- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
Eeylül 2012 - sayı 18
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
devletin marifeti!.
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi:
ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi:
ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres:
bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 eylül 2012 sayı: 18
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindekiler
Sayfa 04 - Cangözüyle Görenlere .............................. Sakine Polat
Sayfa 05 - “ALEVİLER MÜSLÜMANDIR” SÖZÜNÜN
İNANDIRICILIĞI VAR MI?
............................................ Dr. Hüseyin Demirtaş
Sayfa 07 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (5)
................................................... ADNAN CANGÜDER
Sayfa 10 - EŞKİYA HÜKÜMDAR OLURSA....
KAZIM ORBAY VE DERSİM ...... Davud Kurun
Sayfa 12 - SIRA TÜRKİYE’YE GELECEK!...
................................................... Dr. Ali Dursun Küçük
Sayfa 14 - ...İki ...Üç ...daha fazla Kürdistan! Recep Maraşlı
Sayfa 16 - PSK Genel Sekreteri Mesut tek’le Röportajı
Sayfa 20 - 12 EYLÜL
Sayfa 21 - General Videla: ‘Yargılayamazdık, hepsini kurşuna
dizemezdik. Yok ettik!’ ............................. Ahmet İnsel
Sayfa 25 - BASINA VE KAMUOYUNA
............... DEVRİMCİ 78 LİLER FEDERASYONU
Sayfa 32 - 12yê REZBIRÊ Û STATUYA KURDAN
................................................................ Mehdi Tanrıkulu
Sayfa 33 - Αγαπητοί Φίλοι
Sayfa 34 - ‘Bizi ancak Madımak’takiler anlar’
............................................................ Nesrullah SONAY
Sayfa 36 - Lazlar da ana dilde eğitim istiyor
............................... Şiar Can Şener / İlknur Yılmaz
Sayfa 37 - Bu coğrafyanın kadim halkları yok olmaya karşı
direndi! .............................................. Ali Said Çetinoğlu
Sayfa 40 - Marikana’da Kıyım: Burjuva-Demokratik ve
Anayasal Hayallerin Ölümü ....... Garbis Altınoğlu
Sayfa 45 - 6-7 EYLÜL 1955’İ UNUTMADIK,
UNUTMAYACAĞIZ!. ............... Sarkis Hatspanian
Sayfa 48 - Çerkes Ethem, 15/16 ve Çerkesler ..... Selçuk Uzun
Sayfa 52 - Göçebe Zanaatçılar (Çingeneler) Kimdir?
Sayfa 53 - MERSİN AKKUYU NÜKLEER GÜÇ
SANTRALİ’NDE KORKUNÇ PATLAMA!
Sayfa 55 - Kadınlar çetesi
Sayfa 56 - ÇÜNGÜŞ’DE ERMENİ KATLİAMI ÇÜNGÜŞ
VE GÜLLÜ AĞA ................................. Musa Anter
Sayfa 58 - İsmail Beşikçi Abdullah Demirbaş’ı ziyaret etti.
Sayfa 59 - Türkiye’nin İnsan Hakları İki Yüzlülüğü
............................................ Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 60 - Demirel ve Büyükanıt Unutulmasın ..... Sema Bayram
Sayfa 62 - MEB Tavsiyeli Hakarete Hayır. Sen de
Tavır Koy İzin Verme
Sayfa 63 - Seçmeler
Sayfa 64 - Dersim`li Ermenilerin Frankfurt
Hanau Buluşması
kizilbaş dergisinin
yeni web sayfası
yayına başladı.
http://kizilbas.biz
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözüyle
Görenlere
Ali Ülger
Kızılbaş Dergisi Alevilik yapmadığı dini
siyasete karıştırdığı, kendisini ilgilendirmeyen konulara geniş yerverdiği, İslama ve müslümanlara yağcılık ile aşırı
chp düşmanlığı yaptığı, solculara uzak
durduğu, kürt milliyetçiliği, zaza milliyetçiliği, ermeni lobiciliği yaptığımız eleştirilerini ve tepkilerini almaktayız...
Evet; İşe önce eleştiri sahiplerine bakmak gerekiyor. Kim bu eleştiri sahipleri? Nedir niyetleri?
Tırk devlet resmi kuramının fiili örgütlenmelerinden gelen alevici dernek va
kıf ve federasyonlarından aldığımız el
eştirileri anlarız elbette!. Onların İttihatçı Orducu CHP ittifakını reddetmemiz ve aykırılığımız dolayısıyla hak verebiliriz. Bizden rahatsız olmaları bizi
sevindirir...
Koçgiri - Dersim Tertelesi sonrası uygulanan devlet asimilasyonlarının ortaya
çıkartmış olduğu tahribatın yabancılaştırmanın (türkleştirmenin + sunnileştirmenin) enini boyunu görmedin mi?
Açık demokratik tavır almak mümkün
olamaz. Ne Yazık ki bizim çocuklarımız,
bizim gençlerimiz siyasetin bu yüzünü göremiyorlar. Devletin çeşitli topal
atlarıyla (örgütleriyle)(!) vatan- millet
kurtarma sevdasına(!) kaptırılıp yapılması gereken hayırlı uğurlu işlerden alıkoyuyorlar. Sıkıntı işte tam da burada.
Kızılbaş Dergisi olarak aynayı insanlarımıza ve toplumumuza tutarken, bu
topalat yarışçılarının ve sahiplerinin de
rahatsızlıkları anlaşılır bir durumdur.
Bize acı veren bizim insanlarımızı bize
karşı kullanılıyor oluşudur. Ne yazık
ki bir maraba-mümin ruhlu bir kesim
oluşturulmuş ne kendine ne de komşusuna hiç ama hiç bir hayrı yok, tam tersine
zararı var. Bu güruh sadece dahil olduğu devlete hizmet etmektedir.
Evet; Kızılbaş Dergisi, Kızılbaşlığımızın sadece basit din iman işi olmadığının bilincindedir. Kızılbaşlığımız; Toplumsal, tarihsel, siyasal, kültürel ve
dinsel özgüllüklerimizin toplamından
oluşan bir varoluşumuzdur. Bundandır
ki, biz Kızılbaşlığımızı ilgilendiren her
konuyla her alanda bire bir kendi adımıza karınca kaderince ilgileniyor ve
sahipleniyoruz. Bu sorumluluğumuzun
gereğidir ve sorumluluklarımızın da bilincindeyiz.
Evet; Ermeni, Helen, Pontus, Koçgiri,
Kürt, Şeyh Said, Zaza, Şafii-KızılbaşLaiklik, Desim, Özgürlük ve demokrasi
İnsan Hakları, Çevre, Sağlık vd. sorunları bizim de sorunumuzdur.
Hangi toplumsal kesimden olursak olalım, bizler özgürlük barış ve demokrasi
cephesinden yana olanlar ile olmak isteyenler ile elele vererek her konuyu enine
boyuna açık tartışarak ortak çözüm üretimlerde bulunmalıyız. Bu bizim insani
ve siyasi görevimizdir bundan da taviz
veremeyiz.
Evet; Bugün Alevi dernek vakıf örgütlenmeleri bol keseden asıp kesiyorlar!
72 milleti hakbildiklerinin söylüyorlar!..
Hatta bu işleri de solculuk - devrimcilik adına yaptıklarını söylüyorlar!.. Peki
beyler Kendiniz ile kimi eşit dost görüyorsunuz? Bulunduğumuz coğrafyada
36 dil konuşuluyor. Sizi kendisiyle eşit
görem kim/kimler var?
* * *
Ermeni Soykırımıda samimi insani açık
tavır ve taraf olmayanlar. Rum, Pontus,
Koçgiri, Şeyh Said, Seyit Rıza, Dersim,
6-7 Eylül, Çorum, Maraş, G. Osman
Paşa, Madımak katliam sürgün ve soykırımlarında namuslu demokratik bir
tutum ve taraf olması asla mümkün olamaz. Bu diğer tüm toplumsal kesimler
için böyledir.
sistemi yürütülmesinin asıl başarısı,
devletin resmi kuramı ile fiili yapısının
sağlıklı doğru görülmediğindendir. Örnegin TKP kurucu kadrosunun başında
bulunan Mustafa Suphi eski İttihatçıdır.
Ermeni Soykırımında kasaplık yapmış
Salih Zeki TKP merkez yönetimine seçilebilmiştir.
Daha sonra TKP türevleri çoğaltılarak
siyaset alanına sokulmuştur. Örnegin
devlet mahkemelerinde Atatürkçü olduklarını ifade eden kemalist gençler
dahi idam edildiler.
TSK tarafından yapılan katliam sürgün
soykırımlarının hiç birisi kendilerini
tasfiye etmek için yürütülen bir mücadeleyi bastırmak için yapılmamıştır.
Tam tersine kendi hakimiyetlerini kendi
kuramlarını gerçekleştirmek için yapmışlardır. Ermeni Soykırımı, Pontus,
Helen, Koçgiri, Şeyh Said, Sey Rıza,
6-7 Eylül, 1960, 1971, Çorum katliamı,
Maraş Katliamı, 1980, G. Osman Paşa,
Madımak.. Tüm bunları sağlıklı bir şekilde çözümlemedin mi!.. Kendine yabancılaşmadan ve yabancılaştırılmadan
kurtulamazsınız!
Evet; Diğer yandan da toplumda var
olan farklılıkları karşı karşıya getiriyorlar. Kızılbaş-Aleviler içinde İslamMüslüman düşmanlığı yapılıyor.İslamMüslüman içinde de Kızılbaş-Alevi düş
manlığı yaptırıyor devlet. Her iki kesimi
karşı karşıya getirerek demokrasinin,
özgürlüğün ve barışın yolları kesiliyor.
Kızılbaşlar ile Şafiiler arasında da benzeri devlet siyaset işletiliyor.
Türk yapılan Kızılbaş-Alevilerin, Türk
Sunni-Müslümanlarıyla barışı sağlanmamıştır. Kızılbaş-Alevilere sürekli olarak asimilasyon dayatılmıştır. Bu devlet
politikasıdır.
Müslüman Kürt Milli hareketi de Kızılbaş-Alevilerden destek istemektedirler.
Türkler desteklendi halimiz perişan!...
Kendimiz ile açık yüzleşerek yenilenip
demokratikleşmemiz gerekiyor. Bunu
başta kendimiz için ve komşu toplumlar için de yaparak demokratik bir toplumun üretimine ve yönetimine katılıp
kendimizi temsil edebiliriz.
Biz Kızılbaş-Alevilerin kendi öz siyasal
ve toplumsal örgütlenmelerimizi oluşturarak özgürlük demokrasi ve barış
mücadelesinde kendimizi temsil ederek
toplumsal demokratik kuruluşa katılmalıyız. İşte o zaman kalıcı karşılıklı dayanışmalarda bulunabiliriz.
* * *
TC. oluşumundan günümüze yaşanan
sürgün katliam ve tertelelerin merdiven
Kendini temsil edecek siyasal örgütlenmesi olmayanlar maraba olmaktan kurtulamazlar!.. Bu bizim için de geçerlidir.
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“ALEVİLER MÜSLÜMANDIR”
SÖZÜNÜN İNANDIRICILIĞI VAR MI?
Yüzyıllardır “Alevilerin katli vaciptir. Bir Alevi öldüren 10 kâfir öldürmüş kadar sevap kazanır. Alevi’ninKızılbaş’ın canı-malı, ırzı ve namusu
Müslüman’a helaldir” fetvaları verenlerin torunları bugün çok değişti. Dünün Şeyhülislam’ı durmadan yayınladığı fetvalarla Alevilerin Müslüman
olabilmeleri için önce Hıristiyanlık
gibi semavi bir dine girmeleri ve sonra
şahadet getirmek şartıyla ancak Müslüman sayılabileceğini ısrarla vurgularken, günümüzde bu makamın karşılığı
olan Diyanet İşleri Başkanı her ağzını
açtığında “Aleviler Müslüman’dır. Bizim ayrımız gayrımız yok. Allah’ımız,
kitabımız, peygamberimiz bir. Aramızdaki fark soğan zarı kadardır” diyor. Dün Aleviler gerek gönüllü gerek
baskıdan dolayı “Biz de Müslüman’ız.
Hatta İslam’ın özüyüz” demelerine
rağmen yine de çok büyük zulüm ve
katliamlara maruz kaldılar. Oysa Aleviler dün olduğu gibi bugün de çoğunlukla İslam’ın emir ve yasaklarına
uymuyor ama geçmiş asırların şeyhülislamlarının günümüzdeki temsilcileri Alevi uyanışı başladığından beri
“Aleviler Müslüman’dır” sözünü ağzından düşürmüyor.
Sahi ne değişti düne göre de, Alevileri Müslüman saymaya başladınız?
Hâlbuki sizler, Alevilere, “Kızılbaş,
kâfir, dinsiz, mülhit, Rafızî; kestiğiniz, pişirdiğiniz yenmez” diye saldırırken de, onlar “Bizler Müslüman’ız.
İslam’ın özüyüz” şeklinde karşılık
veriyorlardı. Şimdi de aynı cümleyi
tekrarlıyorlar ve aynen dün olduğu gibi
bugün de, camiye gitmiyor, ramazanda
oruç tutmuyor, 4 halifeden üçüne lanet
okumaya devam ediyor. Aleviler aşağı
yukarı aynı kalırken ne oldu da sizler
birden değiştiniz? Yoksa samimi bir
şekilde değişmediniz de sadece ağız ve
taktik mi değiştirdiniz?
Söyleyin Sayın Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, anlı şanlı ilahiyat profesörleri, günümüzün modern
âlimleri ve müçtehitleri; yoksa Alevilere İslam çatısı altında yeni bir yer
mi açtınız? Sünni âlimlerin (El-Ezher
ulemasının) Mısır’da bundan yaklaşık
Dr. Hüseyin DEMİRTAŞ*
100 yıl önce toplanarak daha önce hak
mezhep sayılmayan Şiiliği nihayet kabul ettiği gibi, sizler de Aleviliği artık
“hak mezhep” olarak ettiniz de bizim
haberimiz mi yok?
Oysa sizler her ne kadar lâfzen yorulmadan “Aleviler Müslüman’dır” türküsünü söyleyip dursanız da, Aleviliğe
bırakın ayrı bir din olmayı, mezhep
ve tarikat olmayı bile çok görüyorsunuz. Neymiş Alevilik size göre?
Bir “meşrep”miş? Sözlükte meşrep;
kişilik, hal, duruş anlamında geçen
Arapça bir kelimedir. Bu özellikleri
itibariyle yetersiz kişilere hafif meşrep
denir diye ekleniyor. Buna göre herhalde Aleviler Müslüman ama işte öylesine biraz dozajı düşük hafif meşrepler
öyle mi? Meşrep kelimesinin dünya
ilahiyat, din bilimleri, hukuk ve siyaset
literatüründe var mı bir karşılığı? Yok!
Peki, inançlar neye göre sınıflandırılıyor dünyada?
Hem geçmişte hem de günümüzde bir
inanç, diğer din ve inançlarla benzerliklerine bakarak değil de, benzemezlikleri ve farklılıkları göz önünde bulundurularak ya din, ya mezhep veya
tarikat olarak tanımlanıyor. Tamam,
Aleviliğin İslam’la benzer ve ortak
yanları olduğunu kabul ediyoruz. Ya
aradaki yüzde 80’e varan devasa farklılıkları nereye koyacağız? Yoksa yine
bizlerin haberi olmadan bu farklılıkları tolare eden bir İslam yorumu mu geliştirdiniz? Aleviliğe demi Şia gibi hak
mezhep statüsü tanıdınız? Cem evlerini, “cümbüş evi”, kültür evi; cemi ile
semahı kültürel ve folklorik faaliyet
değil de, cem evini aynen cami, kilise ve sinagog gibi bir ibadethane ve de
cemi-semahı namazla eşit ve eşdeğer
bir ibadet olarak mı kabul ettiniz? Bildiğim kadarıyla hayır ve bin kere hayır! Zira söylem ve uygulamalarınızda buna dair en küçük bir işaret yok.
Ya ne var? “Aleviler Müslüman’dır
ama aynen bizler gibi davranır da,
camiye gelir, ramazanda oruç tutarsa
Müslüman’dır”, “Cem evi camiye alternatif olamaz”, “İslam’ın bir tek ibadethanesi vardır, o da camidir” dayatması bütün hızıyla sürüyor!
Sizler Başbakanıyla, Diyanet’iyle, Danıştay’ıyla, bilumum diğer devlet kurumları ve bürokrasisiyle söz birliği
etmişsiniz ve durmadan cem evlerinin
ibadethane olamayacağına dair fetva
ve kararlar veriyorsunuz. Bunları her
gün kamuoyuna deklare ediyorsunuz.
Buna karşılık cem evlerinin hala hiçbir resmi statüsü yok ve gecekondu
muamelesi görüyor. Cem ibadeti ve bu
esnada dönülen semahlarımız “folklor”, saz eşliğinde söylenen nefes ve
deyişlerimiz “türkü-şarkı” olarak yaftalanmaya devam ediyor. Kısaca sizlerin Aleviliğe ve Alevilere bakışınızda,
onlara karşı duruşunuzda ve tavırlarınızda düne göre söylem değişikliği dışında bir farklılık göremiyoruz. Ya ne
görüyoruz? Alevileri ve Aleviliği olduğu gibi tanımama ve kabul etmeme;
onlara üstten, aşağılayıcı ve burnu büyük bakış açısı her gün tanık olduğumuz sıradan bir muamele haline gelmiş
durumda. Sizlerdeki bu duruş ve tavrın değişeceğine dair bir umut ve işarette ne yazık ki ufukta görünmüyor.
Hal ve gidişat buysa, o zaman Alevilerden neyi bekliyorsunuz? Tabii ki,
iyi birer Sünni olmalarını, camiye gitmelerini, 30 gün oruç tutmalarını ve
bu ülkenin resmi dini Sünni İslam’a
ve onun en büyük kurumu Diyanet’e
biat ve itaat etmelerini istiyorsunuz.
İstemekle kalmıyorsunuz, bunu 90 bin
caminizle, 100 bini aşkın din görevlinizle, sayısız Kur’an kursunuzla, şimdi
tüm eğitim kurumlarına yaygınlaştırdığınız imam-hatip müfredatlı okullarınızla, ilahiyat fakültelerinizle Alevi-
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lere dayatıyorsunuz. Üstüne üstlük tüm
okullarda sadece Sünni Müslümanlığı
anlattığınız zorunlu din dersleri, güya
seçmeli Hz. Muhammed’in Hayatı ve
Kuran-ı Kerim Dersi ile de Alevi çocuklarının beyinlerini yıkıyorsunuz.
Onları kendi inanç ve kimliklerine
yabancılaştırmaktan utanmıyorsunuz.
Bütün bu olup bitenlerden sonra bizler
size niye inanalım? Nasıl sizlere güvenelim de, “Ha tamam, bunlar bizleri
olduğumuz gibi kabul edip öyle Müslüman sayıyorlar”, “Nihayet Alevilik olduğu ve yaşandığı şekliyle İslam’ın bir
kolu ve şubesi haline geldi” diyelim?
Nitekim işte bu yüzden “Aleviler
Müslüman’dır. Ayrımız gayrımız yok”
sözlerinin benim ve Alevilerin ezici
çoğunluğunun nezdinde hiçbir anlam
ve önemi yoktur. Bunlar pek çoğumuzun gözünde birer tuzak ve taktikten
ibarettir. Bazı kafası karışık ve karıştırılmış, yasakçı, inkârcı, manuple edici, asimilasyoncu politikalar ve
uygulamalar sonucu kimliğine uzak
ve yabancı kalmış Alevileri “avlama”
operasyonundan başka bir şey değildir.
Bizim gözümüzde sizler, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin Sünni egemenleri
ve muktedirleri, dün Alevileri katlediyordunuz; bugünse Aleviliğin içini
boşaltarak, Aleviliği kendinize göre
tanımlayarak ve de bu ülkede İslam’ın
sadece Sünni-Hanefi yorumunu tek
doğru ve gerçek İslam diye dayatarak Aleviliği katletmeye çalışıyorsunuz. Dilinizden düşürmediğiniz tüm
“Aleviler Müslüman’dır” söylemlerine
rağmen, Alevilerin büyük çoğunluğu
sizlere inanmıyor, inanamıyor. Zira
ikiyüzlüsünüz. Samimi değilsiniz.
Söylemleriniz başka, politika ve icraatlarınız bambaşka…
Sizler, Alevileri dağ başlarında yaşadıkları için yüksek İslam’ın nurundan
mahrum kalanlar, bu yüzden zamanla
namaz kılmayı oruç tutmayı unutmuş
cahil cühela takımı olarak gördüğünüz müddetçe, “Siz de Müslümansınız.
Kardeşimizsiniz” sözlerinize kimse
inanmayacak, kanmayacak ve ikna olmayacaktır.
Ta ki, bir Diyanet İşleri Başkanı, bir
müftü, bir ilahiyatçı çıkıp, “Aleviler
namaz kılmasa da, ramazanda oruç
tutmasa da, sadece cem evine gitse de
Müslüman’dır; onların Müslümanlık
yorumu-anlayışı başkadır ve o haliy-
le bizim kabulümüzdür. Buna saygı
gösteriyoruz. Alevilerin Müslüman
sayılabilmeleri için bizim gibi inanıp
yaşamalarına gerek yoktur. Cem evi de
cami gibi İslam’ın bir ibadethanesidir.
Cemler ve semahlar da bizzat namaz
gibi İslam’da muteber birer ibadet biçimidir” diye ilan edinceye kadar sürecek bu inanmama ve ikna olmama
tavrı. Bu da yetmez, hükümet, devlet
ve Diyanet eski politika ve icraatlarını
tamamen değiştirecek. Cem evlerini
resmen tanıyacak, Alevi köylerindeki camiler kapatılacak, imamlar geri
çekilecek; din dersleri ya tamamen
kaldırılacak veya Alevi-Sünni diye
ikiye ayrılarak ama seçmeli olarak
verilecek. Alevilere karşı yapılan tüm
katliamlardan ve günümüze kadar sürdürülen asılsız önyargı ve iftiralardan
dolayı resmen özür dilenecek, yakın
geçmiştekilerin failleri bulunacak ve
cezalandırılacak. Devlet Alevilere ve
Aleviliğe, geçmişteki kayıpların telafi
edilmesi için bir süre pozitif ayrımcılık uygulayacak vs.
İşte o zaman ben ve pek çok Alevi
inanıp, ikna olacak ve tüm bu icraatları hayata geçiren politikacı, Diyanet
yetkilisi ve yöneticinin makamı önünde hem alnından hem de ellerinden
öpmek için sıraya girecektir. Gururla
Alevi-Müslüman olduğunu söyleyecektir. Bunu şimdiki Başbakan Tayyip
Erdoğan yaparsa da, inanıyorum ki
AKP Alevilerden beklemediği yükseklikte bir oy alabilecektir. Bundan
hiç kimsenin kuşkusu olmasın!
Ancak sizler bunları yapmıyorsanız
ve Alevileri nefret söylemiyle her gün
ötekileştiriyor, dışlıyor, devletten ve
bürokrasiden tasfiye ediyorsanız; “Aleviler Müslüman’dır” sözünüz sadece
Alevileri avlamayı ve asimile etmeyi
amaçlıyorsa, işte orada durunuz!
Sizler, Alevi’ye ve Aleviliğe meşru
ve resmi bir statü vermiyorsanız, cem
evini hala tanımıyorsanız, ancak gizliden gizliye sizler gibi inandıklarında
ve yaşadıklarında Müslüman sayacaksanız; Alevilerin de kendilerine göre
arayışlara girmesine kızmayacaksınız.
Sizler bu söylem ve politikalarınızı
sürdürdüğünüz müddetçe, Aleviler de
hakları için mücadeleye devam edecekler. Sizin dil ucuyla söylediğiniz,
“Sizler de Müslümansınız” laflarına
inanmayacaklar ve İslam’dan ayrı ve
bağımsız bir din olma hakkını elde etmek için çalışacaklardır. Buna da karşı
çıkmaya, Alevileri bölücü, birliğimizi-dirliğimizi bozan unsurlar olarak
görmeye hakkınız yok. Çünkü sizler
“Aleviler Müslüman’dır” derken samimi değilsiniz. Bu söylemin altında
pek çok art niyet ve kirli amaç gizli.
Siz kodamanlar Alevileri nasılsa öyle
kabul etmeye yanaşmadığınız gibi,
Numan Kurtulmuş’un kendi geçmişini inkâr edip, HAS Parti’yi kapatarak
AKP’ye iltihak ettiğine benzer şekilde,
Alevilerin de aynen bin yıllık geçmişlerini, atalarının mirasını yok sayıp
kendilerini, inanç ve ibadetlerini kısaca Aleviliklerini unutarak, feshederek Sünni-Müslümanlığa katılmalarını
bekliyor ve zorunlu koşuyorsunuz.
Halep ordaysa, arşın burada! Siz Alevilere böyle yaklaşırsanız ve ısrarla
onları Alevi olarak inanma ve yaşama, yeni nesline bu inancı bozmadan
devretme, onları kimliğini korkmadan
söyleme gibi en temel haklardan mahrum ederseniz; Alevilerin de kendilerini koruma, meşru müdafaa geliştirme
ve sizlerin davet ettiği inanç çatısı altına girmemekte direnmesi analarının
ak sütü kadar helaldir. Aleviler hiçbir
zaman sizlerin istediği gibi Müslüman
olmamaya kararlıdırlar.
O halde ya onları oldukları Müslüman
kabul edeceksiniz, ya da onlar siz onlara İslam içinde kendilerini inkâr etmeden ifade edebilecekleri bir alan açmadığınızdan dolayı yine de İslam ile
olan bağ ve yakınlıklarını koruyarak,
Aleviliği İslam’dan ayrı ve bağımsız
bir din olarak ifade etmeye ve örgütlemeye çalışacaklardır. Böyle bir şey
teoride ve pratikte mümkün müdür?
Mümkündür. Zira Almanya’da daha
2003 yılında Alevilik 64 sayfalık bir
bilirkişi raporuna dayanarak İslam’dan
ayrı ve bağımsız bir din, cem evi de
onun ibadethanesi olarak resmen kabul edildi. Hem de Aleviliğin İslam ile
olan bağ ve yakınlıkları yok sayılmadan gerçekleşti bu tanınma…
Darısı bizimkilerin başına!
---------- o O o -----------Butzbach/Almanya,
4 Eylül 2012
*Demirtaş,
din bilimleri ve tarihi doktoru
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (5)
Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün
Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…!
Yunus EMRE
Hıdırellez günü evler ilaçlanmaz. Nasip süpürülür inancı ile bazı bölgeler
de evler süpürülmez.
olay ve konuşmaları A. Yaşar Ocak’ın
araştırmasından aktarıyoruz. Kur’an-ı
Kerim’in 60. ayetinden itibaren 80.
ayete kadar olan bölüm şöyledir:
Kuru baklagiller bir torba içinde bahçede ağaçlara asılır. Hıdır Baba’nın
kamçısıyla bunlara dokunması ve bereket getirmesi dileği tutulur. Buna
benzer biçimde ev, araba, çocuk ziynet
eşyası resimleri de yapılarak bahçeye
muhtelif yerlere asılır.
Evde kalma tehlikesiyle karşı karşıya
genç kızların başları üzerinde Hıdırellez günü yeni kullanılmamış kilit
açılır.
Hıdırellez günü, açların doyurulması,
dargınların barıştırılması, üzüntülü
olanların sevindirilmesine çalışılır.
Hıdırellez’de içki içilmez, kumar oynanmaz.
Yoğurt çalınır. Ancak maya kullanılmaz. Yoğurdun tutması halinde eve
Hızır’ın uğradığına inanılır.
Hıdırellez günü kırlara gidildiğinde
Hıdırellez azığını çalma adeti yaygındır.
Evlerde mantı, pirinç ve dövme pilavı
gibi yemekler yapılır
Hıdırellez’de salıncakta sallanmayanın
o yıl çeşitli rahatsızlıklarla karşılaşabileceğine inanılır. Salıncakta sallanma bir bakıma ateş üzerinden atlama
şeklinde o yıl için sağlık ve sıhhat dileği geleneği ile aynıdır. Hastalıkların,
dertlerin sallanma sırasında döküleceğine inanılır.
Hıdırellez günü çamaşır yıkanmaz.
Yünlü giyecekler güneşe çıkarılır.
Hıdırellez günü un elenmez ve ekmek
yapılmaz.
Yeşil ot, dal veya çimen koparılmaz.
Çiçek toplanmaz.
ADNAN CANGÜDER
Bağ ve bahçelerde çalışılmaz, tarlaya
gidilmez.
Hıdırellez günü akşama kadar un kabına veya hamur tahtasına el sürülmez.
Eve kuru çalı-çırpı götürülmez.Evin
pencere ve kapıları kapatılmaz.
7
A
B
a
ekler
osman.ı musaf-kuranı kerim
(ehl kehf suresi); tevrat
gılgamış destanı
osman.ı musaf-kuranı kerim
(ehl kehf suresi); tevrat
EHL KEHF SURESI
Yine Buhari’nin Ubey İbn Ka’b’tan
aktardığı bir hadiste Peygamber şöyle
demiştir:
“Hz. Musa’ya, insanların en bilgini
kimdir diye soruldu? O da, ‘benim’
karşılığını verdi. Tanrı, ‘Allah bilir’
demediği için Musa’ya vahyedip şöyle
azarladı: ‘Denizlerin birleştiği yerde
bir kulum vardır ki o senden bilgilidir.’
Yorumcular bu kulun Hızır olduğu görüşündeler.
El-Kehf sûresinin bu bölümüne kısaca
değindikten sonra, Hz. Musa ile, ona
kılavuzluk eden esrarengiz (yani Hızır) şâhsiyet arasında geçtiği belirtilen
60- Bir zamanlar Musa, genç bir adamına (bazı kaynaklara göre uşağına)
şöyle demişti: “Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayıp
gideceğim, yahut maksadıma erinceye
kadar uzun zamanlar geçireceğim.
61- Bunun üzerine onlar, bu iki deniz
arasının birleşik yerine ulaşınca balıklarını unuttular. Balık bir denize doğru
yolunu tutmuştu.
62- Vaktaki oradan geçip gittiler. Musa
genç adamına dedi ki, “Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzda andolsun ki yorgun düştük”
63- Genç adam, “Gördün mü kayaya
sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Ona söylememmi Şeytan’dan
başkası unutturmadı; o, şaşılacak bir
suretde denize atıldı, yolunu tutup gitti”.
64- Musa “İşte, dedi, bizim arayacağımız bu idi” Şimdi izlerinin üzerine
gerisin geri döndüler.
65- Derken, kullarımızdan öyle bir kul
buldularki, biz ona tarafımızdan bir
rahmet vermiş, nezdimizden has bir
ilim öğretmişdik.
66- Musa ona “Sana öğretilen ilimden
banada öğretmen için sana tabi olayım
mı?” dedi.
67- O da Musa’ya “Doğrusu sen benim
beraberimde asla sabredemezsin”.
68- “İç yüzünü kavrayamadığın bir bilgeye nasıl sabredebilirsin?”
69- O (Musa) da: “Allah dilerse beni
sabredici bulacaksın, sana hiç bir işte
karşı gelmiyeceğim” dedi.
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
70- O da: “Eğer bu suretle bana tabi
olacaksan ben sana kendisini anıp söyleyinceye kadar, bana hiç birşey sorma” dedi.
71- Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye bindikleri zaman o ,
gemiyi deliverdi. Musa dedi ki, “İçindekileri suda boğasın diyemi onu deldin? Andolsunki büyük bir iş yaptın.”
72- O dedi ki: “Sen beraberimde asla
sabredemezsin demedim mi?”
73- Musa: “Unuttuğumuzdan dolayı,
dedi. Beni muaheze etme. Şu arkadaşlığımızda bana güçlük yükleme.
74- Yine gittiler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rast geldileri zaman o, hemen
bunu öldürdü. Musa dedi ki: “Tertemiz
masum bir canı, diğer bir can karşılığı
olmaksızın öldürdün ha! Andolsun ki
sen kötü bir iş yaptın!”
75- O dedi: “Ben sana beraberimde
asla sabredemezsin demedim mi?”
76- Musa, “Eğer, dedi, bundan sonra
sana birşey sorarsam benimle arkadaşlık etme!”
O taktirde tarafımdan muhakkak bir
özre ulaşmışımdır. Benden ayrılmakta mazur sayılırsın. 77- Yine gittiler.
Nihayet bir memleket halkına vardılar
ki, orada ahalisinden yemek istedikleri
halde kendilerini misafir etmekten imtina etmişlerdi. Derken yıkılmak üzere
olan bir duvar buldular. O bunu hemen
doğrultu verdi. Musa dedi ki: “Dileseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın.”
78- O “İşte, bu benimle senin ayrılışımızdır. Sana, üzerinde asla sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim.
79- “Gemi denizde iş yapan yoksullarındı. Onun için ben onu kusurlu yapmak istedim ki, arkalarında her sağlam
gemiyi zorla almakda olan bir hükümdar vardı.
80- Oğlana gelince, onun anası da babası da iman etmiş kimselerdi. Bunun
için onları azgınlık ve kafirlik bürümesinden endişe ettik.
81- “İstedik ki onların Rabb’i bunun
yerine temizlikçe daha hayırlısını,
merhametce daha yakınını versin.
82- “Duvara gelince, bu o şehirde iki
yetim oğlanındı. Altında onlara ait bir
define vardı. Babaları iyi bir adamdı.
Binaenaleyh Rabb’in diledi ki, ikiside
rüştlerine ersinler. Definelerini çıkarsınlar.
Bu Rabb’inden bir merhametti. Ben
bunları kendi re’yimle yapmadım. İşte
üzerine sabredemediğin şeylerin içyüzü”.
Hızır’ın peygamberliği ve ebedi yaşadığı konusunda çeşitli rivayetler
vardır. Kimilerine göre Hızır, (Al –
Hazir yeşillik anlamına gelmektedir)
Hz. Âdem’in kendi oğludur. (İslam
ve yahudi inançlarına göre ilk insan
Adem’dir.
İLYAS Aleyhisselam ise Kur'an-ı
Kerim'de En'am Sûresi (85-90) ve Saffat Sûresi'nde (123-132) geçer. Hakkında fazla bilgi yoktur. Rivayete göre hükümdar Ahab zamanında yaşamıştır.
Hızır, Hz. Âdem’in çocuklarından
Kabil’in oğlu Hazrûn veya Hz. Nuh’un
oğlu Sâm’ın torunlarından Belyâ b.
Melkân yahut Hz. İshak’ın torunlarından Hazrûn b. Amâyîl’dir. Bunun
yanında onun Hz. Harun’un soyundan
geldiği, isminin Hadır b. Âmiya veya
Hadır b. Fir’avn olduğu yahut Kur’an’da
adı geçen İlyâs veya El-yesa’ın Hızır’ın
kendisi olduğu öne sürülür (Ebû Hatim es-Sicistânî, s. 3; Makdisî, III, 77;
İbn Kesîr, I, 295; Diyarbekrî, I, 106).
Bazı kaynaklarda ise annesinin Rum,
babasının Fars olduğu kaydedilir (İbn
Kesîr, I, 299; Diyarbekrî, I, 106-107).
İbn Kesîr, İslâmî kaynaklarda Hızır’ın
gerçek adı olarak gösterilen Belyâ b.
Melkân’ın aslında Kitâb-ı Mukaddesteki İlya’dan bozma olduğunu belirtmiş [el-Bidâye, I, 299), bu görüşe dayanan A. J. Wensinck ve A. Yaşar Ocak
gibi araştırmacılar, Hızır’ın asıl adının
İlya’nın Arapçalaşmış şekli olan Belyâ
olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak
başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere hadis, tefsir ve tarih kitaplarında yer alan
Hızır ve İlyâs tasvirlerine göre İlya ile
İlyâs aynı, Hızır ile İlyâs farklı kişilerdir; ayrıca bunların birlikte hareket
ettiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Buna göre halk kültüründeki Hızır-İlyâs beraberliğini ifade
eden Hıdrellez telakkisinin sağlam bir
temele dayanmadığı ortaya çıkar.
"Hızır" inancı, Hıristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük, Şamanizm ve Antik
Yunan dinlerinde de yer almaktadır.
Özellikle de Yahudilikteki "İlya" inancı, Hızır ile tıpatıp aynıdır. Kitab-ı
Mukaddes’e göre İlya, Yahudi mistiklerine görünmekte; onlara gizli hikmetleri öğretmektedir.
Hani Mûsâ beraberindeki gence şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere
varıncaya kadar durmayacağım ya da
uzun zaman gideceğim.”
Onlar iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık denizde
yolunu tutup kayıp gitti.
Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence “Öğle yemeğimizi
getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok
yorgun düştük” dedi.
Genç, “Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. –Doğrusu onu sana söylememi bana ancak
şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir
şekilde denizde yolunu tutup gitmişti”
dedi.
Mûsâ: “İşte aradığımız bu idi” dedi.
Bunun üzerine tekrar izlerini takip
ederek gerisin geri döndüler.
Derken kullarımızdan bir kul buldular
ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim
öğretmiştik.7
Mûsâ ona, “Sana öğretilen bilgilerden
bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen
için sana tabi olayım mı?” dedi.
Adam şöyle dedi: “Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin.”
“İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye
nasıl sabredebilirsin?”
Mûsâ, “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim” dedi.
O da şöyle dedi: “O halde eğer bana
tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe
hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.”
Derken yola koyuldular. Nihayet, bir
gemiye bindiklerinde (adam) gemiyi deldi. Mûsâ, “Sen onu içindekileri
boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi.
Adam, “Sen benimle beraberliğe asla
sabredemezsin, demedim mi?” dedi.
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mûsâ, “Unuttuğum için bana çıkışma
ve bu işimde bana güçlük çıkarma!”
dedi.8
diye nitelendirilen kişinin bütün tefsir
kitapları ve hadisler de Hızır olarak
adlandırılmasıdır.
Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında adam
(hemen) onu öldürdü. Mûsâ, “Bir cana
karşılık olmaksızın suçsuz birini mi
öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş
yaptın!” dedi.
Bazılarına göre de Hızır, Kabil veya El
Yasa’nın oğludur. Bazı önemli kaynaklar ise Hızır’ı peygamber mertebesine
koyarken, kimileri de; o’nun Velî veya
Nebî olduğunu yazarlar.
Adam, “Sana, benimle beraberliğe asla
sabredemezsin demedim mi?” dedi.
Mûsâ, “Eğer bundan sonra sana bir şey
hakkında soru sorarsam, artık benimle
arkadaşlık etme.9 Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu
son özür dileyişim)” dedi.10
Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir
halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek istemedi.
Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş
bir duvar gördüler. Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, “İsteseydin bu iş
için bir ücret alırdın” dedi.
Adam, “İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir” dedi. “Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatacağım.”11
“O gemi, denizde çalışan bir takım
yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde,
her gemiyi zorla ele geçiren bir kral
vardı.”
“Çocuğa gelince, anası babası mü’min
insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre
sürüklemesinden korktuk.”
“Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.”
“Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa
ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin,
onların olgunluk çağına ulaşmalarını
ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben
kendi görüşüme göre yapmadım. İşte
senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü
budur.”
Kehf (60-82)
Dikkat çekici olan bu ayetler de Hızır ve ya başka bir isim geçmemesine
rağmen 'kullardan bir kul' veya 'o kul'
Hz. Muhammed bir hadisinde şöyle
buyurmuştur: “Hızır’a bu adın verilmesinin nedeni, kuru bir yerde post üstünde otururken hemen arkasında yeşil
otlar belirmesindendir” Kimi anlatımlara göre ise, Hz. İlyas ile kardeştir.
Biri karada diğeride denizde insanların yardımcısı olmaktadır.
Yine Buhari’nin Ubey İbn Ka’b’tan
aktardığı bir hadiste Peygamber şöyle
demiştir:
“Hz.Musa’ya, insanların en bilgini
kimdir diye soruldu? O da, ‘benim’
karşılığını verdi. Tanrı, ‘Allah bilir’
demediği için Musa’ya vahyedip şöyle azarladı: Denizlerin birleştiği yerde
bir kulum vardır ki o senden bilgilidir.
Yorumcular bu kul’un Hızır olduğu görüşündedirler.
Hızır’ın ebedileştiğini iddia eden
bazı kaynakalar ise, Hızır’ın Zu’l –
Karneyn’in veziri olduğunu savunarak, şunu ileri sürerler. Zu’l - Karneyn
Ab-ı Hayatı bulmak için yola düştükten sonra, Ab-ı Hayatı ilk bulan, ilk
içen ve onunla ilk yıkanan Hızır olduğunu savunurlar. Hâttâ bu arada Zu’l
– Karneyn’in yolunu kaybederek geri
döndüğü de iddialar arasında yer almaktadır.
Hızır’ın yaşadığını iddia eden kaynaklar, Ab-ı Hayat suyunu ilk içenin Hızır
olduğundan yola çıkarak, Hızır’ın ebedileştiğini savunmaktadırlar.
Bir çok kaynak, Hz. Musa’nın beraberindeki genç adamının uşağı olduğunu
yazar. Hz. Musa’nın uşağının adı Yuşa
ibn Nün, Bilgin ve Kul olarak ayetlerde
ifade edilen kişinin ise Hızır (Arapça
telafuzu Hard)’dır. Hızır’ın peygamberliği ve ebedi yaşadığı konusunda
çeşitli rivayetler vardır. Kimilerine
göre Hızır, (Al – Hazir yeşillik anlamına gelmektedir) Hz. Âdem’in kendi
oğludur. (İslam ve yahudi inançlarına
göre ilk insan Adem’dir.
Aziz Sarkis, Ermeni dünyasında, en
çok popülarite kazanmıș Ermeni azizlerinden biridir. Evlenme çağındaki
genç kızların ve genç erkeklerin rüyalarında eș adaylarını görmeleri ile
ilgili anlatımlarla çok tanınır. Gerçekte, Aziz Sarkis (Sergius), Roma
ordusunda görevli ve Hıristiyanlığa
sıkıca inanmıș, imanlı bir komutandı.
Geleneklere göre, Ermeni genç kızları veya erkekleri, Aziz Sarkis yortusunun (Genellikle Șubat ayının ikinci
hafta sonu, 2012’de 4 şubat tarihine
rastlamaktadır) bir gün öncesi tuzlu
Pelit (bir nevi buğday yemeği) yerler
ve bunu rüyalarında gelin veya damat
adaylarını görebilme inancına bağlarlar. Aziz Sarkis yardımseverliği ile de
tanınır, oysa kendisinin beyaz atından
bașka bir zenginliği yoktu. O devamlı
beyaz atı üstünde herkesin yardımına
koșardı.
Süryanî edebiyatında manzum bir İskender destanı vardır. Orada İskender'in aşçısı ebedî hayat kaynağını
arayan İskender'e refakat etmektedir.
Yolculukları sırasında bir gün aşçı tuzlu bir balığı suda yıkarken balık canlanır ve kaçıp gider. Andreas balığı yakalamak için suya atlar ama tutamaz.
Ama kendisi de ölümsüzlüğe kavuşur.
Sonradan bunu farkeden İskender bu
menbaı arar, ama bulamaz.
Yahudi efsânesine gelince, İlyas ile haham Yeşuş ben Levi'nin birlikte ettikleri seyyahati anlatır. Yeşuş İlyas'a tıpkı Hızır'ın Musa'ya koştuğu gibi şartlar
koşar. Benzer davranışlarda bulunur.
Yani Efsane'deki Yeşuş, Kur'an'daki
Musa'dır. Bir çok kaynak, Hz. Musa’nın
beraberindeki genç adamının uşağı olduğunu yazar. Hz. Musa’nın uşağının
adı Yuşa ibn Nün, Bilgin ve Kul olarak
ayetlerde ifade edilen kişinin ise Hızır
(Arapça telafuzu Hard)’dır.
(devamı gelecek sayıda)
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
EŞKİYA HÜKÜMDAR OLURSA....
KAZIM ORBAY VE DERSİM
Türk yönetimi, Dersim harekatına yönelik hem içte hem dışta hazırlıklarına
1935`te başladı. Almanya ve İtalya`da
iktidara gelen faşist yönetimlerle ciddi
ilişkiler geliştirdi. Avrupa`daki gerici
yönetimlerle kurduğu ilişki ile birlikte,
İran ve Irak`la da 1937 de Kürt ulusal
hareketine karşı „Sadabat Paktı“ kurdu.
Türk yönetimi, Hitler`e, o henüz yahudi katliamına başlamadan önce pratiği
ile yöl gösteriyordu. İçerde Türk ırçılığı azgınlaştırılak saldırganlaştırıldı.
„Şark Islahat Proğramı“ adı altında
Kürdistan`da yeni bir işgal ve katliam
proğramı yürürlüğe koydu. Dersim
katliam hazırlıkları sürdürülürken,
1935`te Savunma bakanı olan Kazım
Orbay koordinatörlüğünde Trakya`da
otuzbin Yahudi`nin malları yağmalanarak Orta Anadolu`ya sürgün edildiler.
Türkiye`nin değişik şehirlerinde arta
kalan Rum, Ermeni ve Pontuslara saldırılar düzenlenerek sindirildiler.Türk
yönetimi, Dersim katliamı için ihtiyaç
duyduğu 600 bin lirayı bu yağmalamada elde edeceğini hesaplamıştı ama
büyük çapta gayrı menkul gaspedilmesine rağmen, nakdi olarak ele geçen para bu mikdardan azdı. Onun için
dersim seferini 6 ay ertelemek zorunda
kaldılar.1936`da, Dersim`de bir taraftan
silah toplamaya, bir taraftanda ödenmemiş vergiler adı altında keyfi paralar
topladılar. Diğer taraftan yol, köprü ve
kışlaların yapımında dersimlileri angarya ile çalıştırarak soykırımın maliyetini de onlara yüklemeye çalıştılar. Türk
ordusu, 1937`de Dersimi işgal ederek
kışlalara yerleşti. Dersim ileri gelenlerini toplayarak Elazığ`da uydurma
mahkemeyle, daha önce verilen idam
kararlarını yüzlerine okuyarak aynı
gün infaz etti. Harekatın ikinci saf hası için Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak
ve savunma bakanı Kazım Orbay arasında kararlaştırılarak insiyatif 3. Ordu
Müfetişi ünvanıyla Kazım Orbay`a verildi. Gerekli asker sevkiyatından sonra Kazım Orbay, ikinci 600 bin liralık
ödenekle Erzincan`da konumlandı ve
soykırım harekatına başladı. Pülümür,
Karaoğlan ve Hozatta ki karargahlarda
Dersim soykırımını yönetti.
Burada dikkati çeken bir durum, daha
önce Dersim`de gaspedilen para, altın,
DAV U T K U RU N
buğday, yağ ve canlı hayvanın yanısıra genç kız ve kadınlar da ganimetten
sayılarak Elazığ`a götürüldüler. 38 katliamında gaspedilen bu mallar Elazığ
ve Erzincan pazarlarına akmaya başladı. Elazığ ve Erzincan Türkiye`nin
her tarafından gelen tücarlarla doldu.
Ancak Elazığ`de Abdullah Alpdoğan`ın
ve Erzincan`da Kazım Orbay`ın izin
belgesi tanzim ettiği tücarlar mal nakliyatı yapabiliyorlardı. Gerci o dönem
Türkiye`nin her yerinde, generallerin
kendisine bağlı gayrımeşru iş yapan
grupları vardı, ama bunlar Elazığ ve
Erzincan`da resmi idiler.
Kazım Orbay, Dersim soykırımında zenginleşerek dönerken Besime ve
Emine adlı iki Dersimlı kızı da hizmetçi olarak yanına almıştı. Kemalist generaller, daha önce de Rum ve Ermeni
tehcirlerinde büyük topraklara işyeri
ve malikhanelere el koyarak palazlanmışlardı. Mustafa Kemal, Türkiye`nin
en zengin adamı olmuştu. Malvarlığının bir kısmı ölümünden sonra devlete devredildi, bir kısmı da yakınlarına
dağıtıldı. İş Bankası`ndaki hisselerinin
toplam meblağı, Hindistan`da toplanan paranın kişisel zimmetine geçirmesiyle oluşmuştu. Ayrıcı Erzincan
ovasında Ermeniler`den kalan arazıler,
Adana`daki Tekir Yaylası, Ankara`daki
Ormançiftliği, Çankaya köşkü ermenilerden, İstanbul Adalar`daki, İzmir
Konak`taki gayrimenkuller rumlardan
gaspedilmişti. Bütün generaller gibi
Kazım Orbay da bu ganimetten payını almıştı. 1924 mübadele antlaşması
gereği, Batı Trakya`dan gelen “Türklere” Yunanistana gönderilen Rumların
ev ve arazileri verilecekti, ancak Batı
Trakya Türkleri geldiklerinde bu evlerin “subaylar tarafından işgal edilmiş
olduklarnı” gördüler. Göçmenleri çadır
ve savaşta yıkılmış yakılmış evlere yerleştirdiler. Selanikten gelen bir göçmen
İzmir`de kendilerine ev verilmesi için
resmi makamlara müracaat edince karşılarına Kazım Orbay`ın adamları çıkar
ve susturulurlar. Dersim`de “gördüğünüz her canlıyı öldürün”emrini veren
Kazım Orbay`ı daha yakında tanırsak,
tabloyu taha iyi anlarız.
Kazım Orbay 1886`da İzmir`de doğar.
Enver Paşa ile Nuri Paşa`nın akrabasıdır. Enver Paşa`nın kızkardeşi Mediha
ile evlidir. 31 Mart vakaası nedeniyle
Hareket Ordusu`nda balkan savaşlarına ve birinci dünya savaşına katılmışsa
da önemli bir başarı kazanamamıştır.
