Dergimizi pdf formatinda indirmek için tiklayiniz
Transkript
Dergimizi pdf formatinda indirmek için tiklayiniz
YIL: 7 SAYI: 40 KASIM / ARALIK 2013 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi ANDIMIZ Türküm, doğruyum, çalışkanım, ilkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. “Ne mutlu Türküm diyene!” YIL: 7 SAYI: 40 KASIM / ARALIK 2013 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi ANDIMIZ Türküm, doğruyum, çalışkanım, ilkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. “Ne mutlu Türküm diyene!” İÇİNDEKİLER DEMOKRATİKLEŞME DEĞİL CUMHURİYETİN TASFİYESİ Mustafa ÖZTÜRK...............................................................................................3 DİYALEKTİK DEĞİŞME NEDİR? Prof. Dr. Cihan DURA.........................................................................................5 HOCA AHMED YESEVİ ve ANADOLU TÜRK KÜLTÜRÜ Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER................................................................................7 R.T. ERDOĞAN, HANGİ MİLLETİN BAŞBAKANI? Osman KARABABA............................................................................................9 GÜVENİLEN BAŞ’A BAŞ YOLDAŞ (Mustafa Necati Bey) İsmail BOZKURT.............................................................................................. 11 BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 7 SAYI: 40 SAHİBİ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman KARABABA YAZIŞMA ADRESİ Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ TELEFON (0352) 232 32 67 İSTANBUL’UN İKİNCİ FETHİ:1923 Fazıl Ahmet BAHADIR..................................................................................... 15 ORTADOĞU’DA YENİ DENGESİZLİKLERE DOĞRU Ahmet MUHTAROĞLU................................................................................... 16 TÜRKÜN DİNCİLİKLE İMTİHANI Osman SEL....................................................................................................... 18 VİCDANSIZ Mustafa ÖZTÜRK............................................................................................ 20 STRESİN HAFIZA ÜZERİNE ETKİSİ İbrahim GÜNGÖR............................................................................................ 21 TÜRK MİLLETİ İHANETE DUR DEMELİDİR Mehmet KILINÇ............................................................................................... 23 ÖĞRETMEN OLMAK İSTİYORUM Ali BENLİ.......................................................................................................... 26 WEB www.bilgiyurdu.org.tr HÜKÜMET- CEMAAAT KAVGASI ÜZERİNE İsmail ÖZÖREN................................................................................................ 28 E-POSTA [email protected] LÜTFİ PARLAK’IN YEMEN ROMANI Mehmet PUSAT............................................................................................... 29 GRAFİK TASARIMI Hatice İbakorkmaz BASKI Orka Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Organize San. Böl. 43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 Bağışlarınız İçin Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Türkiye İş Bankası Sahabiye Şubesi Hesap Nu.: 5307-0618614 IBAN : TR920006400000153070618614 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî sorumluluk yazarlara aittir. 2 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ YÖNÜ NE OLMALIYDI? Hakan BOZDOĞAN......................................................................................... 13 BİR ARAP HAYRANLIĞI Yavuz Sezer OĞUZHAN ................................................................................ 31 TÜRK MİLLETİNİN NAMUSUNA KİMSE DİL UZATAMAZ Aytekin AYDOĞAN.......................................................................................... 32 BİTSİN BU TİYATRO Mehmet KABAKTEPE...................................................................................... 33 PSİKOLOJİK SAVAŞTA MEDYA… Alper KEPEZKAYA........................................................................................... 35 ŞARKI SÖZLERİ ÜZERİNE Bilgehan AYATA............................................................................................... 37 Mehmet’in Ağıdı (DERLEME) Şükrü KILIÇ...................................................................................................... 38 NEVZAT KÖSEOĞLU’NUN ARDINDAN Mustafa ŞERBETÇİOĞLU................................................................................. 39 SARSILMAZ TÜRK’ÜN TAHTI Berrin TOGA* ALİ UYANIK HAKK’IN RAHMETİNE KAVUŞTU.................................................................... 42 Mustafa CANPOLAT........................................................................................ 42 Gençlik Dergisi Mustafa ÖZTÜRK DEMOKRATİKLEŞME DEĞİL CUMHURİYETİN TASFİYESİ [email protected] Türk milleti yine demokrasi sözcüğü ile aldatıldı. Kapalı kapılar ardında siyasi iktidarca hazırlanıp 30 Eylül 2013’te Başbakan Erdoğan tarafından açıklanan “Demokratikleşme Paketi” nden demokrasi değil bölücülük çıktı, Türk düşmanlığı çıktı. Bu paket, Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesi için atılmış en büyük adımlardan biri. Türkiye’yi Türkiye yapan ve millî birliği sağlayan değerlere öldürücü darbeler vurulmuştur. Söz konusu paket, ayrılıkçı örgütün talepleri yanında iktidarın hedef ve seçim yatırımlarını da kapsamaktadır. Yani ortak bir üründür. -TSK ve yargı hariç kamu kurumlarından türban yasağının kaldırılması, -Yardım toplamadaki kısıtlamalara son verilmesi, -Nevşehir Üniversitesi’nin adının Hacı Bektaş Veli Üniversitesi olarak değiştirilmesi, -Roman Dil ve Kültür Enstitüsü kurulması seçim yatırımı kapsamındaki maddelerdir. Bunlar siyasi iktidarın kendisini çeşitli toplum kesimlerine (cemaatlere, Alevilere, Romanlara) şirin gösterip oy devşirme amacıyla pakete koymuş olduğu asıl niyeti gizleyen “kamufle edici maddeler” dir. Çünkü, ağızlarına bir parmak bal çalınan kimseler, diğer maddelerde yer alan zehri göremezler. İktidar dersine iyi çalışmış doğrusu. PKK’ya verdiği inanılmaz tavizleri türbanla örtüverdi. Şimdi, türbanla ve demokrasi sözcüğüyle kamufle edilen asıl maddelere bakalım: -Siyasi partilere devlet yardımı, yüzde 7’den yüzde 3’e çekiliyor. Bu maddeyle BDP’nin kasası devlet hazinesinden doldurulacak. -Siyasi partilere üye olmada engeller kaldırılıyor. Niçin? Çünkü terör örgütü (PKK) mensuplarına siyaset yapma imkanı sağlanacak. -Farklı dil ve lehçelerde seçim propandası yapmak serbest olacak. Çünkü PKK böyle istiyor. -Tüzüklerde yer almak ve iki kişiden fazla olmamak kaydıyla partilerde eş genel başkan olabilecek. Çünkü BDP böyle bir sistem uyguluyor. -Üniversite, özel kurs ve seçmeli ders uygulamalarının ardından özel okullarda da farklı dil ve lehçelerde eğitim başlıyor. PKK talepleri, Türk halkına aşama aşama, hazmettire hazmettire, uyuta uyuta kabul ettiriliyor. -Türkçenin ses yapısına uymadığı için (Türk alfabesinde) yer almayan Q,X ve W harflerinin kullanılması yasal hale getiriliyor. BDP, Van sözcüğünün Wan şeklinde yazılması için başvurdu bile. -Köy ve kasaba isimlerinin değiştirilmesi yönündeki yasal engeller kaldırılıyor. Bu da PKK’nın bir talebi olup atalarımızın Türkleştirdiği Anadolu coğrafyasını 1071 öncesine döndürmeyi amaçlamaktadır. -Çok uzun zamandır ilkokullarda öğrencilere okutulan ANDIMIZ, Başbakan’ın demokratikleşme açıklamasının ardından Millî Eğitim Bakan’ı Nabi Avcı’nın bir genelgesiyle kaldırıldı. Bu bakanın adı tarihe “andımızı vuran avcı” diye geçecektir. Pakette çoğunlukla PKK taleplerinin karşılanması, şu iki soruyu akla getirmektedir: 1.Söz konusu paket, Erdoğan-İmralı (PKK) mutabakatının eseri mi? 2.Ayrılıkçı örgüt ile Erdoğan Hükümetinin ideolojik benzerlikleri, 90 yıllık Cumhuriyetin tasfiyesi yolunda işbirliği yapmalarını sağlamış mıdır? Her iki soruya da tereddüt etmeden evet diyoruz. Çünkü Oslo görüşmeleri deşifre olmuş, İmralı görüşmeleri ise milletin gözü önünde cereyan etmektedir. Ortaklığa yol açan benzerliklere baktığımızda, Türk kavramı ve Türk milliyetçiliğine, Türkiye Cumhuriyeti Anayasanın değiştirilmez niteliklerine beraberce karşı olduklarını, millî devlete ve Atatürk devrine aynı eleştirileri yaptıklarını görüyoruz. Daha kısa söyleyelim: PKK’nın Kürtçülüğü nasıl tartışılmaz ise AKP içerisinde de çok etkili Kürtçü unsurların varlığı da tartışılmaz. Taraflar arası mutabakat sonucu Türk ülkesinde Türk adının silinmesi olayıyla karşı karşıyız. Hangi ülkede hangi hükümet böyle bir şey yapmıştır? “Demokratikleşme Paketi” yle Türk milleti yok sayılmış, Türk kamuoyu göz ardı edilmiştir. Neden? Çünkü türbanla gözü bağlanmış, millî bilinci köreltilmiş, sindirilmiş, korkutulmuş bir halkız. Böyle bir halk, haklarını koruyamaz; haksızlığa tepki koyamaz. Bütün totaliter yönetimler gibi, AKP iktidarı da düşünen bilinçli bir toplum değil, alınan kararlara itaat eden bir yığın istiyor. Çünkü, onlara göre demokrasi, sadece bir söylem ve hedeflerine ulaşmada kullandıkları bir araçtan ibarettir. Gerçekten demokrat olsalardı; Yasadışı dinlemeler yapmazlardı. Millet oyuyla seçilmiş tutuklu milletvekillerinin tahliyeleri için yasal düzenlemeye giderlerdi. Yargı’yı siyasallaştırmaz, Yürütme’yi denetleyecek kurumların özgürce çalışmalarına olanak tanırdı. Siyasi Partiler Yasasını değiştirir, lider sultasına son verirlerdi. Milletvekili dokunulmazlığını daraltıp kürsü dokunulmazlığıyla sınırlandırırlardı. Demokrasi, muhalefetin haklarını da koruyan bir rejimdir. Gerçekten demokrat olsalardı eğer, medyada muhalefet edenleri susturmak, sindirmek yoluna asla gitmezlerdi. Bugün büyük TV kanallarının tamamına yakını, iktidara dalkavukluk yapıyor. Buna mecbur edilmişlerdir. Korku dağları bekliyor. Demokrasi, örgütlü toplum ister. İşçi, köylü, memur, esnaf, vb örgütlü olursa hakkını savunur. Bugün bu toplum kesimlerinin örgütlenmeleri çok yetersiz. Bu yüzden iktidardan hak istemeye takatleri yoktur. Özellikle işçi 3 sendikasız ve perişan durumdadır. Mevcut iktidar gerçekten demokrat olsaydı bu duruma son verir ve doğru dürüst bir sendika yasası yapardı. Bir topluma demokrasinin yerleştirilmesi için önce yönetici unsurlarda demokrasi sevgi ve bilincinin var olması, bu sevgi ve bilincin sözle değil hareket ve uygulamalarla da gösterilmesi gerekiyor. Sayın Başbakan’ın uçağına alınan gazetecilere bakınız, hep aynı ve yandaş olanlardır. Aynı şekilde, demokratikleşme paketinin açıklandığı toplantıya Yeniçağ, Evrensel, Bir gün, Özgür Gündem, Aydınlık, Sözcü gazeteleri ile Halk TV alınmamıştır. Bu sansür, demokrasiye yakışıyor mu? Bu demokrasi ayıbı Başbakan’ın kişisel tercihi olarak açıklanıp geçiştirilemez. “Ülkeyi prangalarından kurtarıyoruz.” diyen iktidar, Türkiye’de yeni bir rejim kuruyor. Bu rejim ne demokrasiye ne de cumhuriyete benziyor. Yargısı, ordusu, aydınları susturulmuş, medyası tek sesli olan bu rejimin ardı, elbette demokrasi olamaz. Terör örgütüne boyun eğip taleplerini karşılamak; Türklüğe, Türk dil birliğine, Türk milliyetçiliğine savaş açmak; tüm ayrılıkçı yazarları televizyonlarda konuşturup Türk milletine hakaretler ettirmek; Genel Kurmay Başkanlığın ayrılıkçı bir partiden özür dilemesi, Cumhurbaşkanının ölmüş bölücü bir ses sanatçısına ölümünden yıllar sonra müzik ödülü vermesi, terörle mücadele eden yiğit askerlerin çeşitli tertip ve iftiralarla tutuklanmaları ve özel yetkili mahkemelerin kararlarıyla mahkûm edilmeleri demokrasinin gereği değil, olsa olsa terör örgütünden alkış almak içindir. Yapılan bu işlerin Kürtçü bölücüleri ve dışardaki ABD’li ve AB’li yandaşlarını çok sevindirdiğini görüyoruz. Yetmez ama “evet” çığlıkları yükseliyor. Onlar da biliyorlar ki ayrılıkçı örgütün talebi verilenlerle sınırlı değildir ve bu iktidar en uygun zamanda diğer talepleri de verecektir. Bundan emindirler. İki adım ileri, bir adım geri taktiğini… (başarıyla uyguluyorlar) Türk milletinin damarına basmadan, zaman zaman hamaset yapıp onu okşayarak, masal anlatıp onu uyutarak çalışılması gerektiğini anlamışlardır. 