliz Konsolosu, "Türklerle Yunanlıların arası çok iyi. Ama Atatürk'ün evinde şöyle bir bomba patlasa, ortalık ne kadar karışır acaba?" diye yazı yazıyor.Bomba Türk Konsolosluğu’na dışarıdan değil de içerideki birisi tarafından atılmış ve yalnızca camların kırılmasına yol açmıştır. Bir iddiaya göre bombayı atan kişi ise Kıbrıs’ta hukuk öğrenimi görmekte olan “ajan-provokatör” Oktay Engin’dir. Kendisi ilk önce tutuklanır fakat sonra geçici olarak serbest bırakılır. “Geçici “ifadesi ise kalıcı olacaktır, kendisine vaat edilen makamı bir sene sonra elde eder. 1956’da belediyede bir işe yerleştirilir. Yıllar içerisinde Niğde’de önce kaymakam sonra vali olur. Oktay Engin yaptığı röportajlarda olaylarla ilgisi olmadığını, Özel Harp Dairesi ile ilişi bulunmadığını vurgular. Saldırıya dair haberin bir bulvar gazetesi olan İstanbul Ekspres dışında basında yer bulmaması dikkat çekicidir. Sonradan öğrenilecektir ki DP’yle ve MAH’la ilişkisi olan gazete sahibi Mithat Perin ve Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, Selanik’te bombanın patlayacağını önceden bildikleri için kağıt stoku yapmışlar ve o gün tam 300 bin gazete basmışlardı. Hükümet görevlileri dile de getirdikleri gibi tüm olaylardan haberdardır, Menderes’in olayları Taksim Meydanı’nda arabasından izlediği bilinmektedir. Ancak hükümetin beklediğinin ötesinde bir yıkım gerçekleşmiş olduğu düşünülmektedir. İlk gösterilen reaksiyon ise olayların suçu komünistlerin omzuna yüklemek olmuştur. Yassıada Mahkemeleri sırasında Menderes MAH başkanını da mahkemeye bildiklerini açıklaması için davet etmiştir, fakat Menderes’in talebi görmezden gelinir. KTC ise olayların “nümayiş- tahrip- talan” kısmında rol üslenir. Örgüt hükümet desteğiyle kızılbaş - sayfa 47 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kurulmuş, cemiyet başkanı Hikmet Bil ise Menderes’in yakın dostudur. Olayların gerçekleştirileceği günün seçimiyle ilgili bir iddia ise özellikle İstanbul’da önemli uluslararası bir takım kongrelerin de gerçekleştirildiği bu tarihlerin seçilerek kamuoyunun ilgisi dağıtılmaya çalışıldığıdır. Gerçek nedenler 1991 yılına gelindiğinde, bir tuğgeneral kendisiyle yapılan röportajda olayların MAH tarafından düzenlenmiş olduğunu şu sözlerle dile getirerek olayları aydınlatır aslında:“Elbette 6-7 Eylül Olayları Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı. Olağanüstü planlı bir operasyondu ve amacına ulaştı. Sorarım size; bu sıra dışı başarılı bir eylem değil miydi?” 1947’de CHP azınlık bürosunun hazırladığı rapordan:"Anadolu'da hemen hemen hiç Rum kalmadı. Birkaç da Ermeni kaldı. Ama çok çoğalıyor. Onları İstanbul'a göç ettirmemiz gerekiyor. Ne kadar İstanbul'da toplarsak o kadar kontrol altında olurlar. Ama sermayelerini burada bırakmalılar. “İstanbul'un fethinin 500. yılında İstanbul'da bir tek Rum olmazsa ne iyi olur."1934 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi ve 1955 6-7 Eylül olayları homojenleştirme yapbozunun birer parçasıdır. Bu topraklarda yaşamış büyümüş, bu toprakların insanları evlerinden edilir böylelikle, senelerce komşuluk yapmış dostlar birbirinden ayrılır. Çiroz kurutan Ermeni kadınları ya da Rum balıkçılar yoktur artık mahallelerde. Anılara hapsolurlar, bizlere de yalnızca bu anıları okumak ya da dinlemek düşer şimdilerde.Bu yapboz tamamlanmaya devam ediliyor bugün. Dostların arasına ekilen nifak tohumları yeşeriyor. Yıllarca omuza omuza yaşayanlar birbirini öldürüyor, önyargılar var artık hepimizin kafasında. Kimlik her isimden önce geliyor “Türk, Kürt, Ermeni”… İnsanın yalnızca insan olduğu, dost seçerken soyun sopun önemsenmediği yıllar gitgide maziye karışmakta. Anadolulu insanın sahip olduğu hoşgörünün yerini şüphe, güvensizlik ve önyargılar alıyor. Yukarıda mevzubahis olan tuğgeneral verdiği demecinde haklıdır belki de. http://sessizdergi.blogspot.com katliam sürgün talan fotoğraf sergisi için adres: ht t ps://pic a s aweb.goog le.com /11275 67 78 05519 6275739/ 67 Ey lu lOlay la r 02#5 476 05151694 4 6756 6 6 kızılbaş - sayfa 48 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Çerkes Ethem, 1915/16 ve Çerkesler Harbiye Nezareti ve özellikle de 3. Ordu Komutanlığı tarafından karşılanmıştır. Teşkilatı Mahsusa üyeleri maaş alırlar, ancak maaş bordroları yoktur. Ayrıca baskın, yağma, haraç ve soygundan da pay alırlardı. Selçuk Uzun Çerkes Ethem konusunda birşeyler araştırmaya başladığınızda, karşınıza sadece „Milli Mücadele“ dönemi çıkar. Çerkes Ethem´in anılarının bile olup olmadığından, yazdı ise doğru olup olmadığından bile emin değiliz. Ama Çerkes Ethem ve ağabeyi Reşit ve Tevfik gerek Birinci Dünya Savaşı´nda gerekse „Milli Mücadele“ döneminde somut bir vaka. Çerkes Ethem konusunda beni ilgilendiren daha çok 1914-18 dönemi. Yani özellikle Ermeni tehciri dönemi. İtiraf etmeliyim ki bu konuda çok fazla kaynak olduğunu söyleyemem. Tabii ki Teşkilatı Mahsusa gibi „gizli“ teşkilat hakkında belge bulmak o kadar kolay bir iş değil. Belki Teşkilatı Mahsusa şeflerinden Hüsamettin Bey´in 1928 yılında Genelkurmay Başkanlığı´na teslim ettiği kilitli ve her tarafı çivilenmiş sekiz sandıkta birşeyler bulunabilir. raz olsun derinlemesine birşeyler okuduysanız, karşınıza „Çerkesler“ çıkar. Örneğin Van-İran-Muş-BitlisD iya r ba k ı r-Ma r a ş -Ur fa-Ha k k a r iHalep-Der Zor-Musul hattını takip ettiğinizde karşınıza Çerkesler çıkar. Genellikle hepsi Teşkilatı Mahsusa´da yer alırlar. Hem de en sertinden, en militanından, bulunduğu bölgede dehşet saçan, acımasız cinsinden. Çerkes Yakup Cemil, Çerkes Ahmet, Çerkes Harun, Çerkes Canbulat, Çerkes Ethem, Çerkes Dr. Reşit, Çerkes Salih Zeki, Çerkes Ömer Naci, Çerkes çeteleri, Çerkes fedaileri, Çerkes Teşkilatı Mahsusa çeteleri, vs. Üstelik bu çetelerin, fedailerin, tetikçilerin sonradan Çerkes olduğunun farkına varılması gibi bir durum da söz konusu değil. 1915/16´da en azından Alman konsoloslar, Anadolu´da bulunan yabancılar bile fark etmişler. Çerkes Ethem´e ait olduğu iddia edilen anılarda şöyle bir bölüm vardır: „Birinci Dünya Savaşı´nın ilk senesinde büyük kardeşim Reşit Bey´in, kendi başına askeri ve politik amacı olan, Kürtlerden ve başka milletlerden toplanmış Teşkilatı Mahsusa kuvvetleri ile Ruslara karşı, daha sonra İran´ın güneyinde İngiliz bölgesinde ve Efgan sefer heyetinde bulundum. Pek uzun sürecek olan bu maceralardan bahsetmeyeceğim.“ Çerkes Ethem´in 1918 öncesine ilişkin söyledikleri bu kadar. Bir konuda herkes aynı fikirde sanırım: Çerkes Ethem, Teşkilatı Mahsusa üyesi. Balkan Savaşı´ndan Yunanistan´a iltica edişine kadar olan hayatı Teşkilatı Mahsusa ve çetecilik. Başka hayatı yok. Ve dönemin önde gelen Teşkilatı Mahsusa liderlerinin hemen hemen hepsi ile teşrik-i mesaide bulunduğu da gerçek. Eğer Ermeni tehciri konusunda bi- Teşkilatı Mahsusa Birinci Dünya Savaşı´nda Teşkilatı Mahsusa çetelerinin sayısı yaklaşık 30 bin kişi olarak tahmin edilmektedir. Bunlar arasında hapishanelerden salıverilenler, eşkiyalar, bazıbozuklar, çapulcular, yerel aşiretler, Kürt aşiretleri, Laz, Kürt, Çerkes, Arap, Çeçen çeteleri yani yok yoktur. Bunların başında da Ittihat ve Terakki´nin güvendiği ve görevlendirdiği şefler ve subaylar vardır. Bu örgütün esas para kaynağı da Almanlardır. Bazı kaynaklara göre Almanların Teşkilatı Mahsusa´ya yaptığı para yardımının 1918 yılına kadar 4 milyon altın lira olduğu iddia edilir. Ayrıca İttihat ve Terakki´nin örtülü ödeneğinden, Harbiye Nezareti´nden de paralar aktarılmıştır. Teşkilatı Mahsusa birliklerinin eğitimi Harbiye Nezareti tarafından yaptırılır. Özel üniformaları dahil tüm lojistik destek Teşkilatı Mahsusa hakkında yazılanlarda, anılarda ve resmi tarih anlatımında, bu örgütün Ruslara ve Ermeni çetelere karşı savaştığı belirtilir. Ancak Teşkilatı Mahsusa`nın fiili olarak Rusya ile savaşa girilmesinden yaklaşık 4 ay önce faaliyetlerine başladığını, Seferberlikten hemen önce Teşkilatı Mahsusa`nın fiilen TrabzonErzurum-Van Hattı´nda görevlendirildiğini unutmamak gerekir. Bu aylarda çarpışılacak ne Rus Ordusu ne de Ermeni çeteleri vardır. 1915 tehcirinin başlamasına kadar bölgede aktif bir Ermeni „isyanı“ veya ayaklanmasının olmadığı, sadece Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinin incelenmesi sonucu bile ortaya çıkar. 1915/16´da ve öncesinde Osmanlı´nın ve İttihat ve Terakki´nin şöyle bir bakış açısı vardır: Bir kişi bile emirlere uymasın, isyan etmiş sayılırdı. Bu zihniyet, her Ermeni itirazını „isyan“ olarak değerlendirmiş ve „hain“ ilan etmiştir. Bahaeddin Şakir, tekliflerini kabul etmeyen Ermenileri daha savaşa girilmeden çok önce hain ilan etmişti. Teşkilatı Mahsusa, savaş öncesi bir yandan Rus arka cephesinde faaliyetlerde bulunurken, aynı zamanda bulunduğu bölgelerde bir çeşit „mıntıka temizliği“ de yapmıştır. Bu temizliğin kapsamı içine istisnasız tüm müslüman olmayan halklar, İttihat ve Terakki ile işbirliğine yanaşmayan kimi Kürt aşiretleri de dahildir. Özellikle Van bölgesinde bu durum daha da vahimdir. Teşkilatı Mahsusa`nın savaşta yaptığı aslında şudur: Görece bıçak sırtında da olsa hem etnik hem askeri hem de toplumsal dengeleri bozmasıdır. Yani Teşkilatı Mahsusa eliyle arı kovanına çomak sokulmuş ya da arı kovanına şiddetli bir tekme atılmıştır. Özellikle Sarıkamış bozgunundan sonra Teşkilatı Mahsusa´nın asli görevi „harici değil dahili düşmanlar“ olmuştur. 1915/16 yıllarında Teşkilatı Mahsusa´nın Doğu Anadolu´daki esas görevi, Ermeni tehcirini uygulamaktı. Ben kişisel olarak Ermeni tehciri döneminde katliama karışmamış bir kızılbaş - sayfa 49 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Teşkilatı Mahsusa birliği ve/veya çetesinin olduğuna inanmıyorum. Sadece Erzurum vilayetinde tehcir döneminde 50´den fazla katliam yeri mevcuttur. Van bölgesinde, İran´da, Muş, Bitlis, Maraş, Diyarbakır, Suriye ve Irak´ta Teşkilatı Mahsusa birlikleri inanılmaz katliamlar yapmışlar, birkaçı hariç hiçbir şekilde Ruslara ve Ingilizlere karşı başarı da elde edememişlerdir. şunlar: Savaş öncesi Çerkes Ethem 3- Van´dan Rauf Orbay´ın Müfrezesine katılmak için İran´daki Kirmanşah bölgesine gidiyor. Çerkes Ethem´in Birinci Dünya Savaşı´nda Teşkilatı Mahsusa´daki faaliyetleri konusunda geniş bilgilere ulaşmak mümkün değil. 