Amcası ile birlikte Ermeni soykırımına
katılmıştır. Nahcivan`daki katliamlarından dolayı galip devletler tarafından
hakkında tutuklama kararı verilmiştir.
Enver`in ölümünden sonra Kemalistlere katılmıştır, İzmir`e ilk giren komutanlardan olmuştur. Dersim Katliamı
sırasında Milli savunma bakanlığı yapmakta idi. Soykırım harekatının bütün
planlamalarını Mustafa Kemal ile birlikte yapmıştır.1938 Katliamı`nda bizzat sorumluluk alarak 3.ordu müfetişi
sıfatıyla askeri insiyatifi ele almıştır.
Katliamdan sonra, bölgede estirilen
türkçülük rüzgarı ile bölgedeki halkın durumunu anlamak için bir anket
yaptırılı. Elazığ, Dersim, Bingöl ve
Erzincan`ı kapsıyan bu ankette, kimlik
konusundaki sorulara, 1.540.000 ZazaKürt denmesine karşılık, sadece 16.000
kişinin Türk demesi karşısında çılğına
dönerler ve ankete yayın yasağı konur.
Anket belgelerine gizlilik damgası vurularak Ankara`ya gönderilir ve daha
sonraki tedbirler konusunda kafa yorarlar.
Kazım Orbay, Dersim Katliam ve
Talanı`ndan daha da zenginleşerek
Ankara`ya dönerken yanına Besime ve
Emine adlı iki Dersimli kızkardeşi de
ganimet olarak alır. Besime şöyle anlatıyor. “Dedem, rahmetli çok yaşlıydı.
Hiç unutmam, bizimkiler dedemi asker
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gelmeden önce orada bıraktı. Biz Erzurum yolunu tuttuk. Haber geldi ki, Dedem Seykemal kendini asmış. Katliam
sırasında dağlara çıktık, sonra asker
bölgeden gitti, biz köyümüze indik.
Geldik ama, ekinlerimiz ve evlerimiz
yakılmış gördük. Erzincan`a gittik. Bir
geceyarısı kapı çalındı. Asker geldi.
Dedik, ya asacaklar, ya kesecekler. Asker kattı önüne bizi.”
Çevrede topladıkları yüzlerce kişiyi önce bir okuldu topluyorlar, sonra birkısmını sürgüne gönderiyorlar,
Emine`nin ailesini Samsun`a gönderiyorlar. Kadınları ve kızları subaylar
ganimet olarak kendi aralarında paylaşıyorlar. Besime, kendisinden 3-4 yaş
büyük ablasıyla birlikte ordu müfetişi
Kazım Orbay`a veriliyor.
“Yemek bize kokuyordu, yiyemiyorduk, kuru ekmek yiyorduk. Emine benden 3-4 yaş büyüktü. Dövmesinler diye
mutfağa kaçıyorduk. Mediha Hanım`ın
(Enverin kızkardesi, K.Orbayın eşi)
Türkçe isteklerini anlamadığımız için
dayak yiyorduk. Hiç sef kat görmedik.
Ellerinde gelse, boğup atacaklardı. Bizim o tarafa çok kızıyorlardı. Hele Dersim dedin mi “ay yabani Dersimliler”
diyorlardı. Seyit Rıza`nın dölleri diyorlardı.” (Bir Tutam saç belgeselinden aktaran, Star gazetesi.6.11.2009)
Kemalist isgalçiler, ikinci dünya savaşının başlaması nedeniyle, “Şark İslahat
Planı`nın” dördüncü saf hasını ertelemek zorunda kaldılar. Özellikle SSCB
nin, Türkiye´nin Almanya ve İtalya´ya
verdiği desteği kesmek için , Boğazlar
ve 1921 Moskova antlaşmasına göre
Ermeni toprakları olarak belirlenen
Kars ve Ardahan konusunu gündeme
getirmesi, Kemalistleri çok korkuttu
ve kürdistan`daki katliamlarını geçici
olarak ertelemesine neden oldu. Ancak
1943`ten sonra Almanlar`ın savaşı kazanması süpheye düşünce Kemalistler
paniğe kapıldılar.1944`de Ruslar`ın üstünlüğü ortaya çıkınca Türk generalleri
hemen alelacele müttefik devletlere yaltaklanmaya başladılar. Alman ve İtalya
ile ilişkilerini sınırladılar. İçte türkçülük söyleminin dozajını düşürmeye,
ırkçı-turancı söylemleri açıktan dillendilerenlere karşı göstermelik de olsa
tedbirler aldılar. Hükümette de bazı değişiklikler yapıldı. Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak istifa ederek yerini
Kazım Orbay`a bıraktı. Rus birlikleri
Berlin`e girince de Türkiye Almanya`ya
savaş ilan etti. Bu kadrolar açıktan İngiliz ve ABD ye, elaltında da SSCB ne
şirin görünmek için bütün hünerlerini
sergiliyerek çıkar sağlamaya çalıştılar.
Durumun daha iyi kavranması için, o
dönemde cereyan eden bir olay aktarmak istiyorum:
Kazın Orbay, 1944 de Genel kurmay başkanı olunca, adet olduğu gibi,
Ankara`da kendisine bağlı bir gayrı
resmi ekip oluşturur. Bu Türkiye`de bir
gelenekti. Bir ilin en üst askeri sorumlusu, Vali ve Emniyet müdürü, o ilde
kendisine bağlı çalışan, haraç, komisyon, ihale işlerine bakan, gayrı resmi
bir gurup oluşturur ve devlet ihaleleri,
komisyonlar, haraç toplamalar bu garyrı-resmi gurup eliyle yürütülürdü. Kazım Orbay da Genel kurmay başkanı
olunca hemen 16 yıldır Ankara`da valilik ve aynı zamanda belediye başkanlığı yapan Nevzat Tandoğan ile irtibata
geçer. N. Tandoğan`ın başında olduğu
ekibe ortak olur. Bu ekibin başına da
belediyede mütercim olarak çalışan,
MAH (MİT) üyesi, Kazım Orbay`ın
oğlu Haşmet Orbay getirilir.
Almanların yenilmesi kesinleşince, o
güne kadar tecrid edilmiş olan Sovyet
büyükelçilik yetkilileri birden her yerde
aranan ve saygı gösterilen adamlar oluverdiler. Hatta ne kadar dost olduklarını göstermek için Almanlar hakındaki
bilgilerini İngiliz, ABD ve SSCB yetkililerine sundular. İngilizler ve ABD
hakındaki bilgileri SSCB`ye, SSCB hakındaki bilgileri de İngilizler`e pazarladılar. Kazım Orbay, kilit bir noktkada
olduğu için bütün sırlara kolayca erişebiliyordu. SSCB büyükelçisiyle, Türkiye, Almanya, İngiltere ve ABD hakındaki önemli bilgileri Rusya`ya 2 milyon
lira karşılığında satmak konusunda
anlaşır. Bilgi teslim işini Ankara, iç ve
dış istihbarat bölge başkanı Kazım Orbayın oğlu Haşmet Orbay yapar. Haşmet Orbay bilgileri teslim edip paraları
alırken, büyükelçilik doktoru Dr.Neşet
Naci Arcan görür. Bu doktorun aynı zamanda ABD büyükelçisinin de doktoru
olduğunu öğrenen Kazım Orbay Nevzat Tandoğan`la birlikte doktoru hemen
ortadan kaldırılmasına karar verirler.
Doktoru Haşmet Orbay muayenehanesinde öldürür. Plan geregi ertesi gün,
Tandoğan`ın 100 bin lira karşılığında
satın aldığı Reşit Mercan adında bir
şahıs, 6 ay hapis yatıp çıkma sözü ile
polise teslim olup cinayeti üstlenir.
Mahkeme saf hası tam bir çadır tiyatrosu şeklinde cereyan eder. Mahkeme
devam ederken, savcının müebet istemesine bozulan Reşit Mercan, mahkeme süresi içinde ifadesini değiştirerek,
suçsuz olduğunu, para karşılığı Haşmet
Orbayın suçunu üstlendiğini, kendisine
6 ay ceza sözü verildiğini söyleyince
Haşmet Orbay bayılır. Haşmet Orbay,
ifadesinde Reşit`in yalan söylediğini,
kendisini kurtarmak için suçu kendisine attığını söyler. Hakim, Reşit`e bu ifadeye ne diyeceğini sorunca, Reşit” siz
bilirsiniz, demek ki öyle imiş” der. Kararda Reşit`e 20 yıl, Haşmet`e de katile
silah sağladığı için bir yıl ceza verilir.
Ama olay basına yansır, Mehmet Salih
Esen isimli bir yazar “cinayeti 100 bin
lira karşılında, Haşmet Orbay tarafından azmettirildiğini, arabuluculuğunu
da N. Tandoğanın yaptığını ,,Reşit`in
teslim olmadan önce vali N. Tandoğan
ile görüştüğünü, sonra teslim olduğunu
yazar. Olay diğer büyükelçileri de ilgilendirdiği için uluslararası bir boyut
kazanır ve dava yargıtaya intikal eder.
Yargıtay, davayı bozarak, Bolu`da görülmesine karar verir.Bolu`da ifadesini
tekrar değiştiren Reşit, doğruları söyler ve Vali N.Tandoğan`ı tanık olarak
dinlenmesini talep eder. Vali, Kazım
Orbay`a, başbakana ve adalet bakanına
bu işe bir çözüm bulmasını, olay üstüne
kalırsa herşeyi açıklayacağını söyler.
Vali N.Tandoğan ertesi gün evinde ölü
bulunur. Bolu`da ceza alan Haşmet ile
Reşit, 1950 affından yararlanarak hapisten çıkarlar.
Vali N.Tandoğan da Kazım Orbay gibi,
Ankara`yı yıllarca haraca bağlamıştı.
Ankara pazarında 2 bin yıllık kira ile
bir yer tutup mallarını satan ankara
köylülerinden bir grup, N.Tandoğan`ın
adamlarına komisyon vermiyorlar.
Köylülerin içinde, SSCB`in Almanya`
ya girmesi ile yükselen solcu rüzgara
kapılan birisi, Tandoğan`ın adamlarına,
„köylü milletin efendisidir“ der. Bunu
duyan vali N.Tandoğan hemen genci tutuklatıp huzuruna getirtir. „Ulan Öküz,
Anadolu, Milliyetçilik, Komünizm size
ne? Sizin göreviniz mahsul yetiştirmek
ve oğullarınızı askere göndermektir.
Size verdiğimiz vazife sadece budur”
der
EŞKİYA HÜKÜMDÜR OLURSA,
GASP, ZULÜM VE ÖLÜM ADALET
OLUR......
Kaynak: http://yilanli.info
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SIRA TÜRKİYE’YE GELECEK!...
İran Genel Kurmay Başkanı Suriye’den
sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini
söyledi. Türk dişişleri bakanlığı buna
sert cevap verdi.
Sert cevap niye verdiler, Suriye gibi
Türkiye’ninde sonuçta aynı şeylerle
karşılaşacağını söylediği için. Yarası
olmayan gocunmaz diye bir söz var;
demekki Türkiye’nin kanayan bir yarası var. Hatırlatılmasında sonsuz derecede rahatsızlık duyuyorlar.
Ortadoğu haritası değişmeye mahkümdur. Kimse 1. Dünya savaşında
cetvelle çizilen bu haritayı artık kabul
edemez. Zaman ve siyasi vb gelişmeler
bu haritayı eskitti. Hiç bir rejim biraz
uyarlama yaparak soğuk savaş dönemindeki gibi yaşayamaz.
Ben devrimci oldum olalı, yakındoğu
ve Ortadoğu’da Kürtlerin 40 milyonluk bir nufusu olduğu söyleniyor. Buda
tahmini ve yaklaşık bir rakamdı. Aradan neredeyse 30 yıl geçti. Hala Kürtler 40 milyon deniliyor. Kürt nufusunun artık 50 milyonun üzerinde olduğu
kesindir. Kürtlerin çabuk çoğaldığı
gözönüne alınırsa 60 milyon ve üzeri
söylense de abartılı olmayacaktır.
Kürtler derinliğine bir çoğrafyaya ve
genişliğine bir nüfusa sahiptir.
21. yüzyılın en dinamik gücünü Yakındoğu ve Ortadoğu’da Kürtler oluşturuyor. Bu yüzyıl Kürtlerin yüzyılı
oluyor.
Lozan ve 1. Dünya sonrası anlaşmalar
çöpe atılmaya mahküm olacak duruma
geldi. Ya sınırlar; sınırlar aşılarak ve
AB gibi ortak birlik ve Pazar oluşturularak aşılır. Buna yanaşılmazsa haritada yeni güçler sahneye çıkar. Kürtler
açısından da Bağımsız Kürdistan kurulur.
Değişim gelip herkesin kapısını çalar.
Er veya geç kaçınılmaz bir sondur bu.
Hiç bir devlet değişimi ve 21. Yüzyıla
denk düşecek ilişkileri, küreselleşmeyi, farklıların tanınması ve açığa çıkarılması gerçeği dışında kalamaz. Farklı olanlar ister etnik, ister dini, ister
inanç ve ister demokrasi vb açısından
olsun kimlik ve dünyanın genel geldi-
Dr. Dursun Ali Küçük
ği ilerleme düzeyine kavuşurlar. Öyle
“kırmızı çizgilerimiz var” demek para
etmez. Farklı olana , Kürtlere ve Alevilere vb. geçmişte olduğu gibi zor kullanarak bu gerçeği engelleyemezler.
Hani ne derler; Feriştah olsanda gücün
yetmeyecek. Bu Türkiye ve İran açısından da fazlasıyla geçerlidir.
Hani İran’da şeriat var, buna rağmen
AKP ve İran anlaşamıyor. Demek sorun din ve Müslümanlık değil. Devlet
ve sermayenin çıkarları onları çatıştıryor. Bölge üzerinde bölgesel güç olmak noktasında kafa yoruyor ve çatışıyorlar. Ama herkesin Müslümanlığı da
kendisine göredir. İki rejimde Firavun
dönemini yaşıyor.
SIRA SAHİ KİMDE?
Sıra İran’da mı Türkiye’demi?
İran’a sorsan sıra Türkiye’ye gelecek
diyor. Ama kendilerinin de Suriye’den
sonra hedefte olduklarını adları gibi
biliyorlar. İran Genelkurmay Başkanı
“sıra Türkiye’ye gelecek” diyor. Haksızda değidir. İlk sıranın kimde olduğu
bu gün ve yarın hangi rejimlerin çatırdayacağı çok önemli değil.
Ama herkes sırasını beklesin ve sıra
kendisine gelir.
Suriye’den sonra sıra İran’dadır. Genel
gelişmeler buna işaret ediyor. Sonra diğerleri sırasını sakın unutmasın. Ortadoğunun teokratik, otarşik, oligarşik,
otoktarik vb rejimleri sırasıyla değişecekler. Bu değişimden kimse kaçmayacaktır.
Örneğin Suriye rejimini küresel güçler
istemiyor. Ama onlardan çok herşeyiyle yardımcı olan Suudi Arabistan, katar, Türkiye ve Ürdün’dür. Bunlar aktif
ve her tür desteği sunuyor.Suudiler,
katar ve Ürdün demokrasinin D’sini
bile ağzına almıyor. İnsan hakları vb
dersen tam bir rezalet. Kadının adı
bile buralarda söylenmez. Türkiye sadece D’sini söylüyor. Kürtler, Aleviler
vb gündeme geldiğinde dillerini yutuyorlar. Bu günlerde Bahçeli AKP’nin
yanındayım diyerek; istediğiniz kadar
Kürtlere vb zülüm ve katliam yapın
onayını veriyordu.
Erdoğan Çillerleşti. İdris naim Şahin
mehmet Ağarlılaştı. Bir ergenekon gitti, Erdoğan ve AKP Ergenekonu geldi.
Kısaca rejimler yıkılınca bölgedeki
diğer devletlerin pozisyonları farklı
oluyor. Ama bu gün komşuya olan yarın onun başına gelecek. Bundan kaçıp
kurtulamazlar, ancak mümkün oldukça ateşin çevre yerlerde olmasını ve
kendisinden uzak olmasını tercih ediyorlar. Oysa tutuşmuş olan kıvılcımlar
gelip onları da bulacaktır.
Hani parasıyla değil sırasıyla dır diye
bir deyim vardır. Sıranın bölgedeki bütün rejimlere parasıyla değil sırasıyla
geleceği kesindir.
İRAN REJİMİ YIKILINCA BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN’IN KURULMASINI HİÇ BİR GÜÇ ENGELLEYEMEZ
Burada açıkça yazıyorum. Güney Kürdistan federasyonu bağımsızlık vb der
ve belkide ilk adımlarını atar. Böylesi
bir ortam oluşursa fazlasıyla sevineceğim.
Ama mevcut koşulları değerlendirdiğimde İran rejimi topun ağzına girince ve yıkılınca kesinlikle Bağımsız
Kürdistan kurulacaktır. Bunu Türkiye
düşünsün. Kürtler İran’da yaygın bir
çoğrafyada vardır. Doğu Kürdistan
mevcut İran Türkiye devlet sınırlarıyla bitişiktir. Burada çok geniş olmayan
ama uzun olan bir şeritte kürtler vardır. Ama Doğu Kürdistanda Kürt nufusunun çoğunluğu mevcut Kürdistan
federasyonu ile sınır olacaktır.
PKK İran ın ve Suriye nin mevcut ilişkileri geçicidir. Kalıcı olduğuna ina-
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nan varsa saftır. Öyle Kürdistani olan
bazzıları da sakın “dosluk” tan söz
etmesin. Kürdistan Suriye ve İran rejimlerinin yaşamasıyla değil, yıkılmasıyla kurulur. Bunu önemsemeyenler
kör cahildir. Suriye ve İran rejimlerini
kendilerini korumak için geçici taktik
ilişkiler içine girmek issterler. Buna
Kürtlerden çok onların ihtiyacı vardır.
Esad rejiminin canı çıkıyor. Canı çıkarken bile Güneybatı Kürdistanlıların haklarını ve statüsünü ağzına bile
almıyorlar. İran rejimide serttir, ancak
çatırdar ve kırılır. Onlardan reform vb
beklemek hayaldir.
Türkiye soğuk savaş sona erince Rusya ve dağılan Sovyetler pazarından
epey yararlandı ve palazlandı. Rusyanın Putin çıkışıyla beraber alanları
daraldı. AKP islamıyla ortadoğu pazarını epeyce ele geçirmeye ihtiyaçları
var, yoksa son on yılda ekonomideki
büyümeyi ayakta tutamazlar. AB’yi
unuttular. Ancak ABD ve AB’ye
Ortadoğu’da size dayanarak ben epey
iş yaparım, bensiz Ortadoğu değişmez
diyorlar.Türkiye Suriye rejimini canla
başla yıkmak istiyor. Hatta müdahale için en çok çaba harcayandır. Ama
sıra Türkiye’ye geldiğinde içişlerimize
kimse karışamaz ve Suriyenin içişlerine karışmıyoruz hikayelerini tekrarlıyorlar.
Suriye’de herkese katliam ve zulüm
varmış. Erdoğan bu söyleme bolca
sarılıyor. Sözkonusu Suriye Kürtleri,
Ermenileri, hristiyanları, Durzileri ve
Alevileri olunca dili tutuluyor. Sanki
kendileri iktidara gelseler esad ı bile
aratacak ve diktatör kesilecek Müslüman kardeşler vb demokrasi ve insan
hakları mı getirecek? Fırsat bulurlarsa
Erdoğan ve AKP gibi olacaklar.
Erdoğan bütün reform ve açılım demagojileri fos çıktı. Kürdistanlılara karşı,
Alevilere ve hakkını isteyen emekçilere ve ötekilere karşı tam bir despottur. Şimdi Kürdistan’da Tansu Çiller,
Doğan Güreş dönemini yaşatıyor. Eski
kirli savaşçılar gibi “yok ederiz”, “bitiririz” diyorlar. Aynı zulüm ve katliam
hikayeleri devam ediyor.
Türkiye uniter ve katı merkeziyetçi yapısını sürdürdükçe hiç bir temel sorun
çözülmez. Kürdistan ve Kürtlere mevcut askeri çözüm dayatıldıkça Türkiye’dekiler boşuna demokrasi gelecek
demesinler.
Sizin sıranız diğerlerine göre biraz gecikecek, ama unutmayın sıra size kesin
gelecek. İttifaklar, mecvut konjoktürel
duruma ve sırtınızın bolca sıvazlanmasına bakmayınız. Sert kayayız diyorsunuz ve kimse bize birşey yapamaz
inancındasınız. Ama sert olan esnemez
ve sonuçta kırılır. Bu gidişle ekonomiyi eskisi gibi düze çıkaramazsınız.
Ordanda geriye adım atma başladımı,
krizinizi örtecek birşey bulamazsınız.
Sıfır çözüm bitti. Kardeşlik pozlarınız
verdilerinize silah sıkıyorsunuz. Bunun faturası öyle ucuza kapatılamaz.
Ey Kürtler sömürgeci devletler her zaman genellikle “kardeşiz, müslümanız, kız alıp vermişiz vb” edebiyatıyla
bizi kandırdılar.
Fırsatlar her konuda var. Değerlendirmesini bilelim. Örneğin Güneybatı
Kürdistanlılar Esad’ın gidişine acımayacaklar. Hasaplarını onun üzerine
yapmayacaklar. Suriye’de muhalefetim
diyen ve özellikle TC’nin desteklediği
İslami kesime güvenilemez. Onlarda
iktidara gelince Esad ve Erdoğan dan
değişik biçimde farkları olamaz.
Bağımsızlık istiyoruz. Birlikte yaşam
isteyenlerle federasyon temelinde, demokrasi ölçüleri ve özgürlükler temelinde yaşamaya varız.
Türk egemenleri ve hatta Türk halkının çoğunluğu neye alışmış: “mevcut
Tc içinde Türk olarak ve bzim gibi
bize benzeyerek kardeşiz”. Haklarımızı istediğimizde ve katliamlara karşı
direndiğimizde “bölücüyüz”. Böyle
kardeşlik olmaz, buna kardeşlik demeyeceğiz.
İnanca gelince “hepimiz Diyanet İşleri
Başkanlığı kurumu aracılığla Müslümanız” diyorlar. Diaynet bu gün Hanefi mezhebini dayatıyor. Türkiye deki
Alevi Türkleri ilahi Diyanete bağlamak istiyorlar. Kürdistan Alevilerini,
şafi Kürtlerini, Ezidileri vb ise Hanefi
yapmak yani devletin resmi Müslümanlığına bağlamak için Cumhuriyet
kurulduğunda beri çalışıyorlar.
Geçenler Erdoğan: “herinsan camide
ibadet etmeyi tadacak” diyordu. Hristiyanlar, Aleviler, Ezidiler vb camiye
gitmiyor. Ne yani herkes Erdoğan ve
Diyanet gibi mi Müslüman olacak.
Herkesin dini ve inancı kendisine. Dayatan Firavundur. Asimile eden Tanrı
ya karşı geliyor. Diğer inaçlarında Tanrısı var be adam. Ne istiyorsun, Firavun!
Örneğin şafi Kürtler diyanetin ve Erdoğanın siyasal İslamını kabul etmeyecekler, Hanefi olmayacaklar. Karşı
çıkacaklar. Diyanet aracılığıyla kimse
Müslüman olmadı. Diyanet olmadan
da Kürtler in çoğu şafiydi ve Müslümandı. Müslümanlığı AKP ve devletinin diyanetinden öğrenecek değilsiniz. İster Şafi, İster Ezidi, İster Alevi
olun. İnacınızı ve dininizi kimsenin
siyasi çıkarlarına alet etmesine musade etmeyiniz. Bağımsız durşunuz
olsun. Bir Kürt Müslümanın, şafinin
Tanrı ile arasına bir Türk milliyetçisi
Müslüman-hanefi giremez. Bir Türk
milliyetçisi Alevide Bir Kürt Alevinin
Tanrı ile arasına giremez.
Aynıyız ve biriz nakaratları hikayedir.
Bunlarında sonu geldi. Farklıyız ve
farklı olarak kardeşçe yaşamaya varız.
Bağımsızlık Kürdistan ve halkının vaz
geçilmez hakkıdır. Eski kardeşliği ve
birliği kabul etmiyoruz. Eşit ve özgür
birlik, federasyon ve statü olan birlik
ve kardeşliğe varız. Bazıları da Bağımsız Kürdistanı Kürtlerin çoğunluğu istemiyor demesin. Kendisi adına konuşsun. Kendisi istemiyorsa herkes adına
karar vermesin.
İran rejimi yıkılınca Bağımsız Kürdistan kurulacak. Buraya yazıyorum.
Umarım yanılmam.
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
...İki ...Üç ...daha fazla Kürdistan!
Kürt devrimci demokratik hareketleri
on yıllardır “Kürt sorunu” denen şeyin,
TC’nin bir “iç meselesi” olmadığını,
uluslar arası bir sorun olduğunu savundu. Kürt ulusunun özgürlüğü sorununu
Ortadoğu’daki statükoları temelden değiştirecek devrimci bir dinamik olarak
gördü.
yeri işgal edip, zorla ele geçirmemişler,
yüzyıllardır statüsüz ve her türlü hak
ve özgürlükten yoksun olarak yaşamak
zorunda bırakıldıkları kendi topraklarında, kendi iradelerini ellerine almış
olmaktadırlar.
Eğer gerçekten de Ortadoğu’da barış ve
demokrasi isteniyorsa, Kürtlerin ulusal
haklarına kavuşmaları ve kendi özyönetimlerini oluşturmaları bu isteğin doğrudan bir sonucudur.
Suriye’deki Baas rejimi son günlerini
yaşarken bunun ilk habercisinin Kürt
halkının yerel yönetimleri ele geçiriyor
olması bu bakımdan oldukça anlamlı.
Kurtuluşu “en son olabilir” diye bakılan bu parçanın özgürleşmesi, Güney
Kürdistan’a benzer bir federatif yapıya
kavuşması artık bir ütopya olmaktan
çıkıp gerçeğe dönüşmektedir. Bu durumun Kürt halkı üzerinde büyük bir
moral ve özgüven yarattığı, coşkuyla
karşılandığı açıktır. Ayrıca bu başarının
arkasında PKK ve Federal Kürdistan
yönetimi arasında bir konsensüs bulunması çok daha motive edici bir unsur
olmaktadır. Kısa bir süre önce Barzani
ve Karayılan arasında Suriye konusunda Hewler protokolü yapıldığı haberleri
çıkmıştı. PYD’nin de Suriye’deki muhalif Kürt partileri içinde yer almasının
üzerinden çok geçmeden bu gelişmeler
yaşanmasını bu ortak hareket konseptine bağlamak yanlış olmasa gerek.
Gerçek şu ki Suriye’deki Baas rejimi
siyaseten olduğu gibi askeri olarak da
en zor ve belki de son anlarını yaşıyor.
Suriye ordusunun Kürt bölgelerinden
daha stratejik alanlara çekilmesi, Kürt
nüfusunun yoğunlukla yaşadığı kent ve
kasabaların birer birer ağırlıklı olarak
PYD’nin egemen olduğu Kürt muhalefetinin eline geçmesini getirdi. Basına
yansıyan görüntülere bakılırsa, halk
coşkulu ve barışçı biçimde yerel Kürt
yönetimine sahip çıkıyor. Yerel komiteler, milis güçler, ulusal bir devrimin
coşkulu eylemliği içerisinde çalışıyorlar.
Bu alanlara eski Suriye ordusunun
tekrar dönme ihtimali artık çok zayıf. Yakın bir gelecekte “Özgür Suriye
Ordusu” adı verilen muhalif Suriyeli
grupların oluşturduğu silahlı grupların
müdahale etmeleri de yine uzak bir ihtimal. “PKK kapımıza dayandı, Suriye
parçalanıyor, güvenliğimiz tehlikede!”
gerekçesiyle TC’nin askeri müdahale
Recep Maraşlı
etme ihtimali bulunmakla birlikte, bu
Türkiye açısından çok riskli olacak ve
buna kolayca cesaret edemeyeceğini düşünüyorum.
Belki de Suriye yönetimi Türkiye’nin
kendilerine askeri bir müdahalede bulunmasına karşı sınır boyunca doğal bir
“tampon bölge” vazifesi görecek Kürt
özerk bölgesi oluşmasına göz yumarak
(kolaylaştırarak), Türkiye’ye giderayak
kötü bir sürpriz hediye etmeyi düşündü!
Böyle de olsa iyi oldu.
Şurası bir gerçek ki Türkiye’nin “Suriye’nin demokratikleşmesi”! konusunda bu denli hevesli olmasının nedeni,
onun demokrasi ve özgürlük aşkından
değil, Irak’ta olduğu gibi Kürtlerin bu
alanda bir statü edinmesinin önüne geçmekti. Neyse ki TC’nin eli bu konuda
artık oldukça daralmıştır.
Her nasıl olursa olsun bu tür konjonktürel durumlar, tarihi fırsatlar her zaman
ortaya çıkmıyor. Nasıl ki Kürt ulusunun
iradesi, geçen yüzyılın başlarında ve
her tarihsel dönemeçte sömürgeci devletlerin aralarında “uzlaşmaları” nedeniyle ipotek altına alındı ise, bugün de
Türkiye ve Suriye gibi iki sömürgeci
devlet arasındaki çelişki ve çatışma bir
Kürt özgürlük vahasının daha oluşmasına olanak veriyor. Bu konsept Kürt
ulusal demokratik güçleri için tarihi bir
fırsattır ve göründüğü kadarıyla da doğru değerlendirilmektedir.
Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de oluşan bu “fiili Kürt özerkliği”nin, masabaşı görüşme ve pazarlıklarda feda edilmemesi, uluslar arası hukuk normları
içinde güvenceye alınması önem taşımaktadır. Sonuçta Kürtler herhangi bir
Bir zamanlar sadece bir Kürdistan hayal ediliyordu; şimdi fiilen birkaç tane
“Kürdistan” var!
Irak Federal Kürt yönetimi artık tarihi
bir istikrar ve meşruiyet kazanmış durumda. Henüz uluslar arası güvencesi
bulunmamakla birlikte Federal Irak’ın
bir öğesi olarak yasal bir çerçeveye sahip.
Suriye’deki yerel Kürt yönetimi ise henüz çok yenidir. Bu yönetimin istikrar
ve meşruiyet kazanmasının, kazanımlarının savunulması ve genişletilmesinin
öncelik taşıyacağı açıktır. Daha önemlisi ise bu, Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında bu fiili özerkliğin “kendi kaderini tayin prensibi” içerisinde
bağımsız bir statüye kavuşmasını, en
azından federal bir yasal çerçeveye kavuşturulmasının önü açıktır.
Bu gelişmelerin gösterdiği bir başka
reel politik de Kürdistan’ın bir parcasındaki gelişme statünün diğerlerini de kaçınılmaz şekildi etkileyeceğidir. Güney
Kürdistan’ın statüsünün önümüzdeki
süreçte tüm parçalar için reddedilemez
bir emsal teşkil edeceğini söylemek kehanet olmasa gerek. Suriye parçasının
Irak örneğini izlemesi de kaçınılmaz.
Neredeyse bütün bir mücadele tarihi
boyunca gerek entelektüel düzeyde, gerekse siyasi olarak tüm parçalara destek
vermiş; lojistik sağlamış v e buna karşın
en geri statüde yaşamak zorunda kalan
bu parçanın hak ettiği özgürlük imkanlarına kavuşması bu bakımdan da son
derece sevindiricidir.
Ortadoğu’daki “Arap baharı” adı verilen süreç, devrilen diktatör rejimlerin
yerine demokratik yapıların geldiği bir
seyir izlemiyor. Bunun yerine eski ik-
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tidar sahiplerinden daha az bağnaz ve
tutucu olmayan güçlerin “iktidar mücadelesi” biçiminde gelişiyor. İslami
fundemantalizm ve hoşgörüsüzlüğün
daha katı biçimlerinin inşası söz konusu; bu durumda Kürt ulusal demokratik
hareketlerinin baskın eğilim olarak seküler, modern, sosyal demokrat yapıları; Kürt federal yönetim bölgelerini
Ortadoğu’nun gerçek bir özgürlük ve
demokrasi alanları olarak öne çıkmaları
anlamına geliyor. Kürt ulusal demokratik hareketleri Ortadoğu’nun bel bağlanabilecek başat demokrasi ve özgürlük
dinamiği olarak kritik roller üstlenmeye
adaydır. Acaba bu rollerini oynayabilecek mi?
Kuşkusuz ulusal demokratik hareketin
içinde taşıdığı birçok çelişki, açmaz ve
yetersizlik var; bu handikapların aşılabilmesi belirleyici bir öneme sahip.
Çok değil, on yıl önce dahi bağımsız
Kürdistan “hayal” olarak görülüyordu.
Şimdi fiilen bağımsız iki Kürdistan var.
Bu alanların gerici rejimlerin çökmesinin ardından özgürleşmesi, Kürt özgürlük mücadelesinin Ortadoğu’da gerici statükoların değişmesiyle yakından
bağları olduğuna tanıklık ediyor. Hiç
kuşku olmasın ki İran ve Türkiye sömürgeciliklerinin çökmesinin ilk müjdecisi de diğer Kürdistan alanlarının
özgürleşmesi olacaktır.
Türkiye’nin yönetimi altındaki Kürdistan parçasında yerel yönetimler son 20
yıldır istikrarlı biçimde ağırlıklı olarak
Kürt ulusal dinamiğini taşıyan parti ve
adaylarca kazanılıyor. Türk Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in panik içinde “PKK,
Ermenistan sınhırına dayandı!” yollu
demeçler vermesi boşuna değil. Doğu
Kürdistan’da İran yönetimince oluşturulan bir “Kürdistan” eyaleti çoktan
beri var. (Yazımın sonuna farklı yasal
kalıplar içinde olsa da Kürt yerel yönetimlerini gösteren bir harita çıkardım.
İlginç bir tablo ortaya çıkıyor.)
60’lı yıllarda Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesi zafer kazandığında, bu
devrimin diğer bağımlı uluslara örnek
olması anlamında “…iki… Üç daha fazla Vietnam!” biçiminde bir slogan atılmaktaydı. Vietnam devriminin bir “domino etkisi” yaratarak Laos, Kamboçya
gibi diğer Hindi Çini ülkelerini de etkileyeceği varsayılıyordu ki, öyle de oldu.
Bugün Ortadoğu’nun koşulları, ideolojik ve siyasi iklimli çok farklı olmakla
birlikte Kürt ulusunun özgürleşmesinin,
tutsak Kürdistan parçalarının özgürleşmesinin etnik, dinsel, kültürel çoğulculuk taşıyan tarihi bir bölgede demokrasi
ve özgürlük çağı açmasını umuyor ve
bekliyorum.
O halde “…iki… Üç daha fazla Kürdistan!” şiarının tam zamanıdır!
Kürt yönetimlerinin oluştuğu yerlerin
"Kürtleştirilmesi" değil "özgürleştirilmesi" kavramını çok önemli ve ayırt
edici buluyorum. Bu, Kürt halkı kendisini özgürleştirirken, kendisiyle beraber
bölgenin en eski ve yerleşik halklarını,
etnik gruplarını, inançlarını ve kültürlerinin de özgürleşme koşullarını
yaratmasını ifade eder. Yaşadığımız
coğrafya üzerinde binlerce yıl tarihin
en-eski medeniyetlerinin parlayıp söndügü, çeşitli uluslar, kültürler, din ve
inançların yaşadığı, ama şimdi ayakta
kalma mücadelesi verdikleri ortak bir
vatandır aynı zamanda. Yanı başında
ezilen, ayrımcılık ve haksızlığa uğrayan
kimlikler bulundukça kendisinin de özgür olamayacağını en bariz biçimde yaşayan Kürt toplumunun ancak ortak bir
özgürlük havasında kendisini de özgür
kılabilir. Bunun aynı zamanda tarihsel
bir borç olduğunu da düşünüyorum.
Barış ve demokrasi ortamının idamesi
ancak ve aynı zamanda halklar, etnik ve
dini gruplar, kültürler arasında demokratik ve çoğulcu ilişkiler kurulmasıyla
olanaklıdır.
Bitirirken bir olgunun daha altını çizmekte daha fayda görüyorum:
Kürt aydınlarında baskın eğilim, ne yazık ki PKK olgusu karşısında gerçekçi
ve analitik düşünmek yerine, duygusal
ve propagandif davranma yönündedir.
Bu yüzden nesnel tahliller yapılamıyor, süreç kestirilemiyor. Bunun yerine
komplo teorilerine dayalı kurgular, örgüt çalışmaları alışkanlığından kalma
çağrı ve uyarı yazıları ağırlık kazanıyor.
Bir kısmı, PKK’yi neredeyse Kürdistan’daki bütün olumsuzlukların anası
gibi kabul ediyor. Bir kehanette bulunduktan sonra, yıllarca sabırla bunun
doğru çıkmasını bekleyen bir tavırları
var.
Diğer bir kısmı da, “PKK ne yaparsa,
nasıl yaparsa iyi yapıyor, bir bildiği
vardır” mantığında, kayıtsız koşulsuz
destek vermeyi görev sayan parti-propagandacısı bir duruş gösteriyor.
Hâlbuki Kürt entelektüel hayatını da
yoksullaştıran bu tepkici-savunmacı
duruş yerine, tüm örgütlere, yapılara karşı eleştirisel duruş gösterebilen,
“doğruya doğru, eğriye eğri” demekten
de kaçınmayan nesnel gözlem ve tahlillere ne kadar da çok ihtiyaç var!
Şimdi bu, Suriye-PKK ilişkilerinin tanımlanmasında da görülüyor. Yazılıp
çizilenlere bakılırsa şu anda PKK’nin
Beşşar Esad’ın başkanlık konutunu koruyor olmasına şaşmamak gerekecekti.
Ama realite tam tersini gösteriyor: Küçük Güney parçasında Kürt yönetimine
geçen kent ve kasabalar PYD ağırlığı
taşıyor, kitlesel bir destek buluyor ve bir
ulusal devrim ortamı mevcut…
Aynı yanılgı, Öcalan’ın TC’ye teslim
edilmesi ardından yaşanan süreçte
PKK’nin Güney Kürdistan’ı istikrarsızlaştırmak için provakasyon ve saldırılar
yapacağı “öngörüsü” üzerinde de görüldü. Bu tespit ve ön görüler yıllardır adeta temel siyasi tezler olarak tekrarlanıp
duruluyor ama aradan 12 yıl geçmesine
rağmen bu öngörü doğrulanmadı. PKK
ile Güneyli örgütler arasında çatışmak
bir yana dursun, belli bir uyum ve konsensüs söz konusu. Buna karşılık henüz
“böyle söyledik ama yanılmışız!” diyen
de yok…
Kürt ulusal demokratik güçleri arasında
dostluk ve dayanışma olacaksa, hakkaniyete ve olguların nesnel biçimde tanımlanmasına dayanmadan kurulabilir
ve yürüyebilir mi?
Kaynak:
ht t p://w w w.gelawej.net /i ndex.php/
recep-marasli/5989-ki-uec-daha-fazlakuerdistan.html
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PSK Genel Sekreteri
Mesut tek'le Röportajı
KD Kendinizi bize tanıtabilir misiniz?
MT Ben Mesut Tek 1954 Elazığ doğumluyum. Dersimli bir aileye mensubum. Ailem Dersim Direnişi sonrası
Elazığa yerleşmiş. İlk, orta ve lise tahsilimi Elazığda yaptım. Üniversiteyi
Diyarbakırda, Diyarbakır Üniversitesi
Fen Fakültesi Kimya Bölümünde okudum. 12 Eylül darbesi nedeniyle okulu
bitiremedim. 1975 yılından itibaren o
zamanki adıyla Türkiye Kürdistanı
Sosyalist Partisi, şimdiki adıya Kürdistan Sosyalist Partisi saflarında mücadeleye başladım. Daha önce fikirlerim net değildi. Bir yandan Dersimli ve
Alevi olmamın, diğer yandan da Kürt
kimliğimin verdigi eziklik vardı. İki
arada bir deredeydim. Alevi miydim?
Kürt müydüm? Ya da hangisi daha ağır
basıyordu? Bir bocalama devrem oldu.
Ben öyle zannediyorum ki, solculuğun moda olduğu yıllarda, Dersim'de,
solculuğun yanında ulusal ve dini
kimliğini yaşamak isteyenler, benim
gibi arada kalmıştılar. Bu dönemde
okuduğum Baytar Nurinin Kürdistan
Tarihinde Dersim adlı kitabı kimliğim konusunda belirginlik sağlamada
yardımcı oldu. O yıllarda, yurtdışında yaşayan Kemal Burkayın Türkiye
Şartlarında Kürt Halkının Kurtuluş
Mücadelesi adlı büroşürü de gizli olarak elden ele dolaşıyordu. O büroşürü
okuduktan sonra tam bir netlik kazandım. 1975 de Kürdistan Sosyalist Partisi saflarına katıldım. O zamandan beri
PSK saflarında mücadele ediyorum.
Partimin her kademesinde görev aldım. 2003 yılında yapılan 7. Kongrede
genel sekreterliğe seçildim. Şu anda bu
görevi yürütüyorum.
KD Partinizin Kızılbaş Alevilikle ilgili
kongere kararı, görüşü var mı?
MT Hayır, partimizin her hangi bir
inanca yönelik özel kararı yok. Parti
programımızda, coğrafyamızın tüm
inançlarının özgürce ifade edilebildikleri, dini vecibelerin özgürce yerine
getirildiği bir yapının oluşturulması
hedeflenmiştir. Bunun dışında her hangi bir inanca yönelik aldığımız özel bir
karar yok.
maları siyasiler tarafından yapılmasını
anlamlı bulduğum söylenemez. Ama
netice itibarıyla Koçgiride olan ulusal
direnişti. Alevi Kürtlerin henüz daha
devletleşmemiş ama devletleşmeye
doğru giden kemalistlere karşı bir direnişiydi. Kısaca böyle değerlendiriyorum.
KD Kızılbaşların, Kürdistan tarihinde
siyasal anlamda rolleri olmuş mu?
MT Şimdi bu, Kızılbaş teriminden ne
anladığınıza bağlı biraz da. Eğer Kızılbaşları Alevilerin bir başka biçimde
ifadesi olarak görüyorsanız, kuşkusuz Alevi Kürtler, Kürdistan Ulusal
Kurtuluş Hareketinde önemli roller
üslenmişlerdir. Alevi Kürt önderler
olmuştur. Seyid Rıza gibi, Alişer gibi.
Bugün de KUKH tabanında önemli
oranda Alevi vardır. Bu durum sadece
kuzey parçası ili sınırlı değildir. Güney Kürdistanda Alevi inancına yakın
olan Kakayi inancına mensup Kürtler,
hem liderlik bazında hem de toplumsal taban bazında önemli rolleri vardır.
Bu nedenle şunu söylemek mümkün.
KUKHin önemli dinamiklerinden birisi de Alevi Kürtlerdir. Alevi Kürtler,
yeri geldiğinde KUKHine önderlik te
yapmıştır. Bugün de aynı durum devam etmektedir.
KD Koçgiri olayları oluşumu gelişimine kısaca özetlemeniz mümkün mü?
Direniş mi? Ayaklanma mı? Ayrıca diyer Desim Kızılbaş aşiretleri ile diğer
Kürt müslüman aşiretleriyle ilişkilerini açmanız mümkün mü?
MT - Benim detaylıca bilmediğim konularda ahkam kesme diye bir alışkanlığım yoktur.
KD Güzel
MT Ayrıca kendimi şu terimler üzerinde tartışmayla sınırlandırmak istemiyorum. Direniş miydi, ayaklanma
mıydı, hareket miydi? Akademisyenleri ilgilendiren bu tür akademik tartış-
M. Kemalin siyasal yaşamda ön plana çıkmasıyla başlayan dönemde başgösteren Koçgiri Direnişi (isyan da
diyebilirsin), gelecekte kemalistlerin
Alevilere ve Kürtlere yönelik nasıl
bir tavır içinde olacağını göstermiştir.
Koçgiride Alevi Kürtlere yönelik katliamlar, Mustafa kemalin bilgisi dahilinde yapıldı.
Hareketin niçin başarıya ulaşmadığı,
ya da yerel kaldığı, diğer bölgelere niçin sıçramadığı konularını, dönemin
şartlarında değerlendirmek gerekir.
Ama şu bir gerçektir ki Koçgiri hareketi ulusal nitelikli bir harekettir. Deyim yerindeyse Kürtlerin kemalistlere
ilk derli toplu direnişidir. Böyle görüyor, böyle değerlendiriyorum.
KD Burayı biraz açalım mı? Mesela
Kahraman Alişerin beyitleri deyişleri
ve şiirleri var. Burada eleştiriler yapıyor, Desime atıfta bulunuyor. Yardım
gelmedi diyor. Mesela böyle bir talep
ile eleştiriyi Müslüman ve Şafii Kürtlere yapmıyor. Nedir buradaki durum,
nedir problem?
MT Şimdi, Dersim ile Koçgiriyi birbirine bağlayan kürtlüğün yanısıra, bir
de inanç bağları var. Her iki kesimde
Alevi, bu olabilir. Yani Alişer diğer
Kürtlerden ziyade, öncelikle Alevi
kürtlerden, Dersimden bir beklenti
içine girmiş olabilir. Diğer Kürtlerden gerektiği gibi yardım gelmemesini kendisine izah edebilir, ama Alevi
Kürtlerden yardım gelmemesini izah
etmede zorlanmış olabilir. Bu nedenle
onlara yönelik, deyim yerindeyse bir
serzeniş içinde olabilir. Bunu deyişleriyle dile getirebilir. Temsilde hata olmaz derler ya, bu biraz da Pir Sultanın,
İla da dostun gülü yaralar beni demesine benzer.
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KB Koçgiri direnişi kanla bastırıldıktan sonra Alişer kahraman direnişçileriyle Dersime çekilirken setle karşılaşıyor. Batıdan giremiyor dolaşıp
doğudan Dersime girebiliyor. Bu durumu biraz açabilir misiniz?
MT Dediğim gibi direnişin detayı konusunda bir bilgim yok. Bilmediğim
konularda da ahkam kesmek istemem.
Ama genel olarak şunu söyleyebilirim.
Bahsettiğiniz dönemde, tarihi belgelerin gösterdiği gibi, Dersim aşiretleri de boş durmadılar. Örneğin, tam
hatırlayamadığım bir tarihte, Elazığ
Kaymakamlığını işgal, edip Sevr Anlaşması maddelerinin yerine getirilmesini talep eden bir telgraf çektiklerini
biliyorum. Deyim yerindeyse Dersim
Kürtleri de boş durmadılar. Diyarbakır
Kürtleri de boş durmadılar. Yani Kürdistan bir bütün olarak, Mahabattan
Kirmanşana, Ararattan Antebe kadar,
bir kaynama içindeydi. Dönemin şartları, bu kaynamaların yerel kalmasına
neden oluyordu. Dediğim gibi o konuyu elbette tartışmak gerekli, ama bu
roportajın konusu olmamalı.
KD Şeyh Said Direnişi var. Şeyh Said
Direnişine Kızılbaş Kürtlerin Kızılbaş Zazaların desteği neden yoktur?
Dayanışmayı neden başaramamışlar?
Elişer, Şeyh Said, Sey Rıza üçü de direnmişler!. Her üçünün de başı gitmiş
üç direniş te kanla bastırılmış. Direnişlerde dayanışma yok, neden?.
MT Dayanışma olmamasının değişik
nedenleri var. Tüm Kürdistanda örgütlü bir parti ya da siyasi yapının olmaması önemli etkenlerden birisi. Şunu
söylemek istiyorum. Kürdistanın her
bölgesinde, Alevilerin de, Sunnilerin
de, Yezidilerin de yaşadığı bölgelerde örgütlü olan ve bunları harekete
geçirebilen, Kürt toplumu içinde örgütlenmiş bir siyasi organizasyonun
olmaması başlı başına önemli bir etkendir. Bunun yanı sıra dini inançların
da etkisi olmuştur. Bunu inkar etmek
mümkün değildir. Dersim Direnişini
yönetenlerinin Alevi olması nedeniyle,
dini duyguların etkisi altında kalan diğer Kürt kesimleri, hareketle aralarına
bir mesafe koymuş olabilirler. Bunun
tersi de doğrudur. Yani Şeyh Said önderliğinde hareket döneminde ya da
Ağrı Direnişi döneminde, Sunni Kürtlere Alevi Kürtlerin ciddi bir destekte
bulunduklarını söylemek te mümkün
değildir. Ama bu, ona karşı oldukları
anlamına gelmez. Ya da o hareketin
başarısızlığını istediği, harekete karşı
bir tavır içine girdiği anlamına gelmez. Yayınlanan bazı Kürt belgeleri,
özellikle Ağrı Hareketi döneminde,
hareketin öncüsü olan Hoybun Cemiyetinin, Dersim yöresindeki Kürtlerin
de desteğini almak için bölgeye kadrolar gönderdiğini, ama bu işte başarılı
olamadığını gösteriyor.
KD Şöyle bir söylence var. Yazılı belgesi yok. Bunu Elevi - KIZILBAŞ camiası bilir. Şeyh Said elçisini Sey Rızaya
gönderir direniş için desteğini almak
için. Sey Rıza gelen elçileri ağırlamak
için koyun kestirir. Misafirlerin abdest
alıp namaz kılmaları için su getirilir.
Hazırlık yaptırır. Kızılbaşın kestiğini
yemezler, doldurduğu su ile de abdest
almazlar. Elçiler Sey Rızadan görüş
isterler. Sey Rıza hele bir düşünelim
size sabah cevap veririz der. Sabahleyin Sey Rıza elçileri gönderirken der
ki «Siz bizim kestiğimizi yemediniz.
Suyumuzla abdest almadınız. Peki nasıl güven olacak ? Nasıl birlikte direneceğiz ? » der. Bu durumu daha önce
Sey Rızaın oğlu Bawanın torunu Sey
Rüstem de teyit etti. Siz bu duruma ne
dersiniz?