90 yıl önce Türk kültürü ve kahramanlığının eseri olarak kurulan ve millî egemenliğe dayanan Türkiye Cumhuriyeti, son demokratikleşme paketiyle büyük ölçüde tasfiye edildi. Tasfiyecilerin “Yeni Türkiye” söylemleri bundandır. Bu yeni Türkiye’de: Özgür medya, Özgür ve tarafsız yargı, Dil birliği, Alfabe birliği, Eğitim ve öğretim birliği olmayacak. Kürtçülük, Ermenicilik, Arapçılık yapmak mubah, Türkçülük yapmak günah ve belki de suç sayılacak. Bütün farklılıklar derinleştirip düşmanlıklar körüklenecek. Herkesi gözetleyen bir çift büyük göz ve herkesi dinleyecek bir çift kulak olacak. Ve bir gün gelecek, aldanıp bu iktidarı destekleyen kimseler, eğer kişiliklerini koruyabilmiş iseler desteklerinden dolayı pişmanlık duyacaklar. 4 ATATÜRK SEVGİSİ ÇIĞ GİBİ Siyasi iktidarın, bölücülerin, Türk milliyetçiliğini reddeden birtakım cemaat ve tarikatların sinsi çabalarına rağmen Atatürk sevgisi Türk toplumunun tüm kesimlerinde bir çığ gibi büyüyor. Bu sevgiyi Ata’nın vefatının 75’inci yıldönümü vesilesiyle yapılan etkinliklerde somutlaşmış şekilleriyle gördük. Türk halkı 10 Kasım 2013 Pazar günü tatil keyfi yapmak yerine İstanbul’da Dolmabahçe’ye, Ankara’da Anıtkabir’e, diğer illerde Atatürk anıtlarının bulunduğu meydanlara doğru aktı. İnaçla söylenen “Ne mutlu Türküm diyene”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” nidaları, gök kubbeyi çınlattı. Bu haykırışlar, Türk milletinin ülkeyi yöneten ve yönetmek isteyenlere kesin bir mesajıdır. Türk milleti diyor ki: -Ne yaparsanız yapınız Atatürk sevgisini yüreklerimizden sökemezsiniz. Onun bize emanet ettiği Türk istiklâl ve cumhuriyetini korumakta kararlıyız. -Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetini tasfiye anlamına gelen Hükümet icraatlarını onaylamıyoruz. -T.C ibarelerinin resmi kurumlardan silinmesi, “Ne mutlu Türk’üm diyene” vecizesinin yazılı bulunduğu tabelaların terör örgütünün talebi doğrultusunda kaldırılması, “Andımız” ın yasaklanması, devlet nişanlarından T.C.’nin ve Atatürk siluetinin çıkarılması, Büyük Önder’e ve yüce Türk milletine karşı yapılmış bir haksızlık ve saygısızlıktır. Türk halkı Ata’sına ve devletine sahip çıkıyor. Bu yolda iktidara kafa tutuyor. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında Anıtkabir’i 438 bin 451 kişi, 10 Kasım’da 1 milyon 89 bin 615 kişi ziyaret etmiş. Anıtkabir yapıldığı tarihten bu yana böyle bir ziyaretçi akınına uğramamıştı. Türk milleti Ata’sına saygısını Anıtkabir ziyareti ve saygı duruşlarıyla gösterdiği gibi eserlerine sahip çıkarak ve her yerde Türk Gençliğine Hitabesini ve Andımız’ı okuyarak da göstermeye çalışıyor. Ben, özellikle, gençli ihtiyarlı; kadınlı erkekli kalabalık grupların Andımız’ı okumalarına bayılıyorum. Bu harika manzara, halkımızın derin uykusundan uyanmakta olduğunu aksettirdiği için ne kadar sevinsek azdır. Siyasi iktidar, halktan yükselen sese kulak vererek “açılım” ihanetine, Türklük ve Atatürk düşmanlığına nokta koymalıdır. Zira, hastane ve hapishane korkusunu asmış bir halkın önünde kimse duramaz. Siyasi muhalefet de Türk halkının sesine kulak vermeli. Çünkü, Türk halkı, hangi değerler için ve nasıl mücadele edileceğini, onlara göstermiştir. Önümüzdeki seçimlerde, halkımızın siyasi iktidara öfkesini, huzursuzluğunu iyi tahlil eden, doğru hedefler belirleyen siyasi parti başarılı olacaktır. Türk halkı liderini ve partisini arıyor. Bir kurtarıcı, peşinden gidebileceği bir siyasi hareket arıyor. Atatürk özlemi ve sevgisinin son zamanlarda giderek coşmasının asıl sebebi bu olmalı. Gençlik Dergisi Prof. Dr. Cihan DURA [email protected] DİYALEKTİK DEĞİŞME NEDİR? Diyalektiğin kanunları vardır. Birincisi, “diyalektik değişme”dir. Bu kanunu anlamak için diyalektik hareket nedir, oluş, süreç ve otodinamizm nedir, bu soruların yanıtını vermemiz gerekiyor1. Diyalektik Hareket Biz insanlar bir evrende yaşıyoruz. Bakıyoruz, bu evrende her şey hareket halinde: Uzak galaksiler, Güneşimiz, yıldızlar, gece ve gündüz, dünyamız, mevsimler, canlı ve cansızlar, insanlar, doğup büyüyenler ve ölenler… Her şey, ama her şey değişim halinde… Bu bir gözlem… Biz bu gözlemden bir sonuca, bir genel yasaya yükselebiliriz. Yalnız biz mi, diyalektikçi de bunu yapar, hatta yapmış; yapınca da, diyalektiğin ilk kanununa ulaşmış: “Hiçbir şey olduğu yerde kalmaz, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz”. Diyalektik görüş ve yöntem budur. Realiteye diyalektik görüş açısından bakmak demek, olgulara hareket ve değişme açısından bakmak demektir. Olguları diyalektiğe göre incelemek de, onları hareketleri içinde, değişmeleri içinde incelemektir. Bir elma olsun elimizde, aklımıza şu soru gelmez mi: Bu elma nedir? Sorunun yanıtını başlıca iki görüş açısından birinden bakarak, diğer bir deyişle iki yöntemden birini kullanarak verebiliriz: Birincisi metafizik görüş açısı (metafizik yöntem), diğeri diyalektik görüş açısı (diyalektik yöntem)… -Birinci durumda elmayı önce kendi başına betimleyeceğiz: Biçimini, ağırlığını söyleyeceğiz, özelliklerini sıralayacak, renginden, tadından, … söz edeceğiz. Daha sonra onu başka bir nesne ile, örneğin armutla karşılaştıracak, aralarındaki benzerlikleri ve farkları belirleyip sayacağız. Nihayet bir sonuca varacağız ki o da esas itibariyle şudur: Elma elmadır! Diyebiliriz ki geleneksel olarak olgular, nesneler hep böyle incelenmiş, hep böyle anlaşılmaya çalışılmıştır. -İkinci yöntemde, yani diyalektik açıdan ise, “hareket” görüş açısına yerleşiyoruz; Burada “hareket” derken, yuvarlanıp yer değiştiren elmanın hareketini değil, fakat onun, bütün varoluşu boyunca yaşadığı evrimsel hareketi kast ediyoruz. Böyle olunca da olgunlaşmış elmanın her zaman bu durumda olmadığını belirlemekle işe başlarız: Daha önce elma hamdı; çiçek olmadan önce, bir tomurcuktu. Böylece geriye, elma ağacının ilkbahardaki durumuna kadar gidebiliriz. Demek ki elma, her zaman bu gördüğüm elma değildi. Onun bir tarihi, bir geçmişi vardır. Dahası, şimdi olduğu gibi de kalmayacaktır. Eğer dalından düşerse çürüyecek, ögelerine ayrışacak, çekirdeklerini toprağa bırakacaktır. Her şey yolunda giderse, bu çekirdeklerden bir filiz, sonra da bir fidan, bir ağaç ortaya çıkacaktır. Demek ki bu elma hep şimdi olduğu gibi değildi ve bundan sonra da şimdi olduğu gibi kalmayacaktır. Olguları, nesneleri “hareket görüş açısından incelemek” denilen şey, işte budur. Başka bir deyişle, geçmiş ve gelecek görüş açısından incelemek demektir bu. Böyle inceleyince de şu anda karşımızda duran elma bir geçiş� ten ibarettir diyebiliriz; “önce olduğu” ile yani geçmiş ile, “ilerde olacağı” yani gelecek arasındaki bir geçişten… Toplum Örneği Öğrendiklerimizi pekiştirelim mi? Öyleyse konuyu başka bir örnek üzerinde yeniden ele alalım. Örneğimiz bu kez “toplum” örneği olsun. Yine iki metodu uygulayalım: -Metafizik görüş açısından, insan toplumunda, örneğin zenginlerin ve fakirlerin her zaman var olduğu söylenecektir: Geçmişte olduğu gibi bugün de vardır, gelecekte de olmaya devam edecektir! Büyük bankaların, dev fabrikaların, patronların, işçilerin olduğu ifade edilecektir. Kapitalist toplum ayrıntılarıyla anlatılacaktır. Bu toplum, ilkel toplum, derebeylik gibi tarihî toplumlarla karşılaştırılacak, benzerlikler ve farklar ortaya konacaktır. En sonra bize şöyle denecektir: Kapitalist toplum bugün ne ise odur. -Diyalektik görüş açısı ise, kapitalist toplumun hep bugün olduğu gibi, bugün bize göründüğü gibi olmadığını öğretecektir bize. Ve şunları da ekleyecektir açıklamasına: Geçmişte diğer bütün toplum sistemleri belli bir za� man aralığında geçerli olmuştur. Öyleyse, bütün sistemler, rejimler gibi kapitalist toplum da nihaî değildir, sonsuz değildir. Dokunulmaz temelleri yoktur. Tersine, bizim için geçici olan bir gerçekliktir: O ancak geçmişle gelecek ara� sında bir geçişten ibarettir. Oluş Diyalektik görüşü savunanların bir iddiası da “kesin, nihaî, mutlak, kutsal hiçbir şeyin olmadığı”dır. Onlara göre her şey kırılgandır, dayanıksızdır, her şey gelip geçicidir. “Çünkü”, derler “evrende kesintisiz bir oluşum süre� cinden başka hiçbir şey yoktur; dayanıksız olan, varlığını sürdüremez, yok olur. Bugün çocuk olan, yarın ihtiyardır; bugün canlı olan, yarın ölüdür. ” Bunun anlamı şudur: Her şeyin bir geçmişi ve bir geleceği olduğu için, hiçbir şey bir defada tamamlanıp bitmiş değildir. Herhangi bir şeyin bugünkü hali, onun kesin ve nihaî hali değildir. Hiç- 5 Evrende hiçbir şey hareketten ve değişimden korunmuş değildir. Her şey bir oluş süreci içinde akıp gider. Varlığın kendi içinden gelen bir kuvvet, otodinamizm, onu kesintisiz bir değişim süreci içinde tutar. bir şey hareketten, değişimden ve tarihin dönüşümlerinden korunmuş değildir. Bir “oluş” vardır ve ondan başka hiçbir şey sonsuz değildir, ölümsüz değildir. Peki, bu “oluş” dediğimiz şey nedir? Yine elma örneği ile açıklayalım: Elmanın tarihinde birbiri ardınca gelen, biri diğerinin içinden çıkan aşamalar vardır. İşte bu aşamalar zinciridir “oluş” dediğimiz şey. Kalem örneğinde ise, ard arda gelen aşamalar birbirinin içinden çıkmaz, yan yana dizilir. Öyleyse “oluş” ancak doğal süreçler için söz konusudur. Heraklit’e göre varlık hiçbir şey değildir, oluş her şeydir. Evren yaratmayla yok olmanın birbirini kovaladığı ve sonsuza kadar da kovalayacağı bir alandır. Her şey tam bir oluş içinde akıp gider. Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz. Süreç ve Otodinamizm Ham elma neden olgun hale gelir? Elma olacak çiçeği, sonra da olgunlaşacak ham elmayı göz önüne getirelim. Şunu görürüz: Elmayı evrimi içinde ileri doğru iten bir süreç, birbirine bağlı zincirleme değişimler vardır. Bunlar otodinamizm denilen kuvvetlerin nüfuzu altında hareket ederler. Otodinamizm çok basit bir tanımla, “varlığın kendisinden gelen güçtür, kuvvet”tir. Doğa bu güçle canlanır, çiçek bu güçle açar, meyve bu güçle oluşur, insan bu güçle doğar. Bir ağacın dalında yaprak çıkar, oluşur, olgunlaşır. En sonra sararır, kurur ve düşer. Bu diyalektik bir değişmedir, otodinamizmin eseridir. Ancak şu da var ki o yaprağı bir insan, bir rüzgâr da dalından koparabilir, bu da bir değişmedir. Ancak bu diyalektik değil, mekanik bir değişmedir; çünkü otodinamizmin eseri değildir. Kalem örneğine dönelim: Kalem önce tahta idi. Kalem olması için insanın müdahalesi gerekiyordu. Açıktır ki tahta, kalem haline asla kendi kendine dönüşemez. Ve olup duran da hep budur. Başka bir deyişle bu örnekte, iç kuvvetler yani otodinamizm yoktur, süreç yoktur. Öyleyse diyalektik dediğimiz zaman sadece “hareket” demiş olmuyoruz, aynı zamanda “otodinamizm” de demiş oluyoruz. Başka bir deyişle her hareket diyalektik bir hareket değil- 6 dir. Diyalektik hareket kesinlikle otodinamizm gerektirir. Öyleyse bir olguyu diyalektik yöntemle incelerken, şu işlemlerin yapılması gerekmektedir: -Olgunun, “otodinamik” değişmelerinin neler olduğunun gözlemlenmesi ve ifade edilmesi, - Bu otodinamiğin nereden kaynaklandığının araştırılması. ‘***’ Özetlersek, realiteye diyalektik görüş açısından anlamak, olgulara hareket ve değişme açısından bakmayı gerektiriyor. Bu usul metafizik görüş açısından farklı bir yöntemdir ki ona “diyalektik yöntem” diyoruz. Diyalektik yöntemde olgu, evrimsel hareketi gözlemlenerek anlaşılmaya çalışılır. Evrende hiçbir şey hareketten ve değişimden korunmuş değildir. Her şey bir oluş süreci içinde akıp gider. Varlığın kendi içinden gelen bir kuvvet, otodinamizm, onu kesintisiz bir değişim süreci içinde tutar. Buna göre diyalektik yöntem, otodinamik hareketlerin gözlemini ve izahını gerekli