31 Ağustos 1913 tarihinde „Batı Trakya Muhtar Türk Cumhuriyeti“ adıyla kurulan ve Süleyman Askeri´nin başını çektiği Teşkilatı Mahsusa hareketinde, Çerkes Ethem´in ağabeyleri Reşit ve Tevfik´in aktif rol aldığı biliniyor. Ethem´in de bu mücadeleye katıldığı bilindiğine göre, Çerkes Ethem´in Teşkilatı Mahsusa´ya Balkan Harbi sırasında girdiğini kabul edebiliriz. „Batı Trakya Genelkurmay İkinci Başkanı“ olarak Çerkes Reşit´in adı geçer. Çerkes Ethem´in „resmi“ askerlik hayatı, Bulgar Cephesi´nde Çürüksulu Mahmut Paşa´nın Kolordu Muhafız Bölüğü'nde süvari kıtası kumandanı olarak savaşırken yaralanması ile biter. Daha sonra İran, Afganistan harekatına Rauf (Orbay) Bey´in müfrezesinde katılır, Cevdet Bey, Kazım Özalp, Kazım Karabekir, Ömer Naci, Halil Kut ve diğer İttihat ve Terakki mensupları ile de bu yıllarda tanışır. Çerkes Ethem´in yanında hep iki ağabeyi Reşit ve Tevfik vardır. Ethem Bey´i de Teşkilatı Mahsusa`ya alan büyük bir ihtimalle ağabeyi Reşit´tir. Ayrıca aile babadan bu yana Teşkilatı Mahsusacıdır. Çerkes Ethem, 1918 yılının başlarında Uceymi Paşa Sadun ile Irak seferine katılır burada yaralanır ve Bandırma´ya döner. Bu yılın sonunda da mütareke imzalanır. Bu yazı, Çerkes Ethem´in Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni tehciri döneminde nerede olduğu, ne zaman, ne yaptığı konusunda var olan sis perdesini aralama çabası olarak değerlendirilmelidir. Doğrudan Çerkes Ethem´in hayatını izleyerek bu dönemi aydınlatmak mümkün olmadığı gibi, bu dönem ile ilgili belgeleri bulmak ta sanırım imkansıza yakın. Benim sis perdesini aralama çabamın ana çıkış noktaları 1- Çerkes Ethem, seferberlikten önce İran seferi için Ömer Naci komutasında İran cephesinde Teşkilatı Mahsusa harekatları için görevlendiriliyor. Van´a gönderiliyor. 2- Çerkes Ethem İran seferinden sonra Van´a dönüyor. 4- Çerkes Ethem hakkında dönemin Diyarbakır Valisi Çerkes Dr. Reşit´in emrinde çalıştığına ilişkin iddialar vardır. 5- Tarihe „Sayfo“ (Kılıç Yılı) olarak geçen Süryanilerin katledildiği 1915 yılı ve İdil (Hazak/Azak) „isyanı“ döneminde Çerkes Ethem bu bölgededir. 6- Çerkes Ethem´in yaralanmasına kadar olan dönemde ana üssü Musul ve Bağdat olarak gözükmektedir. Çerkes Ethem´im özel görevi Çerkes Ethem´in Seferberlikten birgün önce, Ağustos 1914 başında başlayan macerasına dönelim. Bu macera yaklaşık 4 yıldan fazla sürer. Cemil Koçak`ın “Ey Tarihçi Belgen Kadar Konuş!” Bir Teşkilatı Mahsusa Öyküsü“ adlı yazısı bize Çerkes Ethem konusunda ilk ve önemli ipuçları verir. 1914 yılının Ağustos ayının başında Dahiliye Nazırı Talat Bey´in daveti sonucu yapılan toplantıda, Ömer Naci Bey ile birlikte Erkanı Harb Kolağası Ruşeni Bey, „İran’dan Kaf kas’a geçmek ve Rusların gerisinde siyasi bir inkilap hazırlamak vazifesi ile siyaseten“ görevlendirilir. Ruşeni Bey ve Ömer Naci, İran mücahitlerinden Emir Haşmet ve rüfekası, Çerkes Reşit ve Ethem ile arkadaşları Erzurum üzerinden Van´a gelirler. Van Valisi Tahsin Bey, Hakkari Mutasarrıfı Cevdet Bey ve Van Jandarma Komutanı Kazım Özalp ile “tevhidi mesai ederek”, 1 ay kadar Van´da kalırlar. Burada dikkati çeken nokta, Çerkes Ethem ve Reşit´in doğrudan en üst makamlar tarafından görevlendirilmesidir. Talat Paşa´nın emri ve tabii ki Enver Paşa´nın da onayı ile. Ağustos ayı başında alınan karar sonu- cu, Çerkes Ethem´ve Reşit´in 1914 yılı Ağustos/Eylül/Ekim aylarında Van´da oldukları anlaşılıyor. Ruşeni Bey ve Ömer Naci ekibi İran´da iken Van valiliğine atanmış olan Cevdet Bey, İran´a geçer ve bizzat elden Talat Bey´in bir telgrafını Ruşeni Bey´e verir. Telgraf emrinde Ruşeni Bey´in emrindeki arkadaşlarının yarısını Çerkeslere vermesi, onlarla birlikte çetecilik yapması ve Van´da teşekkül edecek üç kişilik bir heyete tabi olması istenir. Bu emir biraz da Ruşeni Bey´in „rütbe-i tenzili“ olarak ta değerlendirilebilir. Ruşeni Bey, yukarıda sözü geçen kişilerle „teşriki mesai etmekte mazur” olduğunu söyler. Ruşeni Bey, bütün ekibini Cevdet Bey´e bırakır ve bu emre uymaz. Emre uymayan Ruşeni Bey, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın emri ile o zamanki Bağdat Valisi Süleyman Nazif Bey tarafından tutuklanır. “Vücudu muzır” görülmüştür. Ancak Ruşeni Bey canını kurtarır. Bu bilgilerden hareketle bazı noktalara açıklık getirelim: Çerkes Ethem´in 1914 yılında nerede olduğu belli. Talat Bey´in emrinde sözü edilen ve Van´da kurulan 3 kişilik heyetin içinde büyük bir olasılıkla Ömer Naci´nin, Van valisi Cevdet Bey´in bulunduğu kesin gibi. Bölgede Nuri (Kıllıgil) Paşa ile Halil Kut Paşa da bulunmaktadır. Burada ikinci noktaya geçelim: İran´ı bilen tecrübeli bir Teşkilatı Mahsusacı olan Ruşeni Bey, neden emre uymaz ve tüm ekibini Cevdet Bey´e terk eder? Ruşeni Bey´i „tedhiş eden“ (ürküten) bir durum vardır. Bu da şudur: Teşkilatı Mahsusa birlikleri ile birlikte Çerkesler İran´a girmişler „garet“ (yağma) yapmışlardır. İran Türklerinin başına „felaket“ getirmişlerdir. Yani Teşkilatı Mahsusa birliği İran´a girip, yağma yapmış, katliamlarda bulunmuş ve İran´da yaşayanları da „Türk düşmanı“ yapmıştır. Teşkilatı Mahsusacı Ruşeni Bey´i bile ürküten, korkutan bir durum olduğuna göre, herhalde İran´da olup bitenleri „korkunç“ kelimesi ile nitelemek yanlış olmasa gerek. Ruşeni Bey önemli bir noktayı daha vurgular: Çerkeslerin yaptığından „ürkmüştür.“ Kimlerdir bu Çerkesler? Başta Çerkes Ethem ve ağabeyi Reşit. Ayrıca Van valisi Cevdet Bey´in fedaileri arasında Çerkeslerin bulunduğu da biliniyor. Çerkes Ahmet ve adamları. Cevdet Bey´in bir de „kasap taburu“ vardır. Uzman- kızılbaş - sayfa 50 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 laştığı alan katliam düzenlemek. Yine Kazım Özalp´ın Van Seyyar Jandarma Müfrezesinde de Çerkesler vardır. Daha sonraki 1915 Nisan ayında “Van İsyanı“nda da ortaya çıkan ve Canbulat Bey´in komutasındaki (İT`nin İçişleri Bakanı İsmail Canbulat değil) Çerkes birlikleri ve Laz taburu da vardır. Yine bölgede bulunan Kazım Karabekir´in birliklerinde de Çerkesler vardır. Halil Kut Paşa anılarında Van Valisi Tahsin (Uzer) Bey´in ısrarları sonucu Kazım Karabekir´in o bölgeye gönderildiğini söyler. Yani 1914´ün son, 1915´in ilk aylarında Van adeta Çerkeslerin bir toplanma merkezidir. Bir de bu olguya Teşkilatı Mahsusa emrine giren Kürt aşiretlerinin toplanma merkezinin Van olduğunu da ekleyelim. Bu arada tüm Teşkilatı Mahsusa birliklerinde hapishaneden salıverilen mahkumların ve af vaad edilen eşkiyaların da olduğu malum. Çerkes Ethem, Van ve İran operasyonları 1914 yılının Ağustos ayında Başkale civarında yaşayan Süryanilerin tehcir emri verilir. 1914 yılının Ağustos/Eylül aylarında İran´a çok sayıda operasyonlar düzenlenir. İran-Osmanlı sınırı adeta bir savaş ve katliam alanına dönüşür. 1915 Mart ayına kadar süren çeşitli operasyonlara, Cevdet Bey, Ömer Naci, Kazım Karabekir, Kazım Özalp, Halil Kut, Ruşeni Bey´ler katılır. Bu operasyonlara Teşkilatı Mahsusa birliklerine dahil olan Çerkesler, Kürtler, Lazların yanısıra yerel Kürt aşiretleri, Hamidiye Alayları, başıbozuk çeteleri ve az sayıda da düzenli Osmanlı birlikleri katılırlar. İran´a yönelik bu operasyonların başlaması bölgede kısa sürede tüm dengeleri altüst etmiş, bölgenin tam bir kaos ortamına sürüklenmesine neden olmuştur. Bu arada 1914 Ağustos ayında başlayan ve 1915 Eylül´üne kadar süren ve bizzat Enver Paşa´nın emriyle kurulan Rauf Bey Müfrezesi, Musul üzerinden Güney İran´a ve oradan Afganistan üzerine gitmek üzere yola çıkar. Rauf Bey Müfrezesi Almanlarla ortak bir operasyon amacıyla yola çıkmış ancak daha sonra tam bir fiyaskoyla sona ermiştir. Ancak müslüman ve müslüman olmayan yerel halkın, o bölgede yaşayan bazı Kürt aşiretlerinin katliama uğramasına neden olmuş ve deyim yerindeyse kaç yapalım derken göz çıkarılmıştır. Rauf Bey Müfrezesi birkaç küçük başarı dışında bölgede tutunamamış, fiyaskonun faturası da Almanlara çıkarılmıştır. İran´da müttefik aranırken, „Türklere“ nefret tohumları ekilmiştir. Rauf Bey Müfrezesi konusunda, Rafael de Nogales „Osmanlı Ordusunda 4 Yıl“ adlı anılarında şöyle yazar: „Savaşın başında Fırkateyn kaptanı Rauf (Orbay) İran´a diplomatik bir görevle gönderilmişti. Emredildiği gibi İran´a gideceğine, korumalarıyla (İranlıların dediklerine göre) öldürmüş, yakıp yıkmış ve İstanbul´a cepleri dolu gelmiş. Rauf Bey´in vandallığı İranlıları, Türklerin karşısına çıkarmıştı. O zamandan beri Ruslarla aynı amaç için çalışıyorlardı. Cihadın, İran´da ve bütün doğuda yandaş bulamaması bu olayla ilgilidir. „ (s.164) Ekim ayının ortalarına doğru Osmanlı askeri birlikleri 200 kadar yerel Kürt aşiretinin desteği ile Urmiye´ye saldırırlar. Başlarında Van Valisi Cevdet Bey vardır. Rus Kazak birliklerinin gelmesi üzerine geri çekilen Cevdet Bey´in birlikleri geçtikleri köy ve kasabalarda katliam yaparlar. Cevdet Bey´in birlikleri geri çekilirken verilen kayıplar arasında 7 subay da bulunur. Üzerlerinden çıkan kimliklerde Teşkilatı Mahsusa mensubu ve Çerkes oldukları anlaşılır. Katliamın hedefinde Ermeniler, Süryaniler, Nasturiler ve işbirliğine yanaşmayan İranlı Kürt aşiretleri vardır. İran´a yapılan operasyonlarda bir sonuç alınamayınca ve verilen kayıplar ve İran´da Rus birliğinin varlığı nedeniyle İran-Osmanlı sınırında yaklaşık 2 aylık „sakin“ bir dönem yaşanır. Kasım ayında Rus Ordusu Saray ve Başkale istikametine doğru ilerlemeye başlar, ancak kuvvetlerin zayıflığı nedeniyle geri çekilirler. Aralık ayının sonuna doğru Halil (Kut) Paşa 5. Sefer Kolordusu ile Dağıstan Seferi´ne başlar. Ancak Nisan ayında hedefine varabilir. Aralık ayında İran´da Savuçbulak´ta Ruslarla iki çatışma yaşanır ve Osmanlı Ordusu kazanır. 