MT Bu söylenceden öte bir şey değildir. Böyle bir olayın olup olmadığı konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değil. Ama şöyle bir söylence de
var. Sey Rıza idamından önce « eğer
ben Şeyh Said kardeşimle birlikte hareket etseydim bugün idam edilmezdik
» dediği de söylenir. Bu ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemiyorum. Şunu
söylemek isterim. Şeyh Said kültürlü,
bilinçli, aydın bir insandı. Alevi inançlarını bilen birisiydi. Örneğin, softa,
bağnaz düşüncelere sahip bir insanı,
hele hele böylesine çok önemli ittifak
görüşmesini yapmak için göndereceği
inancında değilim. Örneğin Şeyh Saidin bu konuda ne kadar geniş düşündüğünü gösteren bir anekdot var. Fehmi
Bilal, tanımış bir Kürt yurtseveridir.
Fehmiyê Lice de derler. Eski bir sosyalist. Şeyh Saidin yakın çalışma arkadaşlarından birisi. Elimde belge yok,
varsa da ben okumadım. Baküde 1920
yılında yapılan Doğu Hakları Kurultayında Kürtlerin temsilcisi olarak
bulunduğu söylenir. Şeyh Saidin çevresindeki din adamları, «bu koministi
niye yanında tutuyorsun » dediklerin-
de, Şeyh Saidin onlara verdiği cevap
çok anlamlıdır. Bana onun imanı değil,
aklı lazım der. Şeyh Said böylesine ileri görüşlü bir insandı. Ben böylesine
ileri görüşlü olan bir insanın Aleviler
ile ittifak görüşmelerine softa birisini,
Alevi düşmanı birisini göndereceğine
ihtimal vermiyorum. Bu tür söylemleri, Alevi kürtler ile Sunni kürtler arasındaki ayrılığı derinleştirmeye yönelik söylemler olarak görüyorum ; amaç
bu olmasa da, iyi niyetle söylenmiş
olsalar da..
KD Desim Aşiretleri Golê XIZIRda, elel üstüne koyup Golê XIZIRa taş atıyorlar Direniş kararı alıyorlar. Daha
sonra dönenler, dökülenler oluyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
MT Aşiret yapısına, feodal yapıya.
Genel bir kuraldır. Feodaller ve aşiret reisleri, ulusal mücadelede kararlı
olamazlar, tutarlı bir çizgi izlemezler.
İstemedikleri için değil. Toplumsal
yapıları buna elvermediği için bu böyledir. Bu sadece Dersime özgü bir şey
değildir.Tüm Kürt hareketlerinde böyle olmuştur. TC. ya da öteki sömürgeci
devletler, Kürt ulusal hareketini engellemek amacıyla olanak sağlayarak bir
kısım aşiretleri kullanmışlar, kendilerine bağımlı hale getirmiştir.
KD Alişer, Şeyh Said, Sey Rıza direnişlerinde kalıcı ciddi bir ittifak başarılamadı. Bugün bu eksikliği giderme
yönünde öneriniz var mı?
MT Politikacıların geçmişten ders alması, yaşanan eksiklikleri görüp eksiklikleri giderilmesi için çaba sarfetmeleri gerekir. Bence yapılacak olan
iş şudur. Kürdistan toplumunun çok
renkli çok sesli bir toplum olduğunu
görüp, her rengin her sesin varlığını
kabul etmek, onun örgütlenme hakkını
savunmak ve ortak hedefler etrafında
bir araya gelmek konusunda çaba sarfetmektir. Renkleri, sesleri inkar ederek, yok sayarak başarıya ulaşmanın
şansı yoktur diye düşünüyorum.
KD KIZILBAŞ ŞAFİİ meselesi sizin
partinizde yan yana olmanızda problem yaratıyor mu?
MT Yok. Ben yaratmayacağı inancındayım, eğer birbirimizin varlığını saygı gösterirsek.
KD Fetvalar var, KIZILBAŞIN kestiği
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yenmez . Mum söndürür. Kısacası kafirin en kötüsüdür. Katli vacip, kanı helaldır. Bunların yazılı belgeleri var. Bu
fetvalar Kürt Müslümanlar tarafından
geri alınıp redd edilmedi. Nasıl olacak
bu sorunun çözümü?
MT Ama bu fetvaların Şafii Kürtler
tarafından uygulandığını gösteren belgeler yoktur.
KD Reddi de yoktur
MT Tabi bu noktada Kürdistan toplumunun hafızasını yenilemesi gerekir.
Yani devletin bize ögrettiği resmi tarihin dışında, Kürt tarihinin yeniden
öğrenilmesi Tarihi Kürtlere doğru ögretmek gerekir.
Zazayım, Kürt değilim » diyor. Sizce
Kürt-Zaza ilişkisi nedir?
MT Bence bu bir lehçe sorunudur. Bugüne kadar elde edilen belgeler Zazaların ayrı bir etnik grup olduğunu ortaya
koymamıştır. Aksine bugüne kadar ortaya çıkartılan belgeler Zazaların Kürt
olduklarını, Zazacanın da Kürt dilinin
bir lehçesi olduğunu ortaya koymuştur.
Eğer yarın belgeler Zazaların ayrı bir
ulus olduğunu ortaya koyarsa, Kürtlerin buna üzülmesine gerek yoktur.
Kürtler böylece iyi bir dost kazanmış
olurlar.
MT Biz partimizde demin de dediğim
gibi hem Aleviler, hem Sunniler var.
Partimizde hacılar var, hocalar da...
Dediğim gibi hiç bir belge yoktur ki
Zazaların Kürtlerden ayrı bir ulus olduğunu ortaya koysun. Var olan belgeler Zazaların Kürt toplumunun bir
parçası olduğunu söylüyor. Ama yarın
belgelerle ıspatlanırsa, (öyle hamasi
şöylemler değil), Kürtlerin kayıp edecekleri bir şeyleri yok. Aksine direngen, inatçı, kararlı bir dost kazanmış
olurlar.
KD Peki dede, pir de var mı?
KD Kürtçe diye bir dil var mı?
MT - Pir de var dede de var. Bunları
rengimiz olarak görüyoruz, toplumumuzun bir gerçekliği olarak görüyoruz.
Onlar, inançlarını özgürce yaşadıkları,
gelişmelerine engel olunmadığı müdetçe niye bir arada yaşamasınlar? Bir
Kürt türküsünde, « Kurdıstan Baxca
Gulan » denir. « Kürdistan gül bahcesidir » anlamına gelir. Gerçekten de
öyledir. Nasıl gül bahçesinde degişik
güller varsa, Kürdistanda da değişik
inançlara sahip olanlar var. Değişik
kültürlere, değişik etnik kimliklere sahip olanlar var. Alevi var, Yezidi var,
Sunni var, Kakai var, Ehli-Hak var,
Şebek var, Kıldani var, Süryani var.
Zazaca konuşanı var, Gorani lehcesini
kullananlar var, Sorani konuşanı var,
Kırmanci konuşanı var, var da var..
Eğer biz bunları bahçemizde açılan birer gül olarak görür ve her birini ayrı
ayrı sular onlara aynı ihtimamı gösterir isek bahçemiz coşar, ama yok inkar
edersek her hangi birini soldurmaya
çalışırsak, bir bütün olarak bahçemizi
soldururuz. Onun için biz gül bahçemizin açmasını, coşmasını istiyoruz.
MT Sizce yok mu?
KD Siz bunu partinizde nasıl başardınız?
KD Dersimliler arasında zaman zaman karşılaştığımız bir durum var. Örneğin iki öz kardeş biri ben « Kürdüm
Zaza değilim » diyor. Diğeri de « ben
KD Dört tane dil konuşuluyor. Hangisi
kürtçe? Hangisi lehçe?
MT Dört temel lehçe konuşuyoruz.
Hepsinin toplamı Kürt dilini oluşturuyor. Sorani, Kurmanci, Zazaca ve
Gorani. Bunun yanı sıra bölgelerde
konuşulan ağızlar var. Herzan, Botan,
Behdinan, Mukriyan ve benzeri. Kürt
dili tüm bunların toplamıdır; HintAvrupa dil gurubuna mensuptur, Türkçeden çok farklı bir grameri var.
KD Partinizin resmi dili yok mu?
MT Kuzey Kürdistanda konuşulan iki
lehçenin, Zazaca ve Kurmançcanın gelişip güçlendirilmesini, kullanılmasını
istiyoruz.
KD Kürdistan haritanıza bizim itirazımız var şöyle ki. Buna sizin partiniz
de dahil olmak üzere. Siz, Kürtlere ait
olmayan toprakları, sömürge altından
kurtulma mücadelesi veren Kürtler
başkalarının yurdunu mülkünü tarihini gasp ediyorsunuz. Batı Ermenistanı
Kürt mülküne dahil ediyorsunuz. Örneğin Dersimin tümü sizin mi? Dersimin eski milleti kim? Ermeniler ile yan
yana iç içe yaşamadık mı, Dersimde?
Kırımdan sonra bağlarına bahçelerine
işyerlerine tarlalarına el koymadık mı
Dersimde? Şimdi Dersimi Kürt haritasında katmak bizi-sizi ne kadar temize
çıkartır?
Ermeni meselesinde partinizin Soykırımında tehcirde yer alan ister Müslüman Kürt olsun, ister Zaza ister Kızılbaş kürt olsun ister dinli ister dinsiz ne
olursa olsun. Bir bütün olarak Kürdüm
diyen herkes adına özür dileyen parti
kongre kararınız var mı?
MT Partinin böyle bir kararı yoktur.
Yanlız şunu söylemek isterim. Osmanlı toprakları içerisinde, özellikle Kürdistan coğrafyasında, tarihin her döneminde Ermeni nüfusu, genel nüfusun
%10 geçmemiştir. Her zaman azınlıkta
olmuşlardır. Dolayısıyla onların yaşadıkları toprakları, Ermenilerin bulunduğu her coğrafyayı Eermenistan
olarak adlandırmayı doğru bulmuyorum. Çünkü coğrafı sınırlar, sadece ve
sadece orada yaşayan insarlara bakılarak belirlenmez, işin tarihi boyutu da
vardır. Sınırları sadece orada yaşayan
insanların ırklarına göre belirlersek,
kendimize hayli sorunlar yaratırız. Bu
açıdan bakıldığında, Ermenilerin batı
Ermenistan diyerek sınırlarını ülkemizden geçirmelerini doğru ve gerçekçi bulmuyorum.
KD Kırım öncesi ve sonrası dökümanlara bakıldığında, belgelere bakıldığında İttihat Tarakinin (İT) nüfus
azaltma dağıtma uygulamaları var.
Kırım öncesi Ermenilerin çoğunlukta
yoğunlukta olduğu şehirler var Van,
Erzurum, Malatya, Dersim, Maraş, Sivas var?
MT Oralarda şehir merkezlerinde çoğunluktalar. O rakamlar o bölgelerde
yaşayan genel nüfusun %10 aşmadığı
görülüyor. O döneme ilişkin yapılan
bağımsız, tarafsız araştırmalar oranın
%10 geçmediğini söylüyor.
KD Partinizin kararı olmadığını söylüyorsunuz.
MT Hayır, Ermenilerin soykırıma uğradıklarını söylüyoruz. Hayır, Ermenilerden özür dileyen bir kararımız yok.
KD Örnegin Wili Brandın Varşovada
diz çöküp özür dilemesi Alman top-
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lumuna çok hayırlı olduğu kanaatindeyiz. Bizim de demokrasiden özgürlükten barıştan yana olan her kesim
geçmişiyle yüzleşmesi gerekli diye düşünüyoruz. Bu hepimizin ortak sorunu
değil mi?
MT Katılıyorum ben onlara, ama bu
tek tek partilerin kongre kararları alarak özür dilemeleriyle olmaz.
KD Elbette geregini de yaparak!.
MT Oturulup konuşulur tartışılır.
Kürtlerin bilerek ya da bilmeyerek,
nedeni ne olursa olsun, Ermeni soykırımının örgütlenmesinde, yürütülmesinde dahli varsa ve bu durum belgeleriyle ortaya konulursa, elbette Kürtler
bir bütün olarak özür dilemelidirler.
Yoksa ermeni kardeşlerimizin gönlü
hoş olsun diye özür dilemeyi samimi
bir davranış olarak görmüyorum.
KD Demokratikleşmeyi başlatıp geliştirmek için gerekli değil mi?
MT Kürtlerin bilinçli, planlı programlı
İttihat Tarakkinin hazırladığı bir planın parçası olduklarını ispatlamak gerekir. Ki Kürtlerin ortak iradesi özür
dilesin. Öbür türlü özür dilemeyi samimi bulmuyorum.
KD Yeniden başa dönüyorum. Bugün
bulunduğumuz coğrafyada, köklü bir
demokratikleşme olacaksa ittihat tarakinin (İT) devamı olan CHPnin ve
resmi kuramıynan nasıl hesaplaşacağız? Kendi tarihimizle nasıl yüzleşeceğız? Bunu yapmadan, tarihi kesintiye
uğratıp o dönemi dondurup atlayarak,
yani demokratik bir gelecek şansımız
var mı?
demisyeni yoktur. Bu konuda çalışma
yapacak kurumlarımız da yok denecek
kadar az. Bu alanda yeni yeni kıpırdamalar var. Güney Kürdistanda, üniversietelerde Kürt tarihi okutulmaya
başladı. Yeni yeni kurumlar oluşturuluyor. Bunların hepsi daha emekleme
döneminde. Bu alanda yapılması gereken daha çok iş var.
Ben bu işlerin siyasi partilere bırakılmamasını düşünüyorum. Siyasi partiler neticede siyasi saiklerle hareket
ederler. Tarihi araştırmaları tarihçilere
bırakmak lazım. Bu işi uzmanlarına
bırakmak lazım. Siyasi partiler, tarihçilerin ortaya çıkarttıkları gerçekleri
dikkate alarak ona göre tavır belirlemeli. Tarihçilerimiz siyasetçilerimizin
söylediklerini ıspat etmeyi görev edinmemelidirler. Bu, ters ve yanlış bir şey
olur.
KD Devlet KIZILBAŞ-Alevilere şunu
dayatıyor. Alevilik şamanizmden geliyor. Dolayısıyla Türk inancıdır. Siz de
türksünüz. propagandasıyla, Alevi teşkilatları aracılığıyla KIZILBAŞLARI
türkleştirmek, müslümanlaştırmak, camiye sokmaya çalışıyor. Diyer taraftan
da Kürt teşkilatları da Kürt siyasi örgütleri de, Zerdüşte bağlayarak kürtleştirme çabaları var. Ama Zerdüşt
bizim torunumuz. Biz Zerdüştün atası
dedesiyiz. Biz halen çok tanrılığımızı
koruyoruz. Zerdüşt ise çok tanrılıktan
tek tanrılığa geçiş köprüsünü oluşturuyor. Bu iş nasıl olacak?
MT Bence siz genelleme yaparak yanlış yapıyorsunuz. Ola ki bazı Kürt siyasi örgütleri sizin söylediklerinizi dile
getirmiş olsun. Biz öyle düşünmüyoruz. Bizim gibi düşünenler de var.
MT Dediğiniz tarihle yüzleşme diye
bir derdimiz yok.
KD Nasıl düşünüyorsunuz? Görüşünüz
ne?
KD Kendi Kürt tarihinizle?
MT Biz işin tarihi bölümünü akademisyenlere bırakılması gerektiğini düşünüyoruz. Aleviliğin kökenleri nedir?
Nerden gelmiştir? Zerdüşt ile ilişkisi
nedir? Kendisinden önceki dinlerden
nasıl etkilenmiştir? Kendisinden sonraki dinlere etkisi ne olmuştur ? İslamiyetle ilişkileri nedir? Hiristiyanlarla
ilişkileri nedir? Yezidiler ile ilişkileri
nedir? Bütün bunların araştırılması
gerekir. Bu da tarihçilerin, aratırmacıların, akademisyenlerin işidir. Olara
bırakmak gerekir.
MT Bizim Kürt tarihimizle yüzleşmemiz gerekir. Maalesef bizim tarihimizi
bizim dışımızdakler yazdı. Kürtlerin
tarihi Kürtlerin dışında yazıldı. Bir
kısmını Türkler, bir kısmını Farslar,
Araplar ve bir kısmını da Avrupalılar
yazdılar. Son bir kaç on yılda Kürtler
yavaş yavaş kendi tarihlerini yazıyorlar. Bu noktada alınması gereken
daha çok yol olduğu kanısındayım.
Biz Kürtlerin yeterince yetişmiş aka-
Ama bugüne kadar yapılan araştırmalar, ortaya çıkartılan belegeler, Kürdistan coğrafyasında Aleviliğin, Zerdüştülüğün, Yezidiliğin İslamiyetten önce
var olduğunu ortaya koyuyor. Ama
bunların hangisi hangisinden kaynaklanmış, hangisi öncedir, hangisi babadır, hangisi oğuldur? Bu henüz netliğe
kavuşmamış bir noktadır. Ama şu bir
gerçek. Hem dini inançlar, hem dini
rütüeller hem de dini hiyaraşisi açısından, Kürdistan coğrafyasında var
olan Yarsanilik, Alevilik, Kakaiyilik,
Yezidilik, Suriye, Lübnan ve İsraildeki Dürzilik bir birine yakın inanç sistemleridir. Bunlardan hangisinin önce
geldiği, aynı inanç mı oldukları, yoksa
aynı inancın değişik versiyonlarını mı
oluşturdukları, araştırma gerektiren
bir konudur. Ama şimdiye kadar yapılan araştırmalar bahsettigim dinin
inançların islamiyetten hatta Hırıstiyanlıktan çok önce Kürdistan coğrafyasında var olduklarını ortaya koyuyor.
Bakın ben size bir şey söyleyeyim .Felakettin Kakayi adlı birisi var. Şu anda
Güney Kürdistan Hükümeti Kültür
Bakanı. Güney Kürdistanın sayılı aydınlarından biridir. Kendisi ocaktandır. Bir gün bana, dedesinin, «ocağımıza Dersimden de müridler gelirdi»
dediğini aktardı. Kakai en ez 60 yaşında. Bu hesaba göre 100-120 yıl önce
Dersimden insanlar kalkıp Hewraman
bölgesindeki ocağı ziyarete gidiyorlar. Şimdi onlar mı Dersimden gitmişler? Yoksa Dersimdekiler mi oradan
gelmiş? Bu araştırılması gereken bir
konu. Bu konuda ahkam kesmek istemiyorum.
Dediğim gibi bilinen bir gerçek var.
Araştırmacıların ortaya koyduğu bir
gerçek. Sözkonusu inanç sistemleri,
bu dinler islamiyetten de çok önce bu
coğrafyada varlardı. İslamiyetle birlikte varlıklarını sürdürdüler. Elbette
her din gibi çevresindeki dinlerden
etkilendiler. Onları etkilediler. Karşılıklı bir etkileşim oldu. İslamiyetin ve
Hıristiyanlığın bazı unsurları Aleviliğe veya diğer dinlere girmiş olabilir.
Bunun tersi de mümkündür. Karşılıklı
etkileşim olabilir. Bunları engellemek
mümkün değildir.
20 Şubat 2008
(Bu röportaj 2008 de yapılıldı Kızılbaş
Dergisi Av. baskısında yayınlandı)
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Diktatör Evren'in aldığı'mahkemeye
çıkamaz' raporunun içeriği açıklandı
[Sesonline] ANKARA- Oğlu Cemil
Kırbayır'ı 12 Eylül darbecilerinin
marifetiyle gözaltında kaybeden
103 yaşındaki Berfo Nine mahkeme
kapılarında Evren'in ifadeye gelmesini
beklerken, Diktatör Evren'in aldığı
'mahkemeye çıkamaz' raporunun
içeriği açıklandı... Diktatör Evren'i
mahkemeye çıkmaktan şimdilik
kurtaran sağlık raporunun içeriği belli
oldu. 12 Eylül davası sanığı diktatör
Kenan Evren'in kendisini muayene
eden doktorlara "Bu yaşa kadar insan
yaşamamalı. Kimseye hayrım yok,
zararımdan başka" dediği ileri sürüldü. 12 Eylül darbe davasına bakan
özel yetkili Ankara 12. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin kararı doğrultusunda,
tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp
Akademisi’ne en yakın üniversite
hastanesi olan Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk edilen
Evren’e psikiyatrik, nörolojik, kardiyolojik, kulak-burun-boğaz, ürolojik,
solunum sistemi, sindirim sistemi ve
geriatri alanlarında 8 ayrı değerlendirme yapıldı. Raporda, Evren’in düşünce içeriğinde perseveratif biçimde
(sürekli takıldığı bir konudan bahsetmesi) geçmişte yaşadıklarına yönelik
temaların hakim olduğu da belirtildi
ancak geçmişteki hangi konulardan
sürekli bahsettiği belirtilmedi... İlk
kez, 'gerçekleşmiş, 'başarılı darbe'yi
planlayan ve uygulayanların yargılandığı 12 Eylül darbesi' davasına 14
Eylül 2012 Cuma günü Saat: 14.00'de
Ankara'da devam edilecek. [» General
Videla: 'Yargılayamazdık, hepsini
kurşuna dizemezdik. Yok ettik!']
Evren’in bilincinin açık olduğu,
yer-zaman-kişi oryantasyonun tam
bulunduğu, algı bozukluğu olmadığı,
ancak anlık ve yakın belleğinde zayıflama saptandığına yer verilen raporda “Uzak bellek yaşına göre yeterli
bulunmuştur. Zekanın kabaca normal
sınırlarda olduğu izlenimi edinilmiştir. Gerçeği değerlendirmesini bozan
belirgin bir psikotik belirtisi yoktur”
denildi.
Psikiyatrik değerlendirme bölümünde
Evren’le soru-cevap şeklinde yapılan
görüşmedeki bazı ifadelerine de yer
verildi. Rapora göre Evren, doktorlara, “1917 doğumluyum. Birkaç aydır
hastanede yatıyorum. (Günlük zorunlu
ihtiyaçlarını etkileyen bazı zorlanmalar) nedeniyle güçlük yaşıyorum.
Her yere yardımla gidiyorum. Kendi
başıma bir şey yapamıyorum. Düğmelerimi bile ilikleyemiyorum. Bu yaşa
kadar insan yaşamamalı. Kimseye
hayrım yok, zararımdan başka” dedi.
Raporda, Evren’in düşünce içeriğinde
perseveratif biçimde (sürekli takıldığı
bir konudan bahsetmesi) geçmişte yaşadıklarına yönelik temaların hakim
olduğu da belirtildi ancak geçmişteki
hangi konulardan sürekli bahsettiği
belirtilmedi. Diğer değerlendirmelerde de Evren’in ayağa kalkabildiği,
yürüyebildiği ancak desteğe ihtiyacı
olduğu belirtilen raporda “Kabaca
bunama yok. Kendisinin uzun süre
ayakta durması ve yürümesi mümkün
değil” denildi.
Doktorlar, Evren’in bu sözlerinden
“düşünce içeriğinde depresif elemanlarının belirginleştiği” sonucuna
ulaştı. Raporda Evren’in çay bardağını
tutamadığının gözlendiği belirtilerek
psiko-motor aktivitesinin yavaşladığı
ve hafif derecede apraksisi olduğu
(fiziksel yeterliliği ve hareket etme
arzusu olmasına rağmen, öğrenilmiş
anlamlı hareketleri gerçekleştirme
yeteneğinin kaybı) belirtildi.
Evren’in 20’den fazla ciddi akut ve
kronik hastalığı, 13 adet sürekli kullandığı ilaç ve çok sayıda gerekli hallerde kullandığı ilaç olduğuna dikkat
çekilen raporda “Ancak yardımla günlük aktivitelerini yerine getirebilmektedir. Gaita ve idrar problemleri, tremoru (el titremesi) sosyal, fonksiyonel
ve psikolojik durumunu bozmaktadır.
Bu durumları göz önüne alındığında
kendisinin tıbben duruşmaya katılması uygun değildir” denildi.
'BAYILABİLİR, KALP KRİZİ
GEÇİREBİLİR'
Evren’in hipertansiyonu olduğu, iki
koroner arterine 3 stent takıldığı, kalp
krizi geçirdiği belirtilen raporda, duruşmaya katılması durumunda derin
ven trombozu (toplardamar içerisinde
pıhtı oluşması), akciğer embolisi, ileus
(bağırsak tıkanması), kalp krizi ve
bayılma riski olduğu belirtilerek “belirtilen sürelerde oturarak veya ayakta
ifade vermesi ve sorgulanması tıbbi
açıdan uygun bulunmamıştır. Bu tıbbi
bulgular hastanın mahkemeye gerektiğinde doktor ve sağlık ekipmanı ile
getirtilerek ifade vermesi durumunda
sağlığı yönünden hayati tehlikeyle
sonuçlanabilecek bir durum yaratabilir” denildi.
Kaynak:
http://www.sesonline.net/php/genel_
sayfa.php?KartNo=57360
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
General Videla:
'Yargılayamazdık,
hepsini kurşuna dizemezdik. Yok ettik!'
[Sesonline] ARJANTİN- İnsanlığa
karşı suç olarak değerlendirilebilecek
kararları veren, bunların uygulanmasını yöneten kişilerin bütün bu yaptıklarını insanın kanını donduran bir soğukkanlılık ve açıklıkla anlatmaları,
kabul etmeleri çok enderdir. Genellikle
yapılanın “Devlet, Vatan, Millet” için
bir gereklilik olduğunu söyleyen bu kişiler, yaptıklarının suç olduğunu kabul
etmezler. Mağdurların hayatta kalanları ve yakınları yapılan işkenceleri, işlenen cinayetleri ispat etmek için uğraşmak zorunda kalır. Sanıklar ise, belki
içlerinden “Oh olsun, iyi ki yapmışız”
demeye devam etseler bile, açıkça
bunu ifade etmeleri kendi aleyhlerine olacağı için genellikle mağdurlara
küçümseyen bir bakış atıp susmayı ya
da inkar etmeyi tercih eder. İşlenen
cinayetlerin, yapılan vahşetin boyutları aşağı yukarı bilinse bile, bunları
yapanların kafalarından ne geçtiği,
asıl motivasyonları tam olarak ortaya çıkmaz. Yüzleşme hep eksik kalır.
“Devlet, Vatan, Millet” adına yapılan
barbarlıkların teşhir edilmesi de. Bu
genel kuralı, geçen Nisan ayının ortasında Arjantin’de yayımlanan bir kitap
bozdu. [Ahmet İnsel, Birikim Dergisi,
Mayıs 2012, Sayı: 277.] (» Mahkeme
Evren'in darbe öncesi kimlerle temas
ettiğini incelemeye başladı...)
Son Hüküm, Videla’nın Kaybolanlarla
İlgili İtirafları başlığını taşıyan kitap,
Arjantinli gazeteci Ceferino Reato’nun
general Jorge Rafael Videla ile, Ekim
2011-Mart 2012 arasında hapishanede
yaptığı toplam yirmi saatlik söyleşiye
dayanıyor. (1)
Videla, 2010’da ikinci kez mahkemeye
çıktığında, “Sorumluluklarımın hepsini kabul ediyorum. Astlarım sadece
benim emirlerime uymakla yetindiler”
diyerek meydan okumuş ve duruşmalar sırasında bundan çok daha fazla bir
şey söylememişti. Kitap olarak yayımlanan bu söyleşide ise, önce 1985’te
yargılanıp ömür boyu hapis cezası
alan, sonra Carlos Menem tarafından
1989’da tüm darbecilerle birlikte affedilip, evinde gözetimli ikamette tutulan, ardından 2007’de yeniden hakkında bu kez insanlığa karşı suç işleme
iddiasıyla dava açılıp (2) hapsedilen
ve nihayet 2010 yılında iki kez ömür
boyu hapis cezasına çarptırılan emekli
general Videla, yaptıklarından hiçbir
pişmanlık duymadığını ifade ediyor.
Hatta tam tersine, “Yedi-sekiz bin
arasında kişinin yok edilmesinin yıkıcı (subversivo) güçlere karşı savaşta
ödenmesi gereken bir maliyet olduğunu” söylüyor. Ardından insanın kanını
donduran bir samimiyetle ilave ediyor:
“Başka türlü nasıl yapabilirdik ki? Bu
konuda hem ülke içinde hem ülke dışında protestoların oluşmasına meydan
vermemeliydik.” Videla, mutlak haklı
olduğuna inananların sergilediği özgüvenle devam ediyor: “Ne mahkeme
önüne çıkarılması ne de kurşuna dizilmesi mümkün olan önemli sayıda bir
grup insanı ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bu kadar insanı nasıl kurşuna
dizebilirdik?
Her kayıp, elbette bir ölümü bir biçimde saklamak, maskelemek olarak
değerlendirilmelidir.” Burada durup,
derin bir soluk alalım. Videla’nın
“Başka türlü nasıl yapabilirdik?” dediği uygulama, kendisinin“yedi ila sekiz
bin arasında” olduğunu söylediği, başka kaynaklara göre otuz bin civarında
insanın
sadece öldürülmesi değil, cesetleri
bile bulunmayacak şekilde ortadan
kaldırılmasıdır. Videla, işkenceciler
tarafından bu ortadan kaldırma operasyonu için kullanılan “son hüküm”
(disposicion final) tabirinin “tipik iki
askerî kelime” olduğunu, “kullanım
dışı kılmak” anlamına geldiğini belirtiyor. İnsana korkunç bir sinizmle
mi yoksa yaptığının doğruluğuna bütün varlığıyla iman etmiş bir kişinin
söz sakınmazlığı ile mi karşı karşıya
olduğumuzu sordurtacak bir örnekle,
bu kullanımı açıklıyor: “Örneğin askerler kullanılmış elbiseler giyilemez
hale gelince, bunların disposicion final konumuna geldiklerini söylerler.”
Yani artık envanterden düşmenin, yok
edilmelerinin zamanı gelmiştir. Videla
yedi-sekiz bin kişinin, “yıkıcı güçlerle
savaş için yok edilmesinin gerekli olduğunu” bu askerî malzeme deposu tabiriyle izah ederken, neden bu kişilerin
mahkemeye sevk edilemeyeceklerine
de “mantıklı” bir açıklama veriyor:
Kurşuna dizilmeleri durumunda olduğu gibi, mahkemeye sevk edilmelerinde de oluşacak uluslararası tepkilere
maruz kalmama gereği. Bu “gereği”
desteklemek için, İspanya’da Franco
döneminde üç ETA militanının ölüm
cezasına çarptırılmasına karşı oluşan
tepkileri örnek veriyor: “Franco’nun
onayıyla ölüm cezaları verilmesine
rağmen, bunların yerine getirilmesi
uluslararası protestolar nedeniyle çok
zor oldu. (3)
Halbuki o Franco idi. Ayrıca Şili’de
Pinochet yönetiminin baskılarına karşı da dünyada tepkiler vardı.” Kısacası Videla, tutukluların bir kısmının
“kaybedilmesi/ortadan
kaldırılması
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zorunluluğu”nun hasıl olduğunu, bunun nedeninin insan hakları örgütlerinin, sol partilerin protesto kampanyalarından kaynaklandığını ima edip,
“Yaptıklarımıza ses çıkarılmasaydı,
bunlar olmazdı” demeye getiriyor. Bir
de bu tür bir radikal temizlik girişimi
gereği için Arjantin yakın tarihinden
örnek veriyor: “Bu karanlık günlerde
askerî şefler tutukluları mahkemelere
sevk edemeyecekleri sonucuna vardılar.
Hatırlayın, General Alejandro Lanusse hükümeti döneminde yıkıcı (yine
hep o subversivo) faaliyetler nedeniyle
yargılanmış ve mahkum edilmiş olanlar, 25 Mayıs 1973’te Peronist başkan
göreve başlayınca birer kahraman olarak ülkeye dönmüşlerdi.” (4) Bundan
ders çıkaran, darbeden sonra kurulan
beş askerî bölgenin komutanları, çareyi tutukluları ortadan kaldırmakta
bulmuşlardı! “Asmayıp da besleyelim
mi?” düşüncesinin Arjantin versiyonu
diyebiliriz. General Videla, darbeden
aylar önce tutuklanacak kişi listelerinin hazırlandığını, buna karşılık
“tutukluların gidecekleri nihai yeri
belirleyen listelerin olmadığını” iddia
ediyor. Sonra hemen küçük bir düzeltme yapıyor: “Bu amaçla [ortadan kaldırılmak] oluşturulmuş kısmi listeler
olabilir ama bunlar titizlikle hazırlanmamıştı”!
Es kaza bunlar titizlikle hazırlanmış
olsalardı kayıp sayısının ne kadar
artmış olacağını bilmiyoruz. Her durumda nizam ve intizam yanlısı bir
zihniyetin ölüm listelerinin titizlikle hazırlanmamış olmaları nedeniyle
ciddiye alınmamaları gerektiğini ima
etmesi de bir zihniyet dünyasını aydınlatması açısından anlamlı.
Bu söyleşi vesilesiyle, Videla’nın kabul ettiği sayıya göre yedi ila sekiz bin
arasında, Kayıp Yakınları Hareketi’nin
listesine göre otuz bin kişinin nasıl dört
etapta yok edildiklerini de öğreniyoruz: Darbeden birkaç ay önce, “yıkıcı
güçlere karşı savaş için” çıkartılan olağanüstü yetki kararnamelerine göre (5)
ve iş çevreleri, sendikacılar, siyasetçiler, öğrenci önderleri vs.nin işbirliğiyle
hazırlanan şüpheli listeleri ve başlayan
tutuklamaların, darbeden sonra genelleştirilmesi; gizli merkezlerde sorguların yapılması; “kazanılması”nın
mümkün olmadığına kanaat getirilen
tutukluların ölmesi, buna genellikle
her askerî komutanlık bölgesinin başındaki komutanın başkanlık ettiği bir
toplantıda karar veriliyordu; cesetlerin
yok edilmesi operasyonunun (açık denize atarak, gizli yerlere gömerek, fırınlarda yakarak vs.) nizam ve intizam
içinde gerçekleştirildiğinden şüphe
yok.
Videla, öldürülen kişilerin cesetlerinin
yok edilmesi gerekçesi olarak, ERP
lideri Mario Santucho örneğini vererek, “etrafında böyle büyük beklenti
oluşmuş bu kişilerin cenazelerinin verilmesinin gösterilere, anma seremonilerine yol açacak” olmasını gösteriyor.
Yapılan işkenceler, öldürülen binlerce
insan konusunda Videla’nın ağzından
söyleşi sırasında hiçbir pişmanlık veya
üzüntü ifadesi çıkmıyor. Hatta tersine,
işkenceleri gerekli eylemler olarak savunurken, Fransızların Hindiçin’de ve
Cezayir’de yaptıkları işkenceleri örnek
gösteriyor. Bu işkence yöntemlerini
esas olarak
Fransız subaylarından öğrendiklerini
savunmaları sırasında başka subay ve
generaller de dile getirdi. Bütün bunları dünyanın en doğal işini yapmış
gibi anlatırken Videla’nın birden öfkelendiği anlar da var. Örneğin, yeteri
kadar “yıkıcı”yı yok etmedikleri için
o zamanlar kendilerini çok eleştiren
Arjantinli işadamlarının şimdi de kendilerini “devlet terörü” yapıldığı için
eleştirdiklerini söyleyip, öfkeleniyor:
“Önce ellerini yıkadılar, şimdi bizi
suçluyorlar!” En azından bu konuda
bütünüyle haksız olduğunu söyleyemeyiz.
Her şeye rağmen, Videla bir konuda
yaptıklarının hatalı olduğunu da kabul
ediyor. Hayır, işkencelerle, ölümlerle,
cesetlerin yok edilmesiyle ilgili değil
bu hata, teknik olarak darbeyle ilgili.
“Tamamen askerî açıdan, yıkıcı güçlere karşı savaşmak için darbe yapmaya
ihtiyacımız yoktu, çünkü Italo Luder
(6) orduya yıkıcı güçleri ülkede yok
etme emri veren kararnameleri imzalamıştı.” O zaman neden darbe? Yanıt, açık ve net: “Amacımız bütünüyle anarşi içinde olan toplumu disiplin
altına almaktı.” Bu anarşi sözcüğü
kulaklarımızda yankılanırken hatırlatalım; söz konusu anarşi, uzun bir
askerî diktatörlük sonrası patlayan sol
hareketlerin, özellikle Devrimci Halk
Ordusu (ERP) ve Monteneros militanlarının yer yer silahlı ayaklanmaya
dönüşen eylemleri, yükselen sendikal
mücadeleler ve geleneksel siyasal partilerin yönetememe durumuydu. Bu
nedenle, askerî cunta kendi dönemini
resmî olarak Ulusal Reorganizasyon
Sürecini gerçekleştirme girişimi olarak tanımlamıştı. Bu Ulusal Reorganizasyon kavramının kökleri, Arjantin
Katolik Kilisesi’nin “kızıllara (ve zaman zaman Yahudilere) karşı” verdiği
kadim mücadeleye gidiyor. Arjantin
ordusu subaylarının çoğu gibi koyu bir
Katolik-ulusalcı olan Videla için “komünist yıkıcılığa” karşı savaş, “Katolik Batı medeniyetinin büyüklüğünü
savunmak için” bir gereklilikti. (7)
“Subversivo” tabiri Arjantin’de askerler, Katolikler ve iş çevreleri tarafından Şeytan’la neredeyse eşanlamlı
olarak kullanılıyordu. Videla, 2012
yılında hâlâ bu kelimeyi bu anlamda
kullanmaya devam ediyor ve “yıkıcı
faaliyetler”in yakın ve ciddi bir tehlike oluşturduğuna inanıyor. Bu “yıkıcı
faaliyetler”in farklı biçimlerde devam
ettiğini iddia ediyor.
Videla bir yandan Ceferino Reato’yla
bu söyleşiyi yaparken, Şubat ayında bir
İspanyol haftalık dergisinin sorularını
yanıtlamış ve “Arjantin’de adalet yok,
intikam alma var” demişti. Bu da bugünlerde Türkiye’de moda olan bir kavram. Videla’ya göre bütün bu “intikam
fesadının arkasında” iktidarda birbirlerini izleyen, “Arjantin için bir felaket
olan” Kirschnerler ve “yıkıcı güçler”
yatıyor. Videla’nın Kirschnerler’e öfkelenmesi yersiz değil. Önce Nestor
Kirschner, onun ardından başkanlığa seçilen karısı Cristina Kirschner
1976-1983 arasındaki cunta yönetimi
altında işlenen insanlığa karşı suçların
failleri hakkında davaların açılmasını destekleyerek, Videla gibi yüzlerce
kişinin yargılanmasının önünü açtı.
Özellikle 2010’da, Malvinas Savaşı ve
devletlararası ilişkiler dosyaları hariç,
devletin tüm gizli dosyalarının açılıp,
mahkemelerin bunlara ulaşımına izin
verilmesi, cunta döneminde işlenen
suçların soruşturulmasını kolaylaştırdı. Elbette bundan daha “yıkıcı bir faaliyet” tasavvur edilemezdi!
***
Arjantin’de üç kuvvet komutanının
oluşturduğu cunta, 24 Mart 1976’da
darbe yaptı. Cuntanın başında, General
Jorge Rafael Videla vardı. Cumhurbaşkanı Isabel Peron’u deviren askerler,
çok geniş bir tutuklama kampanyası
başlattılar. Silahlı ve silahsız sol muhalefetten yüz binlerce kişi tutuklandı.
Beş yüz civarında gizli tutuklama ve
işkence merkezi kuruldu. İnsan hakları
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
örgütlerinin değerlendirmelerine göre,
otuz bin civarında kişi ortadan kayboldu. Beş yüz bin Arjantinli yurtdışına
kaçmak zorunda kaldı.
Darbenin dönemin ABD yönetiminin
bilgisi ve onayı dahilinde yapıldığının
belgeleri 1980’lerde ortaya çıktı. Arjantin ordusu komuta heyetinin, darbe
öncesinden işkenceleri ve tutukluların
yok edilmesini açıkça planladığı da.
Örneğin, darbeden önce, Koramiral
Luis Maria Mendia deniz kuvvetlerinden subaylarla yaptığı hazırlık toplantısında, “Batı ve Hıristiyan ideolojisini
kurtarmak için” deniz subaylarının
işkenceler sırasında sivil giyinmelerini, daha sonra “fiziki olarak yok etme
sistemi dahilinde, şahısların bir ‘Hıristiyan gibi ölmelerini sağlamak için’
uçuş halindeki uçaklardan canlı ve
uyuşturulmuş olarak boşluğa atılmalarını” söylediğini çeşitli tanıklıklar
1983’ten sonra dile getirdi.
Askerlerin kendilerinin “kirli savaş”
olarak tanımladıkları bu “komünist yıkıcılığı toptan yok etme operasyonu”,
silahlı mücadele veren gruplarla sınırlı
bir operasyon değildi. Darbeden sonra,
1977’de yaptığı bir konuşmada, Buenos Aires eyaleti valisi General Iberico SaintJean, “Ulusal Reorganizasyon
Süreci”ni şöyle tarif ediyordu:
“Önce bütün yıkıcı ajanları öldüreceğiz. Sonra onların işbirlikçilerini. Ardından sempatizanlarını. Ondan sonra
sıra tarafsızlara ve sonunda kararsızlara gelecek.” (8)
Yapılanı bundan daha açık tarif etmek
mümkün değil. Videla işte bugün bu
yapılanı Arjantin toplumunu disiplin
altına almak olarak tanımlıyor.
Videla’nın kabul ettiği gibi, Arjantin
ordusu, Arjantin Katolik kilisesinin bir
bölümünün desteğiyle, toplumu zararlı
unsurlardan toptan ve radikal biçimde
temizleme kararı almıştı. O kadar ki,
denize atılmayıp veya cesedi yakılmayıp, toplu mezarlıklara gömülenler
dahi NN koduyla gömülmüşlerdi. NN,
no nato, yani “doğmamış”! Askerler öldürdükleri kişilerin tahayyül ettikleri
ulusal-Katolik Arjantin toplumuna o
kadar aykırı olduğunu düşünüyorlardı
ki, onların bu topraklarda doğmamış
olduklarını ilan ediyorlardı. “Doğmamış” insanların yok edilmeleri bir suç
olamazdı! Aynı zamanda hepsini NN
koduyla gömerek, daha sonra hakkında somut olarak konuşulması mümkün
olmayan çok büyük bir anonim “yok
insan” kitlesi yaratmak istemişlerdi.
(9)
Arjantin ordusu ve polisi, yargı mensuplarının da göz yummasıyla, sadece otuz bin civarında Arjantinli’nin
“kaybolması”na neden olmadı. Katolik
kilisesinin aktif yardımıyla, subversivoların çocuklarına zorla el koyup,
onların dindar ailelerin yanında, iyi
Arjantinliler olarak yetişmesini de
örgütledi. Amaç, sosyalistlerin, komünistlerin, laik liberallerin zararlı
ideolojilerinden arındırılıp, iyi Arjantinli Hıristiyanlar olarak yetişmelerini
sağlamak, böylece onların “ruhlarını
kurtarmaktı.” İşkencelerde, asker ve
polislerin yanında, zaman zaman Katolik rahiplerin de bulunduğu, büyük
bir antikomünist, anti-demokrat ve
anti-Yahudi (Yahudi-Mason komplosu hem Kilise hem orduda yaygın bir
inançtı, bugün dahi ortadan kalktığı
söylenemez) arınma ve temizleme operasyonuydu “Ulusal Reorganizasyon
Süreci”. Operasyon hız kaybederek
1979-1980 yıllarına kadar devam etti.
General Videla görevini 1981’de General Viola’ya devretti. Ardından cunta iki defa daha şef değiştirdi. Hem
ekonomide hem dış politikada giderek
sıkışan cuntanın yeni bir halk desteği kazanmak için başlattığı Malvinas
Adaları Savaşı’nda Arjantin ordusunun hezimete uğraması, askerî cuntanın sonunu hazırladı. 1982 sonunda
serbest seçimlere izin vermek zorunda
kalan cunta üyeleri, 1983’te yönetimi
halkoylamasıyla seçilen yeni başkan
Alfonsin’e devrettikten sonra, 1985’te
yargı önüne çıktılar. Ne var ki Alfonsin yönetimi yakın geçmişle hesaplaşma konusunda temkinliydi. Darbeci
birkaç generalin yargılanmasının yanında, darbe öncesi silahlı mücadeleye
katılmış bazı militanların da yargılanmasıyla bir denge bulmaya çalışıyordu.
1986’da “son nokta” yasası ile, yasanın yayımlanmasını izleyen altmış gün
içinde, 1976-1983 arasında işlenmiş
suçlar için şikayetçi olunmaması halinde ceza soruşturmalarının kendiliğinden düşeceğini ilan ediyordu. 10)
Bunu bir yıl sonra, orduda astların
emirleri yerine getirdikleri için suçlanamayacaklarına dair ikinci bir fiili af
kanunu izledi. Nihayet Alfonsin’in yerine seçilen Menem’in 1989 ve 1990’da
ilan ettiği aflarla geçmişe sünger çekme politikası tamamlandı. (11)
Bu aflara rağmen, ilk olarak 30 Ni-
san 1977’de Buenos Aires’te Mayıs
Meydanı’nda kaybolan çocuklarını
arayan anneler eylemlerine ısrarla devam ettiler. (12)
Anayasa Mahkemesi’nin 2005’te Alfonsin ve Menem’in “dokunulmazlık
yasaları”nı iptal etmesiyle, cunta yönetiminde insanlığa karşı işlenen suçlara
karışmış asker ve sivillerin esas yargılanması 2006’da başladı. İlk ceza alan
General Bussi için Arjantin yargısı,
belli bir siyasal grubu hedef alarak yok
etmek suçunu dikkate alarak, soykırım
eylemi değerlendirmesinde bulundu.
İşlenen suçların, insanlığa karşı işlenmiş suç kategorisinde değerlendirilmesi zaman içinde yaygınlaştı. 2007’den
bugüne kadar yüze yakın ağır hapis ve
ömür boyu hapis cezası verildi. Ayrıca ilk defa 2009’da Victor Brusa adlı
hakimin de insanlığa karşı suç işlemiş olduğuna hükmedilip, 21 yıl hapis
cezasına çarptırılmasının ardından,
askerî diktatörlük döneminde görev
yapmış birçok hakime “devlet terörüyle işbirliği yapma” suçundan dava açıldı. Benzer davalar bazı polisler için de
2006’dan itibaren açılmaya başlandı.
Ama Brecht’in tabiriyle, “O canavarı
doğuran karın hâlâ canlı” idi. Yargıç
Brusa’ya karşı tanıklık yapan ve kendine işkence yapan, tecavüz eden diğer
polislere karşı tanıklık yapmaya devam eden Silvia Suppo, Mart 2010’da
Santa Fe’de atölyesinde yirmi yerinden
bıçaklanmış olarak ölü bulundu. Bu,
Buenos
Aires eyaleti eski polis müdürü Ramon
Camps’ın 2006’da ömür boyu hapis
cezasına çarptırılmasında tanıklığıyla
etkin bir rol oynayan ama tanıklık yaptıktan sonra “kaybolan” (bugüne kadar
cesedi bulunamadı)
Jorge Julio Lopez’den sonra, öldürülen
ikinci tanıktı. Diğer taraftan, işkencelerde bulunduğu için bir Katolik rahip
de hapis cezasına çarptırıldı. Otuz civarında Katolik rahip hakkında yapılan suç duyuruları inceleniyor. “Bebek
çalan” subaylar ve bunları bilerek evlat
edinen ailelere de ceza davaları açıldı.
1983 yılından 2011 sonuna kadar
Arjantin’de, “devlet terörü çerçevesi”
nde insanlığa karşı suç işledikleri gerekçesiyle 266 kişiye ceza verildi, 593
kişi de tutuklu veya hükümlü olarak
hapsedildi. (13)
Arjantin’de bu suçlardan sadece 2011
yılında 193 kişiye karşı yeni dava açıl-
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dı. Toplam olarak 1.200 civarında asker ve polisin yargılanması bekleniyor.
Videla’nın itirafları “Geçmiş geçmişte kaldı, artık yaraları kaşımayalım”
diyenleri kızdırdı. Bu konuda görüşü
sorulan birçok emekli veya muvazzaf subayın kanaati aynı: “O zaman
(yani 1985’te) bunları anlatsaydı, bir
işe yarardı. Arjantin ordusu üzerindeki bu yükten kurtulmaya çalışırken,
bunları şimdi yeniden hatırlatmanın
ne gereği var?” Videla’nın itiraflarının, yargılanması devam eden bir dizi
asker ve sivilin savunmasını çökertecek olmasından duyulan endişe bu
şikâyetlerin satır aralarından seziliyor. Köktenci Katolikler ve aşırı sağ
çevreler ise, Kirschner’in bu sorunları
“kaşıması”nın nedeninin, toplumun
dikkatini Arjantin’in esas sorunlarından başka yerlere çekmek olduğunu
söylüyorlar. Bu da bugün Türkiye’de
de yer yer duyduğumuz ve çoğu zaman
kabul gören bir görüş. Halbuki kendine insanlık ve medeniyet atfeden bir
toplumun, böyle bir barbarlığın kendi
bağrından çıkmış olmasından daha
esas başka ne sorunu olabilir? Bütün
bu mızırdanmalara, eleştirilere, “esas
sorunları çözelim” çağrılarına kulak
asmayan,
İspanya’daki hakim Baltasar Garzon’un
açtığı yoldan giden yeni kuşak Arjantin hakim ve savcıları, Arjantin’in bu
insanlık dışı tarihiyle yüzleşirken,
darbe öncesi sorumlular hakkında da
asker ve sivil farkı gözetmeden soruşturmalar başlatmaktan geri kalmıyorlar.