kılar. (Kaynaklar) 1) Makaleyi kaleme alırken, G. Politzer’in ünlü Felsefenin Başlangıç ilkeleri (Sol Yayınları, Ank., 1966) kitabından geniş ölçüde faydalandım. Diğer kaynaklarım ise Afşar Timuçin’in Felsefe Sözlüğü ( İnsancıl Yayınları, 2.B., İst., 1998) ile Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü (Varlık Yayınevi, İst., 1967) oldu. Gençlik Dergisi Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER [email protected] HOCA AHMED YESEVİ ve ANADOLU TÜRK KÜLTÜRÜ XIII. yüzyılın başlarında gelen bu alp’ler, Müslüman Ahmed Yesevî dervişleri, göçmen Moğol Hükümdarı Cengiz, olduktan sonra “alp gazi”, olmanın, göçebe olmanın, henüz 1209 yılında Uygur Türklerini daha sonra da “alp erenler”, Müslüman olmamış Rumların içinde buyruğu altına aldı, 1219’da “erenler”, “mücahit Harezm ülkesine saldırdı. dervişler” isimlerini aldılar. olmanın sıkıntısını yaşayan Anadolu Cengiz’in 1227 yılında Bir yazarımızın ifadeleriyle: Türklerine İslâmiyeti, büyük bir hoşgörü ölümünden sonra Türkistan ve “… bu mücahit dervişler, ayak içinde Türkçe olarak anlattılar ve Harezm bölgesinin Moğolların bastıkları ülkelere şiir, musikî, Türkçe’nin gelişmesine, yaşamasına da ellerine geçtiğini, o çağların en sanat, edeb, terbiye, fazilet uygar şehirleri olan Buhara, ve ahlâk yoluyla, İslâmın hizmet ettiler. Semerkand, Taşkent, Merv’den prensiplerini ve mücahede kaçan büyük kalabalıklar ruhunu yerleştirerek, kütleye arasında birçok esnaf ve şevkli ve şuurlu bir imanın sanatkârın da Anadolu’ya göç kapılarını açmakta idiler5”. ettiğini, Anadolu’daki Türk Bunlar gerçekten fazilet – İslâm yoğunluğunun (kesafetinin) arttığını görüyoruz. timsali erdemli kişilerdi. İslâm inanç, ahlâk ve töresini Anadolu’ya gelen Türk boyları ovaları, vadileri, yaylaları Türkçe olarak halk arasında yaydılar. Ahmed Yesevî’nin tuttular; daha sonra kaleleri, şehirleri ele geçirdiler. hikmetlerini tekrarladılar. Yesevî’nin hoşgörülü Anadolu’da müstakil beylikler kurdular. Ancak siyasi yaklaşımıyla bu tedirgin insanlara güç verdiler, bir kültür otorite bu bölgede Türklerin mutlu yaşamaları ve devamlı birliği oluşturma gayreti içinde bulundular. Bu alperenler, kalabilmeleri için yeter değildi. Anadolu’da Türklerden kimseye el açmayan, elinin emeği, alnının teriyle geçinen, başka Rumlar, Ermeniler, Gürcüler de vardı1. Mahallî dil çalışkan, toprağa, vatana, devlete, dine, ahlaka bağlı Rumca ve Ermenice idi2. Yerli halk farklı din ve mezheplere örnek insanlar idiler. Ahmed Yesevî dervişleri, göçmen bağlı idiler. Ayrıca Türk dili ve kültürü, Arap ve İran dil ve olmanın, göçebe olmanın, henüz Müslüman olmamış kültürünün baskısı altındaydı, medreselerde Arapça eğitim Rumların içinde olmanın sıkıntısını yaşayan Anadolu yapılıyor, saraylarda ve edebiyat sohbetlerinde Farsça Türklerine İslâmiyeti, büyük bir hoşgörü içinde Türkçe konuşuluyordu. Rumlarla bitişik olan yerlerde Türkler, iki olarak anlattılar ve Türkçe’nin gelişmesine, yaşamasına dili birden kullanıyorlardı. Fuad Köprülü, Mevlâna’nın da hizmet ettiler. Din öğretim ve eğitimcisi olan bu Rumca şiirler yazdığını, Âşık Paşa’nın Ermenice bildiğini dervişler, gerektiği zaman savaşçı dervişler oldular ve Türk Edebiyatı Tarihi adlı kitabında kaydeder3. Ayrıca alperenler adını aldılar. Gerektiği zaman ticarete, esnafa ve iktisadî bakımdan da Türkler güçsüzdüler. Yerli esnaf ve günlük hayata ahlâk ve disiplin getiren ahlâk savaşçıları, sanatkârlarla rekabet etme mecburiyetinde olan, sosyal, ahîyan yani ahîler adını aldılar. Bu ahîler, tasavvuf ve iktisadî ve siyasî düzeni karışık bir toplum idiler. Ancak tarikat disiplini altında, Türk sanatkârlarının yerli Bizans Anadolu’ya göç eden ve yerleşen boylarla birlikte Ahmed sanatkârlarıyla rekabet edebilmeleri, yarışabilmeleri için Yesevî dervişleri de göç ettiler, anayurdundan kopup gelen onlara sanat ahlâkını öğrettiler. Şehir, köy ve mahallelere ve yeni bir yurt edinmek için çırpınan bu Anadolu halkının kadar yayılan ahî zaviyeleri her sınıf insanına açıktı. Ama yanında oldular. Bu Anadolu halkı korku ve endişelerini, ahîlik özellikle “esnaf ve tacirler için bir ahlâk, emek Yesevî dervişleri sayesinde yendiler4. İslâm öncesinden 1) 2) 3) 4) M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 168. Faruk Sümer, “Yunus Emre Devrinde Türkiye’nin Sosyal Durumu”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Nisan 1991, Sayı 52, 1-8. Köprülü, Türk Edebiyat Tarihi, İstanbul 1980, 250. İslâm öncesi dönemlerde Türkler arasındaki savaşçı kahramanlara Alp ve Alp-Eren denirdi. Türk halkının düşüncesinde Alplik 5) denilen bir model kahraman oluşmuştur… İslâmiyetten sonra bu Alplik ülküsü yerini Gazilik mefkûresine bırakmıştır. Bak: Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991; Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, İstanbul 1976, 11-40. Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İstanbul 1975, I, 72. 7 ve meslek sigortası”6 idi. Sanatkârlar bu ahî ocağının “kefaleti, himayesi ve terbiyesi altında ve ananeleşmiş ahlâk prensiplerinin gölgesinde, huzurlu, istikrarlı, verimli hayatlarını yaşar, patron – işçi münasebetlerini, âdeta ilahî ve kudsî bir muamele haline getirmiş olarak her iki tarafa birbirinin menfaatine bekçilik ettirirdi”7. Bunlarla birlikte dinî tabana oturan iktisadî ve askerî yönleri de bulunan bazı (farklı gruplar) zümreleşmeler de oluştu8. Alperenler Gâziyan-ı Rûm(Anadolu gazileri), ahîler “Ahîyan-ı Rûm”(Anadolu ahileri), Yesevî dervişleri “Abdalan-ı Rûm”9(Anadolu abdalları) ve kadınlar arasında din ve sanat eğitimi yaptıran “Bacıyan-ı Rûm” (Anadolu bacıları) adlı dayanışma ve eğitim kurumları meydana geldi10. Bütün bu kuruluşlar iman, ahlâk ve ilim çizgisinde oldular. Ahmed Yesevî’yi rehber edindiler. Gönüllerde inanç, zihinlerde bilgi ışığı yayan eğitimciler haline geldiler. Anadolu’nun her yerine yayılan bu Yesevî dervişleri, “… gerektiği zaman savaşçı dervişler olmuşlar, Alperenler adını almışlar, savaşmışlar ve savaşın ruhu adını almışlardır. Gerektiği zaman ticarete ahlâk ve disiplin getiren ahlâk savaşçıları olmuşlar, Ahîler adını almışlardır. Kadınların aydınlanması yolunda uğraşmışlar “Bacıyan” olmuşlardır. Boş arazileri canlandırmak ve yeşertmek işini üstlenmişler, yolların güvenliğini sağlamışlardır… Hoca Ahmed Yesevî binlerce yıllık Türk töresinin verdiği doğru ölçülerle de donanmış bir kişi olarak, İslâmı doğru anlamış ve dosdoğru anlatmıştır. Bunun için Hoca Ahmed Yesevî anlayışında kadın ve erkek, çalışmakta ve üretmekte, birlikte olduğu gibi mescide, mecliste ve dergâhta da birlikte olmuşlardır. Kadın hayatın dışına itilmemiştir”11. Kadınlar çadırcılık, nakışçılık, kumaşçılık ile ilgili işyerlerinde toplu halde çalıştıkları gibi12 gerektiğinde silahlanarak savaştıkları, savaşlara katıldıkları da bilinmektedir13. Hatta zikirleri de kadınlı erkekli yaptıran Ahmed Yesevî hakkında dedikodular, aleyhte propagandalar yapılmıştır. Bu propaganda ve dedikodulara Ahmed Yesevî’nin cevabı şu olmuştur: “Bilâ-garaz ve’t-takdir eğer rical u nisa bir mecliste cem’ olub zikrullah itseler ve kalblerini Hak Ta’alâ kendu hararet ve cezbe-i rububiyeti ile mutasarrıf olup hiyanet muzahhemetinden saklaya”14 6) 7) Ayverdi, I, 73. Ayverdi, I, 73; Prof. Dr. Mikail Bayram da aynı konu ile ilgili olarak “Ahi teşkilatının kuruluş maksatlarından biri, belki de en önemlisi Anadolu’ya gelen bu sanat erbabı kişileri himaye etmek, sanatlarını icra etmelerine imkân vermek ve bunlar arasındaki ilişkileri düzenlemektir” der. Bak: Bayram, Ahi Evran, 134. 8) Bu 9) konu için bak: M. Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri Üzerine Din Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma, Ankara 1991. Abdâl için bak: Orhan F. Köprülü, “Abdal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (TDVİA), İstanbul, I, 61-62. 10) Bacılar örgütü ile ilgili önemli araştırmalardan biri Prof. Dr. Mikail Bugün Türkiye Türklerinde, yaşayan ve onları birbirine bağlayan ahlâk ve töre, başka ifadeyle özünde İslâm dininin bulunduğu Türk kültürü, Ahmed Yesevî ve O’nun dervişlerinin eseridir. Bir bilim adamımız bugün de aynı geleneğin devam ettiğine işaretle şunları yazar: “İslâmiyeti geniş cahil kitlelere tanıtan ve sevdirenler, Halide Edib’in “halk ulemâsı” diye andığı dervişler olmuştur. Mütevazı söyleyişlerinin ardında en çarpıcı ve müthiş gerçekler gizlidir. İslâmiyet böylece bir sevgi dini olarak yorumlanmış, Tanrıya dua edilir, şükredilirken hep O’nun “cemâl” cephesine müracaat edilmiş “güzel Allahım” denmiştir”17. Ahmed Yesevî’nin, oluşmasında büyük rolü olduğu kabul edilmesi gereken Anadolu kültürü Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar18 uzanan coğrafyada Türkçe konuşan halkın, tarih boyunca Müslüman ve Türk kalmasını sağlamış, sanatta, mimaride, ahlâkta, sosyal yaşayışta Türk tefekkürünün, millî tarih şuurunun oluşmasında19, özellikle Anadolu’nun vatanlaşmasında20 olumlu etkilerini21 daima devam ettirmiştir. 1995, 49. 15) Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1989, 162. 16) A. Vehbi Ecer, “Saru Saltuk’tan Ahmed Kuddusi’ye”, Milli Kültür Dergisi, Haziran 1990, Sayı 73, 59-63; A. Vehbi Ecer, “Yunus Emre Döneminde Anadolu’da Kültür Hayatı”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Temmuz 1992, Sayı 3, 43-57. 17) İnci Enginün, “Yunus Emre”, Türk Dili Dergisi, Aralık 1991, Sayı 480, 441-443. Bayram’ındır. Bak: M. Bayram, Baciyân-ı Rûm, Konya 1987, Kısa bilgi için bak: Orhan F. Köprülü, “Bacıyân-ı Rûm”, TDVİA, IV, 415. 18) A. Vehbi Ecer, “Saru Saltuk’tan Ahmed Kuddusi’ye”, Aynı yer. 19) Mehmed Demirci, “Tarih Şuuru ve Derviş Gaziler Hakkında”, Türk K. Zeybek, “Hoca Ahmed Yesevî Türk Milletinin Ruh Hamurkârıdır”, Yesevî Dergisi, Ağustos 1994, Sayı 8, 12. 20) A. 11) N. 12) Bayram, Baciyân-ı Rûm, 47-50. 13) Bayram, Baciyân-ı Rûm, 51. 14) Hazinî, Cevahirü’l-Ebrâr min Emvac-ı Bihâr, (Yesevî Menakıbnamesi), Yayınlayan Prof. Dr. Cihan Okuyucu, Kayseri 8 İşte Ahmed Yesevî’nin Tanrı aşkına, insan sevgisine dayalı doğru din anlayışını, hayat görüşünü yaşatan ve yayan Yesevî dervişleri, Türk halkına zorlukları yenmeyi, hayatla mücadele etmeyi ve hayata bağlı kalmayı öğrettiler. Örgütlü, dayanışma içinde birbirine güvenen inançlı bir toplumun oluşmasını sağladılar. Savaşmayı, silah kullanmayı askerî eğitimle öğrenen gençler, tezgah başında, sanatını, meslekî yetenek ve becerisini kazanırken dinî terbiye ve ahlâkî olgunluğunu zaviyelerde sağlamış, topluma, vatana, Türk kültürüne bağlı bir şekilde yetişmişlerdir. Toplumun bütün fertlerinin eli açık, kapısı açık, sofrası açık ve gözü kapalı, dili bağlı, beli bağlı15 olmaları sağlanmış; birbirleriyle kaynaşmış ve birbirine güven duyan bir toplum meydana gelmiştir. Böyle bir toplumun oluşmasında önemli rol oynayan Ahîlikte Ahmet Yesevî’nin ve O’nun dervişlerinin İslâmı doğru anlama ve anlatmalarının, binlerce yıllık Türk töresine bağlı kalmalarının etkisi olmuştur. Yesevîlik sayesinde Türk toplumu mutlu ve güçlü bir yapıya sahip olmuş: aynı zamanda, Türk milletinin erimeden, yok olmadan devamı sağlanmıştır16. Dünyası Tarih Dergisi, İstanbul 1988, Sayı 20, 11-14. Vehbi Ecer, “Yunus Emre Döneminde Anadolu’nun Vatanlaşması”, MEB Din Öğretimi Dergisi, Eylül / Ekim 1992, Sayı 36, 16-28. 