28 Ocak´ta Ömer Naci birlikleri Sofyan´da ağır bir yenilgiye uğrar. Halil Paşa´nın birlikleri Ocak ayının 2. haftası Tebriz´e doğru yönelirler. Ömer Naci ´nin birlikleri ise Dilman´da ağır bir yenilgiye uğrar. Rus birliklerinin güneye, Osmanlı sınırlarına doğru ilerlemesi nedeniyle Osmanlı birlikleri geri çekilmeye başlar. Cevdet Bey, Rus birlikleri karşısında Mart ayında ağır yenilgiler alır. Rus birlikleri karşısında tutunamayan Osmanlı birlikleri Mart ayında, Osmanlı topraklarına dönmeye başlarlar. Nisan ayında da Halil Paşa´nın birlikleri Dilman´da ağır kayıplar verir ve geri dönmeye başlar. Teşkilatı Mahsusa birlikleri Rus Ordusu önünden kaçarken, uğradıkları her yerleşim alanında, her köyde, her kasabada katliam yapmışlardır. Bu katliamların en bilineni de Haftevan katliamıdır. Bu bölgede Ermeni, Süryani ve yerel halka yapılan yapılan katliamların biçim ve yöntemleri tüyler ürperticidir. Bu bölgedeki katliamlarda uygulanan işkence ve öldürme teknikleri tarihe geçecek niteliktedir. Katliamların boyutu ve vahşiliği sonucunda, İran Hükümeti, Osmanlı ve Almanya´ya resmen protesto notası verir. 11 Şubat 1915´de İstanbul´da Alman Elçisi, Enver Paşa ve İran Elçisi arasında bir tür arabuluculuk toplantısı düzenler. Tüm bu gelişmelerin sonucunda, 1914 Ekim/Kasım ayı hariç, Ağustos/Eylül/ Aralık ayları ile 1915 yılının Mart ayına kadarki 6 aylık dönemde, İran-Osmanlı sınırı ile İran içleri kan gölüne dönmüş, binlerce insan yerinden yurdundan edilmiş ve Kuzeye Rusya istikametine doğru kaçmaya başlamıştır. Kısaca bu gelişmeleri aktarmamın nedeni, 1915 yılının Mart ayına kadar olan İran içlerindeki operasyonlarda Çerkes Ethem´in de yer almış olmasıdır. Çerkes Ethem, ağabeyi Reşit´in bu 6 aylık dönemde bu bölgede bulundukları kesindir. Büyük bir ihtimalle Çerkes Ethem, Cevdet Bey ile İran´dan Van´a geri dönmüştür. Dönerken de büzük katliamlar yaşanmıştır. Dönüş tarihi de 1915 yılı Mart ayıdır. Van Seyyar Jandarma Müfrezesi komutanı Kazım Özalp anılarında şunları aktarır: „Çerkes Ethem´i Birinci Cihan Harbinde ben Van civarında fırka kumandanı iken, Azerbaycan´da milli teşkilatı yapmak üzere kardeşi Reşit´le yanıma geldikleri zaman tanımış idim. Reşit yüzbaşılıktan emekli idi. Ethem´in bir askeri rütbesi yoktu. Reşit bu işler için çalışır iken İran´da (Dilman´da) hastalandı. O sırada ben fırkamla oraya gitmiştim. Ethem bir müddet benim karargahımda kaldı. Reşit hastalıktan kalktıktan sonra Musul´a gittiler.“ Çerkes Ethem, Rauf Bey Müfrezesi ve Sayfo kızılbaş - sayfa 51 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Çerkes Ethem´i daha sonra 1915 Nisan ayı sonunda Rauf Bey Müfrezesi´nde, Kirmanşah yakınlarında görüyoruz. Rauf Bey anılarında Çerkes Ethem Bey´in Van´dan yanında adamlarla geldiğini ve Kirmanşah´a gidip çeşitli operasyonlarda bulunduğunu belirtir. Rauf Bey daha sonra anlattığı ve/veya yazdığı anılarında, Çerkes Ethem´in Müfrezedeki rolü konusuna değinirken önemsiz bir ayrıntı olarak aktarır bu durumu. Kendisi de Çerkes olan Rauf Orbay´ın Çerkes Ethem`i „Milli Mücadele“ye ikna ettiği bilgilerini hatırlarsak, aralarındaki ilişkinin öyle sıradan bir ilişki olmadığı kanısına varabiliriz. Rauf Bey Müfrezesi´nin 1915 Eylül tarihinde resmen tasfiye edildiğini dikkate aldığımızda önümüze iki ihtimal çıkmaktadır: Çerkes Ethem´in, 1915 Kasım ayında Musul´da vali Haydar Bey´in emrinde olduğu anlaşılıyor. Çerkes Ethem ya Eylül ayına kadar Rauf Bey Müfrezesi´ndedir ve ardından Musul´a gelmiştir. Ya da Nisan ve/ veya Mayıs ayında müfrezeden ayrılıp Musul´a gelmiştir. Çerkes Ethem´i Kasım ayında başka bir görev beklemektedir. Ömer Naci 1915 yılı sonunda tekrar İran´a sefer düzenleyen bir birliğe komuta etmektedir. Cizre´nin batısındaki İdil ( Süryanice Hazax) bölgesinden geçerken, kendisine Süryanilerin isyan ettiği ve isyanı bastırması görevi verilir. 1915 yılı Süryaniler için „Sayfo“ yılıdır. Yani „Kılıç Yılı“. Ömer Naci bir türlü isyanı bastıramaz ve yakın bölgedeki birliklerden yardım ister. David Gaunt´un „Katliamlar, Direniş, Koruyucular: 1. Dünya Savaşında Doğu Anadolu´da Müslüman-Hıristiyan Ilişkileri“ kitabından aktarayım: „ Musul Valisi, başında dillere destan Çerkes Ethem´in bulunduğu ve mücahid dediği bazı gönüllü birimlere komuta ediyordu. 7 Kasım´da Erkanı Harbiye Umumi´ye gönderdiği kısa mesajla bu birimlerin yeniden konuşlandırılmasını öneriyordu. Ömer Naci Bey´e yardım etmek amacıyla, milis komutanı Edhem Bey emrinde tertiplenmiş olan 500 savaşçının iki gün içinde hareket edebileceğini söyleyebilirim. Telgraf üzerinde başka bir el yazısıyla şunlar okunuyordu: Nazır Paşa ile tartışılacak. Ertesi gün, Talat, Erkanı Harbiye Umumiye´ye gönderdiği telgrafta, 500 mücahide Naci´nin kuvvetlerini takviye etme emri verdiğini doğruluyordu. Ömer Naci Bey´e yardım etmek üzere milis komutanı Edhem Bey´le 500 mücahid tertip edildiği ve iki güne kadar sevk olunacağı Musul vilayetinden gelen 7 Kasım 1915 tarihli telgrafta bildirilmiş olmakla, bu konuda buyruk sizindir.“ Komutan Edhem, Reşid Bey´in kendi özel ordusunu doldurmak için askere aldığı Çerkeslerden biriydi. Zalimliğiyle ün salan bu adam, aynı zamanda Teşkilatı Mahsusa memuruydu. (s.393) Ömer Naci, İdil Süryanileri ile baş edemez ve kendi başına barış yapma kararı verir ve İran seferine devam için Musul istikametine devam eder. En üst makamdan özel görevler Çerkes Ethem resmi yazışmalarda ikinci kez en üst makamdan görev emri alır. Birincisi 1914 yılında Seferberlikten hemen önce, ikincisi de Kasım 1915´te. Emir Talat Bey´den gelir, Enver Paşa´nın onayı ile tabii ki. Bu iki olgu da, Çerkes Ethem´in Teşkilatı Mahsusa içindeki önemini vurgular. Bir başka olgu da, Çerkes Ethem´in „Sayfo“ da bu bölgede olduğudur. Sefer E. Berzeg,„Türkiye Kurtuluş Savaşı´nda Çerkes Göçmenleri II“ adlı kitabında Çerkes Ethem´in, tehcir döneminde kendisi gibi Çerkes olan Diyarbakır Valisi Dr. Reşit´in emrinde görev yaptığını iddia etmektedir. Bu iddialar çeşitli yayınlarda tekrarlanmakta, hatta Reşit Bey´in kendi özel ordusunu doldurmak için askere aldığı Çerkeslerden olduğu iddiası tekrarlanmaktadır. Bir başka iddia da, Çerkes Ethem´in Yakup Cemil ile birlikte Batum seferine Teşkilatı Mahsusa çeteleri ile birlikte katıldığıdır. Emrah Celasun „Baki İlk Selam“ Çerkes Ethem adlı kitabında, özellikle Diyarbakır Valisi Reşit Bey´in emrinde çalışıp, tehcirde görev aldığına ilişkin iddiaları araştırdığını ve bu döneme ilişkin hiçbir bulguya rastlamadığını belirtmektedir. 1915/16 ve sonrasında Teşkilatı Mahsusa, Ermenilerin tehciri ve katliamında doğrudan görev almıştır. Özellikle Sarıkamış Bozgunu sonrası başlanmış bu görev, Der Zor´a kadar devam etmiştir. Özellikle Doğu Anadolu´da tehcirin Teşkilatı Mahsusa tarafından pratikte gerçekleştirildiğine ilişkin sanırım yeterince bilgi ve kanıt var. Ayrıca tehcir öncesi Ağustos 1914´den itibaren başlayan müslüman olmayanlara yönelik „mıntıka temizliği“ nin de Teşkilatı Mahsusa tarafından yapıldığı da bir gerçek. Bu temizlik Batum, Erzurum, Van ve İran-Osmanlı sınırı bölgesinde gerçekleştirilmiştir. Öte yandan Çerkes Ethem´in Talat Paşa tarafından yani en üst düzey makam tarafından görevlendirildiği de sabit. Çerkes Ethem´in 1914/18 döneminde sadece ve sadece Teşkilatı Mahsusa´da görev aldığı da unutulmamalıdır. Diğer önemli bir gerçek te şu: Çerkes Ethem, 1914 Seferberliği´nden itibaren, Ermeni tehcirinde önemli görevler üstlenen, yaptıkları katliamların sayısı bilinmeyen, başta Ermeniler olmak üzere müslüman olmayanları kesmekle övünecek kadar fütursuz ve gaddar olan komutan ve şeflerle birlikte çalışmıştır. Ömer Naci, Van Valisi Cevdet Bey, Halil (Kut) Paşa, Kazım Karabekir, Kazım Özalp, Rauf Orbay bunlardan sadece birkaçı. Buna Mart 1915-Mart 1916 arasında Diyarbakır Valisi olan Dr. Reşit´i de ekleyebiliriz. Çünkü bu dönemde Çerkes Ethem büyük bir ihtimalle Musul-Bağdat-Diyarbakır bölgesinde at koşturmaktadır. Eğer Çerkes Ethem´in Diyarbakır Valisi Dr. Reşit´in emrinde çalıştığı iddiası doğru ise ortaya çok daha vahim bir durum çıkmaktadır. Kuşkusuz Çerkes Ethem´in tehcire katıldığına ilişkin bir belge yoktur. Belki de hiçbir zaman da bulunamayacaktır. Birinci Dünya Savaşı´nın en kanlı, en çok çarpışmaların olduğu, onbinlerce insanın öldüğü, katledildiği, göç ettiği bir bölgeye özel görevle gönderilen Teşkilatı Mahsusa şeflerinin neler yaptıkları az çok biliniyor. Bu şeflerin emrinde çalışanların ise ne yaptıklarını tahmin etmek için kahin olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Sağlam belgeler aramak ta nafile bir çaba olur kanısındayım. Bu nedenlerle yapmamıştır, katılmamıştır gibi kesin hükümlerden kaçınmanın gerektiğine inanıyorum. Özetle, Çerkes Ethem Birinci Dünya Savaşı döneminde, tehcirin, operasyonların, katliamların, temizlik harekatlarının yapıldığı bir bölgede görev yapmıştır. Çerkes Ethem ve Çerkesler Bazı ipuçlarından hareketle Çerkes Ethem´in 1914/18 yıllarındaki görevleri konusunda bir sis perdesini aralamaya çalıştığım bu yazımın son bölümünde, özellikle Çerkesler için bir umudumu dile getirmek istiyorum. „Bizim“ tarihimizdeki kişiler için ge- kızılbaş - sayfa 52 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nelde iki temel ölçü vardır: Ya hainlik ya da kahramanlık. Çerkes Ethem´in „Milli Mücadele“ döneminde yaşadığı „haksızlığı“ ortaya çıkarırken, „haksızlığa“ uğrayandan bir „kahraman“ yaratmak, onu „hain“ ilan edenlerle sonuçta aynı noktaya getirmektir. „Hain“ ve „kahraman“ tartışması Çerkesleri içinden çıkılmaz bir tartışmanın içine atar. 148 yıldır haksızlığa uğramış bir halkın, ayakları üzerine durmaya başladığı bir dönemde, umarım Çerkesler, kendilerini Teşkilatı Mahsusacı Çerkes Ethem üzerinden tanımlamaya kalkmazlar. Çerkesler umarım kendilerini Birinci Dünya Savaşı´nda gösterdikleri „kahramanlık“larla da tanımlamazlar. Umarım Çerkeslerin Birinci Dünya Savaşı´ndaki „kahramanlar“ a ihtiyaçları kalmaz. Çerkesler umarım kendilerini „Milli Mücadele“ deki „kahramanlık“larla da tanımlamazlar. Umarım „biz olmasaydık Cumhuriyet kurulamazdı“ da demezler. Çerkeslerin belki „Milli Mücadele“ yıllarında uğradıkları haksızlığın iade-i itibarı söz konusu olabilir. Çerkeslerin kahramanlara değil, kendi benliklerine ihtiyaçları var kanısındayım. Bu kuşkusuz zor bir mesele. Erhan Hapae´nin „24 Nisan / 29 Mayıs Kayseri Mitingi (Ermeniler/ Çerkesler)“ başlıklı yazısında şunlar yazılı:„ Çerkeslerin bahtsızlığı, bir zalimden kaçınca özgürlüğe kavuşacağız sanmaları belki. Kavuşmadılar. O zamanın ruhu özgürlüklerle ilgili değildi elbet, esas olan can kurtarmaktı, anlıyoruz ama bir şans olup bir özgürlüğe uçabilirlerdi. Olmadı. Geldikleri ülke kendi halklarına da pek öyle özgürlükler tanıyan bir yer değildi. O kadar değildi ki, Çerkesler Osmanlıya geldikten tam 50 yıl sonra Ermenileri soykırıma uğrattılar. (...) Türkiyeli Çerkeslerin 1915 yılında ne düşündüklerini merak ederim. Kendi başlarına elli yıl önce gelmiş olan ‘Büyük Felaket’, yeni komşularının başına geliyorken yani.