Arjantinli diktatör general Videla’nın
itirafları vesilesiyle yaptığımız bu Arjantin yakın tarihi hatırlatması, insana
Türkiye’nin o kadar da kendine özgü
bir ülke ve toplum olmadığını gösteriyor. Militarizm, milliyetçilik ve bağnazlığın (dinsel ya da ideolojik) karışımından doğan bu ucubenin, “bizim
topraklarımızda ve bizim medeniyetimizde yeri yoktur” demek zor. Gene de
arada bir fark var.
Türkiye’de askerî cunta ve kirli savaş
pratiklerini tasarlamış ve uygulamış
olanların arasından
Videla’nın yerli versiyonlarından biri
çıkıp, yaptığına “Yaptım” deyip, işkencelerin, insan öldürmelerin, cesetleri yok etmenin, bebeklere zorla
el koymanın yüce bir dava açısından
meşru ve gerekli olduğunu açık açık
söyleme kararlılığını göstermedi. Belki bu cesaret veya inançlılığa sahip
değillerdi. Arjantin’de Mayıs Meydanı
Anneleri’nin bir kısmı da bu itirafların yayımlanmasını, mağdurların anısının bir kez daha çiğnenmesi olarak
değerlendirip, eleştirdiler. Halbuki
Videla’nın itirafları, insanlığın insani
olmayan yüzüyle yüzleşebilmemiz için
son derece değerli bir belge. Arjantin
şimdi gerçekten tarihinin ve toplumunun gayrı insani yüzüyle yüzleşmeye
başlayacak. Darısı başımıza...
Ahmet İnsel, Birikim Dergisi, Mayıs
2012, Sayı: 277.
___________
(7) 19. yüzyılda Hıristiyanlığın toplumda çok güçlü ve yaygın olmadığı
Arjantin’de, Katolik kilisesi toplumu
“yeniden Katolikleştirmek” için bir
yandan milli bir Katoliklik geleneği
icat ederken, diğer taraftan devlet gücüyle toplumu dönüştürmek/dindarlaştırmak için önce ordunun Katolikleşmesine önem vermişti, bkz. Loris
Zanatta, “Argentine, 1976: généalagie
de la repression. Une perspective historique de l’idée de Nation au sein de
l’Armée et de l’Eglise”, Histoire et
Sociétés d’Amérique Latine, sayı:7,
L’Harmattan-Paris, 1998.
(1) Ceferino Reato, Disposicion Final,
la confesion de Videla los desaparecidos, Editorial Sudamericana, Buenos
Aires, 2012.
(8) I. Barki, Pour ces yeux-là. La face
cachée du drame argentin. Les enfants
disparus, Paris, La Découverte, 1988,
s. 70.
(2) 2005’te Arjantin Anayasa Mahkemesi 1985 ve 1987 af yasalarını iptal
etmesinden sonra, yeniden yargılanma
mümkün oldu. Bunların çok küçük bir
bölümü ilk kez 1983 sonrası yargılanmıştı. 2007’den bugüne kadar yüze
yakın ağır hapis ve ömür boyu hapis
cezası verildi.
(9) Martine Déotte, “L’effacement des
traces, la mère, le politique”, SocioAnthropologie, sayı: 12, 2002.
(3) Franco, 1975 Eylül’ünde, ölüm döşeğindeyken, bir ETA ve üç FRAP
(Frente Revolucionario Antifascista
y Patriota) militanının ölüm cezasını
onaylamış ve cezalar on gün sonra infaz edilmişti. Bu ölüm cezalarına karşı
hem İspanya’da hem İspanya dışında
çok geniş bir tepki oluşmasına rağmen infazlar engellenememişti. Bunlar
İspanya’da infaz edilen son ölüm cezalarıdır.
(4) 1955’te önce Papa’nın Arjantin
Cumhurbaşkanı Peron’u aforoz etmesi,
ardından Hava Kuvvetleri’nden uçakların Peron’un düzenlediği bir mitingi
bombalaması (364 ölü) ve yıl sonunda
ordunun yönetime el koymasıyla başlayan askerî diktatörlük dönemi, 1973’e
kadar devam etmişti.
(5) Darbeden bir yıl önce Isabel
Peron’un başkanlığında Arjantin hükümetinin yayımladığı kararnamelerle, orduya “yıkıcı güçleri yok etme”
yetkisi verilmiş ve “kirli savaş” fiilen
başlamıştı.
(6) 1975’te kısa bir süre Isabel Peron’un
yerine vekâleten başkanlık yapan Peronist siyasetçi.
(10) “Bebek çalma” suçları bu yasanın
dışında bırakıldı.
(11) Alfonsin ve Menem’i art arda af
kanunları çıkartmaya zorlayan, 19871990 arasında orduda dört isyanın çıkması ve özellikle 1990 isyanında darbenin başarılı olmasına ramak kalması
olmuştu.
(12) Bugüne kadar 11.000 “kaybolmuş”
kişinin cesedi teşhis edilebildi. Mayıs
Meydanı Anneleri Hareketi 1986’da
ikiye ayrıldı.
(13) Pagina 12, 24 Aralık 2011.
Kaynak:
http://www.sesonline.net
kızılbaş - sayfa 25- sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BASINA VE KAMUOYUNA
12.Ağır Ceza Mahkemesi’’nde sürmekte olan 12 Eylül darbecilerinin
yargılandığı mahkemeye gelen belge
eklerinden faydalanılarak bir işkence
listesi hazırlanmıştır.
Genelkurmay Başkanlığının tozlu
raflarında 30 yıldır bekleyen bu belgelerin bir kısmının mahkemeye gönderilmesi bir dönemin karanlık yüzünü
ortaya çıkarmaya yetmiştir.
Devlet, bu belgelerle kendisini ve darbecileri aklamaya çalışmaktadır.
Mahkemeye gönderilen özenle seçilmiş ve sistematik işkence olmadığını,
işkencenin ”münferit” olduğunu, işkence yapanların da yargılandığını ispat etmeye çalışan evraklar bütünüdür.
12 Eylülde işkenceye “sıfır tolerans”
diyorlardı, bugünde “sıfır tolerans”
diyorlar. Böylece işkenceye ve kötü
muameleye “sıfır tolerans” mantığının
kökenlerinin 12 Eylüle kadar uzandığını, sıfır toleransçıların 12 Eylül
işkencecilerini nasıl koruduklarını da
rahatça görebiliriz.
Tıpkı dün ve bu gün olduğu gibi...
Dün; Cuntacı ‘’Kurucu İrade’’ işkencecilerini bakan, milletvekili, vali,
kaymakam, emniyet müdürü, ya da
başka ülkelere Türkiye adına yetkilendirerek ödüllendirdi..
Bugün; sistem sürdürücüleri bunları
hala ödüllendirmeye devam ediyor...
12 Eylül döneminde ülkenin her
karakolu, her cezaevi, her emniyeti,
her askeri üssü hatta her köyü, her
kasabası dağı, taşı yani ülkenin her
köşesi işkence merkezine dönüştürüldü. Buralardan yükselen çığlıkları
kimseler duymadı. Duyanlar da kulaklarını kapadılar. İşkence görenlerden
şikâyetçi olanların ısrarlı çabaları ile
gördüğü işkenceleri tutanaklara geçirtebilenler tarihe not düştüler. Şimdi
biz “GİZLİ”,”İVEDİ””KİŞİYE ÖZEL”
ibareli, “okunduktan sonra imhası
takdirinize arz” dipnotlu o notları paylaşıyoruz. O notlarda işkencede ölen
bir devrimcinin ölümüne nasıl kılıf
hazırlandığını; işkencecilerin cunta
mahkemelerinde nasıl beraat ettiğini,
nasıl kovuşturmaya yer olmadığı kararlarının verildiğini; Mızrağın çuvala
sığmadığı anlarda ceza alan işkencecilerin nasıl görevlerine devam ettiğini,
daha sonra nasıl devletin üst kademelerine yükseldiğini; Hatta bu belgeler
arasında mahkemelere ulaşmayan
ifadeleri göreceğiz.
Diyarbakır’da, Van’da Muş’ta,
Hakkâri’de, Adana’da, Manisa’da,
Uşak’ta köylülere zulmeden askeri
birliklerde ki zalimlerin hiç birinin
adı zikredilmemiş. Yapılan şikâyetlere
ve başvurulara “böyle bir olay varit
değildir” şeklinde rapor düzenlenmiştir. İşkencede ölenler ya intihar etti
denilerek, ya kalp yetmezliğinden, ya
dolaşım bozukluğundan, ya da doğal
ölüm şeklinde gösterilmiş ve işkence
gizlenmeye çalışılmıştır. Hazırlanan
doktor raporlarında işkence görmesinde, hücreye atılmasında bir sakınca
olmadığı belirtilmektedir. Ölüm nedenleri işkencecilerin istediği şekilde
rapora dönüştürülmüş bazı doktorlarla
işkenceciler ortak çalışmıştır. Eğer bu
dava bu belgelere dayanarak sürerse
olayları darbecilerin gözüyle görmüş
olur, darbecileri aklamanın zemini
yaratmış olurlar.
İşkence insanlığa karşı işlenen en
büyük suçtur. Bu suçun zaman aşımı,
unutulması, bağışlanması olmaz. Bu
suçla hesaplaşmak, hesap sormak
gerekir. Bugün bir ilimizde Emniyet
müdürü olan, bir ilimizde Vali olan,
milletvekili olan, bakan olan, general
olan, ya da evinde iyi bir aile babası
olan, ya da tonton bir dede olan kişinin
dün binlerce kişiyi vahşi işkencelerden
geçiren bir işkenceci olduğunu haykırmak bizim görevimizdir.
12 Eylülle hesaplaşmak; 12 Eylülün
tüm kurum ve kuruluşları ile işkencecileri ile adaleti, yargısı ile eğitimi,
sağlığı ile üretimi, örgütlenmesi ile
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hesaplaşmaktır. Darbe rejimi kendisini
yeniden üretecek bir sistem kurmuştur.
Bu sistemi yerle bir etmedikçe gerçek
bir hesaplaşma olmaz.
Bu çalışma işkenceciler için bir
başlangıç çalışmasıdır. İşkencecilerin
gözünün içine bakarak diyoruz ki;
İşkenceci ayağa kalk;
İnsanlığa, halklara ve demokrasiye
karşı suçlusun.
Seni mahkûm ediyoruz.
Hesap ver.
DEVRİMCİ
78 LİLER FEDERASYONU
Liste 1
İŞKENCECİNİN ADI-SOYADI İŞKENCECİNİN RÜTBESİ-ÜNVANIGÖREVİ İŞKENCECİNİN BÖLGESİ
İŞKENCE YAPILAN MAĞDUR KİŞİ
1- KENAN EVREN ORGENERAL
GENEL. K. BŞK. CUMHURBAŞKANI
2- NURETTİN ERSİN ORGENERAL
MİLLİ GÜV. KUR. ÜYESİ
3- TAHSİN ŞAHİNKAYA ORGENERAL MİLLİ GÜV. KUR. ÜYESİ
4- NEJAT TÜMER ORGENERAL
MİLLİ GÜV. KUR. ÜYESİ
5- SEDAT CELASUN ORGENERAL
MİLLİ GÜV. KUR. ÜYESİ
6- NECDET ÜRUĞ ORGENERAL
7- NECİP TORUMTAY ORGENERAL
8- HAYDAR SALTIK ORGENERAL
MGK GENEL SEKRETERİ
9- NECDET ÖZTORUN ORGENERAL 10- KEMAL YAMAK ORGENERAL
11- HALİL SÖZER ORGENERAL
HAV. KUV. KUMUTANI
12- CEMİL ÇULHA ORGENERAL
HAV. KUV. KUMUTANI
13- SAFTER NECİOĞLU ORGENERAL HAV. KUV. KUMUTANI
14- ZAHİT ATAKAN ORAMİRAL
DENİZ KUV. KOMUTANI
15- EMİN GÖKSAN ORAMİRAL
DENİZ KUV. KOMUTANI
16- ORHAN KARABULUT ORAMİRAL DENİZ KUV. KOMUTANI
17- FİKRET OKTAY ORGENERAL
JAND. GENEL. KOMUT.
18- MEHMET BUYRUK ORGENERAL JAND. GENEL. KOMUT.
19- ADNAN DOĞU ORGENERAL
JAND. GENEL. KOMUT.
20- BURHANETTİN BİGALI ORGE-
NERAL JAND. GENEL. KOMUT.
Ceza evlerinde ki baskıdan ve SERDARIN SOYERGİN' nin idamından
sorumlu
21- RECEP ERGUN ORGENERAL
ORDU KOMUTANLARI
22- DOĞAN GÜREŞ ORGENERAL
ORDU KOMUTANLARI
23- BEDRETTİN DEMİREL ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
24- SELAHATTİN DEMİRCİOĞLU
ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
25- SABRİ YİRMİBEŞOĞLU ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
26- HÜSNÜ ÇELENKLER ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
27- İ. HAKKI AKANSEL ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
28- SÜREYYA YÜKSELORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
29- SEDAT GÜNERAL ORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
30- RAGIP ULUĞBAY ORGENERAL
ORDU KOMUTANLARI
31- KAYA YAZGAN ORGENERAL
ORDU KOMUTANLARI
Kürt Halkına ve Diyarbakır Cezaevinde yapılan işkence ve katliamdan
sorumlusu
32- NEVZAT BÖLÜGİRAY KORGENERALORDU KOMUTANLARI
33- HAKKI KAYA KORGENERAL
ORDU KOMUTANLARI
34- BÜLENT TÜRKER KORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
35- HAYRİ ÜNAL KORGENERAL
ORDU KOMUTANLARI
36- AŞİR ÖZERER KORGENERAL
ORDU KOMUTANLARI
37- İ. HAKKI KARADAYI KORGENERAL ORDU KOMUTANLARI
38- NAZIM POZAN KORGENERAL
ORDU KOMUTANLARI
BAZI MİT GÖREVLİLERİ VE
MUHBİRLERİ
39- DOĞAN SOLMA
40- M. ALİ KAŞIKÇILAR
41- SÜLEYMAN YENİLMEZ
42- VELİ ÖZATMAN
43- SEÇKİN AYNA
44- AİZ ÇEVRİMEN
45- KEMAL TATAR
46- SERDAR ÖZENÇ 47- BİLAL KUMKENT 48- NİYAZİ OKTUNA 49- HALİFİ ASKARAN 50- MUSTAFA POYRAZ
51- AHMET ŞENDUL 52- BÜLENT ÖZTÜRKMEN
12 EYLÜL'ÜN FAŞİST VALİLERİ
53- NEVZAT AYAZ VALİ İSTANBUL, İZMİR
54- VECDİ GÖNÜL VALİ ANKARA, İZMİR
55- SAFET A. BEDÜK VALİ ANKARA 56- HAYRİ KOZAKÇIOĞLU VALİ
ADANA. OLAĞAN HAL BÖL.
VAL.
57- KENAN GÜVEN VALİ TUNCELİ
58- CENGİZ BULUT VALİ TUNCELİ
59- REŞAT AKKAYA VALİ
ORDU VALİSİ TURKEŞE'e
rapor yazan ve Fatsa "Nokta
Operasyonu"nun düzenleyicisi
60- RECEP YAZICIOĞLU VALİ
TOKAT 61- TEVFİK BAŞAKAR VALİ ZONGULDAK
MHP Davası Sanıklarından
EMNİYET GENEL MÜDÜRLERİ,
EMNİYET MÜDÜRLERİ, ŞUBE
MÜDÜRLERİ, İŞKENCECİ POLİSLER VE ORDU MENSUPLARI
62- FAHRİ GÖRGÜLÜ EM. GENEL
MÜDÜRÜ
63- SABAHATTİN ÇAKMAKOĞLU
EM. GENEL MÜDÜRÜ 64- ÜLKÜ MERT TER. MÜC. HAR.
DAR. BAŞK
65- NECATİ ALTUNTAŞ İST. ÇEV.
KUV. ŞB. MÜD. 66- HÜSEYİN ÇAPKIN EM. GN.
MD. SİYSİ SORUM
67- ŞÜKRÜ BALCI İSTANBUL EM.
MÜD. YOLDAŞLARIMIZIN VE BİR
ÇOK DEVRİMCİNİN KATLİNDEN
DOĞRUDAN SORUMLU
68- ÜNAL ERKAN ANKARA,
EDİRNE VAL VE İSTANBUL EM.
MÜD. 69- MÜMTAZ BAYKALİST. EM.
MÜD. YARD. 70- İSMAİL TAŞKAFA 71- ZİVER ÖKTE
72- LÜTFÜ TOMUŞ İZMİR, BURSA EM. MÜD.-İST. SİY. ŞB MÜD.
İŞKENCEDEN SORUMULU
73- AHMET KARAKURT
İZMİR EM. MÜD
74- AHMET ATEŞLİ İST. EM.
AMİRİ MUSTAFA IŞIK VE BİR
ÇOK DEVRİNCİNİN KATLİNDEN
SORUMLU
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
75- HAMDİ ARDALI İZMİR EM.
MÜD. YARD. İSTANBUL EM. MÜD.
76- UĞUR GÜRİZMİR EM. MÜD.
YARD. İSTANBULDA BİR ÇOK
DEVRİMCİNİN KATİLİ
77- ALİ AKAN ANKARA. EM.
MÜD DAL GRUBU SORUMLUSU
78- AZMİ DERİN ANKARA 1. ŞB.
MÜD DAL GRUBU SORUMLUSU
79- MEHMET AĞAR İSTANBUL 1.
ŞB. MÜD. ANKARA EM. MÜD. 80- HASAN ERYILMAZA NKARA
1. ŞB. MÜD
81- ATİLLA AKSOY ANKARA EM.
MÜD. YARD. 82- CEVDET SARAL ANKARA 1.
ŞB. MÜD DAL GRUBU SORUMLUSU
83- BARBAROS H. AYDIN ANKARA EM. MÜD. YARD. 84- ZEYNEL A. AKSOYORDU EM.
MÜD. 85- KEMAL ÇELEBİ ERZİNCAN
EM. MÜD.
86- CELAL ŞİRİNTERLİKÇİ TUNCELİ EM. MÜD.
87-ÖMER İLERİ ÇORUM EM. MÜD.
88- ŞÜKRÜ YETİMOĞLU HATAY
EM. MÜD.
89- ALİ SAKALLI KÜTAHYA EM.
MÜD 90- EROL İZET KESECİGAZİANTEP EM. MÜD. 91- M. ALİ ÖZEN İZMİT EM. MÜD.
92- ŞERAFETTİN GÖKÇEÖREN
EDİRNE EM. MÜD.
93- BOLAT BOLALOĞLU ANTALYA EM. MÜD. 94- İLHAN LOSTAR TRABZON EM.
MÜD. 95- FAHRETTİN SÖKMENLER
KOCAELLİ EM. MÜD. 96- EROL İNCEBİLECİK EM. MÜD.
97- ABDULLAH SELVİ TEKİRDAĞ
EM. MÜD.
98- MİTHAT ŞAHİN AFYON EM.
MÜD. 99- KEMAL TACİROĞLU ESKİŞEHİR EM. MÜD. 100- ORHAN KAYNAMAZ ESKİŞEHİR EM. MÜD. YRD. 101- HALİL BOZDOĞAN ESKİŞEHİR EM. MÜD. YRD. 102- TURAN KOZAN MANİSA EM.
MÜD. 103- MEHMET CANSEVEN ELAZIĞ
EM. MÜD
104- ASAF ÇALIŞKAN YOZGAT
EM. MÜD
105- GÜLTEKİN DEMİR MUĞLA,
ADANA EM. MÜD.
106- AYDIN GENÇ MARDİN EM.
MÜD. 107- ZEKİ ÖTER EM. GEN. MÜD.
MUAVİNİ
108- YAŞAR GÖKIŞIK KAYSERİ
EM. MÜD. YARD.
109- MUSTAFA TAŞKAFA EDİRNE
EM. MÜD. VE İST. ÇEVİK KUV.
MÜD. 110- EĞTUĞRUL OĞANEM. GEN.
MÜD. DAİRE. BŞ
111- MUSTAFA TEKELİEM. GENEL. MUAVİN 112- ALİ DERE EM. GEN. MÜD.
DAİRE. BŞ
113- HALİT KARABULUT EM.
GEN. MÜD. DAİRE. BŞ 114- ERDEM YURT SEVEN EM. GENEL MÜDR. YETKİLİ 115- BEYHAN ERTÜRK İST. DAİRE
BAŞK. 116- OSMAN GÜVENİR 117- UMİT ERDAL AS. SORM. EM.
GENEL. MÜD. YARD. 118- TUNCER MERİÇ KAÇAKCILIK
VE. İST. DAİRE BŞ
119- METİN AKSOY İZMİR EM.
MÜD. YARD.- İSTANBUL' DA MÜF.
120-MUSTAFA YİĞİT TEFTİŞ KUR.
BŞ, İSTANBUL EM. MÜD.
121- OKTAY ENGİN APK UZMANI
122- ÜMİT ESMER
123- EDİP BULUT
124- ALPASLAN BİLGİNER
125- RAŞİT YILMAZ 126- MEHMET AKSU EM. GEN.
MÜD. DAİRE. BŞ
127- YÜKSEL TUNCERFOLORYA
POLİS OK. MÜD
128- HALİL BAHÇEKAPILI
MÜFETTİŞ
129- RIFAT ÖZBİRGÜL
130- NURİ ESİRGENEM. GENEL.
MÜD. DAİRE. BŞK
131- GÜVEN ŞAHİN İSTANBUL
EM. MÜD. YARD.
132- LÜTFÜ LÖK
133- ORHAN ACAR ANKARA EM.
MÜD. YARD. 134- MEHMET KAYTAN KARS 1.
ŞB MÜD
135- MUSTAFA ÖZER KARS SİYASİ. ŞB. SORGU AMİRİ 136- ALTAY POLAT ANKARA SİYASİ ŞB. MÜD. 137- MUSTAFA KULALAR
138- MUSTAFA ATAK 139- AYDIN GÜNEY
140- FAHRETTİN METİN KAÇAKCILIK VE. İST. DAİRE SİLAH VE
MÜHİMMAT ŞB. MÜD. 141- HALİL SULTAR KAÇAKÇILIK
VE İST. DAİRE ŞB. MÜD. 142- HALUK GÖZEN İSTANBUL
EMİNÖNÜ EM. AMİRİ 143- ORAL ÇIĞADANA 1. ŞB.
MÜD. 144- NİHAT ÜLKE KULEMNİYET
MÜFETTİŞİ
145- CEMAL ERSOY KOMİSER
MUAVİNİ
146- TAYYAR SEVER 1. ŞB. MÜD.
147- METİN GÜNAY 1. ŞB. MÜD.
148- METE ALTAN 1. ŞB.ESKİ.
MÜD. K. GRUBU ŞEFİ, TERÖRLE
MUC. DAİRESİ BŞ. İŞKENCE VE
KATLİAMLARIYLA"HAK ETTİĞİ ÖDÜLÜ" ARKADAŞLARIM
YARGILANIRKEN "BEN ÖDÜL
ALAMAM" DİYEREK RED EDEN
İŞKENCECİ, FAŞİST
149- VEDAT CEM 1. ŞB. MÜD.
YARD. 150- FERRUH TOP 1. ŞB KOMİSER
MUAVİNİ YOLDAŞLARIMIZIN İŞKENCE VE KURŞUNA DİZİLEREK
KATLEDİLMELERİNDEN SORUMLU İŞKENCECİLERDEN
151- MEHMET ÖZTURHAN 152- İSMAİL DOLUNAY
153- METE BOZBORA 1. ŞB. KISIM
AMİRİ 154- ASIM BEKAROĞLU 1. ŞB. BAŞ
KOMİSER
155- İBRAHİM BAYKARA 1. ŞB.
KOMİSER
156- ŞAKİR ÖÇAL 1. ŞB. POLİS 157- SABAHATTİN PERÇİN
158- SEDAT BULUÇ
159- EROL PORTAKAL 160- CANER AKYOL 161- MUHANNET AYKUT
162- HAYRETTİN ÇAKI 163- CELAL ASLAN
164- AHMET ERKAN 1. ŞB. POLİS
165- SEYFETTİN KOD ADI; ÇEKİRGE
166- NURETTİN KOD ADI; PEŞKİR
167- BİDAT YILDIZ
168- İLHAN ÖZGÜL
169- RAMAZAN ÖZKAPLAN
POLİS İSTANBUL 2. ŞB İŞKENCECİ
170- ERDOĞAN TOPÇUPOLİS
İSTANBUL 2. ŞB İŞKENCECİ
171- MEHMET ÖZTARHAN POLİS
İSTANBUL 2. ŞB İŞKENCECİ
172- HASAN UÇAR EKİPLER
AMİRİ FATİH EM. AMİRLİĞİ
İŞKENCECİ
173- ALİ ÇOŞKUN POLİS FATİH
EM. AMİRLİĞİ İŞKENCECİ
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
174- VURAL KURT POLİS
FATİH EM. AMİRLİĞİ İŞKENCECİ
175- HASAN ÖZKOMİSER İST. ÜMRANİYE KAR. İŞKENCECİ
176- SERVET ÖZAKANPOLİS İST.
ÜMRANİYE KAR. İŞKENCECİ
177- ÜLKÜ MET EMNİYET AMİRİ
ANKARA DAL GRUBU OPRS, SORGU GRUP AM. BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN,
ADİL YILMAZ, METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN DOKUYUCU'NUN
İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ
178- KEMAL YAZICIOĞLU BAŞ
KOMİSER ANKARA DAL GRUBU
OPRS, SORGU GRUP AM. BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN
ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
179- HÜSEYİN KARABULUT
BAŞ KOMİSER ANKARA DAL
GRUBU OPRS, SORGU GRUP AM.
BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN
ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
180- BAHAR ÖZTÜRK BAŞ KOMİSER SORGU TİMLERİ AMİRİ
BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN
ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
181- ALİ ÇAKIRKOMİSER MUAVİNİ BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
182- AYDIN KAPICI
BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
183- CAN BAŞER
BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
184- FERRUH CANKUŞ BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
185- HASAN YAŞAR
BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
186- MEHMET ASLAN BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
187- TUNCAY YAĞMUR
BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
188- ÖKKEŞ ŞANLI KOMSER BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
189- OSMAN AK
BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
190- MUZAFFER ÖZBAŞ
KOMSER BEHÇET DİNLERER,
ZEYNEL ABİDİN CEYLAN, ADİL
YILMAZ, METİN SARP BULUT,
HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ
ŞAHİN DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ
191- İBRAHİM DEDEOĞLU
BEHÇET DİNLERER, ZEYNEL
ABİDİN CEYLAN, ADİL YILMAZ,
METİN SARP BULUT, HASAN ASKER ÖZMEN, SATILMIŞ ŞAHİN
DOKUYUCU'NUN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLMESİ
İŞKENCECİ POLİS MEMURLARI
192- ABDULKADİR KİRİŞÇİ POLİS
193- ARİF DEMİR POLİS
194- ALİ RIZA YILMAZ POLİS 195- ALİ TÜRÜDÜ POLİS
196- CELAL ÇOBAN POLİS
197- ABDURRAHMAN ÖZCAN
POLİS 198- AHMET BAY POLİS
199- ADEM BARUT POLİS
200- BEKİR KIR POLİS 201- BİLAL YENİÇERİ POLİS 202- CELAL SANDAL 203- CEVDET YAZICI POLİS
204- ERCAN FIRAT POLİS
205- FUAT KARAKARTAL POLİS
206- KAZIM KARABULUT POLİS
207- MUZAFFER PAÇACI POLİS
208- MUSTAFA DİNÇ POLİS
209- M. SAİT ÖZER POLİS
210- MUSTAFA ÇOBANPOLİS 211- MUSTAFA ÖNAYAR POLİS 212- MUZAFFER ALTINTAŞ POLİS
213- MUSTAFA ÖZCİHAN POLİS
214- NECDET ALGÜL POLİS
215- NİHAT TÜMAKINPOLİS 216- SİRAÇ KAYATURAN POLİS
217- SADRETTİN ERGÜN POLİS
218- YUSUF GÖKALP POLİS 219- BİLAL SAY POLİS 220- ÇETİN ÇATAL POLİS 221- EKREM BAGANA POLİS 222- İHSAN SAYIM POLİS
223- KEMAL GÜLGEÇLİ POLİS 224- M. ALİ DEMİR POLİS
225- MUSTAFA ALTINTAŞ POLİS
226- MUSTAFA UNCULAR POLİS
227- MURAT DOĞAN POLİS
228- MUSTAFA SEDA POLİS
229- MENDERES BİLGİLİ POLİS
230- NİZAM ŞEREF POLİS
231- OSMAN CEYLAN POLİS 232- ŞEHMİSTAN ÇELİK POLİS 233- TURAN ÖZTÜRK POLİS 234- ZİYA ÖZDEMİR POLİS
235- DAVUT BUCAK POLİS
236- FARUK DARENDELİ POLİS
237- FAHRETTİN İLGİN POLİS 238- KENAN AVCI POLİS
239- MEHMET GÜNEY POLİS 240- MUSTAFA UĞUR POLİS 241- MESUT SAKAAYAR POLİS
242- MUSTAFA BAYIR POLİS 243- MUZAFFER ÇATAK POLİS
244- NAZİF MALKOÇ POLİS 245- NURİ ONAT POLİS
246- RECEP UZUNTAŞ POLİS 247- SELÇUK ALPASLAN POLİS
248- ALİ ULUÇPOLİS 249- AHMET CİHAN POLİS
250- AYHAN EROL POLİS
251- ERDAL ÇAYLAK POLİS
252- GALİP GELAL POLİS
253- HIDIR ACAR POLİS
254- KEMAL ALTINGANYAN
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
POLİS 255- NURETTİN OĞHAN POLİS
256- ŞABAN DAĞHAN POLİS 257- ZEKİ YANILMAZ POLİS 258- DOĞAN KAYA POLİS
259- FEVZİ AKDOĞANPOLİS 260- HASAN ŞAHİN POLİS
261- HİLMİ BABACAN POLİS 262- MUSTAFA ÇELİKOL POLİS
263- NACİ POLAT POLİS
264- SÜLEYMAN ADAŞ POLİS 265- ATİLLA ERDEM POLİS
266- CUMA ASLENER POLİS 267- FİKRET TOPAL POLİS
268- HASAN ÖZBİNAY POLİS 269- İSMET TUNCAYLIPOLİS 270- NAİL ATALAY POLİS
271- YUSUF TÜRKYILMAZ POLİS
272- İLHAN LOKUMCUPOLİS
ANKARA
2. ŞUBE 1. KISIM VE DİĞER
ŞUBELERDEN İŞKENCECİLER
273- BAHTİYAR ÇANGIR BAŞ KOMİSER ANKARA 2. ŞB 1.KISIM
274- ALİ ŞİMŞEK KOMİSER ANKARA 2. ŞB 1. KISIM
275- ABDULGANİ YILDIRIM POLİS ANKARA 2. ŞB 1. KISIM
276- FİKRİ ÖZSAYIN POLİS ANKARA 2. ŞB 1. KISIM
277- MUHLİS YILMAZ BAŞ KOMİSER ANKARA 2. ŞB 1. KISIM
278- SELAHATTİN KARAÇOR
KOMİSER MUAVİNİ ANKARA 2.
ŞB 1. KISIM
279- KEMAL AYDINPO LİSANK
ARA 2. ŞB 1. KISIM
280- ŞÜKRÜ BALCI EMNİYET MÜDÜRÜ AHMET KARLANGIÇ'IN
İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİ
281- AHABATTİN TÜRK KOMİSER
1. ŞUBE AHMET KARLANGIÇ'IN
İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİ
282- AHMET GÖK POLİS 1. ŞUBE
AHMET KARLANGIÇ'IN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİ İZMİR
EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
283- SÜLEYMAN TÜTÜNBAKAN
POLİSÖMER AYDOĞMUŞ, KATLİNDEN SORUMLU İŞKENCECİ
284- AHMET SAMİM YETER KOMİSER ÖMER AYDOĞMUŞ, KATLİNDEN SORUMLU İŞKENCECİ
İSTANBUL EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
285- AHMET ATEŞLİ 2.ŞUBE ŞEFİ
İSTANBUL 2. ŞB. 1. KISIM 771 NOLU EKİP MUSTAFA IŞIK'IN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
286- İLYAS KILIÇ KOMİSER MU-
AVİNİ İSTANBUL 2. ŞB. 1. KISIM
771 NOLU EKİP MUSTAFA IŞIK'IN
KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
287- ALAADİN AÇAN POLİS İSTANBUL 2. ŞB. 1. KISIM 771 NOLU
EKİP MUSTAFA IŞIK'IN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU KARS
EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
288- MEHMET BİNGÖLPOLİS
KARS EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL
SÜTÜN KATLEDİLMESİ
289- MUSTAFA BOZ POLİS KARS
EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMESİ
290- HAMDİ BALCI POLİS KARS
EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMESİ
291- MUSTAFA BELGE POLİ KARS
EM. AMİRLİĞİ ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMSİ
292- OSMAN KAHRAMANOĞLU
POLİS KARS EM. AMİRLİĞİ
ŞAH İSMAİL SÜTÜN KATLEDİLMESİ ANKARA - İSTANBUL EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
293- AHMET CİVAN POLİS ANKARA EMNİYETİ TÜLAY GÜNDAYA
İŞKENCE YAPMAKTAN YARGILANDI
294- ÜLFET ŞEKER POLİS ANKARA EMNİYETİ TÜLAY GÜNDAYA
İŞKENCE YAPMAKTAN YARGILANDI
295- HAYDAR ÖZDEMİR POLİS
ANKARA EMNİYETİ TÜLAY
GÜNDAYA İŞKENCE YAPMAKTAN YARGILANDI
296- NACİ POLAT POLİS ANKARA EMNİYETİ TÜLAY GÜNDAYA
İŞKENCE YAPMAKTAN YARGILANDI
297- ÜMİT BAĞBEK KOMİSER ANKARA EMNİYETİ MUSTAFA ASIM
HAYRULLAHOĞLU'NUN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
298- MEHMET YETİŞ KOMİSER
MUAVİNİ ANKARA EMNİYETİ
MUSTAFA ASIM HAYRULLAHOĞLU' NUN KATLEDİLMESİNDEN
SORUMLU
299- RAHMİ KAYA POLİS
İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI
ERDOĞAN'NIN İŞKENCEYLE
KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
300- EKREM YİĞİT POLİS İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI ERDOĞAN'
NIN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
301- ERDOĞAN OĞUZ POLİS
İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI
ERDOĞAN'NIN İŞKENCEYLE
KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
302- CABİR SUBAŞI POLİS İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI ERDOĞAN'
NIN İŞKENCEYLE KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
303-İBRAHİM YILDIRIM POLİS
İSTANBUL 1. ŞB H. HAKKI
ERDOĞAN'NIN İŞKENCEYLE
KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
304- MEHMET TAŞDEMİR KOMİSER MUAVİNİ İSTANBUL 1. ŞB
HASAN BAYRA'A İŞKENCE YAPARAK SAKAT KALMASINA NEDEN
OLAN KİŞİ
305- NEVZAT BAŞOĞLU POLİS
İSTANBUL 1. ŞB HASAN BAYRA'A
İŞKENCE YAPARAK SAKAT
KALMASINA NEDEN OLAN KİŞİ
BİNGÖL EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
306- ALİ ŞAHİN YÜZBAŞI ÖĞRETMEN SIDDIK BİNGÖL'ÜN
İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜKTEN
SONRA KURŞUNA DİZMEKTEN
SORUMLU SUBAY
307- ÜMİT EROL ÜSTEĞMEN
ÖĞRETMEN SIDDIK BİNGÖL'ÜN
İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜKTEN
SONRA KURŞUNA DİZMEKTEN
SORUMLU SUBAY
308- İBRAHİM YILDIZ GÖRÜR
ASTSUBAY ÖĞRETMEN SIDDIK
BİNGÖL'ÜN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜKTEN SONRA KURŞUNA
DİZMEKTEN SORUMLU SUBAY
309- MEHMET ACAR ÖĞRETMEN
SIDDIK BİNGÖL'ÜN İŞKENCEYLE
ÖLDÜRÜLDÜKTEN SONRA KURŞUNA DİZMEKTEN SORUMLU
SUBAYKAHRAMANMARAŞ EMNİYETİNDEN İŞKENCECİ POLİS
SEDAT CANERİN İTİRAF ETTİĞİ
İŞKENCECİLER
310- NEVZAT BEKAROĞLU KURMAY BAŞKANI K. MARAŞ SIKIYÖNETİM BAŞKANI
311- ABDUL KADİR GÖKTANCAR
MİT K. MARAŞ MİT BÖL. SOR.
312- NECDET KANDALAT POLİS
K. MARAŞ SİY. ŞB. MÜD.
313- TAHİR CADDELİ POLİS K.
MARAŞ 2. ŞB. MÜD.
314- HÜSEYİN GÜLERSÖNMEZ
BAŞ KOMİSER 315- OSMAN ÇEÇEN KOMİSER 316- ÖZDEN KURU KOMİSER MUAVİNİ 317- İRFAN YÜZBAŞI 318- ARİF 319- ADİL BİNBAŞI
320- OSMAN GÜREŞ KOMİSER
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
K. MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS
DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
321- YILMAZ KONUÇ POLİS K.
MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS
DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
322- MEHMET KÖSE POLİS K.
MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS
DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
323- MEHMET GENÇ POLİS K.
MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS
DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
324- ENSARİ ORDU POLİS K.
MARAŞ EMNİYETİ VAKKAS
DEVAMLI'NIN KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU ŞEBİNKARAHİSAR EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
325- YÜKSEL ERGENEKON POLİS
326- ŞEREF ÇOBAN POLİS
327- BAYRAM ÜSTÜN POLİS
328- ŞERİF PATLAYANKAYA
POLİS 329- SEDAT GÜMÜŞ POLİS
330- CEVAT HANDİ ÖZPOLİS 331- ABDURRAHMAN DOĞAN
POLİS 332- SEDAT ALPASLANPOLİS
MUŞ EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
333- YUSUF ZİYA BEKTAŞ
BAŞ KOMİSER MUŞ EMYETİ.
FERMAN TAŞ, HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER
334- ŞEHMUT GÜNDOĞDU KOMİSER YARD. MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ, HAKİM GÜLŞAHİN,
SELAHATTİN SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER
335- YALÇIN TÜYSÜZ POLİS
MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ,
HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN
SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER
336- CENGİZ YALÇIN POLİS
MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ,
HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN
SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER
337- ALİ ANLAYAN POLİS
MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ,
HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN
SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER
338- İBRAHİM YİĞİT POLİS
MUŞ EMYETİ. FERMAN TAŞ,
HAKİM GÜLŞAHİN, SELAHATTİN
SUBAŞI'YA İŞKECEDEN YARGILANAN İŞKENCECİLER ANKARA
EMNİYETİNDEN VE MAMAK DİL
OKULUNDAN İŞKENCECİLER
339- SALİH ÖZKAN KURMAY BİNBAŞI 340- BÜLENT BORA ÖN YÜZBAŞI
341- KAMİL ÇOLAK POLİS SİYASİ
ŞB. MÜR. YARD.
342- ALİ KALKAN BAŞ KOMİSER
343- ÖMER AĞBABA POLİS
VİRANŞEHİR İŞKENCECİ EMNİYET GÖREVLİLERİ
344- İSMAİL AKÇAM POLİS
VİRANŞEHİR İŞKENCECİ EMNİYET GÖREVLİLERİ
345- MEHMET SIDDIK VERDİ
POLİS VİRANŞEHİR İŞKENCECİ
EMNİYET GÖREVLİLERİ
346- NİYAZİ BORÇ POLİS
HASAN ASKER ÖZMEN'NİN
KATLİNDEN SORUMLU ADANA
EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
347- AHMET ÜNAL ORTUNÇ
KOMİSER ADANA EM.CAFER
DAĞDOĞAN'NIN KATLİNDEN
SORUMLU
348- OSMAN ÖZASLAN POLİS
ADANA EM. CAFER DAĞDOĞAN'
NIN KATLİNDEN SORUMLU
349- MEHMET AYDIN POLİS ADANA EM. CAFER DAĞDOĞAN'NIN
KATLİNDEN SORUMLU
GAZİANTEP EMNİYETİNDEN
İŞKENCECİLER
350- İBRAHİM NURDOĞAN BAŞ
KOMİSER GAZİANTEP EM.
TARBZON EMNİYETİNDEN
İŞKENCECİLER
351- ZEKİ AKGÜN POLİS
NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
352- NEŞET TAŞ POLİS NURİ AYDIN' A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
353- MUHAMMET ASLAN POLİS
NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
354- NECMİ ALP POLİS NURİ
AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
355- HASAN KUTLU POLİS NURİ
AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
356- CEVAT TARLAK POLİS NURİ
AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
357- KEMAL TURAN POLİS NURİ
AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
358- NUSRET ERDOĞAN POLİS
NURİ AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
359- İLHAN ÜNAL POLİS NURİ
AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
360- ARİF KABAK POLİS NURİ
AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
361- İBRAHİM TOKER POLİS NURİ
AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
362- REFİK MANGAN POLİS NURİ
AYDIN'A İŞKENCE YAPILAMASINDAN SORUMLU
363- KADİR ASLAN YÜZBAŞI
ADNAN TIVSIZ ADLI KİŞİNİN
İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLMESİ
VE MAYINLI SAHAYA ATILMASINDAN SORUMLU, İSTANBUL
SULTANAHMET CEAZEVİNDE
GÖREVLİYKEN DEVRİMCİLERE
İŞKENCE YAPAN KİŞİ CEZAEVİNDE GÖREVLİYKEN DEVRİMCİLERE İŞKENCE YAPAN KİŞİ
364- HALİL KÜTÜK POLİS VİRANŞEHİR' DERVİŞ ŞAVGAT'I İŞKENCEYLE ÖLDÜREN KİŞİ
365- AHMET SELEK ALBAY 1985
YILINDA ENSAR KARAHAN'NIN
KATLEDİLMESİNDEN SORUMLU
BURSA EMNİYETİNDEN
İŞKENCECİLER
367- EROL KAYA KOMİSER
368- BURHANETTİN ERCAN KOMİSER YARD. 369- HASAN ÖZDEMİR 370- İBRAHİM ÇATALOLUK 371- İSMET ÇAKIR
372- AHMET AKİF KARACAN 373- POLAT MAZLUM RİZE ÇAMLIHEMŞİN EMNİYETİNDEN İŞKENCECİLER
374- MEHMÖET SAİT YENER RİZE
MERK. JAN. KOMUT. AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN
SORUMLU KİŞİ
375- ALPER ERTURAN ASTSUBAY
AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ
376- AHMET ÖZDEN ASTSUBAY
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ
377 -EKREM DALKILIÇ ER AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ
378- METİN YILMAZ POLİS AHMET UZUN'NUN ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU KİŞİ
379- ALİ LİBA AHMET UZUN'NUN
ÖLDÜRÜLMESİNDEN SORUMLU
KİŞİ HAKLARINDA İŞKENCE
YAPMAKTAN
DAVA AÇILAN AMA CEZALANDIRLMAYAN İŞKENCECİLERDEN BAZILARI
380
381
382
383
384
385
386
387
388
389
390
391
392
393
394
ALTAN YENİCE ALİ MISIRLI
AKKAN ERDAL ABDULLAH ERDOĞAN CESARETTİN YENİBAŞ DOĞAN ŞİMŞEK MİRAÇ TURAN MUHSİN KARABEY
ORHAN BANGAL
ÖMER AKBAY RAMAZAN BİNGÜLLÜ TANER ARDA TURAN EKİCİ HAYRETTİN ZİHNİ
MURAT OKSAR
levon ekmekçiyan
395
396
397
398
399
400
401
402
403
404
405
406
407
408
409
410
411
412
413
414
415
416
417
418
419
420
421
422
423
424
425
426
A. CEM ERSEVER
AHMET AKYÜREK
ALİ YAVUZKAN
ALİM ÖZENSEL
AHMET UNAL BARBAROS ILGIT
CEVDET ULUCAN
EMİN YAZICI EMİN ÖCAL
HÜSEYİN KARABUDAK
HAYRİ ŞİMŞEK
İZZET HAYIRLI
KEMAL KÖKER
MUSTAFA DİLCİ
MUSTAFA ÖNCEL
MEHMET AHISKALI MUAMMER ERDİNÇ NESRİN YAŞAR
ORAHAN SEZLİ
REŞAT ERTANGÜN
TUĞMAN AYKIN
SALİM UZUN SELİM ŞAHİN ZEKERİYA AKBAŞ
EMİRHAN ÇITAK
EKREM YILMAZ
MUHLİS ZİNCİBİ
E. RAHMİ SÖNMEZ
HIFZI ÇUBUKÇU
HALİK KARABACAK İHSAN KARABULUT KASIM YARGI erdal eren
427
MUSTAFA AYDIN
428
MUSTAFA SEDA
429
MÜNİR KARABEY
430
MUHARREM YAZÇİÇEK
431
NİHAT ADAM 432
OSMAN ÖZASLAN
433
RAHMİ GÜMRÜKÇÜ 434
TAHSİN KIZILKAYA 435
SITKI ŞAHİN 436
SERDAR IRMAK
437
METİN YILMAZ
438
MEHMET SAİT YENER 439
AHMET ÖZDEMİR
440
AHMET EGİCİ 441
AHMET SUVARİ
442
ALİ AVAZ
443
BAKİ AKTÜRK 444
EKRAM ÖZBE 445
HASAN CEYLAN
446
HASAN ERYILMAZ
447
KEMAL ÜNLÜER 448
KADİR ÇİRİŞÇİ
449
MUSTAFA ALTÜRK
450
MUSTAFA BABACAN 451
NAİM AKYOL 452
ABDULKADİR AKSU
453
NECDET MENZİR
Kaynak: http://www.78liler.org
- Liste çok uzun olduğundan birinci
bölümünü bire bir yayınladık.
- Listenin tamamı http://www.78liler.
org sitesinden ulaşmak mümkündür.
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dengê Amed
Mehdi Tanrıkulu
12yê
REZBIRÊ Û
STATUYA
KURDAN
Her heyîn, xwedî xweseriyek xweser, xwedî mafê jiyanê ye. Jiyana
ku ji xwezayê tê, divê bi her awayî
bi hev re di nava lihevkirinekî de,
ahengdar bin. Aheng û lihevkirina
jîndaran bi feraset û zanistiyek hunerî
pêkan dibe. Ev yek jî dadek hevpar
li ser hîmek vîna hevpar, hurmetkariya ferasetê, rêzgirtina azadiya
ramanê ferz dike. Bi gelemperî
hemû têkilî û lihevhatîbûna mirovan bi nêzîktêdayina afirîneriya
dadî û hunermendî pêkan dibe. Ev
nêzîktêdayîn, dibe bingeha rêzgirtina
mafên mirovên derveyî xwe. Ev yek
bi qasî civakî be, ev nêzîktêdayîn
têkiliyên di nava dijminan de jî sererast dike. Dijminantî jî bi hiqûqekî
pêk tê. Hiqûqê dijminantiyê jî di nava
mirovan de hatiye destnîşankirin.
Lê dema mirov ji nêzîktir ve bala
xwe didêkê, ev srerastkirina hiqûqê
şer bi destê desthilatdaran hatiye
amadekirin. Li gor hiqûqê nav xwe,
pîvanek kivş kirine ku sererastkirina
mafê serdestan tê parastin. Di nav
van pîvanan de parastina mafê gelên
bindest û kedkaran tune ye. Ji ber
vê yekê kes û rêxistinên ji temamê
pergala desthilatdar re dijber be, wek
derqanûnî, terorîst binav dikin. Di
rastiya xwe de ew jî ji vê binavkirinê
bawer nakin lê ji ber parastina pergala xwe, lazim e terora pergala xwe
binixumînin, veşêrin, berevajî bikin.
ji ber vê yekê, tevî ku ew li hember
mafê jiyanê bêrêz in, sûcdar in dijberê
xwe sûcdar didin nişandan. Ew mirovan dikujin dijberê xwe wek kujer didin nişandan. Ew qedexekar in dijberê
xwe wisa didin nişandan. Bê guman
bi vê tevgerînê riya lihevkirinê
dixitimînin. Lewre, hemû kes dizane
ku ew dewlet in, ew xwedî balefir û
çekên giran ên mirovkujiyê ne û her
roj terorîstiyê dikin lê tevgera dijberê
xwe ya azadîxwaz wisa bi nav dikin.
Lewre berjewendiyên wen wisa ferz
dikin. Dîrok, ji vê helwest û tevgerînê
re ne biyanî ye. Dîroka desthilatdariyê
her wiha hatiye honandin; zalima
mafdar daye nişandan, mezlûman jî
sûcdar!.. Lê hê dîrok bidawî nebûye
û berxwedana gelan û kedkaran êdî
dîrokê ji nuh ve dinivîsin. Her cure
êrîşên tunekirinê ne rewa ne. Her
êrîşên tunekirinê, bi bikaranîna mafê
xweparastinê tê pêşwazîkirin. Her
cureya êrîşa tunekirinê ya pergala
desthilatdar bi berxwedana gelê Kurd
tê pêşwazîkirin. Ev berxwedan ji bo
civaka Kurd statuya azadiyê destnîşan
dike. Li Kurdistanê dîroka zilmê tê
hilweşandin, dîroka azadiyê bi coşek
bêhempa tê nivîsîn.
Desthilatdarê dîrokê, pergala mêtînger û mijokdar bûye
hayanî niha. Hemû zagonan li gor
berjewendiyên xwe amade kiriye.
