Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a

Transkript

Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a
Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup izinsiz
çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka sitelerde kullanılamaz.
© Copyright 2008 Talat Turhan
Önsöz
1999 yılında yayınlanan bir kitabımda1 emperyalizmin gizli örgütlerinden söz etmiştim.
O günden bugüne değin yazılan birçok yapıtta bu örgütlere yer verildi. (CFR, Bilderberg
Grubu, Trilateral Komisyon)
Kuşkusuz, emperyalizmin örgütleri bu kadar değildi. Binlerce legal, illegal oluşum
ahtapot gibi dünyayı sarmış, soyup sömürüyordu. Genel Olarak ABD, AB, Japonya’dan
oluşan Kuzey ülkeleri -ki ben bu bölgeyi Trilateral Coğrafya olarak tanımlıyorum- yoksul
Güneyi soymak için ABD patronajında G-7 ülkeleri diye örgütlenmişlerdi.
Küresel soygun için işbirlikçi iktidarlar oluşturuluyor, bu iktidarların egemenleştiği
ülkelerde2 koşut örgütlenmeler yaşama geçirilmiş bulunuyordu. “Çağdaş uygar” olduğu
varsayılan ABD, ülke düzenlerini kendi çıkarlarına uygar bir yapıya dönüştürmek için
seçimlere hile katmaya çalışıyor, darbeler düzenliyordu. Şimdilerde ise hizaya sokacağı
ülkelere “demokrasi”(!) getirmek için “özgürleştirme”(!) eylemlerine girişiyor, “şok ve dehşet
operasyonu” adı altında kan ve ölüm kusarak ABD imparatorluğunu kurmaya çalışıyor,
saldırısına diğer ülkeleri de ortak ederek savaş suçları işletiyor.
Şubat 2005’de yayınlanan diğer bir kitabımda3 ise “Küresel Çete”nin kamuoyunca belki
de hiç bilinmeyen diğer örgütlerini açıklamaya çalıştım. Sıra bu örgütlerin içyüzünü gözler
önüne sermeye gelmişti. Bu zor işi başarmak için desteğe gereksinmem vardı. Tam bu
noktada Mehmet Eymen imdadıma yetişti.
Sayısız örgütler içinde mercek altına alınması gereken ilk örgütün Mont Pelerin
Cemiyeti olduğu konusunda birleşip çalışmaya koyulduk.
Mont Pelerin Cemiyeti, kapitalist kuramcıların Prof. Friedrich von Hayek liderliğinde
1947 yılında ilk toplantısısını yaptığı İsviçre’de yerleşim biriminden alıyordu adını.
Ekonomiyle az çok ilişkisi olan herkes Prof. Friedrich von Hayek ve yapıtlarını tanır.
Ancak onun kurduğu Mont Pelerin Cemiyeti ülkemizde bilinmediği gibi, 1947 yılından bu
yana da dünyada yalnızca üç kitap yayınlanmıştır cemiyet hakkında4. Ve bunlardan da
yalnızca bir tanesi tümüyle cemiyeti irdelemektedir.
Biz, Mont Pelerin Cemiyeti hakkında ilk kez oluşturulan bu ayrıntılı kitapta cemiyeti ve
çalışmalarını derinliğine irdelerken, yapıta ek olarak bir de CD hazırladık. Bu etkileşimli
ortam ekinde cemiyet Başkanlarından Arthur Shenfield’in ele geçirilmiş bir toplantı video
bandını izleyebilir; cemiyetin tüm Başkanlarını, toplantıları takvimlerini, toplantı
tutanaklarını, “Children of Satan” kitapçığını, Chattanooga toplantısına sunulan GwartneyLawson tebliğini, 2004 Yılı Hayek Ödülü ikincisi ve üçüncüsü makaleleri okuyabilir;
Başkanların fotoğraflarını, çeşitli toplantılarından resimleri ve nihayet Mont Pelerin
kasabasını, kasabadaki şatoyu ve toplantılar otelini görebilirsiniz.
Gerçekten de Mont Pelerin Cemiyeti dünyayı sözde liberal söylemlerle uyutmuş ama
arka elden küreselleşmenin altyapısını oluşturan çalışmalarını karar merkezlerine ulaştırmış,
bunların uygulanmasına eylemli katkılarda bulunmuştur. Cemiyetin kuruluşunun soğuk
savaşın başlarına denk düştüğünü göz ardı etmememiz gerektiği kadar Citizens Electoral
Council of Australia tarafından yayınlanmış Children of Satan kitapçığında da örgütün
kurucularının post-nazi olarak değerlendirildiğini de unutmamalıyız.
Sonuçta Mont Pelerin Cemiyeti tarafından Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) diktasını temel
alan bir anlayış 1947 yılından bu yana adım adım dünyaya dayatılıp Yeni Dünya Düzeni
(YDD) kurulmaya çalışılmaktadır.
Sıkça vurgulandığı gibi küreselleşme olgusunun 1990’lı yıllardan sonra başladığı
söyleminin bir safsatadan başka şey olmadığının bu yapıt okunduktan sonra iyice
anlaşılacağını umuyorum.
Mustafa Kemal önderliğinde kurtuluş savaşı kazanımları sonucunda tarih sahnesinde
yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel şiarları;
- Tam bağımsızlık,
- Antiemperyalizm,
- Antikapitalizm’dir.5
Bugün bu şiarlar 1947’den -ne rastlantıysa Mont Pelerin Cemiyeti’nin kuruluşuna koşut
tarihten- bu yana işbirlikçi iktidarlar tarafından bütünüyle ortadan kaldırılmıştır.
- Serbest Piyasa Ekonomisi,
- Özel Sektör egemenliği,
- Özelleştirme,
- Sıkı Para Politikası,
- Sendikal hakların tümden kısıtlanması vb. gibi uygulamaların topluma dayatılarak
yeni ekonomik düzenin yaşama geçirilmesi, Atatürk’ü aşmaktan, onu yadsımaktan
geçmektedir.
Onun için ABD6 ve AB, yerli işbirlikçileri ile Atatürkçülüğün altını oymaktadırlar.
Bu oluşumda Mont Pelerin Cemiyeti’nin katkıları yadsınamaz. Neo-liberalizmi öne
çıkaran cemiyet, “devletçilik”e kesinlikle karşı çıkmakta, kamunun iyeliğindeki her şeyin özel
sektöre devrini öngörmekte, emperyalist sömürüye kuramsal teçhizat sunmakta ve toplumu
yadsıyan kesimlere cephane takviyesini sürdürmektedir.
Oysa Mustafa Kemal demektedir ki, “Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel
teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ve geniş bir
memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket
ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan
beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi; ve kısa
bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden
başka bir yoldur.”(1936)
Kitapta Mont Pelerin Cemiyeti’ne Türkiye’den katkıda bulunan -ya da onlardan ve
bağlısı kuruluşlardan maddi destek alan- kişiler ve örgütlerin bağlantılarını görüp
şaşıracaksınız. Hangi örgütler nerelerden arpalanmış hayret edeceksiniz.
Peki, “sıra ne zaman bize gelecek” deyip koyun gibi bekleyecek miyiz? Hayır,
milyarlarca hayır!
Tüm mazlum ulusların Irak’taki direnişe çok şey borçlu olduklarını düşünüyorum. ABD
hegemonyasına karşı dünyanın her yanında küresel başkaldırı7 başlamıştır. Kendiliğinden spontane- gelişen bu karşı koyuşu tüm mazlum ülkeler bir araya gelip örgütlemeli, antikapitalist ve anti-emperyalist mücadeleye gün geçirmeden başlanılmalı, “Türkiye’yi haritadan
silmek” isteyenlerin günümüzde de devam eden niyetleri kursaklarında bırakılmalı, “ABD tek
süper güç” diye sürekli yineleyen işbirlikçilerin çanına ot tıkanmalıdır.
Kitabı birlikte yazdığımız Mehmet Eymen’i tanıyanlar çok iyi tanırlar. Tanımayanlar
www.katman.info sitesini tıklasınlar…
Son olarak, bu çalışmanın yayınlanmasında emeği geçen İleri Yayınları çalışanlarına ve
özellikle Özgür Erdem’e teşekkürü borç bilirim.
Saygılarımla,
Talat Turhan
Kuzguncuk, 28 Mart 2005
1. Çeteleşme, Talat Turhan, Akyüz Yayınları, Haziran 1999
2. Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri / Doruk Operasyonu, Talat Turhan,
Sorun Yayınları, 1989
3. Küresel Çete, Talat Turhan, İleri Yayınları, Şubat 2005
4.
-A History of the Mont Pelerin Society, R. M. Hartwell, The Freeman,
Temmuz 1996
-Joys of Freedom: An Economist’s Odyssey, David R. Henderson, Prentice Hall, Ocak
2002
-Children of Satan, Citizens Electoral Council of Australia, Ekim 2004
5. “Bütün vatandaşlarım tarafından da paylaşılan kanaatim şudur ki, zulüm altında
tutulan Asya ve Afrika halkları ile Batıdaki işçiler uluslararası kapitalizmin kendilerini,
efendilerinin çıkarları için istismar etmek gayesiyle sabırlarını suistimal ettiklerini anladıkları
ve çalışan kitleler tarafından sömürgeci siyasetin meşum tesirinin bilincine varıldığı zaman,
burjuva sınıfının kuvveti ortadan kalkacaktır…Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam,
uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine
kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve
refaha müteveccih olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen
muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklarıdır. Sömürgecilik ve
emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerinde milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk
farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.” (Mustafa Kemal Atatürk)
6. ABD, Kurtuluş Savaşı’nın başından beri Mustafa Kemal ve Türkiye’ye karşıdır. 5
Ağustos 191’da Başkan Wilson, “Türkiye’yi parça parça ederim” tehditini savurmakta ve
“Türkiye haritadan silinmelidir” demektedir. (Bakınız: Yargılayanları Yargılıyorum! Bomba
Davası / Savunma - 1; Talat Turhan, Sorun Yayınları, Eylül 2004)
7. Bakınız:
-Seattle : Dünyayı Sarsan 5 Gün, Alexander Cockburn - Jeffrey St. Clair, Agora
Kitaplığı, Eylül 2003
-Dünya Sosyal Forumu: Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve Küresel Direniş, F.
Levent Şensever, Metis Kitap, Ekim 2003
-Küresel Başkaldırı Yirmi Birinci Yüzyıl Tiranlarına Karşı Mücadele, Neva
Welton/Linda Wolf, Aykırı Yayınları, Ocak 2004
Önsöz-Ek: 2
Mont Pelerin Cemiyeti’nin Günümüzdeki Yöneticileri:
Başkan
Victoria Curzon-Price (İsviçre)
Kıdemli Başkan Yard. Leonard Liggio (ABD)
Genel Sekreter
Carl-Johan Westholm (İsveç)
Mali İşler Sekreteri
Edwin J. Feulner (ABD)
Başkan Yardımcıları
Charles Baird (ABD)
Carlos Cáceres (Şili)
Yoshinori Shimizu (Japonya)
Jesus Huerto de Soto (İsp.)
Direktörler Kurulu
Eamonn Butler (İngiltere)
Jean-Pierre Centi (Fransa)
Peter Kurrild-Klitgaard (Danimarka)
Greg Lindsay (Avustralya)
Eduardo Mayora (Guatemala)
Ruth Richardson (New Zealand)
Michael Zoller (Almanya)
Önsöz-Ek: 3
Mont Pelerin Cemiyeti’nin Günümüzdeki Yöneticileri:
Başkan
Victoria Curzon-Price (İsviçre)
Kıdemli Başkan Yard. Leonard Liggio (ABD)
Genel Sekreter
Carl-Johan Westholm (İsveç)
Mali İşler Sekreteri
Edwin J. Feulner (ABD)
Başkan Yardımcıları
Charles Baird (ABD)
Carlos Cáceres (Şili)
Yoshinori Shimizu (Japonya)
Jesus Huerto de Soto (İsp.)
Direktörler Kurulu
Eamonn Butler (İngiltere)
Jean-Pierre Centi (Fransa)
Peter Kurrild-Klitgaard (Danimarka)
Greg Lindsay (Avustralya)
Eduardo Mayora (Guatemala)
Ruth Richardson (New Zealand)
Michael Zoller (Almanya)
Mont Pelerin Cemiyeti’nin Başkanları:
Prof. Friedrich von Hayek (Avusturya: 1947-1961)
Prof. Wilhelm Ropke (İsviçre: 1961-62)
Prof. John Jewkes (İngiltere: 1962-64)
Prof. Friedrich Lutz (Almanya: 1964-67)
Prof. Bruno Leoni (İtalya: 1967-68)
Prof.Guenter Schmolders (Almanya: 1968-70)
Prof. Milton Friedman (ABD: 1970-72)
Prof.Arthur Shenfield (İngiltere: 1972-74)
Prof. Gaston Leduc (Fransa: 1974-76)
Prof. George Stigler (ABD: 1976-78)
Prof. Manuel Ayau (Guatemala: 1978-80)
Prof. Chiaki Nishiyama (Japonya: 1980-82)
Lord Harris of High Cross (İngiltere: 1982-84)
Prof. James Buchanan (ABD: 1984-86)
Prof. Herbert Giersch (Almanya: 1986-88)
Prof. Antonio Martino (İtalya: 1988-90)
Prof. Gary Becker (ABD: 1990-92)
Prof. Max Hartwell (İngiltere: 1992-94)
Prof. Pascal Salin (Fransa: 1994-96)
Dr. Edwin J. Feulner (ABD: 1996-98)
Dr. Ramon P. Diaz (Uruguay: 1998-2000)
Prof. Christian Watrin (Almanya: 2000-02)
Prof. Leonard P. Liggio (ABD: 2002-04)
Prof. Victoria Curzon-Price (İsviçre:2004-2006)
Önsöz-Ek: 5
Mont Pelerin Cemiyeti’nin Toplantılarının Yapıldığı Yerler:
Kuruluş Toplantısı
Mont Pelerin, İsviçre 1947
Genel Toplantılar
Seelisberg, İsviçre 1949
Bloomendaal, Hollanda 1950
Beauvallon, Fransa 1951
Seelisberg, İsviçre 1953
Venedik, İtalya 1954
Berlin, Almanya 1956
St. Moritz, İsviçre 1957
Princeton, ABD 1958
Oxford, İngiltere 1959
Kassel, Almanya 1960
Torino, İtalya 1961
Knokke, Belçika 1962
Semmering, Avusturya 1964
Stresa, İtalya 1965
Vichy, Fransa 1967
Aviemore, İskoçya 1968
Münih, Almanya 1970
Montreux, İsviçre 1972
Brüksel, Belçika 1974
St. Andrews, İskoçya 1976
Hong Kong 1978
Stanford, ABD 1980
Berlin, Almanya 1982
Cambridge, İngiltere 1984
St. Vincent, İtalya 1986
Tokyo, Kyoto, Japonya 1988
Munich, Almanya 1990
Vancouver, Kanada 1992
Cannes, Fransa 1994
Viyana, Avusturya 1996
Washington, D.C., ABD 1998
Santiago, Şili 2000
Londra, İngiltere 2002
Salt Lake City, ABD 2004
Bölgesel Toplantılar
Tokyo, Japonya 1966
Caracas, Venezuela 1969
Rockford, ABD 1971
Salzburg, Avusturya 1973
Guatemala City, Guatemala 1973
Hillsdale, ABD 1975
Paris, Fransa 1977
Amsterdam, Hollanda 1977
Madrid, Spain 1979
Stockholm, İsveç 1981
Vina del Mar, Şili 1981
Vancouver, Kanada 1983
Paris, Fransa 1984
Sidney, Australia 1985
Indianapolis, ABD 1987
Christchurch, Yeni Zelanda 1989
Antigua, Guatemala 1990
Big Sky, Montana, ABD 1991
Prag, Çekoslovakya 1991
Rio de Janeiro, Brezilya 1993
Cape Town, Güney Afrika 1995
Cancun, Meksika 1996
Barcelona, İspanya 1997
Vancouver, Kanada 1999
Potsdam, Almanya 1999
Bratislava, Slovakya 2001
Chattanooga, ABD 2003
Hamburg, Almanya 2004
Özel Toplantılar
Taipei, Tayvan 1978
Taipei, Tayvan 1988
Mont Pelerin, İsviçre 1997
Bali, Endonezya 1999
Goa, Hindistan 2002
Sri Lanka 2004
I
Giriş
1978 yılı NATO Doruk Toplantısı, Washington’daki Kennedy Merkezi’nde büyük bir
gösteriyle başladı. Merkezin ana salonunun sahnesinde upuzun bir masa vardı. Masanın
ardında 15 sandalye ve onların ardında da borazanlı askerler.
Ansızın borazanlar çalmaya başladı ve sahnenin iki yanındaki kapılardan hükümet
başkanları çıktılar. Ağır adımlarla yürüyüp masadaki yerlerini aldılar. Ama aralarında ABD
Başkanı Carter yoktu. Derken borazanlar upuzun bir marş çalmaya başladılar ve başladıkları
gibi ansızın susuverdiler.
Tüm salon sessizliğe gömüldü. Hoparlörlerden bariton bir ses yükseldi ve ABD
Başkanının gelmekte olduğunu duyurdu. Masaya oturmuş olan tüm hükümet başkanları ayağa
kalktılar. Carter küçük adımlarla sahneye girdi. Herkes tarafından alkışlanmasını kocaman bir
gülücükle karşıladı. O sırada Amerikan TV’leri Carter’a değil diğer ülkelerin hükümet
başkanlarına odaklanmışlardı. ABD Başkanı önünde ayağa kalkan Batılı liderleri
gösteriyorlardı izleyicilerine.
Az önce de tüm liderlerin sahneye girdikleri sırada NATO Genel Sekreteri Joseph
Luns’a odaklanmışlardı. Luns, protokol yetkilisi sanıp borazancıların başındaki subayın elini
sıkmaya kalkışmış, subay da uzun süre elini vermemekte direnmişti çünkü. Ayni anda masa
başına da odaklanmıştı kameralar. Lüksemburg Başbakanı Thorn ile Kanada Başbakanı
Trudeau yanlışlıkla ayni sandalyeye oturmaya kalkmışlardı. ABD TV’leri, Başkan Carter
dışında diğer Batılı liderleri gülünç durumda göstermeye çabalıyorlar, bir hor görme oyunu
oynuyorlardı sanki.
Bir oyun da masa başında oynanıyordu. Oldukça düşündürücü bir oyun. Başkan Carter
çok kısa bir açılış konuşması yaptı ve “Sözü, doruğun onur konuğu Türkiye Başbakanı Bülent
Ecevit’e bırakıyorum” dedi.
O anda tüm kameralar Ecevit’e döndü. Salondan da başdöndürücü bir alkış yükseldi.
Sandalyesinde sürekli devinen ve gergin yüzüyle dikkat çeken Ecevit’in tikleri durdu, bedeni
dinginleşti.
Masadaki diğer liderler tedirgindi o sırada. İki hafta önce Ecevit, Londra’ydı ve
yapılacak NATO doruğunda ABD’nin Sovyetler’e karşı bir güç çıkışı yapmak amacıyla
Başkan Carter’ın Ulusal Savunma Danışmanı Zbignew Brzezinski tarafından kotarılan “Genel
İlkeler Bildirisi” metnini eleştirmişti. Üstelik metin, “Çok Gizli” kaydıyla tüm üye ülkeler
başkentlerine gönderilen bir belgeydi. Ama içeriğinden anlaşılan oydu ki, bu metinle Carter
NATO doruğunda bir gövde gösterisi yapmak istiyor ve kendisini “yumuşak başkan” diye
niteleyen Cumhuriyetçilere karşı bir iç politika hamlesi hazırlıyordu.
Ecevit, Londra’da televizyona çıkmış, gazetecilere özel demeçler vermiş ve bu arada
Brzezinski planına da göndermelerde bulunmuştu. “Bu öneri, Türkiye tarafından içinde
bulunulan koşullarda kabul edilemez. Bir yandan ambargo sürdürülür öte yandan müttefik
ülkeler öncelik vermeleri gerekirken hiçbir ekonomik destekte bulunmadıkları Türkiye’den
dayanışmadan söz eden bir bildiriyi imzalamalarını bekleyemezler” demişti. Konuyu
Washington’da tartışacaktı.
Ecevit bununla da kalmamış, Londra’daki Uluslararası Stratejik Çalışmalar
Enstitüsü’nde de konuşmuş ve “Dünya büyük ölçüde değişti, soğuk savaş günleri geride kaldı.
Ancak Türkiye’nin savunma düzeni ve yapısı büyük ölçüde soğuk savaş yıllarına dayanıyor.
Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehditler de son yıllarda oldukça değişti. Örneğin artık
Sovyetler Birliği’nin doğrudan, olası tehditi altında değiliz. Fakat başka köşelerden gelen
gerçek tehditlerle karşı karşıyayız. Dolayısıyla ulusal savunma kavramımızı ve savunma
yapımızı buna göre gerçekleştirmeliyiz” demişti.
Bu sözler dinleyiciler üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştı. 26 Nisan’da Ankara’ya gelmiş
olan SSCB Genelkurmay Başkanı Ogarkov’un “Sovyetler, olanakları ölçüsünde Türkiye’ye
yardımcı olma eğilimdedir” demecini anımsayanlar yerlerinde şöyle bir devinmişlerdi.
Kimileri ise, Ankara’nın bu ziyaret ertesinde “Batı kampından ayrılmadan dış ilişkilerini
çeşitlendirmek” adına Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya ile temas kurduğunu
fısıldamışlardı birbirlerinin kulaklarına. Liderler bu nedenle tedirgindiler.
Ecevit konuşmaya başlayınca hepsi rahatladı. Londra’daki demecinde NATO’nun
gelişen dünya koşullarındaki rolünü irdeleyen sert sözcüklere hiç yer vermeyen bir konuşma
yaptı. NATO’nun yalnızca askersel bir örgüt olmadığını, insan haklarına saygılı ve
demokrasinin en önemli destekçilerinden biri olduğunu söyledi. Salondan yine büyük alkışlar
yükseldi. Ecevit’ten sonra Genel Sekreter Joseph Luns söz aldı. Ecevit’e şöyle bir baktı ve
“Ruslar güçleniyor, biz de daha etkin biçimde silahlanmalıyız” diye özetlenecek bir konuşma
yaptı. Açılış töreni bitti. Ama Ecevit’in tikleri yeniden belirginleşmişti. Luns’a ve Carter’a
kızgın bir bakış yöneltti yerinden kalkarken. O akşam, Amerikan gazetelerinin doruğa ilişkin
manşetlerini görünce de dudağını ısırdı. “Doruktaki yönelim: NATO ülkeleri daha da
silahlanmalıdır.”
31 Mayıs sabahının ilk saatlerinde, Ecevit ile Carter Beyaz Saray’da görüştüler. Konu,
Kıbrıs’a müdahale ertesinde Türkiye’ye konulmuş olan Amerikan ambargosuydu. Carter’ın
yanında Dışişleri Bakanı Cyrus Vance, Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Zbignew Brzezinsi,
Dışişleri Danışmanı Paul Nimetz, Dışişleri Avrupa İşleri İşleri Müdürü Vest ve Brzezinki’nin
yardımcılarından Paul Henze; Ecevit’in yanında da Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün, Savunma
Bakanı Hasan Esat Işık, Dışişleri Genel Sekreteri Şükrü Elekdağ ve Washington Büyükelçisi
Melih Esenbel vardı.
Başlarda havaya bir gerginlik egemendi. Bir yıl önce Londra’da yapılan Demirel-Carter
görüşmesinde “Siz bizim dediğimizi yapın, biz de sizin istediğinizi yapalım” şeklindeki ABD
yaklaşımına Demirel’in öfkelenerek “Türkiye, Amerikan Federal Devleti’nin elliikinci eyaleti
değildir” yanıtını verip masadan kalkmasını kimse unutmamıştı. Şimdi bunun daha ileri
düzeyde bir tekrarından çekiniliyordu.
Ama umulan olmadı. Görüşme ayrılan süreden daha uzun sürdü ve Carter, “Hiç merak
etmeyin. Kongreden ambargonun kaldırılmasını yasallaştıracak tasarının geçmesinde kesin
kararlıyım. Hatta kampanyayı yarın ben açacağım. Tüm gücümü kullanacağım. Dış politika
gündemimizin bir numaralı sorunu artık ambargodur.” şeklinde konuştu. Ne ki Ecevit’in
ambargonun kaldırılmasının Kıbrıs sorununun çözümü koşulana bağlanmamasını isteyen
“Bazı koşullar konmamalıdır ama” sözlerini yanıtlamadı. Vance ile Brzezinski bakıştılar
yalnızca.
Görüşmeden hemen sonra Ecevit gazetecilere, “Başkan Carter ambargonun kalkması
konusunda kararlıdır” diye demeç verdi ve ardından NATO toplantısına gidildi.
NATO Genel Sekreteri Joseph Luns, “Önümüzdeki en önemli konu Uzun Vadeli
Savunma Planlaması bildirisi üzerindeki anlaşmazlıktır.” sözleriyle açtı toplantıyı. Bildirideki
çeşitli ülkeler tarafından yapılmış tüm itiraz maddeleri ABD’nin baskısıyla birer birer ortadan
kaldırılmış yalnız Türkiye’ninki kalmıştı. Ankara bildiriye, ambargonun getirdiği kısıtlamalar
kalkmadıkça ve müttefiklerince gerekli ekonomik yardım yapılmadıkça katılmayacağı notunu
koymuş ve itirazında diretmekteydi. Türkiye’nin bu itirazı o ana değin tüm çabalara karşın
değiştirilememişti.
Ardına diğer 12 ülke liderini almış olan Luns, Ecevit’e döndü ve “Türkiye’nin
sorunlarını gayet iyi anlıyoruz. Burada bulunan herkes ambargonun kaldırılmasını destekliyor.
Bu itirazınızın bildiriye konulmasının hiçbir yararı olmayacak. Hepimiz bu itirazınızın
kaldırılması için size çağrıda bulunuyoruz. Duygularınızı daha başka türlü yansıtma yolları
bulunabilir” dedi.
Ecevit yanıtladı: “Bizim sizler gibi 15 yıllık yükümlülük getiren bir programa imza
atmamız gerçeklerle uyuşmuyor. Siz bunu yapabilirsiniz. Oysa biz içine düşürüldüğümüz
durum karşısında bu hakkı kendimizde bulamıyoruz. Bir yandan ambargonun getirdiği
kısıntılar öte yandan ekonomimizin gereksinmeleri. Ambargo kalksa bile ekonomik
sorunlarımızı halletmeden uzun süreli programlara imza atamayız. Bizden bunu istemeniz
gerçekçilik değildir.”
Türkiye itirazında direniyordu. Salondaki hava olağanüstü gerginleşmişti. Luns yeniden
konuştu. Ecevit yeniden yanıtladı. Tartışma uzadıkça uzadı. Birden, Almanya Başbakanı
Helmut Schmidt sert bir devinimle koltuğunda doğruldu ve yüksek sesle konuşmaya başladı.
“Sayın Ecevit, sizi yeterince tanıdığımı sanıyorum. Karamanlis’i de tanıyorum. Her
ikinizin de iç sorunları var. Ama siz ambargo konusunda burada yeterince destek aldınız.
Türkiye’nin savunmasının düzenlenmesi NATO içinde olmalıdır. Başka yerde değil.
Ambargo konusunda haklısınız. Ama elinizdeki kartları da değerinden yüksek
kullanmamalısınız. Israrınızdan vazgeçin!”
Türk heyeti şaşırdı. Herşey bekleniyordu ama -özellikle CHP ve Ecevit iktidarına büyük
sempati duyan- Almanya’nın bu denli sert ve katı bir çıkışta bulunabilecegi beklenmiyordu.
Schmidt ortaya ağırlığını koymakla kalmamış adeta azarlamıştı Ecevit’i. Tüm heyet susmuş
birbirlerine bakıyordu. Ecevit, gözlerini önündeki kağıtlara dikmiş, yüzündeki tikler
alabildiğine artmış, baışını hiç kaldırmadan donmuşça duruyor, yutkunuyor ama herhangi bir
şey söyleyemiyordu.
O anda ABD Başkanı Carter yerinden kalktı ve salon boyunca yürüdü. Herkes Carter’in
salonu terkedeceğini beklerken o Ecevit’in sandalyesinin arkasına geldi. Omuzlarını tuttu ve
kulağına birşeyler fısıldadı. Ecevit’in tikleri yitti, donuk gözleri canlandı, sararmış yüzüne
renk geldi. Carter yerine döndü ve oturdu. Yumuşak bir sesle konuştu: “Sayın Ecevit, size
burada, tüm müttefik ülkeler liderleri önünde, ambargonun kaldırılması için yönetim olarak
tüm gücümüzü kullanacağımıza güvence veriyorum. Bunun karşılığında da itiraz kaydınızı
geri almanızı rica ediyorum.”
Ecevit gülümsedi. O sırada Coşkun Kırca önüne bir not uzattı: “Ara isteyin.” Ecevit
yine gülümsedi ve Luns’a döndü: “Sayın Başkan, isterseniz ara verelim. Bildiriye girecek
olan maddeyi sizinle ben, isterse Başbakan Schmidt ve Başkan Carter’ın katılacakları kısıtlı
bir toplantıda tartışalım.”
Salonda bir rahatlık havası esti. Ecevit yan odaya geçti. Carter gelmedi. Vance, Schmidt
ve Luns geldiler. Dört kişi kafa kafaya verip tartıştılar. 15 dakika için verilen ara bir saate
yaklaştı. Sonunda bildiriye konulacak madde “Türkiye’nin Uzun Vadeli Savunma
Planlaması’na katılması için müttefiklerin yapacakları yardım ve Türkiye’nin savunma
gereksinmeleri üzerindeki mevcut kısıntıların kalkması çok önemlidir” şeklinde geçti.
Salondaki tüm hükümet başkanları rahatlamıştı. Türkiye, “beklenildiği” ve “bilindiği”
gibi yine “çark etmiş”ti. Beklenilmeyen tek şey Carter’in Ecevit’in omuzlarını okşaması,
bilinmeyen tek şey ise kulağına ne fısıldadığıydı. Herkes Ecevit’in yüzüne bakıp bir şeyler
algılamaya çalışırken o gözlerini yummuştu. Belki de şu anda, ikibuçuk ay önce, 12 Mart’ta
İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında, Alman Sosyal Demokrat Parti Lideri Willy Brandt,
İsveç Sosyal Demokrat Parti Lideri Olaf Palme, Şili Eski Cumhurbaşkanı Eduarda Frey,
İngiltere eski Başbakanı Edvvard Heath, Endonezya Millet Meclisi Başkanı Adam Malik,
Fransa eski Başbakanı Pierre Mendès France ve Portekiz Başbakanı Mario Soarez ile birlikte
Le Mirador Otelinde yediği öğle yemeğindeydi. Hani bu yemekten sonra Bern’e geçtiği ve
oradaki Türk işçileriyle konuşurken ABD yönetiminin Kıbrıs konusunda Türkiye ve
Yunanistan arabulucuğuna soyunduğu tutumu “Gölge etmesinler başka ihsan istemem”
şeklinde kınadığı günde. Belki de Mont Pelerin kasabasındaki örgütsel yapılanmanın
kökenlerinde ve kendi kişisel bağlantılarındaydı…
II
Mont Pelerin’in Kuruluşu
Mont Pelerin, İsviçre’nin Cenevre Gölü yöresinde ve Vevey’in kuzeyinde küçük bir dağ
kasabasıdır. Montreux’ye çok yakındır. Ünü ne Chasselas, Dezaley, Chardonnay, Pinot Gris,
Pinot Blanc, Riesling, Gewuerztraminer, Freisamer ve Muscat türü beyaz ya da Pinot Noir
türü kırmızı üzümlerden üretilen Freiburg türevi şaraplardan ne de dağcılık faaliyetlerinden
gelir. 1959 yılında yeniden örgütlenen papaların kişisel korumasını üstlenen İsviçre’de silah
altına alınmışlardan oluşan Vatikan Birliği’nin bir albay komutası altındaki dört subay, yüz
kadar astsubay ile teber muhafızlarının büyük çoğunluğunun bu yöreden oluşları da bu ünü
fazlaca etkilemez. Midi dağ kesitinin ormanlık alanında ağaçlar arasında gizlenmiş Laclinic
estetik cerrahi ve tıp merkezi olağanüstü zenginlerce iyi bilinir ama Mont Pelerin’in ününe
katkısı yoktur. 1907 yılında açılmış olan ve gölün tüm görkemine egemen olarak genellikle
toplantı ve konferanslar için hizmet veren Mirador oteli çok tanınmış bir tesistir ama yine de
kasabanın ününe hizmet etmez. Olağanüstü leziz yerel ürünler ve şaraplar sunan Buvette du
Défiran, Hostellerie Chez Chibrac, Hotel du Parc, Le Chalet de kendi çaplarında oldukça
tanınmışlardır ama kasabanın ünü bunlarla da teyetlenmez. Kasabanın uluslararası ünü,
kendisinin adını taşıyan Mont Pelerin Cemiyeti’nden gelir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Orta ve Doğu Avrupa’da birçok sosyalist devletin
oluşmasıyla birlikte “Batı medeniyetinin bir çok değerlerinin risk altına girdiği” savını güden
-içlerinde birkaç tarihçi ve çoğunlukla iktisatçılar egemen- 36 meslek grubundan oluşan bir
grup başlarında Prof. Friedrich Hayek olmak üzere Mont Pelerin’de gözden uzak bir toplantı
yaptılar. 1947 Nisan ayının başından 10. gününe dek süren görüşmelerden sonra bir “Hedef
Raporu” hazırlandı.
Raporda şu görüşler yer alıyordu:
1- Medeniyetin temel değerleri tehlikededir. O çok bilinen hukuk ve adalet dünya
üzerinden silinmiş, haysiyetin temel ilkeleri ve insan hakları kaybolmuştur. Diğer değerler ise
siyasetin sürekli ve artan tehdidi altındadır. Hakim güçlerin gelişmesi grubumuzun bireysel ve
gönüllü hedefini yıpratıcıdır.
2- Sosyalistlerin- kendilerinki hariç; bir çok görüşü silip yok ederek, sadece kendilerine
bir yer ve güç arayışında olarak azınlığın ayrıcalık istemesi ve dinini yayması gibi Batılı
insanın elinde tuttuğu mevcut en değerli düşünce ve ifade özgürlükleri bile bugün tehdit altına
girmiştir.
3- Giderek yoğunlaşan teorilerle tüm ahlaki normları yadsıyarak yoksayan ve
yalanlayan bir tarihi bakış açısının gelişmesi ve desteklenmesi, geçerli kuralların büyüsünü
bozmuştur. Bir süre sonra özel mülkiyete ve rekabet pazarına dair inancın terkini koşullayan
bu yeni durum, özel mülkiyet ve rekabet kurumlarının kudret ve inisiyatifin olmadığı bir
toplumu koşullayacaktır ki bu da özgürlük etkili bir şekilde korunamayacak demektir.
4- Bizler için esas olan ideolojik bir hareketin entelektüel argümanlarla karşılanması ve
geçerli fikirlerimizin yeniden iddia haline getirilmesidir.
5- Kendi ilkelerimize inanan (özel mülkiyete ve rekabet pazarına inanç ve sosyalist
gelişime karşı olarak azınlıkların ayrıcalık istemek ve dinini yaymak gibi Batılı insanın elinde
tuttuğu mevcut en değerli düşünce ve ifade özgürlüklerini savunacak) insanları bir araya
getirmek ve birbiriyle bağlantılandırmak için yeryüzünde hazırlık niteliğinde bir tarama
yaparak onlarla aşağıdaki düşünceler çerçevesinde çalışmalar yürütmeliyiz.
Temel ahlaki ve ekonomik kökenli değerleri geri getirmek için mevcut krizin yapısının
araştırma ve analizini yapmak;
Totaliter ve liberal düzenin farklarının daha net belirlenmesi için devletin görevlerinin
yeniden tanımlanmasını sağlamak;
Kişilerin ve grupların başkalarının özel hak ve özgürlüklerine zarar vermesine ve asalak
bir güç haline gelmesine neden olacak kanunun kurallarının yeniden düzenlenmesi ve
geliştirilmesi metotlarına izin vermemek;
Pazarın inisiyatifi ve işlevi amaçlı çalışmalara düşmanlık oluşmasını önleyici asgari
normlar düzenlemek;
İman özgürlüğünün ilerlemesini önlemek için tarihin suistimal edilmesini de kullanan
düşmanca kalkışımlara karşı savaşma metotları geliştirmek;
Uluslararası düzeyde barışın ve özgürlüğün yaratılması ve korunmasını sağlamak için
armonik (uyumlu) uluslararası ekonomik ilişkiler ve yapılanmalar kurulmasını sağlamak.
“Hedef
Raporu”nun
yayınlanmasından
sonra
grup,
kendi
ilkelerine
inanan…yeryüzündeki insanların bir kısmına bunun birer kopyasını gönderdi ve kendilerini
“Mont Pelerin Society” olarak tanımladı. Her ne denli “Bir ortodoksi kurmak istemiyoruz,
herhangi bir partiyi ya da siyasal tarafı desteklemek ve onlar adına propaganda yürütmek
istemiyoruz. Tek hedefimiz dünyanın pazar ekonomisi tarafından yönlendirilen bir sisteme
özgür toplum ilke ve pratiğiyle kavuşmasıdır” dendiyse de -ileride göreceğimiz üzerecemiyet katı bir ortodoks yapılanma içine girdi.
1947’den bu yana genelde Avrupa’da ama aynı zamanda ABD, Japonya, Avustralya ve
Güney Amerika’da 32 genel ve 27 yerel toplantı düzenlendi. Katılımcı sayısı 50’den 500’e
çıktı. 40 ülkeden, değişik yaş gruplarından ve neredeyse tümü ünivetsite çevrelerinden bir çok
kadın ve erkeği çevresinde topladı. Üyeleri arasında yüksek devlet görevlileri, Nobel ödüllü
bilimciler, iş adamları, gazeteciler ve kendi toplumları içinde felsefi açıdan izole olmuş ve
cemiyetle ortak menfaat ve düşünceleri paylaşan kişiler dikkat çekti.
Cemiyet toplantıları geleneksel olarak Eylül ayı başında ve genel olarak bir hafta süreli
yapılır oldu. Zamanla, sivil toplum kuruluşlarının hedef belirleyiciliğine yönelen cemiyet, ille
de genel ve yerel sorunlarda ortak bir yorum paylaşımının gerekli olmadığını, başat
birlikteliğin devlet egemenliğinin yayılma, sendikal güçlerin tekelleşme ve enflasyonist
ortamın sürekliliği konularını tehlike saymada oluşacağını vurguladı.
Her ne denli Prof. Hayek cemiyetin adının Acton-Toqueville Society1 olmasını önerip
ısrar ettiyse de ilk kuruluş toplantısının yapıldığı kasabanın adıyla anılması oybirliği ile
kararlaştırıldı ve günümüze değin sürdü.
Friedrich von Hayek
Bir üniversite profesörünün oğlu olan Avusturya kökenli İngiliz iktisatçı Hayek,
1899’da Viyana’da doğdu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Viyana Üniversitesi’nde okudu
ve bu üniversiteden hukuk ve siyaset bilimi dallarında doktora ünvanı aldı. Kısa bir dönem
kamu hizmetinde çalıştıktan sonra Avusturya İktisadi Araştırmalar Merkezi’nin ilk yöneticisi
oldu. 1928 yılında yayınlanan “Konjonktür Dalgalanmalarının Parasal Teorisi” (Monetary
Theory of The Trade Cycle) adlı kitabı ile iktisatçıların dikkatini çekti. 1931 yılında Londra
Üniversitesi’ne istatistik ve ekonomi bilimleri profesörü olarak atandı. Hayek daha sonra
Londra İktisat Okulu’nda görev yaptı ve bu görevini 1950 yılına kadar sürdürdü. 1952 ve
1962 yılları arasında Chicago Üniversitesi’nde sosyal ve ahlak bilimleri profesörü olarak
görev yaptı. Hayek, 1930’lu yıllarda Keynezyen ekonomi teorilerini eleştirdi. İkinci Dünya
Savaşı’nın sonlarına doğru (1944) yazdığı “Kölelik Yolu” (The Road to Serfdom) adlı
kitabında Amerika ve İngiltere’de sosyalizme doğru olan eğilimi eleştirdi. 1960’da
yayınladığı “Özgürlüğün Anayasası” (The Constitution of Liberty) tümüyle ideolojik
kitabında da sosyalizme yüklendi. “Kollektivist İktisadi Planlama” (Collectivist Economic
Planning), “Saf Sermaye Kuramı” (The Pure Theory of Capital), “Bireycilik ve İktisadi
Düzen” (Individualism and Economic Order) ve “Paranın Devlet Denetiminden Çıkarılması”
(Denationalisation of Money) kitaplarında da yeni marjinal ve yeni liberal görüşlere ağırlık
verdi. 1974 yılında İsveçli Gunnar Myrdal ile birlikte Nobel Ekonomi Ödülü’nü aldı.
Thatcher başkanlığındaki İngiliz hükümetlerini en çok etkileyen kişi oldu. 1992 yılında
Freiburg’da öldü.
Yeni marjinalizm, marjinalciliği izleyen ve adından da anlaşılacağı gibi onu yenileyen
bir akımdır. Bunun başını çekenler Ludwig von Mises, Friedrich von Hayek, Joseph
Shumpeter, Oskar Morgenstern, Paul Samuelson gibi iktisatçılardır. Bunlar genellikle yarı
marjinal yarı Keynesçi düşünceler öne sürmüşlerdir. Nesnel ekonomiye karşı tümüyle öznel
bir ekonomi anlayışını öne çıkarmışlardır. Mevcut ekonomik düzenin savunucu ve
tutucularıdır. Aralarında çok derin ayrılıklar bulunmasına karşın bunları bir araya getiren
temel ölçüt, kapitalizmi savunmak ve büyük tehlike saydıkları sosyalizme karşı mevcut
düzeni korumaktır. Örneğin W. Stanley Jevons, The Theory of Political Economy’sinde
açıkça şöyle der: “Sayıları gittikçe artan ve örgütlenme güçlerini geliştiren işçi sınıfı…siyasal
ekonomik özgürlüğümüzün gelişmesini durdurmaya yönelebilir. Bu yüzden, emeğin hiçbir
biçimde değer yatratmadığını ortaya koyan bir kuram geliştirmeliyiz.” (4.Baskı, S.164-5)
Yeni marjinalizmden yeni liberalizme sarmalananların önde giden iktisatçısı da
Hayek’tir. Bilindiği gibi yeni liberalizm, Walter Lipmann’ın 1938 yılında Paris’te düzenlediği
seminerlerle başlamıştır ve toplumculukla savaşmak için geliştirilmiştir. Mülkiyetin kutsal
olduğu gibi metafizik savlara yaslanır ve piyasa rekabetinin ekonomik düzeni sağlayacağını
savunur.
Hayek, ölümünden bir yıl önce, 1991’de Margaret Thatcher Vakfı’nın kuruluşunda
eylemli çabalar sarfetti. Thatcher’ın 1970’lerin ortasında başlayan İngiliz politika sahnesinde
öne geçişinden 1990’a dek varan Başbakanlığını şekillendirip destekleyen Hayek, onun birçok
konuşmasının da fikir babalığını yapmakla tanınır. Bunlardan önde gelenlerini olan “10
Numaranın Merdivenlerinde Dua”yı, “İktisadi Durgunluğun Derinlikleri”ni, “Avrupa
Federalizmi Üzerine” Belçika ve İtalya Zirvelerindeki konuşmalarını, “Anglo-Amerikan
İlişkileri”, Sovyet Televizyonu söyleşisini, Hoover Vakfı konuşmasını, “Avrupa’nın Hasta
Adamı İngiltere” bildirisini ve Avrupa Politikaları Araştırma Merkezi (Centre for European
Policy Studies - CEPS) konuşmasını Margaret Thatcher’ın sitesinde bulmak olanaklıdır.
İktisat ideolojisinin en dogmatik ve saldırgan mezhebini oluşturan neo-liberalizmin
1980’lerde bir çığ gibi tüm dünyayı kaplamasının ardında Hayek ve denetimindeki liderler
vardı. Bu dalga kapitalizmde de ciddi dönüşümlere yol açtı. Sosyal adalet amaçlı büyüme
hedeflerinin gündemden kalkmasına, yeni bir Ortaçağ veya vahşi kapitalizm görünümü sunan
malî sermaye birikimi rejiminin küreselleşerek toplumlara egemen olmasına vardı. Neoliberal söylem, yeni bir sınıf hegemonyasının küstah diliydi. ‘Hâkim ve düzenleyici piyasalar’
tehdidiyle, toplumun ekonomiyi denetleme ve yönlendirme talepleri bastırılıp, susturulmaya
çalışıldı. Bu hegemonyanın oluşumunun önde gelenlerinden -gerçekte başını çeken- Hayek,
ayni zamanda Mont Pelerin Cemiyeti üzerinden dünyaya egemenleşen çeşitli örgütlerin de
kuruluşunu denetleyen, kuramlaştıran ve destekleyen bir yapılanma oluşturdu.
Hayek’in Ardılları
Hayek’ten sonra Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığını sırasıyla şunlar yapmıştır:
Prof. Wilhelm Ropke (İsviçre: 1961-62)
Prof. John Jewkes (İngiltere: 1962-64)
Prof. Friedrich Lutz (Almanya: 1964-67)
Prof. Bruno Leoni (İtalya: 1967-68)
Prof.Guenter Schmolders (Almanya: 1968-70)
Prof. Milton Friedman (ABD: 1970-72)
Prof.Arthur Shenfield (İngiltere: 1972-74)
Prof. Gaston Leduc (Fransa: 1974-76)
Prof. George Stigler (ABD: 1976-78)
Prof. Manuel Ayau (Guatemala: 1978-80)
Prof. Chiaki Nishiyama (Japonya: 1980-82)
Lord Harris of High Cross (İngiltere: 1982-84)
Prof. James Buchanan (ABD: 1984-86)
Prof. Herbert Giersch (Almanya: 1986-88)
Prof. Antonio Martino (İtalya: 1988-90)
Prof. Gary Becker (ABD: 1990-92)
Prof. Max Hartwell (İngiltere: 1992-94)
Prof. Pascal Salin (Fransa: 1994-96)
Dr. Edwin J. Feulner (ABD: 1996-98)
Dr. Ramon P. Diaz (Uruguay: 1998-2000)
Prof. Christian Watrin (Almanya: 2000-02)
Prof. Leonard P. Liggio (ABD: 2002-04)
Bu yöneticiler arasından eylemleriyle en çok dikkat çekenlere lişkin bilgiler aşağıdadır.
Wilhelm Röpke
1889’da Hannover’de doğan Alman iktisatçı Freiburg Ünivetsitesi’nde profesörken
Nazilerin baskısı sonucunda 1933’de Türkiye’ye geldi ve İstanbul Üniversitesi’nde İktisat ve
İçtimaiyat Enstitüsü’nün (bugünkü İktisat Fakültesi) kuruluşunda başat rol oynadı ve ilk
yöneticiliğini yaptı. Bu arada “Konjonktür ve Buhranlar” ile “Çağımızın Toplumsal Buhranı”
kitaplarını yayınladı. Sonradan İsviçre yurttaşlığına geçti ve 1966 yılında Cenevre’de öldü.
(Kapitalizm ve Emperyalizm üzerine Marburg’da başlayıp İstanbul’da tamamladığı
çalışmasını internet üzerinde bulmak olanaklıdır.)
John Jewkes
1902 - 1988 yılları arasında yaşadı. İktisat profesörlüğü döneminde “Kamu ve Özel
Girişim” ile “Keşfin Kaynakları” kitaplarını yazdı. Hayek’in “Kölelik Yolu”nun (The Road to
Serfdom)2 en ateşli savunucusu idi. Merton College Oxford’da ders verdiği süreçte tüm
çalışmalarını Almanya’nın Freiburg şehrindeki Albert Ludwig Üniversitesi’nde 1930’lu ve
1940’lı yıllarda öne çıkan Alman neo-liberalizmi ya da ORDO liberalizminin (Freiburg
Okulu’nun düşünürleri genelde ORDO liberalleri adıyla anılır) teorik temellerini oluşturan
Ekonomik Düzen Teorisi’nin (Ordnungstheorie) geliştirilmesine odaklamıştır.
1873 yılında Jardine Matheson firması tarafından kurulan ve en büyük hissesi
Rothschild ailesine (İngiliz kraliyet ailesinin de hissesi bulunmaktadır) ait olan Rio Tinto
şirketinin Mont Pelerin Cemiyeti’nin önemli finansörlerinden olmasını sağlamıştır. Bilindiği
gibi bu şirket Bilderberg, Royal Institute of International Affairs - RIIA ya da Chatham House
ve CFR’ yi finanse eden kuruluşlar arasındadır da. Öte yandan, bu şirketin kurucusu Jardine
Matheson, 1800’lü yılların başından itibaren Türkiye’den Çin’e “afyon” ticareti yapan bir
firmadır. 1837 Paniği’nde diğer afyon tüccarları Russel ve Perkins firmalarının zor duruma
düşmeleri ve Rothschild’lara başvurmaları üzerine, Jardine Matheson, Russel Co. ve Perkins
Co. birleştirilerek Rothschild ailesine ait J.P. Morgan denetiminde afyon karteli
oluşturulmuştur. 1839 yılında Çin ile İngiltere arasındaki Afyon Savaşı’nın Çin’in
mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine Hong Kong İngilizlere bırakılmış burada, Rothschildler
tarafından kurulan Hong Kong Shangai Bank Corporation (HSBC) afyon ticaretini finanse
etmeye başlamıştır. Jardine Matheson firmasının afyon ticaretinden kazanılan parası ile
kurulan Rio Tinto, bugün dünyanın en büyük maden firması olup, tek başına dünya maden
üretiminde % 12.5’lik pay ile birinci sıradadır. İkinci sırada % 11’lik pay ile yine İngiltere
merkezli Anglo American Corp., üçüncü sırada % 8’lik pay ile yine İngiltere merkezli BHP
Billiton Ltd. gelmektedir. Türkiye’nin tüm maden üretiminin dünya üretiminde % 0.9’luk bir
paya sahip olduğu dikkate alınırsa firmaların büyüklükleri anlaşılır. Billiton/BHP firması
Royal Deutch Shell’e ait olup, Shell ise Rothschild ailesinin kontrolündedir. Anglo American
Corp.(AAC), Oppenheimer ailesinin kontrolünde olup, Rothschild ailesinin De Beers
kanalıyla payı bulunmaktadır. AAC’ nin % 37’si De Beers’e, De Beers’in % 34’ü AAC’ ye
aittir. Her üç firmada ayrıca kraliyet ailesinin payları bulunmaktadır. Rio Tinto, 2001 yılında
eroinin serbest bırakılması için ciddi miktarda paralar harcamaıştır. Avustralya’da bazı
kiliseler bünyesinde oluşturulan Tolerance Room’larda (Hoşgörü Odaları) haftanın belli gün
ve saatlerinde isteyenlere düşük miktarda eroin enjekte edilmektedir. T-Room’ların
masraflarını karşılayanlar ve lobi çalışmalarını destekleyenler arasında Rio Tinto da vardır.
Diğer destekçiler, Westpacbank, ANZBank, NABank gibi Rio Tinto’nun kurumsal
yatırımcılarıdır. Allen douglas, Prens Charles’e ait Queen Truest firmasının da bu çalışmayı
desteklediği belirtmektedir. Yukarıda sayılan üç firma ve diğer firmalarla birlikte İngiltere
dünya madenlerinin yaklaşık % 50’sini tek başına kontrol etmektedir. Bu durum altın, gümüş,
elmas gibi kıymetli madenlerde % 100’e yaklaşmaktadır. Özlem Akarsu, Ayşegül Akay,
Nermin Aşkın, Zeynep Atalay, Sibel Avgören, Duygu Bayri, Emine Çapar, Sadettin Dikmen,
Özlem Dilek, Tarık Eararslan, Abdülkadir Eşsiz, Cem Güden, Bekir Hökelek, Sibel Koç,
Borga Küçükkayalar, Nihat Özer3 Aylin Ögzüner, Oğuz Polattaş, Ankhsaikhan Sainjargal,
Aykut Sezgin, Umut Tellici, Çiğdem Yalçınkaya ve Nur Nilay Yılmaz tarafından ortaklaşa
hazırlanan Bor Madeni Projesi’nde belirtildiği üzere “Türkiye’de altın, gümüş, trona, bakır,
çinko, nikel, plütonyum v.s. maden aramaları yapan ve yatırım için MAI, MIGA, Endüstriyel
Bölgeler Yasa Tasarısı gibi düzenlemelerin yapılmasını bekleyen firmaların tamamı sonuçta
İngiltere’de yerleşik firmaların kontrolündedir. Kanada ve Avustralya’da yerleşik maden
firmalarının tamamı da bunların denetimindedir. Owens Corning, Eti Holding’in en büyük
müşterisidir. Yıllık bor alımı 200.000 tona kadar çıkmaktadır. Tamamen ham bor almaktadır.
Owens Corning aldığı borların bir kısmını kendi ihtiyacında kullanmakta, büyük çoğunluğunu
ise Amerika’nın doğusuna ve Uzakdoğu’ya alt kuruluşu American Borate Company (ABC)
kanalıyla pazarlamaktadır. ABC aynı zamanda ABD’deki Billie bor madenlerinin sahibidir,
ancak Türkiye’den daha ucuza bor temin ettiği için bu madeni işletmediği hususu DPT ihtisas
komisyonu raporlarında yer almaktadır. Türkiye’den alınan bor, ABC ürünü gibi
pazarlanmaktadır. Owens Corning’in kurumsal ortakları; Goldman Sachs, Credit Suisse First
Boston, J.P.Morgan Chase Manathan, First Chicago Capital, Bank America, Citicorp, Merrill
Lynch/HSBC firmalarıdır. Owens Corning ile Rio Tinto aynı sermaye grubuna aittir. PPG
Industries firması Türkiye’den yıllık 100.000 ton dan fazla ham bor almaktadır. Eti
Holding’in Owens Corning ve Degussa’dan sonra üçüncü büyük müşterisidir. Firmanın
ortakları, Capital Research and Management Company, Barclays Bank, Morgan Stanley, J.P.
Morgan Chase Manhattan, Aim Funds, Putnam/Rothschild Investment, State Street Corp.,
Mellonbank, Wellington Management, Lazard Freres firmalarıdır. J.P. Morgan Chase aynı
zamanda Rio Tinto’nun ortağıdır. Barclaysbank ve Lazard Freres ile Rothschild ailesinin
bağları, Putnam’ın doğrudan Rothschildlere ait olduğu dikkate alındığında PPG’ nin de Rio
Tinto ile aynı sermaye grubuna ait olduğu anlaşılır. Ayrıca Chase Manhattan’a ait olan FMC,
Eti Holding’den zaman zaman ham bor almaktadır. Rockefeller’e ait Chase Manhattan, Rio
Tinto’nun ikinci büyük kurumsal ortağı olduğu gibi Rothschild ailesinin kontrolündeki J.P.
Morgan ile birleşerek J.P. Morgan Chase adını almıştır. FMC’ nin alt kuruluşu olan FMC
Foret’e bağlı Euromin firması ayrıca bor almaktadır. FMC’ nin kendisi de bor üreticisidir.
Türkiye temsilcisi Bortaş firması Rio Tinto birlikte arama yaptıkları ifade edilmektedir.
Etibank’ın 1993 yılında açtığı trona ihalesine Rio Tinto ve FMC beraber girmişlerdir. Borade
kanalıyla kendisine satış yapılan St.Gobain firmasında Rothschild & Cie.nin hissesi
bulunmaktadır. Temmuz 2000’de St. Gobain, Rothschildlerden 1 milyar sterlin kredi
kullanmıştır. Bir Rothschild firması olan Suez Lyonnaise des Eaux’in Saint Gobain’de hissesi
bulunmaktadır. St. Gobain’in de bu firmada hissesi vardır. US Borax/Rio Tinto tarafından
Hindistan’da kurulan Borax Morarjı firması halen Eti Holding’in bu bölgedeki en büyük
müşterisidir. Harris Chemical, 1996 yılında zor duruma düşünce, bor ve trona üretim şirketleri
olan İtalya’daki Lardarello ve Amerika’daki North American Chemical Company-NACC
firmalarını satılığa çıkarır. Rio Tinto, bu firmaları IMC Global aracılığı ile satın alır. Tabii
önce IMC Global’e TWX kanalıyla ortak olur. Rio Tinto’nun kontrolündeki Lardarello,
kendisinin ürettiği ve Eti Holding’den aldığı ham borlarla Eti Holding’in Asit Borik ve
Perborat ürünlerinde rakibi olmaya devam eder. NACC Amerika’daki ikinci büyük bor
üreticisidir. NACC ve Lardarello’nun yeni ismi IMC Chemical olmuştur. IMC Chemical’in %
60’ı Citicorp Venture Capital’e (CVC) satılmıştır. CVC, trona üretiminde 4.3 milyon ton
kapasite ile ikinci sıradadır ve trona konusunda da Eti Holdingin rakibidir. Rothschild ve
Rockefeller ortaklığı olan Citicorp aynı zamanda Rio Tinto’nun kurumsal ortakları
arasındadır. Yine Rothschildlerin İtalya ayağı olarak bilinen ve Vatikan’ın parasını birlikte
işlettikleri Ferruzzi ailesine ait Montedison gruba dahil Ausimont, Eti Holding’den ham bor
almaktadır. Montedison gruba dahil Central Soya firması ile Soros4 kanalıyla Rothschild
ailesine bağlı olan Marc Rich arasındaki ilişkinin boyutları oldukça ileri düzeyde ve kara para
aklama şeklinde olduğu basına yansımıştır. Marc Rich, (Marc Rich Co., Glencore, Novarco,
Clarendon, Stelser ve diğerleri ile) Eti Holding’in bor dışındaki ürünlerinde en büyük
müşterisidir. Eti Holding’in ikinci büyük müşterisi, Etimine kanalıyla 150.000 tona yakın ham
bor sattığı, Degussa Golschmitd AG firmasıdır. Degussa, Golschmitd ailesinin kontrolündeki
E.ON gruba dahil bir firmadır. Degussa’nın % 51 hissesine sahip olduğu Aktivseurtoff firması
doğrudan Eti Holding’den 30.000 ton civarında bor almaktadır. Çevre felaketleri ile tanınan
Nukem Nuclair firmasına Rio Tinto ve Degussa ortaktır. E.ON gruba dahil Stinnes firmasının
alt kuruluşu Frank & Shulte firması Quiborax firmasının dünya çapında yetkili
pazarlamacısıdır. Yine bu gruba dahil RAG firması ile Rio Tinto, Glencore, Anglo American
Corp., Billiton/BHP kömür karteli oluşturmuşlardır. Rio Tinto ve E.ON iç içe firmalardır.
E.ON Almanya’da yerleşik olmasına rağmen Rio Tinto ile aynı sermaye grubuna dahildir ve
ayrıca bir çok ortak yatırımları vardır. Özelleştirme kanalıyla alınan VEBA ile VIAG’ın 2000
yılında birleşmesi ile E.ON doğmuştur. RAG’ın uranyum ihtiyacı Rio Tinto ve İran
Devletinin ortak olduğu Rossing Uranium tarafından karşılanmaktadır. İlginç olan, Rio
Tinto’nun sahiplerinin İsrail devletini kuranlar olmasıdır. Rio Tinto, Namibya’daki dünyanın
en büyük uranyum tesisine İran Devleti ile ortaktır ve halen İran’ın uranyum ihtiyacını
karşılamaktadır. İsrail ise Türkiye’ye İran’ın nükleer tehdidine karşı savunma şemsiyesi
oluşturmayı teklif etmektedir. Aynı tezgahı 1800’lü yılların sonunda demiryollarının yapımı
ile kurmuşlar ve bunda da başarılı olmuşlardı. Şöyle ki; bu yıllarda demir çelik sektörü ile
Avrupa’da ve Amerika’da demiryolu işletmeciliği Rothschildlerin kontrolünde idi, demiryolu
inşasında kullanılacak demirler bu firmalardan temin ediliyordu. Örneğin Katowiçe Demir
Çelik İşletmesi) Rothschildler bir taraftan demir satarken diğer yandan demiryollarının
çevresinde başta madenler olmak üzere bir çok imtiyazlar elde ediyorlardı. Ayrıca,
demiryollarının finansmanını da sağlıyorlardı. Böylece bir taşla bir çok kuş vuruyorlardı. Bu
durum onlara siyasi güç de sağlıyordu. Bir taraftan İran’a uranyum satarken diğer yandan
Türkiye’ye silah satmak, hem her iki tarafı kendine bağlamak hem de kendi çıkarlarını
maksimize etmek, iyi iş doğrusu. Rio Tinto, aynı zamanda İran’ın Dhakhasan bölgesinde altın
bulmuş ve yatırım aşamasına gelmiştir.5
Friedrich A. Lutz
Freiburg Üniversitesi’nde Walter Eucken’in asistanı olarak çalışmıştır. 1968’de
Chicago’da yayınladığı The Theory of Interest kitabı Milton Friedman’ın övgüyle andığı yapıt
olmuştur. Ancak Lutz, hiçbir zaman ön plana çıkmayı yeğlememiştir. 1964-67 yılları
arasındaki Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığı sürecinde Herbert Marcuse6 ile yakın ilişkisi
olmuştur.
Yine Lutz’un örgütün desteğiyle Amerika’da oluşturulmasını sağladığı Christendom
College kurumu, ABD içindeki en uç dinci grup olan Virginia Piskoposluk bölgesi grubunu
denetlemektedir. Lyndon LaRouche’un deyişiyle “Bu pisliğin başında eskiden FBI’ın başında
bulunmuş iki aynı Sienalı Azize Catherine’ler (14. y.y. İtalyan mistiği ve Hıristiyan birliği
eylemcisi) var. Bunlar ABD Yüksek Mahkeme Yargıcı Antonin Scalia ve şimdi suçlanan eski
FBI ajanı Robert Hanssen. Bu grubun ideolojisi açıkça Carlist (18.-19. y.y.larda İspanya’daki
taht kavgalarında ortaya çıkan aşırı muhafazakar ve kiliseci akım) türü bir faşizm ve
Hıristiyan teolojisinin Gnostik sapkınlık dediği türden dini görüşlerle küresel egemenliktir. Bu
hizbin en sıkı müttefiki “Hıristiyan Siyonistler” (yani George W. Bush’un da tarikatdaşı
olduğu Evanjelistler) denen bir seri grup olup, bunlar siyasi olarak Profesör William Yandell
Elliott’un Nashville Çiftçileri’nin etrafında toplanmışlardır. Bu “Hıristiyan Siyonistler” birliği
ve Christendom College ittifakı tek konularda birlik temelinde örgütlenmiştir. Her ikisi de
ABD hükümetinin derin unsurlarıyla ilişkileri açısından dikkat çeker; örneğin genelde adalet
Bakanlığı ya da özelde FBI gibi. Bu dini kurumlar hükümet içindeki ilgili fraksiyonların
siyasi kapatmalarıdır.”
Bruno Leoni
1913-1967 yılları arasında yaşadı. Pavia Ünivetsitesi Profesörüydü. Parasal özgürlük ve
yasal olarak güvenceye alınması konusunda çalışmalar yaptı. “Libertar toplum” konusundaki
çalışmaları ve bireyin topluma üstünlü tezini Amerika’da Indianapolis’te verdiği bir dizi
konferansla geliştirdi. “Devletin Parasal Alandaki Güç ve Yetkilerinin Sınırlandırılması”
konusundaki görüşlerini “Parasal rejim, öncelikle kamunun beklentilerini yöneten bir
sistemdir. İkinci olarak ise, bu rejim parasal otoritelerin kamunun beklentilerini karşılayacak
şekilde davranmasını sağlar. Kısaca, bu politika kamunun ihtiyaçlarını karşılayacak
uygulamaların yapılması amacını güder. Bu kapsamda nominal toplam talep miktarında
meydana gelecek yığılmayı engelleyecek bir politika dizayn edilir. Örneğin; enflasyon
üzerinde bir etki yapmaksızın büyük oranlarda artış gösteren işsizlik veya daha farklı
beklentilere bağlı olarak, işsizlik üzerinde bir etki yaratmaksızın enflasyonu düşürebilen bir
politika söz konusu olabilir. Rejimlere göre ekonomik davranışlar değiştiğinden, her bir rejim
için farklı bir makro-model seçilir. Farklı parasal rejimler farklı makro-ekonomik davranış
yolları gösterecektir. Farklı parasal rejimler açısından mali ve parasal otorite için davranış
kurallarını da seçmemiz mümkündür. Bu seçimin, gerçekleşmesi istenilenden daha fazla veya
daha az makro-ekonomik performans gösteren sistemleri içermesi de mümkündür. Anayasal
rejim, karar birimlerinin diğer rejimlere göre daha kısa vadede uyguladıkları bir rejimdir. Bu
rejimi aşmak çok önemlidir. Anayasal yaptırım sabit kambiyo oranını korumak için gereklidir.
Örneğin dış kaynaklar yeterli olduğunda, çok fazla geniş kapsamlı bir politika uygulanmaz
Parasal anayasaların birçoğunda gözden kaçan hükümler bulunur. Mesela altın standardı
uygulamasında, konvertibilitenin geçici olarak bir süre için uygulanmadığı bankaların kriz
anında veya bir savaş durumunda bu durum aynı şartlar altında tahmin edilen sonuçları
paradoksal olarak birbirinden ayırabilir. Fakat mevcut politikanın sonuçları kamunun bu
konudaki tepkisine ve yorumuna bağlıdır. ABD Anayasası burada tartışılan önerilerin
gerçekleştirilmesi bakımından çok büyük bir engel teşkil etmez. Fakat kısa dönemde kişisel
karar verme yetkisine getirilen sınırlamanın derecesi, genel seçimle belirlenen ve iki kısma
ayrılan sözleşme ile kanun koyucunun arka arkaya belirlediği iki kısım oy çoğunluğu yoluyla
- Avrupa Anayasalarında olduğu gibi - davranışlar anayasal metinlerde düzenlenip
değiştirilmelidir. Yapısal yönetim para piyasasına bırakılmalıdır” şeklinde formüle etti.
Leoni, 1960’ların ortasında Çin üzerine geliştirdiği bir tezinde de, ülkenin “komünist
baskıdan kurtulma ve yeniden gelişmeye açılması için izlenecek temel yol Taoizmin antiotoriter mistisizmine geri dönüşe bağlı” olduğunu öne sürüyordu. Bugün İtalya Torino’da bir
Bruno Leoni Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü 1981’de Antony Fisher tarafından kurulmuş
görünen Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı tarafından desteklenmektedir.
Sloganı “Dünyaya Özgürlük Getirir” olan ABD Arlington merkezli Atlas Ekonomik
Araştırma Vakfı (Atlas Economic Research Foundation) Türkiye’ye hiç de yabancı değildir.
Son süreçte hızla bitiveren “Liberal Düşünce” kuruluşları bu vakıfla iç içedir. Örneğin Liberal
Düşünce Topluluğu bunlardan en önde gelenidir. Bu dernek, kendi tanımlamaları ile “26
Aralık 1992’de Ankara’da informel bir şekilde tesis edildi. Kuruluşunu ise 1 Nisan 1994’te
tamamladı ve bu tarihten itibaren faaliyetlerine resmen başladı. Topluluğun amacı, çağdaş
medeniyetin temelinde yatan fikri geleneklerin Türkiye’de tanıtılmasını temin etmek; piyasa
ekonomisi, etik, özgürlük, insan hakları, adalet, barış, eşitlik, hoşgörü, hürriyetçi demokrasi
gibi, insanların güven, düzen ve refah içerisinde yaşamasını sağlayan değerlerin ve
kurumların anlaşılmasına ve benimsenmesine yardımcı olacak çalışmalar yapmak;
vatandaşlarımızın düşünme ve muhakeme kabiliyetlerini geliştirmek için başvurabilecekleri
fikrî, felsefî, emprik kaynakların oluşumuna katkıda bulunmak; dernek amaçlarına uygun
araştırma ve inceleme faaliyetlerinde bulunan kimselere maddî ve manevî destek sağlamak ve
buna benzer faaliyetlerde bulunmaktır. Topluluk, ayrıca bu doğrultuda Türkiye’nin temel
problemlerine liberal ilkelerle bağdaşan çözüm yolları bulmayı ve kamu politikasının
oluşturulmasında etkili ve yetkili odakları yeniden eğitmeyi ve bilgilendirmeyi
hedeflemektedir.” Ankara Maltepe’de kurulu derneğin Başkanı Gazi Üniversitesi’nden Prof.
Dr. Atilla Yayla’dır. Yayla, Zaman gazetesine de yazmaktadır. Liberal Düşünce Topluluğu,
15-17 Eylül 1996’da İstanbul’da 28. Uluslararası Atlas Toplantısı’nı gerçekleştirmiştir. Bu
toplantıya Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı ve Friedrich Naumann Vakfı katılmıştır. Toplantı
katılımcıları arasında Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı Başkanı Alejandro Chafuen, Friedrich
Naumann Vakfı’ndan Wilhelm Humman, Hardy Bouillon, Dan Peters, Dr. Fred Singer, Imad
Ahmad, Antony Sullivan, Judge Ricardo Rojas, Detmar Doering, Deepak Lal, Zef Preci,
Claudio Doltu, Barun Mitra, Beyong Ho Gong, Maria Ghersi, Cüneyt Ülsever, Prof. Vural
Fuat Savaş, Eser Karakaş, Osman Okyar, Mehmet Aydın, Serdar Aktan, Burhan Ghalioun,
Hüseyin Sak, Orhan Morgil, Özlem Çağlar, Sibel Yaman, Gözde Ergözen ve Ataç Ünlü de
vardır.
Bu toplantıdan bir süre sonra Prof.Dr. Atilla Yayla’ya, Mont Pelerin Cemiyeti’nin 3-6
Nisan 2004’te Hamburg-Almanya’da düzenlenen Bölgesel Toplantısına katılıp “Süper
Devletler, Küçük Devletler ve Özgürlük - Super States, Small States an Freedom” başlıklı bir
tebliğ sunarken rastlarız. (Bu tebliğin geniş bir özetini Ekler Bölümü’ne aldık.) Liberal
Düşünce Derneği’nin yöneticileri arasında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi
Prof. Dr. İhsan Dağı ve Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Mustafa Erdoğan da vardır.
“Liberal Düşünce Topluluğu aktif politikayla ilgilenmemektedir. Partilere karşı bağımsızdır.
Bir fikir grubu olarak faaliyet göstermektedir. Topluluk bu çerçevede özgürlüğe, piyasa
ekonomisine, insan haklarına, liberal demokrasiye inanan, bunu fikrî veya meslekî
çalışmalarıyla kanıtlamış, bu değerlerin ve kurumların gelişmesi ve yaygınlaşması için
entellektüel düzlemde mücadele etmeye istekli, kabiliyetli ve verimli insanları bünyesinde
toplamaya yönelmektedir” ama yukarıda adı sayılan yöneticilerinin bir diğer ortak noktaları
ise yazı ve çalışmalarında AKP hükümetini desteklemeleridir. Topluluk, Avrupa
Komisyonu’nun katkısı ile “Dinlerarası İlişkiler: Seküler ve Demokratik Bir Sistemde Barış
İçinde Varoluş”, “Yasal ve Sosyal Çerçevede Türkiye’de İfade Hürriyeti: Sınırlamalar,
Tavsiyeler ve Teşvikler”; Uluslararası Serbest Teşebbüs Merkezi (Center for International
Private Enterprise) CIPE’nin katkısı ile “Yasama Danışmanlığı Hizmeti” ve “İslam, Sivil
Toplum ve Piyasa Ekonomisi”; Merkezi Hollanda Den Haag’da Postbus 16440 - 2500 BK
adresinde bulunan ve amacı 3.dünya ülkelerindeki sosyal amaçlı projelere destek vermek
olan, finansmanı Avrupa Birliği tarafından sağlanan CORDAID’in katkısı ile “Dernekleşme
Özgürlüğü” gibi projeler yürütmektedir. Son olarak liberalist düşüncenin önde gelen
isimlerinden Prof. Dr. Hans Herman Hoppe’yi 13-23 Mart 2005 tarihleri arasında Türkiye’ye
getiren topluluk, Ankara, İstanbul ve İzmir’de hem Bahçeşehir, Yaşar, Fatih ve İstanbul
Üniversitelerinde konferanslar verdirdi ve hem de danışma ve tartışma toplantılarına katılımı
sağladı. Öte yandan topluluk, yine bu yıl, iktisatçılar ile siyaset bilimciler ve hukukçular
kongreleri birleştirerek 14-15 Mayıs 2005 tarihinde Ankara’da -Demokrat Parti’nin iktidara
gelişinin 55. yılı nedeniyle- “Özgürlük ve Demokrasi” başlıklı ortak bir kongre toplayacaktır.
Milton Friedman
1976 yılı Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Friedman, New York’ta doğdu. Babası ve
annesi, ABD’ye göç etmiş ve orada konfeksiyon işçisi olmuşlardı. Ailesi ona, Rutgers
Üniversitesi’nde okuma olanağı verdi. Bu üniversitede, Friedman en fazla Arthur Burns’un
etkisi altında kaldı ve ondan ampirik çalışmayı öğrendi. Hayatının daha sonraki dönemlerinde
her teoriyi ve her iktisat politikası önerisini istatistiki teste tabi tuttu. Friedman, master
derecesini Chicago Üniversitesi’nden, doktorasını 1946’da Columbia Üniversitesi’nden aldı.
Ardından, hocalığa başladı ve kısa zamanda “Chicago Okulu”nun en önemli üyesi oldu. “A
Monetary History of the United States” adlı kitabıyla dikkat çekti. Kitabın en önemli konusu,
özellikle, müdahale edilmediği koşullarda piyasa ekonomisinin çok iyi işlediğiydi. Burada
Keynesçi iktisadın iki önemli ilesine de karşı çıktı. Birinci ilke, devletin yol gösterici eli
olmadan piyasa ekonomisinin istikrarsız olduğu, ikincisi ise, para politikasının Büyük
Depresyon’da uygulanmış olmasına rağmen, olumlu bir sonuç vermediğiydi. Friedman,
devletin para politikasına karışmamasını savundu. Ona göre, devletin ulaştırma, gelir vergisi,
eğitim ve tarımsal sübvansiyonlarda, konut programları yolu ile yaptığı müdahaleler, olumlu
sonuçlardan çok olumsuz sonuçlar yaratmıştı. Serbest rekabet piyasası çok daha olumlu
sonuçlar verirdi.
Friedman’ın da üyesi olduğu Chicago Okulu, adını üyelerinin çoğunun Chicago
Üniversitesi’nden olmasından dolayı almış ve 1930’lardan bu yana.... bir liberal iktisat ekolü
olmuştur. Monolitik bir bütün olmamakla beraber iktisat düşüncesinde iz bırakmış ve Nobel
ödüllü iktisatçılar yetiştirmiştir. En önemli isimleri F. Knight, M. Friedman ve R. Posner’dır.
Knight, ekonomi çalışmalarında teknik hususlarda yoğunlaşmak yerine felsefi ilkeleri
kavramanın önemine dikkat çekmiştir. Ona göre toplumdaki grupların çıkarları kaçınılmaz
olarak bir ölçüde çatışma içindedir ve Marksizmin öngördüğü tümüyle ahenkli bir sosyal
düzen projesi sadece felaket yaratır. (Tabii sermaye düzeni bakımından.) Değer, tamamen bir
sübjektif sorundur. Kaynağın çeşidi insanların tercihleridir. Bu nokta üzerinde odaklanan
James Buchanan -Knight’ın öğrencisi- 1986’da iktisatta Nobel ödülü kazanmış ve daha sonra
Mont Pelerin Cemiyeti yöneticiliği yapmıştır.
Chicago Okulu’nun en ünlü ismi Friedman’dır. Knight gibi o da kapitalizmi savunurken
doğal haklara müracaat etmez. Ona göre, özgürlük ve refah istemede sorun ahlaki değil,
olgusal bir sorundur. Bu sorunun yanıtı serbest piyasanın işleyişinde yatmaktadır. Keyfi
müdahaleye maruz bırakılmamış bir piyasa ekonomisi özgürlük ve refahı sağlayacaktır.
Piyasaya müdahale ise özgürlük ve refahı geriletecektir. Friedman, asgari ücret yasalarının
işçilerin refahını geliştirmeyeceğini işsizliği arttıracağını da savunmuştur. Keynes’e soğuktur.
Para arzının sabit bir kurala göre daimi olarak genişletilmesini destekler.
Friedman’ın bir diğer yanı da, 1950’lerde başlayan ve 1960’lı yıllarda kendi
öncülüğünde Chicago Okulu tarafından geliştirilen ve kaynağını Klasik Miktar Kuramı’ndan
alan anti-Keynes’çi bir tepki olan Monetarizm’i öne çıkarmasındadır. Klasik görüşün yeni bir
ifadesini oluşturur ve paraya, kişilerin mal varlıkları içinde diğer varlıklar gibi yer verir.
Parasal varlıklar ile diğer menkul ve gayrimenkul varlıklar arasında kurulmuş olan dengenin
sürdürülmesi için çaba harcandığını varsayan Monetaristlere göre, eğer bu denge bozulursa,
yani ekonomik birimlerin portföyleri içinde yer alan para miktarı, arzulanan para miktarından
farklı olursa, ekonomik birimler, reel ya da finansal aktifler satarak veya satın alarak bu
duruma tepki gösterirler. Böylece bütün portföyün ya da malvarlığının yeniden dengeye
gelmesi (optimum aktif dağılımının gerçekleşmesi) sağlanırken, ekonomide reel aktiflerin
talebinde ve dolayısıyla nominal gelirde değişme olur. Monetarizm, faiz oranlarının parasal ve
reel kesimlerin ilişkilendirilmesinde oynadığı rolü reddetmemekle beraber, bu değişkenin
öneminin ikinci derecede olduğunu ve dikkatlerin asıl para stokundaki artış hızı üzerinde
toplanması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu nedenle, Keynes’çi para politikasından farklı
olarak, monetarist bir para politikası, faiz oranları üzerindeki eylemi değil, para hacminin
genişlemesi üzerindeki bir eylemi ifade etmektedir.
Emperyalizmin 70’li yıllardan itibaren içine girdiği krizden çıkış yolu olarak belirlediği
ve 80’lerde temelleri atılmakla birlikte esas olarak 90’ların başında yaygın uygulama
şartlarına sahip olduğu yeni sömürü modelinin adı neo-liberalizmdir. Geçmişin liberal
ekonomi modelinden esinlenerek tanımlanan bu politikalar, teorik kuruluşu bakımından daha
eskilere gitse de yaygın biçimde Milton Friedman’a bağlanır. Gerçekten de, Friedman’a
Nobel Ekonomi Ödülü’nün verildiği yıllar aynı zamanda sermayenin dizginsiz saldırılarının
ekonomik ve toplumsal bedelinin halklara ödetildiği bir dönem olmuştur. Emperyalizmin
özellikle askerileştirilmiş ekonomi ve ithal-ikameci yeni-sömürgecilik çerçevesinde
yoğunlaştığı Üçüncü Bunalım Dönemi’nin belli bir aşamasında gelişen tıkanma, kapitalist
dünyayı yeni arayışlara yöneltmiş, eski Keynesçi “refah toplumu” ve “sosyal devlet”
demagojisine bulaşmış politikalar, terkedilmeye başlanmıştır. Kapitalizmin yeni
ideologlarından Milton Friedman’ın piyasaya sürülmesi de bu döneme denk düşer. Yaşanan
krizlerin ve eşitsizliklerin kaynağı olarak yanlış devlet müdahalelerini hedef gösteren
Friedman çözüm olarak “serbest piyasa”yı tekrar gündeme getirir. Ekonomik etkinliğin
örgütlenmesinin devletin kontrolünden alindığında piyasanın bu baskı gücünün kaynağını
ortadan kaldıracağını iddia eden Firedman aslında Reagan’ın vahşi kapitalizmi tarif eden
“devlet çözüm değil, sorundur” tanımlamasının bir benzerini yapar. Neoliberalizmin mantığı
içersinde, devlet oyunu kurallarına göre oynağı müddetçe egemen sınıfın gereksinimlerini
(siyasi, askeri müdahalelerle) de karşılar. “Firma yöneticileri, sermaye sahipleri tarafından
kârı maksimize etmek için istihdam edilmişlerdir. Toplumdaki sosyal sorunları hafifletmek
amacına yönelirlerse, sözleşmelerine aykırı davranmış olurlar” diyen Friedman’ın kastettiği,
aslında devlet yöneticileridir. Böylece teorize edilen vahşi kapitalizm koşullarında gelişen
neoliberalizm, daha sonra salt “serbest piyasacılık” gibi bir noktayı aşmış, 80’lerin
restorasyonu 90’lara ulaştığında emperyalizmin temel sömürü modelinin adı olmuştur. Mali
sermayenin her alanda serbestçe dolaşımının sağlanması ve mali sermaye içinde para
sermayenin öne çıkarılması, bütün kamusal alanların ve özel firmaların dışına kalan üretimin
tamamen özelleştirilerek genel kapitalist döngü içine dahil edilmesi neoliberal ekonominin
başlıca yönleridir. Kamusal harcamaların (sağlik, eğitim, barınma, vb.) devletler için bir yük
olduğundan hareketle çıkış yolu olarak tüm toplumsal yatırımların özelleştirilmesi sürecinin
önü açılmıştır. Mali sermayenin aşırı ölçüde yaygınlaştığı 80’li yıllarla birlikte kamu
yatırımlarının lanetlenmesi çok uluslu şirketlerin çıkarları açısından doğal bir seyir izlemiş
NAFTA (North Americas Free Trade Agreement - Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret
Anlaşması), MAI (Multilateral Agreement on Investment - Çok Taraflı Yatırım Anlaşması)
gibi çok taraflı bölgesel serbest ticaret anlaşmalarıyla devlet-piyasa ilişkileri yeni bir boyut
kazanmıştır. Bu aslında, neoliberal yalanın tersine, devletin çok daha uzun vadeli ve kapsamlı
fonksiyonlarla iş görmesi anlamına denk düşer. Aynı biçimde kapitalist iş örgütlenmesinin
yeniden biçimlendirilmesi de bu döneme denk düşmüş, her şeyi “kârın maksimize edilmesi”
üzerine kuran sistem, üretim sürecini parçalara ayırarak hem işletmeleri bölmüş hem de
uluslararası alanda sermayenin son derece riskli ve kaygan akışının yolunu açmıştır. Politik
alanda da emperyalist güçlerin en gerici dönemine denk düşen neo-liberal politikalar,
uluslararası alanda azgın bir saldırganlık anlamına gelmiş, sermayenin akışını önleyebilecek
her türlü engelin ezilmesi bu dönemin temel kuralı olmuştur.
Tarihi izlemek bize bu konuda epey ders verecektir. 1929 Büyük Bunalımı, bu
dönemdeki tek sosyalist planlı ekonomiye sahip olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
dışındaki bütün emperyalist kapitalist ülkeleri ve bunun yanında bağımlı ülkeleri de etkisi
altına almıştı. Bu bunalım, kapitalizmin tarihi boyunca yaşadığı bunalımların en şiddetlisi, en
sancılısı olma özelliğini taşıyordu. Dünya kapitalizminin bu sancısı, 1933 yılına kadar
sürecekti. Bu bunalım dönemi boyunca tüm kapitalist dünyada sanayi üretimi olağanüstü
derecede düştü, ticaret neredeyse durma noktasına geldi, kapitalist, emperyalist ülkelerin
maliyeleri şiddetli sarsıntılar geçirdi. Sanayi üretimindeki bu büyük düşüş, bunalımın
atlatılmasını alabildiğince zorlaştırdı. Bunalımdan zorlu, sancılı çıkışın ardından çok
geçmeden, yeni bir bunalım dönemi daha başladı. 1937 yılı, bunun başlangıcıydı. Şüphe yok
ki peş peşe yaşanan bu bunalımlar, burjuva ekonomi politiğini de çukura düşürecekti. Belki de
daha sonra yeniden diriltilecek olan vülger ekonomi, Keynes’in tekelci burjuvazi tarafından
göklere çıkarılmasıyla birlikte gömülüverdi. Keynes, liberal iktisatçılardan farklı olarak, adını
hiçbir zaman anmamaya gayret etmiş olsa bile, kapitalizmde bunalımların olabilirliğini kabul
etmektedir. O, “bırakınız yapsınlar”cılardan farklı olarak, ekonominin kendi başına
bırakıldığında kendiliğinden ve otomatik olarak dengeye ve tam istihdam noktasına
gelemeyeceğini söylemektedir. Ya da bir başka ifadeyle, ekonominin bunalımlardan, ancak
devletin çeşitli müdahaleleriyle kurtulabileceği, Keynes’in başlıca teorik tezini
oluşturmaktadır. Keynes’in genel teorisinin temelinde, bireylerin yaşantısında, geleceğin
belirsizliğinin ve bu belirsizlik ortamından beklentilerinin yadsınamaz bir rolü vardır. Talep
yetersizliğinden kaynaklanan eksik istihdam, buradan doğar. Bu durumda, politikacıların
doğru ve akıllı bir yol izlemeleri, iktisatçıların doğru görüşlerine ikna olmaları gerekir. Eğer
bu başarılırsa sorunlar çözümlenebilecek, aksi takdirde sorunlar yaşanmaya devam edecektir.
Keynes’in düşüncelerinin kapitalizmin çağdaş bunalımlarını açıklayamamasında, onun soruna
yaklaşımındaki yöntemsel yanlışlık yatıyor. O, kapitalizmin bunalımını açıklamaya çalışırken,
üretim süreci ve bu süreçte ortaya çıkan çelişkileri değil ama, dolaşım sürecini ve bu süreçte
kişilerin psikolojik durumlarıyla, devletin müdahaleleri arasındaki ilişkiyi temel alıyor.
Bunda, bu dönemde dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşen halkların devrimci
kalkışmalarının ve sosyalizmin dünya halkları üzerindeki o muazzam etkisinin önemli bir payı
olduğunu özellikle vurgulamaya gerek bile yoktur.
Keynes’in öncülüğünü yaptığı düşünce siteminin, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki
dönemde, burjuva ekonomi politiğinin resmi görüşü haline geldiği, bilinen bir gerçektir. Ama
bir başka gerçek ise, tam da Keynesçi politikaların uygulandığı bir dönemde, 1970’li yıllarda,
emperyalist dünyanın yeniden bir bunalım dönemine girmesidir. Artık, o da, burjuvazinin
ihtiyaçlarına yanıt vermez duruma gelmiştir. Ve burjuvazi, onu da terk edecek, burjuva
ekonomi politikçilerinin sırayla gömüldükleri mezara, şimdilik vazifesini tamamlamış olarak,
o da gömülecektir. Kuşkusuz ki, emperyalist burjuvazi, ihtiyaçlarına uygun yeni iktisadi
düşünceler arayışı içine girecek ve onun bu çağrısına “bırakınız yapsınlar”cılar yeni
kıyafetleriyle yetişeceklerdir. Yeni-liberalizm, tarih sahnesine böylece çıktı.
Uzunca bir süre sonra kapitalizm, 1974’te yeni bir bunalım dönemine girdi. Bu tarihten
itibaren, uluslararası düzeyde üretimin gerilemeye başlamasının ilk verileri ortaya çıktı. Artık,
daha önceki canlanma ve sanayi birikimi döneminin kapandığı, saklanamaz bir hale geldi.
1974’ten 4 yıl sonra 1978’de yayımlanan ve yeni-liberalizmin Milton Friedman’dan H. G.
Johnson’a kadar en önemli sözcülerinin yazılarını bir araya getiren bir kitaba konulan başlık
bu açıdan çarpıcıydı: “Müreffeh Bir Ekonominin Rahatsızlıkları”. Emperyalist dünyanın
yaşadığı bu sancılı dönemde, burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verecek, dertlerine deva
olabilecek bir akım olarak yeni-liberalizmin yıldızı parlatıldı. Kitaba konulan başlık gerçekten
de son derece çarpıcıdır. Ekonomi müreffehtir, ama, birtakım rahatsızlıkları vardır! Bu
rahatsızlıkların hangi nedenlerden kaynaklandığını, biçimsel olarak birbirinden farklı
nedenlerle açıklayan yeni-liberalizmin farklı kolları, görünüşte birbirinden ayrı durmakta,
ama, önünde sonunda aynı noktada birleşmektedirler. Bu nokta, esas olarak, serbest piyasa
ekonomisinin özgür işleyişinin önündeki engeller kaldırıldığı anda, ekonominin
rahatsızlıklarının da ortadan kalkacağı yönündedir. Başlıca temsilciliğini Milton Friedman’ın
yaptığı ve monetarizm adıyla ünlenen yeni-libralizmin bir kolu, bu engelin esas olarak,
devletin ekonomiye müdahale ve diğer şeyler için gerçekleştirdiği aşırı harcamaların,
ekonominin rahatsızlıklarının başlıca sebebi olduğunu ortaya koyuyor. Böylece, para
arzındaki artış, ekonomide bir şişkinlik yaratacak ve birtakım sorunlara yol açacaktır. Yeniliberalizmin bir başka kolu olan ve arz yanı iktisat olarak adlandırılan akım ise, ekonominin
temel sorunlarının, kapitalist girişimlerin önündeki başlıca engel olan aşırı vergiler olduğunu
iddia etmektedir. Kapitalist girişimlerin önündeki bu önemli engel kaldırıldığında ya da
önemli oranda hafifletildiğinde, ekonominin temel problemlerinin ortadan kalkacağını
açıklamaktadır. Artık iyice yıpranana kadar emperyalist dünyanın çıkarlarına sonuna kadar
hizmet eden ve emperyalizmin dünya halklarına yönelik saldırılarının ayrılmaz bir parçası ve
önemli bir silahı olarak işlev gören yeni-liberalizmin gelip dayandığı nokta burasıdır. Eğer,
doğru iktisat politikaları izlenirse, ne ekonomide rahatsızlıklar meydana gelecek, ne de
bunalımlar yaşanacaktır. Bu bakımdan, yeni-liberalizm ve Keynesçilik, özünde aynı noktada
birleşir.
Sonuçta, yeni-liberallerin Keynes’e açtıkları ateş, onun artık kütüphanelerin raflarında
tozlanan Genel Teori’sine çarpıp yine kendilerini vuracaktır. Çünkü artık yeni-liberal burjuva
iktisatçılarının hepsi, emperyalist dünyanın bunalımının hızla yol aldığı yeni bir evresine
girilirken, umutsuzluk içinde kıvranmaktadırlar. Kapitalizmin bunalımı, onları da baştan başa
sarmış bulunmaktadır. Burjuva ekonomi politiğinin başından beri çabaları, kapitalizmin insan
doğası ve aklına en uygun sistem olduğunu kanıtlamaya çalışmak olmuştur. Eğer ekonomide
birtakım sorunlar yaşanıyorsa, bunun temel sebepleri ya iktisat politikalarının yanlışlığındadır
ya da çeşitli rastlantılar nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ama mutlak olan, kapitalizmin kendi
sorunlarını çözmeye her zaman kudretli ve müreffeh bir sistem olduğudur. Onun ötesi yoktur.
Eğer birtakım sorunlar yaşanıyorsa, çözüleceği yer de yine aynı alandır. Ve neresinden
bakılırsa bakılsın, burjuva ekonomi politiğinin kutsal vazifesi, egemen sınıfların
hizmetkarlığıdır. Burjuva ekonomi politiği, tarihi boyunca bu hizmetkarlığını en iyi biçimde
gerçekleştirmek için fasit daireler çizip durmaktadır. Onun tarihinde her zaman “ölü, diriyi
yakalar.”
Friedman’ın kapitalizm için önemi onun terorik olduğu denli pratik çalışmalarında da
öne çıkar. Onun, gazeteciler William F.Buckley ve George Will ile Heritage Vakfı benzeri
araştırma kuruluşlarının entelektüel gücünden yararlanan Yeni Sağ, 1980’lerin sorunlarının
tanımlanmasında önemli bir rol oynar. ABD’de Carter döneminde son yirmi yıldır sergilenen,
pek çok kent merkezinde işlenen suçlardan ve ırksal kutuplaşmadan ekonomik gerileme ve
enflasyona kadar yayılan ekonomik, toplumsal ve siyasal eğilimler ülkede bir düş kırıklığı
havası yaratmıştı. Anılan eğilim, hükümete ve onun ülkedeki kökleşmiş toplumsal ve siyasal
sorunlarla etkin bir biçimde başa çıkmaktaki becerisine karşı duyulan kuşkuları da yeniden
güçlendirmişti. Uzun süredir ulusal düzeyde iktidarda olamayan muhafazakarlar bu yeni
duyguları istismar etmek için hazır durumdaydılar. Şimdi pek çok Amerikalı onların, yetkileri
sınırlanmış bir hükümete yönelinmesi, güçlü bir ulusal savunma yaratılması ve hoşgörülü ve
çok kez karışıklıklarla dolu bir modern toplumun saldırısı olarak algılanan gelişmelere karşı
geleneksel değerlerin korunması yolundaki görüşlerini benimsemeye hazırdı. Bu muhafazakar
gelişmenin pek çok kaynağı vardı. İncil’i Tanrı’nın doğrudan ve yanılmaz buyruğu olarak
gören büyük bir köktenci Hıristiyan grup, özellikle suçlardaki ve cinsel ahlaksızlıktaki artıştan
endişeleniyordu. 1980’lerin başlarında politik alandaki en etkili guruplardan biri Ahlaki
Çoğunluk adını almıştı ve -George W. Bush’un adeta tapındığı- Baptist rahip Jerry Falwell
tarafından yönetiliyordu. Pat Robertson’un önderlik ettiği bir başka gurup ta Hristiyan
Koalisyonu adında bir örgüt kurmuştu ve 1990’larda Cumhuriyetçi Parti içinde etkin bir güç
konumuna gelmişti. Diğer pek çok gurup gibi onlar da, Amerikalıların yaşamında dinin
önemli bir güç olmasını istiyorlardı. Mont Pelerin Cemiyeti eski Başkanı Friedrich Lutz’un
örgütün katkısıyla Amerika’da oluşturulmasını sağladığı Christendom College kurumu ve
desteklediği ABD içindeki en uç dinci grup olan Virginia Piskoposluk bölgesi grubu da dinin
Amerikan toplumunda temel yol gösterici olması çağrılarında bulunuyordu. Falwell ve
Robertson gibi televizyon İncilcilerinin de çok sayıda izleyicisi vardı. Muhafazakarları
güçlendiren bir başka sorun da, o günlerin en bölücü ve duygusal konusu olan kürtajdı.
Yüksek Mahkeme’nin 1973’te Roe-Wade davasında, kadınların hamileliklerinin ilk aylarında
kürtaj yaptırmaya hakları olduğu yolundaki kararına karşı oluşan muhalefet pek çok bireyi ve
örgütü bir araya getirdi. Bunlar arasında, hemen hemen her koşulda yapılan kürtajı cinayetle
eşdeğerli gören çok sayıda Hristiyan, siyasal muhafazakar ve kökten dinci vardı ve muhalefet
onlarla da sınırlı kalmıyordu. Anılan kişiler, görüşlerini kabul eden ve bu görüşü
benimsemeyenlere karşı çıkan tüm politikacıları desteklemek amacıyla örgütlenmeye hazır
bulunuyorlardı. Kürtajın desteklendiği ve ona karşı çıkıldığı gösteriler politik yaşamın
vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Cumhuriyetçi Parti’de sağ kanat yeniden başat konuma
geldi. Sağ kanat 1964’te Barry Goldwater’in başkan adaylığı sırasında kısa bir süre için
Parti’de kontrolü ele geçirmiş ve sonra da giderek sahneden çekilmişti. Buna karşın, 1980’e
gelindiğinde, çağdaş bağış toplama yöntemleri kullanan sağ kanat Parti’deki ılımlılara yetişti.
Friedman, bu noktada Yeni Sağ’a büyük destek topladı. Diğer muhafazakarlar ya da “Eski
Sağ” gibi Yeni Sağ da hükümetin ekonomiye müdahalesine önemli sınırlamalar
getirilmesinden yanaydı; fakat, aileye yönelik değer yargılarını teşvik etmek, eşcinsel
davranışları yasaklamak ve pornografiyi engellemek için hükümetin gücünü kullanmaya da
hevesliydi. Yeni Sağ genelde suçlara karşı sert önlemler alınmasını, güçlü bir ulusal savunma
yaratılmasını, devlet okullarında dua okunmasına izin verecek bir anayasa değişikliği
yapılmasını, kürtaja karşı çıkılmasını ve kadınlara Eşit Haklar sağlayan Anayasa
Değişikliği’nin engellenmesini de istiyordu. Friedman, tüm bu değişik eğilimleri birleştiren
kişi olarak Ronald Reagan’ın öne çıkarılmasına çalıştı.
Illinois doğumlu Reagan, politikaya atılmadan önce Hollywood filmlerinde ve
televizyonda yıldızlığa yükselmişti. 1964’te ülke genelinde yayınlanan bir televizyon
programında Barry Goldwater’i destekleyen bir konuşma yaparak ilk kez siyasal ün kazandı.
Reagan 1966’da, seçmenlerin Berkeley’deki California Üniversitesi’nde patlak veren öğrenci
ayaklanmasına karşı tepkisi sayesinde California valiliğine seçildi ve 1975’e kadar bu görevde
kaldı. 1976’da Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığını kıl payı kaçırdıktan sonra 1980’de
Parti’nin adaylığını ve sonra da Jimmy Carter’e karşı başkanlığı kazandı. Reagan 1984’te de,
Carter’in başkan yardımcısı Walter Mondale karşısında büyük bir seçim zaferi yaşadı. Reagan
birdenbire pek çok Amerikalının gözünde bir güvence ve istikrar simgesi haline getirildi. İlk
çıkışını da Amerikalıların yaşamına hükümet tarafından çok fazla karışıldığına inandığını
söyleyerek -Friedman’ın öğretisini savunarak- yaptı. Başkanlığı süresince kapsamlı bir yasal
kontrolleri azaltma programı izledi. Tüketiciyi, işyerini ve çevreyi ilgilendiren düzenlemelerin
kaldırılmasına çalıştı ve bunların yetersiz, pahalı ve ekonomik büyümeyi engelleyici olduğunu
iddia etti.
Ülke içi programı, özel sektörün gücü rahat bırakılırsa ülke ekonomisinin gelişeceği
yolundaki Friedman öğretisinden kaynak aldı. Daha büyük tüketici harcamalarını, tasarrufları
ve yatırımları teşvik etmek için büyük vergi kesintilerine gitti. Cumhuriyetçilerin Senato’da
küçük bir çoğunluğa sahip bulunmalarına ve Temsilciler Meclisi’nin de Demokratların
kontrolünde olmasına karşın Friedman ekibinin büyük propagandalarıyla kafaları karıştırdı ve
daha ilk görev yılında ekonomik programının önemli kesimlerine ilişkin yasaları çıkarttırdı.
Bunlar arasında, bireysel vergilerin üç yıla yayılan bir sürede yüzde 25 azaltılması da vardı.
Reagan yönetimi ayrıca, silahlı kuvvetlerin modernleştirilmesine ve Sovyetler Birliği’nden
geldiğini düşündüğü sürekli ve giderek yoğunlaşan tehditlere karşı konulmasına yönelik
harcamaların arttırılmasını istedi ve bunu da başardı. Onun başkanlığında geçen ilk yıllarda,
ülkedeki hemen hemen tüm sektörleri etkileyen bir ekonomik gerileme görüldü. Gerçek gayrı
safi milli hasıla (GNP) 1982’de yüzde 2,5 azaldı, işsizlik oranı yüzde 10’u aştı ve
Amerika’daki fabrikaların yaklaşık üçte biri üretimi durdurdu. Ortabatı’da, General Electric
ve International Harvester gibi belli başlı şirketler işçi çıkarmaya başladı. Petrol bunalımı da
gerilemeye katkıda bulundu. ABD’nin üretkenliği yavaşlayınca, Almanya ve Japonya gibi
ekonomik rakipleri dünya ticaretinde daha büyük pay sahibi oldular. Amerika’da yabancı
kaynaklı mal tüketimi büyük bir hızla arttı. Çiftçiler de zor günler yaşadılar. Üretim daha az
kişinin elinde toplandıkça çiftçi sayısı azaldı. Amerikan çiftçileri 1970’lerde Hindistan’a,
Çin’e, Sovyetler Birliği’ne ve ürün sıkıntısı çeken diğer ülkelere yardım etmişler ve yeni arazi
almak ve üretimi attırmak için büyük ölçüde borçlanmışlardı. Bundan bir süre sonra, petrol
fiyatlarındaki yükseliş çiftlik giderlerini arttırdı ve 1980’de ortaya çıkan dünya çapındaki
ekonomik bunalım tarım ürünlerine olan talebi daralttı. Çiftçiler geçimlerini sağlayabilmekte
büyük zorluklarla karşılaştılar. Buna karşın, 1982’deki büyük gerilemeye petrol fiyatlarının
düşmesi de eklenince büyük bir yarar elde edildi ve Carter döneminde başlamış olan aşırı
enflasyon durduruldu. 1983 sonlarında ekonominin belirli kesimlerinde koşullar düzeldi; 1984
başlarında ekonomi yeniden canlandı ve Birleşik Devletler İkinci Dünya Savaşı’ndan beri
yaşanmış olan en uzun süreli ekonomik büyüme dönemlerinden birine girdi. Japonya, Birleşik
Devletlar’e yönelik otomobil ihracatına gönüllü olarak kota koymayı kabul etti. Federal vergi
kesintileri sonucu tüketici harcamaları çoğaldı. İyimser bir satın alma dalgası yakalayan
menkul kıymetler borsasında fiyatlar yükseldi. Buna karşın bahis konusu büyüme, korkutucu
bir oranda karşılıksız harcamalardan kaynaklanıyordu. Reagan döneminde ulusal borç
yaklaşık üç katına çıktı. Ayrıca, ulusal gönençteki yükselişin hemen hemen tümü en yüksek
gelir kesiminde oldu. Ekonomideki az ve yarı nitelikli işçilere yönelik istihdam olanakları
ortadan kalkınca, yoksul ve orta sınıfa mensup ailelerin konumu kötüleşti ya da toplumun geri
kalan kesimlerine ayak uyduramaz duruma düştüler. Vergileri düşürme sözünü yerine
getirmekte kararlı olan Reagan, ikinci görev döneminde, 75 yıldır görülen en yaygın federal
vergi reformunu gerçekleştirdi. Demokratlar kadar Cumhuriyetçilerin de geniş desteğine sahip
olan bu önleme uygun olarak gelir vergisi oranları düşürüldü, vergi dilimlerinin saptanması
basitleştirildi, yasal boşluklar dolduruldu ve böylelikle düşük gelirli Amerikalıların daha eşit
işlem görmeleri yolunda önemli bir adım atıldı. Yine de ciddi sorunlar giderilemedi, tersine
daha da arttı.
Ekonomi düzelmiş görünse de sürekli yoksulluk çekenler bundan yararlanamadılar.
Çiftçilerin sıkıntıları sürdü ve 1986 ve 1988’de yaşanan ciddi kuraklıklar onların çektiklerini
daha da arttırdı. Savunma bütçesindeki yükselme, vergi kesintileri ve hükümetin sağlık
yardımlarındaki artışlarla birleşince, federal hükümetin her yıl elde ettiği gelirden fazlasını
harcaması sonucu doğdu. Bazı uzmanların iddiasına göre, Demokratların istediği gibi halka
yönelik daha fazla harcama yapılmasını önlemek için yönetim tarafından yürütülen stratejinin
bir parçası olarak bu açıklara da göz yumuluyordu. Buna karşın, Kongre’deki Demokratlar da
Cumhuriyetçiler de anılan harcamaların azaltılmasını kabul etmediler. 1980’de 74 milyar
dolar olan açık 1986’da 221 milyara yükseldi, 1987’de ise 150 milyara düştü. 1987’de menkul
kıymetler borsasında karşılaşılan çöküntü, ekonomideki istikrara yönelik endişeleri arttırdı.
Bunun üzerine Reagan dış politikada daha iddialı bir rol oynamaya çalıştı ve bu yaklaşım ilk
kez Orta Amerika’da denendi. El Salvador’da bir gerilla isyanı hükümeti düşme tehdidiyle
karşı karşıya bırakınca, anılan ülkeye yönelik bir ekonomik yardım ve askeri eğitim programı
başlatıldı. Ayrıca, seçilmiş bir demokratik hükümete geçilmesi için etkin destek verildiyse de,
sağ kanattaki ölüm mangalarının7 faaliyetini önleme çabalarında ancak sınırlı bir başarı
sağlanabildi. ABD yardımı hükümette istikrar sağlanmasna yardımcı oldu; fakat, El
Salvador’daki şiddet olayları azalmadı, aksine 1989 istikrar sağlanmasına yardımcı oldu;
fakat, El Salvador’daki şiddet olayları azalmadı, aksine 1989 sonlarında daha da arttı. Buna
karşın 1992 başlarında bir barış anlaşması sağlanabildi. ABD’nin Nikaragua’ya yönelik
politikası daha da çelişkiliydi. Kendilerine “Sandinista”lar adı veren isyancılar 1979’da
Somoza’nın sağcı baskı rejimini sona erdirdiler. Sandinista hükümeti, Küba ve Sovyetler
Birliği ile olan askeri ilişkilerini kesmesi ve siyasal yapısını demokratik reformlara açması
yolundaki ABD taleplerini reddetti. Bölgesel barış girişimleri sonuçsuz kaldı ve yönetimin
çabaları “kontralar” (contras) diye bilinen Sandinista karşıtı direnişçilere destek vermeye
yöneldi. Bahis konusu politikaya ilişkin yoğun tartışmalardan sonra Kongre Ekim 1984’te
kontralara yapılan tüm askeri yardımı durdurdu ama insancıl yardımları sürdürdü. Kongre,
yönetimin baskısı üzerine, 1986’da bu kararından döndü ve kontralara 100 milyon dolar
tutarında askeri yardım yapılmasını onayladı. Buna karşın, savaş alanındaki başarısızlıklar,
insan hakları ihlalleri ve İran’a gizlice yapılan silah satışından elde edilen paraların kontralara
gönderildiğinin ortaya çıkması, Sandinista karşıtı gerillalara askeri yardımın sürdürülmesine
ilişkin politik Kongre desteğini baltaladı.
Başkan Reagan, Sovyetler Birliği ile ilişkilerde izlenecek politikanın, güce dayanarak
barışın sağlanması olacağını açıklamıştı. Soğuk Savaş geleneklerine bağlı olan Reagan,
Friedman’ın “kötülük imparatorluğu” diye tanımladığı Sovyetler ile ilişkilerde katı
davranmaya kararlıydı. Daha birinci görev döneminde bile o güne kadar görülmemiş ölçüde
büyük askeri harcamalar yaptı; Sovyetlerin orta menzilli nükleer füzelerine karşılık
Avrupa’ya benzeri füzelerin yerleştirilmesi de bunlar arasındaydı. Reagan 23 Mart 1983’te de
başkanlık döneminin en çok tartışılan siyasal kararını alarak, kıtalararası balistik füzelere
karşı savunma amacıyla lazer ve diğer yüksek enerjili mermiler gibi gelişmiş teknoloji
ürünleri konusunda araştırma yapılmasına yönelik bir program olan Stratejik Savunma
Girişimi’ni (SSG) açıkladı. Çok sayıda bilim adamının SSG’nin teknolojik yapılabilirliğini
şüpheyle karşılamasına ve ekonomistlerin de bu amaçla çok büyük harcamalar yapılması
gerektiğini belirtmesine karşın yönetim projeyi sürdürdü. 1984’te ikinci kez seçilen Reagan
silah kontrolü konusundaki katı tutumundan vazgeçti. Çünki bir süre sonra Sovyetler’de
sahneye Gorbaçov çıkacaktı ve kısa sürede Reagan ile bir gurup nükleer silahın tümüyle
yokedilmesine yönelik Orta Menzilli Nükleer Silahların Ortadan Kaldırılması Antlaşması’nı
imzalayacaktı. O Aralık 1987 gününde Friedman, Gorbaçov için “dostum” diyecekti ve bir
süre sonra “kötülük imparatorluğu” dediği Sovyetler Birliği, bizzat Gorbaçov eliyle
dağıtılacaktı.8
Arthur Shenfield
1909-1990 yılları arasında yaşayan Shenfield, Mont Pelerin Cemiyeti’nin en ilginç
yöneticilerinden biri idi. Hem iktisatçı hem hukukçuydu. California ve Dallas
Üniversitelerinde ekonomi, San Diego’da hukuk dersleri verdi. Liberalizm üzerine çeşitli
çalışmalar yaptı. Bunların çoğu Pennsylvania’da Intercollegiate Studies Institute tarafından
yayınlandı. Bunlar arasında “Limited Government, Individual Liberty” adlı çalışması sınırlı
hükümet gücü ve bireysel özgürlük istemini uç noktalara taşıdı. Women’s Royal Voluntary
Service’de (WRVS) çalışan sosyal bilimci eşi Barbara (1919-2004) ile Ayn Rand’ı
destekleyen yoğun çaba gösterdi.
Bilindiği gibi Ayn Rand (1905-1982) -asıl adıyla Alişya Rosenbaum- Rusya’da doğan
ABD’li bir romancıdır. Leningrad Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra 1926 yılında
ABD’ye yerleşmiş ve yıllarca sinema yazarlığı yapmıştır. Laissez-Faire (Bırakınız Yapsınlar)
anlayışını ve bireyciliği öven uzun romanları ile tanınmıştır. Shenfield, onun için “tarihin en
önemli objektivisti” demiştir.
Rand, altı yaşında kendi kendine okumayı öğrendi ve iki yıl sonra bir Fransız çocuk
dergisinde ilk hayali kahramanını keşfetti. Bu ona hayatı boyunca örnek olacak başlıca
kişiydi. Dokuz yaşında roman yazarı olmaya karar verdi. Kollektivist Rus kültürüne karşı
çıktı. Walter Scott ve özellikle beğendiği yazar olan Victor Hugo ile tanıştıktan sonra
kendisini Avrupalı bir yazar olarak görmeye başladı. Yüksek öğrenim yıllarında desteklediği
Kerensky’nin iktidara gelişine ve başından beri yanlış ve tehlikeli gördüğü Bolşevik
Devrimi’ne tanık oldu. Savaştan kaçarak ailesiyle birlikte Kırım’a yerleşti ve orada yüksek
öğrenimini tamamladı. Ailesi Kırım’dan döndüğünde, o felsefe ve tarih üzerinde araştırma
yapmak üzere Petrograd Üniversitesi’ne girdi. 1924’te mezun olurken, sosyalizm ve
komünizm aleyhine konuşmaları nedeniyle hakkında soruşturma başlatıldı. Hayatının giderek
kötüleşmesine rağmen onun en çok hoşlandığı şey Batı film ve oyunlarıydı. Filmlere olan
hayranlığı sebebiyle, 1924’te oyun yazarı olarak Sinema Sanatları Enstitüsü’ne girdi.
1925’lerin sonuna doğru Birleşik Devletleri ziyaret etmek için Sovyetler Birliği’nden
ayrılmaya karar verdi. Sovyet makamlarına ziyaretinin kısa olacağını söylemesine rağmen
Rusya’ya bir daha asla dönmemeye kararlıydı. 1926’nın Şubat ayında New York’a vardı.
Chicago’da altı hafta geçirdi. Burada tanıştığı Chicago okulu profesörlerinden yardım alarak
vizesini uzattırdı ve oyun yazarı olarak kariyerine devam etmek üzere Hollywood’a gitti.
Hollywood’daki ikinci gününde DeMill onu stüdyosunun kapısında beklerken gördü ve
Kralların Kralı film setindeki işleri yürütmeyi teklif ederek iş ve avans verdi. Böylece Ayn
Rand metin okuyucusu oldu. Bir sonraki hafta stüdyoda 1929 yılında evlendiği aktör Frank
O’Connor’la tanıştı. Frank’ın ölümü ile sona eren evlilikleri 50 yıl sürdü.
Oyun yazarlığı dışında çeşitli işlerde birkaç yıl çalıştıktan sonra Kırmızı Piyon adlı oyun
metnini 1932 yılında Universal Stüdyolarına sattı. İlk romanı olan “We The Living”
(Yaşamak İstiyorum) 1933’te tamamladı. Romanda, Sovyetler Birliği’ndeki komünist rejimin
baskılarını ve insanların sıkıntılı yıllarını anlattı. Amerika’da Macmillian ve İngiltere’de
Cassell adlı yayımcılar tarafından (1936) yayınlandı.
Rand kendisini aslında roman yazarı olarak görmesine rağmen, hayali roman
kahramanları yaratarak, bireyci felsefenin ilkelerini tanıtmayı amaçlıyordu. Zamanla
Objektivizm felsefesi hakkında yazmaya ve ders vermeye başladı. Bir röportajda Ayn Rand’a
objektivizmin önkabulleri nelerdir ve nereden başlar diye sorulduğunda şöyle demişti:
“Objektivizm mevcudiyetin varolduğu aksiyomuyla başlar. Bu aksiyom objektif bir
gerçekliğin duygularımızdan, hislerimizden, dileklerimizden, umutlarımızdan veya
korkularımızdan bağımsız olarak varolduğunu belirtir.”
Neo-liberal saldırıların yoğunlaşmasıyla birlikte Ayn Rand’ın kitapları arka arkaya
ısıtılıp yeniden basılmaya ve yayınlanmaya başladı. Onun insana bakış açısı ve felsefesi
binlerce okuyucunun yaşamına bireyci yön verdi. Son dönemde ülkemizde de birçok kitabı
raflara çıktı. Bunlardan “Hayatın Kaynağı”nda “Kollektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif
düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma, ya bir uzlaşma, ödün verme
sürecidir, ya da birçok bireysel düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir.
Birincil eylem mantık yürütme sürecidir ve bu da bir tek kişinin tek başına yapması gereken
bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz. Ama kolektif bir midede sindiremeyiz.
Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi
beynini, başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri
bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler” fikrini işlemektedir. Bir başka
kitabında, “16 Ocak Gecesi”nde, kapitalizmin özgürlük felsefesi olduğunu öne sürmüştür. Her
iki kitap da Sinan Çetin’in Plato Film Yayınları tarafından basılmıştır. Ayn Rand, ABD’ de
İncil’ den sonra en çok okunan kitapların yazarı olarak tanınmaktadır. Türkiye’de basılan bir
diğer kitabı da “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal” adını taşımaktadır. Kitap, Liberal Düşünce
Topluluğu Başkanı ve Mont Pelerin Cemiyeti’nin 3-6 Nisan 2004’te Hamburg-Almanya’da
düzenlenen Bölgesel Toplantısına katılıp tebliğ sunan Prof. Atilla Yayla’nın önsözü ile
yayımlanmıştır.
Mont Pelerin Cemiyeti eski başkanlarından Arthur Shenfield’in onu “tarihin en önemli
objektivisti” gördüğü için Ayn Rand’a yakınlık duyup desteklediği varsayılır. Objektivim yani nesnelcilik- bir yansızlık anlayışı olarak öne sürülür. Metafizik felsefedeki öncülü
Kant’tır. Giderek, metafizik olgucu etkilerle bilimi dışlayan bir anlam kazanan akım,
“insandan bağımsız”ı dile getiren “nesnel” deyimine “insanlarüstü” bir metafizik anlama
bürünmüştür. Soyut mantıksallığı somut gerçekliğe indirgeyen bu bakış açısına göre örneğin
ekonomi ekonomidir, politika da politika. Bu ikisi arasında hiçbir bağıntı kurulamaz. Bu
noktadan bakınca açık olarak görülür ki, kapitalizm nesnelciliği pek sever. Çünkü yansızlık
maskesi altında apaçık bir yanlılık güder. her şeyi kendiyle sınırlar ve birbirleriyle
bağıntılarını saklar. Burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet eder ve yoksul halkın sömürülmesini
sağlar. Nesnelcilik, nesnel gerçeği ya tümüyle yadsıyan ya da çarpıtan ve tek yanlı yargılara
götüren öznelcilik gibi bilimdışı ve kandırıcı bir eğilimdir. Bu da Ayn Rand’ın neden neoliberaller tarafından çok desteklenip öne çıkarıldığının anlaşılmasını sağlar.9
George Stigler
Göçmen bir ailenin tek çoçuğu olarak 1911’de Washington-Renton’da doğan ve Nobel
ödülü sahibi olan bir iktisatçıdır. Annesi Macaristan’da, babası ise Bavyera’da doğup
Amerika’ya göçmüşlerdi. 1931’de Washington Üniversitesi’nden mezun oldu ve 1938 yılında
Chicago Üniversitesi’nde doktor ünvanını aldı. 1936 yılında Iowa State Üniversitesi’nde ders
verdi ve 1958 yılında Chicago Üniversitesi’ne geçmeden önce Minnesota, Brown ve
Colombia Üniversitelerinde görev yaptı. 1946’da lineer programlama hakkındaki ilk yayınını
gerçekleştirdi. 1940’lı yıllar boyunca fiyat teorisi üzerine ampirik incelemelerde bulundu.
1950’lerde işletmelerin etkin büyüklüklerinin tayininde bir metod önerdi ve serbest fiyat
sistemleri, dikey entegrasyon ve benzer konular üzerinde incelemeler yaptı. Tek piyasa
fiyatlarının yanında fiyatlardaki dağılma durumunu “Enformasyon Ekonomisi” (The
Economics of Information-1961) adlı makalesinde inceledi. 1960’larda kamu düzeni üzerinde
ayrıntılı incelemelere bulundu. Yakın zamanlarda ise enformasyon iktisadının siyasal
davranışlara etkisini incelemeye başladı. Kamusal düzenlemelerin etkileri ve nedenleri,
piyasanın işlemesi ve endrüstriyel yapılar üzerinde yeni ufuklar açan ve 1982’de kendisine
Nobel Ekonomi Ödülü kazandıran çalışmalara başladı. Fiyat teorisinde bir uzman olmakla
birlikte, Stigler, kariyeri boyunca ekonomi tarihine ve siyasete de yoğun bir ilgi duymuştur.
“İnsan faydasını maksimize eden bir hayvandır. İnsan evinde, işinde- kendi özel işinde
yada devlet işinde- kilisede, bilimsel çalışmalarında, kısaca her yerde fayda maksimize
etmeye çalışan birisidir” sözüyle tanınan Stigler, Mont Pelerin Cemiyeti’ni yönettiği 1976-78
yılları arasında, 1980’lerde tüm dünyaya dayatılacak neo-liberal politikaların ve piyasalara
devlet müdahalesinin kaldırılmasının perde arkasındaki mimarlığını yapmıştır. O, Chicago
Üniversitesi’nden arkadaşı ve Mont Pelerin Cemiyeti yönetiminde seleflerinden olan Milton
Friedman’ın aksine, ışıkların kendi üzerine çevrilmesinden hiç de hoşlanmayan biriydi.
Neoliberalizm adına savunduğu tezler arasında öne çıkanlar, “Doğal tekellerin
özelleştirilmesi ile bankacılık ve rekabet konularında çeşitli yeni regülasyon otoritelerinin
doğması, özelleştirmenin aksine kamu sektöründe bir genişlemeyi gündeme getirmekte
bulunup; bunun bir çare olmadığı akılda tutulmalıdır. Ayrıca regülasyon ve regülasyon
kurumları uzun vadede yolsuzluk ve israf demektir. Doğal tekeller alanında çözüm,
teknolojiye ve pazarın örgütlenmesine paralel olarak; rekabetin bu piyasalara sokulması ve
teşvikidir”, “Yasal kamu monopollerinin varlığına son verilerek her piyasaya talep eden özel
teşebbüsün girmesine ve kamu teşebbüsleri rekabetine izin verilmelidir: Örneğin özel
teşebbüsün üniversiteler kurmasının, kamu kolaylıkları/doğal tekeller alanlarına
girmesinesinin vb. izine bağlanmasına son verilmelidir”, “ Devletin bir optimal ekonomik
hacmi tespit olunarak, bir takvim dahilinde “özelleştirme+kayıt dışı devletin tasfiyesi+devlet
müdahalelerinden vazgeçilmesi” üçlüsü ile Konsolide Kamu Sektörü bu hacme doğru
küçültülmelidir. Ancak Konsolide Kamu Sektörü hacminin GSMH’nın % 20’si civarında
tespiti hedef alınmalı ve mevcut % 70’i aşan hacmi kademeli surette; kısmen özelleştirme +
kayıt dışı devletin tasfiyesi + devlet müdahalelerinden vazgeçilmesi + kısmen de kayıt dışı
ekonominin, kayıtlı olmaya özendirilmesi yani GSMH’nın büyütülmesi ile dolaylı olarak
küçültülmelidir”, “Konsolide kamu sektörünün ekonomik hacmi yanında, yapısı da
değiştirilmelidir. Özelleştirme + kayıt dışı devletin tasfiyesi + devletin piyasaya
müdahalesinden vazgeçilmesine paralel şekilde nicel olarak küçülen kamu sektörü yanında,
kamu bütçeleri dağılımının yapısı da değiştirilmelidir”, “Konsolide kamu sektörünün hacmi
ve malî disiplin açısından; salt sosyal mallar, karma ve erdemli mallar ile kişisel mallar ayrımı
yanında alt yapı yatırımları ile kamu kolaylıkları ayrımına da dikkat edilmelidir. Kamu
kolaylıklarının/doğal tekellerin özelleştirilmemeleri veya yenilerinin kurulması işlevinin
piyasaya bırakılmaması için bir neden yoktur. Alt yapı yatırımlarından hizmetleri
fiyatlandırılabilenler; otobanlar, limanlar ve hava meydanları, köprüler, otoparklar vs. ‘yapişlet- kirala’ modeli ile finanse edilmelidir”, “ Müşterek/kamu mülkiyeti konusu olan,
ormanlar, meralar, göller, dağlar ve kayak alanları, kumsallar ve plajlar, maden yatakları, sit
alanları; özel mülkiyete/özel teşeşebbüse devredilerek, kamu sektörü dışına çıkartılmalı ancak
yapılacak sözleşmeler ile çevre ve koruma hükümlerine maliklerin uyması, tüketicilerin
yararlanması denetlenerek sağlanmalıdır. Özel mülkiyetin alanı mutlak olarak genişletilip
piyasa büyütülmeli ve devletin hacmi küçültülmelidir” gibi olanlarıdır.
Stigler’in Mont Pelerin’deki Başkanlığı süreci, çok önemli gelişmelerin de başlangıç
noktası olmuştur. O, ABD, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada gibi ülkelerin içlerinde
birçok etnik gurubu barındırmalarına karşın temelde Britanya adaları (İngiltere, İskoçya,
Galler ve İrlanda) kökenli kişilerden oluştuğu fikrini -1911 Emperyal Konferansı’ndan bu
yana ilk kez- yeniden ısıtıp ortaya sürmüştü. Altmış kusur yıl önce Geoffrey Dawson (The
Times gazetesi editörü) Lionel Curtis (Royal Institute of International Affairs’in -RIAA ya da
diğer adıyla- Chatham House’un kurucusu) ve Philip Kerr (İngiltere’nin Washington
Büyükelçisi) tarafından ortaya atılan bu fikrin yeniden gündemlenmesi, “Anglo-Amerikan
Birliği” çabalarının da daha sıkıca şekillenmesine yol açacaktı. Bir süre sonra İngiltere
Başkabakanı Margaret Thatcher’in danışmanı ve Daily Telegraph yazarı olacak John
O’Sullivan da “İngilizce Konuşan Ülkeler Birliği” (The English Speaking Union) konusunda
kalem oynatmaya başlayacak, siyasal çevreyi etkilemeye koyulacaktı. (Bunun günümüzdeki
yansıması Irak saldırısı ve işgali sırasında İngiltere Başbakanı Tony Blair’in hiçbir şeyi
sorgulamadan ABD’nin yanında yer almasıdır. Hatta Blair’e bu tutumundan dolayı “İngiliz
aksanlı Amerikalı” adı takılmış, Amerika ile ilişkileri bağlamında konumu -İkinci Dünya
Savaşı günlerindeki- eski İngiliz Başbakanı Churchill ile kıyaslanmıştır.) Kapitalist dünyanın
o günlerdeki ekonomik ve toplumsal kriz ortamı içinde, Amerika ve İngiltere’de sağcılar için
yeni bir “Anglo-Amerikan Birliği” projesi tam da zamanında yetişen bir imdat yardımı işlevi
görmüş ve sağa yeniden hayat verecek bir çare olarak görülmüştür. Washington’ın
muhafazakar düşünce kuruluşları ise bunu yeni bir pazar alanı olarak algıladılar ve
kamuoyuna pompalamaya başladılar. Friedman’ın Thatcher’e yaklaşmasının, Thatcher’ın
Reagan’la sıkı fıkılığının arka planında hep Stigler’in yeniden ısıtıp ortaya sürdüğü bu tezin
etkisi oldu. Bunun bir diğer boyutu da, “Anglo-Amerikan Birliği” alanında etkinleşen AngloSakson kökenlilerin büyük çoğunluğunun Yahudi oluşuyla somutlaştı. Hiçbir komplo
kuramına yer vermeye gerek olmaksızın bu durumun açıklaması -en azından- birçok Yahudin
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kıta Avrupasını (Almanya, Fransa, Polonya ve diğerleri) terk
ederek başta ABD ve İngiltere olmak üzere Anglo-Sakson dünyasına kaçmalarıyla
irdelenebilir. Ancak hiç kuşkusuz, bu ülkelerde İkinci Dünya Savaşı’ndan çok daha önce de
Yahudi nüfusu hem etkindi, hem de diğer ülkelere göre daha fazlaydı. Savaştan sonra yeni
gelenlerle tümleşmeleri ve onları etkinlik ağına sokmaları zor olmadı. Bu nedenle,
Yahudilerin “Anglo-Amerikan Birliği”nden rahatsız olmak bir yana, kendilerini bu dünyanın
temel ve doğal bir üyesi olarak yansıtmalarına şaşmamak gerekir. Zaten Stigler’in ailesi de
Yahudi idi.
Mont Pelerin Cemiyeti’nde Stigler dönemi gelişmeleri bu “Anglo-Amerikan Birliği”
tezinin yeniden ısıtılmasıyla da kalmadı. Başkanlığa geldiğinin ertesi yılı Haziran ayında RTZ
Corporation, Rio Tinto PLC ve CRA Limited de Rio Tinto Limited şekline dönüştüler.
(Yukarıda Mont Pelerin’in 1962-64 yılları arasında başkanlığını yapan John Jewkes’e ait
bölümde Rio Tinto şirketi ile ilgili anlatılanları anımsayınız.) St. James Square’deki bu yeni
yapılanma üzerinden Mont Pelerin Cemiyeti, hem Chatham House (RIIA) ile hem de CFR
(ABD’deki Dış İlişkiler Konseyi) ve Bilderberg Grubu ile çok daha sıkı temasa geçti.
Stigler’in Başkanlığı dönemi Mont Pelerin’in en çok -ve en çeşitli- toplantılar düzenlediği
dönemlerden oldu. 1976’da İskoçya’da St. Andrews’da ve 1978’de Hong Kong’da Genel,
1977’de Fransa’da Paris’te ve Hollanda’da Amsterdam’da Bölgesel ve 1978’de Tayvan’da
Özel toplantılar yapıldı.
22-28 Ağustos 1976 tarihleri arasında St. Andrews’da yapılan Genel Toplantı’ya
A.A. Alchian, D.C. Peterson, E. Streissler, E.C. Banfield, G. Leduc, G.Stigler, G.W.
Nutter, M. Friedman, P. Gottfried, P.E. Kinkel, P.J. Stanlis, R. Diaz, R.H. Coase, R.M.
Hartwell, S. Ricossa ve W. Letwin;
3-9 Eylül 1978 tarihleri arasında Hong Kong’da yapılan Genel Toplantı’ya ise
A. Harberger, A. Rabushka, A.A. Shenfield, A.J. Meigs, B. Shenfield, C.P. HaddonCave, Ch. Nishiyama, D. Henderson, E. van den Haag, F.A. Hayek, G. Becker, G. Haberler,
G. Leduc, G. Stigler, H. Demsetz, H. Giersch, H. Lepage, H. Maksoud, H.G. Manne, J.
Cowperthwaite, J. Exter, J. O’Sullivan, J. Reig, J. Van Offelen, J.G. Greenwood, J.P.
Hamilius, M. Friedman, N. Kiuchi, N. Zuloaga, O.J. Hoff, P. Duignan, P. Schwartz, R.
Boyson, R. Diaz, R. Haris, R. Vaubel, S. Chung, S. Mulholland, S. Rydenfelt, M.L. Newman,
T.J. Courchene ve V. Smith katıldılar.
1977 yılında Paris’te yapılan Bölgesel Toplantı’ya katılan çağrılılar arasında Fransa’dan
B. Collomb, R. Barre, M. Debatisse; Federal Almanya’dan H. Ehrenberg, O.G. Lambsdorff;
Belçika’dan E. Davignon, M. Eyskens; İsviçre’den D. De Pury vardı. Bunlardan Bertrand
Collomb, Etienne Davignon ve David de Pury, Bilderberg Grubu’nun Avrupalı
temsilcileriydi. Raymond Barre (Fransa eski Başbakanı), Michel Debatisse (Fransa eski Gıda
ve Tarım Bakanı), Herbert Ehrenberg (Almanya eski Çalışma ve Sosyal İşler Bakanı), Kont
Otto Graf Lambsdorff (Almanya eski Ekonomi Bakanı), Marc Eyskens (Belçika eski Flaman
Bölgesi Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı) ise Trilateral Komisyon üyeleriydi.