21) Ahmet Yaşar Ocak, “Türk Dünyasında Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik Kültürünün Güncelleşmesi”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri 1993, 299-305. Gençlik Dergisi Osman KARABABA R.T. ERDOĞAN, HANGİ MİLLETİN BAŞBAKANI? [email protected] Türkiye Cumhuriyeti’nin sini ayrımcılık” sayan başbakan, Başbakanı olan şahsın 27 bu millete, ‘Türk milleti” denirse Ekim 2013’te Van’da 100. Yıl bebek katillerinin azacağı, “barış Üniversitesi’nde söylediklerine süreci”ni sabote edecekleri, bunun Bu ne vahamet?! Türk bir bakın: da AKP’nin oy kaybı ve hatta ikmilleti, başbakanın, her tidardan düşmek demek olduğu…” “Kardeşim, sen illa onu kuruntu içerisinde... gittiği yerde bahsetmekten ‘Türk Milleti’ diye dayatırsan, öbürü de diyor ki, ‘Hayır, Kürt Buradan şu sonuç çıktığını öküzler haz aldığı 36 etnik parçaya Milleti’, öbürü çıkar ‘Laz Milbile anlamıştır: “Türk’üm demek mı ayrıldı da, başbakan leti’, öbürü ‘Boşnak Milleti’… bölücülük ve suçtur. ‘Türk’ ifademilleti toparlamaktan ‘Niye bunu diyorsun?’ Diyor ki, si etnik kavramdır.” bahsediyor? ‘Türk Milleti hepsini kavrar.’ Oysa Türk’ü, Kürt, Ermeni, Hayır, Türk Milleti hepsini kavÇerkez, Gürcü gibi herhangi bir etramaz, millet hepsini kavrar.” nik unsurun veya herhangi bir etnik diyor. unsuru Türk’ün alternatifi gibi gör10 bin yıllık tarihe sahip olan mek ya da göstermek bizatihi bölüTürk milletinin adını kullanmayı dayatma olarak nitelen- cülüktür. Türk milleti içerisinde kaynaşmış etnik unsurları diriyor, daha sonra Van’ın Özalp ilçesindeki konuşmasın- 11 yıldır Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü.. diye öne çıkararak onda sosyoloji ilmine takla attırıyor! lara millet vasfı yüklemeye çalışmak, ülkeye alenen düşBugüne kadar “Türk milleti” ifadesini neden kullan- manlık tohumu saçmak demektir. madığının gerekçesini: Şu halde “Türk milletine mensubiyet duyma şuuru” zihinlerden silinip Türk toplumu ümmetleştirilerek parça “İster Türk, ister Kürt, bir etnik unsuru savunmak parça edilmek isteniyor. “Andımız”ın ilköğretim okullamilleti sevmek anlamına gelmez. Millet kavramı içinde Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Abaza, Roman ve Boş- rından, TC ibaresinin ve Atatürk figürünün devlet nişan naklar bulunur. Ama siz bunun önüne bir etnik unsurun ve madalyalarından kaldırılmış olması bu gizli planın bir ifadesini koyarsanız, işte bu toparlayıcı olmaz, ayrımcı parçası değil midir?! olur.” şeklinde açıklıyor. Ki bu, tarih boyunca Türk milletinin varlığından ve adından rahatsızlık duyan vahşetin ezeli temsilcilerine ve İnsanlık tarihinde görülmedik bir olay! Bir başbakan, emperyalist güçlerin işbirlikçilerine hizmet, İslam’a zulkendi milletinin tarihi adını etnik unsur olarak niteleyip mettir.. ‘bölücülük’ sayıyor!!! Batı emperyalizminin, uşağı PKK’nın taşeronluğunBu ne vahamet?! Türk milleti, başbakanın, her gittiği da ve yüksek makamlara konuşlandırdıkları işbirlikçileri yerde bahsetmekten haz aldığı 36 etnik parçaya mı ayrıldı sayesinde Türk milletinin adını Anadolu’dan silme planlada, başbakan milleti toparlamaktan bahsediyor? rını kim inkar edebilir? Türk tarihiyle bir hesaplaşma içerisine giren başbaBelge mi? Buyurun: ABD’nin Dışişleri Eski Bakanı kanın bu sözleri; Türk milletinin 10 bin yıllık tarihinin… Condoleezza Rice’ın 07.8.2003 tarihli Washington Post ‘Türk İstiklal Harbi’yle dünyaya meydan okuyan “Türk gazetesinde yayımlanan yazısında:“Büyük Ortadoğu milleti” denen sosyolojik olgunun… Dünya milletler platProjesi (BOP) ile Ortadoğu’da bulunan (Türkiye dahil) formunda millî ve üniter devlet yapısıyla, “Türk ” adıyla 22 devletin rejimi, sınır ve haritaları değiştirilecektir.” şerefle yerini almış olmanın… Türk milletinin varlığının, diyor. anayasasının, Türkiye Cumhuriyeti ve kurucularının resmen inkarıdır. BOP’la parçalanacak ülkenin başbakanı R.T. Erdoğanda 13 Ocak 2009 günü Meclis çatısı altında“Türkiye Bu asil milletin adının Türk olmasını hazmedemeCumhuriyeti’nin Başbakanı, Büyük Ortadoğu yen R.T. Erdoğan, hangi milletin başbakanı acaba?! Projesi’nin eşbaşkanıdır!“ diyor. Haydi, bunu da inkar Yoksa, özlemi bu ülkeyi “Tayyiban Cumhuriyeti”ne döedin!? nüştürmek mi? İktidarda kalma uğruna, emperyalist güçlerin emelleri İşte, başbakanın gizli niyetinin şifresi, 11 yıllık icraadoğrultusunda, ihanet odaklı bölücü terör örgütü PKK’nın tının özetidir bu! 30 yıldır Türk insanına çektirdiği vahşetin bir hak arayışı Bu talihsiz sözleriyle açıkça “Türk milleti” ifade- 9 için olduğu fikrini meşrulaştırmak için yontulan AKP zihniyeti, “Türk” ismini silmekle ülkenin istikrara kavuşacağının sanrısı içerisindedir! “Türk” demenin “Müslüman” demek olduğunu, bırakın kuyruk acısı çeken haçlı sulbünü, Arap’ın develeri bile ezbere bilir. “Türk” adı; dini, vatanı, ırkı ve namusu uğruna “ toprağın kara bağrında, sıra dağlar gibi duranlara”, “hasmı topun namlusundan görenlere” ve “kendini Türk tarihine verenlere” aittir, ki onlar da tarihe şan veren Türklerdir. Dünyanın malumu “Türk” demek, “İslam” demektir. Kur’an, Hadis, Sünnet penceresinden baktığımızda, “Türk” ismine ve Türklük”e savaş açanların; şahsi çıkarları için Yahudi ve Hıristiyanları dost edinen, haçlının kucağına oturup Vatikan’ın eteğini öpen, İslam’da olmayan almaktadır. Ki, başbakan da başbakanlık yetkisini, adını ayrımcılık saydığı “Türk milleti”nin Meclis’inde ettiği “Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” yeminiyle almamış mıdır!? O zaman milletin hem anayasal hem de tarihten gelen adını bölücülük sayan bir başbakan, makamının meşruiyetini kazandıran anayasaya göre suç işlemiş olup adını yok saydığı milletin başbakanı olmakla kendi konumunun meşruluğunu tartışılır duruma getirmiş olmuyor mu? Oysa bu başbakan; dünya milletler platformunda ve cihan tarihinde “Türk” adıyla kaim olan“Türk Milleti”nin başbakanı olarak kabul görmektedir. Eğer bir başbakan, kendimilletinin adını kullanmayı ayrımcılık sayıyorsa bu başbakan ya bulunduğu mevkiin idrakinde değildir veya inanış şekillerini, sözde İslam adına,“Ilımlı İslam” teranesiyle millete yutturmaya çalışan münafıkların olduğunu görürsünüz. “Türk ismi etnik bir unsur” diye hasta beyinlere enjekte edilerek millî ve üniter devletin varlığının ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğünün tartışılır duruma getirilmesi; devletin kuruluş felsefesini, kurcu irade gücünü ve milleti ayakta tutan dinamikleri bir daha yeşermemek üzere dinamitlemek içindir. Bu yüzden ülkemiz üzerinde açıkça küresel bir senaryo tertiplenmektedir. Bu senaryonun figüranları,“Kürt” ismini kullanarak önce “Kürdistan” sonra “Büyük Ermenistan” ve nihayetinde “Büyük İsrail” projelerini hayata geçirme çabasındalar. Büyük bir gaflet içinde değilse eğer İktidar, tarih önünde BOP’un işbirlikçisi olarak ihanetin aktörü sayılmaktan kendini nasıl kurtaracak?! O halde Türk milletinin adını bölücülük sayan bir başbakan Türk milletinin ve “Ben Türk’üm!” diyenlerin başbakanı değildir. * Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran milletin adı anayasasında‘Türk milleti’ olarak tescillidir. Bu iktidar, yürürlükteki bu anayasaya göre Türk milletinin hükümetidir, meşruluğunu da‘Türk milleti’nin anayasasından konumundan güç alarak dalalet içerisinde demektir. Anayasanın ruhuna “Türk “ kavramı hakim iken… Ve anayasada 8 yerde Türk milleti, 2 yerde Türk toplumu, 4 yerde Türk vatandaşları ifadesi yer alırken... 75 milyonluk bir toplum,90 yıldır “Türk milleti” ifadesinden mürekkep olmuşken… Bu milletin anayasasıyla başbakan olan birinin çıkıp da “Türk milleti” sözünün ayrımcılık olduğunu iddia etmesi, ülkenin kimler tarafından ele geçirildiğinin vahim sonucudur. Demek ki, çağlar boyunca “Türk” ismiyle yer alan bu millet hafızalardan silinmek isteniyor. Dünyanın gözü önünde, sayısız insanlık suçu işleyen ve alenen ülkeyi bölmeye çalışan PKK terör örgütüyle ve örgütün idam mahkumu bölücü başı- bebek katiliyle “barış” teranesi adı altında işbirliği içinde olmak… Kürtçeyi anadil konumuna sokmak… Vahşetin gebermiş eniklerine “şehitlik” kurdurmak… Hain sanatçı artıklarını en yüksek makamca ödüllerle kutsamak… Doğu’da yol kesip soygun yapan sırtlanların 30 yıllık vahşetini meşrulaştırmak… Türklük gurur ve şuurunu, Türk kültürünü, kahramanlığını, simgelerini, değerlerini her yerden silmeye çalışmak… Bölücülüğün daniskası değil midir? Ey Türk milleti! Yeter gayri, bu gafletten ne zaman uyanacaksın?! Silkin, az kaldı, yoksa cayır cayır yanacaksın! Peki, ya Allah’ın huzuruna nasıl varacaksın?! 10 Gençlik Dergisi İsmail BOZKURT [email protected] GÜVENİLEN BAŞ’A BAŞ YOLDAŞ Mustafa Necati Bey Harbi umuminin sonunda asker rüya görüyor: Hazret rüyasında Peyyorgun, halkı sefildi. Her haneden üç gamberimizi görüyor, koşup elini öpyiğit savaşa katılmış, ikisi şehit, biri mek istiyor, Peygamber kendisine sol kötürüm gazi, olmuştu buna rağmen elini uzatıyor. Buna şaşıran ve mahzun bir diriliş, bir silkiniş, bir haykırış bekolan şeyh, peygamberimize hitaben, leniyordu. “Kurtuluş bir mucize ile “Ya Rasulallah niçin sağ elinizi vergerçekleşebilir.” deniyordu. Dizi tutan mediniz?” diye sual edince şu cevabı yürüyor, dili tutan konuşuyor, eli tutan alıyor: da yanına aldıkları yarenleri ile birlikte “Sağ elimi Ankara’da Mustafa gündüz iaşe temin edip, gece de düşKemal Paşaya uzattım.” manın geleceği yolları kesiyordu. Bu düşü o gün Gaziantep’te bir okuEge’de efeler, güneydoğuda eli lun bahçesinde din dersleri muallimi silah tutan birkaç şeyh, hareketi başHafız Halil Efendi gözü yaşlı ve titrek latmışlardı bile. Hareketin başarıya bir sesle size Şeyh Sunusi Efendi’nin ulaşması için yine de bir başa ihtiyaç müjdeli rüyasını okuyacağım diyerek vardı. Bu baş, güvenilen bir baş kürsüden duyuruyor. olmalıydı. Baş başa uygun yoldaşBitirirken de şöyle diyor: “Ey larla yola çıkmalıydılar. Baş olan ahali, Mustafa Kemal muzaffer kişi,7 milyon kilometre kare topolacak, Peygamber efendimiGönül ehli samimi raktan bir avuç Anadolu’ya sığınan zin sağ eli onun elindedir. Buna yorgun, bitkin, iaşesiz ve güçsüz Müslümanlar, Yüce iman edin” diye haykırıyor. Halil mücahitlere güç katarak silkinip Efendi’nin nutku sanki yeni bir seMevla’dan ve onun sevgili çıkacağına inandırmalıydı. Dilden ferberlik ilanı gibi oldu. dile, kulaktan kulağa sesler yüksepeygamberi Hz Muhammed Yeniden diriliş ve var oluşa liyordu. Mustafa (SAV) den nusrat iman edip karar veren bir avuç Mustafa Kemal Paşa; soyunvatanseverin peşine takılıp yola bekliyorlardı. muş ve Anadolu’ya geçmiş diyorbaş koyan serdengeçtilerden birini lardı. Camilerde dualar ediliyor, anlatmaya çalışalım. Mustafa Keyoktan vardan kurbanlar kesiliyor, mal Paşaya genç yaşta yoldaş olan kurtuluşun düşleri görülüyordu. Mustafa Necati Beyden bahsedeGönül ehli samimi Müslümanlar, ceğim: Yüce Mevla’dan ve onun sevgili peygamberi Hz Muhamİleride vakanüvisler onu “İnkılâbın Şimal Yıldızı” med Mustafa (SAV) den nusrat bekliyorlardı. diye yazacaklardı. Sabahın seher vakti, günahsızlığın sıfır noktasında, AlBaş yoldaşı, yoldaş da başı bulursa yol dürülür gilah dostları dualarını ederlerken, Allahın dostu, peygamder. Başın yoldaşı, yoldaşın da başı seçmesi ne kadar berinin sevgilisi, vatanın âşığı Karayılan lakaplı bir başka önemli ise, yoldaşın başı terk etmesi de o kadar tehlikederviş de yanına aldığı mücahitleri ile birlikte keferenin gündüz baskın verip, işgal ettiği yerleri kefere derin uyku- lidir. Bu terk ediş, sadece başı değil, ona güvenen herkesi mahveder. da iken şafak vakti basarak geri alıyordu. Onun için denmedi mi? “ Yoldaşını bırakıp dönenlerin Haber haber üstüne yayılmaya başlıyor. Seferberlik artığı bıyığı yeni terleyen delikanlılar bu kahramanların ya- topu da bir sokak kaltağına eştir” diye. Aşılması mümkün olmayan dağları aşmak istiyorsan, nına koşmaya başlıyorlardı. Haberler daha da büyüyerek ancak yoldaşına güvenebilirsin. İşte o günlerde bu yoldagüven artarken, artık hâkimlerin, hekimlerin, muallimlerin şın veya yoldaşların da bir başa ihtiyaçları vardı. katılımları başlıyordu. Daha da hız gerekiyordu. O gün için en güçlü silahın kararlılık ve manevi duygu olduğu Mustafa Kemal Paşa yurttan düşmanı atmak için rütkesindi. Şeyh efendiler rüya üstüne rüya görmeye başla- beyi ve üniformayı bir tarafa atıp, karlar içinde yatmaya dılar ki, deme gitsin. Şeyh Sunusi Hazretleri de şöyle bir karar verdiği gün, Mustafa Necati de ilk iş olarak İzmir’in 11 narak bu gençleri cepheye göndersem daha hayırlı olur dedim. Teklifimi ayniyle kabul ettiler, biraz da memnun oldular, ertesi günü teklif gerçekleşti, gençleri cepheye yolladık. Biiznillah iki yiğidin ikisi de şahadet şerbetini içtiler.” Darendeli bir Türkmen Bunları anlatan Mustafa Necati; gençleailesinin çocuğu olan Mustafa re bakarak suret okuma gibi bir yeteneğini kullanırken, hangi ahvalde olurlarsa olsunlar Necati; İzmir’de dünyaya Türk gençlerinin kendilerine biçilen değere geliyor. İlk ve orta öğrenimini de ihanet etmeyeceğini iyi biliyordu. İzmir’de tamamladıktan sonra TBMM’nin II. Döneminde İzmir milletvekili olarak Meclise giren Mustafa Necati, İstanbul’da hukuk mektebine İmar İskan ve Adliye vekilliği de yaptı. Musdevam ediyor. Tekrar İzmir’e tafa Kemal Paşanın gözdesi nerede bir boşluk var ise orayı dolduruyordu. Başın yoldönerek Muallim Mektebinde daşa güveni tamdı. Şeyh Sait İsyanı üzerine öğretmenlik yapıyor. hemen şarkta kurulan İstiklal Mahkemesinin Savcılığı görevi, kısa bir süre de olsa, Mustafa Necati tarafından deruhte edildi. II. İsmet Paşa kabinesinde Maarif vekilliği görevinde bulundu. Talim Terbiye Dairesi onun tarafından işgali üzerine kurulan Balıkesir çetesine katılmaya karar kuruldu. 