Parastina berjewendiyên desthilatdaran çi pêwîstî pê hebûye yekser bi cih
aniye. Lê dema ku hêzek têkoşer ji bo
berjewendiyên gelên mêtîngeh û kedkar bixwaze berê dîrokê veguherîne,
wê demê naveroka nêzîktêdayinan
diguhere. Hemû pergala desthilatdar, tevî hemû hevalbend û hevkarên
xwe lê dibin yek. Hêzên têkoşer jî
hin bi hin hevkar û hevalbendên xwe
birêxistin dikin. Di destpêkê de her
çiqas ev hêz lawaz be jî pêşerojê
temsîl dike û her xurt dibe, mezin
dibe.
Asta statuxwaziyê serdemekî ye
ji bo hêzên têkoşer. Statuya hêzên
demokratîk bi têkoşînek bêhempa tê
bidestxistin. Maf û statuya xweser û
azad, tên bidestxistin. Di dîrokê de
tu statu nehatiye dayîn, her hatiye
stendin. Îro civaka Kurd, statuya
xwe ya azadiyê arasteyî pergala
kevneperest a cîhanê dike. Di kesayeta zilmkar û tunekerên dewletî
de, azadiya xwe gav bi gav avadikin
û dihonin. Bi derbeya faşîst a 12yê
Rezbirê ya 1980yî hêzên metîngeh
xwestin bipelçiqînin. Bi vê armancê
li hember girtiyên azadiyê îşkence û
êrîşên bêhempa pêkanîn. Ev îşkence
li ber çavê mirovahiya demî pêk hat.
Ev pêkanîn hemû sûcên mirovahiyê
bûn. Her roj sûcên mirovahiyê li ber
çavên mirovahiyê, bi desteka DYA,
NATO û hwd. pêk hat. Her roj bi desteka Amerîka, Îngilîstan, Dewletên
Awrûpa û hwd. hevkarên wan, sûcên
mirovahiyê dubare kir. Ew pergala desthilatdar tu kesî negot; mafê
civaka Kurd heye… civaka Kurd,
têkoşîna azadiya gel berdewam kir û
niha gihîştiye asta bidestxistina statuya xwe. Tu hêz nikare vê pêşveçûnê
rawestîne, têkbibe. Li hemû deverî
Kurd, statuya azadiya xwe bidest
dixin.
Bêguman statuya azadiya civaka
Kurd, zayîna pergala azadiya herî
rasteqîn û zanist a mirovahiyê ye.
Lewre kivşkirina statuya Kurdan,
avakirina pergala Konfederalîzma
Demokratîk e. Konfederalîzma
Demokratîk wek pergala herî
nûjen, herî demokratîk û boneya
hevparebûna jiyana nava hemû gelan
e. Hemû gel bi vê riyê dikarin wek
xweser û azad bi hev re jiyanek
nuh deynin. Bi vê pergalê mirovahiyek nuh vedije ku hemû dîrokê
dibuhurîne. Bi vê jiyanê jî dîrokek
nuh tê nivîsîn: Şoreşa Azadiyê ya
Gelê Kurd
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Αγαπητοί Φίλοι,
Σας εύχομαι επιτυχία στην σημερινή παρουσίαση του Βιβλίου για
την Γενοκτονία των Ελλήνων της
Οθωμανικής Αυτοκρατορίας και
σας χαιρετώ όλους με σεβασμό.
Το 1908 υπήρξε μια απάτη για τους
αρχαίους λαούς της Ανατολής. Τα
λόγια περί Συνταγματικών μεταρρυθμίσεων υπήρξαν κούφιες υποσχέσεις. Το κυριότερο θέμα στην
ημερήσια διάταξη των Νεότουρκων
υπήρξε η εθνοκάθαρση. Οι πράξεις
των Νεότουρκων, ιδιαίτερα στην
περιοχή της Μακεδονίας, πριν από
το 1908 είναι τα τεκμήρια αυτής
της άποψης. Τα απομνημονεύματα
του Μπεκίρ Φικρί από τα Γρεβενά και του Χαλίλ Κουτ, θείου του
Ενβέρ, είναι άκρως αποκαλυπτικά
.Από ίδιες σκέψεις διακατεχόταν
και ο Ταλαάτ και μεταξύ αυτών ο
οργανωτής και υπαίτιος τηςΓενοκτονίας ο Δρ. Ναζίμ που τα ομολογεί ανοικτά σε συνέντευξη που
έδωσε στην Σμύρνη τον Αύγουστο
του 1908, όπου καθορίζει και το
χρονοδιάγραμμα του αφανισμού
των αρχαίων λαών της Ανατολής.
Τελικά τα γεγονότα εξελίχθηκαν
στην γραμμή που ανέφερε ο Δρ.
Ναζίμ στην συνέντευξη αυτή και η
Οθωμανική γεωγραφία θα μετατραπεί σε μια λίμνη αίματος για
όλους τους αρχαίους λαούς που
αφανίστηκαν εκτός από τους Τούρκους-Μουσουλμάνους.
Το Υπόμνημα που έχουν υποβάλει
οι Ρωμιοί Βουλευτές της Οθωμανικής Βουλής το 1910 εκτός από την
απογοήτευση που δηλώνει ρίχνει
και το προσωπείο της εξουσίας των
Νεότουρκων, λέγοντας:
Δυστυχώς, αμέσως μετά από την
ανακήρυξη του Συντάγματος,
συνέβησαν άπειρα γεγονότα που
πηγάζουν από την μη αδελφική
στάση προς τις άλλες εθνότητες
της Αυτοκρατορίας, απογοητεύουν
συνέχεια τους Ρωμιούς …
Το Υπόμνημα αυτό που απαριθμεί
σε καθημερινή βάση τις ζημιές
που έχουν υποστεί οι Χριστιανικές
εθνότητες καταλήγει όσων αφορά τα παθήματα της Ελληνικής
Κοινότητας αναφέροντας τα εξής:
.. … Όλες αυτές οι συμπεριφορές,
παγιώνουν στην εθνική συνείδηση
των Ρωμιών ότι ο Ρωμαίικος λαός
εκλαμβάνεται ως ένα σκλαβωμένο έθνος, ποιο εθνοτικό στοιχείο
θα υποβιβαστεί είναι ζήτημα της
εσωτερικής πολιτικής της Κυβέρνησης, όπως στην περίπτωση ενός
καθεστώτος απολυταρχίας , αυτή
η πολιτική συνεχίζει να δημιουργεί
ανασφάλεια στον Ρωμαίικο λαό και
εμποδίζει την εθνική του πρόοδο.
Παρουσιάζεται η τάση της χρησιμοποίησης του Συνταγματικού
όρου «Οθωμανικό Έθνος» για τον
εθνοντικό εκτουρκισμό των Ρωμιών
Δεν είναι αναγκαίο να πούμε ότι ως
Οθωμανικό Έθνος εννοείται μόνο
το Τουρκικό για τους Νεότουρκους.
Ιδιαίτερα μετά από το συνέδριο
της Θεσσαλονίκης τον Οκτώβριο
του 1911 όπου με τις αποφάσεις
που λήφθηκαν από το Σωματείο της Ένωσης και Προόδου τα
καταπιεστικά μέτρα κατά των μη
Τουρκικών και Μουσουλμανικών
στοιχειών έλαβαν διαστάσεις
συστηματι9κής επίσημης πολιτικής . Οι αποφάσεις που λήφθηκαν
είναι υποδειγματικές. Είναι αποφάσεις που αποτελούν την αρχή του
τέλους των αρχαίων αυτοχθόνων
λαών στην γεωγραφία της Οθωμανικής Αυτοκρατορίας.
Η ύπαρξη της Αυτοκρατορίας
εξαρτάται από το Σωματείο των
Νεότουρκων και την εξουδετέρωση
οποιασδήποτε αντιπολίτευσης
Είναι δε αντιληπτό ως αντιπολίτευση οι χριστιανοί που αρνούνται
να αφομοιωθούν και αντιστέκονται.
Τα όσα θα συμβούν τα είχε προβλέψει πριν από χρόνια ο Πρίγκιπας Σαμπαχαττίν στο Ενωτικό
Συνέδριο της Ένωσης και Προόδου
το 1907 αναφέροντας :
"Αν και απορρίπτεται η ανάμιξη
των ξένων κρατών στα εσωτερικά
μας, δεν εγκρίνουμε την υιοθέτηση
μεταρρυθμίσεων χωρίς την επέμβαση των ξένων δυνάμεων. Εμείς
μπορέσαμε να προστατεύσουμε
τους Χριστιανικούς λαούς που ζουν
μαζί μας μόνο επειδή είχαμε τον
φόβο από τις ξένες χώρες . Αν δεν
φοβόμασταν τις ξένες χώρες, θα είχαμε σφάξει ειδικά τους Αρμενίους,
μέχρι το τελευταίο Αρμένιο...”
Υπάρχει κάτι που πρέπει να προσθέσουμε στα λόγια του Σαμπαχαττίν ; Στο Χαμιτικό πρόγραμμα της
ένωσης και σωτηρίας οι Χριστιανοί δεν είχαν συμπεριληφθεί στο
Ουμέτ, δηλαδή στο ιερό λαό και η
σωτηρία για αυτούς είχε εξαφανιστεί αιώνια . Στο περιβάλλον του
Πολέμου, επειδή είχε εξαφανιστεί
ο φόβος της Ευρώπης και με την
ενθάρρυνση της Γερμανίας πραγματοποιήθηκε η Γενοκτονία του
1915 με αποτέλεσμα να εξαφανιστεί
μέσα στο αίμα η γεωγραφική παρουσία των αρχαίων αυτοχθόνων
λαών της Ανατολής
Να μην ξεχάσουμε την κοινή συνείδηση της Ανθρωπότητας και να
μην την αφήσουμε να ξεχαστεί. Με
εκτίμηση
Σαίτ Τσετίνογλου
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
'Bizi ancak Madımak'takiler anlar'
Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Mihail Vasiliadis 6-7 Eylül
Olayları'nda yaşadıklarını BUGÜN'e
anlattı
bı; "İki ülkenin arası çok iyi bozulmasının da çok az ihtimali var, ama yine
de bir yunanlı gidip de Atatürk'ün Selanik'teki evine bir bomba atarsa o zaman ne olur bilinmez" oluyor. Sonra da
6-7 Eylül olaylarının yaratılması için
kullanılan provakasyonu dile getiriyor.
Nesrullah SONAY'ın Röportajı
YAŞADIKLARIMIZI ANCAK
MADIMAK'TAKİLER ANLAR
Üzerinden yarım asır geçmesine rağmen hâlâ soru işaretleri barındıran 6-7
Eylül olaylarının canlı şahidi Vasiliadis, "Lafla anlatılacak şeyler değil. O
gün yaşananları ancak Madımak Oteli'ndekiler anlayabilir" dedi
6-7 Eylül Olayları'nın yaşandığı günlerde henüz 15 yaşında olan Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis, 54. yıl dönümünde
6-7 Eylül olaylarını ve yaşananları
BUGÜN'e anlattı. Vasiliadis, "Evinde
rahat rahat otururken bir anda kapılar
pencereler kırılıyor. İçeri bir yığın insan giriyor ve koltuk pencere ne varsa
aşağı indiriyor. Sen de kendi evinin bir
köşesine sinmiş 'şimdi sıra bana gelecek ellerindeki balyoz bana indirilecek'
diye bekliyorsun. Dehşet verici... Lafla
anlatılacak gibi değil. Okuyan da anlamaz. O gün yaşananları ancak Madımak Oteli'ndekiler anlayabilir" diye
konuştu.
Uzaktan kumanda edildiler
Evlere baskın yapanların hiçbir şekilde
cana zarar vermediğini anlatan Vasiliadis, tek yaptıkları şeyin her şeyi kırdıktan herkesi korku içinde bıraktıktan
sonra 'birkaç gün sonra yine geleceğiz,
eğer hala daha buradaysanız o zaman
canınızı alacağız' diyerek korkutulduklarını söyledi. "Uzaktan kumandayla
hareket edildiği belliydi. Çünkü spontane hareket eden her şeyi parçalayacak
kadar öfkelenmiş olan biri karşısındaki adama da bir tane vurur. Ama vurmuyor çünkü aldığı emin böyle" diyen Vasiliadis, arkadaşımız Nesrullah
Sonay'ın sorularına şu yanıtları verdi:
* Sizce bu olaylarda amaç neydi?
6-7 Eylül azınlıkların ulus devlet çerçevesinde nereye koyacağını bilinemediğinden asimile etmek, eritmek yoluna
*Olaylarda Ergenekon parmağı var
mı?
giden bir düşüncenin mahsulü. Müslüman azınlıkların daha kolay eritileceği düşünüldü. Dini farklılığın olduğu
azınlıkları eritmek kolay olmuyor. 6-7
Eylül olayları ulus- devlet kurma çabası çerçevesinde azınlıklara yapılan baskı zincirinin bir halkası niteliğinde. Diğer halkalar ise azınlıkları 20 yaşında
askere almak, varlık vergisi, 'Vatandaş
Türkçe konuş' uygulaması ve azınlıkların bazı işlere alınmaması. Müesseselerin iflas ettirilmesi... Ve son olarak
sınır dışı etme yani 'altın vuruş' oldu.
* Kim tarafından yapıldı?
Muhtelif güçlerin kendi çıkarlarına
göre yaptıkları hesaplar var. Örneğin
İngiltere... İngiltere'nin, Kıbrıs konusunda belli çıkarları vardı. Hatta Kıbrıs'taki Yunan kökenli Kıbrıslı'ların
İngilizlere karşı bir egemenlik mücadelesi veriyordu. Bu nedenle İngiltere'nin,
Kıbrıslıları Yunan Kıbrıslı ve Türk
Kıbrıslı olarak ayırıp bölüp hükmetme amacı var. Bir de Türkiye'deki derin devlet dediğimiz ulusalcı grubun
o dönemdeki azınlıklardan kurtulma
çabası. Dolayısıyla İngiltere'nin amacı
başka derin devletçilerin amacı başka.
İngiliz arşivlerinden çıktı
* İngiltere'nin rolü ne olmuştu?
Dilek Güven doktora tezinde İngiltere
arşivleri üzerinde çalışırken şöyle bir
bilgiye ulaşıyor; Arşivlerde her halde
İngiltere Dışişleri Atina'daki İngiltere
başkonsolosuna soruyor, "Türkiye ile
Yunanistan'ın arasını bozmak mümkün
mü" diye. İngiliz Başkonsolosun ceva-
Derin devlet dün ortaya çıkmış bir şey
değildir. Eskiden devlet olup 1950'li
yıllarda bu gücünü kaybedenlerin illegal hale gelmesidir. Öyle ki derin devlet
o dönemden bu güne kadar Hükümet'in
aldığı kararları bile uygulatmama imkanına sahipti. Zaten şimdiki Ergenekon olayı kazındıkça bu olaylar gibi
birçok şey ortaya çıkacaktır.
HÜKÜMETİ ALDATTILAR
* Dönem hükümetinin tutumu ne olmuştu?
Hükümet de sorumludur, ama bu sorumluluğun büyük kısmı onun değildir.
Hükümet aldatıldı. Hükümete dediler
ki Kıbrıs Sorunu'nun görüşülmesi için
2 gün sonra Londra'da bir konferans
var. Oraya giderken elinizde bir koz bulunsun bir gösteri yapılsın ve Rum dükkanları tahrip edilsin. Onların da tabi
aklına yatıyor ki tek suçları bu. Onlar
bu izini aldığı gibi hazırlıklarını dükkanlara yönelik değil bütün azınlıklara
yönelik hareket yapılıyor. Provakasyon
da hazır 'pıss!' diye patlayan bomba.
Express gazetesi gibi günü gününe kağıt alıp gazete basan bir gazete o gün
böyle bir olayın yaşanacağını nereden
biliyordu da 40-50 bin gazete basacak
kağıdı ambarında bulundurdu.
TÜRK HALKINDAN ÖZÜR DİLENMELİ
* Hedefte Rum azınlık mı vardı?
6-7 Eylül olayları Kıbrıs nedeniyle meydana gelmiş olsaydı sadece
Rumlar'a yönelik olurdu. İşaretlenmiş
evler yalnız Rumlar'ın değil Musevi
ve Ermeniler'in de evleriydi. Bu da demektir ki fırsat bu fırsat bununla bütün
azınlıkların ekonomik gücünü yıkalım
ki bu güç bizim elimize geçsin.
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
* Sonuç ne olmuştu?
Bu olaylar Türk Halkı'nın Avrupa'da
'barbar' olarak isminin çıkmasına ve
maalesef Türkiye'nin prestijinin sıfıra
inmesine neden olmuştu. Bundan dolayıdır ki burada özür dilenmesi gerekenlerin en başında Türk halkıdır.
Eğer bugün başta Fransa olmak üzere
Türkiye'yi Avrupa Birliği'nde istemeyenler varsa -özellikle halk düzeyindebu 6-7 Eylül olaylarının yarattığı imajdan dolayıdır. Türkiye bununla yeni
yeni yüzleşmeye başlıyor.
BUNDAN DERS ÇIKARMALIYIZ
Azınlıklar Hukuku Uzmanı Avukat
Kezban Hatemi, 6-7 Eylül Olayları'nda
derin devletin varlığının tartışılmaz
olduğuna dikkat çekti. "O dönemdeki
politik ve siyasi konjonktür doğrultusunda meydana getirilen ve çok da organize edilen bir olaydı" diyen Hatemi
"Devletin içinde illegal yapılanmalar
olduğu ve hiçbir hukuk gözetmeksizin
devletten aldığı gücü keyfi ve şahsi ihtirasları için kullandığı çok açık. Utanç
verici bir olay... Bu tür olaylardan ders
çıkarmak ve hukukun üstünlüğü noktasında halkı bilinçlendirmek lazım.
Umarım bundan sonra bu tarz toplumsal felaketler yaşanmaz" diye konuştu.
yeni çıktı
6- 7 EYLÜL OLAYLARI NEDİR?
1955 yılında "Atatürk'ün Selanik'te
doğduğu eve bomba atıldı" şeklindeki
yalan haberle başlayan başta Rumlar
olmak üzere İstanbul'da yaşayan azınlıklara karşı patlak veren şiddet olaylardır.
6 Eylül akşamı başlayan ve yaklaşık 9
saat süren olaylarda (aralarında iki Ortodoks papaz da olmak üzere) 15 Rum
ve 1 Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmiş, 32 Rum da ağır yaralanmış. 4.214
ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2
manastır, 26 okul ile aralarında fabrika,
otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317
mekân saldırıya uğramıştı. Ardından
binlerce gayrimüslim göç etmek zorunda kalmıştı. Bu trajik gelişmeler üzerine sıkıyönetim ilan edilmişti. Ekonomik zarar, Türk Hükümeti'ne göre 69.5
milyon Türk Lirası idi. Demokrat Parti
hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası civarında tazminat ödemişti.
Kaynak: BUGÜN
Sipariş için: [email protected]
k itapç ı la rd a
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Lazlar da ana dilde eğitim istiyor
Şiar Can Şener / İlknur Yılmaz
2009 yılında yayınladığı “Laz Kültürü” adlı çalışmasıyla dikkatleri üzerine
çeken Kamil Aksoylu, Laz dili ve kültürü üzerine dünya üzerinde araştırma yapan nadir insanlardan. Aksoylu,
geçtiğimiz ay “Lazuri Notkvamepe”yi;
Lazca Deyimler ve Atasözleri isimli
eserini okurlarla buluşturdu. Livane
kafe-barda düzenlediği söyleşide kitaplarını imzalayan Aksoylu’yla Laz
dili ve kültürü üzerine konuştuk.
Laz dili hangi dil grubuna ait? Alfabesi kaç harften oluşur?
Lazca Güney Batı Kafkas dil ailesindendir. Lazca, Gürcüce, Svanca ve
Megrelceyle aynı dil ailesinden. En
yakın olanı Megrelce. Lazcada Türkçeden farklı olarak “fırlatmalı sesler”
dediğimiz sesler var. Türkçedeki gibi
ö, ı, ü harfleri yok. Lazca, Kafkas dilleri yapısına uygun. Türkçeye uymaz.
Dünyadaki her dil gibi Lazca da, binlerce yıldır konuşulan, hiç yazılmadığı halde gönülden gönüle, dilden dile,
kulaktan kulağa akan bir dil. Lazca
böyle sözlü bir dil. Lazcada alfabe çalışmaları net değil henüz. 38 ses ve 38
harf var. Ama 35 harf kullananlar da
var. Hopa, Arhavi, Pazar, Ardeşen diyalektleri farklı. Batı Lazcası 32 harfe
kadar düşüyor. Doğu Lazcası, örneğin
Hopa Lazcası 38 harfe kadar çıkıyor.
Arhavi’de ise 37 harf var.
Laz diline ait ‘farklı’ özellikler var mıdır? Karadeniz’de, yaylalarda, köylerde konuşulan bu sözlü dilin diğer dillerden ayırt edici yanı nedir?
Lazca bir fiil dilidir. Lazca filler bazen
önden bazen arkadan ek alır. Bazen de
hem önden hem arkadan birlikte ek
alır. Herhangi bir hareketi, herhangi bir
oluşu alacağı ek belirler. İki üç kelimeyle anlatılmaz. Fiilin alacağı eklerle
tek kelimeyle ifade edilir. Bir ek eklersiniz. O zaman giden kişinin yukarıya doğru mu yoksa aşağıya doğru mu
gittiğini anlarsınız. Mesela “ulun” gidiyor demektir. “Elulun” derseniz yukarıya doğru gidiyor, “gelulun” derseniz aşağıya doğru geliyor, “mek’ulun”
derseniz yana doğru gidiyor demektir.
Yani tek kelime alacağı eke göre hem
eylem belirtir, hem de yön belirtir. Bu
örnekler çoğaltılabilir.
Laz dili araştırmaları sizce yeterli mi?
Akademik alanda dilin korunması ve
geliştirilmesi için neler yapıldı ve bundan sonra ne yapılabilir?
Dünyada Lazcayla ilgili akademik
çalışma yapanlar var ama Türkiye’de
henüz yok. Türkiye’de yapılan bütün
çalışmalar işin uzmanı olmayanlarca
yapılıyor, tıpkı benim yaptığım gibi
gönül işi çalışmalar. 1910’lardan beridir dünyada bir çalışma var. Gürcü Dil
Bilimci Niko Maarr Lazona’ya gelir
ve çalışma yapar. 1946’da Fransız Dil
Bilimci Georges Dumézil gelir; Lazca masalları derler. Ancak Lazona’ya
gitmez; İstanbul’dan Laz masalları
üzerine çalışma yapar. İstanbul’daki
Arhavililer onun dil mihmandarı olur.
Dumézil 1967’de tekrar gelir, çalışmalarını geliştirir.
1980’lerde Alman Halk Bilimci Wolfgang Feuerstein çalışma yapar. Lazca-Türkçe sözlük hazırlar ve yayınlar.
Ama bu kitap Türkiye’de yok. Lazca
için en kapsamlı çalışmayı ise ünlü Japon Dil Bilimci Gôichi Kojima yapıyor.
Lazona’da da yıllarca kalır. Lazcayı diyalektlerine göre bölge bölge, köy köy
gezip öğrenmiş. İsmail Avcı Bucaklişi
ile birlikte, 2003’te bir gramer kitabı
yayınladı. Aynı zamanda müzisyen
olan Kojima, Lazca türküleri notaya
döken ilk kişi unvanına da sahip. Temel Lazca-Türkçe çalışmasını İnternet
üzerinden yapıyor. Ben de o çalışma
grubu içerisindeyim. Kojima ayrıca,
Japonca, İngilizce, Fransızca, Lazca,
Türkçe olmak üzere toplamı bin sayfa
civarında olan beş dilde Lazca gramer
kitabı hazırlamış. Türkçeyi çok iyi bilen Kojima, Türkçe diyalektler üzerine
de doktora yaptığını söylüyor... Benim “Laz kültürü” kitabımın Lazca ve
Türkçe editörlüğünü de o yaptı.
Ana dilde eğitim son günlerde daha sık
tartışılır hale geldi. Lazlar da ana dil
eğitimi talep ediyorlar mı?
Ana dilde eğitim talebine Lazca da
giriyor tabii ki. Ne gerekiyor? Meclis,
akademisyenler, üniversiteler tartışıyor, yazarlar, çizerler tartışıyor. Bence
devlet bir ana dil politikası geliştirmeli. Devlet bu işe el atmalı. Lazca ve
Lazcanın konumunda olan bütün dilleri öğretmeli, halkın kendi kendisine
öğrenmesine bırakmamalı.
En azından bölge okullarında seçmeli ders mi olur, zorunlu ders mi olur...
Bunlar tartışılmalı. Ben eğitimden
anlamam, hangisi olursa; ama ben
Lazcamı öğrenmek istiyorum. Benim
vatandaş olarak talebim bu. Bunun çözümünü devlet bulmalı. Bizim yaptıklarımız “gönül işi” çalışmalar. Okulda
ders kitabı olarak okutulacak kitaplar
değil. Belki kaynak kitap olarak okuma kitabı olarak değerlendirilebilir.
Akademik çalışma, üniversitelerde
Lazca kürsüleri gerekir. En azında
bölgede, Rize Üniversitesinde, Artvin
Çoruh Üniversitesinde böyle bir çalışma olabilir. Buna eğitimciler ya da
idareciler karar verir ama böyle bir şey
gerekli. Devlet bir ana dil politikası geliştirmelidir.
Dil bilimci olmamanıza rağmen Laz
dili üzerine çalışmalarınız var. Atasözleri ve deyimler kitabınız da geçtiğimiz ay yayınlandı. Kamil Aksoylu
Lazca için ne zamandır çaba harcıyor,
neler yapıyor?
1993’ten beri Laz kültürü ile ilgili yapılan tüm çalışmalara materyal olarak
katkı sağladım. Kendi çalışmalarıma
ise 2005’te emekli olduktan sonra başlayabildim. İlk kitabım 2009 Haziranında “Laz Kültürü” adıyla yayınlandı. İkinci kitabım “Lazuri Notkomepe”
yani Lazca Deyimler ve Atasözleri ise
2012 Haziranında yayınlandı. Ek olarak bu kitapta, Laz dili, tanıtımı, Lazca
alfabe, alfabenin kullanımı ve diyalektolojik farklılıkları da ele aldım. Bunların dışında 1200 deyim ve atasözünü
toparladım. Bütün Laz dili hazinesinde
saklı deyimlere ulaşmak için, tüm diyalektler üzerinden kolektif bir çalışma yapmak gerekir.
Kaynak:
http://evrensel.net/news.php?id=32076
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu coğrafyanın
kadim halkları yok olmaya karşı direndi!
Bu kısa yazı coğrafyamızın kadim
halklarının tarihsel topraklarından kazınmasına karşı gösterdikleri direnişlere ayrılmıştır.
Coğrafyanın kadim halklarının egemenlere karşı verdikleri uzun umutsuz mücadele sürecine geçmeden önce
kısa da olsa direnişlerin muktedirlerce
algılanmasına değinmek isteriz: Egemenlerin, muktedir olmayanların kendilerine karşı direniş sürecini şeytanlaştırmaya çalışmaları baskı ve inkâr
sürecinin bir parçasıdır. Bu şeytanlaştırmaların tarihi direnişler kadar eskidir. Rejimin /iktidarın/ egemenlerin,
kendisine karşı çıkan, tehdit eden/tehdit edebilecek olan ve dayattığı kıstasları ve baskıları reddeden her olguyu
“hastalık” ölçütü ile patolojik bir çerçevede değerlendirmesi ve bu direnişi
dehumanization/ insandışılaştırma ile
karşılamaya çalışarak, şeytanlaştırması yeni bir olgu değildir. Bu algı, Global baskı mekanizmasının coğrafyamızdaki parçasına da bir “enfeksiyon”
olarak “girerek” “kronik” hale gelmiştir. Rejime/iktidara boyun eğmeyen
her şey rejim/iktidar/egemen için bir
hastalıktır. Oysa toplumun kendisine
dayatılan ve varlığını tehdit eden bu
baskı mekanizmasına her yerde, her
koşulda kaşı çıkması, insanlığın doğal
ve vazgeçilemez bir hakkıdır.
Bu coğrafya Hıristiyanlarının çilesi,
7. Yüzyıldan itibaren İslam akınlarıyla birlikte yoğunlaşarak artarak Soykırımla sonuçlanır. Bu coğrafyanın
Hıristiyan unsurları zor, baskı, şiddet,
katliamlarla ve Soykırıma uğratılarak
kadim topraklarından kazınmışlardır.
İslami fethin İslam öncesi işgallerle
temelden bir farklılığı vardır. Bu kez
fatihler kalıcıdır ve coğrafyayı her bakımdan dönüştürürler: Yoğun İslamlaştırma, toprak kayıpları, ağır vergiler, gen havuzuna el konulması (erkek
çocuklara el konularak askeri aygıt içine alınması)… gibi.
Tabii ki bu baskılara karşı aktif yada
pasif direnmeler bu baskılarla atbaşı
gitmekte, özellikle 18. Yüzyıldan itibaren Fransız Devriminin de etkisiyle
bu direnişler daha sistematik bir hale
Ali Sait Çetinoğlu
gelerek bağımsızlık çizgisine evrilir.
Direnişlerin bağımsızlık dinamiğinin
kazanması devletin iktidarına karşı bir
tehdittir. Kapitalist toplumlara hükmeden meta fetişizmi gibi, Kapitalizm
öncesi haraççı toplumlara da iktidar
fetişizmi hükmeder. İktidar kendisine
tehdit oluşturduğunu yada gelecekte
tehdit oluşturacağını düşündüğü unsurları yok etmesini kendisinde hak
görmektedir. Kapitalist toplumlardaki iktisadi düşünce, bu haraççı toplumlarda gelişmemiş, iktidara yönelik
olduğunu düşündüğü her hareketi ve
unsuru fiziken yok etmekten başka bir
şey düşünmemiş ve bu düşünceyi sistematik olarak uygulamamıştır. İktidarın zaafa uğramaması için kendi evlatlarını dahi yok eden bir hanedandan ve
zihniyetten söz ediyoruz.
Osmanlı coğrafyasında sırayla bağımsız devletlerin ortaya çıkışı, toprak
kayıplarının yanında dış fethin/talanın sınırlanmasını ve giderek ortadan
kalkmasının, devletin içerideki unsurlara yönelmesi (iç fetih) içerideki baskı
ve zülmü katmerleştirir.
Osmanlı coğrafyasındaki tüm unsurlara karşı başlayan bu sistematik talanın günlük yaşamın bir parçası haline
gelmesi, 19.yüzyılda bir çok direnişe
kaynaklık eder. Bu direnişler bilineceği üzere kanla bastırılacak. Zaman
zaman da gözdağı şeklinde uygulanan
şiddet sistematik kitlesel cinayetler düzeyine yükselecektir.
Coğrafyadaki tüm unsurlar bu şiddetten nasibini almıştır: Elenler, Sırplar,
Karadağlılar, Pontoslular, Bulgarlar,
Melkitler, Durzler, Türkmenler, Kürtler, Ezidiler, Asuri – Kildaniler, Make-
donlar, Araplar, kendi ordu mensubu
Hıristiyan unsurlardan devşirdiği Yeniçeriler… gibi. Biz bu kısa yazıda
daha çok Ermenilerin üzerine uygulanan şiddete odaklanacağız. 19 yüzyılda Ermeniler üzerine uygulanan şiddet
sistematik ve ölümcüldür. Bir yüzyıl
içinde Ermeni halkının can kaybı oldukça yüksektir. Üstelik bu şiddet
özellikle Ermeni Erkek nüfusuna yönelmekte, erkeklerin öldürülmesine
kadınların yoğun İslamlaştırılması eşlik etmektedir.
Ermeni toplumunun bu katliamlara
karşı tepkilerini, kendi öz-savunma
birliklerinin örgütlenmesi ile cevap
verirler:
1881'de, Avrupalıların verdikleri güvencenin anlamsızlığını fark eden bir
grup Ermeni aydın, cemaat ileri gelenlerinin nasihatlerini bir yana bırakıp,
Balkanlar'daki direniş hareketlerinin
ve Ermenilerin Zeytun'da verdiği silahlı mücadelenin izinden gitmeye
karar vererek, dört koldan savunma
gruplarını örgütler. Bunların en meşhuru Beyaban Hayrenyats [Atayurdu
Savunma] cemiyetidir. Bunlarörgütledikleri silahlı fedailer sayesinde, izleyen on yıl boyunca Van bölgesini Kürt
saldırıların¬dan korudular. Fedailerin mücadeleleri bu asimetrik savaşta
umutsuzdu, sonuçta bunlar devasa bir
baskı örgütü ve ondan destek alan talancı gruplarla mücadele ediyorlardı;
Ancak, asimetrik bir konumlarına rağmen fedailer, Ermeni halkına bir umut
aşılamış, yapılanların cezasız kalmayacağına dair bir adalet düşüncesi oluşmuştur. Ermenistan köylüleri olan bu
fedailer, Ermeni davasına bağlılıklarını çoğunlukla hayatları pahasına ödemiş olan kahramanlardır. Bunlar arasında öne çıkan bazı figürleri anarsak:
Yıllar boyu Ahlat ve Sason dağlarında
hüküm sür¬müş Nemrut Aslanı Serop,
Jardar, Kevork Çavuş, Vanlı Aram,
Ishkan, Sebastialı (Sivaslı) Mourad,
Kourken, Sebouh, Andranik, Muşlu
Aram, Keri, Zohrabian, Vazgen Darayan, Hraiyr, Hratch... tümü de eşitsiz
ve vahşi bir savaşın içinde yeralmış,
zulüm altında yaşayan Ermeni halkına
umut aşılamada önemli pay sahibi ol-
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
muşlardır. Fedai birlikleri, gerçek anlamda savaş operasyonları olan bir dizi
çarpışmaya da katılmışlardır.
Ayrıca Ermenilerin çeşitli bölgelerde
kitlesel direnişlerde gösterirler. Bunlardan başlıcaları 1862 Zetyun 1894
Sason örneğidir.
Tehcir öncesi en büyük direniş Nisan 1915’te Van’da gerçekleşir. Tehcir
ve Soykırım sırasında de Ermeniler,
birçok yerde direniş gösterirler: Şebinkarahisar (Haziran Temmuz 1915)
Boğazlıyan (23 Temmuz 1915), Fındıcak (Maraş- 1 Ağustos 1915), Urfa'nın
Gernüs Köyü (9 Ağustos 1915), Antakya (Musa Dağı- 14 Eylül 1915),
Urfa (29 Eylül 1915), İslahiye (7 Şubat
1916), Akdağmadeni (4 Nisan 1916),
Tosya (9 Nisan 1916) , Zeytun (Ağustos 1915- Ekim 1915), ve Sason’da
(Temmuz 1915) tehcir kararına karşı
umutsuz toplu direnişler olur. Ancak
bu asimetrik savaş ve topyekün saldırılara Ermeniler mukavemet edemezler.
1915 Soykırımı sonrasında, ölüm yürüyüşünden arta kalanların yurda dönmeleri ve bu güne kadar her ne şekilde
olursa olsun bu coğrafyada tutunmaya
çalışmalarını ve Soykırım sürecinde
dünyanın dört bir yanına ucuz ve güvencesiz iş gücü olarak dağılan Ermenilerin, bulundukları yerden asimilasyona ve Soykırımın inkarına karşı
direnmeleri ve adalet arayışları da 100
yıla yakın bir direnişi simgeler.
Ayrıca Soykırımın inkârı, bu coğrafyanın önündeki başlıca engeli teşkil
etmektedir:
1915 Soykırımı ve Hıristiyan mülklerinin Müslümanlara dağıtılması bugün demokratikleşme sürecinin önünde duran en büyük engeldir. Türkiye,
1915’in inkarı ile birlikte donmuştur.
Kemalist dönemin bir toprak reformu
baskısıyla karşı karşıya kalmamasının
nedenlerinden biri de bu katledilen Hıristiyanların mülklerinin, Soykırımın
suç ortaklarnca el konulması ve bunlara dağıtılmasıdır. 1915 Ermeni Soykırımı sürecinde, Ermenilerin tehcir
edilirken terk etmek zorunda bırakıldıkları taşınmazlar yağmalanmış ve/
veya satılmıştır ve bu taşınmazlara el
koyanlara tapu verilmesinin yolu açılmıştır. 1925-35 yıllarına ait gazete koleksiyonlarında bunlara dair binlerce
örnek yer almaktadır. İktidar partisi
CHF başta olmak üzere iktidar kurumlarına (Türkocağı, Halkevleri… gibi)
ve özel sektör kuruluşlarına(şirketler,
odalar, borsalar… gibi) Ermeni ve Rum
mülkleri bedelsiz dağıtılmıştır. Çankaya köşkü dâhil çeşitli illerdeki Atatürk müzeleri el konulan Ermeni mülkleridir. Trabzon müzesi de Rus uyruklu
Pontoslu Kostantin Kabayanidis’in
mülkü olup, Kabayanidis de mübadeleye tabi değildir.
İnkâr, 1915 sürecinde yemlenenlerin,
nemalandırılanların ve cezalandırılmayanların sayesinde sürdürülmektedir.
Kemalistlerin uygulama ve vukuatları
ciltleri dolduracak derecede çeşitlidir. Biz burada Gayrimüslimlere dair
önemli noktalara kısaca değinmekle
yetineceğiz.
1920’lerde gayrimüslimlerin İstanbul
ili dışına çıkmaları izne tabi kılınması,
bu iznin zor alınması nedeniyle Ermenilerin İstanbul dışındaki mülklerini
korumasını güçleştirmiş, bu mülklerin
gasp edilmesini mümkün kılar.
Milli mücadeleye katılmadığı gerekçesiyle birçok Ermeni vatandaşlıktan
çıkarılarak malları müsadere edilir.
Milli mücadeleye katılmadığı gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarılanlar
arasında Gayrimüslim kadınlar da vardır. Ermeni soykırımını gerçekleştiren
kadroların varislerine Bu mallardan
bedelsiz dağıtılır. Talat’ın eşi Hayriye
Hanım’a Aram Fındıklıyan’dan el konulan apartman tahsis edilmiştir.
Eylül 1923’te Kilikya ve doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan
kararname çıkarılarak mülklerine sahip olmaları önlenmiştir. Öncesindeki
İstanbul hükümetinin geri dönüş şartları da son derece ağırdır.
Çeşitli yasalar ve yönetmelikler çıkartılarak gayrimüslimlerin iş hayatından
uzaklaştırmaları sağlanmıştır. Türklüğe hakaret davaları ile gayrimüslimlerin sindirilerek, ülkeden ayrılmalarına
zorlanmış, yani gönüllü sürgüne gönderilmişlerdir. Bunların yanında 1928
yılında başlayan Ermenilere yönelik
tehdit ve terör sonucu Anadolu’daki
birçok Ermeni Suriye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.1928-29 yıllarında Di-
yarbakır ve Harput’taki Ermenilere yerel yöneticiler tarafından Türkiye’den
gitmeleri telkin edilir(!). 1929-30 arasındaki 18 ay içinde Suriye’ye göç etmek zorunda kalan Ermeni sayısı 6.373
kişidir. Ermenilere yapılan saldırılar
kovuşturulmamakta bu da yeni saldırılara cesaret vermektedir. Ayrıca Bu
yıllarda yurt dışına çıkan Ermenilere
geri dönüşü olmayan tek kullanımlık
pasaport verilerek ülkeden kovulurlar.
Bu dönemlerde yurda giren ve çıkan
Ermenilerden Türkiye’den hiçbir hak
talep etmiyorum mealinde bir taahhütname alma uygulaması getirilmesi
ihmal edilmez.
14 Haziran 1934te kabul edilen İskan
kanunu ile Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki Ermenilere yönelik sürgün
uygulamalarına başlanır: Şeyh Said isyanına katıldığı veya Ermeni emellerine hizmet ettiği gerekçeleriyle sürgün
kararnameleri çıkarılır. Artvin’de ve
Kayseride olduğu gibi toplu sürgünler
gerçekleşir.
Anadolu’da Ermeni cemaati bırakılmayarak Ermeni cemaatinin vakıf mallarına el konması kolaylaşır. Dini yapılar
hayvan barınağı, samanlık, cezaevi
gibi işlerde kullanılmaya başlanır.
Türkleştirmenin bir parçası olarak sürekli yürütülen “Vatandaş Türk Malı
Kullan” , “Vatandaş Yerli Malı Kullan” ve “Türk olmayanlardan alışveriş
etmeyin” kampanyaları Gayrimüslim
işadamları huzursuz edilmesine yöneliktir.
1941 yılında Gayrimüslimler için uygulamaya konulup 18 ay yürürlükte
kalan 20 Kur’a askerlik /amele taburları Gayrimüslimleri işlerinden uzaklaştırmaya ve sindirmeye yönelik bir
uygulamadır. Ölüm korkusu ile 18 ayı
geçiren gayri Müslimlere her zaman
“İstanbul’u unutun!” komutu ile işe
koşulmuşlardır. Oldukça zor olan çalışma şartlarında ölenlerin sayısı bilinmemektedir. Arkasından 1942 deki
bir ekonomik ve kültürel jenocid aracı
Varlık Vergisi gelecektir. Bu uygulamalarda eski İttihatçılar başroldedir.
Uygulama ile Ermenilerden varlıklarının (kapital değerlerinin) %232’i oranında vergi istenmiş(Müslümanlardan
%4.94), ödeme gücünün üstünde olan
bu vergiyi ödeyemeyenler, kış ayında
Erzurum’a yol yapmaya ve yollardaki karları temizlemeye, yaz ayında da
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Anadolu’nun en sıcak bölgesindeki
çalışma kamplarına gönderilmişlerdir.
Yaşları 50’nin üzerinde olan bu varlık
vergisi mağdurlarından kaç kişinin öldüğü bilinmemektedir. Varlık vergisi
geçimlik araçları dahil Gayrimüslimlerin elinde ne varsa gasp edilerek,
elinden alan ekonomik ve kültürel bir
soykırım uygulamasıdır.
Son kanlı pogrom 6/7 Eylül 1955’te
gelir. 6-7 Eylül 1955 günlerinde İstanbul'da ağırlıklı olarak Rumlara ve diğer Gayrimüslimler yönelik büyük
bir yağma harekâtı örgütlenir. Türk
basınına göre 11 kişi ölmüştür. Yaralı
sayısı resmî rakamlara göre 30, gayri
resmî rakamlara göre 300'dür. Sadece
Balıklı Hastanesi'nde 60 kadın tecavüz
nedeniyle tedavi görmüştü. Tecavüze
uğrayanların 200'ü aştığı sanılır. Olaylar sırasında, resmî rakamlara göre
5.300'ü aşkın, gayri resmî rakamlara
göre 7 bine yakın bina saldırıya uğrar.
İnönü hükümetince 1964’te gerçekleştirilen İstanbul doğumlu Rumların
sürgünü, Elenlerin tarihsel topraklarından kazınmasının son kitlesel uygulamalarından biri olur.
19 Ocak 2007 Hrant Dink ‘in katledilmesi…, 24 Nisan 2011 er Sevag Balıkçının şakadan katledilmesi… Bu coğrafyanın kadim halklarının direnişinin
kırılmasına ve tarihsel topraklarından
kazınması operasyonlarının bir parçası
olarak günümüz örneklerindendir.
Tarihsel topraklarından dünyanın dört
bir yanına savrulanların, adalet isteklerini dile getiren diasporanın direnişini sürerken, diasporanın direnişinin
şeytanlaştırılması ve inkâr ile, Soykırım günümüze uzanır.
Hasan HELİMİŞİ Anısına LAZ MÜZİĞİ FESTİFALİ
6 Eylül 2012 Saat: 20:00 Yer: Gürcistan - Batum
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Marikana'da Kıyım:
Burjuva-Demokratik ve Anayasal
Hayallerin Ölümü
"Ben her zaman, Sharpville kıyımının
(1) artık tarih olduğunu ve bir daha asla
yinelenmeyeceğini
düşünüyordum.
Ama dün, demokratik hükümet koşullarında yaşadıklarımız Sharpville'in
bir benzeriydi."
AMCU (=Maden ve İnşaat İşçileri Sendikası Birliği) lideri Joseph Mathunjwa
16 Ağustos Perşembe günü Johannesburg'un kuzeybatısında yer alan Britanya sermayeli Lonmin şirketine ait
Marikana platin maden ocağında bir
haftadır grevde olan maden işçilerine
makinalı tüfeklerle ateş açan ve zırhlı
araçlar ve helikopterlerle desteklenen
polis 34 işçiyi öldürdü ve 78'ini de yaraladı. Marikana madenindeki grev,
daha önce üyesi oldukları NUM'ndan
(=Ulusal Maden İşçileri Sendikası)
ayrılarak AMCU (=Maden ve İnşaat
İşçileri Sendikası Birliği) adlı yeni ve
bağımsız bir sendikaya üye olan 3,000
kaya delgi işçisinin ücretlerinin üç katına yükseltilmesini talep etmeleri ve
işlerini bırakmalarıyla başlamıştı. Madenin derinliklerinde çok zor koşullarda çalışan, çoğu akarsudan ve elektrikten yoksun, sağlıksız ve sık sık polis
operasyonlarına hedef olan mahallelerdeki ilkel gecekondularda yaşayan
ve 300-500 ABD doları civarında olan
aylık ücretleri temel gereksinimlerini
karşılayamayan Marikana maden işçileri eylemlerini şirket arazisinin uzağında Nkaneng tepesi denen bir yerde
kurdukları kampta sürdürüyorlardı.
Onlar 15 Ağustos'ta polis eşliğinde
buraya gelen ve polis hoparlöründen
işçilere, eylemi bırakmaları ve madene
dönmeleri yönündeki çağrı yapan ve
hem NUM'nın ve hem de revizyonist
Güney Afrika Komünist Partisi'nin
başkanı olan Senseni Zokwana'yı dinlemeyi reddetmiş ve haklarını almak
için ölmeye hazır olduklarını dile getirmişlerdi.
İşçileri kuşatmış olan binlerce polisin
saldırısı, Lonmin maden yönetiminin
grevcilere, işbaşı yapmak için verdiği
Garbis Altınoğlu
ültimatom niteliğindeki son çağrının
ve işçilerin önce polisin bölgeyi boşaltmasını talep etmesinin ardından
gerçekleşti. Basında yer alan bilgilere
göre bir önceki hafta içinde meydana
gelen çatışmalarda 2 polis, 2 güvenlik
görevlisi ve 6 maden işçisi yaşamını yitirmişti. Polisin acımasız vahşeti, ANC'nin yönettiği Güney Afrika
burjuva devlet aygıtının sermayenin
çıkarlarını korumak için ne denli alçalabileceğinin somut bir göstergesidir. Reuters Haber Ajansı'nın 7 Eylül
tarihli bir haberinde, 16 Ağustos kıyımından sağ kurtulan ve 6 Eylül'de
serbest bırakılan Malusi King Danga
adlı işçi olay günü polisin, ateş açmasının ardından kaçan ve teslim olan
grevci işçileri kurşuna dizdiğini söylediği belirtiliyordu. İşçilerin çoğunun
sırtlarından vurulmuş olması polisin,
"saldırgan grevciler"den sakınmak için
ateş açmak zorunda kaldığı yalanını
çürütüyordu. The Sowetan gazetesi ise,
17 Ağustos tarihli sayısında şu tanıklığa yer veriyord: “Yerde yatan ve aldığı
kurşun yarasından ötürü kan yitirmekte olan inatçı bir maden işçisi polislere
sövmeyi sürdürüyor ve 'abelungu'ları
(beyazları) hoşnut etmek için hepimizi
öldürün' diyerek onları, kendisinin işini bitirmeye teşvik ediyordu.”
Bu kıyımdaki rolünü örtbas etmek isteyen polis 17 Ağustos'ta, bir bölümü
yaralı olan 270 maden işçisini de gözaltına aldı. Ne var ki tek bir polis ya
da polis şefi bile gözaltına alınmadı
ya da suçlanmadı. Çeşitli bankaların
ve devlet şirketlerinin/ kurumlarının
yönetim kurullarında görev yaptıktan
sonra 12 Haziran 2012'de bu koltuğa
oturmuş olan Emniyet Genel Müdürü Bn. Riah Phiyega da, işçilere ateş
açan polislerin herhangi bir hata yapmadıklarını ve sadece kendilerini savundukları (!) masalını yineleyecek ve
kıyımdan bir kaç gün sonra polislerine
"Olanları kafanıza takmayın!" diyecekti. Polisin kötü davranışlarına ilişkin yakınmaları izlemekle görevli bir
kurulun da doğruladığı gibi, kıyımdan
sağ kurtulan ve gözaltına alınan işçiler
ayrıca, onların ağzından kendi kendilerini suçlayan itiraflar almak isteyen
polis işkencesine hedef oldular. Ama
daha da beteri gelecekti: Bu işçileri,
Apartheid döneminden kalma bir yasaya dayanarak tutuklayan savcılık onları, cinayet, cinayet girişiminde bulunma, yasadışı toplantı yapma ve şiddet
kullanmakla suçlayacağını açıkladı.
Yani, inanılmaz gibi gözükse ve video
kayıtları cinayetlerin polis tarafından
işlendiğini gösterse de, tutuklanan işçilere karşı burjuva adaletinin kanlı
dişlerini ve pençelerini gösteren savcılık onları, kendi yoldaşlarını öldürmek
ve yaralamakla suçlamakta diretiyordu! Geçmişte zorla ırza geçmekten
ve yolsuzluktan yargılanmış olan ve
büyük olasılıkla bu olayda da işçilere
ateş açılması buyruğunu veren Devlet
Başkanı Jacob Zuma ise, bir yandan
işçilerin acılarını anladığını söyler ve
bir haftalık yas ilan eder ve olayları
soruşturmak için bir komisyon kurarken, bir yandan da "karşılıklı suçlamalardan kaçınmak" ve "nereden gelirse
gelsin şiddetin karşısında birleşmek"
türünden gevezeliklerin arkasına saklanarak polisten ve sermayeden yana
tutum alıyor ve kıyımın suçunu işçilerin üzerine yıkmaya çalışıyordu. Öte
yandan işbirlikçi ANC hükümetinin
Madencilik Bakanı Susan Shabangu,
Avustralya'nın Perth kentinde yapılan ve maden tekellerinin yöneticilerinin katıldığı bir toplantıda, Güney
Afrika'da "asayişin berkemal" olduğu-
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nu, hükümetin madenlerin ulusallaştırılması planlarını ve işçi sınıfından
kaynaklanan muhalefeti ezeceğini ve
Jacob Zuma'nın "toplumumuzdaki kötü öğeleri izole etmede kararlı olduğunu" söyleyecekti.