Yine aynı yıl Amsterdam’da yapılan Bölgesel Toplantı’nın çağrılıları arasında Jimmy
Carter hükümetinin Maliye Bakanı Werner Blumenthal, Dışişleri Bakan Yardımcısı Warren
Christopher, Ulusal Güvenlik Koordinatörü Samuel Huntington, BM Deniz Hukuku
Konferansı ABD Sorumlusu -ve Gerald Ford hükümetinin Ticaret Bakanı- Eliot Richardson,
Ulusal Güvenlik İşlerinden Sorumlu Başkan Yardımcısı Zbignew Brzezinski’nin yardımcısı
Charles Heck de vardır. Bunların tümünün ortak özelliği Trilateral Komisyon üyesi
olmalarıdır.
1978’de Tayvan’da yapılan Özel Toplantı’nın çağrılıları ise daha da ilginçtir. Aralarında
İngiltere’den Henry Keswick, Roderick MacFarquhar ve Reginald Maudling; Almanya’dan
Kurt Birrenbach ve Theo Sommer; Fransa’dan Claudio Sergé; Japonya’dan Nobuhiko Ushiba
ve Saburo Kita ile -şimdi sıkı durun- Türkiye’den Em. Org. Turgut Sunalp ve Dr. Fethi
Tevetoğlu da vardır.
Henry Keswick, Matherson and Ltd.’in Başkanıdır. Büyük Britanya Çin Komitesi üyesi
olup ayni zamanda Çin Birliği’nin de Başkanıdır. British Bank of Middle East (Orta Doğu
İngiliz Bankası), Sun Alliance ve London Assurance sigorta şirketleri ile Robert Fleming
Holdings Ltd. Bankası’nın (11 Nisan 2000’de Chase Manhattan tarafından satın alındı)
Yönetim Kurulu Üyesidir. Ayni zamanda Trilateral Komisyon üyesidir.
Roderick MacFarquhar, China Q yazarıdır. Saygın siyasal dergi New Statesman’in Yazı
İşleri Kurulu üyesi ve BBC Yapımcısıdır. Ve ayni zamanda Trilateral Komisyon üyesidir ve
komisyonda 1974-79 tarihleri arasında Medya Başkanıdır.
Reginald Maudling, İngiltere’de Koloniler Sekreterliği, İkmal Bakanlığı, Maliye
Bakanlığı yapmış ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Delegesi olarak çalışmıştır. Hem
Trilateral Komisyon hem de Bilderberg üyesidir.
Kurt Birrenbach, Alman Dış Politika Teşkilâtı Başkanı, Thyssen Vakfı Başkanı,
Thyssen-Hutte AG Başkan Yardımcı, Atlantik Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Başkan
Yardımcısı, Avrupa Birliği Başkan Yardımcısıdır. Trilateral Komisyon üyesidir.
Theo Sommer, Die Zeit Başyazarıdır. Hamburg Üniversitesi Ekonomik İşler
Okutmanlığı ve Savunma Bakanlığı Planlama Personel Şefliği yapmıştır. Trilateral Komisyon
üyesi, Bilderberg İdare Komitesi üyesi ve Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü (IISS)
görevlisidir.
Claudio Sergé, Lazard SA Bankası Genel Müdürü ve Avrupa Topluluğu görevlisidir.
Trilateral Komisyon’un Daimi Olmayan Avrupalı üyelerindendir.
Nabuhiko Ushiba, Japonya’da Çok Taraflı Ticaret Müzakereleri temsilcisi, Dışişleri
Bakanlığı Danışmanı ve Dış Ekonomik İlişkiler Bakanı oldu. 1 Ocak 1995’te kurulan Dünya
Ticaret Örgütü’nün (WTO) ön çalışmalarında bulundu. Trilateral Komisyon üyesidir.
Saburo Okita ise Japonya Dışişleri Bakanlığı yaptı ve o da üyesidir.
“Dış çağrılı” statüsündekiler arasındaki iki Türk’e, Em. Org. Turgut Sunalp ve Dr. Fethi
Tevetoğlu’na gelince…
Sanırız ki onları tanımayan yoktur.
Turgut Sunalp, 1917 yılında İstanbul’da doğmuş, 1924’de Bursa Işıklar Askeri
Lisesi’ne girmiş ve 1945’de İstanbul’da Harp Akademileri’nden mezun olmuştur.
1962 yılında tuğgeneralliğe, 1968’de korgeneralliğe getirilmiş ve 1972 yılında
orgeneralliğe yükselerek, Genelkurmay 2. Başkanlığı’na, daha sonra da Harp Akademileri
Komutanlığı’na atanmıştır. 12 Mart öncesi ve sürecinde sol kesime karşı işkenceci ve kıyıcı
olmuştur.10 “9 Martçı” diye nitelenen ve 12 Mart’ın Silahlı Kuvvetler’den uzaklaştırdığı silah
arkadaşlarını bile tutuklayıp işkencehanelere göndermiştir. (Bkz. Aksiyon Dergisi, Sayı 459,
Amiral Vedii Bilget: “Sunalp beni de gözaltına alacaktı”) Sunalp emekli olduktan sonra
Kanada’da büyükelçilik görevinde bulundu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra siyasi parti
çalışmalarına izin verilmesiyle Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni (MDP) kurdu ve partinin
Genel Başkanlığı’na seçildi. Seçimlerde hezimete uğradı. Sunalp’in solcu düşmanlığı ve
sapkınlık ölçüsündeki anti-komünizmi, aile kökeninden gelmiştir. Annesi Macide hanım,
Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey’in Ressam Celile Hanım’dan sonra evlendiği eşi Cavide
Hanım’ın kızkardeşiydi. Hikmet Bey ile Cavide hanımın kızları Melda Kalyoncu’dan (Refik
Erduran’ın ilk eşi - Kemal Tahir Vakfı Başkanı) da nefret ederdi. Ailesinin “sol eğilimi”ne
karşı kini derin bir ruhsal hastalık boyutundaydı. Bu kin ve nefretini, daha sonra ele geçirdiği
askersel etkinliğiyle ülkenin solcularına yöneltti. 12 Mart dönemindeki işkenceleri ve
tutuklulara copla tecavüz edildiğini yadsırken kullandığı “Niye cop kullansınlar, taş gibi
delikanlılarımız var!” ifadesi hastalıklı yapısının en dışa yansımış ölçütlerindendi. Mont
Pelerin Cemiyeti toplantısına çağrılı olduğu dönemde emekli ve Ottawa’da Büyükelçiydi.
(Turgut Sunalp’le ilgili kimi notlar için Ek.12’ye bakınız.)
Dr. Fethi Tevetoğlu ilk, orta ve lise eğitimini yurdun çeşitli illerinde yaptıktan sonra
Askeri Tıbbiye’ye girdi. Mezuniyeti ertesinde Gülhane Askeri Tıbbiye’ye atandı ve
uzmanlığını Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamlayarak çocuk hastalıkları uzmanı
oldu. Bir süre sonra askerlik görevinden ayrıldı ve Amerika’ya giderek Teksas ve Baylor
Üniversitelerinde başasistan ve öğretim görevlisi olarak çalıştı. Dönüşünde Samsun’a
yerleşerek serbest hekimlik yapmaya başladı. Aynı yıl Demokrat Parti Samsun İl Başkanı
oldu. 27 Mayıs devriminden sonra Adalet Partisi Samsun örgütünü kurarak il başkanı oldu ve
aynı yıl Samsun’dan senatör seçildi. Bu görevde aralıksız 12 yıl kaldı.
Tevetoğlu, Dünya Antikomünist Teşkilatı’nın Orta Doğu ülkeleri temsilciliğini
üstlenmiş ve ölümüne kadar bütün yıllık kongrelerine katılmıştır. Ayrıca Türk Ansiklopedisi
yayın kurulu başkanlığı da yapmıştır. 1987’de yayıma başlayan Yeni Orkun dergisine de
çeşitli makaleler, dizi yazılar yazmış, son gününe kadar da derginin başyazarlığını yapmıştır.
İstanbul’da Askeri Tıbbıye öğrencisi iken Atsız’la tanışarak ona hayranlık duymuş ve en
yakın dostlarından biri olmuştur. Daha Askeri Tıbbiye öğrencisi iken, bir arkadaşının adına
aldırdığı imtiyazla Kopuz Dergisini yayınlamaya başlamış ancak haberi alan Ankara’daki
yetkililer eğer dergiyi kapatmazsa er olarak alaya çıkaracaklarını bildirmişlerdir. Daha sonra
Samsun’a atanmış ve burada da Kopuz’u eşi üzerine aldığı imtiyazla yayınlamayı sürdürmesi
üzerine bu kez Ankara’dan bir heyet gönderilmiş ve ifadesi alınmış ama Kopuz’a
dokunulmamış ama kısa süre sonra “tabutluk” olayından dolayı tutuklanmıştır. Derginin bu
döneminde yazarları arasında Atsız, Zeki Velidi Togan, İsmet Tümtürk, Hüseyin Namık
Orkun, Nejdet Sançar, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Peyami Safa, Remzi
Oğuz Arık, Z. Fahri Fındıkoğlu, Dr. Hakkı Akansel de vardı. Tevetoğlu’nun yazdığı kitaplar
arasında “Yarın Turan Benimdir”, “Türklüğe Kurban”, “Faşist Yok Komünist Var”, “Kıbrıs
ve Komünizm”, “Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler”, “Mukaddes Topraklardan
Geçen Yol” gibileri sola ve sosyalizme karşı düşmanlığını açıkça dile getirdiklerindendir.
Dikkati çeken diğer bir yanı da, askerlikten ayrılıp Amerika’ya gittiği dönemde özellikle
Teksas Üniversitesi çevresinde gelişmiş ırkçı kuruluşlarla ve Dünya Antikomünist
Teşkilatı’yla iç içe yaşantısı sürecidir. Bu süreçte, Amerikan biyolojik ırkçılığının önderi R.B.
Bean’in izdaşlarıyla ve özellikle “iki ırkın karışmasının aşağı türden ilkel bir ırkın ortaya
çıkmasına yol açacağını” yazıp zencilerle beyazların evliliklerin yasaklanmasını isteyen
Madison Grant’çılarla birlikte Austin’deki zenci Müslümanlara karşı düzenlenen eylemlere
katılımı dikkati çekti. Çünkü bu “zenci Müslümanlar”ın komünist olduklarına inanmıştı.
Tevetoğlu, Mont Pelerin Cemiyeti toplantısına çağrılı olduğu dönemde ise İslam Kalkınma
Bankası Müşaviri ve İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı Genel Sekreter Yardımcısı
idi.
1. Acton-Toqueville, iki ayrı kişinin John Acton (1834-1902) ve Alexis de
Toqueville’in (1805-1859) adlarının birleşiminden esinlenerek oluşturulmuş bir isimdi.
Bunlardan ilki dinsel özgürlüğü, ikincisi ise Amerikan demokrasisini inatla savunan
düşünürlerdi.
2. Ek-1’e bakınız.
3. Em. Korgeneral Nihat Özer değildir.
4. Soros için ayrıntılı bilgi için bkz: Nokta dergisi, sayı 1086, 26 Nisan 2004
5. İnternet üzerinden Rio Tinto Iran, Iran Rossing kelimeleri ile yapılacak aramada
fazlası ile bilgi elde edilebilir. Rio Tinto’yu 1900’lü yılların ilk çeyreğinde Lord Denbigh
kanalıyla İngiltere’nin çıkarları için Osmanlı yetkililerine Glascow projesini kabul ettirmeye
çalışırken bulmaktayız. Bu dönem Chester/ABD, Glascow/UK gibi projeler ile Fransız ve
Almanların demiryolu imtiyaz kavgalarının yoğun bir şekilde yapıldığı dönemdir. Osmanlı ilk
dış borcunu 1854’de Palmer ve Goldshmildt’den almıştır. Kırım savaşını ise Rothschildler
finanse etmiştir. Osmanlıyı yeteri kadar borçlandırdıktan sonra Rothschildler, Herzl’i
Abdulhamid Han’a göndererek, borçları silme karşılığında Filistin topraklarının yahudilere
bırakılmasını teklif etmiştir. Bu teklif rağbet görmez. Chester projesinin arkasında ABD’de
yerleşik, Rothschild ve Warburg ortaklığı olan Kuhn Loeb & Co. (şimdiki American Express)
firması vardır. Ayrıca, Chester projesi kapsamında kurulan Ottoman American Development
Company firmasının yönetiminde bir Rothschilds kuruluşu olan Wickers Armstrong
firmasının Washington temsilcisi de bulunmakta idi. Bu proje daha sonra Atatürk tarafından
çöpe atıldı. Yine bir Rothschilds kuruluşu olan Osmanlı Bankası, Almanlarla birlikte Bağdat
demiryolunu finanse etmekte ve yeni imtiyazlar peşinde koşmaktaydı. Bir Rothschilds ajanı
olan Gülbenkyan, Shell adına Osmanlı petrol alanlarının peşinde idi. Gülbenkyan başarılı
oldu. Petrol imtiyazı daha sonra Irak Petrol Şirketi adını alan Türkiye Petrol Şirketine verildi.
Amerika % 23.5, İngiltere % 23.5, Fransa % 23.5, Shell % 23.5 ve Gülbenkyan % 5 hisse
aldılar. Bölge BM tarafından İngiltere’nin nüfuz alanı olarak ilan edildi. Projeler ve
imtiyazların temeli demiryolu inşasına dayanmakta ve yapılacak demiryolunun 20 km sağı ve
solu demiryolunu yapacak firmalara imtiyaz bölgesi olarak verilmekteydi. İmtiyaz
bölgesindeki madenler, petrol, orman envali, tarım alanları, tarihi eserler ve ören yerleri bu
firmaların tasarrufuna bırakılıyordu. Amerikan misyonerler Anadolu ve Ortadoğu’yu karış
karış taramışlar ve demiryollarının güzergahlarını belirlemişlerdi. Bor madenlerinin
devletleştirildiği 1978 yılından önce Türkiye’deki bor madenlerinin % 80’ine Türk Borax adlı
firması ile hakim olan Rio Tinto, Anatolia Mineral Development Ltd isimli firması ile bu
günlerde ülkemizde altın, gümüş, bakır, çinko v.s. araması yapmaktadır. Bu firmaya
Cominco’da ortaktır. Zengin altın rezervi buldukları belirtilmektedir. Ancak bu bilgilere
ihtiyatlı yaklaşmakta fayda vardır. Rio Tinto ve diğer altın arayıcılar, ülkemizin içinde
bulunduğu ve patronu olan bankalarca körüklenen krizden faydalanarak; krize çare olarak
“işte altın, altın çıkarmak için yerli sermayenin gücü yetersiz, o halde yabancı sermayenin
önünü açalım” şeklinde bir yaklaşımla önemli imtiyazlar elde etmek isteyebilirler. Bu manada
Endüstri Bölgeleri Kanun Tasarısı, manda yönetimini aratacak kadar önemli tavizler
içermektedir. Nitekim, halen Kütahya’da faaliyet gösteren 100.Yıl Gümüş Tesisleri 120
ton/yıl altın işleme kapasitesine sahip iken bu durum kimsenin aklına gelmemekte, tek çözüm
yabancı sermayenin önünün açılması olarak gösterilmektedir. Önü açılmış yabancı sermaye
aslında en çok yerli sermayeyi tehdit etmektedir. Bu onların başka ülkelerde oynadıkları
oyunlara benzemektedir. Rio Tinto lobisi şimdilerde bu tezi ısrarla işlemekte ve toplumun
önüne altın haritaları sermektedir. Rio Tur firması ile de trona aramaları yaptığı ve
Ankara/Kazan’da trona rezervi tespit ettiği belirtilmektedir. Bu, doğru ise, Eti Holding - Park
Holding ortaklığı ile Beypazarı’nda yapılacak tesisin açılmadan kapanması demektir.
Türkiye’de önemli miktarda altın sahası kapatan Eldorado Gold firması Anglo American
Corp’a (AAC) aittir. Fransız Mines d’Or SA firmasına ait iken Eurogold firmasının üretim
yapmasını engelleyenlerin arkasında AAC olduğu ifade edilmektedir. Eurogold isim
değiştirerek Normandy olmuştur. Ana firma Normandy Posseidon’un kontrolü Rio Tinto ve
AAC’ dedir. Altın fiyatları, her gün, iki kez İngiltere’de bulunan Rothschild Bank tarafından
belirlenmektedir. Hammadde temin ettikleri ülkelerden hiç birisi gelişmişlik seviyesini
yakalayamamıştır. Rio Tinto’nun GAP projesi kapsamında yapılan Ilısu barajında da hissesi
bulunmaktadır. Buradaki hissesi kendi faaliyet alanı ile ilgili olmayıp İngiltere’nin Ortadoğu
politikaları muvacehesindedir. Rio Tinto’nun kendi açıkladığı bilgilere göre elinde en fazla 20
yıllık bor rezervi kalmıştır. Yataklarda açık ocak işletmeciliği yapma imkanı kalmadığı, kapalı
ocaklardan yapılacak üretimin de oldukça pahalı olduğu bilinmektedir. Rio Tinto
Arjantin’deki bor yataklarından üretimi durdurmuştur. ABD ise üretime en fazla 10 yıl daha
müsaade eder ve kalan bor rezervini stratejik rezerv ilan ederek üretimi durdurur. Bu durumda
Rio Tinto/US Borax’ın önünde iki çözüm bulunmaktadır. Ya yeni bir bor rezervine sahip
olacak ya da bor madenine alternatif bulacaktır. Yeni bir bor rezervine sahip olabilmesinin en
kestirme ve etkili yolu Türk bor madenlerine sahip olmaktır ya da pazarlamasını tamamen
kontrol altına almaktır. Rio Tinto ile aynı sermaye grubuna dahil olup, Eti Holding’den bu
güne kadar hiç bor almamış ya da çok az bor ürünü almış diğer şirketlerin ihtiyaçlarının çok
üzerinde taleplerle gelmesi sürpriz olmayacaktır. Yüksek miktarda ve uzun süreli bağlantılarla
ürün talep eden yeni aracılar ortaya çıkacaktır. Böylece US Borax/Rio Tinto’nun üretimden
çekilmesi ile doğacak boşluk kendi çıkarlarına uygun olarak doldurulacaktır. Bu uğurda nasıl
mücadele ettiği, lobisinin nasıl çalıştığı kamuoyu tarafından bilinmektedir. Bor madenlerinin
özelleştirilmesi için yeniden girişimlerde bulunacaklardır. Bunun için akla hayale gelmedik
yollara başvurmaktan çekinmeyeceklerdir. Bor madenine alternatif ürün geliştirme hususunda
yoğun bir çalışma yürütülmektedir. Trona madeninin bor yerine kullanılması için çalışmaları
halen devam etmektedir. Owens Corning’in borsuz fiberglas üretme çabaları ve deterjan
üretiminde borun trona ile ikame edilmesine yönelik gayretler ancak bu şekilde anlamlı hale
gelmektedir. Rio Tinto son yıllarda ABD’de trona işletmeciliğine başlamıştır. US Borax
firması Owens Lake Operation adlı kuruluşa ortak olarak trona üretimine girmiştir. IMC
Chemical kanalıyla dünyanın ikinci büyük trona üreticisi olmuştur. 1993 yılından bu yana
Beypazarı trona madenlerinin işletmeye açılmasını engelleme gayreti içinde olmuştur. Bu
yatırımı engelleyemez ise kendisi kontrol altına almak istemektedir. Trona’nın en çok
tüketildiği Avrupa’ya en yakındaki tek doğal soda yatağının Türkiye’de olması bu cevheri
stratejik hale getirmektedir.”)
6. Bilindiği gibi 1968’lerde ABD içinde sıradan bir düşünür olan Alman kökenli
Herbert Marcuse’ün görüşleri, “yeni sol” etiketi ile Avrupa’ya salındı. “İşçi sınıfı, devrimci
bir sınıf değildir artık” diyordu Marcuse. “Kapitalist sistem, artık değerden önemli paylar
vererek işçi sınıfını burjuvaziye ortak kılmıştır. Devrime öncülük edecek tek kesit kalmıştır:
Sınıfsal özüne henüz yabancılaşmamış gençlik.” İşte bu noktadan sonra, Berlin’den başlayıp
Paris’e sıçrayan ve Sorbonne’da doruğuna ulaşan öğrenci eylemleri başladı ve tüm dünyaya
sıçradı. “Yeni sol” kavramı da, işçi sınıfı varlığını yadsıyan bir boyutta, Marksizmle uzlaşmaz
çelişkiler belirleyen bir yapılanmaya yöneldi. Sonuçta Marcuse’ün tetiklediği olaylar, Fransız
politikacı Duclos’un da belirttiği gibi, “Özerk Avrupa tasarısına karşı tümüyle ABD’nin
kışkırttığı bir sabotaj eylemi” oldu. Bu apaçık olgudan çıkarılması gereken ders bir sınıf
olarak örgütlenmemiş her kesimin eylemi, başka güçlerce kışkırtılıp denetlenebilir; gençlik bir
toplumun varoluş çekirdeğidir ama, bir sınıf değildir; ne siyasal ne ekonomik bir eyleme
öncülük edebilir olmasına karşın bu ders bir türlü alınamadı ve sonraki yıllarda toplumcu
devrimci hareketin tüm dünyada güdükleşmesine neden oldu. Marcuse’ün CIA hesabına
çalıştığı öldükten sonra dünya kamuoyu tarafından iyice anlaşıldı.
7. Ölüm Mangaları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Emperyalizmin Bataklığında
İstihbarat Örgütleri - Doruk Operasyonu, Talat Turhan, Sorun Yayınları.
8. Friedman ekonomisi için Ek.6’daki Susan George’un “Neoliberalizmin Kısa
Tarihçesi” başlıklı makalelerine de bakınız.
9. Ayrıntılar için Bkz. Ek.7, Ek.8 ve Ek.9’da Ayn Rand’ın “Kapitalizm: Bilinmeyen
İdeal”ına Prof.Atilla Yayla’nın yazdığı önsöz, Sinan Çetin’in kitaba ilişkin görüşü ve
Yayla’nın Çetin ile bu konuda yaptığı ve Liberal Düşünce Dergisi’nin 2004 Kış’ına ait 33.
sayısında yayınlanan söyleşi.
10. Bu konuda Bkz. Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri, Talat Turhan, 2. Kitap,
Sorun Yayınları, Ocak 2005, S.111-128 ve Marmara Brifingi: Devletin Gözüyle Sol ve Sağ
Örgütler, Kaynak Yayınları, Nisan 1995
III
1978 Türkiyesi
Ecevit, o 1978 yılının Washington’daki NATO Doruk Toplantısı’ndan ülkeye
döndüğünde aylardır siyasal olaylarda ölenlerin sayısının Mayıs ayında katlanarak arttığını
gördü. Haziran ayının ilk günü, 1 Ocak - 31 Mayıs tarihleri arasında aralarında Savcı Doğan
Öz ve Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun da bulunduğu 224 kişinin öldürülmüş
olduğu liste konulmuştu önüne:
Abbas Lüle, Abdullah Akgül, Abdullah Celep, Abdullah Gülbahar, Abdullah Şimşek,
Abdullah Turgut, Abdurrahman Alagöz, Abdülaziz Akbay, Abdülgani Bozarslan, Adem
Daniş, Adem Güler, Adem Hepgüler, Adil Demiröz, Adil Keçedereli, Adnan Onk, Adnan
Sevik, Adnan Yüzgün, Ahmet Avlamaz, Ahmet Güzel, Ahmet Şakir Gülgüner, Ahmet Şerif
Satilmiş, Ahmet Yetiş, Ahmet Yücelkaya, Alaattin Akay, Ali Baltekin, Ali Çakır, Ali Çiftçi,
Ali Karakaya, Ali Koca, Ali Osman Beydilli, Ali Rıza Koşar, Ali Sevinç Şeker, Ali Şahin, Ali
Yahya Özkuyucu, Anket Turan Ören, Atilla Acartürk, Aydın Efetürk, Bahri Bilge, Baki
Bostan, Baki Ekiz, Barış Yıldırım, Bayram Akçay, Bayram Turan, Bekir Erdoğan, Bekir
Kayısı, Bilgin Girgin, Bozkurt Fendoğlu, Cavit Güdücü, Celal Duru, Celal Özkan, Cemil
Sönmez, Cevat Balcı, Cevat Koca, Coşkun Erdağ, Coşkun Keskin, Çetin Bay, Çetin Ergül,
Davut Yağmur, Doğan Gül, Doğan Öz, Emin Kutan, Emine Küçükkılıç, Emir Akmaner, Emir
Çınaroğlu, Enver Dağcı, Erdal Nuhoğlu, Erhan Bitlisli, Erhan Genişhan, Erhan Tekel, Eyüp
Gökçen, Fethi Apaydın, Firdevs Daniş, Galip Sevinç, Gökhan Yüksel, Gürsel Kahraman,
Güven Bilgili, Güzelaga Biçici, Hacibey Ercan, Halil Çavgür, Halil Özdemir, Halil Ülker,
Halit Namlı, Hamit Fendoğlu, Hamit Şahin, Hanefi Bender, Hanife Fendoğlu, Hasan Çaylı,
Hasan Okut, Hasan Sürel, Hasan Yasin, Hasan Yaşar Avşar, Hatice Özen, Hatip Bozkurt,
Hayati Dagaslan, Haydar Ceritli, Haydar Karababa, Haydar Kök, Hayrettin Akpınar, Hayri
Kürüş, Hikmet Akın, Hülya Tekin, Hüseyin Cankatar, Hüseyin Ergin, Hüsnü Kayıhan,
İbrahim Bozkurt, İbrahim Çiçek, İbrahim Hürbaş, İbrahim Tınaz, İdris Ekinci, İhsan
Vuraloğlu, İsmail Güzel, İsmail Keskin, İsmet Erdem, Kazım Turhan, Kemal Eren,
Kemalettin Erdoğan, Kenan Yüzgül, Kısmet Doğan, Kudret Uybaş, Levent Özyürük, Mahmut
Kocaoğlu, Mahmut Yıldırım, Mehmet Ali Kocatepe, Mehmet Alkut, Mehmet Bal, Mehmet
Çakan, Mehmet Çelik, Mehmet Çetin, Mehmet Doğruyol, Mehmet Fendoğlu, Mehmet İhsan
Savaş, Mehmet Karadan, Mehmet Korkmaz, Mehmet Nuri Ayyıldız, Mehmet Taşdemir,
Metin Koca, Metin Yılmaz, Muharrem Çöllü, Murat Kurt, Mustafa Bal, Mustafa Çelebi,
Mustafa Deniz, Mustafa Gönül, Mustafa Kahraman, Mustafa Sari, Mücahid Güleç, Müjdat
Çelikyay, Naci Erguvanlı, Naci Has, Naver Ergin, Nazım Kuru, Necip Bulut, Nejat Gökpınar,
Nevruz Koç, Nevzat Gökçen, Nihat Kaymakel, Nurettin İl, Orhan Bilici, Orhan Küçükkaya,
Orhan Öztorun, Osman Ataç, Osman Demir, Osman Doğan, Osman Sağlak, Osman Topak,
Ömer Aydoğdu, Ömer Bayraktar, Ömer Semiz, Ömer Toy, Özcan Demirtaş, Özcan
Yurtsever, Rafet Temizkök, Rahmi Şahin, Ramazan Demiröz, Ramazan Doğan, Renan Eriş,
Rıfat Genç, Sabri Özkan, Sabri Taşdemir, Sadettin Manga, Sadık Önal, Sait Hazar, Sait
Ulusoy, Salih Uluğ, Savaş Eryetiş, Sedat Yalnızcan, Sefer Aktaş, Selahattin Akkaya,
Selahattin Aslan, Selahattin Doğan, Selahattin Doğu, Selahattin Öndek, Selçuk Sarıdoğan,
Selma Keçeli, Semih Erke, Seyfettin Erkılıç, Sinan Koca, Süleyman Erim, Şaban Demiral,
Şadi Yılmaz, Şahin Buyrukbilen, Şeref Özçubukçu, Şeref Şahin, Şerif Neydim, Şevki Demir,
Tahir Kökçü, Talat Temel, Tekin Ersöz, Teslim Temel, Uğur Selvi, Ünal Kabakçı, Vakkas
Nergis, Vedat Gökdemir, Veli Saka, Yaşar Temiz, Yavuz Kahraman, Yıldırım Coşar, Yılmaz
Derebaşı, Yunus Bedel, Yusuf Pakır, Zafer Boz, Zafer Üstünöz, Zeynel Adıgüzel, Zeynep
Göğüs.
Ertesi gün ise Madrit’te Büyükelçimiz Zeki Kuneralp’in eşi Necla Kuneralp ve emekli
Büyükelçi Beşir Balcıoğlu’nun katledildikleri haberi ulaştı Ankara’ya.
8 Haziran 1978 sabahı Carter, 13 Senatörü Beyaz Saray’a çağırdı. Türkiye’ye
uygulanan ambargonun kaldırılması için kampanyanın resmen açıldığını bildirdi. Toplantıdan
çıkanlardan biri de Senatör Frank Church idi. Amerikan kamuoyunun Watergate’deki ve kimi
Kongre üyelerinin rüşvet soruşturmalarındaki tutumundan dolayı yakından tanıdığı Chuch
gazetecilere, “Ambargonun kaldırılması için oyumu değiştirmeyi kararlaştırdım. Bunu sadece
vatanımın güvenlik çıkarları için yapıyorum” dedi. Kampanya, kamuoyuna pazarlanmaya
başlanmıştı.
14 Haziran’da Carter bir basın toplantısı düzenledi. Toplantı NBC tarafından tüm
Amerika’ya canlı yayınlandı. Başkan burada, “Türkiye’ye uygulanan ambargonun
kaldırılması, dış politikada yönetimin bir numaralı öncelik sorunudur. Konulan ambargo,
Kıbrıs uzlaşmasına olumlu katkıda bulunmadığı gibi ABD’nin Türkiye ve Yunanistan ile
ilişkilerindeki gerginliği arttırmış ve NATO’yu olumsuz biçimde etkilemiştir. Doğu Akdeniz,
ABD’nin kendi güvenlik çıkarları ve Orta Doğu ile Güney Avrupa’nın savunması için çok
önemlidir. Bu bölgede güvenliğin sağlanması için şu üç unsur gerçekleştirilmelidir:
1- Amerika, NATO, Türkiye ve Yunanistan’ın güvenlik çıkarlarına hizmet edilmeli;
2- Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler geliştirilmeli;
3- Kıbrıs uzlaşması girişimlerine yardımcı olunmalı.
Bunlar için Kongre’den Türkiye’ye konulmuş ambargonun kaldırılması önerimizi
onaylamasını istiyorum” şeklinde konuştu.
Ecevit, 12 Mart’ta Bern’de, Kıbrıs sorununu irdelerken Amerika için “Gölge etmesinler
başka ihsan istemeyiz!” demişti. Ama üç ay sonra, ABD doğrudan tüm ağırlığını Kıbrıs
konusuna kaydırmış oluyordu. Bunda etken Ecevit’in NATO doruğunda Carter ile yaptığı
görüşmeydi. Ecevit’in kendi kendisini tekzip edişiydi
Derken salt ABD değil tüm önde gelen Avrupa ülkeleri -ve hatta Çin ile Japonya bileKıbrıs’ta ivedi çözüm istediklerini açıklamaya başladılar. Gerçekte, her emperyalist gücün
Kıbrıs için acil bir çözüm istemesinin ardında kendine özgü nedenler bulunuyordu. Acele
etmeyen tek taraf, Kıbrıs Türk egemen sınıfıydı. Amerikalılar, İngilizler ve Avrupalılar, bütün
bölgenin (Kıbrıs, Türkiye, Ortadoğu ve Arap dünyası) bir mayalanma içinde olduğunu
bildikleri için acele ediyorlardı. İsrail tarafından Filistinlilere uygulanan ulusal baskı patlamalı
bir durum yaratmak üzereydi. Arap Körfezi ve Güneydoğu Asya rotasında sorunları arttıracak
ve önceden kestirilemez durumlara yol açacak gelişmeler gözlenmekteydi. Bölge halkları
zaten yoksulluk içinde kıvranmaktaydı. ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin
etkinleşemedikleri koşulda bütün bölgeyi istikrarsızlığa itecek olan büyük bir ayaklanmanın
kıvılcımı her an parlayabilir ve Sovyetler’in bölgede başat rol oynaması kaçınılmaz olurdu.
Bu nedenle Amerikan emperyalistleri, adadaki İngiliz üslerini kullanabilmek için, sakin,
sorunsuz, istikrarlı bir Kıbrıs istiyorlardı. Ayrıca Türkiye’nin mutlak denetimleri altında
kalmasını istiyorlar, böylece Türkiye’yi çevresindeki ülkelere ve Sovyetler’e karşı askeri bir
makine ve bölgedeki çıkarlarını güvence altına almak için jandarma olarak kullanabilmeyi
sürdürmeyi planlıyorlardı. Bölgedeki petrol üreticisi ülkeleri denetleyebilmek için Türkiye,
Kıbrıs ve Yunanistan’ın Amerikan etkinlik alanında sistemle bütünleşmiş istikrarlı ve uslu
ülkeler olmasını istiyorlardı.
Öte yandan, Yunan sermayesi kendisi için büyük bir dert haline gelmiş olan bu soruna
geçici bir çözümü bile kabul edeceğinin ipuçlarını veriyordu. Yunan egemen sınıfı, mallarını
Türk pazarına sokmak istiyordu. Bu noktada Yunan hükümeti ile egemen sınıfı arasında
sürtüşmeler de olmuyor değildi. Hatta Yunanlı General Richard Capellos, “Yunan sermayesi
ödüllendirileceğini umarak ve sadakatinin bir kanıtı olarak Kıbrıs’ı Amerikalı ve Avrupalı
emperyalistlere satmak istiyor” diyordu.
Türk egemen sınıfı ise olağanüstü sıkıntıda olan ekonominin dışarıdan gelecek “sıcak
para” ile rahatlaması ve bankacılık sisteminin içine düştüğü açmazdan çıkabilmesi için Kıbrıs
sorununu şu ya da bu biçimde aşmak, ambargonun kaldırılmasını sağlamak yanlısıydı.
Hükümet de çökmüş ekonomiyi kurtarmak için gereksinim duyduğu uluslararası
kuruluşlardan daha büyük mali yardımlar almayı umuyordu. Silahlı Kuvvetler’in kimi
yöneticileri de ambargonun kalkması için somut adımlar atılmasını savunurken, sınırlı sayıda
asker “ulusal savunma sanayi”ne yönelmeyi öne çıkarıyordu.
Kıbrıs’ta ise durum farklıydı ama çok değişik değildi. Denktaş muhalifleri, çöken Kıbrıs
Türk ekonomisini ve mevcut mali kanamayı durdurmak için artık bir çözüm bulunmasını
istiyorlardı. Rum burjuvazisi ise, hem adanın Kıbrıs Türk tarafını kendi denetimine almak ve
hem de Kıbrıslı Türk işçileri ucuz emek gücü olarak kullanıp Kıbrıslı Rum işçilerin yaşam
standartlarını düşürmek için bir acil çözümden yanaydı. Kıbrıs Türk toplumu adada çözüm
konusunda ortadan ikiye bölünmüş durumdaydı. Kıbrıs Türk egemen burjuvazisi çözüm
istemiyor, çünkü Kıbrıs Rum burjuvazisi tarafından yok edilip yutulacağını gayet iyi
biliyordu. Adaya sonradan giden göçmenler de çözüme karşıydılar, çünkü eninde sonunda
Kıbrıs’ı terk etmek zorunda kalacaklardı. Fakat bunların aksine, yoksul ve acımasızca ezilen
Kıbrıslı Türk emekçiler, ada konusunda varılacak bir anlaşmayı, onları yasasız kuralsız
burjuvazi baskısından, göçmenlerin tacizlerinden ve apaçık sömürülmekten kurtaracak bir
çözüm olarak görüyorlardı. İşin ilginç yanı, emekçilerin partisi AKEL, bu aşamada ABD
denetiminde bir anlaşma zemini kotarılmasının işçilerin yaşam standartlarına yapılan
saldırıların bir sonucu olarak Kıbrıs Rum burjuvazisi ile işçiler arasındaki çelişkiyi
yoğunlaştıracağı gibi, Kıbrıs Rum burjuvazisi ile Kıbrıs Türk burjuvazisi arasındaki çelişkiyi
de keskinleştireceğinin ve olasılıkla aynı şeyin Kıbrıslı Türk ve Rum işçiler arasında da
yaşanacağının ayrımında değildi. AKEL, çözüme karşı tavır takınmış görünüyordu çünkü
yeniden birlikte yaşama olasılığı doğarsa Kıbrıslı Rum işçilerin yaşam standartlarının
düşeceğini çünkü varsıllığı Kıbrıslı Türk işçilerle paylaşacağını varsayan popülist ve
sendikalist politikaların baskısı altındaydı. Oysa Kıbrıs Rum burjuvazisi tam tersini
düşünüyor, çözüm sağlanması durumunda Kuzey kesiminden çok daha ucuz işgücü
sağlayabileceğini varsayıyordu. Bir yandan kapitalizm Türk ve Yunan işçileri yoksulluk ve
işsizliğe iterken, bir yandan da her iki kesimdeki burjuvazi sömürüyü ve kendi kârlarını
artırmanın yollarını arayıp savunuyordu. Türkiye solu ise, Kıbrıs’ta gerçekçi çözümün
emperyalizmin soruna müdahalesinden değil, tarafların emekçi kitlelerinin kotaracağı barış
içinde birarada yaşama ilkeleri ve mücadelelerini birleştirmeden geçtiği anlaşılmadıkça adada
esenliğin hayal olduğunu savunuyordu.
Ortadaki manzara, Kuzey ve Güney’deki egemen burjuvazilerin de, emekçi
kesimlerinin de olguya bakışlarında tam bir karşıtlık içinde olduklarını yansıtıyordu. İşin en
ilginç yanı, adada asla çözüm istemeyen Türk “milliyetçi”leri ile Rum komünistlerinin ayni
cephede, çözüm isteyen Türk emekçileri ile Rum burjuvazisinin de bir başka ayni cephede
buluşmuş olmalarındaydı. Belki de ortada böyle büyük bir kaos olduğu için Ecevit, birkaç ay
önce ABD için söylediği için “Gölge etmesinler başka ihsan istemeyiz!” sözlerini “hayal” bile
ettiremeyecek bir çark ediş içine girmiş, Başkan Carter’in bölgede tüm insiyatifi ele geçirecek
atılımına boyun eğmişti. Çünkü o siyasal yaşamının hiçbir sürecinde sorun aşacak, kaos
giderecek bir yaratıcılık ve siyaset ustalığına sahip olamamıştı. Nasıl ki Demirel askeri
darbelerde “şapkasını alıp gider”di, Ecevit de “küstüm” der köşesine çekilir, yurtdışı
bağlantılarıyla zaman öldürürdü. Bu nedenle de, Türkiye’nin sorunlarını gidermek için
yurtdışındaki çeşitli örgütlerde, emperyalist yapılanmalarda kendi çıkar ve istemleri yolunda
planlar yapılır, bu planları uygulayacak bir gölge lider yaratılırdı. Planları uygulamada -kendi
inisiyatifini kullanma hatasına düşüp- yanlış yapan kenara itilir, yerine inisyatif kullanacak
değil aldığı emri uygulayacak eğitimden gelmiş bir askersel cunta lideri kotarılırdı.
16 Haziran 1978 günü Beyaz Saray’da bir toplantı daha yapıldı. Türkiye’ye konulmuş
ambargonun kaldırılmasından yana çalışan grup Temsilciler Meclisi’nde ne sonuç
alınabileceğini irdeledi. Frank Moore, henüz yeterli sayıya ulaşılamadığını, oylamanın tatil
sonrasına ertelenmesinin gerekli olduğunu öne çıkardı. Öte yandan, eğer ambargonun
koşulsuz kaldırılması istenmezse, yeterli sayıda oy bulunabileceği görüşü de ağırlık kazandı.
Bu arada Türkiye’de yatırım ya da iş yapan 24 Amerikan şirketi de eyleme girişmişti. Ford ve
Harvester şirketleri yetkilileri ambargonun kalkmaması durumunda yatırımlarının tehlikeye
gireceğinden çekindiklerini açıklayarak aralarında görev ayrımı yaptılar. Çeşitli milletvekili
ve senatörlere ulaşıp ambargonun kaldırılmasından yana oy kullanmalarını istediler. John
Deere şirketi bir halkla ilişkiler firmasıyla anlaşıp Türkiye lehine kamuoyu oluşturmaya
girişti. Ancak bu girişimler “ambargo kalksın da nasıl kalkarsa kalksın” havası yarattı.
Gelişmeler ve ambargonun koşullu kaldırılma eğilimi Ankara’nın hiç hoşuna gitmemişti. Bu
arada Ecevit, 21-25 Haziran tarihleri arasında Moskova’ya gideceğini duyurdu.
Ecevit’in Moskova gezisi bir “şantaj” ya da “tehdit” değildi. Ama öyle algılandı
Washington’daki kimilerince. Moskova gezisi, Amerikan basını tarafından Türk basınından
çok daha yoğun bir ilgiyle, çok daha geniş bir gazeteci kadrosuyla ve anında yayınlarla
izleniyordu. Ecevit durumun ABD’de kaygı yaratıp ambargonun kaldırılması yönündeki
eğilimlere sekte vuracağını düşündüğü için olsa gerek, “Türkiye ambargo kalkmasa da
NATO’dan ayrılmayacaktır. Bölgedeki barışı bozma amacımız yoktur” dedi. Bu sözler en
büyük tepkiyi dışişlerindeki önde gelen diplomatlarımızdan aldı. Ecevit’in “elindeki kozları
açığa vurup gereksiz bir yaklaşım içine girdiği” eleştirileri yapıldı. Ne ki AP lideri Demirel,
düzenledigi “Bayrağa Saygı” mitinginde “Ecevit Türkiye’yi Batı’dan koparmayı planlıyor”
diyerek kitleleri galeyana getirmekte sakınca görmüyordu.
Sovyetler Birliği ile Türkiye tarihinin en önemli ekonomik ve teknolojik anlaşmalarını
yapmış Demirel, Ecevit’in Moskova gezisini Türkiye’nin “Sovyet uydusu” olmaya yönelmesi
gibi gösterince, MHP ve Ülkü Ocakları büyük ölçüde sokak terörüne yöneliyorlar, “solcu avı”
baskınları düzenlemeye başlıyorlardı. Yalnızca o Haziran günleri sürecinde aralarında
Abdullah Akçay, Ahmet Türkgenç, Akif Bekiroğlu, Ali Kemal Turgutoğlu, Bilal Öztoprak,
Birol Yüceloğlu, Celil Yıldırım, Cezmi Yürekli, Cihandir Erdeniz, Davut Turan, Ersoy Yıldız,
Feyzullah Ekşioğlu, Fikret Çağan, Fikret Derim, Hakan Özenç, Hatice Sefer, Hüdaverdi Polat,
Hürcan Gürsoytrak, İbrahim Güngör, İclal Akın, İsmail Caymaz, Kemal Durmazpınar,
Mahmut Özmen, Mehmet Ayık, Mehmet Eren, Mehmet Gürkan, Mehmet Karabulut, Mehmet
Palas, Murat Tuncay, Murtaza İçen, Mustafa Baykal, Mustafa Erdem, Mustafa Kuşçu,
Muzaffer Mutlu, Nazan Çalışkan, Nuri Karamürsel, Özer Üstüntaş, Sabri Aykurt, Süleyman
Aslan, Şakir Karataş, Şakir Saka, Tevfik Farisli, Turgay Yetkin, Yaşar Bahçeli, Yaşar
Şentürk, Yavuz Pilot, Yusuf Keskin, Zakir Alkan, Ziya Duru ve Ziya Sorak’ın da bulunduğu
50 kişi terörist saldırılarda can verdi.
Ecevit Moskova’da, Kıbrıs konusunu hem Brejnev hem de Kosigin ile uzun uzun
tartıştı. Türk tarafının önerilerini en ince ayrıntısıyla anlattı, görüşmelerin başlamasını
Rumların engellediğini kanıtlamaya çalıştı. Moskova’nın ta ilk günden bu yana Kıbrıs
konusunda tek kaygısı vardı. O da adanın çifte Enosis ile iki NATO üyesi Türkiye ve
Yunanistan arasında taksim edilmesi. Taraflar arasındaki görüşmelerden herhangi bir sonuç
alınmadığı ve çözümsüzlük giderek somutlaştığı ölçüde Moskova’nın bu konudaki kaygısı da
giderek artmaktaydı. Bu nedenle sorunun “taraflar arası” değil “çok taraflı” bir konferansla
çözümlenmesi önerisini ortaya atmışlar ve bunda direniyorlardı.
23 Haziran 1978 günü yapılan görüşmede Ecevit, Sovyet liderlerini adanın
bağımsızlığına verdiği önem ve taksim fikrine karşı oluşunu konusunda inandırmıştı. Sonunda
Türk-Sovyet ortak bildirisi yayınlandı ve “Toplumlararası görüşmelerde egemenlik,
bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve bağlantısızlığa saygı gösterilmesi” istendi. Moskova ilk kez
Kıbrıs konusunda “çok taraflı bir konferans” gerekirliğinden söz etmemişti. Sorunu
“uluslararasılaştırmamış”tı. Hiç kuşkusuz bu, Sovyetlerin politika değiştirdiği anlamına
gelmiyordu. Adanın bölünmesine yol açacak gelişmelerin önlenmesi için bir an önce
görüşmelerin başlatılmasını teşvik amacını içeriyordu. Ne ki, ne Ankara, ne Atina ne de
Washington durumu böyle algılamadı. Ankara’da, “Ecevit, Moskova’ya politika değiştirtti”
havası egemenleşirken Atina durumdan derin kaygı ve korku duydu. Washington ise
“Moskova, Ankara’yı ele geçiriyor” paniğine düştü.
O gün Brüksel’de, Türkiye Daimi Delegesi Coşkun Kırca, NATO Başkomutanı General
Alexander Haig ile görüşüyordu. Haig, 28 Haziran’da ABD Senatosu Silahlı Kuvvetler Alt
Komisyonunda - Savunma Bakanı Brown, Dişişleri Bakanı Vance ve Genelkuurmay Başkanı
Jones’un da katılacağı bir toplantıda - ambargo konusunda konuşma yapacaktı. Amaç,
senatörleri Türkiye’ye konulmuş ambargonun kaldırılması konusunda ikna etmekti. Kırca,
Haig’e açıkça vurguladı: “General, şunu iyi biliniz ki ambargo kalkmazsa Türkiye vetosunu
kullanır, Yunanistan NATO’nun askeri kanadına geri dönemez.” Haig, irkildi. Görüşme
sonunda oldukça rahatsızdı. Washington’a geçtiği notta “Bu bilinen bir durumdu. Ama
Türkler bunu resmen hiç dile getirmiyorlardı. Ecevit’in Moskova gezisiyle birlikte açıkça
söylediler işte” dedi.
Günün ileri saatlerinde, Washington’da hemen bir Beyaz Saray bildirisi hazırladı.
Basına açıklanan 750 kelimelik bildiri, Başkan Carter’ın imzasıyla tüm Kongre üyelerine
yollanmış bir mektubu içeriyordu. Carter, “Toplumlar arası görüşmeler derhal başlamazsa
tarihi bir fırsat kaçırılmış olur ve ada bölünür” diyordu. Bir anda Washington, Moskova’nın
kaygısını paylaşmaya başlamıştı. “Moskova, Ankara’yı ele geçiriyor” paniğine düşenler,
şimdi Sovyetler ile ayni tezi savunup Moskova’yı kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlardı
sanki. Gerçi Washington ambargonun kaldırılması için çaba harcıyordu ama, bir yandan da
Ankara’yı tamamen yalnızlaştırma politikası güdüyordu.
O süreçte Türkiye’de terörist saldırılar yeniden ve yoğun bir ivme kazandı. Yurtdışında
da Türkiye’ye yönelik saldırılar yeniden sahnelenmeye başlandı. 9 Temmuz’da Paris
Büyükelçiliğimiz Çalışma Ataşeliğine ve Turizm Büromuza patlayıcı maddeler atıldı.
Saldırıyı Ermeni Soykırım Adalet Komandoları üstlendi. 11 Temmuz’da ise Hacettepe
Ünüversitesi öğretim üyesi Bedrettin Cömert öldürüldü.
Bu arada Türkiye’de herkes, Temmuz ayında ambargonun kaldırılacağına kesin gözüyle
bakıyordu. Daha da ötesi, herkeste sanki ambargo kalkınca Türkiye’nin tüm sorunlarının
giderileceği gibi bir kanı egemendi. Bundan daha da ilginci, ambargonun kalkmasıyla birlikte
Silahlı Kuvvetlerimizin bir anda modern silahlara kavuşup yeniden güçleneceği görüşü de
yaygınlaşıyordu. Oysa bunların hiç biri gerçek değildi.
Ambargo TSK için salt psikolojik bir etkendi. Ambargonun kalkması ancak 5 Şubat
1975 öncesinde parasını ödediğimiz ama buna karşılık ABD’nin vermediği 80 milyon dolarlık
yedek parçayı almamızı ve belki de 50 milyon dolarlık hibe silah elde etmemizi sağlayacaktı.
Bundan başka parasını ödeyerek kimi uçak ve gemilerimizin tamirini de yaptırtabilecektik.
Oysa TSK’nın yıllık silah ve parça gereksinmesi 900 milyon dolardan az değildi. Üstelik
ordumuzun modernleşme programının uygulanabilirliği için de 15 milyar dolar gerekiyordu.
Ne ki bunlara dikkat eden yok gibiydi. O günlerde, 12 Mart muhtıracısı eski Deniz Kuvvetleri
Komutanı Celal Eyiceoğlu bile bu nedenle “Ambargonun kalkmaması belki de çok daha
iyidir. Gerçeklerle yüzleşmemizi sağlar ve eski derin uykumuzdan uyanırız” diyordu belki
de...
Temmuz ayının ikinci yarısında Ankara dingindi. Esas hareketlilik Washington’daydı.
Beyaz Saray Kongre üyelerine yüklenmeye başlamıştı. Sürekli toplantılar, konuşmalar,
brifingler, telefonlaşmalar, oy pazarlıkları gündemdeydi artık. Ne ki, Beyaz Saray kimi
Kongre üyeleriyle oy pazarlığı yaptığı konularda Ankara üzerinde de baskı kurmaya
girişmişti. Türkiye’de çeşitli suçlardan tutuklu bulunan Amerikalıların serbest bırakılmaları,
Lefkoşa Havaalanının hemen açılması, adadan yeni asker çekimi, Magosa yolunun Rum
tarafına devri...
Baskılar bir anda öylesine arttı ki, Kıbrıs harekâtının yıldönümü olan 20 Temmuz’da
Rauf Denktaş bir konuşma yaparak Maraş’ın açılacağı konusunda değinmek zorunda kaldı.
Ardından da 35 bin Rum’un toplumlar arası görüşmelerin başlamasıyla geri dönebileceklerini
ve BM gözetiminde geçici bir yönetim kurulabileceğini açıkladı.
Türkiye’de “milliyetçi” ya da “yurtsever” geçinen büyük bir kesim Denktaş’ı “ihanet”
ile suçladılar o gün. Köşeye sıkışmışlığını fark edemediler.1
25 Temmuz 1978 günü, Türkiye’ye uygulanan ambargonun kaldırılmasının oylanma
günüydü ABD Senatosu’nda. Ambargo konusu gündemin 14. sırasında bulunmasına karşın
ilk sıraya çıkarılmıştı. Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Sparkman’ın sunuş konuşmasıyla
tartışmalar başladı. 100 kişilik Senato salonunda yalnızca 15-20 kişi vardı. Diğerleri salon
dışında hararetli konuşmalar yapıyorlar, oy pazarlığını sürdürüyorlardı. Sonunda Senatör
McGovern’in hazırladığı, ambargonun “koşullu” kaldırılmasına ilişkin önerge oylamaya
konuldu. “Koşullar”, Amerikan yardımını “iyi niyetli tutumun sürmesi”ne bağlıyor ve
Başkan’ın her 60 günde bir Kıbrıs konusundaki gelişmler hakkında “Kongre’ye rapor
yollaması”nı da içeriyordu. Ad okunarak yapılan oylamaya bir Senatör katılmadı ve 99
Senatörün 57’si ambargonun kaldırılması lehine 42’si de aleyhine oy kullandı. Başkan Carter
yayınladığı bildiriyle sonuçtan hoşnut olduğunu ve “Senatörlerin kararının övgüye değer”
bulunduğunu açıkladı. Aslında herşey bitmiş değildi. Bir de Temsilciler Meclisi’nde oylama
yapılacaktı. Ankara hemen Maraş’ı BM gözetiminde geçici bir statü ile açma önerisini yolladı
Genel Sekreter Waldheim’a. Washington, Bonn’u aradı. Alman Dışişleri Bakanı Genscher,
Türkiye’nin girişimini desteklediğini açıkladı. Uluslararası bir hareketlenme Temsilciler
Meclisi üyelerini etkileme uğraşındaydı.
Senato’dan çıkan karar Türkiye’de her şey olup bitmiş, ambargo kalkmış gibi
algılanıyordu. Bu ilk sonuçtan pek de hoşnut değildi Ecevit. Ama önemli bir karar olduğunu
vurguluyordu. Demirel, geçen yıl ayni koşullarla çıkarılmasına çalıştığı kararı bugün sert dille
yeriyor ve “Şartlı olunca ambargo devam ediyor demektir” diyordu. Erbakan, “Ambargo
koşulları ültimatom niteliği taşıyor” demecini veriyordu. İşin en ilginç yanı CHP içindeki
dalgalanmalardı ama. “Kendi elimizle kapattığımız üsleri şimdi yine kendi elimizle mi
açacağız?” diye homurdananların sayısı giderek artıyordu. Düne değin ambargonun
kalkmasından yana olanlar sanki şimdi kalkmakta olduğu sinyali gelince birdenbire
şaşırıvermişlerdi. Tam da bu sırada Hindistan ve Yugoslavya liderliğindeki Bağlantısızlar
Hareketi bir bildiri yayınladı. Kıbrıs’taki Türk işgalinin sona erdirilmesini istedi. Oysa 13
Temmuz’da Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün Hindistan’a gitmiş ve bu ülkenin desteğini
aldığını açıklamıştı. Ankara şok içindeydi. Dahası, Ecevit de Belgrad gezisinde
Yugoslavya’nın Türk önerilerini kesin desteklediğini söylemişti. Ama görünen, bu yargıların
asılsızlığıydı. Çünkü Ankara’nın terminolojisi, Bağlantısızların terminolojisini algılamaya
yetmiyordu. Ökçün ve Ecevit’e verilen yanıtlar “BM kararlarının uygulanmasını destek”
yönündeydi. Dahası, Türkiye’nin Bağlantısızlar toplantılarına gözlemci olarak katılma istemi
de soğuk karşılanmıştı. Sonunda ABD Temsilciler Meclisi’ndeki toplantı 31 Temmuz günü
açıldı ve oylama 1 Ağustos’a bırakıldı.
Brademas, Derwinski, Emery, Fascell, Findley, Rosenthal, Solarz, Wright ve Zablocki
saatlerce karşılıklı tartıştılar. Kimse kimseyi ikna edemiyordu. Birden Musevi asıllı üyeleri
kullanmak fikri canlandı. Tennesse Milletvekili ayağa kalktı ve “Bırakın Yunanistan ve
Kıbrıs’ı bir yana. NATO’nun Güney kanadı neden önemli ona bakın. Son İsrail-Arap
savaşında karşılaşılan güçlüklere bakın. İsrail’e yardımı sadece Akdeniz’deki uçak
gemilerinden ve Azor’daki üslerimizden yollayabildik. Orta Doğu’da, Tanrı korusun, yeni bir
güçlükle karşılaşırsak, yanımıza Türkiye’yi almadan İsrail’i destekleyemeyiz. Bir de Batı
uygarlığının dayandığı büyük petrol kaynaklarını elinde tutan İran körfezindeki gelişmelere
bakın. Afganistan gitti. Kuzey ve Güney Yemen malum. Öte yanda Irak var. Tanrı bilir,
Rusya’nın Güneye inmesini durdurabilmek için Türkiye gereklidir” diye avaz avaz bir nutuk
attı.
Sonunda oylamaya geçildi. Ne ki tüm oylar verildiğinde salondaki panoda görünen 206206 eşitlikti. Birden bir dalgalanma oldu. Cumhuriyetçi bayan Milletvekili Fenwick,
Başkanlık kürsüsü önünde oylamayı bu şekilde kapattırmak için çabalayan Rum yanlısı
Milletvekili John Brademas’ı ceketinin yakalarından tutup bir kenara sürükledi. O sırada
Başkan “Oy değiştirmek isteyenler var” anonsunu yaptı. Milletvekilleri Richard Schulze ve
Butler Derrick yeniden oy kullandılar. Sonuç yeniden açıklandı: Lehte 208, aleyhte 204.
“Türkiye’ye uygulanan ambargo” kaldırılmıştı!
Washington olayı “Başkan Carter’in Kongre karşisindaki büyük başarisi” olarak gazete
sütunlarına yansıtırken, Ankara bu “koşullu kaldırılış”ı “büyük başarısızlık” havasında
karşıladı. Demirel, “Neticeyi çok incitici buluyoruz. Yunanlılar da bu kadar çok
sevindiklerine göre mutlaka birşey vardır işin içinde. Ambargo kalkmamıştır” diyordu.
Oysa, “ambargo kalkmıştı”. Artık ülkenin büyük çoğunluğu Türk Silahları
Kuvvetlerinin gereksinmelerinin anında giderileceğini ve Türkiye’ye yönelik dış kredi
musluklarının ivedilikle açılacağı beklentisindeydi. Ve işin en ilginç yanı, Ecevit hükümetinin
de bu beklentide olmasıydı. Ambargonun kaldırılması ve IMF ile anlaşma imzalanması ile
birlikte mali, ekonomik ve siyasal sorunlarımızın rayına gireceği varsaymasıydı. Bir hafta
önce olan biteni anımsayan yok gibiydi...
23 Ağustos 1978 günü -herkesin dikkati ambargo oylamasına dönükken- Ankara’ya
Woodward başkanlığında bir IMF heyeti gelmişti. Amaçları, Mart-Nisan döneminde yapılmış
stand-by anlaşmasının ikinci dilimi olan 48.5 milyon dolarlık kredinin serbest bırakılması için
Türkiye’nin verdiği Niyet Mektubu koşullarına uyup uymadığını denetlemekti. Hükümetin
beklentisi olumluydu. Ancak Woodward, olumlu beklentiyi yanıtlamak yerine hükümeti
azarlıyordu: “Niyet mektubuna uyduğunuz yok. Enflasyon yüzde 40’ı aştı. Ücret artışlarını
engelleyemediniz. Hemen yüzde 30-40 dolaylarında bir devalüasyon yapmalısınız. Petrol
zammını hâlâ çıkaramadınız. KİT’lerin açığı giderek artıyor. Merkez Bankası kredilerinin
hacmi kısıtlanacağına büyüyor. Bu durumda hiçbir şey yapamayız.”
IMF Heyeti, ambargonun kaldırılması önerisinin Temsilciler Meclisi’ne getirildiği 30
Ağustos günü Ankara’dan Washington’a dönmüştü. Hükümetin anlayamadığı, Türkiye’nin
siyasal görüntülü ambargo sultasından ekonomik görüntülü IMF sultasına kaymışlığıydı. Ve
bu ikisinin de birbiriyle göbekten bağlı oluşuydu.
Hiç kuşkusuz, o sırada bunu anlayan -belki de anlayamayan ama yalnızca algılayabileniki kişi vardı yalnızca: Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel.
Üçbuçuk yıl önce (25-27 Nisan 1975) elele kolkola katıldıkları Bilderberg Grubu
Türkiye Çeşme toplantısında Zbignew Brzezinski’nin, Margaret Thatcher, Olaf Palme ve
NATO Genel Sekreteri Joseph Luns’un gözlerinin içine baka baka “Konsantrik Dış Çizgiler
yerli yerine oturmalı” deyişini anımsıyorlardı herhalde.2 Belki de onların katılmadığı alınmadığı- bir oturumda konuşulmuştu bu. Hani şu Mont Pelerin Cemiyeti’nin bugünlerde
Tayvan’da yapılan Özel Toplantı’sının da çağrılılarından olan Alman gazeteci Theo
Sommer’in3 Çeşme’de her ikisiyle de çene yarıştırdığı kahve molasında…
1. Yeri gelmişken belirtelim ki, yurdu olmayan tek sınıf anamalcı sınıftır. Sermayenin
yurdu yoktur. Ama buna karşın, anamalcı egemen sınıf, fabrikasında emekçi sınıfa ürettirdiği
gazozu bile yurt hizmeti sayar. Yurdu kalkındırma ve geliştirme edebiyatı, gerçekte sermayeyi
kalkındırma ve geliştirmeyi dile getirir. Bu anlamda, gerçek yurtseverlik, sermayenin
dilediğince at koşturmasına karşı gelmede billurlaşır. Sınıf bakışımından yoksun yurtseverlik,
sermayenin o yurt topraklarında giderek daha pekişmesine ve kapitalizmle emperyalizmin
daha da egemen kılınmasına hizmet eder. Emekçiler ve anamalcılar yurttaşlık ilişkisiyle ayni
yurt parçası üzerinde yaşar görünebilirler ama, her yurttaş yurtsever değildir. Yurtseverlik, tek
yurdu üzerinde yaşadığı toprak parçası olan emekçilere özgü bir tutumdur. Ve bu tutum ancak
onu yurduna egemen olup onu “yurt çıkarları” için değil salt kendi “parasal çıkarları” adına
kullanan sermayeye karşı alınan tavırla gönenir. Kapitalizme ve emperyalizme karşı tavır
almayan, sınıfsal tutumdan uzak bir yurtseverlik, eninde sonunda sermaye sınıfının ve
emperyal güçlerin yedeğine düşer, aracı haline gelir.
2. “Konsantrik Dış Çizgiler” konusunda Ekler Bölümüne bakınız.
3. Bilderberg Örgütü üyesi.
IV
Mont Pelerin
(1978-2004)
Manuel Ayau
Mont Pelerin Cemiyeti’nin Başkanlığı’na George Stigler’lerden sonra Guatemala’lı Dr.
Manuel Ayau getirilmiştir. ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “Orta Amerika’da olup bitenler
hakkında en üst düzeyde siyasal bilinci olan birkaç kişiden biri” olarak övdüğü Ayau,
Guatemala’nın ilk özel Üniversitesi olan Universidad Francisco Marroquin’in de
kurucusudur. Cemiyet Başkanlığı’na geldiği dönemde, ülkesinde 25 yıldır süren kanlı olaylar
doruk noktasındaydı. Guatemala topraklarının yaklaşık hepsini elinde tutan ve yerli halkı yok
pahasına köle gibi çalıştırarak Amerikalılara ucuza muz yedirten ve kolayca milyarları
kazanan United Furit Company’nin elindeki toprakların bir kısmını millileştirip yoksul
köylülere dağıtan idealist cumhurbaşkanı Jakobo Arbenez, Başkan Eisenhover’in 15 haziran
1954 günü onayladığı kararla, CIA Direktörü Allen Dulles ve kardeşi Dışişleri bakanı John
Foster Dulles tarafından örgütlenen bir darbe sonucu devrilmişti. (Dulles biraderlerin aynen
Bush ailesi gibi Hitler’i destekleyen mali- sermaye çevreleri ve Nazilerle Hitler’in iktidarının
başlangıç yıllarından beri ortaklıkları olduğu bilinmektedir.) Abenez’in devrimesinin
ardından, önce, yedi sendika lideri öldürülmüş ve sonra tüm sendikalar yasaklanmıştı.
1980’lere gelindiğinde ülkede 100’den fazla kişi öldürülmüştü ve 50 bin kişi de kayıptı.
Birleşmiş Milletler Gerçeği Ortaya Çıkartma Komisyonu, -daha sonra- tüm katliam ve
işkence olaylarının yüzde 93’ünün sorumluluğunun CIA tarafından örgütlenen hükümet
güçlerine ait olduğunu kanıtlamıştı.
Öte yandan, evden kaçmalar, ortaya çıkarılamayan cinayetler ve kendiliğinden oluşan
ortadan yok olmalar dışında, siyasi gerekçelerle oluşan kayıp olayları, dünyada ilk olarak
Guatemala’da isimlendirildi. Kişi, güvenlik güçlerince yakalandığı ya da tutuklandığı halde,
devlet bunu kabul etmezse ve kişiden de haber alınamazsa artık “kayıp”tır dendi. Artık
“kayıp” dendiği zaman, dünyada ilk akla gelen Latin Amerika ülkeleri arasında Guatemala
idi. 1980’lere gelindiğinde ülkede 30 bini aşkın “kayıp” vardı. Hükümet güçleri tarafından
alındıktan sonra kaybolanlar arasında profesörler, aydınlar, sendika liderleri vardı. Başkentte
1980 yılında 27 sendika lideri güpegündüz aynı anda kaçırılıp katletmişlerdi. Hiçbir
demokratik örgütlenmeye izin verilmeyen, demokrasinin tamamen rafa kaldırıldığı ülkede
devlet terörü nedeniyle “Guatemala İnsan Hakları Komisyonu” ve “Adalet ve Barış
Komisyonu” ülke dışında, Meksika City’de çalışmak zorunda kalmıştı. Kayıpları araştıran
örgütlenmelerin oluşturulması, kayıp politikasının uygulanmaya başlandığı 1966-67 yıllarına
dayanıyordu. 1966 ve 1967’de başta Komünist Parti liderleri olmak üzere pekçok devrimci,
ilerici kaçırılarak kaybedildikten sonar bu kayıpları aramak için gruplar kurulmaya
başlanmıştı.
1978 yılında General Lucas Garcia’nın yönetiminde “Resmi Terör Devrimi”
başlatılmasından sonar hükümetin teşvik ettiği, desteklediği ve yönlendirdiği kontrgerilla
terörü, aktif sendikacıları, siyasetçileri, köylü liderlerini suçlamış ve daha sonra çerçeveyi
genişleterek “tehlikeli” fikirlere sahip olduklarından kuşkulanılanlar “ayıklanmaya”
başlanmıştı. Kontrgerilla 1980 yılı boyunca 320’ye yakın köylü liderini, San Carlos
Üniversitesi’nin öğrenci ve öğretim üyelerinden 400’ün üzerinde bir grubu katletmişti.
Ama ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “Orta Amerika’da olup bitenler hakkında en üst
düzeyde siyasal bilinci olan birkaç kişiden biri” olarak övdüğü Ayau, Mont Pelerin
Cemiyeti’ndeki Başkanlığı sürecinde ülkesinde “olup bitenler hakkında en üst düzeyde” değil
en alt düzeyde bile bilinci olmayan biri gibi davranmıştı. Onu ne Guatemala’daki diktatörlük
ne de “kayıp”lar ilgilendiriyordu.
Kapitalizm üretici güçleri geliştiren bir araç olmaktan çıkıp, ekonomik ve toplumsal
gelişmenin önünde muazzam bir engele dönüşmüştü. İnsanlığın Üçüncü Dünyada yaşayan
üçte ikisi için, kitlesel işsizlik, yoksulluk, savaşlar ve eşi görülmemiş bir sömürü tablosu
hakimdi. Kapitalizmin kendini dengede tutma dönemi 1973-74 sözde “petrol krizi” ile son
bulmuştu. O günden bu yana, savaş sonrası dönemde erişmiş olduğu türden bir büyümeyi ve
istihdam düzeyini geri getirmeyi başaramamıştı. 1979’daki yeni “petrol krizi” de durağan
dengeyi daha sorunlu hale getirmişti. Kapitalist sistemin dünkü başarıları bugün kendi
karşıtına dönüşüyordu. Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki yüz milyonlarca işsizi ve yarıişsizi hesaba katılmasa bile yalnızca OECD’nin ileri kapitalist ülkelerinde resmi olarak 15
milyona yakın işsiz vardı. Üstelik bu, geçmişteki geçici döngüsel işsizlik gibi de değildi. Bu
işsizlik, toplumun bağırsaklarındaki kronik bir kemirici ülserdi. Korkutucu bir salgın gibi
işsizlik de, geçmişte kendilerini güvende hisseden toplum kesimlerini bile vurmaktaydı
bugün.
Bilim ve teknolojideki tüm ilerlemelere rağmen toplum, kontrol edemediği güçlerin
insafına terk edilmiş durumdaydı. Geleceğe artan bir kaygıyla bakıyorlardı. Eski kesinliğin
yerini hiçbir şeyin kesin olmayışı almış durumdaydı. Genel rahatsızlık ilkin ve her şeyden çok
egemen sınıfı ve gitgide sistemlerinin ciddi zorluklarla karşı karşıya olduğunun farkında olan
bu egemenlerin stratejistlerini etkiliyordu. Sistemin krizi kendi yansımasını ideolojinin
krizinde buluyor, politik partilerde, resmi kiliselerde, ahlâkta, bilimde ve hatta felsefede
kendisini yansıtıyordu. 1948’den 1973’e dek süren uzun ekonomik büyüme dönemi bitmişti
artık. Tam istihdam, yükselen yaşam standartları ve refah devleti geçmişte kalmıştı.
Büyümenin yerini artık ekonomik stagnasyon [tıkanma], resesyon [durgunluk] ve üretici
güçlerin krizi almıştı. Sermaye sahipleri artık üretici faaliyete yatırım yapmakla
ilgilenmiyorlardı. ABD’de, tüm faaliyetlerin dörtte üçü hizmet sektörüne yönelirken, imalat
faaliyetinin yarısı yok olmuştu.
Manuel Ayau, işte kapitalizmin bu tepetakla gidişine çareler aramakla ilgileniyordu
Mont Pelerin’deki Başkanlığı’nda. 1980 yılında Amerika’da Stanford Üniversitesi Hoover
Kurumu’nda yapılan Cemiyet Genel Toplantısı’nı; Milton Friedman ve Friedrich von
Hayek’in de dahil oldukları derinliğine bir araştırma ve çözümleme ertesi “krizden çıkış
formülasyonu” toplantısına dönüştürdü. İlk kez bir Genel Toplantı’ya çok sayıda dış katılımcı
çağrıldı. Artık Cemiyet’in denetimine girmiş İngiltere’deki IEA’den (Institute of Economic
Affairs) neredeyse tüm Westminster kadrosu da oradaydı. “Beyin Takımı” arasında şunlar yer
alıyordu:
Prof. Armen A. Alchian (ABD)
Prof. Michael Beenstock (İsrail)
Sir Samuel Brittan (İngiltere)
Prof. James M. Buchanan (ABD)
Prof. Ronald H. Coase (ABD)
Dr. R. M. Hartwell (İngiltere)
Prof. Terence Hutchinson (İngiltere)
Prof. David Laidler (Kanada)
Prof. Dennis S. Lees (İngiltere)
Prof. Chiaki Nishiyama (Japonya)
Prof. Sir Alan Peacock (İngiltere)
Prof. Ben Roberts (İngiltere)
Prof. Anna J. Schwartz (ABD)
Prof. Vernon L. Smith (ABD)
Prof. Gordon Tullock (ABD)
Prof. Sir Alan Walters (İngiltere)
Prof. Basil S. Yamey (İngiltere)
Toplantı sonunda tam istihdamın sağlanması, iktisadi büyüme hızının arttırılması, fiyat
istikrarının güvenceye alınması, döviz kuru istikrarının sağlanması, faiz oranı istikrarının
sağlamlaştırılması ve mali sistemin istikrarının güçlendirilmesi hedeflerine varmak için
“küresel çapta bir para politikası” uygulanması görüşünde birleşildi. Bir ülkede para
politikasının uygulayıcısı Merkez Bankaları olduğuna göre, bu bankaların tamamen
yönetimlerden özerkleştirilmesi, özerkleştirilemediği koşulda da yönetimlerin değişikliği
gerekliliği de vurgulandı. Toplantı en mutlu kişisi, hiç kuşku yok ki Milton Friedman’ındı.
Nihayet hayalleri gerçek olmuştu: Monetarizm, sistemin tek kurtarıcısı olarak kabullenilmişti.
Artık Ayau’da düşen uzun zamandır yazmakta olduğu kitabı yayınlamaktı: “İktisadi
Özgürlük”. (Bu kitaptan alınan ve Ayau’nun Wolfgang Kasper, Barun Mitra ve James
Shikwati ile birlikte kaleme aldıkları “İktisadi Özgürlük: Sahip Olanlar ve Sahip Olmayanlar”
adlı makale, Liberal Düşünce Derneği’nin Liberte Yayınları tarafından çıkarılan Piyasa
Dergisi’nin 6-7 Sayısında yayınlanmıştır.)
Bu toplantının bir diğer ilginç yanı da, Ayau’dan sonra Mont Pelerin’in başına geçecek
kişinin önceden saptanmış olmasıydı: Japonyalı Profesör Chiaki Nishiyama. Dünyaya
dayatılacak monetarist süreçteki karmaşayı göğüsleyecek bir samuray arandığından belki
de…
High Cross Lordu Harris
1982 yılında Mont Pelerin Cemiyeti Başkanı olan İngiliz Lord Harris, o yıl İspanya’da
düzenlenen dünya futbol şampiyonasıyla işlerinden çok daha fazla ilgilenmesiyle ün kazadı.
Almanya’nın gruplarındaki Cezayir’i saf dışı bırakmak için Avusturya ile anlaşmalı ve iğrenç
bir maç yapması onu pek şaşırtmamıştı. Irk, din, dil ve kültürel benzerlikleri olan iki koskoca
ülke takımının herkesin gözünün önünde göstere göstere şike yapmalarını, “hayat aslında
göründüğünden daha çirkindir” diye yorumlamıştı yalnızca Lord Stoddart of Swindon’un
yanında. Macaristan’ın El Salvador’u 10-1 yenerek kupa tarihinin en farklı skorunu elde
etmesi çok daha önemliydi. Önem verdiği bir başka şey ise, Falkland savaşıydı.
1832’ de İngilizlerin sahiplendiği bu adalar üzerinde Arjantin hak iddia ediyordu ve
hatta 1961 yılında Birleşmiş Milletler’e dahi başvurmuştu. Ancak İngiltere’nin ödünsüz
tutumu karşısında herhangi bir sonuç elde edememişti. 19 Mart 1982’ de Güney Georgia
adasına çıkan Arjantin kuvvetleri adayı işgal etti. İngiltere derhal savaş filosunu bölgeye
yolladı ve böylece Falkland Savaşı olarak bilinen çatışma başladı. İngilizlerin Arjantin
denizaltısı Santa Fe’ yi batırmaları üzerine, Arjantin misilleme olarak uçaklarıyla Fransız
yapımı Exocet füzelerini kullanarak İngilizlerin Sheffield destroyerini batırdı. İngilizlerin
kaybı bununla da bitmedi, birkaç gün içinde 4 gemi; 2 füze-atar fırkateyn (Ardent ve
Antilope), 1 yük gemisi (Atlantic Conveyer) ve 1 destroyer (Conventry), kaybettiler. Sonra ne
olduysa oldu ve İngilizler üstünlüğü ele geçirip, Arjantin ordusunu yenilgiye uğrattılar ve
Arjantin teslim oldu. Savaşın galibi İngiltere Falkland Adaları üzerindeki egemenliğini
korudu.
İşte bu “ne olduysa oldu” kısmı önemliydi Lord Harris için. 1979 yılında başlayan ve
İngiltere tarihine damgasını vuran Thatcher iktidarı, İngiltere-ABD ilişkileri açısından da özel
bir yere sahip olmuştu. ABD Başkanı Reagan ile Sovyetler’e yönelik politikalar ve
ekonomiye bakışları bakımından tam bir uyuma sahip olan Thatcher, zaman zaman sorunlar
olsa da İngiltere ve ABD’nin her zaman birbirinin yanında olan iki ülke olduğuna sürekli
vurgu yapıyordu. Mont Pelerin’in -daha önce gördüğümüz- George Stigler dönemi çabalarıyla
yeniden ortaya çıkarılan “Anglo-Amerikan Birliği” etkilenmesinin sonucuydu bu. ABD’ni
ziyareti sırasında, İngiltere’nin her zaman ABD’nin yanında yer alacağını söyleyen Thatcher,
ABD’nin problemlerinin aynı zamanda İngiltere’nin de problemi olduğunu belirtmişti.
ABD’nin İngiltere ile olan yakınlaşması 1982 Falkland Savaşı sırasında en belirgin biçimde
ortaya çıktı. Amerika, Ascension adasındaki üssün İngiltere tarafından kullanılmasına izin
verdi. Ayrıca, Arjantin birliklerinin hareketleri konusunda da istihbarat yardımında bulundu.
Amerikan Senatosu, Arjantin’in Falkland’dan tamamen çekilmesine yönelik bir kara tasarısını
kabul etti.
Kuşkusuz, “ne olduysa oldu” kısmının bir başka arka planı daha vardı. İngiltere savaşın
başında 5 gemisini Exocet füzelerinin tahribatı sonucu kaybetmişken, nasıl olup da üstün
duruma geçmişti acaba? Gemi kayıplarının böyle sürüp gitmesi durumunda savaşın
kaybedileceğini anlayan İngiliz yetkililerinin öngörüsüyle, İngiliz dış istihbarat servisi MI6,
Fransız muadili DGSE’yle irtibat kurdu. Sağlanan anlaşma sonucunda Fransızlar büyük para
karşılığında Exocet füzelerinin kaynak kodlarını İngilizlere sattılar. Kaynak kodunu ele
geçiren İngilizler, füzenin güdüm yazılımını çözdüler ve böylece Arjantin Exocet’leri İngiliz
gemilerini vuracak yerde bir bir okyanusun sularına gömüldüler. İşte savaşın başında İngiliz
gemilerini çok büyük bir başarı ile savaş dışı bırakabilen Arjantin Hava Kuvvetlerinin,
savaşın ilerleyen günlerindeki başarısızlığının nedeni buydu. Fransızların, Exocet füzelerinin
kaynak kodlarını İngilizlere satması Arjantin’ in Falkland Savaşı’ nı kaybetmesinde önde
gelen etkendi. Çünkü İngiltere, savaş bölgesine çok uzaktı ve gemi kayıplarını İkinci Dünya
Savaşında olduğu denli çabuk karşılayabilecek durumda değildi asla.
Lord Harris şimdilerde Londra’nın Tufton caddesinde konuşlanan Global Britain adlı
kuruluşu yönetiyor. Bu kuruluş, İngiltere’de AB Anayasası’nın kabulüne red oyu verilmesi
için büyük bir kampanya düzenliyor. Harris’in yanında Lordlar Kamarası’ndan Swindo Lordu
Stoddart ve Rannoch Lordu Pearson da var. Bunları destekleyenler ise Prof. Tim Congdon,
Prof. Kenneth Minogue, Prof. Christie Davies, Prof. Norman Stone, Dr. Richard Howarth,
Prof. Patrick Minford, Ruth LeaAndrew, Roberts Martin Howe, John O’Sullivan, Brian
Kingham, Eddie Addison, Oliver Marriott, Jamie Borwick, Robert Boyd, Ian Butler, Thomas
Griffin, Michael Fisher gibi gibi isimler.
Kuşkusuz Lord Harris’in eylemliliği bununla sınırlı değil. 5 milyar sterlin değerindeki
Harrods Mağazalarının sahibi Mısırlı Muhammed Al Fayed’in yakın dostu. Muhammed,
Leydi Diana’nın sevgilisi olup araba kazasında birlikte öldüğü Dodi Al Fayed’in babası. Son
dönemde Londra’nın en eski kulübü Fulham’ı satın alarak Premier Lig’e taşıdı. Al Fayed,
Libya lideri Kaddafi’nin oğlu Al Saadi’nin de İtalyan futbol takımları Juventus ve
Triestina’nın ardından Lazio’ya el atmasının ardındaki adam. Ayni Al Fayed, İngiltere’de 161
yıldır yayımlanan eleştiri dergisi Punch’u kapatan adam. Süreli yayınlar arasında önemli bir
yere sahip olan dergi, 1841 yılından bu yana yayımlanmaktaydı. Elbet işler bununla sınırlı
değil. İngiltere bir süredir önemli bir rüşvet skandalı ile çalkanıp duruyor. Bir zamanlar
bakanlık görevinde de bulunmuş olan Muhafazakâr Parti (Tory) üyesi Neil Hamilton’ın
Muhammed Al Fayed’den rüşvet aldığı saptandı. İşin ilginç yanı, Neil Hamilton’un şirketinin
Yönetim Kurulu Başkanı’nın Lord Harris oluşu. Bu arada Lordumuzun bir de başka etkinliği
var. Q Forest adlı Sigara İçiciler Vakfı Başkanı da ayni zamanda.
http://www.forestonline.org/output/Page124.asp adresindeki web sitesini ziyaret edenler tütün
üreticisi firmalarının bol bol reklamlarıyla karşılaşırlar.
Lord Harris’in bizce daha da dikkat çekici bir yanı var. O da, 16 Eylül 2004 tarihinde
İngiltere’deki Kürt kurum temsilcileri ile yaptığı görüşme. Basına yansıdığı kadarıyla
“DEHAP Avrupa temsilcisi Faik Yağızay ile Londra Halkevi Başkanı İbrahim Doğuş, Lordlar
Kamarası üyesi Harris’e Türkiye’deki son dönemlerde artan çatışma ortamı hakkında bilgi
verdiler. Türk ordusunun çatışmalı ortama zemin yaratan operasyonlarına dikkat çeken
Yağızay ve Doğuş, Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözümün önemine vurgu yaptı.
AB’ye uyum kapsamında çıkartılan yasaların “göstermelik” olmanın ötesine geçmediğini
kaydeden yetkililer, demokratikleşmeye karşı bir direncin olduğunu belirttiler. İngiltere’nin
Kürt sorunu başta olmak üzere Ortadoğu’nun bugünkü durumundan tarihsel olarak önemli
sorumlulukları olduğunun altını çizen temsilciler, Lord Harris’ten ilgili kurumlara mektuplar
yazmasını da istedi. Lord Harris ise sorunun demokratik kriterler içerisinde barışçıl yollarla
çözülmesinin önemli olduğunu belirterek, konuyu ilgili bakanlıklar ve kurumlar nezdinde
gündemleştirmeye çalışacağını dile getirdi.”
James Buchanan
James Buchanan, 1919 yılında ABD’nin Tennessee eyaletindeki küçük bir kasabada,
Murfreeboro’da doğdu. Üniversite eğitimini aynı eyalette Middle Tennessee State Teachers
College’de tamamladı (1940). Daha sonra, Tennessee Üniversitesi’nden master (1941) ve
Chicago Üniversitesi’nden doktora (1948) derecelerini aldı. Virginia Üniversitesi’nde,
Virginia Polytechnic Institute ve Virginia State Üniversitesi’nde ve son zamanlarda George
Mason Üniversitesi’nde görev aldı. 1969’da Virginia Polytechnic Institute’da Gordon Tulluck
ile birlikte Kamu Tercihi Araştırma Merkezi’ni kurdu ve ilk yöneticisi oldu.
Buchanan, Chicago Universitesi lisans üstü ekonomi programına girdiği zaman
libertarian (anarko-kapitalist eğilimli) bir “solcu” idi. Buchanan’ın fikri değişimindeki en
önemli olay İsveç’li bir ekonomist olan Knut Wicksell’in bir makalesini okuması ile gündeme
geldi. 1896 tarihli tanınmamış bu makale, mükelleflerin ödedikleri vergiler ile bu vergi
karşısında elde edecekleri çıkarlar arasında bir bağlantının olduğunu belirtmekteydi.
Buchanan bu makaleyi İngilizceye çevirdi.
Buchanan, G. Tullock ile birlikte yazdığı “Oybirliği Hesabı” (The Calculus of Consent)
adlı kitabında, oybirliği şartının pratikte uygulanabilir olduğunu göstermeye çalıştı. Bu kitap
Anthony Downs’ın Demokrasinin Ekonomik Teorisi (An Economic Theory of Democracy)
kitabı ile birlikte kamu tercihi alanının başlamasına yardımcı oldu. Daha sonra Buchanan ve
Tullock, Kamu Tercihi adlı akademik bir dergi yayınlamaya başladılar. Aıni zamanda
anayasal kuralların oluşturulması alanında çalışmalar yapmak üzere Anayasal iktisat
(Constitutional Economics) adlı bir dergi yayınına başladı. Buchanan’ın diğer önemli bir eseri
“Maliyet ve Tercih” (Cost and Choice)’dir. Mont Pelerin Cemiyeti’ndeki başkanlık süresinin
sonunda Kamu Tercihi alanındaki çalışmaları ile Nobel Ekonomi Ödülü aldı.
Buchanan, 1986 yılında yayınladığı “Better Than Plowing” adlı otobiyografisinde
şunları yazmaktadır: “Chicago Üniversitesi’nin eğitiminde ideolojinin ağır bastığını bildiğim
için başka bir üniversitede doktora yapmayı düşündüm. O yıllarda biraz da geldiğim kırsal
bölgenin etkisiyle halkçı ve barışsever bir insandım. Chicago Üniversitesi’ne kaydolduğum
ilk yıllardaki konumumu “libertarian sosyalist” olarak tanımlıyorum. Chicago
Üniversitesi’nde Frank Knight’ın Fiyat Teorisi dersini altı hafta okuduktan sonra, piyasa
düzenini savunan birisi olup çıkıvermiştim. Frank Knight bir ideolog değildi ve kimseyi
fikrinden vazgeçirmeye gayret etmiyordu. Fakat ben, ondan ekonomi dersini iyice kavrayacak
durumdaydım... Frank Knight, Chicago Üniversitesi’nde benim en çok etkilendiğim insan
oldu. Knight benim için adeta bir örnek insandı. Chicago’da benim yaşamımı biçimlendiren
ikinci olay ise, 1948 yılının yazında gerçekleşti. Harper Kütüphanesi’nin raflarında Knut
Wicksell’in Vergileme üzerine yazdığı ve İngilizce’ye tercüme edilmemiş Almanca bir tezini
buldum. Tezi okuduktan sonra oldukça ilginç ve önemli bir çalışma olduğunu anladım.
Wicksell, eğer kamu sektöründe etkinlik isteniyorsa; karar alma sürecinde oybirliği ilkesinin
gereğine işaret ediyordu. Yine Wicksell, iktisat politikalarında reform isteniyorsa, kuralları
değiştirmemiz gerektiği mesajını veriyordu. Daha sonra Wicksell’in bu tezinin bir bölümünü
İngilizce’ye çevirdim... Beni ziyarete gelenler odamda asılı iki fotoğraf görürler: Birisi Frank
Knight, diğeri ise Knut Wickslell’in fotoğrafıdır. Knight benim dünya fikirlerini kavramama
yardımcı olmuştur. Wicksell ise benim daha sonraki Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat
alanlarındaki çalışmalarıma temel teşkil etmiştir.”
Buchanan 1948 yılı ortalarında Chicago Üniversitesi’nde eğitimini tamamladıktan sonra
Tennessee Üniversitesi’de akademisyen olarak görev yaptı. 1951 yılında ise Florida Devlet
Üniversitesi’ne geçti. 1954 yılına kadar bu üniversitede çalıştı. Fulbright bursunu kazanarak
1955-1956 akademik yılında İtalya’da araştırmalarda bulundu. ABD’ye döndükten sonra G.
Warren Nutter ile birlikte Virginia Üniversitesi’nde Thomas Jefferson Politik İktisat
Araştırmalar Merkezi (Thomas Jefferson Center for Studies in Political Economy)’ni kurdu.
1956-1968 yılları arasında bu merkezde çalıştı. 1969 yılında Virginia Politeknik Enstitüsü’ne
geçti ve 1983 yılına kadar bu üniversitede görev yaptı. Bu üniversitede Gordon Tullock ile
birlikte 1969 yılı içerisinde Kamu Tercihi Araştırma Merkezi’ni kurdu. 1983 yılında merkez,
tüm çalışanlar ile birlikte George Mason Üniversitesi’ne nakledildi. Buchanan da ertesi yıl
Mont Pelerin Cemiyeti’ne başkan seçildi.
Belki de otobiyografisinde de işaret ettiği “Chicago Üniversitesi’nin eğitiminde
ideolojinin ağır bastığı” nedeniyle, Mont Pelerin’deki öncüllerinden Friedman ile arası en açık
başkan oldu. Fakat neo-liberalizmin önde gelen ideologlarından biri de oldu. Cemiyetin
1984’de İngiltere Cambridge’de ve 1986’da İtalya Sint-Vincent’te yapılan genel; yine
1984’de Fransa Paris’te ve 1985’de Avustralya Sidney’de yapılan bölgesel toplantılarında
Buchanan’ın çeşitli fikir ve önerileri masaya yatırılarak tarşıldı ve genel ilkeler içerisine
alındı.
Kamu maliyesi alanındaki vergilemede fayda yaklaşımı ve tahsis (earmarking) ilkesi
kamu sektöründe etkinlik için gereklilik olarak saptandı. Onun kamu tercihi alanında Devletin
Başarısızlığı Teorisi (The Theory of Governmentel Failure) cemiyetin tüm bağlılarınca kabul
gördü. Anayasal İktisat konusunda daha da ileri aşamalara sıçrandı ve devletin ekonomik
alandaki güç ve yetkilerinin anayasal normlarla belirlenmesi ve sınırlandırılması istendi.
Cambridge toplantısında Buchanan, Keynezyenlerin telafi edici bütçe yaklaşımına
şiddetle karşı çıkıp klasik iktisatçılar gibi denk bütçe ilkesini savundu. “Günümüzde çağdaş
demokrasilerin içinde yaşadığı kronik bütçe açıkları Keynezyenlerin bize bıraktığı bir
mirastır” dedi. Bu yaklaşımı Friedman tarafından ilk kez hoşgörüyle karşılandı. Devletin
borçlanma yetkilerinin anayasal normlarla saptanması ve hükümetlerin keyfi borçlanmalarına
sınırlar getirilmesini ısrarla savunusu aralarındaki soğuk havayı giderdi. Buchanan, Mont
Pelerin’deki yönetim yıllarında, günümün en saldırgan ve toplumsal hakları yok edici serbest
piyasa ekonomisi arka planının mimarı oldu. Zaten bu çabası sonunda da, Nobel aldı.
Turgut Özal, Buchanan’dan çok fazla etkilenenlerin başında geliyordu. Özal’ın
Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı sırada1 danışmanlığını yapmış bulunan Prof. Dr. Ahmet
Kılıçbay, anılarını “Çankaya’dan Ekonomiye Bakış” adlı kitabında toplamıştır. Kılıçbay,
kitabında James Buchanan’ın öncülüğünde geliştirilen Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat
teorisinin bir toplantıda Cumhurbaşkanı’na aktarıldığını ve Özal’ın da konuya büyük ilgi
gösterdiğini yazmaktadır. Kılıçbay kitabında “Prof. J.Buchanan Ekonomik Durum
Toplantısında” başlığını taşıyan yazısında şöyle demektedir:
“Bu başlığı görenlerin Çankaya’da Ekonomik Durum Toplantısı’nda Prof.Buchanan’ın
bizzat ve fiilen katıldıkları sonucunu çıkarmaları doğaldır. Şimdiden böyle bir şey olmadığını,
Buchanan’ın kendisinin değil, fikirlerinin, görüşlerinin toplantıda ele alındığı belirtmek
isterim....Anayasal iktisat ekolünün temsilcisi özellikle Nobel Ödülü sahibi Prof.Buchanan’ın
görüşlerinin tahlil edildiği Amerika’nın ünlü fikir dergisi olan “Dialogue”u ekonomik durum
toplantısından önce Cumhurbaşkanı’na takdim ettim, tanıttım ve toplantıda bu konuya da yer
vereceğimi ifade ettim. Cumhurbaşkanı isteğimi kabul ettiği gibi dergideki bu önemli
makalenin tercüme edilerek kendisine verilmesi için ilgililere talimat verdi.”
Türkiye’de Özalizm, hep böbürlendiği fırsatçılık, “büyük düşünmek” adı altında
pazarladığı spekülatif yayılmacılık, güçlü ve zenginin arkasında durarak edindiği güç ile
liberalizmin siyaseten kaypak, iktisadi olarak da spekülatif bir alt versiyonu idi. 12 Eylül’ün
aşırı boğucu ortamında, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” yöneliminin, siyasaldüşünsel planda göreli bir nefes alış olarak varsayılması, Özalizmin geniş bir çevre tarafından
özgürlükçü olarak algılanmasına neden oldu. 12 Eylül buzullaşmasını temsil eden güç
odaklarına oranla Özalizm, serbest girişimciydi. Güçlü ve zenginin girişim emellerini
kısıtlamayan, ona gölge düşürmeyen her türlü girişimin yandaşıydı. Girişim özgürlüğünün,
sendikalar, toplu sözleşme ve kamu yararı gibi karşı girişimlerle sınırlanmasını(!) önleme
görevi edinmişti.
Özalizm dış politikada da fırsatçıydı ve bunu en tiksindirici biçimde övünç konusu
yapabiliyordu. Özal’ın Körfez savaşında -ki artık tarihe Birinci Irak Savaşı olarak da
geçebilir- paldır küldür Irak’a girme hevesini, o dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Necip
Torumtay istifa ederek önlemişti. Özal’ın zihniyetini somutça yansıtan “bir koyup beş almak”
deyişi de bu konuda ortaya çıktı. Kimilerine göre bu, iktisadi fırsatçılıkla milliyetçi
muhafazakârlığın “bölgede büyük düşünmek” etiketi altında sunduğu bastırılmış emperyal
heveslerin dışa vurumuydu. Böyle düşünenler, sanıyorlardı ki Özal’ın “bir yanda Türkî
cumhuriyetlerin, diğer yandan Müslüman Ortadoğu’nun, bu yeni türedi Osmanlı’yı kucak
açarak beklediklerine inanmamızı istiyordu.” Oysa kendi kafalarında kurdukları derme çatma
“vizyonlar”a hayran kapılıp, kendi seslerinin yankısını dinleyerek, kendi söylediklerine
kendileri inanan Özal kadrosunun böyle bir eğilimi yoktu. Onlar için “emperyal hevesler
beslemek” bile son derece yabancı bir eğilimdi. Çünkü kendileri, bizzat emperyal odaklarca
besleniyorlar, gerisine fikir bile yürütmüyorlardı. Bu nedenle, belki de Kılıçbay, Özal’ın Prof.
Buchanan ve Anayasal İktisat yaklaşımı ile ilk tanışması varsaymıştı o toplantıyı. Ama
Özal’ın yaptığı birçok konuşmanın satır aralarında anayasal demokrasi ve anayasal iktisat ile
ilgili olarak birçok mesajlar vermişti zaten.
Örneğin 24 Aralık 1992 tarihinde İzmir Ticaret Odası’nın davetlisi olarak yaptığı
konuşmada çok açık olarak Anayasal Demokrasi ve Anayasal İktisat yaklaşımı ile ilgili sözler
söyledi. Özetle şöyle konuştu:
Meclisin ve sizin rolünüz ayrıdır. Bunların arasındaki ayrım nerededir, bu konu çok iyi
bilinmiyor ülkemizde. Bir kısım insanlarımız, devleti baba olarak görmeye devam ediyor.
Çok yanlış. Modern bir ülkede artık devlet, baba olarak görülmüyor. Bu iş geçmiştir. Çünkü
baba olarak gördüğünüz zaman benim bir tabirim var, eline bir gün sopayı alır sizi döver; bir
şey diyemezsiniz. Eğer baba olarak görüyorsanız, bu bitmiştir. Devlet netice itibariyle,
milletin ortaya koyduğu müesseselerden ibarettir. İkinci bir şey daha var, acaba yönetime
seçtiğiniz insanlara bütün yetkiyi verecek misiniz? Bugünkü kafamızda olan suallerden birisi
budur. Acaba gerek meclislerde sizin seçtiğiniz insanlara biz bütün yetkiyi verdik mi yoksa
başka bir mukavele mi düşünmemiz lazım? 2000’li yıllara giderken acaba bu yönetimlere
geçirdiğimiz insanlara, biz sana bütün yetkiyi vermeyiz, sen ancak şu sahada oynayabilirsin
mi diyeceğiz? Ben tahmin ediyorum ki, bu ikinci söylediğimiz önem kazanacak. Her konunun
yönetim tarafından düzenlenmesi diye bir yoruma gittiğiniz zaman, serbestlikle ilişkinizi
kesersiniz. Yönetimler … her konuyu düzenlemeye kalkarlarsa… oradaki serbestlik, gelişme
imkanları, tıkanma noktasına gelir. Bakınız misal vereyim; dışardan pamuk ipliği
getiriyordunuz; yarın hükümet karar verdi, pamuk ipliğine kocaman bir fon koydu, ondan
sonra siz bu pamuk ipliğini getiremezsiniz, birçok yerlerden çok yüksek fiyatla pamuk ipliği
almaya mecbur olursunuz. Ondan sonra da bu yaptığınız bezi satamazsınız. Şimdi bu yetkiyi
verecek misiniz? … Acaba hükümetlerin bu kadar yetki alması gerekli midir? Bunları hep
düşünmek mecburiyetindeyiz. Yani seçtiğimiz insanlara sonsuz yetki veremezsiniz. Onu
söylemek istiyorum. Eğer bir ülkede serbest bir fikir ortamı, serbest bir pazar varsa, bu
yetkilerin sınırlı olması lazımdır. Eninde sonunda, o noktaya doğru bütün ülkelerin gideceğini
tahmin ediyorum. Çünkü bu türlü düşünce her şeyin sizin seçtiğiniz insanlar tarafından
yönetilmesi sonucunu getirir ki, ben şunu düşünüyorum; sizin işinizi onlar sizden daha mı iyi
yapıyor? Siz işinizi herkesten daha iyi biliyorsunuz. O vakit de serbestlik meselesini çok iyi
düşünmek lazım. Serbestlik sadece lafta kalmamalıdır. Sistem de öyle olmalıdır. Sistem onun
dışına götürülmemelidir. Sonuç olarak, belki ileride münakaşa edilecektir. Bazı meseleleri ben
münakaşa edilsin diye ortaya atıyorum. Mümkün olduğu kadar yetkilerin sınırlandırılması
lazımdır. İster bu, parlamenter sistem olsun, ister başkanlık sistemi olsun, ne sistem olursa
olsun, her şey, her konu, kanunla halledilemez. Halledilmesi de doğru değildir.
Prof. Dr. Ahmet Kılıçbay, Özal’a James Buchanan’ı tanıttığını ve onun “kamu tercihi”
ve “anayasal iktisat” kuramlarından etkilenmesini sağladığını söylerken içtendir büyük
olasılıkla. Ne ki, Özal’ı etkileyenlerin başında Öz yeğeni olan Hüsnü Doğan ve prenslerinden
Rüşdü Saraçoğlu gelir.
Hüsnü Doğan
Hüsnü Doğan, 1944 yılında Malatya’da doğup liseyi kentinde bitirdikten sonra 1969’da
ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümünden mezun oldu. 1973 yılına kadar Devlet Planlama
Teşkilatı’nda araştırmacı olarak çalıştı. 1975’den 1977 sonuna kadar Tarım Bakanlığında
Planlama Genel Müdürü olarak görev yaptı. 1978 yılında kamudan ayrılarak özel sektörde
çalışmaya başladı. 1979’dan itibaren de Turgut Özal’la birlikte yürüdü. 1980’de Yabancı
Sermaye Kurulu Başkanı oldu. “24 Ocak Kararları”nın alınmasına eylemli olarak katkıda
bulundu, görevini 1983 yılında ANAP kurucusu olana kadar sürdürdü. ANAP’ın programını
yazdı. Partinin Özal’dan sonra iki numaralı kurucusu oldu. Birinci Özal Hükümetinde
parlamento dışından Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığına getirildi. Bu görevi aralıksız beş
buçuk yıl sürdürdü. 1986 ara seçimlerinde İstanbul’dan milletvekili seçildi. Yıldırım Akbulut
Hükümetinde Devlet Bakanı, Körfez Krizi sırasında da Savunma Bakanı oldu. Semra Özal’ın
İstanbul il Başkanlığına getirilmesine karşı çıktığı için 22 Şubat 1991’de bakanlıktan
azledildi. Mesut Yılmaz’ın ANAP içinde egemenlik kazanmasından sonra partiden istifa etti.
Türkiye Kalkınma Vakfı Mütevelli Heyet Başkanlığını üstlendi, bu görevini 2001 yılı sonuna
kadar sürdürdü. Önce Yusuf Bozkurt Özal ile birlikte Yeni Parti’yi ardından da Avrasya
Partisi’ni kurdu. Halen özel şirketlerde genel koordinatörlük yapmaktadır.
Doğan’ın Savunma Bakanlığı görevinden azledilmesi, “Semra Özal’ın ANAP İstanbul
İl Başkanlığına getirilmesine karşı çıktığı” gerekçesine bağlanmıştır hep. Eğer bu “gerekçe”
doğru olmuş olsa, Turgut Özal, ölümünden iki hafta önce Çankaya’da bir toplantı yaparak
görevini bırakıp yeni kurulacak bir partide siyaset yapmak istemini açıklarken; Aydın
Menderes, Hüsnü doğan ve Yusuf Bozkurt Özal ve Ali Coşkun’un yanında Hüsnü Doğan’la
görüşmezdi. Üstelik, hemen kurulmasını istediği partinin başına “emanetçi” lider olarak
Aydın Menderes’e öneride bulunurken, Doğan’ı “emanetçilik” mevkiine koymaktan imtina
etmezdi.
Doğan’ın bakanlıktan azlinden hemen önceki günler, Zonguldak’ta, grevde bulunan
70.000 maden işçisinin Ankara’ya yürüyüşe geçtiği, ABD Dışişleri Bakanı James Baker’in
alelacele Türkiye’ye geldiği, Türkiye’nin Irak sınırındaki askeri sığınak bölgesinde bulunan
askerlerin terhislerinin durdurulduğu, Güneydoğu halkının Batıya doğru yoğun bir şekilde göç
etmeye başladığı, SHP’nin İstanbul’da geniş katılımlı ‘Savaşa Hayır’ mitingi düzenlediği,
İncirlik Hava Üssü’nden kalkan Amerikan uçaklarının Irak’a sürekli saldırılar düzenlediği,
CNN televizyonunun Irak’ın bombalanışını naklen bütün dünyaya duyurduğu, olası bir Irak
saldırısına karşı Türkiye’nin belirli noktalarına Patriot savunma füzeleri yerleştirildiği, Kürtçe
konuşmayı ve şarkı söylemeyi yasaklayan 2932 sayılı yasanın yürürlükten kaldırıldığı,
Özal’ın sigara reklamını yasaklayan ve hayali ihracatçılara hapis cezasını öngören yasaları
veto ettiği, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin “Körfez Savaşı’ndaki tutumu
nedeniyle Türkiye’nin cezalandırılması gerekir” dediği günlerdi. Bir süre önce de Özal’ın
Irak’a girme hevesi nedeniyle Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay istifa etmişti.
Hüsnü Doğan’ın hem Savunma Bakanı olarak gelişmelerin dışında kalması hem de Irak’a
saldırı konusunda “emanetçi başbakan” Yıldırım Akbulut ve hükümetin diğer üyelerinden
kimileriyle ters düştüğü biliniyordu.
Daha sonraları “Ben zaferle değil seferle mükellefim” diyecek olan Doğan, 13 Aralık
1983 tarihinde 12 Eylül cuntası lideri Kenan Evren’in onayladığı ilk Özal kabinesine Tarım
ve Orman Bakanı olarak girmeden önce de oldukça eylemli bir isimdi. Ama 7 Mayıs 1987
günü Federal Almanya Devleti tarafından kendisine “Büyük Liyakat Nişanı” verilinceye
değin uluslararası etkinliği pek dikkat çekmemişti. Oysa bu nişanın ona verilmesini, Mont
Pelerin Camiyeti Başkanı James Buchanan’ın kendisinden sonra gelen Alman asıllı Başkan
Herbert Giersch’e ve onun da Almanya hükümetine önerdiği, bunun da cemiyetin 1987
yılında Amerika’nın Indianapolis’inde yapılan toplantıda fısıldandığı artık biliniyor.
İlk kez 1951 yılında Federal Almanya Cumhurbaşkanı Theodor Heuss tarafından tesis
edilip verilmeye başlanan “Üstün Hizmet Liyakat Nişanı”, bu ülkede federal çapta verilen tek
nişan nişan, devletin verdiği en yüksek madalyadır. Yasa gereği, “Bu nişan ile, toplum
yararına siyasi, ekonomik, sosyal veya kültürel alanlarda üstün hizmetlerde bulunmuş Alman
veya yabancı uyruklu kişiler onurlandırılmaktadır”. Bu nişanın verildiği diğer kişilerden Ord.
Prof. Dr. Sedat Alp, Prof. Dr. Ahmet Mumcu, İlahiyatçı Prof. Beyza Bilgin, Prof. Dr. Faruk
Şen, Prof. Dr. Ramazan Aydın, Dr. Hikmet Ulus, işadamı Feyyaz Tokar ve TÜSİAD Berlin
Bürosu Direktörü Mehpare Bozyiğit-Kirchmann’ın “onurlandırılma” öykülerini pek bilmeyiz.
Ama bundan iki yıl önce Ankara Cumhuriyet Savcısı Özgen Özalp tarafından
haklarında “kaçakçılık” ve “özel evrakta sahtecilik” suçlarından dava açılan Türkiye
Kalkınma Vakfı’nın beş yöneticisi arasında bulunan Hüsnü Doğan’ın öyküsüne yabancı
sayılmayız. Zaten 1987 yılında Federal Almanya’dan “üstün hizmetlerde bulunmuş Alman
veya yabancı uyruklu kişiler”den sayılarak aldığı “Üstün Hizmet Liyakat Nişanı”ndan sonra,
uluslararası örgütlerde adına sanına rastlanır bir kişi olup çıkmıştır. Trilateral Komisyon’un
2002 yılına ilişkin Triennum (Üç Yıllık) üyeler listesi arasında -Tayvan’lı Morris Chang’dan
hemen sonra- beşinci sırada Hüsnü Doğan adı vardır. 53. Hükümetteki Enerji Bakanlığı
döneminde elektrik santralı kurma ve işletme imtiyazı verdiği UniMar A.Ş’nin
hisedarlarından Unit International, Unit Investment, Marubeni, Entes, National Power ve
MarubeniEuro’nun bu işte ne denli katkıları olduğu bilinmez ama sonuncu ortağın merkez
yönetimdeki başkanı Tohru Tsuji’nin Trilateral Komisyon’un o dönemdeki Pasifik Asya
Başkanı -ve Xerox’un Yönetim Kurulu Başkanı- Yotaro Kobayashi ile Başkan Vekili -ve
Güney Kore eski Dışişleri Bakanı- Han Sung-Joo’ya olan yakınlığı çok iyi bilinir.
Rüşdü Saraçoğlu
Diğer kahramanımız Rüşdü Saraçoğlu, 1948 Ankara doğumludur. Yüksek öğrenimini
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde tamamlamış ve ABD-Minnesota Üniversitesi’nde yüksek
lisans ve ekonomi alanında doktora yapmıştır. Minnesota Üniversitesindeki döneminde
Ekonomi Bölümünde doçent olarak çalışmış ve 1975 yılında Minneapolis’de Federal Rezerv
Bankası Araştırma Departmanı’na katılmış, 1977 yılına kadar orada araştırmacı olarak
kalmıştır 1977-79 yılları arasında ise Massachusetts, Newton, Boston Koleji’nde asistanlık
yapmıştır. 1979 yılında IMF’ye ekonomist olarak katılmış ve ilk olarak Orta Doğu
Bölümünde çalışıp daha sonrasında görevine Araştırma Bölümünde devam etmiştir. Turgut
Özal’dan aldığı çağrı üzerine 1984 yılında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Araştırma,
Planlama ve Uygulama Genel Direktörü pozisyonunu alarak Ankara’ya geri dönmüştür.
Saraçoğlu, 1986 yılında araştırma, para politikası ve uluslararası organizasyon ilişkileri
alanlarında çalışmak üzere Merkez Bankası Yönetici Yardımcılığına getirildi. 30 Temmuz
1987’de Merkez Bankası Başkanı oldu. Altı yıl süren başkanlığından 2 Ağustos 1993
tarihinde emekli oldu ve Merkez Bankası Yönetici Yardımcısı Dr. Erkan Kumcu ile birlikte
Makro Danışmanlık ve Eğitim Hizmetleri şirketi’ni kurdu. Aynı zamanda Londra’da
Goldman Sachs International Ltd.’nin Uluslararası Danışma Kurulu üyesi, İstanbul Tefken
Kongre Yatırımları Ltd’nin kurul başkanı, İstanbul İsviçre Hayat Sigortası Ltd, Türk Büyüme
Fonu, Lüxemburg Alliance Capital Ltd’nin kurul üyesi olarak faaliyetlerde bulundu. 1995’in
24 Aralık’ında İzmir’den milletvekili seçildi ve Mesut Yılmaz Başbakanlığındaki 53.
Hükümetin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı oldu. Ayni hükümetin bir diğer üyesi de,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak Hüsnü Doğan’dı.
Türkiye’de çıkar gruplarının yönlendirmesinin en etkili ve egemen olduğu
süreçlerdendir o kısacık 53. hükümet dönemi. (6 Mart 1996-28 Haziran 1996) Kimler yoktu ki
o hükümette.
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nahit Menteşe
Devlet Bakanları Rüşdü Saraçoğlu, Cemil Çiçek, Mehmet Ağar, Ünal Erkan, Ayfer
Yılmaz, Abdülkadir Aksu, Ufuk Söylemez, Eyüp Aşık, Yaman Törüner, İmren Aykut, Ayvaz
Gökdemir, İbrahim Yaşar Dedelek, Ali Talip Özdemir, Ersin Taranoğlu ve Halit Dağlı
Milli Savunma Bakanı Mahmut Oltan Sungurlu
İçişleri Bakanı Ülkü Güney
Dışişleri Bakanı Emre Gönensay
Maliye Bakanı Lütfullah Kayalar; Milli Eğitim Bakanı Turhan Tayan; Bayındırlık ve
İskan Bakanı Mehmet Keçeciler; Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna; Ulaştırma Bakanı Ömer
Barutçu; Tarım ve Köyişleri Bakanı İsmet Attila; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Emin
Kul; Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hüsnü Doğan;
Kültür Bakanı Agah Oktay Güner; Turizm Bakanı Işılay Saygın; Orman Bakanı Nevzat Ercan
ve Çevre Bakanı Mustafa Taşar.
Bu kadar çok “Devlet Bakanı” olan hükümetin devlete çok iyi bakacağı düşünülür belki
de. Ama tersi oldu o dönemde. Bir kez bu bakanlardan biri, 1988 yılında “Para Programı”nı
devreye sokan Rüşdü Saraçoğlu’ydu. Bu program Amerika’da 1970’lerde uygulanan
programın birebir kopyasıydı. Esası şöyleydi: Hazine borçlanmasını, Merkez Bankası’ndan
yapmayacak piyasadan borç alacak; yani, Merkez Bankası artık hazine kağıtları almayacak.
Bu politika faizleri yükseltti. Faiz haddini yükseltmenin amacı da, dışardan para çekmekti.
Çünkü Özal’ın “ihracat seferberliği” tutmamış, önüne gelen hayali ihracat ile devlet kasasını
soymuştu ve Türkiye’nin dövize ihtiyacı vardı. Böylece meşhur “sıcak para operasyonu”
başlatılmış oldu. Bu uygulama, Türkiye ekonomisinin bugünkü açmazlarına gelmesinin en
katmerli etkeni oldu. Döviz üzerinden yüksek faiz ödenmesi nedeniyle ülke sonu belirsiz bir
borç sarmalına girdi.
Öte yandan, devlet de özel sektörün maliyetlerini, zararlarını vergi avantajı olarak,
onlara sağladığı kredilerle, bir anlamda yüklenmiş oldu. Yani devlet özel sektörün açıklarını
kapatır oldu. Bunun üzerine devlet açık vermeye ve faizler yükselmeye başladı. Bu süreci
tahlil edersek şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Verimsiz ekonomik altyapı oluşturduğu açıkları
vergi avantajları ve elverişli kredi destekleri yoluyla kamu kesimi açığı haline dönüştürerek,
yüksek faiz yükünü kamu kesiminin üzerine yıkmış oldu. Faizler yükselince, üretici sermaye
de faiz kazancı sağlamak üzere finans alanına kaydı. Burada da firmaların faaliyet dışı karları
gibi garip bir sonuç çıktı ortaya. Gerçekten bu durum, ekonominin çöküşünü simgeleyen acı
bir öyküdür. Üreten sermaye yavaş yavaş faize kayınca, üretim gerilemeye başladı. Faizler
daha da yükseldi, gelir dağılımı bozulmaya ve ekonominin bütün çivileri sökülmeye başladı.
Sonunda ülke hızla üretimden uzaklaştı ve rant alanına kaydı. Emperyalist ülkeler buna çok
sevindiler. O süreçte Batı ekonomisi de krize giriyordu. Türkiye ise sürekli ve artarak
borçlanıyordu. Batı’nın bize verdiği borç, aslında onun açısından piyasanın açılması demekti.
Hem borç veriyor, hem üzerinden faiz alıyor, o sırada da borçla oluşturulan piyasalarda
mallarını satıyordu. Dolayısıyla, Türkiye fevkalade güzel bir müşteri, olağanüstü bir finans
kaynağı oldu emperyalist piyasalara.
İşte o kısacık hükümet döneminde de bu uygulamalar öylesine uç noktalara vardırıldı ki,
Batı dünyası “Bu durum güvenilir olmaktan çıkar da borçlarımızı tahsil edemez hale gelirsek,
sonuç çok riskli olur” diye düşünmeye başladı. Faizler hiçbir biçimde denetlenemez boyutlara
vardı o dönemde. Değil Türkiye, dünyada hiçbir ekonominin taşıyamayacağı reel yüzde 40
faizlere ulaşıldı. Emperyalist piyasalar aniden ürktü. 53. Hükümet gitti, ekonomik
düzenlemeler yapılıncaya değin ön plana sosyal ve politik kasolar çıkarıp ortalığı sisleyecek
Erbakan’ın 54. hükümetine teslim etti ülkeyi bir yıl için. Ardından 11 Ocak 1999’a dek
iktidarda kalacak -yine Mesut Yılmaz’ın- Ecevit’in DSP’si ve Cindoruk’un DTP’si ile 55.
koalisyon hükümeti kuruldu. Ve IMF de geldi bir “izleme anlaşması” dayattı.
Elbette artık Rüşdü Saraçoğlu özel sektöre geri dönmüştür ve 18 Nisan 1999 yılında
yapılan seçimlere katılmaz. Caspian Transco Grup Şirketleri ile Aspen Instute İtalya’nın
Yönetim Kurulu Üyesi, Makro Danışmanlık Ltd’nin Onursal Başkanı ve Carnegie Economic
Reform Network kuruluşunun üyesi olur. Ardından da Rahmi Koç tarafından Koç Holding
Finansman Grubu Başkanlığı’na getirilir. Koç Allianz Sigorta A.Ş. ve yine Koç Allianz Hayat
ve Emeklilik A.Ş.’nin de Yönetim Kurulu Üyesidir.
Bu arada Rüşdü Saraçoğlu’nun adına Türkiye’nin boğazına çöreklenmiş hortumlama
faaliyetleri nedeniyle de rastlarız. Bunlardan en önde gelenlerinden biri de Egebank davasıdır.
Saraçoğlu, Yahya Murat Demirel’in Egebank’ının danışmanlarındandı ve bankadan 500 bin
dolar tutarında krediyi çok komik bir faiz karşılığı şaibeli olarak aldığı öne sürülmüştü.
Anımsanacağı gibi olaya Cenajans Grey’in patronu Nail Keçili’nin ve gazeteci Rauf Tamer’in
de adları karışmıştı. Keçili’nin Egebank’ın reklamlarını üstlenerek 5 trilyon lira kazandığı öne
sürülmüş ve el konulma işleminden bir gün önce bankaya girmesi güvenlik kameralarına
takılmıştı. Hürriyet gazetesi köşe yazarı Emin Çölaşan’ın “Murat Demirel’den 1 milyon dolar
alan gazeteci kim?” yazısı ertesinde - o sıralarda, bir süre sonra kendilerinin de İmar Bankası
olayıyla bu işlere bulaşacakları Uzanlar’ın İnter Star’ında Haber Genel Yayın Yönetmeni
olan- Uğur Dündar, adı dedikoduya karışan gazetecinin Rauf Tamer olduğunu açıklamıştı.
Tamer ise, “Ben yalnızca 320 bin dolar ev kredisi aldım” diye savunma yapmıştı. İşadamı
Mete Has da Dündar’a yaptığı açıklamada Tamer’in evinde Yahya Murat’ın bir ada satışı
nedeniyle kendisine gönderdiği 650 bin dolarlık kaporayı, misafir olduğu Tamer’in evinde
almasının yanlış anlaşılmalara yol açtığını öne sürmüştü.
Egebank’ın hortumlandığı ortaya çıktığı zaman İstanbul DGM tarafından soruşturmayla
ilgili olarak Rüşdü Saraçoğlu hakkında yurtdışı yasağı konuldu. 2 Ekim 200 günü saat
08.30’da Londra’ya gidecek THY’nin 1979 sefer sayılı uçağına binmek üzereyken Atatürk
Hava Limanı’nda pasaportuna el konuldu. Daha sonra bankanın off-shore hesaplarıyla ilgili
olarak İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı’ya ifade verdi.
Saraçoğlu, DGM’ye çıkışında basında hakkında çıkan haberleri linç olarak niteleyen
Saraçoğlu, hakkında “Kaçtı”, “Yurtdışına gitti” ve “Niye ortadan kayboldu?” gibi söylentiler
çıkartıldığını belirterek, “Bu süre içerisinde hakkımda son derece aşağılayıcı ifadelerle beni
küçük düşürmeye çalıştılar. Ben buradayım. Bakanlık ve Merkez Bankası Başkanlığı yapmış
biriyim. Hiçbir yerden kaçacak durumum yok” dedi.
Aradan geçen 3 gün içinde ifade verecek merci aradığını (!) Mali Şube Müdürlüğü’ne
mi, yoksa Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na mı gideceğini bilemediğini anlatan Saraçoğlu, neden
bu mercilere değil de Londra’ya gitmekte olduğu sorusunu ise yanıtlamadı.
“İfade verecek merci” adresi bulamayan o Rüşdü Saraçoğlu, Trilateral Komisyon’un
adresini bulmuştur ama. Komisyon’un -Hüsnü Doğan’ın 5. sırada olduğu- 2002 yılına ilişkin
Triennum (Üç Yıllık) üyeler listesi arasında 17. sıra Saraçoğlu’na aittir. İşe bakın ki 19.
sıradaki Tayvan’lı Stan Shih’in Uluslararası Barış için Carnegie Vakfı (CEIP) ile bağlantısı
vardır. Öte yandan Rüşdü Saraçoğlu’nun üyesi olduğu Carnegie Economic Reform Network
da CEIP’in bağlısıdır ve etkinlikleri apayrı, upuzun bir araştırma konusudur. James C.
Gaither, Sutter Hill Ventures, Cooley Godward, Gregory B. Craig, Bill Bradley, Robert
Carswell, Jerome A. Cohen, Richard A. Debs, Susan Eisenhower, Leslie H. Gelb, Donald
Kennedy ve William J. Perry tarafından yönetilen vakıf, dünyanın tüm köşe bucağına burnunu
sokmaktadır.
Washington’daki “Abant Platformu”
Geçtiğimiz yıl ABD’nin dış politikalarında etkili olan Johns Hopkins Üniversitesi İleri
Uluslararası Araştırmalar Bölümü’nde (School of Advanced International Studies - SAIS)
yapılan Fethullah Gülen’cilerin Abant Platformu’na da bu vakfı temsilen Husain Haqqani ve
Anatol Lieven katılmışlardı. Forumun konusu “İslam, Demokrasi ve Laiklik: Türkiye
Tecrübesi” idi. Türkiye ve Amerika’dan çok sayıda gazeteci, akademisyen ve uzmanın
katıldığı toplantının ilk gününde BOP’a (Büyük Ortadoğu Projesi) destek mesajları
gönderilirken, ABD ve İsrail katliamlarına karşı “çıt” çıkmadı. Fethullah Gülen’in toplantıya
gönderdiği yazılı konuşma ise “Türkiye’nin BOP içindeki yeni rolüne” atıflarla doluydu.
İlk günün açılışını ev sahibi Francis Fukuyama yaptı. “Tarihin sonu” tezi ile tanınan
Fukuyama, Türkiye’nin Amerika’yı örnek aldığını söyledi. “ABD, Batı’daki en dindar
toplumlardan biri. Ancak bu durum yönetimin laik ve demokratik olmasını engellemiyor”
diyen Fukuyama, AKP Hükümeti’ne de övgüler dizerek, AKP iktidarının deneyiminin İslam
ülkeleri için “model” teşkil edeceğini iddia etti. Fukuyama’nın ardından bir konuşma yapan
Abant Platformu’nun fikir babalarından Diyanet İşleri’nden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet
Aydın ise, “Laiklik ve din, hayatın içinde bir arada var olabilir, ama devlet mekanizmasında
değil” dedi. AKP’nin kendisini “İslamcı” veya “Ilımlı İslamcı” olarak tanımlamadığına dikkat
çeken Aydın, partinin “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlandığını söyledi. Diyanet
İşleri’nden sorumlu Devlet Bakanı Aydın, ABD’de mahkemelerde kutsal kitap üzerine yemin
edilmesini buna örnek olarak verdi ve Türkiye’de yeminlerin laik olduğunu hatırlattı.
Bir katılımcının, Fethullah Gülen’in basındaki haberlere göre ateistleri teröristlerle bir
tutan sözlerine işaret etmesi üzerine ise Mehmet Aydın, şunları söyledi: “Bunları okuyacak
zamanım olmadı. Tabii farklı yorumlar, yanlış anlama olabilir. Ahlak, dinden bağımsızdır.
Batının kazanımlarının pek çoğu dinle birlikte değil, dine rağmen elde edilmiştir. Fethullah
Gülen, eğer böyle bir şey söylediyse, bu benim için çok şaşırtıcı olur. Çünkü kendisini
tanıyorum. Çok geniş fikirli bir insandır. Eğer dediyse, kendisiyle tamamen farklı fikirdeyim.
Teröristlerle karşılaştıramazsınız.” Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine model olup olamayacağı
yönündeki bir soruya karşılık Bakan Aydın, Türkiye’nin “eşsiz bir örnek” olduğunu
savunarak, “Biz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışacağız, deneyimlerimizi
komşularımızla paylaşacağız” diye konuştu.
Fethullah Gülen, Washington’da yapılan Abant Toplantısı’na bir mesajla katıldı.
Mesajında Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelik saldırılarına ve İsrail katliamlarına tek kelimeyle
bile değinmeyen Gülen, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı George W.
Bush’a söylediği sözleri tekrarladı: “Batı ile Doğu arasında köprü oluruz!” Gülen mesajında
şunları söyledi: Bu uluslararası konferanstaki beyin fırtınası, sadece Türkiye tecrübesinin
dünyada daha iyi tanınmasına değil, aynı zamanda hassaten İslam coğrafyasındaki diğer
ülkelere ışık tutma keyfiyetinin anlaşılmasına da katkıda bulunacaktır. İslam coğrafyası son
birkaç asırdır ciddi bir kriz yaşamaktadır. Ayrıca, dünyada artan siyasi, ideolojik ve dini
kutuplaşmalar, maalesef son zamanlarda uluslararası barış ve güvenliği de tehdit eder
boyutlara ulaşmıştır. Türkiye tecrübesi, krizden çıkış adına halihazırda önemli fırsatlar ve
dersler sunmaktadır ve haddizatında daha fazlasını da sunabilir... Avrupa Birliği ile
bütünleşmiş, ABD ile dostluğunu pekiştirmiş, NATO’da yerini muhkemleştirmiş, demokrasi,
laiklik ve İslam’ın en güzel yorumlarıyla taçlanmış bir Türkiye, medeniyetler arasında köprü
kurmaya daha iyi namzet teşkil edecektir...
Toplantıda Türk İslamı konusunda Carter Findley (Ohio Devlet Üniversitesi), Kemal
Karpat (Wisconsin Üniversitesi), John Voll (Georgetown Üniversitesi), Hakan Yavuz (Utah
Üniversitesi); Türk laikliği konusunda Cengiz Çandar (Tercüman Gazetesi), Elizabeth Hurd
(Northwestern Üniversitesi), Augustus Richard Norton (Boston Üniversitesi), Mete Tunçay
(Bilgi Üniversitesi) ve Türk demokrasisi konusunda da Henri Barkey (Lehigh Üniversitesi),
Dale Eickelman (Dartmouth Üniversitesi), John Esposito (Georgetown Üniversitesi), Jenny
White (Boston Üniversitesi) konuştular.
Toplantının katılımcıları ise şunlardı:
Ahmet Hadi Adanalı (Ankara Üniversitesi)
Şahin Alpay (Bahçeşehir Üniversitesi)
Adnan Aslan (İSAM)
Zeyno Baran (Nixon Center)
David Calleo
Svante Cornell
Charles Fairbanks
James Miller (Johns Hopkins Üniversitesi-SAIS)
Ruşen Çakır (TESEV)
Seda Çiftçi (CSIS)
Steven A. Cook (CFR)
Hüseyin Gülerce (Zaman)
Kenan Gürsoy (Galatasaray Üniversitesi)
Şükrü Hanioğlu (Princeton Üniversitesi)
Husain Haqqani (CEIP)
Eric Hooglund (Journal of Palestine Studies)
John Hulsman (Heritage Foundation)
Barry Jacobs (AJC)
Fehmi Koru (Yeni Şafak Gazetesi)
Burhan Kuzu (TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı)
Anatol Lieven (CEIP)
Büyükelçi David Mack (MEI)
Mithat Melen (İstanbul Üniversitesi)
Zach Messitte (St. Mary’s College)
Elisabeth Özdalga (İsveç Araştırma Enstitüsü)
Zeki Sarıtoprak (John Carroll Üniversitesi)
Sabri Sayarı (Georgetown Üniversitesi)
Edibe Sözen (İstanbul Üniversitesi)
Ömer Taşpınar (Brookings Institution)
Berna Turam (Hampshire Üniversitesi)
Cüneyt Ülsever (Hürriyet Gazetesi)
İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi web
sitesinin bağlantıları arasında da yer alan bu vakıf, son günlerde başta Amerika halkı olmak
üzere tüm toplumları Rusya aleyhine koşulama çabası içinde görünüyor. “Soğuk Savaş’ın
ardından Rusya kaynaklı nükleer tehlikenin sona erdiğini düşünenler büyük yanılgı içinde”
başlığıyla yayınladıkları raporda “Geçim sıkıntısına düşen Rus atom bilimcilerin, çalıştıkları
nükleer silah tesislerini ek iş uğruna terk etmeleri ya da görevden ayrılmaları yüzünden,
dünya yeni bir nükleer tehlikeye sürükleniyor” deniyor ve “Rusya, nükleer silah tesislerinin
güvenliğini sağlamak için gerekli uzmanları yetiştiremiyor” yorumu yapıldıktan sonra
Rusya’nın nükleer etkinliklerinin uluslararası denetimi isteniyor.
Ve tüm bunlar dönüp dolaşıp James Buchanan’ın Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığı
döneminde geliştirilen kuramlara ve spekülatif sermayenin yerküremizi işgalinin
yaygınlaşmasına dayandı. Öncelikle bireysel ve daha sonra da toplumsal düşünce alanı zapt
edildi. Medyadan bürokrasiye kadar tüm kurumlar ve yönetici kadroları şu ya da bu şekilde iç
içe geçmiş örgütler tarafından seferber edilerek can çekişmekte olan sermayenin yeniden
soluklanacağı küresel hegemonya alanına çekildiler. Ama iş, bununla da kalmadı…
Herbert Giersch
Buchanan’ın ardından Cemiyet Başkanlığı’na gelen Prof. Herbert Giersch, 1986-88
yılları arasında yönetimini sürdürdü. Kiel Enstitüsü Dünya Ekonomisi kürsüsünden olan 1921
doğumlu Giersch, Breslau çıkışlı bir ekonomisttir ve savaş sonrası dönemin en tanınmış
Alman iktisat felsefecilerindendir. Saarbruecken ve Christian Albrechts Üniversitelerinde
hocalık yapmıştır.
Giersch’in başkanlık döneminin en büyük çıkışı -ön hazırlığı bir yıl önce ABD’de
Indianapolis’de yapılan- 5-9 Eylül 1988 tarihleri arasındaki Kyoto (Japonya) genel
toplantısında sergilendi. Toplantının ana tartışma konusu “Açık dünya düzenine doğru”
başlığını taşıyordu. M. Friedman, J. Buchanan, Y. Suzuki, P. Salin, B.W. Sprinkel, J.L.
Jordan, M.R. Darby, A. Krueger, S. Kuo, D. North, C. Watrin, Ch. Nishiyama, P.A. David, C.
von Weizacker, S. Linder, T. Konami, P. Schwartz, G. Prosi, C. Veljanovsky, H. Butler, W.
Landes, H.G. Manne, Y. Hirai, O. Williamson, R.A. Cass, R.W. Dornbusch, A. Martino, Y.
Kashiwagi, M.L. Musa, G. Tixier, M. Bronfenbrenner, I. Miyazaki, A. Rabushka, H.
Kanamori, A. Seldon, A. Archian, A. Benegas Lynch, A. Fredborg, J.G. Greenwood, S.
Rosen, F. Welch, M. Kaji, R. Ricardo-Campbell, J. Raisien, R. Blandy ve R.M. Hartwell’in
katıldıkları toplantının açılışını “Özgürlüğün dünya çapındaki başarısına doğru” konuşmasıyla
Herbert Giersch yaptı.
Katılımcılar hakkında ayrıntılı bilgi şöyledir:
A. Archian
Uluslararası Ödemeler Bankası -Bank for International Settlement- BIS
A. Benegas
Lynch Açık Toplum Vakfı’da Eğitim uzmanı, makaleleri Türkiye’de Liberal Düşünce
dergisinde de yayınlanıyor
A. Fredborg
Danimarkalı ekonomist ve davranış analisti
A. Krueger
ABD Stanford Üniversitesi İktisat Fakültesi profesörü. 1 Eylül 2001’de Uluslararası
Para Fonu -IMF- Birinci Başkan Yardımcısı görevine getirildi. Bu göreve getirilmeden önce
aynı zamanda Stanford Üniversitesi Ekonomik Gelişim ve Reform Politikaları Araştırma
Merkezi Başkanı ve Hoover Enstitüsü’nde de araştırmacı olarak çalışıyordu. 1982 ile 1986
yılları arasında Minnesota ve Duke Üniversitelerinde ders verdi ve bu dönemde Dünya
Bankası’nda Ekonomi ve Araştırma konusunda Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu.