“ Çerkesler daha yolun başındalar. Çerkesler Birinci Dünya Savaşı, özellikle Ermeni tehciri ve „Milli Mücadele“ ile yüzleşirken Türkiye´nin gerçek tarihine de katkıda bulunabilirler. Kaynak: http://www.kuyerel.com Göçebe Zanaatçılar (Çingeneler) Kimdir? Çingeneler insanlık ailesinin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. En gerçek ve doğru manasıyla Çingeneler göçebe zanaatçı ataların çocuklarıdır. Tarihin en eski zamanlarından beri kimi insan grupları; tarım veya hayvancılıkla geçinmişlerdir. Çingenelerse çeşitli nedenlerden dolayı göçebe zanaatçılıkla yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Biz Çingenelerin ataları; sepet, elek, metal eşya, kalay vs gibi ürün ve hizmetleri meydana getirerek bunları tarım ve hayvancılıkla geçinen diğer toplumlara satmışlardır. Bizim atalarımız diğer toplumlar gibi hayvan sürülerine ve geniş topraklara sahip olmadığından göçebe zanaatçılıktan başka bir geçim imkanı bulamamışlardır. Aslında Çingenelerle Çingene olmayanları birbirinden ayıran yegane fark budur. Sanıldığı gibi bizlerle diğer insanları birbirimizden ten rengi, ırksal özellikler ya da dil ayırmaz. Esmer Çingeneler kadar beyaz tenli ya da sarışın Çingeneler de vardır. Farklı ırklara mensup Çingene grupları da vardır. Farklı diller konuşan Çingene grupları da vardır. Ama tüm Çingenelerin ortak özelliği atalarının binlerce yıl boyunca göçebe zanaatçılıkla geçinmiş olmalarıdır. Bugün birey olarak bir Çingene hangi mesleği yapıyor olursa olsun, insanlığın ilk zamanlarında atalarının göçebe zanaatçı olması onun da Çingene toplumuna ait olduğunu gösterir. Ne gariptir ki Çingeneleri diğer insanlardan ayıran tek özellik göçebe zanaatçılık olmasına rağmen, bu mesele üzerinden insanlar arasında ciddi bir ayrım meydana gelebilmiştir. Peki öyleyse nedir bu kadar korkutan şey diğer insanları? Bize karşı ortaya çıkan yabancılık duygusunu ne yaratıyor? Bu sorunun yanıtı tarihimizde gizlidir. Bizler kökü binlerce yıl öncesine dayanan evrensel bir kültürün çocuklarıyız. Tarihimiz binlerce yıl önce başlamıştır. Bu eski tarih hakkıyla anlatılmadan Çingeneliğin gerçekte ne demek olduğu anlaşılamaz. Çingenelerin hikayesi aynı zamanda insanlığın da hikayesidir. O yüzden hikayemizi anlatmaya insanlığın henüz kendi içinde farklı mesleklere bölün- mediği dönemlerden başlıyoruz. Binlerce yıl önce insanlık dünyanın her yerinde benzer şartlarda yaşamaktaydı. Tüm insanlığın yegane mesleği toplayıcılık ve avcılıktı. Yabani hayvanları avlayarak ya da çeşitli bitkileri toplayarak yaşamlarını sürdürmekteydller. Bu dönemde kadınlar toplum içerisinde en az erkekler kadar güçlü bir konumdaydılar. Çünkü toplayıcılık faaliyeti kadınların elindeydi. Ekonomik hayatın içerisinde olmaları onları güçlü kılıyordu. Ne var ki zamanla insanoğlu hayvanları evcilleştirmeyi ve sürüler halinde hayvan beslemeyi öğrenmiştir. Dünyanın değişik bölgelerinde, sürü beslemeyi öğrenen kabileler hızla bu yeni meslekte yoğunlaşmaya başlamışlardır. Sürü besleyerek geçimlerini sağlayan çoban kabilelerde; erkekler ön plana çıkmaya başlamışlar kadınlar ikinci plana atılmışlardır. Bunun sebebi ise kadınların hakim olduğu toplayıcılığın çobanlıkla beraber gözden düşmesidir. Bu dönemde çobanlıkla geçinen kabileler; sürülerini besletebilecekleri geniş otlak alanlarına ihtiyaç duymuşlardır. Hem otlak alanlarını koruyabilmek hem de sürülerini başka çoban kabilelerin saldırılarından korumak için silahlanmışlar, savaşçı bir hale gelmişlerdir. Tüm bunlar olup biterken kimi kabilelerde toplayıcılık ve avcılık mesleğine devam etmişlerdir. Ne var ki çobanlığa geçen kabileler kendi otlak alanlarını savaşarak korumaya başladıklarından ne avcılık ne de toplayıcılık eskisi kadar kolay yapılamamaktadır. Yakın çevrelerindeki çoban kabilelerin baskısı altındaki bu insanlar çaresiz bir şekilde bir başka mesleği geliştirmeye zorlanmışlardır. Göçebe Zanaatçılık. Toplayıcılık ve avcılık döneminde geliştirilen çeşitli zanaat ürünleri; başka ürünlerin takası karşılığı çobanlıkla geçinen kabilelere verilmiş, böylelikle bu kabileler de hayatta kalmanın yolunu bulmuştur. Sepetçilik, demircilik, elekçilik, kalaycılık gibi temel mesleklerimiz bu günlerin yadigarıdır. Kaynak: http://www.cingeneyiz.org/cingenelerkimdir.htm kızılbaş - sayfa 53 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MERSİN AK KU YU NÜK LEER GÜÇ SA NTR ALİ’NDE KOR KUNÇ PATLAM A! (12 yıl sonra) bugün, TSİ 12.25’te, Akkuyu Nükleer Santrali’nin 2 Numaralı ünitesinde, bilin(mey)en bir sebeple meydana gelen patlamada, ilk belirlemelere göre 43 kişi hayatını kaybet ti, çok sayıda santral çalışanı da yaralandı, yaralıların durumlarının ağır olduğu, vücutlarında çeşitli derecelerde yanıklar bulunduğu söyleniyor. Reaktördeki patlamadan sonra, soğutma ünitelerinin tümüyle devre dışı kaldığı, radyasyon sızıntısını önlemek için şu an herhangi bir şey yapılamadığı, güvenlik sistemlerinin de çalışmadığı belirtiliyor. Uzmanlarca, santraldeki çekirdeğin erime riskinin büyük olduğu söyleniyor. Patlamayla birlikte çıkan ve daha sonra 1 ve 4 Numaralı ünitelere sıçrayan yangının söndürülmesi için yoğun çaba sarf ediliyor. Yangının santral dışındaki idari binalardan bazılarına da sıçradığı açıklandı. Gökyüzünü, kilometrelerce öteden izlenen ve her tarafı gölgeleyen yoğun, siyah bir dumanın kapladığı görülüyor. Patlamada ölenlerin arasında, nükleer santralin üst düzey yöneticisin de bulunduğu, çok sayıda bilim adamı, uzman ve mühendis bulunuyor. Bölgeye girişlerin yasaklandığı, çevre illerden birçok itfaiye aracı ve ambulansın bölgeye sevk edildiği, çıkan yangını söndürme çalışmalarına yangın söndürme uçaklarının ve çevre illerden gelen itfaiye örgütlerinin katıldığı, helikopterlerin ise radyasyon riski nedeniyle yangın söndürmede kullanılmadığı açıklandı. CUMHURİYET TARİHİNİN EN GENİŞ KAPSAMLI TAHLİYESİ Tüm bölge halkı, yoğun radyasyon sızıntısı nedeniyle, tahliye edilmeye çalışılıyor. Bu amaçla gerekli uyarıları yapan Başbakanlık yetkilileri, tahliyeyi hızlandırabilmek amacıyla geniş kapsamlı bir operasyon planını uygulamaya soktu. Bölge halkını taşıyacak hava destekli ulaşım araçlarını bölgeye sevki sürerken, yerel kaynakları harekete geçiren yetkililer de, tahliyeye yardımcı oluyor. Sağlık Bakanlığı, bölgeye sağlık personeli kaydırırken, Gıda Bakanlığından yapılan açıklamada, ‘tarım alanlarında bulunan, meyve, tahıl, arıcılık vb gibi hiçbir ürünün hasadının yapılmaması, açık ya da kapalı mekânlarda bulunan hiçbir gıda maddesinin tüketilmemesi, suların içme ya da bir başka amaçla kullanılmaması gerektiği’ belirtildi. Evlerde bulunan su ve gıda maddelerinin de kul- lanılmaması özellikle vurgulandı. Şehir su şebekesinde yüksek düzeyde radyasyona rastlanmış olması da, su kaynaklarının tehlikeli bir biçimde radyoaktif serpintiden etkilendiğini gösteriyor. Bölgeyi etkileyen şiddetli rüzgârın da, radyasyonun bölgedeki diğer illere yayılmasını hızlandırdığı belirtiliyor. Bu amaçla, bölge illeri de alarm durumuna geçirildi. Bölgede baş gösteren su ve gıda eksikliğini gidermek amacıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar yapmış olacağı en büyük ‘temiz gıda destek organizasyonu’ oluşturulmaya çalışılıyor. Uzmanlar ise, bölgeye gıda gelişinin yanlış olduğunu, temiz gıda ve suyun da radyasyon serpintisinden etkileneceğini söylüyor ve bu konuda hükümeti uyarıyorlar. Yerel bir uzman; ‘derhal bölgeyi boşaltmalıyız, yapacak başka bir şey yok’ diyor. BÖLGEYE ASKERİ BİRLİKLER KAYDIRILIYOR, KIZILAY BÖLGEDE Tahliyeye yardımcı olmak, güvenliği sağlamak ve muhtemel yağmalamaları önlemek, radyoaktif serpintiyi temizlemek amacıyla, aralarında nükleer savaşa karşı hazırlıklı olan özel eğitimli ve uygun teçhizat taşıyan askeri birliklerin de olduğu TSK unsurları, konvoylar halinde karayoluyla, helikopter ve nakliye uçakları kullanılarak da, hava yoluyla bölgeye sevk ediliyor. Bu arada, Mersin askeri liman bölgesinde bulunan Güney Deniz Saha Komutanlığı’na bağlı birçok harp gemisi, radyasyon tehlikesi nedeniyle bölgeyi terk etmeye başladı. Uygun do- nanımı olmayan diğer askeri birliklerin de bölge dışına kaydırılması işlemi sürüyor. Kızılay’ın ise ilk etapta bölgeye, 10 bin çadır, 75 bin battaniye, çeşitli gıda ve sağlık malzemesi gönderdiği bildiriliyor. Tırlar dolusu çeşitli malzeme, konvoylar halinde yola çıkartıldı. Kızılay’dan yapılan açıklamada, ‘halkımızın yanındayız’ dendi ama halk kendi derdinde, uzmanlar ise, ‘Bu çadırları bu bölgede kurmayın, bölgeyi boşaltın ve yardım desteğini diğer bölgelerde yapın, aksi halde bunun bir anlamı olmayacak’ diyor. ÇEVRE ÖRGÜTLERİ VE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI AYAKTA Felaketin duyulduğu andan itibaren yoğun tepki veren nükleer karşıtı çevre örgütleri, ‘Başından beri söyledik, dinlemediler, eğer sözlerimize, uyarılarımıza kulak verilmiş