22 Mart 1926 tarih ve 789 sayılı Maarif teşkilatıveriyor. na dair kanun. Darendeli bir Türkmen ailesinin çocuğu olan Mustafa 3 Mart 1926 tarih ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat KaNecati; İzmir’de dünyaya geliyor. İlk ve orta öğrenimini nununun uygulaması da onun zamanında gerçekleştirildi. İzmir’de tamamladıktan sonra İstanbul’da hukuk mektebiTevhidi Tedrisatın 4. maddesinin fiilen ihyası (Atatürk’ün ne devam ediyor. Tekrar İzmir’e dönerek Muallim Mektebinde öğretmenlik yapıyor. İleride Meclise girip, kendisin- vasiyetinde olduğu gibi) gerçekleşemedi. Buna rahmetlinin ömrü yetmedi. den önce Maarif vekili de olan yakın arkadaşı Vasıf Çınar31 Kasım 1928’de yeni alfabenin kabulü yine onun bala birlikte aynı yerde Şark mektebinde idarecilik yapıyor. kanlık döneminde gerçekleşmiş oldu. Mustafa Necati, Mil1915 ile 1918 arası İzmir Devlet Demir Yolları şubelet Mekteplerinin ehemmiyetine inanmıştı. Onlarla epeyce sinde hukuk müşavirliği ile birlikte avukatlık görevini de yol alındığına inanıyor ve biraz daha ileri seviyede ihyasıyürütüyor. Bir yandan Aznavur çeteleri ile savaşırken dinı istiyordu. Millet Mekteplerinin devamında kendisini bu ğer yandan da Yunan işgaline karşı halkı uyandırma gibi okulların hem talebesi hem de hocası olmanın heyecanını görevlerin hepsini birden yürütmeye çalışan bir dev adam. yaşıyordu. Köy öğretmeni onun için çok önemli idi. ÖğTanrı ona büyük bir cüsse verirken, gönlünü de cesaret, retmeni görevinde ve yerinde takip ve taltif etme gibi bir şecaat merhamet ve muavenet duygusu ile doldurmuştur. âlicenaplık, devlet adamı olarak Atatürk’ten sonra Mustafa I. Dönem TBMM’sine Saruhan mebusu olarak katıl- Necati’ye aittir. Sıtajiyer Öğretmeni takip eder, onun kur’a dı.(1920) Samsun İstiklal Mahkemesi Müdafai Hukuk sonucu atandığı yer ”nere olursa olsun, ister Diyarbakır, kâtipliği yaptı. Daha sonra Kastamonu ve Havalisi İstiklal ister Mardin, ister İzmir, ister Erzurum “ İlk öğüdü şu olur, Mahkemesi reisliğine getirildi. “Genç öğretmenim, yeni vardığın yerde şunların, şunların Kastamonu İstiklal Mahkemesi Reisliği sırasında şöy- eksik olabilir, ışığın, aydınlanman da eksik olabilir, soban da iyi yanmayabilir, ancak orası vatan toprağı, orası sizinle le bir hatırası vardır Mustafa Necati’nin: “Cephelerde kan gövdeyi götürüyordu. Hangi suçtan yeşerecektir.” der. Daha sonra da hangi ihtiyaçlarını nereolursa olsun İstiklal mahkemesine düşenlerin de asker ka- den gidereceğini yazar. Mustafa Necati özellikle köy öğretmeni yetiştirmek çağı olarak bağışlanması mümkün değildi.”Mahkemeye iki delikanlı getirdiler, incedalan, ikisi de fidan boylu, üzere yurdun değişik bölgelerinde 32 yerde “daha sonra idamlık idiler, bir türlü kıyamadım, suçları da nişanlıları kurulan Köy Enstitülerine benzer” tespitler yaptı ama ile ilgili bir mesele idi galiba, nasıl olur da bunları kurtarır istediği şekilde düşü gerçekleşemedi. Bütün bu heyecanı cepheye gönderirim diye düşündüm. O gün sabaha kadar devam ederken beklenmedik bir zamanda 1 Ocak 1929’da kendi kendime acaba öyle mi olur, şöyle mi olur dedim körbağırsak zehirlenmesi sonucu vefat etti. durdum. Neticede şöyle bir karar verdim: Vefat ettiğinde Vekâlet görevi devam ediyordu. Genç, babayiğit ve cesur bu devlet adamının başında hareketin Vilayetin Şehremini ve ileri gelenlerine durumu anlatbaşı, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ağlıyordu. Gökten tım, bu çocukların yüzü beni yanıltmıyor. Bunlardan kabir yıldız kaymıştı, hem de Şimal yıldızı. Baş başlığa, yolçak ta olmaz, hain de, gelin bunları cepheye gönderelim. daş da yoldaşlığa yakışmıştı. Günümüzde ne kadar ihtiyaç Yarın olduğunda siz ulemadan ve vükeladan olanlar bana var buna. gelip, bu çocukları bir de cepheye göndererek yoklasanız olmaz mı diyerek teklifte bulunsanız. Ben de buna dayaRuhları şad, mekânları uçmak olsun. 12 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ YÖNÜ NE OLMALIYDI? Gençlik Dergisi Hakan BOZDOĞAN [email protected] Dünya savaşının 100. yılılına Rusya ve Çin’in dünya siyasetinyaklaştığımız şu günlerde sande güçlü aktörler olarak çıkması ki 100 yıl önce yaşanan olaylar devletlerarası rekabeti en üst düztekrar sahneye sürülmüş gibi. eye ulaştırmıştır. Yani ABD hâkim Bilindiği gibi I. Dünya savaşının güç olduğu tek kutuplu dünyandan Dünya savaşının en çok çıkmasına sebep olan iki önemli Rusya’nın öncülüğündeki iki kutuetkilediği devlet Osmanlı olay vardı: Birincisi devletler plu dünyaya geçmiş durumdayız. devleti olmuştur. Birkaç arasındaki sömürge ve pazar İşin ilginç yanı 100 yıl önce cephede başarı kazansa yarışı ile bu yarıştan kaynaklanan Osmanlı devleti devletlerarası da savaştığı cephelerin devletlerarası bloklaşma, ikincisi rekabette güçlü devletlerin hibüyük bölümünde savaşı de Fransız ihtilalinin getirdiği mayesine girmeyi siyasi bir geniş kaybetmiştir. akımlardı. Bu gelişimlere bağlı görüşlülük olarak seçmiş ve bunu olarak dünya tarihinin o zamana denge politikası söylemiyle diplodek görmediği büyük bir savaş matik deha görünümüne sokmakbaşlamış sonuçta milyonlarca intan başka hiçbir şey yapmamıştı. san hayatını kaybetmiş, milyonGünümüzde Türkiye’nin yaptığı larca insan yaralanmış veya sakat kalmış ve bir o kadarı da da Osmanlının son dönemde yaptıklarına benzemektedir. vatanlarını terk ederek mülteci durumuna düşmüştü. Türkiye’nin Durumu Dünya savaşının en çok etkilediği devlet Osmanlı devOsmanlı devletinin yıkıntıları üzerine tam bağımsızlık leti olmuştur. Birkaç cephede başarı kazansa da savaştığı ve millî egemenlik temelinde kurulan Türkiye cephelerin büyük bölümünde savaşı kaybetmiştir. Bir mi- Cumhuriyeti’nin dış politikasını üç dönemde incelemek: lyona yakın insanını ölüm, yaralanma, kayıp ve esir verme gibi nedenlerle kaybetmiştir. O dönem Osmanlı yöneticile1) Atatürk Dönemi ri mevcut koşulları iyi okuyamadıKLARI için milletimize telafisi mümkün olmayan ağır bedeller ödetmişlerdir. Atatürk öncülüğünde milli bir kurtuluş savaşı gerçekleştirilmiş, Türkiye cumhuriyeti tam bağımsızlık 1. Dünya Savaşının acı ve elem dolu hatıralarının üstünden 100 yıl geçtiği halde, kuşağın acıları ve yaşayanların ilkesine göre kurulmuş üniter bir devlettir. Cumhuriyetin birinci ağızdan tanıklıkları hâlâ yaşıyor ve savaş esintileri ilanından sonra yoğun ve etkili bir dış politikayla Türkiye dünyada saygın bir yere kavuşmuştur. Türk mucizesi dünyayı savurmaya devam ediyor.. Tıpkı 100 yıl önce olduğu gibi devletlerarası rekabet ve diye nitelendirilen bu dönemde dış politikada sergilebloklaşma faaliyetleri görülmektedir. I. Dünya Savaşı önc- nen usta manevralarla savaş yapılmadan birçok kazanım esinde Üçlü İtilaf ve Üçlü İttifak devletleri varken günü- elde edilmiştir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Hatay’ın müzde AB ve ABD’nin oluşturduğu batı bloku ile Rusya anavatana katılması Atatürk döneminin usta diplomatik ve Çin’in önderliğindeki Şangay örgütünün oluşdurduğu zaferidir. Ayrıca bölgesinde lider ülke konumuyla Türdoğu bloku arasında kıyasıya mücadele devam etmektedir. kiye II. Dünya savaşının ülkemiz topraklarına sıçramasını Önceden devletlerarasındaki mücadelenin odak noktası engellemiştir. Balkanlar ile Akdeniz çevre kuşağı iken günümüzde devletlerarası bloklaşmanın mücadele alanı Orta Asya ve Ortadoğu olmaktadır. Önceden İngiltere ve Fransa’nın oluşturduğu blok Almanya’nın dünya siyasetine çıkmasına kadar dünyayı istedikleri gibi dizayn etmişlerdir. Nasıl ki Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini tamamlamasıyla devletlerarası rekabet en üst düzeye ulaşmışsa, şimdi de 2) Atatürk Sonrası Dönem Atatürk’ün ölümünden sonra dış politikadaki tam bağımsızlık ilkesi terk edilmeye başlanmıştır. Bunun ilk adımları İnönü döneminde başlayıp DP döneminde devam etmiştir. Türkiye’nin küçük Amerika olacağı söylemleri bu zamanın politik çıkışlarıdır. Atatürk sonrası dönemde dış 13 Osmanlının son dönemlerinde dış güçlerin beğenisini kazanmak için azınlıklara olmadık ayrıcalıklar verilirken günümüzde yine dış güçlerin beğenisi için demokratikleşme paketleri adı altında Türkiye’nin temelleri sarsılmaktadır. politikada Türkiye yarı bağımlı bir politika benimsemiştir. Uluslararası denge politikasını sürdürmek adına dış güçlerin boyunduruğuna girme anlayışı benimsense de tamamen Atatürk’ün mirasından uzaklaşılmamıştır. Özellikle yakın çevresindeki gerilimlere doğrudan taraf olmak yerine arabuluculuk faaliyetlerinde bulunan tarafsız bir ülke pozisyonuyla bir nebze olsun saygınlığını koruyabilmiştir. Ancak bazı kesintiler dışında dış politikada ana belirleyici unsur Rusya olmuştur. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıyla Amerikan etkisi devre dışı bırakılsa da 1980 askeri darbesinden sonra gelen Özal hükümetiyle tamamen Amerikancı bir politikaya geçilmiştir. Özal’dan sonra gelen hükümetler de Amerikancı çizgilerini koruma gayretinde olmuşlardır. Atatürk sonrası dönemde gelen hükümetlerde Amerika’nın taleplerini yerine getirerek Amerika’yla olan müttefik ilişkilerini canlı tutmak birinci öncelik olmuştur. Ancak bu dönemde Atatürk’ün anlayışına sadık bürokratlar ve askeri kadro Türkiye’nin tamamen Amerikan çizgisine girmesini engellemiştir. 1994 yılından itibaren Irak’ın kuzeyine sınır ötesi operasyonların düzenlenmesi, 1996 yılında Kardak adasına askerin çıkarılması ve 1999 Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması gibi olaylarda bu kadroların önemli katkısı olmuştur. 14 3) AKP Dönemi 2002 yılında iktidara gelen AKP hükümeti, ilk olarak Atatürk’e ait ne varsa yok etmek amacına yönelik hareket etmiştir. Atatürk’ün mirasıyla şekillenen dış politika anlayışının yok edilmesi için büyük bir çaba harcanmıştır. Atatürk sonrası dönemde AB ve ABD çizgisindeki yönetim anlayışı dış politikanın kurumsal misyonu haline gelmiştir. Dış politikadaki saygınlığı ve işlevselliği Amerikan çıkarlarına hizmet etmek biçiminde gerçekleştirme gayretinde olmuşlardır. AKP hükümeti, Amerikan projesi BOP’ un eş başkanı olmayı, Yahudi Cesaret Madalyası almayı, Rum ve Ermeni liderlerinden övgüler almayı zafer olarak algılamıştır. AKP hükümetinin dış politika anlayışı ile Osmanlının son dönemlerindeki dış politika anlayışı arasında fark yoktur. Atatürk sonrası dönemde bölgemizdeki her toplantıya Türkiye davet edilirken şimdi doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren konularda bile Türkiye davet edilmemektedir. Osmanlının son dönemlerinde dış güçlerin beğenisini kazanmak için azınlıklara olmadık ayrıcalıklar verilirken günümüzde yine dış güçlerin beğenisi için demokratikleşme paketleri adı altında Türkiye’nin temelleri sarsılmaktadır. Türk dış politikasının yönü ne olmalıydı? 