Amerikan Ekonomi Derneği’nin eski Başkanı ve onursal üyesidir. Ayrıca, Milli Bilimler
Akademisi -National Academy of Sciences- üyesi ve Ulusal İktisadi Araştırmalar Bürosu National Bureau of Economic Research NBER- araştırma kurumunda kıdemli araştırmacıdır.
(NBER hakkında bkz. Ek.15) Gelişmekte olan ülkelerde reform politikaları ve uluslararası
ekonomilerde çok taraflı kurumların rolü ve ticaret politikaları uzmanı olarak tanınır.
Türkiye’yle ilgili birçok ekonomik araştırma ve danışmanlık yapan Krueger’in Türkiye’de
Hacettepe Üniversitesi, Avusturalya’da Monash Üniversitesi ve Georgetown
Üniversitelerinden aldığı onursal doktoraları bulunmaktadır. Türkiye’yi yakından tanıyan
Krueger, ayrıca sık sık İstanbul’a gelerek Boğaziçi Üniversitesi profesörleri ile görüşmelerde
bulunmaktadır. Cumhuriyetçi Partili muhafazakar bir iktisatçı olan Prof. Krueger, ABD
Başkanı George W. Bush’un sıkı destekçisidir. Son olarak 27 Ocak 2005’de Davos’daki
Dünya Ekonomik Forumu toplantısı kapsamında Başbakan Tayip Erdoğan ile görüşmede
bulunmuştur
A. Rabushka
Hoover Vakfı Stanford Üniversitesi iktisat profesörü, Monetarizm ve Rasyonel
Beklentiler kuramcılarından
B.W. Sprinkel
Chicago’lu banker, Friedman ile birlikte Heritage Society ve Shadow Open Market
Committe’nin, Bulgaristan’daki IME-Institute for Market Economics’in kurucusu, Soros’un
Açık Toplum Enstitüsü-OSI ve Hollanda Kerkinactie Kurumu-ACT destekçisi - Şu rastlantıya
bakınız ki İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi’nin faaliyetleri de OSI
ve ACT tarafından desteklenmektedir. (Ek.16’ya bakınız.)
C. Veljanovsky
İktisatçı, Özelleştirme Politikaları Uzmanı
C. Watrin
Köln Üniversitesi profesörü
Ch. Nishiyama
Hoover Vakfı ve Moon Tarikatı üyesi - Bilindiği gibi Türkiye’de de siyasal çevreden ve
hatta ilahiyatçılar arasından birçok bağlantısı olan Güney Kore menşeli Moon tarikatı,
CIA’nin belirli ülkelerdeki örtülü operasyonlar için kullandığı bir örgüt ve Washington
Times, New York Times gibi ünlü gazeteler ve dünyanın en önemli ajanslarından biri olan
United Press İnternational’ın da sahibi. Nishiyama’nın adı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın
Howitzer diye anılan “motorlu seyyar topların” motorları ve aktarma organlarının Güney
Kore’den alınması girişimi ile de dikkat çekmişti. İşi alan Güney Kore firması Tong Il,
“Unification Church”e yani Moon tarikatı’na ait bir firmaydı ve Nishiyama da
danışmanlarındandı.
D. North
İktisadi ve kurumsal değişim için uygulamalı iktisat kuramı geliştiricisi
F. Welch
General Electric’in 1981-2001 yıllarındaki başkanı
G. Prosi
L. Bassani, V. Caramelli, F. Cavalla, P. Heritier, A. Laurent, C. Lattieri, L. Mazzarolli,
G. Piombini, S. Ricossa, E. di Robilant, P. Salin, M. Vitale ile oluşturdu Neo-Laissez-Faire
hareketiyle öne çıkan iktisatçı, P-2 Mason Locası ve Bilderberg üyesi
G. Tixier
Fransız iktisatçı
H. Kanamori
Tokyo Üniversitesi Jeofizik Profesörü, Nokta kaynak yaklaşımı ile faylanma
mekanizması konusunda deprem kuramcısı
H.G. Manne
George Mason Üniversitesi iktisat hukukçusu
J.G. Greenwood
İktisatçı, finansal kalkınma ve içsel büyüme kuramcısı
M. Bronfenbrenner
Alexis De Tocqueville adına Oakland California’da kurulmuş Independent Institute
yöneticisi
O. Williamson
dizi ülkedeki bağlantılarına- “ekonomik ilişkiler üzerinde bozucu etki yapan vergilerin”
en düşük düzeyde uygulanması ve olabildiğince ikame etkisi zayıf olan vergilere geçilmesi
konusunda çağrı yapılacaktır. Bu demektir ki, optimal vergileme ile ekonomik kararlar
üzerinde en düşük etki oluşturabilmek için, vergilerin düşük düzeyde tutulmasını, dolayısıyla
kamu kesiminin küçültülmesi istenmektedir. Bir süre önce Türkiye’de Özal ve 24 Ocak
Kararları da bu yönde çıkarılmıştı ve şimdi de hükümet olarak uygulayıcısıydı zaten.
Hazırlayıcı kadronun içinde -daha önceki bölümde andığımız- Hüsnü Doğan da baş sırayı
tutmaktaydı.
Antonio Martino
Mont Pelerin Cemiyeti’nin 1988-1990 yılları arasındaki yöneticisi bir İtalyan Profesör:
Antonio Martino. Yani şimdiki İtalya Savunma Bakanı.
1976’da cemiyete üye olan 22 Aralık 1942 doğumlu iktisatçı Martino, Roma’daki
LUISS Üniversitesi’nin Siyasal Bilimler Bölüm Başkanlığı, Roma Üniversitesi Siyasal
Bilimler Fakültesi Monetarizm ve Politika Kürsüsü Başkanlığı, LUISS Üniversitesi Hukuk
Fakültesi öğretim üyeliği, Napoli Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi öğretim üyeliği,
Messina Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyeliği, Roma Üviversitesi
Siyasal Bilimler Fakültesi öğretim üyeliği, Roma Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim
üyeliği gibi görevlerde bulundu.
1976’da İtalyan Ekonomistler Birliği’ne (Società Italiana degli Economisti), 1978’de
Washington’daki The Heritage Foundation’a; 1981’de Londra’daki Institute of Economic
Affairs (IEA) ve yeni neo-liberal sağın Kalesi Heritage Foundation bağlantılı olup Don
Lipsett başkanlığında Milton Friedman, Russell Kirk, Frank S. Meyer ve Wilmoore Kendall
tarafından kurularak Edwin Meese III, Russell Kirk, Edwin J. Feulner, Jr. ve Bill Campbell
tarafından yönetilen Philadelphia Society’ye; 1989’da Fransa Aix en Province’daki Journal
des Economistes et des Etudes Humaines’in yayın kuruluna; 1990’da Washington’dai Cato
Journal’in yayın kuruluna; 1992’de ise Institute of Economic Affairs’a (IEA) üye oldu.
1994’de milletvekili oldu ve 1996 ile 2001’de yeniden seçildi. İtalyan Parlamentosuna
ilk seçilişinde hükümette Dışişleri Bakanı oldu. O tarihten bu yana parlamentonun Dış
İlişkiler Komitesi üyesidir. 1995’den bu yana Parlamentolararası Birlik’te İtalyan Grubu
Başkanlığını yapmaktadır. Berlusconi’nin katı sağ görüşlü Forza Italia Partisi’nin kurucu
üyesidir ayni zamanda. Yayınlamış 11 kitabı ve 150 dolayında makalesi vardır. Bunların
çoğunda neo-liberal politikaları, sıkı para rejimini, küreselleşmeyi ve güç dayatmacılığını
savunur.
Martino gerçekten de çok etkin biridir. Çeşitli çalışmalarda ya da üyeliklerinde
bulunduğu kuruluşların listesi hayli kalabalıktır. Bu ilişkilerini sürdürmede nasıl zaman
bulduğu ise ayrı bir sırdır. O, bir “küresel” adamdır. İşte liste:
The Acton Institute
American Conservative Union
American Enterprise Institute
The Atlas Economic Research Foundation
The Beacon Institute
The Cato Institute
Center for the Study of Market Processes
Clare Boothe Luce Policy Institute
Claremont Institute
Competitive Enterprise Institute
The Foundation for Economic Education
The Fraser Institute
Hauenstein Center for Presidential Studies
The Heartland Institute
The Heritage Foundation
Hoover Institution
Hudson Institute
The Independent Institute
The Institute of Economic Affairs
The Institute for Humane Studies
The Intercollegiate Studies Institute
The Leadership Institute
The Locke Institute
Ludwig von Mises Economic Institute
Mackinac Center for Public Policy
National Humanities Institute
Political Economy Research Center
Reason Foundation
Sixty Plus Association
The Smith Center for Private Enterprise Studies.
Türkiye, Martino’nun adına -Mont Pelerin Cemiyeti’ndeki varlığıyla değilse bile diğer
etkinlikleri ve çıkışlarıyla- hiç de yabancı sayılmaz. 19 Aralık 1994 tarihli Hürriyet
Gazetesi’nin haberine göre, Bir P2 Mason Locası üyesi olan Berlusconi’nin İsrail’le olan
bağlantıları oldukça ilginçti ve masonluğun genel çizgisine uyuyordu. Bu konuya, Eylül/Ekim
1994 tarihli Washington Report on Middle East Affairs dergisi dikkat çekmişti. Derginin
haberine göre, İtalyan Dışişleri Bakanı Antonio Martino, 1994 Mayısında Amerikalı yahudi
liderlere “Berlusconi’nin son yirmi yılda İtalya’da iktidara gelen en İsrail yanlısı hükümeti
kurduğunu ve İtalya’nın uzun zamandır sürdürdüğü Arap yanlısı politikayı kesin olarak
değiştireceği”ni söylemişti. Berlusconi’nin bir başka ilginç İsrail bağlantısı da, ayni Henry
Kissinger gibi, yakın korunmasının Mossad ajanları tarafından sağlanıyor oluşuydu.2
Türkiye’de Martino’nun adının çok sık gündeme gelmesi, Abdullah Öcalan’ın İtalya’ya
kaçış macerasıyla oldu. 20 Kasım 1998 günlü Radikal Gaztesinde “Apo Roma’ya davetli
geldi” başlığı ile verilen haberde şunlar yazılıyordu: “İtalyan ana muhalefet partisi Forza
Italia’nın önde gelen isimlerinden eski Dışişleri Bakanı Antonio Martino, hükümetin
Abdullah Öcalan’ı davet ettiğini düşündüklerini söyledi. Martino, ‘Bu konuda kesin
delillerimiz yok. Ama en azından Öcalan’ın buraya gelmek için şimdi hükümetin içinde yer
alan Komünistler tarafından cesaretlendirildiğine dair kanıtlarımız var’ dedi. Daha önce de
muhalefet partilerinden Ulusal İttifak Partisi (AN) lideri Gianfranco Fini, Öcalan’ın İtalyan
polisi tarafından tesadüfen tutuklanıp tutuklanmadığının, İtalyan makamlarıyla daha önce bir
ilişkisinin olup olmadığının açıklanmasını istemişti. Martino, partisinin Öcalan’a siyasi
sığınma hakkı tanınmasına karşı olduğunu, ancak parlamentonun yüzde 35’ini kontrol
edebildikleri için yüksek sesle muhalefet yapmaktan başka ellerinden bir şey gelmediğini
söyledi. Martino, 21 Eylül’de Türkiye ve İtalya’nın teröre karşı mücadele anlaşması
imzalamasından yaklaşık bir ay sonra, Türkiye’nin, Öcalan’ın İtalya’ya Abdullah Sarıkurt
adıyla geleceğini bildirdiğini de hatırlattı. Martino, ‘Öcalan, İtalyan Havayolları’yla geldi.
PKK bundan önce İtalyan parlamentosunda bir toplantı yaptı. Bütün bunları bir araya
koyunca Öcalan’ın İtalya’ya gelmeden önce bir tür garanti aldığını, Türkiye’nin de bunu
engellemeye çalıştığını düşünüyoruz. Sorunu böyle algılıyoruz’ diye konuştu. Martino,
köşeye sıkıştığını belirttiği İtalyan hükümetinin durumunu şu sözlerle tanımladı: ‘Kendi
kendilerini zor durumda bıraktılar. Çünkü Öcalan’a siyasi sığınma hakkı verirlerse, hem
Türkiye ile olan ilişkilerini feda etmek zorunda kalacaklar, hem de teröristlere kucak açan
ülke olarak Fransa ve Almanya’yı rahatsız edecekler. Eğer vermezlerse PKK’nın gözünde
hain konumuna düşecekler. Ondan sonra da PKK’nın ne yapacağı belli değil.’ İtalya’nın
Öcalan’ı Almanya’ya vermesi gerektiğini söyleyen Martino, Almanya’nın da kendi ülkesinde
çalışan Türkler ve Kürtler yüzünden henüz Öcalan’ı istemediğine dikkat çekti. Martino,
‘Hükümetin tutumu utanç verici. Öcalan korunmamalı’ dedi. İtalyan halkının Türkiye’yi
algılamasında da yanlışlar olduğuna dikkat çeken Antonio Martino, ‘Türkiye’de bir iç savaş
varmış gibi görülüyor. Bir yanda baskıcı bir devlet, öbür yanda özgürlük savaşçıları. Ancak
durumun böyle olmadığını anlamak için Türkiye’yi bir kez bile ziyaret etmek yeterli’ diye
konuştu.”
Martino, Abdullah Öcalan olayını hükümete muhalefet yapmak adına iç politikaya
yansıtıyordu ama tutumu öyle söylediği gibi Türkiye yandaşı filan da değildi. O günlerde
Öcalan’ın Roma’ya kaçışının bir ay önceden tezgahlandığı ortaya çıkmıştı. İtalya’daki 9
partili koalisyonun radikal kanadını oluşturan Yeşiller Partisi’nden Paolo Cento, “Biz Apo’yla
anlaşıp, Roma’ya getirttik” demişti zaten. Cento, davet kararı 32 parlamenter ve senatörün
imzasıyla gerçekleştiğini ve Parlamento ile Senato’nun dışişleri komisyonlarında yapılan
görüşmelerden sonra, Kürt sorununun uluslararası platforma taşınabilmesi için, Apo’nun
davet edilmesinin kararlaştırıldığını söylüyordu.
Vatikan hiyerarşisinde Dışişleri Bakanlığı makamında bulunan Kardinal Lajola’nın
dostlarından olan Yeşiller Partisi’nden Paolo Cento’nun açıklamaları, İtalyan hükümetini de
zor durumda bırakmıştı. Martino da fırsatını bulmuş “komünistler”e yükleniyordu. Sanki
Forza Italia, Vatikan ve Yeşiller arasında bir Öcalan’ı destekleyerek ya da karşı çıkarak bir
“hükümet düşürme” operasyonu uygulanıyordu. Bu arada Komünist Adalet Bakanı
Diliberto’nun Öcalan’ın tutuklandığı günün hemen ertesinde yaptığı açıklamada, iade
kararının sadece bakanlığını ilgilendirdiğini bildirmesi işe tuz biber ekmişti. Ancak ertesi gün
-büyük olasılıkla neler döndüğünü keşfeden- Diliberto 180 derecelik dönüş yaparak “Bu sorun
sadece İtalyan Adalet Bakanlığı’nın sorunu değil, tüm hükümetin sorunudur. Diğer
bakanlıkları da ilgilendirir. Bunun için ortak karar alınacaktır. Sanırım siyasi bir sürtüşmeye
neden olmadan halledilir” diyecekti. Bu arada PKK’nın siyasi kanadı ERNK Avrupa
Temsilciliği’nin, Apo’nun koalisyon hükümetinin ortakları olan Yeşiller ve Komünistler
tarafından korunmak üzere getirtildiği yolundaki açıklaması, Başbakanlığın yayınladığı bir
bildiriyle yalanlanacaktı.. Başbakanlık açıklamasında, “Böyle bir kişinin İtalyan topraklarına
geleceğinden haberimiz yoktu” deniliyordu. Forza Italia’nın liderlerinden Martino ise
hükümetin bu açıklamasını önemsemiyor ve “Hükümet Ankara’yı kandırmak istiyor. Onlara
ihanet edemeyiz. Türkiye müttefikimizdir. Bunu çok düşünerek karar vermeliyiz. Karar,
Türkiye aleyhine olmamalı” diyordu. Martino neredeyse Türk halkının kahramanı olacaktı.
Herkes PKK’yı ve Öcalan’ı unutmuş, yeniden bir “kahrolsun komünistler” nevrozuna
tutulmuştu. Oysa T.C. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün 5
Ekim 1998 tarihli duyurusunda, “Haftada 6 gün yayınlanan komünist eğilimli Il Manifesto
gazetesinin 02 Ekim 1998 tarihli sayısında yeralan haberin çevirisi şöyledir: Dışişleri Bakanı
Lamberto Dini, Türk meslektaşı İsmail Cem’e bir mektup gönderdi. Söz konusu mektupta
Dini, sürgündeki Kürt parlamentosu temsilcileri ile İtalyan parlamenterlerin mecliste bir araya
gelmesinden duyduğu üzüntüyü ifade etti” deniliyordu.
Martino’nun siyasal yaşamı -Berlusconi ile birlikte- 1993’te Forza Italia partisini
kurmasıyla başladı. 1994’teki Dışişleri Bakanlığı sadece 7 ay sürdü ve Berlusconi hakkındaki
yolsuzluk suçlamaları, protesto gösterileri ve siyasi müttefikleri ile yaşanan anlaşmazlıklar
ardından sona erdi. Berlusconi 2003 yazında yolsuzluk suçlamasıyla mahkeme önüne çıkan
ilk İtalya başbakanı oldu. Parti kurucularından Martino da okka altına gidiyordu. Ama
duruşmalar parlamentonun tartışmalı bir yasayı onaylayarak başbakan ve bazı devlet
görevlilerine yargıdan dokunulmazlık sağlaması ardından durduruldu. Ancak bunu sağlayan
yasanın Anayasa Mahkemesi’nce iptali ardından onlara yine yargı yolu görünüyor.
Martino yalnızca Öcalan olayında değil, birçok gelişmede de provokasyonlar
tezgâhlamakla ünlü.
11 Eylül saldırılarının hemen ardından 20 Eylül 2001’de La Repubblica Gazetesi’ne bir
demeç verdi ve “Kendi tedbirlerimizi aldık. Bizden hiçkimse San Pietro`ya (Vatikan)
yönelmiş bir uçak görmek istemiyor. Bu yüzden NATO bize kullanmamız için Awacs
radarlarını ve uçaksavarları verdi” diye konuştu. Ayni gün parlamentoda yaptığı açıklamada
da “Bizden uçak, silah ve ordu istenmesi çok küçük bir olasılık. Büyük olasılıkla bizden
üslerin kullanılması istenebilir” dedi. Usame Bin Ladin`in ABD`ye yapılan saldırıda sorumlu
olsa bile muhtemelen saldırıyı tek başına düzenlemediğini olayların arkasında bir Ortadoğu ya
da Asya devleti olabileceğini, İtalya`da radikal İslamcı terör örgütleri üslerinin olabileceğini
ve önlemlerin artırıldığını belirterek İtalya`ya kimsayal füze saldırısı riskinin bulunduğunu da
kaydetti. Tüm bu açıklamalar daha ilkgünlerden Amerika’nın Afganistan’a yapacağı saldırıya
destek ve yeşil için İtalyan halkını şartlamak içindi. Ve senaryo da Vatikan’a uçak saldırısı
gibi usdışı bir nedene dayandırılıyordu. Ama buna şaşmamak gerekiyordu. Vatikan ve din,
Martino için şaşmaz bir arka plandı.
Onun Mont Pelerin’deki Başkanlık döneminde 1989 yılında Yeni Zelenda’nın
Christchurch kentinde yapılan Bölgesel ve 1990 yılında Almanya’nın Münih kentindeki
Genel toplantılarınçağrılılarına bakmak çok yerinde olur.
Christchurch, Yeni Zelanda’nın Long Island’ında bir yerleşim merkezidir ve ülkenin
başlıca büyük şehirlerinden biridir. Çevresinde göz alabildiğince uzanan kumlu plajlar,
yüksek yaylalar, kayak yapılabilecek yamaçlar, ırmaklar ve üzüm bağları bulunmaktadır.
Kent, “Yeni Zelanda’nın bahçesi” olarak anılmaktadır. Türkiye’deki kimi ailelere de yabancı
sayılmaz. Çünkü burada çeşitli dil okulları vardır ve her yıl ülkemizden öğrenci avlayarak
oraya götürmektedirler.
Bunlardan en ünlüleri Aspect International Language Academies, Christchurch College
of English ve Geos International Colleges’dir. Bunlardaki eğitim aylık sürelere bağlı olarak
1440 - 8400 Yeni Zelanda Doları arasındadır. Merkezi Eskişehir’de ve şubesi Bursa’da
bulunan Optima Eğitim Danışmanlığı ile İstanbul Kadıköy’de bulunan İdealist Yurtdışı
Eğitim Danışmanlığı gibi kuruluşlar bu kurumlara Türkiye’den öğrenci yollamaktadırlar. Öte
yandan 1873 yılında kurulmuş bulunan ve Prof. Graham Macdonald, Dr. Derek Browne, Dr.
Michael Grimshaw ve Carol Hiller tarafından yönetilen Christchurch’teki Conterburg
Üniversitesi Felsefe ve Teoloji Fakültesi, Budizm, İslam, Hinduizm, Musevilik ve
Hristiyanlık üzerine dünyanın önde gelen dinsel eğitim verilen öğretim kurumlarından
birisidir.
1989 yılında Christchurch’de yapılan Mont Pelerin Cemiyeti Bölgesel Toplantısı’na
çağrılılar arasında çok ilginç isimlere rastlarız. Katılımcılar ve görevleri şöyledir:
Kiichi Miyazawa
Japonya’da Başbakanlık Sekreterliği, Ekonomik Planlama Dairesi Müdürlüğü, Dışişleri
ve Ekonomi Bakanlığı yapmıştır ve Trilateral Komisyon üyesidir.
Carrillo Gantner
California Stanford Üniversitesi kökenli ve Myer Vakfı yöneticisi, Melbourne kent
konseyi üyesi, Avustralya’nın Pekin Büyükelçiliği görevlisi ve Trilateral Komisyon üyesidir.
Murray Horn
Cambridge Üniversitesi kökenli, Yeni Zelanda Hazine Sekreteri, ANZ Yatırım Bankası
Başkanı ve Trilateral Komisyon üyesidir.
Yusuf Wanandi
Amerikan-Endonezya Cemiyeti’nin (United States-Indonesia Society - USINDO)
danışmanlarından, Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (Center for Strategic and
International Studies - CSIS) Yönetim Kurulu üyesi, Pasifik Ekonomik İşbirliği Konseyi
(Pacific Economic Cooperation Council - PECC) Başkanı, Asya-Pasifik Güvenlik İşbirliği
Konseyi (Council for Security Cooperation in the Asia Pacific - CSCAP) Genel Sekreteri,
Massachusetts’deki Babsob Koleji Uluslararası Danışmanı, Jakarta Post Gazetesi Yayın
Müdürü, Katolik Üniversite Öğrencileri Birliği (Perhimpunan Mahaiswa Katolik Republik
Indonesia - PMKRI) lideri, Hukuk Profesörü ve Trilateral Komisyon üyesidir.
Piskopos Alvaro del Portillo y Diez de Sollano
İsviçre’nin Zürich şehri Protestanlığın kalesi olarak tanınırken kente Katolik ülkelerden
işçilerin gelmesini ve iltica ederek yerleşmelerini sağlayarak Katolikler’in egemenliğine
sokan, Vatikan’ın Hıristiyanlık-Dışı Dinler ve İnançsızlar Bakanlığını denetleyen, tüm
kiliseleri birleştirmeyi öngören Ekümenizm hareketini destekleyen, eskiden anti-komünist
etkinlikler içindeyken zamanla değişen NATO ve CIA stratejisini benimseyerek anti-İslam
çalışmalar yürüten ve Opus-Dei örgütü liderlerinden.
Mont Pelerin Cemiyeti’nin Martino’nun Başkanlık döneminde 2-8 Eylül 1990 tarihleri
arasında Almanya’nın Münih kentinde yapılan Genel Toplantısı’nın ana konusu, “Açık Dünya
Düzeninde Avrupa” idi. Tartışma katılımcıları ise şunlardı:
A. Benegas Lynch Jr, A. Brzeski, A. Fredborg, A. Martino, A. Meltzer, A. Walters, B.
Shenfield, B.N. Ames, C. Watrin, C.J. Westholm, Ch. B. Blankart, E. Weede, E.J. Feulner, EJ. Mestmäcker, G. Libecap, G. Prosi, G. Radnitzky, G.J. Stigler, H. Demsetz, H. Giersch, H.
Grubel, H. Schmieding, H. Willgerodt, H.H. Gissurarson, J. Bhagwati, J. Burton, J. Domes, J.
Van Offelen, J. von Hagen, J. Winiecki, J.G. Greenwood, J.M. Buchanan, K.-H. Paqué, Lord
Harris, M. Fratianni, M. Friedman, M. Thurn, M. Wolf, O. von Habsburg, P. Bernholz, P.
Desai, P. Salin, P. Schwartz, P.T. Bauer, R. Blackhurst, R. McKenzie, R. Ricardo-Campbell,
R. Vaubel, R.M. Hartwell, S. Pejovich, S.C. Tsiang, T. Bauer, V. Curzon-Price, V. Klaus, V.
Vanberg, V.M. Usoskin, W. Kasper, Y. Suzuki.
“Açık Dünya Düzeninde Avrupa” konulu toplantıda J. Buchanan’ın sunduğu “Amerikan
Federalizmi: Avrupa için bir model” başlıklı tebliğ, bu 1990 birleşiminin hem Mont Pelerin
Cemiyeti hem de YDD için bir çıkış noktası olacağını gösteriyordu. Belliydi ki, ulus devlet
tasfiye projesinin devamlılığını sağlamak için geliştirilen bir araç olarak görülüyordu AB. Salt
“ulus devlet” değil, hukuk devleti de hedef alınıyordu. Çünkü birlik içindeki ülkelerin
meclislerinin tek bir mecliste toplanması ve “Amerikan federalizmi” örneksemesi bu yola
varıyordu. Emperyaller istedikleri bağlayıcı yasaları kolaylıkla çıkacaklardı. Bu yasalar üye
ülkelerin anayasasından da yüksekte tutulacaktı. Üyelerin anayasaları, “federal eyaletler”in
yerel düzenleme içtihatları düzeyine indirgenecekti. Eğer bir devlet kendi çıkardığı kanunlarla
uluslararası alanda söz sahibi olamazsa, o devlet yok sayılır. Dünyadaki tekellerin kendi
aralarındaki yaptığı anlaşmalar bile birçok ülkede etkili olup uygulanırken, bir devletin
çıkardığı yasalar ve yaptığı demokratik girişimler hiçe sayılırsa o devletin bir şirket kadar bile
değeri olmadığı anlaşılır. Zaten önerilen de dolaylı olarak buydu. Şirketlerin Avrupa’ya tam
egemenliği!
Bu toplantıda Avrupa’ya önerilen şekil, burjuvazinin ekonomik plandaki gericiliğinin
siyasal planda da ifadesini bulmasıydı. Mont Pelerin’in kuruluş amacı olan ve üzerinde çok
titizlikle durduğu “serbest rekabet”in bir masal olduğu anlaşılıyordu. Önerilen model, serbest
rekabet ilişkilerinin yerini dev dünya tekellerinin egemenlik ve baskı yöntemlerine
bırakmasıydı. Cemiyet’in yıllardır yetiştirdiği ekonomistlerin denetimindeki mali oligarşinin
Avrupa devletleri aygıtını ele geçirmesiydi. Bu da Avrupa’yı, Mont Pelerin ve himayesindeki
kuruluşların sıkıca sahip oldukları Amerika’ya tam bağdaşık, dış ilişkilerinde sömürgeci bir
politika izleyerek, baskı ve zor aygıtlarını geliştirerek egemenliğini tehdit eden ulusal
başkaldırıları kanla bastıracak bir ABD organı durumuna getirecekti. Yerel planda ise
çıkardığı yasalarla işçi sınıfının azgınca sömürülmesinin muhafızlığını yapacaktı. AB tekelleri
giderek ABD tekellerinin egemenliğine girecek, Avrupa Parlamentosu ve Konseyi de
Amerikan Temsilciler Birliği ve Senatosu gibi tekellerin diktatörlük aygıtı olacaktı. Öte
yandan apaçık söylenen şuydu ki, birkaç dev tekelin egemenleştiği ortamda burjuvazi de sınıf
olarak baskı altında olacağı için bununla işçi sınıfı arasındaki çelişkilerin “had safhada
keskinleşme” sürecine bir daha varılmayacak ve “sosyalist devrim kâbusu” geride
bırakılacaktı. Ve toplantı Lord Harris’in “Tüm uluslararası etkinlikler bu çerçevede
odaklanmalıdır” sözleriyle noktalanacaktı.
Bu toplantıda apaçık ortaya çıkan şey “Mont Pelerin ve himayesindeki kuruluşların”
artık büyük etkinlik kazanmış olduklarıydı. Bu doğruydu da. Çünkü savaşlara, saldırılara,
parasal operasyonlara yol gösteren Amerikan seçkinleri örgütü CFR (Council on Foreign
Relations / Dış İlişkiler Konseyi), bu örgütün “yuvarlak masa” toplantılarının yol göstericisi
İngiliz seçkinleri örgütü olan Royal Institute of International Affairs (RIIA ya da Chatham
House), Center for International Private Enterprise (CIPE), National Democratic Institute
(ABD Ulusal Demokrasi Enstitüsü - NDI), International Republican Institute (Uluslararası
Cumhuriyetçiler Enstitüsü - IRI) ve National Endowment for Democracy (Demokrasi için
Ulusal Yardım - NED) kuruluşları Mont Pelerin Cemiyeti’nin 1982-1984 yılları arasındaki
Başkanı İngiliz Lord Harris döneminde -1983’de Canada’da Vancouver’de yapılan Bölgesel
toplantıda- kotarılan kararla cemiyetten doğrudan destek almaya başlamışlardı.
CFR hakkında çok şey yazılıp söylendi ülkemizde. Rahmi Koç’un David Rockefeller ve
Henry Kissinger’in yönetimindeki halkaya üyeliği; Kemal Derviş, Turgut Özal, Sakıp Sabancı
ve İlter Türkmen’in bağlantıları; Abdullah Gül’ün Refah-Yol hükümeti Devlet Bakanı olarak
katıldığı 26 Şubat 1997 New York toplantısı -ki Gül bu toplantıya Türkiye’deki “türban
sorunu”nu anlatabilmek için katıldığını ve Kanada’dan türbanlı bir bayanı toplantıya
getirdiklerini söylemiştir-, yine 6 Nisan 2001’de yine New York’da CFR ile “U.S. - Turkish
Relations in the 21st Century” (21. Yüzyılda Birleşik Devletler- Türk İlişkileri) adı altında
yapılan toplantıya katılanlar şunlardı:
Abdullah Gül (Saadet Partisi Milletvekili)
Mehmet Ali İrtemçelik (ANAP Milletvekili, Eski İnsan Haklarından Sorumlu Devlet
Bakanı)
Kamran İnan (ANAP Milletvekili, TBMM Dışişler Komisyonu Başkanı)
Tahir Köse (DSP Milletvekili, Eski Sanayi ve Ticaret Bakanı)
Oktay Vural (MHP Milletvekili, TBMM Dışişler Komisyonu üyesi)
Ayfer Yılmaz (DYP Milletvekili, Eski Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Hazine
Müşteşar Yardımcısı)
Hatta son olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Ocak - 1 Şubat 2004 tarihleri
arasında gerçekleşen ABD ziyareti sırasında bu CFR’de “21. Yüzyılda Türk Dış Politikası”
başlıklı konuşma yaptığı da biliniyor.
CFR’nin Birinci Dünya savaşı sonrası, ABD’nin dünyanın yeniden paylaşımında yerini
aldığı ve Türkiye’nin de paylaşıldığı Paris Konferansı’nın ardından dünya egemenliğini ele
geçirmesinin aracı olarak kurulduğu da bir sır değil artık. Örgütün ABD’ye uygun bir dünya
düzeni kurulması, bu düzenin siyasal ve ekonomik yönetiminin elde bulundurulması için
kararlar aldığı da. ABD’nin dünya doğal kaynakları üstündeki egemenliğinin sağlama
alınarak, ham madde kaynağı olarak görülen ülkelere ABD’den mal ihracatını güvenceye
kavuşturulmasının tek yolunun ulus-devlet direncinin kırılması olduğu ve CFR’nin bu
amaçlara uygun olarak 1983’de, “tek dünya - tek devlet” düzeninin parasal yönetim
dizgesinin oluşturulması kuramlarını geliştiren Mont Pelerin Cemiyeti’nin himayesine girmiş
olduğu okur için yeni bir bilgidir ancak. CFR yayını olan The Washington Quarterly’nin 2004
yaz sayısındaki Graham E. Fuller’in “Turkey’s Strategic Model: Myths and Realities” başlıklı
yazısı da ek bir algılama oluşturabilir belki.
RIIA (Royal Institute of International Affairs ) ya da Chatham House hakkında da
belirli şeyler dile getirildi Türkiye’de. Bu örgütün İngiliz imparatorluğunun yıkılmasını
önlemek için bir federe imparatorluk projesiyle yola çıkan ve Güney Afrika elmas kralı olarak
ünlenen Sir Cecille Rhodes’ un desteğiyle oluşturulan Yuvarlak Masacılar tarafından
sömürgelerde saltanat süren şirketlerin patronlarını, sömürgeciliği sürdürmekte önemli
görevler üstlenen İngiliz akademisyenlerini, devletin istihbarat ve dışişleri görevlilerini
buluşturmak üzere kurulduğu biliniyor. Şimdiki yöneticileri şu isimlerden oluşuyor:
Dr. Deanne Julius (Başkan)
Peter Cooke
Adrian Lamb
Prof. Victor Bulmer-Thomas
David Cameron
Prof. Michael Clarke
Tony Colman
Sir Brian Crowe
Dr. Anne Deighton
Lyse Doucet
Dr. Heather Grabbe
Claudia Hamil
Mustafa Karkuti
Raj Loomba
Michael Moore
Alpesh Patel
Elizabeth Padmore
Jonathan Steele
David Suratgar
Andrew Taussig
Dr. Michael Williams
Başkan Deanne Julius, CIA’in darbe üstüne darbe kotardığı 1970’lerde bu örgütte görev
yapmaktaydı. Theatcher döneminde Londra’ya geldi ve Bank of England’ ın Sıkıpara
Yönetimi Komitesi’nde görev aldı. Onun bu konumu İngiltere parlemontosunda ağır
eleştiriler almış “Bir CIA ajanının İngiltere’nin para yönetiminde ne işi var?”, “Şili darbesinde
göreviniz neydi?” gibi sorgulamalarla karşılanmıştı. Ama kıllarını bile kıpırdatmamışlardı, ne
o ne de Theatcher.
Deanne Julius’un Türkiye’ye ilgisi de oldukça fazladır. Örneğin, 11 Nisan 2002
tarihinde Chatham House’a Türkiye’den çağrılı konuşmacı NATO Dairesinde İkinci katiplik,
Avrupa Konseyi Daimi Temsilciliği’nde İkinci katiplik ve daha sonra da Başkatiplik, Dışişleri
Siyaset Planlama ve Avrupa Konseyi Şube Müdürlüğü, Kıbrıs Dairelerinde Şube Müdürlüğü,
Lefkoşe Büyükelçiliği Müsteşarlığı, Dışişleri Bakanlığı Özel Danışmanlığı, Ekonomik İşler
Daire Başkanlığı, Prag ve Madrid Büyükelçiliği Müsteşarlığı, Dışişleri Siyasi İnceleme ve
Değerlendirme Daire Başkanlığı, Kopenhag ve Bonn Büyükelçiliği, Dışişleri Bakanlığı
Müsteşarlığı, NATO Daimi Temsilciliği, Kasım 2002’den beri CHP İstanbul Milletvekilliği
ve 5 Kasım 2003’den beri CHP Genel Başkan Yardımcılığı yapan Onur Öymen’dir. Kişisel
web sitesinin Konferans, Seminer Panel Konuşmaları Bölümü’nde Chatham House’da yaptığı
konuşma metnini gururla sergilemektedir.
(http://www.onuroymen.com/docs/konusma12.doc)
Bir diğer ilgi alanı ise, Arı Hareketi. Örneğin 9-10 Eylül 2004 günü -9 Eylül kurtuluş
gününe nazire yapar ve intikamını alırcasına- bu “hareket” tarafından Boğaziçi
Üniversitesi’nde bir “Uluslararası Güvenlik Konferansı” toplanmasına destek vermek.
Konferansı Aksiyon, Zaman ve Akşam gibi gazeteler destekledi. Elbet Kemal Derviş de boy
gösterdi. Eurasia Group şirketi ile JP Morgan Chase de konferanstaydı. Konukları arasında
Amerikan-Yunan zengini ailelerden biri olan Kokkalislerin Vakfı da bulunuyordu. Dernek
Başkanı Kemal Köprülü açık açık söylüyordu ki, “Amerika’daki Musevi lobileriyle çok yakın
ilişkiler sağladık. Hemen hemen bütün önde gelen Musevi lobileriyle çok yakın ilişkilerimiz
var. Onlar buraya gelince biz ağırlıyoruz, biz gidince onlar bizi ağırlıyor” ve ekliyordu ki
“Doğu Avrupa’nın, Berlin Duvarı yıkılırken ve onun sonrasında yaşadığı iç sancıları, biz
şimdi yaşıyoruz…Gençler Ankara’yı tamamen unutun. Bu sistem iflas etti.” Gençliğin yeni
hedefini “Avrupa kültürüne entegrasyon” olarak gösteren Bay Köprülü’nün, bu konferansın
düzenlenme amacını böylelikle ortaya koyduğu açıktı. “Hareket” bünyesinde etkinlikte
bulunan Toplumsal Katılım ve Gelişim Vakfı da ayrı bir soru işaretiydi bu bağlamda.
9 Eylül konferansının bir diğer katılımcısıysa ABD’den ASPEN Enstitüsü idi. Tıpkı
Chatham House gibi, şirketleri, akademik elemanları, devlet görevlilerini yan yana getiren ve
belli başlı büyük şirketlerin parasal desteğini alan bu örgütün mütevelli heyetinde ABD
federal yönetiminde her dönem hassas görevlerde bulunmuş olanlar yer almıştır. Örneğin
örgüt yöneticilerinden Henry E. Cato, CIA’nın darbecilik yıllarında (1971-73) Salvador’da
büyükelçiydi ve daha sonra CIA operasyon ağının soğuk savaş merkezi olan Londra’da görev
yapmış ve ardından ABD propaganda ve yanlış bilgilendirme aygıtlarının üst kuruluşu USIA
(US Information Agency)’nın direktörü olmuştu. Musevi örgütlerinin güçlü adamlarından
Friedrick Malek ise Baba Bush döneminde Cumhuriyetçi Parti Milli Komite Başkanlığını,
silah ve savunma sanayinin en büyük kuruluşu Carlyle’ ın yöneticiliğini yapmış ve bu
dönemde Palmer N. Bank’ı kurmuştu. Örgütün bizce en tanıdık yöneticisi ise Irak’ın üçe
bölünme döneminin mimarlarından, Afrika’da ABD etkinliğini parçala-yönet yöntemleriyle
kotaran, İsrail’in en tutucu kanadının destekçisi Madeleine Albright’tır. Bir başka ASPEN
yöneticisi Harvard Profesörü David Gergen ise, Reagan çekirdek yönetiminde CIA direktörü
William Casey ve Dışişleri Bakanı James Baker ile birlikte büyük işler becermekle ünlüydü.
Bir zamanlar Uzakdoğu operasyonları döneminde elçilik yapan, 1960’ların sonunda
Türkiye’ye Kıbrıs arabulucusu olarak geldiğinde tepkiyle karşılanmış olan CIA’cı Cyrus
Vance de ASPEN’in başkanlığı yapmıştı. Ve tüm bu kişiler -eninde sonunda- Mont Pelerin
Cemiyeti’ne dolaysız ya da katıldıkları, tebliğler sundukları toplantılar yoluyla bağlıydı.
CIPE (Center for International Private Enterprise - Uluslararası Özel Girişim Merkezi)
kendisini “bağımsız, kâr amacı gütmeyen” ama “ABD Ticaret Odası ile bağdaşık” olarak
tanımlıyor. 1983 yılından -yani Lord Harris’in Mont Pelerin Başkanlığı’ndan- bu yana
cemiyetten büyük destek alıyor ve büyük çapta uluslararası etkinliklerde bulunuyor. CIPE’nin
yöneticileri ise şunlar:
Büyükelçi John A. Bohn (Başkan)
Emekli Orgeneral Daniel W. Christman (Başkan Yardımcısı)
Barbara Barrett
Stanton D. Anderson
June DeHart
Thomas J. Donohue
Peter S. Walters
Debora A. Guthrie
Julia K. Hughes
Gregori Lebedev
John P. Linstroth
Michael D. McCurry
Ken Nilsson
Janice Rys
Michael A. Samuels
Kenneth R. Sparks
Sandra E. Taylor
Mary Ann Gooden Terrell
Phillip Truluck
Steve Van Andel
Lynda Y. de la Viña
George J. Vojta
Bunların tamamı ayni zamanda çokuluslu şirketlerin, istihbarat kuruluşlarının ve hukuk
kurumlarının da yöneticisi durumundalar.
Emekli olduktan sonra Amerikan Ticaret Odası yönetimine de gelen CIPE Başkan
Yardımcısı Orgeneral Daniel W. Christman’ın adı bize hiç yabancı değil. Geçtiğimiz yılın
Ocak ayında gazetelere yansıyan haberler şöyle diyordu: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, Devlet Bakanı Ali Babacan, Milli Savunma Bakanı Vecdi
Gönül, TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Türk Amerikan İşadamları Derneği Başkanı Dr.
Zeynel Abidin Erdem ve DEIK Türk Amerikan İş Konseyi Başkanı Vural Akışık, 29 Ocak
2004 tarihinde dünyanın en güçlü finans kuruluşları ve Amerikan Ticaret Odası Doğu Avrupa
ve Asya’dan Sorumlu Başkan Yardımcısı Gary Litman ve Dış İlişkilerden Sorumlu Başkan
Yardımcısı General Daniel Christman’ın da hazır bulunduğu bir sabah toplantısında bir araya
geldi. Bu toplantı sırasında Türkiye ekonomisinde 2003 yılı itibariyle göze çarpan düzelme
takdirle karşılandı. Bu yorumun finans şirketlerinin başkanları tarafından yapılması,
toplantıya katılan Türk Heyetini oldukça memnun etti. Erdem Holding Yönetim Kurulu
Başkanı ve Amerikan Ticaret Odası’nın Türkiye Temsilcisi TABA (Turkish-American
Business Association- Türk-Amerikan İşadamları Derneği) AmCham Başkanı Dr. Zeynel
Abidin Erdem, Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin bugün ekonomisinde yaşanan istikrarlı
gelişmeyi son derece açık bir şekilde ifade ettiğini belirtti. Erdem: “Sayın Başbakan, ABD
sermaye gruplarının başkanlarına, Türkiye’yi eviniz kabul edin ve Türkiye’ye gelin çağrısı
yapmıştır dedi.” Elbet Erdoğan’ın çağrısına hiç gerek yoktu. Adamlar Türkiye’yi çoktan
“evleri” kabul etmiş ve yerleşmişlerdi bile.
Ayni zamanda CFR üyesi de de olan Orgeneral Christman’ın adına daha önce de 31
Mayıs 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin “West Point’li Teğmen Mehmet” başlıklı haberinde
rastlamıştık. Gazete şöyle yazıyordu: “Dünyanın bir numaralı askeri okulu kabul edilen West
Point Askeri Akademisi, 11’inci Türk mezununu da verdi. West Point’i başarıyla bitiren Türk
genci Mehmet Murat Çelebioğlu, diplomasını okul komutanının elinden aldı. West Point’te
okuyacak Türk subay adayları, her yıl Kuleli, Işıklar ve Maltepe askeri liselerinin gösterdiği
ikişer aday arasından sayısız sınavdan sonra seçiliyor. ABD’nin en ünlü askerlerini ve devlet
adamlarını yetiştiren West Point Askeri Akademisi, tarihindeki 11’inci Türk mezununu verdi.
Dünyanın bir numaralı askeri akademisi sayılan West Point’i bitiren Türk genci Mehmet
Murat Çelebioğlu, piyade teğmen olarak 30 Ağustosta Türk ordusuna katılacak. Mehmet
Çelebioğlu, West Point’e gönderilen yetenekli Türk gençlerinden biri. Kuleli mezunu olan
Mehmet Çelebioğlu, West Point mezuniyet diplomasını okulun kampüsü içindeki 40 bin
kişilik Michie Stadyumu’nda düzenlenen törende Okul Komutanı Orgeneral Daniel W.
Christman’ın elinden aldı. Törende ABD Kara Kuvvetleri Komutanı General Dennis Reimer
bir konuşma yaptı ve ardından mezunlara diplomaları verildi. Törene New York’taki Türk
Askeri Ataşesi Kurmay Albay Tahsin Tank ve diğer şehirlerdeki Türk askeri ataşeleri ile
aileleri de katıldı.”
CIPE; Afrika, Asya, Avrasya, Orta ve Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Karayipler ile
Ortadoğu ve Kuzey Afrika olarak 6 ana alana böldüğü dünyada kendi deyişiyle “Global
Programlar” uyguluyor. Bu amaçla Afrika’da 26, Asya’da 23, Avrasya’da 15, Orta ve Doğu
Avrupa’da 13, Latin Amerika ve Karayipler’de 28 ve Türkiye’nin de arasında bulunduğu
Ortadoğu ve Kuzey Afrika grubunda 29 Sivil Toplum Kuruluşu (STK) ile birlikte çalışıyor.
Türkiye’de bağlantılı olduğu STK’lar ise şöyle:
Liberal Düşünce Topluluğu
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla’nın -ki Mont Pelerin Cemiyeti
ile bağlantısını daha önce vurgulamıştık- yönettiği topluluk (her ne hikmetse bu topluluk web
sitelerinde yöneticilerinin adlarını açıklamaz, Genel Koordinatör Özlem Çağlar Yılmaz’ın ve
Ofis İdarecisi ve Kongreler Organizasyon Asistanı olarak Asuman Köse’nin adını verir);
Toplum Sorunlarını Araştırma Merkezi (TOSAM)
Kurucuları: Prof. Dr. Doğu Ergil, Celal İnal, Murat Çağatay, Nazegül Çamalan, Emel
Kuyululu ve Nesrin Karakuş
Kurumsal Yönetim Derneği (Corporate Governance Forum of Turkey - CGFT)
K Partners International’ın Yönetici Ortağı olan, 5 yıl süreyle Korn/Ferry
International’ın Ülke Müdürlüğünü yapan, Asea Brown Boveri’nin Ukrayna Ülke Müdürü
görevini yürüten, İstanbul Saint Joseph Fransız Lisesi mezunu olup Bradford Üniversitesi’ni
bitiren ve Yüksek lisansını Londra Üniversitesi’nde iş idaresi üzerine tamamlayan, anadili
Türkçe yanında İngilizce, Fransızca ve Rusça dillerini bilen, İstanbul Bilim Merkezi’nin
kurucu üyesi ve Yönetim Kurulu Başkanı, Çağdaş Eğitim Vakfı’nın kurucu üyesi, Genç
Yönetici ve İşadamları Derneği (GYİAD)’nin 1990-1992 dönem Başkanlığını ve İstanbul
Propeller Kulubü Başkanlığını yapan, İstanbul Rotary, ÇEV, TEV, TESEV, Beyaz Nokta
Vakfı ve Tüsİad üyeliklerini sürdüren -Mustafa Sarıgül’ün3 yakın dostu- Şerif Kaynar’ın üst
kurul üyesi olduğu Sabancı Üniversitesi’nin kurduğu dernek
Ekonomistler Platformu
ABD’de MIT, Aspen Institute, Dünya Bankası, Layola Universitesi gibi kurumlarla
bağlantısı olan, Temiz Siyaset Hareketi liderlerinden, Anadolu’nun Genç Liderleri
Hareketi’nin öncülerinden, ABD’deki Türkiye Ekonomistler Platformu Vakfı Başkanı,
Bilgililer Derneği Başkanı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından 2004 yılında
basılan “Kağızman Modeli” isimli kitabın yazarı Tuna Bekleviç’in Başkanlığını yaptığı
platform
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV)
Can Paker’in Başkan, İshak Alaton ve Mete Sayıcı’nın Başkan Yardımcısı oldukları
Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD)
Washington, Brüksel, Paris ve Berlin temsilcilikleriyle “küreselleşmiş”, Ömer Sabancı
Başkanlığındaki dernek
1980’lerin ürünü NED (National Endowment for Democracy - Demokrasi için Ulusal
Yardım) kuruluşu neredeyse yönetiminin tamamı Bilderberg ve CFR bağlı ve
bağlantılılarından oluşan bir örgüttür. Mont Pelerin’in -yukarıda gördüğümüz- Guatemala’lı
Başkanı Manuel Ayau ile ABD eski Başkanı Ronald Reagan’ın himayesinde etkinlik
kazanmıştır. Başkan Vin Weber ve Başkan Yardımcısı Thomas R. Donahue’nün altındaki çok
geniş yönetici kadrosunda şunlar vardır:
Morton Abramowitz, Francis Fukuyama, Richard C. Holbrooke, Barbara Haig, Julie
Finley, Jean Bethke Elshtain, Carl Gershman, Evan Bayh, General Wesley K. Clark,
Christopher Cox, Rita DiMartino, Kenneth M. Duberstein, Ester Dyson, William H. Frist,
Suzanne Garment, Richard A. Gephardt, Ralph J. Gerson, Lee H. Hamilton, Emmanuel A.
Kampouris, Jon Kyl, Gregory W. Meeks, Robert Miller, Michael Novak, Paul S. Sarbanes,
Terence A. Todman, Howard Wolpe, Carl Gershman, Zarmina Nashir, David Lowe, Jane
Riley Jacobsen, Lillian Benjamin, Daraka E. Satcher, Ryota Jonen, Rachel Boyle, Anna
Pkhrikian-Kyrou, Reneé Rosser, Samlanchith Chanthavong, Christine Sadowski, Darryll
Joyner, Nema Darani, Thomas Akowuah, Dave Peterson, Chris Wyrod, Lia Testa, Jennifer
Johnson, Louisa Coan Greve, Brian Joseph, John Knaus, Melissa Birchard, Rodger Potocki,
John Squier, Miriam Lanskoy, Spaska Gatzinska, Anne Cody, J. Rebekah Jumper, Garth
Schofield, Christopher Sabatini, Sandra Zacarias, Jennifer Stevens, Laith Kubba, Abdülvahab
El-Kesbi, Hisham Elkoustaf, Karen Farrell, Dalal Hasan, Atiaf Alwazir, Joseph Cooper, Pat
Owens, Kae Guthrie, Robert Key, Chris French, John Maestros, Keenen Faulkner, Keith
Burton, Theresa Shegog, Adel Mawla, Nancy Herzog, Nicolette Madanat, Oksana Berzonsky,
Soledad Birnbaum, Frank Conatser, Jessica Lehman, Bradley Humphreys, Marc F. Plattner,
Larry Diamond, Thomas W. Skladony, Maria Angelica Fleetwood, Anja Havedal, Kimberly
Anderson, Sally Blair, Satoko Okamoto, Phil Costopoulos, Tim Myers ile Ortadoğu ve Kuzey
Afrika Programlar Sorumlusu Filiz Esen
Kuruluşun son dönemde Türkiye’ye akıttığı paralar şöylece sıralanmaktadır:
Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı -Venezuela’da Chavez’i devirmek için sendikalı
işçileri rüşvetlerle satın alan- ACILS (American Center for International Labor Solidarity Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi) aracılığıyla AFL-CIO bağlantılı Türk
sendikalarına 64.004 ABD Doları
Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER projelerini destek için 25.000
ABD Doları
Sabancı Üniversitesi’nin kurduğu Kurumsal Yönetim Derneği (Corporate Governance
Forum of Turkey - CGFT) için 82,233 ABD Doları
Toplum Sorunlarını Araştırma Merkezi TOSAM’a 30.000 ABD Doları
Anadolu Folklor ve Kültür Vakfı’na 33.000 ABD Doları
Kurucu üyeleri Adalet Ağaoğlu, Ahmet Fadıl Kocagöz, Ahmet İnsel, Ali Bulaç, Ayşe
Buğra, Ayşe Silivri, Bülent Tanık, Bülent Tanör, Ceyda Can, Emil Galip Sandalcı, Ercan
Karakaş, Esra Koç, Fikret Toksöz, Halil Berktay, Haluk Şahin, İlhan Tekeli, İştar Bedriye
Gözaydın, Mahmut Ortakaya, Mehmet Ali Aslan, Mehmet Ali Birand, Mete Tunçay, Murat
Belge, Murat Çelikkan, Murat Gültekingil, Murat Karayalçın, Murtaza Çelikel, Orhan Pamuk,
Osman Kavala, Selim Ölçer, Sinan Gökçen, Süleyman Çelebi, Şerafettin Elçi, Şirin Tekeli,
Şule Kut, Taciser Ulaş, Tarık Ziya Ekinci, Turgut Tahranlı, Ümit Fırat ve Ümit Kıvanç olan
Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne 35.000 ABD Doları
Cumhuriyetçi Parti’yle bağlantılı olan Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü
(International Republican Institute - IRI) aracılığı ile “gençlere özel bilişim portalı” diye lanse
edilen Genç-Net’e ve Ka-Der’e iki ayrı dilim halinde 100.000 ve 230.000 ABD
Dolarıraporlama, seminer düzenleme ve yerel STK’ları destekleme şeklindedir.
Feulner yalnız Mont Pelerin Cemiyeti ve Heritage Vakfı ile sınırlı çalışmaları olan birisi
değildir. Philadelphia Cemiyeti, George Mason Üniversitesi, Acton Enstitüsü, Regis
Üniversitesi, Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü (IRI), Kolejlerarası Çalışmalar Enstitüsü
(ISI), Ulusal Odalar Birliği Vakfı (NCF), Ulusal Politika Conseyi (CNP) yöneticisi, IMF ve
Dünya Bankası ABD Grubu BM temsilcisi, Dış İlişkiler Konseyi (CFR) üyesidir.
Cullom Davis Enstitüsü’nde Dış Politika Direktörü Helle Dale ve Vakfın Ortadoğu
Uzmanı John Hulsman, Türkiye ile ilgili şubede çalışmaktadırlar. Türkiye analizleri ise Hele
Dale, Tim Kane, Jack Spencer, Larry M. Wortzel, James Phillips, Baker Spring, Robert Barro,
Joshua Mitchell, Christopher C. Harmon, Nile Gardiner, Jane S. Shaw, Peter Brookes ve Ariel
Cohen tarafından yapılmaktadır.
Vakıf, Türkiye ile ilgili seminer ve toplantılar düzenlemekte, bunları kimi zaman
ülkemizde kimi zaman da Amerika’da gerçekleştirmektedir. Örneğin 30 Kasım 2004 tarihinde
Amerika’da yapılan toplantıya o günün TÜSİAD Washington Bürosu Başkanı Abdullah
Akyüz, Brookings Enstitüsü’de Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar, Vakıf’tan Helle
Dale ve John Hulsman katılmışlardır.
Feulner’in Türkiye’ye sanki özel bir ilgisi vardır. Sürekli analiz altına yatırttığı önde
gelen ülkeyizdir. Buna birkaç haberle örnekleyelim.
13 Haziran 2004 tarihinde Amerika’nın Sesi Radyosu’nun “Türkiye-AB Görüşmeleri
Başlamalıdır” başlıklı haberi şöyledir:
Türk Sanayici ve İşadamları Derneği TÜSİAD’ın Washington bürosu, geçenlerde bir
grup Amerikalı uzmanın Türkiye’yle ilgili değerlendirmelerini anlattıkları bir toplantı
düzenledi. Toplantı, bu uzmanların Türkiye’ye yaptıkları bir gezi ve incelemelerinin ardından
yapıldı. Konuşmacılardan Heritage Vakfı uzmanı John Hulsman, “Tren Kazası ve Fırsatlar”
başlıklı konuşmasında, Türkiye’nin NATO ve Avrupa ile ilişkileri ve Kıbrıs konusu üzerinde
durdu.
Hale Ebiri bildiriyor:
John Hulsman, konuşmasının “fırsatlar” bölümünde NATO üzerinde durdu; örgütün
genişlemesini, yeni Avrupa gücü oluşturulmasını, Türkiye’nin katkılarını değerlendirdi.
Hulsman, “tren kazası” diye nitelediği bölümde ise, Kıbrıs’ın durumunu ele aldı. Hulsman
Kıbrıs konusuna, Amerika dahil kimsenin fazla ilgi göstermediğini savunarak, bu konuyu
neden bir tren kazasına benzettiğini anlattı: “Neden tren kazası? Pekçok AB yetkilisiyle,
Kıbrıs’ın Rum kesiminin Avrupa Birliği üyeliğine katılmasını konuştuk. Zaten bu konuda
görüşmeler tamamlanıp bitmiş ve Yunanlılar da, Kıbrıs’tan önce herhangi bir ülkenin
üyeliğini veto edeceğini ilan etmiş bulunuyor. Bunun Türkiye için yaratacağı sorunları
Avrupalılarla konuştuğumuz zaman, bize ‘Süreç devam ediyor. Denktaş ve Kleridis aynı
masaya oturmuş konuşuyor. Bunu başardık’ diyorlar. Ben de onlara Arafat’la Barak’ın aynı
masaya oturup görüştüğünü, fakat işlerin yürümediğini örnek gösteriyorum. Görüşme
sürecinin başlaması iyi bir şey, ama bu içeriğin yerini alıyorsa, konuların aslı hakkında
yanıltıcı izlenimler edinirsiniz.
Hulsman, Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs’la ilgili sorunları Ankara’nın çözümlemesini ve
adımları Ankara’nın atmasını istediğini ve yardımcı olmaktan kaçındığını belirtti. Uzman,
Kıbrıs sorununu ancak iki toplumun çözebileceğini belirtmekle birlikte, dışarıdan yardımın da
gereğine işaret etti. Heritage Vakfı uzmanı, “tren kazası”na doğru gidişin
durdurulamayacağını, fakat tahribatı azaltmanın çeşitli yolları olabileceğini savundu. Avrupa
Birliği’nin bir yandan Kıbrıs konusunda görüşmeleri açık tutarken diğer yandan da
Türkiye’nin Birliğe katılım görüşmelerini başlatması gerektiğini belirten uzman, şöyle dedi:
Önerilerimden biri, Avrupa Birliği’nin bağları açık tutması ve Denktaş’la Kleridis
arasındaki görüşmelerin bir sonuç vermesi durumunda, Kıbrıs’ın kuzey kesiminin de derhal
Avrupa Birliği üyeliğine alınmasıdır. Bu aslında sıkıcı bir hukuksal manevradır, ama Avrupa
Birliği bu alanda çok başarılıdır. İkinci önerim ise, Türkiye’yi topluluğa alma görüşmelerini
başlatmaktır. Bu, Türkiye’yi üyeliğe almak zorunda oldukları anlamına gelmez. Sonuç
hakkında önceden bir taahütte bulunmaları da gerekmez. Sadece konuşmayı kabul edecekler,
hepsi bu. Yine bu yöntem, -konuşmak da- Avrupalıların çok başarılı oldukları bir alandır.
Bunun da, siyasi açıdan işlerin ilerlemesine ve zararın asgari düzeyde tutulmasına yardımcı
olacağına inanıyorum.
John Hulsman, Avrupa Birliği’nde Kıbrıs konusu ve Türkiye’yle ilişkilerin kötüye
gitmesinin Amerika açısından önem taşıdığını belirtti ve “‘bizim bu tartışmalarda bir
çıkarımız yok, bu bizim uğraşmamızı gerektiren bir konu değildir’ diyemeyiz, böyle
konuşmak dünyaya ve terörizmin nereye gittiğine bakıldığında bir anlam taşımaz” şeklinde
konuştu. John Hulsman, Türkiye’nin, Avrupa Birliği ile üyelik görüşmeleri yapan Bulgaristan
ve Romanya’dan çok daha önemli olduğunu da belirtirken şöyle dedi:
Türkiye uzun zamandır NATO’nun çok değerli bir üyesidir; İttifakın askeri gücüne çok
büyük katkısı olan bir ülkedir. NATO içinde bu kadar önem taşıyan fazla üye de yok.
Amerika, Fransa, İngiltere var. Gerçek bu. Değişiklik istiyorsak realitelere bakarak hareket
etmemiz gerekir. Böyle bir ortamda ‘tren kazası’nı önlemek için Amerika’nın yardımına
ihtiyaç var.
Heritage Vakfı uzmanı John Hulsman, bu yardım olmadığı takdirde, çok büyük
sorunlarla karşılaşma tehlikesinin altını çizdi.
Bu tarihten 3 gün sonra -16 Haziran 2004’de- Almanya’nın Sesi Radyosu
“Washington’daki Bir Konferansta AB-Türkiye İlişkileri Ele Alındı” başlığı altında ve Taçlan
Süerdem kaynaklı bir haber vermiştir:
Washington merkezli “Western Policy Center” adlı düşünce kuruluşu tarafından
düzenlenen konferansa, Türk ve Amerikalı uzman ve gazetecilerle, Avrupa Birliği yürütme
organı olan Komisyonun Washington Temsilciliğinde Siyasi ve Akademik İşler Danışmanı
olan Jonathan Davidson’un katıldığı belirtilen yazıda, Davidson’un, Avrupa Komisyonu’nun
Türkiye’ye üyelik için müzakere tarihi konusunda önümüzdeki aylarda karar verirken
Türkiye’de yapılan reformları dikkate alacağını ancak reform yasalarının ne derece
uygulandığı konusunu da gözönünde tutacağını söyleyerek, “Türkiye’de Atatürk tarafından
kontrol altında bir devlet sistemi yaratılmıştır, bunun da Avrupa Birliği standartlarıyla uyum
içinde olmadığı açıktır.” diye konuştuğu ifade edilmektedir.
Muhafazakar eğilimli düşünce kuruluşlarından Heritage Vakfı’nın uzmanı John
Hulsman’ın, Amerika’nın rolü üzerinde durduğu ve Amerika’nın, Türkiye’yi üyeliğe kabul
etmesi için Avrupa Birliği’ne baskı yapmasının yararlı olmayacağını, Birliğin, Türkiye’ye
“evet, ama...” dediği takdirde, Washington’un Türkiye’yi desteklemeye hazır olması
gerektiğini belirttiği ifade edilen yazıda, Hulsman’ın, Amerika’nın böyle bir durumda
Türkiye’yle ticaret ilişkilerini, siyasi bağlarını ve istihbarat alanında işbirliğini resmi temellere
oturtarak sıkılaştırması gerektiğini söylediği, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın eski yetkililerinden
ve Los Angeles merkezli Pasifik Konseyi ile RAND Araştırma Kurumu’nda Akdeniz
meselelerinde uzman olan Ian Lesser’in de, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik dışında
seçenekleri olup olmadığı konusu üzerinde durduğu ve başka bir seçeneği olmadığını belirttiği
kaydedilmektedir. Yazıda, Amerika’nın Türkiye’yi, “Değerli bir Orta Doğu Müttefiki” olarak
tanımlamasının yanlış olacağını belirten Lesser’in, Avrupa Birliği’ne giremediği takdirde
Türkiye’nin, uluslararası alanda “Türkiye merkezli politika” izleyebileceğini savunduğu ve
toplantıyıdüzenleyen Western Policy Center adlı düşünce kuruluşunun yöneticisi John
Stilides’in de, Türkiye’nin Avrupa Birliği yönünde gerçekleştirdiği reformları vurguladığı,
ancak Birliğin, reform yasalarıyla ilgili uygulamayı da görmek istediğini söylediğine işaret
edilmektedir.
United Press International (UPI) Ajansı 2 Aralık 2004 tarihinde Melanie Marciano
imzasıyla ve “Türkiye AB’ye Girebilecek mi?” başlığı altında şu haberi geçmiştir:
“Heritage Foundation’dan analistler, Türkiye’nin hızlı bir şekilde reformlar
gerçekleştirdiğini; ancak Avrupa Birliği’ne katılımı için kamuoyunda değişikliğe ihtiyaç
duyduğunu ileri sürdüler.
Türk Sanayici ve İşadamları Derneği’nden Abdullah Akyüz, Türkiye’nin geçen beş
yılda kaydadeğer bir yol katettiğini ve AB üyeliğinin onaylanması gerektiğini söyledi. Akyüz,
“Türkiye geçen beş yılda ve özellikle de son iki yılda gerçekleştirdiği reformlar sayesinde,
müzakerelere hazır olduğunu göstermiştir. Bu ilerlemenin AB’ye sürpiz olduğunu
düşünüyorum” dedi.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlangıçta altı Avrupa ülkesi arasındaki kömür ve
çelik ticaretini kolaylaştırmak amacıyla işe başlayan AB, özgürlüklerin, insan haklarının,
ekonomik istikrarın ve iş olanaklarının paylaşıldığı 25 demokratik ülke ağına genişlemiştir.
Türkiye’nin bu güçlü Birliğe katılım arzusu yıllardır engellerle karşılaştı. Laik bir
hükümete sahip olsa da büyük nüfusuyla birlikte Türkiye’nin farklı kültür ve dine, zayıf bir
ekonomiye ve insan hakları alanında kötü bir sicile sahip olması, AB üyelerini, bu ülkeyi
kabul etmekte gönülsüz olmaya sevketmiştir.
Kahryn ve Shelby Cullom Davis Enstitüsü’nde Dış Politika Direktörü Helle Dale,
Türkiye’nin AB’ye katılabilmesini umuyor. Dale, bunun Türkiye’nin iki dünya -Avrupa ve
Asya- arasında kalmış olması nedeniyle zorlu ve kamunun bilinçlendirilmesini gerektirecek
bir süreç olacağını kabul ediyor.
Merkezi Londra’da bulunan El Hayat gazetesinde 7 Ekim tarihinde yayımlanan bir
makalesinde Ghassan Charbel, pek çok kişinin Türkiye’nin AB’ye katılımıyla
yaşanabileceğini düşündüğü sorunları kabaca ortaya koydu: “Türkiye kültür ve ananelerinde
Avrupa köklerinden yoksundur. Ayrıca, Türkiye’nin çok büyük, çok fakir ve çok farklı
olduğu söyleniyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması için değişmek zorunda olduğu bir
gerçektir. Türkiye’nin katılımının Birliğin ruhunu değiştireceği de açıktır.”
Brooking Enstitüsü Asistanı ve Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar,
Türkiye’nin AB’ye katılımına karşı olanların desteklediği pek çok unsuru karşı argüman
olarak kullandı. Taşpınar, Türkiye’nin, Suriye ve Irak ile sınırının, AB için Orta Doğu’da
stratejik anlamda avantaj sağlayacağını söyledi.
Hem Akyüz hem de Taşpınar, AB’ye katılım girişiminin Türkiye’nin eğitim, güvenlik,
hukuk ve insan hakları alanlarında Türkiye’de bir katalizör görevi yaptığını söylediler.
Taşpınar, belki şimdi de Türkiye’nin Avrupa’da reformlara yardımcı olabileceğini belirtti.
Heritage Asistanı John Hulsman, Türkiye’nin başarısı “Duymayacağınız küçük kirli bir
gizdir. Hiç kimse Türkiye’den böyle bir başarı beklemiyordu. Bu AB’nin bakış açısında bir
sorundur” dedi.
Hulsman, “Şimdi Türkiye’deki değişiklikleri kabul etmek halka kalmış. AB, elitist bir
örgüt olarak gidebileceği kadar ileri gitmiştir, insanların dahil edilmesi konusunda ihtiyatlı
siyasi çağrılar yapılmıştır” dedi.
Taşpınar, “Avrupa’da Türkiye konusunda elitlerle kamuoyu arasında bir uçurum var.
Elitler, Türkiye’nin katılım müzakerelerinin başlaması gerektiğini ifade ederken, halk bunu
desteklemiyor” dedi.
Akyüz, Türkiye’nin katılımı için, AB üyesi ülkelerin kamuoylarına Türkiye’nin üyeliği
konusundaki argümanları sunuş şeklini değiştirmesi gerektiğini söyleyerek, “AB zirvesinde
kesin bir cevap alınması muhtemel değil. AB üyelerinin halklarına Türkiye konusunda daha
olumlu bir portre çizememeleri halinde, her iki tarafta da engeller ve belirsizlikler sürecek
gibi” dedi.
Hulsman, AB’nin, vakit kazanmaya yönelik taktik olduğunu düşündüğü bir
alışkanlığına dikkat çekti: “AB ‘Evet ama’ diyecektir. Her konuda söyledikleri budur.”
Taşpınar, “AB muhtemelen ortalama bir anlaşma müzakere edecektir. Türkiye üye
olacak; ama bu AB ile gevşek bir ortaklık olacak” diyerek nihai bir sonuç bulunamayacağı
düşüncesine katıldı.
Hulsman, “Türkiye’yi AB’ye almak veya Birlik’ten dışlamak kültürlerin entegrasyonu
veya uluslararası ilişkiler için nihai bir çözüm değildir” diyerek ekledi: Türkiye ile
Avrupa’nın ilişkisinin ve etkileşiminin zaman içerisinde geliştirilmeye ihtiyacı var. Bunun
sürecin sonu olduğunu söylemek çılgınlık olacaktır, bu bana sorumsuzluk olur gibi geliyor”
dedi.
Buraya, 9 Mart 2005 tarihli Vatan Gazetesi’nde Ruşen Çakır imzasıyla çıkan “ AKP
hükümeti üslubunu seçerken dikkatli olmalı” başlıklı haberi aktarmadan geçemeyeceğiz.
Aynen şöyle:
TÜSİAD’ın ABD temsilcisi Abdullah Akyüz’e göre ilişkilerde yaşanan sorunların
temelinde Türk hükümetinin meseleleri dile getirirken kullandığı üslup yatıyor. Akyüz,
“Erdoğan batı standartlarında Başbakanlık yapamıyor” diyor.
ABD-Türkiye arasında kriz olmasa bile ciddi bir sorun olduğu açık. Türkiye cephesinde
sorunun iki boyutu var. Birincisi, Bush yönetimine özellikle Irak Savaşı’ndan beri duyulan
tepki. ABD’liler bunu anlayışla karşılıyor. “Hoşumuza gitmiyor ama bu bir gerçek ve kısa
zamanda bunu değiştirenleyiz” diyorlar. Fakat sorunun ikinci boyutu üslupla ilgili. Özellikle
Başbakan ve AK Parti’nin bazı önde gelen isimlerinin üsluplarında sorun var. Bu tür açıklama
ve çıkışları batı standartlarında başbakanlar yapmıyor; onların yerine gazeteciler, bazı alt
düzey memurlar ve düşünce kuruluşlarında görevli uzmanlar yapabiliyor. Ama başbakan
düzeyinde bu tür açıklamalar yapılınca gerçekten büyük bir sorun varmış gibi algılanıyor.
Kısa vadede ABD’nin üslupla ilgili bir rahatsızlığı olduğu gibi Türkiye’nin de bazı
rahatsızlıkları var. ABD’nin Türkiye’ye K.Irak ve PKK konularında söz verip de
yapmadıkları, Kıbrıs’la ilgili beklenti yaratıp da yerine getirmedikleri var. Ama her şeye
rağmen, kamuoyunda ABD’ye ve Bush yönetimine karşı genel bir olumsuzluk varken
sorumluluk makamındaki siyasi yöneticilerin biraz daha makul bir dil ve ölçülü bir tonda
konuşması beklenir.
Duygusal olmasınlar
Dış politikayı heyecanla ve duygularla yapamazsınız. Türkiye, dış politikanın
menfaatler ve sağduyu üzerine oluşturulması gerçeğini daha iyi yaşama geçirmek durumunda.
ABD ise Türkiye’nin artık eski Türkiye olmadığını dikkate almak zorunda. Özellikle Kıbrıs’la
ilgili açılımları kısa vadede Türkiye’de olumlu yankılanacaktır. Bu durumda AK Parti’nin ve
hükümetin eli kuvvetlenmiş olur, olumlu bir imaj belirir. Türkiye’deki ABD ve İsrail’e karşı
komplo teorileri ortada. Bunun giderilmesine katkıda bulunacak her adım, olumlu olacaktır.
Ömer Taşpınar: Halk komplo teorisi peşinde koşuyor
Demokrat Parti’ye yakınlığıyla bilinen Brookings Enstitüsü’de Türkiye Programı
Direktörü Ömer Taşpınar’a göre iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesi Türk halkının ABD
ile ilgili komplo teroilerine kendini kaptırmış olmasından kaynaklanıyor. İşte siyaset
bilimcinin görüşleri:
Model olmak gerek
Artık jeostratejik önemden çok, “ne” olduğumuz ABD için önemli. Yani demokratik ve
laik bir sistemin, nüfusu Müslüman olan bir ülkede yeşerebildiğini göstermek açısından
Türkiye ABD için çok önemli. Medeniyetler çatışması tezini tutarsız kılan bir örnek. Fakat
burada bizim “model” kelimesine duyduğumuz alerji nedeniyle ABD yetkilileri bu konuda da
Türkiye’yi gündeme getirmekten çekinir haldeler.
Türkiye açısından bakınca ABD’ye karşı halkta ciddi bir tepki var. Bu ABD’de böyle
değil. Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı büyük oranda halkın, “ABD K.Irak’ta gizlice Kürt
devleti fikrini destekliyor” inanışından kaynaklanıyor. Kimse ABD’nin resmi ağızdan
söylediğine inanmıyor ve entelektüel kesim dahi komplo teorileri kuruyor. İkincisi Türkiye’de
herkes artık ABD’nin Yahudiler tarafından ele geçirilmiş bir süper güç olduğunu düşünüyor.
İlişkileri düzeltebilmek için ABD bazı jestler yapmalı. Örneğin PKK konusunda
Barzani ve Talabani’den peşmerge desteği alarak sembolik de olsa Kandil Dağı’nda
operasyon yapılabilir. Kıbrıs konusunda birkaç uçuş yapıp ciddi ticaret için destekleyici
açıklamalar yapabilirler. Bizim yapabileceklerimiz ise şunlar:
-NATO kapsamında Iraklı polis ve asker eğitimi için destek.
-İran’la pazarlık yapan AB troykası içinde yer almak.
-Talabani ve Barzani’yi Ankara’ya davet edip, Kürtlerin Irak’ta önemli siyasi mevkilere
gelmelerini desteklemek.
-Model olmaktan korkmamak ve Ortadoğu’da ekonomik alanda model olma fikrini
Washington’a anlatmak.
-Basına ABD ile ilgili daha iyi bilgi vermek. Yahudilerin ABD’yi yönetmediğini ama
etkili bir lobi olduklarını anlatmak.
Soner Çağaptay: Türkiye’nin AB üyeliği için ABD’ye ihtiyacı var
Washington’un prestijli düşünce örgütlerinden Washington Enstitüsü’nde Türkiye
programını yöneten Soner Çağaptay “Türkiye’deki ABD karşıtlığı ciddiye alınmazsa ilişkiler
kopma noktasına gelebilir” dedi:
Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığı alışılmadık ölçüde yaygınlaşıyor. Eğer bu olgu
ciddiye alınmazsa Türk-Amerikan ilişkileri kopma noktasına bile gelebilir. Bu her iki ülke
içinde çok kötü bir gelişme olur, çünkü bölgesel bir güç olan Türkiye’nin küresel çıkarlarını
korumak için ABD’ye ihtiyacı var. AB sürecinde Washington’un desteği Ankara’nın çok
işine yaradı. Türkiye müzakerelere başladığında AB Türkiye’den aklımıza gelecek her konuda
taleplerde bulunacak. Türkiye AB’ye ABD gibi alternatif partnerleri olduğunu gösterebilirse
pazarlıkta eh kuvvetlenir. Aynı şekilde ABD’nin de Türkiye’ye ihtiyacı var. Washington’un
İncirlik Üssü’nün daha geniş ve esnek kullanım talebi gibi son gelişmeler de şunu kanıtladı ki,
Türkiye “ekibe dahil” olduğunda ABD için Ortadoğu’da işler çok daha kolay.
İlişkinin düzelmesi için Washington Türkler’e itibar ettiğini açıkça hissettirecek bir
adım atmalı. Bu Kıbrıs, Kerkük ya da PKK konusunda olabilir. AKP ise Türk medyasında
ABD ile ilgili çıkan haberlere karşı hassas olmalı.
Prof. Sabri Sayarı: ABD karşıtlığı ile AKP’nin yükselişi bağlantılı
Georgetown Üniversitesi Türk Araştırmaları Enstitüsü’nü yöneten Prof. Sabri Sayarı
sorunun çözülmesini Irak’ta yaşanacak gelişmelere bağlayarak şöyle konuştu:
ABD ile stratejik ortak olduğumuzu söylemek yanlış olur. ABD için tek stratejik ortak
İsrail’dir. Amerikan karşıtlığıyla AKP’nin yükselişi arasında bir bağlantı var diye
düşünüyorum. Çünkü AKP’ye oy veren kitlenin büyük kısmı eskiden beri ABD karşıtıydı,
son gelişmeler de bunu pekiştirdi. Krizin aşılması için Irak konusunun ne yönde gelişeceği
çok önemli. Irak’ta Türkiye’nin istemediği yönde gelişmeler yaşanırsa ikili ilişkilerdeki
sorunlar devam edebilir. ABD’nin özellikle Türkmenler’in durumu ile ilgili olarak atabileceği
adımlar ilişkilere olumlu yansıyacaktır. Buna karşılık, Türkiye’nin de Ortadoğu’daki
demokratikleşme olayına sıcak bakması ve ABD’nin bu konudaki girişimlerine yardımcı
olması ilişkilerin düzelmesinde etkili olur. Karşılığında Bush yönetiminin PKK’ya operasyon
düzenlemesini beklemek ise hayaldir. ABD Irak’la zor baş edebilirken kalkıp 4-5 bin kişiyle
çatışmaya girmez. Bunun gerçekleşmeyeceğini Türkiye’deki yetkililer de kabullenmişe
benziyor.
Bülent Alirıza: ABD-Türkiye evliliğinde boşanma olmaz
ABD’nin itibarlı düşünce kuruluşlarından CSIS’in Türkiye programı direktörü Bülent
Alirıza iki ülke arasında daha büyük bir kriz beklemediğini, ancak ilişkilerin kaderini de ABABD ilişkilerinin belirleyeceğini kaydetti:
Türkiye’nin yarım asırlık dış politikasına damga vuran Soğuk Savaş ortaklığı Sovyetler
Birliği’nin çöküşüyle ortadan kalktı. Soğuk Savaş döneminde her iki tarafın da birbirine
ihtiyacı vardı ve iki tarafın da birbirlerinden ne bekleyebileceği belirlenmişti. Tam bir stratejik
ortaklık söz konusuydu. Ama Sovyet tehdidi ortadan kalkınca iki ülke arasındaki ilişkilerin
yeniden tanımlanması zorunluluğu doğdu. Bu tanım yapılmadığı için de her dalgadan
olumsuz etkileniliyor. 1 Mart tezkeresi olayındaki gibi büyük dalgalar da çok sarsıntı
yaratıyor. Kısacası bugün de iki ülke arasında bir ittifak var ama tarafların eskiden olduğu gibi
tam bir mutabakat içinde olduğu söylenemez.
ABD-Türkiye ilişkisini bir evliliğe benzetecek olursak, taraflar boşanmak istemiyor ama
uzun süreli evliliklerin çoğunda olduğu gibi bir dizi sorun ve rahatsızlık var. Türk-Amerikan
ilişkilerinin geleceğini büyük bir ölçüde ABD ile AB’nin ilişkileri belirleyecek.
Suriye çok önemli
Transatlantik ilişkiler artık eskisi gibi NATO üzerinden yürümeyeceğe benziyor ve
ABD pek istekli olmasa da AB ile ABD’nin daha yoğun, doğrudan ilişki içinde olduğu bir
döneme geçiyoruz.
Önümüzdeki dönemde en sorunlu alan Türkiye’nin Suriye ve Iran ile ilişkileri olacağa
benziyor. ABD’nin Suriye ile sonu belli olmayan bir krize girdiğini söylemek mümkün. Yarın
Washington Ankara’dan Suriye konusunda siyasi destek isterse ne olacak? İşte o gün Kerkük,
PKK, Kıbrıs gibi konuların hepsi bir kenarda kalır ve tartışmalara Suriye krizi damga vurur.
Muhtemelen Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı daha da tırmanır. İleride işin içine bir de Iran
krizinin girebileceğini düşünürsek Türk-Amerikan ilişkilerini zor günlerin beklediğini
söylemek mümkün.
Zeyno Baran: Türkiye’nin vizyonu yok
Cumhuriyetçi Parti’ye, dolayısıyla Başkan George W. Bush yönetimine yakın düşünce
kuruluşlarından Nixon Merkezi’nde Uluslararası Güvenlik ve Enerji programının başında
bulunan Zeyno Baran, ilişkilerin düzelmesi için AKP hükümetinin Türkiye’deki ABD
karşıtlığına “dur” demesi gerektiğini kaydetti:
Türkiye-ABD ilişkilerinde bugün itibariyle “stratejik” anlamda pek bir şey kalmadı.
Tezkere krizinde tarafların aynı dilden konuşmadıkları bariz olarak ortaya çıktı. Sonuçta
Türkiye’de Amerikan karşıtlığı ilk defa çok tehlikeli bir noktaya ulaştı, “Metal Fırtına” gibi
bir kitap Türkler tarafından “gerçek” gibi okunuyorsa ciddi bir sorun var demektir.
Washington, AKP hükümetinin bir şekilde bu gidişe bir dur demesini bekliyor. Demedikçe,
basında ABD’yi Felluce’de “soykırım”la suçlamak, Asya’daki depremden sorumlu tutmak
gibi yaklaşımlar devam ettikçe içinde bulunduğumuz durumdan çıkmamız zor.
Mesafe koymak hata
Ermeni diasporası, Türkiye’nin Felluce’de ABD’yi “soykırım”la suçlamasını ve
Türkiye’de tırmanan Amerikan karşıtlığını Kongre’de bir yıldır çok iyi işledi ve bu yıl
“Ermeni Soykırımı” tasarısını geçirmeleri mümkün gibi gözüküyor.
“Stratejik işbirliği” iki tarafın söylemlerinde var, ancak içeriğine baktığınızda ortak
vizyon tespit etmek zor. ABD için önemli olan İran ve Suriye konularında Türkiye’nin
stratejisi belli değil. Ortadoğu, Avrasya ve Karadeniz bölgesine yönelik girişimlere Türkiye
mesafeli kalıyor. Belki de en önemli stratejik katkısının olabileceği noktada Türkiye çekimser
davranıyor.
Türkiye, vizyon sahibi olmayınca, ABD’ye tam olarak ne istediğini anlatamıyor.
Karşılığında da istediği cevabı alamıyor ve iki taraf birbirinden uzaklaşmaya devam ediyor.
Bu haber yorum bile gereksinmiyor bizce. Ama Feulner’i Türkçe okumak isterseniz,
size çok yakın tarihli bir kaynak önerebiliriz.
1990 yılında iş dünyasına yönelik yayınlar hazırlayarak yayın hayatına başlayan ve son
birkaç yıldır bireysel gelişim konularında dergi ve kitaplar hazırlayan - Milliyet gazetesi İnsan
Kaynakları eki olan İş Yaşamı’nı da düzenleyen- Rota Yayınları’nın “Kişisel gelişim ve
bireysel kalite konularına önem verenlerin dergisi” olarak tanıttığı Personel Exellence’ı Ocak
2005 tarihli 63. sayısında Edwin J. Feulner’ın “Barbarlıklara Engel Olun” makalesini
yayınladı.
Yayınevinin logosu “Yaşam rotanızı keşfedin!” Biz de zaten Mont Pelerin’den yola
çıkarak bağlısı kuruluş ve vakıflar üzerinden dünya ve Türkiye toplumuna çizilen “yaşam
rotasını” keşfetmeye çalışıyoruz. Ne ki bu “rota” emperyalizmin “küreselleşme”
demagojileriyle birlikte dünya toplumlarına yönelik freni boşalmış saldırısına kurbanlıktan
başka bir yere yön çizmiyor. Ama kimse merak etmesin, toplumların artık emperyalizmin ve
işbirlikçilerinin demagoji ve yalanlarına tahammülü kalmamıştır. Öfkesinin daha gür bir
şekilde patlayacağı günler de uzak değildir.
Leonard P. Liggio
Mont Pelerin Cemiyeti’nin 2002-2004 yılları arasındaki yöneticisi Profesör Leonard P.
Liggio da birçok kuruluşla bağlantılıdır. Atlas Ekonomik Araştırma Fonu Başkan
Yardımcılığı, George Mason Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İnsan Çalışmaları Bölümü,
Philadelphia Cemiyeti, Notre Dame Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Akademik Liderlik için
Salvatori Merkezi, Amerikan Katolik Tarih Birliği, Cato Enstitüsü, New York Kent
Üniversitesi, Ione Koleji Tarih Bölümü ve Georgetown Üniversitesi’nde yöneticilik yapmış
bir CFR üyesidir.
Onun dönemi Mont Pelerin’in en yoğun toplantılarının olduğu dönemdir. İngiltere
Londra’da ve
ABD Salt Lake City’de Genel, ABD Chattanooga ve Almanya Hamburg’da Bölgesel ve
Sri Lanka’da Özel Toplantılar düzenlenmiştir.
Bu toplantılardan özellikle geçtiğimiz yıl Sri Lanka’da yapılan özel toplantıda dehşet
verici tebliğler sunulmuştur. Bunların neredeyse ortak paydaları, ABD ile Avrupa arasında “ta
kalbe giden” bir çelişki olduğunu söylemeleridir. Cemiyet tarafından desteklenen “Hür
Avrupa” sitelerinde Avrupa Birliği için “sosyalist süper devlet, vergi karteli” denmesi bu
toplantının hemen ertesine rastlar. Dahası, toplantı katılımcılarının büyük çoğunluğu “hür
dünya”nın baş düşmanı olarak Çin’i göstermişler ve Rusya’yı da “asla tekin değil” diye
nitelemişlerdir.
Edwin J. Feulner’in başkanlığı döneminde -cemiyetin kuruluş yerine dönerek- Mont
Pelerin’de yapılan Özel Toplantısı ertesinde kuruluşu desteklenmiş Yeni Amerikan Yüzyılı
İçin Proje grubunun (Project for the New American Century - PNAC) tarihteki tüm strateji
geliştirme gruplarından çok daha etkin biçimde Beyaz Saray politikaları üzerinde belirleyici
olduğu da gururla irdelenmiştir Sri Lanka’da. Bu durum aslında şaşırtıcı değildi. çünkü
1997’de oluşturulan grup 2004’deki ABD kadrosunun en yırtıcı unsurlarını içinde
barındırıyordu. PNAC’nin kurucuları şunlardı:
Dick Cheney (ABD Başkan Yardımcısı)
Donald Rumsfeld (ABD Savunma Bakanı)
Paul Wolfowitz (ABD Savunma Bakan Yardımcısı)
Lewis Libby (Cheney’nin ulusal güvenlikten sorumlu yardımcısı)
John R. Bolton (ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı)
Richard Perle (Beyaz Saray Savunma Politikaları Danışmanı)
Zalmay Khalilzad (ABD Başkanı George W. Bush’un Afganistan Özel Elçisi)
Yani ABD’nin 1997’den başlayarak günümüze uzanan tüm eylemleri, Mont Pelerin
Cemiyeti’nin desteğiyle kurulmuş bu grup tarafından planlanmış ve uygulanmıştı.
PNAC’ın temel belgesi niteliğindeki, Eylül 2000 tarihli “Rebuilding America’s
Defenses” şöyle diyor: “Gelecek yıllarda ABD’nin askeri üstünlüğünün korunabilmesi için
Savunma Bakanlığı’nın yeni teknolojiler ve operasyonel kavramlar ile ilgili çalışmalarda daha
agresif hareket etmesi ve askeri konularda yaklaşan devrimden yararlanması gerek...”
11 Eylül 2001’den bir yıl önce, 2000 yılının Eylül ayında yayınlanan belgede daha
sonra, askeri üstünlüğü garanti altına alacak “dönüşüm süreci”yle ilgili bir öngörü de var:
“Dönüşüm süreci devrimci değişiklikler getirse bile, yeni bir Pearl Harbour gibi felakete yol
açan (“catastrophic”) ve kolaylaştırıcı (“catalyzing”) bir olay yaşanmaması halinde, bu uzun
bir süreç olacaktır.”
Çok dikkat çekici değil mi? Ama devamı da var. Belgede imzası bulunanlardan -ve
Mont Pelerin Cemiyeti Özel Toplantı katılımcılarından- Robert Kagan, “Of Paradise and
Power: America vs. Europe in The New World Order” (Cennet ve Güce Dair: Yeni Dünya
Düzeni’nde Amerika - Avrupa’ya Karşıtlığı) adı altında yayınlanan kitabıyla ilgili olarak 4
Şubat 2003 tarihinde Carnegie Council’da bir söyleşiye katılmıştır. Kagan konuşmasına şöyle
başlamıştır: “ABD ile Avrupalı dostları ve müttefikleri arasında bugünkünden daha derin bir
uçurum olduğunu hatırlamıyorum.” Sonra da şunları söylemiştir: “Soğuk Savaş sırasında
taktiklerle ilgili, hatta strateji düzeyinde, Sovyetler Birliği ve Üçüncü Dünya devrimleri ile
nasıl başa çıkılacağı konusunda birçok anlaşmazlık olmuştu; genellikle anlaşmazlık içinde
olduğumuz Orta Doğu sorunu konusunda da. Ama aramızda, dünyada işlerin nasıl yürüdüğü
ve yürümesi gerektiği konusunda temel bir felsefi ayrılık yoktu; en önemlisi de, bir ulusun dış
politika aracı olarak, dünya meselelerinde askeri gücün rolü konusunda..” Ve şu
değerlendirmeyi yapmıştır: “Bugün ABD ile Avrupa arasındaki krizi derinleştiren, insanların
değer verdiği şeyin genellikle paraları, hatta hayatları değil de idealleri olması. Avrupalılar
ideallerinin tehdit edildiğini hissettiklerinde, öfke ve korku karışımı bir tepki gösteriyorlar..”
Ve söyleşinin sonunu şu saptamayla bağlamıştır: “Dünya görüşündeki farklılık ABD ve
Avrupa’nın ta kalbine gidiyor. Bu farklılık George W. Bush’un Başkan olduğu 21 Ocak
2001’de başlamadı. 11 Eylül 2001’de de başlamadı. En azından 90’larda apaçık ortadaydı.”
Bu söyleşiden iki hafta kadar önce, 22 Ocak 2003’de bir basın toplantısında Hollanda
televizyonundan bir muhabirin sorusunu cevaplandırırken Donald Rumsfeld ise şöyle
demektedir: “Avrupa’yı Almanya ve Fransa olarak düşünüyorsun. Ben öyle düşünmüyorum.
Bence o, eski Avrupa. Bugün NATO’daki Avrupa’nın tamamına bakarsan, çekim merkezi
doğuya kayıyor. Pek çok yeni üye var. Tüm NATO üyelerinin ve son dönemde üyeliğe davet
edilenlerin listesini alırsan -- kaç ediyor, yirmialtı, öyle bir şey mi? -- haklısın. Almanya sorun
oldu, Fransa sorun oldu.. Ama çok sayıda diğer Avrupa ülkesine baktığında.. Onlar bu
noktada Fransa ve Almanya’yla değil, ABD ile birlikteler..”
İşte bu noktada Mont Pelerin Cemiyeti’nin 1988-1990 yılları arasındaki Başkanı
Antonio Martino’nun hızlı yükselişinin, Berlusconi’nin katı sağ görüşlü Forza Italia
Partisi’nin kurucusu olmasının, İtalya’da Dışişleri ve Savunma Bakanı oluşunun, İtalya’nın
kıtadaki en sağlam Amerikan müttefiki konumu almasının, yayınlamış 11 kitabı ve 150
dolayında makalesinin çoğunda neo-liberal politikaları, sıkı para rejimini, küreselleşmeyi ve
güç dayatmacılığını savunmasının sırrı ve önemi de ortaya çıkar.
10 Temmuz 2003’de PNAC üyesi ve ABD Temsilciler Meclisi üylerinden
Cumhuriyetçi Ron Paul, yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir: “Ajandalarını desteklemek
amacıyla, yayınlara ek olarak pek çok think tank ve proje oluşturuldu. Bradley Vakfı’nın bir
ürünü olan American Enterprise Institute neocon saldırısında başı çekti, ama savaşla ilgili asıl
itme, Bradley Vakfı’nın desteklediği bir başka oluşumdan, Project for the New American
Century’den geldi.”
Bradley Vakfı’nın desteklediği bir başka vakıf ise Heritage Foundation’dır. Yani Mont
Pelerin Cemiyeti Başkanlarının birçoğunun da Başkanı oldukları vakıf. ABD Dış Yardım
Teşkilatı kanalıyla “Irak’ın yeniden yapılanmdırılması”nda 680 milyon dolarlık bir proje alan
Bechtel şirketinin “Bechtel Vakfı” tarafından da desteklenen Heritage Vakfı’ndan Dr. John
Hulsman, İngiltere merkezli AB karşıtı Bruges Group’un -geçtiğimiz Nisan ayındakiUluslararası Konferansı’nda Avrupa Birliği’ne alternatifler başlıklı bir konuşma yapmıştı.
Bugünlerde Heritage Vakfı tarafından üretilen politik belgelerin başında da, Hulsman’ın 28
Ağustos tarihinde yayınlanan, “Cherry-Picking: Preventing the Emergence of a Permanent
Franco-German-Russian Alliance” (Kalıcı bir Franko-Alman-Rus İttifakı’nın Ortaya Çıkışını
Önlemek”) başlıklı makalesi vardır. Ve o makale ilk önce Mont Pelerin Cemiyeti’nin Sri
Lanka’daki Özel Toplantısına tebliğ olarak sunulmuştur.
O tarihten başlayarak Avrupa Birliği’ne en seret usluplarla savaş açan oluşumlar ortaya
çıkmıştır. Bruges Group’un web sitesindeki bağlantılar sayfasının tıpatıp aynısını
(kategorizasyondan adreslerin dizilişine kadar) sitesinde barındıran “Hür Avrupa”, Avrupa
Birliği’ni şu deyişle nitelendirmektedir: “Sosyalist Süper Devlet ve Vergi Karteli” Avrupa
Birliği’nin yıldızlarını dikenli telin dikenlerine dönüştüren bir amblemle Avrupa halklarını
AB diktatörlüğüne direnmeye çağıran “Hür Avrupa” kuruluşu, kendini “fikri ve vicdanı hür
bireyler tarafından örgütlenmiş” olarak sunmaktadır. Ama görünürde ne isim var, ne cisim.
Ama Web adresi, “Libertarian International” adlı bir oluşuma tescilli. Ve sitenin sunucu alanı
Toga Krallığı’na ait. Güney Pasifik ve Batı Polenezya’da, Fiji ve Samoa yakınlarında bir
adada.
“Hür Avrupa”nın hedef kitlesini büyük ölçüde eski sosyalist ülkeler ve onların
bölünmesiyle ortaya çıkan ülkeler oluşturuyor. “Hür Avrupa Radyosu”nun da öyle. Colin
Powell’ın da yönetim kurulunda olduğu bir federal kuruluş olan Broadcasting Board of
Governors tarafından finanse edilen radyonun merkezi, Soğuk Savaş sona erdikten sonra Çek
Cumhuriyeti’ne taşınmış. Hâlâ komünizmle ilgili, komünizme karşı verilmesi gereken
özgürlük mücadelesi üzerine kurulu haberler yayınlıyor. Yayının sınırları Avrupa’nın bittiği
yerde bitmiyor. Rusya’yı güneyden kuşatatak Orta Asya’nın iyice ortalarına kadar uzanıyor.
Rusya Federasyonu’ndaki yolsuzluklar, insan hakları ihlalleri, hatta artan kürtaj oranı ve
engellenemez biçimde azalan nüfus da baş haberleri arasında. Anlaşılıyor ki “küreselleşme”
ve Amerikan saldırıları zincirden boşanmışçasına arttıkça, “komünizm hayaleti” hâlâ
dolaşmayı sürdürüyor karabasanlarında. Ve “Komünist Manifesto” korkusu -tüm dallı budaklı
örgütlenmelerine karşın- hâlâ en büyük korkuları.
1. Özal’ın Cumhurbaşkanlığı konusunda Bkz: “Türkiye’yi Kucağa Oturtma Planı”,
Talat Turhan, 11 Ağustos 1991, 2000’e Doğru.
2. Henry Kissinger için bkz: Mehmet Eymür - Ziverbey’den Susurluk’a Bir MİT’çinin
Portresi, Talat Turhan, Sorun Yayınları, S.271-288
3. Mustafa Sarıgül hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz:
Talat Turhan, Küresel Çete, İleri Yayınları, Mart 2005.
Ömer Yılmaz İnanç, Mustafa Sarıgül-Düğün Evinin Tefçisi, Ölü Evinin Yasçısı, Aykırı
Yayınları
V
Sonuç Yerine:
12 Eylül’e Doğru Türkiye
2 Ekim 1978’de MGK, Hükümete 1975’de kapatılan dört ABD üssünün (Diyarbakır
Dinleme ve Radar, Kargaburun Yönlendirme ve İzleme, Sinop Gözetleme ve İzleme, Belbaşı
Yayın Aktarma) açılmasını önerdi. Hükümet de bu üslerin “geçici statü” altında açılmasını
kararlaştırdı.
Birkaç gün sonra Uğur Mumcu İstanbul’daydı. Görüştük. Ecevit’le konuşmuştu.
Başbakanın Demirel’in MGK’daki tavrından rahatsız olduğunu, adeta 12 Mart sürecini
başlatmak ister gibi kışkırtmalarda bulunduğundan yakındığını anlattı. Sıkıyönetim ilânı
istemlerinin ardında idarenin tam olarak orduya devri biçiminde bir amaç yattığı kanısında
olduğunu söyledi. MHP için “Böyle silahlı bir partinin demokraside yeri olamaz” diyerek son
bildirinin bile mahkemelerce bu partinin kapatılması için yeterli kanıt olduğu savını öne
çıkardığını aktardı. Ecevit açıkça, “ABD ve Sovyetler yönetimiyle hiçbir sorunumuz yok.
Sorun Avrupa’da” diyordu. Ona göre, “Batı Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik planları” vardı.
Almanya’nın “Türkiye’nin vasisi haline gelmek istediği”nden, İngiltere’nin “karanlık
oyunlara girebileceği”nden dem vuruyordu. “ABD eğer bizden umudunu kesseydi, 1974’de
icabına bakar, Diyarbakır üssünü alıp İran’a götürürdü” diyordu. IMF’i sorun yapmaz
görünüyordu. “Bizi sıkıştırdıkları zaman, bizi duvara sıkıştırmayın, bu duvarda öteye
geçebileceğimiz büyüklükte delik var dedik. Yani Sosyalist ülkelerle işbirliği yapabiliriz
demek istedik, bunu anladılar” açıklamasında bulunuyordu. Ve son sözünü de “Ordu,
Cumhuriyet tarihinde bugüne kadar görülmemiş biçimde iktidarla uyum içindedir” diye
bağlamıştı.
Mumcu’nun “Sen bu sözlere inanıyor musun?” sorusuna yanıtı dudaklarını gererek
gülümsemek oldu.
***
16 Ekim 1978’de Krakow Başpiskoposu, Polonyalı Kardinal Karol Wojtyla, John Paul
II adıyla Papa seçildi. Olay, John Paul II’nin 400 yıl sonra İtalyan asıllı olmayan ilk Papa
olarak göreve gelmesiyle yankı buldu dünyada. Oysa 26 Ağustos’ta John Paul I adıyla Papa
seçilen Kardinal Albino Luciani’nin göreve gelişinden yalnızca 33 gün sonra, 28 Eylül’de
ölüş nedenini kimse merak etmedi.
***
18 Ekim’de Türk Lirası’nın değeri Alman Markı’na karşı yeniden düşürüldü. İki gün
sonra İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Ord. Prof. Bedri Karafakioğlu, İstanbul’da uğradığı
silahlı saldırı sonucunda yaşamını yitirdi. 24 Ekim’de Süleyman Demirel, AP Kongresi’nde
yeniden Genel Başkan seçildi. Ertesi gün Türk Lirası’nın değeri yeniden düşürüldü. Ayni gün,
soygundan sanık 5 ülkücü MHP otosunda yakalandı. Araçta 1.2 milyonluk altın bulundu. 29
Ekim günü ise MSP bir açıklama yaparak “Sağ örgütler arkasındaki yasadışı kuruluşları CIA
destekliyor” dedi. O gün, Türkiye Cumhuriyeti’nin 55. Yılı kutlanıyordu.
55. Yıl kutlamalarında kimsenin pek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş gerçeklerini
anımsadığı yoktu. İlgilerin odağında terör vardı. IMF ile başlayan üçüncü dilim kredi
görüşmeleri vardı. Ve elbette “ordu müdahalesi olasılığı” vardı.
1919 Eylül’ünde, Amerikan mandacıları Sivas’ta yenildiler. Doğu illerimizde
“incelemeler” yapan Amerikalı General Harbor, bunun üzerine Mustafa Kemal’e ulaştı ve bir
görüşme istedi. “Ya girişimleriniz başarıya ulaşmazsa ne yapacaksınız?” diye sordu. Aldığı
yanıt kesindi: “Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını korumak için gereken girişim ve özveriyi
yaptıktan sonra mutlaka başarır. Ya başaramazsa demek, o ulusu ölmüş saymak demektir.”
Mustafa Kemal, ulusal varlığın güvencesi “bağımsızlık”tan ne anlamak gerektiğini de
şöylece vurguluyordu: “Tam bağımsızlık elbette siyaset, maliye, itkisat, adalet, askerlik,
kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi
birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından
yoksun olması demektir.”
ABD, Mustafa Kemal’in bu kararlılığını ve sonucunda gerçekleşen “bağımsız” Türkiye
Cumhuriyeti yapılanmasını asla kabullenemedi. Lozan Antlaşması’nı da kapitülasyonların
kaldırılmasını da onaylamadı. Hatta hem Türkiye’yi hem de Avrupa’yı aşağıladı.
1927 yılının Ocak ayında Temsilciler Meclisi’nde yapılan konuşmalar sırasında
Upshow, “Bu antlaşma, Timurlenk kadar hunhar, müthiş İvan kadar sefih ve kafatasları
piramidi üstüne oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün zekice yürüttüğü
politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara
onursuzluk getiren bir diplomatik antlaşma kabul ettirmiştir. Buna her yerde Türk Zaferi
dediler. Ve eski dünya parlamentolarını bunu kabule ikna ettikten sonra, büyük sermaye
grupları, soğukkanlı ticaret erbabı ve giderek güya bazı din temsilcileri bile, Türkiye’yi uygar
uluslar masasinda uluslararasi bir konuma yücelterek, Amerika’yı yüksek ülkülerinden
uzaklaştırmada birleştiler” diye haykırdı. Senatör King ise, “Türkler cahil, fanatik ve nefret
dolu insanlardır” diye bağırırken bir bilim adamı olan Harvard Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Profesörü Hart da “Türklerin Avrupa’da ve uygar uluslar çevresinde yeri yoktur”
kanısını öne çıkardı.
Amerika, Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşına ve utkusuna kesin bir karşıtlık sergiledi.
Çünkü -özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra- uygulanan Amerikan stratejisi, bir
yandan yoksul ulusların geniş kesimlerini toplumsal mülklerden kopartırken, öte yandan
yaşam alanlarını emperyalist ilişkilere tabi hale getiriyordu. Mustafa Kemal’in önderliğindeki
Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca ulusal kurtuluş savaşını başarmakla kalmamış, “tam
bağımsızlık” ilkesi çerçevesinde bu “tabi kılınma” stratejisini delmişti. Diğer ezilen halk ve
uluslara “kötü bir örnek” oluşturmuştu.
Washington bu durumu hiçbir zaman içine sindiremedi. Mustafa Kemal’i ve Türkiye
Cumhuriyeti’ni baltalamak için elinden gelen herşeyi yaptı. Örneğin hilâfetin kaldırılışı tüm
Avrupa’da olumlu yankılar yaparken ABD’de “Hilâfet fonksiyon olarak lağvedilmemiştir.
Fonksiyonu hükümete ve devlete devrediliyor” gürültüleri koptu. Buna da kanıt olarak Tunalı
Hilmi’nin Meclis’te yaptığı konuşma gösterildi.
Washington’da senatörlere ve hükümet yetkililerine gönderilen 107 imzalı ortak bir
bildiride “Kemalist rejim mutlaka çözülecektir” dendi. Bunun için gereken herşey de yapıldı.
Çeşitli araçlar kullanıldı, kimi çevrelerde etkinlik sağlandı. Kazim Karabekir’in yazdığı
“Mustafa Kemal Paşa bir zaman hocalardan mutaassıp bir halde hutbe ve nutuklarla saltanatı
almaya uğraştı. Muvaffak olamayınca müthiş sola kaydı. Dini ve ananevi varlıkları kanla
yıktı” sözleri de hep bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Öte yandan Amerika’nın en çok karşıtlığını çeken bir gelişme de Türkiye, Irak ve İran
arasında imzalanan daha sonra da Afganistan’ın katıldığı Sadabat Antlaşması oldu. Bu,
Türkiye’nin bölgede etkinleşmesi anlamına geliyordu. Musul sorunu ve sınır anlaşmazlıkları
çözülmüş, Mustafa Kemal öncülüğünde bir bölgesel siyasal ittifak kurulmuştu. Washington,
bölgede kendi hegemonyasını kurmasının engellendiği görüşündeydi. Kıyametler kopardı.
Ama bir başka yandan da Hitler’in Versay’a karşı çıkışının ve İtalya’nın Habeşistan’a
girişinin büyük bir savaşın ilk işaretleri olduğunu ve bölgedeki etkinliğin bu savaş sonunda
belirleneceğinin de ayrımındaydı. Yine de, ulusal kurtuluş savaşı ve tam bağımsızlık temeline
dayanan Türkiye deneyinin bölgesel ülkeler tarafından izlenen toplumsal ve ekonomik bir
model olmasına şiddetle karşı çıkmayı sürdürdü. Bir yandan da 1930’ların Ankara
Büyükelçisi Petterson eliyle ülkemizin tarihsel varlıklarını yağmalayarak Ohio’nun Dayton
Kent Müzesi’ni tamamen doldurdu. Bu, Sevr Antlaşması sürecinde Kolombiya
Üniversitesi’nden Shear ve Shever’in Amerika’ya kaçırdıkları eserlerin Mustafa Kemal
tarafından geri alınmasının rövanşı niteliğinde bir eylemdi.
Amerika, Türkiye Cumhuriyeti’nden asıl rövanşını İkinci Dünya Savaşı sonrasında aldı.
Önce Dışişleri Bakanı Rusk, “Dünya çok küçülmüştür. Toprak ile, su ile, atmosfer ile, bunlari
kapsayan uzay ile, yani dünyanin tümü ile ilgilenmeliyiz” dedi. Ardından Thornburg,
“Türkiye, Avrupa’nın stratejik doğu kalesi ve Ortadoğu’nun kuzey kalesi olmaktan daha
önemli olarak Amerikan çıkarlarının büyük önem kazandığı bir yerde bulunmaktadır”
görüşünü raporladı. Ve açık açık ekledi ki, “Türkiye, Arap dünyası tarafından yakından
izlenen sosyal ve ekonomik bir alandır. Bizim etki alanımızdaki ülkeler bunu örnek alacak
olurlarsa dünyaya egemen olma istencimiz boşa çıkacaktır.”
Bu noktadan sonra ABD, “örnek Türkiye”nin konumunu değiştirmeyi hedefledi. Ve bu
işe doğrudan Türkiye Cumhuriyeti devletini aracı kıldı. Saturday Review dergisi, bu girişimi
“Bir Müslümanın Mekke’ye yönelmesi gibi, bir insanın Washington’a bakmasını sağlayacak
ideali bulmak” olarak niteledi.
İlk adım 1943 Şubat’ında atıldı. Yapılan bir anlaşmaya göre, “Türkiye Cumhuriyeti
hükümeti sağlayabilmekle vazifeli bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri,
kolaylıkları veya bilgileri ABD’ye temin edecektir” denildi. Ardından Truman Doktrini olarak
bilinen ve Amerika’nın Ortadoğu ve buradaki Türkiye politikasının ana çizgilerini saptayan
belge ortaya konuldu. Ve bununla 75-80 sayılı “Türkiye ve Yunanistan’a Yardım Yasası”
yürürlüğe girdi ve yasasının girişine “özgürlük ve bağımsız varlığımızın sürdürülmesine
yardım edilmesi için” ABD’ye başvurduğumuz tümcesi yerleştirildi. Bu sözcükler, ABD’nin
kurtuluş savaşı vererek “tam bağımsız” Cumhuriyetini kuran ve kendi olanaklarıyla onu 25
yılda -ve büyük savaş koşullarında- yücelten Türkiye’den aldığı bir rövanştı. Mustafa
Kemal’in kurduğu Cumhuriyet, “varlığını sürdürmek” için Amerika’dan yardım dileniyordu!
Kongre Yasası’nın 5.maddesinde altı çizildiği gibi “Birleşik Amerika Başkanı zaman
zaman bu kanun hükümlerinin yürütülmesi için gerekli ve uygun olabilecek kurallar
koyabilir” türünden bir “egemenlik teslimiyeti” de getirilerek Türkiye Cumhuriyeti tamamen
etkisizleştirildi. Her kuralı peşinen kabullendi. Yetmedi, “Türkiye Hükümeti, bu yardımın
amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve işleyişi hakkında tam ve devamlı yayın
yapacaktır” denilerek Ankara, Amerikan propagandasına aracı yapıldı. Tüm bunlara karşı
çıkan yurtseverlere de, “Amerika’dan kopup Sovyetler’in kucağına düşmemizi isteyen
komünist” damgası vuruldu.
Lozan Antlaşması’nı ve kapitülasyonların kaldırılmasını onaylamayan, Mustafa Kemal
öncülüğünde yapılanan “tam bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’ni kabullenemeyen ABD,
sonunda Türkiye’yi içeriden fethetti. Bugüne değin uzanan süreçte ilişkilerde neler
yaşandığını hep biliyoruz. Dahası, 1923’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu onaylayan
Avrupa’yı aşağılamaktan geri kalmayan Washington, bu süreç içinde Türkiye-Avrupa
ilişkilerini ve yakınlaşmasını da hep baltalamayı sürdürdü. Türkiye’yi, salt kendi etkinlik
alanının bir iç kalesi olarak gördü. Siyasal ve ekonomik ilişkiler bir yana, askersel ilişkilerde
ve Amerikan üsleri çerçevesinde, kimi zaman Türk birlikleri kendi ülkelerinde kendilerini
yabancı bir ülkede sanma durumuna düşürüldü.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 55. yıldönümünde manzara buydu. Cumhuriyetin
kuruluşunu kabullenmeyen ve onun “tam bağımsızlık” ilkesini hep yadsıyan, Mustafa
Kemal’i “Timurlenk kadar hunhar, müthiş İvan kadar sefih ve kafataslrıi piramidi üstüne
oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatör” olarak nitelemiş, “Türkler cahil, fanatik ve
nefret dolu insanlardır” diyerek “Türklerin Avrupa’da ve uygar uluslar çevresinde yeri
yoktur” kanısını öne çıkarmış Amerika ve onun bendeleri, oyunlarını, oyuncakları vardı ön
planda.
***
Ekim 1978’de Woodward başkanlığındaki IMF heyeti, devalüasyon başta olmak bir dizi
önlemin “derhal” uygulamaya konulmasını isteyince ipler koptu. Türkiye-IMF görüşmeleri
kesildi. “Ya öncelikle yüzde 50-60 oranında devalüasyon yaparsınız ya da biz yokuz” diyen
heyet uzun bir süre geri gelmemek üzere Ankara’dan ayrıldı. Tüm yorumlar, “Batı, Türkiye’yi
ezmek istiyor” biçimindeydi. Alacaklı bankalar da “Türkiye’yi uçuruma itmek”
eğilimindeydiler. O zaman Ecevit karar verdi: IMF’ye savaş açacaktı!
1 Kasım ‘da yeni maden yasası uyarınca demir, linyit ve borun devletçe işleneceği
açıklandı. İki gün sonra 13 ülkücü Bayrampaşa Cezaevi’nden ziyaretçiler arasına karışıp
kaçtı. O gün, aralarında Ord.Prof.Bedri Karafakioğlu ve TİP üyesi öğrenciler Efraim Ezgin,
Latif Can, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Faruk Ersan, Salih Gevenci, Mete Özder,
İhsan Engür, Ahmet Öztürk ile kimliği saptanamayan üç kişi de bulunmak üzere Ekim
ayındaki silahlı saldırılarda yaşamlarını yitirenlerin listesi 79 kişi olarak açıklandı.
Kasım ayının diğer olan bitenleri süt, yağ, deterjan, ilaç gibi ürünlerin fiyatlarına
peşpeşe yapılan zamlardı. Elbet silahlı saldırılar, sokak çatışmaları, baskınlar da sürüp
gidiyordu. Öte yandan İran’ın başkenti Tahran’da çok şiddetli çatışmalar meydana gelmiş,
Başbakan Şerif İmami görevinden istifa etmişti. Ama en kayda değer olay, NATO Genel
Sekreteri Luns’un, Türk ve Yunan delegeleri dışında kalan diğer ülkeler temsilcilerini 22
Kasım günü Brüksel’de özel bir toplantıya çağırmasıydı. Toplantı hem “özel”di hem de
“gizli” tutulmuştu.
Luns, NATO ülkeleri temsilcilerine Ankara’dan yeni döndüğünü söyledi. Başbakan
Ecevit ile uzun bir görüşme yapmıştı. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri
dönüşünü engelleyen Ege komuta kontrol sahaları sorunu için bir uzlaşı yolu aramıştı. Ama
bu arada söz dönmüş dolaşmış ve Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik duruma gelmişti.
Luns, “Dinlediklerim inanılır gibi değil” diyordu. “Bu toplantıyı istememin nedeni, hepinizin
durumu bilmesidir. Türkiye gibi NATO için son derece önemli bir ülkenin geleceği, IMF gibi
dünyayı sadece katı ekonomik kurallardan ibaret sayan, her şeyi o gözlükle gören
teknokratlardan oluşmuş bir örgüte bırakılamaz. Hiçbir siyasal unsuru dikkate almayan bu
kişiler, Türkiye’nin geleceği hakkında karar veremezler. Türkiye’nin bugün,hemen bugün 1.5
milyar dolar krediye büyük gereksinmesi var. 24 saat içinde Norveç’e 3 milyar, Zaire’ye,
hatta komünist ülkelere milyarlarca dolarlık kredi veren Batı, Türkiye’nin gereksinmesini
görmezden gelemez. NATO dayanışması çerçevesinde hemen harekete geçilmelidir. Türkiye
yitirilmektedir.”
Luns, “Türkiye yitirilmektedir” diyordu. O Kasım ayı içinde Türkiye’deki siyasal
olaylarda 4’ü kimliği saptanamayanlar olarak tam 73 kişinin yaşamı yitmişti.
Aralık ayı başında, ülkedeki “yoklar kervanı”na mazot da katıldı. Büyük kentlerde
kaloriferler yanmıyor, şehirlerarası otobüs seferleri aksıyordu. Ayni tarihte, Luns’un uyarısı
üzerine AET ülkelerinde bir hareketlilik gözlenmeye başlandı. Avrupa Komisyonu Genel
Sekreteri Emile Noel’in önerisiyle Komisyon Başkanı Jenkins, 4 Aralık günü Brüksel’de
toplanan 9’lar doruğuna bir uyarı mektubu yolladı. Bu hiç de alışıldık bir yöntem değildi.
Jenkins, yetki sınırlarını aşarak, topluluğun en üst organına yazılı bir uyarıda bulunuyor ve
“Türkiye’ye derhal yardım elini uzatmazsak bu ülkeyi yitiririz” diyordu.
Ecevit de Ankara’da IMF’e karşı Avrupa genelinde bir kampanya başlatmıştı. Batılı
ülkeleri hareketlendirerek, ekonomik sorunların çözümü için siyasal ağırlık belirlenmesini
istiyordu. NATO ve AET, Türkiye’nin bu tutumunu anlayışla karşıladıklarını ve destek
vereceklerini bildiriyorlardı. Bu arada ülkede neredeyse “olağan”laşmış olaylar sürüp
duruyordu. Sokak çatışmaları ve silahlı saldırılar eksik olmuyor, SBF’ye izinsiz giren polis
öğretim üyelerine saldırıyor, Cenevre Başkonsolosluğumuza patlayıcı madde atılıyor ve
saldırıyı Ermeni Yeni Direniş Örgütü üstleniyordu. İki arada bir derede, Türkiye Amerika’nın
AWACS projesine katılıyordu.
Ayın ortalarına yaklaşıldığında İran’daki Şah karşıtı gösterilere 1 milyon kişi
katılıyordu. Arnavutluk, Çin’in emperyalizmin güdümüne girdiğini açıklıyordu. Ecevit ise
Norveç, İsveç ve Finlandiya’yı kapsayan bir geziye çıkarak IMF’nin Türkiye’ye karşı
tutumunu anlatıp Avrupalı ülkelerden dolaysız yardım istiyordu. İlk olarak 16 Aralık günü
Brüksel’e uğradı. NATO ve AET’nin Türkiye lehine bir kampanya açmaları, “derhal” yardım
çağrısında bulunmaları OECD’yi de hareketlendirmişti. Genel Sekreter Van Lennep, Paris’ten
Brüksel’e uçarak Ecevit’le görüşmek istemişti.
“Durumunuz beni kaygılandırıyor. Üye ülke temsilcilerini toplayacağım. Size nasıl
yardımcı olabilirim?” dedi Ecevit’e. Ecevit’in yanıtı kısaydı: “İvedi yardım fonu oluşturun!”
Lennep susmuş dinliyordu. Ecevit ayrıntılara girdi.
“Hiçbir önkoşulu olmaksızın Türkiye’nin ivedi gereksinmelerini karşılayacak bir özel
fon oluşturun. Bu paralarla ekonominin bugünkü yüzde ellinin de altına düşen üretimini
arttırıp hiç değilse yüzde yetmiş oranında dönmesini sağlayabilelim. Böylece bir nefes alalım.
Satacak ürün elde edelim. Malımız yokken devalüasyon neye yarar? Üstelik IMF’in
devalüasyon isteminin büyük baskısı altında paramız devamlı şekilde ve yapay olarak değer
yitiriyor. Bu yolla Türk Lirasını da gerçekçi kuruna oturtalım. Ondan sonra IMF ile
anlaşmaya gidebiliriz. Biz IMF’i tam reddetmiyoruz. Sadece her şeyden önce devalüasyon
yapılması, hem de yüzde 50’lere varan bir devalüasyonda ısrarını kabul etmemize olanak yok.
Bu kısır döngü bir an önce kırılmalıdır. Zira durum gittikçe kritikleşiyor. Ülkede demokrasi
tehlikeye giriyor.”
Van Lennep başını sallarken, Ecevit de İskandinav ülkelerine doğru yola çıktı. Gezide
vurguladığı tek nokta ivedi yardım fonuna bu ülkelerin katılımıydı. Kimilerinden söz de aldı.
Ama ne de olsa bu ülkelerin olanakları da sınırlıydı. Ama öte yandan “ivedi fon” önerisi kısa
sürede ilgi bulmuştu. Avrupa Komisyonu, “fon için koordinasyon sağlama” görevine talep
oldu. NATO Bakanlar Konseyi, bu konuda çalışmalar yapmak üzere Luns’a yetki verdi.
“İvedi fon” fikri çok beğenilmişti ama fonun oluşturulması yolunda hiç kimse de elini cebine
atmış değildi. Çünkü Washington’dan olumlu ya da olumsuz hiçbir sinyal gelmemişti.
Batı’nın en büyük patronu sessizdi. Hiçbir kıpırdanma belirtisi de göstermiyordu.
Ve derken 23 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta olaylar çıktı. Kent bir anda savaş
havasına girdi. 100’den fazla insan öldü. Sokağa çıkma yasağı konuldu. Jetler uçtu. Komando
birlikleri getirildi. Olaylar 2 öğretmenin cenazesini kaldırtmayan sağ gruplarca başlatılmıştı.
Dört gün süreyle içten içe gelişmiş ve sonunda doruk noktasına varmıştı.
Kente giden İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, Ecevit’i telefonla arayarak hemen
sıkıyönetim ilanı istedi. Ama Ecevit, olayların üstesinden sıkıyönetimsiz gelinmesinden
yanaydı. İlk yorumu da, “Uluslararası alanda önemli gelişmeler olunca Türkiye’de
kışkırtmalar artıyor” oldu. Ardından Orgeneral İbrahim Şenocak’tan askerlerin olaylara
müdahalesini istedi. Ama Şenocak, ortada ilan edilmiş bir sıkıyönetim olmadığını ve elinde
yetki olmaksızın bu isteme uymasının olanaksız olduğu yanıtını verdi.
Yabancı ajansların çoğu olayı “Türkiye’de dinsel kökenli gerginlik: Alevi ve Sünniler
çatıştı, 111 ölü var” diye duyuyorlardı. İran’daki gelişmelerin de etkisiyle, Türkiye’de dinsel
bir çatışma olağan karşılanıyor gibiydi. Artık herkes sıkıyönetim ilân edilmesini istiyordu.
Ecevit kararsız ve suskundu. İki yıl önce yaptığı bir konuşmayı anımsıyor ve kendisiyle bu
denli çelişkiye düşmüş olmayı içine “sindiremiyor”du. Çünkü o konuşmasında, “Eğer Türkiye
günün birinde gerçekten sıkıyönetimin iç nedenlerle kaçınılmaz olduğu bir ortama gelecek
olursa, bunun sorumlusu, Türkiye’de yönetimin başında olarak ülkeyi o noktaya getirenler
olacaktır” demişti.
AP sıkıyönetim istiyordu. Basın sıkıyönetim istiyordu. Çankaya sıkıyönetim istiyordu.
MHP herkesten çok istiyordu. Hükümetin ve öncelikle İçişleri Bakanı Özaydınlı’nın istifasını
isteyenler de çoktu. Sonunda Ecevit pes etti. 26 Aralık günü -aralarında Adana, Ankara,
Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kahramanmaraş, Kars, Malatya,
Sıvas ve Urfa olmak üzere- 13 ilde sıkıyönetim ilân edilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararı
TBMM onayına sunuldu.
İlki tartışmalı ve olaylı geçen TBMM oturumunun ardından ikincisi saat 16.10’da açıldı.
İçişleri Bakanı Emekli Orgeneral İrfan Özaydınlı kürsüye geldi ve şu konuşmayı yaptı:
Sözlerime birkaç önce geldiğim Kahramanmaraş olaylarıyla başlamak
istiyorum...Kahramanmaraş ilimiz hassas olan illerimizden birisidir. Bunun içindir ki, Nisan
ayından bu yana Kahramanmaraş gibi hassas olan illerimizde toplumsal olayların
oluşturulmasına, silahlı eylem içinde bulunanlar büyük çaba göstermektedirler. Nitekim,
paket bombaların Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinden Malatya iline gönderildiği;
Malatya’da, adını burada rahmetle andığım merhum Hamit Fendoğlu ve yakınlarının
ölümüyle sonuçlanan Malatya olayı, Sıvas olayı, Elazığ olayı ve nihayet tüm ulusumuzu
eleme gark eden Kahramanmaraş olayı nedenleri üzerinde hiçbir parti çıkarı düşünmeden
eğilmek zorundayız. Bu, ulusal birliğimiz bakımından kaçınılmaz bir görevdir; bunun
ötesinde bir vatan borcudur.
Saygıdeğer üyeler; yüksek müsaadelerinizle Kahramanmaraş olaylarının içinde tüm acı
ve dehşet verici durumları yaşamış ve görmüş bir arkadaşınız olarak dile getirmeye
çalışacağım. Kahramanmaraş’ın genel toplum yapısını göz önüne serdiğimizde görürüz ki;
senelerce beraberce, kardeşçe vatanları için kahramanca tüm olanaksızlıklara rağmen omuz
omuza beraberce savaş vermiş ve illerinin adını ‘Kahramanmaraş’ olarak tarihe geçirmiş bu
ilimizde bugün toplumda elem verici bir durum hasıl olmuştur.
23 Aralık’ta meydana gelen feci ve elem verici olayların birkaç gün gerisine
gittiğimizde şunları görürüz: 19 Aralık 1978 günü bir sinemaya tahrip gücü az ve fakat panik
yaratacak bir patlayıcı madde atılıyor. Suçlusu hemen yakalanıyor, adalete teslim ediliyor ve
halen de tutuklu bulunmaktadır. 22 Aralık 1978 günü Endüstri Meslek Lisesi
öğretmenlerinden iki öğretmen evlerine giderken vurularak öldürülüyor. Ertesi gün yani 22
Aralık Cuma günü, cenaze merasimi için aşırı sol fraksiyonların tahriki ile topluluk Devlet
Hastanesinde toplanıyor ve camiye doğru yürüyüşe geçiriliyor. Burada Kahramanmaraş için
gerçekten üzüntü veren aşırı sol fraksiyonların sloganları atılıyor. Camiye yaklaşıldığında
Sünni vatandaşlar camide namaz kılınmasını, cenazenin camiye sokulmasını önlemek üzere
büyük bir topluluk oluşturuyor. Çatışmayı önlemek için cenaze tekrar Devlet Hastanesine
naklediliyor. Fakat cami önünde oluşan topluluk şehir merkezine doğru yürüyerek Alevi
yurttaşların işyerlerinin camlarının ve işyerlerinin eşyalarını dışarıya çıkararak tahrip
ediyorlar. Bu arada Cumhuriyet Halk Partisi il binası da tahrip edilenler arasındadır.
Bu olaylı günün gecesinde hemen tümüyle bir tarafın yerleştiği iki mahallenin, ki bunlar
Yörükselim Mahallesi ile Mağaralı Mahallesinin bitişiğinde bulunan bir yerde, yörece iyi
tanınmayan ve evvelce katil zanlısı olarak yatmış ve çıkmış bulunan bir kişi tarafından 3
Sünni vatandaşımız vurularak öldürülüyor. İşte olaylar, 23 Aralık olayları bundan sonra daha
büyük boyutlara ulaşarak devam ediyor.
23 Aralık sabahı bu 3 Sünni vatandaşın cenazesini almak ve yakınları tarafından orada
yaralıları görmek üzere gelen topluluk birdenbire çoğalıyor. Biraz evvel arz ettiğim gibi, bu
iki mahalle, Yörükselim Mahallesi tümüyle Alevi yurttaşlarımızın yaşadığı yaşadığı bir bölge,
Mağaralı Mahallesi ise tamamen Sünni vatandaşlarımızın yaşadığı bir bölge. Adeta
birbirleriyle kırgın ve kızgın bir durumdalar. Böyle bir olayın burada olması, Devlet
Hastanesinin de bu hududa yakın bulunması dolayısıyla yurttaşlar orada toplu halde
bulunurken ufak bir tahrikle galeyan haline geliyorlar ve karşı tarafa, Yörükselim Mahallesine
doğru bir harekete geçmek üzere iken, karşı taraftan maalesef ateş ediliyor. Orada birkaç kişi
öldükten sonra olaylar daha büyüyor ve bu olayların büyümesi sonunda orada evvelce hazırlık
durumunda bulunan askeri birliklerimiz derhal harekete geçiyorlar, önlemek istiyorlar; fakat
önleme oldukça zor oluyor; çünkü silahlar konuşmaya başlamıştır.
İşte o andan itibaren, Silahlı Kuvvetler birlikleri ve Güvenlik Kuvvetleri olayla meşgul
iken, mahallenin diğer yörelerinde Sünni vatandaşlarımızın çoğunlukta ve Alevi
yurttaşlarımızın azınlıkta tek tek bulunduğu yerlerde Müslümanlıkla, Türklükle asla kabili
telif olmayan çok üzücü olaylar cereyan ediyor. Bu üzücü olayların sonunda, biraz evvel
almış olduğum rapora göre, ölü sayısı 97’ye çıkıyor. Bu olayların ve Sayın Başbakanımızın
direktifi üzerine Kahramanmaraş’a, Jandarma Genel Komutanlığına gittiğimizde ve gece
oraya vasıl olduktan sonra, komutanlarla ve gerekli ilgililerle yaptığımız temaslardan sonra,
öncelikle Hastaneyi ve diğer mahalleleri de dolaşmış vaziyetteyim. Gördüğüm manzara
korkunçtur. Hiç savunmasız olan yerlerdeki yurttaşlarımız, erkek-kadın dinlemeden;
babasının önünde, annesinin önünde, 3.5 yaşında hatta bebek yaşta olan çocuklar dahi
katledilmiş, öldürülmüş; bu yetmiyormuş gibi bir de cenazeleri içeride iken evleri yakılmıştır.
Bunun da dışında, sokaklarda adeta sıra sıra cesetler av tüfeği ile kurşunlanmış olarak,
vurulmuş olarak bulunmaktadır.