olsaydı, felaket yerine, bir başka sıradan günü yaşıyor olacaktık’ ortak basın açıklamasını yaptı. Bildiriye destek verenlerin arasında, Mersin Nükleer Karşıtı Platformu’ndan Greenpeace’e, TEMA’dan TURMEPA’ya, Doğa Derneği’nden WWF Türkiye’ye, Derelerin Kardeşliği’nden Türkiye Su Meclisi’ne, sosyal medyada yer alan çevre platformlarından, uluslararası çevre örgütlerine, sinema sanatçılarından pop starlarına, müzisyenlerden tiyatroculara kadar, her sektörden, her kesimden, her görüşten ve siyasi partiden kişi ve kuruluş var. DİSK, TÜRKİŞ, HAKİŞ gibi işçi sendikaları konfederasyonları, memur (Kamu) sendikalarının tümü, TMMOB, Türk Tabipler Birliği, Mimarlar Odası, ZMO, EMO, ÇMO vb gibi birçok meslek kızılbaş - sayfa 54- sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 örgütü, ayrı ayrı bildirilerle, üzüntü ve protesto tepkileri verdi. Sağlık örgütlerinin organize ettiği ve öğretmen kuruluşlarının da katıldığı bir kararla, sağlık personeli ve öğretmenler, ‘1 saat pasif hizmet’ eylemi yaptı. Bu arada üniversite öğrencilerinden oluşan gruplar, çeşitli yürüyüşlerle felaketi protesto ettiler. Yapılan yürüyüşlerde herhangi bir olay çıkmadı. Başta Mersin olmak üzere, Hatay, Osmaniye, Adana, Diyarbakır, Malatya, Niğde, Kahramanmaraş, Karaman, Akşehir, Kayseri, Konya gibi bölge illeri ve İstanbul, Ankara, İzmir’in başı çektiği birçok ilde, protesto yürüyüşleri yapıldı. PATLAMANIN ETKİLERİ Nükleer kazanın üzerinden 9 saat geçmesinden sonra elde edilen ilk bilgilere göre, felaketten, 19 ilin yoğun bir şekilde ve çeşitli derecelerde etkilendiği tahmin ediliyor. Uzmanlara göre bu etki, tüm ülkeyi kapsayacak şekilde tehlike yaratıyor. 1. Derece etkilenen il ise, Mersin. Mersin’den sonra, Hatay, Adana, Konya, Diyarbakır, Antalya gibi illerin birinci dereceden ikinci dereceye kadar etki altında kaldığı ya da kalacağı belirtiliyor. Kıbrıs da, risk altında olan bölge ülkelerinden birisi. Kazadan bir hafta sonra tüm Türkiye, 15 gün sonraysa Türkiye’nin tüm komşuları, Doğu Avrupa, Kaf kaslar, hatta Afrika’ya kadar olan geniş bir bölgenin, radyoaktif maddelerin etkisi altında kalması ve milyonlarca insanın bundan etkilenmesi bekleniyor. Herhangi bir kaza veya patlama anında, nükleer santralden onlarca radyoaktif madde ortama yayılıyor. Bu maddeler arasında insana en çok zarar veren maddeler ise, ’sezyum-137’ ve ‘iyodin131’dir. Nükleer santral kazası sırasında, etki altında kalmış olanlara önce iyot hapı dağıtılır. Eğer iyot açığı varsa vücut bunu alır ve iyodun ömrü kısadır. 8 gün sonra etkisi yarıya iner, sonraki 8 günde tekrar yarıya iner ancak bu kısa süreçte, bozulma yaparken organizmaya da hasar verir. En önemli tehlike ise tarım topraklarına ve hayvanlara geçmiş olması. Böylece iyot, besin zincirine karışır ve uzun vadede de tiroit kanseri oluşturur. Doğal ortamların yani ekolojinin olumsuz etkilenecek olması da, tehlikenin bir başka boyutu. Radyoaktif etkinin izleri ise, yüzlerce seneye varacak şekilde kalırken, radyasyonun temizlenmesi veya etkisini kaybetmesi de, birkaç neslin görebileceği kadar uzun sürecek. POLİTİKACILAR BÖLGEYE GİTTİ Parlamentoda bulunan ya da parlamento dışı olan siyasi partilerin temsilcilerinin yaptıkları ortak açıklamada, ‘Bu felaketin izlerinin silinmesi zaman alacak ancak güçlü olmak zorundayız, birliğe ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Ölenlere başsağlığı, yakınlarına sabır, ulusumuza geçmiş olsun diyoruz’ şeklinde, her zamanki klişeleşmiş ifadeleri kullandılar ama bu sefer, kısa kestiler çünkü dereceleri partiden partiye değişse de, biraz da onlar suçluydular. Ana muhalefet partisi ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise, yanındaki partililer ve milletvekilleriyle birlikte, otobüslerle bölgeye hareket etti. Bir gazetecinin, ‘Bölgeye bu şekilde giderek risk almıyor musunuz, her yere radyasyon yağıyor?’ şeklindeki sorusunu gülerek yanıt veren Kılıçdaroğlu, ‘Elbette önlemimizi alacağız ancak bu işin altından bu hükümet -12 sene önce bugünkü hükümeti kastederek- kalkamaz. Bu santrali Akkuyu’ya kurmayacaklardı, yanlış yaptılar, Eskişehir’e kurmaları gerekirdi’ dedi. MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise, tarihe not düştü, ‘gelecek nesiller okurlar’ dedi ve ekledi; ‘Hükümetin yanındayız, zaten hep yanında olmuştuk, olmaya devam edeceğiz. Bakalım tarih bizi nasıl yazacak?’’ ENERJİ BAKANLIĞI; ‘SİNOP’TA NÜKLEER ENERJİ ÜRETİMİ DURDURULDU!' Enerji Bakanlığından yapılan basın açıklamasında, Sinop’ta bulunan nükleer enerji santralinde enerji üretiminin durdurulduğunu, yapımı devam eden dört nükleer santralin yapım çalışmalarına da, geçici olarak ara verildiğini belirtti. Halen, İstanbul yakınlarıda bulunan İğneada (Kırklareli) başta olmak üzere, çeşitli illerde dört nükleer santral yapım aşamasında ve üç nükleer santral de projelendirme saf hasında bulunuyor. Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nde yaşanan patlama ve ardından meydana gelen büyük felaket, ‘Nükleer enerji güvenli mi? / Nükleer olmalı mı?’ şeklindeki soruları yeniden gündeme taşıdı. GÜNEŞ ENERJİSİ KONSEYİ’NDEN TEPKİ Güneş Enerjisi Konseyi Başkanı Metin Söylemez, bir televizyon kanalında yaptığı söyleşide, ‘Dünya artık nükleerden vazgeçti, riskin ne olduğunu çok iyi biliyor ve güneş enerjisi tek çözüm’ diyerek, enerjide yeni adresi tekrar gösterdi. Söylemez, bir soru üzerine şunları söyledi; ‘Bugün ABD, Almanya ve AB ülkeleri, yüzyılın projesi olan ve yaklaşık 1 trilyon dolar bütçeli DESERTEC çöl güneşi enerjisi projesini hayata geçirerek, kullanmaya başladı. Güneş, gezegenimizin enerji ihtiyacının 4.000 katını karşılayacak kadar sınırsız bir enerji kaynağı. Ülkemizde de, yerel ve bireysel kullanımı çok yaygın, teknolojik altyapı yılar önce oluşturuldu. Bir an önce nükleer santrallerin yerine güneş santrallerinin kurulması gerekiyor ve projelendirildiğini de biliyoruz. O halde, ne bekliyoruz?’ ESKİ CUMHURBAŞKANINDAN NÜKLEER KARŞITI SÖYLEM Eski Cumhurbaşkanlarımızdan 12. Cumhurbaşkanı, düzenlediği basın toplantısında felaketle ilgili görüşlerini açıkladı, gazetecilerle söyleşti ve taziyelerini iletti. 12. Cumhurbaşkanı yaptığı açıklamada, ‘Fedakâr ve cefakâr milletimizin aziz mensupları, ne yazık ki bu felaketi gördük ve hepimiz derin bir yastayız. Devletimiz müşfik elleriyle, yaraları saracak, hasarı onaracaktır. Ölenlere Allah’tan rahmet, geride kalanlara başsağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum, hepimize geçmiş olsun!’ dedi. Bu arada, bir gazetecinin sorduğu; ‘Sayın Cumhurbaşkanım, 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel, Hatay Amik Gölü’nün kurutulmasıyla ilgili olarak, ‘Büyük hataydı’ diyerek adeta yapılanın yanlış olduğunu söylemiş, hatasını itiraf etmişti, Akkuyu ile ilgili olarak siz neler söylemek istiyorsunuz? şeklindeki soruya; ‘Evet, ben de aynı şeyi söyleyeceğim, bunu yapmamalıydık en azından Ruslara yaptırmamalıydık ama o dönemde güneş enerjisi bu kadar yaygın değildi, bugün olsaydı, nükleer santrale izin vermezdim’ diyerek cevap verdi. EVET, Sevgili üyelerimiz ve konuk okurlar; böyle bir felaket hiç yaşanmadı, bu sözler söylenmedi, bu haber yapılmadı ve umarız sonsuza kadar da yapılmaz ancak bunların yaşanmaması için, nükleer santralleri bir defa daha düşünmemiz gerekmez mi? LÜTFEN NÜKLEER SANTRALLERİ BİR DEFA DAHA DÜŞÜNÜN, İÇİMİZ YANMADAN ÖNCE! Çevre Misyonu Platformu / ÇEVREM 10 Eylül 2012, Pazartesi (Fotoğraf; rusya.ru) (Dijital manipülasyon; ÇEVREM) (Not; Bu yazı, bir nükleer felaket senaryosunun, medya haberi haline getirilmiş metnidir, hiçbir kimseyi ve kuruluşu hedef almamakta, sadece farkındalık oluşturmayı amaçlamaktadır) kızılbaş - sayfa 55 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kadınlar çetesi Bugün bi arkadaşım Facebook'ta şu yanda gördüğünüz görseli paylaşmış. Önce yorumsuz kalıp aktarayım nedir diye: Çete- i Nisvan Beyannamesi Aşağıda okuyacağınız talepler Kadın Yolu Dergisi'nin 6 Ağustos 1925 tarihli nüshasının içinde bir müzayedede tesadüfen bulunan bir risaleden alınmıştır. Kendisine "Kadın Çetesi" adını veren bu grubun 1925 yılında dile getirdiği bu görüşler 90 yıl sonraki Türkiye için bile ne kadar ileri değil mi? - Zevcelik ve validelik tabiatın emri ve mukaddes vazifesi değildir. - Mecburiyet-i askeriye kaldırılmalı, evlatlar vatana hibe dilmemelidir. - Ahlaki ve milli iman kadının hürriyetine değil, içtimai muvazene için vasıta haline getirilmesine muavenet eder. - Irki milliyetçilik vatanperverlik değildir. - Tek fırkalı nizamda siyasi haklar meclise girme ve rey verme hakkıyla elde edilemez. - Maarif, vatan ve milletten ziyade, şahsi hürriyet ve iradeye katkıda bulunmalıdır. Çok güzel değil mi? Yani elbette bu paylaşılan yazının külliyen uydurma olma ihtimali de var. Ama bana sanki değilmiş gibi geliyor. Osmanlı dönemindeki kadın hareketlerini anlatan bir kitap okumuştum, adı şimdi aklımda değil, kitap da yanımda değil, sonra bulur tanıtırım.. o kitaptan öğrendiklerim sayesinde böyle bi his oluştu bende. Bırakın Cumhuriyet'in ilk yıllarını, Osmanlı'nın son yüzyılında bile memleketin şu gününden çok daha ilerici taleplerde bulunan, bunun için ciddi çabalar sarfeden kadınlar yaşamış bu topraklarda. Şimdi evladını dağlarda savaşta kaybeden bir annenin "ben vatan sağolsun demiyorum!" isyanını bile duymaya tahammülü olmayan yüreği katıların memleketinde, kadınların çıkıp da "zorunlu askerlik diye bi şey olmasın, vicdani ret olsun, sizin vatan millet sosuna bulayıp sunduğunuz savaşınıza bizim hibe edecek evlatlarımız yok" demesi, küçük çapta bir mucizeyi gerekli kılıyor. Ben de an itibariyle galiba okuduğum metnin diline ve ağdasına kendimi kaptırmış gidiyorum, bi düzgün cümle kuramadım: ve lakin, bak ne güzel demiş o güzelim kadınlar: "Validelik ve zevcelik mukaddes bir vazife değildir" diye.. Şimdi kadınlara kümesteki tavuk muamelesi yapan erkeklerin alayını toplasan bu kadınların tırnağı etmez, ben