2002 yılında AKP iktidara geldiğinde Irak işgal edilmemiş, Arap baharı başlamamış ve Türk askerinin başına çuval geçirilmemişti. Eğer 2002 yılında Atatürk dönemindeki dış politika anlayışı benimsenmiş olsaydı, Irak işgal edilmeyecekti, Arap baharı diye bir şey başlamayacak ve Ortadoğu bu kadar karışık olmayacaktı. ABD bu coğrafyada umduğunu bulamayacak ve giderek etkisini kaybedecekti. AB ülkeleri bu kadar pervasız olamayacak ve birlik temelleri hızla sarsılacaktı. Hıristiyan kulübü hayalleri Haçlı seferlerindeki hezimete dönüşecek ve birlik dağılmanın eşiğine gelecekti. Türkiye Orta Asya Türk cumhuriyetleriyle daha etkin işbirliğine girecek böylece Türk devletleri hem Rusya, hem Çin, hem de Amerika’nın baskısından kurtulacaktı. Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin kaynakları bölgesel işbirliği yoluyla Türkiye üzerinden dünyaya ulaşacak ve Türkiye süper güç haline gelecekti. Yazdıklarım bazılarına hayal gibi gelebilir. Ancak bu hayali Atatürk zaten başarmıştı. Yazıma Atatürk’ün şu sözüyle son vermek istiyorum: “Avrupa’nın bütün ilerlemesine ve mede� nileşmesine karşılık Türkiye tam tersine ge� rilemiş düşüş vadisine yuvarlanmıştır. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki ecne� bilerin nasihatleriyle ecnebileri, planlarıyla yükselebilsin?” Gençlik Dergisi Fazıl Ahmet BAHADIR İSTANBUL’UN İKİNCİ FETHİ:1923 “İstanbul elbet fetholunacaktır; onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” Hadis-i Şerif Bu hadisteki müjdeye nail olmak için İstanbul Müslüman Araplar ve Türkler tarafından defalarca kuşatılmıştır. 1453 Mayıs’ında muhasaranın uzaması üzerine atını denize süren Sultan II. Mehmet, tarihi ürperten şu cümleyi haykırıyordu: “Ya ben Konstantiniyye’yi alırım, ya da Konstantiniyye beni!” 29 Mayıs 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu tarihin sayfalarına gömülürken, genç padişah Fatih ve İstanbul şehri, İstanbul’un Türk yurdu olmasının ebedi hazzını birlikte yaşadılar. Fatih Sultan Mehmet Han ve askerleri Peygamber’in övgüsüne mazhar oldular. Ruhları şad, mekanları cennet olsun! 465 yıl sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa, Adana treninden inip Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında, düşman gemilerinin zafer bayraklarını açmış şekilde ve toplarını sağa sola çevirerek İstanbul limanına girdiklerini, azınlıkların da sevinç çığlıkları ile karşı sahilleri çınlattığını görünce “ Geldikleri gibi giderler! “ demişti. 4 Ekim 1923’te işgalciler, Türk bayrağını selamlayarak İstanbul’u terk ettiler. 5 Ekim 1923′te şehrin Anadolu yakasına gelen Türk ordusu, 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında İstanbul’a girdi. Dört yıl, on ay, yirmi üç gün süren işgalin ardından İstanbul›u yeniden fethedip Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarının da mekanları cennet, ruhları şad olsun. FETİH 1923 Ölümüne vuruştuk sekiz cephede Kanla, barutla sınandık. Buz kestik karlı dağlarda Kızgın çöllerde yandık. Zaferler yaşadık, Bozgunlar gördük. En emin beldeden geldi, İhanetin en ucuzu… Adsız kahramanlar koyduk, Adını bilmediğimiz diyarlarda Belirsiz mezarlara. Mermi sürüp namluya Beklerken el tetikte. Kimine fener alayı oldu Mondros, Savaş bitti diye; Kimine kanlı gözyaşı, vatan gitti diye. Haram lokmalar gibi Gemiler dizildi boğazımıza Yutkunduk istemeden… Kapkaranlıktı, Kasım’ın on üçü Bulutlar, ufuklar, yer, gök kapkara Mavi değildi artık Marmara. Bir sis gibi çöküverdi üstüne Esaret usul usul. Biz, sende olsak da Sen, bizim değildin İstanbul. Boşaltılmış kışlalar, El konmuş tersaneler. Cepheye er salmaktan Harap olmuş haneler. Kaybedilen yurtların yasını tutar sükut. “Bu da geçer ya hu!” larla ağlarken yedi tepe Bir bozkır rüyasını hayra yormaktır umut. Kimi yorgun savaşmaktan Kimi hain kaç kuşaktan. Fetvalar uydurup zillete, “Kader” dedirtseler de millete. Dumanlar tütüyordu Yörük çadırlarında. Kutlu ocaklarda tavlandı demir Ve yeniden su verildi çeliğe. Işıl ışıl süngüler, zafer yazdı kadere. Sakarya kıyısından, Dumlupınar önünden Coşkun seller gibi çağlayıp gelen Gaza yarasıyla süslü yiğitler. O en güzel kumandan Ve övülmüş askerler… Karşıla ey İstanbul! Bu geliş sana doğru, Kutlanmış sona doğru. 15 ORTADOĞU’DA YENİ DENGESİZLİKLERE DOĞRU Ahmet MUHTAROĞLU Suriye ile ilgili yazı yazmamızın hiç de hoşa gider tarafının olmadığını ben de biliyorum. Suriye konusu ile ilgili ve Orta Doğu’nun geneliyle ilgili üç yıldan fazladır yazıp olup bitenleri ve olması muhtemel olayları tahmin ederek sizlerle paylaşıyorum. Bu yazımızda yine Suriye konusunun geldiği son noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Zira Suriye’de yaşanan bu olaylar ve gelinen nokta yalnız bölge ülkelerini etkilememiş aynı zamanda dünya dengelerini de etkilemiş durumdadır. Bazen sosyolojik ve tarihi olaylar konjonktürü etkiler; bazen de konjonktür olayları tetikler. Mevcut gidişatın yani konjonktürün olayları etkilemesi normal ve kolay iken, olayların topyekûn konjonktürü etkilemesi çok olağanüstü bir durumdur. Şu anki durum itibariyle Suriye’nin dünya siyasetini getirdiği nokta da olağanüstü bir durumdur. A.B.D. ve top yekün Batı’nın bölgeye ilgisini hatırlayalım: 1-Petrol ve enerji kaynaklarına ulaşmak, 2-Rusya’yı bölgeden uzak tutmak, 3-İsrail’in güvenliğini güvenceye almak, 4-A.B.D. Başkanı Wilson’un vasiyeti olan Büyük Kürdistan’ı bu üç maddenin gerçekleştirilmesinin ön şartı olarak kabul edip gerçekleştirmek. Batı’nın bu hedeflerini gerçekleştirmek için BOP (Büyük Orta Doğu Projesi) kapsamında “Arap Baharı” ve” Kürt Açılımı” programları eş zamanlı olarak yürütülmektedir. (ABD’nin açıkladığı BOP Planı, Orta Doğu’da ŞiiSunni mezhep çatışması çıkartarak ve ılımlı İslam iktidarı yaratarak İran’ı yalnız bırakmak ve Müslümanı Müslümana kırdırmayı amaçlamıştır.) Kürt açılımının, yani Sevr’in gerçekleşmesini aziz millet yarı uykulu mahmur haliyle izlerken kanlı Arap baharı Suriye’de tıkanmış durumdadır. Suriye’de oyun bozulmuştur. Suriye, Tunus, Libya ve Mısır’a hiç benzememiş; Türkiye dahil hiçbir Batı ükesi Suriye’nin gücünü tahmin edememiştir. Hatta Türkiye’den bazı yetkililer bir hafta içerisinde Suriye’ye girerek Halid Bin Velid Camiinde Cuma namazını kılmaktan bahsetmiştir. Gelinen noktada bu kanlı Arap baharından kim zararlı, kim kazançlı çıktı elbette her ülke kendi muhasebelerini yapacaktır. Ancak şunu söylemeliyiz ki İsrail ve Kürtler hariç tüm bölge ülkelerinin zararlı çıktığı çok açıktır. Türkiye açısından hadiseye baktığımızda telafi edilemez sonuçları ortadadır. Artık izlediğimiz Suriye politikamızı hiç kimse savunamaz durumdadır. Devletin yetkililerinin açıklamış oldukları resmi rakamlara itibar ettiğimizde harcadığımız rakam 2 milyar dolardır. Yok yere ölen Müslüman sayısı 130 bindir. Açlık, sefalet, göç anlatılır gibi değildir. Dini yetkililer halkın kedi ve köpek yiyebile- 16 cekleri ile ilgili fermanlar çıkarmıştır. Buna benzer anlatılacak çok şeyler var ancak içimiz kaldırmıyor. Türkiye çaresiz gibi görünüyor, Obama’dan yardım bekliyor. Obama ise sizin özeliniz bizim önceliğimiz değildir diyor. Bizim Suriye politikamızın bu noktaya gelmesinde neler rol oynamıştır? Hangi çıkar saikleri bizi bu noktaya getirdi? Argo tabirle bizi havuza kim itekledi. Ocak 2011’de kardeş Esad; şubat 2011’de nasıl katil Esed’e dönüştü? Kendi elimizle PYD’yi nasıl kurduk? Bütün bu olayların arka planını araştırmak, olayları bölgedeki şablonda yerli yerine koymak durumundayız. Bu ağır faturanın basit gerekçesi olan “Esed halkını bombalıyor” söylemi bizi tatmin etmiyor; etmemeli de. Buradan hareketle konuyla ilgili yurt dışından yapılan yorumlara ve uzmanların görüş ve düşüncelerine burada kısaca bahsetmemiz uygun olur diye düşündüm. Geçtiğimiz ay Amerikan National Interest dergisi ABD’nin Suriye politikası ile ilgili bir röportaj yayınladı. ABD’nin ve Obama’nın akıl hocası, ABD’nin dış politikasına yön veren Medeniyetler Savaşı kitabının yazarı Samuel P. Huntington’ın talebesi Zbigniev Brzezinski Orta Doğu’nun ve Asyanın yeniden şekillenmesinde rol almış kişi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasında en büyük etkiye sahip kişi, Afganistan mücahitlerini örgütleyen adam. Bu örgütlenmenin sonucu CIA’nın desteğiyle El-Kaide terör örgütü çıkmış, bugün El-Kaide, Batı’nın desteğiyle Suriye yönetimini yıkmaya çalışıyor. Meşhur yazar Z. Brzezinski dergiye verdiği röportajında ABD’nin bölgede nasıl bir güç kaybettiğini Suriye ile ilgili kendi içlerinde nasıl bir şaşkınlık yaşadığını bakın nasıl anlatıyor: - Batı’nın “büyük bir propaganda” yaptığını söylüyorsunuz. Obama, statükoya karşı koyamayacak kadar zayıf olduğu için mi Suriye’ye bulaştı? Görülüyor ki Obama’nın elinde çok zor bir sorun var ve bunun müphem bir yönü de var. Zamanlamayı bir düşün. 2011 sonlarına doğru kuraklık ve Ortadoğu’nun iki mutlakıyet rejimi Katar ve Saudi Arabistan tarafından kışkırtmayla Suriye’de ayaklanmalar çıktı. Birdenbire Beşar Esad’ın gitmesi gerektiğini söyledi Obama. Ama hiçbir gerçek hazırlık yapmadan. Burada seçim yılıyken. 24 Mart tarihli New York Times gazetesinde çıkan çok önemli bir habere göre, General David Petraeus idaresindeki CIA, Katar ve Suudilerle büyük bir proje yapıp, bir şekilde buna Türkleri de bağladı. Bu stratejik bir duruş muydu? Biz niye birdenbire Suriye’nin istikrarsızlaşmasını ve hükümetinin devrilmesini istedik? Bu hiç Amerikan halkına anlatılmış mıydı? 2012’nin sonlarına doğru savaş kısmen ayaklanmacıların aleyhine döndü. Ve artık açıkça ortaya çıktı ki ayaklananların hepsi “demokratik” değiller. Gençlik Dergisi Bunun üzerine tüm politika tekrar gözden geçirilir. Düşünceme göre, bütün bunların açıklık kazanması gerekir ki, ABD politikasının amacının ne olduğunu daha iyi anlayalım. - Tarihi olarak sık sık ayaklanmaları destekleriz; örneğin Nikaragua, Afganistan ve Angola. Neocon (yeni muhafazakâr) veya liberal şahinlerdenseniz, “Diktatörleri devirmek için yapıyoruz. İnsani sebeplerden müdahale niye yanlış olsun” dersiniz. İlke olarak bunun gerekçe olmasında hiçbir sorun yok. Ama önce bütün riskleri ölçüp biçmek gerekli. Suriye’de sorun bence destabilisazyon ve çevreye yayılması ihtimalının büyük olması. Açıkça belirtirsek Ürdün, Lübnan ve Irak’ın durumunun hassaslığından dolayı, daha büyük bir Sunni-Şii bölücü savaşının çıkması ve bizimle İran arasında daha da büyük bir çarpışmanın çıkması. Düşünceme göre, çok yüksek riskli bir durum ve ne olacağını tahmin etmek de zor. ABD’nin gücüyle sorunun yalnız Suriye ile kısıtlı tutulması çok zor. - Irak’a girerken yeni muhafazakârların rüyası, Ortadoğu’da domino gibi birbiri ardına bir çok rejimin devrilmesi idi. Yoksa bu korkunç istek yaşama mı geçiyor? Bugün bölgenin tümü Irak’ın işgal edildiği zamandan daha da istikrarsız. Belki de görüşleri, “İsrael’in stratejisi, bütün en iyi komşularının destabilize olmasına bağlıdır” diyen İsrail sağcıları tarafından bulandırılmış olabilir. Ama benim düşünceme göre, bu İsrail için uzun dönemde bir felaket olur. Çünkü yan etkisi bölgede ABD’nin etkisinin yok olması demektir ve İsrail de sonunda yalnız kalacaktır. Bu, zannetmiyorum ki İsrail için iyi olsun. Zaten benim için önemli olan Amerikan milli çıkarları ve bizim için de iyi olmaz. - Bir röportajda uluslararası bir konferans önerdiniz. ABD hâlâ acil olarak Çin, Rusya ve diğer güçleri zorlayıp bu iç savaşa barışçıl bir çözüm bulmalı mı? Bence yalnız Ruslarla görüşürsek, ki yapılabileceğine inanıyorum, çünkü onlar kısmen