Bunun da ötesinde, hastaneye gittiğimiz zaman yetkililerden dinlediğimizde daha feci
olaylarla karşılaşıyoruz. O da şudur: Daha hamile, doğum yapmak üzere bulunan kadınlar da
evlerinde vurulmuş, yaralı olarak getirilmiş; ne annesi kurtarılabilmiş, ne de bebeği
kurtarılabilmiştir. Ertesi gün (sadece oradaki toplumun durumunu bildirmek için arz
ediyorum) yetkili subaylarımız, ki Albayımız orayı gezerken 9 ila 10 yaşındaki bir çocuk şu
ifadeyi kullanıyor, diyor ki: ‘Subay amca, şurada iki gâvur var, birini öldürdük, ama bir tanesi
kaçtı, onu vuramadık.’ Düşününüz ki, bir toplumda bu kadar hınç, bu kadar nefret nasıl
meydana gelmiştir, nasıl oluşturulmuştur? Bu ne bir yürüyüş sonundadır, ne bir kısa sürelik
bir durumdur; senelerin birikimidir.
Şimdi bu acıyı hep beraber -oradan gelmiş bir arkadaşınız olarak içi ağlayarak,
sızlayarak sizlerin vicdanlarınıza hitap ediyorum- bu yarayı hep beraber durdurmak
zorundayız. Oradaki yurttaşlarımızın fazla kan akıtmasına, diğer yerlere sirayet etmesine mani
olmak mecburiyetindeyiz...Ama şunu da ifade etmek isterim ki, alınan tüm önlemlere rağmen
yangın çıkarılmaktadır. Fakat devlet kuruluşları öyle bölünmüş ki, Belediyenin itfaiyesini
oraya göndermek mümkün değildir. Gece yanında ev yanmaktadır; itfaiyeye gittiğim ve
‘Niçin gitmiyorsunuz?’ dediğim zaman ‘Ateş ediliyor’ demişlerdir. ‘İtfaiyenin başına
geçeceğim, buyurunuz gidiyoruz’ dediğim zaman, gene direnmişlerdir. Bunun üzerine asker
kullanarak, askerle beraber yangını söndürmeye gitmişizdir. Hangi yangını söndürüyoruz?
İçeride cesetlerin bulunduğu bir yangını söndürüyoruz...
Bu olaylara son vermek zorundayız. Nitekim, Silahlı Kuvvetlerimiz almış olduğu
önlemlerle bir dereceye kadar önlemeye çalışmıştır. Ama 24 Aralıkta olaylar gençliğin
toplumuyla askere dahi silah atacak duruma gelmiştir. Onun üzerine yine havaya silah atılmak
suretiyle 1500’e yakın topluluk dağıtılmış, sokağa çıkma yasağı böylelikle sağlanabilmiştir.
Şimdi Kahramanmaraş’ta sükun vardır, ancak ıstıraplar sonsuzdur...
Saygıdeğer üyeler, biraz önce olayları, acı ve elem verici durumu içtenlikle duyarak
sizlere arz etmeye çalıştım. Tüm silahlı eylemlerin amacı, toplumsal olaylarla yurdumuzda
korku ve terörü yaygınlaştırmak, devlet güçlerini zaafa uğratmak amacını gütmektedir. Bu yıl
içerisinde meydana gelen olaylarda İstanbul, Ankara, Adana, Bingöl, Elazığ, Erzincan,
Erzurum, Gaziantep, Kahramanmaraş, Karts, Malatya, Sıvas, Urfa illerinde 800 ölüm
olayından 659’u bu illerimizde olmuştur ve yurttaşlarımız hayatlarını kaybetmişlerdir. Burada
huzurunuzda rahmetle anarım. Bu da göstermektedir ki, şiddet ve terör olayları Anayasamızın
124’ncü maddesinde sıkıyönetim ilanını gerektiren, Anayasanın tanıdığı hür demokratik
düzeni temel hakları ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik şiddet hareketlerinin kesin
belirtilerini ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Bu nedenle, Anayasal bir kuruluş olan
sıkıyönetim ilanı da zorunludur.
Sonunda 13 ilde sıkıyönetim ilânına karar alındı. Oylamaya katılan 539 üyeden 536’sı
kabul oyu kullandı. Mardin Milletvekili Nurettin Yılmaz red, diğerleri çekimser oy verdi.
Tartışmalar sırasında AP Sözcüsü Ömer Ucuzal’ın, “Milletin ve memleketin kurtuluşu için
son çare ve son ümit” olarak nitelediği sıkıyönetim süreci, 12 Eylül darbesine ve ardından
Türkiye’nin bugün içine sıkışıp kaldığı emperyal tuzağın ilk adımıydı.
Sıkıyönetim ilanından sonra MHP lideri Türkeş’in verdiği ilk demeç “Daha birçok
yerde olaylar çıkacak” oldu. O gün General Giap, Vietnam halkını Çin’e karşı uzun bir savaşa
hazırlıklı olmaya çağırdı. “Çin, bölgede Amerikanın temsili gücü olmuştur” dedi.
***
1979 yılının ilk gününde önce Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk bir mesaj yayınladı.
“Tüm ulusumuza kardeşlik” öğüdünde bulunarak “Geçirdiğimiz acı deneyler, siyasal
kadroların birbirlerini suçlamaları ile hiç bir yere varılamayacağını artık herkese göstermiş
olmalıdır” dedi. O gün, DiSK Araştırma Kurulu da, 1978 Türkiye’sinin ekonomik, sosyal ve
siyasal durumunu içeren raporunu sundu dikkatlere. Raporda 1978’deki ekonomik bunalımın
nedeninin kapitalist - emperyalist sisteme bağlılık olduğu dile getirildi. PTT Genel Müdürlüğü
ise yaptığı açıklamayla telefon tesis ve konuşma ücretlerine yüzde yüze varan zamların
yürürlüğe girdiğini bildirdi.
2 Ocak’ta İrfan Özaydınlı İçişleri Bakanlığı görevinden istifa etti. Özaydınlı’nın istifası
Ecevit tarafından kabul edildi. Bakanlığa vekâleten, Başbakan Yardımcısı Orhan Eyüboğlu
atandı. Ayni gün İran’da da Başbakan istifa etti. İran’daki olaylar nedeni ile bu ülkede
bulunan Kanadalıların Ankara’ya getirilmesi için Tahran’ın Mehrabat havaalanı ile Esenboğa
arasında bir hava köprüsü kuruldu. Kanada Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar ilk seferlerine
başladılar. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, derneklerin olağan Genel Kurul toplantıları
dışındaki tüm çalışmalarını izne bağladı. Çin Halk Cumhuriyeti ise, ABD ile kurduğu
diplomatik ilişkilerin ilk adımını Tayvan adalarını bombalamayı durdurmakla attı.
3 Ocak günü Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Nurettin Ersin’le birlikte sıkıyönetim bölgelerinde yapacağı inceleme gezisinin ilk
durağı olan Adana’ya gitti. Birinci Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı’nın yayınlanan bildirisinde
açıklandığına göre son 24 saat içinde İstanbul’da yapılan operasyonlarda çeşitli suçlardan
sanık 76 kişi göz altına alındı. Ankara Valiliği ise, Ülkücü Gençlik Derneği Karşıyaka
Kitaplığı ile Kafkas Kadınlar Kültür Derneği, Beştepe Kültür ve Dayanışma Derneği ve
Yenişehir Kadınları Kültürel Kalkınma Derneğinin çalışmalarını yasakladı.
Balıkesir Bağımsız Miletvekili Cemalettin İnkaya yayınladığı açık mektubunda
bağımsız bakanlara seslenerek “Değerli arkadaşlarımın bugünlerde bir vicdan muhasebesi
yapacaklarına inanıyorum” diyerek hükümetten çekilmelerini ve Ecevit yönetiminin
düşürülmesini istedi. New York Times gazetesi ise ayni gün Türkiye ile ilgili geniş bir haber
yorum yayınladı. Yazıda, “NATO’nun Güneydoğu kalesi Türkiye, müttefiklerin acilen
yardıma koşmalarını gerektiren çeşitten ciddi bir sıkıntı içinde bulunmaktadır” denildi.
TBMM’nin 4 Ocak 1979 günlü toplantısında AP Genel Başkanı Süleyman Demirel ve
45 arkadaşı tarafından “Ülkede, yıkıcı, bölücü anarşik olayları önleyemediği, can ve mal
güvenliğini sağlayamadığı, gerekli önlemleri zamanında almadığından Kahramanmaraş
olaylarına sebebiyet verdiği” savı ile Bakanlar Kurulu hakkında verilen gensoru önergesinin
gündeme alınması 210 kabul oyuna karşılık 226 oyla reddedildi. O gün, CHP Adıyaman
Milletvekili Ramazan Yıldırım, anarşi ile ilgili gerekli önlemlerin alınmadığı gerekçesi ile
partisinden istifa etti. NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı General Alexander
Haig, Belçika’nın Mons kentinde düzenlediği basın konferansında Türkiye’nin ekonomik
yönden kalkınması için NATO’nun Türkiye’ye ivedi yardımda bulunması gerektiğini belirtti.
Kahramanmaraş olayları NATO’nun tüm dikkatinin Türkiye’ye çevrilmesi sonucunu
getirmişti. Örgüt ülkeleri Türkiye’nin ekonomik durumunu gündemlerinin ilk sırasına
çıkarmışlardı. General Haig’in Belçika’da demeç verdiği sırada, Almanya Başbakanı Schmidt
de ansızın bir hareket başlattı. Ertesi gün 4’lerin (ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere)
Guadeloupe’da doruk görüşmesi vardı. Bu doruk “Batı kampına çeki düzen verme toplantısı”
olarak niteleniyordu. Schmidt, Ecevit’in Norveç, İsveç ve Finlandiya’yı kapsayan bir geziye
çıktığı geçtiğimiz Aralık ayının ortalarından bu yana Türkiye’ye nasıl bir yardımda
bulunulabileceği konusunda zaten bir ön çalışma yürütüyordu. Ama bu sürede
Washington’dan hiçbir ses gelmemişti. Batı’nın en büyük patronu eylemsizdi. Türkiye’nin
ekonomik sorunları konusunda hiçbir kıpırdanma belirtisi göstermiyordu. Bunun üzerine
Schmidt, Alman hükümetinin Guadeloupe doruğuna hazırlık yapan birimlerine “Görüşmeler
sırasında Türkiye konusunu açacağımı diğer ülke liderlerine bildirin” uyarısında bulundu.
Carter’ı zorlamak, Washington’u hareketlendirmek amacındaydı. Sık sık yinelediği gibi
“ABD yönetiminin kararsız ve amatör ellerde” olmasından yakınıyor bu durumun “Batı
dünyası için büyük sakıncalar taşıdığı” yolunda demeçler veriyordu. O, Batı’nın sözüne en
çok dikkat edilen, siyasal ağırlığı yadsınamaz lideriydi. Carter’den de Washington
yönetiminden de “nefret ettiği”ni gazetelere açıkça söylemekten kaçınmıyordu. “Almanya’nın
demokratik diktatörü” olarak anılıyordu. Türkiye’nin sürekli krizlere düşmesinden yakınırken
hiç sözünü sakınmadan “Her şeyden önce siz kendi domuz ahırınızı düzenleyin” diyebiliyor
ama öte yandan Orta Doğu’daki gelişmeleri yakından izleyip siyasal bakımdan Ankara’yı
rahatlatmak için ekonomik desteğin şart olduğunu da ifade ediyordu. 1986-1988 yılları
arasında Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığı yapmış ve Kyoto toplantısında tüm yerküreyi
kapitalist üretim modeli içinde “tektip”leştirmek ve tüm alanları tek ekonomi modeli içinde
örgütlemek kararına imza atmış Alman asıllı Prof. Herbert Giersch’e göre Schmidt, “tehlikeli
bir yanardöner”di.
Batı blokunun giderek ABD hegemonyası altında bütünleşmesi ve bu bütünleşmeden
kaynaklanan çeşitli sonuçları irdeleyen konuşmalarda bulunan Schmidt, kapitalizmin devresel
hareket özelliklerinin değişmesi sonucu ekonomik buhranın eskiye göre şiddetini azalttığının
ayrımındaydı. Ama, sistemin bir bütün olarak işleyişini kavrayabildiği için, kapitalizmin
sürekli ve genel bunalımında yeni dönemlerin başlayış ve bitişinin iki temel unsurda; sistemin
iç dinamiği ve sistemin iç dinamiğinden doğan ancak bu iç dinamiği etkileyen, sistemin
hareket alanını daraltan unsurlarda meydana gelen değişimlerin sentezi ile belirlendiğini de
biliyordu. Yeni bir bunalım döneminin temel özellikleri bir önceki dönemin içinden doğardı.
Şu anda da Orta Doğu’da ve Güney Asya’da gözlenen değişimlerin, sisteme önce siyasal ve
ardından ekonomik bir bunalım olarak yansımasından kaygılandığını açıkça vurguluyordu.
Her iki bölgenin de “kilit geçiş noktasi” saydığı Türkiye’yi önemsemesinin asıl nedeni buydu.
Bu bakımdan Schmidt’in ansızın ABD’yi Türkiye lehine hareketlendirmeye kalkışmasında
şaşılacak bir yan yoktu. Asıl şaşılması gereken, Almanya Başbakanının Türkiye’nin birincil
derecede önem verdiği ve geleceğini ağırlıkla etkileyen bir konuyu, Türkiye’nin hiçbir
biçimde temsil edilmediği, konuşulacaklar ve hakkında verilecek kararlardan habersiz
kalacağı bir doruk toplantısına götürmeye kalkışmasının, kendisini neredeyse Türkiye’nin
vasisi ilân edişinin, Ankara’da hoşnutlukla karşılanmış olmasıydı. Turan Güneş’e, CHP
kulisinde karşılaştığı Emekli Oramiral Kemal Kayacan’a, “Bülent Bey, Helmut’un (Schmidt)
Ankara yönetiminin gölge Başbakanı oldu” diyerek kahkahalar attıran da bu şaşılası durumdu
zaten...
5 Ocak 1979’ta Cumhuriyet Senatosu AP Grubu Başkanı Ömer Ucuzal yaptığı
konuşmada devletçe işletilecek madenlere ilişkin yasanın, Anayasanın 18. maddesine aykırı
olduğunu öne sürdü ve Partisinin, bu yasanın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurduğunu
bildirdi. Çalışma Bakanı Bahir Ersoy, TBMM Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, 2
milyon 200 bin işgücü fazlasının istihdam beklediğini, işgücünün yüzde 70’inin toplumsal
güvenlik örgütü dışında kaldığını açıkladı. Kars Ticaret Lisesi öğretmen ve öğrencilerinden
oluşan 31 kişi sıkıyönetim yasalarına aykırı davrandıkları gerekçesi ile gözaltına alındılar. Ve
DİSK’in çağrısıyla ülke çapında 5 dakika iş bırakma eylemi yapıldı.
***
O gün, Karaip denizinde küçük bir Fransız kolonisi olan Guadeloupe’un Hamak
Oteli’nde Dörtlü Doruk Toplantısı başladı. Toplantıya ABD adına Başkan Carter, İngiltere
adına Başbakan James Callaghan, Fransa adına Devlet Başkanı Valery Giscard d’Estaing ve
Batı Almanya adına Başbakan Helmut Schmidt katılıyorlardı. Toplantının önceden saptanmış
belirli bir gündemi yoktu. Liderler yanlarında ne dosyalar getirmişlerdi ne de konuşmalar
tutanağa geçiriliyordu. Her birinin düşündüklerini doğrudan söyleyebilecekleri, gerçek
eğilimlerini ortaya koyabilecekleri, açık bir tartışma zemini oluşturulması hedeflenmişti.
Dördü de spor giysilerleydi ve oturdukları tahta bir masa çevresinde hararetli konuşmalara
girişmişlerdi bile...
7 Ocak günü Emniyet Genel Müdürlüğü, yurt çapındaki aramalarda 1978 yılı içinde 35
bin 294 silah, 7 milyon 973 bin adet mermi ele geçirildiğini açıkladı. Pravda gazetesi ise,
“İran’a yapılacak her hangi bir dış müdahalenin, Sovyetler Birliği’nin güvenliğini tehlikeye
düşürücü sayılacağını” yazdı. Tüm yerli ve yabancı haber ajansları, sona eren Guadeloupe
doruğunda ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere liderlerinin Türkiye’ye ekonomik ve askeri
yardım yapılması konusunda görüş birliğine vardıklarını bildirdiler.
“Guadeloupe doruğunda ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere liderlerinin Türkiye’ye
ekonomik ve askeri yardım yapılması konusunda görüş birliğine vardıkları” doğruydu belki
de ama, bu “görüş birliği” hangi zemine oturtulmuştu acaba?
Toplantının son günü, liderlerin ilk ele aldıkları konu İran’dı. Ülkedeki gelişmelerin
önde gelen suçlusu olarak Washingon görülüyordu. Tüm eleştiri okları Carter’a yöneltilmişti.
Çünkü İran’daki gelişmelere karşı sayısız yanılgı içinde olmuştu. Şah’ı koşulsuz desteklemeyi
sürdürmüş, göstericileri “baldırıçıplaklar” diye niteleyerek önemsememiş, Humeyni’nin
binlerce kilometre uzaktan teyp bantlarına okuduğu mesajlarla ülkeye egemenleşmesine
izleyici kalmıştı. Batılı ülkelerin İran’daki milyarlarca dolarlık yatırımları, bir o kadar iş
bağlantıları, sanayilerinin can damarı olan petrol ellerinden kayıyordu. Artık ne yapılacağına
ilişkin somut bir karar almak gerekiyordu. Gözler, Carter’ın üzerindeydi.
ABD Başkanı, Şah’ın desteklenebilmesinin artık olanaksız olduğunu söyledi. Eski
tutumlarıyla çelişkili gibi görünse de günün koşullarına uymak gerektiğini, İran’a hangi
hükümet gelirse gelsin bir süre sonra Batı ile ilişkilerini kaldığı yerden sürdürmek zorunda
olacağını belirtti. Son sözü, “Şah, bir an önce ülkeden ayrılmalıdır” oldu. Callaghan, bu
görüşü destekledi. D’Estaing suskundu. Çünkü Fransa’nın başında da Afrika’lı Bokassa
sorunu vardı. Schmidt pek hoşnut görünmese de karşı da çıkmadı. Sonuçta İran’ın ve Rıza
Pehlevi’nin yazgısı o gün, Karaip denizinde küçük bir Fransız kolonisi olan Guadeloupe’da
belirlenmiş oldu.
İran’dan söz açılınca konu hemen Türkiye’ye teğetlendi. Carter, Tahran’daki gelişmeler
dikkate alındığında Ankara’nın sisteme bağlılığının son derece önem kazandığını vurguladı.
Schmidt hemen söze girdi ve “Almanya’nın etki bölgesinde” öngördüğü Türkiye’nin
ekonomik durumunun ivedilikle harekete geçilmesini gerektirdiğini anlattı. Dört ülkenin
birlikte bir fon oluşturup bu ülke ekonomisinin çarklarının dönmesine yardımcı olmalarını
istedi. Buna koşul olarak “baştan sona hatalarla dolu olan Türkiye’nin ekonomik
yapılanmasına çeki düzen verilmesini” önemine değindi. Eğer bu sağlanırsa, uzun süreli ve
dolgun bir ekonomik yardımda birleşilmesini önerdi. “Bir daha sorun yaratmayacak şekilde
halletmeliyiz Türkiye’nin ekonomik sorununu. Görüyorsunuz, Ankara’nın müttefik olarak
ağırlığı son olaylarla ne kadar da arttı” dedi. Giscard d’Estaing de Türkiye’ye yardımdan yana
olduğunu söyledi. Ama onun çekincesi vardı. Nasıl ki Almanya Türkiye’yi “kendi etki
bölgesinde” öngörüyordu, Fransa da Yunanistan’ı ayni şekilde görüyordu. Ve Atina,
Ankara’ya yardım konusunda “çok duyarlı” idi.
Schmidt, d’Estaing ile söz düellosuna girdi bu noktada. Atina’nın AET’ye tam
üyeliğinin de Ankara’da “önemli kaygılar” yarattığını söyledi. Türkiye’ye bu sorunlu
döneminde kesin destek olunması gerekirliğinin öneminin Ankara üzerindeki Batı etkisinin
sürekliliği açısından kaçınılmaz olduğunun anlaşılmasını istedi. Eğer Atina bunu
anlayamıyorsa, bir zahmet Fransa onlara anlatsındı.
Bu çıkıştan sonra tartışma kesildi. Dört ülke teknisyenlerinin Bonn’da buluşup yardımın
şekli ve ayrıntıları üzerinde görüşmeleri kararlaştırıldı. Bu noktada d’Estaing yine söz aldı ve
geçtiğimiz Aralık ayında NATO adına Luns’un Türkiye’ye yardım konusunda yaptığı
girişimin yakışık almadığını, yardım insiyatifinin NATO’ya bırakılmamasını, OECD
çerçevesinde yürütülmesini istedi. Carter, tam da mal bulmuş mağribi gibi atıldı konuya:
“Nasıl bir fon kurulursa kurulsun, IMF ile anlaşmaya varmadan Türkiye’ye para verilemez.
Bu ön koşul olmalıdır. IMF bizim kurduğumuz bir mekanizmadır. Bunun kurallarına
öncelikle bizim uymamız gerekir.”
Schmidt, yarım saati aşacak bir tartışma başlattı. Bu “ön koşul”un uygunsuzluğunu
anlattı. Türkiye’nin “çok acil” gereksinmeleri olduğunu söyledi. Ama karşısındakiler Nuh
diyor, peygamber demiyorlardı. Sordu; “Durumun aciliyetini anlamak için daha ne olmasını
bekliyorsunuz?” Yanıt alamadı. Sonunda çoğunluğun dediği oldu. “Guadeloupe doruğunda
ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere liderlerinin Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardım
yapılması konusunda görüş birliğine vardıkları” açıklandı. Ama o anda açıklanmayan şey, bu
“görüş birliği”nin Türkiye’nin IMF ile anlaşmasına bağlı olduğuydu. IMF yoksa, kredi de
yoktu!
Türkiye, bu ayrıntıyı es geçmişti. İvedi yardımın yüksek düzeyde bir siyasal kararla
çözümlendiğini sanıyordu. Karaoğlan’a hep bağlanan tek şey olan umut yeniden artmış,
gazeteler “Krediler yakında geliyor” başlıklarını atmıştı. “Umut fakirin ekmeği” idi. Ye
Bülent ye!
***
Kapitalist üretim biçimi bir dünya pazarı yaratıp, farklı ulusların yazgısını birbirine
bağlayan “küresel” bir sistemdi. Bu “küresel”lik, sermayenin finans kapital aşamasına
ivmelenmesiyle eşzamanlıydı. -Kimilerinin sanısının aksine, sosyalist devletlerin çözülmesi
ertesinde başlayan bir olgu değildi.- Kapitalist tarihin ilerleyişi içinde, çeşitli ulusların
bağımsızlıklarını kazanmaları ile iç pazarın kapitalist gelişmesini sağlamaları eş zamanlı
olmamıştı. Fakat kapitalist temelde yol alan ülkelerin tümü, bir noktada emperyalist sisteme
entegre olma gereksinmesi ile yüz yüze gelmiş ve o doğrultuda yol almışlardı. Emperyalizm
çağında, ulus-devletini kurmuş ve böylece kapitalizm altında olup olabilecek ulusal
bağımsızlığını kazanmış ülkelerde kurtuluşun biricik yolu, kapitalist sistemin yarattığı
adaletsizliği yıkıp, yerine eşitlikçi ve sömürüsüz bir sistemi, toplumcu ekonomiyi inşa
etmekten geçerdi. Bu nedenle, toplumumuza nice acılar getiren bu emperyalizme göbekten
bağımlılığı aşmak için gereken şey, 1970’lerden beri hem sisteme entegre olmaya çalışan ve
hem de insanımıza adını dağlara taşlara yazdırtıp umuttan başka şey vaat etmeyen
Karaoğlan’ın “demokratik solculuk” masalını yadsımak, toplumcu bir yapılanma yolunda ileri
atılım yapmaktı.
Ne ki, toplumun ve emekçilerin çıkarları, burjuva seçeneklerinden birinin karşısında
diğerinin savunulmasına indirgendiği sürece bu atılımın ne yol ne de yöntem bulunabilirdi.
1979 başında da -aslında bugün de- içinde bulunulan durum da tam buydu. O nedenle herkes
her alanda cirit atmakta; ülkemiz hızla -bir daha hiç onarılamayacak- bir emperyalist
bağımlılığın aşılamaz mayınlı alanlarına kaymaktaydı. Son günlerde her ağızdan ısrarla
vurgulanan CHP-AP koalisyonu gerekirliği de, bu kayışın hızını görece olarak düşürmekten
başkaca hiçbir şeye yaramazdı. Toplumcular ve devrimciler akıllarını başlarına
devşirmedikleri koşulda da, Schmidt’in Carter’a sorduğu “Durumun aciliyetini anlamak için
daha ne olmasını bekliyorsunuz?”un yanıtı kısa sürede Türkiye’ye devşirilecek bir başka
yönetim biçimden alınacaktı: Askersel müdahale!
***
Hiç kuşkusuz “darbe”, o günlerde kimi ağızlarda sıkça telâffuz edilen ama ortada
görünür herhangi bir ipucu olmayan olasılıktı. Sıkıyönetimin ilân edilişinden sonra bunun
askersel darbeye dönüşeceği beklentisinde olanlar -hatta bunu sevinçle ifade edenler- bir
yanda MHP öte yanda ise oluşacak baskı ortamından “Kürt ulusal savaşı” doğacağına inanan
KİKO gibi ayrılıkçı örgütlerdi.
12 Ocak 1979’ta iki günden bu yana Ankara’da bulunan ABD Dişişleri Bakan
Yardımcısı Warren Christopher Türkiye’den ayrıldı. Christopher’in ziyareti ile ilgili olarak
yayınlanan ortak bildiride, “tarafların iki ülke arasındaki kapsamlı ilişkiler konusunda görüş
alışverişinde bulundukları ve bunun, hem savunma, hem de ekonomik işbirliğini içermesi
gerektiği konusunda görüş birliğine vardıkları” açıklandı. Açıklanmayan, geçen yılki NATO
doruk toplantısında Carter’ın Ecevit’in omuzlarını tutup kulağına birşeyler fısıldamasından
sonra Türkiye’nin itirazını geri aldığı Uzun Vadeli Savunma Planı’nın ve AWACS projesine
katılımın ele alındığıydı. Türkiye’nin bu plana katılımıyla Batılı ülkelerin esenliği uğrunda
kendisine düşen 5 milyar dolarlık bir harcamayı bu ekonomik koşullarda nasıl karşılayacağı,
ABD’nin ne önerdiği, bu konuda da desteğin adresinin yine IMF olup olmadığı ise hiç
bilinmiyordu. O gün, İrfan Özaydınlı’dan boşalan İçişleri Bakanlığı’na CHP Sakarya
Senatörü Hasan Fehmi Güneş atandı.
15 Ocak’ta Sümerbank’ın pamuklu, yünlü ve konfeksiyon ürünleri ile ayakkabı
fiyatlarına yüzde 4 ile yüzde 39 arasında değişen oranlarda zam yapıldı. Güvenlik kuvvetleri
tarafından geçtiğimiz yıl içinde Kilis’te 40 uzun namlulu silah, 3 kalaşnikof, 409 tabanca ve
15 bin mermi ele geçirildiği açıklandı. TİP Tarsus İlçe Başkanı Sönmez Targan’ın eşi Hayriye
Targan, kimliği belirlenmeyen kişiler tarafından tabanca ile vurularak öldürüldü. Dışişleri
Bakanı Gündüz Ökçün ise, Warren Christopher’ın Ankara’da bulunduğu sürede Amerika’nın
Türkiye’den yeni üsler istediği, ya da İran’daki üslerin Türkiye’ye taşınması isteminde
bulunduğu yolundaki haberlerin gerçekle ilgili olmadığını bildirdi.
18 Ocak, “büyük gün”dü. Guadeloupe’da öngörüldüğü üzere, dört ülke teknisyenleri
Türkiye’ye yardım konusunu ele almak üzere Bonn’da bir araya geldiler. Toplantı, Dışişleri
Bakanlığı’nda yapılıyordu. ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanlıklarının
Türkiye ile bölümleri yöneticileri ile yine ayni ülkelerin ekonomik ve mali yardımlaşmalarını
yürüten kurul yetkilileri katılıyordu toplantıya. Batı dünyasının önde gelen merkezleri,
Washington’da IMF, Brüksel’de AET, Paris’te OECD, New York, Londra ve Basel’deki özel
bankalar bu toplantıdan çıkacak sonucu bekliyorlardı.
Batı dünyası bir anda Türkiye’yi “Almanya’nın etki bölgesinde” görmüş, toplantı ile
ilgili tüm düzenlemeleri ve liderlik rolünü Almanya’ya vermişti. Bonn da bu “rol”ünü iyice
abartmış, kendisini tüm dünyada “Türkiye’nin kurtarıcısı” gibi reklam etmişti. Bir yandan da
Ankara’ya aba altından sopa gösteren bir vasilik havasındaydı. Büyükelçimiz Vahit
Haleoğlu’na mutlaka yardım kararı çıkartılacağı da bildirilmişti. Hatta Alman Merkez
Bankası Bundesbank’tan hemen 300 milyon Mark tutarında kredi çıkartma güvencesi bile
alınmıştı. Kredinin borçlusu Alman Maliye Bakanlığı olacaktı üstelik.
Toplantı; yine hiçbir Türkiye temsilcisinin bulunmadığı bir ortamda, dört ülkeden 15
kişilik bir teknisyenler grubunun katılımıyla saat 10.00’da başladı. Türk gazeteciler toplantı
salonunun kapısına yığılmış, Büyükelçi Halefoğlu Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan gelecek
telefonun başında, Ankara da Halefoğlu’ndan gelecek şifreli muştu mesajını bekler
durumdaydı.
Oysa içeride bambaşka bir hava vardı. ABD temsilcisi yine ön koşul olarak Türkiye’nin
IMF ile anlaşmasından söz etmişti. Ama “Türkiye’nin kurtarıcısı” havasındaki Almanya
temsilcisi işi bambaşka bir yola sürmekteydi. Almanya’nın resmi görüşünün, “Türkiye’nin
kronikleşmiş ekonomik hastalığının bu kez kesinlikle ve temelinden çözümlenmesidir. IMF
ile anlaşması hiç önemli değildir. Bu anlaşmalar kısa süreli reçeteler getiriyor. Türkiye’nin
gereksinmesini karşılayamayacak oranda küçük boyutlu yardımlar sağlıyor. Oysa Türkiye’ye
usun süreli ve çok büyük boyutlu kredi vermek gerekir. Bunun için de hem alınacak önlemler
hem de Türkiye ekonomisinin denetimi daha uzun sürmelidir. Bu bakımdan, ilk olarak orta
vadeli, örneğin beş yıllık bir istikrar programı hazırlatmalıyız. OECD çerçevesinde, dünyaca
tanınmış bir akil adamlar grubu kurdurulmalı ve hem OECD teknisyenleri ve hem de bizim
yardımımızla Türkiye’nin önümüzdeki beş yıl içinde uygulayacağı ekonomi politikası
belirlenmelidir” şeklinde olduğunu açıkladı. Toplantı artık bir “ivedi yardım” toplantı
olmaktan çıkmış, Türkiye’nin tüm ekonomik düzenini değiştirmek ve Batı dünyasının
dolaysız denetimine vermek için bir planlama çalışmasına dönüşmüştü. İstenilen Türkiye’nin
karma ekonomi yaklaşımını değiştirmesi, kapitalist piyasa ekonomisine tümüyle entegre
olmasıydı. Ankara, ya kapitalist dünyada oyunu kuralına göre oynayacak ya da ne olacaksa
olacaktı. Bunun dışında Türkiye ne yaparsa yapsın, hatta değil Kıbrıs’ta toprak vermek,
Kıbrıs’ın bütününü de verse, yardım mardım alamazdı. İşte Ecevit’in kredi istemini özel
bankalardan devletlere kaydırmasının, işi “siyasal irade”nin halledebileceği savının vardığı
nokta buydu. Batı dünyasının “siyasal iradesi” buydu. Türkiye ekonomi politikası en az beş
yıl için onların atayacağı “akil adamların” kesin denetimine girecekti. Varılan sonuç buydu!
Toplantının daha sonraki aşamasında, ABD ve Almanya çeşitli formüller ürettiler.
Fransa ve İngiltere sadece birer gözlemci gibiydiler. Kâğıtlar ve kalemler çıkarıldı, ABD ve
Almanya’nın önerileri birleştirildi ve şöyle bir metin oluşturuldu:
1. Kısa vadede Türkiye ile IMF arasında bir anlaşma yapılmalıdır.
2. Akil adamlar grubunun OECD çerçevesinde hazırlayacakları orta vadeli istikrar
programı Türkiye tarafından kabul edilecektir.
3. Bu iki süreçli önlem paketleri birbirinden ayrılmamalıdır. Biri olmadan diğeri
gerçekleşemez.
4. Çalışmalar OECD çerçevesinde, Genel Sekreter Van Lennep’in eşgüdümünde
sürdürülecek ve dörtler tam destek vereceklerdir.
Buraya kadar hiçbir sorun yoktu. Ama madem ki Türkiye Batı’nın büyükleri tarafından
denetime alınacaktı, o zaman kapitalizmin iç çelişki ve çekişmelerinin ortaya çıkması da
kaçınılmazdı. Almanya temsilcisi birdenbire konuyu değiştirdi. Dışarıda gazetecilerin
beklediğini anımsatarak toplantıdan yine de bir yardım rakamı çıkarılması gerektiğini söyledi.
Bu miktar Türkiye’ye birkaç nefes aldıracak ölçüde olsun yeterdi. Bu arada varılan anlaşma
uygulamaya sokulurdu. Almanya, bugüne değin inandırıcılığını sürdürdüğü “Türkiye’nin
kurtarıcısı” ya da “vasisi” görüntüsünü sürdürmek istiyordu. Ancak bu yolla gerçekten
Ankara’yı kendi etkinliği atına alabilir, Türkiye gerçekten de o zaman “Almanya’nın etki
bölgesi” olurdu. ABD temsilcisi manevrayı kavradı. “IMF anlaşmasından önce yardımda
bulunulamaz. IMF’nin tüm etkisini ve saygınlığını yitirtiriz. Biz bu tip bir fona zaten
katılamayız. Kongre’den geçirmemiz olanaksız” dedi.
Fransa delegesi bu aşamada ilk kez söz aldı ve -şaşılacak denli kararlı bir üsluplaAlmanya’yı destekledi: “Psikolojik etkiyi gözden kaçırmayalım. Şimdi bir miktar vermezsek,
Türkiye hükümeti koşullarımızı kamuoyuna kabul ettirmekte çok güçlük çeker.” Amaç,
Ankara’nın denetime alınması olunca, Fransa fırsatı kaçırmak istememişti. Avrupa,
Türkiye’ye ABD’den daha yakın olmalıydı. Bunu da kanıtlamak gerekirdi.
Toplantı saatlerce sürdü. Ara verildi, yeniden bir araya gelindi. Akşamın geç saatlerinde
dağılındığında basına hiçbir açıklama yapılmadı. ABD bastırmış, diğerleri kabule zorlanmıştı
çünkü. Varılan son nokta, “Türkiye IMF ile anlaşsın. Ardından istikak programı saptansın.
Buna dayanılarak uluslararası piyasa çıkılıp para temin edilsin” idi.
Büyükelçi Vahit Halefoğlu saat 20.00’de Alman Dışişleri Bakablığına davet edildi ve
karar ana çizgileriyle anlatıldı. Haber kendisine ulaştığı anda Ecevit, tüm Batı dünyasına karşı
büyük bir gerginlik ve küskünlük içine girmişti. O sırada hükümeti destekleyen basın
organları “IMF ile koşulsuz yardım için ilke anlaşması oldu” başlıklarını atarken muhalifler
de “Batı bir kuruş yardım yapmıyor” manşetine sarılmışlardı. Kimse Türkiye’nin nerelere
sürüklendiğinin ayrımında bile değildi.
O 18 Ocak günü, Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep ve Urfa İlleri Sıkıyönetim
Komutanlığı, Ankara’da basılan Devrimci Yol ve Devrimci Halkın Birliği dergileri ile
İzmir’de basılan Halkın Kurtuluşu ve Ankara’da basılan Kurtuluş adlı gazetelerin, “anayasal
bir kurum olan ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayı ile uygulanmasına devam edilen
Sıkıyönetimi halkın gözünde küçük düşürmeye ve Sıkıyönetim bildirilerine karşı koymaya,
şiddet eylemlerini tahrik ve teşvike matuf yayınlar yaptıkları” gerekçesi ile bölgede basım ve
dağıtımını yasakladı. Ne zaman birileri ABD ile Türkiye ilişkilerinin düzeldiği kanısına varsa,
hemen sola saldırmaya başlardı.
Başbakan Bülent Ecevit, Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi Genel Halk Kongresi
Genel Sekreteri Abdüssellam Callud’un çağrılısı olarak Libya’ya gitti. Türkiye ile Libya
arasında iki ülke arasındaki işbirliğini öngören üç ayrı belge imzalandı. Bunlardan ilki
Libya’nın bu yıl Türkiye’ye 5 milyon ton petrol vermesini öngörüyor. MSP Genel Başkanı
Necmettin Erbakan Danimarka ve İsviçre televizyon muhabirlerine verdiği demeçte,
Partisinin ismindeki “Millî” kelimesinin ırkçılık anlamına gelmediğini, bunun yanında “İslâm
Sosyalizmi” sözcüğünü de benimsemediklerini söyledi. “Der Spiegel” dergisine bir demeç
veren Bülent Ecevit ise, Türkiye’nin, Batı ittifakı içinde kalmak istediğini, bunun, bloksuz
ülkelerle ilişkileri geliştirmeye engel olmayacağını söyledi.
1 Şubat 1979 günü İran’li Şii lider Ayetullah Humeyni 15 yıllık sürgün döneminden
sonra Paris’ten Tahran’a döndü. O akşam Milliyet Gazetesi Başyazarı ve Genel Yayın
Müdürü Abdi İpekçi saat 20.00 sıralarında otomobili ile evine giderken öldürüldü.
Ertesi gün herkes anladı ki, Türkiye’nin Bonn’daki teknisyenler toplantısına tepkisi çok
sert olmuştu. Büyükelçimiz Halefoğlu Alman Dışişleri Bakanlığı’na çağrılmış ve ayni
sertlikle bir yanıtla karşılaşmıştı: “Hükümetinizin görüşlerine saygimiz büyüktür. Ancak şunu
iyi bilin ki, IMF ile görüşmeyi reddederseniz bizden hiçbir yardım beklemeyin!”
Kimsenin -bugün bile pek- anlamadığı, IMF’nin ABD’nin kesin denetimi altında bir
kurum olmadığıydı. Merkezi bu ülkede olduğu için adı hep ABD ile anılırdı ama, dünyanın en
dev finans ve sanayi kartellerinin örgütüydü. Yani o, bir “Dünya Hükümeti” olan Trilateral
Komisyon’un finans kurumuydu ve ekonomik planlamaları Trilateral Komisyon’un Mont
Pelerin Cemiyeti içindeki uzmanlarınca yapılırdı. IMF, “küresel” ölçekte dolaplar çevirerek
paraya para kazandıran bir mali imparatorluktu. Dolayısıyla, Avrupalıların “IMF ile anlaşın”
demelerinin temelinde de kıta sermayesinin çıkarlarıydı söz konusu olan. Dahası o 1979
yılında Mont Pelerin Cemiyeti Başkanı, Guatemala’lı Prof. Manuel Ayau idi. O, 1978 yılında
General Lucas Garcia’nın yönetiminde “Resmi Terör Devrimi” başlatılmasından sonra
ülkesine egemenleşmiş kontrgerilla yönetimine göz kırpan biriydi. O dönemde, kapitalizmin
bu tepetakla gidişine çareler aramakla ilgileniyordu. Amerika’da Stanford Üniversitesi
Hoover Kurumu’nda yapılan Cemiyet Genel Toplantısı’nı; Milton Friedman ve Friedrich von
Hayek’in de dahil oldukları derinliğine bir araştırma ve çözümleme ertesi “krizden çıkış
formülasyonu” toplantısına dönüştürmüş, ilk kez bir Genel Toplantı’ya çok sayıda dış
katılımcı çağımış, cemiyetin denetimine girmiş İngiltere’deki IEA’nin (Institute of Economic
Affairs) neredeyse tüm Westminster kadrosunu seferber etmişti. Toplantı sonunda tam
istihdamın sağlanması, iktisadi büyüme hızının arttırılması, fiyat istikrarının güvenceye
alınması, döviz kuru istikrarının sağlanması, faiz oranı istikrarının sağlamlaştırılması ve mali
sistemin istikrarının güçlendirilmesi hedeflerine varmak için “küresel çapta bir para
politikası” uygulanması, bir ülkede para politikasının uygulayıcısı Merkez Bankaları
olduğuna göre, bu bankaların tamamen yönetimlerden özerkleştirilmesi, özerkleştirilemediği
koşulda da yönetimlerin değiştirilmesi karara bağlanmıştı. “Değiştirilecek yönetimler”den
birinin de Türkiye’de olduğu su götürmezdi.
***
9 Şubat’ta Yüksek Seçim Kurulu, Cumhuriyet Senatosu üçtebir yenileme seçimlerinin
14 Ekim 1979 pazar günü yapılmasını kararlaştırdı.
12 Şubat’ta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 12. kuruluş
yıldönümü nedeniyle İstanbul’da uluslararası nitelikte bir seminer düzenlendi. Seminere çok
sayıda uluslararası işçi örgütü ve yabancı sendikaların temsilcileri katıldı. Törende konuşan
Genel Başkan Abdullah Baştürk, ülkede bir CHP-AP koaliasyonu önerilerinin, sosyalistleri
planlı bir uygulama ile ezmek isteyenlerden geldiğini söyledi.
DİSK’in 12. kuruluş yıldönümü ile ilgili olarak çeşitli “sol” etiketli yayın organlarında
amansız eleştiriler yayınlandı. Bunların -ne yazık ki- neredeyse tamamı usdışı ve tümden
bilgisizce. Üzerinde sıklıkla durdukları noktalar ise “işçi sendikalarının artık bir mücadele
örgütü olma niteliğini yitirdiği” ve “sendika bürokrasileri ve ağalık sisteminin işçilerin
mücadelesini önlediği” yolunda.
Genel olarak işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma niteliğini yitirdiğini
söylemek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinde artık hiçbir devrimci güç ve dönüşüm
olanağı kalmadığını savlamak anlamına gelir. Eğer bu savlar doğru olsa, o zaman sendikalar
yerine başında parlak devrimci sıfatların yer aldığı birtakım örgütlerin kurulması koşulunda
da durum değişmez. Temel sorun, sendikaları sanki işçi sınıfından tamamen kopuk, durağan
kurumlarmış gibi ele alma eğiliminde yatıyor. Eğer böyle bir durum varsa, bu durumu
değiştirmek için yapılması gereken, durumdan yılgınlığa kapılmaksızın ve uzun vadeli, sabırlı
ve doğru bir kitle çalışmasıyla sendikalar içinde görev almaktır. Bunu yapamayanlar, zor ve
başarılması gereken görevler yerine devrimci bir lâfazanlığı ikâme etmektedirler. Kimi
olumsuz örneklerden hareketle, akıllarına yalnızca sendika bürokrasisini getirerek
sendikalarda çalışma gereğine karşı çıkanların, sendika ağalığına karşı yürütülecek
mücadeleye bir yararı dokunmaz. İşçileri ilgilendiren çok önemli sorunlara, sıradan bir
tepkisellik ve cahilâne bir dar görüşlülükle yaklaşanların, sendikal alanda doğru tarzda
çalışmanın ne anlama geldiğini ve nasıl yürütülmesi gerektiğini bilmedikleri de çok açıktır.
Örneğin ekonomizm eleştirisi doğru kavranıldığında ve yerli yerinde kullanıldığında
mücadelede çok önemli bir nokta olabilir. Ama bu eleştirinin özü kavranılmaz, işçi sınıfının
sermaye düzenine karşı mücadelesinin gerektirdiği görevlerin sorumluluğu hesaba katılmaz
ve siyasal çevrelerin rekabetine eşlik eden bir laf salatası düzeyine düşürülürse, kayba
uğrayacak olan işçi sınıfı olacaktır. Aslında, işçi sınıfının doğru temellerde örgütlenmesi
görevinden kaçış, yani işçi sınıfının öncüsüyle kitlesini fiilî mücadele içinde bir araya
getirecek ana halkayı yakalamaktan kaçış, genellikle sınıfın sendikal mücadelesine önderlik
etmekten kaçış biçiminde somutlanır. Bu türden bir kaçış eğilimi içinde olanlar, sendikaları
hep eleştirirler ama hiçbir çaba üretmezler. O 12 Şubat 1979 günü varılan nokta, DİSK’i
böylesine eleştiren ve küçümseyen “sol” çevrelerin, sermayenin işçi sınıfını amipleştirme
planlarına bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olmakta olduklarıydı. Bunlar kendi zihinlerinde
ya da grupçukları içinde gerçek yaşamın yasalarını göz ardı ederek, keyfî salınımlarla bir
uçtan diğer uca koşuşturarak bir mücadele yürüttüklerini varsaysalar da, sınıf mücadelesinin
kişilerin ve grupların keyfine bağlı olmayan yasaları hükmünü icra etmeyi sürdürecekti. Ve
onlar bunu asla kavramayacak, gelişen sürecin çarkları arasında yitip gideceklerdi. Yitip
gitmeyenleri ise, bugün görüldüğü üzere, sermayenin şemsiyesi altında kuklacıklar durumuna
düşeceklerdi.
***
14 Şubat 1979’da Türkiye Cumhuriyeti İran’daki Humeyni rejimini resmen tanıdı.
Başbakan Bülent Ecevit, İran’ın yeni başbakanı Bazargan’a bir mesaj göndererek hükümeti
kurmasından büyük hoşnutluk duyduğunu bildirerek, kendisini kutladı. Ertesi gün Petkim
ürünlerine yüzde 65’e varan zam yapıldı. Bandırma’da Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD)
yanlısı yayın yapan Bengi gazetesinin bürosundaki aramada ele geçirilen suç araçları ile ilgili
olarak yakalanan 15 kişi tutuklandı.
17 Şubat’ta Türkiye’ye yapılacak acil yardımla ilgili olarak Hürriyet gazetesine bir
açıklamada bulunan Federal Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, Guadeloupe’da
kararlaştırılan yardım kararının gecikilmeden yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. Schmidt,
“Ancak, Başbakan Ecevit’in istekleri, bizim verebileceğimizin çok üstünde” dedi. Türkiye ile
AET arasında bir Malî Protokol imzalandı. Bu protokol uyarınca, Avrupa Yatırım Bankası
Türkiye’ye üç yıl içinde yaklaşık 450 milyon dolarlık proje kredisi açacak. Çin, Vietnam’a
karşı büyük bir saldırıya geçti. Vietnam, derhal BM Güvenlik Konseyine başvurarak Çin’in
saldırısını durdurmak için önlem alınmasını istedi. İran’da 6 kasım günü bütün iş kolarında
Şah yönetimine karşı başlatılan genel grev Humeyni’nin çağırısı üzerine sona erdi. Bu grev
“yakın tarihin en uzun grevi” olarak nitelendirildi. Diğer taraftan İran’da seri idamlar başladı.
Daracağına gönderilenler arasında devrik Şah yanlılarının yanı sıra ülkenin önde gelen
sosyalist ve komünistleri de vardı.
22 Şubat’ta Yüksek Askerî Şura’nın, Başbakan Bülent Ecevit’in başkanlığında üç gün
süren toplantısından sonra yayınlanan bildiride, yurt dışında çalışan işçilerin, saptanacak
koşullara göre yabancı döviz ödemeleri halinde, temel eğitimden sonraki askerlik hizmet
süresinden muaf tutulmaları konusunun ele alındığı bildirildi. Bu konunun Millî Savunma
Bakanlığınca bir tasarı haline getirilerek Meclislere sevkine karar verildiği açıklandı. Avrupa
Parlamentosu Sosyalist Grup Başkan Yardımcısı Pieter Dunkert ile Grup Genel Sekreter
Yardımcısı David Blackman bazı görüşmelerde bulunmak üzere Türkiye’ye geldiler.
NATO’nun Avrupa’daki kuvvetlerinin başkomutanı Orgeneral Alexander Haig,
Washington’da yaptığı konuşmada, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik dar boğazın
giderilebilmesinin, NATO için çok acele çözümlenmesi gerekli bir sorun olduğunu söyledi.
Derken piyasa bu kez ampul yokluğu başladı. Bir sonraki gün ise akaryakıt, ilâç ver her
türlü ithal malı yokluğu doruğa ulaştı. Akaryakıt karneye bağlandı. Hükümet petrol ithal
etmek için Yunanistan’a başvurdu ama olumsuz yanıt aldı. CHP Ortak Grubu toplantısında
Bakanlar Kurulunun, 13 ilde devam etmekte olan sıkıyönetimin 2 ay daha uzatılması istemi
oylanarak kabul edildi. 52 üye sıkıyönetimin uzatılması aleyhinde oy kullandı. Ortak Grupta
konuşan Başbakan Bülent Ecevit, sıkıyönetim yasasında değişiklik yapılarak, “olağanüstü
hal” yasası getirilmesi hususunda çalışmalar yapıldığını bildirdi. Türkiye İşçi Partisi 2. Büyük
Kongresi yapıldı.
***
26 Şubat 1979 günü Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu,Türk ekonomisinin güç koşullar
altında olduğunu, döviz rezervinin halen 601 milyon dolar olduğunu, bekletilen trasferlerin ise
2 milyar doları aştığını bildirdi. Türkiye İşçi Partisinin 2. büyük kongresi sona erdi Genel
Başkanlığa yeniden Behice Boran seçildi. O sırada Cumhurbaşkanı Korutürk hem Ecevit’le
hem de Demirel’le görüşüyordu. Demirel, elinde onbir maddelik bir bildiriyle yeni bir
hükümet arayışındaydı. Korutürk’e “Ortada bir hükümet bunalımı vardır” diyordu. Ecevit ise
Cumhurbaşkanına, “Ortada hükümet değil, muhalefet buhranı vardır. Muhalefet meclisleri
çalıştırmıyor” diyordu. 2 Mart günkü haftalık olağan görüşmesinde de bu düşüncesini
yinelemişti. O gün Çankaya’dan çıkarken basına yaptığı açıklamada da “Sıkıyönetim
uygulamasının bazı çevrelerce sürekli tartışma konusu yapılması çok üzücüdür. Hükümeti
yıpratmak uğruna Silahlı Kuvvetlere haksız olarak gölge düşürülmesi sorumlu bir davranış
sayılamaz” dedi.
ABD Senatosu Diş İlişkiler Komitesi’ndeki oturumda konuşan, ABD Dışişleri
Bakanlığı Avrupa işleriyle görevli Bakan Yardımcısı George Vest ise, Türkiye’ye ivedi
yardım yapılmasının ülkenin IMF koşullarını kabul etmesine bağlı olduğunu yineledi.
3 Mart’ta Genelkurmay Başkanı Evren, 3.Orduya bağlı 9. Piyade Tümeni’nin
Sarıkamış’ta düzenlediği “Kiş-79” tatbikatı sırasında Ordu Evi’nde verilen yemekte yaptığı
konuşmada Silahlı Kuvvetlerin bölünmesini isteyen iç ve dış düşmanlar bulunduğunu
söyleyerek, “Biz elele, gönül gönüle olduğumuz sürece bu vatan bölünmez, isteyen tecrübe
etsin. Ben dahil, bizim cesetlerimizin üzerinden geçmeden bu vatanı kimse bölemez” dedi.
Libya Lideri Muammer Kaddafi ise Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği özel demeçte, “Amerika
Türkiye’yi çarkının bir ön dişlisi olarak kullanmaktadır. Tükiye bu çarktan çıkmalıdır” dedi.
NATO Genel Sekreteri Joseph Luns, Hollanda Devlet Savaş Belgeleri Enstitüsü’nün Başkanı
Dr. Lou De Jong ile yaptığı görüşmeden sonra verdiği demeçte, gençliğinde Hollanda Nazi
Partisi’ne üye olduğunu, ama kendisinin böyle bir üyelik için herhangi bir başvuruda
bulunmamış olduğunu söyledi.
4 Mart’ta Maliye Bakanlığı Müsteşarı Vural Güçsavaş ve Merkez Bankası Başkanı
ismail Hakkı Aydınoğlu, Dünya Bankası ile IMF’nin Geçici Komite toplantılarına katılmak
üzere ABD’ye gittiler. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TİSK, Türkiye’nin ne
ekonomik ne de siyasi rejim bakımından AET dışında düşünülemeyeceğini belirterek, Avrupa
Ekonomik Topluluğu’na üye olmak için bir an önce harekete geçilmesini istedi.
12 Mart 1979 günü AET ülkeleri doruğu vardı. Almanya Başbakanı Schmidt, tüm
liderlere döndü ve “Teker teker yanıtlamanız dileğiyle bir sorum var. Türkiye’ye hemen ivedi
bir yardım için derhal açabileceğiniz kredi ne kadardır?” dedi. Herkes ayni yanıtı verdi:
“Önce IMF ile anlaşsınlar, sonra hareketleniriz.” Hollanda Başbakanı Van Agt, toplantıdan
sonra Alman DDP Ajansı’na durumu şöyle anlattı: “Alman Başbakanı, Türkiye için şapkasını
çıkardı ve herkese içine ne kadar para atabileceklerini sordu. Sonunda şapka boş kaldı.”
Bu arada İran ve Pakistan, CENTO’ dan fiilen çekildiklerini Ankara’ya resmen
bildirdiler. ABD Başkanı Jimmy Carter ise ABD Büyükelçilikleri aracılığı ile Başbakan
Bülent Ecevit ve Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis’e kişisel birer mesaj
göndererek, NATO’nun Güneydoğu kanadındaki sorunların çözümlenmemiş olmasından
duyduğu kaygıyı belirtti ve Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına döneceği umudunda
olduğunu iletti. Ve 16 Mart günü Türkiye’de “Ekonomiyi Güçlendirme Programı” adi verilen
ve aslında IMF’siz bir “istikrar programı” denemesi diye sunulan girişimin ilk sonuçları
ortaya çıktı: Zam yağmuru! Akaryakıt, demir-çelik, çimento, şeker, sigara dahil iğneden ipliğe
büyük oranlarda zam yapıldı. Süleyman Demirel, benzin yokluğunu protesto için kendisini
İstanbul’da at arabası ile karşılayanlara “Bunların gidişi Allende gidişidir. Sonları nasıl olur
bilmem” dedi ve gerçek yüzünü gösterdi. O, Şili’de darbe tezgâhlayan yabancı tekellere ve
onların buyruğu altındaki askerlere özlem duyuyordu. Ama bu özlemi, Ecevit değil kendi
yönetimi sürecinde gerçekleşecek ve dünyası kararacaktı. Yine o gün, Türkiye’nin Wells
Fargo Bank’a olan ve ülkenin tarım ürünlerine rehin konulması sonucunu getiren 62 milyon
dolarlık borcu bir İsviçre bankasından sağlanan “Köprü Kredi” yolu ile ödendi. Demirel’in
Ecevit’i faşist darbe ile devrilerek öldürülmüş Şili Devlet Başkanı Allende’ye benzetmesiyle
ilgili olarak gazetecilerin sorularına verdiği yanıtta CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ,
“Türkiye Şili degildir. Türk halki ve onun demokrasiye bagli ordusu, ne Demirel’e, ne de
başkasina Pinochet olma imkânini vermeyecektir” açıklamasında bulundu.
Demirel’in Allende benzetmesinden sonra ortalık iyice gerilmişti. Yaklaşan CHP
Kurultayı nedeniyle havayı koklamak isteyenlerin sayısı artıyordu. Haluk Ülman ABD
Büyükelçiliği ile ilişkilerini sıklaştırıyordu. Hikmet Çetin, ordunun eğilimini ölçmeye
çalışıyordu. Financial Times gazetesi de bu arada “1977’de Demirel IMF’nin önerdiği
devalüasyonu siyasal bakımdan olanaksız bulmuş ve sonra da iktidardan düşmüştü. Son
zamanlarda Ecevit de ayni zorluklarla karşılaşmıştır” diye yazıyordu.
Ama o sırada bunlardan çok daha başka sorunlar ağırlık kazanmaktaydı. Gölcük’teki
kimi gemilerde birtakım olaylar çıkmış, 58 astsubay tutuklanıp mahkemeye verilmişlerdi.
Şimdi de orduya “ırkçı” ve “irticai” eğilimlerin bulaşmakta olduğu söylentisi yayılıyordu.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu, “Yasalara ve nizamlara aykırı hareket
edenler kaç kişi olurlarsa olsunlar tutar kollarından atarım” diyordu. Ve Silahlı Kuvvetler’in
giderek en hassaslaştığı konu Kürtçülük oluyordu. Özellikle İran’daki gelişmelerin, Kürtlerin
özerklik isteminin, Sanandaj kentinde patlak veren Kürt isyanınından sonra İran tarihinde ilk
kez bu bölgeye Kürt asıllı bir Genel Vali atanmasının ardından Türkiye’nin Güneydoğu
bölgesinde ayrılıkçı Kürt eylemleri yoğunluk kazanmıştı. “Sağ” eğilimli ayrılıkçı KİKO
örgütünün ve yeni palazlanmaya başlayan PKK’nın militanlarına bildiriler göndererek
“Sıkıyönetim koşullarında Türk ordusunun teyakkuz şartlarını yerine getirmesi olanaksızdır”
dedikleri ve eylemlerin yükseltilmesini istedikleri haber alınmıştı.
Ecevit, ayrılıkçı Kürt akımlarının İsrail ve FKÖ tarafından kışkırtıldıkları sanısındaydı.
Batılı her ülkenin de bu işin içinde olduğunu söylüyordu. “Kürt hareketi bir kez başlarsa
radikal sol harekete dönüşür” kanısını öne sürüyordu. Tümüyle kendi toprak ağaları ve para
babalarının himayesinde, bir çok yerde dinci ve ırkçı söylemlerle ayrılıkçılık peşinde
koşanları “sol radikal” diye nitelemekte, kimi “sol” gruplar denli Ecevit de yanılgı içindeydi.
Bu bakış, daha sonraki dönemde Kürt ayrılıkçılığının palazlanmasında ve kimi çevrelerden
destek bulmasında etken olacak bir yanlış değerlendirmeydi.
The Christian Mirror gazetesinin, Kürtlerin Beyrut’tan Türkiye’ye 250 bin silah
soktuklarını yazdığı gün MSP eski Milletvekili Kahraman’ın Almanya’da uyuşturucu madde
kaçakçılığına giriştiği doğrulanıyordu. O gün Pakistan Yüksek Mahkemesi, eski Başbakan
Butto’nun idam kararını oybirliği ile onayladı.
Şehirlerarası karayolu taşıma ücretleri Ulaştırma Bakanlığı tarafından yeniden
belirlenerek, ücretlere yüzde 40 oranında zam yapıldı. Türkiye Otomobilciler ve Şoförler
Federasyonu’na bağlı 600 dernek Başkanı, akaryakıt yapılan zamlardan sonra tasıma sektörü
ücretlerine az zam yapıldığı iddiası ile ortak eylem kararı almak üzere Hüsamettin Tiyenşan
yönetiminde Ankara’da toplandılar. Toplantıda, 2 Nisan pazartesi gününden itibaren “Kontak
kapatma” eylemine geçilmesi kararı alındı. Ankara Umum Otomobilciler ve Şoförler Derneği
Başkanı Fikret Etçi ise, yapılmak istenen eyleme karşı çıktıklarını ve bu tutumun politik
amaçlı olduğunu söyledi. “Kontak kapatma” eylemi ile ilgili olarak Başbakan Bülent Ecevit
başkanlığında bazı bakanlar. Genel Kurmay Başkanı ve Sıkıyönetim Koordinasyon
Başkanı’nın da katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantıdan sonra bir açıklama yapan Ecevit,
hükümetin direnişe karşı her türlü yasal tedbiri aldığını söyledi. AP Genel Başkan Yardımcısı
Nuri Bayar verdiği demeçte, “Hükümet esnaf hareketini, sıkıyönetimi vasıta yaparak
önlemeye çalışıyor” derken Sıkıyönetim Komutanlıkları yayınladıkları bildirilerle,
sıkıyönetim sınırları içinde, “kontak Kapatma” direnişinin yasaklandığını açıkladılar.
MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Partisinin Kütahya’nın Emet ilçesinde
düzenlediği toplantıda yaptığı konuşmada, “AP gelirse kuyruklar daha da uzar” dedi. Ayrıca
Erbakan, Balıkesir’in Dursunbey ve Kepsut ilçelerinde yaptığı konuşmalarda, “TCK’nın 163.
maddesinde yer alan laiklik kelimesinin Türkçe bir tabir olmadığını ve anlamının
bulunmadığını” söyledi.
İngiltere’de, Callaghan’ın iktidardaki İşçi Partisi, parlamentoda yapılan güven
oylamasında 311’e karşı 310 oy alarak hükümetten düştü. Petrol ihraç eden ülkeler örgütü
OPEC, Cenevre’de Bakanlar düzeyinde yaptığı toplantıda, petrol fiyatlarının 1 Nisan
tarihinden geçerli olmak üzere 9.05 oranında artırılmasını kararlaştırdı.
Ortadoğu Barış Anlaşması, Washington’daki Beyaz Saray bahçesinde kurulan çadırda
Başkan Carter’ın da hazır bulunduğu bir törenle, İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Mısır
Devlet Başkanı Enver Sedat tarafından imzalandı. Anlaşmada, İsrail’in 9 ay içinde Sina’dan
çekilmeye başlayacağı ve bunun üç yıl içinde tamamlanacağı öngörülüyordu. SSCB Dışişleri
Bakanı Andrei Gromiko’nun Suriye’ye yaptığı resmi ziyaretin sonunda yayınlanan ortak
bildiride, Mısır’ın İsrail ile ayrı bir barış anlaşması yapması, “İsrail’in Arap topraklarındaki
işgalini yasallaştırmak ve Ortadoğu’da gerginliği artırmak amacına yönelik bir çaba olarak”
nitelendi ve kınandı. ABD, nükleer silahlanmayı sınırlayıcı nitelikteki Sovyet önerisini
reddetti. Bağdat’ta toplanan Arap ülkeleri Dışişleri ve Ekonomi-bakanlarının aldıkları
kararlar, Irak Dışişleri Bakanı Sadun Hammadi tarafından basına açıklandı. Açıklamada, Arap
ülkelerinin Mısır’a karşı tam bir ekonomik ambargo uygulaması ve bu ülke ile diplomatik
ilişkilerin kesilmesi konusunda anlaşmaya vardıkları bildirildi. Suriye Devlet Başkanı Hafız
Esat, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e Mısır-İsrail antlaşmasıyla ilgili bir mesaj yolladı ve
bunun BM Yasası’na ve kararlarına aykırı olduğunu belirtti.
İspanya’da 1936’dan bu yana seçilen ilk Anayasal Başbakan Adolfo Suarez
parlamentodan güvenoyu aldı. Almanya ise hâlâ Türkiye’ye “acil yardım” için OECD dahil
tüm kuruluşların kapısını aşındırıyordu.
5 Nisan 1979 günü, Türkiye’ye yapılacak acil yardım konusunda Başbakan Ecevit ve
Maliye Bakanı Müezzinoğlu ile görüşmelerde bulunan Walter Kiep, Türkiye’ye 5 yıl süre ile
ve yılda 1 milyar dolayında yardım sağlanabileceğini ancak bütün bunlar için Türkiye’nin
IMF’nin önerilerine uymasını ve çalışmaların buna paralel yürütülmesini istediğini açıkladı.
Kıbrıs Rum Yönetimi sözcüsü ise toplumlararası görüşmelerin başlaması için, Maraş kentinin
geri verilmesinin şart olduğunu söyledi. ABD Başkanı Carter Wasihington’da Rum asıllı
Amerikalıların kurdukları AHEPA Derneği üyeleriyle yaptığı konuşmada, Ortadoğu barış
anlaşmasından sonra bütün dikkatini Türkiye - Yunanistan - Kıbrıs üçgenine çevireceğini ve
Ege ile Kıbrıs meselelerinin çözümünü sağlayacağını açıkladı. Öte yandan bir TV konuşması
da yaparak ABD’de petrol tüketiminin kısıtlanmasını öngören önlemler paketini ele aldı.
ABD’nin en büyük tahıl şirketlerinden bir olan Continental Grain Company Türkiye’den
alacağı 80 milyon doların tahsili için kongreye başvurarak, bu sorunun çözümüne kadar
Türkiye’ye yapılmakta olan veya yapılacak olan yardımların durdurulmasını istedi.
9 Nisan’da Genelkurmay Askeri Mahkemesi, gizli kalması gereken sırları bir CIA
ajanına verdiği ve casusluk yaptığı gerekçesiyle eski MİT görevlisi Sabahattin Savaşman’ı 17
yıl 6 ay hapse mahkum etti. Ertesi gün hükümet “katlı kur” sistemini açıkladı ve ABD doları
37 liradan 47’ye, Alman markı da 19 liradan 25’e yükseltildi. Yurt dışında çalışanların
gönderecekleri ve bozduracakları dövizlerle, yurda getirilmesi zorunlu olmayan dövizlere
yüzde 40 oranında prim uygulanacağı açıklandı. Sonraki günlerde petrol yokluğu yüzünden,
İzmir Rafinerisi’ndeki ham petrol üretim ünitesi durduruldu.
O arada, Türk Sanayiciler ve İşadamları Derneği TÜSİAD, “Türk ekonomisinin
darboğazdan çıkarılması ve ekonominin durmaması için 5 milyar dolarlık ithalat yapılması
gereğini” savunurken eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Emin Alpkaya ve Emekli
Korgeneral Rüştü Naipoğlu AP’ye girdiler. Demirel, “Bu zor şartlarda AP safları vatansever
arkadaşlar tarafindan doldurulmaktadir” dedi. Merkez Bankası Başkanı İsmail Hakkı
Aydınoğlu, “Tüm önlemlere rağmen, ülkedeki fiyat artışları hızının düşürülemediğini”
söyleyerek “Dışa bağımlı sanayi girdilerinin, dışalımı kısıtlanınca büyük ekonomik sorunlar
ortaya çıkar” dedi. Türkiye Masası Şefi Charles Woodvard başkanlığında Ankara’da bulunan
IMF Heyeti ile Maliye Bakanlığı Müsteşarı Vural Güçsavaş Başkanlığındaki Türk Heyeti
arasındaki görüşmeler başladı. ABD Avrupa Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral John
Pauly, NATO Güney Avrupa Hava Kuvvetleri Komutanı ile birlikte, Hava Kuvvetleri
Komutanı Tahsin Şahinkaya’nın konuğu olarak Ankara’ya geldi. İngiltere’de yapılan erken
seçimlerde ise, Margaret Thatcher Başkanlığındaki İngiliz Muhafazakar Partisi, oyların büyük
bir bölümünü alarak tek başına iktidara gelmişti. Thatcher, İngiltere’nin ve Batı’nın ilk kadın
Başbakanıydı artık. Arkasında ise Milton Friedman ve Mont Pelerin Cemiyeti vardı.
***
14 Mayıs’ta Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği TÜSİAD, gazetelere sayfa sayfa
ilânlar vererek Ecevit hükümetine açıkça cephe aldı. Süleyman Demirel, İstanbul’da
düzenlediği basın toplantısında, bu ilânları “Hükümet’in cenaze ilânı” olarak niteledi. MESS
Genel Başkanı Turgut Özal da bir açıklama yaparak, “Bu iktisadi politikalarla, Türkiye
çıkmazdan kurtulamaz” dedi. İstanbul’da özel ve ticari taşıtlara verilecek benzin miktarı
sınırlandırıldı. Valilik ve Petrol Ofisi yetkilileri arasında yapılan görüşmelerde, haftanın tek
günlerinde ticari taşıtların, çift günlerinde ise özel taşıtların karne ile benzin alması
kararlaştırıldı.
Ve 14 Ekim 1979 günü 29 ilde Cumhuriyet senatosu üçte bir yenileme ve milletvekili
ara seçimleri yapıldı. CHP büyük yenilgi aldı. Ecevit saat 02.25’de CHP genel merkezinde
düzenlediği basın toplantısında CHP’nin başarılı olmadığının anlaşıldığını söyledi ve
“Herşeyin üstünde önemli olan ülkemizde demokrasinin yaşamasi ve güçlenmesidir” dedi. 15
Ekim’de seçim sonuçları netleşti. Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimlerinde AP 33,
CHP 12, MSP 4 ve MHP 1 sandalye kazandı. Milletvekili ara seçimlerinin yapıldığı Konya,
Manisa, Edirne, Muğla ve Aydın illerinde ise CHP hiç, AP ise 5 Milletvekili çıkardı. Sonuca
kimi AP’liler bile şaşırmıştı. Onlar 4 Milletvekili çıkaracaklarını, Edirne’nin mutlaka CHP’ye
oy vereceğini varsaymışlardı çünkü. Ama asıl daha şaşırtıcı olan oy dengesindeki durumdu.
Tablo şöyleydi:
Parti
Aldığı Oy
Yüzde 1977 Yüzdesi Fark
CHP
1.378.224
29.1
AP
2.215.053
41.4
- 12.3
46.8
36.0
+ 9.9
MSP
459.040
9.7
8.0
+ 1.1
MHP
312.241
6.6
6.4
-0.2
O gün Bakanlar Kurulu, Başbakan Bülent Ecevit’in başkanlığında başlayan ve yaklaşık
üç saat süren toplantısında Hükümetin istifası konusunda görüş birliğine vardı. Ertesi gün
Ecevit, Hükümetin istifasını Cumhurbaşkanı Korutürk’e sundu. Ardından bir basın toplantısı
düzenledi ve yeni hükümetin kurulması görevinin AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’e
verilmesi gerektiğini söyleyerek, “Büyük sıkıntılar ve ağır bir sayasal bedeli ödemeyi göze
alarak ekonomiyi canlandırmaya ve güçlendirmeye çalıştık. Bunun rahatlatıcı sonuçları henüz
günlük yaşamda yeterince duyulmadan ara seçimlere girdik ve oy kaybettik” dedi ve ülkenin
uzun bir bunalıma tahammülü olmadığını, ara hükümet ve erken seçime de gerek
bulunmadığını belirtti.
12 Kasım 1979’da Cumhurbaşkanı Korutürk, hükümeti kurmakla görevlendirdiği
Süleyman Demirel’in kendisine sunduğu Bakanlar Kurulu listesini onayladı:
Başbakan
: Süleyman Demirel
Devlet Bakanı : Ekrem Ceyhun
Devlet Bakanı : Orhan Eren
Devlet Bakanı : Metin Musaoğlu
Devlet Bakanı : Ahmet Karahan
Devlet Bakanı : Muhammet Kelleci
Devlet Bakanı : Köksal Toptan
Adalet Bakanı : Ömer Ucuzal
Milli Savunma Bakanı : Ahmet İhsan Birincioğlu
İçişleri Bakanı : Mustafa Gülcügil
Dışişleri Bakanı: Hayrettin Erkmen
Maliye Bakanı : İsmet Sezgin
Milli Eğitim Bakanı
: Orhan Cemal Fersoy
Bayındırlık Bakanı
: Selahattin Kılıç
Ticaret Bakanı : Halil Başol
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı
Gümrük ve Tekel Bakanı
: Münif İslamoğlu
: Ahmet Çakmak
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı
: Cemal Külahlı
Ulaştirma Bakani
: Hüseyin Özalp
Çalışma Bakanı
: H. Cahit Erdemir
Sanayi ve Teknoloji Bakanı
: Nuri Bayar
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı
Turizm ve Tanıtma Bakanı
: Esat Kıratlıoğlu
: Barlas Küntay
İmar ve İskan Bakanı : Turgut Toker
Köyişleri Bakanı
: Ahmet Karayigit
Orman Bakanı : Hasan Ekinci
Gençlik ve Spor Bakanı
: Talat Asal
Sosyal Güvenlik Bakanı
: Sümer Oral
Kültür Bakanı : Tevfik Koraltan
O gün, Associated Press Ajansı ise yayınladığı bir haber yorumda “Türkiye’de bundan
önce beş kez daha Başbakanıik görevini üstlenen Demirel, siyasal başarısızlıklardan sonra
tekrar iktidara gelmekle dikkat çekici bir başarı göstermiştir” dedi.
13 Kasım’da Demirel ile Ecevit, Başbakanlıkta 5 saatte yakın bir “Devir Teslim
Toplantısı” yaptılar. Toplantıya eski Devlet Bakanı Hikmet Çetin ve yeni Devlet Bakanı
Ekrem Ceyhun ile Dışişleri eski Bakanı Gündüz Ökçün ve Dışişleri yeni Bakanı Hayrettin
Erkmen de katıldılar.
Ecevit hükümetinin devraldığı 629 milyona dolara karşılık devrettiği döviz rezervi 931
milyondu. Hükümet oldukları süre içinde 5.609 milyon dolar borç erteletmişlerdi. Bu yıl
içinde erteletilenlerden 1.100 milyon doları OECD’ye kısa vadeli borç, 2.300 milyon doları
ise DÇM idi. Ayrıca 429 milyon dolar banker kredisi ile Irak’a olan 327 milyon ve Libya’ya
olan 47 milyon dolarlık pertol borçları da erteletilmişti. Dış borç taksit ve faizleri için 1978’de
645, bu yıl da 894 milyon dolar ödenmişti. Ayrıca o ünlü Wells Fargo’ya da 150 milyon
dolar. 1978’de 2.206 milyon ve bu yıl da toplam 2.735 milyon dolar kredi sağlanmıştı. En
önemli sorunların başında petrol geliyordu. Bağlantılı petrol fiyatları yüzde 100 artmıştı. Yıl
sonuna değin 2.006 milyon doları aşacak bir borç söz konusuydu ve buna geçmiş yılların
borçları dahil değildi. Irak boru hattı yüksek kapasitede kullanılıyordu. Libya ile üç milyon
ton bağlantılı anlaşma yapılmıştı. Sovyetler de bu miktarı kabul etmişlerdi. Karşılığında
buğday ve demir dışı metal verilirse rakamın artması da olanaklıydı. Sorun bağlantılı alımları
sürdürebilmekteydi. Bunlar varil başına 25 dolardan sağlanırken, para yokluğu ve ödeme
güçlüğü nedeniyle başvurulan spot alımlarda varil başına 40 dolar ödeniyordu. REMO
projesinde hedeflerin çok gerisinde kalınmıştı. Yunanistan savunma bakımından dengeyi
kendi lehine çevirmişti. AET ile sorunlarımız vardı. ABD, Kıbrıs konusuna fazla
karışmıyordu artık. SSCB ile kıta sahanlığı konusunda anlaşılmıştı ama FIR hattı konusu
öylece duruyordu. Ürdün, İran’dan desteğini yitirince Türkiye’ye yaklaşıyordu. 18 adet F-104
hibe etmeyi bile çnermişti. FKÖ ve Kuveyt ile ilişkiler geliştirilmişti. Ama Ecevit’e göre
“Özel kesimin büyük bölümü Türkiye’nin bozuk ekonomik düzeninde tatlı kâra alıştığı için
yeni dış Pazar arama gereği duymuyordu.” İç güvenlikte polisin donanım eksiklikleri ancak
döviz bulundukça giderilebiliyordu. “Şiddet eylemcilerinin bir bölümü umutlarini bir iktidar
degişikligine bagladiklari için eylemlerini sürdürme cüreti bulmuşlar”dı.
Uzayan “Devir Teslim Toplantısı” Bulvar Palas’tan getirtilen öğle yemeğiyle
sürdürülürken İçişleri Bakanı Mustafa Gülcügil de Günaydın Gazetesi’ne bir özel demeç
veriyor ve “Allahın izniyle anarşiyi durduracağım” diyordu.
Hükümet konusundaki görüşlerini açıklayan işadamlarından İstanbul Sanayi Odası
Başkanı Nurullah Gezgin, “Hükümetin başarılı olması için herkesin sorumlu ve bilinçli bir
davranış içinde olması gerekmektedir”, TÜSİAD Başkanvekili Ali Koçman, “Demirel’in
açıklamaları, hükümetin daha gerçekçi ve fakat radikal uygulamalara gireceğinin işaretidir”,
İktisadi Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Orhan Dikmen, “Demirel’in ilk planda koyduğu
hedefler doğru bir stratejidir”, Ege Sanayi Odası Başkanı Şinasi Ertan da, “Hükümet yapı
olarak olumlu” diyorlardı. Madem ki işadamları hükümettne hoşnuttu o zaman VI. Demirel
Hükümeti, Millet Meclisi’nde 208’e karşı 229 oyla güvenoyu alırdı. Oylamaya 438
Milletvekili katıldı. MSP’den Abdülkadir Kaya çekimser oy kullandı. Oylamada Bağımsız
Milletvekillerinin biri hariç diğerleri red oyu kullandılar. Bağımsız Siirt Milletvekili
Abdülkerim Zilan ile CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu oylamada bulunmadılar. Bu
arada, CHP’den İçel Milletvekili Yusuf Ziya Ural, İzmir Milletvekilleri Mustafa Öztın ile
Akın Simav ve Zonguldak Milletvekili Burhan Karaçelik, Hatay Milletvekili Öner Miski ve
Ankara Milletvekili Kenan Durukan oylamaya gelmediler. Ayrıca, Ankara CHP Milletvekili
Cengiz Şenses, Demirel Hükümeti programına kabul oyu verdi. MSP Genel Başkanı Erbakan,
hükümeti “kerhen” destekleyeceklerini açıkladı. Demirel, güvenoylamasından sonra yaptığı
konuşmada, “Cenab - ı Allah’ın bize yardımcı olacağına inanıyoruz” dedi.
***
28 Kasım 1979’da Vatikan Devlet Başkanı Papa II. Jean Paul, Türkiye’ye resmi bir
ziyarette bulunmak üzere geldi. Papa, Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından törenle karşılandı.
Korutürk’ün “Sizi Türkiye’de görmekten ve karşılamaktan mutluyuz” sözleri üzerine Papa,
“Zatıalinizin sağlığı ve ülkenizin refahı için” diyerek Türk Toprağı’nı öptü. Turgut Özal ise,
Demirel hükümetinin dizginlerini ele geçirmeye girişmiş, Türkiye emekçi sınıfının yedi
dülalesini öpmeye hazırlanıyordu.
7 Aralık Cuma günü akşam saatlerinde, IMF Heyeti Başkanı Woodward, Başbakan
Demirel ile görüştü. Çalışmaları sırasında kendisine “konuları gerçekten bilen yetkili bir
muhatap bulamadığı”ndan yakındı. Özal’ın önerisiyle bu görev Kaya Erdem’e verildi.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji ve Meteoroloji Kürsüsü Başkanı Prof. Cavit
Orhan Tütengil, evinden çıktıktan sonra, otobüs durağının önünde bir otomobilden açılan
yaylım ateşi sonucu öldürüldü.
O gün Brüksel’de bulunan Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, ABD Dışişleri Bakanı
Cyrus Vance ile yaptığı görüşmeden sonra gazetecilere “Size hayırlı bir haberim var” dedi.
“Türk-ABD Savunma ve İşbirliği anlaşması imza aşamasına gelmiştir.” TRT Genel Müdürü
Cengiz Taşer görevden alındı yerine Doğan Kasaroğlu getirildi. Haydarpaşa açıklarında
yanmaya devam eden Rumen tankerinde bir çatlama meydana geldi ve geminin içindeki ham
petrol bu çatlaktan Marmara’ya yayıldı.
O saatlerde Turgut Özal, Charles Woodvard’la görüşüyordu. Türkiye Masası Şefi’ne
IMF’in istediği gibi istikrar programı açıklamakta olduklarını söyledi Özal. Döviz kuru da
istedikleri gibi ayarlanacaktı.
“Ama,” dedi Özal, “zamlar konusunda aynı görüşte değiliz.”
“Niçin?”
“Şundan: Sen bizden 160 milyar liralık bir zam istedin, biz 400 milyar liralık zam
yapacağız!”
Woodvard, kulaklarına inanamadı. Bu IMF tarihinde ilk oluyordu. IMF istiyor, karşı
taraf daha da fazlasını kabulleniyordu...
27 Aralık 1979 Perşembe günü saat 17.30’da Genelkurmay Başkanı Evren, Çankaya
köşküne çıktı. Birkaç dakikalık incelikli sözlerden sonra Evren, “Geçtiğimiz haftalarda epey
dolaştım. Kolordu Komutanlarına kadar hemen hemen herkesle konuştum. Durumdan ne
kadar kaygı duyduklarını söylememe gerek yok. Bu defa, tüm arkadaşlarla yaptığımız
görüşmeleri hülasa ettik ve bir mektup kaleme aldık” diyerek elindekileri Korutürk’e uzattı.
İlki bir sunuş yazısıydı.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda Devletimizin bekası, milli birliğin sağlanması,
halkın mal ve can güvenliğinin temini için; anarşi, terör ve bölücülüğe karşı parlamenter
demokratik rejim içerisinde anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli
bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluk olarak
görülmektedir.
Milli Güvenlik Kurulunun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların
muhalefete mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara
götürülemediği yüksek malumlarıdır.
Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutam
seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç
duyduğumuz bu dönemde süratle bir sonuca ulaşabilmek için gerekli tedbirlerin müştereken
tespiti amacı ile tüm anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere daha uyarılması bütün
komutanlarca müştereken dile getirildi.
Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini, Milli Güvenlik Kurulu Başkanı
olarak zatıalilerine sunuyorum.
Gereğini yüksek takdirlerine arz ederim.
Saygılarımla
Kenan EVREN
Orgeneral
Genelkurmay Başkanı
İkincisi ise bir bildiydi.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Görüşü
Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her
geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin
sağlanabilmesi için; Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu anayasal
kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Kahramanmaraş olaylarınn yıldönümünde henüz ilk ve orta-öğretim çağındaki
evlatlarımızın örgütlü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle
müşahade edilmektedir.
Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak İstiklal Marşımız yerine
komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her
türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü
kalmamıştır.
İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri
doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların
bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi
ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine; polis, öğretmen ve
diğer birçok kuruluşların birbirine düşman kamplara ayrılmalarına neden olmaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri; ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına bir çözüm
getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını
önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı guruplara tavizler veren ve kısır siyasi çekişmeler nedeni ile
uzlaşmaz tutumlarım sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir.
Bölgemizdeki gelişmeler Ortadoğu’da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek
durumdadır. İçte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını
yapmaktadırlar.
Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi
için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin Yüce Meclislerimizde en kısa zamanda
kararlaştırılması bugünkü ortam içinde hayati bir önem taşımaktadır.
Diğer yandan Meclislerin açılışından birbuçuk ay sonra komisyonların ancak teşkil
edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konuların müzakere için bugüne kadar
müşterek bir gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir.
Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve
tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ülküler etrafında toplamanın; iç barış
ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu
bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar diğer siyasi partilerimizin de görevleri
arasındadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri; İç Hizmet Yasası ile kendisine verilen görev ve sorumluluğun
idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce
milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir
görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi Devleti çökertmeye yönelik her türlü
hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu
yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.
Kenan Evren
Nurettin Ersin Bülend Ulusu
Orgeneral
Orgeneral
Oramiral
Gen.Kur.Bşk. Kara Kuvvetleri K.
Deniz Kuvvetleri K.
Tahsin Şahinkaya
Sedat Celasun
Orgeneral
Orgeneral
Hava Kuvvetleri K.
Jandarma Genel K.
Korutürk çok bozulmuştu. Bir de bunlara ek 6 sayfalık “Terörü Durdurma Hedeflerine
Varış” başlıklı önlemler listesi olduğunu görünce canğ daha da sıkıldı.
“Benim ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu.
“Bazı arkadaşlar bu mektubun 12 Mart’ta olduğu gibi radyoda okutulmasını istediler.
Ancak biz size getirmeyi ve sizin takdirinize bırakmayı daha doğru bulduk. Siz Milli
Güvenlik Kurulunun ve devletin başısınız. Bu nedenle size verilmesini, sizin takdirinize
bırakılmasını uygun gördük.”
Korutürk anlamıştı. Onun desteğini gereksiniyorlardı.
“İyi ki radyoya vermediniz. O yolu seçseydiniz ben de bu makamı hemen bıkarıp
giderdim.”
Evren, Korutürk’ün bir müdahaleye destek vermediğini kavradı. Gezilerden edindiği
izlenimleri anlattı ve ordunun Cumhurbaşkanını da yanlarında görmek istediğini vurguladı.
Korutürk kaşlarını çattı.
“Ne yapmayı planlıyorsunuz?”
“Eğer bunlar doğru yolu bulmazsa, Meclisi feshetmek ve başka bir yöntem denemek
gerekir.”
“Genel durum değerlendirmesinde haklısınız. Ancak bütün bu sorunlar meclisler içinde
halledilmelidir.”
Evren, Korutürk’ü yanlarına alamayacaklarını anlamıştı. Bu kez başka bir yol denemeye
karar verdi.
“Her iki partinin liderini bir araya getirin. MSP’yi bıraksınlar. AP ve CHP bir araya
gelsin. Sizden bunu gerçekleştirmenizi bekliyoruz. Ordu arkanızdadır Sayın
Cumhurbaşkanım. Sizi her konuda destekleyecektir.”
Korutürk içinden gülümsedi. Bu “Ordu arkanızdadır, sizi her konuda destekleyecektir”
sözleriyle Evren’in vermek istediği mesaj, seneye bitecek Cumhurbaşkanlığı süresinin
uzatılmasına ilişkindi. Bu zokayı yutmadı.
“Ben yarın Demirel ve Ecevit’le görüşürüm. Bu mektubu da veririm. Hepsi o” dedi.
Evren gittikten sonra Korutürk’ün huzuru kaçmıştı. Tamam, bildirinin altında tüm
komutanların imzaları vardı ama, acaba hepsi ayni kanıda mıydı? Bunu öğrenmek için bir
oyalama taktiği güdebilirdi. Gece saat 23.00 dolaylarında Evren’i aradı.
“Önümüzde yılbaşı var. Herkes kutlamaya hazırlanırken bu mektubun açıklanması hem
burada hem dünyada ters yankı yapar. Birkaç gün bekletmek istiyorum.”
“Elbette. Zaten biz de bunu size birkaç gün sonra verebilirdik.”
“İyi o zaman. Ha bu arada, kuvvet komutanlarıyla toplanıp genel bir değerlendirme
yapalım.”
“Şu anda hepsi Ankara dışındalar Sayin Cumhurbaşkanım. Ama eğer isterseniz bir
toplantı için haber gönderilebilir.”
“İyi olur. Ben 31 Aralık Pazartesi günü saat beşte Genelkurmay’a gelirim. Jandarma
Komutanı dahil bütün arkadaşlarla hep birlikte görüşürüz.”
Korutürk, telefonu kapadıktan sonra danışmanlarını topladı. Durumu görüştü. Daha
sonra Baş Hukuk Danışmanı Amiral Fahri Çoker’e dönerek şunları söyledi:
“Ben görev süremin uzatılmasını filan istemiyorum. Eyüp Han’a Pakistan’ı teslim eden
İskender Mirza olamam!”
***
Yılın son günü, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, Çankaya köşküne
çıktılar. Saat 16.00’da Muhafız Alayı kapısından geçip içeri girdiler.
Korutürk onları güleç ama düşünceli bir yüz ifadesiyle karşıladı. Hemen konuya girdi.
“Mektubunuzu ve bildirinizi dikkatle okudum. Sizlerle konuşmak istememin nedeni
içeriği ayrıntılı bir şekilde tartışmaktır. Eğer uyarınıza uyulmazsa ne yapacaksınız? Yönetime
el mi koyacaksınız?”
“Zorunlu kalınırsa, başka çare kalmazsa, el koyacağız. Gerekiyorsa Meclisi dağıtıp yeni
bir danışma meclisi gibi bir şey kurulabilir.”
Korutürk, komutanların kararlı oldukları ve emir komuta zinciri içinde hareket
edecekleri izlenimini edindi. Ne ki aceleci, sert ve heyecanlı görünmüyorlardı. “Gibi bir şey
kurulabilir” sözünden algıladığı, müdahaleye kararlı ama ayrıntılarda plansız olduklarıydı.
Aceleci olmamalarının nedeni bu olsa gerekti.
“Bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum, dedi. O da bugün ülkenin çok kritik bir
dönemden geçtiğidir. Başbakan olan kişi hazinenin 70 sente muhtaç olduğunu söylemiş
kişidir. Ekonomik borç gırtlağa kadar çıkmıştır. Üstelik terör devlet gücünü tehdit etmektedir.
Bence böyle bir durumda müdahale iyi olmaz. Üstelik ben iki ay sonra ayrılıyorum. Sizin bu
tip bir girişiminizi onaylamam sanki görev süremi uzatmak istiyormuşum gibi bir intiba
yaratır. Bunu da kesinlikle istemem. Bence bir müdahale için çok hazırlıksızsınız. Ancak siz
bunu mutlaka yapmak istiyor ve beni engel olarak görüyorsanız o zaman istifa ederim.”
“Hayır Sayın Cumhurbaşkanım,” dedi Evren. “Kesinlikle size karşı değiliz ve sizin
istifanız söz konusu olamaz. Tam aksine sizi engel değil, başımızda görmek istiyoruz.”
“Olamaz arkadaşlar. Bir defa ben buna katılamam. Ben sorunların demokratik usüller ve
meclis içinde çözümünden yanayım. Bana bir büyüğünüz olarak sorarsanız, bir hareketi
sakıncalı bulurum.”
Deniz Kuvvetleri Komutanı Ulusu burada söze girdi. İzmir’de askerlere saldılar
yapıldığını anlattı. Hava Kuvvetleri Komutanı Şahinkaya da uçuşa giden pilotlarına
sataşmalar olduğunu söyledi. Bir grup, genç pilot subaylara “Amerikan askerleri...Türk
Conileri...” diye laf atmışlardı.
Korutürk, “Tamam, bu noktalarda sizinle mutabıkım. Durumunuzu anlıyorum. Ama
bekleyin ve bu işi sakın yumruk vurarak çözmeye kalkmayın. Demokratik sistem içinde
çözüm arayın” dedi.
Ama yine de Komutanların bir kez karar verdiklerinden ve geri dönmeyeceklerinden
emindi. Ne ki, hâlâ hazırlıksız olduklarının ve bir tarih belirlememiş olduklarının da
ayrımındaydı. Bu uyarıdan bir sonuç çıkmazsa ne zaman müdahaleyi düşündüklerini
soracaktı, vazgeçti. Çünkü eğer sorar ve onlar da bir tarih telaffuz ederlerse, sonra bu tarihi
bağlayıcı olarak kabul ederler ve herşey karışırdı. Sustu.
Evren, Korutürk’ün söylediklerine ne itiraz etti ne de başkaca birşey konuştu. “Siz nasil
tasvip ederseniz” dedi yalnızca.
Komutanlar saat 17.30’a doğru Çankaya’dan ayrılırlarken, Korutürk de Özel Kalem
Müdürlüğü aracılığıyla Demirel ve Ecevit’e haber ulaştırdı ve kendilerini 2 Ocak sabahı saat
11.00’de birlikte beklediğini iletti.
***
2 Ocak 1980 gerilimle başladi. Gazeteci Cüneyt Arcayürek nasıl başarmışsa,
Komutanların Korutürk’e verdikleri mektubu öğrenmişti. O günkü Hürriyet Gazetesi, “Ordu
Uyarı Mektubu Verdi” manşetiyle yayınlandı. Tüm ülke birden dikkat kesildi. Yeni bir 12
Mart mı oluyordu? Demirel yine “şapkasını alıp gidecek” miydi? Çankaya’nın kapısına
olağanüstü bir gazeteci topluluğu yığılmıştı. Birçok evde, işyerinde, resmi dairede radyo ve
televizyonlar açılmış, muhtıranın okunması bekleniyordu. Sayısız kurgulamalar yapılıyordu.
Demirel ve Ecevit’in Çankaya’dan kendilerine iletilecek direktifle siyasal yaşamdan
çekileceklerini, Turan Feyzioğlu başkanlığında bir “Milli Mutabakat Hükümeti” kurulacağı
savlanıyordu. Metin Toker ya da Zeyyat Baykara’nın da adları geçiyordu.
Yarım saat içinde toplantı sona erdi. Çıkışta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Demirel,
mektubun kendisine yazılmış olamayacağını söyledi ve şöyle konuştu: “35 günlük bir
hükümetiz. Hükümet bugünkü şeylerin sebebi olsa veya iddia edilse anlarım. O manaya
almak mümkün değildir.”
Ecevit de gazetecilere açıklama yaptı. Konuşurken mektubun ardındaki uyarıyı
görmemiş gibiydi. Bu da doğaldı. O, hep görmek istediklerini görürdü çünkü. Şöyle konuştu:
“Mektup 12 Mart’a oranla değişik. Ordudaki duyarlılıkları gösteriyor. Bir model önerisinde
bulunmuyor. Daha çok parlamentonun işlerlik kazanması, partilerin ve Anayasa
kuruluşlarının işlevleri, görevleri bakımından bazı hatırlatmalar içeriyor. Silahlı Kuvvetler’in
böyle bir gereksinme duymaları önemli bir gelişmedir ve bunalımı maalesef yeni boyuta
ulaştırmıştır.”
O gün, OECD Türkiye’ye yardım Konsorsiyumu Ülkeleri ile Japonya tarafından
oluşturulan Türkiye’ye yönelik İvedi Yardım Programı çerçevesinde İsveç Hükümeti’nden
sağlanan 50 milyon Kron tutarındaki krediye ilişkin anlaşma, -Aysel Öymen’in yerine
atanmış olan- Hazine Genel Müdürü Tunç Bilget ve İsveç’in Ankara Büyükelçiliği
Maslahatgüzarı arasında imzalandı.
Ancak o gün için önceden planlanmış bir ekonomik işlem daha vardı. Turgut Özal ve
ekibinin hazırlamakta olduğu yeni “Ekonomik Tedbirler Paketi” tamamlanmış ve 3 Ocak’ta
yapılacak Bakanlar Kurulu toplantısına götürülecekti. Ama “Uyarı Mektubu” araya girince
tüm işler durmuştu. Demirel, Özal’a “Dur bakalım Turgut, demişti. Önce hükümette kalıp
kalmayacağımızı bir görelim. Hükümette kalmayacaksak ne diye tedbir ilan edelim? Tedbir
ilan etmek yeterli değil ki...Tedbir tek başına bir şey değildir. Bunun kadar önemlisi, bunları
uygulayacak kadrodur. Eğer ben siyasi kadro olarak hükümete devam etmeyeceksem,
sorumluluğu bende olmayan bir işin tedbirini niçin ilan edeyim?”
***
24 Ocak 1980 Perşembe sabahı Demirel, Çankaya’daki Başbakanlık Konutu’na geldi. O
gün, Bakanlar Kurulu toplantısı vardi. Danışmanları Mehmet Dülger ve Atilla
Peynircioğlu’nu çağırdı. “Çocuklar bugün önemli gün. Kurul toplantısı herhalde çok uzun
sürecek. Memlekete hayırlı olur inşallah” dedi ve onların hiçbir şeyden haberi olmayan şaşkın
bakışları arasında Turgut Özal’ın evini aradı. Saat 09.30’du.
Özal’ın makam aracına binip Demirel’in yanına gitmesi sadece on dakika aldı. Yüzü
heyecandan kıpkırmızı olmuştu. Çünkü Demirel, “Bak Turgut kardeşim, kararları bugün
Kurula getiriyorum. Sabah gazetelere bakıim devalüasyon lafı falan da yok. Ortam müsait.
Sen adamlarını Başbakanlıkta topla, hazırlıklarını yapsınlar” diyordu.
Ve o gece saat iki dolaylarında Bakanlar Kurulu dağılırken Çankaya’ya apar topar
imzalatılan kararlar Resmi Gazete’nin mükerrer sayısına yetiştiriliyordu. Önce doların değeri
70 liraya yükseltilmişti. Akaryakıt, kömür ve diğer ürünlere de olağanüstü zamlar yapılmıştı.
22 lira olan normal benzinin satış fiyatı 32 liraya, 25 lira olan süper benzinin fiyatı 36 liraya,
daha önce tonu 2 bin 300 lira olan çimentonun tonu 3 bin 500 liraya, 21 liradan satılan
demirin taban fiyatı 65 liraya, 4000-5000 kalorilik linyit 2 bin liraya, taş kömürü 7 bin liraya
kok kömürü ise 11 bin liraya çıkmıştı. Öte yandan gazete kağıdına da yüzde 354 oranında
zam yapılmış ve bugüne kadar tonu 9 bin liradan satılan gazete kağıdının, 12 sayfaya kadar
olanının fiyatı 40.900 liraya çıkarılmıştı.
Ülke tarihine “24 Ocak Kararları” diye geçecek “Ekonomik Tedbirler Paketi”nin daha
ilk aşamasıydı bu. Bakanlar Kurulu yeniden toplanacak ve arkası gelecekti...
27 Ocak’ta Demirel, “Dünyanın hangi memleketi bu duruma düşmüşse, alınacak
tedbirler bunlardır. Yaptığımız iş bir zam furyası değildir, dörtnala giden enflasyona
dayanamayacak olan Türkiye’yi kurtarma işidir. Yaptığımızdan başka yapacak şey yoktu”
dedi. Bakanlar Kurulu, yurt içinde üretilen veya dış ülkelerden ithal olunan kimyevi
gübrelerin perakende satış fiyatlarına yüzde yüzün üzerinde zam yaptı. Halen 40 milyar lira
olan devlet sübvansiyonunu ise 22 milyar liraya indirdi. Bazı ihracatçı firmalara, yapacakları
ihracatların 40 bin dolara kadar olan miktarının hiçbir formaliteye tabi tutulmamasını öngören
karar Resmi Gazete’de yayınlandı.
Ertesi gün Ecevit düzenlediği basın toplantısında, Hükümetin almaya başladığı
ekonomik ve mali kararların, devalüasyonun ve fiyat artışlarının da sorunlar ve bunalımlar
yaratacak nitelikte olduğunu, bu tutumla sosyal devlet kavramının bir yana bırakıldığını,
devletin de devlet olmaktan çıkarıldığını söyledi ve “Devlet, kapitalizmi en ileri biçimde
uygulayan ülkelerde bile görülmedik ölçülerde devreden çıkarılmaktadır. Bu model,
Türkiye’yi bir Güney Amerika ülkesi durumuna getirir. Gelişme sürecindeki bir ülkede bu
model demokrasiyle bağdaşmaz” dedi. Bir sonraki gün ise parti ortak grubunda yaptığı
konuşmada, “Bundan böyle dikkatimizi ve kararlılığımızı daha titiz bir biçimde göstermek
zorundayız. Çünkü Hükümet, modası geçmiş bir Güney Amerika modelini, üstelik daha
sakıncalı ölçülerle Türkiye’ye uygulamak istemektedir. Artık böyle bir model, demokratik işçi
hakları yok edilmedikçe herhangi bir ülkede uygulanamaz. Artık kartlar açıktır. Tehlike
gözler önündedir” dedi.
Türkiye Elektrik Kurumu’nun, belediyelere ve köy birliklerine verdiği elektrik
enerjisine zam yapıldı ve daha önce kilovatsaati 130 kuruş olan elektrik fiyatı 215 kuruşa
çıkarıldı. Öte yandan, demiryollarına, taşımacılık ücretlerine, PTT hizmetlerine ve Petkim’in
ürettiği 20 ürüne yeniden zam yapıldı. IMF’den sağlanması öngörülen 220 milyon dolarlık
kredinin 100 milyon dolarlık bölümü Amerikan City Bank’tan sağlandı ve Merkez
Bankası’nın hesaplarına devredildi. Federal Almanya Savunma Bakanı Hans Apel ise bir
demeç vererek “Almanya, Türkiye’ye bir sosyal lider gibi yardımcı olmaya karar verdi” dedi.
30 Ocak 1980 günü Turgut Özal Genelkurmay’daydı. Bir brifing verecekti. Ekonomik
konuları ele alacaktı. Biraz da politika yapmaya da niyetliydi.
“Asıl bu tedbirleri uygulamasaydık enflasyon bazı Güney Amerika ülkelerinde olduğu
gibi yüzde 300’lere çıkacaktı” dedi. Ecevit’in “Bu model, Türkiye’yi bir Güney Amerika
ülkesi durumuna getirir. Gelişme sürecindeki bir ülkede bu model demokrasiyle bagdaşmaz”
sözlerini yalanlıyordu.
“Türkiye’nin bugünkü duruma gelmesinin sebepleri arasında 12 Mart sonrasında
uygulanan yanlış politikalar var. Buna bir de bu dönemde rağbet bulan sol fikirleri eklemek
lâzımdır” dedi. “Askerler bizim ekonomik önerilerimizi izlemelidirler ve sol fikirleri bertaraf
etmelidirler” demek istiyordu.
“Kısa vadede iç yatırımların fazla artması enflasyon yaratır. Bu yüzden dış sermayeye
ihtiyacımız vardır. Ben sermayenin milliyeti olduğuna inanmıyorum” dedi. “Dış sermayeyi
ürkütmemek için askerlere özgü o katı Atatürkçü, ulusalcı tavırlar içine girmeyin” diye
uyarıyordu yani.
“Tarihi bağlarımız olan Arap ülkelerinde büyük para vardır. Bunlara özel imtiyazlar
verilmelidir” dedi. “Öyle bizi arkadan vurdular filan diye düşünmeyin artik. Şeriata filan da
fazla kulak asmayin. Önemli olan paradiır” demeye getiriyordu.
“Yabancı petrol şirketlerini gücendirmeyelim artık. Milli politika TPAO’yu değil
memleketi güçlendirmek olmalıdır” dedi. “Bırakın o bağımsızlık laflarını bir yana. Memleket
için önemli olan paradır. Varsın gelsin, doğal kaynaklara el koysun yabancılar, ses
çıkarmayın” diyordu kısaca.
“Demokrasi bir başıbozukluk değil, disiplin rejimidir” dedi son olarak. Ne söylemek
istediği yorum gerektirmeyecek denli açıktı.
Konuşmasından sonra kimi soruları da yanıtladı. Üç hafta önce yine burada yapılmış
olan toplantıda yerinden kalkıp Özal’a bardakla su sunan Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend
Ulusu, bu kez de ona fikirlerini daha da pekiştirecek bir konu sundu.
“Hiçbir ülkede denizcilik işletmeleri devlete ait değil. Devletin görevi değil bu
işletmecilik.”
Özal hemen konuya atladı ve “Çok haklısınız efendim,” dedi. “DB Deniz Nakliyat
başımızın belâsıdır. Bu devletçilik anlayışı bırakılmalıdır.”
Özal’ın brifinginde değindiği konular ve yorumlar sonrasında, Atatürk’ün Milliyetçilik,
Halkçılık, Devrimcilik, Laiklik ve Devletçilik ilkeleri bir bir yadsınmış oluyordu. Geriye bir
tek Cumhuriyetçilik kalmıştı ki, onun da ne zaman ve nerede, hangi çıkar ve koşullar altında
yadsınacağı bilinmezdi. Komutanlar Özal’a teşekkür ettiler o da Başbakanlığa döndü ve
ekibine şöyle dedi: “Yahu bu adamlar bu işi çok iyi biliyor. Cin gibi adamlar hepsi de.”
***
O “cin gibi adamlar” 12 Eylül 1980 sabahı bir darbe yaptılar ve ülke yönetimine el
koydular. Bülend Ulusu’yu Başbakan yaptılar, Turgut Özal’ı da Devlet Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı.
Ve 12 Eylül darbesi özellikle 12 Mart’ta tamamlanamayan tekelci burjuvazinin
hükümranlığını daha da geliştirerek kurumsal ve hukuksal anlamda tekelci burjuvazi lehine
son noktayı koydu. Hem faşizmi kurumlaştırdı hem de emperyalizme bağımlılığı kölelik
durumuna yükseltti.
Toplumda depolitizasyonu, dejenerasyonu, sindirilmişliği, hurafeciliği, emperyalist yoz
kültürün yaygınlık kazanmasını dayattı. Bu kendiliğinden gelişen bir politika olmadı,
emperyalizmin tercihleri sonucu kotarılan bir politika oldu. Politikadan uzaklaştırılıp
çürütülen halk kitleleri böylece ne sömürüye, ne de ulusal onursuzluğa başkaldıramayacak
duruma getirilmek istendi. Bir yandan baskı, terör ve diğer yandan demokrasicilik oyunlarıyla
bilinçler bulanıklaştırılmaya, korku hakim kılınmaya çalışıldı.
12 Eylül sürecinde Aydın Doğan’ın desteğiyle çıkardığı “Arayış” dergisiyle umduğunu
bulamayan Ecevit, bir süre sonra yeniden Başbakan oldu ülkeye. Cumhurbaşkanı da Demirel
idi. Ne ki, yine umduğunu bulmadı. Yalnızca dünyanın dev finans odakları umduklarını
buldular onun yönetiminde. Türkiye büyük bunalımlara girdi, para piyasaları çöktü, halk daha
da fakirleşti. Tam göbeğinden bağlısı olduğu emperyalizme tam uyruklaştırıldı. Avrupa
Birliği’ne uyumlaştırıldı.
Ecevit, en yakın adamlarının ihanetini gördü. Sonunda politikadan çekildiğini açıkladı.
Fethullah Gülen, siyaseti bırakan Ecevit için “Bülent Bey’i uğurlarken. Onuruyla yaşayan,
onuruyla ayrılan, devlet adamına” başlığıyla gazete ilanı verdi. İlanda şöyle dedi:
“Siyasi hayata atıldığı andan itibaren hep inandığı gibi yaşadı. İçinde bulunduğu siyasi
ortamın hususiyetini her zaman aksettirdi.
Hususiyle son zamanlarda ulu orta sorgulanan ve saygısızca tecavüz edilen milli
değerlerimize hep saygılı oldu. Ve başkalarını da saygılı olmaya çağırdı.
Doğru bildiği meselelerde en muannit baskıcı güçlere bile bildiğini söylemekten
şaşmadı. Keşke başka devlet adamlarımız da bu tavrı gösterebilseydi.
O, şaşırtılmak istendiğinde bile elini masaya vurup ‘ben bunları doğru bulmuyorum’
demesini bildi. Onun bu ahlakiliğinin halefleri tarafından da, olduğu gibi temsil edileceği
ümidiyle...”
İşte o gün Ecevit, 1978 Mayıs’ında Washington’daki NATO doruk toplantısında
Carter’ın kulağına fısıldadığı gibi yine bir şeyler fısıldandığını mı düşündü bilemeyiz. Ama
mutlaka yine gözlerini yummuştu. Ve belki de yine, İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasını
düşünüyordu. Kendisinin bağlantılarını, Fethullah Gülen’e yakınlığını ve Gülen’in de
ABD’nin dış politikalarında etkili olan Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası
Araştırmalar Bölümü’nde (School of Advanced International Studies - SAIS) yapılan Abant
Platformu’nu; platforma katılan CFR, Center for International Private Enterprise (Uluslararası
Özel Girişim Merkezi - CIPE), Center For Strategic and International Studies (Stratejik ve
Uluslararası Etüdler Merkezi - CSIS) temsilcileri ve bunların tümünün de Mont Pelerin
Cemiyeti’ne bağlılıklarını…
VI
Mont Pelerin-2004
2004 yılı Cemiyet için oldukça hareketli bir yıldı. 2000 yılında Uruguay’lı Başkan
Ramon Diaz’ın bağlantılarını harekete geçirerek başlattığı insan avı 3 Ocak 2004 günü
sonuçlandı. Kolombiya’daki en yaygın tabanlı Marksist örgüt olan Kolombiya Devrimci
Silahlı Kuvvetleri (FARC) liderlerinden Siman Trinidad yakalandı ve Yüksek Mahkeme
tarafından ABD’ye gönderilmesine karar verildi. Eski Çek Sanayi ve Ticaret Bakanı,
Trilateral Komisyon üyesi, Mont Pelerin Raportörü Vladimir Dlouhy’nin yakın çevresinden
biri, halkı sokaklara döken “Kadife Devrim” öncüsü Mikhail Saakaşvili, 4 Ocak günü
Gürcistan’da Eduard Şevardnadze’nin yerine devlet başkanı seçildi.
2003 yılının sonlarında, Irak’ta kitle imha silahı bulunduğuna dair tek bir kanıt
bulamayan dev CIA ekibinin, “Irak Araştırma Grubu”nun başı David Kay’in dikkat çekici
kimliği, The Independent gazetesi tarafından masaya yatırılmıştı. Kay, son 10 yıldır, Irak’ın
“dünya için ciddi bir tehdit olduğu” iddiasını dile getiren isimlerden biriydi. Sık sık Amerikan
televizyonlarına çıkarak, “Saddam Hüseyin’in devrilmesi gerektiğini” söylerdi. Bu arada, BM
Genel Sekreteri Kofi Annan gibilerinin savaştan kaçınma çabalarını “faydasızdan da kötü”
gibi ifadelerle kınardı. Kay, 200 yılında, Irak’ın İsrail’i yok etmek istediğini öne sürmüş,
Amerikan-İngiliz saldırısından hemen önce de, “Irak topraklarında büyük bir cephanelik
bulacağız” demişti. Independant, işgalin en hararetli savunucularından olan bu eski CIA
ajanının ticari bağlantılarıyla da dikkat çekmişti. 2003 yılının Ekim ayına dek, Amerikan silah
tekeli SAIC’in başkan yardımcısıydı. Kay, şirketin “ülke içi güvenlik” ve “karşı-terörizm”
faaliyetlerini koordine etmekteydi. Bu görevi sırasında, Irak’ın “ABD topraklarında terörist
saldırılar düzenleyebileceğini” söylemişti. SAIC şirketi, bu yıl başlarında Batı gazetelerine
manşetten giren bir haberin “kahramanı” idi. ABD hükümetinin, şirkete “eğitim amaçlı mobil
biyolojik karavanlar” inşası ihalelerini verdiği ortaya çıkmıştı. Böylece ABD’nin yeni kitle
imha silahları geliştirdiği görüldü.
2003 Şubat ayına dek SAIC’in başkan yardımcılarından biri olan Christopher Ryan
Henry, bugün ABD Savunma Bakanlığı’nda görevliydi. SAIC, Irak’taki ABD askerlerine
hizmet verilmesini içeren 650 milyon dolarlık ihalenin sahibi olduğu gibi ‘Yeni Irak’ın Sesi’
radyosunu da işletiyordu. Tüm bunlar ortaya çıkınca David Kay “ailevi ve kişisel nedenlerle”
görevinden ayrılmaya kalkmıştı. Dahası, Senato İstihbarat Komitesi’ne verdiği ifadede işgal
öncesi ve sonrasında yapılan yanlışlar nedeniyle CIA’i suçlamıştı. Ama gelin görün ki 25
Ocak 2004 tarihinde David Kay, Mont Pelerin Cemiyeti raportörlerinden Ryan Richardson’la
görüşmesinin hemen ardından İngiltere’de yayınlanan bir başka gazeteye, Sunday
Telegraph’ın ilk sayfasına konuk oluyordu. Haberin başlığı, “Kay, Saddam Hüseyin’nin kitle
imha silahlarının Suriye’de saklı olduğu söylüyor”du ve haber şöyle devam ediyordu:
David Kay, Saddam Hüseyin’in, gizli silah programının bir bölümünün Suriye’de
gizlendiğini iddia etti. Kay, Sunday Telegraph’a verdiği özel demeçte, Saddam Hüseyin’in
devrilmesi için Irak’a açılan savaştan kısa bir süre önce, bazı maddelerin Suriye’ye
nakledildiğine dair ellerinde kanıt olduğunu söyledi. Kay, ‘Savaş sonrası sorguladığımız bazı
Iraklı yetkililer aracılığıyla, bu maddelerin bir bölümünün, Saddam Hüseyin’in kitle imha
silahları programına ait olduğunu biliyoruz’ diyor.
Kay’in bu sözlerinin, Suriye Devlet Başkanı Beşir Esad üzerindeki baskıyı arttıracağı
kesin. Esad’dan, Saddam Hüseyin rejimiyle ne ölçüde işbirliği yaptığını ve ülkesinin kitle
imsa silahı programının detaylarını açıklığa kavuşturması istenecektir. Beşşar Esad,
Suriye’nin, biyolojik ve kimyasal silahlarıyla, kendisini savunma hakkı olduğunu söylemişti.
Suriye, Irak savaşı öncesi Bağdat rejiminin müttefiklerinden biriydi. Irak savaşıyla birlikte,
Saddam Hüseyin rejiminin çökmesinin ardından, devrik Irak liderinin akrabaları dahil
yüzlerce Iraklı yetkiliye, Şam’da barınma izni verilmişti.
Şubat ayında Mont Pelerin Cemiyeti ve CFR raportörü Kathy Gannon’la görüşmesinden
bir süre sonra Pakistan’ın nükleer programının mimarı sayılan Abdülkadir Han, İran, Libya ve
Kuzey Kore’ye nükleer teknoloji transfer ettiklerini açıkladı.
Afganistan yardımında Japonya Başbakanı Özel Temsilcisi, BM Mülteciler eski Yüksek
Komiseri, CFR Pasifik Asya Grubu Üyesi, Mont Pelerin Cemiyeti Raportörü Ogata
Sadako’nun çabaları meyve verdi ve 8 Şubat’ta İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden
sonra ilk kez bir Japon birliği, “muharip olmayan görevle” Japonya dışında bir savaş bölgesi
olan Irak’a gitti.
Mayıs ayında Hindistan’da seçimleri suikaste kurban giden Rajiv Gandi’nin İtalyan eşi
Sonya Gandi’nin lideri olduğu Kongre partisi kazandı. Birden tüm çevreler olaya cinler,
periler, büyüler penceresinden bakmaya başladı. Nostradamus’un “Asya’da İtalyan kanı
taşıyan bir kadın, lider olacak” şeklindeki 2/54 sayılı kehanetinin gerçekleştiği taşındı
manşetlere.
Sonya Gandi, Hindistan’ın eski liderlerinden 1984’te öldürülen Indra Gandi’nin
geliniydi. 1991’de suikaste kurban giden dönemin Başbakanı Raciv Gandi’nin de dul eşi.
Kocası öldürüldükten sonra oğlu Rahul ve kızı Priyanka’yla birlikte gözönünde olmayacağını
ve siyasetten uzak duracağını söyleyerek köşesine çekilmiş fakat 1998’de siyasi arenaya
dönüş yapmış, Kongre Partisi’nin liderlik koltuğuna oturmuştu. Ne ki, seçimleri kazanır
kazanmaz Birleşik Hindistan Partisi (Bharatiya Janata Party - BJP) ve ülkede Brahmanların
sosyal üstünlüğünü canlandırmaya çalışan faşist-nazist Brahman örgütü RSS’in (Revive
Social Supremacy) koyu sağ kanat üyeleri “kafalarımızı kazıyacağız, yeşil nohut yiyeceğiz ve
bu ülkede bu yabancı kadına karşı bir devrim yapacağız” demeye başladılar. Öte yandan bu
örgütlere eşit derecede acımasız merkez, ulus-ötesi şirketlerin grupları da eylemler yapmaya
başladılar sokaklarda. Köktenciler gibi bağırıyorlardı ve bütün o şirketlerin televizyon
kanalları ekranlarını ikiye bölmüşlerdi. Bir tarafta Sonya Gandi’nin evinde olanları diğer
tarafta borsada tepetaklak olan hisse senetlerinin anı anına görüntülerini yayınlıyorlardı.
Kimse daha yeni oy kullanmış ve Gandi’ye oy vermiş olan bir milyar insanı umursamıyordu.
Medyadan yansıyan yorumlar yorumlar sadece sanayicilerin ne düşündükleri üzerineydi. Bir
yandan faşist Brahman örgütlerinin öte yandan çokuluslu şirketlerin başlattığı büyük bir kaos
ve şantaj ortamı oluşmuştu. Ve sonunda Sonya Gandi baskıya dayanamadı ve çekildi. Yerine
Dr. Manmohan Singh getirildi. Hindistan’da ilk kez Sih inancına bağlı biri Başbakan
oluyordu. Mont Pelerin Cemiyeti’nin 2002 yılında bu ülkenin Goa kentinde yaptığı Özel
Toplantı’nın katılımcılarından, Cemiyet raportörü, Tüm Hindistan Hıristiyan Konseyi Başkanı
Dr. Joseph D’Souza’nın keyfi yerindeydi artık.
1932 doğumlu Manmohan Singh, şimdi Pakistan sınırları içinde olan Batı Pencab’daki
Gah’da doğmuştu. Ekonomistti ve doktorasını Oxford Üniversitesi’nde yapmıştı. Mezun
olduğu Pencap Üniversitesi’nde, Oxford ve Cambridge’de ders vermiş, buralarda “liberal
ekonomi anlayışının derinleşmesine katkılarından dolayı” ödüller almıştı. İlk kez 1971’de
İndira Gandi hükümetine ekonomi danışmanı olmuş, 1972’dan 1976’a kadar Maliye
Bakanlığında ekonomi baş danışmanlığı yapmış, 1976’da Hindistan Merkez Bankasında
idareci olarak çalışmaya başlamış, monetarizmin ve neo-liberalizmin küresel saldırısının en
yoğun olduğu dönemde Eylül 1982’den Ocak 1985’e kadar Hindistan Merkez Bankası
Başkanlığı’nda bulunmuştu. Merkez Bankası Başkanlığından emekli olmasından bir gün
sonra Plan Komisyonunu Başkan Vekilliğine atanmış 1987’ye kadar bu görevi yapmış, 10
Aralık 1990 ile 14 Mart 1991 arası Chandra Shekhar hükümetinde ekonomi danışmanlığında
bulunmuştu. Haziran 1991’de Narasimha Rao’nun Rajiv Gandi’nin öldürülmesinden sonra
başbakan olmasıyla birlikte Manmohan Singh 5 yıl süreyle Maliye Bakanı yapılmıştı. Onun
“ekonomik liberalizasyon” ve “küresel piyasalara uyum” programları ile Hindistan “dünyaya
açılmış” ve kendisi de Mont Pelerin Cemiyeti’nin “iltifatlarına mahzar” olmuştu.
Ağustos ayında İngiltere’de insan embriyosu üzerindeki her türlü araştırmanın iznini
verme yetkisine sahip olan İnsan Üremesi ve Embriyoloji Otoritesi (Human Fertilisation and
Embryology Act - HFEA), bir uzman ekibine, tedavi amaçlı insan embriyonu kopyalama için
ilk kez izin verdi. Yönetiminde Mont Pelerin Cemiyeti’nin, Bilderberg Grubu’nun, CFR’nin
ve
İngiltere Kraliyet Uluslararası İşler Enstitüsü’nün (Royal Institute of International
Affairs - RIIA ya da Chatham House) önemli finansörlerinden Rio Tinto firması tarafından
desteklenen Sara Nathan’ın (ki bu kişinin çalışmaları ayrıca Williams, Shell, Imperial
Chemical, Cookson Group, Diageo ve GlaxoSmithKlein firmalarınca da desteklenmektedir),
GlaxoSmithKline, Pfizer, Johnson & Johnson, AstraZeneca ve Wyeth tarafından desteklenen
Prof. Tom Baldwin’in, ABD Ticaret Bakanlığı ve USAID (The United States Agency For
International Development - Uluslararası Kalkınma için Amerikan Ajansı) bünyesinde Irak’ın
yeniden imarı çalışmalarına katılan ve petrol çıkarma alanında faaliyet gösteren Weatherford
International tarafından desteklenen Prof. Neva Haites ve Hristiyan Sosyalist Hareketi üyesi
Suzi Leather’in bulunduğu kurumun kararına İsviçre de uydu ve insan embriyonundan elde
edilen kök hücreler üzerine araştırma yapılmasına izin verdi.
17 Eylül’de ise, Hollanda’nın Noordwijk kasabasında düzenlenen AB savunma
bakanları toplantısında, Avrupa jandarma gücü kurulmasına ilişkin niyet beyanı anlaşması
imzalandı. “Avrupa Jandarma Gücü” adıyla çok uluslu bir polis gücü oluşturulmasını öngören
anlaşmaya ilk imzayı Mont Pelerin Cemiyeti eski Başkanlarından ve İtalya Savunma Bakanı
Antonio Martino koydu.
Bu gelişmelere koşut olarak o Eylül ayında, Amerika’da Salt Lake City’de Mont Pelerin
Cemiyeti’nin Genel Toplantısı yapıldı ve Prof. Leonard P. Liggio’nun yerine ilk kez bir
kadın, İsviçreli Prof. Victoria Curzon-Price Başkan seçildi.
Curzon-Price, Washington merkezli Atlantik ötesi bir kurum olan Avrupa Enstitüsü’nün
(European Institute) Başkanı idi. Onun Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığına seçilmesinin
ardından Avrupa Enstitüsü yönetimini Curzon-Price’ın oluşturduğu kadro ele aldı. Yönetim
Kurulu Başkanlığına, Yves-André Istel geldi. Istel, ayni zamanda Rothschild Inc.’ın Başkan
Yardımcısıydı. Enstitütü Direktörü olan Jacqueline Grapin ise Fransız olup 1985’den beri
Washington’da yaşıyordu ve Fransız Le Monde Gazetesinin ekonomi editörü, Cenevre’deki
Interavia Medya Grubu’nun Başkanı, Le Figaro, London Times ve La Stampa gazetelerinin
ABD temsilcisiydi. Enstitünün diğer yöneticileri ise şunlardı:
Jacques Bouhet
Société Générale Bankası yöneticisi
Dr. Bertrand Collomb
Lafarge firması Yönetim Kurulu Başkanı
Carol T. Crawford
ABD Uluslaraı Ticaret Komisyonu Başkanı
Vikont Etienne Davignon
Société Générale Bankası Belçika ayağı Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı
Jacques Delors
eski Fransa Ekonomi Bakanı, AB Komisyonu eski Başkanı, Fransız sosyalisti
Gina Despres
Capital Research & Management şirketinin Başkan Yardımcısı
Dr. R. Michael Gadbaw
General Electric şirketinin Başkan Yardımcısı
Richard Kirkland
Lockheed Martin şirketinin Başkan Yardımcısı
Robert G. Liberatore
Daimler Chrysler Grubu’nun Başkan Yardımcısı
T. Allan McArtor
Airbus Holding’in Başkanı
Thomas M. T. Niles
ABD Uluslararası İş Konseyi Başkanı, eski Büyükelçi
Hugo Paemen
Hogan & Hartson L.L.P şirketi Başdanışmanı, eski Büyükelçi
Imelda Mary Read
Avrupa Parlementosu üyesi
John B. Richardson
Avrupa Konseyi BM Delegasyonu Başkanı
Peter D. Sutherland
Goldman Sachs International’ın Başkanı ve GATT eski yöneticisi
William R. Sweeney, Jr
Küresel İşler Yönetimi Grubu (GGA) ve EDS şirketi Başkan Yardımcısı
Francis Blanchard
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) eski yöneticisi
Albert D. Bourland
Daimler-Benz eski Başkanı
Sir Jeffery H. Bowman
Price Waterhouse World Limited’in eski Eşbaşkanı
Philippe Giscard d’Estaing
Thomson International’ın eski Başkanı
Abraham Katz
ABD Uluslararası İş Konseyi Onur Başkanı
Herbert S. Okun
Columbia Üniversitesi’nden, eski Büyükelçi
Ursula Seiler-Albring
Avusturya eski Devlet Bakanı, Büyükelçi
Glen J. Skovholt
Honeywell firması eski Başkan Yardımcısı
Simone Veil
Fransa eski Devlet Bakanı
Kont Wilhelm Wachtmeister
İsveç’in eski Washington Büyükelçisi
Robert B. Zoellick
ABD Ticaret Konseyi Temsilcisi
Cynthia Braddon
The McGraw-Hill Yayıncılık Şirketi Başkan Yardımcısı
Gregory H. Bradford
Airbus’un hisselerinin yüzde 80’ine sahip Fransız-Alman ortaklığı European Aeronautic
Defence and Space Company (EADS) Başkanı
Dr. Zdenek Drabek
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ-WTO) Ekonomik Araştırmalar Danışmanı
J. Edward Fox
Uluslararası Kalkınma için Amerikan Ajansı (The United States Agency For
International Development - USAID) Danışmanı
Dr. Michael Haltzel
ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi Demokrat Grup Başkanı
Craig R. Helsing
BMW Holding Başkan yardımcısı
Robert Hunter
ABD NATO eski Büyükelçisi
Francis J. Kelly
Deutsche Bank Amerika’nın Yönetim Kurulu Başkanı
Michael Kennedy
Motorola şirketinin Başkan Yardımcısı
Dr. Sydney J. Key Baker
Amerikan Merkez Bankası (US Federal Reserve) Uluslararası Finans Bölümü Başkanı
Francine Lamoriello
Donelson, Bearman and Caldwell Uluslararası İş Stratejisi şirketi Başkan Yardımcısı
Rolland Langley
Enerji şirketi BNFL Inc. Eski Başkanı
Dr. Eric D. K. Melby
The Carlyle Group ve Albright Group gibi bir “düşünce üretim grubu” olan The
Scowcroft Group Yöneticisi
Yeri gelmişken belirtelim ki Scowcroft Group’un başında baba George Bush döneminin
ulusal güvenlik danışmanlarından CFR üyesi General Brent Scowcroft vardır ve kendisi
Amerikan - Türk Konseyi ATC’nin Onursal Başkanıdır. Başkan Yardımcılığını Koç Holding
Başkanı Mustafa Koç’un yaptığı Konseyin Amerika’da 2004 yılı Nisan ayında düzenlenen
konferansına TBMM eski Başkanvekili ve AKP Hükümeti Milli Savunma Bakanı M.Vecdi
Gönül de katılmıştır. FBI’da çalışırken işine son verilen Türk kızı Sibel Edmonds’un ABD
aleyhine açtığı 10 milyon dolarlık tazminat davasının mahkeme belgelerine bakıldığında,
Edmonds’un avukatları Roy W. Krieger ve Mark S. Zaid tarafından Columbia Bölge
Mahkemesi’ne verilen 10 milyon dolarlık dava dilekçesinde Türkiye’yi çok yakından
ilgilendiren birçok konunun yanısı sıra Amerikan - Türk Konseyi’nden de söz edildiğini
görürüz. Edmonds, FBI’da çalışan bazı Türkler’in bu kuruluşlarla yakın ilişkisi olduğunu
iddia ediyor ve bu kuruluşların uluslararası çok güçlü bir istihbarat ağına sahip olduklarını
söylüyor. Dava dilekçesinin 6’ıncı sayfasında bu kuruluşlara ilişkin şu bilgilere yer veriliyor:
“Edmonds’un FBI’da birlikte çalıştığı Melek Can Dickerson ve eşi Yarbay Douglas
Dickerson, Sibel Edmonds ve eşine Amerikan Türk Derneği (ATA) ve Türk Amerikan
Konseyi’nden (ATC) bahsederek bunlardan özellikle ATC için çalıştıklarını belirtmişler ve
Edmondslar’ın bu kuruluş için çalışmalarını istemişlerdir.”
Amerikan-Türk Konseyi ATC’nin 14 Mart 2005 tarihi itibariyle Yönetim Kurulu şu
isimlerden oluşmaktadır:
Emekli General Brent Scowcroft (The Scowcroft Group ve Avrupa Enstitüsü
Yöneticisi)
Mustafa Koç (Koç Holding)
George H. Perlman (Lockheed Martin)
Ronald L. Whitehead (The Whitehead Group)
Charles R. Johnston, Jr. (Baker Donelson)
Canan Büyükünsal (Yönetici Müdür)
Engin Artemel (Artemel International)
Elizabeth Avery (Pepsico, Inc.)
Özer Baysal (Pfizer)
Terence Bedford (Raymond James & Associates)
Sedat Birol (Eczacıbaşı)
Kern Everett Briggs (Eli Lilly)
Andy Button (Boeing)
Brian Cavey (Washington Group International)
Sahir Erozan (Garsonlukla başlayıp ABD’de ünlü Cities restoranlarını kuran, ABD eski
başkanı Clinton’ın danışmanı)
Sherrie Grandjean (UT/Sikorsky), Tulu Gümüştekin (CPS Danışmanlık Şirketi)
Charles D. Hartman (Alarko Holding)
Emekli Albay Preston Hughes (Savunma ve Güvenlik Komitesi Eşbaşkanı)
Carolyn B. Lamm (White & Case)
Emekli Büyükelçi Alan W. Lukens (Gama Industries)
John R. Miller (Raytheon)
Donald Nelson (Altria Group Inc)
Büyükelçi Mark Paris (AFOT - American Friends of Turkey - Türkiye’nin Amerikalı
Dostları Kuruluşu)
Emekli General Elmer D. Pendleton (Askeri Danışman)
Ronald M. Singer (General Electric)
Hal E. Sunar (2 Mayıs 2002’de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tahkim davası açan
Kuzey Amerika Kömür Şirketi PSEG Yöneticisi)
Victoria Curzon-Price Dönemi
Halen Mont Pelerin Başkanı olan Curzon-Price, daha önce Cenova Üniversitesi Avrupa
Çalışmaları Enstitüsü Ekonomi Bölümü Profesörlüğü de yapmıştır. Öğretim üyesi olduğu
kuruluşlar arasında Amsterdam Üniversitesi Avrupa Enstitüsü ve Cenova Üniversitesi Uluslar
arası Yönetişim Enstitüsü de vardır. Avrupa pazarı üzerine yazılmış birçok kitap ve makalesi
de bulunmaktadır.
Curzon-Price’ın Mont Pelerin Cemiyeti yönetimi şu kadrodan oluşmaktadır:
Kıdemli Başkan Yard. Leonard Liggio (ABD)
Genel Sekreter Carl-Johan Westholm (İsveç)
Mali İşler Sekreteri
Edwin J. Feulner (ABD)
Başkan Yardımcıları
Charles Baird (ABD)
Carlos Cáceres (Şili)
Yoshinori Shimizu (Japonya)
Jesus Huerto de Soto (İsp.)