de bunu söylüyorum gönül rahatlığıyla. Şu maddeyi de pek bi sevdim: "Irki milliyetçilik vatanperverlik değildir." Bir ırkı sabah yemininden akşam duasına kadar baş tacı edip diğerlerini, yok efendim bu üst kimliktir mavalıyla bastırmaya, ezmeye ve ortaya karışık hale getirmeye çalışıp sonunda toptan yok etmeye çalışma diyor mealen. Ben bunu anlıyorum en azından. Irka dayalı vatan millet edebiyatı yapma, sonra sen de "ama benim de Ermeni arkadaşlarım var, benim de Kürt akrabalarım bile var" diyenlerden olursun, sonra utanırsın demek istiyor herhalde. Adamlar ana dillerinde eğitim istediklerinde, çocuklarına koyacakları isimleri özgürce seçmek istediklerinde (bak bunda bile) o ırka dayalı milliyetçilik damarın kabarmasın, komik olursun ahir ömrünün sonbaharında diyor zaar. Ben sevdim bu kadınları. Kim bilir belki de onların hatrına dönüyor hâlâ daha bu batasıca dünya. Hani bir umut diye, eşitliğe, adalete ve barışa dair. kızılbaş - sayfa 56 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ÇÜNGÜŞ’DE ERMENİ KATLİAMI ÇÜNGÜŞ VE GÜLLÜ AĞA Çüngüş kaldı mı başsız! Ondan sonra her gece, kapsülsüz bir dizi bomba ve fişek ve patlamaz tüfekler Ermeni ileri gelenlerinin evine bırakılıyordu ve sanki aramada bu silahlar orada bulunmuş gibi, seçme Ermeniler o gördüğümüz kilisede hapsediliyordu. Gece olunca bunlar alınır, diri diri du deng’e atılırlardı. Beş on gün içinde Çüngüş’te Ermenilerin beli kırıldı. Çüngüş acayip bir yerdir. Volkaniktir, dağlıktır. Eski eserlerle doludur ve de çok acılı hatıraları vardır. 1954’de seçim propagandası için Yusuf Azizoğlu, Mustafa Ekinci, gazeteci olarak ben ve diğer partililer Çüngüş’e gittik. Haliyle Güllü Ağalara (ki şimdi Güldoğan soyadını almışlar) gittik. Bizzat Güllü Ağa’nın oğlu Mustafa Bey bizi ağırladı. Malum eski seçimlerde meydanlarda halkı kandırmaya lüzum yoktu. Yerine göre ya şeyh, ya ağa ya da patron bu işleri ayarlardı. Bizim Çüngüş’te Mustafa Bey’i görmemiz kafi idi. Gerisini o ayarlayacaktı. Mustafa Bey, görmüş geçirmiş adamdı, Ricam üzerine bize Çüngüş’ün turistik yerlerini gezdirdi. Büyük ve havalı bir Ermeni kilisesinin harebesi kalmıştı. Sonra Ermeniler zamanından kalma büyük ve tabii haraf dabağhanelere vardı. Mustafa Bey’in dediğine göre Çüngüş’te işlenen çeşit çeşit deri ve kösele Hindistan ve Amerika’ya kadar satılıryormuş. Çüngüş çok mamur bir kasaba imiş ama Ermeniler hem çoğunlukta ve hem de yöreye hakim imişler. Çevrede iki-üç Ermeni köyü varmış ki nüfusları 3-4 bin kişi imiş. Çüngüş’ün içinde de altı bin kişi yaşarmış. Tüm sanat ve ticaret Ermenilerin elinde imiş. Dağ yamaçlarını bize gösterdi Mustafa Bey. Ermeniler zamanında hepsi üzüm bağı, badem, incir ve armutmuş. Fakat şimdi tüm setler yıkılmış, erozyon da toprağı silip süpürmüş, ne bağ kalmış MUSA ANTER ne badem. Bakımsızlıktan tam bağ, dağ olmuş. Hatta dağ da değil kaya olmuş. Sonra Mustafa Bey bizi Çüngüş’ten iki kilometre uzakta olan bir volkan kraterine götürdü. Adı, du deng idi. Adı da şurdan geliyormuş: İçine bağırınca ayni ses sana aksediyordu. Denedim, aynen öyle idi. Malum, du deng, Kürtçede “iki ses” demektir. O kadar derin ki içine taş attım, sesi duyulmadı. Kışın içine bir dere akıyormuş. Derenin suyu 10 kilometre uzaklıktaki Fırat nehrine karışıyormuş. Mustafa Bey, izahlarının hoşuma gittiğini görünce, yaşlı olmasına rağmen çoştu. Diyarbakır’a kadar bizi yolcu etti. Aynı arabada yan yana oturduk ve bana bir öyküsünü anlattı. Kızıl saçlı Efendi Memet adındaki o vakit genç olan oğlu da bu öykünün şahididir. İnşallah Memet Güldoğan Bey hayattadır ve bu yazıları okur. Şimdi Mustafa Güldoğan bey anlatıyor: “Efendim o vakit Çüngüş’te iki ağa vardı. Müslümanların ağası babam Güllü Ağa idi. (Burada sözünü kestim, ‘Efendim Müslüman ve Türklerde ağa yok, yoksa baban Kürt müydü?’ Güldü ve ‘Karıştırma Anter!’ dedi.) Ermenilerin büyüğü de Kirkor Efendi idi. Babam, Ermeni üstünlüğünden çok rahatsız oluyordu. Derken 1. Dünya Harbi koptu. O vakit Çüngüş kaza, Bakırmaden mutasarrıf ve Diyarbakır da vilayet idi. Diyarbakır valisi meşhur İttihatçı Doktor Reşit idi. Ermenilerin tehciri için ferman çıkarmıştı. Her yerde Ermeniler toplu halde şuraya buraya sürülüyordu. Gerekli müstahaklarını buluyorlardı. Ancak Çüngüş bölgesinde kuvvetli oldukları için kimse onlara dokunamıyordu. Nihayet babam, mutasarrıf ve vali Dr. Reşit Bey şöyle bir plan hazırladılar. Bugün özel idare dediğimiz teşkilatın seçimini yaptılar. Bile bile hep Ermeniler seçtik. Ondan sonra Kirkor Efendi, beş Ermeni büyüğü daha ve tabii seçkin yirmi Ermeni genci de muhafız olarak mazbatalarını almak için Maden’e gittiler. Resmi muamele bitti. Mutasarrıf onları tebrik etti. Ve onlardan şu ricada bulundu: “Kirkor Efendi, Dr Reşit Bey sizi çok görmek istiyor. Bu vesile ile hem ziyaret edersin ve hem de teşekkür edersin.” Kirkor Efendi teklifi masul buldu. Tüm kafilesiyle Diyarbakır’a hareket etti. Tabii o vakit araba yok, atla gidiliyordu. Yanlarında güya muhafız zaptiyeler yani jandarmalar vardır. Bunlar Diyarbakır’ın Seyrantepe mevkiine gelince, bunların yüzünü Siverek yoluna çeviriyorlar. Ve daha önce alınan tedbirle, bügün Pirinçlik dediğimiz yere gelince, hepsi aniden kurşuna diziliyor. Çüngüş kaldı mı başsız! Ondan sonra her gece, kapsülsüz bir dizi bomba ve fişek ve patlamaz tüfekler Ermeni ileri gelenlerinin evine bırakılıyordu ve sanki aramada bu silahlar orada bulunmuş gibi, seçme Ermeniler o gördüğümüz kilisede hapsediliyordu. Gece olunca bunlar alınır, diri diri du deng’e atılırlardı. Beş on gün içinde Çüngüş’te Ermenilerin beli kırıldı. Ondan sonra tüm Ermenileri şehirden çıkarıp hepsini du deng’e attık. Ancak Kirkor’un güzel bir kızı vardı. Babam onu öldürmedi, bana aldı. Bir gün du deng’in önünden gidiyorduk, aniden arkamdan attan atladı ve du deng’e doğru koştu. Zor yakaladım. “Ne yapıyorsun kız?” dedim. “Ne yapacağım! Annemin, babamın yanına kızılbaş - sayfa 57 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gideceğim!” dedi. Fakat çok yaşamadı. Bir yıl içinde verem oldu ve öldü. Biz bunları du deng’e atarken, du deng’in kenarında içerlek bir yer vardı. Demek üç-beş sportmen Ermeni oraya girmeyi becermişler. Zaten babam du deng’in önünde nöbetçi bekletiyordu. Gece olunca nöbetçiler bir sesler duymuşlar. Meğer gençler çıkıp kaçmak istiyorlarmış. Tabii derhal nöbetçiler onları da geberttiler... Bak Anter, enteresan bir olay daha vardır. İstersen onu da anlatayım.” “Hay hay!” dedim. YENİ DÖNEM GÜRCÜCE KURSLARI ÇOCUKLAR İÇİN (6-10 YAŞ) “Ağaç yaş iken eğilir“ Geleceğimizi, kültürümüzü, dilimizi aktarmak zorunda olduğumuz çocuklarımızın (6-10 yaş) Gürcü dilini öğrenmeleri için, Gürcü Kültür Evi çocuklarımıza yönelik Gürcüce dil kurslarını (Deda Ena) açıyor. Atölye çalışması şeklinde yapılcak kurslar hafta sonu Pazar günleri saat 13:00-15:00 saatleri arasında yapılacak.İlk dersler 5 Şubat 2012 tarihinde başlayor...Yeni Sınıf Çocuklar İçin (6-10 yaş): Kurs Günleri: Hafta sonu, Pazar günleri Kurs Saatleri: 13.00 -15.00 Kayıt ve Ayrıntılı Bilgi İçin: Adres: Selahattin Pınar Cd. Mevlüt Çavuş Sk. No: 4/5 Mecidiyeköy-İstanbul Telefon: 0533 293 96 98 - 0212 212 98 14 E-Posta: [email protected] - [email protected] Web: www.chveneburi.net “Efendim malum kefere(kafirler) zengin adamlardı. Babam üst başı onların olsun diye, bunları öldürmek için adamlarına bölüyordu. Bir gün adamlarımız, “Seninki çoktur, benimki azdır” diye silahlı kavgaya giriştiler. Babam zor bela olayı önledi. Hani derler ya, koyun can derdinde, kasap et derdinde. Kimse adamların ölümünü düşünmüyordu, elbiseleri için kavga ediyorlardı.” Dedim ya, hatıralarımda iç açıcı hiçbir şey bulamazsınız. İşte bu öykü de böylece burada bitsin. Çünkü elimden geldiği kadar da olayı sansür ettim aykırıdoğrular Kaynak: http://www.aykiridogrular.com/haber543-M USA-A NTER- CU NGUSDEERMENI-KATLIAMI-CUNGUS-VEGULLU-AGA.html Rojnameyo kulturî NEWEPEL weşanê Komela Ziwan Huner û Kulturî Ziwan-Komî yo û pancês rojan ra reyêk vejêno. Seba têkilî adresa [email protected] rê binuse. Tel: (0 412) 223 03 69 Adrese: Lise Cd. 2. Sk. Adalet apt. Kat: 1 No: 3 Yenişehir / Diyarbakır ABONEYÎ (ABONELİK): Zereyê Tirkîya (Türkiye içi): 24 hûmarî 40 TL Teberê Tirkîya (Türkiye dışı): 24 hûmarî 30 Euro FORMÊ ABONEYÎYE (Abonelik Formu): Name-Peyname (Adı-Soyadı): Adres:.................................................................................................. E-Mail:................................................................................................ Tel:....................................................................................................... kızılbaş - sayfa 58 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İsmail Beşikçi Abdullah Demirbaş’ı ziyaret etti. Kürt sorunu üzerine araştırmaları ve yazılarıyla tanınan İsmail Beşikçi 38 yıl aradan sonra Diyarbakır’a geldi. İsmail Beşikçi, Yazar Şeyhmus Diken ve İsmail Beşikçi Vakfı’nın kurucularından İbrahim Gürbüz ile birlikte Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ı ziyaret etti. Sosyolog İsmail Beşikçi, Diyarbakır’a gelmekten çok mutlu olduğunu söyleyerek, 1963’ten 1971’e kadar çok gelip gittiğini belirtti. Sıkıyönetim tutukevine getirildiğini, 1974’teki genel aftan sonra arkadaşlarıyla birlikte Diyarbakır, Muş, Tatvan ve Bingöl’e gittiğini ancak o zamandan beri bir daha gelemediğini söyledi. “Her şeyi somut olarak yerinde görmek çok önemli.” diyen Beşikçi, “Ama insan her şeyi gönlü ile de görebilir, kalbiyle de izleyebilir. Bizimki 1974’ten sonra böyle değerlendirilebilir. Kürdistan’a gelemedim ama gönlümüzde, kalbimizde olanları bitenleri izlemeye çalıştık. Benim bundan sonra daha sık gelişim olur.” diye konuştu. Kürdistan’da kurumlaşmanın ete kemiğe büründüğünü, çeşitli tabakalar olarak büyük bir örgütlenme ve kurumlaşmanın yaşandığını söyleyen Beşikçi, kültür konusunda da önemli kurumlaşmanın olduğuna dikkat çekti. 