Polisin kanlı saldırısından sonra Lonmin maden oçağında çalışan 28,000
işçi iş bıraktı ve şirketin, işe geri dönmeyenlerin işten çıkarılacağı yolundaki tehdidine rağmen saldırıya uğrayan
yoldaşlarıyla dayanışmasını sürdürdü.
10 Eylül itibariyle bu işçilerin sadece
yüzde 6'sı işlerinin başındaydı. Nkaneng tepesinde protesto eylemlerini
sürdüren işçilere, onların ağıt yakan ve
kıyımı protesto eden eşleri, kızları ve
kızkardeşleri de katılacaktı. Bir işçi eşi
şöyle diyordu:
"Benim kocam, sabaha doğru saat üçte
uyanmak ve eve öğleden sonra saat
2:30'da gelmek koşuluyla burada 27
yıl çalıştı. Onun eline ayda 3,000 rand
(yaklaşık 364 ABD doları) geçiyor. Bu
kadar az kazanan ve buna karşı çıkmayan kişi bir budaladan başka bir şey
olabilir mi?" Gerçekten de Marikana
maden işçilerinin grevi; daha yüksek
bir ücret ve başka bir sendika seçme
talebinin çok daha ötesinde bir anlam
taşımaktadır: O, Güney Afrika işçi sınıfının sadece dayanılmaz çalışma ve
yaşam koşullarına (2), yoksulluk ve
işsizliğe ve ağır sömürüye değil, aynı
zamanda Apartheid döneminin baskı
rejiminin sürdürülmesine ve 1994'ten
sonra gerçekten demokratik bir düzen,
ezilen ve sömürülen halk yığınlarından
yana bir düzen kurulmamasına karşı
isyanının ilk büyük patlaması gibidir.
COSATU (=Güney Afrika Sendikalar
Konfederasyonu) Genel Sekreteri Zwelinzima Vavi'nin de söylemek zorunda
kaldığı gibi, "Lonmin maden ocağında
yaşanan şiddet, bu 48 milyonluk ulusun karşı karşıya bulunduğu yoksulluk
ve eşitsizliğe duyulan yaygın öfkenin
yansımasıdır."
Afrika kıtasının en güçlü ve en gelişkin ekonomisine sahip olmakla ve
dünyanın 28. büyük ekonomisi ünvanını taşımakla birlikte Güney Afrika, büyük çoğunluğunu Zenci işçi ve
emekçilerin oluşturduğu alt katmanlar
açısından Apartheid dönemi Güney
Afrikası'ndan pek de farklı değil. Dahası, gelir dağılımı eşitsizliği bakımından dünyanın -komşusu Namibya'dan
sonra- ikinci ülkesi olan Güney Afrika'da halkın neredeyse yarısı inanılmaz
bir yoksulluk ve yoksunluk ortamında
yaşamaya mahkum edilmiştir. Dünya
Bankası'nın üst-orta gelir düzeyinde
olarak tanımladığı bu ülkede resmi işsizlik oranının yüzde 25-36 arasında
olduğu (3), bu işsiz emekçilerin günde
ortalama 1.25 ABD dolarıyla geçinmek zorunda olduğu, nüfusun yüzde
50'sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve ülkenin 48 milyonluk nüfusunun en az dörtte birinin sağlık, eğitim, enerji, akarsu, ulaşım gibi kamu
hizmetlerinden büyük ölçüde ya da tümüyle yoksun ilkel gecekondularda barındığı tahmin ediliyor. Geçenlerde yayımladığı bir raporunda UNICEF her
on Güney Afrikalı çocuktan yedisinin
ağır yoksulluk koşullarına katlanmak zorunda olduğunu belirtiyordu.
Revizyonist Güney Afrika Komünist
Partisi'nin eski politbüro üyesi ve şimdiki Devlet Başkanı Jacob Zuma'nın (4)
kendisi bile bunu itiraf etmek zorunda
kalmış ve Haziran 2012'de yaptığı bir
konuşmada
"Apartheid-döneminin
ekonomik yapısı büyük ölçüde yerinde
durmaktadır" demişti. Aslında, işçilerin teri ve kanından süper karlar elde
eden ve dünyanın üçüncü büyük platin
üreticisi olan Lonmin şirketi ve diğer
maden tekellerinin yöneticilerinin konumunu Marikana maden işçilerinin
konumuyla karşılaştırmak bunu göstermeye yeter. Apartheid döneminden
bu yana Güney Afrika'da iş gören bu
şirketin yıllık gelirinin 2010'da 1.6
milyar dolar ve 2011'de 1.5 milyar dolar olduğu biliniyor. Lonmin'in üst
düzey yatırımcıları ve yöneticilerinin
gelir düzeyiyle greve giden maden işçilerinin gelir düzeyleri arasındaki farkın "uçurum" sözcüğüyle bile tanımlanamayacağı açık. Örneğin rakamlar,
Lonmin'in yürütme direktörünün, SADECE bu görevinden elde ettiği yıllık
gelirin 884,000 ABD doları olduğunu
gösteriyor. Oysa, en ağır koşullarda
çalışan delgi işçilerinin ortalama yıllık
geliri 4800 ABD doları civarındadır.
Geçerken, Güney Afrika'nın en zengin
ve üçüncü zengin kişisinin, servetlerini maden işçilerinin teri ve kanından
edinmiş olduklarının altını çizmek gerek. Bunlardan birincisi, Mart 20012
itibariyle servetinin değeri 6.8 milyar
ABD doları olan Nicky Oppenheimer
ve üçüncüsü ise gene aynı tarih itibariyle 2.7 milyar dolarlık bir servete sahip olan -Zenci kökenli- Patrice
Motsepe'dir.
Her zaman ve her yerde olduğu gibi
sınıf çelişmelerinin keskinleşmesi ve
özellikle sınıf savaşımının ilerlemesi,
Ağustos 2012 Güney Afrikası'nda da
bütün siyasal güçleri gerçek yüzleriyle ortaya çıkmaya zorladı. Yetkililerin
bu barbarca ve alçakça davranışları
Güney Afrika halkı ve ilerici güçlerin önemli bir bölümü ve iktidar bloku içinde yer almayan güçler katında
ciddi tepkilere yol açarken, işçi sınıfına ve halka ihanet etmiş ve yabancı
ve yerli burjuvazinin hizmetine girmiş
olan bazı sözde sol güçler kimin yanında yer aldıklarını bir kez daha ele verdiler. Örneğin, Gençlik Birliği Dostları
sözcüsü Floyd Shivambu 31 Ağustos'ta
yaptığı açıklamada hükümetin davranışını "tuhaf, korkunç, duyarsız,
iğrenç, hastalıklı" bulduğunu belirttikten sonra Zuma'nın ve bazı bakanların yas gösterilerinin ve hükümetin
verdiği güvencelerin işçileri ve Güney
Afrika halkını kandırmayı amaçlayan
yalanlardan ibaret olduğunu söylemişti. Pan Afrika Kongresi bu kıyımın
sorumluluğunun tümüyle hükümete
ait olduğunu belirtmiş, Demokratik
Sol Cephe ise, işçilerin değil polisin
cinayetle suçlanması ve yargılanması gerektiğini, polisin suçunu örtbas
edilmesine ve bu amaçla kurulacak bir
adalet komisyonuna karşı olduklarını
söylemişti. Bu örgütün sözcüsü Brian
Ashley, hakikat ve toplumsal adaletten
yana olan Güney Afrika halkına polis
karakollarının önüne yığılmaları ve
kendilerinin de cinayetten yargılanmaları talebinde bulunmaların çağrısı
yapacaktı. (Yaygın tepki ve protestolar
sonucunda savcılık 2 Eylül'de cinayet
suçlamalarını, ama sadece cinayet suçlamalarını geçici olarak geri çektiğini
açıkladı. Aynı tarihte tutuklu bulunan
işçilerin gruplar halinde serbest bırakılmasına başlandı.)
Bakanlık ve şirket yönetici koltukları,
şirket ortaklıkları ve sahiplikleri, kamu
sektöründe, özel sektörde ve parlamentoda yüksek aylıklı görevler vb. karşılığında işçi sınıfına ve halka ihanet etmiş ve ANC iktidarıyla karşı-devrimci
ve halk-düşmanı bir bağlaşma oluşturmuş olan sendika (COSATU ve NUM)
bürokrasisinin ve revizyonist Güney
Afrika Komünist Partisi'nin yöneticileri de bekleneceği gibi kendi maddisınıfsal konumlarıyla uyumlu bir tavır
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sergilediler. NUM Genel Sekreteri
Frans Baleni, daha 16 Ağustos kıyımından önce işçileri hedef alan saldırılarına değinerek bu durumda polisin
neden bir an önce grevci işçilere karşı harekete geçmedikleri biçiminde
provokatif bir soru sormuştu. (Hem
bu sendikanın ve hem de revizyonist
Güney Afrika Komünist Partisi'nin
lideri olan Senzeni Zokwana'nın kıyımdan önce, bindiği polis aracından
grevci işçilere eylemlerine son verme
çağrısı yaptığına yukarda değinmiştim.) Kıyımın ardından Güney Afrika Komünist Partisi'nin Kuzeybatı
eyalet sekreteri Madoda Sambatha 17
Ağustos'ta, polisin yaptığı kıyımın,
"AMCU liderleri Joseph Mathunjwa ile
Steve Kholekile'nin koordine ettiği ve
kasıtlı olarak düzenlediği barbarca bir
eylem" olduğunu ileri sürdü ve bu iki
liderin derhal tutuklanması çağrısında
bulundu. NUM Genel Sekreteri Frans
Baleni ise polisi şu sözlerle savunmaya
kalkıştı:
mist bir örgüte dönüşmüş olmasından
yararlandı ve ayağa kalkan kitlelerin
kendiliğinden-gelme direniş ve patlamalarının ürününü topladı. ANC, kapitalizme karşı olmadığı gibi, emperyalizme ve Apartheid rejimine karşı da
tutarlı bir tavra sahip değildi. Nelson
Mandela daha 1956'da ANC'nin hedeflerini özetlerken onun iktidara gelmesi halinde sosyalizmi getirmeyeceği
konusunda söz vermiş, "Bu ülkenin
tarihinde ilk kez, Avrupalı-olmayan
burjuvazi kendi adına atelyelere ve
fabrikalara sahip olma olanağına kavuşacak ve ticaret ve özel girişimcilik
daha önce asla görülmemiş biçimde
yükselecek ve serpilecektir" (Aktaran Bill van Auken, "South Africa’s
ANC at 100: A balance sheet of bourgeois nationalism"/ "Güney Afrika'nın
ANC'si 100 yaşında: Burjuva milliyetçiliğinin bir bilançosu", 11 Ocak 2012)
demişti. ANC’nin öndegelen ekonomi
uzmanı Tito Mboweni daha 1990'ların
başlarında şöyle diyecekti:
“Polis sabırlıydı; ancak bu insanlar
tehlikeli silahlarla aşırı bir biçimde silahlanmışlardı” dedi. (Aktaran Chris
Marsden, South Africa after the Marikana massacre/ Marikana kıyımının
ardından Güney Afrika, 1 Eylül 2012)
İşçilerin "tehlikeli silahlar"ı, kendilerini kuşatan zırhlı polis araçlarına, tepelerinde dönen polis helikopterlerine ve
16 Ağustos kıyımından önce de kendilerine saldıran ve makinalı tüfeklerle
donatılmış polis ve özel güvenlik elemanlarına karşı kendilerini savunmak
için taşıdıkları sopalar ve maşetlerden
ibaretti.
“Bir kumanda ekonomisi getirmeyi
düşünmüyoruz. Biz üretkenliği ve yatırım iklimini geliştirmek istiyoruz.”
Üretim araçlarının özel mülkiyetine
son verme, hatta ulusal gelirin sömürülen ve yoksul emekçi kitleler yararına yeniden dağıtılması türünden önlemler, bu bayın sözünü ettiği “yatırım
iklimi”ni olumsuz yönde etkileyecek,
yerli ve yabancı sermayeyi korkutacak ve IMF ve dolayısıyla asla sözkonusu edilmeyeceklerdi. Bu koşullarda
ANC'nin ve onun, emperyalist burjuvaziyle ve ırkçı beyaz burjuvaziyle
uzlaşma peşinde koşan küçük burjuva
kadrolarının kapitalist düzenin çıkarlarının bekçisine dönüşmesi ve ezilen
ve sömürülen işçi ve emekçilerin karşısında konumlanması, nesnelerin doğası gereğiydi. Bu trajik gelişmenin;
"geri" ve bağımlı ülkelerde ulusal zulme, sömürgeciliğe, feodal kalıntılara,
monarşiye vb. karşı sürdürülen ulusal
ve demokratik kurtuluş hareketleri için
neredeyse bir yazgı olduğunu ve bu
savaşımın, ulusal (ya da anti-feodal,
anti-faşist, anti-monarşist) kurtuluşun
toplumsal kurtuluşla birleştirilmemesi halinde demokrasi savaşımında elde
edilen kazanımların şu ya da bu tempoyla yitirileceği yasasını doğruladığını belirtmek gerek. Bundan yaklaşık
19 yıl önce, yani Aralık 1993'de Güney
Afrika'daki durumu inceleyen bir yazımda şöyle demiştim:
*
*
*
Aslında Güney Afrika'da yaşananlar,
gelişmeleri yakından izleyenler açısından hiç de şaşırtıcı değil. Bu talihsiz
ülkenin acımasızca ezilen ve en ağır
koşullarda sömürülen işçi ve emekçileri, Apartheid düzenine ve ırkçı beyaz
burjuvazinin vahşi diktatörlüğüne karşı yüzyılı aşkın bir süredir büyük bedeller ödedikleri bir kurtuluş savaşımı
sürdürdüler. Ancak, 1912'de kurulmuş
ve bu yıl kuruluşunun 100. yıldönümünü kutlamış olan ANC, bu uzun savaşımda pek de önemli bir rol oynamadı.
O, alternatif ve gerçek bir devrimci
önderliğin olmamasından ve Güney
Afrika Komünist Partisi'nin devrimci özelliklerini onyıllardır yitirmiş ve
Hruşçovist-Gorbaçovist çizgide refor-
"Emperyalist medyanın bir 'özgürlük
kahramanı' diye nitelemek suretiyle
göklere çıkardığı Nelson Mandela’nın
BM’e çağrılması, ANC liderlerinin
IMF ve Dünya Bankası yöneticileriyle görüşmeleri, ırkçı rejime uygulanan
ya da daha doğrusu uygulanır gözüken
ekonomik yaptırımların kaldırılması
için çabalamaları, cezaevinden salıverilmelerinin hemen ardından silahlı
savaşıma son veren Nelson Mandela
ve ortaklarının şimdilerde Umkhonto
we Sizwe’nin (5) Güney Afrika ordusuna entegrasyonu için uğraşmaları,
eskiden ekonomide ulusallaştırmanın
erdemlerinden söz eden bu bayların
şimdi 'özgür' piyasa savunucusu kesilmeleri vb., ANC yönetiminin emperyalistlerle ve ırkçı beyaz burjuvaziyle
birlikte Güney Afrika halklarına karşı
ortak bir cephede birleşmekte olduklarını gösteriyor...
"Bu durumda, Apartheid’ın yasal
planda ortadan kaldırılması, ağırlıklı
olarak Zencilerden oluşan proletarya,
yarı-proletarya ve emekçi köylülerle,
ağırlıklı olarak beyazlardan oluşan
burjuvazi arasındaki sınıfsal çelişmelerin üzerini bir tül perdesiyle örtmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Hatta, iğrenç Apartheid rejimi nedeniyle Güney Afrika halklarının gözünde meşruiyetini hemen hemen tamamen yitirmiş ve dolayısıyla yönetemez
hâle gelmekte ve gelmiş olan beyaz
burjuvazinin ve emperyalizmin ekonomik ve siyasal mevzilerinin, ANC’nin
ve benzer örgütlerin çoğunluğu elinde
tuttuğu bir parlamento ve hükümet tarafından kamufle edilmesi ve korunmasının, düzen açısından çok daha
rasyonel bir seçim olacağı söylenebilir.
"Ama gene de, Güney Afrika egemen
sınıflarının işlerinin hiç de kolay olmayacağını söylemeliyiz. 1 milyon
işçiyi bünyesinde örgütlemiş bulunan
COSATU (=Güney Afrika İşçi Sendikaları Konfederasyonu) Başkanı Jay
Naidoo’nun söylediği gibi, bu durumda zenci halkın, 'Ekonomik apartheid
ile daha kuşaklar boyu birlikte yaşayacak'larını düşünmesi son derece
doğal." ("Güney Afrika'da Neler Oluyor?", Aralık 1993)
1990'da ANC'nin ve diğer Apartheid-karşıtı örgütlerin legalleştirilmesi,
ANC'nin lideri Nelson Mandela'nın
1990'da serbest bırakılması, Apart-
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
heid sisteminin 1990'ların başlarında yasal olarak ortadan kaldırılması,
Mandela'nın 1994 seçimlerinde ırkçı
burjuvazinin partisiyle (Ulusal Parti)
ANC'nin kurduğu ortak hükümetin başına ve devlet başkanlığına getirilmesi, 1996'da demokratik bir anayasanın
yapılması vb. ileriye doğru atılan bazı
küçük adımlar gibi gözüküyordu ve
öyleydiler de. Ama efendileri bu küçük
adımları atmaya iten faktör, 1980'lerde iktidardaki ırkçı beyaz burjuvaziyle
Zenci işçi ve emekçiler arasındaki çelişmelerin hızla keskinleşmesi ve kitle
hareketinin yükselişiydi. Bu, ABD'nin
ve -Güney Afrika'da büyük-ölçekli yatırımları bulunan- Britanya'nın,
ırkçı beyaz burjuvaziyi bir "yumuşak
geçiş" stratejisine geçmeye zorlamasını getirdi. Washington ve Londra bu
adımları, kitlelerin öfkesini yatıştırmak ve yükselmekte olan devrim dalgasını durdurmak amacıyla gündeme
sokmuş ve ırkçı rejimin bu "değişim"e
karşı direncini kırmak için Pretoria'ya
karşı bir dizi ekonomik yaptırımın uygulanmasına yeşil ışık yakmışlardı. Bu
yolun tutulmaması halinde Güney Afrika "istenmeyen" bir doğrultuya yönelebilir, yükselen devrim dalgası ırkçı
beyaz burjuvazininin gerici rejimini
devrimci bir ayaklanmayla yıkabilir
ve Afrika'nın bu en kritik ülkesinde
kapitalist-emperyalist statüko ağır bir
darbe yiyebilirdi.
Güney Afrika halkının gerçek devrimci bir önderliğe sahip olmaması ve
ANC önderliğinin pro-kapitalist çizgisi
nedeniyle, ufak-tefek ve esas itibariyle
göstermelik önlemler (Apartheid'ın,
yani ırk ayrımının yasal düzeyde ortadan kaldırılması, demokratik bir
anayasanın kabulü vb.) dışında statüko
değişmeden kaldı. Yani; ırkçı burjuvazinin devlet aygıtı yıkılmak bir yana,
bazı kozmetik değişikliklerle varlığını sürdürdü ve üretim araçları eski
egemen sınıfın elinde kalmaya devam
etti. Tek fark, halka ihanet eden ANC
yöneticilerine ve onların çevresinde
oluşmakta olan dar bir Zenci burjuvazi
katmanına iktidardan belli bir pay ve
sömürü ve yağma sofrasından bazı kırıntılar vermekten ibaretti. ANC hükümetinin, değil demokratik bir devrim,
nüfusun yüzde 80'ini oluşturan Zenci
işçi ve emekçilerin yararına ciddi reformlar yapmaya bile kalkışmadıkları koşullarda yoksul halkın, konut,
sağlık, eğitim, altyapı hizmetleri gibi
sorunlarının Apartheid rejiminin 'ortadan kalkması'ndan 18 yıl sonra hala
çözüm beklemesi hiç de şaşırtıcı değildir.
Ama Güney Afrika'nın 1994'ten bu
yana bir alanda hayli büyük bir ilerleme kaydettiğini kabul edebiliriz. ANC
yöneticileri ve onların çevresinde oluşmakta olan dar bir Zenci burjuvazi katmanı iktidardan ve sömürü ve yağma
sofrasından giderek daha büyük belli
bir pay almayı öğrenmiş, 1956'da "Avrupalı-olmayan burjuvazi"nin" kendi
adına atelyelere ve fabrikalara sahip
olma olanağına kavuş"ması düşü gerçekleşmiştir. Tabii, Zenci ve diğer
renk ve milliyetlerden işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin yoksulluğu
ve yoksunluğu pahasına. Grahamstown İşsiz Halk Hareketi'nin sözcüsü
Ayanda Kota'nın aktardığı bilgilere
göre, bir maden işçisinin ortalama yıllık geliri 36,000 rand (yaklaşık 4403
ABD doları) iken, örneğin geçenlerde
kendisine 200 milyon rand (yaklaşık
24,500,000 ABD doları) değerinde
bir köşk yaptırmış olan başbakan ve
ANC başkanı Jacob Zuma'nın ve diğer
hükümet üyelerinin yıllık resmi gelirleri 2 milyon randı (yaklaşık 245,000
ABD doları) bulmaktadır. Servetinin
değeri 275 milyon ABD dolarını bulan NUM'nın eski lideri ve öndegelen
ANC yöneticisi Cyril Ramaphosa ise
Afrika kıtasının en zengin 34. kişisi
olmakla övünüyor. Bu arada bu bayın
Marikana kıyımının sorumluluğunu
paylaşan Lonmin şirketinin yönetim
kurulunda yer aldığını ve sahip olduğu şirketlerden birinin Marikana'daki
platin madenine ucuz işgücü sağlamakla uğraştığını da anımsatmak gerekiyor. Bir başka ANC yöneticisi olan
ve halihazırda Nüfus Yerleşim Bakanı koltuğunda oturmakta olan Tokyo
Sexwale ise Güney Afrika'nın üçüncü
büyük elmas şirketi olan Mvelaphanda Holdings adlı şirketin kurucusu.
Mayıs 2012'de NUM Genel Sekreteri
Frans Baleni'nin bu görevinden ötürü
aldığı aylığın 1,400,00 rand, (yaklaşık
171,000 ABD doları) ve buna ek olarak
onun, Güney Afrika Kalkınma Bankası yönetim kurulu üyesi sıfatıyla aldığı aylığın ise 400,000 rand (yaklaşık
49,000 ABD doları) olduğunun ortaya
çıkması yoğun tepkilere yol açmıştı.
Arasında Nelson Mandela'nın, Jacob
Zuma'nın vb. yakınlarının da bulunduğu örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir;
ama bu kadarı yeter.
*
*
*
Bütün ezilen ve sömürülen sınıfların,
ama özellikle de ezilen ulusların ezilen ve sömürülen sınıflarının Güney
Afrika deneyiminden çıkaracakları ve
mutlaka çıkarmaları gereken önemli
dersler var. Bu trajik olay, hem ulusal
sorunun çözümü için Güney Afrika'yı
örnek görenlerin/ gösterenlerin ne
denli derin bir yanılgı içinde olduklarını gözler önüne sermiş; hem de burjuva demokrasisinin kapitalist patronlar için DEMOKRASİ, ama sömürülen
emekçiler için DİKTATÖRLÜK, hem
de acımasız ve vahşi bir diktatörlük
olduğunu bir kez daha anımsatmıştır.
Ve tabii, gerçek özgürlük, eşitlik ve
adaletin, ancak ve ancak sınıfların ve
sınıf ayrımlarının ortadan kaldırıldığı
sosyalist bir toplumda olanaklı olduğu
gerçeğini. Lenin, “Yayımlanmış ‘Halkın Özgürlük ve Eşitlik Sloganlarıyla
Aldatılması’ Konuşmasına Önsöz”
adlı yazısında, sınıf savaşımını lafta
kabul eden, ama “özgürlük”, “eşitlik”
gibi parlak sloganların ardına sığınarak emekçi yığınları aldatan sosyalistleri, sosyal-demokratları vb. eleştirirken şunları belirtiyordu:
“Sınıf savaşımını kabul edenler, bir
burjuva cumhuriyetinde, hatta en özgür
ve en demokratik bir burjuva cumhuriyetinde bile, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in
hiçbir zaman meta sahiplerinin eşitlik
ve özgürlüğünün, sermayenin eşitlik
ve özgürlüğünün anlatımından başka
bir şey olmadığını ve olamayacağını
da kabul etmek zorundadırlar. Marks
bütün yazılarında ve özellikle de (sizin
de lafta kabul ettiğiniz) Kapital’inde
bunu binlerce kez açıklığa kavuşturdu;
o, ‘özgürlük ve eşitlik’in soyut tarzda
kavranışını ve bayağılaştırıcıları ve olgulara gözlerini yuman Bentham’ları
alaya aldı ve bu soyutlamaların maddî
köklerini açığa çıkardı.
“Burjuva sisteminde (yani, toprak ve
üretim araçlarının özel mülkiyetinin
sürdüğü koşullarda) ve burjuva demokrasisinde ‘özgürlük ve eşitlik’ bütünüyle biçimsel kalır; bunlar pratikte
(biçimsel olarak özgür ve eşit olan) işçiler için ücretli kölelik ve sermayenin
eksiksiz egemenliği, emeğin sermaye
tarafından ezilmesi anlamına gelirler.
Bunlar, benim okumuş baylarım, sizin
unutmuş bulunduğunuz sosyalizmin
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ABC’sidir.” (“Foreword to the Published Speech ‘Deception of the People
With Slogans of Freedom and Equality’ ”, Collected Works, Cilt 29, Moskova, Foreign Languages Publishing
House, 1974, s. 379-80)
Günümüzde Türkiye'de de TBMM
çatısı altında "yeni ve demokratik bir
anayasa" yapılması için bir çalışma
yürütülüyor ya da yürütülemiyor. Pek
çok değişikliğe uğratılmasına rağmen
12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğü döneminde yapılmış olan "anayasa"nın,
büyük bir gecikmeyle olsa da, çöpe
atılmasına ve yeni ve demokratik bir
anayasa yapılmasına, hele de böylesi
bir anayasa yapılması için Türk gericiliğini sergileyen ve suçlayan bir savaşım yürütülmesine kimsenin ilkesel
düzeyde bir itirazı olamaz ve olmamalıdır da. Ancak ezilen sınıf ve katmanları, kapitalizm ve burjuvazinin diktatörlüğü koşullarında yapılabilecek
anayasalara bel bağlamaktan ve anayasal hayaller görmekten alıkoymanın da devrimci öncü güçler açısından
çok önemli bir görev olduğunun altını
çizmeliyiz. Anayasaların, yapıldıkları
dönemdeki sınıflar ve siyasal güçler
arasındaki dengenin bir anlatımı ya
da yansıması ya da isterseniz bilançosu olduğu dikkate alındığında, her
şeyden önce günümüz Türkiyesi'nde
-burjuva- demokratik bir anayasa yapılmasının koşullarının olmadığı ortadadır. Bir an için bir mucize yaşandığını ve Türkiye'de bir biçimde yeni
ve görece demokratik bir anayasanın
yapılabildiğini hayal etsek bile bunun,
Kürt-Türk sorunu başta gelmek üzere
ülkenin yakıcı sorunlarına bir çare olmayacağı, olamayacağı bellidir. Ezilen
sınıfların ve halkların varolan haklarını savunabilmelerinin ve ekonomik ve
siyasal mevziler kazanabilmelerinin
biricik yolu ve güvencesi, onların örgütlü devrimci savaşımlarında yatar.
En demokratik ülkelerde bile sömürücü egemen sınıflar, sınıf savaşımının
keskinleştiği koşullarda demokratik
anayasaları çiğnemekte ya da dikkate
almamakta, ezilen ve sömürülen kitlelerin hak arama kavgalarını yasal
sınırlar içinde kalarak bastıramadıkları koşullarda rahatlıkla anayasayı
askıya alabilmekte, sıkıyönetim ve
olağanüstü durum ilan edebilmekte ya
da gerici askeri darbelere başvurabilmektedirler. 2012 Ağustosunda Güney
Afrika'da yaşananlar bu saptamayı bir
kez daha doğrulamıştır. Dünyanın en
demokratik anayasalarından biri olan
1919 Weimar Anayasası Nazilerin
iktidara gelmelerini ve bir faşist diktatörlük kurmalarını önlemedi; Güney Afrika'nın son derece demokratik
1996 anayasası, emperyalist ve yerli
burjuvazinin silahların gölgesinde bu
ülkenin işçi ve yoksul emekçilerini ezmeleri ve sömürmelerini ve Marikana
maden ocağında yaptıkları gibi grevci
işçileri öldürmelerini önlemedi. Aynı
biçimde, Türkiye'de yapılabilecek bir
demokratik anayasa da işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ve bugün onu yöneten
AKP'nin gerici iç ve dış politikalar
izlemesini, Kürt halkı başta gelmek
üzere işçi sınıfı ve halkları ezmesini
önlemeyecektir.
*
*
*
3-4 Haziran 1999'da kaleme almış
olduğum “Ertelenen düşler: Güney
Afrika 1999” başlıklı yazımda, 2 Haziran 1999'da yapılan seçimler bağlamında Güney Afrika'daki durumun
çok kaba bir tablosunu çizmiş, Nelson
Mandela'nın yerini Thabo Mbeki'ye bıraktığı seçimlerin ikinci kez ANC'nin
zaferiyle sonuçlandığını, bunda ise
“Zenci işçi ve emekçilerin ANC’ne
açtıkları siyasal kredinin henüz tükenmemiş olması”nın ve “devrimci bir
alternatifin olmaması”nın belirleyici
bir rol oynadığını söylemiş ve şunları
eklemiştim:
“Ama Mbeki de bu durumun sonsuza kadar sürmeyeceğini çok iyi biliyor. O, seçim kampanyası sırasında Afro-Amerikan ozan Langston
Hughes’ün bir sözünü yinelerken, Güney Afrika’nın geleceğini görür gibiydi. Hughes, 'Ertelenen düşlere ne olur?'
dedikten sonra onların bir 'patlamaya
yol açacağını' belirtmişti. Ezilen ve
sömürülen yığınların düşlerini erteleyenler ve bu düşlerin ertelenmesine
çanak tutanlar, patlamaları önleyemeyecek ve dahası bunun bedelini de ödeyeceklerdir.”
Bu satırların yazılmasından 13 yıl sonra gerçekleşen Marikana kıyımının,
Güney Afrika'nın tarihinde bir dönüm
noktası olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Akıllara ister istemez, Apartheid rejiminin 1960’ta Sharpeville’de
ve 1976’da Soweto’da gerçekleştirdiği
kıyımları getiren bu kıyım ve ABD
ve Britanya tekelci burjuvazisinin ve
Güney Afrika'nın ırkçı beyaz burjuvazisinin yağma ve terör düzeninin
bir parçası haline gelenlerin bu kıyım
karşısında aldıkları tutum, “Zenci işçi
ve emekçilerin ANC’ne açtıkları siyasal kredinin” artık tükenme noktasına
geldiğini gösteriyor. Marikana madeni
işçilerinin 300,000 üyeli NUM'ndan ve
onun bağlı olduğu COSATU'ndan ayrılmaları, aslında daha büyük-ölçekli
bir gelişmenin yansıması. Eğer Güney
Afrika işçileri, 16 Ağustos'ta can veren yoldaşlarının yolunu izler, sınıfın
en ileri öğelerinin gerçek bir Komünist
Partisi oluşturmalarına destek verir ve
üstü burjuva demokrasisine ve demokratik anayasaya ilişkin gevezeliklerle
örtülü iğrenç neo-Apartheid rejimine
ve kapitalist düzene karşı sosyalizmin
ve işçi sınıfı demokrasisinin bayrağını yükseltirlerse, Marikana kıyımı bir
yeniden dirilişin başlangıcı haline getirilebilir.
Dİ PNOT L A R
(1) Irkçı Güney Afrika polisinin 21 Mart
1960'ta Sharpville kasabasında Zenci göstericilere ateş açması üzerine 69 kişi ölmüş
ve 180 kişi yaralanmıştı.
(2) Resmi rakamlara göre, 2011 yılında maden ocaklarında meydana gelen iş
"kazalar"ında 120 maden işçisi yaşamını
yitirdi.
(3) Maliye Bakanı Pravin Gordhan'ın 16
Mayıs 2012'de yaptığı açıklamaya göre bu
Güney Afrika Cumhuriyeti'nde işsizlik
oranı yüzde 41'di; yani aktif nüfusun beşte ikisi işsizdi. (Bkz. "Unemployment is a
serious problem-Gordhan"/ "İşsizlik ciddi
bir sorun-Gordhan", The Sowetan, 16 Mayıs 2012) Dünya Bankası'nın geçenlerde
yaptığı bir araştırmaya göre, Güney Afrika
nüfusunun -yüzde 95'i Zenci olan- en yoksul beşte biri, yani "en alttakiler" arasında
işsizlik yüzde 70'i bulmaktadır. (South Africa Economic Update, July 2012). Komşu
ülkelerden Güney Afrika'ya gelen ve yasadışı konumları nedeniyle daha da düşük
ücretlerle ve kayıtdışı çalışmak zorunda
kalan yoksul emekçilerin durumu daha da
içler acısıdır.
(4) 1999-2005 yılları arasında devlet başkanı yardımcısı olan ve 18 Aralık 2007'den
bu yana ise devlet başkanlığı koltuğunda
oturan Jacob Zuma da bir zamanlar revizyonist Güney Afrika Komünist Partisi'nin
üyesiydi ve 1990'da ayrılmasından önce,
kısa bir süreliğine de olsa bu örgütün
Politbürosu'nda görev yapmıştı.
(5) Burada, ANC'nin silahlı kolu Umkhonto we Sizwe’den (=Ulusun Mızrağı) söz
ediliyor.
9-11 Eylül 2012
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
6-7 EYLÜL 1955’İ
UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ !.
56 yıl önce İstanbul'da yaşayan Elenler
ve Ermeniler bir yalan haberle hedef
haline getirildi. Selanik'te Atatürk'ün
evine Yunanlılar tarafından bomba
atıldığı haberinin yayılması üzerine, 6
Eylül 1955’te ellerinde kazma, balta ve
sopalarla sokaklara dökülen binlerce
kişi onlara ait ev ve işyerlerini yakıp
yıktı, kadınlarına, kızlarına tecavüz
edildi.
du. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum oturmadığını söyledi
ve adamlar gerçekten yağmalamadan
gittiler. Komşularını korumuş olan
Mehmet binadan çıktı, Türk bayrağını
bıraktı, eline bir odun parçası alıp caddenin karşı tarafındaki gayrimüslimlere ait dükkan ve evlere saldırmaya
başladı.”
Kimi Müslüman vatandaşlar ise tam
aksi şekilde davranmış, gayrimüslimlerin evlerinin tespitinde saldırgan
gruplara yardımcı olmuştur.
6 - 7 Eylül Olayları
Bir gecede tuzla buz edilir, iş yerleri, vitrinler, evler. Gayrimüslimlere
ait ne varsa milliyetçilik adı altında
had saf hada vandalizme maruz kalır.
Bu nedenle bu tarihler Yunanca’ya
Σεπτεμβριανά/ Septemvriana, yani
Kristal Gece adıyla geçer. Vitrinler
parçalanırken nice hayat ve Türkiye
tarihi de hasar alır.
6 Eylül 1955 günü saat 13.00’te, devlet
radyosu, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve yapılan bombalı bir saldırı
haberini duyurur ve bu haber öğleden
sonra İstanbul Ekspres gazetesinin
iki ayrı baskısıyla yayılır. İlerleyen
saatlerde ise çeşitli öğrenci birlikleri
tarafından Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti
(KTC) önderliğinde Taksim Meydanında bir miting düzenledikten sonra
İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camları
taşlanmaya başlar. İstiklal Caddesi bugünkü halinden çok uzaktadır o gün.
Bir mahşer yerini andırır.
Olaylar yalnızca İstiklal Caddesi’yle
sınırlı değildir. Gayrimüslimlerin yaşadığı daha birçok semtte ellerinde
listeleri bulunan saldırgan gruplar
gayrimüslimlere ait mülkleri kolaylıkla tespit etmekte, eşya ya da araç
gereç ne bulurlarsa zarar vermektedir.
Hırsızlığa kalkışanların ise grup başları tarafından sert bir dille uyarılması,
grupların hırsızlık yapılmaması yalnızca eşyaya zarar verilmesi yönünde
emir almış olduğunu göstermektedir.
Tüm bu olaylar gerçekleşirken güvenlik güçleri suskundur. Şikayette
Sarkis Hatspanian
bulunmak üzere komisere giden bir
Rum fırıncı şu cevabı alır: “Hiçbir
şey yapamam, ben bugün polis değil,
Türk’üm.” İtfaiye araçları olay yerine
“ulaşamaz.” Ya da ulaşanlar yangını
söndürme konusunda “isteksizdir”.
“Olaylardan üç saat evvel, yani dörtte, bize Emniyet Müdürlüğü’nden bir
emir geldi. Saat beşten sonra hiçbir
polis memuru karakolları terk etmeyecekti. Bu haber üzerine biz 5. Şube
olarak hepimiz binamızda kaldık. Saat
altıya doğru her taraftan, özellikle
Beyoğlu’ndan saldırılarla ilgili haberler geliyordu. Polis şefimiz Kosova’da
olduğu için vekiline sorduk. Kendisi
ikinci bir emre kadar hiçbir müdahalede bulunmamamızı söyledi. Burnumuzun dibinde adamları ev ve işyerlerini
darmadağın ederken görüyorduk ama
hiçbir şey yapamıyorduk.”
Dost kara günde belli olur sözünün anlam kazandığı bir gündür o gün. Kimi
Müslüman vatandaşlar gayrimüslim
komşularını korumak için kendilerini siper etmiş, komşusunun kimliğini
belli etmeyip grubu yanıltmayı başarmıştır.
“Evimiz, Beyoğlu’nda Kalyoncu Sokakta’ydı. Şiddet olayları patlak verdiğinde kapıcı Mehmet, anneme ‘Korkmayın, bizim evde saklanabilirsiniz’
dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış
kapıyı kilitledi ve binanın önünde dur-
Rakamlarla 6-7 Eylül Olayları
“Utanç gecesi” adıyla tarihe kazınan
bu geceyi rakamlarla ifade etmek gerekirse:
• Yaralılarla ilgili rakamlar 300 ila 600
arasında değişmektedir. O güne ait bir
veri ise saldırganların birçoğunun yanlarında ilkyardım malzemeleri bulundurduğudur. Buna bakarak saldırganların cana zarar vermemek üzere de
emir aldığı söylenebilir.
• Evlerde Rum kadınlara tecavüz
edilmiştir. Balıklı Hastanesi Başhekimliği’nde tedavi gören kadın sayısı
60’tır. Fakat tecavüze uğrayan kadınlardan birçoğu çekinceleri nedeniyle
tedavi olmaya gidememiştir bile.
• Can kayıpları ile ilgili rakamlar ise
tartışmalıdır. Basında açıklanan ilk rakam 11 iken, bir başka rapora göre bu
sayı 15’tir.
• İşin maddi kısmına gelindiğinde;
olayların ardından 9 Eylül günü Maliye Bakanlığı zarara uğrayanlar lehine
açıklamada bulunur: Ucuz inşaat malzemesine erişim kolaylığı, banka borcu
olanlara ödemede kolaylık, banka kredisi almada kolaylık, ihtiyacı olanlar
için sağlanacaktır. Belediye tarafından
çivi, cam boya malzemesi dağıtılır.
Celal Bayar‘ın girişimiyle mağdurlara
ödenecek para kaynağının sağlanmasının hızlandırılması, özellikle düşük
gelirli mağdurlara para yardımı ya-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
pılması amacıyla bir komite kurulur.
Komite büyük şirketlerden bağış talep
ederken, kamuoyu da basın aracılığıyla bağış yapmaya çağrılır. Böylelikle
ödenmesi gereken tazminat bir bağış
kampanyası niteliği kazanmıştır. Bağış
yapan kişi ve kuruluşlarda oluşan baskın güdü ise Türklerin bu alçaklıklarla
ilgisi olmadığını, vatanseverlik görevlerini yerine getirdiklerini kanıtlamak
olmuştur.
• 1957 yılı sonunda 3.247 gerçek ve
tüzel kişiye, toplam 6.533.856 TL tutarında ödeme yapılmıştır. Ancak hasar
beyanı sırasında oluşan olaylara örnek
olarak bir tanığın ifadesinden:“Çoğu
tazminat alamadı. Komiteden bir bilirkişi gelip, ‘Şu kadar tazminata talep
edeceğiz. Ödemenin yarısını sen, diğer
yarısını ben alacağım.’ dedi. Bazıları,
bu bilirkişilerin para almasını istemiyordu, o nedenle haklarından feragat
ediyorlardı. Bu tazminat daha çok
Türkiye’nin atılı müttefiklerini sakinleştirmek için tasarlanmıştı.”
Suçluların tespiti
Olayların ardından hükümet suçlu olarak komünistleri işaret etmektedir. Fuat
Köprülü’nün 12 Eylül’de meclis toplantısında yaptığı konuşmadan:“Hükümet
önceden bilgilendirilmişti. Buna göre
tedbirler alınmıştı. Fakat olayların
hangi gün ve saatte çıkacağı bilinmiyordu. Komünistler hareketin tüm çabalara rağmen baskın gibi gelişen olaylar engellenemedi. “
(…)
“Kıbrıs Meselesi nedeniyle tahrik
edilmiş olan gençler ve vatanseverler
olayların çıkışından sorumludur. Diğer taraftan basın provoke etmiştir.
Selanik’te patlayan bombanın da haberi gelince, nihayet bir fırsat doğmuştur.
Komünistler hareketin arasına karışıp
gençlerin vatansever gösterisini kullanarak yıkıp yağmalamışlardır. Çünkü
komünistler, ayaklanmaları önceden
planlayıp komutayı da ellerine almışlardır.”
Adnan Menderes de aynı şekilde komünistlerin olayların suçlusu olduğunu, hükümetin olaylardan önceden
haberdar olduğunu ancak bu ateşli
vatanseverlik gösterilerinin bu kadar
büyük bir psikoza dönüşebileceğini
kestiremediklerini beyan etmiştir.
Türkiye’deki komünist sayısının düşüklüğüne ve olayları, onların planlamış olma ihtimalinin yokmuş gibi
görünmesine rağmen emniyet amirlerince komünist olarak bilinen 48 kişi
7 Eylül günü tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanarak Harbiye’ye getirilir.
Bu kişilerin arasında bilindik isimler
de vardır: Aziz Nesin, Kemal Tahir,
Hasan İzettin Dinamo, Asım Bezirci
gibi günah keçisi olarak seçilmiş daha
23 isim... 1956 Aralık’ının sonunda
İstanbul’da 3.525 kişi serbest bırakılırken, Ocak 1956 sonunda 228 kişi
mahkum edilir, 61 kişi beraat eder, 208
vaka ise düşer.
İsmet İnönü mecliste yaptığı bir konuşmasında hükümete, masum insanlara
eziyet edilmesindense gerçek suçluların bulunması gerektiğini söyleyerek
sürecin işleyişini eleştirmiştir. Nitekim bu söyleviyle tutukluların salıvermelerini de sağlamıştır. Başbakan
Menderes ise İnönü’nün ağır eleştirilerine “Paşa, vatan bu konuşmanı affetmeyecek.” diyerek yanıt vermiştir.
6-7 Eylül olayları Yassıada Mahkemeleri’nde de önemli bir rol oynamıştır.
Ancak olayda parmağı olan diğer ne
kadar örgüt ya da kişi varsa mahkemeler sırasında dile getirilmekten kaçınılmış, tüm suç zanlıların üzerine
yıkılmıştır. Dolayısıyla yargılama sonucunda adalet yerini bulmamış, zira
yargılamalar yeni yönetim rejimini
meşrulaştırma çalışmasının bir parçası
olmuştur.
Olayların akışı
Tüm yaşanan olaylar gösterilenin aksine spontane olarak halkın galeyana
gelmesi şeklinde gerçekleşmemiş, bir
ülkü çerçevesinde iyi planlanmış ve
organize edilmiştir. Kıbrıs Türk’tür
Cemiyeti, hükümet görevlileri ve o günün MİT’i olan Milli Emniyet Hizmeti olayların gerçekleştirilmesinde pay
sahibidir. Bunun yanı sıra yaşananlarda dış güçlerin de parmağının olması
muhtemeldir. “6-7 Eylül Olayları” kitabının yazarı Dilek Güven’in tespiti:
İngiltere arşivinde bir belge buldum.
1955 olaylarından bir yıl önce Atina'daki İngiliz Konsolosu, "Türklerle Yunanlıların arası çok iyi. Ama
Atatürk'ün evinde şöyle bir bomba
patlasa, ortalık ne kadar karışır acaba?" diye yazı yazıyor.Bomba Türk
Konsolosluğu’na dışarıdan değil de
içerideki birisi tarafından atılmış ve
yalnızca camların kırılmasına yol açmıştır. Bir iddiaya göre bombayı atan
kişi ise Kıbrıs’ta hukuk öğrenimi görmekte olan “ajan-provokatör” Oktay
Engin’dir. Kendisi ilk önce tutuklanır
fakat sonra geçici olarak serbest bırakılır. “Geçici “ifadesi ise kalıcı olacaktır, kendisine vaat edilen makamı bir
sene sonra elde eder. 1956’da belediyede bir işe yerleştirilir. Yıllar içerisinde
Niğde’de önce kaymakam sonra vali
olur. Oktay Engin yaptığı röportajlarda
olaylarla ilgisi olmadığını, Özel Harp
Dairesi ile ilişi bulunmadığını vurgular.
Saldırıya dair haberin bir bulvar gazetesi olan İstanbul Ekspres dışında basında yer bulmaması dikkat çekicidir.
Sonradan öğrenilecektir ki DP’yle ve
MAH’la ilişkisi olan gazete sahibi Mithat Perin ve Yazı İşleri Müdürü Gökşin
Sipahioğlu, Selanik’te bombanın patlayacağını önceden bildikleri için kağıt
stoku yapmışlar ve o gün tam 300 bin
gazete basmışlardı.
Hükümet görevlileri dile de getirdikleri gibi tüm olaylardan haberdardır, Menderes’in olayları Taksim
Meydanı’nda arabasından izlediği bilinmektedir. Ancak hükümetin beklediğinin ötesinde bir yıkım gerçekleşmiş olduğu düşünülmektedir. İlk
gösterilen reaksiyon ise olayların suçu
komünistlerin omzuna yüklemek olmuştur. Yassıada Mahkemeleri sırasında Menderes MAH başkanını da mahkemeye bildiklerini açıklaması için
davet etmiştir, fakat Menderes’in talebi görmezden gelinir. KTC ise olayların “nümayiş- tahrip- talan” kısmında
rol üslenir. Örgüt hükümet desteğiyle
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kurulmuş, cemiyet başkanı Hikmet Bil
ise Menderes’in yakın dostudur.
Olayların gerçekleştirileceği günün
seçimiyle ilgili bir iddia ise özellikle
İstanbul’da önemli uluslararası bir takım kongrelerin de gerçekleştirildiği
bu tarihlerin seçilerek kamuoyunun
ilgisi dağıtılmaya çalışıldığıdır.
Gerçek nedenler
1991 yılına gelindiğinde, bir tuğgeneral kendisiyle yapılan röportajda olayların MAH tarafından düzenlenmiş
olduğunu şu sözlerle dile getirerek
olayları aydınlatır aslında:“Elbette 6-7
Eylül Olayları Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı. Olağanüstü planlı bir operasyondu ve amacına ulaştı.
Sorarım size; bu sıra dışı başarılı bir
eylem değil miydi?”
1947’de CHP azınlık bürosunun hazırladığı rapordan:"Anadolu'da hemen
hemen hiç Rum kalmadı. Birkaç da Ermeni kaldı. Ama çok çoğalıyor. Onları
İstanbul'a göç ettirmemiz gerekiyor.
Ne kadar İstanbul'da toplarsak o kadar
kontrol altında olurlar. Ama sermayelerini burada bırakmalılar.
“İstanbul'un fethinin 500. yılında
İstanbul'da bir tek Rum olmazsa ne iyi
olur."1934 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi ve 1955 6-7 Eylül olayları
homojenleştirme yapbozunun birer
parçasıdır. Bu topraklarda yaşamış
büyümüş, bu toprakların insanları evlerinden edilir böylelikle, senelerce
komşuluk yapmış dostlar birbirinden
ayrılır. Çiroz kurutan Ermeni kadınları ya da Rum balıkçılar yoktur artık mahallelerde. Anılara hapsolurlar,
bizlere de yalnızca bu anıları okumak
ya da dinlemek düşer şimdilerde.Bu
yapboz tamamlanmaya devam ediliyor
bugün. Dostların arasına ekilen nifak
tohumları yeşeriyor. Yıllarca omuza
omuza yaşayanlar birbirini öldürüyor,
önyargılar var artık hepimizin kafasında. Kimlik her isimden önce geliyor “Türk, Kürt, Ermeni”… İnsanın
yalnızca insan olduğu, dost seçerken
soyun sopun önemsenmediği yıllar
gitgide maziye karışmakta. Anadolulu
insanın sahip olduğu hoşgörünün yerini şüphe, güvensizlik ve önyargılar
alıyor.