Direktörler Kurulu
Eamonn Butler (İngiltere)
Jean-Pierre Centi (Fransa)
Peter Kurrild-Klitgaard (Danimarka)
Greg Lindsay (Avustralya)
Eduardo Mayora (Guatemala)
Ruth Richardson (New Zealand)
Michael Zoller (Almanya)
Bunların yanı sıra, Curzon-Price’ın 234 kişilik bir Raportörler Kurulu da vardır.
Dünyanın her yanından bu kurula katılmış üyelerin listesi aşağıdadır.
Ahiakpor, James C. W., Ahmad, Imad A., Ahmanson, Howard, Allen, W.B., Alvis,
John E., Anderson, Brian C., Anderson, Dr. Digby, Aquila, Dominic A., Attarian, John,
Avery, Dennis T., Baden, John A., Baetjer, Howard, Jr., Ballor, Jordan, Bandow, Doug,
Barry, John S., Bayer, Richard C., Beabout, Gregory R., Becker, Gary, Beckett, John D.,
Beers, Rev. J. Michael, Beisner, E. Calvin, Berger, Peter L., Black, Conrad M., Black, Noel
A., Boettke, Peter J., Bolt, John, Bosnich, David A., Boxx, T. William, Brasington, Bruce C.,
Buckley, William F., Budziszewski, J., Burkett, Larry, Buttiglione, Rocco, Byker, Gaylen,,
Callejas Vargas, Juan, Campbell, William F., Carey, David H., Carolan, Matthew, Carrasco,
Rodolpho, Cheeks, Robert C, Cleveland, Paul A., Coleman, John, Colson, Charles W.,
Couhig, Mark St. John, Couretas, John, Coyle, Tim, Cross, Derek E., Davies, Antony, de
Soto, Hernando, de Souza, Raymond J., Dennis, William C., Derr, Thomas Sieger, DeVos,
Rich, Dobson, James, Dreisbach, Daniel L., Dulles, Rev. Avery (Kardinal), Dunn, Gregory,
Dyksterhuis, Deanna, Echeverria, Eduardo, Edmond, Alfred A., Jr., Elliot, Mark, Ellmers,
Glenn, Engler, John, Epstein, Richard A., Ericson, Edward E., Jr., Farina, John, Fedoryka,
Kateryna, Feulner, Edwin J., Jr., Flanders, Todd R., Forte, David F., Friedman, Dr. Milton,
Friess, Foster, Frohock, R. Chris, Fuller, Neal, Gheddo, Father Piero, Gilder, George, Gillen,
Prof. Steven, Gómez-Zimmerman, Mario, Grant, George, Gregg, Samuel, Gronbacher,
Gregory, Guerra, Marc, Guinness, Os, Guroian, Vigen, Gvosdev, Nikolas K., Hall, Rev.
David W., Hartnedy, John, Hayward, Steven F., Healy, Gene, Hendrickson, Mark W., Henry,
Carl F.H., Heyne, Paul, Higgins, Heather Richardson, Hill, Peter J., Himmelfarb, Gertrude,
Hittinger, Russell, Hodel, Hon. Donald, Holland, James C., Huffington, Arianna, Huizenga, J.
C., Ingersoll, Julie, James, Kay Coles, Johannes, Kristina, Johnson, Gordon, Johnson, Paul,
Johnson, Willa Ann, Joyce, Michael S., Juurikkala, Oskari, Kelly, John, Kennedy, Robert G.,
Kennedy, James, Kettler, Christian D., Kirk, Dr. Russell, Kirkpatrick, Jeane, Klaus, Prime
Minister Vacláv, Klimon, William M., Krason, Stephen M., Kuo, David, Kwong, Jo, Laird,
Peter A., LaMothe, William R., Lapin, Rabbi Daniel, Lauber, William F., LeBlanc, Doug,
Lee, Michael, Liggio, Leonard P., Lips, David, Loury, Glenn C., Lugo, Luis E., Lunn, John,
Machan, Tibor, Malony, Megan, Marshall, Paul, Mastin, Paul A., Masugi, Ken, Mataconis,
Douglas, Mataro, Steven W., McElwee, Michael, Meilaender, Gilbert, Merikoski, Ingrid A.,
Michelin, François, Mingardi, Alberto, Moreell, Ben (Amiral), Morel, Lucas E., Moreno,
Pedro C., Morse, Jennifer Roback, Muras, Andrew, Murray, David, Mylod, Robert J., Nash,
Laura, Nash, Ronald H., Nelson, Jeffrey, Nelson, Robert H., Neuhaus, Richard John, Novak,
Jana, Novak, Michael, Olasky, Marvin, Ollivant, Douglas A., Opitz, Rev. Edmund A., Palau,
Luis, Paredes, Mario J., Pell, George, Perkins, John M., Pham, John-Peter, Pollard, C.
William, Powelson, Jack P., Prychitko, David L., Quinlivan, Gary M., Rae, Scott, Rasmussen,
Douglas, Ray, Dixie Lee, Raymond, Lee R., Raynor, William J., III, Reed, Larry, Reiland,
Ralph E., Rice, Charles E., Richardson, Ryan, Richman, Sheldon, Rogan, James E., Royal,
Robert, Rustici, Thomas Carl, Sacks, Jonathan, Sadowsky, James, Sandoz, Ellis, Santorum,
Hon. Rick, Scalia, Rev. Paul, Schall, Rev. James, Schansberg, D. Eric, Schasching, Johannes,
Schlossberg, Herbert, Schmiesing, Kevin, Schneider, John R., Shain, Barry Alan, Shaw, Jane
S., Sherman, Amy L., Shiely, John S., Simon, Julian, Simon, The Honorable William E.,
Sirico, Rev. Robert A., Skousen, Mark, Smith, George H., Smith, Brother Bob, Spalding,
Matthew, Speidell, Todd, Spitzer, Robert., Stevens, Michael R., Szostkiewics, Adam, Tamari,
Rabbi Dr. Meir, Templeton, John Marks, Thatcher, Margaret, Therrian, Michel, Thies,
Clifford F., Thoburn, Jonathan D., Thomas, Justice Clarence, Tucker, Jeffrey, VanDrunen,
David, Veryser, Harry C., von der Heydt, Barbara, von Kuehnelt-Leddihn, Erik, von
Liechtenstein, Prens Nikolaus, Waterman, A.M.C., Watkins, James, Webb, Bruce G., Weeks,
David L., Weigel, George, West, John G., Jr., Westholm, Carl-Johan, Williams, Walter,
Williams, John K., Wilson, James Q, Wolma, Stephen, Wood, George, Woods, Thomas E.,
Jr., Zúñiga, Gloria L.
Bölümün başında söylediğimiz gibi, “2004 yılı Cemiyet için oldukça hareketli bir
yıldı”. Yönetim değişikliğinin gerçekleştiği ABD Salt Lake City’deki Genel Toplantı’ya ek
olarak Almanya Hamburg’da Bölgesel, Sri Lanka’da da Özel toplantılar yapıldı o yıl.
Bunlar içinde Hamburg toplantısı en öne çıkanlarından biri oldu. Katılımcıları arasında
Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus’un da bulunduğu bu Bölgesel Toplantı’nın ağırlıklı konusu
Avrupa Birliği idi. İlk kez Cemiyet, AB oluşumuna ve genişlemesine büyük bir dikkat
yoğunlaştırıyordu. Bunda etken tüm ilgi alanı Avrupa olan Başkan Curzon-Price mıydı?
Yoksa Cemiyet’in ilgi alanını ilk kez böylesine yoğun olarak Avrupa’ya kaydırması mı
Curzon-Price’ın seçilmesinde etken olmuştu, bunu zaman gösterecek. Ama ilk ipuçlarını
toplantıya sunulan tebliğlerden ve tartışmalardan çıkarmak da olanaklı.
Çek Cumhuriyeti, Estonya, Kıbrıs, Litvanya, Letonya, Malta, Macaristan, Polonya,
Slovenya ve Slovakya’nın Birliğe katılımının hemen öncesinde yapılan toplantının çağrılıları
arasında bazı Japonların olması ilk anda yadırgandı. Ama -daha sonradan- 2005 yılının “AB-
Japonya Yılı” ilan edilmesiyle durum açıklığa kavuştu. Mont Pelerin Cemiyeti, Avrupa
Komisyonu’nun kararlarını yönlendirmeye de başlamıştı.
Toplantı çağrılıları arasında bulunan Shijuro Ogata, Japon Bankası’ndan (Bank of
Japan) emekli olduktan sonra Yamaichi Menkul Kıymetler Şirketi’nde (Yamaichi Securities)
Baş Danışmanlık yapıyordu. Ayni zamanda Chase Manhattan Bank’ın danışmanı ve Fuji
Xerox’un da yöneticisiydi. Ve 1993 yılından bu yana Trilateral Komisyon Başkan Vekilliğini
yürütüyordu.
Bir diğer çağrılı, Fransız Georges Berthoin ise 1975’den bu yana Trilateral Komisyon
üyesiydi. Uzun süre Avrupa Başkanlığı yapmıştı. Paris Siyasal Bilimler Fakültesi (Ecole des
Sciences Politiques) ve Harvard Üniversitesi mezunu olan Berthoin, AB’nin kökenini
oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nda Jean Monnet’nin Özel Başsekreteri olarak
çalışmış, Afrika’daki Nine Wise Men Group (Dokuz Akıllı Adam Grubu), Apsen Kurulu,
Berlin ve New York Uluslar arası Barış Komiteleri üyesi olmuştu. Şimdilerde -1992’den bu
yana- Trilateral Komisyon Avrupa Fahri Başkanı idi.
Bir başka çağrılı ise, İngiliz Peter Sutherland’dı. O, BP’nin eski Başkanı, o yıl Türk
Telekom’un özelleştirilmesinde birlikte hareket eden Sabancı Holding ve Koç Holding’in
danışman olarak seçtikleri Goldman Sachs Yatırım Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün
(DTÖ-WTO) kurucu İdari Direktörüydü. Ayni zamanda Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel
Anlaşması (GATT) Genel Direktörü olup Uruguay müzakerelerinin kotarılmasının başını
çekmişti. Yıllardır Maasttricht Avrupa Enstitüsü Kamu Yönetimi Başkanı, Avrupa
Entegrasyonu çalışmalarından dolayı Robert Schuman Madalyası sahibi ve Trilateral
Komisyon Avrupa Başkanıydı.
Daimler Benz, Pfizer, Münchner Merkür ve Handelskrammer Hamburg’un
sponsorluğunda yapılan toplantıda Avrupa esenli çeşitli konularda tartışmalar yürütüldü.
Cemiyetin Alman asıllı direktörü Michael Zoller, “dünyada ekonomilerin ideolojileri
doğurduğunu oysa Avrupa’da ideolojilerin ekonomilere yön verdiği”nden yakınarak yaptığı
konuşmada, “Avrupa’nın dünyanın geri kalanına yönelik dış politikasını fazla önemsemeyen,
ama Avrupa ölçeğinde emekle sermaye arasında bir sosyal uzlaşmaya dayalı ılımlı bir
kapitalizm arzulayanlar ve bu amaçla mücadele edenler”in, “sosyal bir Avrupa istemini
politik bir Avrupa’nın kurulması istemiyle bütünleştirip, Güney ülkeleriyle, Rusya ve Çin’le
dostça, demokratik ve barışçı ilişkiler geliştirme yanlısı olanlar”ın liberalizme ihanet içinde
olduklarını söyledi. “Dünya ekonomi oyunu, kuralların akışkan olduğu bir çevrede oynanır.
Kurallar yazıldığı ya da bilindiği zaman bile onları kimin dayattığından emin olunamaz. Bu
durumda, uluslarüstü bir siyaset ve bölgesel ekonomik kurumların birbirleriyle tümleşimi
kaçınılmazdır. Bu olmadığı sürece, ne sermaye akışkanlığı ne de verimi söz konusu olur.
Avrupa’nın genişlemesi bu bakımdan şarttır. Çünkü eğer bir zaman için bile olsa Avrupa
projesini bugünkü seviyede dondurmak, ona paralel olarak başka ittifak eksenlerinin
oluşmasına temel hazırlamak olur. Bu da bir ucu Moskova’ya ya da Yeni Delhi’ye dek
uzanacak serüvenlere kapı aralamak anlamınadır. Mevcut dünya liberal ekonomisi bunu
kaldırmaya hazırlıklı değildir” diye tamamladı sözlerini.
Fransa Maliye Bakanlığı kökenli Jean-Pierre Centi ise, iktisadi çevrimlere dikkat
çekerek sundu tebliğini. “Dünya ekonomisinin anahtarı Amerika’dır” diyerek girdiği
sözlerini, “Amerikan ekonomisi şimdiye kadar yılda yüzde 5 gibi oldukça etkileyici bir oranla
büyümesini sürdürdü. Yine de bütün ekonomistlerinin bu durumdan mutlu olduğu
söylenemez. Normal koşullar altında çoktan frene basmayı düşünürlerdi. Ama zaman normal
zaman değil. Bir yandan uluslar arası terörizmin tehditleri artıyor öte yandan bu tehditlere
koşut olarak en yakın bölgemizde yeniden komünist gruplaşmalar belirmeye başlıyor. Mevcut
çılgın büyüme oranının sonsuza dek sürdürülemeyeceği aşikârdır. Borsa rakamlarının nefes
kesen yükselişi için de aynı şey geçerlidir. Sahneden binlerce kilometre uzakta olduğumuz
için bizim görüş ve önerilerimizin objektif olması mümkündür. Ama ne yazık ki kimi
Amerikalı ekonomistler en dostane tavsiyeleri bile pek dikkate almazlar. Amerikan borsası ve
orada konuşlananların gözü dönmüş görünüyor. ABD ekonomisinin, sonsuza kadar
sürdürülebilecek bir büyüme oranına kavuşacağı varsayımsal bir noktaya doğru soğumakta
olduğunu gösteren bir takım işaretler aranıyor. Bu arada hisse fiyatlarının çılgın yükselişinin
önüne geçmek ve büyüme oranını düşürmek için uzun süre hiçbir şey yapmayan merkez
bankası, olan bitenin en önde gelen sorumlusu oluyor. Amerikan borsasındaki bu balon
yükseliş, eninde sonunda, sadece Amerika’yla sınırlı kalmayan ciddi sonuçlara yol açarak
patlayabilir. Bu patlama eğrisi 1991 Martından bugüne değin şişerek sürüyor. Ve asıl tehlike
bu şişme çevriminin artık bir patlamaya yol açmayacağı, sermaye hareketlerinin değiştiğini
savunan Birleşik Devletlerde çok popüler olan yeni ekonomik paradigma teorisidir. Bu
teoriye dayanak olarak taraftarları, küreselleşmenin gelişinin, ekonominin tüm yasalarını
yeniden düşünmeye zorlayan köklü bir devrimi temsil ettiğini ileri sürüyorlar. Elbette
küreselleşmenin artık geri dönülmez biçimde realize oluşu sermaye için muazzam bir pazar
yarattı. Dünyanın köşe bucağını serbest yatırıma açtı. Ancak unutmamak gerekir ki,
küreselleşmenin ve uluslararası işbölümünün 1914 öncesinde şimdikinden daha fazla
olduğudur. Ama o zamanki gelişim eğrisinin nasıl sonuçlar verdiği de anımsanmalıdır. Bu
noktada sistemi sağlıklı olarak ayakta tutacak tek baskın ekonomik lokomotif AB de değildir.
Çünkü dünya ekonomisinin anahtarı konuşmamın başında da belirttiğim üzere Amerika’dır.
Eğer patlamaların patlamalara yol açması, düşüşlerin düşüşlerden beslenmesi sistemin kuralı
ise ve sistemin lokomotifi Amerikan ekonomisi ise, envanter döngülerini kontrol etmek de
Avrupa’nın işi olmalıdır. Bunun da yolu, mal ve hizmetler için büyüyen çıkış yolları
sağlayarak mevcut çevrimin takviye edilmesinde anahtar bir rol oynamaktan geçer. Bu
nedenle hem Avrupa’nın kapsama alanını genişletmek hem de düşük ücretlerin hâkim olduğu
ekonomilerden gelen rekabet tehdidini de sonlandırmak gerekir. Sendikacıların
“küreselleşmeye” karşı düşmanlıklarını da bu ekonomik şantajdan bağımsız görmemeliyiz”
şeklinde bağladı.
Cemiyet eski Başkanı Amerikalı Leonard Liggio, “Bazı Avrupalı dostlarımızın küresel
düzeydeki ekonomik faaliyetlerde şirketlerin gittikçe artan roller oynadıklarından ve sahip
oldukları kapasiteler açısından devletlerle rekabet eder duruma gelmiş olmalarından
yakınmalarını anlamak mümkün değildir” dedi. Ona göre, “Şirketlerin kimi ülkelerde siyasal
davranışlar içine girmesi ve ülke politikasına müdahale ettikleri doğru olsa bile, bu
davranışların temelinde kar amacı vardır ve bu amaç karşılıklılık esasına göre gerçekleşir.
Eğer şirket karlı olacaksa, o ülke de olacaktır. Zaten bunu kavramış birçok ülkenin şirketlerle
ilişkileri düne göre bugün çok daha ılımlı ve yapıcıdır. Bırakın ekonomi ideolojileri
yönlendirsin. Aksi olursa felaket olur”du. Ve Avrupa Birliği’ni genişletecek yeni ülkelerden
“Doğu Bloku” kökenli olanları “bu gerçeği diğerlerinden çok daha çabuk ve olumlu olarak
kavramış bulunuyorlar”dı. Bu da, “ekonominin geleceğinin çok daha parlak olmasının
güvencesi” idi.
Hiç kuşku yok, buraya kadar konuşulanlar ve söylenenler o denli açık ki, ortaya
“Avrupa Genişlemesi” gibi atılan ve hararetle desteklenen olgunun temelinde emperyalizmin
yeni-sömürgecilik yöntemlerinin yattığı net biçimde görülüyor. Öte yandan AB olarak
kendisini örgütleyen Avrupa’nın tüm tutumlarını ABD’ye bağlı olarak geliştirdiğini ve
geliştirmeyi sürdüreceğini de göstermektedir. Ama emperyalizme karşı sürekli bir alternatif
olarak sosyalist sistemin mevcut olmaması, emperyalist ülkeler arasındaki ilişkileri geçmiş
dönemden farklı bir biçim almaya yönelteceği de kesindir. Bu nedenle, Amerikan
emperyalizmi ile AB arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi söz konusu olabilecektir. Şu an
için, gelişen buhranın “lokalize” edilmesi noktasında AB, tümüyle Amerikan emperyalizmi
ile “mutabakat” içindedir. Kısa vadedeki gelişmeler, bu “mutabakat” çerçevesinde ortaya
çıkacaktır.
Mont Pelerin Cemiyeti’nin buradaki belirleyici rolü de, bizzat Başkan Victoria CurzonPrice’ın sözleriyle açıklanmaktadır. O, 2004’ün en son Özel Toplantısı’nda, Sri Lanka’da
konuşurken, “Çok uluslu şirketlerin ortaya çıkması ve sembol ekonomisinin dünya pazarı için
belirleyici etken durumuna gelmesinden sonra artık ekonomik süper güç diye bir şey
kalmamıştır. Bir ülke ne kadar büyük, güçlü ve verimli olursa olsun, dünya pazarındaki
konumu için başkalarıyla rekabet halindedir. Bu liberalizmin zaferidir. Tek başına hiçbir ülke
teknolojide, yönetimde, araştırma ve geliştirmede, reformsal süreçlerde, girişimcilikte rekabet
öncülüğünü uzun süre koruyamayacaktır. Fakat uluslar ötesi bir şirket için hangi ülkenin ya
da hangi ülkeler birliğinin o süreçte öncü olduğu fazlaca önemli değildir. Bu tür bir şirket
artık bütün ülkelerde iş yapabilir ve bütün ülkelerde kendini rahat hissedebilir. Hayek’ten
bugüne gerçekleştirilen en büyük düş budur” demiştir.
Bu sözler de Mont Pelerin’in varlık amacını ve bu amacı nereye taşıdığını çok açık
biçimde somutlamıştır. Kendisi çok deneyimli bir Avrupa uzmanı olan Curzon-Price’ın
konuşmasının satır aralarından okunan ise, büyük sermaye grupları arasında işleyen birlik
yönündeki eğilimin, ulus-devletlerin rekabetini tamamen ortadan kaldıracağını iddia etmenin
kapitalizmin somut yapısal özelliklerine aykırı olduğudur. Sermayenin tekelleşmesi ve
uluslararasılaşması, ulusal ve dünya ölçeğinde çelişkileri azaltmayacak tam tersine
şiddetlendirecektir.
Öte yandan, rekabetin tekeller arası rekabet düzeyine yükselmesi gerek ulus içi gerekse
ulus ötesi ekonomik birleşmeleri teşvik edecektir. Büyük kaynaklara sahip ABD gibi tekelci
kapitalist ülkelerin varlığı, bu güce sahip olmayan ülkelerin birlik arayışlarını güdüleyecektir.
Ama hangi düzeyde olursa olsun, bu güdülerin dayandığı esas temel soyut bir birlik arzusu
değil, kendi kapitalist çıkarlarını maksimize etme çabası olacaktır. Büyük kapitalist güçlerin
dünyadaki nüfuz alanlarını paylaşmak için oluşturacakları birlikler, zayıf ülkelerin bir kısmını
kapsasa dahi, öncelikle birincilerin çıkarlarını gözeten ve onlar arasındaki çekişmeleri de asla
ortadan kaldırmayan emperyalist birlikler olacaktır. Bu nedenle, emperyalist birlik ve
ittifakları, artık bozulmayacak, durağan ve kararlı birleşmeler şeklinde kavramak kapitalist
işleyişe tamamen ters düşer. Bu bakımdan Curzon-Price’ın bizi götürdüğü sonuç, AB ya da
benzeri birliklerin, birliğe üye olan ulus-devletler arasındaki çelişkileri tamamen ortadan
kaldırabileceği ve bu devletler arasında çatışmasız bir üst-birlik dönemini başlatabileceği
yolundaki varsayımın gerçeklerin sınavına dayanmadığıdır. Tek gerçek, şirketlerin
egemenliğidir. AB’nin ayakta kalıp kalmaması ise şirketlerin davranışına bağlıdır. Şirketler
için ise şu birlik ya da o ulus-devlet fazlaca önemli değildir. Önemli olan kendini her yerde
egemen ve rahat hissetmesidir. Varılmış olan nokta budur.
Emperyalizmin tarihi, diğer rakiplere karşı koyabilmek için çeşitli kapitalist güçler
arasında çıkar birliği oluştuğunda, askeri, ekonomik ittifakların, koalisyonların, blokların,
kurumların inşa edilebildiğinin örnekleriyle doludur. Avrupa Birliği de böyle bir birliktir.
Belirli somut koşulların ve hesapların sonucu oluşturulan bu tür birlikler, şartlar değiştiğinde
bozulur; yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği’nin yazgısı da kesinlikle bu çerçevede
değerlendirilmelidir. Ne ABD paratoneri ile ne de bölgesel oluşumlarla.
Elbet Curzon-Price’ın söylemediği -söyleyemediği- şeyler de vardır: Kapitalizmin en
yüksek aşaması olan emperyalizmin mali sermayenin dünya çapında egemenliğine dayandığı.
Günümüzde kapitalizmin yeni ya da farklı bir evresiymiş gibi sunulan küreselleşmenin, Mont
Pelerin Cemiyeti’nin tarihi boyunca neo-liberal ve monetarist tetiklemelerle tahkim ettiği
emperyalizmin başka bir yüzü olduğu. Uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik
gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten kapitalist dünya
sisteminin, içinde bütün kapitalist ülkelerin yer aldığı hiyerarşik bir piramide benzediği. Ve ne
kadar tahkim edilmiş olursa olsun, bu hiyerarşiye içerilmiş nüfuz alanlarından herhangi
birindeki tepkimenin piramidi tuz buz edip dağıtabileceği. İşte bu nedenle Colin Powell’ın da
yönetim kurulunda bulunduğu bir federal kuruluş olan Broadcasting Board of Governors
tarafından finanse edilen Hür Avrupa Radyosu’nun hâlâ komünizmle ilgili, komünizme karşı
verilmesi gereken özgürlük mücadelesi üzerine kurulu haberler yayınlamayı sürdürdüğü ve
Varşova Paktı’na karşı kurulduğu savına rağmen ne o paktın ne de sosyalist ülkeler bloğunun
artık varolmamasına karşın NATO’nun kendini her geçen gün daha da güçlendirerek
dünyanın her alanına yayıldığı…
Sonsöz
Küresel sermayenin merkezileşmiş yoğun saldırıları, saldırı altındaki ülkelerde “ulusal”
refleksleri canlandırıyor. Emperyalist tahakküme karşı anti-emperyalist tavırlar güçleniyor.
“Ulus-devlet”in elden gideceği korkusu, olguyu somutça değerlendirmeyen kendiliğinden
karşı çıkışları gündemliyor. Durumu tanıdaki yanlışlık, “refleks”, “tavır” ve “karşı çıkış”
düzleminde tıkanıp kalıyor. Güçlü bir cepheye ivmelenemiyor, karşı eylemi
boyutlandıramıyor.
Küreselleşme, yerel ve bölgesel -yani “ulusal” ve uluslararası- sermayelerin, çok büyük
şirketler biçimindeki üst örgütlenmelerle tümleşerek faaliyet alanlarını evrenselleştirmeleridir.
Bunun anlamı, sermayenin egemen biçiminin, uluslararası düzlemde yoğunlaşma ve
merkezileşme aşamasına ulaşmasıdır. Ancak bu yönelim -sanıldığının aksine- “ulus devlet”i
bitirmeyi hedeflemez. Küreselleşme, ulusal olgu ve sorunları yoketmek bir yana, daha da
körüklemektedir. İstediği denli ulusal olgu temelini ortadan kaldıracağını savlasın, kapitalist
küreselleşme egemenliği eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya dayandığı için, ulusal olguya
süreklilik kazandıran bir ana eksen oluşturur.
Burada söz konusu olan “ulus-devlet”in işlevsizleştirilmesi değil, “ulus-devlet”lerin
çoğaltılmasıdır. Bu da ulusal çelişkilerin sistematik olarak yeniden ve yeniden üretimi ile
gerçekleşir. Etnik-ulusal parçalanma ve çatışmaların temel etkeni kapitalist küreselleşmedir.
Çünkü bu yolla birçok “ulus-devlet” yaratılacak ve yekpare “ulus-devlet” yapısı
çökertilecektir. Ancak böylece karşıtlarını “böl-yönet”i yineleyerek bertaraf edebilecektir. Ve
ancak bu yolla en küçük “ulusal sermaye” yapısını bile kendi içinde ergitecektir.
Bu durum karşısında, salt “ulusçu” ya da salt “anti-emperyalist” tavır koymak, bir yanı
faşizme öte yanı “üçüncü dünya solculuğu”na teyetlenmiş tutumlar olur. Faşist yana kayanlar,
eninde sonunda küresel kapitalizmin tuzağına düşüp müttefiki konumuna kıstırılıp kalırlar.
Üçüncü dünya solculuğuna kayanlar ise, “ulusalcı sol” türünden söylemlere uyaklanırlar ki bu
da burjuva egemenliğinin yeniden üretiminin ve egemen boyunduruğun pekiştirilmesinden
başkaca bir sonuca varmaz.
“Küresel sermayenin merkezileşmiş yoğun saldırıları” karşısında “refleks”, “tavır” ve
“karşı çıkış” düzleminde tıkanıp kalmamak, “güçlü bir cepheye ivmelen”mek ve “karşı
eylemi boyutlandır”mak, ancak ve ancak saldıranın antitezini oluşturmaktan geçer. “Küresel
sermaye”ye karşı, küresel sermaye karşıtı, anti-kapitalist bir tutumla eyleme koyulmak
gerekir. Emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olduğu nedeniyle, anti-emperyalist
mücadelenin herşeyden önce anti-kapitalist bir mücadele olması şarttır. Kapitalizme,
sermayeye karşı mücadelede tümleşmeden, ya da “ulusal sermaye”ye hoşgörü göstererek,
hiçbir yere varılamaz. Çünkü küreselleşme, “ulusal” sermayenin uluslararası olanla ayni
düzlemde tümleşmesi ve yoğunlaşması demektir. Bunlardan birine karşı cephe oluşturmadan
ötekine karşı cephe oluşturulamaz. Yoksa tuzağa düşülür.
“Küresel sermaye merkezi” Mont Pelerin Cemiyeti’nin öyküsü, anti-küresel
mücadelenin nasıl biçimlenmesi gerektiğinin ipuçlarını içermektedir. Bu mücadele, küresel
sermayeye karşı küresel anti-kapitalist savaşım mevzilerinde olacaktır. Anti-kapitalist olacağı
için de, öyle sıradan refleksler, rastgele isyanlarla değil, toplumcu bilimin kılavuzluğunda
gerçekleşecektir. Aksi düşünülemez bile.
Mehmet Eymen,
Caddebostan, 28 Mart 2005
VIII Ekler
Ek: 1
Friedrich Von Hayek’in 1944 yılında kaleme aldığı Kölelik Yolu (The Road to
Serfdom) adlı toplumculuk karşıtı kitabının özeti
Kölelik Yolu
Yazar rüşte erdikten sonra hayatının hemen hemen yarısını doğum yeri olan
Avusturya’da Alman entellektüel hayatıyla sıkı temas halinde ve diğer yarısını da Amerika
Birleşik Devletleri ile İngiltere’de geçirdi. Bu devre zarfında, kendisinde, Almanya’yı yok
etmiş olan bazı güçlerin İngiltere’de de kendilerini göstermekte olduğuna dair gittikçe
güçlenen bir kanaat oluştu.
Nasyonal Sosyalistlerin işlediği nefret uyandırıcı büyük zulümler, totaliter bir düzenin
burada gerçekleşemeyeceği konusundaki teminatı güçlendirmektedir. Fakat sadece 15 yıl
önce böyle bir şeyin Almanya’da gerçekleşme ihtimalinin sadece Alman halkının onda
dokuzuna değil ayrıca düşman devletlerin gözlemcilerinin de çok büyük bir kısmına
inanılmaz geldiğini unutmamalıyız.
O dönemde tipik Alman vasfı olarak bilinen bir çok belirleyici niteliğin bugün Amerika
ve İngiltere’de aynı düzeyde yaygın olduğuna ve aynı istikamette ilerleme kaydedildiğine
işaret eden bulgular vardır: Devlete karşı artan büyük saygı, “önüne geçilemez eğilimler”in
kaderci bir yaklaşımla kabulü, her şeyin düzenlenmesine yönelik artan bir istek (buna
şimdilerde ‘planlama’ diyoruz).
Bu tehlikenin mahiyet ve kaynağı burada, eğer mümkünse, Almanya’da olduğundan da
daha az anlaşılmaktadır. Hala anlaşılamayan büyük facia şuradadır: Almanya’da bugün nefret
ettikleri rejimi yaratmış, hiç değilse hazırlamış olanlar, iyi niyetli insanlardır. Faşizmin ve
nazizmin daha önceki devirlerin sosyalist eğilimlerine karşı bir reaksiyon olarak değil bu
temayüllerin zaruri bir neticesi olarak ortaya çıktığını kabul etmeye hazır çok az kişi vardır.
Şurası açık ki bu hareketlerin liderleri, başta Mussolini (Laval ve Quisling de dahil olmak
üzere), sosyalist olarak başlattıkları hareketlerini faşist olarak sonuçlandırdılar.
Mevcut demokrasilerde nazizmin bütün manifestosundan samimi olarak nefret eden bir
çok kimseler, gerçekleştiği takdirde bizi dosdoğru bu dehşet verici istibdada götürecek bazı
idealler için çalışmaktadır. Mühim olan nokta şudur ki, bugün fikirleri hadiselerin seyri
üzerinde etkili olan kimseleri göz önüne getirirsek, hepsinin az ya da çok sosyalist olduğunu
görürüz. Bu kişiler, ekonomik hayatımızın bilinçli olarak yönetilmesi ve rekabet düzeninin
ekonomik planlama düzeni ile yer değiştirmesi taraftarıdırlar. Yüksek bir ideale tekabül eden
bir istikbal yaratmaya gayret ederken peşinde koştuğumuz sonuca taban tabana zıt bir sonuçla
karşılaşmaktan daha büyük bir trajedi olabilir mi?
Planlama ve Güç
Amaçlarına ulaşmak için kollektivistler “güç” yaratmak zorundadır. İnsanlar üzerinde
başka insanlarca kullanılacak olan bu güç dünyanın henüz tanıyamadığı ölçüde büyüyecek ve
kollektivist başarının büyüklüğünü de belirleyecektir. Demokrasi, merkezileşen ekonominin
gerektirdiği şekilde kullanılacak olan bu gücün özgürlükler üzerinde yaratacağı baskının
önünde önemli bir engeldir. İşte bu noktada demokrasi ile planlamanın çatıştığı ortaya
çıkmaktadır.
Bir çok sosyalist bireyci bir sistemde bireylerin ellerinden güçlerinin alınıp topluma
devredilmesi durumunda, onu zayıflatabilecekleri konusunda yanılgıya düşmüşlerdi. Böyle
düşünenlerin ihmal ettiği tek şey, tek bir planın hizmetinde toplanmasını istedikleri gücün
başkasına transfer edilmek bir yana tahminlerin ötesinde büyümesi tehlikesidir. “Güç”ün daha
önce onu bağımsız olarak kullanmış olan pek çok kişinin elinden alınıp tek bir varlığın elinde
toplanması ile şiddeti inanılmaz derecede büyür ve adeta yeni bir nitelik kazanır.
Ara sıra iddia edildiği gibi, Merkezi Planlama Teşkilatının kullandığı gücün, “özel
firmaların yönetim kurulunun kollektif olarak kullandığı güçten daha büyük olamayacağı”
görüşü de tamamen yanlıştır. Çünkü rekabetçi bir toplumda hiç kimse sosyalist planlama
kurulunun sahip olduğu fonksiyonel gücün küçük bir parçasını dahi kullanamaz. “Güç” ün
bölünerek dağıtılması ve yaygınlaştırılması, zorunlu olarak mutlak miktarının azaltılması
demektir. Bu bakımdan, rekabetçi sistem, insanların insanlar üzerinde uyguladıkları “güç” ün
kişilere dağıtılarak asgariye indirilmesi için düşünülebilecek tek sistemdir. İster komşum,
hatta ister patronum olsun, bir milyonerin benim üzerimdeki iktidarı, devletin zorlayıcı
kuvvetini temsil eden ve benim hangi şartlar altında yaşayıp çalışabileceğimi kendi takdirine
göre kararlaştıracak olan en küçük bir memurun iktidarından muhakkak ki daha azdır. Kim
inkâr edebilir ki, zenginin kudretli olduğu bir dünya, yalnız kudretlinin zengin olabileceği bir
dünyaya nazaran daha iyidir.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, hayatını dilediği gibi tanzim etmek hususunda, düşük
ücretli alelade bir İngiliz işçisi, mesela Almanya’daki bir küçük patrondan veya Rusya’daki
çok yüksek ücretli bir mühendisten daha fazla imkâna sahiptir. İşini veya ikamet yerini
değiştirmek, boş vakitlerini dilediği gibi geçirmek veya şahsî kanaatlarını izhar etmek
hususunda, bu İngiliz işçisi mutlak engellerle karşılaşmaz, şahsî emniyeti ve hürriyeti
bakımından tehlikeye maruz kalmaz.
Bizim neslimizin unutmuş olduğu şey şudur: Yalnız mal sahipleri için değil, hemen
hemen onlar kadar mal sahibi olmayanlar için de, hürriyetin en iyi teminatı hususi mülkiyettir.
İstihsal vasıtalarının mülkiyeti birbirlerinden müstakil olarak hareket eden çok sayıda insanlar
arasında bölünmüş olduğu içindir ki, hiç kimse bizim üzerimizde tam bir hakimiyete malik
değildir ve fert dilediği gibi hareket etmek imkânına sahiptir. Bütün istihsal vasıtaları bir tek
elde toplanırsa -bunun adına ister “cemiyet”, ister “diktatör” densin- bu iktidarı elinde tutacak
olanın topyekün hakimiyeti altına gireriz. Ekonomik güç dediğimiz şey, bir baskı aracı olarak
kullanılsa bile, çok sayıda özel ellere dağıldığından hiçbir zaman inhisarcı ve komple
olamadığı gibi, herhangi bir insana tüm ömrü boyunca da uygulanamaz. Bu güç, ne zaman bir
politik güç olarak merkezileşirse o zaman esaretten farksız bir bağımlılık yaratır. Başka bir
deyişle “Tek işverenin devlet olduğu bir ülkede muhalefetin anlamı, yavaş yavaş ölüme
mahkumiyettir.”
Tehlikenin Arka Planı
Sosyalizm ile bütün diğer kolektivizm şekillerinin zıddı olarak kullandığımız
ferdiyetçiliğin, egoizmle hiçbir zarurî münasebeti yoktur. Unsurlarını Hıristiyanlıktan ve
klasik eski çağdan alan, ilk defa Rönesans’ta tam bir inkişafa mazhar olan ve o zamandan
sonra da garbî Avrupa medeniyeti dediğimiz şeyi yaratan bu ferdiyetçilik acaba nedir? Ferde
fert olarak saygı göstermek; kanaat ve zevklerinin ne kadar dar olursa olsun, kendi sahası
içinde kendine ait bir mesele olduğunu kabul etmek; insanların ferdî kabiliyet ve
temayüllerini inkişaf ettirmelerinin arzuya şayan olduğuna inanmaktır. Sosyal gelişimin genel
istikameti bireyin feodal toplumdan bu yana gelen bağlarından özgürleştirilmesidir.
Ferdî enerjilerin serbest bırakılmasının en önemli neticelerinden biri de belki ilmin
harikulade gelişmesi olmuştur. Fakat, sanayi serbestliği yeni bilgilerin serbestçe
kullanılmasını mümkün kıldığı andan itibaren; bir rizikoya katlanmak iktidarında olan her
insan, ekseriya tedrisatı murakabe etmekle mükellef makamların haberi bile olmadan, her
istediği tecrübeye girişmek imkânını elde ettiği andan itibaren ve ancak bundan sonra, ilim bilhassa son 150 yıl zarfında- kainatın çehresini değiştiren muazzam terakkileri
gösterebilmiştir. Elde edilen netice bütün ümitleri geride bıraktı. İnsan zekasının serbestçe
işlemesine mani olan engellerin yıkıldığı her yerde, insan durmadan genişleyen arzularını
süratle tatmin edebilmek iktidarını kazanıyordu. Yirminci yüzyılın başlarına doğru, Batı
aleminde, işçi bundan yüzyıl önce belki mümkün bile görülmeyecek olan bir şahsî istiklal,
emniyet ve maddî refah seviyesine ulaşmıştır.
Bu terakki insanlara, kendi mukadderatlarına hakim olma bakımından yepyeni bir itimat
ve talihlerini hudutsuz derecede iyileştirmek imkânına malik olduklarına dair bir kanaat
aşıladı. Muvaffakiyetle birlikte insanların ihtirası da arttı ve insan muhteris olmakta tamam ile
haklıydı. Vaktiyle baş döndürücü olan vaatler kâfi sayılmamaya ve terakkinin temposu çok
yavaş gelmeye başladı ve bir gün geldi ki, vaktiyle bu terakkiyi imkân dahiline sokmuş olan
prensipler, elde edilen neticeleri korumak ve geliştirmek için muhafazası zarurî şartlar olarak
değil, daha hızlı bir terakkinin tahakkukuna set çeken ve derhal yok edilmesi icap eden
engeller olarak görülmeye başlandı. Söylenebilir ki Liberalizmin en büyük başarısı,
gerilemesinin nedeni haline geldi.
XIX. Yüzyılın iktisadî politikasının prensiplerini ifadeye yarayan kaba kaidelerin sadece
bir başlangıç olduğundan, henüz öğrenmemiz icap eden pek çok şeyler bulunduğundan ve
takip ettiğimiz istikamette daha muazzam terakki imkânlarının mevcudiyetinden, hiçbir aklı
başında insanın şüphe etmemesi lazım gelirdi. Bugün hakim olan fikirlere göre, insanların
uğraşması lazım gelen mesele, hür bir cemiyet nizamı içinde kendiliğinden doğan kuvvetlerin
en iyi şekilde nasıl kullanılabilecekleri meselesi değildir. Beklenmeyen neticeler doğuran bu
kuvvetleri bir tarafa bırakarak, “pazar”ın gayri şahsî ve anonim mekanizması yerine, bütün
içtimai kuvvetleri, düşünerek kararlaştırılmış belli gayelere doğru kollektif ve “şuurlu” bir
şekilde sevk ve idare etmeye kalkışmış bulunuyoruz.
Şurası kesin ki, Liberalizmin bu terk edilişi, ister aşırı bir sosyalizm veya sadece daha az
radikal bir “teşkilatçılık” veya “plancılık” olarak bilinsin, Almanya’da tekamül ettiler ve en
geniş inkişafa mazhar oldular. XIX. Yüzyılın son çeyreği ile XX. Yüzyılın ilk çeyreği
zarfında sosyalizmin nazarî ve amelî sahada gelişmesi bakımından Almanya büyük hamleler
yaptı öyle ki, bugün bile, Ruslar münakaşaya umumiyetle Almanların bıraktığı noktadan
devam etmektedirler. Almanlar, Nazilerden çok zaman önce liberalizm,demokrasi,kapitalizm
ve bireyselciliğe saldırıda bulunuyorlardı.
Yine Nazilerden uzun zaman önce, İtalya ve Almanya’da sosyalistler, daha sonra Nazi
ve faşistlerin etkili olarak kullanacakları teknikleri kullanıyorlardı. Beşikten mezara kadar
ferdin bütün faaliyetlerini kucaklayan, bütün meseleleri parti felsefesinin ışığı altında
inceleyerek fertlere her hususta kendi kanaatlarını kabul ettiren siyasi bir parti anlayışını ilk
defa tatbik sahasına çıkaranlar sosyalistler olmuştur. Çocukları, daha en körpe yaşlarında -iyi
“proleter” olarak yetiştirmek üzere- siyasi teşkilatlara kaydetmeye ilk defa başlayanlar
faşistler değil, sosyalistler olmuştur. Parti azalarının başka kanaatteki insanlarla temas ederek
zehirlenmelerini önlemek üzere, partiye bağlı spor klüpleri kurmayı, maçlar ve oyunlar
tertiplemeyi ilk defa düşünenler de faşistler değil, sosyalistlerdir. Kendi mensuplarını, hususi
bir selamlaşma ve hitap tarzı ile diğer insanlardan ayırmayı ilk defa icra edenler de
sosyalistler olmuştur. Kendilerine mahsus “hücre” teşkilatları ile, azalarının hususi hayatlarını
daimi bir nezaret altında bulundurmak suretiyle, totaliter partilerin ilk örneğini onlar
vermiştir.
Hitler iktidara geldiğinde, Liberalizm Almanya’da çoktan ölmüştü ve onu öldüren de
sosyalizm olmuştu.
Sosyalizmden faşizme geçişi yakından müşahede etmiş olan birçok insanlar bu iki rejim
arasındaki ilişkiyi gitgide daha açık bir şekilde anlamışlardır. Fakat Demokrasilerde,
insanların ekserisi hâlâ sosyalizmle hürriyetin telif edilebileceğine inanmaktadır. Bu kesimler
şunu fark edememektedir ki; son nesillerin büyük ütopyası, demokratik sosyalizm, yalnız
imkânsız olmakla kalmaz; üstelik ona kavuşmaya uğraşırken tamamen farklı bir neticeye
varılmaktadır: Özgürlüğün bizzat kendisinin yok edilmesi. Daha önce de söylendiği gibi,
“devleti “cehennem” hâline getiren şey, insanın onu “cennet” hâline getirmeye
kalkışmasıdır.”
Bugün, İngiltere ve Amerika’da aynı istikamette güçlerin hareket ettiğini ve eskiden
liberal kabul edilen her şeye karşı bir küçümsemenin arttığını görmek kaygı vericidir. Çok
sayıda yazar, nasyonal sosyalizmin başarılı olduğu atmosferi hazırlarken “Muhafazakâr
Sosyalizm” (başka çevrelerdeki adıyla ‘Dinî sosyalizm’) gibi bir sloganı çok sık
kullanmışlardır. Bu gün demokrasilerde egemen olan görüş bu “Muhafazakâr Sosyalizm”dir.
Liberal Planlama
“Plancılık” halk arasında kazandığı rağbeti geniş ölçüde şu vakıaya borçludur; herkes,
müşterek meselelerimizin mümkün olduğu kadar rasyonel bir şekilde ele alınmasını ve bunu
yaparken mümkün olduğu kadar basiretkâr davranılmasını ister. Modern plancılarla liberaller
arasındaki münakaşa, basiret göstermemiz icabedip etmediği ve müşterek faaliyetlerimizin
planını yaparken sistemli bir şekilde düşünmemiz lazım gelip gelmediği meselesi değildir.
Münakaşa bu işin yapılması için en iyi yolun hangisi olduğu noktasındadır. Bu gayeye
varmak için, hükümet, fertlerin bilgi ve teşebbüslerine en geniş imkânları sağlayacak şartları
hazırlayıp, mümkün olan en iyi planları yapmak işini bizzat fertlere bırakmakla mı iktifa
etmelidir; yoksa kaynaklarımızın rasyonel bir şekilde kullanılması, bütün faaliyetlerimizin,
şuurlu hazırlanmış bir proje dahilinde, merkezi bir idare ve teşkilata bağlanmasını mı icap
ettirir?...
Bu çeşit plancılığa muhalefet etmekle, dogmatik bir “bırakınız yapsınlar” (laissez faire)
taraftarlığı aynı şey değildir. Liberalizm, insanların ahenkli bir düzen dahilinde gayret sarf
etmelerini sağlayan “rekabet” kuvvetlerinden kabil olduğu kadar iyi bir şekilde istifade
edilmesini ister; yoksak her şeyin olduğu gibi bırakılmasını istemez. Liberalizm, ferdî
gayretleri sevkü idare etmek için en iyi vasıtanın rekabet olduğu kanaatine dayanır. Rekabetin
hayırlı bir rol oynayabilmesi için itina ile kurulmuş bir hukukî düzenin lüzumunu inkâr etmek
şöyle dursun, bunun lüzumu üzerinde bilhassa ısrar eder; eski ve hâlen mevcut kanunların
büyük kusurları olduğunu kabul eder.
Fakat iktisadî liberalizm, rekabetin yerine, beşerî faaliyetleri düzenlemek hususunda
daha verimsiz, daha aşağı olan metotların ikame edilmesine muhaliftir. Liberalizm rekabeti,
yalnız -ekseri hallerde- bilinen metotların en verimlisi olduğu için değil, daha ziyade,
otoritenin keyfî ve zorlayıcı müdahalesi olmaksızın faaliyetlerimizi yekdiğerine intibak
ettirmenin yegane yolu olduğu için, diğer metotlardan üstün sayar. Gerçekten, rekabet
lehindeki başlıca delillerden biri de, “şuurlu sosyal murakabe” den sarfınazar etmek imkânını
sağlaması ve muayyen bir mesleğin verdiği ümitlerin o mesleğin tazammum ettiği mahzur ve
rizikoları karşılamaya kâfi gelip gelmediğine karar vermek hususunda fertlere bir imkân temin
etmesidir.
Başarılı bir rekabet ortamı herhangi bir tür devlet müdahalesine engel değildir. Zehirli
maddelerin kullanılmasını menetmek, veya bunların kullanılması hususunda hususi ihtiyat
tedbirleri almak, çalışma saatlerini sınırlandırmak veya bazı sıhhi tesislerin kurulmasını
emretmek, bütün bunlar rekabetin muhafazası ile pekala kabili teliftir. Bunun yanında rekabet
ortamının uygulanamayacağı bir takım kesin alanlar da mevcuttur. Ağaçsızlanmanın, bazı
zirai metotların, fabrika duman veya gürültüsünün zararlı neticelerini ne maliklere, ne de bir
tazminat mukabilinde bu zararlara katlanmağa razı olanlara hasretmek mümkün değildir.
Şüphesiz, rekabet mekanizmasını işletmek kabil olmayan hallerde, otoritenin müdahale etmesi
icap edecektir; fakat bu, rekabetin, işleyebileceği sahalarda dahi ortadan kaldırılması lazım
geldiğini ispat etmez. Demek ki devletin büyük ve münakaşa götürmez bir faaliyet sahası
vardır: Rekabeti mümkün olduğu kadar tesirli kılacak şartları yaratmak, rekabetin tesirli
olamayacağı yerlerde onun yerine başka şey ikame etmek, tekelleşmeleri önlemek.
Bu, asla rekabet sistemi ile merkezden yönetim sisteminin ‘orta yolu’nun bulunmasının
mümkün olduğu anlamına gelmez. Buna rağmen süratle böyle bir merkezi idare sistemine
doğru yaklaşmamızın sebebi, ekseri insanların “zerre halindeki” rekabet ile merkezileştirilmiş
idare arasında ortalama bir yolun bulunabileceğine inanmakta devam etmeleridir. Gerçekten,
bu şekil de görünüşte son derece akla yakındır ve akıllı insanların en fazla hoşuna gidebilecek
hâl tarzı, ne tamamı ile ademi merkeziyetçi serbest rekabet, ne de tek bir plan dairesinde
topyekün merkeziyetçilik olmayıp, bu iki metodun mahirane bir şekilde mezcedilmesidir.
Fakat bu konuda aklı selim insanı aldatabilir. Rekabet, muayyen bir hadde kadar,
nizamlanmaya tahammül edebilir; fakat rekabeti öldürmeksizin ve istihsale tesirli bir şekilde
rehberlik etmesine mani olmaksızın, rekabet ile plancılığı istediğimiz ölçüde telif etmemize
imkân yoktur. Gerek rekabet, gerekse merkezi idare, tam olmadıkları takdirde gayet fena
neticeler verirler ve iki usulün birbirine karıştırılması her ikisinin de tesirsiz kalması demektir.
Plancılıkla rekabet ancak bir şekilde mezcedilebilir; rekabeti kaldırmak üzere değil,
rekabeti gerçekleştirmek üzere planlar yapmak suretiyle. Tenkit ettiğimiz plancılık, sadece
rekabeti kaldırmaya matuf olan, rekabet sisteminin yerine geçmek isteyen plancılıktır.
Büyük Ütopya
Hiç şüphe yok ki, demokrasilerde ekonomik ekinliklerin merkezden yönetilmesini
isteyenlerin büyük kısmı hala sosyalizm ile bireyselciliğin birlikte yürüyeceğine
inanmaktadır. Geçmişteki büyük mütefekkirlerin çoğunluğu, oysa, sosyalizmi özgürlük için
ölümcül bir tehlike olarak tanımlamışlardı.
Sosyalizmin başlangıçta otoriter bir doktrin olarak doğduğu bugün pek nadiren
hatırlanmaktadır. Oysa Sosyalizm, açıkça Fransız ihtilalinin liberalizmine karşı bir reaksiyon
şeklinde başlamıştır. Modern sosyalizmin temellerini atan Fransız müellifleri, fikirlerinin
ancak diktatörce bir idare sayesinde tatbik edilebileceğine inanmışlardı. Modern “plancı”ların
birincisi olan Saint Simon, kendi planlarına itaat etmeyenlerin “hayvan gibi muamele
göreceklerini” haber vermekten bile çekinmiyordu. Özü itibariyle ferdiyetçi bir müessese olan
demokrasinin sosyalizm ile telif edilemeyeceğini kimse A. De Tocqueville kadar vuzuhla
görememiştir:
Demokrasi ferdî bağımsızlığın sahasını genişletir, sosyalizm ise daraltır. Demokrasi her
insanın kıymetini mümkün olan azamî hadde kadar yükseltir, sosyalizm her insanı bir vasıta,
bir alet, bir rakam hâline getirir. Demokrasi ve sosyalizm yalnız bir kelime ile birbirlerine
bağlıdırlar, müsavat. Fakat aradaki farka dikkat ediniz: demokrasi hürriyet içinde müsavat
sosyalizm ise sıkıntı ve kölelik içinde müsavat ister.
Bu şüpheleri ortadan kaldırmak ve siyasî motorların en kuvvetlisi olan hürriyet
arzusunu kendi arabasına koşabilmek için, sosyalizm gitgide “yeni bir hürriyet” vaat etmek
yolunu tuttu. Sosyalizm “iktisadî hürriyet”i getirecekti, iktisadî hürriyet olmadıktan sonra,
elde edilmiş siyasî hürriyet “muhafaza edilmeye değmez”di.
İleri sürülen delilin akla yakın görünmesi için hürriyet kelimesinin manasında yapılan
kurnazca değişiklik, mühim bir hadisedir. Siyasî hürriyetin büyük havarileri, hürriyetten
bahsederken şunu kastetmişlerdi: her türlü cebirden, başkalarının her türlü keyfî ve indî
muamelelerinden masun olmak, insanları bir amirin emirlerine itaate mecbur eden ve hiçbir
seçim hakkı bırakmayan bağlardan kurtulmak. Halbuki “yeni hürriyet”, her birimizin
yolumuzu serbestçe intihap imkânlarımızı ister istemez ve gayri müsavi surette tehdit eden
harici şartların yüklediği mecburiyetten, her türlü ihtiyaçtan kurtulmak manasına geliyordu.
Bu manada, hürriyet kelimesi iktidar veya servete verilen yeni bir isimden başka bir şey
değildir. Şu halde, yeni hürriyet talebi, aslında, servetin müsavi surette taksimi yolundaki çok
eski talebin isim değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildi.
Planlanmış ekonominin rekabetçi sisteme nazaran, daha fazla miktarda ekonomik
getirisi olacağına dair iddia, bizzat kendi takipçileri tarafından terk edilmektedir. Buna
rağmen plancılığa giden yol boyunca bizi çeken de bu iddianın kendisidir.
Bununla beraber, birkaç yıldan beri, en umulmadık kimseler sosyalizmin önceden
görülmeyen neticeleri hakkındaki eski endişeleri yeniden ortaya atmaya başlamışlardır.
Birbiri ardından birçok müşahitler, beklediklerinin tam aksine olarak, “faşist” rejimdeki
hayatla, “komünist” rejim altındaki hayatın birçok bakımlardan birbirine fevkalade
benzediğini görerek, hayrete düşmüşlerdir. Bir Alman müellifinin (Peter Drucker’ın) dediği
gibi ‘Marksizm yolu ile hürriyet ve müsavata erişmenin mümkün olduğu kanaatinin tamamı
ile yıkılması, Rusya’yı da, Almanya ile aynı yolu tutarak, tamamı ile menfi, totaliter ve gayri
iktisadî bir hürriyetsizlik ve müsavatsızlık nizamına doğru gitmeye mecbur etmiştir. Bu,
komünizm ile faşizmin, özleri itibariyle aynı olduklarını göstermez. Faşizm, komünizmin
sadece bir hayalden ibaret olduğu anlaşıldıktan sonra varılan bir safhadır. Ve gerek Stalin
Rusya’sında, gerekse Hitler’den önceki Almanya’da komünizmin hayal olduğu tahakkuk
etmiştir’.
Pek çok Nazi ve faşist liderlerinin 1933 öncesinde fikrî inkişaflarının seyri de aynı
şekilde manidardır. Bir genç komünisti nazizme veya bir Nazi’yi komünizme geçirmenin
nispeten ne kadar kolay olduğu Almanya’da pek iyi biliniyordu ve bilhassa iki partinin
propagandacıları bunu herkesten daha iyi biliyorlardı. Gerçi, 1933’ten önce Almanya’da ve
1922’den önce İtalya’da, komünistlerle Naziler veya faşistler, diğer partilerle
çarpıştıklarından daha çok kendi aralarında çarpışmışlardır. Çünkü, zihniyet itibariyle aynı
tipte olan kimselerin müzaheretini kazanmak için birbirleriyle rekabet ediyorlar ve birbirlerine
karşı aynı dinin muhtelif mezheplerine mensup olanların kinini besliyorlardı. Fakat fiil ve
hareketleri bu partilerin birbirlerine ne kadar yakın olduklarını göstermektedir. Gerek
komünistler, gerek faşistler için hakiki düşman, kendileriyle hiçbir müşterek noktası olmayan
ve kandırmayı ümit edemeyecekleri insan: eski moda liberal insandır. Nazi gözüyle
komünistler, komünistlerin nazarında Naziler, her ikisi için sosyalistler muhtemel ve
müstakbel azalardır; yanlış bir peygamberin peşine takılmış, fakat iyi mayalı kimselerdir.
Halbuki gerek komünistler, gerek Naziler bilirler ki, ferdî hürriyete hakikaten inananlarla
kendileri arasında hiçbir anlaşma mümkün değildir.
Bize Özgürlük Yolu olarak vaat edilen şey aslında kölelikte biten bir otoyoludur. Bir
demokrasi planlı iktisat yoluna girdiği takdirde, bundan ne gibi neticeler doğacağı kolayca
kestirilebilir. Bu karara takaddüm eden münakaşalar esnasında, plancılığın gayesi, mesela
“umumi refah” gibi müphem bir tabirle ifade edilmiştir. O zaman görülecektir ki planlı iktisat
prensibi üzerinde anlaşmak, planın gayesi hakkında da anlaşmış olmak manasına gelmez.
İnsanların, planın gayesi üzerinde anlaşmaya varmaksızın sadece merkezî bir plancılığın
lüzumlu olduğu hususunda uyuşmaları, tıpkı bir topluluğun, nereye gidileceği hususunda bir
anlaşmaya varmadan, seyahate çıkmaya karar vermesine benzer. Netice şudur: Bu insanların
hepsi, içlerinden çoğunun hiç de istemediği bir seyahat yapmaya mecbur olacaklardır.
Demokratik bir meclisin, alelade bir kanunu müzakere eder gibi, bütün bir iktisat planını
madde madde kabul ve tadil etmesi tamamı ile saçma olur. Milletvekillerinden istenilen şey,
üzerinde anlaşmaları kabil olan hususlarda faaliyette bulunmaları değil, fakat her hususta,
bütün milli kaynakların sevkü idaresi hususunda anlaşmaya varmalarıdır ki takip edilmesi
mümkün müspet faaliyet istikametlerinin sayısı son derece çok olunca, bu istikametlerin
herhangi birisi lehinde çoğunluk teşekkül etmesi için hiçbir sebep yoktur. Parlamento, adım
adım ilerleyerek muayyen bir proje üzerinde anlaşmaya varabilse bile, hiç şüphesiz bu proje
neticede kimseyi tatmin etmeyecektir.
Bu şekilde bir iktisat planı vücuda getirmek, mesela demokratik usullerle bir askeri
harekat planı yapmaktan daha zordur. Ve yavaş yavaş şu kanaat yerleşecektir ki, plancılığı
verimli ve müessir bir şekilde yürütebilmek için, bunun idaresini, “politikacı” lardan alıp,
mütehassıslara, daimî memurlara veya müstakil teşekküllere tevdi etmek lazımdır. Ve hatta
bir demokrasi ekonomik etkinliğin her alanında planlama yapmayı başarsa, yine de bu ayrı
planları tek bir bütüne aktarma problemiyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Fakat planlı
iktisadın lüzumlu olduğu hakkındaki müşterek kanaat kuvvetlendikçe ve plan yapmak
hususunda demokratik meclislerin ehliyetsizliği müşahede edildikçe, hükümete veya herhangi
bir kimseye kendi mesuliyeti altında serbestçe hareket etmek salahiyetinin verilmesini
isteyenler de o nispette artacaktır. “İktisadi diktatörlük” isteği, plancılık yolundaki cereyanın
karakteristik bir safhasıdır.
En iyi ihtimalle, parlamentonun rolü, mutlak iktidarı fiilen elinde tutacak olanları
seçmekten ibaret kalacaktır. Sistem yavaş şu bildiğimiz plebisitli diktatörlüğe doğru
gidecektir: Bu sistemde hükümet şefi zaman halk oyuna müracaat etmek suretiyle mevkiini
muhafaza eder, fakat insanlara dilediği şekilde oy verdirmek için gerekli iktidara da tamamı
ile maliktir.
Bizim belirtmek istediğimiz şey, diktatörlüğün mutlaka hürriyeti ortadan kaldırdığı
değil, fakat planlı iktisadın diktatörlüğe müncer olduğudur; çünkü diktatörlük bir ideali zorla
gerçekleştirmek için en iyi icbar vasıtasıdır; bu itibarla geniş ölçüde planlaştırılmış bir
cemiyet nizamı kurmak için elzemdir. Demokratik usullerle elde edilen bir iktidarın keyfi
olamayacağı düşüncesini haklı gösterecek hiçbir sebep yoktur; bir iktidarı keyfî olmaktan
alıkoyan şey, bu iktidarın kaynağı değil, sınırlarıdır. Hakiki bir “proletarya diktatörlüğü” şekil
itibariyle demokratik de olsa, iktisadî faaliyetin merkezden idaresine kalkıştığı gün, ferdî
hürriyeti tamamen yok etmek hususunda herhangi bir mutlakıyet rejiminden herhalde geri
kalmayacaktır.
Ferdî özgürlük, tüm toplumun sürekli olarak tabi kılınmak istendiği tek bir amacın
egemenliği ile bağdaşmaz. Bunun tek istisnası, savaş ve geçici felaket anlarıdır. Ancak bu
istisnai durumlardadır ki özgür toplum çok acil ve zorunlu bir nedenle tek bir hedefe tabi
kılınabilir. Bu, uzun dönemde özgürlüğümüzü korumamız için ödememiz gereken bir fiyattır.
Bu yüzdendir ki savaş zamanlarının moda olan ifadelerinin barış zamanında da geçerli
olabileceğini düşünmek çok yanıltıcı olacaktır. Gelecekte daha güvenceli olabilmesi için,
geçici olarak özgürlüğümüzün feda edilmesi düşünülebilir. Ancak, aynı şey hayatı sürekli
olarak düzenlemeyi amaçlayan bir sistem için söylenemez.
Sosyalizmden faşizme geçişi yakından müşahede etmiş olan birçok insanlar bu iki rejim
arasındaki akrabalığı gitgide daha açık bir şekilde anlamışlardır. Sosyalizmin gerçekleşmesi
hürriyetin imhası demek olacaktır. Son nesillerin büyük ütopyası, demokratik sosyalizm,
basitçe imkansızdır.
En Kötüler Neden Zirvede?
Bir İngiliz faşist sistemi, İtalyan ve Alman modellerinden elbette farklı olacaktır.
Şiddete başvurmadan gerçekleştirilecek bir dönüşümle daha iyi bir lider tipine ulaşmamız da
mümkündür. Ancak, bunun anlamı, faşist İngiliz sisteminin öteki benzerlerinden daha farklı
ve hoşgörülü olması değildir. Bize mevcut totaliter sistemin en kötü çizgileri olarak görünen
şeylerin, bu sistemin tesadüfi yan ürünleri olmayıp, totalitarizmin eninde sonunda mutlaka
yaratacağı bir fenomen olduğunu düşündüren güçlü nedenler vardır. Tıpkı bir demokrat devlet
adamının, ekonomik hayatı planlamaya koyulduktan sonra, ya diktatörce güçlerle donatılmak
ya da plandan vazgeçmek ikilemiyle karşılaşması gibi totaliter lider de kendisinin geleneksel
moral değerlerle, başarısızlık arasında tercih yapma zorunda kaldığını görecektir. Toplumda,
vicdansız ve hukuk tanımayan insanların totalitarizme daha yatkın olmaları tesadüfi değildir.
Bunu göremeyen bir insan, totalitarizmi liberal rejimden ayıran sınırın genişliğini ve
kollektivizm ile özellikli bireyci Batı Uygarlığı arasındaki manevi iklim farkını kolay kolay
anlayamaz.
Totaliter bir rejimi halkın tümüne kabul ettirebilme şansı, liderin etrafında, başkalarına
zorla kabul ettirilecek totaliter disiplini gönüllü olarak kabul etmeye hazır bir grubu toplama
şansına bağlıdır. Sosyalizmin, ancak sosyalistlerin çoğunun benimsedikleri metotlarla
gerçekleştirilebileceğinin anlaşılması, kuşkusuz pek çok sosyal reformcunun geçmişten
aldıkları en önemli derstir. Eski sosyalist partiler, sadece demokratik idealleri frenlemektedir.
Ayrıca bu partilerin, üstlendikleri misyonu gerçekleştirmenin gerekli kıldığı acımasızlıkları da
yoktur. Ancak, ilginçtir ki, gerek Almanya gerekse İtalya’da, faşizmin başarısını hazırlayan
şey her iki ülkede de sosyalist partilerin hükümet sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmeleri
olmuştur. Bu partiler daha önce topluma tanıttıkları ve kendilerine kapıyı araladıkları
yöntemleri uygulamaktan kaçınmışlar ve toplumun tümünün organizasyonunu
başarabileceğine inandıkları bir plan üzerinde çoğunluk desteği sağlamak gibi bir mucizeyi
beyhude beklemiş durmuşlardır. Oysa bazıları, planlanmış bir toplumda halkın çoğunluğunun
hangi konularda mutabık olacağının önemli olmadığını, önemli olanın, üyeleri sorunların
çözümünde aynı yönde hareket eden bir özel grubun ne düşündüğü olduğunu çoktan
öğrenmişlerdi bile.
Böyle güçlü, kalabalık ve homojen görüşlü bir grubun toplumun en iyi değil, aksine en
kötü insanlarınca yaratıldığını açıklayan üç ana neden vardır. Bir kere, genellikle insanların
öğrenim ve algılama düzeyleri geliştikçe görüşleri ve zevkleri de farklılaşmakta, belli bir
değerler hiyerarşisinde uzlaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, düşünce sisteminde
aşırı bir benzeşmeye varabilmek için, ilkel içgüdülerin, basit ve yaygın zevklerin geçerli
olduğu, düşük moral ve entellektüel standartların belirlediği sosyal katmanlara inmek gerekir.
Halkın çoğunluğu düşük moral standartlara sahip olmasa bile, değerleri birbirine çok
benzeyen büyük bir kesimin standardının düşük olduğu bir gerçektir.
Şimdi artık ikinci bir aşamaya gelinmiştir. Birinci grup liderin arzularına yeterli desteği
verebilecek kadar büyük olamayacağı için, lider sayıyı yükseltmek zorunda kalacaktır.
Potansiyel diktatör için, kendine özgü sağlam düşünce sistemi gelişmediği için kulağına
düzenli aralıklarla ve şiddetle tekrarlandığında, hazır mamul değerleri aynen almaya amade,
uysal ve saf insan yığınlarının desteğini kazanmak, artık sorun olmaktan çıkmıştır. Desteği
kazanılacak olan bir grup, fikirleri yeterli netliğe ulaşamadığı için kolaylıkla yeniden ve
istenilen doğrultuda şekillendirilecek, heyecan ve tutkuları da zaten yeterince kabartıldığından
totaliter partinin saflarına katılarak onu kısa zamanda genişletmeye başlayacaktır.
Üçüncü ve son olarak, destekçilerini tek bir vücut halinde tutabilmek için Liderin
insanoğlunun bilinen bir zayıflığına başvurması gerekecektir. Genellikle, insanları pozitif
misyon programlarından çok negatif programlar üzerinde, sözgelimi, zenginlere husumet veya
düşmana karşı kin yaratarak örgütleme gibi çizgiler üzerinde birleştirebilmek kolaylığı adeta
bir insan doğası yasasıdır.
“Biz” ile “onlar” arasındaki çelişki, grup dışındakilere karşı ortak bir savaş hedefi, bir
grubu belli bir akide çerçevesinde en fazla kaynaştıran temel temadır. Almanya’daki
“Yahudi” veya Rusya’daki “Kulak” gibi harici ve dahili düşman, totaliter liderin en
vazgeçilmez temaları olmuştur. Her durumda bu, geniş halk yığınlarının sadece politik
desteğini değil, kayıtsız şartsız sadakatını isteyen kişiler tarafından daima uygulanan bir
yöntem olagelmiştir.
Totaliter bir grubun yaşayabilmesi ve ilerleme göstermesi ancak etik olmayan
davranışların kabul görmesine dayanır. Amacın aracı meşrulaştırması ilkesi bireyci etikte tüm
ahlâk sisteminin inkarı anlamına gelirken, kollektivist etikte yüce bir kural haline gelir.
“Bütünün iyiliği” ne hizmet edecekse, tutarlı bir kollektivist her şeyi yapmaya hazırdır. Çünkü
“bütünün iyiliği” onun için ne yapılması gerektiğini gösteren tek kriterdir.
Birey toplum veya millet gibi daha yüksek varlıkların emrinde sadece bir araç olarak
algılanırsa, totaliter rejimlerin bizi dehşete düşüren özelliklerinin zorunlu özellikler olduğunu
kabul etmek gerekir. Kollektif açıdan hoşgörüsüzlük veya muhalifin vahşi bir şekilde ortadan
kaldırılması, bireyin özel hayatına ve mutluluğuna kayıtsızlık, bu temel mantığın kaçınılmaz
sonucudur. Bazı vahşi eylemler insanî duygularımızda isyana yol açsalar bile, bir politika
aracı olarak kullanıldığında, kurbanlar hariç hemen hemen herkes tarafından tasvip
görebilmektedir. Tutsakların kurşuna dizilmesi, hasta ve yaşlıların katledilmesi, kadınların
üreme amacıyla askere alınmaları, yüz binlerce kişinin yerlerinden sökülerek sürgüne
gönderilmeleri gibi acı eylemler savaş dönemlerinde yaşanan kitlesel histerinin onayladığı
eylemler olarak bilinir. Oysa, kollektivistin gözünde bu tür eylemler, toplumun ortak amacını
gerçekleştirebilmeye yönelik bir politikaya hizmet edebildiği ölçüde, olağan sayılması
gereken eylemlerdir.
Totaliter bir rejimi halkın tümüne kabul ettirebilme şansı, liderin etrafında, başkalarına
zorla kabul ettirilecek totaliter disiplini gönüllü olarak kabul etmeye hazır bir grubu toplama
şansına bağlıdır. Sosyalizmin, ancak sosyalistlerin çoğunun benimsedikleri metotlarla
gerçekleştirilebileceğinin anlaşılması, kuşkusuz pek çok sosyal reformcunun geçmişten
aldıkları en önemli derstir. Eski sosyalist partiler, sadece demokratik idealleri frenlemektedir.
Ayrıca bu partilerin, üstlendikleri misyonu gerçekleştirmenin gerekli kıldığı acımasızlıkları da
yoktur. Ancak, ilginçtir ki, gerek Almanya gerekse İtalya’da, faşizmin başarısını hazırlayan
şey her iki ülkede de sosyalist partilerin hükümet sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmeleri
olmuştur. Bu partiler daha önce topluma tanıttıkları ve kendilerine kapıyı araladıkları
yöntemleri uygulamaktan kaçınmışlar ve toplumun tümünün organizasyonunu
başarabileceğine inandıkları bir plan üzerinde çoğunluk desteği sağlamak gibi bir mucizeyi
beyhude beklemiş durmuşlardır. Oysa bazıları, planlanmış bir toplumda halkın çoğunluğunun
hangi konularda mutabık olacağının önemli olmadığını, önemli olanın, üyeleri sorunların
çözümünde aynı yönde hareket eden bir özel grubun ne düşündüğü olduğunu çoktan
öğrenmişlerdi bile.
Böyle güçlü, kalabalık ve homojen görüşlü bir grubun toplumun en iyi değil, aksine en
kötü insanlarınca yaratıldığını açıklayan üç ana neden vardır. Bir kere, genellikle insanların
öğrenim ve algılama düzeyleri geliştikçe görüşleri ve zevkleri de farklılaşmakta, belli bir
değerler hiyerarşisinde uzlaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, düşünce sisteminde
aşırı bir benzeşmeye varabilmek için, ilkel içgüdülerin, basit ve yaygın zevklerin geçerli
olduğu, düşük moral ve entellektüel standartların belirlediği sosyal katmanlara inmek gerekir.
Halkın çoğunluğu düşük moral standartlara sahip olmasa bile, değerleri birbirine çok
benzeyen büyük bir kesimin standardının düşük olduğu bir gerçektir.
Şimdi artık ikinci bir aşamaya gelinmiştir. Birinci grup liderin arzularına yeterli desteği
verebilecek kadar büyük olamayacağı için, lider sayıyı yükseltmek zorunda kalacaktır.
Potansiyel diktatör için, kendine özgü sağlam düşünce sistemi gelişmediği için kulağına
düzenli aralıklarla ve şiddetle tekrarlandığında, hazır mamul değerleri aynen almaya amade,
uysal ve saf insan yığınlarının desteğini kazanmak, artık sorun olmaktan çıkmıştır. Desteği
kazanılacak olan bir grup, fikirleri yeterli netliğe ulaşamadığı için kolaylıkla yeniden ve
istenilen doğrultuda şekillendirilecek, heyecan ve tutkuları da zaten yeterince kabartıldığından
totaliter partinin saflarına katılarak onu kısa zamanda genişletmeye başlayacaktır.
Üçüncü ve son olarak, destekçilerini tek bir vücut halinde tutabilmek için Liderin
insanoğlunun bilinen bir zayıflığına başvurması gerekecektir. Genellikle, insanları pozitif
misyon programlarından çok negatif programlar üzerinde, sözgelimi, zenginlere husumet veya
düşmana karşı kin yaratarak örgütleme gibi çizgiler üzerinde birleştirebilmek kolaylığı adeta
bir insan doğası yasasıdır.
“Biz” ile “onlar” arasındaki çelişki, grup dışındakilere karşı ortak bir savaş hedefi, bir
grubu belli bir akide çerçevesinde en fazla kaynaştıran temel temadır. Almanya’daki
“Yahudi” veya Rusya’daki “Kulak” gibi harici ve dahili düşman, totaliter liderin en
vazgeçilmez temaları olmuştur. Her durumda bu, geniş halk yığınlarının sadece politik
desteğini değil, kayıtsız şartsız sadakatını isteyen kişiler tarafından daima uygulanan bir
yöntem olagelmiştir.
Totaliter bir grubun yaşayabilmesi ve ilerleme göstermesi ancak etik olmayan
davranışların kabul görmesine dayanır. Amacın aracı meşrulaştırması ilkesi bireyci etikte tüm
ahlâk sisteminin inkarı anlamına gelirken, kollektivist etikte yüce bir kural haline gelir.
“Bütünün iyiliği” ne hizmet edecekse, tutarlı bir kollektivist her şeyi yapmaya hazırdır. Çünkü
“bütünün iyiliği” onun için ne yapılması gerektiğini gösteren tek kriterdir.
Birey toplum veya millet gibi daha yüksek varlıkların emrinde sadece bir araç olarak
algılanırsa, totaliter rejimlerin bizi dehşete düşüren özelliklerinin zorunlu özellikler olduğunu
kabul etmek gerekir. Kollektif açıdan hoşgörüsüzlük veya muhalifin vahşi bir şekilde ortadan
kaldırılması, bireyin özel hayatına ve mutluluğuna kayıtsızlık, bu temel mantığın kaçınılmaz
sonucudur. Bazı vahşi eylemler insanî duygularımızda isyana yol açsalar bile, bir politika
aracı olarak kullanıldığında, kurbanlar hariç hemen hemen herkes tarafından tasvip
görebilmektedir. Tutsakların kurşuna dizilmesi, hasta ve yaşlıların katledilmesi, kadınların
üreme amacıyla askere alınmaları, yüz binlerce kişinin yerlerinden sökülerek sürgüne
gönderilmeleri gibi acı eylemler savaş dönemlerinde yaşanan kitlesel histerinin onayladığı
eylemler olarak bilinir. Oysa, kollektivistin gözünde bu tür eylemler, toplumun ortak amacını
gerçekleştirebilmeye yönelik bir politikaya hizmet edebildiği ölçüde, olağan sayılması
gereken eylemlerdir.
Totaliter bir devletin işlerinin yürütülmesinde bireyin çirkin işleri maruz görmesi
yetmez, ondan aynı zamanda kendisi için saptanmış hedeflere ulaşma yolunda, o zamana
kadar tanıdığı bütün ahlâk kurallarını ihlal etmeye hazır olması da istenir. Bizim ölesi yetmez,
ondan aynı zamanda kendisi için saptanmış hedeflere ulaşma yolunda, o zamana kadar
tanıdığı bütün ahlâk kurallarını ihlal etmeye hazır olması da istenir. Bizim ölçülerimize göre
iyi diyebileceğimiz insanları totaliter devlet çarkının önderliğine özendiren nedenlerin
yanında, kaba ve vicdansız insanları teşvik eden özel fırsatlar vardır. Ne Gestapo, ne
Propaganda Bakanlığı, ne de SA ve SS (veya İtalyan ve Rus benzerleri) insani duygulara
sahip insanlara uygun yerlerdir. Ne var ki totaliter bir ülkede bu gibi yerler en yüksek
makamlara götüren yerlerdir.
Seçkin bir Amerikalı iktisatçının kollektivist bir ülkede otoriter makamların
yapabileceği işleri kısaca saydıktan sonra vardığı sonuç ilginçtir ‘Bu işleri isteseler de
istemeseler de yapmak zorundadırlar. İktidardaki insanların iktidar erkinden ve
uygulamasından hoşlanmaması olasılığı son derece yumuşak kalpli bir insanın bir esir
kampında kırbaç kullanmayı gerektiren bir işi seçme arzusuna sahip olma olasılığı kadardır.’
Burada bir başka önemli nokta Kollektivizmin gerçeğin sonu anlamına geldiğidir.
Totaliter bir sistemi etkin bir şekilde işletebilmek için herkesin aynı amaçlar uğruna zorla
çalıştırılması şart değildir, yeter ki halk bu amaçları kendi özel amaçları gibi benimsesin. Bu
başarının sırrı aslında değişik propaganda yöntemleri ve bilgi kaynaklarının fiilen tek bir
merkezden kontrol edilmesidir.
Halka, bundan böyle onun hürmet ve hizmet etmesi beklenen değerleri kabul ettirmenin
en etkili yolu, onu, bunların, onun bir zamanlar sahip olduğu, fakat yeterince anlayıp
tanıyamadığı değerlerden farklı olmadığına inandırmaktır. Bu amaçla kullanılacak en etkin
teknik, eski kelimeleri kullanmak, ancak anlamlarını değiştirmektir. Totaliter rejimlerin,
ideallerini ifade eden kelimelerin anlamlarını değiştirerek mevcut dili bozma eğilimlerinin
önemini, olayları ancak yüzeysel olarak görebilen insanlar kavrayamazlar. Bu, yaratılan yeni
entellektüel bulanıklığın karakteristik özelliğidir.
Bu bakımdan en çok acı çekmiş kavram “özgürlük” tür. Bu kavram totaliter devletlerde
de başka yerlerde olduğu gibi rahatlıkla kullanılmaktadır. Bizim anladığımızdan çok farklı bir
şekle sokulmuş ve halka sürekli olarak vaadedilen özgürlük adına tahrip edilmiştir. Hatta
aramızda “toplum için kollektif özgürlük” vaadeden “özgürlük plancıları” vardır. Böyle bir
özgürlük anlayışı, en az totaliter politikacıların telaffuz ettikleri özgürlük kadar yanıltıcıdır.
Bize sundukları “kollektif özgürlük”, toplum üyelerinin özgürlüğü değildir, toplumu istediği
gibi değiştirebilmesi için planlamacılara tanınmış bir özgürlüktür. Sonunda iktidar ile
özgürlüğün karıştırıldığı bir noktaya gelinmiştir.
Kuşkusuz, halkın büyük çoğunluğunu bağımsız düşünceden mahrum etmek güç bir iştir.
Ancak eleştirmeye eğilimli bir azınlık mutlaka susturulmalıdır. Kamu kesiminin eleştirisi
veya etkinliği konusundaki şüphe ifadeleri halkın desteğini zayıflatacağı gerekçesiyle
yasaklanacaktır. Sidney ve Betrice Webbs raporunda, her Rus işletmesi için şu ilkenin geçerli
olduğundan söz etmişti: “İşler gelişme yolundayken, planın başarılı olamayacağı ile ilgili en
ufak bir kuşku, çalışan kadronun çalışma şevk ve arzusunu zayıflatıcı olumsuz etkileri
yüzünden ihanet olarak kabul edilecektir.”
Bu durum, hiçbir politik boyutu olmayan, en soyut bilimsel alanlarda bile geçerli
olabilmektedir. Rölativite teorisinin Hristiyan ve Nordik fiziğe Yahudi saldırısı olarak veya
diyalektik materyalizm ve Marksist dogmayla çatışmalı bir teori olarak takdimi farklı şeyler
değildir. Onlara göre her eylem, ancak bilinçli bir sosyal amacın ürünüyse haklı görülebilirdi.
Kendiliğinden gelişen, yönlendirilmemiş bir eylem, planın öngörmediği olaylara yol
açabileceğinden yasaklanmalıydı.
Bu prensip çeşitli oyun ve eğlence türlerine kadar genişletilebilir. “Satranç oyunundaki
tarafsızlığa kesin olarak son vermeliyiz” mesajının, Almanya’daki satranççılara mı yoksa
Rusya’daki satranççılara mı verildiğinin cevabının tahminini okuyucuya bırakıyorum. Satranç
uğruna satranç, tıpkı sanat uğruna sanat gibi mahkum edilmeliydi.
Belki daha da düşündürücü olan şey, düşünce özgürlüğünün sadece totaliter sistem
kurulduktan sonra küçümsenmeye başlaması değil, aynı eğilimin, hâlâ liberal olan rejimlerde
bile, entelektüel önderler olarak alkışlanan kollektivist inancı benimsemiş kişiler arasında da
görülebilir olmasıdır. Bunlar, sosyalizm adına yapıldığında en şiddetli baskılara bile göz
yumarak totaliter bir sistemi açıkça savunabilmekte, kollektif hoşgörüsüzlüğü göklere
çıkarabilmektedirler. Aklı yüceltmeye yönelen kollektivist düşüncenin trajedisi, gelişme
sürecini yanlış algılaması yüzünden, sonunda onu tahrip etmesidir.
Kollektivizmin ilerlemesi ile gündeme gelen ahlaki değerlerdeki değişimin bir boyutu
da bir zamanlar İngiliz ve Amerikan halkının sahip olmakla haklı olarak övündüğü değerlere
artık daha az saygı gösterilmesi ve bu değerlerin giderek yok olmasıdır. Bu değerler,
bağımsızlık, kendine güven, şahsî teşebbüs, mahalli sorumluluk, gönüllü faaliyetlere güven,
komşusuna ve farklı düşünen kişiye hoşgörü, gelenek ve göreneklere saygı, güç ve otoriteye
kuşku gibi özgün değerlerdir. Ne var ki, İngiliz ve Amerikan moral dehasına vücut veren,
İngiltere’nin moral iklimini yaratan, millî karakterine yön veren gelenek ve kurumlar,
kollektivist gelişmenin ve dolayısıyla merkezci eğilimlerin en fazla tehdit ve tahrip ettiği
şeylerdir.
Plânlı İktisat ve Kanun Hakimiyeti Prensibi
Bir memleketin hür olduğunu gösteren ve onu keyfi surette idare edilen memleketlerden
ayıran en emin kıstas, “Kanun Hakimiyeti” kaidesi diye anılan büyük prensiplere hürmet
edilmesidir. Teknik teferruat bir tarafa bırakılırsa, bunun ifade ettiği mana şudur: Hükümet,
bütün faaliyet ve hareketlerinde, sabit ve önceden ilan edilmiş bir takım kaidelerle bağlıdır;
öyle kaideler ki, icra kuvvetinin, belli durumlarda belli bir şekilde hareket edeceğini önceden
kesin olarak görmek imkânını temin ederler. Oyunun kaideleri bu suretle önceden belli
olunca, fert, bu kaideler dairesinde, serbestçe kendi gayelerini takibeder. Bilir ki, hükümet
iktidarı, şahsî gayretlerinin semerelerini ulu orta elinden almak yolunda kullanılmayacaktır.
Kollektivist planlı iktisat, tabiatıyla, bunun tamamı ile zıddı olan bir sistem doğurur.
Plana hakim olan makam, şüphesiz, meçhul kimselerin istedikleri şekilde istifade
edebilecekleri umumi faaliyet imkânları hazırlamakla iktifa edemez. Beslenecek domuzların
adedini, hizmete çıkarılacak otobüslerin sayısını tespit etmek, işletilecek kömür madenlerini
seçmek, ayakkabıların kaça satılacağını tayin etmek zorunda olan bir hükümet bu kararlarını
sabit prensiplere istinad ettiremeyeceği gibi, çok önceden karar almak imkânına da sahip
değildir. Verilecek kararlar ister istemez o anın hal ve şartlarına tabi olacak ve bazı grupların
veya şahısların menfaatleri zaruri olarak başkaları lehine feda edilecektir.
Hangi menfaatların tercihi icabedeceğini, nihai olarak muayyen bir şahsın görüşü tayin
edecektir: bu “görüş”, adeta memleketin kanunları arasında yer alacaktır. Böylece, bilinen bir
gerçektir ki devlet ne kadar çok planlama yapacak olursa bireyler için plan yapmak o kadar
çok zor olacaktır. Belirli kanunlar veya adalet mefhumu ile ampirik kaideler arasında
yaptığımız şu tefrik, çok mühim ve fiiliyatta sınırlarının vuzuhla çizilmesi son derece güç olan
bir tefriktir. İki rejim arasındaki fark, seyrüseferin tanzimi hususundaki şu iki telakki
arasındaki farkın aynıdır: ya yollara bir takım işaretler konur, yahut ta herkese takip edeceği
yol emredilir.
Fakat, hükümet siyasetinin muayyen insanlar üzerindeki tesirlerinin tamamı ile bilindiği
ve hükümetin bizzat o tesirleri yaratmak gayesini güttüğü bir memlekette, devletin tarafsız
kalması asla mümkün değildir. Devlet, ister istemez, taraf tutmak, kendi takdirlerini,
kanaatlarını vatandaşlara zorla kabul ettirmek ve onların şahsî hedefleri uğrundaki gayretlerini
kolaylaştıracak yerde, onları kendi tayin edeceği hedeflere sevk etmek yoluna gidecektir.
Böyle olunca, devlet, insan şahsiyetinin kabil olduğu kadar tam bir şekilde gelişmesi için
kurulmuş ütiliter bir makine olmaktan çıkar, bizatihi bütün meselelere müteallik kanaatlarını bu kanaatler ister ahlâkî, ister son derece gayri ahlâkî olsunlar- kendi mensuplarına zorla
kabul ettiren bir müessese halini alır. Plancılığın, zarurî olarak, fertlerin ihtiyaçları arasında
bile bile tefrikler yapılmasını ve bazı insanlar için mübah olan şeylerin başkalarına yasak
edilmesini gerektirdiği her türlü şüpheden uzaktır.
Keyfî idarenin zıddı olan “kanun karşısında eşitlik”, ancak “umumi” hukuk kaidelerinin
hükümranlığı ve iktidardaki otorite tarafından tayin edilen bir takım imtiyazlı insan
zümrelerinin bulunmaması sayesinde gerçekleştirilebilir. Çok manidar ve karakteristik bir
nokta vardır: sosyalistler (ve Naziler), “münhasıran” şeklî olan adaletten, insanların maddi
durumlarını hesaba katmayan hukuk nizamından daima şikayet etmişler, “hukukun
sosyalistleştirilmesi”ni istemişler ve hakimlerin bağımsızlığına hücumda bulunmuşlardır.
İktisadi faaliyetin merkezi bir idareye bağlanmasını sağlamak için kanunun, tüm
kanundışı uygulamaları yasallaştırması zaruridir. Her bakanlığa veya her makama doğru
gördükleri her şeyi yapmak müsaadesini veren bir kanun çıkarıldığı takdirde, bu bakanlık
veya makamların bütün hareketleri kanunen meşru olacaktır; fakat bu icraatın Hukukun
Hakimiyeti kaidesine tabi olduğu söylenemez. Hükümete hudutsuz salahiyet verilmek
suretiyle, en indi bir idare tarzı meşru kılınabilir. Böylece, demokratik bir nizam, tahayyül
edilebilecek en koyu despotizme yol açabilir.
Hukukun Hakimiyeti kaidesi ancak liberal çağda şuurlu bir tekamüle mazhar olmuştur;
hürriyetin sadece teminatı değil, hukuki teşahhusu olan bu kaide, o çağın en büyük
eserlerinden biridir. Kant’ın formülüne göre (ondan önce, Voltaire de aşağı yukarı aynı
ifadeyi kullanmıştı): “İnsan kanunlardan başka hiç kimseye itaat etmek mecburiyetinde
olmadığı müddetçe hürdür.”
Plâncılığın Önüne Geçilemez mi?
Dikkate değer bir vakıa vardır; merkezi plancılığın arzu edilecek bir şey olduğunu
söylemekle iktifa eden plancılar pek azdır. Ekseri plancılar, artık iki şıktan birini seçmemize
imkân kalmadığını ve irademizin dışındaki bir takım şartların tazyiki ile rekabetin yerine
plancılığı ikame etmek zorunda bulunduğumuzu iddia etmektedirler.
Modern medeniyetin karmaşıklığının, merkezi yönetim dışında etkili olarak
ilgilenemeyeceğimiz sorunları beraberinde getirmiş olduğu iddiası çalışan rekabet ortamının
tamamen yanlış temsiline dayandırılmaktadır. Yeni yolumuza, kendi irademizle değil, fakat
artık geri çeviremeyeceğimiz ve önüne geçmek istemeyeceğimiz teknik değişmeler
dolayısiyle rekabetin kendi kendine tasfiyeye uğraması yüzünden girmiş olduğumuz efsanesi,
durmadan ve azimle tekrarlanmaktadır.
Bir tek insanın veya bir tek heyetin bütün vakıaları kavramasına imkân verecek kadar
basit bir durumda, kontrol ve plancılık kolayca ve faydalı bir şekilde tatbik edilebilirdi. Fakat
gözönünde tutulması icap eden faktörler, hepsini bir bakışta kavramaya imkân vermeyecek
kadar çoğaldığı zaman ve asıl bu takdirde, ademi merkeziyetçilik zaruri bir hal alır. Muhtelif
emtianın arz ve talebi üzerinde mütemadiyen tesir yapmakta bulunan değişikliklerin bütün
teferruatını tamamiyle bilecek; bu bilgileri kafi derecede süratle toplayıp yapabilecek bir
“merkez” mevcut olamayacaktır.
Rekabet rejiminde fiyat sisteminin yaptığı şey tüm alakalı bilgiyi kaydetmektir ve bu işi
başarmayı vaadeden başka hiçbir sistem mevcut değildir. Fiyat sistemi, müteşebbislere, bir
pilotun bazı kadranları gözetlemesi gibi, bir takım fiyatların seyrini gözetlemek suretiyle
kendi faaliyetlerini diğer müteşebbislerin faaliyetlerine intibak ettirmek imkânını sağlar.
İktisadi meselenin böyle ademi merkeziyetçilik ve otomatik koordinasyon yoluyla halli
metoduna kıyasen, doğrudan doğruya merkezden idare metodu inanılmayacak kadar kaba,
mahdut verimli ve iptidaidir. Mübalağaya düşmeden iddia edilebilir ki, sanayiimizin inkişafı
için merkezileştirilmiş plancılığa güvenmek zorunda kalsaydık, bu sanayi hiçbir zaman bugün
vasıl olduğu farklılaşma, mûdillik ve kıvraklık derecesine erişemezdi. İş bölümünün modern
medeniyetin doğmasına imkan verecek bir dereceye vasıl olmasını, bu iş bölümünü şuuri
olarak yaratmak ihtiyacını hissetmemiş bulunmamıza ve iş bölümünü düşüne düşüne
yapılabileceğinden çok daha ileri götürmek imkânını sağlayan bir metodu insanın tesadüfen
bulmuş olmasına borçluyuz. Mûdillik derecesinin artması, bundan dolayı, tek merkezden
idare metodunu daha gerekli kılmak bir yana, bilinçli kontrole dayanmayan bir usul
kullanmaya bizi bir kat daha icbar etmektedir.
Teknik değişmeler, birçok sahalarda, gittikçe genişleyen bir ölçüde rekabet imkânını
ortadan kaldırmış olduğundan, artık istihsalin hususi inhisarlar tarafından kontrolü yahut
hükümetçe idaresi şıklarından birini seçmeye mecbur bulunuyoruz. Tekelin büyümesi, oysa
teknolojik ilerlemenin bir doğal sonucu olmaktan çok bir çok ülkede uygulanan politikaların
sonucu olara karşımıza çıkmaktadır.
Bu sahada son zamanlarda yapılan en geniş inceleme, Amerika Birleşik Devletleri’nde
Geçici Milli İktisat Komitesi’nin İktisadî Kuvvetin Temerküzü hakkında yaptığı tetkiktir.
Liberalizme tarafgirlik etmekle suçlandırılmasına hiç de imkân bulunmayan bu komite, nihai
raporunda şu hükme varmaktadır:
Büyük teşebbüslerin randıman üstünlüğü ispat edilmiş değildir; rekabeti ortadan
kaldıracağı söylenen üstünlükler birçok sahalarda kendini gösterememiştir. Seri hâlindeki
imalatın faydalarının ister istemez rekabeti ortadan kaldıracağı hükmünü kabule imkan
yoktur. Şunu da ilave edelim ki, inhisar, ekseriya, büyük teşebbüslerde maliyet fiyatının
düşmesinden dolayı değil, başka sebeplerle teessüs etmektedir. İnhisar gizli anlaşmalarla
kurulmakta ve devlet kuvvetleri tarafından teşvik edilmektedir. Bu anlaşmalar ilga edilir ve
güdülen siyasetin istikameti değiştirilirse, rekabet yeniden canlanabilir.
İnhisar kurmak isteyenlerin nasıl daima devlet kuvvetlerinin yardımını istediklerini ve
ekseriya buna nail olduklarını müşahede edenler, bu tekamülün hiç de önüne geçilemeyecek
bir cereyan olmadığını anlarlar. Birleşik Amerika’da son derece himayekâr bir siyaset
sayesinde inhisarcı sistem büyüme imkanı bulmuştur. Sonradan kapitalizmin zaruri
inkişafının tipik bir örneği olarak gösterilmeye başlanan Almanya’da, kartellerin ve
sendikaların gelişmesi 1878’den beri sistematik bir siyasetle bile bile teşvik edilmiştir.
Almanya’da devlet yardımıyla yapılan bu ilk “ilmî plancılık” ve “sanayiin şuurla
teşkilatlandırılması” tecrübesi, dev inhisarların doğmasına yol açmıştır. Almanya’da,
rekabetin ortadan kaldırılması bile bile takip edilen kasti bir siyasetin neticesi olmuştur ve bu
iş, bugün adına plancılık dediğimiz ideal uğruna yapılmıştır.
Monopolü tehlikeli hâle getiren, bu işte çıkarı olan birkaç kapitalist değil,
monopolcünün kendi kazancına ortak ettiği çok sayıda insanın yanında sanayinin tekelci
örgütlenişini destekleyen iki güçlü grubun, örgütlü sermaye ve örgütlü işgücü, politikalarıdır.
Monopolün zamanımızdaki temel büyüme nedeni, örgütlü sermaye ile örgütlü işgücünün,
toplumun, özellikle, en az örgütlenebilmiş sanayi kesimi işçisi ve işsizlerden oluşan en yoksul
kesimlerin aleyhine olmak üzere yüksek monopol kârlarını paylaşmak konusundaki amaçlı
işbirliğidir. Bunun yanında bu hareketin kaçınılmaz olduğuna inanmamızı gerektirecek hiçbir
sebep yoktur.
Demek ki, plancılığa doğru gidiş, isteyerek benimsenen bir hareket tarzının neticesidir
ve bizi buna icbar eden hiçbir harici zaruret yoktur.
Planlı İktisat Bizi Kaygılarımızdan Kurtarır mı?
Kurmak istedikleri nizamın ameli veçhelerini ciddi surette incelemiş olan plancılık
taraftarları, güdümlü iktisadın az çok totaliter vasıtalarla idare edilmesi lazım geldiği
hususunda pek şüphe beslemezler. Karşılıklı olarak birbirlerine bağlı faaliyetlerden mürekkep
mûdil bir sistemin şuuri bir şekilde idaresi, ancak mahdut bir mütehassıslar heyeti tarafından
sağlanabilir. Nihai mesuliyet ve iktidar, bir başkomutana ait olmalı ve bu şefin hareketleri
demokratik usullerle kösteklenmemelidir. Plancılık taraftarları, otoriter nizamın “sadece”
iktisadî meselelere münhasır kalacağını söyleyerek bizi teselliye çalışmaktadırlar. Bu gibi
teminatların yanı sıra, hayatımızın en ehemmiyetsiz veçhesini teşkil eden veya etmesi lazım
gelen sahalarda hürriyetten vazgeçmek suretiyle, daha yüksek kıymetlere müteallik
faaliyetlerimizde hürriyetimizi artırmamız yolunda, bazı telkin ve tavsiyeler de yapılmaktadır.
Bu gibi mühalazalarla, siyasi diktatörlükten nefret eden birçok kimselerin iktisadî sahada
diktatörlüğe taraftar oldukları sık sık görülür.
Bu deliller en iyi, en temiz insiyaklarımıza hitap eder. Plancılık bizi adi ve küçük
kaygılarımızdan kurtarabilir ve şahsiyetimizin tam bir gelişmeye kavuşmasını, yüksek
meşguliyetlerle, tefekkürle uğraşmamızı kolaylaştırabilirse, böyle bir ideali kötülemeye kim
cesaret edebilir?
Maalesef, iktisadî gayeler hayatın diğer gayelerinden tamamı ile müstakil değildir.
Günlük konuşmalarda hatalı olarak “iktisadî saik” adı verilen şey, hakikatte, önce muayyen
olmayan bir takım değişik gayelere vasıl olmak için istenilen umumi imkânlardan, iktidar
arzusundan başka bir şey değildir. Para sahibi olmak için mücadele etmemiz, gayretlerimizin
semeresinden istifade etmek hususunda paranın bize en mütenevvi imkânları vermesindendir.
Modern cemiyette, nispi fakirliğimizin bize daimi surette yüklediği kısıntılar paramızın
mahdut oluşu şeklinde tecelli ettiği için, birçok insanlar bizzat paranın kendisini bu
kısıntıların sembolü olarak görüp, paradan nefret etmeye başlamışlardır. Paranın insan
tarafından icadedilen en mühim “hürriyet” vasıtalarından biri olduğunu söylemek çok daha
doğru olur. Bugünkü cemiyette, para, fakir bir insana dahi muhtelif imkânlar arasında
harikulade bir seçme hürriyeti sağlar; daha birkaç nesil önce bir zenginin sahip olduğu
imkânlar bile bundan çok daha azdı.
Bir çok sosyalistlerin teklif ettikleri gibi, “para kazanma saiki” yerine, “gayri iktisadî
saikler” ikame etmeyi kabul eylediğimiz takdirde neler olabileceğini tahayyül etmeye
çalışırsak, paranın gördüğü hizmetlerin manasını daha iyi anlarız. İşin karşılığı para ile
ödenecek yerde, resmî ünvanlar veya imtiyazlar şeklinde, başkaları üzerinde bir iktidar
verilmek veya daha iyi mesken ve gıda şartları, seyahat veya tahsil imkânları temin edilmek
suretiyle ödendiği takdirde, hürriyet tahdit edilmiş demektir: Ödenecek karşılığın şeklini tayin
eden kimse, bunu yapmakla, paranın sağladığı seçme hürriyetini, tercih imkânını ortadan
kaldırmış olacaktır: Çünkü karşılığın yalnız miktarını değil, cinsini de tespit edecektir.
Plancıların bize vadettikleri sözde iktisadî hürriyet işte budur: Plancılık, iktisadî
meselelerimizi bizzat halletmek mecburiyetinden bizi kurtaracak ve bu meselelerin bize
tahmil ettiği “muhtelif şıklar arasında tercih yapmak” külfeti bizim yerimize başkası
tarafından deruhte edilecektir. Modern hayatta, her adımda ve her saniye başında, başka
insanların istihsal ettikleri vasıtalara muhtaç bulunduğumuz için, iktisadî plancılık hemen
hemen bütün hayatımızın kontrol ve idare altına alınması neticesini doğuracaktır. İptidai
ihtiyaçlarımıza veya aile ve dostlarımızla olan münasebetlerimize, yapacağımız işin
mahiyetine, boş vakitlerimizi nasıl geçireceğimize varıncaya kadar, iktisadî hayatımızın
hemen hemen hiçbir cephesi, nizamı idare edenlerin “şuurî murakabesi”nden
kurtulamayacaktır.Tüketici, gelirini istediği gibi sarf etmek hususunda zahiri bir hürriyete
sahip olsa bile, otorite üretimi kontrol edeceği için plancılığın hususi hayatımız üzerindeki
tesirleri pek az hafifler.
Serbest rekabet rejiminde, bir kimse arzularımızı tatmin etmek istemediği takdirde
başka birisine müracaat etmek imkânımız vardır. Fakat bir inhisar (tekel) ile karşılaştığımız
takdirde, onun tamamı ile eline düşmüş oluruz. Ve hiç şüphesiz, bütün iktisadî sistemi idare
eden bir otorite, tasavvur edilebilecek inhisarların en kuvvetlisidir.
Bu otorite, alabileceğimiz şeyleri ve bunları hangi şartlar altında alacağımızı tespit
hususunda hudutsuz bir kudrete malik olacaktır. Merkezî otorite, fertlerin istifade
edebilecekleri mal ve hizmetlerin cinsini ve miktarını tespitle iktifa etmeyerek, bu mal ve
hizmetlerin muhtelif bölgeler ve ahali grupları arasındaki dağılışını da tanzim edecektir; ve
icabında muhtelif insan kategorileri arasında istediği ölçüde tefrikler yapmak iktidarını da
elinde bulunduracaktır. Böyle bir iktisat düzeninde, tercihlerimize hakim olan ve neleri iktisab
edip edemeyeceğimizi tayin eden, kendi zevkimiz değil, bir başkasının görüşüdür.
Günlük hayatımızda, müstehlik olarak otoritenin arzularına göre hareket etmeye mecbur
bulunacağımız gibi, müstahsil olarak da vaziyetimiz aynı olacaktır. Çoğumuz hayatımızın
büyük bir kısmını işimizin başında geçiririz ve umumiyetle yaşayacağımız yeri, içinde
bulunacağımız içtimaî muhiti de işimiz tayin eder. Bu itibarla, saadetimiz bakımından, kendi
işimizi seçmek hususunda az çok hürriyete sahip olmak, belki de, boş vakitlerimizde
gelirimizi dilediğimiz gibi sarf etmek hürriyetinden de mühimdir.
Hiç şüphe yok ki, mümkün olan en iyi dünya nizamında bile, bu hürriyet son derece
mahdut olacaktır. Birçok meslekler arasında seçme yapma imkânını bulabilmiş insanlar azdır.
Bununla beraber, bir parça olsun seçme hürriyetine sahip bulunmanın, bizim namımıza bir
başkasının seçmiş olduğu bir mesleğe ebediyen ve mutlak surette bağlı kalmamanın kıymeti
çok büyüktür. Vaktiyle seçilmiş, fakat sonradan tahammül edilmez bir hal almış olan bir işten
kurtulabilmek imkânına sahip bulunmak ve icabederse bazı fedakârlıklar pahasına çok arzu
edilen bir mesleğe atılabilmek, insan için son derece mühimdir. Şahsî gayretlerimizin hayat
şartlarımızı değiştirmek hususunda asla rolü olamayacağını bilmek kadar hayatı çekilmez hale
getiren hiçbir şey yoktur. Gerekli fedakârlığı yapacak kadar karakter kuvvetine sahip
bulunmasa bile, kafi derecede gayretle uğraşırsa kurtulabileceğini bildiği takdirde, insan en
tahammül edilmez hayat şartlarına dahi az çok katlanabilir.
Dünyamızın şimdiki halinde, insanların meslek seçme imkânlarını artırmak için
yapılabilecek daha birçok şeyler bulunmaktadır Fakat devletin meslek seçme hürriyetini fiilen
artırmak için sarf etmesi lazım gelen faaliyet; bugün müdafaa ve tatbik edilmekte olan
plancılık temayüllerine tamamı ile zıt bir faaliyet olacaktır. Planlama, ya insanların muhtelif iş
ve mesleklere intisabını veya ücret seviyelerini, yahut da bunların her ikisini birden kontrol
etmeleri lazım gelecektir. Bugüne kadar bilinen bütün plancılık sistemlerinde, böyle bir
kontrolün tesisi ve buna benzer tahditlerin konulması, ittihaz edilen ilk tedbirlerden biri
olmuştur.
Rekabet üzerine kurulmuş bir cemiyette, fiyatını ödemek şartıyla birçok şeyler elde
olunabilir; bazen bu fiyatın korkunç derecede yüksektir. Bir şeyin alınması için başka bir
şeyden fedakarlık gerekmektedir. İnsanlar için bunun dışında mevcut olan yegane imkân, tam
bir tercih hürriyeti değil, sadece itaat edilmesi lazım gelen bir takım emir ve yasakların
mevcudiyeti ve netice itibariyle, her şeyin iktidar sahiplerinin lütuflarından beklenmesidir.
İnsanların realitenin kendilerine yüklediği çetin “seçme” mecburiyetini bertaraf etmek
istemelerine şaşmamak lazımdır. Fakat, seçme işini kendileri yerine başkasının yapmasına
razı olacak insanlar da azdır. İnsanların asıl istedikleri şey, seçme mecburiyetini büsbütün yok
edebilmektir. Bunun için, insanlar, hakikatte bu “seçme” mükellefiyetinin zaruri olmadığı ve
sadece mevcut iktisadî sistemin fenalığı yüzünden kendilerine böyle bir mecburiyetin
yüklendiği yolundaki iddiaları benimsemeye fazlasıyla hazırdırlar. İnsanları kızdıran asıl şey,
iktisadî bir meselenin mevcudiyetidir.
Halk inanmakta devam etse bile, meseleleri bilen mütehassısların ekserisi, planlı iktisat
rejiminde istihsalin rekabet rejimine nazaran hissedilir derecede fazla olacağı fikrini yavaş
yavaş terk etmişlerdir. Meseleyi yakından ve ciddi surette inceleyen bir çok sosyalist
iktisatçılar, planlı iktisat rekabet rejimi kadar verim sağladığı takdirde, buna sevinmek lazım
geldiği kanaatındadırlar. Bu iktisatçılar, artık plancılığı istihsal sahasında daha yüksek bir
verim sağladığı için değil, fakat servetlerin daha adil ve hakkaniyetli bir şekilde dağılacağı
iddiasiyle müdafaa etmektedirler. Gerçekten, servetleri, önceden tespit edilen bir ölçü
dairesinde dağıtmak ve kimin ne alacağını önceden kararlaştırmak istediğimiz takdirde, bütün
iktisadî sistemi baştan başa planlaştırmamız lazım gelecektir.
Fakat burada da şu mesele karşımıza çıkar: Muayyen bir şahıs tarafından tasarlanacak
bir adalet idealinin tahakkuku, iktisadî kuvvetlerin bu kadar zemmedilen serbest faaliyetinden
çok daha fazla memnuniyetsizlik ve zulüm doğurmayacak mıdır?
İktisadî faaliyeti idareye kalkışan bir hükümet bu kudretini nasıl, hangi prensipleri
rehber edinerek kullanacaktır? Herkesin nispi liyakat derecesini tespit hususunda ortaya
çıkacak sayısız meselelerin kesin bir cevabı var mıdır?
Hakikatte, bütün bu suallere sarih bir cevap teşkil edebilecek olan bir tek umumi
prensip, bir tek basit kaide mevcuttur: O da eşitlik prensibidir; insan murakabesinin
erişebileceği bütün hususlarda, bütün fertlerin tam ve mutlak eşitliğidir. Eğer böyle bir eşitlik
arzuya şayan görülseydi, bu prensip “tevzii adalet” denilen müphem fikre yazılı bir mana
verirdi.. Fakat insanlar, umumiyetle, bu şekildeki mekanik bir eşitliği arzuya şayan telakki
etmekten son derece uzaktırlar. Sosyalizmin vadettiği şey, mutlak surette eşit bir taksim değil,
bugünkü inkısamdan daha adil, daha hakkaniyetli bir taksimdir.
Bu formül pratik olarak hiçbir soruyu cevaplamaz. “Daha fazla eşitlik” formülü, bizi her
muayyen mesele karşısında grupların ve fertlerin liyakatlarını ölçüp tartmak, karşılaştırmak
mecburiyetinden kurtarmadığı gibi, bu “liyakat tespiti” işinde bize hiçbir yardımda da
bulunmaz. Bu prensibin telkin ve ilham ettiği yegane şey, zenginlerin ellerinden ne
alınabilirse onu almaktır. Fakat sıra bu alınanları tevzi etmeye gelince, sanki “daha fazla
eşitlik” formülü hiç mevcut değilmiş gibi, aynı mesele olduğu gibi karşımıza çıkar.
İktisadî hürriyet bulunmadıkça siyasî hürriyetin bulunmayacağı sık sık söylenir. Bu söz
doğrudur; fakat bu cümleye, plancılık taraftarlarının verdikleri mananın tam tersi verilmek
şartıyla. İktisadî hürriyet, sosyalistler tarafından vadedilen “her türlü iktisadî endişeden
kurtulma” manasına alınırsa, “iktisadî hürriyet’in bütün diğer hürriyetlerin ön şartı olduğu
ileri sürülemez. Diğer hürriyetlerin zaruri şartı ve esası olan iktisadî hürriyet: kendi yolumuzu
bizzat intihap hakkını bize bırakan, insanlara serbestçe faaliyette bulunmak imkânını
bahşeden bir iktisadî hürriyettir. Böyle bir hürriyet de, zaruri olarak, her hakkın tabiî neticesi
olan muhatara ve mesuliyetleri de beraberinde getirir.
Güvenliğin İki Türü
Ekonomik güvenlik kavramı, genellikle tıpkı ekonomik özgürlük kavramı gibi, gerçek
bir özgürlüğün vazgeçilmez şartı olarak ileri sürülmektedir. Bu, bir bakıma, hem doğru, hem
de önemlidir. Düşünce bağımsızlığı ve sağlam karakter gibi özelliklere, geleceğini kendi
gayretiyle inşa edebileceğinden emin olamayan insanlar arasında nadiren rastlanır.
İki çeşit güvenlikten söz edilebilir: Birincisi asgari bir geçim düzeyinin sürdürülmesi ve
aşırı fiziksel mahrumiyetlerden korunma arzusu ile ilgilidir. İkincisi ise belli bir hayat
standardının sürdürülmesine veya bir kişi veya grubun başkalrülmesi ve aşırı fiziksel
mahrumiyetlerden korunma arzusu ile ilgilidir. İkincisi ise belli bir hayat standardının
sürdürülmesine veya bir kişi veya grubun başkalarına oranla sahip olduğu nispeten avantajlı
konumunun korunmasına ilişkindir.
Bizim gibi refah düzeyini yükseltebilmiş toplumların, genel özgürlüğünü tehlikeye
sokmadan, birinci tür güvenliği temin edememeleri için herhangi bir neden yoktur. Kuşkusuz,
herkese sağlıklarını ve çalışma kapasitelerini korumaya yetecek asgari ölçüde gıda, giyecek
ve barınak imkânı sağlanabilmelidir. Bu arada, toplumda, bazılarının daha önceden gerekli
tedbirleri şahsen alarak kendilerini zararlardan koruyabildikleri toplumsal felaket günlerinde
devletin mağdur vatandaşlara yardım etmemesi için de bir sebep yoktur.
Özgürlük üzerinde tahripkar etkisi olan planlamanın hedef aldığı güvenlik de ikinci tür
güvenliktir. Söz konusu planlama, fertlerin ve grupların rekabetçi bir toplumda her gün maruz
kalabildikleri ve, aynı zamanda hak etmediklerine inandıkları gelir azalışına karşı korunmaları
amacına yöneliktir.
Çok sayıda örneğin de gösterdiği gibi, şartları iyileşen ve gelişen bir endüstrinin
mensupları, o endüstride gerçekleşen kazanç artışının tümünü yüksek kâr ve ücret
güvencesiyle kendilerine mal etmeye çalışarak, talep seviyesinin düştüğü endüstrilerden o
endüstriye girmek isteyenlere kapıyı kaparlarsa büyük bir işsizlik tehlikesine yol açarlar. Hiç
kuşku yok ki, son on yıllarda, bu türden güvenlik arayışlarının artmış olması, halkın büyük bir
kısmının işsizliğinin ve güvence yoksunluğuna mahkumiyetinin en büyük nedenidir.
İşini sağlama almış kişiler dışında kalanların çaresiz durumunu ancak daha önce benzer
durumu tecrübe etmiş kişiler anlayabilir. Sonuçta, fiyatlar, ücretler ve ferdî gelirler yerine,
üretim ve istihdam, şiddetli istikrarsızlık tehdidine maruz kalır. İşini sağlama almış kişilerin
devletin rekabet düzenine müdahalesi sayesinde daha zayıf ve korunmasız üreticiler üzerinde
sürdürdüğü sömürü, dünyada bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürülmesi konusunda
verilebilecek en zalimane örnektir. Unutmayalım ki özel fiyatların (veya ücretlerin)
stabilizasyonuna ilişkin idealler işleyen renkli, coşkulu sloganlar, bazı insanların gelirini
güvenceye bağlarken, geri kalan insanları istikrarsız zeminlere itmektedir.
İngiltere ve Amerika’da söz konusu bu özel ayrıcalıklar, özellikle rekabetin
düzenlenmesi ve özel fiyatların stabilizasyonu şeklinde gittikçe yükselen bir önem
kazanmaktadır. Bir gruba tam anlamıyla tanınan güvenlik garantisi, mecburen, geri kalan
grupların güvensizliğini arttırır. Büyüklüğü değişebilen milli gelir pastasından bazı insanlara
değişmez pay güvencesi verildiğinde, geri kalan insanların payı, pastanın tümüne özgü
değişme oranından daha büyük bir oranda dalgalanır. Sonuçta da rekabetçi sistemin geniş
fırsatlar yelpazesi şeklinde sunduğu temel güvenlik unsuru giderek zayıflar.
Devletin desteklediği veya hiç olmazsa hoş gördüğü kısıtlayıcı tedbirlerle güvenliğin
sağlanmasına yönelik gayretler, toplumlarda zaman içinde sürekli olarak hızlanan bir
transformasyon süreci başlatmıştır. Almanya, sözü edilen süreçte öncü bir rol oynamış, diğer
ülkelere örnek olmuştur. Bu gelişme, sosyalist düşüncenin, kişilerin risk alarak kazanç
sağlama arzu ve tutkularını kınayan ve kötüleyen özelliğiyle daha da hızlanmıştır.
Erken çağlardan itibaren güvenli ve maaşlı bir konumu serbest iş dünyasının riskine
tercih etmesi öğütleriyle kulakları dolan genç insanlarımızı kınamamak gerekir. Hele hele
birinci tür işler, büyükler tarafından daha az bencil ve soylu türdenmiş gibi tanıtılırsa...
Günümüz genç kuşağı, gerek okulda gerekse basında sürekli olarak ticari teşebbüs ruhunun
ayıplandığı, kazanç arzu ve tutkusunun adeta ahlâksız bulunarak aşağılandığı, yüzlerce insanı
istihdam etmenin sömürü, buna karşılık onlara kumanda etmenin şerefli bir görev sayıldığı bir
zihniyet dünyasında yetişmişlerdir.
Daha yaşlı bir kuşak bunu biraz abartılı bulabilir. Ancak, üniversite hocalarının günlük
deneyimlerinin gösterdiği şey, anti-kapitalist propagandaların etkisiyle, bu ülkede değerlerin
kurumlardaki değişmelerden daha hızlı değiştiği gerçeğidir. Bugün karşı karşıya
bulunduğumuz mesele, yeni talepleri tatmin edebilme uğruna kurumlarımızı değiştirirken,
hâlâ yükseklerde tuttuğumuz değerlerimizi tahrip edip etmeyeceğimizi bilme sorunudur.
Temas etmemiz gereken çatışma, aslında, birbirleriyle uzlaşmaları imkânsız iki
organizasyon tipiyle ilgili temel bir çatışmadır. En göze batan biçimleriyle bu organizasyonlar
“ticarî” ve “askerî” organizasyonlar olarak tanımlanırlar. İşlerin ve işçilerin tahsisinin bir
otorite tarafından yapıldığı ikinci tür organizasyona örnek olarak orduyu gösterebiliriz.
Bilindiği gibi, orduda atamalar merkezî otorite tarafından yapıldığı gibi, imkânların kıtlaşması
durumunda başvurulan tayınlama mecburiyeti de herkese uygulanır. Sistemin giderek tüm
topluma teşmil edilmesi halinde de, üyelerin tümünün tam bir ekonomik güvenliğinin
sağlandığı bir organizasyon türü söz konusudur. Ancak, böyle bir güvenlik, özgürlük
üzerindeki kısıtlamalardan koparılamayan askerî hayatın hiyerarşik düzenine tabi kılınmış bir
kışla güvenliğidir.
Özgürlüğe alışmış bir toplumun, güvenliğini, böyle yüksek bir bedel karşılığında satın
almaya hazır olacağı düşünülemez. Fakat hemen her yerde uygulandığını gördüğümüz
politikalarla değişik gruplara, değişik ölçüde güvenlik imtiyazları dağıtılarak, güvenlik
tercihinin, özgürlük aşkına ağır bastığı koşulların hazırlandığını görüyoruz.
Kişisel özgürlüğü tahrip etmemek için, rekabet düzeni bozulmadan gerçekleştirilmelidir.
Ne pahasına olursa olsun, asgari ölçüde de olsa bir geçim güvencesinin herkese tanınmakla
birlikte, özel bazı gruplara tanınmış olan imtiyazlı güvencenin artık zamanının geçtiğini, bu
grupların yeni gelenlerin kendi ayrıcalıklı refahlarına ortak olmalarını engellemeleri için
hiçbir mazeretin geçerli olmayacağını da kabul etmek zorundayız.
Kuşkusuz, şiddetli yoksulluk dönemlerine karşı güvenlik önlemleri almak ve sağlıklı
biçimde yönlendirilmemiş gayretlerin sonucunda yaşanılan düş kırıklıklarının nedenlerini
azaltmak, politikanın temel hedeflerinden biridir. Gözden kaçırılmaması gereken bu gerçek
bir yana, asıl önemli olan, zamanımızın bazı entellektüel öncülerinin özgürlük pahasına
güvenlik olgusunu göklere çıkarmasıdır. Şunu açık yüreklilikle tekrar vurgulamalıyız:
Özgürlüğün bir bedeli vardır ve bireyler olarak özgürlüğümüzü koruyabilmemiz için maddi
fedakârlıkta bulunmamız kaçınılmazdır. Bu konuda Anglo-Sakson ülkelerinin özgürlük
ilkesinin dayandığı ve ulusal olduğu kadar bireysel geçerliliği de olan Benjamin Franklin’in
şu sözlerine kulak vermeliyiz: “Geçici bir güvenlik uğruna temel özgürlüğünü feda eden
insanlar ne özgürlüğe ne de güvenliğe lâyıktırlar.”
Daha İyi Bir Dünyaya Doğru
Daha iyi bir dünya inşa edebilmek için bir parça gerilemeyi gerektirse de işe yeni baştan
başlama cesaretini göstermemiz şarttır. Beşeri çılgınlığın yolumuza diktiği sayısız engelin
temizlemeli ve fertlerin yaratıcı enerjilerini serbest bırakmalıyız. Başka bir deyişle, önemli
olan, “gelişmeyi planlamak”tan çok onu kolaylaştıran şartların yaratılmasıdır.
Ne kaçınılmaz eğilimlere inananlar, ne de son kırk yılın eğilimlerinin geleceğe
projeksiyonundan farklı bir şey olmayan “Yeni düzen” i savunan ve Hitler’i taklit etmekten
daha iyi bir şey düşünemeyen insanlar bu cesareti gösterebilirler. Aslında, bu savaşı ve
sonuçlarından acı çektiğimiz bütün olumsuzlukları yaratan düşüncelerin etkisinde kalan
insanlar “Planlı Ekonomi”nin en büyük çığırtkanları olmuşlardır.
Özgür insanların dünyasını yaratmaya yönelik her çabayı yönlendiren tek prensip şu
olmalıdır: Bireyin özgürlüğü politikası ayağı yere basan tek ilerici programdır.
Çevirenler: Turhan Feyzioğlu - Yıldıray Arsan.
Y.n.: Devletçiliği savunan bir partide önemli görevler üstlenen Turhan Feyzioğlu acaba
neden tercüme gereksinimi duydu?
Ek: 2
Friedrich Von Hayek’in Bazı Görüşleri
Anayasal İktisat Üzerine Düşünceler
Bu çalışma devletin ekonomik gücü üzerinde anayasal sınırlamalar getirilmesi
konusunu ele almaktadır. Bu yazıyı yaşadığım dönem boyunca entelektüel fikirlerde meydana
gelen önemli değişikliklere adayacağım. Şu an bahsetmekte olduğum anayasal iktisat
düşüncesi bugüne kadar gördüğüm iktisadi gelişmelerin en önemlilerinden biridir.
Bahsettiğim bu gelişmeler, en azından 60 yıl öncesine kadar gitmektedir.
Birkaç ay içinde, bu ülkeye yüksek lisans öğrencisi olarak ilk gelişimden bu yana 60 yıl;
Amerikan Ekonomi Birliği (Kurumu)’nun ilk toplantısına katılışımın ise, 59. yılı dolacak.
Hala o zamanın ekonomistlerinin (John R. Commons, Wesley C. Mitchell and Richard Ezy)
Beyazsaray’ın çimlerinde çektirdikleri bir fotoğrafa sahibim. Resimdeki kişiler, zamanın önde
gelen ekonomistleriydi. Onların çalışmaları ekonomik teoriden kurumsalcılığa ani bir dönüş
meydana getirdi. Bu entelektüel geçiş sosyal kurumların kavramsal temelleri üzerinde
odaklaşmaktan ziyade, sosyal kurumların tanımlanması üzerinde yoğunlaştı. Dolayısıyla, bu
geçiş ne hukuktan ne de ekonomiden anlayan bir ekonomist jenerasyonun hakimiyetine yol
açtı.
Amerika Birleşik Devletlerinde edindiğim tecrübelerde ekonomi teorisinde, en azından
pür ekonomi teorisinde benim için fazla yeni bir şey bulmadım. Ekonomi teorisinde çok az
şey öğrenmeme rağmen, uygulamalı ekonomi alanını daha ilgi çekici buldum. Fakat,
uygulamaya konan aşırı deneysellik benim için yeni ve çok öğretici olmasına karşın bundan
fazla etkilenmedim. İş çevrelerinde, bankacılık politikasında ve benim daha sonraki ilgi
alanım olan para teorisindeki mevcut tartışmalar, ilgimin o alanda yoğunlaşmasına yol açtı.
Hatta tamamen istatiksel verilere dayalı olan bu şeylerin makro ekonomi gibi algılanmasından
biraz da mutsuz oldum. Bir anlamda, tabii ki bir Avusturya iktisat okulunun yaklaşımı
oldukça farklıydı. Benim kuşağıma kadar tüm Avusturyalı ekonomistlerin hukukçu olarak
eğitildiğini söyleyebilirim. Daha önceleri ekonomide ayrı bir derece olmadığı gibi, ekonomi
çalışmanın tek yolu da hukuk çalışmaktı. Sanırım kendi jenerasyonum ve Gotfried Haberler
hukuk aracılığıyla ekonomi çalışan Avusturyanların sonuncusunu oluşturuyordu. Ve bizim
için işleyen (düzenli) bir ekonominin yasal kurumlarına büyük bir ilgi vardı. Bizler ünlü
Amerikan kurumsal iktisatçıların bizden daha fazla bilgiye sahip olmadıklarını
söyleyebilirdik. Çünkü, bizim hukuk bilgimiz ekonomi çalışmak için bir araç iken, onların
kurumsalcılığı ekonomi çalışmamak için bir mazeretti. Elbette o zamandan beri meydana
gelen gelişmeler, ilginin artıp azalmasına yol açtı. İktisat ilmi uzun bir dönem benim yanlış
olduğunu düşündüğüm ve John Maynard Keynes ve taraftarlarınca istihdamın toplam talebe
bağlı olduğu şeklinde formüle edilen bir makro ekonomik yaklaşımın etkisi altında kaldı.
Sanırım sonunda bu görüşün yanlış olduğunu kanıtladım. Keynesyenizmin bu şekli (toplam
talep ve istihdam arasında istatistiksel olarak gösterilebilir açık bir fonksiyon yada bağlantı
var) son 30 yıldır bu alanda hükmetmektedir. İktisat bilgimden çıkardığım ekonomi
politikasıyla ilgili sonuçlarımı savunmak için zamanımın çoğunu hangi yaklaşımın iktisatçılar
için doğru sonuçlara, hangi yaklaşımın ise, yanlış problemlere yönlendireceği problemini
çözmeye ayırdım.
Bu metodolojik problemler o zamandan beri dile getirdiğim bir görüşden haberdar
olmamı sağladı. Bu görüşü şöyle ifade edebilirim; İyi bir ekonomist olmak için bir
ekonomistten çok daha iyi olmak zorundasın. Diğer bir deyişle, sadece ekonomist olan bir
ekonomist iyi bir ekonomist değildir. Bu yüzden toplumun aşırı karmaşık yapısını
anlayabilmek için bir ekonomi teorisinden daha fazla şey gerekir (Toplumun aşırı kompleks
yapısını anlamak için ekonomi teorisi tek başına yeterli değildir). Bu anlayışa göre toplumu
oluşturanlara ilişkin verilerden yola çıkılarak kusursuz bir toplum düzeni elde edilebilir.
İnsanlar arasında gönüllü bir işbirliği tesis etmek için, insanın kapasite problemine yapıcı bir
yaklaşıma inanan eski ekonomistlerin kendilerine verilen verilerle işe başlamaları başlangıçta
bana komik geldi. Özellikle veri datalardan yola çıkarak ayrıntılı sonuçlar çıkaran
matematiksel iktisatta, ihtiyaç duyulan hiçbir verinin verilmediğini size söyleyebilirim.
Zaman içerisinde pür ekonomik teoride hayranlık duyulabilecek bazı gelişmeler
yaşadığım gibi, statik bir dengenin tanımı ve formülizasyonu konusunda mutlu olmadığım
gelişmelerde yaşadım. Buna ilaveten kanun ve dilin şekillenmesine sebep olan evrimsel
yaklaşımı içermek zorunda olan sosyal fenomenin açıklanması konusunda yoğun bir şekilde
duyarlıydım. Bu evrimsel yaklaşım, belirli tip düzenlemelerin gönüllü olarak insanlar
tarafından oluşturulmadığı, bununla birlikte değişik tip sözleşmelerle insanların özgürlüğü
tatmalarını istedikçe gelişen doğal seçime benzer bir yaklaşımdır. Bu ise ekonomi politika
bilimi ve hukuğu bütünleştiren 1960 tarihli özgürlüğün anayasası adlı çalışmamıza neden
oldu. Bu çalışmada klasik liberal görüşü ortaya koymaya çalıştım (en azından Avrupa’da
kullanıldığı gibi). O yayından sonra geleneksel açıklamalarda gördüğüm bazı farklılıklar,
anayasal sorunların tartışması olarak 3 sayının konusu oldular; Hukuk, Anayasa ve Özgürlük
(1973,1976, 1979).
Benim bu üç cilt üzerindeki çalışmalarım sağlığımın çok zayıflaması nedeniyle birkaç
yıldır kesildi. Çalışmayı bitirene kadar, sonu yeni bir çalışmanın girişi olabilecek kelimelerle
biten bir dipnot yazdım. Ben şu anda yeni çalışmamın yarısındayım ve zamanımın çoğunu
ona ayırıyorum. The Fatal Conceit olarak adlandırılan yeni sayı (cilt); burada bahsettiğim
konularla ve Organizasyon tartışması problemlerinin bir uzlaşısı, kanunların seçimi ve
değerlendirilmesi ve bizim görsel ve duyumsal kavrayışımızı aşan bir durumun oluşumu ve
bizim uygarlaşmamızın ana temeli; -ki bu bizim içimizden herhangi birinin
etkileyebileceğinden daha fazla bilgi kullanmayı öğrenmemizdir- gibi konulardan
bahsetmektedir.
Anladığım kadarıyla bu kitaptaki yazarların tartıştığı da bu konunun bir parçasıdır. 30
yıl önce dünyada bu tür problemleri tartışabileceğim sadece iki insan vardı. Bunların arasında
en önemlisi Chicago’da 1946 yılında karşılaştığım Henry Simons’tu. Fakat biz gerçekten bu
tür problemleri tartışırken; o ve benim dışımda dünyada, hükümet üzerine anayasal
sınırlamalar getirilmesi konusunda düşünen 3 ya da 4 kişinin olduğunun farkındaydık.
Aslında, o ölmeden önce, onunla bu tür problemleri tartışmak için uluslar arası bir kurum
oluşturmanın planlarını birkaç hafta tartıştım. Mont Pelerin Society kurulduğunda o ölmüştü.
Daha önce tartışmalar yaptığım üç insanda ben bu kurumu kurmadan önce öldüğü için Mont
Pelerin Society’yi yalnız başıma kurmak zorunda kaldım
Bu kitapta bahsedilen topluluk, kendini bir dizi teknik ve karmaşık problemlerin
saptanmasına ve araştırılmasına adayan Mont Pelerin Topluluğunun özelleştirilerek sunulan
bir bölümü gibidir. Anayasal iktisat alanındaki gelişmelerin benim nihai amacım olduğunu
söyleyebilirim.
Çeviren: Tekin Akdemir
Çoğunluk Düşüncesi ve Çağdaş Demokrasi
Halk, istediklerini yapma konusunda engellendiğinde, (Atina Meclisindeki) büyük
çoğunluk bağırmaya başladı.... Bunun üzerine, Sophroniscus’un oğlu olan ve yasaya uyma
hariç, bu konuda hiçbir şekilde taviz vermeyeceğini belirten Sokrat dışında hepsi, yani korku
dolu prytanes’lar sorunu ortaya koymayı kabul ettiler.