işin içinde. Biz yalnız bölgenin Fransa ve İngiltere gibi eski sömürgeci güçlerine güvenirsek, bölgede onlardan gerçekten nefret edildiği için başarı şansımız azalır. Ama Çin, Hindistan ve Japonya’yı da dahil edersek şansımız artar. Çünkü onların da Ortadoğu’da istikrara gereksinimleri var. Bütün bu ülkelerin katkısıyla kimsenin en kazançlı çıkmadığı yüzeysel bir uzlaşma sağlanır. Bir yıldan beri uluslararası denetim altında bir seçim öneriyorum. Suriye’de isteyen katılır ve böylece Esad’a çıkar yol bulunur. Gelecek yıla kadar yönetir ve bir daha da seçime katılmaz. - Obama, Suriyeli ayaklanmacılara silah göndermeye pek hevesli değil. Onu için bu konuda açıklamayı Ben Rhodes’a yaptırdı. Bu zemin sizce ne kadar kay- gan? Sizce gitgide daha büyük bir Amerikan müdahalesine mi yaklaşıyoruz? Korkarım yetersiz kalacak bir Amerikan müdahalesine doğru gidiyoruz. Bu daha da kötü olacak. Bazı şartlarda müdahale en iyisi değil, ama aynı zamanda en kötü sonuç da değil. Ama siz en güçsüz Esad’a karşıt gruplara yardımı artırmaktan söz ediyorsunuz. En iyi durumda bile bizim güvenirliğimiz yitirilir. En kötü durumda da bize düşman gruplar kazanır ki, onlar bize Esad’ın hiçbir zaman olmadığı kadar düşmanlar. Hâlâ anlamış değilim, niye 2011 veya 2012 yılında Esad gitsin diye ani bir karar verdik? - Amerikan gücünün azalmasıyla bölgede daha büyük bir kargaşa çıkarsa, sizce İsrail’in kazançlarını sağlama alması mümkün olur mu? Hatta daha da ileri gider mi, Ürdün de karışırsa? Denilebilir ki, ilk önce büyük bir olasılıkla İsrail kalesini daha da büyütür, çünkü önlerine kimse duramaz. Ama değişik birçok halktan çok fazla kan dökülür ve İsrael’de oldukça ciddi kayıplar verir. Ama sağcılar bunu hayatta kalmanın bedeli olarak görürler. Uzun dönemde böyle düşman bir bölge, nükleer güç olan İsrail tarafından bile kontrol edilemez. Savaşların bize yaptığının küçük çaplısını İsrael’e yapar. Kırılır, yorulur, tükenir, demoralize olur, ülkeden dışarıya beyin göçü başlar ve şu anda göremeyeceğimiz felaketler olur. O zamana kadar kim ne yapar bilinmez. İran kapı komşuları sayılır. Nükleer güç olabilir. Diyelim ki İsrail imha etti. Ya Pakistan ve diğerleri? Güçlü ve hedefleri olan bir ülke de olsanız, bütün bir bölgeyi yalnız altı milyon nüfusla kontrolünüz altında tutacağınız düşüncesi sadece çılgın bir hayaldir. Gördüğümüz gibi resim çok açık. Bizi Suriye’ye kim itmiş. Katar ve Suudi Arabistan İran’dan kurtulacak, İsrail ise hem Suriye’den hem İran’dan kurtulacak. Suud-İsrail işbirliğine inanmak zor ama gerçek. Hangi müslümana anlatabilirsiniz bu durumu? Bütün bunları söyleyen ve anlatan Büyük Satranç Oyunu kitabının yazarı Brzezinski. Suriye ile ilgilki bölgenin içinde bulunduğu buhranın ve küresel boyutta hangi kırılmalara sebep olduğunu kısmet olur ise bir başka sayıda yazmamız ümidiyle. 17 Osman SEL TÜRKÜN DİNCİLİKLE İMTİHANI Halide Edip Adıvar Türk milletinin millî mücadelesini ve kurtuluş savaşını anlattığı eserine “Türkün Ateşle İmtihanı” adını vermişti. Bundan 90 yıl önce sona eren Türk kurtuluş savaşını, Türk milleti başında Mustafa Kemal Atatürk olduğu için kazanmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. 90 yıllık Cumhuriyetimiz Türk milletinin hayat standardını, eğitim seviyesini, yaş ortalamasını, gelir düzeyini ve ülkenin tarım ve sanayi kalitesini geliştirerek günümüze ulaşmıştır. Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, hu- Bugün bir iki istisna dışında İslam ülkelerindeki hiçbir cemaat veya grup kendi toplumlarının ihtiyaçları, iç dinamikleri ve iradeleri ile kurulmamıştır. Hepsinin de gerisinde küresel güçler, büyük devletler vardır. kukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı prensibi ile taçlanarak Türk milletini gelişmiş toplumlar seviyesine çıkarmak için sürekli kendini geliştirmiş ve toplum tarafından benimsenmiştir. Türkiye’nin bu durumu dikkatlerden kaçmamıştır. Hem diğer İslam ülkeleri hem de dünyayı kontrol eden küresel güçler Türkiye’yi mercek altına almışlardır. Türkiye dışındaki Müslüman ülkeler, halklarının Türkiye’yi örnek almasından korkmuşlardır. Bu durumda iktidarları, saltanatları ellerinden gider endişesine kapılmışlardır. Dünyayı kontrol eden ve dünya nimetlerini kendilerinin çıkarları doğrultusunda paylaşan küresel güçler de İslam âlemini sömürme projelerinin sekteye uğrayacağı düşüncesiyle, Türkiye’nin önünün kapanması ve diğer İslam ülkelerine örnek teşkil etmemesi için yoğun ve planlı bir çalışma başlatmışlardır. Bir yandan islam ülkelerine “Türkiye cumhuriyeti laikliği seçmekle İslamiyet’ten uzaklaştı” derken, Türk halkına da dinlerinin elden gittiği propagandasını yaparak iki yönlü “dincilik” projesi- 18 ni uygulamaya koymuşlardır. Burada gaye “bir taşla iki kuş vurmaktır.” Hem Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlemesi, kalkınması, büyümesi ve güçlenmesi önlenmiş olacak, hem de diğer İslam ülkelerinin Türkiye’yi örnek alması önlenmiş olacaktır. Bu proje Cumhuriyetin kuruluşundan 20’inci yüzyılın sonuna kadar uygulanmıştır. İslam ülkeleri ile Türkiye’nin arası her zaman mesafeli kalmıştır. Ayrıca Türk toplumu da zaman içinde dinci propagandalara kanar hale getirilmiş ve Türkiye giderek bilimden, demokrasiden, laiklikten, hukukun üstünlüğünden, evrensel değerlerden uzaklaşıyor hale gelmiştir. Türkiye’de ve İslam ülkelerinde dincilik üç kaynaktan beslenmiş ve güçlendirilmiştir: 1-Dünyayı kontrol eden ve sömüren küresel güçlerin projesi olan dincilik, 2-İç siyasetin ve siyasetçilerin kullandığı dincilik, 3-Tarikatların, cemaatların beslediği, kullandığı tarihsel ve geleneksel dincilik. Küresel güçler dinciliği gizli servisleri, satın aldıkları aydınlar, gazeteciler, siyasetçiler, yazarlar ve örgütler eliyle uygulamaktadır. Bugün bir iki istisna dışında İslam ülkelerindeki hiçbir cemaat veya grup kendi toplumlarının ihtiyaçları, iç dinamikleri ve iradeleri ile kurulmamıştır. Hepsinin de gerisinde küresel güçler, büyük devletler vardır. Toplumların ve fertlerin kendi iradeleri, istekleri ve ihtiyaçlarından doğmuş kimi tarikatlar ve cemaatlar bile bugün itibariyle büyük devletlerin ve küresel güçlerin kontrolüne girmiş ve farkında olarak veya olmayarak onların çıkarlarına hizmet etmektedir. Örnek verecek olursak: El-Kaide ve Taliban ABD tarafından kurdurulmuştur. Fettullahçılar ABD kontrolündedir. Yeniden Millî Mücadele grubu İngiltere’nin kontrolündedir Milli Görüş Teşkilatı 2000’li yıllara kadar Almanya’nın kontrolünde idi. Dada sonra ABD kontrolüne geçince Almanya bunu cezalandırmak için Deniz Feneri operasyonunu başlatmıştır. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. İç siyaset ve siyasetçilerin kullandığı dincilik, tamamen iktidara gelmek, iktidarını sürdürmek için kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntem dünyanın her ülkesinde, her dinin mensupları üzerinde tarih boyunca uygulanmıştır. Batı dünyası yani Hristiyan toplumlar yüzyıllarca dinciliğin boyunduruğu altında yaşadıktan sonra bilimin ilerlemesi, insanların eğitim düzeylerinin artması sonucunda çok Gençlik Dergisi kanlı mücadeleler sonucunda bundan kurtulmuşlardır. Bugün geri kalmış toplumlarda bu yöntem devam etmektedir. Özellikle Müslümanlar arasında ve Hindistan’da siyasetçiler toplumlarını “dincilik” afyonuyla uyutmakta ve onları siyasetten ve iktisaden sömürmektedirler. Son yıllarda ülkemizde bu dincilik oyunu olabildiğince en üst seviye de oynanmakta ve toplum dengeleri, DNA sı, genetiği, millî birliği ve beraberliği, rejimin geleceği ve selameti tehlikeye girmektedir. Ülkemizde oynanan dincilik oyunu küresel güçlerle siyasetçilerin beraberce sahneye koydukları çok tehlikeli bir oyundur. Türk halkı bu oyunun bilincine varana kadar da devam edecektir. Tarikatların ve cemaatların dinciliği ise tarihsel boyutları olan geleneksel dinciliktir. Halkın samimi kutsal duyguları istismar edilerek, bu duygular üzerinden kişisel çıkar sağlamak, otorite sahibi olmak, bunların tek hedefidir. Günümüzde tarikatlar ve cemaatlar büyüklü küçüklü birer holding haline gelmişlerdir. Birinci öncelikleri siyasi ve iktisadi yönden güçlü olmaktır. Sosyolojik olarak millet haline gelmiş çağdaş bir toplumda bilimsel verilere göre beş tane sosyal kontrol değeri bulunur. Bunlar: Hukuk, din, ahlak, töre ve modadır. Her bir sosyal kontrol değerinin kendine göre işlevi ve yaptırımı vardır. Dincilik öyle bir felakettir ki; diğer sosyal kontrol değerlerinin hepsinin işlevini ve yaptırımını üzerine alarak, toplumun işleyişini tanzim etmeye çalışır, bu da toplumun dengelerini alt üst eder. Bir defa bu yola girildiğinde hiçbir ölçü kalmaz. Toplum büyük fay hatlarıyla yarılmaya ve yok olmaya başlar. Nasıl insan vücudu tek besinle beslendiği zaman vücudun dengesi bozuluyorsa, toplum da sadece dini değerlerle ayakta tutmaya çalışırsak toplum sağlığı ve dengesi bozulur. Dinciliğin peşinden koşanlar genellikle niteliksiz, donanımsız, eğitimsiz ve bilgisiz insanlardır. Bunlar bilim, hizmet, sanat ve teknoloji üretemez. Yapacakları tek şey, toplumun da hoşuna gittiği için hiçbir zahmet, risk, sermaye istemeden dincilik bezirgânlığıdır. Bu bezirgânlık onu siyaseten ve iktisaden güçlü hale getirdiği gibi, bir de kimlik sahibi kılar. Dinciliğin en önemli göstergesi görsel ve şekle dayanan dinsel ritüellerdir. Gerçek dinle ve imanla bunun hiçbir ilgisi yoktur. Dincilik, ferdi ve toplumu bilimden, sanattan, üretimden, teknolojiden ve evrensel değerlerden uzaklaştırır. Bu değerlerle barışamazsınız, bu değerlere katkı veremezsiniz, fasit bir dairenin içinde debelenir durusunuz. Dinci bir fert veya toplum içten içe çürür. Ancak profesyonel dinciler ferde ve topluma bunu hissettirmezler. Onlar dinciliğin dozajını sürekli artırırlar ve sonunda bir de bakarsınız ki kanınıza Hasan Sabbah’ın El Kaide’nin, Taliban’ın fedaileri ve canlı bombaları çıkmış, iş işten geçmiş, fakat bir şey yapacak, karşı duracak gücümüz ve imkânınız kalmamıştır. Türk milleti açısından dinciliğin en önemli tehlikelerinden biri de Türklüğe karşı aldığı tavırdır. Son yıllarda ülkemizde Türk olanlar veya kendini Türk kabul edenlere dincilik, ümmetçilik, tarikatçılık, cemaatçılık tavsiye edilirken, kendini Türk kabul etmeyenlere de ırkçılık, kavmiyetçilik yönünde telkinlerde bulunulmaktadır. Türkler ümmet potasında eritilmeye çalışılırken diğer etnik grupların milliyetçiliği ve ırkçılığı geliştirmeye çalışılmaktadır ki; bu tesadüfen veya şuursuzca yapılan bir çalışma değildir. Çok profesyonel bir projenin ürünüdür. Türklerin bu oyunu çok dikkat etmeleri gerekmektedir. Türk milleti bu sentetik dincilik oyununa karşı uyanık olmalıdır. İstikbali ve istiklâli bu oyunu bozmaya bağlıdır. Dinciliğin panzehiri laiklik, milliyetçilik, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve bilimsel düşüncenin geliştirilmesidir. Bu değerlerden taviz veremediğimiz zaman yarasanın ışıktan kaçtığı gibi dinciler de kendi karanlık dünyalarına çekileceklerdir. Ayrıca bunlara karşı hayat tarzından, giyinme şeklinizden, düğün ve eğlence biçiminizden vazgeçmemeniz gerekmektedir. Özellikle eğlenceli, müzikli ve oyunlu düğünler bunların en korktuğu, oynadıkları oyunu bozacak millî tavırdır. Çocuklarınıza koyacağınız isimler Türkçe olursa, günlük konuşmalarınız laik ve hukuki terimlerden olursa bunların tuzağına düşme ihtimaliniz azalır. Dinciliğin panzehiri laiklik, milliyetçilik, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve bilimsel düşüncenin geliştirilmesidir. Dincilere karşı açık tavır alınmalıdır. Bunlara tavır almadığınız şöyle desem, böyle giyinirsem, şöyle davranırsam bana şunu derler, bunu derler diye endişeye kapıldığınız onda onların tuzağına düşmüş ve farkında olmadan onların ruh ikizi olmuş olursunuz ki; onların da esas istedikleri budur. Dincilerin yanlışlarını, hilelerini, takiyelerini sahteliklerini, sahtekârlıklarını, düzenbazlıklarını yüzlerine vuracaksın. İsmet İnönü’nün bir sözü vardır: “Bu ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesur olmazsa ülke kurtulamaz” diye. Ülkesini düşünen, çocuklarının geleceğini düşünen, sorumluluk sahibi her Türk vatandaşı bunlara karşı cesur, sabırlı, metanetli, mantıklı ve tutarlı olmalıdır. Görülecektir ki işte o zaman 90 yıl önce “Ateşle imtihanı” kazanan Türk milleti dincilik yapılan mücadeleden ve imtihandan da zaferle ve başı dik olarak çıkacaktır. Bununla hem millî yapısını, hem geleceğini, hem de sahip olduğu kutsal İslam dinini korumuş ve kurtarmış olacaktır. 