Yukarıda mevzubahis olan tuğgeneral
verdiği demecinde haklıdır belki de.
http://sessizdergi.blogspot.com
katliam sürgün talan fotoğraf sergisi için adres:
ht t ps://pic a s aweb.goog le.com /11275 67 78 05519 6275739/
67 Ey lu lOlay la r 02#5 476 05151694 4 6756 6 6
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Çerkes
Ethem,
1915/16 ve
Çerkesler
Harbiye Nezareti ve özellikle de 3.
Ordu Komutanlığı tarafından karşılanmıştır. Teşkilatı Mahsusa üyeleri maaş
alırlar, ancak maaş bordroları yoktur.
Ayrıca baskın, yağma, haraç ve soygundan da pay alırlardı.
Selçuk Uzun
Çerkes Ethem konusunda birşeyler
araştırmaya başladığınızda, karşınıza
sadece „Milli Mücadele“ dönemi çıkar. Çerkes Ethem´in anılarının bile
olup olmadığından, yazdı ise doğru
olup olmadığından bile emin değiliz.
Ama Çerkes Ethem ve ağabeyi Reşit ve
Tevfik gerek Birinci Dünya Savaşı´nda
gerekse „Milli Mücadele“ döneminde somut bir vaka. Çerkes Ethem konusunda beni ilgilendiren daha çok
1914-18 dönemi. Yani özellikle Ermeni tehciri dönemi. İtiraf etmeliyim ki
bu konuda çok fazla kaynak olduğunu
söyleyemem. Tabii ki Teşkilatı Mahsusa gibi „gizli“ teşkilat hakkında belge
bulmak o kadar kolay bir iş değil. Belki Teşkilatı Mahsusa şeflerinden Hüsamettin Bey´in 1928 yılında Genelkurmay Başkanlığı´na teslim ettiği kilitli
ve her tarafı çivilenmiş sekiz sandıkta
birşeyler bulunabilir.
raz olsun derinlemesine birşeyler
okuduysanız, karşınıza „Çerkesler“
çıkar. Örneğin Van-İran-Muş-BitlisD iya r ba k ı r-Ma r a ş -Ur fa-Ha k k a r iHalep-Der Zor-Musul hattını takip
ettiğinizde karşınıza Çerkesler çıkar.
Genellikle hepsi Teşkilatı Mahsusa´da
yer alırlar. Hem de en sertinden, en
militanından, bulunduğu bölgede dehşet saçan, acımasız cinsinden. Çerkes
Yakup Cemil, Çerkes Ahmet, Çerkes
Harun, Çerkes Canbulat, Çerkes Ethem, Çerkes Dr. Reşit, Çerkes Salih
Zeki, Çerkes Ömer Naci, Çerkes çeteleri, Çerkes fedaileri, Çerkes Teşkilatı
Mahsusa çeteleri, vs. Üstelik bu çetelerin, fedailerin, tetikçilerin sonradan
Çerkes olduğunun farkına varılması
gibi bir durum da söz konusu değil.
1915/16´da en azından Alman konsoloslar, Anadolu´da bulunan yabancılar
bile fark etmişler.
Çerkes Ethem´e ait olduğu iddia edilen
anılarda şöyle bir bölüm vardır: „Birinci Dünya Savaşı´nın ilk senesinde
büyük kardeşim Reşit Bey´in, kendi
başına askeri ve politik amacı olan,
Kürtlerden ve başka milletlerden toplanmış Teşkilatı Mahsusa kuvvetleri
ile Ruslara karşı, daha sonra İran´ın
güneyinde İngiliz bölgesinde ve Efgan
sefer heyetinde bulundum. Pek uzun
sürecek olan bu maceralardan bahsetmeyeceğim.“ Çerkes Ethem´in 1918
öncesine ilişkin söyledikleri bu kadar.
Bir konuda herkes aynı fikirde sanırım:
Çerkes Ethem, Teşkilatı Mahsusa üyesi. Balkan Savaşı´ndan Yunanistan´a
iltica edişine kadar olan hayatı Teşkilatı Mahsusa ve çetecilik. Başka hayatı
yok. Ve dönemin önde gelen Teşkilatı Mahsusa liderlerinin hemen hemen
hepsi ile teşrik-i mesaide bulunduğu da
gerçek.
Eğer Ermeni tehciri konusunda bi-
Teşkilatı Mahsusa
Birinci Dünya Savaşı´nda Teşkilatı
Mahsusa çetelerinin sayısı yaklaşık 30
bin kişi olarak tahmin edilmektedir.
Bunlar arasında hapishanelerden salıverilenler, eşkiyalar, bazıbozuklar, çapulcular, yerel aşiretler, Kürt aşiretleri,
Laz, Kürt, Çerkes, Arap, Çeçen çeteleri yani yok yoktur. Bunların başında
da Ittihat ve Terakki´nin güvendiği ve
görevlendirdiği şefler ve subaylar vardır. Bu örgütün esas para kaynağı da
Almanlardır. Bazı kaynaklara göre
Almanların Teşkilatı Mahsusa´ya yaptığı para yardımının 1918 yılına kadar
4 milyon altın lira olduğu iddia edilir.
Ayrıca İttihat ve Terakki´nin örtülü
ödeneğinden, Harbiye Nezareti´nden
de paralar aktarılmıştır. Teşkilatı
Mahsusa birliklerinin eğitimi Harbiye Nezareti tarafından yaptırılır. Özel
üniformaları dahil tüm lojistik destek
Teşkilatı Mahsusa hakkında yazılanlarda, anılarda ve resmi tarih anlatımında, bu örgütün Ruslara ve Ermeni
çetelere karşı savaştığı belirtilir. Ancak Teşkilatı Mahsusa`nın fiili olarak Rusya ile savaşa girilmesinden
yaklaşık 4 ay önce faaliyetlerine başladığını, Seferberlikten hemen önce
Teşkilatı Mahsusa`nın fiilen TrabzonErzurum-Van Hattı´nda görevlendirildiğini unutmamak gerekir. Bu aylarda
çarpışılacak ne Rus Ordusu ne de Ermeni çeteleri vardır. 1915 tehcirinin
başlamasına kadar bölgede aktif bir
Ermeni „isyanı“ veya ayaklanmasının
olmadığı, sadece Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinin incelenmesi sonucu bile
ortaya çıkar. 1915/16´da ve öncesinde
Osmanlı´nın ve İttihat ve Terakki´nin
şöyle bir bakış açısı vardır: Bir kişi
bile emirlere uymasın, isyan etmiş sayılırdı. Bu zihniyet, her Ermeni itirazını „isyan“ olarak değerlendirmiş ve
„hain“ ilan etmiştir. Bahaeddin Şakir,
tekliflerini kabul etmeyen Ermenileri
daha savaşa girilmeden çok önce hain
ilan etmişti.
Teşkilatı Mahsusa, savaş öncesi bir
yandan Rus arka cephesinde faaliyetlerde bulunurken, aynı zamanda bulunduğu bölgelerde bir çeşit „mıntıka
temizliği“ de yapmıştır. Bu temizliğin
kapsamı içine istisnasız tüm müslüman
olmayan halklar, İttihat ve Terakki ile
işbirliğine yanaşmayan kimi Kürt aşiretleri de dahildir. Özellikle Van bölgesinde bu durum daha da vahimdir.
Teşkilatı Mahsusa`nın savaşta yaptığı
aslında şudur: Görece bıçak sırtında
da olsa hem etnik hem askeri hem de
toplumsal dengeleri bozmasıdır. Yani
Teşkilatı Mahsusa eliyle arı kovanına
çomak sokulmuş ya da arı kovanına
şiddetli bir tekme atılmıştır.
Özellikle Sarıkamış bozgunundan
sonra Teşkilatı Mahsusa´nın asli görevi „harici değil dahili düşmanlar“
olmuştur. 1915/16 yıllarında Teşkilatı
Mahsusa´nın Doğu Anadolu´daki esas
görevi, Ermeni tehcirini uygulamaktı. Ben kişisel olarak Ermeni tehciri
döneminde katliama karışmamış bir
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Teşkilatı Mahsusa birliği ve/veya çetesinin olduğuna inanmıyorum. Sadece
Erzurum vilayetinde tehcir döneminde
50´den fazla katliam yeri mevcuttur.
Van bölgesinde, İran´da, Muş, Bitlis,
Maraş, Diyarbakır, Suriye ve Irak´ta
Teşkilatı Mahsusa birlikleri inanılmaz
katliamlar yapmışlar, birkaçı hariç hiçbir şekilde Ruslara ve Ingilizlere karşı
başarı da elde edememişlerdir.
şunlar:
Savaş öncesi Çerkes Ethem
3- Van´dan Rauf Orbay´ın Müfrezesine katılmak için İran´daki Kirmanşah
bölgesine gidiyor.
Çerkes Ethem´in Birinci Dünya
Savaşı´nda Teşkilatı Mahsusa´daki faaliyetleri konusunda geniş bilgilere
ulaşmak mümkün değil. 31 Ağustos
1913 tarihinde „Batı Trakya Muhtar
Türk Cumhuriyeti“ adıyla kurulan ve
Süleyman Askeri´nin başını çektiği
Teşkilatı Mahsusa hareketinde, Çerkes
Ethem´in ağabeyleri Reşit ve Tevfik´in
aktif rol aldığı biliniyor. Ethem´in de bu
mücadeleye katıldığı bilindiğine göre,
Çerkes Ethem´in Teşkilatı Mahsusa´ya
Balkan Harbi sırasında girdiğini kabul
edebiliriz. „Batı Trakya Genelkurmay
İkinci Başkanı“ olarak Çerkes Reşit´in
adı geçer. Çerkes Ethem´in „resmi“
askerlik hayatı, Bulgar Cephesi´nde
Çürüksulu Mahmut Paşa´nın Kolordu
Muhafız Bölüğü'nde süvari kıtası kumandanı olarak savaşırken yaralanması ile biter. Daha sonra İran, Afganistan harekatına Rauf (Orbay) Bey´in
müfrezesinde katılır, Cevdet Bey, Kazım Özalp, Kazım Karabekir, Ömer
Naci, Halil Kut ve diğer İttihat ve Terakki mensupları ile de bu yıllarda tanışır. Çerkes Ethem´in yanında hep iki
ağabeyi Reşit ve Tevfik vardır. Ethem
Bey´i de Teşkilatı Mahsusa`ya alan
büyük bir ihtimalle ağabeyi Reşit´tir.
Ayrıca aile babadan bu yana Teşkilatı Mahsusacıdır. Çerkes Ethem, 1918
yılının başlarında Uceymi Paşa Sadun
ile Irak seferine katılır burada yaralanır ve Bandırma´ya döner. Bu yılın sonunda da mütareke imzalanır.
Bu yazı, Çerkes Ethem´in Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni tehciri döneminde
nerede olduğu, ne zaman, ne yaptığı
konusunda var olan sis perdesini aralama çabası olarak değerlendirilmelidir. Doğrudan Çerkes Ethem´in hayatını izleyerek bu dönemi aydınlatmak
mümkün olmadığı gibi, bu dönem ile
ilgili belgeleri bulmak ta sanırım imkansıza yakın. Benim sis perdesini
aralama çabamın ana çıkış noktaları
1- Çerkes Ethem, seferberlikten önce
İran seferi için Ömer Naci komutasında İran cephesinde Teşkilatı Mahsusa harekatları için görevlendiriliyor.
Van´a gönderiliyor.
2- Çerkes Ethem İran seferinden sonra
Van´a dönüyor.
4- Çerkes Ethem hakkında dönemin
Diyarbakır Valisi Çerkes Dr. Reşit´in
emrinde çalıştığına ilişkin iddialar
vardır.
5- Tarihe „Sayfo“ (Kılıç Yılı) olarak
geçen Süryanilerin katledildiği 1915
yılı ve İdil (Hazak/Azak) „isyanı“ döneminde Çerkes Ethem bu bölgededir.
6- Çerkes Ethem´in yaralanmasına kadar olan dönemde ana üssü Musul ve
Bağdat olarak gözükmektedir.
Çerkes Ethem´im özel görevi
Çerkes Ethem´in Seferberlikten birgün
önce, Ağustos 1914 başında başlayan
macerasına dönelim. Bu macera yaklaşık 4 yıldan fazla sürer.
Cemil Koçak`ın “Ey Tarihçi Belgen
Kadar Konuş!” Bir Teşkilatı Mahsusa
Öyküsü“ adlı yazısı bize Çerkes Ethem
konusunda ilk ve önemli ipuçları verir.
1914 yılının Ağustos ayının başında
Dahiliye Nazırı Talat Bey´in daveti
sonucu yapılan toplantıda, Ömer Naci
Bey ile birlikte Erkanı Harb Kolağası
Ruşeni Bey, „İran’dan Kaf kas’a geçmek ve Rusların gerisinde siyasi bir inkilap hazırlamak vazifesi ile siyaseten“
görevlendirilir. Ruşeni Bey ve Ömer
Naci, İran mücahitlerinden Emir Haşmet ve rüfekası, Çerkes Reşit ve Ethem
ile arkadaşları Erzurum üzerinden
Van´a gelirler. Van Valisi Tahsin Bey,
Hakkari Mutasarrıfı Cevdet Bey ve
Van Jandarma Komutanı Kazım Özalp
ile “tevhidi mesai ederek”, 1 ay kadar
Van´da kalırlar. Burada dikkati çeken
nokta, Çerkes Ethem ve Reşit´in doğrudan en üst makamlar tarafından görevlendirilmesidir. Talat Paşa´nın emri
ve tabii ki Enver Paşa´nın da onayı ile.
Ağustos ayı başında alınan karar sonu-
cu, Çerkes Ethem´ve Reşit´in 1914 yılı
Ağustos/Eylül/Ekim aylarında Van´da
oldukları anlaşılıyor.
Ruşeni Bey ve Ömer Naci ekibi İran´da
iken Van valiliğine atanmış olan Cevdet Bey, İran´a geçer ve bizzat elden
Talat Bey´in bir telgrafını Ruşeni Bey´e
verir. Telgraf emrinde Ruşeni Bey´in
emrindeki arkadaşlarının yarısını
Çerkeslere vermesi, onlarla birlikte
çetecilik yapması ve Van´da teşekkül
edecek üç kişilik bir heyete tabi olması
istenir. Bu emir biraz da Ruşeni Bey´in
„rütbe-i tenzili“ olarak ta değerlendirilebilir. Ruşeni Bey, yukarıda sözü
geçen kişilerle „teşriki mesai etmekte
mazur” olduğunu söyler. Ruşeni Bey,
bütün ekibini Cevdet Bey´e bırakır ve
bu emre uymaz. Emre uymayan Ruşeni Bey, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın
emri ile o zamanki Bağdat Valisi Süleyman Nazif Bey tarafından tutuklanır. “Vücudu muzır” görülmüştür. Ancak Ruşeni Bey canını kurtarır.
Bu bilgilerden hareketle bazı noktalara açıklık getirelim: Çerkes Ethem´in
1914 yılında nerede olduğu belli. Talat
Bey´in emrinde sözü edilen ve Van´da
kurulan 3 kişilik heyetin içinde büyük
bir olasılıkla Ömer Naci´nin, Van valisi Cevdet Bey´in bulunduğu kesin gibi.
Bölgede Nuri (Kıllıgil) Paşa ile Halil
Kut Paşa da bulunmaktadır. Burada
ikinci noktaya geçelim: İran´ı bilen
tecrübeli bir Teşkilatı Mahsusacı olan
Ruşeni Bey, neden emre uymaz ve tüm
ekibini Cevdet Bey´e terk eder? Ruşeni
Bey´i „tedhiş eden“ (ürküten) bir durum
vardır. Bu da şudur: Teşkilatı Mahsusa
birlikleri ile birlikte Çerkesler İran´a
girmişler „garet“ (yağma) yapmışlardır. İran Türklerinin başına „felaket“
getirmişlerdir. Yani Teşkilatı Mahsusa
birliği İran´a girip, yağma yapmış, katliamlarda bulunmuş ve İran´da yaşayanları da „Türk düşmanı“ yapmıştır.
Teşkilatı Mahsusacı Ruşeni Bey´i bile
ürküten, korkutan bir durum olduğuna
göre, herhalde İran´da olup bitenleri
„korkunç“ kelimesi ile nitelemek yanlış olmasa gerek. Ruşeni Bey önemli
bir noktayı daha vurgular: Çerkeslerin
yaptığından „ürkmüştür.“ Kimlerdir
bu Çerkesler? Başta Çerkes Ethem ve
ağabeyi Reşit. Ayrıca Van valisi Cevdet Bey´in fedaileri arasında Çerkeslerin bulunduğu da biliniyor. Çerkes
Ahmet ve adamları. Cevdet Bey´in
bir de „kasap taburu“ vardır. Uzman-
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
laştığı alan katliam düzenlemek. Yine
Kazım Özalp´ın Van Seyyar Jandarma Müfrezesinde de Çerkesler vardır.
Daha sonraki 1915 Nisan ayında “Van
İsyanı“nda da ortaya çıkan ve Canbulat
Bey´in komutasındaki (İT`nin İçişleri
Bakanı İsmail Canbulat değil) Çerkes
birlikleri ve Laz taburu da vardır. Yine
bölgede bulunan Kazım Karabekir´in
birliklerinde de Çerkesler vardır. Halil
Kut Paşa anılarında Van Valisi Tahsin
(Uzer) Bey´in ısrarları sonucu Kazım
Karabekir´in o bölgeye gönderildiğini
söyler. Yani 1914´ün son, 1915´in ilk
aylarında Van adeta Çerkeslerin bir
toplanma merkezidir. Bir de bu olguya
Teşkilatı Mahsusa emrine giren Kürt
aşiretlerinin toplanma merkezinin Van
olduğunu da ekleyelim. Bu arada tüm
Teşkilatı Mahsusa birliklerinde hapishaneden salıverilen mahkumların ve
af vaad edilen eşkiyaların da olduğu
malum.
Çerkes Ethem, Van ve İran operasyonları
1914 yılının Ağustos ayında Başkale
civarında yaşayan Süryanilerin tehcir
emri verilir. 1914 yılının Ağustos/Eylül aylarında İran´a çok sayıda operasyonlar düzenlenir. İran-Osmanlı sınırı
adeta bir savaş ve katliam alanına dönüşür. 1915 Mart ayına kadar süren çeşitli operasyonlara, Cevdet Bey, Ömer
Naci, Kazım Karabekir, Kazım Özalp,
Halil Kut, Ruşeni Bey´ler katılır. Bu
operasyonlara Teşkilatı Mahsusa birliklerine dahil olan Çerkesler, Kürtler,
Lazların yanısıra yerel Kürt aşiretleri,
Hamidiye Alayları, başıbozuk çeteleri
ve az sayıda da düzenli Osmanlı birlikleri katılırlar. İran´a yönelik bu operasyonların başlaması bölgede kısa sürede tüm dengeleri altüst etmiş, bölgenin
tam bir kaos ortamına sürüklenmesine
neden olmuştur. Bu arada 1914 Ağustos ayında başlayan ve 1915 Eylül´üne
kadar süren ve bizzat Enver Paşa´nın
emriyle kurulan Rauf Bey Müfrezesi,
Musul üzerinden Güney İran´a ve oradan Afganistan üzerine gitmek üzere
yola çıkar. Rauf Bey Müfrezesi Almanlarla ortak bir operasyon amacıyla
yola çıkmış ancak daha sonra tam bir
fiyaskoyla sona ermiştir. Ancak müslüman ve müslüman olmayan yerel halkın, o bölgede yaşayan bazı Kürt aşiretlerinin katliama uğramasına neden
olmuş ve deyim yerindeyse kaç yapalım derken göz çıkarılmıştır. Rauf Bey
Müfrezesi birkaç küçük başarı dışında bölgede tutunamamış, fiyaskonun
faturası da Almanlara çıkarılmıştır.
İran´da müttefik aranırken, „Türklere“
nefret tohumları ekilmiştir. Rauf Bey
Müfrezesi konusunda, Rafael de Nogales „Osmanlı Ordusunda 4 Yıl“ adlı
anılarında şöyle yazar: „Savaşın başında Fırkateyn kaptanı Rauf (Orbay)
İran´a diplomatik bir görevle gönderilmişti. Emredildiği gibi İran´a gideceğine, korumalarıyla (İranlıların dediklerine göre) öldürmüş, yakıp yıkmış ve
İstanbul´a cepleri dolu gelmiş. Rauf
Bey´in vandallığı İranlıları, Türklerin
karşısına çıkarmıştı. O zamandan beri
Ruslarla aynı amaç için çalışıyorlardı.
Cihadın, İran´da ve bütün doğuda yandaş bulamaması bu olayla ilgilidir. „
(s.164)
Ekim ayının ortalarına doğru Osmanlı
askeri birlikleri 200 kadar yerel Kürt
aşiretinin desteği ile Urmiye´ye saldırırlar. Başlarında Van Valisi Cevdet
Bey vardır. Rus Kazak birliklerinin
gelmesi üzerine geri çekilen Cevdet
Bey´in birlikleri geçtikleri köy ve kasabalarda katliam yaparlar. Cevdet
Bey´in birlikleri geri çekilirken verilen kayıplar arasında 7 subay da bulunur. Üzerlerinden çıkan kimliklerde
Teşkilatı Mahsusa mensubu ve Çerkes
oldukları anlaşılır. Katliamın hedefinde Ermeniler, Süryaniler, Nasturiler
ve işbirliğine yanaşmayan İranlı Kürt
aşiretleri vardır. İran´a yapılan operasyonlarda bir sonuç alınamayınca ve verilen kayıplar ve İran´da Rus birliğinin
varlığı nedeniyle İran-Osmanlı sınırında yaklaşık 2 aylık „sakin“ bir dönem
yaşanır.
Kasım ayında Rus Ordusu Saray ve
Başkale istikametine doğru ilerlemeye başlar, ancak kuvvetlerin zayıflığı
nedeniyle geri çekilirler. Aralık ayının sonuna doğru Halil (Kut) Paşa 5.
Sefer Kolordusu ile Dağıstan Seferi´ne
başlar. Ancak Nisan ayında hedefine varabilir. Aralık ayında İran´da
Savuçbulak´ta Ruslarla iki çatışma
yaşanır ve Osmanlı Ordusu kazanır. 28 Ocak´ta Ömer Naci birlikleri
Sofyan´da ağır bir yenilgiye uğrar. Halil Paşa´nın birlikleri Ocak ayının 2.
haftası Tebriz´e doğru yönelirler. Ömer
Naci ´nin birlikleri ise Dilman´da ağır
bir yenilgiye uğrar. Rus birliklerinin
güneye, Osmanlı sınırlarına doğru
ilerlemesi nedeniyle Osmanlı birlikleri
geri çekilmeye başlar. Cevdet Bey, Rus
birlikleri karşısında Mart ayında ağır
yenilgiler alır. Rus birlikleri karşısında
tutunamayan Osmanlı birlikleri Mart
ayında, Osmanlı topraklarına dönmeye başlarlar. Nisan ayında da Halil
Paşa´nın birlikleri Dilman´da ağır kayıplar verir ve geri dönmeye başlar.
Teşkilatı Mahsusa birlikleri Rus Ordusu önünden kaçarken, uğradıkları
her yerleşim alanında, her köyde, her
kasabada katliam yapmışlardır. Bu katliamların en bilineni de Haftevan katliamıdır. Bu bölgede Ermeni, Süryani
ve yerel halka yapılan yapılan katliamların biçim ve yöntemleri tüyler ürperticidir. Bu bölgedeki katliamlarda uygulanan işkence ve öldürme teknikleri
tarihe geçecek niteliktedir. Katliamların boyutu ve vahşiliği sonucunda, İran
Hükümeti, Osmanlı ve Almanya´ya
resmen protesto notası verir. 11 Şubat 1915´de İstanbul´da Alman Elçisi,
Enver Paşa ve İran Elçisi arasında bir
tür arabuluculuk toplantısı düzenler.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, 1914
Ekim/Kasım ayı hariç, Ağustos/Eylül/
Aralık ayları ile 1915 yılının Mart ayına kadarki 6 aylık dönemde, İran-Osmanlı sınırı ile İran içleri kan gölüne
dönmüş, binlerce insan yerinden yurdundan edilmiş ve Kuzeye Rusya istikametine doğru kaçmaya başlamıştır.
Kısaca bu gelişmeleri aktarmamın nedeni, 1915 yılının Mart ayına kadar
olan İran içlerindeki operasyonlarda
Çerkes Ethem´in de yer almış olmasıdır. Çerkes Ethem, ağabeyi Reşit´in
bu 6 aylık dönemde bu bölgede bulundukları kesindir. Büyük bir ihtimalle
Çerkes Ethem, Cevdet Bey ile İran´dan
Van´a geri dönmüştür. Dönerken de büzük katliamlar yaşanmıştır. Dönüş tarihi de 1915 yılı Mart ayıdır. Van Seyyar
Jandarma Müfrezesi komutanı Kazım
Özalp anılarında şunları aktarır: „Çerkes Ethem´i Birinci Cihan Harbinde
ben Van civarında fırka kumandanı
iken, Azerbaycan´da milli teşkilatı
yapmak üzere kardeşi Reşit´le yanıma
geldikleri zaman tanımış idim. Reşit
yüzbaşılıktan emekli idi. Ethem´in bir
askeri rütbesi yoktu. Reşit bu işler için
çalışır iken İran´da (Dilman´da) hastalandı. O sırada ben fırkamla oraya
gitmiştim. Ethem bir müddet benim
karargahımda kaldı. Reşit hastalıktan
kalktıktan sonra Musul´a gittiler.“
Çerkes Ethem, Rauf Bey Müfrezesi
ve Sayfo
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Çerkes Ethem´i daha sonra 1915 Nisan
ayı sonunda Rauf Bey Müfrezesi´nde,
Kirmanşah yakınlarında görüyoruz.
Rauf Bey anılarında Çerkes Ethem
Bey´in Van´dan yanında adamlarla
geldiğini ve Kirmanşah´a gidip çeşitli
operasyonlarda bulunduğunu belirtir.
Rauf Bey daha sonra anlattığı ve/veya
yazdığı anılarında, Çerkes Ethem´in
Müfrezedeki rolü konusuna değinirken önemsiz bir ayrıntı olarak aktarır
bu durumu. Kendisi de Çerkes olan
Rauf Orbay´ın Çerkes Ethem`i „Milli Mücadele“ye ikna ettiği bilgilerini
hatırlarsak, aralarındaki ilişkinin öyle
sıradan bir ilişki olmadığı kanısına varabiliriz. Rauf Bey Müfrezesi´nin 1915
Eylül tarihinde resmen tasfiye edildiğini dikkate aldığımızda önümüze iki
ihtimal çıkmaktadır: Çerkes Ethem´in,
1915 Kasım ayında Musul´da vali Haydar Bey´in emrinde olduğu anlaşılıyor.
Çerkes Ethem ya Eylül ayına kadar
Rauf Bey Müfrezesi´ndedir ve ardından Musul´a gelmiştir. Ya da Nisan ve/
veya Mayıs ayında müfrezeden ayrılıp Musul´a gelmiştir. Çerkes Ethem´i
Kasım ayında başka bir görev beklemektedir. Ömer Naci 1915 yılı sonunda tekrar İran´a sefer düzenleyen bir
birliğe komuta etmektedir. Cizre´nin
batısındaki İdil ( Süryanice Hazax)
bölgesinden geçerken, kendisine Süryanilerin isyan ettiği ve isyanı bastırması görevi verilir. 1915 yılı Süryaniler için „Sayfo“ yılıdır. Yani „Kılıç
Yılı“. Ömer Naci bir türlü isyanı bastıramaz ve yakın bölgedeki birliklerden
yardım ister. David Gaunt´un „Katliamlar, Direniş, Koruyucular: 1. Dünya
Savaşında Doğu Anadolu´da Müslüman-Hıristiyan Ilişkileri“ kitabından
aktarayım: „ Musul Valisi, başında dillere destan Çerkes Ethem´in bulunduğu ve mücahid dediği bazı gönüllü birimlere komuta ediyordu. 7 Kasım´da
Erkanı Harbiye Umumi´ye gönderdiği
kısa mesajla bu birimlerin yeniden konuşlandırılmasını öneriyordu. Ömer
Naci Bey´e yardım etmek amacıyla,
milis komutanı Edhem Bey emrinde
tertiplenmiş olan 500 savaşçının iki
gün içinde hareket edebileceğini söyleyebilirim. Telgraf üzerinde başka bir
el yazısıyla şunlar okunuyordu: Nazır
Paşa ile tartışılacak. Ertesi gün, Talat,
Erkanı Harbiye Umumiye´ye gönderdiği telgrafta, 500 mücahide Naci´nin
kuvvetlerini takviye etme emri verdiğini doğruluyordu. Ömer Naci Bey´e
yardım etmek üzere milis komutanı
Edhem Bey´le 500 mücahid tertip edildiği ve iki güne kadar sevk olunacağı
Musul vilayetinden gelen 7 Kasım 1915
tarihli telgrafta bildirilmiş olmakla, bu
konuda buyruk sizindir.“ Komutan Edhem, Reşid Bey´in kendi özel ordusunu
doldurmak için askere aldığı Çerkeslerden biriydi. Zalimliğiyle ün salan bu
adam, aynı zamanda Teşkilatı Mahsusa memuruydu. (s.393) Ömer Naci, İdil
Süryanileri ile baş edemez ve kendi
başına barış yapma kararı verir ve İran
seferine devam için Musul istikametine devam eder.
En üst makamdan özel görevler
Çerkes Ethem resmi yazışmalarda
ikinci kez en üst makamdan görev
emri alır. Birincisi 1914 yılında Seferberlikten hemen önce, ikincisi de Kasım 1915´te. Emir Talat Bey´den gelir,
Enver Paşa´nın onayı ile tabii ki. Bu
iki olgu da, Çerkes Ethem´in Teşkilatı Mahsusa içindeki önemini vurgular.
Bir başka olgu da, Çerkes Ethem´in
„Sayfo“ da bu bölgede olduğudur.
Sefer E. Berzeg,„Türkiye Kurtuluş
Savaşı´nda Çerkes Göçmenleri II“ adlı
kitabında Çerkes Ethem´in, tehcir döneminde kendisi gibi Çerkes olan Diyarbakır Valisi Dr. Reşit´in emrinde
görev yaptığını iddia etmektedir. Bu
iddialar çeşitli yayınlarda tekrarlanmakta, hatta Reşit Bey´in kendi özel
ordusunu doldurmak için askere aldığı
Çerkeslerden olduğu iddiası tekrarlanmaktadır. Bir başka iddia da, Çerkes
Ethem´in Yakup Cemil ile birlikte Batum seferine Teşkilatı Mahsusa çeteleri
ile birlikte katıldığıdır. Emrah Celasun
„Baki İlk Selam“ Çerkes Ethem adlı
kitabında, özellikle Diyarbakır Valisi
Reşit Bey´in emrinde çalışıp, tehcirde
görev aldığına ilişkin iddiaları araştırdığını ve bu döneme ilişkin hiçbir bulguya rastlamadığını belirtmektedir.
1915/16 ve sonrasında Teşkilatı Mahsusa, Ermenilerin tehciri ve katliamında
doğrudan görev almıştır. Özellikle Sarıkamış Bozgunu sonrası başlanmış bu
görev, Der Zor´a kadar devam etmiştir.
Özellikle Doğu Anadolu´da tehcirin
Teşkilatı Mahsusa tarafından pratikte gerçekleştirildiğine ilişkin sanırım
yeterince bilgi ve kanıt var. Ayrıca
tehcir öncesi Ağustos 1914´den itibaren başlayan müslüman olmayanlara
yönelik „mıntıka temizliği“ nin de
Teşkilatı Mahsusa tarafından yapıldığı da bir gerçek. Bu temizlik Batum,
Erzurum, Van ve İran-Osmanlı sınırı
bölgesinde gerçekleştirilmiştir. Öte
yandan Çerkes Ethem´in Talat Paşa
tarafından yani en üst düzey makam
tarafından görevlendirildiği de sabit.
Çerkes Ethem´in 1914/18 döneminde
sadece ve sadece Teşkilatı Mahsusa´da
görev aldığı da unutulmamalıdır. Diğer önemli bir gerçek te şu: Çerkes
Ethem, 1914 Seferberliği´nden itibaren, Ermeni tehcirinde önemli görevler üstlenen, yaptıkları katliamların
sayısı bilinmeyen, başta Ermeniler
olmak üzere müslüman olmayanları
kesmekle övünecek kadar fütursuz ve
gaddar olan komutan ve şeflerle birlikte çalışmıştır. Ömer Naci, Van Valisi
Cevdet Bey, Halil (Kut) Paşa, Kazım
Karabekir, Kazım Özalp, Rauf Orbay
bunlardan sadece birkaçı. Buna Mart
1915-Mart 1916 arasında Diyarbakır
Valisi olan Dr. Reşit´i de ekleyebiliriz. Çünkü bu dönemde Çerkes Ethem
büyük bir ihtimalle Musul-Bağdat-Diyarbakır bölgesinde at koşturmaktadır.
Eğer Çerkes Ethem´in Diyarbakır Valisi Dr. Reşit´in emrinde çalıştığı iddiası
doğru ise ortaya çok daha vahim bir
durum çıkmaktadır. Kuşkusuz Çerkes
Ethem´in tehcire katıldığına ilişkin bir
belge yoktur. Belki de hiçbir zaman
da bulunamayacaktır. Birinci Dünya
Savaşı´nın en kanlı, en çok çarpışmaların olduğu, onbinlerce insanın öldüğü,
katledildiği, göç ettiği bir bölgeye özel
görevle gönderilen Teşkilatı Mahsusa
şeflerinin neler yaptıkları az çok biliniyor. Bu şeflerin emrinde çalışanların
ise ne yaptıklarını tahmin etmek için
kahin olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Sağlam belgeler aramak ta
nafile bir çaba olur kanısındayım. Bu
nedenlerle yapmamıştır, katılmamıştır gibi kesin hükümlerden kaçınmanın gerektiğine inanıyorum. Özetle,
Çerkes Ethem Birinci Dünya Savaşı
döneminde, tehcirin, operasyonların,
katliamların, temizlik harekatlarının
yapıldığı bir bölgede görev yapmıştır.
Çerkes Ethem ve Çerkesler
Bazı ipuçlarından hareketle Çerkes
Ethem´in 1914/18 yıllarındaki görevleri konusunda bir sis perdesini aralamaya çalıştığım bu yazımın son bölümünde, özellikle Çerkesler için bir
umudumu dile getirmek istiyorum.
„Bizim“ tarihimizdeki kişiler için ge-
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nelde iki temel ölçü vardır: Ya hainlik
ya da kahramanlık. Çerkes Ethem´in
„Milli Mücadele“ döneminde yaşadığı
„haksızlığı“ ortaya çıkarırken, „haksızlığa“ uğrayandan bir „kahraman“
yaratmak, onu „hain“ ilan edenlerle sonuçta aynı noktaya getirmektir. „Hain“
ve „kahraman“ tartışması Çerkesleri
içinden çıkılmaz bir tartışmanın içine
atar.
148 yıldır haksızlığa uğramış bir halkın, ayakları üzerine durmaya başladığı bir dönemde, umarım Çerkesler,
kendilerini Teşkilatı Mahsusacı Çerkes
Ethem üzerinden tanımlamaya kalkmazlar.
Çerkesler umarım kendilerini Birinci Dünya Savaşı´nda gösterdikleri
„kahramanlık“larla da tanımlamazlar.
Umarım Çerkeslerin Birinci Dünya
Savaşı´ndaki „kahramanlar“ a ihtiyaçları kalmaz.
Çerkesler umarım kendilerini „Milli
Mücadele“ deki „kahramanlık“larla
da tanımlamazlar. Umarım „biz olmasaydık Cumhuriyet kurulamazdı“ da
demezler.
Çerkeslerin belki „Milli Mücadele“ yıllarında uğradıkları haksızlığın
iade-i itibarı söz konusu olabilir. Çerkeslerin kahramanlara değil, kendi
benliklerine ihtiyaçları var kanısındayım. Bu kuşkusuz zor bir mesele.
Erhan Hapae´nin „24 Nisan / 29 Mayıs
Kayseri Mitingi (Ermeniler/ Çerkesler)“ başlıklı yazısında şunlar yazılı:„
Çerkeslerin bahtsızlığı, bir zalimden
kaçınca özgürlüğe kavuşacağız sanmaları belki. Kavuşmadılar. O zamanın
ruhu özgürlüklerle ilgili değildi elbet,
esas olan can kurtarmaktı, anlıyoruz
ama bir şans olup bir özgürlüğe uçabilirlerdi. Olmadı. Geldikleri ülke kendi
halklarına da pek öyle özgürlükler tanıyan bir yer değildi. O kadar değildi
ki, Çerkesler Osmanlıya geldikten tam
50 yıl sonra Ermenileri soykırıma uğrattılar. (...) Türkiyeli Çerkeslerin 1915
yılında ne düşündüklerini merak ederim. Kendi başlarına elli yıl önce gelmiş olan ‘Büyük Felaket’, yeni komşularının başına geliyorken yani.“
Çerkesler daha yolun başındalar. Çerkesler Birinci Dünya Savaşı, özellikle
Ermeni tehciri ve „Milli Mücadele“ ile
yüzleşirken Türkiye´nin gerçek tarihine de katkıda bulunabilirler.
Kaynak: http://www.kuyerel.com
Göçebe Zanaatçılar (Çingeneler) Kimdir?
Çingeneler insanlık ailesinin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. En
gerçek ve doğru manasıyla Çingeneler
göçebe zanaatçı ataların çocuklarıdır. Tarihin en eski zamanlarından
beri kimi insan grupları; tarım veya
hayvancılıkla geçinmişlerdir. Çingenelerse çeşitli nedenlerden dolayı
göçebe zanaatçılıkla yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Biz Çingenelerin ataları; sepet, elek, metal eşya, kalay vs gibi
ürün ve hizmetleri meydana getirerek
bunları tarım ve hayvancılıkla geçinen diğer toplumlara satmışlardır.
Bizim atalarımız diğer toplumlar gibi
hayvan sürülerine ve geniş topraklara
sahip olmadığından göçebe zanaatçılıktan başka bir geçim imkanı bulamamışlardır. Aslında Çingenelerle
Çingene olmayanları birbirinden ayıran yegane fark budur.
Sanıldığı gibi bizlerle diğer insanları
birbirimizden ten rengi, ırksal özellikler ya da dil ayırmaz. Esmer Çingeneler kadar beyaz tenli ya da sarışın
Çingeneler de vardır. Farklı ırklara
mensup Çingene grupları da vardır.
Farklı diller konuşan Çingene grupları da vardır. Ama tüm Çingenelerin
ortak özelliği atalarının binlerce yıl
boyunca göçebe zanaatçılıkla geçinmiş olmalarıdır. Bugün birey olarak
bir Çingene hangi mesleği yapıyor
olursa olsun, insanlığın ilk zamanlarında atalarının göçebe zanaatçı olması onun da Çingene toplumuna ait
olduğunu gösterir.
Ne gariptir ki Çingeneleri diğer insanlardan ayıran tek özellik göçebe
zanaatçılık olmasına rağmen, bu mesele üzerinden insanlar arasında ciddi bir ayrım meydana gelebilmiştir.
Peki öyleyse nedir bu kadar korkutan
şey diğer insanları? Bize karşı ortaya
çıkan yabancılık duygusunu ne yaratıyor? Bu sorunun yanıtı tarihimizde
gizlidir.
Bizler kökü binlerce yıl öncesine dayanan evrensel bir kültürün çocuklarıyız. Tarihimiz binlerce yıl önce
başlamıştır. Bu eski tarih hakkıyla
anlatılmadan Çingeneliğin gerçekte
ne demek olduğu anlaşılamaz. Çingenelerin hikayesi aynı zamanda insanlığın da hikayesidir. O yüzden hikayemizi anlatmaya insanlığın henüz
kendi içinde farklı mesleklere bölün-
mediği dönemlerden başlıyoruz.
Binlerce yıl önce insanlık dünyanın
her yerinde benzer şartlarda yaşamaktaydı. Tüm insanlığın yegane mesleği
toplayıcılık ve avcılıktı. Yabani hayvanları avlayarak ya da çeşitli bitkileri
toplayarak yaşamlarını sürdürmekteydller. Bu dönemde kadınlar toplum
içerisinde en az erkekler kadar güçlü
bir konumdaydılar. Çünkü toplayıcılık faaliyeti kadınların elindeydi.
Ekonomik hayatın içerisinde olmaları
onları güçlü kılıyordu.
Ne var ki zamanla insanoğlu hayvanları evcilleştirmeyi ve sürüler halinde
hayvan beslemeyi öğrenmiştir. Dünyanın değişik bölgelerinde, sürü beslemeyi öğrenen kabileler hızla bu yeni
meslekte yoğunlaşmaya başlamışlardır. Sürü besleyerek geçimlerini sağlayan çoban kabilelerde; erkekler ön
plana çıkmaya başlamışlar kadınlar
ikinci plana atılmışlardır. Bunun sebebi ise kadınların hakim olduğu toplayıcılığın çobanlıkla beraber gözden
düşmesidir.
Bu dönemde çobanlıkla geçinen kabileler; sürülerini besletebilecekleri
geniş otlak alanlarına ihtiyaç duymuşlardır. Hem otlak alanlarını koruyabilmek hem de sürülerini başka
çoban kabilelerin saldırılarından korumak için silahlanmışlar, savaşçı bir
hale gelmişlerdir.
Tüm bunlar olup biterken kimi kabilelerde toplayıcılık ve avcılık mesleğine devam etmişlerdir. Ne var
ki çobanlığa geçen kabileler kendi
otlak alanlarını savaşarak korumaya başladıklarından ne avcılık ne de
toplayıcılık eskisi kadar kolay yapılamamaktadır. Yakın çevrelerindeki
çoban kabilelerin baskısı altındaki bu
insanlar çaresiz bir şekilde bir başka
mesleği geliştirmeye zorlanmışlardır.
Göçebe Zanaatçılık. Toplayıcılık ve
avcılık döneminde geliştirilen çeşitli
zanaat ürünleri; başka ürünlerin takası karşılığı çobanlıkla geçinen kabilelere verilmiş, böylelikle bu kabileler
de hayatta kalmanın yolunu bulmuştur. Sepetçilik, demircilik, elekçilik,
kalaycılık gibi temel mesleklerimiz bu
günlerin yadigarıdır.
Kaynak:
http://www.cingeneyiz.org/cingenelerkimdir.htm
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MERSİN AK KU YU NÜK LEER GÜÇ
SA NTR ALİ’NDE KOR KUNÇ PATLAM A!
(12 yıl sonra) bugün, TSİ 12.25’te, Akkuyu Nükleer Santrali’nin 2 Numaralı ünitesinde, bilin(mey)en bir sebeple
meydana gelen patlamada, ilk belirlemelere göre 43 kişi hayatını kaybet
ti, çok sayıda santral çalışanı da yaralandı, yaralıların durumlarının ağır olduğu,
vücutlarında çeşitli derecelerde yanıklar bulunduğu söyleniyor. Reaktördeki
patlamadan sonra, soğutma ünitelerinin
tümüyle devre dışı kaldığı, radyasyon sızıntısını önlemek için şu an herhangi bir
şey yapılamadığı, güvenlik sistemlerinin
de çalışmadığı belirtiliyor. Uzmanlarca,
santraldeki çekirdeğin erime riskinin
büyük olduğu söyleniyor. Patlamayla
birlikte çıkan ve daha sonra 1 ve 4 Numaralı ünitelere sıçrayan yangının söndürülmesi için yoğun çaba sarf ediliyor.
Yangının santral dışındaki idari binalardan bazılarına da sıçradığı açıklandı.
Gökyüzünü, kilometrelerce öteden izlenen ve her tarafı gölgeleyen yoğun, siyah
bir dumanın kapladığı görülüyor.
Patlamada ölenlerin arasında, nükleer
santralin üst düzey yöneticisin de bulunduğu, çok sayıda bilim adamı, uzman ve
mühendis bulunuyor. Bölgeye girişlerin
yasaklandığı, çevre illerden birçok itfaiye aracı ve ambulansın bölgeye sevk
edildiği, çıkan yangını söndürme çalışmalarına yangın söndürme uçaklarının
ve çevre illerden gelen itfaiye örgütlerinin katıldığı, helikopterlerin ise radyasyon riski nedeniyle yangın söndürmede
kullanılmadığı açıklandı.
CUMHURİYET TARİHİNİN EN GENİŞ KAPSAMLI TAHLİYESİ
Tüm bölge halkı, yoğun radyasyon sızıntısı nedeniyle, tahliye edilmeye çalışılıyor. Bu amaçla gerekli uyarıları yapan
Başbakanlık yetkilileri, tahliyeyi hızlandırabilmek amacıyla geniş kapsamlı
bir operasyon planını uygulamaya soktu.
Bölge halkını taşıyacak hava destekli
ulaşım araçlarını bölgeye sevki sürerken,
yerel kaynakları harekete geçiren yetkililer de, tahliyeye yardımcı oluyor.
Sağlık Bakanlığı, bölgeye sağlık personeli kaydırırken, Gıda Bakanlığından
yapılan açıklamada, ‘tarım alanlarında
bulunan, meyve, tahıl, arıcılık vb gibi
hiçbir ürünün hasadının yapılmaması,
açık ya da kapalı mekânlarda bulunan
hiçbir gıda maddesinin tüketilmemesi,
suların içme ya da bir başka amaçla kullanılmaması gerektiği’ belirtildi. Evlerde
bulunan su ve gıda maddelerinin de kul-
lanılmaması özellikle vurgulandı. Şehir
su şebekesinde yüksek düzeyde radyasyona rastlanmış olması da, su kaynaklarının tehlikeli bir biçimde radyoaktif
serpintiden etkilendiğini gösteriyor. Bölgeyi etkileyen şiddetli rüzgârın da, radyasyonun bölgedeki diğer illere yayılmasını hızlandırdığı belirtiliyor. Bu amaçla,
bölge illeri de alarm durumuna geçirildi.
Bölgede baş gösteren su ve gıda eksikliğini gidermek amacıyla, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bugüne kadar yapmış
olacağı en büyük ‘temiz gıda destek organizasyonu’ oluşturulmaya çalışılıyor.
Uzmanlar ise, bölgeye gıda gelişinin
yanlış olduğunu, temiz gıda ve suyun da
radyasyon serpintisinden etkileneceğini
söylüyor ve bu konuda hükümeti uyarıyorlar. Yerel bir uzman; ‘derhal bölgeyi
boşaltmalıyız, yapacak başka bir şey
yok’ diyor.
BÖLGEYE ASKERİ BİRLİKLER KAYDIRILIYOR, KIZILAY BÖLGEDE
Tahliyeye yardımcı olmak, güvenliği
sağlamak ve muhtemel yağmalamaları
önlemek, radyoaktif serpintiyi temizlemek amacıyla, aralarında nükleer savaşa
karşı hazırlıklı olan özel eğitimli ve uygun teçhizat taşıyan askeri birliklerin de
olduğu TSK unsurları, konvoylar halinde
karayoluyla, helikopter ve nakliye uçakları kullanılarak da, hava yoluyla bölgeye sevk ediliyor. Bu arada, Mersin askeri
liman bölgesinde bulunan Güney Deniz
Saha Komutanlığı’na bağlı birçok harp
gemisi, radyasyon tehlikesi nedeniyle
bölgeyi terk etmeye başladı. Uygun do-
nanımı olmayan diğer askeri birliklerin
de bölge dışına kaydırılması işlemi sürüyor. Kızılay’ın ise ilk etapta bölgeye, 10
bin çadır, 75 bin battaniye, çeşitli gıda ve
sağlık malzemesi gönderdiği bildiriliyor.
Tırlar dolusu çeşitli malzeme, konvoylar
halinde yola çıkartıldı. Kızılay’dan yapılan açıklamada, ‘halkımızın yanındayız’
dendi ama halk kendi derdinde, uzmanlar ise, ‘Bu çadırları bu bölgede kurmayın, bölgeyi boşaltın ve yardım desteğini
diğer bölgelerde yapın, aksi halde bunun
bir anlamı olmayacak’ diyor.
ÇEVRE ÖRGÜTLERİ VE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI AYAKTA
Felaketin duyulduğu andan itibaren
yoğun tepki veren nükleer karşıtı çevre örgütleri, ‘Başından beri söyledik,
dinlemediler, eğer sözlerimize, uyarılarımıza kulak verilmiş olsaydı, felaket
yerine, bir başka sıradan günü yaşıyor
olacaktık’ ortak basın açıklamasını yaptı. Bildiriye destek verenlerin arasında,
Mersin Nükleer Karşıtı Platformu’ndan
Greenpeace’e, TEMA’dan TURMEPA’ya,
Doğa Derneği’nden WWF Türkiye’ye,
Derelerin Kardeşliği’nden Türkiye Su
Meclisi’ne, sosyal medyada yer alan çevre platformlarından, uluslararası çevre
örgütlerine, sinema sanatçılarından pop
starlarına, müzisyenlerden tiyatroculara
kadar, her sektörden, her kesimden, her
görüşten ve siyasi partiden kişi ve kuruluş var. DİSK, TÜRKİŞ, HAKİŞ gibi işçi
sendikaları konfederasyonları, memur
(Kamu) sendikalarının tümü, TMMOB,
Türk Tabipler Birliği, Mimarlar Odası,
ZMO, EMO, ÇMO vb gibi birçok meslek
kızılbaş - sayfa 54- sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
örgütü, ayrı ayrı bildirilerle, üzüntü ve
protesto tepkileri verdi.