Xsenophon
Demokrasi hakkında devamlı hayal kırıklığına uğrama Modern bir yönetimin
faaliyetleri, birkaç kişinin istediği veya öngördüğü çoğunlukla kabul edilen sonuçlar
verdiğinde, genel olarak bu husus demokrasinin kaçınılmaz özelliği olarak düşünülmektedir.
Bununla birlikte, bu tarz gelişmelerin ekseriya belirlenemeyen ölçüdeki insan topluluklarının
isteklerini karşıladığı iddia edilemez.İnsanların isteklerinin ortaya konulması için seçtiğimiz
bu özel süreçte, halkın önemli bir kısmının “genel isteği” olan düşünce alanında çok az şey
yapabilecekmiş gibi görünmekteyiz.Gerçekten, bugün bütün Batı demokrasilerinde kabul
edilen kurumlar manzumesiyle ve temsilciler meclisi organının çoğunluğu ile bir yasanın
kabul edilmesi ve hükümetin yönetilmesi konularında demokratik anlamda bir idareye sahibiz
ve bu tarz bir idareye demokrasinin mümkün olan tek şekli diyoruz. Sonuç olarak, bu sistemin
sadece fazla gayret gösterilen ülkelerde bile kimsenin hoşlanmayacağı bir çok sonuçları
meydana getireceği gerçeği üzerinde değil, aynı zamanda temsilciler meclisinin esas görevleri
hakkında sahip olunan kuvvetli eğilimler ile kısıtlanmayan demokratik kurumların olduğu
birçok ülkede işlemediği gerçeği üzerinde durmayı önemsememekteyiz. Çünkü, ekseriya
düzenlemeler olarak eskiden beri kabul ettiğimiz ve benimsediğimiz kurumları savunma
konusunda kendimizi bağımlı hissederiz ve korumayı arzuladığımız bir ideali
zayıflatabileceği düşüncesiyle, bu kurumları tenkit etmekte tereddüt ederiz.
Bununla birlikte, son zamanlarda dikkate değer olan husus, devam eden sahte
bağımlılığa ve hatta daha ilerisini inceleme isteği konusundaki talebe rağmen düşünen
insanlar arasında, bu tarz demokrasinin meydana getirdiği sonuçlar hakkında endişeli ve ciddi
alarmlar alınmaktadır
Bu husus, her yerde, demokrasiye yalnızca “ne, ne zaman ve nasıl karar altına alınacak”
şeklinde, kaçınılmaz bir şekil olarak bakan çağdaş politik bilim adamlarının özelliklerinden
birisi olan alaycı realizmin bir şekli olarak ele alınmamaktadır. Bununla birlikte, kaçınılmaz
olarak kabul edilen bu gelişmeler hakkındaki düşünceden etkilenen demokrasinin geleceği
hakkında derin hayal kırıklıkları ve şüphelerin varolması güçlükle yalanlanabilmektedir. Bu,
ifadesini yıllar önce Joseph Schumpeter’in iyi bilinen özdeyişinde bulmuştur; serbest piyasa
koşullarına dayanan bir sistem en iyilerden daha iyi olmakla birlikte, kendi vaatlerini
gerçekleştirememesine rağmen sosyalizm geleceği bağlarken umutların ötesinde mahkum
edilmektedir.Daha yüksek seviyedeki hukukun kısıtlamalarını kabul ettiği için kişi
hürriyetinin bir güvencesi olarak anlaşılan ve işletilen parlak bir ilk safhadan sonra
demokrasinin gelişme çarkı, eninde veya sonunda çoğunluğun bir sorun karşısında alacağı
karara dayanacaktır. Bu, bu bölümün tırnak içinde atıfta bulunduğu gibi beşinci yüzyılın
sonunda Atina demokrasisinde görülen şekilde olup takip eden yüzyılda Demosthenes (ve
diğerleri) tarafından ileri sürülen “Yasalarımız bir çok karardan daha iyi değildir, bundan
başka, kararların verilmesinde dikkate alınan yasaların kararlardan daha sonra çıktığını da
görebilirsiniz.”4şeklinde bir görüş de bulunmaktadır.Modern zamanlarda, İngiliz
Parlamentosu sınırsız olan egemenliği ve gücünü ilan ettiği ve 1976’da kararlaştırma
işleminden ziyade genel bir kural olarak bağlayıcı olan bu kararı açıkça reddettiği zaman
benzer gelişmeler başlamıştır. Parlamento bir süre,kendisine yüklediği gücün ciddi şekilde
yanlış kullanılmasının kanunla önlenmesi konusunda kuvvetli bir geleneğe sahip olmasına
rağmen, uzun vadede, artık gerekli olmadığı görülen anayasal monarşinin evrimi esnasında
acı bir şekilde denenen aşırı gücün bütün kısıtlamalarının temsilci hükümet tarafından yerine
getirilmesinden hemen sonra modern gelişmelerin büyük felaketini ispat etmiştir. Bu husus,
Aristo’nun “Yasaların egemen olmadığı yerlerde... fertler olarak değil toplum olarak bir çok
kişinin egemen olması nedeniyle.... böyle bir demokrasi tam olarak bir anayasal kurum
değildir” özdeyişinde kendisini bulduğu şekliyle, gerçekten hükümetin devamlı prensipleri ile
tüm güçlerin kısıtlamalarını ihtiva eden meşruiyetin ortadan kaldırılması anlamına
gelmektedir. Son zamanlarda, “artık anayasadan uygun şekilde bahsetmeyecek tarzda
demokratik olan anayasalar diyen bir modern yazar tarafından bu görüş tekrar ifade edilmiştir.
Gerçekte, “modern demokrasi kavramı, yürütme organı üzerinde hiçbir kısıtlamanın
konulmadığı bir yönetim şekli” biçiminde bize şimdilerde tanımlanmaktadır. Gördüğümüz
kadarıyla, anayasaların modern hükümet kavramında yeri olmayan bir kurum olduğu
belirtilmektedir.
Öngörülen demokrasi şekli üzerinde hayati etki yaratan sınırsız güç Demokratik
kuralların benimsenmesinin yürütme kuvveti üzerindeki diğer kısıtlamalar ile birlikte
dağılmasını mümkün kılması trajik bir aldanmadır. Ayrıca, gerçekten bir faaliyetler
programının desteklenmesi için organize çoğunluğun olması gereği özel gruplar lehinde
olarak yeni bir keyfi hareketin kaynağını ve tarafgirliği ve çoğunluğun moral prensipleri ile
tutarlı olmayan sonuçlar meydana getirirken, demokratik olarak seçilen yasama organı
tarafından “yürütmenin kontrolü”9yeterli ölçüde geleneksel kısıtlamaların yerine geçecektir.
Gördüğümüz gibi, sınırsız kuvvete sahip olmanın mantığa aykırı sonucu, temsilci bir organ
için, böyle bir sistem altında çoğunluğu sağlamak temsilciler meclisi çoğunluğunun özel
çıkarlar sağlayarak bazı kişilerin oylarını satın alabileceği nedeniyle kendi genel prensiplerini
yerine getirmesini imkansız kılmaktadır.Temsilciler meclisi hükümetinin büyük kurumları ile
birlikte İngiltere’nin temsilciler meclisinin sadece en yüksek değil, aynı zamanda kısıtlamasız
bir makam olması kuralına uygun olarak parlamenter egemenliğin tehlikeli prensibini
dünyaya göstermiş olduğu sonucuna varılabilir. Sınırsızlık bir öncekinin yani en yüksek
makam olmanın tabii bir sonucu olarak düşünülmesine rağmen, bu doğru değildir. Temsilciler
meclisinin gücü, diğer bir üstün güçle değil devletin gücü ve ahengi konusunda insanların
rızaları/onaylamaları ile sınırlanabilir. Bu onaylama, sadece bu uygulamanın genel
kurallarının kaldırılması veya yürürlüğe sokulmasının onaylanması ve bu kuralların yürürlüğe
sokulması hariç (veya bazı felaketlerin olması durumunda geçici olarak yetki verilebilir)
zorlama yapmak için yetki verilmemiş ise en yüksek anayasal güç bile kısıtlanabilir.
Gerçekten, ilk başta parlamentonun egemenlik talebi kendisinden daha üstün bir kuvvetin
olmamasının tanınması anlamında olmuştur. Devletin üniterliği konusunda tasvip ve kurulan
organlarından her hangi birinin gücünün kuvveti kısıtlayabileceği, fakat yasa yapacak olumlu
gücü etkilemeyeceği nedeniyle, ilk kurulduğundan itibaren yavaş yavaş aynı şekilde
izlenmeyen bir anlama gelmiştir. Gücü yaratan sadakat ve bu şekilde meydana getirilen
kuvvet yalnızca halkın rızası ile uzatılabildiği dereceye kadar genişleyebilir.Bunun sebebi
yasanın egemenliğinin Parlamentonun egemenliği ile aynı anlama geldiğinin unutulmasıdır.
Yasa kuralı (hükümdarlık, egemenlik veya üstünlük) kavramı, kuralların kaynakları ile değil
vasıfları tarafından tanımlanan yasa kavramına uyum gösterirken hangi şekil ve muhtevada
olurlarsa olsunlar, bugün yasa koyucular yasaları yaptıkları için artık bu şekilde
adlandırılmamakta, fakat yasalar yasa koyuculardan kaynaklandığı için bu şekilde
adlandırılmaktadır.Mevcut kurumların, çoğunluk tarafından istenen veya kabul edilen
sonuçları ürettikleri kabul edilirse, demokrasinin temel prensiplerine inanan birisi şüphesiz
bunları kabul edecektir. Fakat, gerçekten bu kurumların ürettiklerinin çoğunluğun veya
herhangi bir kişinin hazırlıksız olarak karar vermesinden ziyade, çoğunluğun istekleri
konusunda karar vermek üzere ayarladığımız mekanizmaların özel tipi tarafından istenmeyen
sonuçlarının büyük ölçüde olduğunu düşünmek için kuvvetli sebepler vardır. Demokratik
kurumların geleneksel Yasa Kuralı ile yasaklandığı her yerde sadece “totaliter demokrasi”
meydana gelmemekte, fakat aynı zamanda “halk oyuna dayanan diktatörlük” de meydana
gelebilmektedir. Bu bizi, aşırı sahipliğin kolaylıkla kopya edilebilen kurumların özel bir seti
olmadığını fakat, daha az kavranabilir gelenekler olduğunu ve bu kurumların yozlaşmasının
genel adalet kavramı ile kontrol edilemeyen mantık nedeniyle gerekli sonuçlar vermeyeceğini
anlamamızı sağlar.Doğru olsun veya olmasın, daha önce de söylendiği gibi; “demokrasideki
inanç,demokrasiden daha yüksek şeylerdeki inancı öngörür”. Halkın, kararları, kalanların
aleyhine olmak üzere organize olmuş gruplar lehine yeterli miktarda oy sahibine rüşvet
vermeyi öngördükleri pazarlık süreci ile yönlendirilen seçilmiş temsilcilerin bir grubuna
verilen sınırsız güç dışında demokratik bir yönetimi idame ettirmesi için gerçekten başka bir
yolu var mıdır?
Demokratik düşüncenin doğru içeriği Demokrasi hakkında büyük miktarda
saçmalıkların olması ve halen konuşulmasına ve faydaları ile uzantılarının
sağlamlaştırılmasına rağmen, bu konudaki inancın çok hızlı bir şekilde azalmasından çok
rahatsız oluyorum. Önemli beyinler tarafından tartışılan demokrasinin saygınlığındaki bu
keskin düşüş, son zamanlara kadar ilham için kullanılan ölçülemeyen ve kritik olmayan
heyecanın hiçbir zaman paylaşılmaması konusunda alarm vermekte ve siyasi alanda iyi olan
hemen her şeyi açıklayan terimi ortaya koymaktadır. Siyasi bir ideal olarak açıklanan
demokrasinin, orijinal anlamından ziyade çok değişik konuları açıkladığı ve şimdilerde
“eşitlik” anlamına gelen terimlerin yerlerine kullanıldığı görülmektedir. Tam olarak söylemek
gerekirse demokrasi terimi, hükümet kararlarının verilmesinde bir metot veya kurallar
manzumesi olarak kullanılmakta ve hükümetin ne temel fayda veya amacına (bir çeşit
materyal eşitliği gibi) ve ne de hükümet dışı kuruluşlara (mesela eğitim, sağlık, askeri veya
ticari kuruluşlar gibi) anlamlı olarak uygulanabilen bir metot olarak kullanılmamaktadır. Bu
yanlış kullanımlar, gerçek anlamdaki “demokrasi” den bizi mahrum etmektedir.Demokrasiye
gücü ellerinde bulunduranların barışçıl değişimini mümkün kılan bir sözleşme olarak bakan
tam anlamıyla tutarlı ve hissi olmayan düşünce bile, zalim bir idareye karşı tek korunma
silahımız (belirli değil fakat şu andaki şekliyle bile)olduğundan en fazlasına ulaşma
konusunda mücadele etmemiz gerektiğini anlamalıyız.
Demokrasi, yalnız başına hürriyet (“halkın” çoğunluğu anlamı hariç olmak üzere)
anlamına gelmemesine rağmen, hürriyetin cankurtaran simitlerinden en önemlisidir. Şimdiye
kadar yönetimin bulunan barışçı tek değiştirme metodu olarak demokrasi, etkinliği hakkında
fikir sahibi olmadığımız ancak yokluğu ölümcül etkiler yaratabilen belaya karşı alınan sağlıklı
tedbirlerle mukayese edilebilen olumsuz değerlere rağmen en etkili yöntemdir.Baskı
prensibine, sadece çoğunluk tarafından tasvip edilen kurallara uyulmasını sağlamak için
müsaade edilmelidir. Bu husus bir hakem gücün olmaması ve bu nedenle de hürriyetin
olmaması durumunda temel şarttır. Bu prensip, büyük bir toplumdaki insanların barışçıl
yardımlaşmasını ve organize gücün yöneticilerinin barışçıl bir yöntemle değiştirilmesini
mümkün kılmaktadır. Fakat, toplumsal faaliyetlerin gerekli olduğu hallerde, demokrasi
çoğunluğun düşüncesine göre yönlendirilmeli ve çoğunluğun tasvibiyle oluşturulan yönetim
prensipleri çoğunluk gücünün sınırsız olmasını gerektirmedikçe veya kabul edilebilir her
konuda çoğunluğun isteği olarak adlandırılan bir yol bulunmadıkça, baskı gücü
yasaldır.Halkın çoğunluğu tarafından tasvip edilmese bile, gerçekten çoğunluk tarafından
istenmeyen tedbirler için iddia edilen çoğunluğun teyidini talep etmeyi mümkün kılan bir
mekanizma yaratmış gibi görünmekteyiz. Bu mekanizma, görünürde zıt olmasına rağmen
sadece herkes tarafından istenen tedbirleri değil aynı zamanda herhangi bir mantıklı beyin
tarafından bütün olarak tasdik edilebilecek tedbirleri üretmektedir.Baskı gücü çoğunluğun
düşüncesine dayanıyorsa, o zaman, çoğunluğun gerçekten mutabık kaldığından daha ileriye
götürülmemelidir. Bu husus, yönetimin herhangi bir faaliyeti hakkında çoğunluğun spesifik
olarak tasvibinin gerekli olacağı anlamına gelmemektedir. Böyle bir talep, yönetimin
tasarrufunda bulunan kaynakların nasıl kullanıldığına ilişkin günlük kararlar için yönetim
mekanizmasının geçerli direktiflerinin müsaade ettiği ölçüye kadar karmaşık bir modern
toplumda yerine getirilmesi imkansız bir talep olacaktır. Fakat bu, bireylerin sadece toplumun
çoğunluğunca benimsenen genel prensiplerine değil aynı zamanda yalnız kendi tasarrufunda
bulunan yönetimde sınırsız olan çoğunluğun temsilcilerinin yönetimine de boyun eğecekleri
anlamına gelmektedir.Baskı altında tutma gücünün kullanılmasındaki çoğunluk kararı, geçerli
düzenin idame ettirilmesi konusunda böyle bir karara ihtiyaç duyulmasını ve bu nedenle böyle
bir gücün varlığında bir çıkarın olmasını gerektirmektedir. Fakat bu karar, ihtiyaçtan daha
ileri bir noktaya gidemez. Sadece çoğunluğun değil herhangi bir kişinin bile toplumda oluşan
faaliyetler ve diğer hususlar hakkında söz sahibi olması için açıkça belirlenmiş bir ihtiyaç
bulunmamaktadır.
Çoğunluk tarafından tasvip edilen düşüncenin bütün herkesi bağlayacağı fikrinden
hareketle çoğunluğun tasvip ettiği güce sahip olma fikrine gidilmesi ihtimali küçük gibi
görünmektedir. Bununla birlikte, yönetimin düşüncesinden bir sapmanın başka sapmaları da
beraberinde getireceği, yani yönetimin isteğe bağlı düzenin kurulması için kısıtlı olan
görevlerinden kısıtsız olanlara doğru bir sapma olabileceği veya bazı müşterek faaliyetlerin
nasıl düzenleneceği konusunda kararlaştırılmış kurallardan sapılarak bir insan grubunun
müşterek menfaat için bu şekilde yapılmalıdır diyerek ve bunu kurallar manzumesi içinde
göstererek başka bir sisteme gidebileceği de dikkate alınmalıdır. İlk kavram,nizam ve
intizamın idamesi için gerekli müşterek kararlar olmasını gerektirirken ikincisi, her şeyi
kontrol edecek organize olmuş halk gruplarının baskı unsuru olarak faaliyet yapabileceklerini
göstermektedir.Bununla birlikte, bireysel durumlarına göre çoğunluk durumundaki kişilerin
kendi adalet düşüncelerini açıklama hususundaki isteklerine inanmak için başka bir neden
yoktur. Bildiğimiz kadarıyla sonuncusundaki adalet duygusu belirli konularda ekseriya
sallantıda kalmaktadır. Fakat, kişiler olarak otorite tarafından zaman zaman kısıtlanmamıza
rağmen, meşruiyet dışı arzularımızı durdurmak zorunda olduğumuz bize öğretilmiştir.
Medeniyet, kişilerin belirli konularda kendi arzularını frenlemeyi öğrenmeleri ve genel olarak
kabul edilmiş kuralları kabul etmemiz gerçeğine dayanmaktadır. Bununla birlikte, kurallara
uymak zorunda olmadığı için çoğunluğun bu konuda yeteri kadar medenileşmediğini
söylemek mümkündür. Belirli bir faaliyet konusundaki arzularımız tarafından bunun sadece
adil olduğunu ispat konusunda ikna olduğumuzda ne yapacağız? Halk, belirli bir tedbirin
avantajları hakkında çoğunluğun mutabakatının adil olduğunu onaylarsa, sonuç farklı
olacaktır. Halk mutabık kaldıklarının kesinlikle adil olduğuna ikna olduğunda bunun doğru
olup olmadığını sormayı bırakacaktır. Bununla birlikte, çoğunluğun mutabık kaldığı konular
hakkında birkaç nesil sonra fikirler değişebilecektir. Günümüzdeki temsilciler meclisleri
neyin adil olduğu konusunda kesin yargıya varmış olsalar bile bu konu hakkında
düşünmekten vazgeçmeleri konusunda şaşırmalı mıyız?
Belirli bir Kural’ın adilliği üzerine insanlar arasında varılmış olan mutabakat,gerçekten
bu kuralın adilliği konusunda bir test olmayabilmektedir. Çoğunluğun tasdik ettiği belirli
tedbirler -adalet (veya adaletsizlik) konusunda objektif testleri yapamadığımız pozitivist
doktrinlerle tespit edilebilir- konusunda tanımlama yaptığımızda adalet kavramı saçma
gelmektedir. Çoğunluğun belirli bir konuda verebileceği kararlar ile kişiler arasında mevcut
olacağı şekliyle tasvip edilmek istenen konularla ilgili genel prensipler arasında büyük bir
fark bulunmaktadır.Bundan başka, ayrıca, kuralların evrensel hale gelmesi konusunda adaletin
uygulamasına karar verilmesi, baskı altında tutma gücünün kendisini kanıtlamaya hazırlıklı
olması için kuralların kabul ettirilmesi konusunda sarf edilmesi gereğinden hareketle, kendi
doğruluğunu kanıtlamak maksadıyla bir çoğunluğun sağlanması konusunda büyük ihtiyaç
bulunmaktadır.Belirli konular hakkında çoğunluğun isteğinin olması inancı, şimdilerde kendi
kendini ispatladığı kabul edilen görüşe nelerin yol açtığını ve çoğunluğun keyfi
olamayacağını göstermiştir. Bu husus, demokrasinin (ve dayanağı olarak olumlu düsturunun)
yaygın yorumuna uygun olarak, halkın mutabık kaldığı kurala uymaktan ziyade, bir kararı
ortaya koyan kaynak, adalet ölçütü olarak dikkate alınıyorsa ve”keyfilik” demokratik
kurallarla tespit edilmeyen şekliyle tanımlanıyorsa, gerekli sonucu verecekmiş gibi
görünmektedir. Bununla birlikte, “keyfilik”, genel bir kuralla kısıtlanmayacak istek (bu
isteğin bir kişinin veya çoğunluğun isteği olup olmadığına bakılmaksızın) ile şekillendirilen
bir faaliyet anlamında kullanılmaktadır. Bu nedenle,söz konusu husus, belirli bir faaliyet
konusunda ne çoğunluğun mutabakatı ne bir anayasa ile teyit edilmesi ve fakat sadece belirli
bir faaliyete ihtiyaç gösteren kendi üyelerinin dikkate aldığı gibi dikkate alınabilen bir delil
olarak bir kuralın evrensel olarak uygulanması için kendi yorumlaması konusunda temsilciler
meclisinin isteği olmaktadır. Bununla birlikte, bugün, çoğunluğa sadece belirli bir kararın adil
olup olmadığı konusunda değil, belirli bir kararda uygulanan prensibin benzer örneklerinde de
uygulanıp uygulanmayacağı konusunda sorular sorulmamaktadır.
Temsilciler meclisinin hiçbir kararı gelecekte verecekleri kararları bağlamayacağı için,
genel kurallarla bağlayıcı olmayan muhtelif tedbirler alınmaktadır.Sınırsız güce sahip seçilmiş
bir meclisin zayıflığı bütün herkesi etkileyen kurallar hakkındaki oyların ve bazılarını
doğrudan etkileyen tedbirler hakkındaki oyların tamamen farklı karakterlerde olması, kritik
bir noktayı göstermektedir. Herkesi ilgilendiren konular hakkındaki oylar, devamlı ve güçlü
düşüncelere; ve böylece bilinmeyen kişilerin (Genel olarak her hangi bir durumda müşterek
hesaptan dağıtılacak olan bu tür yararlar, bütün kişilerce tercih ettikleri yönde harcanacaktır)
yararına olan (ve ekseriya ayrıca zararına) belirli uygulamalarla ilgili oylardan oldukça farklı
olan hususlara dayanmaktadır. Böyle bir sistemin, Büyük Britanya’da en fazla paradoksal
sonuçları doğurması kaçılmazdır. Bununla birlikte,Büyük Britanya yönetiminin görevlerinin
miktarı ve karmaşıklığı, kişilerin ihmalinin olduğu yerlerde, oy verenlerin veya temsilcilerin
tasarrufundaki daha iyi bilgilerle giderilebildiği için, neredeyse herkesin, karşılaşılan bu tür
sorunlara aşina olduğu yerel işlerin düzenlenmesinde tedbirler alınabilmektedir.
Seçilmiş yönetimin klasik teorisi, milletvekillerinin;Yasa yapmayacakları fakat
kendilerinin ve kendi haleflerinin yasalara tabi olacakları zamanlarda; hiç para vermedikleri,
fakat kendi paylarını ödeme yaptıkları zamanlarda; zararlı bir şey yapmadıkları fakat kendi
arkadaşları ile birlikte kendi başlarının da yere düştüğü yerlerde; kendi prensiplerinin iyi
yasaları, küçük zararı ve çok tutumluluğu umabileceğini farz etmiştir.Üyelerinin, kendileri
için özel yararlar sağlamak suretiyle belirli grupların oylarını almak ve elde tutmakla ilgili
oldukları “yasama organının” seçmenleri diğerlerinin alacağından ve ilgileneceğinden daha az
olarak bu konulara ilgi göstereceklerdir.Bunlar normal olarak, muhtelif isteklerin adil olup
olmamasına bakmaksızın kendi gruplarının hesabına olarak daha az bildikleri konularda bile
diğer grupların aleyhine hareket edebilmektedirler. Her bir grup, diğer grupların aleyhine
olabilecek konularda kendi gruplarının lehinde olarak karar alınmasına çalışmaktadır. Bu
sürecin sonucu,hiç kimsenin düşüncesinin ve prensiplerinin haklı olduğuna bakmaksızın
kararların bir esasa istinat etmesinden ziyade çıkara hizmet ediyor olmasıdır. Bu kararlar bir
azınlıktan alınan fonların paylaşımı konusunda hem fikir olmaktadır. Kısıtlanmamış ve
müdahaleci yasama organının faaliyetlerinin kaçınılmaz sonucu olarak temsilci demokrasinin
ilk teoricilerinin açıkça öngördükleri bu husus karşımıza çıkmaktadır.Gerçekten modern
zamanlarda demokratik yasama organlarının bu talepleri adil olarak karşılaması için, çıkar
grupları arasındaki özel indirimlere, imtiyazlara ve diğer yararlara kim karar verecek? A ucuz
ithalata karşı korunacaksa, B, az eğitim görmüş operatörün maruz bıraktığı kesintilere, C
kendi maaşında yapılacak indirime, D kendi işini kaybetmeye karşı ise kararlar buna göre
verilecektir. Oy verenler bu genel çıkarlarına karşılık olarak talepte bulundukları kişilerden,
kendi taleplerini yerine getirmelerini bekleyecektir. Bu yazının son bölümünde incelenen
“Sosyal adaletin” tesis edilmesi konusu gerçekte bu belirli demokratik mekanizmanın önemli
bir ürünüdür ki bu husus yerine getirdikleri belirli çıkarlar hususunda temsilcilere moral
sağlamaktadır.Çoğunluğun istekleri, sanki bazı gruplar (mesela çiftçiler veya köylüler veya
ticari birliklerin yasal imtiyazları gibi) yerine getirilmesi için ileri sürmüş gibi belli grupların
isteklerini iptal ediyorsa ve bu grupların oyları dengeyi değiştirecekse, bu grupların isteklerini
de karşılayacak şekilde değiştirilmektedir. Mevcut sistemde, her bir küçük çıkar grubu
isteklerinin adil veya eşit olması için sadece çoğunluğu ikna etmek için çalışmamakta aynı
zamanda kendi desteğini çekebileceği tehdidini yapmak suretiyle kendi isteklerinin
gerçekleşmesi için çalışmaktadır. Böylece demokratik yasama organının bütün özel
indirimleri, imtiyazları ve faydaları verdiği düşüncesi saçma olmaktadır. Başarılı
propagandanın bazı gruplar lehine karasız kişileri etkileyebilmesine ve adalet duygusu ile
hareket eden yasa yapıcılar için uygun görünmesine rağmen çoğunluğun düşüncesini
yansıtacağını umduğumuz ve oy verme mekanizması olarak adlandırılan, oluşturduğumuz
mekanizma, neyin yanlış neyin doğru olduğu konusunda, çoğunluğun düşüncesini
yansıtmayacaktır.Belirli gruplar lehine oy verme gücü ile donatılmış bir meclis, farklı
taleplerin karara ulaştırılmasından ziyade çoğunluk ile ilgili pazarlıkların odağı olacaktır. Bu
pazarlık sürecinin sonunda ortaya çıkan “Çoğunluğun isteği” uydurması, artık, diğerlerinin
aleyhine olarak kendi destekçilerine yardımcı olacak bir sözleşme olmayacaktır. Bu gerçeğin
bilincinde olarak, politikalar büyük ölçüde, normal insanlar arasında kötü şöhreti olan
“politikacılığın” özel çıkarlarına hizmet edecek şekilde belirlenecektir.Gerçekten, toplumsal
iyilikle birlikte politikacının yalnızca kendisini düşündüğünü hisseden toplum kesimlerine
göre, onlara lokmalar atan veya daha değerli hediyeler veren belirli grupların devamlı olarak
tatmin edilmesi gereği açıkça yozlaşma olarak görülmelidir.
Çoğunluk yönetiminin, çoğunluğun isteklerini değil çoğunluğu teşkil eden grupların her
birinin isteklerinin yerine getirmesi hususu, kendi desteklerinin hangi tarafa yöneltileceği
konusunda diğerlerine fikir vermelidir. Bu nedenle, bunun bugün günlük hayatta olağan
şeylerden biri olarak kabul edilmesi ve deneyimli politikacıların bunu kınama konusunda
yetersiz kalan idealistlere acıması ve kişilerin daha şerefli oldukları takdirde bundan
kaçınabileceklerine inanılması, mevcut kurumların ilgilendiği ölçüde gerçektir ve sadece
bozulmanın olduğu bütün temsilcilerin veya demokratik yönetimin kaçınılması mümkün
olmayan özellikleri dikkate alındığında yanlıştır. Bununla birlikte, bütün temsilcilerin veya
demokratik yönetimin katkısı gerekli olmayabilmektedir. Fakat, tamamen kısıtlamasız ve her
şeye gücü yeten yönetimlerin çalışması sayısız grupların desteğine bağlı olmaktadır.Sadece
sınırlı yönetim, iyi bir hükümet olabilmektedir. Çünkü, belirli çıkarların (Kant tarafından
ortaya konulduğu gibi) ortaya konulmasında genel ahlak kuralları yoktur(ve yok
olabilmektedir). Çünkü, “Refah bir prensibe sahip değildir fakat isteğin içeriğine bağlıdır ve
bu nedenle genel prensiplere sahip değildir”. Bu tür şeyler demokrasi ya da temsilci yönetim
değildir aksine bizim tarafımızdan seçilmiş belli her şeye gücü yeten çabuk bozulabilen bir
yasama kurumunun bir örneğidir. Bozulma aynı zamanda zayıflıktır, tamamlayıcı gruplardan
gelen baskıya dayanamaz, yöneten çoğunluğun desteklerine ihtiyaç duyduğu grupların
isteklerini yerine getirmesi için yapabileceğini yapması gerekir, ama bu alınan tedbirler
toplumun kalanı için zararlı olabilir, en azından bunu çekmek zorunda olan gruplar için
popüler olmayabilir, bu durum kolayca ortaya çıkarılabilir. Bir azınlıktan gelen muhalefeti
yenebilmek için hudutsuz ve baskıcı güce sahip olunurken sarhoş bir adam tarafından
kullanılan aracın yalpalaması gibi bir tedbirin tam olarak izlenmesi mümkün olmayabilir.
Belirli gruplar lehine yasama organınca verilecek imtiyazları engellemek için yüksek yargı
makamlarının olmaması durumunda, yönetimin şantajla karşılaşmaması için hiçbir mani
bulunmamaktadır. İngiltere’nin kontrol altında tuttuğu ülkelerin ekonomik hayatından çıkarak
herhangi bir politikayı uygulamasının imkansız olması gibi, yönetim bu grupların isteklerini
karşılarsa onların kölesi haline gelir.Yönetim, düzeni ve adaleti sağlayacak kadar kuvvetli ise,
politikacıları sahip olduklarına inandıkları husustan mahrum etmeli ve “bütün
memnuniyetsizlik kavramlarını ortadan kaldırmalıyız”.
Maalesef, geniş ölçüde memnun
mnuniyetsizlik kavramlarını ortadan kaldırmalıyız”.
Maalesef, geniş ölçüde memnuniyetsizliği yaratan şartları değiştirme konusunda
yaptığımız her gerekli girişim ve politikacıların savundukları hususlar bu değişiklikleri
yapmayı mümkün kılmamaktadır.Özel faydalar temin etmeyi amaçlayan bu şartların bir etkisi
de sadece bunun adil olduğu hakkındaki genel düşünce değil aynı zamanda aşağıdaki
tarzlarda yanlış düşünceye neden olabilecek “politik gerekliliktir”; oyların dengesi sallantıda
olduğunda bazı gruplar lehte oy verdiğinde, oylanan konunun buna layık olduğu için genel
kabul gördüğü hususunda bir düşünce oluşabilir. Fakat, çitçiler, küçük işadamları veya
belediye çalışanları kendi isteklerinin düzenli olarak tatmin edilmesi için gerekli girişimlerde
bulunuyorlarsa ve gerçekten bu grupların desteği olmadan yönetimin çoğunluğu
sağlayamayacağı bariz ise, şüphesiz bu sonuca ulaşmak saçma olacaktır. Ayrıca, demokratik
teorinin olduğunu var saydığı şey konusunda paradoksal bir sapma var gibi görünmektedir.
Çoğunluk genel olarak doğru olduğuna inanılan hususlara göre yönetilmemekte fakat bunların
adil olduğu düşünülmesi istenmektedir. Çoğunluğun rızasının, çoğunluğu teşkil eden kişilerin
bir çoğunun kendi isteklerinin yerine getirilmesinin ödemesi olarak rızalarını sıkça
kullanmalarına rağmen, adaletin bir ölçüsü olarak delil sayıldığına inanılmaktadır. Bu
hususlar, kendi çıkarlarına hizmet etmemesine rağmen düzenli olarak yapıldığı için “sosyal
olarak adil” kabul edilmektedir. Fakat, devamlı olarak çoğunluk gruplarının lehte olarak oy
vermesi gereği, sonuçta ahlaki standartların meydana gelmesini sağlamakta ve sıklıkla lehte
olan sosyal grupların, kendi özel çıkarlarının tek başına bu iş için gerekli olmadığına
inanmalarından dolayı bunu hak ettikleri şeklinde düşünmelerine sebep olmaktadır. Bazen,
sanki belirli bir mekanizmanın körleştirilmiş sonucu olmaktan ziyade arzu edilen bir tedbirin
deliliymiş gibi kullanılan ve “Bütün modern demokrasilerin bunu yapmak için gerekli
buldukları” argümanı ile karşılaşabiliriz. Böylece, sınırsız demokratik yönetiminin mevcut
mekanizması yeni bir “demokratik” etik seti oluşturmakta ve bu mekanizma demokrasilerde
düzenli olarak yapılan sosyal adalet olarak görülen hususu veya bu mekanizmanın akılcı
olarak kullanılması suretiyle demokratik yönetimlerin daha iyi olabileceği inancı
yaratılmaktadır. Yönetim tedbirleriyle kararlaştırılan gelirlerin gün geçtikçe daha fazla
yayıldığı bilinci,durumları henüz netleşmeyen grupların isteklerinin istekleri net olan gruplar
tarafından yönlendirilebileceğini göstermektedir. Her zaman grupların gelirlerihükümet
tarafından alınan tedbirlerle artmış olup diğer gruplara bir örnek teşkil etmiştir.
“Sosyal adalet” taleplerinin altında yatan şey, sadece diğer gruplara zaten sağlanmış
olan imkanların kendilerine de aynı şekilde sağlanması hususundaki taleptir.Örgütlü çıkarların
koalisyonu ve yönetim mekanizması bazı belirli çıkarların gittikçe artan etkisini dikkate
almadan, kendi grup çıkarı için oyunu vadeden kişinin bunu rüşvet gibi kabul etmesinin
demokratik kurumları etkilendiğini düşünmekteyiz. Bu baskı gruplarının organize olma
yeteneklerini ve faaliyetlerini de dikkate almak durumundayız. Bu husus, bazı politik
partilerin görüş olarak birleşmesinden ziyade koalisyon kurmasına veya birleşmesine yol
açmakta ve koalisyonların veya organize çıkarların, baskı grupları tarafından etkilenmesine
neden olmaktadır. Bu organize gruplar tarafından yapılan etkiler elde edilen faydanın
dağıtımındaki çarpıklığı artırmakta ve eşitlik prensibini de etkilemektedir. Sonuç, gelir
dağılımının politik güç tarafından tespit edilmesi olmaktadır. Bu günlerde enflasyonla
mücadele için bir vasıta olarak kabul edilen “gelir politikası” geniş ölçüde bu gücü elinde
bulunduranlar tarafından karar verilen bir düşüncedir. Ticari birlikleri ve kuruluşları,
profesyonel kuruluşları da içine alan yönetim mekanizmasının gereksiz ve çok aşırı büyümesi
bu asrın eğilimlerinin bir parçasıdır.Bu husus, görünürde gerekli ve kaçınılmaz olarak
gerçekleşmiş ve küçük grupların desteğini sağlamak suretiyle kendi çoğunluğunu idame
ettiren çoğunluk yönetimlerinin gittikçe artan gerekliliğini karşılamak (veya kısmen
dezavantajına karşı savunmak) için kullanılmıştır.
Bu şartlar altındaki politik partiler gerçekten kendi düşündükleri idealler ve koydukları
prensipleri, koalisyonu teşkil eden diğer partilerin ideallerine ve prensiplerine uydurmak
zorunda kalmışlardır. Kendi ülkelerinde öngörülen sistemi tasvip etmeyen ve bunun yerine
bazı hayali ütopyaları koymayı hedefleyen batıdaki bazı ideolojik partiler hariç, gerçekten
düşündükleri tarzda, bir partinin programlarını ve faaliyetlerini düzenlemesi güç olmaktadır.
Bu partiler güdümlüdür ve hatta mutabık kaldıkları kendi hedeflerin dışındadır, toplumun
yavaş yavaş kabul edebileceği şartları meydana getirmekten ziyade sosyalizmin bazı şekilleri
gibi yapılar empoze etmek için kendi güçlerini kullanmaktadırlar. Mevcut politikayı
yönlendirebilen ve müşterek bir faaliyet için çoğunluğun nasıl bir araya getirilebileceğini
açıkça gören yasama organının her şeyi yapabileceği bir sistemde, bu gelişmelerin
kaçınılmazlığı ortaya çıkabilmektedir. Fakat temel değerler üzerinde toplumun oluşan
düşüncesi, halihazırdaki yönetim faaliyetinin programının tespit edilmesinde yeterli
olmamaktadır. Bir yönetimin destekleyicilerini bir araya getirmek için veya böyle bir partiyi
bir arada tutabilmek için ihtiyaç duyulan program farklı çıkarların birleştirilmesi suretiyle bir
pazarlık sürecinden sonra yapılabilmektedir.Bir yönetimin emrinde olan kaynakların belirli
amaçlar için kullanımı düşünüldüğünde,bu konuya rıza gösteren her bir gruba rızalarının
karşılığı olarak vaat edilen hizmetler yapılmaktadır.Bir anlamda çoğunluğun müşterek
düşüncesinin bir ifadesi olarak pazarlıklı demokraside karar verilen program açıklanacaktır.
Gerçekten böyle bir programda bulunan hususları isteyen ve hatta tasvip eden kimseler
olmayabilecek, bu program için başkaları uğruna kendi isteklerinden vazgeçen insanlar
olabilecektir.Kararlaştırılan müşterek faaliyetler hakkındaki böyle bir program sürecinin
düşünülmesi ve pek çok farklı kişi ve grupların ayrı ve mantık dışı düşüncelerinin bir araya
getirilmesi bir mucize olacaktır. Programda kapsanan hususların bir çoğu hakkında oy veren
üyeler (veya temsilciler meclisinin çoğunluğu) karşı karşıya bulunulan şartların ne olduğunu
bilmedikleri için hiçbir fikre sahip olmayacaklardır.Bunların çoğu farklı ve hatta ters etkide
bulunacak fakat kendi arzularının gerçekleştirilmesi için ödemek zorunda oldukları bir bedel
olacaktır. Bir çok kişi için parti programları arasında yapılacak seçim, bir tarafın çıkarına olan
bir husus diğer tarafın aleyhine olacak şekilde sonuçlanabilecektir.Yönetim faaliyetleri için
böyle bir programın ilave karakteri, parti liderinin karşı karşıya olduğu sorunları
düşündüğümüzde daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Parti lideri,ihtimam göstereceği
öncelikli bazı hedeflere sahip olabilir veya olmayabilir. Fakat hedefi ne olursa olsun, bu kendi
gücünü kullanma konusunda duyacağı ihtiyacı göstermektedir. Bu nedenle, kendisine yön
veren hedeflerle çok az ilgili olan kişilerden ibaret olan bir çoğunluğun desteğine ihtiyaç
duymaktadır. Kendi programı için destek oluşturmak amacıyla, çoğunluğun çıkarlarını
karşılayacak şekilde yeterli miktarda hususu kendi programına dahil edecektir.Yönetim
faaliyetleri için gerekli olan böyle bir program üzerinde varılacak mutabakat,demokraside
karar verici güç olması umulan çoğunluğun, ortak düşüncesinden farklı bir metne dayalı
olabilir. Kişilerin düşünceleri farklı olduğu için herkesi tam olarak tatmin etmeyen bir orta yol
bulunması konusunda mutabakata varılmasına bir çeşit uzlaşma diyoruz.
Bir grubun isteklerinin tatmin olmasına karşılık olarak diğer grubun da isteklerinin
tatmin edilmesi (ve ekseriya uzlaşmaya katılmayan üçüncü bir grubun aleyhine olarak) için
yapılan bir seri pazarlık koalisyonun ortak davranışı konusunda hedefleri belirlemekte fakat
sonuçların genelinin onaylanmasını göstermemektedir.Bu konuda bir oylama fırsatı olsaydı
sonuç çoğunluğun sadece birkaç üyesi tarafından kabul edilecek bir prensibin tümüyle aksi
olurdu.Organize edilmiş çıkar koalisyonu tarafından oluşmuş yönetimin hakim olması (Genel
anlamda “kötü çıkarlar” olarak açıklanan hususlar ilk olarak gözlendiğinde) yönetim dışındaki
bir kişi tarafından suiistimal veya hatta bir çeşit bozulma olarak görülebilir.Bununla birlikte,
destekleri karşılığında kendi isteklerini tatmin etmek için ihtiyaç duyulan tedbirlerin alınması
sınırsız güce sahip yönetim sistemlerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Böyle bir güce sahip bir
yönetim, bu gücü uygulamayı reddedemez ve çoğunluğun desteğini elinde tutmaya devam
eder. Kendilerine sağladığımız pozisyonda yapmak zorunda oldukları işler için politikacıları
kınama hakkımız bulunmamaktadır. İsteklerini karşılamak konusunda çoğunluğa halkın bir
kesimi tarafından verilen bilinen şartları yaratmış bulunuyoruz. Fakat sınırsız güce sahip olan
bir yönetim sadece çoğunluğun desteğini sağlamak için yeterli ölçüde baskı gruplarına bağlı
kalmalıdır.Dar anlamda ortak ihtiyaçlar için ayrılmış özel kaynakların yönetiminde hükümet
daima bir ölçüye kadar bu karaktere sahip olacaktır. Yönetimin görevi yasama organından
farklı grupların belirli çıkarlarını sağlamaktır. Fakat bu zafiyet, yönetim kurallara uygun
olarak kendi emrindeki kaynakların kullanımını kararlaştırdığı sürece(ve özellikle mahalli
yönetimlerde halkın kendi oyları ile genişlemeden kaçınması durumunda), yönetimin ve yasa
koyucuların ve yönetim kaynaklarını idare eden şahısların da, kaynakların ne kadarını kontrol
edeceğine karar vermesi konusunda katkıları bulunduğunu farz ederek giderilmektedir. Ancak
destekleyenleri tarafından verilen oylar ile sürdürülen bir pozisyonda bulunanların neyin
doğru olduğunu tanımlamaları, güçlerini korumak için gerekli olarak düşündükleri her tür
amaçlar için toplum kaynaklarının yönetenlerin kullanımına verilmelidir.Toplumun
kaynaklarının bir kısmının seçilmiş yöneticileri destekleyicilerini tatmin etme konusunda
sorumlu olmalarına rağmen değiştiremeyecekleri bir kanuna tabi iseler, şahıs hürriyetlerine
karışmaksızın yapacakları hususlarda yönlendirilemezler.Fakat, aynı zamanda, bu kuralların
koyucuları iseler kendi organize etme güçlerini sadece yönetime ait olan kaynakları ile değil
şahısların sahip oldukları ve bunların meclislerini özel isteklerini karşılayacak kaynaklar dahil
olmak üzere toplumun sahip olduğu bütün kaynakları kullanabilirler.Yönetimi, yapacağı kötü
uygulamalar nedeniyle gücünden mahrum etmek ve gücünü kısıtlamak suretiyle, gücünü
sınırlandıracak tedbirleri almak suretiyle bazı özel çıkarlara hizmet etmesi konusunda
engelleyebiliriz. Bütün tatminsizlikleri ortadan kaldırmanın kendi güçleri dahilinde olduğunu
ve bunun da görevi olduğuna inanan politikacıların bulunduğu bir sistem, halkla ilgili işlerin
tam olarak yapılmasına yol açmalıdır. Bu güç kısıtlaması, belirli çıkarlara hizmet için
kullanılacaktır ve kullanılmalıdır ve yönetim üzerindeki baskıları birleştirmek için organize
çıkarların gayretlerini azaltacaktır. Bu baskıya karşı bir politikacının sahip olduğu tek
savunma, kendisinin şikayetçi olduğu ve değiştiremeyeceği tesis edilmiş prensiplerin
varlığıdır. Değiştirilmesi mümkün kurallara sahip hükümet kaynakların kullanımını yöneten
hiçbir sistem, bu organize çıkarların bir oyuncağı olmaktan kaçamayacaktır.Genel kurallar ve
özel tedbirler üzerindeki anlaşma Büyük Britanya toplumunda kimsenin, hükümetin aldığı
kararların amacı olabilecek faktörlerin bilgisine sahip olmayacağını sürekli vurguladık. Böyle
bir toplumun herhangi bir üyesi toplumu meydana getiren anlamlı yapının küçük bir
kısmından daha fazlasını bilmez, fakat kendisinin ait olduğu kalıp içindeki sektörü
şekillendiren isteklerin diğerlerinin istekleriyle çatışabileceğini bilebilir. Böylece, kimse
tümünü bilmezken, farklı istekler genel olarak kendi etkileri ile çatışacak ve ulaşılacak
anlaşma ile uzlaşmaya varılacaktır. Demokratik yönetim, (demokratik yasama ile tefrik
edildiği biçimde) kişilerin bilincinde olduğu belirli gerçeklerin dışında olarak onların rızasına
ihtiyaç göstermektedir ve kişiler,çoğunluğun uyacağı ve belirli önlemleri gerektirecek genel
kuralları kabul ettiklerinde,isteklerini önemsemediklerini göstereceklerdir.
Mutabakat pek çok konu üzerinde anlaşmayı gerekli kılıyorsa, çatışmadan kaçınılamaz,
çatışmadan ancak genel kurallar üzerinde anlaşmaya varılarak kaçınılabilir ki bu durum bugün
neredeyse unutulmuş gibi görünüyor.Doğru bir uzlaşma hatta çoğunluk arasındaki doğru
uzlaşma Büyük Britanya’da bazı genel prensiplerin nadiren kabul edilmesine neden olmuştur
ve bu uzlaşma kendi üyeleri tarafından bilinen bazı belirli önlemler üzerinde sürdürülebilir.
Daha önemlisi, böyle bir toplum, prensipleri kendi özel kararları içerisinde kabul etmişse iyi
bir düzen kuracak ve devam ettirecektir ve çoğunluk bu kuralları yıkmak istese bile kuralları
ortadan kaldırmak için yeni bir araç buluncaya kadar başarılı olamayacaktır.Bir dereceye
kadar bu kurallara uyulmasının gerekli olduğunu daha önceleri görmüştük. Dünyanın farklı
yerlerindeki farklı alt gruplar tarafından oluşturulan kararlara bile ihtiyaç bulunmaktadır.
Belirli konular hakkındaki oylamalar aynı genel kurallara tabi olmadıkça muhtemelen kişiler
tarafından kabul edilmeyecektir.Önümüzdeki uzun dönem esnasında yönetim faaliyetlerinin
kararlaştırıldığı tüm plan için isteklere yol açan demokratik karar verme mekanizmasının tesis
edilmiş kurallarının tatminkar olmayan sonuçlarının bilincinde olunması önemlidir. Böyle bir
plan, kritik güçlük için bir çözüm teşkil etmemektedir. Sonunda genel olarak kabul edildiği
gibi, somut sorunlar hakkındaki kararların bir dizi sonuçları olacak ve bu nedenle bu kararlar
aynı sorunları ortaya çıkaracaktır. Böyle bir planın kabul edilmesinin etkileri genel olarak
tedbirlerin istenip istenmediği konusunda gerçek kriterler için bir yedek plan gibi hizmet
görmekte olmasıdır.Sadece Büyük Britanya toplumunda mevcut olan genel prensipler
üzerinde gerçek bir çoğunluğun istenmesi değil, aynı zamanda somut sonuçlar istekler ile bir
çatışmaya girse bile genel prensipler üzerinde inşa edilen belli şeylerin etkilemesini
engelleyen bir piyasa mekanizmasının kontrol altına alınabileceği kesin bir gerçektir.Bizce
bilinmeyen koşulları kısmen karşılayan bir yapıdan faydalanmamızı sağlayacak
amaçlarımızın bir kısmının başarılması, etkilerinden bir kısmının isteklerimizin aksine
sonuçlanmasına ve bu yüzden istediğimiz ve uymak istediğimiz belirli sonuçlar ile genel
kurallar arasında bir çatışmanın doğmasına yol açacak olması kaçınılmaz bir şeydir.Toplu
faaliyetlerde, bu çatışma çok aşikar olmaktadır. Çünkü, birey olarak bizler kurallara uymayı
öğrendik ancak bir yapının üyeleri olarak bize yasaklanmış olan bir kurala gelecekte
çoğunluğu uyacağı konusunda hiçbir garantimiz bulunmamaktadır.Bireyler olarak
oluşturulmuş kurallarla sınırlı olan amaçlarımızın sürdürmeyi kabul etmeyi öğrenmemize
rağmen, bu kuralları değiştirme gücüne sahip bir yapının üyeleri olarak oy verirken
yukarıdakine benzer bir şekilde kısıtlandığımızı düşünmeyiz. Son durumda birçok kişi
diğerlerine karşı kendilerini korumaya alan faydaları mantıklı olarak görmektedir. Ancak bu
kişiler bu garantinin evrensel bir nitelik taşımadığını da bilmekte ve bu nedenle kimseyi böyle
bir garanti altında görmek istemezler. Spesifik konular üzerinde belli kararlar verilirken, oy
verenler veya temsilcileri, genel olarak gözlemeyi tercih ettikleri prensiplerle çatışma
anındaki destekleyici önlemlere yol açacaklardır. Belirli tedbirler konusunda karar veren
kişileri bağlayan hiçbir kural mevcut olmadığı sürece, çoğunluğun prensipler hakkında karar
vermeleri istendiği takdirde bir defa ve ebediyen kısıtlanacakları bir tip tedbiri kabul etmeleri
kaçınılmaz olmaktadır.Herhangi bir toplumda belirli konular hakkında olandan ziyade genel
prensipler hakkında daha fazla mutabakatın olduğu çatışma, başlangıçta belki de olağan
deneyimlerin aksine olacaktır. Günlük uygulamalar genel bir prensipten ziyade belirli bir
konu hakkında mutabakatın sağlanmasının genellikle daha kolay olduğunu göstermektedir.
Bununla birlikte, bu husus, tam olarak bilmediğimiz ve hiçbir zaman kelimelerle ifade
edemediğimiz, ve değişik insanları kararlarını vermeleri konusunda yönlendiren ve nasıl
hareket edeceğini bildiğimiz yaygın prensiplerin yalnızca bir sonucudur. Bu prensiplerin
formüle edilmesi genellikle çok güç olmaktadır. Uygun hareket ettiğimiz prensiplerdeki bilinç
eksikliği, kuralları uygulanabilir olarak gördüğümüzden sadece belirli etik kuralları üzerinde
uzlaşma sağlandığı için uygun hareket ettiğimiz prensiplerdeki bilinç eksikliği çürütülemez.
Fakat genellikle bu müşterek kuralları mutabakata varmış olduğumuz muhtelif belirli
örneklerin incelenmesi ve yine mutabık kaldığımız noktaların sistematik analizi için
öğrenmekteyiz.
Münakaşa şartları hakkında ilk defa bilgi sahibi olan bir kişinin kendi yararı için benzer
kararlara ulaşması gerekiyorsa, bunun kesin anlamı olsun veya olmasın aynı prensipler
tarafından yönetilmektedir ve eğer mutabık kalmadığında bu tür yaygın prensipler hususunda
kişinin eksikliği olarak görülmektedir. Bu husus, belirli menfaatler hususunda önce
anlaşamayan partiler arasındaki muhtemel bir anlaşmayı sağlayacak argümanları
incelediğimizde doğrulanmaktadır. Bu argümanlar daima genel prensipleri veya en azından
bazı genel prensiplerin ışığında ortaya konmuş olan gerçekleri kapsar. Bu husus hiçbir zaman
kesin bir örnek değildir fakat daima örnek bir karakter gösterir veya belirli bir kural altında
incelenir ve ilgili olarak dikkate alınır. Mutabık kaldığımız böyle bir kuralın ortaya konulması
belirli bir konuda mutabakata ulaşmada temel olacaktır.
Çeviren: İrfan Kalpalı
Sosyal Adaletin Kökenleri
“Sosyal adalet” diye adlandırılan şeyin anlamını bulmak 10 yıldan fazla bir süredir
benim öncelikli işlerimden biridir. Bu çabamda başarısız oldum veya daha çok özgür
insanların toplumuna baktığımda bu sözcük öbeğinin hiçbir anlamı olmadığı sonucuna
vardım. Kelimenin niçin yüzyıl gibi bir şey için anlamlı olmadığının araştırması politik
tartışmalara konu olmuştur ve her yerde hayatın güzel yönlerinde daha fazla paya sahip olmak
isteyen grupların iddiaları için, başarılı bir şekilde kullanılmıştır. Burada ilgileneceğim asıl
soru budur.
Ama öncelikle, yayımlanmak üzere olan “Kanun, Yasama ve Özgürlük” adlı kitabımın
2. cildinde de açıklamaya çalıştığım gibi, “sosyal adaleti” niçin sadece boş bir formülden
başka hiçbir şey olarak nitelendirdiğimi, geleneksel olarak belirli bir iddianın herhangi bir
sebep göstermeksizin doğrulandığını anlatmak için kullandığımı özetlemeliyim: Gerçekten,
Sosyal Adalet Mucizesi yan başlığını taşıyan bu cilt, esasen aydınların kullanmaya çok
meyilli oldukları “sosyal adalet” kavramının entelektüel olarak kötü bir kavram olduğuna ikna
etmek için hazırlanmıştır. Bazıları buna uymuştur ama şu şanssız sonuçla birlikte:”Sosyal
adalet şimdiye kadar kullandıkları adaletin sadece bir çeşidi olduğundan, adalet kavramının
bütün kullanımlarının anlamsız olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu yüzden zorunlu olarak, aynı
kitapta bireysel bir hareketin kurallarının, sosyal adaletin onunla zıt olduğunun anlaşılması
çabaları kadar özgür insanların barış dolu toplumunun korunması için zorunlu olduğunu
göstermek zorunda kaldım.
“Sosyal adalet” kavramı genellikle “dağıtımsal adalet” diye adlandırılan kavramla aynı
anlamda kullanılır. İkinci kavram belki ne kastedildiği hakkında daha iyi bir fikir verebilir ve
aynı zamanda bir pazar ekonomisinin sonuçlarına niçin uygulanamadığını da gösterir:
Dağıtanın olmadığı bir yerde dağıtımsal adalet de olmaz. Adalet, sadece insan davranışının bir
kuralı olarak anlamlıdır.Bir pazar ekonomisinde birbirlerine mal ve hizmet sağlayan
insanların davranışlarına ilişkin hiç bir mantıklı kural,anlamlı olarak adaletli veya adaletsiz
diye nitelendirilebilecek bir dağılım oluşturmaz.. Bireyler kendi kendilerine mümkün olduğu
kadar adil davranabilirler, ama ayrı bireylerin sonuçları diğerleri tarafından
tasarlanamadığından veya önceden bilinemediğinden, işlerin sonuçları adaletli veya adaletsiz
olarak adlandırılamaz.
“Sosyal adalet” sözcük öbeğinin anlamsızlığı, belli örneklerde sosyal adaletin
gerektirdikleri hakkında anlaşmanın olmayışı durumunda kendini gösterir, ayrıca eğer
insanlar farklılık gösterirlerse kimin haklı olduğunu belirleyecek bir test yoktur ve hiçbir
önceden mantıklandırılmış bir dağıtım şeması bireylerin özgür olduğu bir toplumda, kendi
bilgilerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya izinli olmak anlamında etkili olarak
tasarlanmaz. Gerçekten bireyin kendi davranışları üzerindeki ahlaki sorumluluğu,
gerçekleştirilmesi istenen dağıtım kalıbıyla zıttır.
Yapılan küçük bir araştırmaya göre, çok fazla insanın var olan dağıtım kalıbından
şikayetçi olmasına rağmen, hiçbirisi “adaletli” olarak adlandırabilecekleri bir kalıp hakkında
bir fikre sahip değildir. Bütün bulduğumuz bireysel durumların sezgisel olarak “adaletsiz”diye
değerlendirilmesidir. “adaletsiz” Hiç kimse bütün durumlarda sosyal olarak adaletli olabilecek
tek bir genel kural bile bulamamıştır. “eşit işe, eşit ücret” kuralı dışında. Sosyal adalet
taleplerinin dayandırıldığı değer, ihtiyaç ve benzeri düşüncelere engel olan serbest rekabet,
eşit ücret kuralını mecbur hale getirir.
Bir çok insanın gerçekte bu sözcük öbeğinin ne anlama geldiğini bilmediklerini fark
etmelerine rağmen, sosyal adalete inanmaya devam etmelerinin sebebi herkes inanıyorsa, bu
sözcüklerde bir şey olmalı diye düşünmeleridir. İnsanların anlamadığı, neredeyse evrensel
olarak kabul gören bu inancın temeli, insanların şimdikinden çok daha uzun yaşadıkları,
günümüz medeniyetine uygulanamayacak kadar içgüdülere takılı kalmış farklı bir toplum
tipinden miras alınmış olmasıdır. Aslında ilkel toplumda insan belli bazı durumlarda eski
grupları bir arada tutan prensipleri,göz ardı ederek elde edilen artan sayılarla ortaya çıkmıştır.
Şunu, unutmamalıyız ki, insanın tarımı, kasabaları ve son olarak “Büyük Toplumu”
oluşturduğu son on bin yıldan önce, insanlar savunulan ortak bir topluluk bölgesi içinde sıkı
hakimiyet düzeniyle yaklaşık elli kişilik gruplar halinde avcılık ve yiyecek paylaşımı
yöntemleriyle yaşamışlardır. Eski, ilkel toplum tipinin ihtiyaçları hala bizi yöneten ahlaki
duyguların çoğunu belirlemiştir. Bu gruplamada en azından bütün erkekler için, alfa erkeğinin
yönetimi altındaki kavranılmış, fiziksel, ortak bir nesnenin ortak olarak izlenmesi, avdaki
farklı payların insanlara,topluluğun devam etmesi için taşıdıkları öneme göre paylaştırılması
kadar,devamlı olarak varolmasınınd bir şartıdır. Kazanılan ahlaki duyguların sadece kültürel
olarak öğrenme veya taklit yoluyla iletilmesinden çok genetik olarak belirlenmiş ve doğuştan
olmaları olasılıktan ötededir.
Bunlar, bize tamamen doğal görünmeyebilir ama,farklı durumlarda türlerin yayılması
için iyi ve yararlıdır. Küçük topluluk ilkel şeklinde bugün bile çok kişinin isteyebileceği
şeylere sahipti. Tek bir amaç veya ortak sonuçlar hiyerarşisi ve bireylerin değerlerinin ortak
bakış açısına göre yöntemlerin paylaşılması. Bu tutarlılık kuruluşları, bu tip toplumun
gelişimine olası sınırları koyar. Grubun kendini adapte edebileceği olaylar ve
yararlanabileceği fırsatlar, sadece üyelerinin farkında olduklarıydı. Hatta daha kötüsü, birey,
diğerlerinin onaylamadıklarının birazını yapabilirdi. İlkel bir toplumda bireyin özgür
olduğunun düşünülmesi yanlış olacaktır. Özgürlük bir medeniyet icadı olduğundan, sosyal bir
hayvan için doğal bir özgürlük yoktu. Birey serbest hareket alanına sahip değildi, hatta
topluluğun başkanı bile sadece geleneksel aktiviteler için itaatkarlık ve destek görebiliyordu.
Bütün bireyler ihtiyaçlar için yapılan ortak sıralamaya göre çalışmak zorundaydı, bu günümüz
sosyalistlerinin de rüyasıdır ve bireylerin özgür deneyimleri söz konusu değildi.
Medeniyetin gelişmesini ve sonuç olarak açık toplumun oluşmasını sağlayan büyük
avantaj, özel zorunlu sonuçların yerini dereceli olarak soyut hareket kurallarının almasıydı.
Böylelikle ulaşılan büyük kazanç onun bütün bilginin geniş bir şekilde yayılmasını sağlayan
bir prosedürü olanaklı kılmasaydı ve buna market fiyatları olarak adlandırdığımız semboller
şeklinde herkes tarafından ulaşılabilirdi. Ayrıca farklı insanlar ve gruplar üzerindeki
sonuçların sıklıkları eski tip içgüdüleri de tatmin etmiyordu.
Pazarın çalışmasını açıklayan teorinin alış-veriş veya değiş-tokuş anlamındaki eski
Yunan sözcüğü “ katalattein “ den gelen “catallactic” olarak adlandırılabildiği daha önceden
de açıklanmıştır. Bu kelimenin eski Yunanca’ da “değiş-tokuş” anlamından başka “topluma
kabul etmek” ve “düşmanını arkadaşa çevirmek” anlamlarına da gelmesi beni çok etkiledi. Bu
yüzden bir yabancıyı aramıza aldığımız ve bize hizmet etmesini sağladığımız pazar oyununu
catallaxy oyunu olarak adlandırmayı da öğrendim.
Pazar süreci gerçekten de Oxford İngilizce sözlüğünde bulduğumuz bir oyunun
tanımına tamamen uyuyor. Bu oyun daha güçlü, yetenekli veya şanslı olanın belirlediği
kurallarla oynanan bir yarışmadır. Oyun bu yönden bir şans oyunu olduğu kadar bir yetenek
oyunu da. Her şeyin ötesinde amaç, her bir oyuncunun belirsiz bir pay kazanacağı havuza,
yarışmacıların yapabileceği en değerli katkıyı yapmalarını sağlamaktadır. Oyun büyük
ihtimalle kişisel olarak tanımadığı insanlara hizmet etmek için,kendi kabilesinin korunak ve
yasaklanmalarının dışına çıkan kişiler tarafından başlatıldı. İlk neolitik tüccarlar Britanya’ dan
kanal yoluyla taş baltaları karşılığında kehribar ve şarap almak için götürdüklerinde amaçları
bildikleri insanlara hizmet etmek değil, en yüksek kazancı elde etmekti. Sadece ürünlere en
yüksek fiyatı kimin vereceği ile ilgilendiklerinden, hiçbir şekilde tanımadıkları insanlara
ulaştılar, böylece komşularına satabileceklerinden çok daha fazlasını satarak yaşam
standartlarını yükselttiler.
Soyut sinyal-fiyat, insanların çabalarının yönlendirildiği hedef olarak bilinen kişilerin
ihtiyaçlarının yerini aldığından kaynakların kullanışlarıyla ilgili tamamen yeni olasılıklar
ortaya çıkar,ama bu kullanımlarla ilgili yepyeni ahlaki tutumların gerekliliğini de ortaya
çıkartır. Bu değişim genellikle limanlarda veya ticaret yollarının kesişme noktalarında
bulunan, insanların kabile kurallarının disiplinden kaçarak ticaret toplumlarını oluşturdukları
ve yavaş yavaş catallaxy oyununun yeni kurallarını oluşturmaya başladıkları yeni şehir
merkezlerinde meydana gelmiştir.
Konuyu özetleyerek anlatma zorunluluğu beni fazla basitleştirme yaparak anlatmaya ve
çok uygun olmadıkları halde bazı bilinen terimleri kullanmaya zorluyor. İnsanlık tarihinin
çoğunun geçtiği av kabilelerinin ahlaki kurallarından,açık toplumun pazar düzenini olanaklı
kılan ahlaki kurallara geçiş yaptığımda, çok uzun bir süre alan orta basamağı atlamış
oluyorum,ki bu basamak kabilelerin döneminden daha kısa sürmesine rağmen ticari ve
şehirsel toplumlardan çok daha fazla uzundur ve tek tanrılı dinlerin öğretilerinde şekillenen
etik kanunlarının var oluşundan bu yana var olduğu için önemlidir. Bu kabile toplumundaki
insan hayatının bir periyodudur. Birçok bakımdan bütün üyelerin birbirini tanıdığı ve belli
ortak sonuçlara hizmet ettiği ilkel yüzyüze toplumun somut düzeninden, bireylerin kendi
amaçlarına ulaşmak için sahip oldukları bilgilerini kullanırken, oyunun aynı soyut kurallarını
gözlemlemesinden ortaya çıkan düzenin bulunduğu açık ve soyut topluma geçiş basamağıdır.
Duygularımız hala küçük av kabilesinin başarılarına uygun içgüdülerle yönetilirken, fiili
geleneğimiz komşuya, kabilenin bir üyesine karşı olan görevlerimizden oluşur.
Bireysel amaçların farklı olduğu ve özel bilgiye dayandığı, çabaların bilinmeyen
partnerlerle ürün değiştirilmesine yöneltildiği bir toplumda, ortak hareket kuralları, sosyal
düzen ve barışın temelleri olarak özel ortak sonuçların yerini alır. Bireylerin etkileşimi bir
oyun halini alır, çünkü her bir bireyden istenen, özel bir sonuç için uğraşmak değil, kendisine
ve ailesine destek kazanmaktan başka, kuralları da gözlemesidir. Yavaş yavaş geliştirilen
kurallar, oyunu en etkili hale getirdiklerinden, temel olarak mülkiyet ve sözleşme kanununa
aittir. Bu kurallar fonksiyonel bir işbölümünün gerektirdiği gelişen işbölümü ve bağımsız
çabaların karşılıklı olarak ayarlanmasını mümkün kılar.
Bu iş bölümünün önemi genellikle tam olarak bilinmez, çünkü birçok kişi onu,kısmen
Adam Smith’ in klasik illustrasyonu yüzünden,belli ürünleri şekillendirmek için planlanmış
bir sürecin ard arda gelen basamaklarına bireylerin katkıda bulundukları bir düzenleme olarak
düşünürler. Aslında son ürünün gerektirdiği hammadde araç ve yarı işlenmiş ürünlerin
sağlanmasındaki farklı girişim çabaları ve pazarlarının koordinasyonu muhtemelen çok sayıda
uzman işçinin organize edilmiş işbirliğinden çok daha önemlidir.
Bu, büyük ölçüde firmalar arası işbölümü veya rekabetçi pazarın başarısının dayandığı
ve pazarın mümkün kıldığı uzmanlaşmadır. Üreticinin pazarda bulduğu fiyatlar neyi üretmesi
gerektiğini ve hangi yollarla üreteceğini bildirir. Bu tip pazar sinyalleriyle üretici, giderlerini
karşılayacak fiyatlarla satış yapabileceğini ve gereğinden fazla kaynak harcamayacağını bilir.
Kazanmak için verdiği bencil uğraş, öncelikle toplumdaki herhangi bir üyenin şansını
arttırmak için ne yapması gerekiyorsa,onu yapmaya zorlar. Eğer elde ettiği fiyatlar hükümetin
zorlayıcı güçleri tarafından değil,yalnızca pazar güçleri tarafından belirleniyorsa sadece
serbest pazar tarafından belirlenen fiyatlar, arzın taleple eşit olduğu bir durum oluşturacaktır.
Ama sadece bu değil, serbest pazar fiyatları toplumun bütün bilgilerinin de kullanıldığını
gösterir.
Piyasa oyunu, onu oynayan toplumların büyümelerini ve refahını arttıracaktır, çünkü
oyun bütün şansları arttırır. Bu mümkün hale getirildi, çünkü bireylerin hizmetlerinin bedeli
objektif gerçekliklere dayanır. Ayrıca bunun anlamı, beceri ve endüstri, her bireyin şansını
arttırırken, belirli bir geliri garantileyemediği ve yaygın bilginin hepsini kullanan kişisel
olmayan süreçlerin, ihtiyaç ve değerlerini gözetmeksizin insanların ne yapmaları gerektiğini
söyleyen fiyat sinyalleri oluşturmaktadır. Fiyatların düzenleme ve üretim arttırma fonksiyonu
özellikle hizmet fiyatları, en etkili yerlerini, yani toplam sunuca en büyük katkıyı
yapabilecekleri yerlerini bütün aktivite kalıplarında bulurken, insanların doğru
bilgilendirmesine de bağlıdır. Eğer bu yüzden bedelin kuralını, mümkün olduğu kadar çok
katkı yapanın toplumdan rast gele seçilenlerin şanslarını arttıracağı şeklinde düşünürsek,
serbest piyasa tarafından belirlenen bedelleri kabul etmeliyiz.
Ama onlar kaçınılmaz olarak türlerimizin yaşadığı ve bize rehberlik
yapan,duygularımızı yöneten, farklı toplum tipinin organizasyonuna yardım eden ilgili
bedellerden oldukça farklıdır. Bu nokta, çok fazla önem kazandı; çünkü fiyatların bilinmeyen
durumlarla belirlenmesine son verildi. Artık hükümet onları yararlı etkilerle
değiştirebileceğine inanıyor. Hükümetler uygunluğunu yargılama imkanına sahip olmadıkları
pazar fiyatları sinyallerinin yanlışlığını kanıtlamaya başlayınca (özel olarak hak eden gruplara
yarar sağlama umuduyla) işler kaçınılmaz olarak ters gitmeye başladı. Sadece kaynakların
etkili kullanımı değil, daha da kötüsü arz ve talebin eşit olmasına rağmen beklenen alım satım
gücü de azaldı. Anlaşılması zor olabilir ama bence hiç şüphe yok ki, bedelini bilmediğimiz
durumlara dolaylı olarak dayandırılmaya zorlandığında daha ilgili bilgi kullanmaya
yönlendiriliyoruz. Böylece modern sibernet dilinde geri dönüş mekanizması kendinden oluşan
düzenin güvence altına alınmasını, güvence altına alır. Bu Adam Smith’ in “görünmez el”
operasyonunda gördüğü ve tanımladığı şeydi,ki bununla 200 yıldır anlamayan kişiler dalga
geçti. Çünkü catallaxy oyunu her birinin neye ihtiyacı olduğuyla ilgili,insan kavramlarını göz
ardı eder ve aynı resmi kurallara göre oyunun oynanmasındaki başarılar açısından
ödüllendirme yapar. Herhangi bir dizaynın başarabileceğinden daha etkili bir kaynak tahsisatı
sağlar. Bence diğer düzenlemeler yoluyla nasıl ele edildiğini bildiklerimizin ötesindekilerin
hepsinin ihtimallerini geliştirdiği için oynanan herhangi bir oyunda, hiç kimse hile yapmazsa
ve aynı kurallara uyarsa sonuç adil sayılır. Eğer oyundaki kazançlarını kabul ederlerse,
bireylerin veya grupların akışı kendi yararlarına çevirmek için hükümet güçlerini yardıma
çağırmaları hile sayılır, bu piyasa oyununun dışında yaptıklarımızdır.. Bu böyle bir oyun için
geçerli bir itiraz değildir,kısmen beceriye, kısmen bireysel durumlara veya sadece şansa
dayanan sonuçlar, her ne kadar hepsi bu oyunu oynayarak geliştirdilerse de, aynı olmaktan
çok uzaktırlar. Bu tip bir itiraza yanıt şudur: bu oyunun amaçlarından biri kaçınılmaz olarak
farklı olan becerilerin, farklı bireylerin bilgi ve çevrelerinin mümkün olan en iyi şekilde
kullanmalarıdır. Bireylerin kazançlarının çekildiği havuzun artması için bu tarzda bir
toplumun kullanabileceği en büyük değerlerin arasında ailelerden çocuklarına geçebilecek
farklı ahlaki, entelektüel ve materyal yetenekleri vardır, hatta bazıları sadece çocuklarına
geçirmek için bunları kazanırlar.
Bu nedenle, bu catallaxy oyununun sonucu şudur: çoğu arkadaşlarının hak ettiğini
düşündüğünden çok daha fazlasına sahiptir, hatta daha fazlası arkadaşlarının sahip olması
gerektiğinin azına sahip olacaktır. Birçok kişinin bunun bazı otoriter dağıtım hareketiyle
değiştirmek istemesi sürpriz olmayacaktır. Sorun şu ki; onlara göre dağıtım için elde edilebilir
olan toplam ürün sadece hisse ve ihtiyaçlar göz önünde tutularak piyasa tarafından yapılan
farklı çabalara dönüştüğü için, sahiplerin özel bilgisini, materyal yöntemlerini ve kişisel
becerilerini her an en büyük katkıları yapabilecekleri noktalara çekmeleri gerektikleri için
vardır. Temin edilmiş sözleşmesel geliri,değişken fırsatları kullanmak için risk alma
gerekliliğine tercih edenler,kaynakların devamlı olarak yeniden düzenlenmesinden
sonuçlanan yüksek gelir sahipleriyle karşılaştırıldıklarında dezavantajlıdırlar.
Başarılı olanların yüksek kazançları, hak edilmiş veya tesadüfi olsun, kaynakları
hisselerin paylaşıldığı havuza en fazla katkıyı yapabilecekleri yerlere yönlendirebilmek için
gerekli bir elementtir. Bir bireyin geliri adil olarak, (yani havuza en yüksek katkıyı yapmaya
ikna etme beklentisi) değerlendirilmezse paylaşmaya gerek yoktur. Böylece çok yüksek
gelirler de adil olabilirler. Daha da önemlisi bu tip gelirlere ulaşma fırsatı daha az girişimci,
şanslı veya hesapladıkları düzenli geliri elde etmek için daha az akıllı olmak için geçerli bir
şarttır.
Birçok insanın şikayet ettiği eşitsizlik, sadece batıdaki çoğu insanın hoşlandığı yüksek
gelirlerin ortaya çıkarılmasının altında yatan neden değildir. Bazı kişiler şuna inanırlar; genel
gelir seviyelerinin düşürülmesi,ya da en azından artış hızlarının azaltılması adil bir dağıtım
olacağını düşündükleri için çok yüksek bir fiyat olmayacaktır. Ama bu tip istekler için daha
büyük engeller vardır. Adalete çok az önem veren, buna karşılık sonuçtaki artışa çok fazla
önem veren catallaxy oyununu oynamanın sonucu olarak, dünya nüfusu çok fazla artar, ama
çoğu kişinin geliri artmaz ve kaçınılmaz olarak beklenen daha ileri boyuttaki nüfus artışları
nedeniyle üretkenliğe en yüksek katkıyı destekleyen oyunu tam anlamıyla kullanırsak
sürdürülebilir.
Eğer insanlar genelde catallaxy’ ye borçlarını yerine getirmezlerse, varlıklarının
sebebinin ona bağlı olduğunu unuturlarsa ve onun adaletsizliğinden şikayet ederlerse bunun
sebebi onu tasarlamadıkları için anlamayışlarıdır. Oyun, diğerlerine yarar sağlama metoduna
dayanır. Bunda birey eğer sadece kendini düşünürse (uygun kurallar içinde) en fazla kazanır.
Bu düzenin sadece girişimci için değil, herkes için gerektirdiği ahlaki tutum, (hatta
arkadaşlarına en yüksek yararı sağlamaları gerekiyorsa, çabalarının yönlerini sürekli seçmek
zorunda oldukları durumu anlatacak şekilde kendi kendine işveren olarak da adlandırılır)
oyunun kurallarına göre, sadece soyut fiyat sinyalleri tarafından yönlendirilerek ve
ilgilendiklerinin değer ve ihtiyaçları üzerindeki eğilimleri yüzünden belirli bir tercih
yapmayarak dürüstçe rekabet edilmesidir. Bunun anlamı sadece kişisel bir kayıp değil,
topluma olan görevlerinde bir başarısızlık, daha etkili insanların yerine daha az etkili olanlara
iş verilmesi, yetersiz rakiplerin ortaya çıkması ve ürünlerin özel kullanıcıları yararına
davranılması gibi sonuçlar da oluşturur.
Açık ve Büyük Toplumun gerektirdiği yavaş yavaş yayılmakta olan yeni liberal ahlak
kuralları, aynı hareket kurallarının, aile üyeleriyle olan doğal bağlar hariç,birey ve toplumun
diğer üyeleri arasındaki ilişkilere uygulanmasını öngörür. Eski ahlak kurallarının daha geniş
alanlara, bir çok insana özelikle entelektüel insanlara kadar yayılması ahlaki gelişme olarak
algılanır.Ama görünüşe göre insanlar bireyin diğer insanlarla arasındaki ilişkilere
uygulanabilen kuralların eşitliğinin daha önce bu konuda iddiaları olmayan insanlara
kadar,yeni sınırlamaların ulaşmasının yanında bazı kişilerce tanınan,ama herkese yayılamayan
eski sınırlamaların yok olmak zorunda kaldıkları gerçeğini fark ettiklerinde ters tepki
göstermişlerdir.
Yayılmalarına eşlik eden sınırlandırmalarımızın içeriğinin azaltılması, sarsılmaz ahlaki
duygulara sahip olanların karşı çıktığı konudur. Bunlar, küçük grupların tutarlılığı için gerekli
ama düzene, üretkenliğe ve büyük toplumun özgür insanlarının huzuruna uyumsuz
sınırlamalardır. Bütün hepsi “sosyal adalet” adı altında hükümetin catallaxy oyununda bizden
daha başarılı olanlardan zorla aldıklarını bize verdiğini iddia ederler. Üretici çabaların farklı
yönlerinin çekiciliklerinin bu tip yapay değişiklikleri sadece karşı üretkenlik olabilir.
Beklenen bedellerin insanların çabalarının nerelerde toplam ürüne en büyük katkıyı
yapacağını haber vermediği yerlerde, etkili kaynak kullanımı imkansız hale gelir. Sosyal
ürünü bireylere ve gruplara bu ürünün belli bir kısmı hakkında ahlaki bir iddia sunduğu
zaman, gerçekten “özgür süvari” olarak nitelendirilmeyi hak eden iddialar ekonomi üzerinde
çekilmez engellere dönüşür.
Afrika’ da hala yetişkin genç erkeklerin, modern ticari metotlara uyum sağlamakta
kaygılı olanların, bu şekilde durumlarını geliştirmeyi imkansız buldukları, çünkü kabile
geleneklerinin daha büyük endüstri, beceri ve şans ürünlerinin bütün akrabalarla
paylaşılmasını öngördüğü biliniyor. Böyle bir insanın artan geliri, onu sayıları gittikçe
artan,hak talep eden kişilerle paylaşmak zorunda kalacağı anlamına gelir. Bu nedenle hiçbir
zaman kabilenin ortalama gelir seviyesinin üstüne çıkmaz.
Toplumumuzda “sosyal adaletin” en büyük ters etkisi bireylerin başarabileceklerinden
daha azını yapmalarına sebep olmasıdır, çünkü kazandıklarının fazlası ellerinden alınacaktır.
Ayrıca bu, üretkenliği yüksek olan bir medeniyete uyuşmayan bir prensibin uygulanmasıdır;
gelir eşitsiz bir şekilde bölünür, yetersiz kaynakların kullanımı en çok geri dönüş
sağlayacakları yerlere yönlendirilir ve sınırlandırılır. Bu eşitsiz dağılım sayesinde yoksullar
serbest piyasa ekonomisinde merkezi olarak yönetilen bir sistemdekinden daha çok kazanır.
Bütün bunlar sosyal koordinasyon metodu,hem açık toplumu hem de bireysel özgürlüğü
mümkün kılan,ama bugün sosyalistlerin tersine çevirmek istedikleri gelişme olarak,ortak bir
özel hedef üzerindeki bireysel hareketin zorunlu soyut kurallarının zaferidir. Yeni ihtiraslar
yaratan yeni zenginliğin korunması, aramızda kendini “yabancılaşmış” olarak adlandıran
evcilleştirilememiş barbarların, bütün güzelliklerinden yararlanmalarına rağmen kabul
etmedikleri kazanılmış bir disiplin gerektiren sosyalistler, miras alınan içgüdülerin desteğine
sahiptirler.
Yazıyı sonlandırmadan önce çok yaygın bir yanlış anlayışa dayandığı için ortaya çıkma
ihtimali güçlü bir itiraza da kısaca değinmek istiyorum. Benim tartıştığım konunun (bir
kültürel seleksiyon sürecinde anladığımızdan daha iyisini yapabildiğimiz ve zekamız olarak
adlandırdığımız şeyin aynı anda deneme-yanılma süreciyle birlikte kurumlarımız yoluyla
şekillendirildiği) “Sosyal Darwinizm” haykırışıyla karşılaşılması kesindir. Ama tartışmanın
etiketlendirilerek bu kadar ucuz şekilde saptırılması yanlış olur. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci
yarısında bazı sosyal bilimcilerin, Darwin’ in etkisinde olanların, serbest rekabetteki en güçlü
bireylerin doğal seleksiyonuna çok fazla önem verdikleri doğrudur. Bunun önemini
küçümsemek istemiyorum ama bu, rekabetçi seleksiyonun tek yararı da değildir. Bu,
keşfetmek için Darwin’ e ihtiyacımızın olmadığı kültürel kurumların rekabetçi seleksiyonudur
ama hukuk ya da dil gibi konularda Darwin’ in biyolojik teorilerine yardımcı olmuştur.
Burada sorun, kişisel özelliklerin genetik evrimi değil öğrenme yoluyla kültürel evrimdir, ki
bu gerçekten hayvanlara benzeyen doğal içgüdülerle çatışmalarına yol açar. Bununla birlikte,
medeniyet en başarılı olduğu düşünülenin üstünlüğüyle değil, başarılı olanın gelişimiyle ve
insanı şimdiye kadar anladıklarının ötesine götürenlerle gelişti.
Çeviren: M. Ali Cevheri
Demokrasi Nereye Gidiyor?
Demokrasi kavramı yüksek bir değer ve aynı zamanda bir zenginliktir. Demokrasi,
zorbalık ve zulüm karşısında belli bir koruma sağlamaz, sadece bir ümit verir. Bununla
birlikte demokrasi çoğunluğun sesidir ve çok önemli bir değerdir.
Bu nedenle, düşünen insanlar arasında demokrasiye olan güvenin giderek
kaybolmasından endişelenmekteyim. Bu artık göz ardı edilemez. Büyülü demokrasi kelimesi,
o kadar güçlü hale geldi ki, demokrasi öncesinde hükümetin üzerine konan sınırlamalar artık
işlemez hale geldi ve bu giderek önem kazanmaktadır. Bazen demokrasi adı altında ileriye
sürülen talepler, o kadar tehlike saçıyor ki, her aklı başında insan demokrasiye karşı tepki
gösteriyor asıl tehlike budur. Yinede asıl demokrasi kavramı bu değildir. Fakat zaman içinde
orijinal anlama ilave edilen yan anlamlar o kadar genişlediler ki şimdi demokrasiye olan
inancı tehlikeye sokmaktadırlar. Şu anda görülen aslında tam olarak bazılarının 19.yüzyıl
demokrasisiyle ilgili anlayışıdır. Toplumun büyük kesimi tarafından geniş kabul gören politik
kararlara sağlıklı bir şekilde ulaşma yöntemi, aslında eşitlikçi amaçlara kulp takmaktan
ibarettir.
Demokrasinin son yüzyılda geldiği nokta yönetsel güçlerin sıralamasında önemli
değişikliklere yol açtı. Yüzyıllardır gayretler, hükümetin gücünü sınırlamaya yönelik olmuştur
ve her geçen gün gelişen anayasalar bu amaçtan başka bir şeye hizmet etmemiştir. Birden
bire, hükümetin halkın çoğunluğu tarafından seçilen temsilciler tarafından kontrol
edilmesinden başka herhangi bir kontrolün gereksiz olduğu kabul edilmiştir. Öyle ki zaman
içerisinde gelişen anayasal güvencelerin tümünden vazgeçilebilmiştir.
Bu nedenle, bugünün problemi olan sınırsız demokrasi ortaya çıktı. Bugün batıda
bildiğimiz demokrasilerin hepsi, az çok sınırsız demokrasidir. bugün sahip olduğumuz sınırsız
demokrasinin olağandışı kurumlarının eninde sonunda başarısızlığa uğradığı zaman bunun
demokrasinin başarısızlığa uğradığı olarak algılamanın yanlış olduğunu unutmamak gerekir.
Biz sadece yanlış yolu denemekteyiz. Kişisel olarak, hükümetin faaliyetleriyle ilgili bütün
konularda demokratik kararların alınması gerektiğine inanırken, içinde herhangi bir geçici
çoğunluğun nasıl isterse öyle karar verdiği bir hükümet şeklinin çoğunluğun kararı olarak
görülmesinden nefret ediyorum.
Demokrasinin gücü üzerindeki en büyük ve önemli sınırlama güçler ayrılığı prensibinin
ortaya çıkardığı, her şeyi yapabilecek güçte olan temsilciler meclisinin doğuşuyla yok
edilmiştir. Sorunun temelinde (özellikle John Lock’un) eski kuramcıların çok özel anlamda
kanun yapmakla sınırlamış olduğu ve şimdi sınırsız güce sahip bir hükümetin varlığı
yatmaktadır. Bu çerçevede eski ideal hukuk kuralı yada hukuka bağlı hükümet düşünceleri
büyük zarar görmüştür. Parlamentoya hakim olan ve çoğunluğun desteğini elinde bulunduran
temsilciler seçmen çoğunluğunun desteğine sahip olmak için bunların uygun bulduğu her şeyi
yapabilirler.
Fakat çoğunluğun oylarıyla seçilmiş temsilcilerin her kararına yasa demek ve onlar
tarafından yayınlanan bütün yönergeleri -her ne kadar bazı grupların yararına yada zararına
olsalar da- hukuka bağlı olarak tanımlamak kötü bir şaka olmalı. Gerçekte bu yasadışı
hükümettir. Bu, sadece seçmen çoğunluğunun hükümetin eylemlerini uygun bulduğu sürece
hukuk kuralının muhafaza edildiği bir kelime oyunudur. Hukuk kuralına, bireysel özgürlüğün
koruyucusu olarak bakılır. Çünkü o zor kullanmaya sadece bireylerin hepsine eşit olarak
uygulanabilecek genel kurallara itaate zorlamak için izin verilebileceğini ifade eder. Keyfi
baskı -çoğunluğun temsilcileri tarafından herhangi bir kuralla tanımlanmayan baskı- herhangi
bir kural koyucunun keyfi bir hareketinden daha iyi değildir. Nefret edilen bir kişinin yok
edilmesinin yada malına mülküne el konulmasının gerekip gerekmediği bu açıdan aynı
anlama gelir. Sınırlı demokratik bir hükümeti sınırlı olmayana tercih etmek için iyi bir neden
olmasına karşın, demokratik olmayan bir hükümeti, kanunlarla sınırlanmamış bir demokratik
hükümete tercih ettiğimi itiraf etmeliyim. Demokratik bekçi köpeklerinin koruduğuna
inanılan hukuka bağlı hükümet, benim için daha değerlidir.
Doğrusu, demokrasinin mevcut kurumlarını eleştirdiğim bir reform önerisinde;
çoğunluğu oluşturan farklı çıkar gruplarının iradesini memnun etmeye yönelik mevcut
düzenlemeler yerine, vatandaşların çoğunluğunun ortak düşüncelerini anlamanın daha iyi
sonuçlar doğuracağını ifade ettim.
Kişilerce seçilen temsilcilerin hükümetin idaresinde son söze sahip olduğu iddiasının,
yasaların onların istekleri doğrultusunda çıktığı iddiasından daha az güçlü olduğu
belirtilmiyor. Tarihi gelişimin en büyük trajedisi, bu iki ayrı gücün aynı meclisin ellerine
teslim edilmesi ve sonunda hükümetin yasaya bağlı olmaktan vazgeçmesidir. İngiliz
parlamentosunun kanunlara konu olmadan yönetme isteği, diğer bir ifadeyle mutlak
egemenlik ve hakimiyet iddiası hem bireysel özgürlükler, hem de demokrasi için bir tehdit
unsuru oluşturacaktır.
Bu gelişim tarihsel olarak kaçınılmaz olabilirdi. fakat mantıksal açıdan kesinlikle
inandırıcı değildir. Farklı çizgiler arasında nasıl gelişme olabileceğinden bahsetmek zor
değildir. 19’uncu yüzyılda avam kamarası devlet hazinesi üzerinde özel bir güç talep ettiğinde
aslında hükümetin kontrolünü başarılı bir şekilde kazanmıştı. Eğer bu dönemde Lord’lar
kamerası sadece belirli konulardaki yasaların gelişmesi şartıyla kabul etme pozisyonunda
olsaydı ve çıkarılan yasalar sadece o konu ile sınırlı olsaydı, yürütme ve yasama arasında
böyle bir paylaşımla hükümetin sınırlandırılması kanunlar aracılığıyla muhafaza edilebilirdi.
Bununla birlikte, yasama gücünü böyle bir imtiyazlı grubun temsilcilerine vermek politik
olarak imkansızdı.
Temsilciler meclisinin egemen olduğu (kanun yapmasının yanı sıra devleti de yönetir)
yaygın demokrasi türleri güçlerini bir aldatmaya borçludurlar. İnsanların iradesini böyle bir
demokrasinin yansıtacağını düşünmek dindar bir inançtır. Terimin orijinal anlamı dikkate
alındığında demokratik bir şekilde seçilen yasama meclislerini katı bir şekilde kanun yapıcılar
olarak düşünme doğru olabilir. Yani bu; gücü yürütmenin evrensel kurallarını koymakla
sınırlanmış, bireyler üzerindeki kontrol sahalarının birbirlerine karşı sınırlarını ayarlamaya
tasarlanmış ve bilinmeyen sayıdaki gelecek durumlara başvurmaları niyetiyle seçilmiş
meclisler için doğru olabilir. Eninde sonunda bir çok insanın karşı karşıya kalacağı bireysel
davranışı etkileyen bu tür kurallarla ilgili topluluk arasında oluşacak fikir birliği temsilciler
arasında da olacaktır. Görevleri bu şekilde sınırlandırılan bir meclisin çoğunluğun düşüncesini
yansıtması muhtemeldir. Aynı zamanda bu meclis genel kurallarla daha fazla ilgili olmasının
yanı sıra özel konularla çok az ilgili olacaktır.
Fakat yasaların kelimenin klasik anlamıyla düşünülmesi bizim yasama meclisi olarak
adlandırdığımız toplulukların görevlerinin en küçük parçasıdır. Onların asıl işi yönetmektir.
Avukatların yasası için Britanya parlamentosunun güçlü bir gözlemcisi parlamentonun ne
tadının nede zamanının olduğunu yazdı. Aslında, temsilciler meclisinin faaliyetleri, niteliği ve
yöntemleri her yerde onların yönetsel görevleri tarafından belirlenir ve onların yasama meclisi
olarak adlandırılmaları yasa yapmalarından kaynaklanmamaktadır. Bu ilişki oldukça tersine
çevrilmiştir. Biz uygulamada yasama meclisi tarafından çıkarıldığı için bu meclislerin her
kararına yasa diyoruz. Bununla birlikte hükümetin zorlayıcı güçlerinin sınırlanacağı
varsayılan adil bir yönetimin genel kurallarına bağlılık çok az olabilir.
Sınırsız siyasi otoritenin her kararı kanun gücüne sahip olup, siyasi faaliyetleri kanun
tarafından sınırlandırılmamıştır. Bu otoritenin insanların çoğunluğunun oyları tarafından
yetkilendirildiğinin iddia edilmesi ise ciddi bir sorundur. Aslında, çoğunluğu oluşturanların
sınırsız güce sahip bir hükümeti tek tek destekleme sebepleri ile bir bütün olarak destekleme
sebepleri tamamen farklıdır. Sınırlı güce sahip bir meclise oy vermek, ayrıntılı kurallara karşı
korunmanın alternatif yöntemlerinden biridir ve özgür bireylerin kararlarıyla gerçekleştirilir.
Kendisini genel kurallarla sınırlamayan ve özel çıkar gruplarına hizmet eden güçlü bir organın
üyelerine oy vermek ise tamamen farklı bir şeydir. Gücü sınırlandırılmamış ve demokratik
olarak seçilmiş böyle bir meclis, belirli gruplara belirli yükler getirir ve özel çıkar gruplarının
çıkarını gözetir. Söz konusu meclis, sayıları belirsiz olan özel çıkar gruplarının desteği
karşılığında, onlara belirli faydalar sağlarken, azınlığa onun maliyetini yükler.
Hatta bir kişi oyuyla destek vermezse, onun grubuna sağlanacak özel imtiyazları, genel
yasalarla sınırlamayla tehdit etmekte kolaydır. Bu nedenle, gücü sınırlandırılmamış bir
mecliste, kararlar yolsuzluk ve şantajın yaptırım sürecine dayanmaktadır. Bu, sistemin bir
parçası olarak kabul edilir ve en iyi sistemlerin dahi bundan kaçınması mümkün değildir.
Özel grupları korumaya yönelik bu kararlar için, herhangi bir anlaşma yapılması
zorunlu değildir. Çünkü, çoğunluğun üyeleri, bazı belirsiz amaçlara ulaşmak için bazı
kurumların güçleri hakkında daha az bilgi sahibi olacaklarından bu konularda daha az
müzakere yapacaklardır. Seçmenlerin çoğunluğu eğer kendi isteklerinin gerçekleştirileceğini
düşünüyorlarsa, onların kanunların lehinde ya da aleyhinde oy kullanmaları için hiçbir
sebepleri olmayacaktır. Bu, çoğunluğun iradesi olarak ortaya çıkan pazarlık sürecinin
sonucudur.
Aslında, bizim yasa yapıcılar olarak adlandırdığımız organlar, sürekli özel konularda
karar veren organlardır. Bu organlar, yasama yetkilerine temel teşkil eden zorlayıcı bir güce
sahiptirler. Bu zorlayıcı güç ise gerçek çoğunluk anlaşmasına bağlı olmayıp karşılıklı çıkar
ilişkileri tarafından şekillenen çoğunluk desteğine bağlıdır. Esas olarak prensipler yerine özel
çıkarlarla ilgilenen sınırsız güce sahip bir meclis, çoğunluk fikirlerinin uyuşmasına göre değil,
özel çıkarların desteklenmesine yönelik çoğunluğun fikirlerine göre şekillenir.
Kanunlar yerine menfaatlerle ilgilenen sınırsız güce sahip bir mecliste, çoğunluk,
fikirlerinin uzlaşması üzerine yapılandırılmamıştır. Bu tür meclislerde çoğunluk, karşılıklı
olarak birbirlerini destekleyen çıkar grupları tarafından biçimlendirilmiştir.
Görünüşe göre, sözde güçlü olan tüm meclisler-otoritesi sınırlandırılmamış yada kendini
genel kurallarla sınırlamamış- son derece zayıflar ve farklı grupların desteğini arkalarına
almışlardır. Özel grupların her birinin faziletlerini genel ahlaki değerler olarak kabul etme
konusunda birleşmiş bu tür bir meclis çoğunluğu görüntüsü elbette bir fantezidir. Bu, özel
istekleri tatmin etme dışında prensip olarak kendine söz vermeyen bir çoğunluktur. Sınırsız
güce sahip bir meclis, sınırsız güçleri bir kenara bırakıldığında önemsizdir. Bu tür önlemlerin
adalet yada arzu edilebilirliğinin delili olarak bütün modern demokrasilerin onu gerekli
görmesi oldukça tuhaftır. Çoğunluk üyelerinin büyük bir bölümü aptalca ve adil olmadığını
bildikleri bazı kurallara üyeliklerini sürdürebilmek için rıza göstermek zorunda kalıyorlar.
Gelenekler yada anayasal koşullarla kanun yapma yetkisi sınırlandırılmayan bir meclis;
tarifeler, kotalar ve transferler konusunda baskı gruplarının aleyhinde karar veremez ve bu
gibi konularda ilkeli bir şekilde hareket edemez. Bu desteğin satın alınması için yapılan
teşebbüslerin, faydalı bir yardım gibi gizlenmesi kaçınılmaz olmasına rağmen, hemen hemen
ciddi moral değerler kazanılır. Mevcut kuramsal oluşum tarafından ortaya çıkarılan politik
zorunluluk tutarsız ve hatta yıkıcı ahlaki inançlara yol açabilir.
Çoğunluğun, kendisine sosyal adalet söylemleriyle karşı çıkan azınlıktan zorla alınan
hakların nasıl dağıtılacağı konusunda anlaşması, kendi değer yargılarına göre, hemen hemen
hiçbir ahlaki müeyyide ile karşılaşmamaktadır. Hatta, bunların mevcut kurumlar tarafından
politik bir zaruret olarak gösterilmesi, ahlaki değerleri yıkıcı ve tutarsız sonuçlar doğurur.
Elde edilen bu kazançların çoğunluk tarafından nasıl paylaşılacağı yada ne kadarının
onlardan alınacağına dair azınlığın karşı koyamadığı bir anlaşma demokrasi değildir. Bu
aslında ahlaki değerleri barındıran ideal demokrasi değildir. Fakat sınırsız demokrasi, sosyal
eşitlik anlayışına doğru yol almaktadır.
Burada sadece, sosyal eşitlikçiliğin ahlaki olmayan temellerine göre, bizim bütün ahlaki
değerlerimizin insanlara kendilerini yönetme şekillerine göre verdiğimiz farklı saygınlığa
dayandığı gerçeğine değineceğim. Hukuk öncesi eşitlik, bana kişisel özgürlüğün belirli bir
şartı gibi görünürken, çok farklı kişiliklere sahip insanları aynı kefede değerlendirmek için
farklı muamele yapılma gerekliliği, yalnız kişisel özgürlüklere aykırı değil, aynı zamanda
oldukça ahlaksız gibi görünmektedir. Fakat bu, sınırsız demokrasinin kendisine doğru hareket
ettiği bir ahlaksızlık türüdür.
Tekrar etmek gerekirse, sınırsız bir demokrasi gücü, sınırlandırılmamış bir hükümetten
daha iyi değildir ve her ikisi de gerçek demokrasi değildir. Seçilen temsilcilere sınırsız güç
verilmesi şeklindeki hayati tehlike, en yüksek otoritenin doğal olarak sınırsız olacağı
şeklindeki hurafedir. Çünkü, yukarıda belirttiğimiz sınırlamaların dışında herhangi bir
sınırlamanın farz edilmesi durumunda, en yüksek güç herhangi bir en yüksek güç
olmayacaktır. Fakat, bu Thomas Hobbes ve Francis Bacon’un totoliteryan pozitif
kavramlarından, veya Anglo-sakson dünyasında uzun zamandır Sir Edward Coke, Mathew
Hale, John Locke ve Old Whigs’in1 daha derin düşüncelerinden zapt edilen, kartezyen
rasyonalizmin yapıcılığından kaynaklanan bir yanlış anlamadır.
Bu hususta aslında eskiler modern yapıcı düşünceden daha akıllıydı. Yüksek bir gücün
sınırsız bir güç olması gerekmez. Onun otoritesi, halk tarafından benimsenen genel kurallara
bağlılığından kaynaklanabilir. Eski zamanların yargıç kralları, her söyledikleri doğru kabul
edilsin diye seçilmedi. Fakat, uzun süre bunların doğru olduğunun kabul edildiğinin
hissedildiği söylenmiştir. O sadece çoğunluğun desteklediği kanunları yorumlayan biri
değildi. Diğer büyüleyici sorunların gruplandırılması yapılabilir. Örneğin, bu amaç için
dolaylı seçim tercih edilmeyebilir. Fakat, bunu, genel prensip olarak sunmak doğru
olmayabilir. Genel faaliyetlerle ilgili kararlar almasına yetki verilmiş tek ve en yüksek otorite
sınırlı bir otorite olabilir.
İyi bir hükümettin sırrı, kesinlikle, en üst gücün sınırlı güç olması-diğer bütün güçleri
sınırlayan kuralardan vazgeçebilen bir güç- ve böylelikle vatandaşları üzerinde zor kullanma
gücünün olmamasıdır. Böylece, diğer otoriteler onun toplumu oluşturan genel kabul görmüş
kurallara bağlılığıyla desteklenmektedirler.
Böylece, seçilen en yüksek otoritenin bireylerin genel kurallara uyması için, klasik
anlamda kanun yapmadan başka, ne diğer herhangi bir güce sahip olmasına ne de özel
vatandaşların baskı gücüne ya da kurallara uygun davranmaktan vazgeçmeye gerek vardır.
Seçilmiş bakanlar kurulunu da kapsayacak şekilde, hükümetin diğer organları da doğru bir
yasama için, gücü sınırlanmış meclisin yasaları aracılığıyla sınırlanmaktadır. Bunlar hukuka
bağlı bir hükümetin varlığı için gerekli koşullardır.
Sorunun çözümü yukarıda önerildiği gibi, yasama ve yönetsel görevlerin, meclis ve
hükümet arasında doğru bir şekilde paylaşılmasında yatıyor. Doğal olarak, farklı konularla
ilgilenen meclislere sahip olmak çok az bir kazanç sağlayabilir. Esasen aynı durumdaki iki
meclis sadece danışıklı döğüşte bulunmakla kalmaz, aynı zamanda mevcut meclislerde olduğu
gibi aynı türden sorunlar üretirler. Nitelikler, iş görme usulleri ve bunların birleşimi, yasama
güçlerine uyun olarak onların üstün siyasi güçleri tarafından belirlenmiştir.
Hiçbir şey, 18’inci yüzyıl temsili hükümet teorisyenlerinin parti çizgisinde yasama
meclisi olarak anladıkları bir organizasyonu hemen hemen ittifakla kınamalarından daha
anlamlı değildir. Onlar genellikle gerçekleri konuştular. Fakat, onların siyasi konulara olan
yüksek ilgileri organizasyonlarını parti çizgisinde evrensel olarak gerekli kıldı. Bir hükümet
görevlerini başarıyla yerine getirmek için, programı üzerinde anlaşmış organize bir
çoğunluğun desteğine ihtiyaç duyar. İnsanlara seçenek sunmak amacıyla, alternatif bir
hükümet oluşturma yeteneğine sahip olan, benzer şekilde organize edilmiş başka
organizasyonlar olmalı.
Aslında mevcut meclislerin yönetsel fonksiyonları tam manasıyla benimsenilmiş gibi
görünüyor ve onların bunu mevcut şekliyle sürdürmelerine izin verilmeli. Eğer, onların belirli
vatandaşlara hizmet eden güçleri bir kanun tarafından sınırlandırılmazsa, ilk meclisin
değiştiremeyeceği başka bir demokratik meclis tarafından ilerisi için saklanacaktır.
Aslında, hükümet; emrinde olan maddi ve bireysel kaynakları vatandaşlara kapsamlı bir
şekilde hizmet sunmak için idare eder. O, aynı zamanda bu hizmetleri finanse etmek için her
yıl vatandaşlardan toplanacak toplam vergi miktarını belirleyebilir. Fakat, bu toplama her bir
vatandaşın yapacağı katkıyı belirlemek doğru bir kanunla yapılmalıdır. Yani bu, zorunlu
olmalı ve bireylerin ona uymalarını emretme yetkisinin sadece yasama organınca
kullanılabildiği bir kanun olmalı. Harcamaların kontrolü, hükümet üyelerinin yapılacak her
harcamanın kendisi yada seçmenlerinin belirli oranda katkısını gerektirdiğini bildiği bir
sistemden daha açık bir şekilde yapılamaz.
Ondan sonra, yasama meclisinin bileşimi önemli bir sorun olmaktadır. Meclisteki
temsilcilerin neyin doğru olduğu konusunda genel düşünce ile aynı şeyi düşünmesini ve özel
çıkar gruplarının baskısından kurtulmasını nasıl sağlayabiliriz. Yasama meclisinin çıkaracağı
özel yada imtiyazlı kanunların geçersiz olması için, meclisin gücü sürekli olarak
sınırlandırılmalıdır. Meclis, otoritesini genel kanunlara bağlılığından almalıdır. Anayasa, bir
kanunun geçerli olabilmesi için, kanunun sahip olması gereken özellikleri belirlemelidir.
Örneğin, kanunun geçerli olması için, ne kadar süre ile yürürlükte kalacağı, belirli bir gruba
yönelik olmaması ve eşit muameleyi öngörmesi gibi şartların aranması gibi. Ayrıca, anayasa
mahkemesi, iki meclis arasında herhangi bir güç ve yetki anlaşmazlığı olduğu taktirde, bu güç
ve yetkinin hangi meclis tarafından kullanılacağına karar vermeli ve her iki meclisin görev,
hak ve yetkilerini ayrıntılı bir şekilde düzenlemelidir.
Fakat, asli kanunları geçirmek için getirilen bu sınırlama, yasama organı ve kendisine
benzer şekilde oluşturulan hükümet arasındaki danışıklı döğüşü engellemeye hemen hemen
kafi gelmeyecek ve yasama meclisi hükümetin belirli amaçları için ihtiyaç duyduğu kanunları
geçirecektir. Bu durumda, mevcut sistemden çok az farklı bir sonuç elde edilecektir. Bizim
yasama meclisinden istediğimiz şey açıktır. Yasama meclisi, özel fikirler yerine genel fikirleri
temsil etmelidir ve meclisin üyeleri özel grupların desteğinden bağımsız olmalıdır. Yasama
meclisi aynı zamanda, uzun bir bakış açısına sahip kadın ve erkeklerden oluşmalıdır ve
kararsız halkı yığının ve üst tabakanın geçici ihtirasları tarafından etkilenmemelidir.
Başlangıçta, partilerin bağımsız olması ve bu bağımsızlığın yeniden seçilme arzusundan
etkilenmemesi gerekir. Bu, öncelikli olarak partilerin bağımsız olmasını gerektirir. Bu
nedenle, normal yaşamında güven ve ün kazanmış kadın ve erkeğin 15 yıllık uzun bir dönemi
kapsayan tek bir dönem için seçilmesini tahayyül ediyorum. Onların yeterince saygı ve itibar
kazanmalarını temin etmek için, görev sürelerinin sonrasında maddi geçimlerinin sağlanması
konusunda güvence sağlanması gerektiğini ve seçilme yaşının 45 yaş gibi nispeten yüksek bir
yaş olarak belirlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, onlara 60 yaşına geldiklerinde
görev süresinin bitiminden sonra bir on yıl daha saygı duyulacak bir görev verilmesi
gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir meclisin üyelerinin ortalama yaşı 53’ten az olacaktır. Ve
buda bugün karşılaştırılabilecek meclislerin çoğundakinden daha düşüktür.
Elbette, meclis bir defada yenilenmemeli, fakat her yıl 15 yıllık hizmet süresini
dolduranların yerini 45 yaşını dolduranlar almalı. 15 yılda bir her vatandaşın kendi neslinden
birinin 45 yaşına geldiğinde yasama meclisi üyesi olması için hayatında sadece 1 kez oy
verebileceği 15 yılını dolduranların yerini onların çağdaşlarının aldığı bu tür yıllık seçimleri
destekliyorum. Bu bana, yalnız ordu ve benzeri organizasyonlarda bir adamın karakter ve
yeteneğinin en iyi onun çağdaşları tarafından muhakeme edildiği eski tecrübelerden değil,
aynı zamanda seçimlerin kişisel bilgi dahilinde yapıldığı yerel derneklere benzer olarak bu
kurumların büyümesinin bir fırsatı olduğu için çekici gelmektedir.
Hiçbir parti olmayacağı için, elbette nispi temsil de anlamsız olacaktır. Bir bölgenin
çağdaşları, sınıflarının en hayran duyulacak üyesini seçerek bir nevi onu ödüllendireceklerdir.
İlgi çekici diğer konuların düzenlenmesi, dolaylı seçimlerin tercih edilebilir olup olmadığı ya
da edilemezliği gibi soruları ortaya çıkarır. Bununla birlikte, herhangi bir şeyi genel
prensipmiş gibi ileri sürmek doğru olmayabilir.
Tecrübeli politikacıların; muhtemelen bana göre zararlı ve kaçınılabilir gibi görünen
şeyleri, yararlı ve kaçınılmaz olarak görecek olmalarına rağmen mevcut yasa yapıcılarımızın
iş görme usullerine ilişkin tanımlamamı çok yanlış bulacaklarına inanmıyorum. Fakat onların
kurumsallaşmış yolsuzluk olarak tanımlandıklarını duyarak gücendirilmemeleri gerekir.
Çünkü, kurumları oluşturan bizlerizdir. Eğer onlar herhangi bir malı üretebileceklerse böyle
davranmak onlar için gereklidir. Demokratik bir hükümette önceki bölümlerde tanımladığım
bazı anlaşmaların yapılması muhtemelen engellenebilir.
Ben hakim olan kurumların bunu hükümeti sınırlamak ve oyunun kurallarını koymakla
görevli en yüksek organa taşımalarına karşıyım. Bu tür şeylerin olması talihsizlik değildir.
Onlar, yerel yönetimlerde muhtemelen kaçınılmaz fakat, onlar bizi baskılara ve keyfi
davranmaya karşı koruduğu farz edilen kanunlarımızı yapmak zorunda olan en yüksek
organda oluyor.
Yasama gücünü yönetsel güçten ayırmanın bir başka önemli ve çok arzu edilebilir
sonucu ise, onun güçlerin birleşmesi ve merkezileşmeyi hızlandıran en önemli nedeni ortadan
kaldıracak olmasıdır. Bunlar yasama ve yönetsel gücün aynı mecliste birleştirilmesinin
sonuçlarıdır. Yasama meclisi, özgür bir toplumda başka hiçbir otoritenin sahip olamayacağı
güçlere sahiptir. Elbette, yönetsel görevler gittikçe daha fazla bir şekilde belirli talepleri
karşılamak için özel kanunlar yapan bir organa doğru itiliyor. Eğer merkezi hükümetin güçleri
bölgesel ve yerel yönetimlerden az olursa, sadece ulusal açıdan düzenlenmesi yararlı olacak
konular merkezi hükümet tarafından idare edilecek ve merkezi hükümetin yaptığı görevlerin
büyük bir bölümü daha küçük idari birimlerin yönetimine bırakılacaktır.
Devletin hukuka göre yönetilmesi ile çoğunluğun temsilcilerinin sınırsız güce sahip
olmasının çelişki arz ettiği ve bütün yönetim birimlerinin hukuka göre eşit olduğu kabul
edildiğinde dış ilişkiler hariç merkezi hükümete fazla rol verilmemelidir. Benzer şekilde
bölgesel ve yerel idarelerin kendi sınırları içerisinde yaşayan vatandaşların ihtiyaç duydukları
gelirlerin finansmanına katılmaları ve diğer yörelerdeki insanları ayak oylamasıyla
kendilerine çekecek özel işletme türü işletmeler kurması aynı kanunlar tarafından
sınırlandırılmıştır.
Bu durumda biz hala demokrasiyi koruyabiliriz ve aynı zamanda pek çok insanın karşı
konulamaz gibi gördüğü totaliteryen demokrasiye doğru sürüklenmeyi durdurabiliriz.
1. Çevirenin notu: İngiltere’de aynı adı taşıyan ve monarşi idaresiyle anglikanizmin
imtiyazlarına karşı parlâmentonun ve Protestan mezheplerin haklarını savunan partinin
üyelerine verilen addır.
Çeviren: Tekin Akdemir
Ek: 3
3-6 Nisan 2004 tarihleri arasında Hamburg-Almanya’da
düzenlenen Mont Pelerin Cemiyeti Bölgesel Toplantısına sunulan Prof. Atilla
Yayla tarafından sunulan “Super States, Small States an Freedom” adlı tebliğin
Türkçesi:
Süper Devletler, Küçük Devletler ve Özgürlük
Devlet, tabiatı icabı bir monopoldür. Piyasa ekonomisine ve bireysel özgürlüğe çok da
dostça baktığı söylenemeyecek olan popüler kültürde, monopol, bir mal veya hizmette
piyasanın tek bir üreticinin hâkimiyeti altına girmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanım
hem yanlıştır hem de hakikî monopolün bazı esaslı özelliklerin gözden kaçırmaktadır. İlk
olarak, bu tanım politik ve bürokratik monopolleri dışlamaktadır. İkinci olarak, birincisini
yapmakla, bir bütün olarak devletin veya devlet cihazının çeşitli parçalarının monopollerle
mücadele etmekte istihdam edebileceğimiz yegâne araçlar olduğu yanılgısını yaratmaktadır.
Ve, üçüncü olarak, bir fenomenin sonucunu, onun sebebi veya özü olarak sunmaktadır.
Sağlam ekonomik teoride, monopol, bir malın veya hizmetin tek bir üreticisine ihsan
edilen ve aynı piyasadaki diğer bütün üreticileri dışlayan imtiyaz demektir. Bu imtiyaz diğer
mevcut veya potansiyel üreticilerin o malın veya hizmetin piyasasına girmesini engeller.
Başka bir deyişle, bir sektörde monopol varsa, o sektöre “serbest giriş” engellenmeli ve
yalnızca bir tek üretici söz konusu sektörde veya dalda üretim yapma müsaadesinin sahibi
olmalıdır.1 Bu monopol tanımının altını tekrar tekrar çizmek gereklidir, ancak bu şekilde
serbest piyasa ekonomisine karşı olanların geliştirdiği ve savunduğu ve daha yaygın monopol
tanımı doğru tanımla karıştırılmaz. Başlangıçta kısaca özetlediğim gibi, bu kimseler, bir
monopolün doğmasının temel şartı olan “serbest giriş” imkânının yokluğunu ihmâl ederler;
onun yerine, serbest piyasa şartlarında bir mal veya hizmetin üretiminin hacmi veya ölçeği
üzerinde yoğunlaşırlar. Şüphesiz, bu, yanlış bir bakıştır. Tekrar etmek gerekirse, ancak serbest
girişe müsaade edilmeyen bir yerde ve durumda monopol mevcuttur.
Modern devletler bu (doğru) monopol tanımına mükemmelen uyar. Bugün, bir
ulusdevletler dünyasında yaşamaktayız. Modern devletlerin günlük hayatımıza inanılmaz
ölçülerde müdahalesine ilâveten, insanların çoğunun mentalitesi devletlerin varlığı,
faaliyetleri, performansı ve emirleri tarafından şekillendirilmiştir. Keza, modern ulusdevleti
bize her şeyi yapmaya malik bir tanrı gibi sunan geniş bir literatür vardır. Bugün, hemen
hemen her ülkede, sokaktaki insanlar, kuvvetli bir şekilde ve samimiyetle, devletin bizi
besleyebileceğine,
eğitebileceğine,
koruyabileceğine,
eğlendirebileceğine,
sosyalleştirebileceğine ve bütün bunları yapması gerektiğine inanmaktadır. Onların
nazarındaki devlet bütün problemleri çözebilir, ekonomiyi büyütebilir ve fakirliği ebediyyen
ortadan kaldırabilir.
Dünyanın bazı yerlerinde ve tabiatıyla Türkiye’de, insanlar, devletin vatandaşlarına
neye inanmaları ve nasıl yaşamaları gerektiğini buyurma hakkına sahip olduğunu söyleyecek
kadar ileri gitmektedir. Daha da kötüsü, bunun insanlık tarihi boyunca karşılaşılan bir durum
olduğunu ve öyle kalmaya devam edeceğini düşünmektedir.
Bugün anlaşıldığı ve işlediği şekliyle devletin insanlık tarihinin her döneminde, her
parçasında varolmadığını ispatlayan pek çok delile sahibiz. İnsanların her zaman böyle bir
varlığa inanmadığını ve güvenmediğini de biliyoruz. Birkaç asır önce, feodalizm çağında,
böyle bir siyasî sentralizasyon yoktu. On Dokuzuncu Asra kadar insanlar ulus devlet gibi
merkezîleşmiş bir siyasal gücün bütün problemlerini çözmesini beklemezdi.2 J. Bodin, N.
Machiavelli, T. Hobbes ve daha sonra J. J. Rousseau gibi devletçi filozofların merkezî devleti
özlemesi ve böyle bir devletin yaratılması için sağlıksız fakat sofistike teoriler geliştirmesi bu
yüzdendir.
Hatırlanacağı üzere Bodin, “egemenlik” terimini bir merkezîleşmiş siyasal otoriteye
olan ihtiyacı ispatlamak ve böyle bir varlığın faaliyetlerini ve mevcudiyetini meşrulaştırmak
için kullandı. Machiavelli İtalya’nın siyasî birliğinin sağlanamamasından çok mustaripti.
Kuzey İtalya’nın şehir devletlerinde daha önceden benzeri görülmemiş bir refah ve medeniyet
yaratan piyasaların doğması ve bütünleşmesi olayı onu pek ilgilendirmedi. Bu yüzden,
Machiavelli, politikayı etikten azad kılarak, prense, özel, sorgulanamaz bir pozisyon verdi ve
prensin temel görevini siyasal rekabetin bastırılması olarak belirledi. Bastırılması gereken
rekabete, Katolik Kilise’sinden gelen rekabet dahildi. Prensin nihaî hedefi, siyasî bakımdan
birleşmiş bir İtalya yaratmaktı. Hobbes, iktidarda olanlar hariç, insanlara asla güvenmedi.
İngiliz iç savaşının vahşetinden dehşete kapılmış olarak -bir başka siyasî vaka- ülkede
yaşayan insanları kendilerini kendi mutlulukları için devlete sunmaya çağırdı. Ve, daha sonra,
Rousseau, fiiliyatta muhalif azınlıkların “popüler irade”ye teslim olması anlamına gelen
“genel irade” kavramı yoluyla modern totaliteryenizmin yolunun taşlarını döşedi.
Sonraki asırlarda başka filozoflar bu öncü devletçi filozofları büyük bir mutlulukla
izledi. Hegel ve Marx devletçi düşünürlerin ayak izlerini takip etmede en ileri gidenlerdi.
Mamafih, tahakkümcü yaklaşımlar bu filozoflarla ve onların düşünceleriyle sınırlı kalmadı;
On Dokuzuncu Asrın ortalarına gelindiğinde, sınırlı devlet felsefesi çoktan gerilemeye ve
büyük devlet çağrısı yapan kollektivist hareketler yükselmeye başlamıştı. Evet, Hayek ve
Popper’in gösterdiği gibi, tarihte hiçbir şey kaçınılmaz değildir; ama, eğer fikirlerin ve kanaat
ortamının olayların akışında bir etkisi varsa, bugün totaliteryen rejimler adını verdiğimiz
kayıtsız, sınırsız otoriteryen sistemlerin tecrübe edilmesi âdeta kaçınılmazdı.
***
Yirminci Asrı totaliteryenizmin çağı olarak etiketlendirmek gayriâdil değildir. Yirminci
Yüzyıl boyunca, insanlık, Avrupa’da faşist, nasyonal sosyalist ve sosyalist totaliteryenizmi,
İran’da dinî totaliterizmi tecrübe etti.3 Dünyanın birçok yerinde devletler, gerçekten,
milyonlarca insanı öldürdü. Rudolph Rummel, Death by Government adlı hayranlık
uyandırıcı eserinde devletler tarafından savaşlarla veya başka yollarla öldürülmüş insanların
bir envanterini yapmaya çalışmaktadır. Onun tahminlerine göre, 20. Yüzyılda devletler
tarafından öldürülen/öldürtülen insanların sayısı 170 milyon civarındadır.4 Bu rakamların
ayrıntılarına girmek istemiyorum, sanırım bu derginin okuyucularının çoğu devletler, özellikle
totaliteryen devletler tarafından işlenen suçlarla meşgul olan abidevî çalışmalardan
haberdardır. Yalnız, yine de, hazır konuya temas ediyorken, Batılı entelektüellerin faşistlerin
ve komünistlerin suçları arasında ayrım yapmadaki çifte standartlarına temas etmeden
geçemeyeceğim. Alan Kors’un belirttiği gibi, çoğu Batılı aydın nasyonal sosyalistlerin
suçlarını devamlı hatırlar ve hatırlatır. Fakat, aynı entellektüeller, sıra komünizmin işlediği
suçlara gelince, sessiz kalmayı tercih eder. 5
İnsanlığın iyi talihi, bu canavar rejimler, bazen savaş yoluyla bazen barışcıl yollarla,
ortadan kalktı. Mamafih, totaliteryen rejimlerin işlediği korkunç suçlar, bizi, devletlerin
yalnızca totaliteryen sistemlerde tebalarını/vatandaşlarını mahvettiği, totaliteryen olmayan
veya hür demokratik dünya denilen yerlerde insanların hak ve özgürlüklerinin ciddî bir
şekilde ihlâl edilmediği yolunda bir kanaate sevketmemelidir. “Şeytanî rejimler”in bütün
dünyada çökmesi, demokratik rejimleri, bu demokratik rejimlerin elitleri tarafından
rejimlerinin ne kadar iyi olduğunu kanıtlamakta kullanılan negatif referanslardan mahrum
bıraktı. Gözler demokratik ülkelerin içine döndüğünde, problemler daha görünür oldu. Ve
öyle bir “hürdünya” ya uyandık ki, bu dünyada özgürlüğümüz onyıllardır gerilemekteydi.
Yükselen devletçi/kollektivist dalganın hür dünyayı nasıl etkilediğini anlamanın en iyi
yolu ABD’de son bir asırda neler olduğuna göz atmaktır. ABD temel insan haklarını -yani
hayat, hürriyet, ve mutluluğu arama hakkını- koruyacak sağlam temellerde kurulmuş bir ülke
olarak kabul edilir. Bu yüzden ABD burada bir sınamaaracı olarak kullanılabilir. Yani,
ABD’ye bakarak, Amerikalılar’ın keyfî devlet müdahalelerinden ne ölçüde masun olduğu
araştırarak, demokratik ülkelerde bu açıdan genel durumun ne olduğu hakkında bir fikir
edinilebilir. ABD’nin kurucu babaları aşırı merkezîleşmiş siyasî iktidarın özgürlük ve bireysel
haklar için yaratabileceği korkunç tehlikenin bütünüyle farkındaydılar. Bu yüzden, siyasal
gücü parçalamayı ve parçaları birbiriyle dengelemeyi hedefleyen ilk yazılı modern anayasayı
(1787) hazırladılar.6 Gerçekten, Amerikan federal sistemi nispeten başarılı oldu ve bir süre
için hedeflerine ulaştı. Maalesef, sistem içinde merkezîleşmeyi teşvik edecek bir eğilim vardı
ve bu eğilim zaman içinde etkili olarak sistemi dönüştürdü.7 Yüzaltmış yıl içinde Amerika
daha merkezîleşmiş hale geldi. Federe devletler çoğu yetkilerini adım adım federal devlete
kaptırdı. Bunu gerçekleştiren süreç nispeten yavaş ve büyük ölçüde dolaylı yollarla ilerlediği
için tam olarak ne olup bittiğini pek fazla kimse anlamadı. Daha sonra bahsedeceğim başka
olaylarla birleşince ABD federal sistemi, beklenilmeyen, aşırı derecede merkezîleşmiş bir
politik sisteme doğru evrildi.
Bu süreç ve ABD’de hâlihazırdaki durum CATO Institute tarafından yayınlanan,
Charlotte A. Twight tarafından yazılan, Dependent on D.C. adlı bir kitapta detaylı bir şekilde
belgelenmiş ve tahlil edilmiştir. Kitabın alt başlığı da çok manidardır: Sıradan Amerikalılar’ın
Hayatları Üzerinde Federal Kontrolün Yükselmesi.8 C. Twight ikna edici biçimde
göstermektedir ki, 20. Yüzyılda Amerikan Federal Devleti adım adım sıradan Amerikan
vatandaşlarının hayatlarını kontrol etme yolunda ilerlemiştir. Hâlâ bu istikamette yürümeye
devam etmektedir. Amerikan Federal Devleti sosyal güvenlik sistemini, gelir vergisi
sistemini, eğitim sistemini ve sağlık sitemini Amerikalıların hayatlarını bütünüyle kontrol
etme hedefine ulaşmada etkili araçlar olarak kullanmaktadır. Twight Amerikan
vatandaşlarının hiçbirinin bu federal kontrolden kaçamayacağını iddia etmektedir. Federal
devlet, yani politikacılar ve bürokratlar, insanların kendilerine ne yapıldığını anlamamaları
için çok kurnaz ve örtülü taktikler kullanmaktadır. Douglas North’un çalışmalarından ilham
alan C. Twight devletin büyümesini gizleme üniversal taktiklerini işlem maliyetlerini
(transaction costs) saklamak veya çarpıtmak (tahrif etmek) olarak adlandırmaktadır. Bu,
gerçekten, değişik şekillerde yapılmaktadır. Meselâ, öylesine çok ve aşırı ayrıntılı legal
kurallar ve idarî düzenlemeler (tüzük ve yönetmelikler) vardır ki, neredeyse, uzmanlar dâhil,
hiç kimse, onları bütünüyle bilemez. Bir kere daha altını çizmek isterim ki, Federal Devletin
belirli bir alandaki iktidarı bir gece içinde ve tek adımda büyümez; bu yıllar içinde ve adım
adım yapılır. Öyle ki, pek az insan devletin büyümesi sürecinin kümülatif ve toplu etkisini
fark edebilir. G. Orwell’in meşhur romanı/kara ütopyası 1984’teki “yeni lisan”a benzer bir dil
geliştirilir. Kötü şeylere iyi isimler verilir. Meselâ, bu yeni lisanda, “vergi artışları” “kaynak
bulma” olur. Sözüm ona “tedbir” adı verilen şeylerin hepsi güya Amerikan halkının iyiliği
için yapılır. “Fakirleri korumak”, “toplumsal dengeleri sağlamak”, “sosyal sorunları çözmek”
gibi hedefler devletin büyümesinin legal, “meşru”, itiraz edilmesi zor gerekçeleri olarak
kullanılır. ABD örneğinde daha ilginç olan bir nokta, yargı sisteminin, özellikle de esas
itibariyle devlet iktidarını sınırlandırmak için kurulmuş olan Amerikan Anayasa
Mahkemesi’nin politikacı ve bürokratlarla devletin iktidar alanını genişletmede ve Amerikan
vatandaşlarının haklarını ve özgürlüklerini ihlâl etmede işbirliği yapmasıdır.9
ABD’de olan biten şeyler devletin insan özgürlüğüne gerçek bir tehdit teşkil ettiğini
göstermektedir. Devletlerin organize olma yollarında ve kullandıkları taktikler ile metotlarda
farklılıklar gösterdikleri doğrudur. Mamafih, bu, devletin, her siyasî rejimde özgürlüğümüze
gerçek bir tehdit teşkil ettiği gerçeğini değiştirmez.
Bunun çeşitli sebepleri olmalıdır. İlki ve en önemlisi, birçok yazarın bahsettiği gibi,
devletlerin, tabiatları icabı, illeberal olmalarıdır.10 Her çeşit devlet gitgide büyüme yolunda
tabiî bir eğilime maliktir.11 Başka bir deyişle, siyasal otoritenin/iktidarın sahipleri doğal
olarak iktidarlarını yaymaya temayüllüdür. Bu, insanlık tarihinde tiranlığın kural özgürlüğün
istisna olmasının başlıca sebeplerinden biridir. Bu açıdan ekonomik güçle siyasal güç arasında
bir karşılaştırma yapmak çok aydınlatıcı olacaktır. Piyasa ekonomisinde, alternatif/rakip
ekonomik güçler birlikte varolabilir ve barış içinde yan yana yaşayabilir; monopol doğmaz
veya doğarsa bu konumunu, serbest giriş hakkı baki kaldığı sürece, uzun süre muhafaza
edemez.12 Politik alanda işler tamamıyla farklıdır. Yazının başında belirttiğim gibi, devlet,
bütün siyasal rakiplerini kendi alanından dışlayan bir siyasal monopoldür. Bir ülkede aynı
anda iki devlet birlikte varolamaz. Diğer bir deyişle, devletin egemenlik alanında hiç rekabet
yokken, piyasada, bütün ekonomik güçler rekabet tarafından dizginlenir ve sınırlanır. ABD
sistemi dâhil federal sistemlerin daha büyük bir merkezîleşmeye sürüklenmesinin ispatladığı
gibi, siyasal alanda piyasa rekabetine benzer bir rekabet yoktur. Bu yüzden, devlet daima
büyür. Bazı yazarlara göre devletin büyüme eğilimi demokrasilerde monarşilerde olduğundan
daha büyüktür, çünkü zaman tercih oranı demokrasilerde daha yüksektir. Hans-Hermann
Hoppe bu görüşü ilginç kitabı Democracy: The God that Failed adlı kitabında etkili şekilde
savunmaktadır.13
Bütün bunları söyledikten sonra, şimdi, özgürlüğe ve vatandaşlarına yönelik genel
muameleleri açısından küçük devletlerle büyük devletler arasında bir fark olup olmadığına
bakmak istiyorum. Diğer bir deyişle, klâsik liberal perspektiften, daha fazla özgürlük için
büyük devleti mi yoksa küçük devleti mi savunmalıyız? Bazı kavramsal netleştirmelerle
devam etmeliyim. Üç kavram istihdam etmek arzusundayım: Süper devlet, büyük devlet,
küçük devlet. Süper devletle büyük devlet arasında bazı farklar olmalıdır. Büyük devlet
terimiyle kastettiğim, aşırı merkezîleşme, iri bürokratik cihaz, YİH’nın büyük bir miktarına
devlet tarafından el konulması, çoğalan regülâsyon ve bireysel ve sosyal hayata gittikçe artan
devlet müdahaleleridir. Böyle alındığında, nispeten küçük bir ülkede bile büyük devlet
olabilir. Süper devlet ise bir dünya rolü oynamaya, dünyanın hemen hemen her köşesine
diplomasi ve güçlü bir askerî organizasyon yoluyla müdahale etmeye arzusu, yeteneği ve
kapasitesi olan devlettir. Küçük devletle iki şey kastediyorum: İlki, resmen ve fiilen daha az
devlettir; ikincisi ise, toprağı ve dünyaya ilgisi ve dünyaya katılma, müdahale etme imkânı az
olan ülkedir.