1960 ile bugünü karşılaştırdığında çok büyük değişiklikler olduğunu aktaran Beşikçi, “Ama bir yerden de şöyle söylenebilir; Çok büyük bedeller ödendi. Bu ağır bedellere baktığımızda bu değişiklikler çok az. Sonuç olarak ben yine de değişimlerin 1960’a nazaran çok büyük ve çok önemli olduğunu biliyorum. Gerek dil alanında, gerek sosyal alanda çok önemli, büyük değişiklikler ve kazanımlar oldu.” dedi. 1990’dan beri Kürtlerin yayınladığı gazetelerin önemine dikkat çeken Beşikçi, çeşitli bombalama ve müdahalelerle arşivlerin tahrip edildiğini söyledi. Beşikçi, “Son 30 yılı anlamaya, kavramaya çalıştığımızda, bu gazetelere bakmak, incelemek çok önemli. Bu 30 yılı da elbette hiç unutmamamız gerekiyor. Her zaman neler yaşandı, nasıl yaşandı? Bunları anlamak gerekiyor. İşte bu konuda bizim kurduğumuz vakıfta araştırmacılar için önemli belgeler, gazeteler, koleksiyonlar, dergiler var. Bunların önemli olduğunu düşü- http://ismailbesikcivakfi.org nüyorum.” şeklinde konuştu. Ardından Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, bakır kahve takımı ve çok dilli kitap çalışmasının yer aldığı çanta hediye etti. Beşikçi, Sekiz kez cezaevine girip çıktı ve yaşamının 17 yılı cezaevinde geçti. 12 Eylül askeri darbesinden önce 1979’da cezaevine girer ve 1987’de serbest bırakılır. Ancak davalar bir türlü peşini bırakmaz. Bu davlardan giydiği hükümlerle 1999’a kadar tutuklu kalır. 1999 yılında yapılan sınırlı yasal düzenleme sonucu tahliye olduğunda hakkında toplam 100 yıl hapis ve 10 milyar para cezası verilmiştir. İsmail Beşikçi’nin yayımlanan 36 kitabından 32 Türkiye’de yasaklandı. Kaynak: http://www.aykiridogrular.com kızılbaş - sayfa 59 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye’nin İnsan Hakları İki Yüzlülüğü Ortadoğu’da yeni bir siyasi düzen kuruluyor, ve Türkiye, otoriter rejimlere karşı durarak bu yeni düzenin lideri olmayı arzuluyor. Hafta başında Suriye devletinin sivillere yönelik katliamlarını kınayan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bu muameleyi “soykırım girişimi” olarak nitelendirmeye kadar gitti. söylemi Suriye’deki Sünni Müslüman çoğunluğun özgürlük talebiyle uyuşsa da, Suriyeli Hristiyanların geleceğe dair korkularını gidermiyor. Aksine, Erdoğan ve onun inkârcı söylemi Suriye Hristiyanlarına 1915’i hatırlatıyor; ve bu, Türkiye’yi büyük ölçüde bir tehdit olarak görmelerine sebep oluyor. Türkiye’nin bölgede insan haklarını korumaya çalışması makbul bir gelişme olsa da, Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik kınaması büyük bir iki yüzlülük. Zira, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1900’lerin başında Türk olmayan nüfusa karşı işlediği suçları inkar etmeye devam ettiği sürece, Türkiye’nin özgürlük, adalet ve insani değerleri korumaya yönelik çağrıları inandırıcı olmayacaktır. Ortadoğu’da güvenlik, demokrasi ve geçmişle yüzleşme arasında güçlü bir ilişki var. Tarihte yaşanmış adaletsizliklerin sürekli inkârı demokratikleşmeye sekte vurduğu gibi, farklı dini ve etnik gruplar arasında sağlam ilişkiler kurulmasını da engelliyor. Bu özellikle günümüz aktörlerinin birbirlerini hâlâ atalarının kıyafetleri içinde gördükleri eski Osmanlı topraklarında geçerli. Ermeni soykırımının günümüzdeki yansımalarına ek olarak, Türkiye’de Kürtler ve Alevilere karşı işlenen kitlesel suçlar, Irak’ta Kürtler ve Araplara karşı uygulanan şiddet ile Suriye ve Lübnan’da Hristiyanlarla Müslümanlar arasında cereyan eden gerginlik günümüz siyasetini zehirlemeye devam ediyor. Geçmişte Hristiyanlara karşı uygulanan soykırım ve etnik temizlik ile, Arap ve Kürt halklarının maruz bırakıldığı terör mirası, Türkiye’nin yaratmak istediği küresel Müslüman hakları savunuculuğu imajına zarar veriyor. Bu suçlar, eski Osmanlı topraklarının hafızalarında hala canlı. Türkiye’nin demokratik bir model olması, modern Türk devletinin temellerinin şiddet, insafsız nüfus mübadeleleri ve soykırım üzerine kurulduğunu kabul etmediği sürece mümkün değil. İstanbul’daki Osmanlı devlet arşivinde çoğu zamanında “çok gizli” damgası taşıyan belgeleri kullanarak, Türkiye’nin yüzyıllık inkarı üzerindeki perdeyi aralamaya çalıştım. Bu belgeler, 1913-1918 yılları arasında Osmanlı demografik siyasetinin soykırımsal olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Gerçekten de, “insanlığa karşı suçlar” ifadesi, hukuksal bir terim olarak ilk defa 24 Mayıs 1915 tarihinde, Ermeniler ve diğer Hristiyan sivillere yapılan soykırımı tanımlamaya yönelik olarak kullanılmıştı. İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlılar tarafından işlenen suçları ilk önce “Hristiyanlığa karşı suçlar” olarak adlandırmışlarsa da, daha sonra, sömürgelerindeki Müslümanlardan gelebilecek ters tepkileri göz önünde bulundurarak, ifadeyi “insanlığa karşı suçlar” olarak değiştirmişlerdir. Bugün Erdoğan İslami değerlerin küresel sözcüsü olmaya çalışıyor. 12 Haziran 2011’de partisi AKP’nin (Adalet ve Prof. Dr. Taner Akçam Kalkınma Partisi) büyük bir çoğunlukla kazandığı seçim sonuçlarını kutlayan binlere şöyle seslendi: “…bugün İstanbul kadar, Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara kadar Şam kazanmıştır; Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Batı Şeria, Kudüs ve Gazze kazanmıştır.” Mazlum Müslümanları destekler konuşmaları kendisine popülerlik kazandırdı. Fakat Erdoğan bölgede özgürlük ve demokrasiyi korumayı gerçekten arzu ediyorsa, Ortadoğulu Hristiyanların meşru korkularına da kulak vermeli. 1915’te Avrupalı güçlerin “insanlığa karşı suçlar”ı kınayarak evrenselciliği seçtiği gibi, Erdoğan da “Müslümanlara karşı suçlar” odağının ötesine geçmeli. Zira, her mazlum halk korunmayı hak ediyor. Suriye’de birçok Hristiyanın ve diğer başka azınlıkların Beşar Esad yönetimindeki Baas Partisi’ni desteklemesi tesadüf değil; çünkü güvenlik için özgürlüklerini feda etmeye hazırlar. Türk AKP’nin Türkiye ve Müslüman dünyasındaki popülaritesi, Erdoğan’a bir hoşgörü döneminin öncülüğünü yapma fırsatı veriyor. Türkler, Hristiyanlara yapılan soykırımı ve diğer gruplara karşı işlenen suçları tanıyarak, insan hakları alanında lider olabilirler. Fakat, Osmanlı’nın hataları telafi edilmediği sürece, Türkiye’nin örnek bir özgürlük ve demokrasi ülkesi olma çabaları sonuçsuz kalacak. Püriten ahlakçılar ve inatçı realistler, yanlış bir biçimde, adaleti sağlamakla ulusal menfaatleri korumanın birbirine ters düştüğüne inanıyorlar. Oysa tarihteki hataları kabul etmek sadece tek tarafın kazançlı çıkacağı bir oyun değildir. Ortadoğu’da geçmiş zaman, şimdiki zamandır. Hakikat ve [onun ekseninde] uzlaşma insan hakları ve onuruna saygılı yeni ve istikrarlı bölgesel bir düzenin kurulması için elzemdir. Türkiye davranışlarıyla örnek olmalı. Taner Akçam, Clark Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, "Genç Türklerin İnsanlık Suçları: Ermeni Soykırımı ve Osmanlı İmparatorluğunda Etnik Temizlik" adlı kitabın yazarı. Kaynak: http://www.nytimes.com kızılbaş - sayfa 60 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Demirel ve Büyükanıt Unutulmasın MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, darbe dönemlerinde mağdur edilenlerin haklarının iadesini istedi. SEMA BAYRAM / ANKARAGazetemiz ‘Milat’ın sorularını cevaplandıran Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, darbe dönemlerinde mağdur edilenlerin haklarının iadesini istedi. Brifingli yargı kararları ile darbe dönemlerinde çok sayıda insanın hayatının karartıldığını vurgulayan Ünsal, “Darbe dönemlerindegerek yüksek yargı organları gerekse yargı mensupları Genel Kurmay karargahına çağrılarak emir komuta içerisinde yargı süreçleri başlatılmıştır” dedi. Ünsal, Süleyman Demirel ve Yaşar Büyükanıt’ın da, adalet önüne çıkarılmasını talep etti. İşte o söyleşi: -12 Eylül ve 28 Şubat ile yargı önünde hesaplaşılması hakkında neler söylemek istersiniz? Türkiye darbe süreçleriyle hesaplaşmaya başladı. Elbette bu çok önemli bir gelişme. Ancak henüz hesaplaşmadığı bir darbe var ki 27 Nisan bildirisi... Bir yola girildi, bunu biz önemsiyoruz. 12 Eylül darbesiyle ilgili anayasa referandumundan kaynaklanan yasal imkân çıktı. Anayasa da 12 Eylülcülerin yargılanmasına dair bir yasak vardı. 28 Şubat kararlarıyla ilgili ki, o da bir darbe sayılır esasında, onun da yargılanma ihtiyacı, yeniden toplum nazarında olayın değerlendirme ihtiyacı ortaya çıktı. 28 Şubat sürecinin en trajik yükünü o dönem emir komuta altında çalışan, yargı tarafından mahkûm edilmiş insanlar çekiyor. Erbakan hoca koltuğunu kaybetti, bu bir mağduriyetti. Netice de ona destek veren insanların siyasal tercihi, bir grup üniformalı bürokratlar ve cumhurbaşkanı işbirliğinde cunta faaliyeti olarak cezalandırıldı. demokrasi tarihi açısından, Türkiye siyasal tarihi açından utanç verici bir durumdur. Halen 28 Şubatın büyük acımasız yükünü ce- Ahmet Faruk Ünsal zaevlerinde çekmekte olan mahkumlar var. 28 Şubatın siyasal hesaplaşmasını Türkiye, 3 Kasım seçimleriyle yaptı. Bunun siyasi telafisi yerine getirdiği söylenebilir. Adli süreçlerde mağdur olmuş kişilerin mağduriyetini de gidererek bu hesaplaşmayı kapatmak lazım. Tabi ki bu işin faillerinin de, başta Süleyman Demirel’in, adalet önüne çıkarılması gerekir. BRİFİNGLİ YARGI KARARLARI İPTAL EDİLSİN Hukukun evrensel prensiplerinden biri adil yargılanma hakkıdır. Bu hakkın da en temel unsurlarında biri de adli sürecin bir baskı, emir ve tesir altında kalmaksızın, kendi mecrasında bakmasıdır. Oysa 28 Şubat’ta en temel hukuk ve evrensel hukuk prensibi olan adil yargılanma şartları ihlal edilmiştir. Gerek yüksek yargı organları gerekse yargı mensupları Genel Kurmay karargahına çağrılarak emir komuta içerisinde yargı süreçleri başlatılmıştır. Evrensel yargı kuralı ayaklar altına alınıp insanların mağduriyetleri hala devam etmektedir. Bu mağduriyetler giderilmelidir. MAĞDURİYETLER DEVAM EDİYOR - 5 Haziran'da Bolu F tipi cezaevine bir ziyaret gerçekleştirdiniz. 