Sağlık örgütlerinin organize ettiği ve
öğretmen kuruluşlarının da katıldığı bir
kararla, sağlık personeli ve öğretmenler,
‘1 saat pasif hizmet’ eylemi yaptı. Bu
arada üniversite öğrencilerinden oluşan
gruplar, çeşitli yürüyüşlerle felaketi protesto ettiler. Yapılan yürüyüşlerde herhangi bir olay çıkmadı.
Başta Mersin olmak üzere, Hatay, Osmaniye, Adana, Diyarbakır, Malatya, Niğde, Kahramanmaraş, Karaman, Akşehir,
Kayseri, Konya gibi bölge illeri ve İstanbul, Ankara, İzmir’in başı çektiği birçok
ilde, protesto yürüyüşleri yapıldı.
PATLAMANIN ETKİLERİ
Nükleer kazanın üzerinden 9 saat geçmesinden sonra elde edilen ilk bilgilere
göre, felaketten, 19 ilin yoğun bir şekilde
ve çeşitli derecelerde etkilendiği tahmin
ediliyor. Uzmanlara göre bu etki, tüm
ülkeyi kapsayacak şekilde tehlike yaratıyor. 1. Derece etkilenen il ise, Mersin.
Mersin’den sonra, Hatay, Adana, Konya,
Diyarbakır, Antalya gibi illerin birinci
dereceden ikinci dereceye kadar etki altında kaldığı ya da kalacağı belirtiliyor.
Kıbrıs da, risk altında olan bölge ülkelerinden birisi.
Kazadan bir hafta sonra tüm Türkiye,
15 gün sonraysa Türkiye’nin tüm komşuları, Doğu Avrupa, Kaf kaslar, hatta
Afrika’ya kadar olan geniş bir bölgenin,
radyoaktif maddelerin etkisi altında kalması ve milyonlarca insanın bundan etkilenmesi bekleniyor.
Herhangi bir kaza veya patlama anında,
nükleer santralden onlarca radyoaktif
madde ortama yayılıyor. Bu maddeler arasında insana en çok zarar veren
maddeler ise, ’sezyum-137’ ve ‘iyodin131’dir. Nükleer santral kazası sırasında,
etki altında kalmış olanlara önce iyot
hapı dağıtılır. Eğer iyot açığı varsa vücut
bunu alır ve iyodun ömrü kısadır. 8 gün
sonra etkisi yarıya iner, sonraki 8 günde
tekrar yarıya iner ancak bu kısa süreçte,
bozulma yaparken organizmaya da hasar
verir. En önemli tehlike ise tarım topraklarına ve hayvanlara geçmiş olması.
Böylece iyot, besin zincirine karışır ve
uzun vadede de tiroit kanseri oluşturur.
Doğal ortamların yani ekolojinin olumsuz etkilenecek olması da, tehlikenin bir
başka boyutu. Radyoaktif etkinin izleri
ise, yüzlerce seneye varacak şekilde kalırken, radyasyonun temizlenmesi veya
etkisini kaybetmesi de, birkaç neslin görebileceği kadar uzun sürecek.
POLİTİKACILAR BÖLGEYE GİTTİ
Parlamentoda bulunan ya da parlamento
dışı olan siyasi partilerin temsilcilerinin
yaptıkları ortak açıklamada, ‘Bu felaketin izlerinin silinmesi zaman alacak ancak güçlü olmak zorundayız, birliğe ve
beraberliğe her zamankinden daha fazla
ihtiyacımız var. Ölenlere başsağlığı, yakınlarına sabır, ulusumuza geçmiş olsun
diyoruz’ şeklinde, her zamanki klişeleşmiş ifadeleri kullandılar ama bu sefer,
kısa kestiler çünkü dereceleri partiden
partiye değişse de, biraz da onlar suçluydular.
Ana muhalefet partisi ve CHP Genel
Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise, yanındaki partililer ve milletvekilleriyle birlikte, otobüslerle bölgeye hareket etti.
Bir gazetecinin, ‘Bölgeye bu şekilde
giderek risk almıyor musunuz, her yere
radyasyon yağıyor?’ şeklindeki sorusunu gülerek yanıt veren Kılıçdaroğlu, ‘Elbette önlemimizi alacağız ancak bu işin
altından bu hükümet -12 sene önce bugünkü hükümeti kastederek- kalkamaz.
Bu santrali Akkuyu’ya kurmayacaklardı, yanlış yaptılar, Eskişehir’e kurmaları
gerekirdi’ dedi. MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise, tarihe not düştü,
‘gelecek nesiller okurlar’ dedi ve ekledi;
‘Hükümetin yanındayız, zaten hep yanında olmuştuk, olmaya devam edeceğiz. Bakalım tarih bizi nasıl yazacak?’’
ENERJİ BAKANLIĞI; ‘SİNOP’TA
NÜKLEER ENERJİ ÜRETİMİ DURDURULDU!'
Enerji Bakanlığından yapılan basın
açıklamasında, Sinop’ta bulunan nükleer
enerji santralinde enerji üretiminin durdurulduğunu, yapımı devam eden dört
nükleer santralin yapım çalışmalarına
da, geçici olarak ara verildiğini belirtti. Halen, İstanbul yakınlarıda bulunan
İğneada (Kırklareli) başta olmak üzere,
çeşitli illerde dört nükleer santral yapım
aşamasında ve üç nükleer santral de projelendirme saf hasında bulunuyor. Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nde yaşanan
patlama ve ardından meydana gelen büyük felaket, ‘Nükleer enerji güvenli mi?
/ Nükleer olmalı mı?’ şeklindeki soruları
yeniden gündeme taşıdı.
GÜNEŞ ENERJİSİ KONSEYİ’NDEN
TEPKİ
Güneş Enerjisi Konseyi Başkanı Metin
Söylemez, bir televizyon kanalında yaptığı söyleşide, ‘Dünya artık nükleerden
vazgeçti, riskin ne olduğunu çok iyi biliyor ve güneş enerjisi tek çözüm’ diyerek,
enerjide yeni adresi tekrar gösterdi. Söylemez, bir soru üzerine şunları söyledi;
‘Bugün ABD, Almanya ve AB ülkeleri,
yüzyılın projesi olan ve yaklaşık 1 trilyon dolar bütçeli DESERTEC çöl güneşi
enerjisi projesini hayata geçirerek, kullanmaya başladı. Güneş, gezegenimizin
enerji ihtiyacının 4.000 katını karşılayacak kadar sınırsız bir enerji kaynağı. Ülkemizde de, yerel ve bireysel kullanımı
çok yaygın, teknolojik altyapı yılar önce
oluşturuldu. Bir an önce nükleer santrallerin yerine güneş santrallerinin kurulması gerekiyor ve projelendirildiğini de
biliyoruz. O halde, ne bekliyoruz?’
ESKİ
CUMHURBAŞKANINDAN
NÜKLEER KARŞITI SÖYLEM
Eski Cumhurbaşkanlarımızdan 12.
Cumhurbaşkanı, düzenlediği basın toplantısında felaketle ilgili görüşlerini
açıkladı, gazetecilerle söyleşti ve taziyelerini iletti. 12. Cumhurbaşkanı yaptığı
açıklamada, ‘Fedakâr ve cefakâr milletimizin aziz mensupları, ne yazık ki bu
felaketi gördük ve hepimiz derin bir yastayız. Devletimiz müşfik elleriyle, yaraları saracak, hasarı onaracaktır. Ölenlere
Allah’tan rahmet, geride kalanlara başsağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum,
hepimize geçmiş olsun!’ dedi.
Bu arada, bir gazetecinin sorduğu; ‘Sayın Cumhurbaşkanım, 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel, Hatay Amik
Gölü’nün kurutulmasıyla ilgili olarak,
‘Büyük hataydı’ diyerek adeta yapılanın
yanlış olduğunu söylemiş, hatasını itiraf
etmişti, Akkuyu ile ilgili olarak siz neler
söylemek istiyorsunuz? şeklindeki soruya; ‘Evet, ben de aynı şeyi söyleyeceğim,
bunu yapmamalıydık en azından Ruslara
yaptırmamalıydık ama o dönemde güneş
enerjisi bu kadar yaygın değildi, bugün
olsaydı, nükleer santrale izin vermezdim’ diyerek cevap verdi.
EVET, Sevgili üyelerimiz ve konuk
okurlar; böyle bir felaket hiç yaşanmadı,
bu sözler söylenmedi, bu haber yapılmadı ve umarız sonsuza kadar da yapılmaz
ancak bunların yaşanmaması için, nükleer santralleri bir defa daha düşünmemiz gerekmez mi?
LÜTFEN NÜKLEER SANTRALLERİ
BİR DEFA DAHA DÜŞÜNÜN, İÇİMİZ
YANMADAN ÖNCE!
Çevre Misyonu Platformu / ÇEVREM
10 Eylül 2012, Pazartesi
(Fotoğraf; rusya.ru)
(Dijital manipülasyon; ÇEVREM)
(Not; Bu yazı, bir nükleer felaket senaryosunun, medya haberi haline getirilmiş
metnidir, hiçbir kimseyi ve kuruluşu hedef almamakta, sadece farkındalık oluşturmayı amaçlamaktadır)
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kadınlar çetesi
Bugün bi arkadaşım Facebook'ta şu
yanda gördüğünüz görseli paylaşmış.
Önce yorumsuz kalıp aktarayım nedir
diye:
Çete- i Nisvan Beyannamesi
Aşağıda okuyacağınız talepler Kadın
Yolu Dergisi'nin 6 Ağustos 1925
tarihli nüshasının içinde bir müzayedede tesadüfen bulunan bir risaleden
alınmıştır. Kendisine "Kadın Çetesi"
adını veren bu grubun 1925 yılında dile getirdiği bu görüşler 90 yıl
sonraki Türkiye için bile ne kadar ileri
değil mi?
- Zevcelik ve validelik tabiatın emri ve
mukaddes vazifesi değildir.
- Mecburiyet-i askeriye kaldırılmalı,
evlatlar vatana hibe dilmemelidir.
- Ahlaki ve milli iman kadının hürriyetine değil, içtimai muvazene için
vasıta haline getirilmesine muavenet
eder.
- Irki milliyetçilik vatanperverlik
değildir.
- Tek fırkalı nizamda siyasi haklar
meclise girme ve rey verme hakkıyla
elde edilemez.
- Maarif, vatan ve milletten ziyade,
şahsi hürriyet ve iradeye katkıda bulunmalıdır.
Çok güzel değil mi? Yani elbette bu
paylaşılan yazının külliyen uydurma olma ihtimali de var. Ama bana
sanki değilmiş gibi geliyor. Osmanlı
dönemindeki kadın hareketlerini anlatan bir kitap okumuştum, adı şimdi
aklımda değil, kitap da yanımda değil,
sonra bulur tanıtırım.. o kitaptan
öğrendiklerim sayesinde böyle bi his
oluştu bende. Bırakın Cumhuriyet'in
ilk yıllarını, Osmanlı'nın son yüzyılında bile memleketin şu gününden
çok daha ilerici taleplerde bulunan,
bunun için ciddi çabalar sarfeden kadınlar yaşamış bu topraklarda.
Şimdi evladını dağlarda savaşta
kaybeden bir annenin "ben vatan
sağolsun demiyorum!" isyanını bile
duymaya tahammülü olmayan yüreği
katıların memleketinde, kadınların
çıkıp da "zorunlu askerlik diye bi şey
olmasın, vicdani ret olsun, sizin vatan
millet sosuna bulayıp sunduğunuz
savaşınıza bizim hibe edecek evlatlarımız yok" demesi, küçük çapta bir
mucizeyi gerekli kılıyor.
Ben de an itibariyle galiba okuduğum
metnin diline ve ağdasına kendimi
kaptırmış gidiyorum, bi düzgün cümle kuramadım:
ve lakin,
bak ne güzel demiş o güzelim kadınlar: "Validelik ve zevcelik mukaddes bir vazife değildir" diye.. Şimdi
kadınlara kümesteki tavuk muamelesi
yapan erkeklerin alayını toplasan bu
kadınların tırnağı etmez, ben de bunu
söylüyorum gönül rahatlığıyla.
Şu maddeyi de pek bi sevdim: "Irki
milliyetçilik vatanperverlik değildir."
Bir ırkı sabah yemininden akşam duasına kadar baş tacı edip diğerlerini,
yok efendim bu üst kimliktir mavalıyla bastırmaya, ezmeye ve ortaya
karışık hale getirmeye çalışıp sonunda
toptan yok etmeye çalışma diyor mealen. Ben bunu anlıyorum en azından.
Irka dayalı vatan millet edebiyatı
yapma, sonra sen de "ama benim de
Ermeni arkadaşlarım var, benim de
Kürt akrabalarım bile var" diyenlerden olursun, sonra utanırsın demek
istiyor herhalde. Adamlar ana dillerinde eğitim istediklerinde, çocuklarına
koyacakları isimleri özgürce seçmek
istediklerinde (bak bunda bile) o ırka
dayalı milliyetçilik damarın kabarmasın, komik olursun ahir ömrünün
sonbaharında diyor zaar.
Ben sevdim bu kadınları. Kim bilir
belki de onların hatrına dönüyor hâlâ
daha bu batasıca dünya. Hani bir umut
diye, eşitliğe, adalete ve barışa dair.
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ÇÜNGÜŞ’DE ERMENİ
KATLİAMI ÇÜNGÜŞ VE GÜLLÜ AĞA
Çüngüş kaldı mı başsız! Ondan sonra her gece, kapsülsüz bir dizi bomba
ve fişek ve patlamaz tüfekler Ermeni
ileri gelenlerinin evine bırakılıyordu ve sanki aramada bu silahlar orada bulunmuş gibi, seçme Ermeniler o
gördüğümüz kilisede hapsediliyordu.
Gece olunca bunlar alınır, diri diri du
deng’e atılırlardı. Beş on gün içinde
Çüngüş’te Ermenilerin beli kırıldı.
Çüngüş acayip bir yerdir. Volkaniktir,
dağlıktır. Eski eserlerle doludur ve de
çok acılı hatıraları vardır.
1954’de seçim propagandası için Yusuf Azizoğlu, Mustafa Ekinci, gazeteci
olarak ben ve diğer partililer Çüngüş’e
gittik. Haliyle Güllü Ağalara (ki şimdi
Güldoğan soyadını almışlar) gittik.
Bizzat Güllü Ağa’nın oğlu Mustafa
Bey bizi ağırladı. Malum eski seçimlerde meydanlarda halkı kandırmaya
lüzum yoktu. Yerine göre ya şeyh, ya
ağa ya da patron bu işleri ayarlardı. Bizim Çüngüş’te Mustafa Bey’i görmemiz kafi idi. Gerisini o ayarlayacaktı.
Mustafa Bey, görmüş geçirmiş adamdı, Ricam üzerine bize Çüngüş’ün
turistik yerlerini gezdirdi. Büyük ve
havalı bir Ermeni kilisesinin harebesi
kalmıştı. Sonra Ermeniler zamanından
kalma büyük ve tabii haraf dabağhanelere vardı. Mustafa Bey’in dediğine
göre Çüngüş’te işlenen çeşit çeşit deri
ve kösele Hindistan ve Amerika’ya kadar satılıryormuş.
Çüngüş çok mamur bir kasaba imiş
ama Ermeniler hem çoğunlukta ve
hem de yöreye hakim imişler.
Çevrede iki-üç Ermeni köyü varmış ki
nüfusları 3-4 bin kişi imiş. Çüngüş’ün
içinde de altı bin kişi yaşarmış.
Tüm sanat ve ticaret Ermenilerin elinde imiş.
Dağ yamaçlarını bize gösterdi Mustafa
Bey. Ermeniler zamanında hepsi üzüm
bağı, badem, incir ve armutmuş. Fakat
şimdi tüm setler yıkılmış, erozyon da
toprağı silip süpürmüş, ne bağ kalmış
MUSA ANTER
ne badem. Bakımsızlıktan tam bağ,
dağ olmuş. Hatta dağ da değil kaya olmuş.
Sonra Mustafa Bey bizi Çüngüş’ten iki
kilometre uzakta olan bir volkan kraterine götürdü. Adı, du deng idi. Adı
da şurdan geliyormuş: İçine bağırınca
ayni ses sana aksediyordu. Denedim,
aynen öyle idi. Malum, du deng, Kürtçede “iki ses” demektir. O kadar derin
ki içine taş attım, sesi duyulmadı. Kışın içine bir dere akıyormuş. Derenin
suyu 10 kilometre uzaklıktaki Fırat
nehrine karışıyormuş.
Mustafa Bey, izahlarının hoşuma gittiğini görünce, yaşlı olmasına rağmen
çoştu. Diyarbakır’a kadar bizi yolcu
etti. Aynı arabada yan yana oturduk ve
bana bir öyküsünü anlattı.
Kızıl saçlı Efendi Memet adındaki o
vakit genç olan oğlu da bu öykünün şahididir. İnşallah Memet Güldoğan Bey
hayattadır ve bu yazıları okur.
Şimdi Mustafa Güldoğan bey anlatıyor:
“Efendim o vakit Çüngüş’te iki ağa
vardı. Müslümanların ağası babam
Güllü Ağa idi. (Burada sözünü kestim, ‘Efendim Müslüman ve Türklerde
ağa yok, yoksa baban Kürt müydü?’
Güldü ve ‘Karıştırma Anter!’ dedi.)
Ermenilerin büyüğü de Kirkor Efendi idi. Babam, Ermeni üstünlüğünden
çok rahatsız oluyordu. Derken 1. Dünya Harbi koptu. O vakit Çüngüş kaza,
Bakırmaden mutasarrıf ve Diyarbakır
da vilayet idi. Diyarbakır valisi meşhur
İttihatçı Doktor Reşit idi. Ermenilerin
tehciri için ferman çıkarmıştı. Her yerde Ermeniler toplu halde şuraya buraya
sürülüyordu. Gerekli müstahaklarını
buluyorlardı. Ancak Çüngüş bölgesinde kuvvetli oldukları için kimse onlara dokunamıyordu. Nihayet babam,
mutasarrıf ve vali Dr. Reşit Bey şöyle
bir plan hazırladılar. Bugün özel idare
dediğimiz teşkilatın seçimini yaptılar.
Bile bile hep Ermeniler seçtik. Ondan
sonra Kirkor Efendi, beş Ermeni büyüğü daha ve tabii seçkin yirmi Ermeni
genci de muhafız olarak mazbatalarını almak için Maden’e gittiler. Resmi
muamele bitti. Mutasarrıf onları tebrik etti. Ve onlardan şu ricada bulundu: “Kirkor Efendi, Dr Reşit Bey sizi
çok görmek istiyor. Bu vesile ile hem
ziyaret edersin ve hem de teşekkür
edersin.” Kirkor Efendi teklifi masul
buldu. Tüm kafilesiyle Diyarbakır’a
hareket etti. Tabii o vakit araba yok,
atla gidiliyordu. Yanlarında güya muhafız zaptiyeler yani jandarmalar vardır. Bunlar Diyarbakır’ın Seyrantepe
mevkiine gelince, bunların yüzünü
Siverek yoluna çeviriyorlar. Ve daha
önce alınan tedbirle, bügün Pirinçlik
dediğimiz yere gelince, hepsi aniden
kurşuna diziliyor. Çüngüş kaldı mı
başsız! Ondan sonra her gece, kapsülsüz bir dizi bomba ve fişek ve patlamaz
tüfekler Ermeni ileri gelenlerinin evine bırakılıyordu ve sanki aramada bu
silahlar orada bulunmuş gibi, seçme
Ermeniler o gördüğümüz kilisede hapsediliyordu. Gece olunca bunlar alınır,
diri diri du deng’e atılırlardı. Beş on
gün içinde Çüngüş’te Ermenilerin beli
kırıldı. Ondan sonra tüm Ermenileri şehirden çıkarıp hepsini du deng’e
attık. Ancak Kirkor’un güzel bir kızı
vardı. Babam onu öldürmedi, bana
aldı. Bir gün du deng’in önünden gidiyorduk, aniden arkamdan attan atladı
ve du deng’e doğru koştu. Zor yakaladım. “Ne yapıyorsun kız?” dedim. “Ne
yapacağım! Annemin, babamın yanına
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gideceğim!” dedi. Fakat çok yaşamadı.
Bir yıl içinde verem oldu ve öldü. Biz
bunları du deng’e atarken, du deng’in
kenarında içerlek bir yer vardı. Demek
üç-beş sportmen Ermeni oraya girmeyi
becermişler. Zaten babam du deng’in
önünde nöbetçi bekletiyordu. Gece
olunca nöbetçiler bir sesler duymuşlar.
Meğer gençler çıkıp kaçmak istiyorlarmış. Tabii derhal nöbetçiler onları da
geberttiler... Bak Anter, enteresan bir
olay daha vardır. İstersen onu da anlatayım.”
“Hay hay!” dedim.
YENİ DÖNEM GÜRCÜCE KURSLARI
ÇOCUKLAR İÇİN (6-10 YAŞ)
“Ağaç yaş iken eğilir“
Geleceğimizi, kültürümüzü, dilimizi aktarmak zorunda olduğumuz çocuklarımızın (6-10 yaş) Gürcü dilini öğrenmeleri için, Gürcü Kültür Evi çocuklarımıza yönelik Gürcüce dil kurslarını (Deda Ena) açıyor. Atölye çalışması şeklinde
yapılcak kurslar hafta sonu Pazar günleri saat 13:00-15:00 saatleri arasında
yapılacak.İlk dersler 5 Şubat 2012 tarihinde başlayor...Yeni Sınıf Çocuklar İçin
(6-10 yaş): Kurs Günleri: Hafta sonu, Pazar günleri Kurs Saatleri: 13.00 -15.00
Kayıt ve Ayrıntılı Bilgi İçin: Adres: Selahattin Pınar Cd. Mevlüt Çavuş Sk. No:
4/5 Mecidiyeköy-İstanbul Telefon: 0533 293 96 98 - 0212 212 98 14
E-Posta: [email protected] - [email protected]
Web: www.chveneburi.net
“Efendim malum kefere(kafirler) zengin adamlardı. Babam üst başı onların olsun diye, bunları öldürmek için
adamlarına bölüyordu. Bir gün adamlarımız, “Seninki çoktur, benimki
azdır” diye silahlı kavgaya giriştiler.
Babam zor bela olayı önledi. Hani derler ya, koyun can derdinde, kasap et
derdinde. Kimse adamların ölümünü
düşünmüyordu, elbiseleri için kavga
ediyorlardı.”
Dedim ya, hatıralarımda iç açıcı hiçbir
şey bulamazsınız.
İşte bu öykü de böylece burada bitsin.
Çünkü elimden geldiği kadar da olayı
sansür ettim aykırıdoğrular
Kaynak:
http://www.aykiridogrular.com/haber543-M USA-A NTER- CU NGUSDEERMENI-KATLIAMI-CUNGUS-VEGULLU-AGA.html
Rojnameyo kulturî NEWEPEL weşanê Komela Ziwan Huner û
Kulturî Ziwan-Komî yo û pancês rojan ra reyêk vejêno.
Seba têkilî adresa [email protected] rê binuse.
Tel: (0 412) 223 03 69
Adrese: Lise Cd. 2. Sk. Adalet apt. Kat: 1 No: 3
Yenişehir / Diyarbakır
ABONEYÎ (ABONELİK):
Zereyê Tirkîya (Türkiye içi): 24 hûmarî 40 TL
Teberê Tirkîya (Türkiye dışı): 24 hûmarî 30 Euro
FORMÊ ABONEYÎYE (Abonelik Formu):
Name-Peyname (Adı-Soyadı):
Adres:..................................................................................................
E-Mail:................................................................................................
Tel:.......................................................................................................
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İsmail Beşikçi Abdullah Demirbaş’ı ziyaret etti.
Kürt sorunu üzerine araştırmaları ve
yazılarıyla tanınan İsmail Beşikçi 38
yıl aradan sonra Diyarbakır’a geldi.
İsmail Beşikçi, Yazar Şeyhmus Diken
ve İsmail Beşikçi Vakfı’nın kurucularından İbrahim Gürbüz ile birlikte Sur
Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ı
ziyaret etti.
Sosyolog İsmail Beşikçi, Diyarbakır’a
gelmekten çok mutlu olduğunu söyleyerek, 1963’ten 1971’e kadar çok gelip
gittiğini belirtti. Sıkıyönetim tutukevine getirildiğini, 1974’teki genel aftan
sonra arkadaşlarıyla birlikte Diyarbakır, Muş, Tatvan ve Bingöl’e gittiğini
ancak o zamandan beri bir daha gelemediğini söyledi. “Her şeyi somut olarak yerinde görmek çok önemli.” diyen
Beşikçi, “Ama insan her şeyi gönlü
ile de görebilir, kalbiyle de izleyebilir.
Bizimki 1974’ten sonra böyle değerlendirilebilir. Kürdistan’a gelemedim
ama gönlümüzde, kalbimizde olanları
bitenleri izlemeye çalıştık. Benim bundan sonra daha sık gelişim olur.” diye
konuştu.
Kürdistan’da kurumlaşmanın ete kemiğe büründüğünü, çeşitli tabakalar
olarak büyük bir örgütlenme ve kurumlaşmanın yaşandığını söyleyen
Beşikçi, kültür konusunda da önemli
kurumlaşmanın olduğuna dikkat çekti.
1960 ile bugünü karşılaştırdığında çok
büyük değişiklikler olduğunu aktaran
Beşikçi, “Ama bir yerden de şöyle söylenebilir; Çok büyük bedeller ödendi.
Bu ağır bedellere baktığımızda bu değişiklikler çok az. Sonuç olarak ben
yine de değişimlerin 1960’a nazaran
çok büyük ve çok önemli olduğunu
biliyorum. Gerek dil alanında, gerek
sosyal alanda çok önemli, büyük değişiklikler ve kazanımlar oldu.” dedi.
1990’dan beri Kürtlerin yayınladığı
gazetelerin önemine dikkat çeken Beşikçi, çeşitli bombalama ve müdahalelerle arşivlerin tahrip edildiğini söyledi. Beşikçi, “Son 30 yılı anlamaya,
kavramaya çalıştığımızda, bu gazetelere bakmak, incelemek çok önemli.
Bu 30 yılı da elbette hiç unutmamamız
gerekiyor. Her zaman neler yaşandı,
nasıl yaşandı? Bunları anlamak gerekiyor. İşte bu konuda bizim kurduğumuz
vakıfta araştırmacılar için önemli belgeler, gazeteler, koleksiyonlar, dergiler
var. Bunların önemli olduğunu düşü-
http://ismailbesikcivakfi.org
nüyorum.” şeklinde konuştu.
Ardından Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, bakır kahve takımı
ve çok dilli kitap çalışmasının yer aldığı çanta hediye etti.
Beşikçi, Sekiz kez cezaevine girip
çıktı ve yaşamının 17 yılı cezaevinde
geçti. 12 Eylül askeri darbesinden önce
1979’da cezaevine girer ve 1987’de serbest bırakılır. Ancak davalar bir türlü
peşini bırakmaz. Bu davlardan giydiği
hükümlerle 1999’a kadar tutuklu kalır. 1999 yılında yapılan sınırlı yasal
düzenleme sonucu tahliye olduğunda
hakkında toplam 100 yıl hapis ve 10
milyar para cezası verilmiştir. İsmail
Beşikçi’nin yayımlanan 36 kitabından
32 Türkiye’de yasaklandı.
Kaynak:
http://www.aykiridogrular.com
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkiye’nin İnsan Hakları İki Yüzlülüğü
Ortadoğu’da yeni bir siyasi düzen kuruluyor, ve Türkiye, otoriter rejimlere karşı durarak bu yeni düzenin lideri olmayı
arzuluyor. Hafta başında Suriye devletinin sivillere yönelik katliamlarını kınayan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan, bu muameleyi “soykırım girişimi” olarak nitelendirmeye kadar gitti.
söylemi Suriye’deki Sünni Müslüman
çoğunluğun özgürlük talebiyle uyuşsa da, Suriyeli Hristiyanların geleceğe
dair korkularını gidermiyor. Aksine,
Erdoğan ve onun inkârcı söylemi Suriye Hristiyanlarına 1915’i hatırlatıyor; ve
bu, Türkiye’yi büyük ölçüde bir tehdit
olarak görmelerine sebep oluyor.
Türkiye’nin bölgede insan haklarını korumaya çalışması makbul bir gelişme
olsa da, Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik
kınaması büyük bir iki yüzlülük. Zira,
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1900’lerin
başında Türk olmayan nüfusa karşı işlediği suçları inkar etmeye devam ettiği
sürece, Türkiye’nin özgürlük, adalet ve
insani değerleri korumaya yönelik çağrıları inandırıcı olmayacaktır.
Ortadoğu’da güvenlik, demokrasi ve
geçmişle yüzleşme arasında güçlü bir
ilişki var. Tarihte yaşanmış adaletsizliklerin sürekli inkârı demokratikleşmeye sekte vurduğu gibi, farklı dini ve
etnik gruplar arasında sağlam ilişkiler
kurulmasını da engelliyor. Bu özellikle
günümüz aktörlerinin birbirlerini hâlâ
atalarının kıyafetleri içinde gördükleri
eski Osmanlı topraklarında geçerli. Ermeni soykırımının günümüzdeki yansımalarına ek olarak, Türkiye’de Kürtler
ve Alevilere karşı işlenen kitlesel suçlar,
Irak’ta Kürtler ve Araplara karşı uygulanan şiddet ile Suriye ve Lübnan’da
Hristiyanlarla Müslümanlar arasında
cereyan eden gerginlik günümüz siyasetini zehirlemeye devam ediyor.
Geçmişte Hristiyanlara karşı uygulanan
soykırım ve etnik temizlik ile, Arap ve
Kürt halklarının maruz bırakıldığı terör
mirası, Türkiye’nin yaratmak istediği
küresel Müslüman hakları savunuculuğu imajına zarar veriyor. Bu suçlar, eski
Osmanlı topraklarının hafızalarında
hala canlı. Türkiye’nin demokratik bir
model olması, modern Türk devletinin
temellerinin şiddet, insafsız nüfus mübadeleleri ve soykırım üzerine kurulduğunu kabul etmediği sürece mümkün
değil.
İstanbul’daki Osmanlı devlet arşivinde
çoğu zamanında “çok gizli” damgası taşıyan belgeleri kullanarak, Türkiye’nin
yüzyıllık inkarı üzerindeki perdeyi aralamaya çalıştım. Bu belgeler, 1913-1918
yılları arasında Osmanlı demografik siyasetinin soykırımsal olduğunu net bir
şekilde gösteriyor. Gerçekten de, “insanlığa karşı suçlar” ifadesi, hukuksal
bir terim olarak ilk defa 24 Mayıs 1915
tarihinde, Ermeniler ve diğer Hristiyan
sivillere yapılan soykırımı tanımlamaya
yönelik olarak kullanılmıştı.
İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlılar tarafından işlenen suçları ilk önce
“Hristiyanlığa karşı suçlar” olarak adlandırmışlarsa da, daha sonra, sömürgelerindeki Müslümanlardan gelebilecek
ters tepkileri göz önünde bulundurarak,
ifadeyi “insanlığa karşı suçlar” olarak
değiştirmişlerdir.
Bugün Erdoğan İslami değerlerin küresel sözcüsü olmaya çalışıyor. 12 Haziran 2011’de partisi AKP’nin (Adalet ve
Prof. Dr. Taner Akçam
Kalkınma Partisi) büyük bir çoğunlukla
kazandığı seçim sonuçlarını kutlayan
binlere şöyle seslendi: “…bugün İstanbul kadar, Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara
kadar Şam kazanmıştır; Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Batı Şeria, Kudüs ve Gazze kazanmıştır.”
Mazlum Müslümanları destekler konuşmaları kendisine popülerlik kazandırdı.
Fakat Erdoğan bölgede özgürlük ve demokrasiyi korumayı gerçekten arzu ediyorsa, Ortadoğulu Hristiyanların meşru
korkularına da kulak vermeli. 1915’te
Avrupalı güçlerin “insanlığa karşı
suçlar”ı kınayarak evrenselciliği seçtiği
gibi, Erdoğan da “Müslümanlara karşı
suçlar” odağının ötesine geçmeli. Zira,
her mazlum halk korunmayı hak ediyor.
Suriye’de birçok Hristiyanın ve diğer
başka azınlıkların Beşar Esad yönetimindeki Baas Partisi’ni desteklemesi
tesadüf değil; çünkü güvenlik için özgürlüklerini feda etmeye hazırlar. Türk
AKP’nin Türkiye ve Müslüman dünyasındaki popülaritesi, Erdoğan’a bir
hoşgörü döneminin öncülüğünü yapma
fırsatı veriyor. Türkler, Hristiyanlara yapılan soykırımı ve diğer gruplara
karşı işlenen suçları tanıyarak, insan
hakları alanında lider olabilirler. Fakat,
Osmanlı’nın hataları telafi edilmediği
sürece, Türkiye’nin örnek bir özgürlük ve demokrasi ülkesi olma çabaları
sonuçsuz kalacak. Püriten ahlakçılar
ve inatçı realistler, yanlış bir biçimde,
adaleti sağlamakla ulusal menfaatleri korumanın birbirine ters düştüğüne
inanıyorlar. Oysa tarihteki hataları kabul etmek sadece tek tarafın kazançlı
çıkacağı bir oyun değildir.
Ortadoğu’da geçmiş zaman, şimdiki
zamandır. Hakikat ve [onun ekseninde]
uzlaşma insan hakları ve onuruna saygılı yeni ve istikrarlı bölgesel bir düzenin
kurulması için elzemdir. Türkiye davranışlarıyla örnek olmalı.
Taner Akçam, Clark Üniversitesi’nde
öğretim görevlisi, "Genç Türklerin İnsanlık Suçları: Ermeni Soykırımı ve
Osmanlı İmparatorluğunda Etnik Temizlik" adlı kitabın yazarı.
Kaynak: http://www.nytimes.com
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Demirel ve Büyükanıt Unutulmasın
MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, darbe dönemlerinde
mağdur edilenlerin haklarının iadesini
istedi.
SEMA BAYRAM / ANKARAGazetemiz ‘Milat’ın sorularını cevaplandıran Mazlumder Genel Başkanı
Ahmet Faruk Ünsal, darbe dönemlerinde mağdur edilenlerin haklarının
iadesini istedi.
Brifingli yargı kararları ile darbe dönemlerinde çok sayıda insanın hayatının karartıldığını vurgulayan Ünsal,
“Darbe dönemlerindegerek yüksek
yargı organları gerekse yargı mensupları Genel Kurmay karargahına
çağrılarak emir komuta içerisinde
yargı süreçleri başlatılmıştır” dedi.
Ünsal, Süleyman Demirel ve Yaşar
Büyükanıt’ın da, adalet önüne çıkarılmasını talep etti.
İşte o söyleşi:
-12 Eylül ve 28 Şubat ile yargı önünde
hesaplaşılması hakkında neler söylemek istersiniz?
Türkiye darbe süreçleriyle hesaplaşmaya başladı. Elbette bu çok önemli bir gelişme. Ancak henüz hesaplaşmadığı bir darbe var ki 27 Nisan
bildirisi... Bir yola girildi, bunu biz
önemsiyoruz. 12 Eylül darbesiyle ilgili
anayasa referandumundan kaynaklanan yasal imkân çıktı. Anayasa da 12
Eylülcülerin yargılanmasına dair bir
yasak vardı. 28 Şubat kararlarıyla ilgili ki, o da bir darbe sayılır esasında,
onun da yargılanma ihtiyacı, yeniden
toplum nazarında olayın değerlendirme ihtiyacı ortaya çıktı. 28 Şubat sürecinin en trajik yükünü o dönem emir
komuta altında çalışan, yargı tarafından mahkûm edilmiş insanlar çekiyor.
Erbakan hoca koltuğunu kaybetti, bu
bir mağduriyetti. Netice de ona destek veren insanların siyasal tercihi, bir
grup üniformalı bürokratlar ve cumhurbaşkanı işbirliğinde cunta faaliyeti
olarak cezalandırıldı. demokrasi tarihi
açısından, Türkiye siyasal tarihi açından utanç verici bir durumdur. Halen
28 Şubatın büyük acımasız yükünü ce-
Ahmet Faruk Ünsal
zaevlerinde çekmekte olan mahkumlar
var. 28 Şubatın siyasal hesaplaşmasını
Türkiye, 3 Kasım seçimleriyle yaptı.
Bunun siyasi telafisi yerine getirdiği
söylenebilir. Adli süreçlerde mağdur
olmuş kişilerin mağduriyetini de gidererek bu hesaplaşmayı kapatmak lazım. Tabi ki bu işin faillerinin de, başta
Süleyman Demirel’in, adalet önüne çıkarılması gerekir.
BRİFİNGLİ YARGI KARARLARI
İPTAL EDİLSİN
Hukukun evrensel prensiplerinden biri
adil yargılanma hakkıdır. Bu hakkın
da en temel unsurlarında biri de adli
sürecin bir baskı, emir ve tesir altında
kalmaksızın, kendi mecrasında bakmasıdır. Oysa 28 Şubat’ta en temel
hukuk ve evrensel hukuk prensibi olan
adil yargılanma şartları ihlal edilmiştir. Gerek yüksek yargı organları gerekse yargı mensupları Genel Kurmay
karargahına çağrılarak emir komuta
içerisinde yargı süreçleri başlatılmıştır. Evrensel yargı kuralı ayaklar altına
alınıp insanların mağduriyetleri hala
devam etmektedir. Bu mağduriyetler
giderilmelidir.
MAĞDURİYETLER DEVAM EDİYOR
- 5 Haziran'da Bolu F tipi cezaevine bir
ziyaret gerçekleştirdiniz. 60'a yakın
kitabın yazarı Salih Mirzabeyoğlu ve
pek çok kişiyle görüştünüz. Bu ziyaret
hakkında bize biraz bilgi verir misiniz?
Ziyaretlerimizi de bu süreçte ağırlaş-
tırılmış müebbet hapis cezası almış
Salih Mirzabeyoğlu ve diğer arkadaşlara yaptık. O politik atmosferlerde
yargılanmış pek çok insan benzer koşullarda ceza evlerinde mağdur ediliyorlar. Bizim millete çağrımız da bir
hesaplaşma süreci başlamışken darbeleri araştırma komisyonu kurulmuşken, özellikle 28 Şubat darbesi sürecinde baskı altına alınarak, emir komuta
ile çalışmaya zorlanan yargının vermiş
olduğu kararların iptal edilmesi. Biliyorsunuz yerel mahkemelerde alınan
kararlar Yargıtay'ca onandıktan sonra
kesinleşmiş oluyor. Bu cezaların telafisi ya da yeniden gündeme alınması
söz konusu değil. Çünkü bu tüketilmiş
oluyor. Yapılacak iş, emir komuta altına alınarak çalıştırılan mekanizmaları
aldığı kararların yok hükmünde olduğu
söyleyecek bir yasal süreçtir. Böyle hesaplaşmış olunacak.
İMZA KAMPANYASI SÜRÜYOR
-28 Şubat sürecinde alınan yargı kararlarının iptal edilmesi için imza kampanyası başlatmıştınız. Kampanya ne
durumda?
İmza kampanyamız devam ediyor.
Emir komutaya boyun eğmiş yargının mağdur ettiği insanların mağduriyetini gidermek üzere, esasında
halk iradesinin de üstünlüğünü ortaya
koymak, onurunun da yasal olarak davasını gütmek anlamında kampanya
yürütüyoruz. İmzalar belli bir sayıya
ulaştığında dilekçe eşliğinde meclis
başkanlığına başvuracağız. 28 Şubat
kararlarının yok hükmünde olması için
yasa teklif edeceğiz. Talebimize karşılık gelirse Türkiye bu ayıptan kurtulabilir. Türkiye'nin pek çok yerinde
kampanya yürütüyoruz. imzaların sayısını size veremeyiz ama bazı dilekçeler geliyor ve belli bir hacme ulaştığında basının eşliğinde sayın meclis
başkanımızın da randevu alarak teşrif
edeceğiz. Basının konuyu gündeme taşıması gerekiyor. Bütün yargı ve darbe süreçlerinin gerek siyasi gerekse
adli sonuçlarının düzeltilmesi gerekir.
Bunlar neticede Türkiye’nin ayıbı.
BÜYÜKANIT’I UNUTMADIK!
12 Eylülde de 18 yaşına gelmediği hal-
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
de mahkeme kararıyla yaşı büyütülerek idam edilen insanlar vardı. 12 Mart
ve 27 Mayıs sürecinde de benzer idamlar yaşandı. 28 Şubat ve 27 Nisan’da
idam düzeyinde olmasa bile ciddi ihlaller yaşandı. Türkiye 28 Şubatla hesaplaşıyor. 27 Nisanla da hesaplaşması
gerekir. Sayın Başbakanın başta Yaşar
Paşa olmak üzere 27 Nisan küstahlığını, millet iradesine silah çekmeyi göze
olan bu tür insanlarla kamuoyu önünde
hesaplaşması gerekir.
-Hakkari’nin Dağlıca bölgesinde yaşanan ve halen devam etmekte olan
çatışmalar hakkında neler söylemek
istersiniz?
Üzerinde konuşulmamış herhangi bir
detay kalmayan “çözülmemiş Kürt
sorunu”nun gün geçtikçe ağır bir beşeri tablo ile ülke gündemine oturması,
sadece kayıpları ve yakınlarını değil,
halklar arasında husumeti körüklediği için ülke geleceğini de karanlık bir
tabloya doğru sürüklüyor.Halen devam
etmekte olan KCK operasyonları ile
siyaset imkânları neredeyse tamamen
kapanan legal Kürt siyasi hareketinin
“Öcalan’a ev hapsi” ve seçmeli Kürtçe
dersleri gibi, hükümet tarafından teklif edilen “yetmez ama evet” adımlar
konusunda duydukları güven ve samimiyet kuşkusu, çözümü şiddette gören
arayışlara daha fazla alan ve imkân
açıyor. Öncelikle hükümetin ve tüm
kurumlarıyla devletin, Kürt sorunu
bağlamında temel hakları vermede
daha fazla tedrice ve temkine ihtiyaç
duymadan samimiyetle ve hızlı adım
atarak şiddeti bir seçenek ve imkân
olmaktan çıkarması gerekmektedir.
Bu konudaki sorumluluk ve öncelikli
vebal yetki sahiplerine aittir. Kürt sorunu bağlamında kendini taraf gören
tüm diğer toplumsal, siyasal aktörlerin
de, barışın sabote edilmesi demek olan
şiddeti bir çözüm yöntemi olmaktan
çıkarması gerekmektedir.
SALDIRIYI ŞİDDETLE KINIYORUZ
Bu saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Türkiye toplumu, tüm detayları konuşulmuş bir sorunun çözümü için atılması
gerektiği halde geciken adımlardan,
şiddeti doğuran sağırlar diyalogundan,
şiddeti yaşamaktan, ölüm haberlerinden ve bu tip saldırılardan artık bıktı.
MÜSLÜMAN AVINA TEPKİ
-Güneydoğu Asya ülkelerinden Myanmar’da bulunan Arakan’da Budistlerin Haziran ayı başında bir otobüsün
içerisindeki 10 Müslüman’ı öldürmesi
ile başlayan olaylar, olağanüstü hal ilanı ve sokağa çıkma yasağına rağmen
bütün şiddetiyle devam ediyor. Çok
önemli bir insan hakları derneğinin
yöneticisi olarak neler söylemek istersiniz?
Bölgeden alınan haberlere göre başta Arakan’ın Sittwe şehrinde bulunan
Müslüman mahallesi olmak üzere onlarca köy ve kasaba ateşe verilmiş,
katliamdan kaçarak Bangladeş’e sığınmaya çalışan çoğunluğu kadın ve
çocuk 300 Müslüman sınırdan geri
çevrilmiş olup çıkan olaylarda 50 ila
300 arasında Müslüman’ın katledildiği bilgileri ulaşmaktadır. Ayrıca BM
Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin
Maungdaw'daki personelini tahliye
etmesinin ardından BM ofisine sığınan Arakan halkı kaçmak zorunda
bırakılmıştır. Güvenlik güçlerinin
Maungdaw'da Müslümanlar üzerine
ateş açtığı, kundaklama eylemlerinin
Budist milis grubu Lun Htin üyeleri ta-
rafından "polisin önünde" işlendiği de
görgü tanıklarınca ifade edilmektedir.
Yaşanan süreçte katliamın daha büyük
boyutlara ulaşmaması ve katliamın
sorumlularından hesap sorulması için
BM Güvenlik Konseyi ve İslam İşbirliği Teşkilatı üzerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getirmelidir.
BM Mülteci Sözleşmesi’nden doğan
yükümlülüğünü yerine getirmeyerek
katliamdan kaçan Arakanlılara kapılarını açmayan Bangladeş hükumeti bu
tutumuyla Budist Myanmar cuntasının
işlediği cinayetlerin sorumluluğuna
ortak olmaktadır.
Halen 800 bin civarında Arakanlı
mülteciye ev sahipliği yapmakta olan
Dünya’nın en fakir ülkelerinden komşu Bangladeş’in, ilave mülteci yüküyle
tek başına kalmasına izin vermeden
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve
Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay teşkilatları tarafından desteklenmesi ve
insani yardım kuruluşlarının çalışması
için güvenli ortamın oluşturulması gerekmektedir.
Kaynak: http://www.mazlumder.org
Mazlumder
Adres: M ithat paşa Caddesi
Nu: 62/4 K ı z ı lay/A NK A R A
Tel: +90 (312) 418 10 46
Faks: +90 (312) 418 70 93
Ht t p: w w w.mazlumder.org
[email protected]
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MEB
Tavsiyeli Hakarete
Hayır. Sen de Tavır
Koy İzin Verme
Ömer Seyfettin, Harem, Erdem Yayınları, Sayfa 27
Ahmet Guven
ÇARE TUYî
Dînê teye, Elewtiye
Hezar salan veşartiye
Hemû têda însantiye
Serê xwe rake çare tuyî
Ji Yezdanê, ji Zervanê
Ji Zerdeştê, ji Huremê
Tu mîna ava zelalî
Serê xwe rake çare tuyî
Ji Hemedan, ji Mêrdînê
Hatiye gihîşte Sêwazê
Li pir deran rêça teye
Serê xwe rake çare tuyî
Tu însanan hev cê nakî
Ji her kesekî hez dikî
Qe ku yobaz vê bizane
MEB Talim ve Terbiye Kurulu'nun
2281 sayılı Tebliğler Dergisi'nde yayınlanan kararı ile ilköğretim okulu
öğrencilerine tavsiye edilmiştir.
"...Evvel zamanda, insanlar daha
hayvanlara pek yakın iken, ferdi izdivaç yokmuş. Sürü halinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri,
bütün kadınların musavi surette kocası imiş.
Nazan şaştı:
Olur iş değil...
Neye? Basit bir teşkilatın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası
da kabilenin, bütün halkı imiş. Bu
hal ayin gibi hala bazı cemaatlerde
devam eder. Mesela KIZILBAŞLAR
gibi...Ne ise..."
Bu satırlar Türkiye Cumhuriyeti
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
çocuklara ve gençlere tavsiye edilen bir kitabın içerisinden çıkmıştır.
Bu kitapla ilgili olarak Alevionline
internet sitesinde kitabın görüntüleri, değişik kitabevlerinde baskıları,
MEB tavsiyesine dair yazı belgelenmiştir. Birçok Alevi sitesinde bu
konu yayınlanmıştır.
Serê xwe rake çare tuyî
Bizler aşağıda imzası bulunan Alevi
internet siteleri olarak Milli Eğitim
Bakanlığı'nın bu ülkede yaşayan bir
insan topluluğuna karşı böylesine
"çirkin" benzetmeler içeren bir kitaptaki "tavsiyesini" kaldırmasını talep
ediyoruz. Tüm Alevi ve Alevi olmayan kamuoyundan, internet sitelerinden ve sivil toplum kuruluşlarından
da bu çağrımıza destek bekliyoruz.
Paş da mere pêş da here
Sitende yayınla, tanıdıklarına mail
at, sayfamıza link ver, destekle...
Serê xwe rake çare tuyî
Vî hozana guh bi ser 'de
Li berxwe 'de ji xwe nebe
Felsefa xwe biparêze
Ji rêça ilmê veneqete
Xizmeta însantiyê bike
Serê xwe rake çare tuyî
Kampanya Adresi:
http://alevi.wordpress.com
bizim kabemiz insandır
uryanhizir.com
Duygular
Dönüştü
Söze
Erenler zehir getirin
Balınan öldürmen beni
Bağrıma diken batırın
Gülünen öldürmen beni
Hiçlik aleminde mestim
Varlık sevdasını kestim
Yokluk benim eski dostum
Malınan öldürmen beni
Yar diyerek yana yana
Can teslim ettik canana
En yakınım kıysın bana
Elinen öldürmen beni
Bir aşktır düştü özüme
Yanarım kendi közüme
Leyla görünüp gözüme
Çölinen öldürmen beni
Duygular dönüştü söze
Yanık seda işler öze
Dertli dertli vurup saza
Telinen öldürmen beni
Hüdaiyim daldım gama
Saldı beni demden deme
Asın kesin yüzün amma
Dilinen öldürmen beni
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Güzelliğin
On Par'etmez
Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yareme
İsmin yayılmaz aleme
Aşıklarda meşk olmasa
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk'olmasa
Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Aşık ve maşuk olmasa
Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı VEYSEL adı
O sana aşık olmasa.
Aşık Veysel Şatıroğlu
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 18 - eylül 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim`li Ermenilerin Frankfurt – Hanau Buluşması Adres:
Kulturhalle Steinheim, Ludwigstr. 67, 63456 Hanau Tarih: 29 Eylül 2012 Saat 16.00-23.00
Dersimli Ermeniler İnanç ve Sosyal Yardımlaşma Derneği
R. Kayan Telefon : 0163-190 64 85 www.dersimermeni.com
[email protected] [email protected]

Benzer belgeler