Tekrar temel soruya dönersek, öyle sanıyorum ki, özgürlüğü önemseyen herkes için,
cevap açıktır. Küçük devlet özgürlük için daha iyidir; bu, küçük devletlerdeki iktidar
sahiplerinin özgürlüğe büyük devletlerdeki iktidar sahiplerinden daha fazla değer
vermesinden değil, daha ziyade, yapısal faktörlerin küçük devletleri özgürlüğe karşı daha
dostane bir tavır almaya zorlamasından dolayı böyledir.
Süper devlet demek büyük bürokrasi ve bürokratik ve politik iktidar sahipleri arasında
sıkı bir ittifak demektir. Siyaset bilimi uzmanları, politikacılar ve bürokratlar arasındaki
gerilime çok sık temas eder. Liberal demokratik teoriye göre, politikacılar bir ülkeyi idare
etmekte bürokratlardan daha fazla söz ve yetki sahibi olmalıdır, çünkü onlar, bürokratlardan
farklı olarak, halk tarafından hesaba çekilebilmektedir. Bu doğrudur.14 Mamafih, şu
unutulmamalıdır: İktidarı kullanmakta (istismar etmekte) politikacılar ve bürokratlar
birbirlerine rakip olmaktan ziyade birbirleriyle müttefiktirler. Güçlerini ve kabiliyetlerini
halka hükmetmek için birleştirmeye çok arzuludurlar. Bazen aralarında çıkan çatışmalar
iktidarın nasıl sınırlanacağıyla değil, onu kimin kullanacağıyla ilgilidir. Bu yüzden, devlet
denildiğinde birleşmiş bir politikacılar ve bürokratlar grubunu anlamalıyız. Ve, bir devlet
büyüdüğünde, politik ve bürokratik makineler da büyür. Büyüyen devlet yapısı, kaçınılmaz
olarak, sosyal ve ekonomik hayata daha fazla müdahale getirir.
Her büyük devlet bir süper devlet değildir; fakat, şüphesiz, her süper devlet aynı
zamanda bir büyük devlettir. Süper devlet devamlı büyüme ve bu yüzden vatandaşlarının
özgürlüğüne zarar verme, bir dünya rolü oynama, dünyaya şekil (nizam) vermeye teşebbüs
etme ve bunu askerî güç dahil her araç, yol ve yöntemi kullanarak yapmaya çalışma
eğilimindedir. Diğer bir deyişle, süper devlet dünyada tanrı rolünü oynamaya meyillidir. Bu,
yine, ABD’nin 20. yüzyıl tarihinde gözlenebilir.
***
Savaş, insanî kayıp ve maddî tahribat anlamında, her ülkeye ve bütün insanlığa
zararlıdır. Fakat, savaşın, nadiren dikkat edilen ilâve maliyetleri de vardır. Robert Higgs bu
maliyetleri devlet aygıtında genişleme ve karma ekonominin yayılması olarak ifade
etmektedir. Gerçekten, bu çerçevede, Randolph Bourne’nin dediği gibi, “savaş devlet için
sağlıktır”.15 Savaşlar boyunca belirli ülkelerdeki devletin gücünün/iktidarının nasıl
büyüdüğünü gösteren pek çok çalışma vardır. Savaş demek mecburî askerlik, ağır vergileme,
sıkı ekonomik regülâsyon ve muhalefetin bastırılması demektir. Higgs bunun böyle olduğunu,
ziyadesiyle önemli kitabı Crisis and Leviathan’da, ABD için göstermektedir.16 Şüphesiz, aynı
şey İngiltere için de geçerlidir. Hoppe’nin işaret ettiği gibi, devletin savaş zamanındaki
konumu ve faaliyetleri aynı zamanda insanların zihnî kodlarını ve davranışlarını da
etkileyebilir. Savaş (özellikle büyük) devletin gıdasıdır.17
Millî savunma (millî çıkar olarak da okuyabilirsiniz) insanları devletin savaştaki
hedefleri doğrultusunda manipüle etmek için etkili bir araç olarak kullanılır. Mises millî
savunma kavramının iki manasına işaret etmektedir: İlki insanların korunmasıdır; ikincisi
devlet aygıtlarının ve devletin toprak bütünlüğünün muhafazasıdır.
Böylece, savaş devletin büyümesinin ana sebeplerinden biri olur.18 Ve süper devletler
savaşa girmeye küçük devletlerden daha yakın dururlar. Bunun böyle olmasının bir sebebi,
süper devletlerde güç sahiplerinin, doğal olarak, sahip oldukları gücün sınırlarını/boyutlarını
abartmaya yatkın olmalarıdır. Onlar zannederler ki, güç yoluyla her hedefi elde edebilirler.
Küçük devletler daha az bürokrasiye, daha az regülâsyona sahip olma bakımından daha
şanslıdır. Küçük devletlerin, vatandaşlarının gelirlerinin daha ufak kısımlarına el koyması
beklenir. Küçük devletler insanların niçin diğer devletlerle savaşmaktan ziyade işbirliği
yapmaları gerektiğini anlamada büyük devletlerden daha elverişli bir konumdadır. Küçük
devletlerden müteşekkil bir dünyada daha fazla rekabet beklenir. Küçük devletlerde insanların
daha fazla özgürlük sahibi olduğunun bir diğer göstergesi ekonomik özgürlük indeksleridir.
İki ana özgürlük indeksinde küçük ülkeler daha çok özgürlüğe sahip olduklarının işareti
olarak, üst sıraları işgal etmektedir.
***
Avrupa Birliği hakkında bazı şeyler söyleyerek yazımı bitirmek istiyorum.
AB’nin doğma sürecinde neye şahit oluyoruz? Bir süper devletin doğuşuna mı? Sanırım
öyle. ABD’yi dengelemek için bir süper devlet olmak, açıkça ifade edilse de edilmese de,
AB’nin hedeflerinden biri olmuştur. Ve, AB’deki özgürlüğü sınırlandırma eğilimlerinin
tohumları kolayca görülebilir. AB’nin yeni Sovyetler Birliği olacağını iddia eden Vladimir
Bukovski kadar ileri gitmenin âdil olmayacağı kanaatindeyim.19 Mamafih, bazı ciddî
problemleri görmezden gelmemeliyiz. AB’de aşırı merkezîleşmeye, Brüksel bürokrasisinin
güçlenmesine, legal rekabetin ortadan kalkmasına, ekonomik korumacılığın yeni ve kurnaz
türlerinin geliştirilmesine, harmanizasyon adına lokal kültürlerin erozyona uğratılmasına şahit
oluyoruz. Bunların hiçbiri özgürlüğe yarayışlı değildir. Bu yüzden, siyasal olarak birleşik bir
Avrupa yaratma ideali yakınlaştıkça, AB ülkelerindeki halklar daha az özgürlüğe sahip
olmayı bekleyebilir.
1. Hans-Hermann Hoppe, “The Private Production of Defence”, Journal of Libertarian
Studies, 14:1 (winter-1998-1999) 27-52.
2. David Gren, Cummunity Without Politics: A Market Approach to Welfere Freedom
(London: IEA, 1996)’da refah devletinin doğmasından önce, uzun süre sivil toplumun nasıl
sorunlarını kendi kendisine hâllettiğini teferruatlı biçimde anlatmaktadır.
3. Totaliteryenizm, teoride, Plato’ya ve Kadim Yunan’a kadar geri gider. Modern
totaliteryenizmin ilk modelleri 16. asırda, Orta Avrupa’da, dinî totaliteryen sistemler
biçiminde belirdi. Bu bakımdan özellikle önemli olan, 1532’de, Kuzey Batı Almanya’nın
Munster şehrinde dinî liderler tarafından kurulan totaliter yönetimdir. Totaliteryenizmin bu
dinî-komünist denemesi için bkz. Murray N. Rothbard, “Karl Marx: Communist as Religious
Eschatologist”, The Review of Austrian Economics, vol. 4, 1999, s. 123-79.
4. R. J. Rummel, Death by Government, New Brunswick: Transaction Publishers, 1996.
5. Alan Charles Kors, “Can There Be An ‘After Socialism’ “, Social Philosophy and
Policy, vol. 20, No:1, Winter 2003.
6. Cato Institute tarafından yakın zamanda basılmış ve John Sample tarafından edit
edilmiş bir kitapta, 12 yazar Amerikan politik sistemini ve sözümona sınırlandırılmış iktidarı
yaratmada Madison’un rolünü tartışmaktadır. (James Madison and The Future of Limited
Government, Washigton D.C., Cato Institute, 2002). Bununla birlikte, Madison’un sınırlı
iktidarın teorik temelini geliştirmedeki başarısı hakkında herkes hemfikir değildi. Misalen,
Norman Barry, Madison’un sentralizasyonun kuvvetlenme kanallarını göremediğini iddia
eder. Barry, anti-federallerin, federallere muhalefet etmekte haklı olduklarını düşünüyordu.
(“Constituonalism, Federalism and the Europian Union”, Economic Affairs, vol. 24, March
2004, s. 5-10.)
7. Norman Barry, s.6-7.
8. Charlotte A. Twight, Dependent on D.C.: The Rise of Federal Control Over the Lives
of Ordinary Americans, New York: Palgrave, 2002.
9. Barry, a.g.m., s. 3-4.
10. Lewellyn H. Rockwell, Jr., “How States Fall and Liberty Triumphs”,
www.lewrockwell.com/rockwell/states-fall.html (posted on October 27, 2003).
11. Küçük, fakat cesaret verici- iyimser bir çalışmada, Stephen Davies, devletin her
zaman büyümek zorunda olduğu tezini ikna edici şekilde reddetmektedir: “Does Government
Always Have to Grow?”, www.fee.org/views.php?
12. Nathan Rosenberg, L.E; Jr. Bridzel, How The West Grew Rich: The Economic
Transformation of the Industried World, New York: I.B. Tauris and Company, 1987, s. 105-6.
13. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed: The Economics and
Politics of Monorchy, Democracy, and Natural Order, New brunswick (USA) and London
(UK): Transaction Publishers, 2002.
14. Anthony de Jasay, haklı bir şekilde, bürokrasinin kendi başına bir sınıf
oluşturduğunu söylüyor; bkz. State, Indianapolis: Liberty Found, 1998, özellikle şu bölüme
bakınız: “State as a Class”.
15. Jeffrey Rogers Hummel, “National Goods versus Public Goods: Defense,
Disarmament, and Free Riders”, The Review of Austrian Economics, vol. 4, 1990, s. 95.
16. Robert Higgs, Crisis and Leviathan: Critical Episodes in the Growth of American
Government, New York: Oxford University Pres, 1987. ayrıca bkz. Higgs, “Wartime Curbs
on Liberty Are Costless?”, Ideas on Liberty, March 2002, s. 6-7.
17. Hans-Hermann Hoppe, “Introduction”, The Myth of National Defense: Essays on
The Theory and History of Security Production, (Ed.) H. H. Hoppe, Mises Institute, 2003.
18. Ludvig von Mises, Liberalism: A Socio-Economic Exposition, (Çev.) Arthur
Goddard, Kansas City: Sheed Andrews and Memeel Inc. s. 143.
19. Viladimir Bukovski, “Is The European Union www.freeeurope.org/eu/english.php,
02.09.2003.
Ek: 4
Prof. Atilla Yayla’nın türban sorununa ilişkin görüşleri
Ahlâk, Hukuk ve Başörtüsü Yasağı
Türkiye’de gerek demokratikleşmede ve gerekse AB reform sürecinde yaşanan tüm
ilerlemelere rağmen, başörtüsü yasağının kaldırılması yolunda henüz bir ilerleme
görülmemektedir. Problem dondurulmuş, halının altına süpürülmüş, unutturulmuş veya
unutulmuş vaziyettedir ve bazıları bunun problemin çözülmüş olduğunu gösterdiğini
düşünmektedir. Oysa, ortada çözülen bir şey yok ve bu yasak insanları mağdur etmeyi
sürdürüyor. Ne ahlâkî, ne hukukî olan ve tamamen keyfiliğe dayanan bu yasağın, insanları
ağır mağduriyetlere mahkûm etmesi bu konu üzerinde tekrar tekrar durmayı zorunlu kılıyor.
Başörtüsü Yasağı ve Hukuk
Bazı kamu otoritelerinin ısrarla yasaklamaya çalıştığı başörtüsüyle ilgili olarak
Türkiye’nin hukukî sisteminde yasağa dayanak teşkil eden bir hüküm yoktur. Tam tersine,
2547 sayılı YÖK kanununun ek 17. maddesine göre, yasağın esas belirdiği yer olan
üniversitelerde, kılık kıyafet serbesttir. Buna rağmen yüksek okullarda başörtüsü yasağı
getiren ve uygulayanlar, hem bu kanunu, hem de, dolayısıyla, Anayasa’nın eğitim hakkıyla ve
vatandaşların eşitliğiyle ilgili hükümlerini ihlâl etmektedir. Normal şartlar altında bunu
yapanların hukukî takibata uğratılması, yargılanması ve cezalandırılması gerekirdi. Bugün bu
yapılamıyorsa, yasakçı zihniyetin zorbalığı yüzündendir. Ancak, yasakçılardan bugün hukukî
olarak hesap sorulamaması her zaman böyle olacağı ve eğitim hakkının kullanılmasını
engelleyenlerin asla yargılanıp mahkûm edilmeyeceği anlamına gelmez.
Anayasa ve kanunlarda başörtüsüyle ilgili bir yasak yokken, Anayasa Mahkemesi ve
Danıştay’ın çeşitli kararlarında yasağa temel aramak, hukuku katletmektir. Böyle bir arayış
ülkemizde egemen jakoben anlayışın otoriter tavrının klasik tezahürlerinden biridir. Yasakçı
ve baskıcı zihniyet, anayasa ve kanunlarda bulunan hakları yönetmelik gibi daha alt ve
dolayısıyla anayasa ve kanunlara aykırı olamayacak mevzuat parçalarıyla gasbetmekte,
kullandırtmamakta, veya, aynı şekilde, anayasa ve kanunlarda bulunmayan yasakları
getirmekte pek mahirdir. Başörtüsü olayında olan da aşağı yukarı budur. Ancak, yasakçılar,
ellerini kuvvetlendirmek için, Anayasa Mahkemesi kararlarına atıf yapmayı seviyor ve
yasağın bu mahkemenin kararıyla konulduğunu söylüyor. Oysa, anayasa hukuku hakkında
biraz bilgisi olanlar, Anayasa Mahkemesi’nin yeni bir hüküm tesis edemeyeceğini, sadece
kanunların iptali yolundaki talepleri kabul etme veya reddetme yetkisinin bulunduğunu bilir.
O yüzden, başörtüsü yasağına Anayasa Mahkemesi’nin Mart 1989 tarihli başörtüsü kararında
temel bulmak hukuken imkânsızdır. Tersini söylemek, yasama yetkisinin halk tarafından
seçilen meclise değil, kendi kendini atayan yargı bürokrasisine ait olduğunu ileri sürmekle eş
anlamlıdır.
Esasen, başörtüsüyle ilgili bir yasak, Anayasa Mahkemesi kararlarıyla konamayacağı
gibi, Anayasa ve kanunlarda da temellendirilemez. Çünkü, bu konu, yâni, kılık kıyafet
özgürlüğü, insan haklarıyla ilgilidir. Türkiye demokratik bir ülke ise, insan haklarına bu tür
keyfî bir sınırlama getiremez. Getirirse, o zaman, bu sistemin adı demokrasi olmaz.
Kimse yanılmasın, başörtüsü yasağı sadece üniversite öğrencileri açısından değil, bütün
kamu görevlileri açısından yanlıştır. Bir liberal olarak, altını çizmek isterim ki, çok istisnaî ve
niteliği gereği özel üniforma veya özel kıyafet gerektiren ve başörtüsü takmanın bu tür
kıyafetlerin oluşmasını engellediği objektif olarak ve makul bir insanı ikna edecek şekilde
ispatlanan işler dışındaki hiçbir kamu görevinde, başörtüsü yasağı uygulanamaz. Yâni,
başörtülü öğretmen, doktor, hastabakıcı, hemşire, hâkim de olabilir. Üniversite öğrencileriyle
ilgili yasaksa tam bir komedidir.
Kamusal Alan ve Başörtüsü Yasağı
Kamusal alanla ilgili tartışmalar ve bu kavrama dayanan tezler yasağı haklılaştıracak bir
hukukî zemine varılmasını sağlamaz. Kamusal alan siyaset felsefesinde tartışılan bir konudur
ve tartışmalı bir felsefe kavramından hareketle insanların hayatını derinlemesine etkileyen
konularda hukukî hüküm tesis edilemez. Nitekim, bütün gürültü patırtıya rağmen, başörtüsü
takanlarla ilgili işlemler, hep, hukukî değil idarî işlemler olagelmiştir. Başörtüsü kullananlar
hukukî bir takibata maruz bırakılamamış, idarî müeyyidelerle, sözüm ona cezalandırılmıştır.
Bu dahi, hukuk sistemimizde başörtüsü yasağına bir temel bulunmadığının ispatıdır.
Kamusal alan tanımları çok tartışmalıdır. Kamusal alan nedir? Değişik yorumlar
yapılabilir. Kamusal alan, egemenliğin bir yansıması olarak, kamu otoritesinin geçerli olduğu
her alan mıdır? Yoksa, bir kamu görevinin ifa edildiği yer midir? Veya, bir kamu görevlisinin
bulunduğu mekân mıdır? Bu üç bakışın hiçbiriyle başörtüsü yasağı konusunda anlamlı ve
yasağı haklılaştırıcı bir sonuca ulaşılamaz.
İlkini ele alalım ve diyelim ki kamu otoritesinin söz sahibi olduğu her yer kamusal
alandır. Bu durumda, başörtüsü yasağını alabildiğine genişletmek gerekir. Toplum hayatında
kamu otoritesi teorik olarak her yerde geçerlidir, bu otoritenin fiilen tezahür etme biçimi,
derecesi ve sıklığı, duruma ve şartlara bağlı olarak, değişse bile. Meselâ, sokaklar da kamu
otoritesinin geçerli olduğu yerlerdir, öyleyse, sokakta da başörtüsünün yasak olması gerekir.
Bu kadar değil, dahası var: Evimiz elbette bizim özel alanımızdır, lâkin orada da, duruma
bağlı olarak, kamu otoritelerinin yetkileri vardır. Eşinize veya çocuğunuza kötü muamele
ederseniz, kamu adına evinize müdahalede bulunulabilir. Yâni eviniz de bir kamusal alana
dönüşebilir. Bu durumda, evlerde bile başörtüsü yasağının bulunması gerekmez mi?
Yok, bir kamu görevlisinin bulunduğu yer kamusal alandır dersek, yine problemlerle
karşılaşırız. Önce sormamız lâzım: Bir kamu görevlisinin fiilen görev yaptığı her yer bir
kamusal alan mıdır? Eğer böyleyse ve yasak kamusal görev veya hizmet alanlarını
kapsayacaksa, üniversiteler yanında parklar, vergi daireleri ve hastaneler de başörtüsünün
yasak olduğu yerler arasında olmalıdır. Bu kamusal alan yorumuna dayanan yasağın hukukî
ve ahlâkî bir temeli varsa, yasak buralara kadar uzatılmalıdır. Niye uzatılmıyor, uzatılamıyor
peki? Çünkü, yasak, sağlam, hukuka dayanan ve vicdan kanatmayan bir ilkeye oturmuyor da
ondan...
Kamusal alan tanımlarının üçüncüsü doğruysa, yâni bir kamu görevlisinin bulunduğu
her yer kamusal alansa, o zaman, kamu görevlilerinin üstüne “kamusal alan yaratıcısı geliyor,
başörtülüler savulun” diye bir uyarıcı levha, işaret vs. yapıştırıp dışarı öyle çıkmalarını
sağlamak gerekir. Sakın yanlış anlamayın, bu söylediğim şeydeki komiklik benim komiklik
yapmak istememden kaynaklanmıyor, yasakçıların savunuyor olabileceği bir anlayıştan
türüyor. Size komik geliyor olabilir, ama bu olayın ilginç tezahürleri var. Örneğin, bir kamu
görevlisi olmasa da kamu otoritesini temsil eden biri olarak Cumhurbaşkanı Sezer, kalksa,
Ankara Söğütözü’ndeki Yimpaş Süper Market’e alışverişe gitse, ne olur? Orası bir kamusal
alana mı dönüşür? Dönüşürse Yimpaş’ın başörtülü müşterilerinin Yimpaş’ın kendi elemanları
veya Sezer’in korumaları tarafından dışarı atılması mı icap eder, laiklik adına ve uğruna?
Devlet memuru akşam evine vardığında orası da mı kamusal alan olur ve eşinin başörtüsünü
çıkarması gerekir? Şu söylenebilir: Kamu görevlisinin bir kamu göreviyle bulunduğu mekân
kamusal alandır. Lâkin, bu da problemi çözmeye yetmez. Meselâ, Sağlık Bakanlığı’na bağlı
bir hemşire bir aşı kampanyası vesilesiyle bir köye gitse ve köy meydanında topladığı kişilere
aşı yapsa, bu o köyü veya köy meydanını kamusal alana çevirir ve hem hemşirenin hem de
köylü kadınların başının açık olmasını mı gerektirir?
Görüldüğü gibi, kamusal alan tartışmalarından anlamlı bir sonuca ulaşmak imkânsız.
Özgürlükçü bir ülkede, vatandaş, her türlü kamusal alanda veya kamusal olduğu iddia edilen
alanda başörtüsü takma veya takmama özgürlüğüne sahiptir. Bu çerçevede yapılan özel alankamusal alan karşılaştırmalarında da yasakçıların mantığı yanlış işlemektedir. Diyorlar ki,
“bir özel davet veriyorsam, istersem başörtülüleri alabilirim, ama kamusal alandaki bir
davette, istesem de, başörtülüleri alamam”. Bu düşünce tarzı yanlıştır. Sağlıklı bir mantık
şöyle işler: Bir kamu görevlisi olsam bile, istersem, özel davetime başörtülüleri kabul etmem,
buna hakkım vardır, ama kamusal alandan başörtülüleri dışlayamam, zira bu hem Cumhuriyet
sistemine, hem demokratik rejime ve hem de insan haklarına aykırıdır. Elimizde tipik bir olay
var, ona bakarak durumu daha iyi kavrayabiliriz. Sezer, oğlunun düğününü Çankaya
Köşkü’nde yaptı ve başörtülüleri davet etmedi. Çankaya’daki bu binanın topluma ait olduğu
ve bu nedenle böyle bir kullanımın uygun olmadığı yolundaki eleştirileri bir yana bırakıp, bu
olayın Sezer ailesinin özel bir olayı olduğunu kabul edelim. Bu durumda, Sezer’in başörtüsü
kullananları çağırmamasının, sosyal açıdan şık olmasa bile, kendi tercihi olduğunu ve
kimsenin buna bir şey diyemeyeceğini söyleyebiliriz. Yâni, Sezer’in başörtülüleri
çağırmamasını normal karşılayabiliriz. Olur ya, başörtüsünü sevmeyebilir veya başörtüsü
takanları davet etmemek için kendine göre gerekçeleri olabilir. Ama, 29 Ekim
resepsiyonundan başörtülüleri dışlamasını normal karşılayamayız. Bu tavır, Cumhuriyet
fikrine de, demokrasiye de, ve, evet, laikliğe de aykırıdır. Kısaca, özel alanımızda dışlayıcılık
yapabiliriz, ama kamusal alanda yapamayız; tabiî, Cumhuriyet, demokrasi ve laikliğin ne
olduğundan gerçekten habersiz değilsek...
İdarenin Tarafsızlığı ve Türban Yasağı
Bazıları, başörtüsü yasağını, idarenin tarafsız olması gereğine dayandırmaya
çalışmaktadır. İdarenin elbette tarafsız olması lâzımdır. Ama idarenin tarafsızlığının yasağa
gerekçe yapılması yanlıştır. Aslında, yasak olayında, idare başörtülülere negatif ayrımcılık
yaparak tarafsızlığını bozmaktadır. Bu durumda idarenin ajanları, başı açık olanları başı örtülü
olanlara tercih etmekte, üstün tutmaktadır. İdarenin tarafsızlığı, başörtüsü kullananlarla
kullanmayanlar arasında ayırım yapılmamasını gerektirir. Ayrıca, idarenin tarafsız
olmasından maksat, idare cihazının korunması değil, kamu görevlilerinin vatandaşlar ve
vatandaş kitleleri arasında, lehte veya aleyhte, ayrımcılık yapmasını önlemektir. Başka bir
deyişle, burada tarafsızlık amaç değil araçtır ve tarafsızlıkta maksat bireysel olarak
vatandaşları veya gruplar olarak vatandaş kitlelerini gayri âdil, haksız ve keyfî muameleden
korumaktır.
Tarafsızlığın özü, idarenin eylem ve işlemlerini dayandırdığı kuralların objektif, soyut
ve genel olması, yâni vatandaşlar arasında negatif veya pozitif ayrımcılık yapmamasıdır.
İdarenin tarafsızlığı, bahsettiğimiz nitelikteki kurallara ilaveten, idarenin haksız ve taraflı
muamelelerine karşı başvurulabilecek hukuk makamlarının varlığını ve etkili şekilde
çalışmasını gerektirir. İdare cihazında görev yapanların dinî, felsefî vb. değerler bakımından
tarafsız olması tarafsızlığın sağlanmasında üçüncü- dördüncü derecede önem taşır. Bu ancak
ve ancak idarî otoritenin keyfî olarak ve denetimsiz kullanıldığı yerde birinci sırada gelecek
kadar mühimdir. İdarî otoriteyi ellerine geçirdiklerinde tanrısallaştıklarını ve vatandaşın
hayatına istedikleri gibi müdahalede bulunmaya hak kazandıklarını zannedenler ve zaman
zaman bu tür müdahalelere fiilen yeltenenler, aynı otoritenin başkalarının eline geçmesi
ihtimalinden paniğe kapılmaktadır. Çünkü, kendilerinin başkalarına yaptığının onlara da
yapılabileceğini düşünmekte veya hissetmektedir.
Ayrıca, idarenin tarafsız olması gerektiği iddiasıyla bazı bireylere yasak getirenlerin
kendileri tarafsız değildir, tam taraftır. Tarafsızlıkla kastettikleri aslında tarafsızlık değil,
herkesin onların tarafında olmasıdır. Unutmayalım ki, başörtüsü takmanın bir değer yansıtıcısı
olması gibi takmamak da; başörtüsü kullanma hakkını savunmak kadar ona karşı çıkmak da
bir değer yansıtıcısıdır.
Başörtüsü takanların bunu propaganda amacıyla yaptıkları iddiası da, doğru bile olsa,
yasağı meşrulaştırmaz. O zaman, herkesin kılık kıyafetiyle, tarzıyla, propaganda yaptığı iddia
edilebilir. Keza, başörtüsünü siyasî bir simge olarak kullanmanın, hatta bir ideolojinin bayrağı
gibi dalgalandırmanın da bir mahzuru yoktur. Herkesin sembolü kendisine aittir ve siyasî
sembol kullanmak ifade özgürlüğünün bir parçasıdır. Başı örtülülerin değerleri olduğu gibi
başı açıkların da değerleri vardır. İdare cihazının elemanları, bir grup vatandaşı, onların
taşıdıkları değerler kendi değerlerine ters olduğu için aşağı göremez ve haklarını elinden
alamaz.
İdarenin tarafsız olması gereğinin, kamu görevlileriyle ilgili yasağı bile
haklılaştıramazken, üniversite öğrencileriyle ilgili yasağı hiçbir şekilde haklılaştıramayacağı
açıktır. Öğrencilerin hiçbir şekilde tarafsız olma gibi bir mecburiyeti yoktur. Onlar, kamu
hizmeti veren değil, kamu hizmetinden yararlanandır. İdarenin parçası değil, idareyle muhatap
olandır. Öğrencilere uygulanan hukuk ve ahlâk dışı yasak normalse, hastaneye gidene, vergi
ödeyene, tapu çıkarana, parkta oturana, belediye otobüsüne ve DDY trenine binene de bu
yasağı uygulamak gerekir.
AB Hukuku, Başörtüsü ve Baskı
Başörtüsü kullananların böylelikle diğerleri üzerinde baskı kurduğu iddiası hiçbir
şekilde ciddiye alınamaz. Bu iddia kelimelerin anlamlarının nasıl çarpıtıldığının iyi bir
örneğidir. Baskı kurmanın en önemli şartı fizikî zor kullanmadır. Bu tür bir davranış suçtur ve
böyle bir suç ortaya çıktığında olay zaten başörtüsünü çoktan aşmış ve meselâ darba, fizikî
saldırıya dönüşmüştür. Baskı psikolojik olarak da kurulabilir denebilir. Psikolojik baskı,
yalıtılmış bir ortamda, hürriyet engellenerek ve kişinin rızası hilafına yapılıyorsa, bu da bir
suçtur. Bunun tipik bir örneği, İstanbul Üniversitesi’nin meşhur “ikna odaları”dır. Hayatın
doğal akışı içinde kişiler başkalarının kılık, kıyafet ve icraatlarından bir şekilde
etkileniyorlarsa, bu psikolojik baskı değildir.l Bir kadın kendisinden daha güzel bir kadın
görünce kıskanıyorsa, kimilerinin kıyafetleri kimilerini imrendiriyor veya tiksindiriyorsa, iyi
akademisyenler kötü akademisyenleri tartışmalarda ma ediyorsa, kısa boylular uzun
boyluların yanında cüce gibi kalıyorsa, bunların önlenmesi gereken veya önlenebilecek
psikolojik baskılar yarattığını iddia etmek gülünçtür. Bu tür sözüm ona baskıları önlemek için,
insanî hayatı sona erdirmek gerekir.
AİHM’nin Leyla Şahin kararına yansıyan ve patenti Türk Anayasa Mahkemesine ait
olan, birilerinin başörtüsü takmasının diğerlerine baskı yapma veya çoğulculuğa zarar verme
anlamına geldiği argümanı, çoğulcu toplum anlayışına ve özgürlüklerin koruyucusu hukuka
bir hakarettir. Özgürlükleri koruma bilimi olan hukukun çarpıtılması ve gerçek baskıcılığı ve
hoşgörüsüzlüğü maskelemek için kullanılmasıdır. Aklın ve mantığın ters yüz edilmesidir.
Hiçbir toplum homojen değildir; inançlar, tercihler zevkler, hayat tarzları, kıyafet tercihleri
vb. bakımlardan her geniş toplumda büyük bir çeşitlilik vardır. Bu çeşitlilik unsurları bazen
yan yana kompartımanlarda, bazen iç içe yaşarlar. Bunlar arasındaki farklılıkların birbirlerine
baskı yapmak anlamına gelmesi düşünülemez bile.
Bırakın toplumsal grupları, bireyler bile çoğu zaman kendi bünyelerinde zengin bir
çeşitliliği yansıtır. Kendimi anlatayım, en iyi bildiğim kişi olduğum için: İdeolojik
arkadaşlığımı liberallerle kurup, liberal olmayanların da bulunduğu Fenerbahçeliler
camiasının bir parçası olabilirim. İçki içen bir arkadaşımla meyhaneye gidip, bir dindar
arkadaşımla birlikte bir ilahîyi seslendirebilirim. Nesimi’nin “Haydar Haydar”ını ve Queen’in
bir parçasını aynı anda ezberleyebilirim. Her insan aynı durumdadır. Çeşitliliği baskıcılık
sananlar, bireysel ilgi ve kimliklerin çeşitliliğinin bireylerin kendi kendilerini baskı altına
almaları sonucunu yarattığını ileri sürmeye benzer bir şey yapmaktadırlar.
Bir toplumdaki insanî çeşitliliğin tezahürlerinin insanların veya grupların birbiri
üzerinde baskı kurmasına sebep olduğunu ancak tek biçimliliği yücelten totaliter zihniyetliler
iddia edebilir. Çeşitlilik, çeşitlilik unsurlarını koruyarak ve bir grubun diğerleri üzerinde fiilî,
fizikî baskı kurması engellenerek muhafaza edilebilir. Bu baskıyı en ağır biçimde ve herkesi
kapsayacak şekilde kurabilecek olan devlettir. Devletin çeşitliliğin unsurlarından birini
bastırmasının çeşitliliği koruma çabası olarak sunulması, Yahudileri yok eden Nazilerin böyle
yapmakla insanların çeşitliliğini sağladığının iddia edilmesiyle eş değerdir. Elinde devlet
cihazının imkân ve araçları olmayan sivil vatandaşlar kimsenin üzerinde baskı tesis edemez.
Yasakçılığın ardında yatan arzu çoğulculuğu korumak değil tek biçimliliği empoze etmektir.
Yasakçılar herkesin kendileri gibi inanmasını, yaşamasını, giyinmesini istemektedir. Asıl
baskıcılık budur, çoğulculuğa asıl böyle zarar verilebilir..
AİHM’nin Leyla Şahin kararının Türkiye’deki yasakçılığı onayladığı iddiası da bir
çarpıtmadır. Karar, sadece, topu Türkiye’ye atmaktadır. Yasağın Türk mevzuatına uygun
olduğunu ve bu konudaki kararın Türk yargısına ait olduğunu söylemektedir. Bu kararın
AB’yi bağlayacak bir içtihat oluşturduğunu söylemek için de, en azından, erkendir. Bu
karardan sonra AB ülkelerinde üniversitelerde bir yasak doğmamıştır. Esasen, Fransa dahil,
hiçbir AB ülkesinde üniversitelerde başörtüsü yasağı bulunmamaktadır. AB’deki bu serbestlik
Türkiye’deki yasağın AB standartları açısından da yanlış olduğuna bir delil teşkil etmektedir.
Kaldı ki, insan hakları felsefesinden haberdar biri için, bir insan hakkının kullanılmasının
tezahürlerinin mahkeme kararlarıyla geçersizleştirilmesi düşünülemez.
Fransız Jakobenizmi ve Türk Jakobenizmi
Fransa’daki yasaktan Türkiye’deki yasağa dayanak çıkarmaya çalışanlar Türkiye’de
yaşayanların aklını ve bilgisini hafife almaktadır. Fransa’da bizdeki kadar geniş bir yasak
alanı yoktur. Türkiye’deki bütün ilköğretim, lise, yüksekokul ve üniversitelerde, güya özel
dershane ve okulların hepsinde, sürücü kurslarında, belediye meslek kurslarında ve daha
birçok. yerrde yasak vardır. Bu, jakoben Fransızlar için bile aklın alabileceği bir şey değildir.
Fransa’da özel ilköğretim okullarında ve kiliseye ait ilk-orta öğrenim okullarında yasak
yoktur. Üniversitelerde ise yasaktan hiç söz edilmemektedir. Başörtüsü mağdurlarını ve
yakınlarını temsil kabiliyetine sahip bir siyasî hareketin lideri olan başbakan, Fransa
gerçeğinden hareketle, bir uzlaşma arayışı adına, “başörtüsü hiç olmazsa özel okullarda
serbest olsun, böyle bir ara çözüm bulalım” teklifini yaptı. Bu sözleri üzerine, yasakçı
zihniyetin sözcüleri ve kalemşorları, zaten çürütülmüş iddialarına giydirilen öfke ve nefretle,
başbakana saldırdı, hakarete varan sözler sarf ederek, bu teklife de hayır dedi. Bence de bu
teklif yanlıştı, ama tamamen farklı sebeplerle...
İsteyen kişi, grup ve yatırımcılar, başörtülü, sakallı, dindar, namaz kılan öğrencilerin
kabul edilmeyeceği özel okullar kurup işletebilirler, ama devlet okullarında insanlara
inançlarından, hayat tarzlarından veya kıyafetlerinden dolayı bir ayrımcılık uygulanamaz. Bu
okullar devlete- hadi diyelim Cumhuriyet rejimine- aittir. Yâni bütün halkındır. Bu okulları
kurma görev ve yetkisini memurlara-siyasîlere vatandaşlar vermekte ve bu okulların bütün
giderleri de vatandaşların vergileriyle karşılanmaktadır. Nasıl olur da, başörtülü öğrencilerin
ailelerinin ödediği vergilerle kurulan ve yaşatılan okullara onların çocukları kabul edilmez? O
zaman bu rejimin bir meşruiyeti kalmaz. Böyle bir rejime cumhuriyet de demokrasi de
denemez. O yüzden, “ayrımcılık” özel okullarda -belki- yapılabilir, ama devlet okullarında
asla yapılamaz.
Laiklik Başörtüsünün Serbest Oolmasını Gerektirir!
Başörtüsü yasağı Türkiye’de tam bir akıl ve izan tutulması yaşandığını göstermektedir.
Yasakçı zihniyet, siyaset felsefesinin ve hukukun bütün kavramlarını çarpıtılmakta, akıl,
mantık ve sağduyuyu sükût ettirmektedir. İşin kötüsü, bu konuda rasyonel, dürüst, âdil ve
sonuç getirici bir tartışmanın yapılamaması ve yasakçı tezlerin çürütülmesinin bu tezlerin
bırakılmasını ve yasağın iptal edilmesini sağlayamamasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminde başörtüsü yasağının hukukî bir temeli
yoktur, bu yasak illegaldir, kaba güç sayesinde ayakta durmaktadır. Kamusal alan- özel alan
ayrımlarıyla veya idarenin tarafsızlığı argümanlarıyla da bu yasağa hukuka dayanan bir zemin
temin edilemez. Güya laikliği koruma adına uygulanan bu yasak esasında laikliğe de
aykırıdır. Yasak laikliği bir siyasî- hukukî ilke olarak benimsemekle doğru yapan, ama
koordinatlarını yanlış seçen Türkiye’nin laiklik iddialarının geçerliliğini azaltmaktadır.
Laiklik, devletin, dinler karşısında maksimum tarafsızlığını, çeşitli dinlere mensup
vatandaşlar arasında pozitif veya negatif ayrımcılık yapmamasını gerektirir. Bir laik devletten
iki şey beklenir. İlki, herhangi bir dindarın veya dinî grubun, insan hakkı ihlâlleri yaparak
diğer dindarlara veya dinî gruplara / yahut aynı dinin farklı yorumlarını benimseyenlere zarar
vermesine engel olmaktır. İkincisi, devletin kendisinin bir dini teşvik etme veya engelleme
gibi bir tavırdan ve buna yönelik icraatlardan uzak durmasıdır. Burada korunan devletin
kendisi değil vatandaşlardır, vatandaş kitleleridir.
Başörtüsü yasağında devlet başörtülüleri negatif, başı açıkları pozitif diskriminasyona
tabi tutmaktadır. Bununla da kalmamakta, zaman zaman vatandaşları birbirlerine karşı
kışkırtmaktadır. Bu laikliğe aykırıdır. Laikliğin geniş bir toplumda çoğulculuğu korumanın
araçlarından biri olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bir siyasî ve hukukî ilke olarak
laikliğin demokrasiyi teşvik edebileceği de açıktır. Bir dinî diktatörlük altında yaşamak
elbette kötü bir şeydir. İnsanlar kendilerine bir dinin görüş ve ritüellerinin zorla takip
ettirilmesinden hoşlanmazlar ve bunda haklıdırlar. Ancak, dinî baskılardan duyulan endişe ve
bunların önlenmesi talepleri, dinin ve dindarların bastırılmasını gerektirmez veya böyle bir
bastırmayı meşru kılmaz. Başörtüsü kullanmak laiklik açısından bir problem yaratmaz,
aksine, başörtüsü serbestliği laikliği kuvvetlendirir. Laiklik, meselâ, Türk Medenî Kanunu
tamamen bir İslâmî yoruma dayandırılmak veya Kuran Anayasa yapılmak istenirse, başörtüsü
kanun ve idare vasıtasıyla mecburî hâle getirilmek istenirse tehlikeye düşer. Elbette buna karşı
uyanık olmak ve bu tür teşebbüslerle mücadele etmek gerekir; ama, dinî hayatın tezahürleri
laiklik için bir problem olarak görülemez. Kısaca, laiklik, başörtüsünün yasaklanmasını değil,
başörtüsü takıp takmamanın, kadın vatandaşlarımızın tercihlerine bırakılmasını gerektirir.
Yasak Hemen Kaldırılmalıdır!
Çağdaş medeniyetin en önemli öğesi insan haklarına saygı ve siyasî ve hukukî
sistemlerin insan haklarının azamî ölçüde yaşanmasına imkân verecek şekilde tesis
edilmesidir. Klâsik insan hakları hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarıdır. Bunlar insanların
doğuştan sahip olduğu ahlâkî temelli haklardır. Toplu hâlde yaşarken kullanılan haklar
genellikle bu hakların bileşiminin tezahürü olarak dışarıya yansır. Bu çerçevede, başörtüsü
takma hürriyet hakkının bir türevidir ve din ve vicdan özgürlüğünün ve kıyafet özgürlüğü adı
verilen sivil özgürlüklerin bir yansımasıdır. Ancak, Türkiye’de başörtüsü yasağı abartılmış ve
sadece bir hürriyet ihlâli teşkil etme noktasını çoktan aşarak, düpedüz, hayat hürriyet ve
mülkiyet hakkına toplu bir saldırıya dönüşmüştür. Bu çok vahim bir durumdur. Bu yasakla,
bir kısım vatandaş, haklara dayanan normal ve insanî bir hayat yaşayamaz duruma
düşürülmüştür. Bunu daha fazla sürdürmenin anlamı yoktur. Yasak kalkmalıdır.
Başörtüsünün -türbanın- millî olmadığı, Araplardan bize geçtiği, dinde yerinin
bulunmadığı veya dinin esası olmadığı türünden iddialar gayrı ciddidir. Sadece sahiplerini
bağlar. Ayrıca, doğru bile olsa yasağı meşrulaştıramaz. Neyin yerli neyin yabancı olduğu da
sonu gelmeyecek bir tartışmadır. Türkiye’nin yasağa Avrupa’da destek araması da ahlâk ve
akıl dışıdır. Akıl dışıdır, zira, böyle yapmakla, Türkiye Avrupa’nın çoğulculuğuna katkıda
bulunma ve insan hakları konusunda Avrupalılara mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde
müdahalede bulunma imkânını elinden kaçırmaktadır. Başörtüsü yasağını -ve umulur ki
Kürtçe yasağı başta olmak üzere başka yasakları- kaldırmış bir Türkiye, Avrupalılara, çoğulcu
demokrasi ve Müslümanların hayat tarzına saygı konusunda ders verebilecek bir konumda
olabilecektir.
Yasağın kaldırılmasının zamana bırakılmasını söylemek, eğer mağdur değilseniz,
kolaydır. Ancak, akıl ve ahlâk, kendimizi mağdurların yerine koyarak, durumu anlamaya
çalışmayı gerektirir. Problemi zamana bırakalım diyenler, kendi hayatlarını karartan bir
zulmün ortadan kaldırılmasını zamana bırakmak ister miydi? Yasağın kaldırılmasını mağlupgalip psikolojisiyle ilişkilendirmek de anlamsızdır. Burada birbiriyle eşit iki taraf yoktur. Bir
tarafta hayat ve hürriyet hakkına saldırıyla muhatap olan zavallılar, öbür tarafta, haksız bir
yasağı dayatan zorbalar vardır. Bir insan hakkı ihlâlinin olduğu yerde, yapılması gereken tek
şey, hemen bu ihlâlin önlenmesi, ortadan kaldırılmasıdır. İnsan hakları ihlâllerini önlemenin
hiç kimseye hiçbir maliyeti yoktur. Başörtüsü yasağı, hemen, şimdi, derhal kaldırılmalıdır.
Ek: 5
Prof. Atilla Yayla’nın Zaman Gazetesi’nde yayınlanmış bazı makaleleri
Başörtüsü yasağı: Elbirliğiyle intihar
Başörtüsü tartışmaları gerçekte çoğumuzun zannettiğinden daha derin sosyal
problemlerin satıhtaki yansıması olamaz mı? Başörtüsü probleminde ortaya çıkan gruplaşma
ve kamplaşmalar toplum hayatının kaldıramayacağı kadar geniş sosyolojik çatlaklara işaret
ediyor denemez mi? Korkarım bu sorulara evet cevabını vermek zorundayız.
Benim cevabım kesinlikle evet. Yıllardır süren düşünme, okuma ve gözlemlerimden
sonra geldiğim nokta, maalesef, bu...
Hukukî temeli olmayan keyfî yasak
Başörtüsü probleminin yalnızca kız öğrencilerin okula devam ederken başlarını
örtmelerine izin verilmemesinden veya keyfî bir tanıma ve ayırıma tâbi tutulan kamusal
alanlarda başörtüsü kullanılâmamasından ibaret olduğu algısı vahim bir yanılgıdır. Problem
çok derin ve bir çırpıda çözülemeyecek kadar ağırdır. Ancak, bu çözümsüzlüğün maliyetinin/
faturasının yalnızca mağdur edilen kesime çıktığı sanılmamalıdır. Fatura bütün toplumundur
ve yasağı koyan, yürüten ve hararetle savunan kesimler de faturadan paylarına düşen acı
hisseyi, farkında olsalar da olmasalar da, isteseler de istemeseler de, alacaktır ve almaktadır.
Bildik tartışmalara ve argümantasyonlara tekrar girmek niyetinde değilim. Bir liberal
demokrat olarak bilgi birikimimin, aynı veya benzer çizgideki birçok arkadaş gibi, yasağın
dayandığı bütün tezleri cevaplamaya ve darmadağın etmeye kafi olduğunun farkındayım. Adil
ve dürüst bir ortamda bu konuyu herkesle tartışmaya ve fikirlerimin yanlış olduğu kanıtlanırsa
muarızlarımın fikirlerini kabul etmeye hazırım. Ancak, bunun bir sonuç vermeyeceğini
biliyorum. Biliyorum; çünkü daha önce bunu yaşadım. Korkum, artık rasyonel, anlamlı bir
tartışma yapma zemininin de ayağımızın altından kayıyor olması.
Başörtüsü problemi bir hukukî problem değildir. Bir siyasî problem de değildir. Pozitif
hukukta hâlen başörtüsünü yasaklayan bir düzenleme bulunmamaktadır. Siyasetin de bu
problemi çözme imkânı yoktur, zira siyaset bir müzakere, alma-verme ve uzlaştırma
tekniğidir. Başörtüsü yasağı sadece bir dayatmadır. Ama sahici anlamda bir dayatmadır; son
zamanlarda birilerinin anlamını çarpıttığı manada dayatma değil. Yasakçı kesimin ana
dayanağı güçtür. Çünkü bu kesim, büyük ölçüde, güce tapmaktadır. Bu kesim,
silahlandırılmış bürokratların arkasında olduğu kanaatine sahiptir. Başka da bir dayanağı
yoktur. Ne hukuk ve ne de demokratik siyaset onlara destek vermektedir. Daha önce de
söylemiştim, tekrarlayayım, silahlandırılmış bürokrasinin idarecileri, bir gün bir sürpriz yapıp,
bu yasağı anlayamadıklarını ve yasağa karşı olduklarını söyleseler, yasakçı siviller yer
çekiminden kurtulmuş gibi havada kalır. O zaman Türkiye adeta bir rüyadan uyanır ve
insanlar birbirine neyi tartıştıklarını sorar. Ne yazık ki bu bir hayal ve yakın zamanda
gerçekleşeceğe benzemiyor. Aksine, dönüşü olmayan bir çıkmaz sokağa girdik ve ilerliyoruz.
Şöyle bir hafızanızı yoklayın: 28 Şubat kalkışmasının başlarında, yasak temellendirilirken,
kimsenin özel hayatına karışılmadığı, yasağın kamusal alanı ve kamu görevini kapsadığı
söyleniyordu. Oysa biliyoruz ki, pek çok insan, özel hayatlarından dolayı mağdur edildi,
ediliyor. Aslında başbakan ve yakın arkadaşları da sürekli mağdur edilme halinde. Hep
yasaklamaya tâbi tutulan ve mağdur edilen kesim itham ediliyor ve değişmeye çağırılıyor.
Sanki öbür tarafın mensupları Tanrısal bir yanılmazlığa sahip. Halbuki, akıl, mantık, hakikat
ve hakikate saygı herkesin kendi konumunu gözden geçirmesini gerektiriyor. Dindar
muhafazakâr kesim dinlemeye ve kabullenmeye hayli açık, diğerleri ise duvar gibi. Ve
yasakçı kesimin geldiği yer artık başörtüsüne karşıtlığı çok aştı, başörtüsüyle ilintili kesimin
fizikî varlığına karşı olma noktasına ulaştı.
Başörtülüler var olmasa ne iyi olurdu!
Bunu ben uydurmuyorum, yasakçı kesimin tavırları sergiliyor. Şöyle bir hipotetik
durumla ne demek istediğimi anlatayım. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı
başörtüsüne karşı ve bunun gerekçesi, bildiğimiz kadarıyla, kamusal alan meselesi. Güzel.
Peki, kamusal alanla ilgili henüz felsefî ve hukukî bir neticeye bağlanmamış bir tartışma, söz
konusu kişilerin, meselâ başörtülü bir kesimden çıkmış bir başbakanla kamusal olmayan
alanlarda bir araya gelmesine engel mi? Akıl ve mantık engel olmamasını gerektirir. O zaman,
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nı bir gün Hüseyin Gazi Dağı’na pikniğe
davet etse ve bu insanlar eşleriyle birlikte buluşsa; isteyen kola, isteyen rakı içse, olmaz mı?
Elbette iyi olur. Ama, bu ve buna benzer şeyler yapılmıyor ve öyle görünüyor ki bundan sonra
da yapılamayacak. Çünkü, özellikle Cumhurbaşkanı ve onun gibi düşünen birçok kişi,
başörtülü kesimin sadece başörtüsüne karşı değilmiş, fizikî varlığına karşıymış havası veriyor.
Oysa, dediğime benzer bir şey yapılsa, herkes Cumhurbaşkanı’nın samimî olarak kamusal
alanda başörtüsüne karşı olduğunu, başörtülülerle ontolojik bir probleminin olmadığını görür
ve bütün toplum rahatlardı.
Başörtüsü probleminin çözümü ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararında, ne de
başka bir yasakçı çizgidedir. Bu problemin tek çözümü vardır: Yasaktan caymak ve kimseye
keyfî yasak getiremeyecek bir siyasî, hukukî, idarî yapılanmada mutabık kalmak. Başka hiçbir
çözüm yoktur. Ve çözümsüzlük sadece başörtülü kesime değil, yasakçılara ve tüm topluma,
bütün ülkeye çok pahalıya mal olacaktır. Kimse kendini aldatmasın. Yasaklananlar kadar
yasakçılar da bu saçmalığın bedelini ödemektedir ve ödeyecektir. Bu bedel, bazen paranoyaya
ulaşan psikolojik takıntılardan ve ruh bozukluklarından heba edilen insan gücünün yaratacağı
refah eksikliğine, güvensizlik ve sevgisizlikten, akıl ve muhakeme yeteneklerinde gerilemeye
kadar birçok kalemi kapsayacaktır. Başörtüsü ve (Kürtçe) yasağını bu ülkenin intiharı
olmaktan çıkartmak için herkes üzerine düşeni yapmalıdır.
15.07.2004
Liberaller ve jakobenizm
Bir liberalin fikir hayatında en çok hassasiyet göstermesi gereken husus, ilkeli ve tutarlı
olmaktır. Bunun anlamı, doğru olduğuna inanılan ilkeleri, akıl yürütme usûllerine uygun
olarak, en son mantıkî noktalarına kadar götürmek ve ortaya çıkan sonuçları, kimin lehine
veya aleyhine olduğuna veya kimin lehinde veya aleyhinde algılandığına bakmaksızın
savunmaktır. Konjonktürel şartlar, ilkelerin izlenmesinin yaratacağı sonuçların kimler
tarafından nasıl karşılanacağı, ülke içindeki veya dünya üzerindeki güç dengeleri vb. şeyler bu
ilkeli bakışı değiştirmek için bir sebep teşkil etmemelidir.
Bu tavrı benimseyen ve istikrarla sürdüren liberallerin bulunduğunu biliyorum ve
onlarla aynı ülkede yaşamaktan büyük memnuniyet duyuyorum. Ve, biliyorum ki, bahsi
geçen liberaller, ilkeliliği, her şeyden önce, kendi kendilerine ve insan kardeşlerine karşı
ahlâkî bir görev telâkki ediyorlar.
Liberalizm Türkiye’de hızla gelişen ve olgunlaşan bir fikir akımıdır ve bu akımın
merkezinde Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) bulunmaktadır. Elbette, bütün liberaller
LDT’de yer alıyor değil, küçük küçük başka kümelenmeler mevcut olduğu gibi tek başlarına
hareket eden ve çalışan liberaller de, çok şükür, ülkenin hemen hemen her yerinde
bulunmaktadır. Buna rağmen, LDT, Türkiye’deki fikrî liberalleşmenin motoru olmayı
başarmıştır. Kurumsal bir pozisyonu ve kolektif bir kimliği temsil iddiasında olmamakla
beraber, LDT de, ilkeli olmada ve faaliyet alanını ısrarla ve isabetle muhafaza etmede başarılı
olmuştur.
Liberallerin nispeten küçük bir grup teşkil ettiği bir gerçektir. Ancak, liberallerin
gücünü sadece liberallerin sayısıyla veya liberal olma iddiasındaki hareketlerin aldığı oy
miktarıyla ölçmek büyük bir hatadır. Bir kere, Türkiye’nin siyaset pratiği göstermektedir ki,
hiçbir partinin arkasında uzun süre kalıcı bir büyük oy desteği yoktur. Bir iki dönem yüksek
oy yüzdelerine ulaşan partiler, bunun hemen ardından, süratle eriyebilmektedir. İkinci olarak,
iktidara gelmeye yeterli oy yüzdesine ulaşmak, ülkeyi yönetmeye ve başarılı olmaya
yetmemektedir. İktidar icraat makamıdır ve icraat, eninde sonunda, bir fikre istinat eden bir
programa dayanmak zorundadır. Üçüncüsü, böyle alındığında, ülkeleri uzun vadede
kelimenin gerçek anlamında yöneten ve yönlendirenler, sandıktan çıkanlardan ziyade veya
onlarla beraber, fikirler ve kanaat ortamlarıdır. İşte bu noktada liberal fikirlerin Türkiye’de
her zaman mevcut bulunduğu ve etkili olduğu görülmektedir. Özellikle, 1946’da başlayan
süreçte, sol ve sağ kolektivist fikirlerle açık veya örtülü, doğrudan veya dolaylı, ama
kesintisiz bir mücadele yürüten liberal fikirler, Türkiye’de bugün övündüğümüz birçok şeyin
mimarisine harç koymayı başarmıştır.
Liberal fikirler Türkiye’de İslâmcı ve muhafazakâr çevreler yanında sol, sosyal
demokrat çevreleri de değişik zamanlarda ve değişik dozlarda etkileyegelmiştir. Bunun
izlerini çok partili hayatın bütün dönemlerinde kolayca bulabiliriz. Kimin ne kadar
etkileneceği birçok şarta ve bu arada konjonktüre bağlı olarak değişmektedir. 28 Şubat
sürecinde bu etkilenmeden en geniş payı dindar muhafazakârlar ve İslamcı çevreler almıştır.
Bu, liberaller için de, etkilenenler için de, ülke için de hayırlı olmuştur. Liberallerin fikir
alanındaki gücünden ve ülkenin konjonktürel şartlarından kaynaklanan bu etkiyi dayatma
olarak adlandırmak tam bir talihsizliktir. Ne yazık ki, 28 Şubat’ ta egemen elitlerce tepe tepe
kullanılmış olan bu çarpıtılmış dayatma kavramına son zamanlarda İslâmcı-muhafazakâr
camianın bazı kalemleri de sarılmaya başlamıştır. Dayatma bir güç ilişkisine dayanır. Güçlü
olanın, bu gücü, ondan mahrum olana, hakkı olmayan ve haklı da olmayan bir şeyi yapmaya
veya yaptırtmaya çalışmasıdır. Liberaller kamusal zor kullanma araçlarına sahip
olmadıklarına göre, zaten isteseler de bir dayatmada bulunamazlar. Keza, liberallerin jakoben
olduğundan dem vurmak da tipik bir çarpıtmadır. Jakoben olabilmek için toplum
mühendisliğini benimsemek, toplum mühendisliğini benimsemek için de bir ideal birey ve
toplum tasavvuruna dayanan tepeden inmeci bir projeye sahip olmak gerekir. Ben bazı
sosyalistlerde, kimi İslâmcılarda ve Kemalistlerin neredeyse tamamında bunun pek çok
işaretini gördüm, görüyorum, ama bu tür işaretlere bir liberalde rastlamadım. Farklılıklara
rağmen ve farklılıkları muhafaza ederek barış içinde yaşama yöntemi olan liberalizmin nasıl
olup da bir jakobenlik yaratacağını anlamak gerçekten çok zor.
Ulaşma arzusuyla kıvrandığımız ve hak ve hürriyetlerimizi garantiye alacağını, hayat
tarzımızın bastırılmasını önleyeceğini umduğumuz sistemin adı liberal demokrasidir... Bu
sistemin temel değerlerinin ve mekanizmalarının çoğu liberal fikriyata dayanmaktadır.
Demokrasiye evet diyenler, ister istemez, demokratik sistemin liberalizmden mülhem
unsurlarına da evet demiş olmaktadır. Yani, demokratik sistem içinde liberalizmden
bütünüyle vazgeçme veya liberal fikirlerin etkisini sıfırlama imkânı yoktur. Muhafazakârlar
ve İslâmcılar yanında sol, milliyetçi, ulusalcı ve Kemalist çevreler de liberalizmden
etkilendikçe, Türkiye daha iyiye doğru gidecektir.
10.10.2004
CHP kendini kurtarabilir mi?
CHP’nin temel meselesi felsefîdir, ideolojiktir. CHP’nin, 1930 model, anti-özgürlükçü
öncüller üzerine inşa edilmiş bir ideoloji ve sahici olmayan bir özgürlükçü söylemle yol
alması mümkün değil.
CHP’nin Türkiye tarihinin en önemli partilerinden biri olduğu açık. Ancak, bunun
sebebi, CHP’nin resmî propagandasının iddia ettiği gibi, Parti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ni
kurmuş olması, Atatürk’ün partisi olması, Türkiye’yle yaşıt olması vs. değil. Türkiye’yi
CHP’nin kurduğu iddiası gerçeğe aykırıdır. Atatürk’ün partisi olmuş olması da CHP’ye ne
demokratik meşruiyet ne de halk desteği sağlamaya yetmektedir. Her parti gibi CHP’nin de
meşruiyetini halk desteğinde ve demokratik sistemin genel ilke ve prosedürlerinde araması
gerekir. Bütün bu handikaplarına rağmen neden CHP’nin ülkenin mühim siyasî varlıklarından
biri olduğunu düşündüğüm sorulursa, buna verilebilecek başlıca cevap, CHP’nin Türkiye’nin
demokrasiye geçişinde oynadığı rol olabilir.
Savunulması zor bir geçmiş
Esasen, CHP’nin, yaşını, 1923’e kadar çekmek yerine, 1945 veya 1950’den başlatması
çok daha anlamlı olurdu. Zira, daha öncesi, büyük ölçüde, gururla anılamayacak bir geçmişe
tekabül etmektedir. O kadar ki, aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, CHP, bu
sevimsiz geçmişin izlerinden ve renklerinden kurtulamamıştır. Bu kafayla gittiği sürece de
kurtulması zor görünmektedir. Bu yüzden, insanların çoğunun aklına, CHP deyince, baskı,
dayatma ve tahakküm gelmektedir.
1945-1950 öncesi CHP’sinin diğer adı tek parti diktatörlüğüdür. CHP, bütün medenîsivil hak ve özgürlüklerin değişik derecelerde gasp edildiği bu dönemin bazen mimarı bazen
aracı olma fonksiyonunu üstlenmiştir. 1945’ten itibaren, iç ve dış faktörlerin etkisiyle, bu
çizgiden kaçmak mecburiyetini-ihtiyacını hissetmiş ve bu sayede demokrasiye geçişte yararlı
bir rol üstlenmiştir. İşte bu rol, CHP’ye şeref ve itibar kazandırmıştır. Bundan dolayı, 19451950 CHP’sinin ve şüphesiz başta Menderes ve DP olmak üzere Türkiye’nin -kusurludemokrasisinin diğer mimarlarının rahmetle ve saygıyla anılması gerekir. CHP, DP’nin
baskıcılığa yöneldiği 1954 sonrasında da demokrasisinin ve diğer hak ve özgürlüklerin
korunmasında zaman zaman sağlam bir duruş sergilemiştir. Bunun da CHP’nin sevap
hanesine yazılması gereklidir.
Ne var ki, CHP, özellikle 1950’lerin sonundan itibaren, tek parti diktatörlüğü döneminin
bazı ana çizgilerini tekrar benimsemiştir. Başka bir deyişle, demokratik standartları ve hak ve
özgürlükleri bir türlü içselleştirememiştir. Buna halkın cevabı CHP’yi değişmez bir şekilde
siyasî iktidardan uzak kalmaya mahkûm etmek olmuştur. Nitekim, bu parti, 1950’den bu
yana, hiçbir genel seçimi tek başına kazanamamış, asla tek başına iktidara gelememiştir.
Ayrıca, iç çalkantılardan da bir türlü kurtulamamıştır. Sanki bir parti değil, bir azınlığın
olağan ve olağanüstü kurultaylar kulübü gibi yoluna devam etmektedir. Halka değil, “zinde”
güçlere yakın durmaya ve fırsat bulduğunda bu anti-demokratik güçlerin taşeronu gibi
çalışmaya özen göstermektedir.Bu ayın sonunda yapılacak kurultay münasebetiyle medyada
CHP hakkında yapılan yorumların ekserisi, medyanın çoğunluğunun da CHP zihniyetinin
kontrolünde olması sebebiyle, havanda su dövmekten öteye geçmemektedir. Yorumcular daha
ziyade liderlik meselesine, Parti’nin solu keşfetmesinin gerektiğine, parti yapılanmasının
demokratikleştirilmesine, partinin halka kendini daha iyi anlatmasına vb. hususlara temas
etmektedir.
CHP nasıl bir Türkiye istiyor?
Bunların hepsi önemlidir ve partinin başarısızlığını kısmen açıklamakta yararlı olabilir.
Ancak, CHP’nin temel meselesi felsefîdir, ideolojiktir. Diğer problemlerin çoğu bu temel
meselenin yansımalarıdır. CHP, 1930 model, yanlış ve anti-özgürlükçü öncüller üzerine inşa
edildiği için köhnemiş ve çökmüş Kemalizmle ve sahici olmayan bir özgürlükçü söylemle
artık gelişen bir demokraside yol alınamayacağı gerçeğine inatla direnmektedir. Kemalizmi
resmî dogma olarak muhafaza etme ve topluma dayatma arzusundan, demokrasiyi kendisinin
savunduğu hayat tarzıyla özdeşleştirmekten, özgürlüğü beğenmediği kimselerin hayat tarzının
kamu zoruyla bastırılması olarak yorumlamaktan vazgeçmediği sürece, ne yaparsa yapsın,
CHP’nin değişmesi ve demokratik yol ve yöntemlerle siyasî iktidarı kazanması çok zordur.
CHP Türkiye’nin temel meselelerinde nerede durmaktadır? Zenginlik ve adalet yaratan
piyasa ekonomisini mi, fakirlik ve ayrımcılık yaratan devlet güdümlü ekonomiyi mi
savunmaktadır? Özgürlüklerle Türkiye’nin resmî Kemalist dogmaları çeliştiğinde CHP hangi
tarafı tercih edecektir? Dinî hak ve özgürlüklerin CHP için bir önemi var mıdır? CHP’ye göre
cari rejim kusursuz, olduğu gibi muhafaza edilmesi gereken bir rejim midir, yoksa ıslaha ve
tadil edilmeye ihtiyacı var mıdır? Varsa, neler, nasıl, hangi istikamette değiştirilmelidir?
Türkiye siyasette ve kamu yönetiminde aşırı merkeziyetçiliğini koyulaştırmalı mıdır, yoksa
ademi merkezileşmeye mi gitmelidir? CHP Türkiye’nin globalleşen dünyada nasıl bir yerinin
olması gerektiğini düşünmektedir; Türkiye, yenilenen uluslararası siyasî-ekonomik sistemde
onurlu ve mütekabiliyete dayanan bir yeri mi yoksa üçüncü dünyacı, içe kapanmacı,
paranoyak bir bağımsızlıkçılığı mı tercih etmelidir?
Uzun bir geçmişi ve hatırı sayılır bir birikimi olan CHP’nin kendini yenilemeyi ve
demokratik ölçütleri içselleştirmesi elbette arzuya şayandır. Bu Türkiye’nin bir kazancı
olacaktır. Ancak, bunun olmasına CHP’nin kendisinin Türkiye’den daha çok ihtiyacı vardır.
Türkiye’nin iyi bir demokrasi olması ve demokrasiyi yaşatması için ne Kemalist ne de sosyal
demokrat bir parti (meselâ CHP) olmazsa olmaz bir şarttır. Burada bir uyum problemi varsa,
bu, bazı CHP’lilerin zannettiği gibi, Türkiye’nin ve halkın CHP zihniyetine ve CHP
ideolojisine uyumu değil, CHP’nin ve CHP’lilerin Türkiye’ye, topluma ve demokratik ilke ve
standartlara uyumu problemidir. Bu gerçeği kavramadıkça, CHP kendini kurtaramaz.
21.01.2005
Talat Turhan’ın CHP hakkındaki görüşleri için bakınız:
Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, 1999
Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri, 2. kitap, Sorun Yayınları, Birinci Baskı:
Ocak 2005
Türkiye 12 Eylül’e Nasıl Geldi?, İleri Dergisi, sayı 23, Ekim-Kasım-Aralık 2004
Ek: 6
Neoliberalizmin Kısa Tarihçesi-Susan George:
Seçkinci Ekonominin Yirmi Yılı ve Yapısal Değişim Şanslar
Konferans düzenleyicileri “Seçkinci Ekonominin Yirmi Yılı” olarak adlandırdıkları
neoliberalizmin kısa bir tarihçesini anlatmamı istediler. Ancak, tarihçenin anlamlı olması için,
ben elli yıl kadar geriye giderek II. Dünya Savaşının hemen ertesinden başlamayı gerekli
görüyorum.
1945’de ya da 1950’de, günümüzün standart neoliberal portföyünde yer alan herhangi
bir düşünce ya da politikayı ciddi ciddi öne sürecek olsaydınız, herkesin sizinle alay etmesi
veya bir akıl hastanesine kapatılmanız işten bile olmazdı. O zamanlar en azından Batı
ülkelerinde Keynesçi, sosyal demokrat, Hıristiyan demokrat olmayan veya Marksizmden
nasibini az da olsa almamış kimse yoktu. Pazarın önemli sosyal ve siyasi değişimleri yapma
serbestisine kavuşturulması, devletin ekonomideki rolünü gönüllü olarak azaltması, şirketlere
tam bağımsızlık verilmesi, sendikaların dizginlenmesi ve sosyal güvenlik haklarının iyice
budanması gerektiği gibi fikirler o zamanların ruhuna tamamen aykırıydı. Bu gibi fikirleri
savunanlar çıkacak olsa bile, bunlar kendilerini dinleyecek kimse bulmakta epey zorlanırlardı.
Bugün özellikle genç dinleyiciler için ne kadar inanılmaz görünse de, IMF ve Dünya
Bankası o zamanlar ilerici kuruluşlar olarak kabul edilirlerdi. Keynes ve Franklin
Roosevelt’in en güvendiği danışmanlarından Harry Dexter White’ın fikir babalığını yaptığı bu
ikili bazen Keynes ikizleri olarak anılırlardı. 1944’de Bretton Woods’da kurulduklarında, bu
kurumların görevi yeniden yapılanma ve kalkınma amaçlı borç vermek ve geçici ödemeler
dengesi problemlerini hafifletmekti. Ulusal hükümetlerin ekonomik kararlarında söz sahibi
olmadıkları gibi, görevleri ulusal politikalara müdahale gibi bir yetkiyi de içermiyordu.
Savaş, Batıda 1930’larda uygulamaya konulan Refah Devleti ve New Deal’in
yaygınlaşmasına engel olmuştu. Savaş sonrasında iş dünyasının gündeminin ilk dayatması
bunların yeniden yürürlüğe sokulması oldu. Gündemin diğer önemli maddesi ise, dünya
ticaretini harekete geçirmekti. Bu da, Avrupa’yı yeniden dünyanın en güçlü ekonomisinin,
Amerika’nın en büyük ticaret ortağı haline getirecek Marshall Planı aracılığı ile başarılacaktı.
Sömürgelerde bağımsızlık rüzgârları da bu gelişmelerle eş zamanlı olarak şiddetlenmişti.
Bağımsızlık bazen, Hindistan’da olduğu gibi bir bağış gibi veriliyor, bazense Kenya, Vietnam
ve diğer ulusların örneğinde olduğu gibi silahlı mücadele yoluyla kazanılıyordu.
O dönemde genel olarak dünyanın gündemini ilerlemecilik belirliyordu. Büyük bilim
adamı Karl Polanyi 1944’de, 19. yüzyılın pazara dayalı sanayi toplumunun eleştirisini yaptığı
baş eseri Büyük Dönüşüm’ü yayımladı. 50 yıldan da uzun bir zaman önce Polanyi adeta
kehanette bulunurcasına şu isabetli teşhisi yapıyordu: “Pazar ekonomisinin insanoğlunun ve
doğal çevresinin tek hakimi olmasına izin vermek, toplumun çöküşü ile sonuçlanmaya
mahkumdur.” (s.73) Ancak Polanyi, böyle bir yıkımın savaş sonrası dünyasında
gerçekleşmeyeceğini söyleyerek yüreklere su serpiyordu (s.251): “Ulusal ölçekte şahit
olduğumuz gelişme, ekonomik sistemin toplumun kurallarını belirlemeyi bırakmış olduğu ve
toplumun sisteme galebe çalmasının artık garantiye alınmış olduğudur.”
Ne var ki, aradan geçen yıllar Polanyi’nin iyimserliğini boşa çıkardı; neoliberalizmin
temel hareket noktası, pazar mekanizmasının insanların kaderini belirlemesi gerektiği oldu.
Ekonomi, topluma kurallarını dikte etmeliydi, bunun tersi düşünülemezdi. Tam da
Polanyi’nin öngördüğü gibi, bu doktrin bizi doğrudan doğruya “toplumun yıkımına”
götürmektedir.
Ne oldu da, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden yarım yüzyıl sonra bu noktaya ulaştık?
Soruyu, konferansı düzenleyenlerin sorduğu gibi soracak olursak, “Bu konferansı neden şimdi
düzenleme gereği duyuyoruz?” Kısaca yanıtlayacak olursak, “Bu konferansın zamanı,
özellikle Asya’da gözlenen son mali krizler nedeniyle bugüne denk gelmiştir.” Soruda içkin
esas soru işareti ise, “Nasıl oldu da, neoliberalizm, sığındığı azınlık kenar mahallesinden
çıkıp, dünyanın egemen doktrini haline geldi?” IMF ve Dünya Bankası nasıl oluyor da,
ülkelerin iç işlerine karışıp, onları olumsuz koşullar altında dünya ekonomisi içinde eritmeye
zorlayabiliyor? Refah Devleti, neden kurulabildiği tüm ülkelerde tehdit altında? Çevre neden
tehlike çanları çalıyor ve neden hem zengin hem de yoksul ülkelerde yoksulların sayısındaki
inanılmaz artış, şimdiye kadar görülmemiş bir refahla atbaşı gidiyor? Bunların tümü de,
tarihsel bir bakış açısıyla yanıtlanması gereken sorular.
Daha önce Amerikan dergisi “Dissent”te ayrıntısıyla tartıştığım üzere, neoliberalizmin
bu zaferine ve buna bağlantılı gelişen ekonomik, siyasi, sosyal ve ekolojik felaketlere
getirilebilecek bir açıklama, neoliberallerin gerici “Büyük Dönüşüm”lerinin bedelini
kendilerinin ödemiş olmasıdır. Fikirlerin somut sonuçları olduğu, ilericilerin anlamayıp da,
onların çok iyi anladığı bir gerçektir. Onun içindir ki, Chicago Üniversitesi’nde ekonomistfelsefeci Friedrich von Hayek’in ve Milton Friedman gibi öğrencilerinin nüvesini
oluşturdukları küçük bir gruptan yola çıkan neoliberaller ve onları parasal olarak
destekleyenler muazzam bir vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayınlar, öğretim
üyeleri, yazarlar ve halkla ilişkiler ağı kurarak düşüncelerini ve doktrinlerini geliştirip, allayıp
pullayıp satmaya büyük önem verdiler.
Bu son derece etkin ideolojik kadroyu oluşturmalarının nedeni, İtalyan Marksist
düşünür Antonio Gramsci’nin kültürel egemenlik kavramını geliştirirken neyi amaçladığını
çok iyi anlamış olmalarıydı. Eğer insanların beyinlerini zaptedebilirseniz, yürekleri ve elleri
nasıl olsa arkadan gelecektir. Tüm ayrıntıları anlatmaya vaktim yok, ancak şu kadarını
söyleyebilirim ki, ideolojik çalışmalarının ve pazarlama etkinliklerinin gerçekten mükemmel
olduğuna inanabilirsiniz. Milyarlarca dolar harcamışlardı ancak sonuç, harcanan her bir
kuruşa değecek nitelikteydi; çünkü sonunda, neoliberalizmin insanlığın normal ve doğal var
oluş biçimi gibi görünmesini sağlayabilmişlerdi. Ne kadar felakete yol açarsa açsın, kaç mali
krize neden olursa olsun, ne kadar tutunamayan ve kaybeden insanla sonuçlanırsa
sonuçlansın, Tanrı’nın emri gibi bir tür önlenemezlik kisvesine büründürülen neoliberal
sistem bizim için geçerli yegâne ekonomik ve sosyal düzen olarak sunulabilmiştir.
Yaşamak zorunda bırakıldığımız bu neoliberal deneyimin hedef gözetilerek insan eliyle
yaratılmış olduğunu anlamanın önemini altını çizerek vurgulamak istiyorum. Bunu bir kez
kavrayınca, neoliberalizmin yerçekimi gibi doğal bir kuvvet olmayıp da insan mahsulü yapıntı
bir oluşum olduğunu algılayınca, insanların yaptıklarının başka insanlar tarafından
yıkılabileceğini de anlamak olanaklı hale gelir. Ancak bu, fikirlerin önemini kavramaksızın
gerçekleştirilemez. Tabandan gelen projelere tamamen açık olmakla birlikte, bu projelerin
genel ideolojik iklim amaçlarına uygun değilse ölü doğacakları konusunda uyarıda bulunmayı
da gerekli görüyorum.
Neoliberalizm böylece küçük, görünürde hiçbir etkinliği olmayan bir gruptan dogmatik
bir doktrine, ruhban sınıfına, yasa koyucu kurumlarına, hatta belki hepsinden de önemlisi,
günahkâr kulları cezalandıracak cehennemi bile olan bir dünya dinine dönüşmüştür. O
cehennem ki, şirketlerin daha yüksek oranlarda vergilendirilmesini ve orta halli ya da düşük
gelir grubunda yer alan ailelerin vergi yükünün hafifletilmesini önerdiğinden, Financial Times
tarafından “eski kafalı Keynesçi” ilan edilen eski Alman Maliye Bakanı Oskar Lafontaine’i
alevleri ile yalayıp yutuvermiştir.
İdeolojik durum tespitinde bulunup, içeriği de belirlediğimiz şu noktadan sonra hızla
ilerleyip yirmi yıllık çerçevemizin başlangıcına geri dönmek istiyorum. Bu da, Margaret
Thatcher’in iktidara gelip, İngiltere’de neoliberal devrimi başlattığı 1979 yılına denk geliyor.
Friedrich von Hayek’in öğrencisi olmanın yanı sıra sosyal Darwinist olan Demir Leydi,
tavizsiz tutumuyla bilinen bir isimdi. Programını savunurken kullandığı TINA kısaltmasıyla
meşhur olmuştu: Başka Seçenek Yok (1). Rekabet, Thatcher’ın öğretisinin ve aynı zamanda
neoliberalizmin merkezindeki değerdi; uluslar, bölgeler, firmalar ve elbette kişiler arasındaki
rekabet. Rekabet, ak koyun ile kara koyunu birbirinden ayırt eden mihenk taşı görevini
gördüğünden odak noktasıydı. İster fiziki isterse doğal, insani ya da mali, olsun her türlü
kaynağın en etkin kullanımını sağlayacağı varsayılan sihirli güçtü rekabet.
Büyük Çin düşünürü Lao Tzu, Tao-te Ching adlı başeserini şu sözlerle noktalıyordu:
“Her şeyden önemlisi, asla rekabet etmeyin.” Neoliberal dünyada bu öğüdü tutanlar sadece en
büyük ekonomik aktörlerdir: Uluslarüstü Şirketler. Rekabet kuralı bunlara pek işlemez;
tercihleri, işbirliği Anamalcılığı olarak adlandırabileceğimiz bir yaklaşımdır. Koşullara bağlı
olarak, “doğrudan dış yatırım” çerçevesindeki tüm paranın üçte iki ilâ dörtte üçünün istihdam
yaratıcı yatırımlara değil, istihdamda mutlak daralmaya yol açan ortaklık ve şirket
evliliklerine akması da rastlantı değildir.
Neoliberal görüş açısından rekabet daima bir erdem olduğundan, sonuçlarının kötü
olması da düşünülemez.. Neoliberallere göre pazar mekanizması öylesine mükemmeldir ki,
Görünmez Eliyle tıpkı Tanrı gibi en kötü durumları mucizevi biçimde güzele ve iyiye
dönüştürmeye muktedirdir. Thatcher bir konuşmasında, “Eşitsizliklerle övünmek,
yeteneklerin ve becerilerin eşitsiz dağını görerek verilen firelerin hepimizin çıkarına olduğunu
vurgulamak başlıca görevimizdir”, diyordu. Söylemek istediği, rekabetçi mücadelede saf dışı
kalanlar için üzülmemek gerektiğiydi aslında. İnsanlar doğaları gereği farklıdırlar, ancak bu
kötü bir şey değildir; çünkü yeteneklilerin, en iyi öğrenim görmüşlerin, en acımasızların
başarıları aslında hepimizin çıkarınadır. Zayıflara, iyi öğrenim görememişlere hiçbir
borcumuz yoktur, çünkü başlarına ne geldiyse hepsi kendi kabahatleridir, toplumun onların
düşkünlüklerinde hiçbir rolü yoktur. Margaret’in dediği gibi rekabetçi düzen “fire veriyorsa”,
toplum bundan kazançlı çıkacaktır. Ne yazık ki, aradan geçen yirmi yılın bize öğrettiği,
gerçek durumun bunun tam tersi olduğu olmuştur.
Thatcher öncesi İngiltere’sinde on kişiden biri yoksulluk sınırının altındaydı; parlak
olmamakla beraber, bu oranı insan onuruyla çelişkili bulmak zordu, hatta savaş öncesi
dönemle karşılaştırıldığında olumlu bile denebilirdi duruma. Şimdi ise, resmi rakamlara göre
dört yetişkinden ve üç çocuktan biri yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bunun anlamı
bu kişilerin kışın evlerini ısıtmaktan aciz oldukları, elektriği ve suyu gıdım gıdım harcadıkları,
kışın sırtlarını ısıtacak, onları yağmura, kara karşı koruyacak bir paltoları bile olmadığı
anlamına gelmektedir. Bu örnekleri İngiltere Çocuk Yoksulluğu Eylem Grubunun 1996 yılı
araştırma raporundan aldım. Thatcher-Major’un “vergi reformları”nın sonucunu tek bir
örnekle açıklayacağım: 1980’lerde vergi yükümlülerinin yüzde biri tüm vergi indirimi
kârlarının yüzde yirmi dokuzunu alıyordu; öyle ki, ortalama ücretin yarısını kazanan bir
kişinin vergisi yüzde yedi oranında artarken, ortalama ücretin on katını kazanan bir kişinin
vergi indirimi kârlarından yararlanma oranı yüzde yirmi bire kadar çıkabiliyordu.
Neoliberalizmin temel değeri olan rekabetin bir diğer dayatması da, kâr yarışına
katılımın ya da pazar paylaşımının temel yasalarına uyum sağlayamadığı için kamu
sektörünün kesin biçimde küçültülmesidir. Özelleştirme, geçmiş yirmi yılın başlıca ekonomik
eğilimi olagelmiştir. Bu eğilimin temeli İngiltere’de atılmış ve dünyaya da buradan
yayılmıştır.
Öncelikle şunu sormak istiyorum: özellikle Avrupa’daki kapitalist ülkeler neden
tasfiyeye başlama noktası olarak seçtikleri kamu hizmetlerine sahiptiler ve neden birçoğunda
hâlâ kamu hizmetleri vardır? Gerçekte, kamu hizmetlerinin neredeyse tümü iktisatçıların
“doğal tekel” olarak adlandırdıkları hizmetleri kapsar. Doğal tekel, azami ekonomik etkinliği
sağlayacak asgari miktar, pazarın gerçek boyutuna eşit olduğunda ortaya çıkar. Başka bir
deyişle, bir şirket ölçek ekonomilerinin gereklerini yerine getirebilmek için belli bir
büyüklükte olmalıdır ki, tüketiciye en düşük maliyetle mümkün olan en iyi hizmeti sunabilsin.
Yol yapımı, enerji hatları gibi kamu hizmetleri için ise son derece büyük başlangıç giderlerine
gerek vardır. Bu da devlet tekellerinin bu gibi alanlarda en iyi çözüm olmasının başlıca
nedenidir zaten. Ancak, neoliberaller kamuya ilişkin her şeyi gözü kapalı “verimsiz” ilan etme
alışkanlığındadırlar.
Bir doğal tekel özelleştirildiğinde neler olacağına değinmek istiyorum şimdi de. Doğal
tekellerin yeni kapitalist sahipleri kamuya tekel fiyatlarını dayatırken, bu işten fazlasıyla kâr
elde etme eğilimindedirler. Klasik iktisatçılar, fiyatlar olması gerektiğinden yüksek olduğu ve
tüketiciye verilen hizmet de çok iyi olmak zorunda olmadığından, bu sonucu “pazarın yapısal
çöküşü” olarak nitelemişlerdir. Bu türden yapısal çöküşleri önlemek için 1980’lerin ortalarına
kadar Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin hemen hemen tümünde izlenen yol, posta,
telekomünikasyon, elektrik, gaz, demiryolu, metro, hava taşımacılığı ve su, çöp toplama gibi
diğer bazı hizmetlerin devlet tekellerine teslim edilmesi olmuştur. ABD’nin buna istisna
oluşturmasındaki başlıca neden ise ülkenin doğal tekellerin işlerliği olabilmesi için coğrafi
olarak fazlasıyla büyük olmasıdır.
Margaret Thatcher’ın her derde deva gördüğü özelleştirmenin bir yan çıktısı da,
sendikaların gücünü kırmasına yaramasıydı. En örgütlü alan oldukları kamu kesimini
çökerterek, sendikaların belini bükmüştü. 1979 ile 1994 arasında İngiltere’de kamu kesiminde
yitirilen iş sayısal olarak iki milyonu, oransal olarak da yüzde yirmiyi buluyordu. Üstelik,
işlerini kaybedenlerin hepsi de sendikalıydı. Özel sektördeki istihdam, söz konusu on beş yıl
için atıl durumda olduğundan, İngiltere’deki toplam iş kaybı 1.7 milyona ulaşmıştı ki, bu da
1979’la karşılaştırıldığında istihdamda yüzde yedilik bir daralma demekti. Neoliberaller için
işçi sayısı ne kadar düşük olursa o kadar iyi demektir; çünkü, işçiler onların gözünde pay
sahiplerinin lokmasında gözü olan kesimdir.
Özelleştirmenin diğer sonuçlarına gelince, bunların hiçbiri beklenmeyen sonuçlar
değildir ve hepsi de öngörülmüştür. Yeni özelleştirilen yatırımların çoğunlukla eskileriyle
aynı kişiler olan yeni yöneticileri, satışlarını iki-üç katına çıkardılar. Hükümet, borçları
kapatabilmek için vergi gelirlerini kullandı ve firmaları pazara çıkarmadan onları yeniden
kapitalistleştirme yoluna gitti. Sözgelimi, Sular İdaresinin borçlarının 5 milyar poundu
silinmekle kalmadı, gelini allayıp pullamak için çeyize(!) 1.6 milyar poundluk “başlık parası”
da ilave edildi. Bu arada da, küçük tasarruf sahiplerinin bu şirketlerde nasıl pay sahibi
olabileceklerine ilişkin propaganda sonucu dokuz milyon İngiliz yurttaşı hisseleri kapıştı;
ancak, bunların yarısından fazlası bin poundun altında yatırım yaptıkları gibi, hissedarların
birçoğu da hisselerini çabucak elden çıkardılar.
Sonuçlardan da kolayca anlaşılabileceği gibi, özelleştirmenin temel hareket noktası ne
ekonomik verimlilik sağlamak ne de tüketiciye daha iyi hizmet vermekti; tek amaç,
kaynakları sosyal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için kullanabilecek olan kamunun cüzdanını
açıp, serveti kamudan özel sektöre aktarmaktı. İngiltere’de olsun, diğer ülkelerde olsun
özelleştirilen kuruluşların hisselerinin önemli bir çoğu bugün finansal kuruluşlarda ya da çok
büyük yatırımcılarda toplanmıştır. British Telekom’un hisselerinin sadece yüzde biri, British
Aerospace’in hisselerinin ise yüzde 1.3’ü çalışanları tarafından alındı. Bayan Thatcher’in
açtığı cihaddan önce, İngiltere’deki kamu sektörü kuruluşlarının pek çoğu kâr ediyordu.
Sonuç olarak 1984’de kamu kuruluşları hazineye 7 milyar pound katkıda bulunmuştu. Bu
paranın tümü artık özel sektördeki hissedarlara gitmektedir. Özelleştirilen kuruluşlardaki
hizmet kalitesi öylesine bozulmuştur ki, Financial Times’ın haberine göre, Yorkshire su
şebekesinde fareler cirit atmaktadır, Thames trenlerine binip de hayatta kalmayı başaranlar
madalyayı hak eder duruma gelmişlerdir!
Dünyanın her tarafında aynı mekanizmalar işlemektedir. İngiltere’de özelleştirme
ideolojisini yaratan entelektüel ortak, Adam Smith Enstitüsü’dür. USAID (2) ve Dünya
Bankası da Adam Smith Enstitüsü uzmanlarından yararlanarak, Güney’de özelleştirme
doktrinini yaygınlaştırmışlardır. 1991’e kadar Dünya Bankası, süreci hızlandırmak için 114
ülkeyi borçlandırmıştır; her yıl Küresel Kalkınmanın Maliyeti raporunda Banka’dan kredi
alan ülkelerde yürütülmekte olan yüzlerce özelleştirmeye ilişkin bilgi yer almaktadır.
Bence artık özelleştirme sözcüğündense gerçekleri daha iyi anlatan kavramlar
kullanmanın zamanı geldi de geçiyor bile: yabancılaşmadan ve on yıllardır binlerce insanın
alın terinin ürününün bir avuç büyük yatırımcıya peşkeş çekilmesinden söz ediyoruz. Bu,
gelmiş geçmiş her kuşağın yaşayabileceği en büyük soygundur aslında.
Neoliberalizmin bir diğer yapısal sonucu da, sermayenin ödüllendirilerek emeğin
cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur. Kısacası,
eğer gelir dağılımı tablosunun tepesinde yer alan yüzde yirminin içindeyseniz
neoliberalizmden kazançlı çıkacaksınız demektir; merdivenin üstlerine tırmandıkça
kazancınız da aynı oranda artacaktır. Tabandaki yüzde seksenin içinde yer alanlar ise yarışı
baştan kaybedenlerdir; gelir tablosunda aşağı doğru indikçe zarara uğrama oranı da artar.
Bu aile fotoğrafında Ronald Reagan’ı da unutmamak gerek elbette. En iyisi bu konuyu,
1990’da Zenginlik ve Yoksulluğun Politikası adında bir kitap yayınlamış olan, Başkan
Nixon’un eski yardımcısı Cumhuriyetçi Kevin Philips’in gözlemlerinden yararlanarak
açıklamak. Reagan’ın neoliberal doktrininin ve politikalarının 1977 ile 1988 arasında
Amerikan gelir dağılımını nasıl değiştirdiğini kitabında tablolarla gösteriyor Philips. Bu
politikaların büyük bölümü, Amerikan politikasında hâlâ önemli bir rol oynayan, Reagan
yönetiminin başlıca kılavuzu olan muhafazakar Heritage Vakfı (3) tarafından önerilmişti.
1980’ler boyunca toplumun en varsıl yüzde onu içinde yer alan Amerikan aileleri ortalama
aile gelirlerini yüzde on altı, yüzde beşinde yer alanlar yüzde yirmi üç oranında artırmışlardır.
Ancak, Reagan’a en çok dua edenler hiç kuşkusuz gelirlerini yüzde elli oranında artıran en
tepedeki yüzde birlik kesimdir. Tabandaki yüzde sekseni oluşturan yoksul Amerikalıların
hepsi istisnasız bazı kayıplara uğramıştır. En aşağıda yer alan yüzde onluk kesim gelirinin
yüzde on beşini yitirmiştir. Yıllık gelirleri yoksulluk sınırı olan 4.113 Dolardan insanlık dışı
denilebilecek 3.504 Dolara kadar düşmüştür. 1977’de en tepedeki yüzde birlik kesimin
ortalama geliri en alttaki yüzde ondan 65 kat fazla iken, on yıl sonra bu oran yüzde yüz on
beşe fırlamıştır.
Amerika, eşitsizliğin en fazla olduğu toplumlardan biri olma özelliğini korumakla
beraber, yirmi yıldır uygulanan neoliberal politikalar sonucu eşitsizlik tüm ülkelerde ciddi
biçimde artmıştır. UNCTAD’ın gelir eşitsizliği, yoksullaşma ve orta sınıfların eriyip gitmesi
üzerine yapılan 2600 çalışmanın değerlendirilmesinden elde ettiği sonuçları yayımladığı 1997
Ticaret ve Kalkınma Raporu bu korkunç gerçeğin altını bir kez daha çizmektedir.
UNCTAD’ın raporunun bu eğilimlerin Çin, Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri gibi
geniş bir yelpazede yer alan değişik ülkelerde geçerli olduğunu işaret etmesi ilginçtir.
Eşitsizliğin artışı doğrultusundaki bu eğilimde hiç de şaşırtıcı bir yön yoktur aslında.
Vergi kesintileri ve ücretlerin düşürülmesi gibi politikalar zengini daha zengin yapmak için
tasarlanmıştır. Bu tür ölçütlerin kuramsal gerekçelendirilmesi ve teorisi de şöyle
kurgulanmıştır: zenginin yüksek gelir ve yüksek kâr ile daha zengin edilmesi yatırımı ve
kaynakların daha iyi dağılımını özendirici olduğundan istihdam yaratıcı ve toplumun refahını
artırıcı etkiye sahiptir. Gerçekte ise, parayı ekonomik merdivenin üst basamaklarına doğru
itelemenin bir avuç azınlığın beyan edilmeyen kağıt üstü gelirlerini artırmaya, borsa
oyunlarına ve bu konferans boyunca hakkında epey şey dinleyeceğimiz mali krizlere yol
açmaktan başka işe yaramadığı gün gibi açıktır. Gelirin, toplumun en alt basamaklarında yer
alan yüzde seksene doğru kaydırılarak, yeniden paylaşımı sağlanabilse, bu gelir, tüketim için
kullanılarak istihdamı özendirecektir. Oysa gelir, zaten gereksinme duyduğu şeylerin çoğuna
sahip olan üst kesime doğru kaydırılacak olursa -ki, bugün yapılan budur- bu gelir yerel ya da
ulusal ekonomiye döneceğine uluslar arası borsaya akacaktır.
Hepinizin bildiği gibi, Güney ve Doğu’da yapısal uyum adı altında uygulanan
politikalar, neoliberalizmin makyajlı halinden başka bir şey değildir. Thatcher ve Reagan’ı
ulusal düzeyde uygulanan politikaları açıklamak için kullandım. Uluslararası düzeyde ise
neoliberallerin tüm güçlerini yönlendirdikleri belli başlı alanlar şunlardır:
- Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı
- Sermayenin serbest dolaşımı
- Yatırım serbestisi
Geçtiğimiz yirmi yılda IMF inanılmaz şekilde güçlenmiştir. Borç krizine ve koşullara
bağlılık mekanizmaları sayesinde, ödemeler dengesi desteğinden sözde “anlamlı” ekonomi
politikalarının, özde ise neoliberal politikaların uluslararası jandarmalığına geçmiştir. Uzun ve
yorucu tartışmalar sonucu, neyi oyladıklarını tam olarak bilmeyen parlamentoların onayıyla
1995 Ocak ayında Dünya Ticaret Örgütü kuruldu. Neyse ki, neoliberal kuralların uluslararası
alanda kesin hükümranlığı anlamına gelen Çok Taraflı Yatırım Antlaşması’nın (MAI)
onaylanması geçici de olsa ertelenebilmiştir. MAI onaylanmış olsaydı, tüm hakların şirketlere,
tüm sorumlulukların hükümetlere verildiği, yurttaşlara kesinlikle hiçbir hakkın tanınmadığı
yeni bir tarih sayfası açılmış olacaktı.
Bu kurumların hepsinin ortak paydası, şeffaflıktan yoksun ve anti-demokratik
oluşlarıdır. Bu, neoliberalizmin temel esprisi ve özüdür. Neoliberalizm için ekonomi,
kurallarını topluma kabul ettirir, bunun tersi düşünülemez bile. Demokrasiyi ayakbağı olarak
algılayan neoliberalizm hem kazananların hem de kaybedenlerin dahil olduğu geniş bir
seçmen kitlesi için değil, sadece kazananlar içindir.
Sözlerime son verirken, fiilen hiçbir şeye sahip olmayan kaybedenlere ilişkin neoliberal
tanımlamayı çok ciddiye almak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Servetin toplumun alt
kademelerinden üst katmanlarına aktarılması süreci gereği herkes yaşlanma, hastalık,
hamilelik, başarısızlık ya da sadece ekonomik koşullar öyle gerektirdiği için, herhangi bir
anda sistem dışına itilebilir. Hissedar son sözü söyleyecek tek değerdir. International Herald
Tribune’un raporuna göre, yabancı yatırımcılar Tayland ve Kore şirketlerine sızarak bu
şirketleri hızla ele geçirmektedirler. Bu durumu, yoğun bir işten çıkarma kampanyasının
izlemesi kaçınılmaz görünmektedir.
Diğer bir deyişle binlerce Taylandlı ve Korelinin yıllardır verdiği ürünler yabancı
ortaklıklara aktarılmaktadır. Bu serveti yaratanların büyük çoğunun kendilerini, daha
şimdiden kapının önüne konulmuş kesimin yanında bulacağına kesin gözle bakılmalıdır.
Vahşi rekabet şartları altında yaşanan değer aşınması, bu tür davranışları haksız olmaktan
çıkarıp, normal ve yüce tavırlar sınıfına sokmuştur.
Neoliberalizm, siyasetin temel doğasını değiştirmiştir. Siyasetin esas ilgi alanı kimin
kime hükmettiği ve kimin pastadan ne kadar pay aldığı iken, günümüzde bu temel sorular hâlâ
geçerliliğini korumakla beraber, günümüzde siyasetin odağındaki soru, artık “Kimin
yaşamaya hakkı vardır, kimin yoktur?” olmuştur. Sistemden köktenci dışlamalar günümüzün
tek geçerli kuralıdır.
Size felaket tellallığı yapıyor gibi görünebilirim, ancak ne yazık ki, son yirmi yılın
gündemini oluşturan olaylar bunu gerektirmektedir. Gene de, sözlerimi dinleyenleri
kötümserliğe sevk ederek noktalamak istemem. Hayatımızı tehdit eden bu eğilimlere karşı bir
çok gelişme yaşanmaktadır ve eylemleri artırmak için uygun zemin mevcuttur.
Bu konferans, bu eylemlerin çoğunu tanımlamaya yardımcı olacağı gibi, ideolojik bir
savunma temelinin oluşturulmasına da katkıda bulunacaktır. Evrenin Sahiplerinin (!) Davos’ta
geleceğimize ipotek koymasını elimiz kolumuz bağlı bekleyeceğimize, gündemi oluşturma
günü gelmiştir. Kaynak sağlayabilecek olanların sadece projelere değil, fikir üretimine de
kaynak sağlamaları gerektiğini anlayacaklarını umarım. Neoliberallerin bunu yapmasını
bekleyemeyiz; Tobin Vergisi (4) de dahil, tüm mali piyasalarda geçerli olacak ve uluslararası
firmaların kârlarını vergilendirmeye dönük, işlerliği olan, eşitlikçi uluslararası vergi sistemleri
tasarlamak zorundayız. Böyle bir uluslararası vergi sisteminin en büyük çıktısı Kuzey-Güney
eşitsizliğini ortadan kaldırmak ve geçmiş yirmi yıl boyunca sistemden dışlanmış kitlelere
dönük yeniden dağılımı gerçekleştirmek olacaktır.
Yineleme pahasına da olsa, neoliberalizmin insanlığal var oluş koşullarından biri
niteliğini taşımadığı, eksiklikleri ve aksaklıkları nedeniyle bu sisteme karşı mücadele etmenin
bir zorunluluk haline geldiği ve neoliberalizme doğaüstü nitelikler yüklenmemesi gerektiği
hususlarının altını tekrar tekrar çizmek istiyorum. Bir yandan toplumu ve demokratik
devletleri yeniden güçlendirmeyi, bir yandan da uluslararası düzeyde demokrasinin tesisi,
hukukun üstünlüğü ve gelirin hakça dağılımı ilkeleri doğrultusunda sistemi yenilemeye
hazırlıklı olmalıyız. İş dünyası ve piyasaların dünyamızdaki yerini yadsımıyoruz, ancak bu
yerin insan var oluşunun tümünü kapsayamayacağını söylüyoruz.
UNDP’nin beyanına göre, uluslararası dolaşımdaki inanılmaz meblağlara ulaşan paranın
40 milyar ABD Doları gibi gülünç denecek kadar küçük bir miktarı ile dünya nüfusunun tümü
için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlamak, evrensel sağlık ve eğitim standartlarını
yakalamak, çevreyi temizlemek ve kirlenmesini önleyecek önlemler almak, Kuzey-Güney
farkını azaltmak mümkün görünmektedir. Bu da, gerçekten göz ardı edilebilecek kadar küçük
bir meblağdır.
Sonuç olarak neoliberalizm ne kadar vahşi olursa olsun, yumuşak karnı vardır. Daha
dün neoliberallerin tüm yatırımları MAI aracılığı ile liberalize edecek bir projesi, uluslararası
eylemcilerin işbirliği sayesinde, geçici de olsa, suya düşürülebilmiştir. Bu zafer, örgütlü bir
eylemciler ağının ne kadar başarılı olabileceğini de kanıtladığından, neoliberallere iyi bir
gözdağı olmuştur. Şimdi gün safları sıklaştırma, onların MAI’yi yeniden Dünya Ticaret
Örgütü gündemine sokmalarına engel olma günüdür.
Olaya bir de şu açıdan bakalım: Biz sayısal olarak onlardan çok daha fazlayız, çünkü bu
neoliberal oyunda kaybedenlerin sayısı kazananlara göre çok daha fazladır. Onların durmadan
tekrarlanan krizlerle sarsılan görüşleri karşısında bizim fikirlerimiz taptazedir. Bizde olmayan
tek şey ise, bu ileri teknoloji çağında üstesinden kolaylıkla gelebileceğimiz birlik ve
örgütlenme anlayışıdır. Tehdidin boyutları uluslararası olunca, buna karşı olanların
örgütlenme zemini de aynı ölçekte olmalıdır elbette. Aramızdaki dayanışma artık sadece
yardımlaşma olmanın çok ötesine geçmek zorundadır. Artık, etkileşimden doğan gücümüzü
mücadelemizde karşılıklı olarak keşfetmek, sayısal gücümüzün büyüklüğünü ve fikirlerimizin
güçlülüğünü hasmımızı tehdit edecek şekilde örgütlemek zorundayız.
Susan George’un Mart 1999’da yaptığı bir konuşmadan özetleyerek çeviren: Füsun
Çiçekoğlu (Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı)
Ek: 7
Ayn Rand’ın “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal”ına Prof.Atilla Yayla’nın yazdığı
önsöz Hayatı Değiştiren Kitap Bu Kitaptır
Türkiye’de pek bilinmese bile, düşünce tarihinde kapitalizmi savunan önemli yazarlar
çıkmıştır. Ayn Rand bunlar arasında en önde gelenidir dersek, bir abartına yapmış olmayız.
Gerçekten, ismi kapitalizmle birlikte anılan bir yazar var mıdır, diye sorulsa, Ayn Rand akla
gelen ilk isim olur. Ancak, Rand hem düşünce tarihinde hem de kapitalizmi doğrudan doğruya
veya dolaylı olarak savunan yazarlar arasında kendisine özel bir yer ayırır. Hatta, daha da ileri
giderek, kapitalizmin 20. Yüzyılda yaşadığı fikri ve fiili gerileyişten kapitalizm karşıtlarını
değil, kapitalizmi savunanları sorumlu tutar. Bunun gerekçesi olarak da, söz konusu
kimselerin kapitalizmi ahlak ve adalet temelinde savunmak yerine etkinlik temelinde
savunmalarını gösterir.
Kapitalizm ve serbest teşebbüs kelimesi ile ahlak ve adalet kavramlarının yan yana
getirilmesi, bugün bile pek çok kişi için kulak tırmalayıcıdır. Sıradan insanların ve popüler
kültürün bu iki kelime grubu arasında kuracağı ilişki negatif olacaktır. Hakikaten, rasdgele bir
okumuşu, bir öğrenciyi, bir aydını karşımıza alıp kapitalizmin adalet ve ahlakla ilişkisi
hakkında ne düşündüğünü sorsak, alınacak cevap bellidir: “Kapitalizm gayri ahlaki ve gayri
adildir. Milyonlarca insanın sömürülmesinin ve bugün aç veya fakir olmasının sebebidir.
Kapitalizm her yönüyle ve her şeyiyle kötüdür.” Kapitalizme karşı mücadele edilmelidir. Bu
görüş öylesine yaygındır ki, tekrar edile edile, neredeyse sorgusuz sualsiz doğru kabul edilir
hale gelmiştir.
O yüzden, bugünlerde popüler kitaplar arasında kapitalizme karşı mücadele rehberleri
hayli geniş yer tutmaktadır. Kapitalizmle ilgili görüşlerini almak üzere üniversitelere gidip
iktisat hocalarıyla konuşsanız da vaziyet pek değişmez. Çoğu iktisatçı, biraz daha teknik ve
nispeten sofistike ifadelerle kapitalizmin ahlak dışı ve adaletsiz olduğunu tekrarlar. En insaflı
olanları bile, olsa olsa, bir iktisadi sistem olarak kapitalizmin alternatiflerinden daha ziyade
kaynak tahsisi yapmakta ve üretimi arttırmada üstün olduğunu ama bunun kapitalizmin
özünde gömülü ahlak ve adalet dışılığı gidermediğini ve gideremeyeceğini söyler. Bu nedenle
kapitalizmin kategorik olarak reddedilmesi gerektiğini ekler.
Ayn Rand’ın bu tespit ve eleştirilerinde haksız olduğunu söyleyemeyiz. Kapitalizmin
filozoflarca sadece veya daha ziyade zenginlik yaratmadaki etkinlik ve üstünlüğüne
dayanarak ve de mahçup biçimde, üstü örtülü veya dolaylı olarak savunulduğu zamanlar
olmuştur. Yirminci asır boyunca, büyük ölçüde, fikir tartışmalarındaki durumun böyle
olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür bir savunma, Ayn Rand’ın haklı olarak işaret ettiği gibi,
kapitalizme fazla fayda sağlamamıştır. Kapitalizmin medeniyete yaptığı muazzam, benzersiz
ve yeri başka türlü ikame edilemez katkıya rağmen, insanların zihninde “kapitalizm” kavramı
ve kapitalist sistem otomatikman kötü çağrışımlar yapar olmuştur.
İşte Ayn Rand’ın önemi ve büyüklüğü, böylesine düşmanca bir fikir ve icraat
ortamında, kapitalizmi, adını koyarak, çekinmeden ve onurla savunmasından
kaynaklanmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından, neredeyse bütün entelektüellerin, siyasi
yelpazenin neresinde bulunursa bulunsun, kollektivist ve kapitalizme düşman kesildiği, böyle
olmayanların iki elin parmaklarının sayısına ulaşamayacak kadar dar bir azınlık teşkil ettiği
bir dönemde Rand, tavizsiz bir kapitalizm savunmasıyla, bir medeniyet hattını adeta tek
başına korumuştur. Elinizde tuttuğunuz kitaba adını veren “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal”
başlıklı makalenin 1965 sonunda bu isimle ve bu haliyle yazılmış ve yayınlanmış olması bile
bunun ispatıdır. Ayn Rand kapitalizme bütün kalbiyle inanmaktadır.
Rand’ın kapitalizmi böylesine hırs ve arzuyla müdafaa etmesinin baş sebebi,
kapitalizmin zenginlik yaratmadaki üstünlüğü değil, ahlaki ve adil olmasıdır.
Rand’a göre, kapitalizm insanlığın geliştirdiği en adil ve en ahlaklı sistemdir. Zenginlik
kapitalizmin bir yan ürünüdür. Kapitalizm dışındaki bütün sistemlerde bazı insanlar başka
bazı insanlar tarafından bir şekilde ezilmiş, sömürülmüş, istismar edilmiş, köle olarak
kullanılmıştır. Ancak kapitalizm, bütün bu gayri insani ilişkilerin ve durumların ortadan
kalktığı, ahlak ve adaletin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir zenginlikle buluştuğu bir sistem
vücuda getirmiştir. Bütün bu görüşlerin şimdiye kadar kapitalizmi savunan yazarlardan
kapitalizm hakkında hiçbir şey okumamış kimselere tuhaf geleceğinin farkındayım.
Çünkü, yaklaşık yirmi yıl önce, Rand’la ilk karşılaştığımda bana da öyle görünmüştü.
Ama şimdi dönüp geriye baktığımda, bu buluşmanın, hayatımın en mutlu
tesadüflerinden biri olduğunu anlıyorum.
Eğer kapitalizmle ilgili görüşlerinize meydan okunmasından ve kafa konforunuzun
bozulmasından korkuyorsanız, size bu kitabı okumamanızı salık veririm. Durumunuz buysa,
siz kapitalizmin şeytan olduğuna inanmaya, inandığınız sol veya sağ kollektivizmin yeryüzü
cenneti yaratacağı vaadiyle avunmaya devam edin. Kitapçılara gidin, kapitalizmin yarattığı
imkanlarla elinize ulaşan kitaplar arasından bir iki tane anti kapitalist (tercihen sosyalist) kitap
seçin, sonra alışveriş sepetinize, en azından vicdanınızı rahatlatmak için, küreselleşme karşıtı
bir kitap ile kapitalizme karşı bir mücadele rehberi de ekleyin. Size bu yakışır, bu iyi gelir.
Yok eğer “Ben kendi doğrularımı kendim bulurum, bir görüşün çok tekrarlanması onun
doğru olduğunu göstermez” deme cesaretine sahipseniz: Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal’i
okuyunuz. “Bir kitap okudum, hayatım değişti.. “ demek istiyorsanız, doğru adrestesiniz.
Ek: 8
Yönetmen ve Plato Film Yayınları Sahibi Sinan Çetin’in Ayn Rand’ın
“Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal” kitabına ilişkin görüşü
“Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal” Hakkında
Sosyalizmin teorisini kuranlarla ilgili en gereksiz ayrıntılar bile bilinirken, kapitalizm
hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmez. Totaliter rejimler bir bir çöktüğü halde totaliter
teoriler hâlâ yüceltilirken, insan hayatını ve insanın yaratma gücünü merkeze alan kapitalizm,
fikirden, felsefeden yoksun olduğu zannedilir. Oysa kapitalizm, özgürlük fikri üzerine
kuruludur.
Yirminci yüzyılın büyük özgürlükçü filozofu Ayn Rand, kapitalizmin dayandığı
felsefeyi derin ve etkileyici biçimde açıklayanların başında gelmektedir. Ülkemizde ne yazık
ki Marx veya Engels kadar tanınmasa da, Ayn Rand, ABD’de İncil’den sonra en çok okunan
kitapların -romanların ve felsefi eserlerin- yazarı olarak, hem güçlü fikirleri hem de çarpıcı
üslubuyla milyonlarca insanı etkilemiştir.
Aydınlarımız, toplumun çok gerisinde kalmış bir bilinç düzeyiyle, kolektivizmi,
nasyonalizmi ve devletçiliği savunadursun, halk, devletçi bürokrasiye rağmen, Avrupalı ve
Amerikalı gibi yaşamak istiyor. Üstelik en Batıcı aydınlarımız bile, Amerika’nın ve
Avrupa’nın kapitalizmin kanatları üzerinde yükseldiğini bildikleri halde, bu gerçek
kendilerine hatırlatıldığında, karanlık bir mağarada ışığa yakalanmış yarasa korkusuna
kapılıyor. “Evet, onlar kapitalist ama, oralarda sosyal devlet var” türünden yüzeysel
lafazanlıklarla kolektivizme sadakatlerini sürdürüyor.
Ayn Rand’ın Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal’ini ve diğer yapıtlarını okudukça,
Türkiye’de tek yönlü bilgilendirmeden, kolektivist fikirlerin boğucu egemenliğinden, insan
aklının hayattan koparılmasından doğan eksikliği farkedecek ve yeni bir düşünce rüzgârının
ferahlığını hissedeceksiniz.
Ek: 9
Prof. Atilla Yayla’nın Sinan Çetin ile Ayn Rand hakkında yaptığı söyleşi (Liberal
Düşünce Dergisi, yıl: 9, sayı: 33, Kış 2004)
Atilla Yayla: İstersen şununla başlayalım, Türkiye’de sevildiği kadar nefret edilen,
seveni olduğu kadar nefret edeni olan bir isim olarak biliniyorsun. Bu, olayların tabiî akışının
getirdiği bir şey mi yoksa özel bir gayret mi sarf ediyorsun?
Sinan Çetin: Aslında eskisi kadar nefret edildiğimi sanmıyorum. Eskiden daha çok
nefret ediliyordum.
Atilla Yayla: O zaman iyiye doğru gidiş var. Öyle mi?
Sinan Çetin: Yoo. Ya seviliyor ya da nefret ediliyor olma, bir insanın kendini
açıklamasında kriter değildir. Kendi dışındaki insanların fikirlerinin kişi için bir önemi yoktur.
İnsanın kendi kendisiyle ilgili fikrinin önemi vardır. O yüzden, benim seviliyor ya da nefret
ediliyor olmam beni ilgilendirmiyor.
Atilla Yayla: Belki de aynı durumdaki birçok insanın başına gelen şey bu, yani,
toplumda çok tanınan kimselerin sevenleri kadar sevmeyenleri de oluyor.
Sinan Çetin: Yani, bir kere yaptığın iş senden çıktıktan sonra kalabalıklara yayılıyor.
Kalabalıkların bir birey hakkındaki fikri genellikle ya sevgi ya da nefret düzeyindedir.
Kalabalıkların düzeyini konuşacaksak zaten bu röportajı yapmayalım. Kalabalıkların sadece
benim hakkımdaki fikri değil, genel anlamda herhangi bir şey hakkındaki fikri de beni
ilgilendirmiyor. Kalabalıkların da, insanlığın önünde duran, yaratıcı insanın, zekanın, aklın,
mantığın, her şeyin önünde duran bir engel olduğunu düşünüyorum. Yani, “başkaları
cehennemdir”. İnsanlığın insanlıktan daha güçlü düşmanı, akrebi, yengeci, canavarı, bir şeyi
yok. Kalabalıklar düşünmez. İnsanlığın kendisinin toplu bir kavram olarak var olduğunu ve
bunun aslında güzel bir şey olduğunu zannetmemize rağmen, kapısını açıp içeri girince bunun
aslında çok çirkin bir şey olduğunu da görebiliriz. Çünkü “insanlık” bir şey yaratmaz, “insan”
yaratır. İnsanlık ya karşı çıkar, ya küçümser ya da tüketir.
Atilla Yayla: Bildiğim kadarıyla kollektivist sol bir geçmişten geliyorsun. Senin
durumunda olan epeyce insan var Türkiye’de. Kollektivist sol ya da sağ geçmişten gelen ama
zamanın belirli bir noktasında paradigmasını değiştiren. Acaba senin için kırılma noktası ne
oldu? Bu kırılma noktasının ortaya çıkmasında okumaların mı etkili oldu, tecrübelerin mi
etkili oldu, yoksa o sosyal olayların birikiminin bir patlaması mıydı? Fark edebiliyor musun
geriye dönüp baktığında?
Sinan Çetin: Bence bu kollektivizm insanın yakasını sadece gençlikte değil yaşlılıkta da,
yani yaşarken bırakmıyor. Yani, insanın gençken daha kollektivist olmasının nedeni gençken
hiçbir şey yaratmaması. Hem hiçbir şey yaratmayıp, hem de büyük bir kibirle dolaşmak
istiyorsan kollektivist olmak çok iyi bir çözüm. Sen kendin hiçbir şey yaratmamışsın,
üretmemişsin ama paylaşmak istiyorsun. Yani dünyadan çok şey istiyorsun. Hatta dünyanın
tamamını istiyorsun ve dünya hakkında fikirlerin var. Bir değer yaratmadan, bir şeyler
istiyorsun ama dünya onu sana vermiyor ve sen bir kollektivist olarak diğer alamayanlarla
buluşup bir bahçede toplanıyorsun. Çünkü, seninle beraber bütün mazlumların kurtarıcısı
olma pozisyonu bu bahçede pek revaçta oluyor. Yani, o pozisyonda kendine gayet güzel bir
yer bulabiliyorsun. Zaten üniversite yıllarımda çevremdeki arkadaşlarımın da çoğunda bunu
görüyordum. Bir biçimde mazlumların kurtarıcısı olma rolüne soyunmak çok “easy way”di.
Çünkü, daktilo yazmayacaksın, karşıdan karşıya geçmeyi bilmeyeceksin, kitap
okumayacaksın, fotoğraf çekmeyi bilmeyeceksin, ders çalışmayacaksın, mühendis değilsin,
doktor değilsin, elinden hiçbir iş gelmiyor, bir mesleğin yok... Yapacak tek iş şu, dünyanın
hali üzerine düşünüyorsun ve dünyanın hali üzerine düşününce kendin gibi kaybetmiş
kalabalıkların safına düşüyorsun. Kazanmış bir kalabalık yoktur. Genellikle kaybetmişlerin
arasında dolaşırsın, bir şeyi yaratmadığın ve üretmediğin için... Doğal olarak da, “madem ben
bir şey yaratmadım üretmedim, hiç olmazsa bu kalabalıkları kurtarayım, yöneteyim, onların
arasında kendime bir yer edinirim” deyip kalabalıkların arasında “var olmak” yerine “eksik
olmama” yöntemini seçiyorsun. Kollektivizm aslında son derece çirkin bir metod ve çirkin bir
bencillik. Kan ve gözyaşı dairesi çiziyor. Çünkü, böylece kalabalıkların kurtarıcısı olmak gibi
kolay bir rol üstleniyor, romantik bir heyecanla dolaşıyor ve kendini orada en çirkin yollar
içinde var ediyorsun. Bu yolun en tehlikeli tarafı; ölme ve öldürmeyle noktalanması.
Kalabalıklar bir değeri satın almazlar, kalabalıklar bir inancı satın alırlar ve inanç, ölüm ve
öldürme noktasında değer kazanır. Kim ne kadar delikanlıysa, gençliğimizde kim silahla
dolaşıyorsa, o bu derneklerle, kalabalıkların örgütleri içersinde en yükseğe çıkıyordu.
Atilla Yayla: Kollektivist çizgide yer edinme kültürel bir olgu mu yoksa insanın
tabiatından kaynaklanan temeller de görebiliyor musun? Özellikle de gençlik yıllarını
düşünürsen... Meselâ kültürel ortam biraz daha dengeli olsaydı gençlerin bu kadar yüksek
oranlarda kollektivist fikirlere kapılması biraz engellenebilir miydi? Yoksa bu bir çeşit
yaşanması gereken doğal bir tecrübe gibi de görülebilir mi, en azından bazıları için?
Sinan Çetin: Yok. Burada, meselâ tarihsel durum, Türkiye’de çevrilen kitaplar,
seyredilen filmler, o dönemdeki kültürel bombardıman etkili. O günlerin kültürel
bombardımanı insana “ben” demesini yasaklayıp, insanın kendisini yaratmasını ayıp
sayıyordu. Kendin için çalışmayı, para için çalışmayı, bir meslek sahibi olup bu meslekten
başarı kazanmak için çalışmayı suç sayıyordu. İnsanlar bu kadar kolay “bizci”
olmayabilirlerdi. Ama sorun, suçu o günlerin rüzgarına atıp da kendini rahatlatmak olmamalı.
Çünkü, sonuçta ben hâlâ televizyonu açtığım zaman görüyorum; bu kollektivist ruh devam
ediyor. Çünkü bu “easy way”. Kollektivist olmak çok kolay bir yol. Yoksa, oturacaksın,
kendini yaratacaksın, bir mesleğin olacak, elinden bir iş gelecek, yazacaksın, çekeceksin,
inanacaksın, çalışacaksın, kendini var edeceksin ve bir başarı kazanacaksın. Halbuki zaten bir
başarı kazanınca bu kollektivistler tarafından suçlanıyorsun ya, o zaman niye suçlanayım ben,
kendime göre bu kollektivistlerin arasında, bunların ininde dolaşırım. O çay benim, bu kahve
senin, masaya sigaralar atılıp, Amerika aleyhine, iş adamları aleyhine, dünyadaki bütün
yaratıcılar aleyhine konuşarak, kendini bir güzel uyuştura uyuştura ömrünün sonuna kadar
sigara içerek kibirle yaşayabilirsin.
Atilla Yayla: Kollektivizmden kişisel olarak sıyrılma maceranın bir tarihçesi var mı?
Yani, belirgin bir tarih görebiliyor musun dönüp baktığında?
Sinan Çetin: Benim kilometre taşım şu: Bir gün oturup neyi sevip, neyi sevmediğimi alt
alta yazdım. Sevdiklerim şunlardı: Gitar, müzik, dans, plajlar, güzel kızlar, voleybol, mimari,
resim, sinema, Hollywood, para kazanmak, lüks, güzel arabalar, güzel kitaplar... Ben bunları
hayatımda istiyorum dedim. Topladım, iki nokta üst üste koydum, sonuçta çıkan şuydu:
Kapitalizm.
Sonra etrafımdaki arkadaşlarımın benden istediklerine baktım. Açlık, sefalet, sıradanlık,
fakirlik... Onlar bunlara değer veriyorlardı. Eşitlik. Öbüründe ise, özgürlük çok önemliydi.
Benim listemde özgürlük vardı, öbür listede ise eşitlik vardı. Aslında bu listeyi seninle
beraber yaparsak çok hoşuna gidebilir. Şöyle tam sayfa neleri seviyorum, neleri sevmiyorum
listesi.
Atilla Yayla: Böyle bir fikrin var mıydı o zamanlar?
Sinan Çetin: Ben Karl Poper’la uyandım aslında.
Atilla Yayla: Karl Poper’la?
Sinan Çetin: Evet, onun “Açık Toplum ve Düşmanları “yla uyandım. Tarih
hesaplanamaz, gelecek tarih yordanamaz, söylenemez fikri benim birden bire uyanmama
neden oldu. Çünkü, Marx’ın tarihsel materyalizm fikri o kadar tuhaftı ki, insanın bütün
yaratılışına hakaret içeriyordu. Yani, sen gelecek toplumdaki insanların ne yaratacağını, ne
yapacağını, nasıl bir toplum oluşturacağını biliyor olabiliyorsun. Yani, geçmişi bilmişsin
geleceği de bilebiliyorsun.
Atilla Yayla: Bir çeşit tanrısal role bürünme bu.
Sinan Çetin: Bu ne ukalâlık! Şu anda kroki durumda Marx. Çünkü, ne Bill Gates’i
hesaplayabildi, ne bilgisayarı hesaplayabildi, ne dünya komünikasyonunun geldiği aşamayı,
ne de paranın bütün fakirlikleri çözdüğünü...
Atilla Yayla: Belki şöyle desek iyi olur, Marx’ın çağdaşı bir çok yazar, filozof bunu
göremedi ama, Marx’ın geliştirdiğini veya keşfettiğini zannettiği şey medeniyete giden bir yol
değildi. Tersine giden bir yoldu. Yahut şunu söyleyeyim: Kapitalizme değil de Sovyetler
Birliği’nin izlediği yol barbarlığa giden yoldu. Marx bunu görememişti.
Sinan Çetin: Ben Marx’ın aslında bir medeniyet de istediğini sanmıyorum. Ve onunla
ilgili kanaatlerim pek hayırlı değil. Marx aslında bir ütopya da çizmedi. Marx aslında son
derece totaliter bir cehennem çizdi. Yani, Marx’ın rüyası da güzel değildi. Aslında Marx’ın en
çirkin tarafı rüyasıydı zaten. İnsanların eşit olması fikri herhangi bir pozitif manayı içeremez.
Ancak bir kabusu içerebilir.
Atilla Yayla: O zaman şu görüşe katılıyorsun herhalde... Geçenlerde Economist’te bir
inceleme vardı. Marx biliyorsun, bin yılın filozofunu seçildi. Economist de bu konuda genel
bir değerlendirme yapıyor, Marx’ın bu iktisadî ve siyasî bir anlamının olmadığını söylüyor.
Ama Marx’ın bir din kurduğunu, bu dinin çok geniş bir tabanının olduğunu ve bu dinin hâlâ
yaşamaya devam ettiğini düşünüyor. Ütopyasını da göz önünde tutarak bu görüşe katılır mısın
yoksa marksizme bir din ya da inanç demiyecek misin?
Sinan Çetin: Bir din kurduğu doğru da, o dini kendisinin kurduğu yanlış. O din aslında
bütün dinlerin devamından başka bir şey değil. Yeni bir dinden söz edilemez. Yani, Marx’ın
kurduğu din aslında İsa’nın sol yanağımı çevirdim sağ yanağımı da vurun ya da elinizde bir
simit varsa dağıtın, elinizde bir susam parçası kalsından öte değil. Sonuç olarak Marx’ın,
dinlerin içinde, dine karşıymış gibi duran, aslında aydınların kafasını işgal eden bir aydın dini
oluşturduğu da söylenebilir. Bu aydınların, dine inanmıyorum demelerine rağmen Marksistim
diyerek dindarlaşmalarına kapı açan bir kurtuluş anahtarıydı.
Atilla Yayla: Zannediyorum bu tespit daha iyi oldu, hoş da oldu. Yani, Marx’ın bir
aydın dini kurduğu yönündeki görüş, özellikle üniversite ortamlarına bakıldığında, çok doğru.
Hala bir çok üniversitede Marx’ın görüşlerinin başlıca yeri işgal ettiği görülüyor. İzin verirsen
ben kişisel hayatına bir geri dönüş yapmak istiyorum Fi tarihinde bir kırılma tekrar kendisini
göstermeye başladı fikri hayatında, herhangi bir şekilde. Ama bunun bir maliyeti var, kendi
kişisel tecrübemden de bildiğim kadarıyla. Keza, başka arkadaşlardan da duyduğum
kadarıyla. Bunun kişisel maliyeti ne olabilir sana göre? Mesela kendi kişisel tecrübemden
örnek vermek istersem bir anda arkadaş grubunun yok olması, buharlaşması. Bana dünyayı
kolayca izah etme imkanı veren bir fikrin, ortada kaybolması. Bunlar kolay katlanılan şeyler
değil. İki yerden destek alabilir insan; ilki, kendi kendisinden destek alabilir. Hem aklını hem
de fikir birikimini kullanabilir. İkincisi ise, etrafındaki bazı insanlar yardımcı olabilir ona.
Senin hayatında böyle bir şey var mı?
Sinan Çetin: Valla, bana destek olan şey mesleğim oldu. Çünkü, sonuçta bir iş yapıyor
olmasaydım gerçekten buna zor dayanırdım. Benim o yıllardaki en büyük desteğim, sıkıntımı
anlatmak oldu önce. Çok komik ve aslında insanları güldürecek kadar tuhaf bir durumdu.
Kapitalist olmaya çalışan bir toplumda yaşıyoruz ve bana iş veren reklam ajanslarının çoğu
sosyalistlerden oluşuyordu. Kapitalizmin borazanı olduğu söylenen reklam ajansları, reklam
verenin reklamını yapmakla görevlendirilmiş arkadaşların neredeyse hepsi sosyalistti. Bir de
bu çelişkiyi görerek vicdan azabı içinde yaşıyorlardı. Ben kapitalizmin solcu hoperlörlerinin
bana selam vermekten vazgeçmesiyle birden aç kaldım. O günlerde sinema dünyamız da bir
solculuk dönemindeydi. Ve bana sırtlarını dönüyorlardı. Açıkçası onların bana sırtlarını
dönmesi beni çok fazla yaralamadı ama, reklam filmi yönetmeni olarak sosyalist ajanslarla
uğraşmak zorunda kalmak gerçekten insanı güldürecek kadar tuhaf durumlara götürüyordu.
Ve en çarpıcı tarafı da şuydu, o günlerde Prenses adlı filmi çektiğim için son derece çarpıcı
telefonlar alıyordum. Evden dışarı çıktığım zaman başıma şu gelecek bu gelecek gibi, 1-1,5
sene kadar sürdü o telefonlar. Fakat gördüğün gibi hâlâ yaşıyorum. Bunları daha somut ve
maddî şeyler olduğu için anlatıyorum. Bana ne yardımcı oldu? Sonuç olarak kapitalizm
değere karşı değer adaleti üstüne kurulu. Çünkü, yaptığın işin kalitesiyle, yaptığın işin
iyiliğiyle ayakta durabiliyorsun. Kimseye torpil yapmak zorunda değilsin, kimsenin grubu
içinde olmak zorunda değilsin, hiçbir yerde iyi niyetli fikirlerle kendini anlatmak zorunda
değilsin. Yaptığın iş her şeyi anlatıyor. Ben 20 yıldır sinema dünyasında sadece ve sadece
yaptığım işlerle ayakta duruyorum. Televizyonda yaptığım işleri görüyorlar, sonra gelip bana
film çeker misin diyorlar. Bu çok adaletli bir şey. Sonra sosyalist arkadaşların da ellerinde
çiçekler, yüzünde gülümsemelerle mecburen bazı filmleri bana çektirmeye geldikleri oldu.
Neredeyse sana zorla geldik ama, maalesef, Allah belanı versin, senden başka da kimse
yapamaz bunu, havasında. “Kapitalist alçak” denilen noktada bir çok film yaptığımı
hatırlıyorum. Yani, o kadar ahlaksızca bir durumdaydılar ki, kendi reklam verenlerine hizmet
etmek, kendilerine ihanet etmeyle noktalanıyordu; hala dünyayı anlamadan inançla
yaşadıkları için. Zaten bu vicdan azabı onlarda devam ediyor halen.
Atilla Yayla: Aslında bu da çok ilginç bir konu. Bilmiyorum oraya da gelmek iyi olur
mu? Yoksa senin mesleki geleceğin açısından zararlı olur mu? Ama, yayınlanmamak üzere de
belki konuşabiliriz. Ben ondan önce kapitalizm meselesine gelmek istiyorum. Senin
söylemine bakıldığı zaman, yani gerek gündeme gelen mesajlarına gerekse kötü
konuşmalarına bakınca, yine bildiğim kadarıyla, fikirlerine bakıldığı zaman kapitalizm
anlayışının Mises-Rand çizgisine yakın olduğu görülüyor. Mises’ten ne kadar haberdarsın
bilmiyorum ama, Ayn Rand’ın düşkünü olduğun malum. Nitekim Ayn Rand’ın kitaplarının
yayınlayıcısı oldun ve başka projelerinin de olduğunu biliyorum. Ayn Rand’ın fikirleriyle ne
zaman tanıştın ve nereye kadar...
Ayn Rand’ın büyük ölçüde iktisadî fikirleri Mises’e dayanmakta. Ama Ayn Rand tipik
bir yazar. Atıfta bulunmayı sevmeyen, entelektüel öncülerini onura etmeyi fazla
önemsemeyen bir yazar. Belki de kişisel karakterinin bir yansıması bu. Fakat, Ayn Rand’a
çok düşkün olduğunu ve Ayn Rand’ın fikirlerini zaman zaman seslendirdiğini biliyorum. Bir
tarih hatırlayabiliyor musun Ayn Rand’la nasıl tanıştığınla ilgili?
Sinan Çetin: Ben Ayn Rand’la Sabahattin Sakman sayesinde tanıştım. Nasıl oldu
bilmiyorum, ama, Sakman’dan duydum bu ismi. Daha sonra sahaflarda bir yerde adını görüp
bir kitabını aldım. Eski bir kitaptı. Bir solukta okudum bu kitabı. Deli gibi okudum ve birden
bire kitabı sanki ben yazmışım gibi hissetmeye başladım. Allah Allah bu kitabı galiba ben
yazdım dedim. Sonra Ayn Rand’ın Türkçe’ye çevrilen bütün eserlerini buldum. Pınar’ın 2-3
ayrı çevirisini okudum. Sonra We The Living’i okudum, Liberte’nin yayınladığı Ben’i
okudum. Orijinal ismi Anthem miydi?