60'a yakın kitabın yazarı Salih Mirzabeyoğlu ve pek çok kişiyle görüştünüz. Bu ziyaret hakkında bize biraz bilgi verir misiniz? Ziyaretlerimizi de bu süreçte ağırlaş- tırılmış müebbet hapis cezası almış Salih Mirzabeyoğlu ve diğer arkadaşlara yaptık. O politik atmosferlerde yargılanmış pek çok insan benzer koşullarda ceza evlerinde mağdur ediliyorlar. Bizim millete çağrımız da bir hesaplaşma süreci başlamışken darbeleri araştırma komisyonu kurulmuşken, özellikle 28 Şubat darbesi sürecinde baskı altına alınarak, emir komuta ile çalışmaya zorlanan yargının vermiş olduğu kararların iptal edilmesi. Biliyorsunuz yerel mahkemelerde alınan kararlar Yargıtay'ca onandıktan sonra kesinleşmiş oluyor. Bu cezaların telafisi ya da yeniden gündeme alınması söz konusu değil. Çünkü bu tüketilmiş oluyor. Yapılacak iş, emir komuta altına alınarak çalıştırılan mekanizmaları aldığı kararların yok hükmünde olduğu söyleyecek bir yasal süreçtir. Böyle hesaplaşmış olunacak. İMZA KAMPANYASI SÜRÜYOR -28 Şubat sürecinde alınan yargı kararlarının iptal edilmesi için imza kampanyası başlatmıştınız. Kampanya ne durumda? İmza kampanyamız devam ediyor. Emir komutaya boyun eğmiş yargının mağdur ettiği insanların mağduriyetini gidermek üzere, esasında halk iradesinin de üstünlüğünü ortaya koymak, onurunun da yasal olarak davasını gütmek anlamında kampanya yürütüyoruz. İmzalar belli bir sayıya ulaştığında dilekçe eşliğinde meclis başkanlığına başvuracağız. 28 Şubat kararlarının yok hükmünde olması için yasa teklif edeceğiz. Talebimize karşılık gelirse Türkiye bu ayıptan kurtulabilir. Türkiye'nin pek çok yerinde kampanya yürütüyoruz. imzaların sayısını size veremeyiz ama bazı dilekçeler geliyor ve belli bir hacme ulaştığında basının eşliğinde sayın meclis başkanımızın da randevu alarak teşrif edeceğiz. Basının konuyu gündeme taşıması gerekiyor. Bütün yargı ve darbe süreçlerinin gerek siyasi gerekse adli sonuçlarının düzeltilmesi gerekir. Bunlar neticede Türkiye’nin ayıbı. BÜYÜKANIT’I UNUTMADIK! 12 Eylülde de 18 yaşına gelmediği hal- kızılbaş - sayfa 61 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 de mahkeme kararıyla yaşı büyütülerek idam edilen insanlar vardı. 12 Mart ve 27 Mayıs sürecinde de benzer idamlar yaşandı. 28 Şubat ve 27 Nisan’da idam düzeyinde olmasa bile ciddi ihlaller yaşandı. Türkiye 28 Şubatla hesaplaşıyor. 27 Nisanla da hesaplaşması gerekir. Sayın Başbakanın başta Yaşar Paşa olmak üzere 27 Nisan küstahlığını, millet iradesine silah çekmeyi göze olan bu tür insanlarla kamuoyu önünde hesaplaşması gerekir. -Hakkari’nin Dağlıca bölgesinde yaşanan ve halen devam etmekte olan çatışmalar hakkında neler söylemek istersiniz? Üzerinde konuşulmamış herhangi bir detay kalmayan “çözülmemiş Kürt sorunu”nun gün geçtikçe ağır bir beşeri tablo ile ülke gündemine oturması, sadece kayıpları ve yakınlarını değil, halklar arasında husumeti körüklediği için ülke geleceğini de karanlık bir tabloya doğru sürüklüyor.Halen devam etmekte olan KCK operasyonları ile siyaset imkânları neredeyse tamamen kapanan legal Kürt siyasi hareketinin “Öcalan’a ev hapsi” ve seçmeli Kürtçe dersleri gibi, hükümet tarafından teklif edilen “yetmez ama evet” adımlar konusunda duydukları güven ve samimiyet kuşkusu, çözümü şiddette gören arayışlara daha fazla alan ve imkân açıyor. Öncelikle hükümetin ve tüm kurumlarıyla devletin, Kürt sorunu bağlamında temel hakları vermede daha fazla tedrice ve temkine ihtiyaç duymadan samimiyetle ve hızlı adım atarak şiddeti bir seçenek ve imkân olmaktan çıkarması gerekmektedir. Bu konudaki sorumluluk ve öncelikli vebal yetki sahiplerine aittir. Kürt sorunu bağlamında kendini taraf gören tüm diğer toplumsal, siyasal aktörlerin de, barışın sabote edilmesi demek olan şiddeti bir çözüm yöntemi olmaktan çıkarması gerekmektedir. SALDIRIYI ŞİDDETLE KINIYORUZ Bu saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Türkiye toplumu, tüm detayları konuşulmuş bir sorunun çözümü için atılması gerektiği halde geciken adımlardan, şiddeti doğuran sağırlar diyalogundan, şiddeti yaşamaktan, ölüm haberlerinden ve bu tip saldırılardan artık bıktı. MÜSLÜMAN AVINA TEPKİ -Güneydoğu Asya ülkelerinden Myanmar’da bulunan Arakan’da Budistlerin Haziran ayı başında bir otobüsün içerisindeki 10 Müslüman’ı öldürmesi ile başlayan olaylar, olağanüstü hal ilanı ve sokağa çıkma yasağına rağmen bütün şiddetiyle devam ediyor. Çok önemli bir insan hakları derneğinin yöneticisi olarak neler söylemek istersiniz? Bölgeden alınan haberlere göre başta Arakan’ın Sittwe şehrinde bulunan Müslüman mahallesi olmak üzere onlarca köy ve kasaba ateşe verilmiş, katliamdan kaçarak Bangladeş’e sığınmaya çalışan çoğunluğu kadın ve çocuk 300 Müslüman sınırdan geri çevrilmiş olup çıkan olaylarda 50 ila 300 arasında Müslüman’ın katledildiği bilgileri ulaşmaktadır. Ayrıca BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin Maungdaw'daki personelini tahliye etmesinin ardından BM ofisine sığınan Arakan halkı kaçmak zorunda bırakılmıştır. Güvenlik güçlerinin Maungdaw'da Müslümanlar üzerine ateş açtığı, kundaklama eylemlerinin Budist milis grubu Lun Htin üyeleri ta- rafından "polisin önünde" işlendiği de görgü tanıklarınca ifade edilmektedir. Yaşanan süreçte katliamın daha büyük boyutlara ulaşmaması ve katliamın sorumlularından hesap sorulması için BM Güvenlik Konseyi ve İslam İşbirliği Teşkilatı üzerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getirmelidir. BM Mülteci Sözleşmesi’nden doğan yükümlülüğünü yerine getirmeyerek katliamdan kaçan Arakanlılara kapılarını açmayan Bangladeş hükumeti bu tutumuyla Budist Myanmar cuntasının işlediği cinayetlerin sorumluluğuna ortak olmaktadır. Halen 800 bin civarında Arakanlı mülteciye ev sahipliği yapmakta olan Dünya’nın en fakir ülkelerinden komşu Bangladeş’in, ilave mülteci yüküyle tek başına kalmasına izin vermeden BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay teşkilatları tarafından desteklenmesi ve insani yardım kuruluşlarının çalışması için güvenli ortamın oluşturulması gerekmektedir. Kaynak: http://www.mazlumder.org Mazlumder Adres: M ithat paşa Caddesi Nu: 62/4 K ı z ı lay/A NK A R A Tel: +90 (312) 418 10 46 Faks: +90 (312) 418 70 93 Ht t p: w w w.mazlumder.org [email protected] kızılbaş - sayfa 62 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MEB Tavsiyeli Hakarete Hayır. Sen de Tavır Koy İzin Verme Ömer Seyfettin, Harem, Erdem Yayınları, Sayfa 27 Ahmet Guven ÇARE TUYî Dînê teye, Elewtiye Hezar salan veşartiye Hemû têda însantiye Serê xwe rake çare tuyî Ji Yezdanê, ji Zervanê Ji Zerdeştê, ji Huremê Tu mîna ava zelalî Serê xwe rake çare tuyî Ji Hemedan, ji Mêrdînê Hatiye gihîşte Sêwazê Li pir deran rêça teye Serê xwe rake çare tuyî Tu însanan hev cê nakî Ji her kesekî hez dikî Qe ku yobaz vê bizane MEB Talim ve Terbiye Kurulu'nun 2281 sayılı Tebliğler Dergisi'nde yayınlanan kararı ile ilköğretim okulu öğrencilerine tavsiye edilmiştir. "...Evvel zamanda, insanlar daha hayvanlara pek yakın iken, ferdi izdivaç yokmuş. Sürü halinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri, bütün kadınların musavi surette kocası imiş. Nazan şaştı: Olur iş değil... Neye? Basit bir teşkilatın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası da kabilenin, bütün halkı imiş. Bu hal ayin gibi hala bazı cemaatlerde devam eder. Mesela KIZILBAŞLAR gibi...Ne ise..." Bu satırlar Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çocuklara ve gençlere tavsiye edilen bir kitabın içerisinden çıkmıştır. Bu kitapla ilgili olarak Alevionline internet sitesinde kitabın görüntüleri, değişik kitabevlerinde baskıları, MEB tavsiyesine dair yazı belgelenmiştir. Birçok Alevi sitesinde bu konu yayınlanmıştır. Serê xwe rake çare tuyî Bizler aşağıda imzası bulunan Alevi internet siteleri olarak Milli Eğitim Bakanlığı'nın bu ülkede yaşayan bir insan topluluğuna karşı böylesine "çirkin" benzetmeler içeren bir kitaptaki "tavsiyesini" kaldırmasını talep ediyoruz. Tüm Alevi ve Alevi olmayan kamuoyundan, internet sitelerinden ve sivil toplum kuruluşlarından da bu çağrımıza destek bekliyoruz. Paş da mere pêş da here Sitende yayınla, tanıdıklarına mail at, sayfamıza link ver, destekle... Serê xwe rake çare tuyî Vî hozana guh bi ser 'de Li berxwe 'de ji xwe nebe Felsefa xwe biparêze Ji rêça ilmê veneqete Xizmeta însantiyê bike Serê xwe rake çare tuyî Kampanya Adresi: http://alevi.wordpress.com bizim kabemiz insandır uryanhizir.com Duygular Dönüştü Söze Erenler zehir getirin Balınan öldürmen beni Bağrıma diken batırın Gülünen öldürmen beni Hiçlik aleminde mestim Varlık sevdasını kestim Yokluk benim eski dostum Malınan öldürmen beni Yar diyerek yana yana Can teslim ettik canana En yakınım kıysın bana Elinen öldürmen beni Bir aşktır düştü özüme Yanarım kendi közüme Leyla görünüp gözüme Çölinen öldürmen beni Duygular dönüştü söze Yanık seda işler öze Dertli dertli vurup saza Telinen öldürmen beni Hüdaiyim daldım gama Saldı beni demden deme Asın kesin yüzün amma Dilinen öldürmen beni kızılbaş - sayfa 63 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Güzelliğin On Par'etmez Güzelliğin on par'etmez Bu bendeki aşk olmasa Eğlenecek yer bulaman Gönlümdeki köşk olmasa Tabirin sığmaz kaleme Derdin dermandır yareme İsmin yayılmaz aleme Aşıklarda meşk olmasa Kim okurdu kim yazardı Bu düğümü kim çözerdi Koyun kurt ile gezerdi Fikir başka başk'olmasa Güzel yüzün görülmezdi Bu aşk bende dirilmezdi Güle kıymet verilmezdi Aşık ve maşuk olmasa Senden aldım bu feryadı Bu imiş dünyanın tadı Anılmazdı VEYSEL adı O sana aşık olmasa. Aşık Veysel Şatıroğlu kızılbaş - sayfa 64 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim`li Ermenilerin Frankfurt – Hanau Buluşması Adres: Kulturhalle Steinheim, Ludwigstr. 67, 63456 Hanau Tarih: 29 Eylül 2012 Saat 16.00-23.00 Dersimli Ermeniler İnanç ve Sosyal Yardımlaşma Derneği R. Kayan Telefon : 0163-190 64 85 www.dersimermeni.com [email protected] [email protected]