Atilla Yayla: Evet, Anthem. Ayn Rand çok etkili bir yazar. Şunu itiraf etmek lazım ki,
Ayn Rand’la tanışıp da etkilenmeyen kişi hemen hemen yok. Çünkü, Ayn Rand da ilginç bir
kişi, sevenleri de nefret edenleri de var.
Sinan Çetin: Nefret edenleri var mı?
Atilla Yayla: Tabiî, çok nefret edeni var. Fakat, spesifik bir yazar. İnsanları
kollektivizmden kurtarmakta zannediyorum, onun kadar etkili olan başka bir yazar yok.
Bugün kendini Ayn Rand’cı olarak adlandırır mısın?
Sinan Çetin: Adlandırmam. Ben kendimi herhangi bir şey olarak adlandırmayı Ayn
Rand’cılığa da uygun görmüyorum. Ayn Rand da, herhalde, Ayn Rand’cı olarak hiç kimsenin
kendisini adlandırmasını istemezdi. Çünkü zaten vurgulanan felsefeye aykırı bir şey. Meselâ
ben, hiç kimse Sinan’cı olsun istemem. Ayn Rand’cı da olmam yani.
Atilla Yayla: Ama, Ayn Rand’ın neredeyse bir tarikatı gibi çalışan takipçileri var. Ve
bunlar, bir dinden insanın atılması gibi kendilerince Ayn Rand çizgisiyle alâkası kalmamış
insanların onlarla bir ilişkisi kalmadığının ilânını veriyorlar.
Sinan Çetin: Çok saçmalamışlar. O zaman onlar da kendi kendilerine düşman olmuşlar.
Kendi fikrine düşman bir fikir haline gelmişler. Böyle saçma şey olur mu? Sonuç olarak,
fikrin özü, kendiniz olun ve kendi dünyanızı yaratın. Şu cümlenin sahibi tarikat kuramaz,
“Yaşamın kendisi dışında bir amacı yoktur.” Bunu söyleyen bir insan tarikat kuramaz. Yani,
yaşamın kendisi dışında bir amacı yoksa eğer, bir tarikat hiçbir zaman amaç olmayacağına
göre, herkesin kendi hayatını kurması fikrinin de bir tarikata dönüşmesi mümkün değildir.
Ama, aynı fikirde insanların telefonlaşması, yazışması, toplanması, kahve içmesinde bir
mahsur yoktur. Birbirlerini tarikata hapsediyorlarsa, Ayn Rand’ın mezarında kemikleri
sızlıyordur herhalde.
Atilla Yayla: Peki, senin karakterine baktığımız zaman, aslanda daima aklı öne çıkartan
bir kişiliğin var ama, aynı zamanda, benim gözlemleyebildiğim kadarıyla, son derece hissi
tarafları da olan bir insansın. Yani, heyecanlanan, üzülen, sinirlenen, hisleriyle zaman zaman
hareket edebilen, insanları derhal sevebilen veya derhal nefret edebilen bir tarafın var. Bu
karakter Ayn Rand’ın romanlarındaki karakterin tamamen dışında bir şeyleri yansıtıyor.
Acaba burada Ayn Rand’da bir eksiklik yok muydu? Yoksa Ayn Rand bilinçli olarak mı
böyle bir şeyi seçmiştir?
Sinan Çetin: Valla, Ayn Rand’la ilgili böyle bir eleştiriyi genellikle yaparlar. Ben buna
katılmıyorum. Aslında hepsinin akıldan kaynaklandığını inanıyorum. Yine, yürek diye hitap
edilen, kan pompalayan, ciğere benzeyen aletin bir işe yaradığını zannetmiyorum. Sonunda
hisleri ayağa kaldıran, akıldır. Aklın yoksa, hissin de olamaz. Ben çok hisli davranıyorsam
eğer, bütün bunlar benim aklımdan kaynaklanıyordur. Aklımın duyarlılığının fazla gelişmiş
olmasından hissediyorumdur. İnsanlar kendi kendilerine hislenmezler. Akıl vardır. Ama
akıllar insanın duygusunu da yönlendirir. Meselâ beni yönlendiren, beni sinirlendiren şey her
neyse zaten aklıma ters geldiği için ben delleniyorumdur. Yani, burada da, sinirlenirken akılcı
olmaktan vazgeçmiş değilim.
Atilla Yayla: Peki, akıl hakkındaki anlayışında Ayn Rand’ın dışında başka bir yazarın
ismi var mı? Çünkü, bu çok tartışılan bir konu. Biraz önce Karl Poper’dan bahsettin, üzerinde
çok etkili bir yazar olarak. Onun da kendine göre üslubu var. O biraz daha kritik bakıyor akla.
Ben de Ayn Rand’la epeyce uğraşmış birisiyim. Ayn Rand’ın fikirlerinde özellikle akıl
anlayışında totalitarizme yol açabilecek bir tehlikeli yan da var. Bu sadece benim yorumum
değil, bir çok yazar tarafından da kabul ediliyor.
Sinan Çetin: Kim böyle kabul ediyor?
Atilla Yayla: Meselâ, Hayek çizgisine baktığımız zaman, biraz daha geriye gittiğimizde
David Hume’un görüşlerine baktığımız zaman, Ayn Rand’ın görüşlerini makûl çizgide
görmek çok zor. Bu ayrı bir tartışma konusu ama, entelektüel olarak dünyanı zenginleştirmek
için Ayn Rand dışında merak ettiğin yazar oldu mu?
Sinan Çetin: John Locke var, Hayek, Mises, Nozick....Yani, sonuç olarak hepsi bireyin
önemini, toplumu ve dünyayı bireyin oluşturduğunu anlamış insanlar. O yüzden önerdikleri
çözümler de aşağı yukarı özgürlük halkasında birleşiyor. Temel kavram özgürlük ve birey
olduktan sonra bunlar arasında küçük fikir ayrılıklarının bir öneminin olmadığını görüyorum.
Atilla Yayla: Aynı fikirdeyim. Özgürlük savunulduktan sonra nasıl temellendirildiği
belki ikinci derecede önemli bir konu. Biz bu yazarların hepsinin fikirleriyle birbirlerine
akraba olduğunu görüyoruz.
Sinan Çetin: O yüzden de bu kadar kesin ayrımlara gidilmesi, ayrılıkların ideolojik
saplantılar haline getirilmesi ve tartışmaların hesaplaşmaya dönüştürülmesinden hiç
hoşlanmıyorum. Çünkü ben zaten oraları geçtim.
Atilla Yayla: Ama bazı bakımlardan da faydalı olabilir, yani, hesaplaşma demek,
entelektüel hesaplaşma, aynı zamanda rekabet demektir. Dolayısıyla, bu gelişmeyi teşvik
edebilir. Ama benim şöyle bir tespitim var, gerek kendi hayatımla ilgili gözlemlerimden
gerekse bildiğim kadarıyla senin şu anki duruşundan, dünyadaki duruşundan, fikir alemindeki
duruşundan, sanatının durduğu yerden hareketle şunu söyleyebiliyorum; insanların doğruyu
bulmak için ille de bir aklî muhakeme yürütmesi gerekmeyebilir. Bazı insanlar aklî
muhakemeyle, okuyarak, öğrenerek, karşılaştırarak, muhakeme yaparak bazı şeylere, meselâ
özgürlüğün kıymetli bir şey olduğu fikrine ulaşabilirler. Bazı insanlarda ise bu, sezgisel olarak
ortaya çıkarabilir. Bunun birinin diğerinden kıymetli olduğunu iddia etme imkânı yoktur.
Benim gördüğüm Sinan Çetin sadece bir kültürel birikimin yansıması olarak değil aynı
zamanda tabiatının yansıması olarak ve hayatı okumasının verdiği güçle özgürlük çizgisinde
duruyor gibime geliyor.
Sinan Çetin: Ben açıkçası çok entelektüel bir insan değilim. “İyi bir entelektüel”
olmakla ilgili bir çaba da sarf etmedim.
Atilla Yayla: Belki de gereksiz böyle bir şey...
Sinan Çetin: Ben bununla ilgili bir öğüt vermek ya da buna benzer bir şey yapmak
istemiyorum. Çünkü, sonuç olarak, ben sadece işimi iyi yapmayı bilen biri olmak ve özgür
olmak istiyorum. Başka bir şey istemiyorum. Entelektüel sinemacı olmak yerine zımba gibi
yönetmen, yaptığı filmleri iş yapan, yaptığı filmleri insanlarca zevk ile seyredilen bir
yönetmen olarak anılmak bana yeter. Bunun aslında en yüksek entelektüel düzey olduğunu
düşünüyorum. Ama, bunun dışında entelektüel bilgiye karşı değilim. Bildiğim, genellikle
duygularımız, sezgilerimiz, tecrübelerimizle elde ettiğimiz şeyler var. Aslında kendi aklımla
elde ettiğim bilgilerin, tarihte benim gibi düşünen büyük filozoflar tarafından tekrarlandığını
görmek beni memnun ediyor. Ama, benim o filozoflardan okumayarak da elde ettiğim bilgiler
var.
Atilla Yayla: Veyahut da, filozoflar bunları tekrar etmiş olmasaydı, senin için
savunduğun değerlerin önemi azalmayacaktı.
Sinan Çetin: Yo, ben kendimi onlarla doğrulamam. Ben, özgürlüğün dünyada en
makbul değer olduğunu inanıyorum. Özgürlüğün karşısına hiçbir şey koymam.
Atilla Yayla: Her zaman ve her şeyde mi?
Sinan Çetin: Özgürlük insanlığın içinde yaşadığı bir alandır. Yani, özgür olmaması
insanın nefes almaması, ölmesi demektir. Özgürlüğün olmadığı yerde bence oksijen yoktur.
İnsanın özgürlüğünün engellendiği yerde, başörtüden tut, eşit olacaksından, kollektivist
olacaksın, yardımlaşacaksın, hep beraber fedakarlık edeceğiz, bir sınıf bir devlet bir kavram
için ölüceğize kadar süregelen olaylar yer alır. Ben insanlıkta özgürlükten daha kutsal bir
kavram olduğuna inanmıyorum.
Atilla Yayla: Peki, özgürlüğü kim, nasıl engelleyebilir?
Sinan Çetin: Özgürlük engellenebilir bir şey. Bir kere sen resmî otoriteyi güçlendirip
aydınlarını, üniversiteyi, basını resmi otoriteye kaptırırsan, özgürlük yaşanması zor bir hale de
gelebilir. Çünkü, öyle toplumsal dönemlerden de geçtik. İnsanlık tarihi de geçti.
Atilla Yayla: Peki, resmi ideolojinin bizatihi varlığı mı yoksa aldığı şekli mi özgürlükle
ilgili? Çünkü, netice itibariyle, hemen hemen bütün insanlık tarihinde bir otorite görüyoruz.
Sinan Çetin: Şu anda karşılıklı iki ideoloji bombardımanı yüzyıllardır devam ediyor.
Özgürlükçüler ve eşitlikçiler. Eşitlikçiler insanlık tarihinde kollektivistlerle beraber
davranmıştır. Bence özgürlük; siyasî, ekonomik bir sistem olarak kapitalizmde kendini
bulmuştur. Aslında ben kapitalizmin ilk insandan itibaren geliştiğini düşünüyorum. Marx’ın
toplumsal ayrımlarına inanmıyorum. Yani, ilkel, komünal toplum, feodal, kapitalist, sosyalist
toplum... gibi.
Atilla Yayla: Kademeli evrim teorisi.
Sinan Çetin: Yani, kademeli evrim teorisine inanmıyorum. Burada ben Karl Poper’a
daha yakın duruyorum. Tarihin hep aynı çizgiler üzerinde yükseldiğine inanıyorum. Tarihin
tüm toplumsal katmanlarında gene kazanç adı verilen masum özendiricinin değer yaratmayı
teşvik ettiğini ve değer yaratanlar sayesinde tarihin tekerlerinin döndüğüne inanıyorum. O
yüzden kapitalizmin, 1700 yıllarından itibaren sanayi devriminin oluşmasıyla, topraktan
kopup da sanayiye geçiş zamanında çıktığına inanmıyorum. Bence kapitalizm zaten yazılı
tarihin ilk yıllarından itibaren vardı.
Atilla Yayla: Böyle çok güçlü bir görüş var zaten. İnsanlığın var olduğundan beri
kapitalizmin var olduğu, çünkü, ticaret yapma eğilimi, daha iyi yaşama eğilimi...
Sinan Çetin: Aslında iki bin yıllık bir öğretiyi yok sayıyoruz.
Atilla Yayla: Ben de aynı fikirdeyim doğrusu.
Sinan Çetin: İki bin yıllık bir teoriyi yok sayıp buna karşı büyük bir saldırı halindeyiz.
Atilla Yayla: Peki, kapitalizm kavramını çok rahat kullandığını görüyorum. Aslında bu
sevimsiz bir kavram.
Sinan Çetin: Maalesef öyle.
Atilla Yayla: Sadece sokaktaki insan için değil bazı liberal filozoflar da kapitalizm
kavramına pek sahip çıkmamışlardır. Yine, kapitalizm kavramına çok sahip çıkan filozoflar,
bahsettiğimiz, Mises gibi filozoflardır. Bu seni dezavantajlı bir konuma koymuyor mu?
Sinan Çetin: Koymaz olur mu! Zaten en yakın arkadaşlarımla bile konuşurken
korkuyorum. Çünkü onların gözünde kapitalizm o kadar çirkin bir kavram ki. Kapitalizmin
çirkin hale gelmesini ben açıklayayım. Neden çirkin biliyor musun? Şöyle düşün, bir
odadayız. Bu odanın damı akıyor, bacası çalışmıyor, penceresi kırık ama, gene de bir oda.
Oturuyoruz, bizi soğuktan koruyor, çay içiyoruz, yemek yiyoruz, koltuklarımız var. Şimdi
diyoruz ki, bir sosyalist olarak, arkadaşlar, yaşadığımız her türlü problemin kaynağı bu oda.
Diyoruz ki bu odanın adı kapitalizm. Bunu yıkarak yerine şahane bir hayat kuracağız. O
şahane hayatın adı da sosyalizm. Peki bu sosyalist güzel oda nerde? Ama, hiç böyle bir oda
yok. Yani, daha kanıtlanmamış, insanlık buna yüzyıl vermiş ama gene kanıtlanmamış. Yine
de sosyalistler kafada muhteşem bir oda canlandırıyor. Duvarlarında güzel resimler, ışıklı bir
oda. Herkesin kafasında bir oda var. Şimdi yaşadığımız odanın adını kapitalizm koyunca hep
beraber rahatlıyoruz. Yani, her problemin nedeni bu oda. Bu kapitalizm yüzünden bütün
bunlar olmuyor. Yani, kapitalizm diyerek zaten bir günah keçisini yakaladığımız için
istediğimizi istediğimiz kadar dövebiliyoruz. Ama şöyle düşünün, bu oda olmasa zaten hayat
da yok. Sosyalistler mülkiyetin bütün problemlere yol açtığını iddia ediyorlar.Kapitalizm
mülkiyet üzerine durduğuna göre mülkiyeti kollektif hale getirip sorunu çözeceklerini iddia
ediyorlar. Yani şunun gibi, bütün aşk problemlerinin kaynağı sekstir. O halde erkeklerin
penisini keselim, problem çözülsün.
Atilla Yayla: Bu deyim muhafazakâr kanattan da gelmiştir, sosyalist kanattan da.
Sinan Çetin: Vahşi kapitalist deyince biraz daha rahatlanıyor. Hani, mağdur olmakla
idare ederiz şeklinde. Kapitalizm iki bin yıllık bir felsefe, bir dünya görüşü. Bunu vahşi, yok
pre-kapitalist, yok post-kapitalist falan... bu entel lafları anlamıyorum. Neo-liberalizm lafını
da anlamıyorum.
Atilla Yayla: Kapitalizm ve Küresel Refah’ta Mario Vargas Llosa’nın makalesini
okuduysan çok hoş bir ifadesi var. Çok yeri gezdim dünyada, pek çok liberalle karşılaştım, hiç
neo-liberal görmedim diyor. Zaten liberaller kendilerine neo-liberal diye bir etiket bulmuş
değildir. Kapitalistlerin veya liberallerin genel bir şansızlığı var. Bu şansızlık Türkiye’de de
senin ve benim gibi insanların yakasını bırakmıyor. Bizim etiketimizde de düşmanlarımız
tarafından veriliyor ne yazık ki.
Sinan Çetin: Bu neo-liberali kim bulmuş?
Atilla Yayla: Yine o çevreden çıkan bir şey. Dikkat edersen Türkiye’de “neo” küfür gibi
kullanılıyor adeta. Peki gelecekle ilgili birkaç bir şey söyleyebilir misin Sinan? Yani, sanat
hayatınla ilgili beklentilerin nedir? Türkiye’de bu piyasa düşmanı, kapitalizm düşmanı
kültürel ortamın biraz daha piyasa lehine dönmesini umut ediyor musun? Bu doğrultuda
yapmak istediğin, yapmayı planladığın şeyler var mı?
Sinan Çetin: Türk kapitalistlerinin tam da Türk sosyalistlerinin dediği gibi işçilerin, işçi
sınıfının, bir bilince sahip olmasının gerektiğini söylüyorlar. Aslında çok tuhaf bir alegori
ama, bence Türk kapitalisti kendi sınıf bilincine zaten sahip değil. Yani, Sabancı ben
solcuyum diye ortaya çıkıyor ve bununla övünüyor.
Atilla Yayla: Acaba vicdanını mı rahatlatıyor?
Sinan Çetin: Bir burjuvanın kendi sınıf bilincine sahip çıkmaması, aslında, sonuç olarak
onu öyle bir noktaya koyuyor ki, kendisine o zaman neo-liberal de dersin, vahşi kapitalist de
dersin. Çünkü sonuçta ona, o izin veriyor. Çalışmışsın, bin kişiye iş vermişsin, geceleri
uyumamışsın, üniversiteler kurmuşsun, iş yerleri açmışsın... Sen kendini bu gururla, bu alnı
açıklıkla savunamazsan... Bu ülkeye çok şey vermiş insanlardan bir çok arkadaşım da var,
kendilerini bir gram olsun savunmayıp, hatta kendilerini suçlayan okları hevesle havada kapıp
kendi elleriyle kalplerine saplamaya tereddüt de etmiyorlar. Çünkü, sonuçta bu bir bilinç
meselesi ve bu bilinci o kadar horluyorlar ki, yani, kendilerini savunmak yerine kendilerine
saldıran öbür bilinci destekliyorlar.
Atilla Yayla: O zaman şöyle bir sonuca belki varabiliriz. Bu sınıfsal bir bilinç değil,
Marxistlerin iddia ettiği gibi; eğer öyle olsaydı, burjuva dediğimiz sınıfın kendi çizgisine
sahip çıkması gerekirdi. En azından tarihi bir kategori olarak liberallerin tezlerinin bir çoğu
burjuva tarafından dile getirildiğine göre. Bazı ilginç örnekler var. Bir arkadaşın
çalışmasından biliyorum. Büyük bir firma fi tarihinde, Yön dergisine bir kaç bin tane abone
oldu. Yön dergisi bir zamanlar sol kollektivizmin bayraktarlığını yapan bir dergiydi. Aynı
firmanın işçilerinin DİSK’e üye olmalarını teşvik ettiğini de biliyoruz. Bununla ilgili bilgiler
başka firmalar hakkında da elde edebiliriz. Şimdi, bunun sebebi ne? Neden Türkiye’de
kelimenin gerçek anlamında kendi ayakları üzerinde duran bağımsız bir iş adamları sınıfı yani
burjuva ortaya çıkamıyor? Bu ideolojik akrabalıktan mı kaynaklanıyor, yoksa iş dünyasının
pratiklerinden mi?
Sinan Çetin: Bunun iki nedeni var. Bir tanesi bunların aslında ruhen kollektivist
olmaları. Yani, felsefî olarak ruhlarında yaşadıkları, yaptığı işe aykırı olan insanlar. Bunların
bin yıllık dinlerden, göçebe topluluktan gelmekten, toplumcu fikirlerle yoğrulmaktan gelen
bir tarihsel-felsefik nedenleri var. İkinci neden de, bu insanların; Türk burjuvazisinin devletle
beraber zengin olması ve bir taraflarının hep devletçi kalması. Devletin desteğine ihtiyaç
olmadan ayakta duran iş adamı sayısı son on yılda gelişti. O da Anadolu sermayesi.
Sinan Çetin: Ben Anadolu sermayesindeyim. Ben Kars’tan geldim, Van’dan geldim.
Anadolu sermayesinin devletten koptukça gerçek bir burjuva bilincini oluşturacağına
inanıyorum. Büyük Türk burjuvazisi devletle birlikte zengin oldu, daha doğrusu devlete sırtını
yaslamak zorunda kalarak zengin oldu. Ve bu zenginliğini yine devletle açıklama ve devletle
kol kola kalarak kendisini rasyonalize etme ihtiyacı içinde. Bu ihtiyacın bittiği gün zaten
adam eğilip kalkıp, büyük bir enerjiyle 24 saat çalışa çalışa, alın teriyle zengin olduğu için
yarattıklarının karşılığını savunacak. Devletçi-toplumsal ideolojik saldırıdan kendini
kurtaracak ve yaptığı işe sahip çıkacak. Diyecek ki, ben devletten beş kuruş kredi almadım.
Benim etrafımı saran kollektivistlerden de beş kuruş yarar görmedim. Ben geceleri gündüzleri
uyumadım, on bin insana iş veren bu fabrikayı tırnaklarımla kurdum. Ben bu fabrikaya
dokundurtmam. Halbuki, bir çok Türk burjuvası bugün devletin kurduğu fabrikaların sahibi
olarak yaşıyor. Onların emeklerini inkar etmek istemem. Ama, devletten kopmadan Türk
burjuvazisinin kendi bilincine sahip olabileceğini de sanmıyorum.
Atilla Yayla: Burjuvadan halka geçersek, popüler söylemlerde özgürlük çok kullanılan
bir kavram ve özgürlüğe karşı olan kimse neredeyse yok. Ama, özgürlük bilgisine, özgürlük
felsefesi hakkında etraflı bilgiye sahip olan kişi sayısı çok az ve bu insanların çoğu sıkıntılı.
Sinan Çetin: Ne yapmamız gerekiyor?
Atilla Yayla: Sadece kendi hayatımızı tanzim etmeye çalışıp yaşamalı mıyız, yoksa bu
özgürlük bilgisinin yayılması için bir şeyler mi yapmalıyız?
Sinan Çetin: Bir yandan Alturist bir eğilim içine girip özgürlük savaşçısı olmak zorunda
kalıyoruz, bir yandan da bana ne milletin kısıtlanmasından ben kendi özgür dünyamı kurayım
deyip, benim gibi kendi adalarımızı kuruyoruz. Ben burada Plato Film’de, sevdiğim insanlarla
bir ada kurup, özgürce hayatımı idame ettirmeye çalışıyorum. Çünkü, toplumu özgürleştirme
mücadelesi belki yüz yıl alacak. Ben o mücadeleyle bütün ömrümü harcayamam. Toplumların
özgürleşmesi zaten teorik olarak da biraz zor. Çünkü kalabalıklar özgürlük değil, tutsaklık ve
eşitliği seviyorlar. Bir biçimde bu kalabalıkların bir cehennem olduğu fikrini kabul edip kendi
komünitemizi, kendi topluluğumuzu yaratıp, kendi arkadaş grubumuzla işimize gücümüze
bakmamız lazım. Başka da çare göremiyorum.
Atilla Yayla: Peki, buna müsaade edilmezse? Bu ister istemez genel siyasî yapılanmayla
ilgili bir şey. Meselâ, yarın bir gün varına yoğuna devlet tarafından el koyulmayacağının bir
garantisi yok.
Sinan Çetin: Benim hayatım, ailemin hayatı, çocuklarımın hayatı daha önemli. Gidip de
kendi hayatımı kuracağım bir yer bulurum. Zaten, bu böyle olursa Türk Devleti en büyük
hatasını yapmış olur. Bu ülkenin iş adamlarını, yaratıcılarını, bilim adamlarını, sanatçılarını
bu ülkenin dışına kaçırtarak bir şey elde edilemez. Sana bir şey söyleyeyim, her kapatılan iş
yeri, yani, bir memur mühür vurup kapatıyor ya, işte o işlem, o memura yolsuzluk ve
ödenemeyen maaşlar olarak geri dönecektir. Vergi vergi diye tutturuyorlar ya, vergilerle
maaşlarını alıyorlar ya, bu vergileri ödeyen insanların ülke dışına kaçmasının yarattığı
sonuçları fark ettikleri zaman, zaten Türkiye’de yaratıcı kimse kalmamış olacak. Yani, o
yüzden malımıza da el koyabilirler, canımıza da. Çünkü, devlet onların, yetki onların. Ama
bizim de kaçma hakkımız var. Üretmeme hakkımız var, en azında fakir olma hakkımız var.
Tamam biz de sizin gibi açız, biz de memur olacağız deme hakkımız var.
Atilla Yayla: Bu muhtemelen onları mutlu edecektir. Çünkü önemli olan herkesin aç
kalması.
Sinan Çetin: Herkes açsa bir eşitlik var demektir. Ne komik!
Atilla Yayla: Evet eşitlik var demektir. Sanat dünyasıyla ilgili bir iki bir şey sormak
istiyorum. Ben çok sanat dünyasını çok takip eden birisi değilim ama, bu işten anlayan
arkadaşlarla konuştuğum zaman şunu söylüyorlar, Türkiye’de genel olarak kültür ve sanat
dünyası eski TKP kökenliler tarafından kontrol edilmektedir...
Sinan Çetin: Kısmen... Meselâ, bir arkadaşımız var. Kendisi son derece tatlı, dürüst bir
çocuk. Maalesef komünist olduğu için övünen bir arkadaşımız ve liberallerin kendisinin en
büyük düşmanı olduğunu zannediyor.
Atilla Yayla: Sana da karşı düşmanlığı var o zaman.
Sinan Çetin: Büyük ihtimalle. Yani, onun kafasındaki hapishaneyi kırmamız,
değiştirmemiz... En çok değişim değişim diyen solcu arkadaşlarımızın kendilerini
değiştirmekte bu kadar zorlanmaları manidar değil mi?
Atilla Yayla: Bugün Türkiye’de sola bakıldığında en tutucu kimselerin burada olduğunu
görüyoruz. Burada benim merak ettiğim bir şey var, sen hayatı okuyan bir insansın. Ben bir
akademisyenim ama, bir ölçüde de hayatı okumaya çalışıyorum. İşte yayın dünyasındayım
vesaire. Bana çok basit gerçekmiş gibi görünen şeyler, meselâ, kollektivist entelektüel
arkadaşlara kavranması imkânsız karmaşık olgularmış veya tamamıyla hikayeymiş gibi
gözüküyor. Meselâ bir şey üretilmezse yoktur. Fakat bu çizgideki arkadaşlar üretimin
üzerinde durmadan, üretilmese de varlığın dağıtılması gerekmektedir diyebiliyorlar. Belki de
tuhaf gelecek sana, iktisat hocalarının da önemli bir bölümü böyle düşünüyor. Anlı şanlı bazı
arkadaşlar da böyle düşünüyorlar. Bunun acaba sebebi ne olabilir?
Sinan Çetin: Ben buna o kadar çok rastlıyorum ki. Onların odak noktasındaki kelime
“paylaşımcılık”. Peki, kim üretiyor kardeşim? Neyi paylaşacaksınız? Üreten, değer yaratan
insanın paylaşmadığını iddia ediyorlar ve o yüzden üreten insanın ürettiklerinin paylaşılması
gerektiği fikrindeler. Sorun şu, kim üretecek? Bu soruyu atlayıp devam ediyorlar. Paylaşmak,
o kadar güzel puan toplayan bir kelime ki. Paylaşalım, bölüşelim, üleşelim, mutlu olalım...
Fakat şimdi, şu soruyu sormayınca bu fikir çok güzel duruyor. Kimin ürettiğini
paylaşıyorsun? Hanginiz ne ürettiniz de paylaşıyorsunuz? Siz talancı mısınız? Buyurun siz
üretin, bir fabrika açıp çalışın gece gündüz, bu fabrikaya yüzlerce işçi alın, o zaman o işçileri
çağırın, maden sosyalistsiniz, o işçilere deyin ki ürettiklerimizi sizinle paylaşıyoruz. Buna
kimse bir şey demiyor. Bu arkadaşların paylaşalım dediği iki şey var. Birincisi, devleti
paylaşalım. Lafı kazıyınca ortaya çıkan şey şu, devlet bizim olsun, biz yiyelim. Aslında biz
onu paylaştıralım. Adları ne olursa olsun. Sonuç olarak hepsi kollektivist. İkincisi ise, bu
kapitalistler insanları galiba çok sömürüyorlar, onların sömürdüklerinden de çok vergi alalım.
Ana fikir olarak bu iki madde var. Yani, onlar hiçbir şey üretmeyecek,sadece paylaşacaklar.
Paylaşımcılığı da savunanlar sorgulanmadan güzel insanların kalplerine gömülecekler. Acı
dolu kalpler tarafından kucaklanacaklar. Adam paylaşalım diyor, kötü bir şey demiyor ki.
“Paylaşım “ kelimesinin arkasına çok kolay.
Atilla Yayla: Üretimden bağımsız olarak paylaşalım hikayesi tuhaf bir filozofa ait bir
fikir. Bu filozof bir yönüyle de özgürlükçü bir filozof, bir yönüyle de sosyalist bir iktisatçı
olan John Stuart Mill. Mill diyor ki, üretim kanunları tabiat kanunlarıdır. Onlar üzerinde
tartışmaya gerek yok, gelin biz bölüşümü konuşalım ve bölüşümü istediğimiz değerlere göre
yapalım.
Sinan Çetin: Çok yanlış.
Atilla Yayla: Stuart Mill’in yanıldığı daha sonra ortaya çıkmıştır. Çünkü, bölüşümle
üretim aynı anda yapılmaktadır. Kapitalizm de aslında kendisine göre bir paylaşma
mekanizması. Üretilen her şey sadece üreticisine kalmıyor.
Sinan Çetin: Kefenin cebi yok demiş Türkler. O kadar güzel bir laf ki bu. Şimdi işadamı
sağmal inek. Adam çalışıyor, ediyor. O sütü vücudunda tutamazsın gelip biri sağacak. Yani,
bir adam ne kadar çok çalışırsa çalışsın elde ettiği serveti yeme imkanı sınırlı. Her kazandığı
şey aslında bu toprağa serpilmiş yeni tohumlar oluyor. Adam kazandığı parayı, kendi ülkesine
dağıttığı, fabrikalar kurduğu, tohumlar attığı süre içinde zaten orada diğer sosyalist arkadaşlar
da o fabrikada çalışıp ekmek yiyorlar. Problem ise şurada, Türk Devleti bu arkadaşları da
kaçırdı. Millet şimdi Bulgaristan’a, Romanya’ya falan gidiyor. Basın, televizyon, üniversite
ve devlet bürokrasisi el birliği edip bu insanları, bu ülkeden kaçırtıyor. Trajik olan; bu
görülmediği için kendileri dahil bir çok kişinin aç kalacak olması.
Atilla Yayla: Peki, kapitalizmi savunan insanların şöyle bir söylem değişikliği yapması
mantıklı olmaz mı, genellikle senin de bu söyleyişi boyunca ağırlıklı olarak vurguladığın gibi
kapitalizmi savunanlar üretim üzerine, yaratmak üzerine, değiştirmek üzerine vurgu
yapıyorlar. Halbuki kitlelerin büyük bir bölümü dağıtımı önemsiyor, paylaşmak istiyor.
Meselâ, sosyalizmin fakirliğe karşı bir mücadele olduğunu tarihin gördüğü en büyük açlık
üreticisi olmasına rağmen iddia ediyor. Kapitalizmin ise fakirlerin düşmanı olduğu
söyleniyor. Belki, söylem değişikliği yapıp, fakirleri korumak için, zenginliği daha âdil ve
daha yaygın bir şekilde “dağıtmak” için...
Sinan Çetin: Valla çok net bir şey söyleyeyim, kapitalizm fakirler için daha çok
gereklidir.
Atilla Yayla: Ben de aynı fikirdeyim, ama, bunu nasıl anlatacağız?
Sinan Çetin: Bunu hayat anlatacak, görecekler. Görmeyeceklerse de görmeyecekler.
Çünkü, sonuç olarak, kapitalizme karşı dövüşen fakirlerin aslında kendi ekmek paralarıyla,
kendi işleriyle dövüştüklerini gördükleri bir gün gelecek. Yani, fabrikatör yoksa fabrika da
yoktur. Fabrika olmayınca işçi de yoktur. Çok basit.
Atilla Yayla: Fabrika oluyor tabiî ki, ama, iktisadî rasyonalite meselesi zannediyorum
olması gereken.
Sinan Çetin: Fabrikatör diyelim işte o yüzden. Yani, fabrika olmayınca fabrika olmaz,
fabrika olmayınca işçiler olmaz. İşçiler de eğer iş istiyorlarsa, fabrikatörün onlar için
çalıştığını görmeleri lazım. Bu kadar net bir bilgi var ortada. Bu yüzden solcu aydınlar,
işçilerin patronlarını neden sevdiğini bir türlü anlamazlar.
Atilla Yayla: Yani kanunî düzenlemelerle fakirlik probleminin düzelemeyeceği,
işçilerin iş bulmasının sağlanamayacağı, bunun daha ziyade yatırım yapılmasına yani, özel
teşebbüs tarafından, işletmeciler tarafından yatırım yapılmasına bağlı olduğuna anlatmanın bir
yolunu bulmak lazım. Bu doğrultuda çalışan birkaç yazar var, bir örnek vermek istiyorum,
kollektivist terminoloji geliştirmekte son derece usta, biz serbest ticaret diyoruz onlar adil
ticaret diyor. Adil ticaret aslında serbest ticareti engellemenin iyi bir yöntemi...
Sinan Çetin: Siz liberal diyorsunuz, onlar neo-liberal.
Atilla Yayla: İngiltere’de bir şey gördüm ben, meselâ, ırkçılığa karşı dövüşün,
ayrımcılığa karşı dövüşün, özelleştirmeye karşı dövüşün diyor. Bu aynı zamanda bir
dezenformasyon taktiği. İlk ikisinin negatif itibarından, üçüncüsünü de yararlandırmaya
çalışıyor. Irkçılık kötü bir şeyse, ayrımcılık kötü bir şeyse, diğeri de kötü birşeydir. Mario
Vargas’a fırsat bulursan bak, dikkat çekici bir yazardır. Galiba, kapitalizmi, liberalizmi
savunanların şunu yapması lazım, bu Allah’ın belası kapitalizm dediğimiz şeyin fakirlerin en
çok lehine olan bir sistem olduğunu anlatmamız lazım. Çünkü, kapitalizm zenginlik
üretmektir. O kadar çok zenginlik üretmektir ki, fakirlerin aldığı miktar nisbeten düşük olsa
bile, bu, işte, eşitlikçi kollektivist sistemlerden fazla olmaktadır. Sen bir sanatçı olduğun için
belki bunun daha iyi bir yolunu bulabilirsin diye düşünüyorum. Çünkü, ben bir akademisyen
olarak üniversite öğrencesine hitap etmeye muktedirim, sen daha geniş kitlelere hitap etmeğe
muktedirsin. Belki de bunların üzerinde biraz daha düşünmemiz lazım. Bu da ayrı bir
yaratıcılık gerektirir tabiî ki.
Sinan Çetin: Ben bu konuda o kadar iyimser değilim. Eskiden, gençken, liberalizmin,
kapitalizmin insanlığa bir zenginlik ürettiğinin farkına vardığımda bu fikri heyecanla
anlatmaya koyulmuştum. Ama şimdi, o kadar uğraşacak hâlim kalmadı. Sonuç olarak
insanların kafalarına şırıngayla bilinç vermenin mümkün olmayacağına, herkesin kendi
aklıyla bu işi çözdüğüne hatta yavaş yavaş da çözüldüğüne inanıyorum. Yani, bir adam bir iş
yerinde çalışıyorsa, o iş yeri içerisinde iyi olmak zorunda olduğunu, iyi olursa para
kazanacağını hayat ona bir mesaj olarak zaten sunuyor. Bunu bir bilinçle yapsa da olur,
bilinçsizce yapsa da olur. Herkesten de zaten aynı bilinci beklemiyorum.
Atilla Yayla: Şu belki yapılabilir, meselâ, ben öğrencilerine yapıyorum, hayatınızda yeri
olan hayatınızı rahatlatan zenginleştiren markaları sayın diyorum. Ondan sonra bu markaların
hangisinin devletlerce yaratıldığını bana söyleyin diyorum. Bu bir anlatma yoludur. Ama,
zannediyorum, mesajın sürekli verilmesi gerekiyor. Bu da yorucu bir çaba.
Sinan Çetin: Yazık sana.
Atilla Yayla: Ayrıca buna da “değer mi?”, o da ayrı bir tartışma.
Sinan Çetin: Değer değer. Senin işin o. Ben de aslında senin asistanın olarak
çalışıyorum.
Atilla Yayla: Çok teşekkür ediyorum. Galiba bu kadar yeter. Bütün özgürlükçüler adına
teşekkür ediyorum.
Sinan Çetin: Ben teşekkür ederim.
Ek: 10
Merkezi Hollanda Den Haag’da Postbus 16440 - 2500 BK adresinde bulunan ve
amacı Üçüncü Dünya ülkelerindeki sosyal amaçlı projelere destek vermek olan,
finansmanı Avrupa Birliği tarafından sağlanan CORDAID’in destek olup finanse ettiği
Türkiye faaliyetlerinden bazıları
s Liberal Düşünce Topluluğu tarafından 2002-2003 yılları arasında “gelecekte siyasî ve
bürokratik süreçlerde görev almaya talip gençlerin bu yönde yetiştirilmesi, onlara özellikle
demokrasi ve siyaset bilimi alanında teorik dersler yanında pratik dersler vererek bilgi,
tecrübe ve uzmanlık kazandırılması amacıyla düzenlenecek bir dizi seminer ve proje
gruplarından oluşan Demokrasi Okulu” isimli bir program yürütülmüştür. Demokrasi Okulu
Programı ayrıca, Ankara dışında, Konya, Samsun ve Sivas’ta da gerçekleştirilmiştir. Bu proje
tamamlanmış olmakla birlikte, Liberal Düşünce Topluluğu, ileriki zamanlarda da yerel sivil
inisiyatifler ve üniversitelerle işbirliği yaparak bölgesel demokrasi okulları düzenlemeyi
planlamaktadır.
s Yine Liberal Düşünce Topluluğu tarafından 2001 yılında “Dernekleşme Özgürlüğü”
projesi yürütülmüştür. “Günümüzde, demokrasinin tesisinde ve sürdürülmesinde sivil toplum
kuruluşlarının vazgeçilmez bir yeri olduğu konusunda genel bir mutabakattan söz etmek
mümkündür. Bu çerçevede, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Avrupa Birliği’ne üyeliği
sürecinde, pek çok yasal düzenlemenin yanında, dernek yasalarının da uluslararası
standartlara kavuşturulması öncelik kazanmaktadır. Liberal Düşünce Topluluğu, bu proje
çerçevesinde, Türkiye’de dernekleşme özgürlüğünü teşvik etmeyi, dernekleşme özgürlüğünün
önündeki sınırlamalara dikkat çekerek, yasal ve anayasal koruyucularını kuvvetlendirmeyi ve
muhtelif engelleri kaldırmak için çözüm önerileri geliştirmeyi öngören bir önrapor
hazırlamıştır. Bilahare bu raporun sunulduğu ve rapor çerçevesinde dernekleşme özgürlüğünü
düzenleyen normların ele alındığı ve bu alanda yapılması gereken reformun niteliğinin
muhtelif boyutlarıyla tartışıldığı bir konferans düzenlemiştir. Bu konferansın ardından nihai
bir Dernekleşme Özgürlüğü raporu yayınlanmıştır.” (Buna ilişkin rapor http://www.liberaldt.org.tr/files/derneklesme_raporu.pdf adresinde görülebilir.)
s Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı Şirketi (BTC Şirketi) tarafından Kars’ta 2003 yılında
köylerde hijyen eğitimi projesi başlatıldı. CORDAID, şirketin toplumsal yatırım programı
faaliyetlerini desteklemek üzere, köy kadınları, ergenlik çağındaki kızlar ve ilkokul
öğrencilerine yönelik hijyen eğitimi için 13.000 $ sağladı.
s CORDAID, Başkanlığını Yüksel Selek’in yaptığı Kadınlarla Dayanışma Vakfı’nın
(KADAV) da destekçisidir. Vakıfın, bugüne kadar olan faaliyetlerine finansal destek sunan
diğer kuruluşlar arasında American Friends Service Committee (AFSC), NGO Kobe,
UMCOR, ECHO-Mercy Corps, İstanbul Hollanda Konsolosluğu ve Başbakanlık Teşvik Fonu
SRAP Programı da vardır.
s CORDAID, Anafilya Vakfı’nın Van’daki ilköğretim okullarına Doç. Dr.
Abdurrahman Aksoy’un faaliyetleriyle yaptırdığı ünitelerin destekçisidir.
s Van Yüzüncü Yıl Üniviversitesi tarafından 1999 yılında Bitlis Valiliği’nce
desteklenen Aygır Gölü’nde (Adilcevaz/BİTLİS) Ağ Kafeslerde Gökkuşağı Alabalığı
(Oncorhynchus mykiss) Yetiştiriciliği projesine TÜBİTAK ile birlikte CORDAID (proje no.
H-333/1073) de katılmıştır.
s T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün duyurduğuna
göre KADAV tarafından Kocaeli Köseköy’de yaptırılan Yeni Adım Sitesi’nin 2003 yılındaki
açılış töreninde Devlet Bakanı Güldal Akşit de katılmış ve konuşmasında desteğinden dolayı
CORDAID’e teşekkür etmiştir.
s CORDAID, Iğdır’da açılan AB destekli Kadın Toplum Merkezi’ni de finanse etmiştir.
Örgütün yönetim kurulu başkanlığını yürüten ve aynı zamanda Hollanda Hıristiyan Demokrat
Partisi (CDA) kadın kolları komisyon üyesi de olan Iğdırlı Fatma Aktaş, konu ile ilgili olarak
Iğdır’da belediye düğün salonunda kalabalık bir topluluğa konuşmuş ve 4 yıllık bir çalışma
sonunda Iğdır ve Nahçıvan’ı kapsayan rapor hazırladıklarını, Cordaid’in vasıtası ile Iğdır’da
böyle bir merkez açmayı uygun gördüklerini belirterek şunları söylemiştir: “4 kişilik
Hollandalı ekiple bir haftadır Iğdır’dayız. Şimdilik sadece bir bina kiralayarak merkezimizi
oluşturduk. Bu proje Iğdırlı kadınların desteği ile faaliyet gösterecek. Bu projede çalışmak
isteyen sivil inisiyatifli insanları eğitim amaçlı olarak 3-6 aylık zaman dilimlerinde
Hollanda’ya götüreceğiz. Kuruluşumuz kadınlarımızın bilinçlendirilmesi konusunda yoğun
çalışma içerisinde olacak. Bütçe olarak ilk yıl için 55 bin Euro ödenek ayrıldı. Projelerin
işlemesine göre destek artacak.”
s “Herkes için eşit ve ulaşılabilir yaşam” şiarını öne süren ve “yoksullaşan insan
topluluklarının, etkin katılımları ile öznel sorunlarına yönelik çözüm geliştirebilme
olanaklarını teşvik eder. İhtiyaç alanları etrafında sivil toplum kuruluşu, kooperatif, iktisadi
işletme, vakıf gibi kuruluşlar kurarak ve/veya olan kuruluşlarıda yönlendirerek birleşmelerini”
desteklemeyi hedeflediğini söyleyen Ulaşılabilir Yaşam Derneği’nin (UYD) Tunceli Kırsal
Kalkınma ve Bingöl Psiko - Sosyal Destek Projeleri de CORDAID tarafından finanse
edilmiştir.
s Adapazarı Büyükşehir Belediyesi de İtfaiye Teşkilatı’nın eğitimi için gerekli
finansmanı CORDAID’den almış ve çalışmalar ICET Eğitim Organizasyonu bünyesinden
Uluslararası Eğitmen Charles Mc Clung tarafından yürütülmüştür.
CORCAID’in yanı sıra, Fikret Başkaya’nın deyişiyle “Emperyalizmin Yeni Gözdeleri
STK’lar” (Sivil Toplum Kuruluşları) ile Türkiye’deki çeşitli kuruluşlar, şirketler ve kamu
kurumlarını finansmanla destekleyerek etkinlikte bulunan “insani yardım” etiketli örgütlerin
önde gelenleri şunlardır:
1. Action by Churches Together: Protestan, Anglikan ve Ortodoks Kliselerinin dünya
çapındaki koalisyonu.
2. Adventist Development & Relief Agency (ADRA): ABDmerkezli uluslararası insani
yardım örgütü.
3. American Friends Service Committee: ABD merkezli uluslararası insani yardım
örgütü
4. American Jewish Joint Distribution Committee: ABD merkezli uluslararası insani
yardım örgütü
5. American Jewish World Service: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
6. AMURT: İsviçre merkezli uluslararası insani yardım örgütü
7. Baptist World Aid: Baptist World Alliance (BWA)’nın uluslararası insani yardım ve
gelişme kolu
8. Brother’s Brother Foundation:
ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
9. Caritas:
konfederasyonu
Merkezi
Vatikan’da
bulunan
Katolik
kuruluşların
uluslararası
10. Catholic Medical Mission Board (CBMM):
Katolik Klisesi tarafından desteklenen ABD merkezli, uluslararası tıbbi yardım örgütü
11. Christian Reformed World Relief Committee (CRWR): Kuzey Amerika Hristiyan
Reform Klisesi tarafından desteklenen, ABD merkezli uluslararası yardım örgütü
12. Church World Service (CWS): Kilise tarafından desteklenen ABD merkezli
uluslararası insani yardım örgütü
13. Direct Relief International: ABD merkezli uluslararası tıbbi yardım örgütü
14. Enfants du Monde-Children of the World: Kanada Merkezli uluslararası yardım
kuruluşu. Amacı kimsesiz kalmış çocukları, ailelerle eşleştirmek
15. Episcopal Relief & Development Fund: Kilise tarafından desteklenen ABD merkezli
uluslararası insani yardım örgütü
16. European Commission Humanitarian Office (ECHO): Avrupa Birliği’nin insani
yardım kolu.
17. HELP-Hilfe zur Selbsthilfe: Almanya merkezli uluslararası insani yardım örgütü.
18. Interaction: 160’dan fazla Amerikan insani yardım örgütünün koalisyonu
19. Interchurch Medical Assistance, Inc. (IMA): ABD merkezli uluslararası tıbbi
yardım örgütü
20. International Aid: Kilise tarafından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani
yardım örgütü
21. International Blue Crescent (IBC): Türkiye merkezli uluslararası insani yardım
örgütü
22. International Federation of Red Cross & Red Crescent Societies (IFRC):
Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu. Merkezi İsviçre.
23. International Orthodox Christian Charities (IOCC): Ortodoks Klisesi tarafından
desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
24. Islamic Relief: İngiltere merkezli uluslararası insani yardım örgütü
25. Japan International Cooperation Agency (JICA): Japonya Uluslararası Yardımlaşma
Örgütü
26. Kessa Dimitra Center of Strategic Planning for Development: Yunanistan merkezli
uluslararası insani yardım örgütü
27. Lutheran World Relief (LWR): Kilise tarfından desteklenen ABD merkezli
uluslararası insani yardım örgütü
28. MAP (Medical Assistance Programs) International: ABD merkezli uluslararası tıbbi
yardım örgütü
29. Medecins du Monde-Doctors of the World: Fransa merkezli uluslararası tıbbi
yardım örgütü
30. Medecins Sans Frontiers-Doctors Without Borders (MSF): Belçika merkezli
uluslararası tıbbi yardım örgütü
31. Memisa: Hollanda merkezli uluslararası insani yardım örgütü
32. Mercy Corps International: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü.
33. Northwest Medical Teams International (NWMTI): ABD merkezli uluslararası tıbbi
yardım örgütü
34. Operation Mercy: İsveç merkezli uluslararası insani yardım örgütü
35. Operation USA: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
36. Project Hope (The People-to-People Health Foundation): ABD merkezli uluslararası
tıbbi yardım örgütü
37. Relief International (RI): ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
38. Salvation Army World Service (SAWSO): Salvation Army’nin maddi ve teknik
destek birimi. Merkezi ABD.
39. Save the Children Federation: İngiltere merkezli uluslararası çocuk yardım örgütü.
40. Shanti Volunteer Association (SVA): Japonya merkezli uluslararası insani yardım
örgütü
41. US Agency for International Development: ABD Hükümeti’nin uluslararası yardım
kurumu
42. United Methodist Committee on Relief (UMCOR): Metodistler tarafından
desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
43. United Way International: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
44. World Concern: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
45. World Relief: Klise tarafından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım
örgütü
46. World Vision (WVI): ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü
Yukarıda listelenen Sivil Toplum Kuruluşları arasında Türkiye merkezli uluslararası
insani yardım örgütü International Blue Crescent (IBC-Uluslararası Mavi Hilal İnsani Yardım
ve Kalkınma Vakfı) da yer almaktadır.
2000 yılında kurulan vakıf, amaçlarını “Türkiye ve Dünya da insanlığın karşılaştığı
savaş, deprem, sel vb. doğal ve insani felaketlerin yol açtığı gıda, sağlık, barınma ve diğer acil
ihtiyaçlarının giderilmesi konularında insani yardımlarda bulunmak; Bu gibi durumlarla
karşılaşan insanların acil ihtiyaçlarının giderilmesinin ardından eğitim, sağlık, altyapı vb.
konularda yaşamın sürdürülebilmesi ve yeniden yapılanmasına katkıda bulunacak kalkınma
projelerini temin etmek ve uygulanmasını sağlamak konusunda her türlü çalışmayı planlamak
ve yürütmek; Bütün bunların gerçekleştirebilmesi için ulusal ve uluslararası alanlarda gerekli
hazırlıkları yapmak, ilgili kuruluşlarla ilişki kurmak ve gerekli organizasyonları sağlamak”
şeklinde açıklamaktadır ve “Kuruluşundan günümüze; yurtiçi ve yurtdışında gerek kendi
imkanları, gerekse Birleşmiş Milletler, diğer uluslararası kuruluşlar ve Sivil Toplum
Kuruluşlarıyla anlaşmalar yaparak ortak hareket eden Vakfımız, insanlığın yararına önemli
çalışmalar yürütmüş ve yürütmeye devam etmektedir” demektedir. Vakfın yönetiminde
örneğin Başkan Yardımcısı Muzaffer Baca gibi Mülkiye kökenli ve “Türkçü-Milliyetçi”
eğilimli bir yazar (Namık Kemal Zeybek, Erol Altunoğlu, Ziya Başkan, Feyzullah Budak,
Altemur Kılıç, Mustafa Kahramanyol, Kürşat Zorlu, Hamdi Mert, Yalçın Özkan ile birlikte
Ay Gazete’de yazmaktadır) bulunmaktadır. Ama işin ilginç yanı IBC de Bakü-Tiflis-Ceyhan
Boru Hattı ile ilgilenmektedir. Vakıf tarafından, BTC Konsorsiyumu tarafından ihaleyle
duyurulan Boru Hattı Çevresindeki yerleşim birimlerinin kalkındırılmasına yönelik proje
çağrısına başvurma kararı alınmış ve bu çerçevede Ardahan İlinin kalkınması için proje
hazırlanıp sunulması kararlaştırılmıştır. Vakıf proje grubu Ardahan’ı ziyaret ederek Valilik,
Posof, Hanak, Damal kaymakamlıkları ve belediye başkanlarıyla birlikte bölgenin
kalkındırılması için ortak bir proje hazırlamış ve projeyi BTC konsorsiyumuna sunmuştur.
Proje başarılı bulunup Ardahan için 2003-2005 döneminde BTC tarafından 900 bin dolar
kaynak vakıf vasıtasıyla kullanıma sunulmuştur.Vakıf, Maliye Bakanlığına başvurarak bu
proje için KDV muafiyeti almıştır. Muafiyet BTC ile Türk hükümeti arasındaki protokol
çerçevesinde temin edilmiş ve Ardahan İli Kalkınma Projesi çerçevesinde 2003 yılında çeşitli
faaliyetler gerçekleştirmiştir. Öte yandan vakıf, Irak ile de ilgilidir. Irak’taki savaşın
başlamasının ardından Kuzey Irak’ta mağdur durumdaki Türkmenlere yardım için vakıf
harekete geçmiş ve gelen yardım taleplerini işbirliği protokolü imzaladığı merkezi
Ankara’daki Türkmeneli Kültür ve İşbirliği Vakfı aracılığıyla Kuzey Irak’a ulaştırmaya
başlamışır. Bu çerçevede Almanya ve ABD’deki kuruluşlar Malteser, Americares ve Adra ile
işbirliği yapmıştır. 2004 yılı sürecinde de faaliyetlerini genişleten vakıf, yine Bakü-TiflisCeyhan Boru Hattı BTC konsorsiyumundan Kahramanmaraş ilinin Toplumsal Kalkınma
Projesi için destek istemiş, Ardahan’daki çalışmalarına Avrupa Birliği ihalelerine katılarak
yenilerini eklemeyi hedeflemiştir. Öte yandan da Erzincan Refahiye ilçesi kaymakamlığıyla
ortak bir kalkınma çalışması başlatmıştır. Ne ki, vakıfın “Türkçü-Milliyetçi” eğilimli
yöneticisine karşın işbirliği içinde olduğu uluslararası örgütler şöyle sıralanmaktadır:
Action Aid India - (Hindistan)
ADRA Adventist Development and Relief Agency - (ABD)
AJWS American Jewish World Service - (ABD)
CIDA Canadian International Development Agency - (Kanada)
Canadian Relief Foundation - (Kanada)
CRS Catholic Relief Services - (ABD)
Feed The Children (USA)
DRF International Development And Relief Foundation - (Kanada)
IPC International Protestant Churches - (ABD)
Islamic Relief - İngiltere, SDCA Swiss Development and Cooperation Agency (İsviçre)
UMCOR United Methodist Committee on Relief - (ABD)
Worldcare - (ABD)
Vakfın yardım kampanyalarına ayni ve nakdi katkıda bulunarak destek verenler
arasında da şunlar bulunmaktadır:
Ankara Protestan Kiliseleri Yardım Grubu
Gemini Foundation - HSBC (İngiltere)
Huntsman Corporation (ABD)
OEM General Electric (ABD)
Reuters Foundation (İngiltere)
Trocaire (İrlanda)
Şu günlerde de yoğun çalışmalarda bulunan vakıf, Sivil Toplum Kuruluşlarının
eğitimiyle ilgili bir merkez kurmayı ve yönetimine Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’yı getirmeyi
planlamaktadır.
Ek: 11
Fikret Başkaya: Emperyalizmin Yeni Gözdeleri: STK’lar
Sömürü, baskı, zulüm, toplumsal eşitsizlik, adaletsizlik, ekseri sanıldığı gibi sadece
zora, çıplak şiddete dayanmaz. Egemenlik esas itibariyle ‘gönüllü köleliğe’ veya ‘gönüllü
kabullenmeye dayanır. En azından sömürü ve baskı düzeninin sürdürülmesinde ‘gönüllü
köleliğin’ başat işlev gördüğünü söylemek mümkündür. Gönüllü kölelik de ezilen ve
sömürülenlerin egemen (veya resmi) ideolojiyi içselleştirmeleri demektir. Başka türlü
söylersek, egemen ideolojiyle insanların bilinci sömürgeleştiriliyor. Bilindiği gibi egemen
ideoloji, kavramlar, sözcükler, söylemler ve kurumlarla oluşturuluyor. Bilincin
sömürgeleştirilmesi için de ‘aydın’ denilenler, yazarlar, uzmanlar, bilim erbabı, şimdilerde
think tank kuruluşları ve Nobel ödüllü iktisat profesörleri seferber ediliyor. Bir bütün olarak
bu taifenin misyonu, yalanı gerçek, yanlışı doğru, kötüyü iyi, vb. ‘gibi’ göstermektir. Velhasıl
bunların misyonu marksist anlamda ‘yanlış bilinç’ yaratmaktır.
Tam da neoliberal saldırıyla sivil toplumun etkisizleştirilmek istendiği bir dönemde
bizde Sivil Toplum Kuruluşları (STK) denilen kuruluşların yüceltilmesi boşuna değildir.
Neoliberal saldırı her seferinde daha çok insanı işsiz, aç, korumasız bırakıp dışlıyor,
marjinalleştiriyor. Neoliberal devlet insanların yaşamına dair hiçbir sorumluluk almaya
yanaşmıyor. Zabıta işi hariç neredeyse herşeyden elini çekiyor. ‘Herkes başının çaresine
baksın’ anlayışıyla hareket ediyor. Gerçek anlamda sivil toplum örgütü sayılması gereken
kurum ve kuruluşları yıpratmak, etkisizleştirmek üzere sinsi ve/veya açık bir saldırı söz
konusuyken, sivil toplum söyleminin ön plana çıkarılması ve içi boş kuruluşlara milyonlarca,
milyarlarca dolar aktarılması boşuna değildir. Neoliberal ekonomik ve sosyal politikalarla her
geçen gün yoksulların sayısı artarken, yoksullukla mücadele eden NGO’lara milyarlarca dolar
aktarılıyor. Artık Dünya Bankası literatüründe kalkınma kavramı kullanılmıyor, onun yerini
yoksullukla mücadele almış görünüyor. İnsanlar içine sürüklendikleri çaresizliğin asıl
nedenini anlamasınlar diye bilimsel dedikleri çalışmalar finanse ediliyor. Tartışılması
gerekenin tartışılmasını engelleyen kurum, kuruluş ve kişiler muteber sayılıp ödüllendiriliyor.
Sistemi aşmaya yönelik kurum ve kuruluşlar da parasal desteklerle ‘ehlileştirilip’ içleri
boşaltılıyor veya doğrudan yenileri kurduruluyor. Her gün bir taraftan insan haklarının, sivil
hakların daha çok ihlâl edilmesine uygun bir ortam yaratılırken insan haklarından çok söz
ediliyor. Bu amaçla STK’lar kurduruluyor, bunlar destekleniyor. Bu durum yoksulluğun
‘hayır kurumlarına’ ihale edilmesine benziyor.
XIX’uncu yüzyılda kapitalist patronlar işçileri, kadınları, çocukları akıl almaz bir
vahşetle sömürürken, eşleri kibar hanımefendiler kimsesiz çocukları koruma dernekleri
kurarlardı. Bu tür girişimler arttıkça sokağa atılan çocuk sayısı daha hızlı artıyordu elbette.
Bizde ‘Yardım Sevenler Derneği’ gibi kuruluşların şimdilerde yaptığı gibi... Gerçek anlamda
eleştirel çabaların önünü kesmek için yeni bir ‘araştırmacılar’, ‘proje yöneticileri’ katmanı
türetilmiş durumda. Projelerin neye dair olacağına, nasıl yapılacağına emperyalist ülkelerdeki
vakıflar, dernekler, kurumlar, vb. karar veriyor. Bu amaç için milyonlarca, milyarlarca dolar
harcanıyor ama bir şartla: Olup-bitenlerin kimin için ne anlama geldiğini tartışmamak,
tartıştırmamak... Söz konusu STK’lar veya NGO’lar siyasete karışmadıklarını söylüyorlar.
Aslında siyasete karışmamak diye bir şey olamayacağına göre, bununla söylenmek istenen şu:
Bizim misyonumuz olup-biteni meşrulaştırmaktır... Neoliberal barbarlığı ve vahşeti normal,
olağan, zorunlu bir şey olarak sunmaktır. Velhasıl söylenmek istenen şu: Küreselleşme önüne
geçilemez bir süreçtir, çokuluslu şirketlerin gücüne karşı durulamaz, öyleyse ‘gerçekçi olmak
gerekir’. Olup-bitene itiraz etmek yerine ona ‘uyum sağlamalıyız’, öyle boyumuzdan büyük
işlere burnumuzu sokmamalıyız. ‘Mikro projelere’ yönelmekten başka seçenek yoktur... O
zaman yapılacak şey de netleşiyor. Bir taraftan emperyalist sistem her seferinde açların
sayısını artırıp, açlıkla değil açlarla mücadele ederken, diğer yandan da STK’lar, NGO’lar şu
köye su götürüyor, sağlık kliniği açıyor, bu semtte dokuma tezgahları açıyor, ötede ‘yeni
tarımsal ürünlerin’ denemesi yapılıyor. Bunlara cafcaflı isimler de bulunuyor: Alternatif tarım
gibi... Bir NGO sokak çocukları için ‘projeler geliştirirken’ bir Think tank (ki ben bunlara
yalan üretme dükkanları demeyi yeğliyorum) da şu önemli sorun üzerine ‘derin bilimsel
araştırmalar’ yürütüyor... Tabii hepsinin parası da aynı kaynaktan veya kaynaklardan gelmek
kaydıyla
“Gerçekçi olmak” denilen aslında gerici olduğunu gizlemek içindir. Oysa, Murray
Bookcin bu konuda aynı fikirde değil ve şöyle diyor: “ Geçekçi olun ve imkansızı
gerçekleştirin, çünkü imkansızı gerçekleştiremezsek düşünülemez olanla karşı karşıya
geleceğiz.” Aslında politikaya karışmıyoruz diyenler bal gibi birilerinin politikasının
aracıdırlar.
Şimdilerde açlıkla mücadele ettiklerini söyleyen ve açlıktan beslenen oldukça geniş bir
‘açlıkla mücadele bürokrasisi’ oluşmuş durumda. Aynı Hıristiyan misyonerlerin vaktiyle
yaptıkları gibi... Bunlar aç bırakılan insanlara onları aç bırakanlar tarafından verilen paraları
dağıtıyorlar ama kendi durumları açlarınkinden farklı. Lüks bir yaşam sürüyorlar, lüks
otellerde konaklıyorlar, çok yüksek ücret alıyorlar... Ve açlık kazandırıyor... Bu aşamada
Ghandi’yi hatırlamamak olmaz. Ghandi: “ Yoksulları rahat bırakın”...demişti. Ne yapmalarını
isterdiniz? Onlar işlerini yapıyorlar. Meslekleri bu... Bir de bunlara ‘gönüllü kuruluşlar’
diyorlar... Başta emperyalist devletler olmak üzere, devlet ve büyük sermaye (çokuluslu
şirketler) insanların kapitalist yağma düzenine yönelik öfkesini, kinini ve tabii mücadele
azmini ve şevkini kırmak, sistemin mantığının ve işleyişinin tartışılmasını ve anlaşılmasını
önlemek için milyonlarca, milyarlarca dolar harcıyorlar ama bu paralar doğrudan şu devletten
bu STK’ya (NGO’ya) verilmiyor. Devletin yapmak istediği bir şeyi sözde ‘bağımsız’, ‘özerk’
bir kuruluşa yaptırması oldukça yaygın bir durumdur. Devlet veya çokuluslu şirket paraları
önce bir vakfa, derneğe veya enstitüye aktarıyor. Bunlar da katı kurallar koyarak paraları kimi
projelerde kullanılmak üzere Üçüncü Dünya ülkelerindeki NGO’lara ( STK’lara) aktarıyor.
Böylece toplum ‘apolitize edilmek’, ‘depolitize edilmek’ isteniyor.
Parayı verenin yönetmesi kuraldır ve Fransızca bir deyim: finanse eden yönetir
şeklindedir. 1980’lerin ortalarından bu yana, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler
kapitalizme ve emperyalizme yönelik mücadeleyi etkisizleştirmek üzere önemli miktarda
finansman sağlıyorlar. Yazık ki, bu konuda oldukça başarılı oldukları da bir vakıadır... James
Petras, sol örgütlerin bu yolla nasıl ‘ehlileştirilip’ sömürü düzeninin bir parçası haline
getirildiklerine dair Latin Amerikayla ilgili bir anektot naklediyor: “ Santiago Araştırma
Enstitüsünün direktörü taşradan gelmekte olan annesini karşılıyor. Yeni Peugot’suyla annesini
hava alanından alınca annesi soruyor: “ Bu güzel arabayı nereden aldın?” “ Enstitü ödedi,
diktatörlüğü yıkmak için arabaya ihtiyacım var”. Villalarla dolu bir bölgedeki oğlunun evine
yaklaşınca anne soruyor: “Bu güzel evi nerden aldın?” Oğlu cevap veriyor: “ Enstitü ödedi,
diktatörlüğü yıkmak için yaptığım araştırmada bu eve ihtiyacım var”. Yemek odasına
giriyorlar ve anne deniz ürünleri, tavuk, salatalar ve iyi bir kadeh şarapla donatılmış sofrayı
görünce şaşırıyor, “ Pekâlâ bu yemeğe nasıl ulaştın?” Cevap: “Enstitü ödedi, diktatörlüğü
yıkmak için bu yemeğe ihtiyacım var.” Bunun üzerine anne kafasını kaşıyor ve şu nasihati
veriyor: “ Dikkat et ki, kimse diktatörlüğü yıkmasın, yoksa sen bütün bunları kaybedersin...”1
Gerçek anlamda ‘sivil toplumdan’ söz edebilmek için canlı bir siyasal-ideolojikentellektüel mücadele ortamı gereklidir. Oysa, yapılanlar ve yapılmak istenenler tam da
toplumu siyasetten ‘yalıtma girişimidir’. Bu yüzden içi boş örgütler ve içi boş kavramlar
piyasaya sürülüyor. Amaç insanları kolay güdülsünler diye sürüleştirmektir. Eğer insanlar
başkaldırıyorlarsa tarihin öznesidirler ve tarihi yapabilirler. Elbette bu çabalar son tahlilde
başarılı olamayacak. Aksi halde insanlığın bir geleceği olduğundan söz etmek mümkün
olmazdı...
1. Petras’ın Brecha’da (Uruguay) yayınlanan yazısı Türkçe’de “Gerilla Bilanço
Çıkarıyor’ adlı kitapta yer alıyor. Yukardaki alıntı Türkçe baskıdan yapılmıştır.
Ek: 12 Turgut Sunalp Notları
Talat Turhan’ın Notu1
27 Mayıs 1960’ta Kurmay Binbaşı idim. İskenderun 39. Tümen’de Harekat ve Eğitim
Şube Müdürlüğü (G-3) görevine vekalet ediyordum. Tümen Komutanım her yönüyle üstün
nitelikleri olan Tümg.Cemil Uluçevik’ti. Sabah erken saatlerde radyodan okunan bildiriyi
duyar duymaz görevimin başına gittim ve MBK’ye bağlılık mesajını hazırladım. Komutanın
yanında Kurmay Başkanı ile Kıbrıs Alay Komutanı Turgut Sunalp vardı. Sunalp, Demokrat
Parti ‘nin 10 yıllık döneminin yedi yılını yurtdışında geçirdiği için DP yandaşı idi ve ihtilale
karşı çıkıyordu. Aslında hepimiz tam bir belirsizlik içinde bulunmamıza karşın 27 Mayıs’ın
yanında anında yer almıştık. Halk da coşku içinde idi...
Uluçevik imzaya götürdüğüm mesajın doğrudan MBK’ye çekilmesine karşı çıktı. Bağlı
bulunduğumuz 7. Kor. K.lığına gönderilmesini emretti. Direttimse de başarılı olamadım.
Sunalp’tan etkilenmişti. Kuşkusuz normal koşullar içinde hiyerarşiye uygun bir şekilde
gönderilmeliydi; ama bir ihtilal rejiminde hiyerarşi sökmezdi. Kolordu Komutanı General
Kemal Yükep ile Kur. Bşk. Kur. Alb. Şinasi Osma arazide dolaşıp zaman kazanmaya
çalışıyorlar, durumun aydınlığa kavuşmasını bekliyorlardı. Bu koşullarda bizim mesajın
Ankara’ya ulaşması gecikti. O gün Ankara’da bulunan Tüm. Kom. Muavini Tuğg. Yahya
Okçu ‘nun Tümen komutanıyla arası açıktı. Ankara’da 39. Tüm. harekata katılmadı havasını
sezince orada ne söyledi ise 28 Mayıs öğlene doğru Ankara’dan refakatına verilen bir kaç
subayla tümeni teslim alma girişiminde bulundu. Gelen subaylan konuk edip Gen. Yahya
Okçu’yu evinde istirahata gönderdik. Ama hala mesajımız MBK’ye ulaşmamıştı... Tümende
görevli subaylar galeyan halinde idiler.
28 Mayıs öğleden sonra komutan beni çağırdı. Yanında Tuğa. Haydar Olcaynoyan, Kur.
Bşk. Kur. Alb. Kazım Gürkan ve Kur. Alb. Turgut Sunalp vardı. Alınması gereken tedbirler
üzerinde tartışılırken Sunalp bana hitap ederek; “Binbaşı, binbaşı seni ezerim” demek cüretini
gösterdi. Kendisini daha ağır biçimde yanıtladım. Komutandan özür dileyip oradan aynıdım.
Odama döndüğümde Bnb. ve daha alt rütbede 15 kadar genç subay beni bekliyordu. Bana
hitaben “Ya iradeyi eline al ya da biz müdahale ederiz” diyorlardı. ilk önce birbuçuk gün
nerede olduklannın hesabını sordum onlardan, çünkü ben 32 saat görevimin başında idim.
isteklerini protokola bağlayıp imzalattırdım. Turgut Sunalp’ı öldürmeyi bile düşünüyorlardı.
Çünkü, 27 Mayıs sabahı Sunalp’ın “Türkiye’ de ihtilal olamaz, Sovyetler Türkiye’yi
kanştırmak için aynı frekanstan yayın yapıyorlar” dediği duyulmuş, karşı tepkiler
yoğunlaşmıştı... Subay odamda iken içeri Tümen Tabibi Yarbay girdi, ağlıyordu... Kendi
emrinde de bir sıhhiye bölüğü bulunduğunu, görevalmaya hazır olduğunu açıklıyordu.
Subayların tüm istekleri yerine getirilecek cinsten değildi; ancak onları yatıştırmak için
protokola son imzayı da ben atmıştım.
Ne yapacağımı düşünürken odama sınıf arkadaşım P. Bnb. Ziya Belibağlı girdi.
Ankara’dan MBK üyesi Dündar Taşer’den selam getirdi ve oradaki havayı yansıttı.
Taşer’in55 o an içişlerini yönettiğini öğrendim. İskenderun postahanesi Mu. Ütğm. Necati
Urgunlu tarafından denetime alınmıştı. Şehirlerarası santral bölümünde iki gençkız vardı.
Urgunlu’dan bana Taşer’i bulmasını ve santralı boşaltmasını rica ettim. Santralden Taşer’le
konuştum. 39. Tümen’den emin olmalannı ilettim ve protoko!’u tümüyle dikte ettirip, ondan
yapılabileceklerin değişik aralıklarla MBK emri olarak 39. Tümene gönderilmesini istedim.
MBK’ dan mesaj yağmaya başladı, işler rayına oturdu, ‘icraat başladı’, tepkiler yatıştı...
O sırada bölgeden dört kişinin gözaltına alınıp Ankara’ya gönderilmesi emredildi.
Adana Valisi, Adana Emniyet Müdürü (Zülfü Ağar), Antakya’dan Abdullah Çilli ve soyadı
Kuseyri olan bir kişi. Bu kişilerin uygar bir şekilde Ankara’ya gönderildiğini biliyorum.
Abdullah Çilli ‘yle uzun süre sohbet ettiğimi anımsıyorum.
Bir olayı aynntı da olsa açıklamak istiyorum. O günlerde bir beyefendi odama geldi.
Adana’dan Ankara’ya uçakla gitmek için izin istiyordu. Kendisine uçuşların serbest olduğunu
söyledim. Adını ve sanını öğrenecek zamanım yoktu. Yanm saat sonra MBK’ dan uçuşlann
izine bağlandığı konusunda emir geldi. Devlet adına vatandaşı yanıltmanın ağırlığını
taşıyamazdım. Meçhul kişinin Adana’ya iki saatten önce gidemeyeceğini bildiğim için bir
topçu keşif uçağı ile görevlendirdiğim bir subayı boş izin belgesiyle Adana Hava Alanı’na
gönderdim. Tarifime göre yolcu bulunmuş, uçması sağlanmıştı. Ankara dönüşü teşekkür için
ziyaretime geldi. Hatay’ın tanınmış ailelerinden Mürsaloğlu ailesindendi. Bu ailelerin bir
bölümünün CHP’yi, bir bölümünün de DP’yi tuttuğunu öğrendim. Kendisine yardımcı
olduğum kişi CHP’li imiş sonra dost olduk. Yönetim anlayışımı hep bu duyarlılık içinde
sürdürmeye çalıştım; ama bu tarz yadırganıyordu...
İskenderun’da 27 Mayıs sonrası cereyan eden olayları, özellikle Turgut Sunalp’ın
durumunu saptamak için Genelkurmay, Yargıç Yüzbaşı Turgut Akan’ı soruşturma için
Tümen’e gönderdi. Sanırım Akan 15 günde görevini tamamladı; bana teşekkür edip bir kaç
klasörle aynldı. Soruşturma sonucu o günun koşullannda Turgut Sunalp’ın kesinlikle emekli
edilmesı gerekıyordu. Ancak MBK üyesi Kur Alb Sezai Okan, onu kurtardı. Sunalp bu olayı
hiç unutmadı; 12 yıl sonra Zihni Paşa köşkünde bana işkence yapılırken seyirsiler arasında
bulunduğunu daha sonra öğrendim.
Em. Amiral Vedii Bilget’in Notları
11 Mart sabahı Genişletilmiş Komutan Konseyi, Genelkurmay’da toplanmıştı. Tağmaç
ve Kuvvet Komutan’larının dışında 27 üst rütbeli General ve Amiral de oradaydı: Deniz
Kuvvetleri’nden Kemal Kayacan, Bülend Ulusu ve Necmettin Sönmez; Kara Kuvvetleri’nden
Zeki İlter, Semih Sancar, Eşref Akıncı, Faik Türün, Kemalettin Eken, Hamza Görgüç, Hamza
Günalp, Kemal Tarhan, Doğan Özgöç-men, Kemal Ersun, Fehmi Başer, Hayati Savaşçı,
Turgut Sunalp, Zeki Erbay, Fethi Esener, Atıf Erçı-kan ve Kenan Evren; Hava
Kuvvetleri’nden Nahit Özgür, Remzi Yelman, Ahmet Dural, Mehmet Eziler ve İrfan
Özaydınlı.
Tağmaç, komut verir gibi sert bir sesle “Bugüne nasıl gelindiği ve siyaset üzerinde
durmayacağız. Ortam nedir ve ne yapılması gerekir sorularına cevaplarınızı istiyorum”
demişti.
Kemal Kayacan’a göre, “Silahlı Kuvvetler’de birlik ve beraberlik ve Komuta
zincirinden ayrılmamak temin edilmeli, subay ve astsubaylar biliçlendirilmeli, en kısa
zamanda seçime gidilmeli, milli bir koalisyon ya da kuvvetli bir hükümet kurulmalı,
Anayasa’nın öngördüğü sosyo-ekonomik reformların ele alınması” gerekiyordu.
Bülend Ulusu, “Bugün toplum bir bölünme içindedir, birkaç yıl sonra durum daha da
kötü olacaktır. Bölünmenin Silahlı Kuvvetlere sıçramayacağını söylemek güçtür. Kuvvetli
Parlamento ve hükümet teşkili emir komuta zinciri içinde sağlanlamlıdır” görüşündeydi.
Necmettin Sönmez, “Tedbirlerle meseleler halledilir. Ancak bu sistemle Türkiye’nin
problem-lerine çare bulunamaz. Atatürk’ün ilkeleri bugün yokolmuştur. Yönetimde bir fikir
ve doktrin yoktur. Seçim ve başka bir hükümetle çare aramak gaflet olur. Ufak tefek
tedbirlerle durum düzeltilemez. Zaman, Silahlı Kuvvetler aleyhine çalışmaktadır. Zamanın
takdiri size aittir. Ancak hazırlıklı bulun-mak ve Silahlı Kuvvetleri bir fikrin etrafında
toplamak gayreti gösterilmesi gerekir” kanısındaydı.
Semih Sancar,”Ordu, cereyanların tesiri altındadır. Fakat orduda bir örgüt olduğunu
sanmı-yorum. Başka fikirler besleyenler dışarı atılmalıdır. Hiyerarşik düzende dahi bir
hareket yapılsa bile biraz sonra ekipler birbirini yemeğe başlar. Emir Genelkurmay
Başkanından gelmeli, Kuvvet Komu-tanları fazla ses vermemelidir” düşüncesindeydi.
Eşref Akıncı, “Bu Anayasa ve demokrasi ile mesele hallolmaz. Ordu el atsın deniyor,
önümüz-de 1960 misali var. Sonra ne olacak? Bu işten nasıl sıyrılacak?” diye soruyordu.
Faik Türün, “Anayasa bize uygun değildir. Etnik grupların ve mezheplerin faaliyetleri
geliş-miştir. Aşırı ideolojiler gelişme zemini bulmuştur. Öğretmen kadrosu aşırı sola
kaymıştır. Yargı organı aşırı sola hizmet etmektedir. Gençlik sol eylemlerin mihrakı olmuştur.
Sendikalar sola kaymıştır. Bölücülük ve sol beraberdir. Basın ve TRT memleketin
parçalanmasında rol almaktadırlar. Büyüklere bazı tarihi vazifeler düşmektedir. Fazla zaman
kaybedilmemelidir. Ordunun bu işe müdahale etmesi lazımdır. Yeni bir Kurucu Meclis
kurulmalıdır. Ordu aktif vazife alıp yıpranma-malıdır. Aşırı solun beli kırılmalıdır. Öğretmen
kadrosu tasfiyeye tabi tutulmalıdır” yanıtını vermişti.
Hamza Günalp, “Sosyal ve ekonomik reformlar yapılmalı, Gençliği ve milleti
Kemalizm etrafında toplamalıdır. İktidarın çekilmesini temin edip itibarlı bir kişi etrafında
yeni hükümet kurmak gerekir” demişti.
Doğan Özgöçmen, “Bugünkü ortam, 1960’a benzememektedir. Hükümet fiilen
memleket çocuklarını ikiye bölmüştür. Yüksek komuta hiyerarşik durumunda bir değişiklik
yapılmadan iktidarın değiştirilmesi gereklidir” savındaydı.
Hayati Savaşçı, “Basın, yayın, TRT nizama konulmalıdır. Gerekirse Anayasa tadil
edilmelidir. Silahlı Kuvvetlerin tedavisi şarttır. Kurala uygun kararı Komuta katı vermelidir”
biçiminde konuştu.
Turgut Sunalp, “Memleketin iç güvenliği kritik hale gelmiştir. Hükümet başkanının ve
muha-lefet liderinin durum ve tutumları malumdur. Ordu içinde ve dışında tertip ve hazırlıklar
vardır. Geçen zaman, sağ ve solun lehine, ordunun aleyhinedir. Alttan gelecek bir hareket
memleketi batırır. Dur demenin zamanı gelmiştir. Komuta zinciri içinde verilecek emre
amadeyim” diye kestirip atmıştı.
Atıf Erçıkan, “Hep demokrasiyi zedelemeyelim diye işe karışmama yolu tuttuk. Ama
maalesef el koyma zamanı gelip geçti” savındaydı.
Nahit Özgür, “Silahlı Kuvvetler mensupları durumdan memnun değiller. Bir karışıklık
var. Birçok nedenlerle bugüne gelinmiştir. Ordudaki genç kuşaklar bu mesele ile
meşguldürler. Bu ortam-da gittikçe aktif rol alma eğilimi artmaktadır. Bir karar safhasına
gelinmiştir. Bu kararı komuta katı vermelidir” görüşünü savundu.
İrfan Özaydınlı, “Halk efkârı Silahlı Kuvvetler’den bir karar beklemektedir. Esas konu,
bu kararın nasıl tecelli edeceğidir. Silahlı Kuvvetler idareye el koysun mu koymasın mı? Bu
mecburiyet ergeç doğacaktır” düşüncesini öne çıkardı.
Ahmet Dural, “Fertler ne bugünden memnun ne yarından emindirler. İktisadi
istikrarsızlık ve emniyet olmayınca durum tabii olarak bu hale gelmiştir. Durumu siz büyükler
düzeltirsiniz” diyerek susmuştu.
Telefon çaldı. Genç bir teğmen arıyordu. 28. Tümen alarmdaydı. Tümgeneral
Abdurrahman Ergeç, manevra giysileriyle dolaşıyordu. Neler oluyordu?
“Sakın heyecanlanmayın. Kimseyle konuşmayın. Evinizde oturun” dedim.
***
Ay sonundaki (Ağustos 1972) atamalarda terfi edeceğini ve kendine yeni görev
verileceğini bilen Korgeneral Turgut Sunalp Ankara’ya geldi. Korgeneral Hayati Savaşçı ile
sohbet ederken boşboğazlık yaptı ve ağzından bazı şeyler kaçırdı. Ertesi gün, İstanbul’da
gözaltına alınanların Şubat ayında kurulan Sıkıyö-netim Tahkikat Komisyonu Başkanı
Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün denetimindeki MİT’in özel bir sorgu evinde tutulduklarını
öğrendik. MİT Müsteşarı Nurettin Ersin de sorgularda bulunuyordu. Sunalp, “ağızlarından
söke söke bilgi alınıyor” demişti. Bu da, gözaltındakilere işkence yapıldığı anlamına
geliyordu elbet. Kimileri buna inanmak istemediler. Bir subayın diğerine işkence yapmasını ya da işkence edilmesini izlemesini- akılları alamıyordu. Oysa, 1961-63 arasında neler
görmüştük!
Ağustos sonunda “27 Mayısçı ve devrimci tüm unsurları yoketme” planı tutmamışa
benziyordu. Gürler, Genelkurmay Başkanı olmuştu.Batur, görevinde kalmıştı.Görev süresi
biten Celal Eyiceoğlu’nun yerine Kemal Kayacan, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na
getirilmişti. Gürler’den boşalan Kara Kuvvet-leri Komutanlığı da Orgeneral Semih
Sancar’ındı. Bu arada Turgut Sunalp da Orgeneral olmuş ve Genelkurmay İkinci
Başkanlığı’na atanmıştı.
***
7 Şubat (1973) günü, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşülürken, AP ve MGP’liler
“Üniversitede geniş çapta tasfiye” istediler. Ayni gün, Madaoğlu davasında savcı çok uzun bir
iddianame okudu. Ortada geniş bir gizli örgüt bulunduğunu öne sürdü ve sanıklar için 12 yıla
varan ağır hapis cezaları istedi. Ertesi gün, Kıbrıs’ın Rum kesiminde yapılan
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Makarios kazandı. Seçilmesinde en büyük desteği Moskova’ya
yakınlığıyla bilinen AKEL partisinden almıştı. Washington ve Atina duruma tepki gösterdiler.
Bu arada, Türkiye’de Askeri Şura toplantısı yapıldı. Toplantı ertesinde, Gürler’in
durumu da irdelendi. Faik Türün, Namık Kemal Ersun ve Orhan Yiğit, Sunay’ın görev
süresinin uzatılmasından yanaydılar. Hilmi Fırat, eğer bu sağlanamazsa Gürler’in adaylığının
desteklenmesini istedi. Emin Alpkaya ve Nahit Özgür, Muhittin Taylan’ın cumhurbaşkanı
olmasını uygum gördüklerini söylediler. Doğan Özgöçmen ise, ortaya isim atılarak
parlamentonun baskı altına alınmamasına, bunun ters sonuçlar verebileceğine dikkat çekti.
Gürler, bu noktada sessizliğini bozdu. Ona göre politikacılar içtenliksizdiler ve oyunlar
peşindeydiler. Silahlı Kuvvetler içinde ayrılık çıkartmaya çalışıyorlardı. 12 Mart’a önceleri
ses çıkarmamışlardı ama şimdi Anayasa’ya aykırı bir eylem sayıp dava edilmesini bile
kışkırtıyorlardı. Turhan Bilgin ve Seyfi Öztürk aralıksız orduya sataşıyorlardı. Siyasi huzur ve
istikrar, ancak devletin başına reformcu ve yetenekli bir insanın seçimiyle sağlanabilirdi.
Turgut Sunalp, İstanbul’da sürdürülen davanın ve araştırmaların Gürler’in başını
istediğinini biliyordu. Batur ve Kayacan da suçlu çıkarılmak isteniyorlardı. Ziverbey’de olan
biteni yakından izlemişti. Gülümseyerek bir öneride bulundu. Bir muhtıra daha verilsin, her
türlü seçim ertelensin, revizyon edilecek bir hükümet kurulsun. Gürler, Batur ve Kayacan’ın
başlarını daha da belâya sokmaya çalışıyordu.
Namık Kemal Ersun, bir bildiri yazılmasını, konunun MGK’da görüşülmesini, Silahlı
Kuvvetler’e sataşmaların durdurulması ve Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda Turgut Toker
aracılığıyla Demirel’le bağlantı kurulmasını önerdi.
Faik Türün, bütün parti liderleriyle konuşulmasından yanaydı. Toplum psikolojisi
dikkate alınmalıydı. O da bu yolla, Gürler’in önünün kesileceğini varsayıyordu kuşkusuz.
İstanbul’da yürüttüğü davalarla kıstırmayı düşünüyordu hepsini.
Nahit Özgür, üçüncü maddenin işletilmesinin istenmediği havası verilmesinin 12 Mart
muhtırası etkisini zayıflattığından yakındı.
Kemal Kayacan, açık ve net konuştu. İki aday saptanmalıydı. Biri mutlaka Gürler
olmalıydı. İkincisinin adı açıklamamalıydı. Bir toplantı yapılması düşüncesindeydi. Liderler
gelirler ya da gelmezlerdi. Bir bildiri yayınlanırdı ve Muhtıra’nın üçüncü maddesi de mutlaka
tehdit unsuru olarak kullanılırdı.
***
23 Şubat’ta, (1973) Kemal Kayacan’ın Deniz Kuvvetleri’ndeki odasında bir toplantı
yapıldı. Batur’un ve Semih Sancar, Turgut Sunalp, Eşref Akıncı, Orhan Yiğit ve İhsan
Över’in katıldıkları toplantıda, AP Senatörü Mahmut Vural’ın TBMM içinde 100 dolayında
AP’linin Demirel’e karşın Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanlığını destekleyecekleri yolundaki
haberi irdelendi. Bu konuda, oy vermeyi taahhüt edenlerden yazılı bir belge istenmesi
kararlaştırıldı.
4 Haziran’da (1973) Amiral Bahattin Özülker’den bir haber geldi. Celil Gürkan’ın
göaltına alındığını duyar duymaz Fahri Korutük, Genelkurmay İkinci Başkanı Turgut Sunalp’i
çağırtmıştı. “Neler çevirdiğinizi biliyorum. Bilget Amiral’e dokunursanız karışmam” demişti.
Şaşırdım kaldım. Özülker, “bu arada rahat dur”mamı diliyordu.
Sunalp’i sıkıştıran yalnızca Korutürk değildi. Kemal Kayacan da İstanbul’daki gelişimin
farkındaydı. “Bir cunta yönetimi getirmek amacıyla ihtilâl öngören gizli örgütün en üst
kademesini işgal edip emir ve kumandasını kendi elinde bulunduran zevatın yüksek askeri
rütbeli kişilerden” oluştuğu ve bunları suçlayacak kanıt toplamak için eyleme geçildiğini
anlamıştı. 5 Haziran’da, Muhsin Batur’la görüştü. Birlikte Genelkurmay Başkanı Semih
Sancar’a gittiler. Kısa bir konuşmadan sonra çıktılar. Sancar, Sunalp’i çağırdı ve çok sert bir
dille suçladı. Sunalp’e düşen İstanbul’u arayıp Faik Türün’ü uyarmaktı. Sancar, Tağmaç
değildi. Ertesi gün Celil Gürkan, İlyas Albayrak ve Fakih Özfakih serbest bırakıldılar.
***
Temmuz (1973) ayının en çarpıcı olayı, içlerinde Or ve Korgenerallerin de bulunduğu
çok sayıdaki subayın erken ve olağandışı atanmaları oldu. Bunun bir nedeni Gürler’in adaylığı
sürecindeki dalga-lanmalardı. Diğer nedeni ise, özellikle Gürler’in emekliliğinden sonra daha
da somut biçimde geliştirilen 12 Mart öncesinde “Bir cunta yönetimi getirmek amacıyla ihtilâl
öngören gizli örgütün en üst kademesini işgal edip emir ve kumandasını kendi elinde
bulunduran zevatın yüksek askeri rütbeli kişilerden” oluştuğunu işkence yoluyla elde edilen
ifadelerle kanıtlayıp 27 Mayısçı ve devrimci kadroları tümden tasfiye etmek eylemine
karışanlardı. Bu bağlamda, Turgut Sunalp de Genelkurmay İkinci Başkanlığı’ndan alınıp
Akademiler Komutanlığı’na atandı. Sunay-Tağmaç komploculuğu dönemi geride
kalmaktaydı.
***
“Sabotaj davası”, bir ülkede herhangi bir kişi ya da kişilerin yargı organı kararı ile suçlu
bulunmadan, kimi kurumlarca peşinen suçlu ilan edilmesine en tipik örnekti. Gözaltındaki
kişilere daha sanık sıfatı bile verilmeden TRT ve basın organları davayla ilişkili herkesi suçlu
ve vatan haini saymış, konuya ilişkin kitap bile bastırılmıştı. Ne ki şimdi, tümünün suçsuz
oldukları saptanıyordu. Çektikleri işkencenin ve ailelerinin karşı karşıya kaldıkları durumun
sorumlusu kimdi? Hiç kuşkusuz, Turgut Sunalp’ti. Davayla ilgili olarak, 10 Ağustos 1972
tarihinde, Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı -o sıralarda 15. Kolordu
Komutanı gözüken Korgeneral- Turgut Sunalp’in imzasıyla bir bildiri yayaınlamıştı. Bildiride
Sunalp, “Komutanlığımız, Sıkıyönetim idaresi ilanından bu yana diğer anarşik eylemlere
olduğu kadar sabotaj faaliyetleri üzerine de büyük titizlikle eğilmiş ve sırasıyla 27 Kasım
1970’de Kültür Sarayı’nı yakan, 5 Mart 1972 gecesi turistik Marmara gemisini batıran ve 28
Haziran 1972 gecesi de Eminönü arabalı vapurunu havuz kapağına sabotaj suretiyle yarı batık
hale getiren bu örgütlere bağlı sabotaj ekiplerinin bütün delilleriyle birlikte meydana çıkarmış
ve faillerini yakalamıştır” diyordu. Oysa bildirinin yayınladığı gün bile, yanan Kültür
Sarayı’nın sahnesini yapan Brauken Bau firmasının yangının hemen ardından uluslararası
yangın eksperlerine olay yerinde hazırlat-tığı rapor devletin elindeydi. Bilirkişi Prof.Ehle,
yangının “büyük ihmal, dikkatsizlik ve sorumsuzluk” nedeniyle çıktığını belirtmişti. On ton
dekor malzemesi sahnenin sofito bölümündeydi. Yangından bir gün önce, beşyüz vatlık bir
spotun, sofitoda bir dekor parçası üzerinde ayni şekilde bir yangın başlatmış ama önlenmişti.
Öte yandan, havalandırmayı yapan klima cihazının hiç kapatılmadığı, haftada bir kez olsun
sahne bakımı yapılmadığı, ana vananın kapalı tutulması nedeniyle yangını söndürmek için
kulla-nılan yağmurlama sisteminde hiç su bulunmadığı, yangın uyarı düzeneğinin işlemez
durumda olduğu raporda açık açık yazılıydı.
Tüm bu verilere karşın Sunalp, sanki bir yargıç gibi ortaya atılıyor ve olayın “sabotaj”
olduğunu bildirip suçluların yakalandığını duyuruyordu. İş bununla da bitmiyordu. Olayın
üzerlerine yükleneceği kişilerden bir çoğu, Sunalp’in bildirisi yayınlandıktan çok sonra
tutuklanıyorlardı. Örneğin Yaşar Yılmaz bildiriden 14, Osman Kiper 36, Hasan Sabri Kısar 45
ve Yücel Yaman ise 60 gün sonra gözaltına alınıyorlardı. 23 Kasım 1972’de İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığı bir brifing düzenliyor ve Sunalp basına, “Yapılan sabotajların
Tersane-İş adlı Marksist-Leninist bir sendika tarafından düzenlendiği,
1 milyon 165 bin lira dağıtıldığı, Kültür Sarayı’nın yakılabilmesi için işin çok önceden
planlandığı, personelin bir kısmının bu işten haberli olduğu”nu söylüyordu. Ama brifing günü
bile, daha ortada açılmış herhangi bir dava yoktu.
1973 yılı Şubat ayında dava henüz mahkeme aşamasına gelmişti. Ama Birinci Ordu ve
Sıkıyönetim Komutanlığı “Komünistler Gençlerimizi ve İşçilerimizi Nasıl Aldatıyorlar?” adlı
bir kitap yayınlamıştı bile. Kitap, büyük fabrikalara ve üniversitelere ücretsiz dağıtıldı. Hatta,
Almanya’daki işçilerimize bile gönderildi. Kitapta “sabotaj davası”na büyük yer verildi. “İşte
komünistlerin bir vahşet örneği daha” denildi ve “Avrupa’nın en büyük ve en güzel kültür
sarayı, birkaç vatansızın eliyle yakıldı”, “Vatanı içten vurmak amacı güden satılmışlar
aldıkları 465 bin karşılığında Marmara gemisini yakıp Haliç sularına gömdüler”, “Bazı
soysuzlar komünistlerden aldıkları 300 bin lira karşılığında Eminönü araba vapurunu
batırdılar” yargısında bulunuldu. Daha dava başlamadan tutuklular “vatansız”, “satılmış”,
“soysuz”, “komünist” ilan edildiler. Tercüman ve Son Havadis gazeteleri “Ekonomik bir
çöküntü planlıyorlardı”, “Mali serveti yoketmek peşindeydiler” gibi manşetler attılar.
Suçlamalar giderek parasal boyutu içermekteydi. Hatta bu dava, seçimlerden önce
İstanbul’da sıkıyönetimin uzatılmasına gerekçe bile gösterildi. Oysa şimdi, tüm tutuklular
beraat etmiş ve sabotaj savları çürük çıkmıştı. Turgut Sunalp neyin peşindeydi? Neden bu
davayla böyle yakından ilgilenmiş, daha dava açılmadan suçlular ilan etmişti? Olayların
“sabotaj” sayılmasında neden bunca çaba göstermişti? Acaba tüm bunun sırrı sigorta
şirketlerinin tazminat ödeyecekleri açıklamasında mı gizliydi? Hiç kuşkusuz, olayların
“sabotaj” olarak belirlenmesi sigorta şirketlerinin işine yarıyordu.
Turgut Sunalp, İstanbul sıkıyönetiminde etkinken 12 Mart öncesinde “Bir cunta
yönetimi getirmek amacıyla ihtilâl öngören gizli örgütün en üst kademesini işgal edip emir ve
kumandasını kendi elinde bulunduran zevatın yüksek askeri rütbeli kişilerden” oluştuğunu
işkence yoluyla elde edilen ifadelerle kanıtlayıp 27 Mayısçı ve devrimci kadroları tümden
tasfiye etmek eylemini düzen-leyenlerdi. Hatta bu dava ve araştırmalarla Gürler’in başını da
istiyordu. Batur ve Kayacan’ı da suçlu çıkarmak peşindeydi. Ziverbey’de olan biteni yakından
izlemişti. Ama, 1972 yılında benim de tutuk-lanmam olasılığı üzerine Fahri Korutük’ten
“Neler çevirdiğinizi biliyorum. Bilget Amiral’e doku-nursanız karışmam” zılgıtını yemişti.
Ayni yılın Ağustos’unda Genelkurmay İkinci Başkanlığı’na atanma günlerinde Korgeneral
Hayati Savaşçı ile sohbet ederken boşboğazlık yapmış ve ağzından bazı şeyler kaçırmıştı.
İstanbul Ziverbey’de Sıkıyönetim Tahkikat Komisyonu Başkanı Tümgeneral Memduh
Ünlütürk’ün denetimindeki MİT’in özel bir sorgu evininin işkence uygulamalarına ayrıldığını
söylemiş ve “ağızlarından söke söke bilgi alınıyor” demişti. MİT Müsteşarı Nurettin Ersin de
sorgularda bulunduğu fısıldamıştı. 1973 Şubat ayındaki Askeri Şura toplantısında ise “Bir
muhtıra daha verilsin, her türlü seçim ertelensin, revizyon edilecek bir hükümet kurulsun”
önerisinde bulunarak Gürler, Batur ve Kayacan’ın başlarını daha da belâya sokmaya
çalışmıştı.
Ama artık Sunay-Tağmaç komploculuğu dönemi geride kalmıştı ve getirildiği
Genelkurmay İkinci Başkanlığı’ndan alınıp Akademiler Komutanlığı’na atanmıştı. 27 Mayısçı
ve devrimci kadroları tümden tasfiye eylemleri suya düşmüştü. Sunalp’e bir mektup yazıp
“Sabotaj olayları iddiasının neresindeydiniz? Sigorta şirketlerinin sözcülüğünde mi?” diye
sormaya karar verdim.
Talat Turhan’ın Açıklamaları:
1. Org. Turgut Sunalp, 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün’ün görevli
olarak İstanbul dışında bulunduğu zaman İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na vekalet
ediyordu. Bu kısa süreli vekaletini fırsat bularak Sabotaj Davası’nı tezgahladı. Ancak idam
istemiyle yargılanan 22 sanığın tümü beraat etti. Bu fiyaskoya karşın yıllar sonra Turgut
Sunalp sanıkların suçlu olduğuna inandığını açıklayıp antikomünist (!) tavrını sürdürdü.
Emekli olduktan sonra da politik denemesi fiyaskoyla sonuçlanınca Ottowa Büyükelçiliğiyle
ödüllendirildi.
2. Org. Turgut Sunalp, beni Sabotaj Davası’nda da sanık yapmak için çok uğraşmıştır.
Bkz: Talat Turhan’ın 10 klasör, 4500 sayfalık savunması, 1975, “Somut Hukuki Savunma”,
Sabotaj Davasıyla İlişki bölümü (yayınlanmadı)
1. Bkz: Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri, 1. Kitap, Sorun Yayınları, Birinci
Baskı: Haziran 2001
Ek: 13
National Bureau of Economic Research
(NBER)
Ulusal İktisadi Araştırmalar Bürosu (National Bureau of Economic Research - NBER)
1920 yılında “özel, kar amacı gütmeyen ve partilerden bağımsız” olarak kurulmuştur. 600’den
fazla -12’si Nobel ödüllü Amerikalı- iktisat profesörünü içermektedir. Bu yönüyle dışarıdan
bakılınca “oldukça güvenilir” bir “iktisadi araştırma” kuruluşu olarak görülür. Oysa 1921’de
banker Pierpont Morgan öncülüğünde kurulan CFR’a (Council of Foreign Relation - Dış
İlişkiler Konseyi) bilgi veritabanı hazırlama odağı olarak tasarlanmıştı. Daha sonraki
aşamada, James Woolsey döneminde CIA ile bağlantılı konuma getirildi. Michael H.
Moskow’un başkanlığında yönetilen NBER’in üst düzey kadrosundaki isimler Elizabeth E.
Bailey, Martin Feldstein, Susan Colligan, Robert Mednick, Kelly Horak, Gerri Johnson, Peter
C. Aldrich, John H. Biggs, Andrew Brimmer, John S. Clarkeson, Don R. Conlan, George C.
Eads, Jessica P. Einhorn, Martin Feldstein, Jacob Frenkel, Judith M. Gueron, Robert S.
Hamada, George Hatsopoulos, Karen N. Horn, Judy Lewent, John Lipsky, Laurence Meyer,
Alicia H. Munnell, Rudolph A. Oswald, Robert T. Parry, Richard N. Rosett, Marina v. N.
Whitman, Martin B. Zimmerman, George Akerlof, Jagdish Bhagwati, Ray C. Fair, Michael J.
Brennan, Glen G. Cain, Franklin Fisher, Saul H. Hymans, Marjorie B. McElroy, Joel Mokyr,
Andrew Postlewaite, Uwe E. Reinhardt, Nathan Rosenberg, Craig Swan, David B. Yoffie,
Arnold Zellner, Jeffrey M. Perloff, Gail D. Fosler, Arthur Kennickell, Richard C. Green,
Robert Mednick, Angelo Melino, Richard B. Berner, John J. Siegfried, Thea Lee, William W.
Lewis, Gavin Wright ve Eli Shapiro’dur. 365 Fifth Avenue, Suite 5318, New York’daki
merkezi ve 30 Alta Road, Stanford, California’daki ek birimiyle sürekli araştırma ve analiz
projeleri üreten NBER, yerküre üzerindeki birçok “bağımsız bilimci” barındıran sivil toplum
kuruluşlarını (STK) desteklemektedir.
Türkiye’ye de yoğun ilgi gösteren kuruluşun ülkemizle ilgili bazı araştırma belgelerine
internet üzerinden ulaşmak mümkündür:
1980 Ağustos ayında w0532 kodlu Anne O. Krueger ve Baran Tuncer’in (şimdilerde
iktisat profesörü, Dünya Bankası Başekonomisti, Sosyal Demokrasi Derneği SDD Danışma
Kurulu Üyesi, Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği Danışma Kurulu Başkan Vekili,
Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı TAP Yönetim Kurulu Başkanı, 17.11.197431.03.1975 tarihleri arasında kurulmuş Sadi Irmak hükümetinin Gümrük ve Tekel Bakanı)
hazırladıkları “Microeconomic Aspects of Productivity Growth under Import Substitution:
Turkey”
http://papers.nber.org/papers/w0532
1987 Mart ayında w2195 kodlu Anne O. Krueger’in hazırladığı “The Importance of
Economic Policy in Development: Contrasts Between Korea and Turkey”
http://papers.nber.org/papers/w2195 adresinden
1988 Ekim ayında w2731kodlu ve Ritu Anand ile Sweder van Wijnbergen’in
hazırladıkları “Inflation, External Debt and Financial Sector Reform: A Quantitative
Approach To Consistent Fiscal Policy With An Application to Turkey”
http://papers.nber.org/papers/w2731 adresinden
1993 Aralık ayında w4567 kodlu Dani Rodrik tarafından hazırlanan “Taking Trade
Policy Seriously: Export Subsidization as a Case Study in Policy Effectiveness”
http://papers.nber.org/papers/w4567 adresinden
1995 Kasım ayında w5339 kodlu Dani Rodrik tarafından hazırlanan “Trade Strategy,
Investment, and Exports: Another Look at East Asia”
http://papers.nber.org/papers/w5339 adresinden
1996 Eylül ayında w4990 kodlu Geert Bekaert ve Michael S. Urias tarafından
hazırlanan “Diversification, Integration and Emerging Market Closed-End Funds”
http://papers.nber.org/papers/w4990 adresinden
2002 Ekim ayında w9297 kodlu Stanley Fischer tarafından hazırlanan “Financial Crises
and Reform of the International Financial System”
http://papers.nber.org/papers/w9297
2003 Mart ayında w9587 kodlu Andrew Leigh, Justin Wolfers ve Eric Zitzewitz
tarafından hazırlanan “What Do Financial Markets Think of War in Iraq?”
http://papers.nber.org/papers/w9587
2003 Haziran ayında Craig Burnside, Martin Eichenbaum ve Sergio Rebelo tarafından
hazırlanan “Government Finance in the Wake of Currency Crises”
http://papers.nber.org/papers/w9786
Ek: 14
İstanbul Bilgi Üniversitesi1 STK Eğitim ve Araştırma Birimi
İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi’nin faaliyetleri Açık
Toplum Enstitüsü (OSI) ve Hollanda’lı Kurumu (ACT) tarafından desteklenmektedir.
Birimde bir OSI, bir ACT, bir İBÜ temsilcisinin yanı sıra Ahmet İnsel, Aydın Uğur, Can
Paker, Erdal Yıldırım, Metehan Sekban, Murat Belge, Osman Kavala, Turgut Tarhanlı ve
Feray Salman’dan oluşan bir Danışma Kurulu görev yapmaktadır.
Birim, Prof. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Fatmagül Berktay, Prof. Dr. Aydiı Uğur’un
katıldığı Sivil Toplum ve Demokrasi Seminerleri ile İnsan Hakları Eğitimi Birliği’nden Felisa
Tibbitts, Uluslararası Af Örgütü’nden Alain Bovard, İşkence Kurbanları Merkezi’nden Nancy
Pearson, London School of Economics’den Dr. David Lewis, STK’larda Kaynak Geliştirme,
Andrea Fox Krupp, John Hopkins Üniversitesi’nden Andrea Fox Krupp’un katıldıkları STK
Seminerleri düzenlemektedir. Ayrıca, STK’lara hukuki yardım hizmeti sunmaktadır.
Birim çeşitli STK Proje çağrılarına da aracılık etmektedir. Bunların bazıları şunlardır:
“AB Endüstriyel İlişkiler ve Sosyal Diyalog Programı:
Endüstriyel alanda sektörler arasında ve sektör içi sosyal diyaloğun geliştirilmesi için
etkinlikler desteklenmektedir. Toplam bütçe 11.925.000 Euro’dur. Program dört altbaşlık
altında yürütülmektedir: 1) Avrupa sosyal diyaloğunun desteklenmesi, 2) İşçilerin finansal
katılımının desteklenmesi, 3) Endüstriyel ilişkiler alanında uzmanlığın geliştirilmesi, 4)
Kurumsal sosyal sorumluluk.
“AB DIHAG Makro Projeler - Yerel Halkların Haklarının Korunması Programı:
Bu teklif çağrısı kapsamında yerel halkların ve temsilcilerinin haklarının korunması için
varolan BM veya diğer uluslararası mekanizma ve prosedürlere katılımı, katkısı ve izleme
etkinlklerine yönelik kapasite gelişimi desteklenmektedir. Toplam bütçe 5.771.000 Euro’dur.
“AB AENEAS Programı - Gelişmekte Olan Ülkelerle Göç Alanında İşbirliği:
Programın amacı gelişmekte olan ülkelere göç akışının her boyutunun daha etkin
yönetimi için tamamlayıcı teknik ve finansal destek sağlamaktır. Toplam bütçe 30.000.000
Euro’dur. Desteklenecek etkinlikler köken ülkelerin demografik, ekonomik ve sosyal
durumlarının analizi ve yasal göçün avantajları ve yasadışı göçün sonuçlarıyla ilgili kamuoyu
farkındalığı için çalışmalar; bölgesel ve altbölgesel diyalog toplantıları; yasal ve bölgesel
yetkililer için dış kaynaklı emek ihtiyaç analizi ve strateji geliştirme için kapasite geliştirme;
ekonomik göçe yönelik personel eğitimi, bilgi ve deneyimin derlenmesi ve ağlar oluşumu;
bilginin yayılması ve yasal danışmanlık; kişilerin belgelenmesive veri toplama için kapasite
gelişimi; 1951 Cenevre Mültecilerin Statüsü Sözleşmesine uygun uluslararası koruma ve
sığınma için yasal çerçeve ve ulusal politikaların gelişimi için kurumsal ve idari çerçevenin
geliştirilmesi; uluslararası korumaya erişimin desteklenmesi; mülteci ve sığınmacıların kabul
şartlarının kayıt ve belgelenmesinin geliştirilmesi; yasadışı göçün önlenmesi ne yönelik olarak
üçüncü ülkelerde etkin politikaların oluşturulması için bölgesel ve alt-bölgesel işbirliği ve
diyaloğun desteklenmesi; sınır kontrolleriyle ilgili bölgeler arası işbirliğinin teşviki; yolculuk
belgelerinin ve vizelerin güvenliği için kapasite gelişimi; sığınma, göç ve suçun önlenmesiyle
ilgili ulusal yasaların ve yönetim sistemlerinin etkinliğinin oluşturulması, uygulanması ve
izlenmesi için kapasite gelişimi ve personel eğitimi; sınır kontrollerinin geliştirilmesi için
kurumsal ve idari çerçevenin değerlendirilmesi ve geliştirilmesi; yasadışı göç edenlerin kendi
ülkelerine yasalara saygı ve kalıcılık temelinde iadesi ve dönüşü için ilgili üçüncü ülkelerde
kapasite gelişimi; dönenlerin sürdürülebilir bir şekilde yeniden entegrasyonu ve
yerleştirilmesi için destek; sosyo ekonomik yeniden bütünleşmelerine yönelik eğitim ve
işgücüne katılımları programlarının desteklenmesi; üçüncü ülkelerin ilgili diğer ülkelerle
iadelerle ilgili müzakerelerine destek; iade anlaşmalarının uygulanmasının desteklenmesi;
dönenler hakkında bilginin ve kimlik tespitinin değişimidir.
“AB Barış için Ortaklık Projesi:
AB Komisyonu Ortadoğu Barış Sürecini destekleyecek projelere destek vermektedir.
Toplam Bütçe 5.700.000 Euro’dur. Amaçlar toplumlar içinde çatışmanın dönüştürülmesi ve
aşılması için kapasite geliştirilmesi, barış sürecinin yeniden başlatılması için gereken
koşulların oluşturulması ve Ortadoğu’da kalıcı ve adil bir barış için sağlam bir temel
oluşturulmasına katkıda bulunulmasıdır. Proje alanları, gelecekteki Filistin devletinin bütün
boyutlarıyla doğası; Ortadoğunun gelecekteki bölgesel şekli; mülteciler sorunu, Kudüs
konusu; sınırlar ve yerleşimler sorunu ile doğal kaynaklara ve özellikle suya erişim sorunudur.
“MATRA-KAP Küçük Ölçekli Elçilik Projeleri Programı
Proje başına verilen fon miktarı 11.500 Euro’dur. Sorumlu kurum, Hollanda
Büyükelçiliği veya İstanbul Konsolosluğu’dur. MATRA Programı Orta ve Doğu Avrupa ile
Türkiye’de sosyal alanda çalışan sivil toplum kuruluşları ve yerel yönetimlere yönelik bir
fondur. Program kapsamındaki faaliyetler devlet, devlet kurumları, sivil kuruluşlar ve
bunların birbirleriyle ilişkilerinde değişim sürecini teşvik etmeyi amaçlamalıdır. Bu nedenle
MATRA Programının temel amacı iyi yönetişim, demokratik yurttaşlık ve sivil topluma katkı
yapmaktır. MATRA-KAP Porgramı ise MATRA Programının temel temaları kapsamında
küçük ölçekli STK’ların kurulmasına veya veya bu tür STK’ların faaliyetlerinin
desteklenmesine yöneliktir.
“Danimarka Büyükelçiliği - FEU Fonu
Fon miktarı proje başına 13.000 Euro’dur. Sorumlu kurum Danimarka
Büyükelçiliği’dir (Lale Refioğlu). Program kapsamındaki faaliyetler AB siyasi kriterlerine
uyum; kapasite geliştirme ve eğitimcilerin eğitimidir.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin kurucu vakfı olan Bilgi Eğitim ve Kültür Vakfı 31 Ekim
1994 tarihinde kurulmuştur. Bilgi Eğitim ve Kültür Vakfı’nın başkanlığını 1994-1996 yılları
arasında Oğuz Özerden yürütmüştür. 1996’dan itibaren de Latif Mutlu başkanlık görevini
üstlenmiştir. Vakıf üyeleri Latif Mutlu, Oğuz Özerden, Prof. Dr. Gülten Kazgan (Kurucu
Rektör), Prof. Dr. Asaf Savaş Akat (İlk Rektör), Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Uğur
Alacakaptan, Prof. Lale Duruiz, Prof. Dr. Serdar Mutlu, Bülent Akarcalı, Yiğit Ekmekçi,
Halit Kakınç, M. Orhun Çavdar, Orhan Gemicioğlu ve Mustafa Sarıgül’dür. Mütevelli
Heyeti’nde ise Oğuz Özerden (Başkan), Prof. Dr. Serdar Mutlu (Başkan Yardımcısı), Prof.
Dr. Lale Duruiz, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Şükrü Arslan Kızılot, Bülent Akarcalı,
Yiğit Ekmekçi, Orhan Gemicioğlu, Nebil İlseven, Mustafa Sarıgül ve Ali Hakan Sümerval
bulunmaktadır. Rektör Prof. Dr. Lale Duruiz’in altındaki öğretim ve yönetim kadrosu ise şu
isimlerden oluşmaktadır: Prof. Dr. Taner Berksoy (İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dekanı), Prof. Dr. İhsan Bilgin (Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı), Prof. Dr. Aydın Uğur
(İletişim Fakültesi Dekanı), Prof. Dr. Turgut Tarhanlı (Hukuk Fakültesi Dekanı), Prof. Dr.
Beyza Oba (Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü), Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan (Meslek
Yüksek Okulu Müdürü), Prof. Dr. Alan Duben (Uluslararası Programlar Merkezi), Prof. Dr.
Gülten Kazgan (TESAR - Toplum, Ekonomi, Siyaset Araştırma Merkezi Müdürü), Prof. Dr.
Turgut Tarhanlı (İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü), Prof. Dr.
Rona Aybay (Deniz Hukuku Araştırma Merkezi Müdürü), Emre Gönen (Avrupa
Dokümantasyon Merkezi Müdürü), Assoc. Prof. Dr. Nevin Yurdsever Ateş (Atatürk İlkeleri
ve İnkılap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü), Asst. Prof. Dr. Leyla Keser
Berber (Bilişim Teknolojisi Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü), Oya Başaran
(İngilizce Dil Programları Direktörü), Serdar Katipoğlu, (MScKütüphane ve Enformasyon
Hizmetleri Müdürü), Dr. Halit Kakınç (Dış İlişkiler Koordinatörü).
1. y.n.: Bilgi Üniversitesi ABD Derin Devletinin temel örgütlerinden biri olan
Comission on Foreign Relation’ın (CFR) görünen yüzünün yayın organı olan “Foreign
Policy” dergisini yayınlamaktadır. ABD ve Türkiye baskılarında yer alan yazarların çoğu
Global Elit-Küresel Seçkinlerden oluşmaktadır.
Ek: 15
Açık Toplum Enstitüsü
Açık Toplum Enstitüsü (OSI), merkezi New York’da bulunan özel bir vakıftır. ABD’li
spekülatör ve darbeci George Soros tarafından “açık toplumların oluşmasını sağlamak için
reform politikalarını şekillendirmek; eğitim, medya, toplum sağlığı, insan hakları, kadın
hakları, hukuk, ekonomi ve sosyal alanlardaki reformları desteklemek” amacıyla kurulmuştur.
Ana amacı eski SSCB, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerindeki Soros Vakıfları’na destek
vermektir. OSI, Soros Vakıflar Ağı çalışmalarını, Afrika, Orta Asya, Kafkaslar, Latin
Amerika, Güneydoğu Asya, Haiti, Moğolistan ve Türkiye’yi kapsayan bir coğrafyaya, 50’den
fazla ülkeye taşımıştır.
Türkiye’ye geldiğinde, “Ordu sizin en değerli ihraç maddenizdir” türünden densiz
sözler sarfeden Soros hakkındaki bizim görüşümüzü “aşırı” bulacaklar için “ılımlı” bir
görüşün, Nuray Mert’in 16 Aralık 2003 tarihli Radikal Gazetesi’ndeki “Politika spekülatörü
Soros” başlıklı yazısına bir göz atalım:
“…söz konusu olmuşken Soros’u daha yakından tanımakta yarar var. Bir kere, Soros
sadece bir uluslararası para spekülatörü değil, aynı zamanda, bir uluslararası politika
spekülatörü. OSI (Open Society Institute) başta olmak üzere kendi kurduğu sivil toplum
kuruluşları dışında, birçok ülkede, sivil toplum kuruluşlarına, basın yayın organlarına, siyasi
partilere mali destek veriyor. Dolayısıyla neyin peşinde olduğu konusunda ciddi bir
spekülasyon alanı oluşuyor. Başarmaktan övünç duyduğu şeyler arasında, Doğu Avrupa’nın
‘Amerikanlaşması’ var. İdeolojik planda liberal sol fikirleri, sivil toplumu, demokrasiyi
destekleyen Soros, Brezilya seçimlerinden önce, solun lideri Lula’nın seçilme ihtimalinin
önlenmesi gerektiğini öylemiş, ‘Roma İmparatorluğu’nda sadece Romalılar oy kullanırdı.
Modern küresel kapitalizmde sadece Amerikalılar oy kullanır, Brezilyalılar değil’ diyerek
skandal yaratmıştı. (İsabel Hilton, The Guardian, 20 Eylül 2003). Sivil toplum kuruluşlarının
yönetim kadrolarında, 1895-89 ABD Dışişleri, istihbarat ve araştırmadan sorumlu
yardımcılığını yapan Morton Abromowitz, eski büyükelçi Warren Zimmerman gibi ABD
yönetim kadrosundan pek çok isim var. Yatırım yaptığı şirketlerden Carlyle, savunma taahhüt
işlerinden büyük paralar kazanıyor. 1997 Uzakdoğu ekonomilerini sarsan para
spekülasyonlarında da büyük paralar kazandıktan sonra, bu konuda soru soranlara,
‘Piyasadaki oyunculardan biri olarak eylemlerimin sonuçları ile ilgilenmek zorunda değilim’
demişti. Bir gazetecinin ifadesiyle, ‘Soros bazılarının düşündüğü gibi tam anlamıyla maaşlı
bir CIA ajanı olmayabilir. Ama şirketleri ile sivil toplum kuruluşlarının ABD yayılmacılığı ile
iç içe olduğundan şüphe edilemez.’ (Neil Clark, Newstatesman, 2 Haziran 2003) Soros
şimdilerde, Bush politikalarına ve Irak savaşına karşı durarak prim yapıyor. Demokrat
Parti’ye yatırım yapıyor olması durumunu yeterince izah ediyor, ama yine Clark’a göre durum
daha vahim, zira, ‘Pax Americana’yı genişletmeye dönük Soros stratejisi Bush modelinden
farklı, özellikle de incelmişlik bakımından. Fakat daha az ihtiraslı veya daha az ölümcül
değil.’ Clark, Soros nezdinde Bush politikalarının en affedilelmez yanının; ‘ABD’nin
ihtiraslarını bu kadar açık ederek oyunu ele vermek gibi bir günah işlemek’ olduğunu
söylüyor ve devamında; ‘Soros ile örgütleyip para sağladığı sivil toplum kuruluşları, yıllardan
beri ‘özgür dünya’nın sınırlarını genişletme işini o kadar ustalıkla yürütmüştü ki neredeyse
kimsenin ruhu duymamıştı’ diyor. Soros’un hikâyesi uzun, biz bitirmeden hemen belirletim,
tabii ki, bir şekilde Soros’tan maddi destek almış tüm sivil toplum kuruluşlarının ABD
politikalarının aracı olduğunu düşünmek yanlış olur. Birçok durumda, Soros’un desteklediği
kurumların gayeleri, anlayışları, Soros’unkinden tamamen farklı olabilir. Ama tam da bu
yüzden anlayıp dinlemeden Soros’u savunmak, en hafifinden, eski bir siyasi tabirle, ‘faydalı
salaklık’ olur.”
Ne ki, ülkemizde “faydalı salak”ların sayısı hiç de az değildir. Soros önceki yıllarda,
Unilever’e bağlı iki şirketi (Yudum ve Sırma) satın alarak gıda sektörümüze girmişti. Ocak
2005’deki Davos Zirvesi’nde Başbakan Erdoğan’ın kendisine yapmış olduğu yatırım
davetinin “yüksek himayesi altında” şimdi de yeni yatırımlar için yeniden ülkemize geliyor.
Gazetelere bakılırsa, Soros’un danışmanları ortaklık kurmak veya satın almak için Türk gıda
sektöründeki 20’den fazla firmayla temasa geçmişler bile. Bunlardan çok daha önemlisi -ve
kötüsü-, Soros Türk Telekom’u da ele geçirmeye çalışıyor.
Bu kere incelerken, Türkiye’nin ekonomisinde ve siyasetinde adı artık daha çok
duyulacak olan Soros’un iki kuruluşunun kimliğini bilgi notu olarak bir kenarda saklamakta
fayda olacak. Bunlardan biri, vergi cenneti Hollanda Antilleri’nde kurulu, pek çok kraliyet
hanedanının ve İsrail’i destekleyen büyük sermaye çevrelerinin paralarını işleten Quantum
Fund (Quantum Fonu). Diğeri de, danışmanlık hizmeti örtüsü altında pek çok firmanın yanı
sıra Quantum Fund’u da yöneten bir başka Soros şirketi: Soros Fund Management (Ayrıntılı
bilgi için Bkz: Mustafa Yıldırım: Sivil Örümceğin Ağında, Toplumsal Dönüşüm Yayınları,
3.Baskı, İstanbul, 2004). Artık bunlar Türkiye’de de baş rolde olacaklar. Soros’un
Türkiye’deki yatırım teşebbüsü, tam bir “Besle kargayı, oysun gözünü” durumu olacak.
Çünkü, ortak olunmuş veya satın alınmış Türk şirketlerinin parasının bir bölümü, danışmanlık
hizmeti, sosyal faaliyetler, sponsorluk talep eden bazı Türk kuruluşlarının desteklenmesi ve
benzeri örtülerle, Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye’deki yan organlarına
akıtılacak. Böylelikle, Soros’’un firmalarında imal edilen malları satın alan herkes gözümüzü
oyacağı kesin olan kargayı kendi elleriyle beslemiş olacak.
1930 yılında Macaristan’ın Budapeşte kentinde doğan George Soros 1947’de
İngiltere’ye göç etmiş ve London School of Economics okulundan mezun olmuştur.
Öğrencilik yıllarında düşünür Karl Popper’ın çalışmalarını tanıyan Soros’un düşünce
gelişiminde ve toplumsal çalışmalarında bu etkilenim önemli rol oynamıştır. Soros, 1956
yılında ABD’ye taşındı ve kurduğu uluslararası yatırım fonundan büyük gelir elde etti. 1979
yılında ilk vakfı olan Açık Toplum Fonu’nu New York’da, Doğu Avrupa’daki ilk vakfı olan
Avrupa Vakfı’nı da 1984’de Macaristan’da kurdu. Bugün, 30’u aşkın bulunan vakıflar ağını
fonlamaktadır. Soros, Orta Avrupa Üniversitesi ve Uluslararası Bilim Vakfı’nın da
kurucusudur. 1994 yılında ağ kapsamındaki vakıflara 300 milyon dolar harcamıştır. 1995
yılında bu miktar 350 milyon, 1997 yılında 428 milyon, 2000 yılında 494 milyon dolara
çıkmıştır.
Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye Danışma Kurulu dokuz üyeden oluşur ve yaklaşık
iki ayda bir toplanır. Danışma Kurulu üyeliği rotasyona tabidir ve her yıl üyelerin üçte biri
yenilenir. Bu kurulun 2001-2002 yılı üyeleri Nebahat Akkoç, Şahin Alpay, Üstün Ergüder,
Murat Belge, Osman Kavala, Ömer Marda, Nadire Mater, Oğuz Özerden ve Can Paker; 20022003 yılı üyeleri Nebahat Akkoç, Şahin Alpay, Özlem Dalkıran, Üstün Ergüder, Murat Belge,
Osman Kavala, Ömer Marda, Nadire Mater, Oğuz Özerden, Can Paker ve Salim Uslu; 20032004 yılı üyeleri Nebahat Akkoç, Özlem Dalkıran, Neşe Düzel, Ahmet İnsel, Eser Karakaş,
Osman Kavala, Oğuz Özerden, Can Paker ve Salim Uslu; 2004-2005 yılı üyeleri ise Sabih
Ataç, Neşe Düzel, Hasan Ersel, Ahmet İnsel, Eser Karakaş, Osman Kavala, Oğuz Özerden,
Can Paker ve Ayşe Soysal’dır. Tüm dönemlerde Kurul Başkanı Can Paker’dir.
OSI, 2003 yılı içinde Türkiye’de yirmiyi aşkın kuruluşun projelerine New York’taki
Genel Merkezi tarafından malî destek sağlanmıştır. Bunlar şöyledir: Açık Site’nin İnternet
Yayıncılığı Projesi; Afet için Sivil Koordinasyon Derneği’nin Gezici Afet Eğitimi Merkezi;
Anadolu Kültür’ün, Anadolu Kültür Odakları Projesi; Ankara Sinema Derneği’nin Gezici
Avrupa Filmleri Festivali; Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın Okul Öncesi Eğitim ve İşlevsel
Yetişkin Okur-Yazarlık ve Kadın Destek Programları; Beyoğlu Gazetesi; Bilgi
Üniversitesi’nin Avrupa’lı Türkler Araştırması; Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları
Eğitim ve Araştırma Birimi; Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi; Boğaziçi
Üniversitesi’nin çeşitli Araştırma Projeleri; Boğaziçi Üniversitesi’nin Sosyal Politika Forumu;
Eğitim Reformu Girişimi; Kadın Girişimciler Derneği’nin Kadın Fonu Projesi; Kadın
Merkezi’nin Namus Cinayetlerini Önleme Projesi; Kadın Yurttaş Ağı’nın Kadınlara Hukuk
Danışmanlığı Projesi; Kadınların Kamu Hayatında Karşılaştığı Engeller Araştırması; Kültür
Bilincini Geliştirme Vakfı’nın Kültür Karıncaları Projesi; Nişantaşı Yaya Sergisi; Proje 4L
İstanbul Güncel Sanat Müzesi’nde bir Modern Sanat Sergisi; Sabancı Üniversitesi - İstanbul
Politikalar Merkezi’nin Avrupa Birliği İzleme Projesi; Sabancı Üniversitesi’nin, Toplumsal
Duyarlılık Modelinin Yaygınlaşması Çalışmaları; Tarih Vakfı’nın, Ders Kitaplarını Gözden
Geçirme Çalışması ve STK Rehberi; Turist Rehberleri Vakfı’nın Çocuk ve Müze Projesi;
Şizofreni Dostları Derneği’nin Ruhsal Engelli İnsanlar için İnsan Hakları Savunuculuğu
Projesi; Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi; Uçan
Süpürge’nin, “Köprüler Kuruyoruz” Belgesel Film Gösterimi ve 6.Uçan Süpürge Kadın
Filmleri Festivali; Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın 2004 Programı’na Destek;
Türkiye Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Araştırmalar Vakfı’nın Türkiye’deki Seçmen
Davranışları Araştırması; ve Uluslararası Basın Derneği’nin Gazeteci Eğitimi Projesi.
2004 yılı içinde ise projelerine mali destek sağlanan kuruluş sayısı otuzu aşmıştır. Başka
bir deyişle, OSI’nin Türkiye’deki etkinliği bir yıl içinde yarıb yarıya artmıştır. 2004 yılında
OSI’den destek alanlar şöylece sıralanmaktadır: Afet için Sivil Koordinasyon Derneği’nin
Gezici Afet Eğitimi Merkezi; Anadolu Kültür ‘ün, Anadolu Kültür Odakları Projesi; Anadolu
Halk Kültür Vakfı’nın, Görünen Köy Projesi; Ankara Sinema Derneği’nin Gezici Avrupa
Filmleri Festivali; Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın Okulöncesi Eğitim ve İslevsel Yetişkin
Okur-Yazarlık ve Kadın Destek Programları; Bağımsız Türkiye Komisyonu’ nun, Avrupa’da
Türkiye Çalışması; Batman Kadın Merkezi’nin, Kadının İnsan Hakları Eğitimi Projesi; Bilgi
Üniversitesi’nin Avrupa’lı Türkler Araştırması; Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları
Eğitim ve Araştırma Birimi; Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi; Boğaziçi
Üniversitesi’nin çeşitli Araştırma Projeleri; Bilgi Üniversitesi’nin 20 İlde İnsan Hakları
Filmleri Gösterimi; Boğaziçi Üniversitesi’nin Sosyal Politika Forumu; Centre for European
Policy Studies ‘in, Çağdaş Türkiye’nin Avrupa Dönüşümü Projesi; Centre for European
Reform ‘un, Avrupa Birliği ve Türkiye için Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Adaylık Süreci
Stratejisi; Dev.Maden-Sen ‘in, Özel Sektör Madenciliği Alanında Ekonomik ve Sosyal Haklar
Uygulamalarının Araştırılması ve Geliştirilmesi Projesi; Diyarbakır Barosu ‘nun, Herkes için
Adalet Projesi; Eğitim Reform Girişimi; İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ‘nın, Şimdi!Now! ve
Sınır’da Sanat Sergisi; Kadın Girişimciler Derneği ‘nin Kadın Fonu Projesi; Kadın
Merkezi’nin Namus Cinayetlerini Önleme Projesi; Kadın Yurttaş Ağı’nın Kadınlara Hukuk
Danışmanlığı Projesi; Kadınların Kamu Hayatında Karşılaştığı Engeller Araştırması; Kültür
Bilincini Geliştirme Vakfı ‘nın Kültür Karıncaları Projesi; Kültürlerarası İletişim Derneği’nin,
Anadolu Buluşması Projesi; Sabancı Üniversitesi - İstanbul Politikalar Merkezi’nin Avrupa
Birliği İzleme Projesi; Sabancı Üniversitesi’nin, Toplumsal Duyarlılık Modelinin
Yaygınlaşması Çalışmaları; Tarih Vakfı’nın, Ders Kitaplarını Gözden Geçirme Çalışması ve
STK Rehberi; Turist Rehberleri Vakfı’nın Çocuk ve Müze Projesi; Şizofreni Dostları
Derneği’nin Ruhsal Engelli İnsanlar için İnsan Hakları Savunuculuğu Projesi; Türkiye İsrafı
Önleme Vakfı’nın Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi ve bu proje ile ilgili yapılan
Değerlendirme Çalışması; Uçan Süpürge’nin, “Köprüler Kuruyoruz” Belgesel Film
Gösterimi; Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın 2004 Programı’na Destek; Türkiye
Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Araştırmalar Vakfı’nın Türkiye’deki Seçmen Davranışları
Araştırması ve Uluslararası Basın Derneği’nin Gazeteci Eğitimi Projesi.

Benzer belgeler