19 VİCDANSIZ Mustafa ÖZTÜRK 20 Yıllardır ekranlardan Biri var söz savurur Ne görse Türk’e dair Öfkelenir, kudurur Dalkavuk mu dalkavuk Dik duramaz hep yamuk Bilmez nedir doğruluk İnsanlıktan dem vurur Yemiş haram böreği Balkonvari göbeği Altı vakit yemeği Fil misâli somurur Daim güçlüyü tutar Versen fili de yutar Patronunu da satar Zerre vefası yoktur Doları kesesinde Tasması ensesinde Yazdığı köşesinde Hergün nifak yoğurur ABD’nin yanında Mikrop mu var karnında? En kötü insanın da Biraz vicdanı olur İnancı yok, fikri yok Kemik yalar karnı tok Her çeşitten malı çok Bir villada oturur Vicdan bittiği anda Din mi kalır insanda? Diliyle Müslüman da Amelleriyle gavur Yalan dolan, iftira Orduya çalar kara Satılmış üç dolara Beş karış dili çamur O şimdi akil olmuş Apo’ya kefil olmuş Patronuna kul olmuş Hergün kıyama durur Neler yapmış bu devlet! Nerden gelir bu nefret! Her değere hakaret… Aydın olmak bu mudur? Tek gücü iktidardan Nasip almamış ardan Gün gelir bu yazardan Elbet hesap sorulur Her devirde iktidar Onun ile payidar Her vekile yağ yakar Kesesini doldurur Merak etmeyin sakın Sonu geldi çok yakın Bugün olmasa yarın Yüce Divan kurulur Gençlik Dergisi STRESİN HAFIZA ÜZERİNE ETKİSİ İbrahim GÜNGÖR [email protected] ğil, çünkü stresin hafıza üzerindeki etkileri oldukça çeşitli. Stres, zihinsel işlevlerimizi her zaman olumsuz yönde etkilemiyor. Yapılan çalışmalar, duyumsanan psikolojik baskının, hatırlama becerilerini, kimi durumlarda zayıflattığını, kimi durumlarda ise güçlendirdiğini gösteriyor. Bunun yanı sıra, stresten etkilenen bilişsel materyalin niteliği de denklemi değiştiriyor. Peki, stres, hatırlama becerilerimizi ne zaman zayıflatıyor, ne zaman geliştiriyor? Araştırmalar, stresin etkisinin, stres unsurunun deneyimlendiği zamanlama ve süreye bağlı olduğuna işaret ediyor. Stres günümüz insanının ve toplumlarının çok duyduğu bir sözcük, aynı zamanda çok da maruz kaldığı bir durumdur. Stresin etkileri üzerine birçok araştırma ve yazı bulunmaktadır. Bu yazımızda stresin bellek üzerine etkileri konusunda Scientific American Mind’da yayınlanan bir makalenin özeti sunulmaktadır. Konu bellek olunca işin içine herkes girmekte ancak işi öğrenme olan öğrencilerle zihinsel yoğunluğu olan işlerde çalışan yetişkinler için konu ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü bellek öğrenmede ve öğrenilmiş bilgileri geri çağırmada önemli görevler üstlenmektedir. 2006 yılında Amsterdam Üniversitesi›nden Marian Joels ve meslektaşlarının yaptığı bir çalışma, stresin, yalnızca, hatırlanması istenen olay ile aynı anda veya hemen sonrasında deneyimlenmesi ve söz konusu olay ile aynı biyolojik sistemleri aktive etmesi durumunda hafızayı pekiştirdiğini ortaya koyuyor. Stres yaratan bir unsur/durum ile karşılaşıldığında, beyindeki “uyarı düzenekleri» devreye girer ve bazı hormonların salgılanmasını tetikler. Bu hormonlar, diğer pek çok değişimin yanı sıra, kan basıncının yükselmesine, kalp atımının hızlanmasına, nefes ihtiyacının artmasına sebep olur. Etkiler, fizyolojik belirtilerle sınırlı değildir; bilişsel ve davranışsal boyutlarda da belirtiler gözlemlenir. Örneğin, öğrenme ve hatırlama becerilerimiz, yaşanan stresten anlamlı biçimde etkilenir. Birçoğumuzun başına Günlerce hazırlanıp da bildiklerinizi unuttuğunuz sınavları veya üzerine gelmiştir; sınavdan veya uzun uzadıya düşündüğünüz parlak toplantıdan yalnızca birkaç fikirlerin aklınıza bir türlü gelmediği iş görüşmelerini anımsayın. saat sonra, hatırlanamayan Stres, hatırlanması istenen olaydan önce veya dikkate değer bir süre sonra deneyimlendiğinde, yani adrenalin ve kortizol gibi stres hormonları, olay ile eşzamanlı olarak salgılanmadığında ve farklı sinir hücresi (nöron) bağlantıları uyarıldığında ise, hafızayı zayıflatıcı etkisi olduğunu gösteriyor. Araştırmacıların da dikkat çektikleri çok önemli bir koşul, stresin kısa süreli olarak deneyimlenmesi. Birçoğumuzun başına gelmiştir; bilgiler zihne akın eder. sınavdan veya toplantıdan yalnızca birkaç saat sonra, hatırlanamayan bilgiler zihne akın eder. Bunun olası bir açıklaması; yaşanan stresin, başTekrarlayıcı veya süreğen (kroka bir deyişle, kaygının, hafızayı zayıflatması. nik) biçimde stres unsuruna maruz kalındığında herhangi Ancak konu stres olunca, açıklamalar bu denli basit de- bir fayda görülmüyor; aksine, zarar görülüyor. 21 Joels ve arkadaşları, stresin hafıza üzerindeki zıt etkilerini açıklayan bir mekanizma önerdiler. Buna göre, bedenin stres ile karşılaşıldığında verdiği tekpi iki aşamalı oluyor. Önce, stres, dikkati arttıran ve beyin hücreleri arasındaki bağlantıları pekiştiren nöronların ve nöronlar arası iletişimi gerçekleştiren kimyasalların (nörotransmitterler) salgılanmasını sağlıyor. Ancak daha sonra, yaklaşık bir saat içerisinde, kortizol hormonu başka bir süreci başlatıyor ve dikkati desteklemek yerine, anıları sağlamlaştırmak üzere çalışıyor. Stres, zamanlama ve süreye bağlı olduğu gibi, bilişsel materyalin niteliğine göre de farklı etkilere sebep oluyor. Hafızada, her deneyim rastgele ve tekdüze biçimde depolanmıyor. Böylelikle, stres yaratan deneyim ile ilişkisi olmayan yeni bilgilerin edinilmesi engelleniyor. Başka bir deyişle, nörobiyolojik süreçler sebebiyle, stres, başlangıçta algı ve öğrenmeyi kolaylaştırıyor; daha sonra ise zorlaştırıyor. Daha önce de değindiğimiz üzere, stres, zamanlama ve süreye bağlı olduğu gibi, bilişsel materyalin niteliğine göre de farklı etkilere sebep oluyor. Hafızada, her deneyim rastgele ve tekdüze biçimde depolanmıyor. Araştırmacılar Mathias Schmidt ve Lars Schwabe›nin açıklamasından yararlanarak açıklarsak, hafızamız, deneyimlediğimiz ve öğrendiğimiz her şeyi içine attığımız büyük bir çekmece gibi değil; daha ziyade, her biri farklı nitelikte bilgiyi barındıran pek çok çekmecesi olan dev bir dolaba benziyor. araştırıldı. Deney gereği, öncelikle tüm katılımcılara çeşitli kelimelerin yazdığı bir liste verildi ve olumlu, olumsuz veya nötr içerikli bu kelimeleri ezberlemeleri istendi. Ertesi gün, bir grup katılımcıya, bir dizi stres deneyimini içeren (nesnel anlamda zarar vermeyen) bir sosyal stres testi uygulandı ve kısa bir süre sonra her iki gruptan, önceki gün ezberledikleri kelimeleri hatırlamaları istendi. Deney içerikli strese maruz bırakılan ve bırakılmayan iki grup karşılaştırıldığında, stresin, nötr nitelikli kelimelerin hatırlanmasını etkilemezken, duygusal nitelikli kelimelerin hatırlanmasını anlamlı biçimde etkilediği görüldü. Strese maruz bırakılanlar, strese maruz bırakılmayan gruptakilere kıyasla daha az sayıda duygusal nitelikli kelime hatırlayabildiler. Bu çalışmanın da gösterdiği üzere, duygu yüklü bilgi ve deneyimler, stres hormonlarının hafıza üzerindeki etkilerine karşı oldukça Beyinde depolanan bu bilgilerin bir kısmı; örneğin, hayat deneyimleri ile ilişkili olan anısal hafıza, strese karşı aşırı derecede duyarlı. 2005 yılında Düsseldorf Üniversitesi›nden Sabrina Kuhlman ve arkadaşlarının yürüttüğü bir araştırmada, duygusal veya nötr nitelikli bilişsel materyallerin hatırlanmasının, stresten nasıl etkilendiği duyarlı. Bunun bir sebebi, stres hormonlarının, duyguların işlenmesinde önemli rolü olan beyin yapısı amigdalayı harekete geçiriyor olması olabilir. Özetle; stresin azı karar, çoğu zarar; süre mühim. Ayrıca zamanlama çok önemli ve duygular işi karıştırıyor. Stres hakkında burada sunulan bilgilerin yararlı olması dileğiyle, saygılar. Kaynak: Schmidt, M. V., & Schwabe, L. (2011, Eylül/ Ekim). Splintered by stress. Scientific American Mind, 22(4), 22-29.(www.istein- san.com.tr). 22 Gençlik Dergisi TÜRK MİLLETİ İHANETE DUR DEMELİDİR Mehmet KILINÇ [email protected] Binlerce yıllık -en az 11 bin yıllık- bir tarihî geçmişe sahip olan Türk milleti, bütün bu uzun tarihî geçmişinde zaman zaman yönetimdekilerin zaman zaman da kendisinin gaflet ve hatalarıyla düşmanlarının tuzaklarına düşmüş, felâketli dönemler yaşamış, Bilge Kağanın ifadesiyle “kanı suca akmış, kemikleri dağca yığılmış”, hatalarının ve gafletinin bedelini çok ağır bir şekilde ödemiştir. Bugün yaklaşık 300 milyonluk Türk dünyasının Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk cumhuriyetleri (Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan) ile Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin dışında kalan önemli bir bölümünün milyonlarca kilometre karelik kendi vatan topraklarında hürriyet ve istiklâlden mahrum yaşamalarının ve hatta bugün bile Azerbaycan, Doğu Türkistan, Irak , İran ve Suriye ‘de zaman zaman soykırıma maruz kalmalarının en büyük sebebi, hem yönetimdekilerin hem milletin gaflet ve dalalet içerisinde bulunmalarıdır. Ancak bu kadar büyük felaketleri yaşayan bu milleti yönetenler, Türkiye›de bugün iktidarda olup devlet gücünü kullanma yetkisini elinde bulunduranlar gibi başında bulundukları Türk devletini parçalamak, yıkmak, milleti bibirine düşman zümrelere ayırmak, Türk kimliğine düşmanlık etme gibi acayip ve tehlikeli bir eylemde bulunma- dıkları gibi -soy bakımından Türk olmadıkları halde Türk devlet yönetimde bulunanlar da dahil olmak üzere- hiç kimse Türklüğe düşmanlığı ve Türk milletinin devletteki ve vatan topraklarındaki hükümranlık haklarını kısmen veya tamamen başkalarına devretme veya başkalarıyla paylaşma teşebbüsüne cür›et etmemişler, böyle bir şeyi akıllarından dahi geçirmemişlerdi. Yüz yıl önce 1. Cihan Savaşındaki şerefli mağlûbiyetimizden sonra mâruz kaldığımız mütareke ve işgal döneminde “düvel-i muazama” diye anılan o günün en güçlü emperyalist devletlerine karşı zaferle sonuçlandırdığımız Kurtuluş Savaşı sırasında dahi ne müstevlilerin ağır bakısı altındaki İstanbul hükümetleri ne de binbir güçlükle mücadele eden TBMM hükümetleri bu devletin ve bu vatan topraklarının sahibi ve hâkimi olan Türk milletini ve onun hâkimiyetini red ve inkâra kalkışmamış, onun hükümranlık haklarına ortak arama gayretkeşliğine soyunmamışlardı. Bugün 80 milyonluk nüfusa, dünyanın en güçlü birkaç ordusu arasında bulunan silahlı kuvvetlerine, dünyanın 17. büyük ekonomisine sahip olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu devletin sahibi ve hâkimi Türkiye Türklüğü, dünkü gibi bir savaştan yenik çıkmadığı, orduları dağıtılmadığı, vatan toprakları düşman devletlerce işgal edilmediği halde binlerce yıllık tarihinin en vahim ve en zelîl günlerini yaşamaktadır. 23 dirilmekte ve devletimizin güvenlik güçleriyle girdikleri silahlı çatışmalarda hayatlarını kaybeden teröristler «kah� raman” muamelesi görmektedirler. “Türk’üm” demek ırkçılık olarak görülür ve kınanmak istenirken “Kürt, Arap, Laz, Roman v.s.” demek alkışlanıp teşvik edilmektedir. “Türkiye, sadece Türklerin değildir” saçmalığıyla Türk topraklarının mülkiyetine Türk olmayan başkaları ortak edilmeye çalışılmaktadır. Bütün dünyanın “Türkiye” adıyla andığı topraklarda -Türk vatanında- Türk milleti adına Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetme yetkisini elinde bulunduran iktidar sahipleri, hâlâ haçlı zihniyetiyle hareket ettiklerini açıklamaktan çekinmeyen, dün savaştığımız bugünse sözde dost ve müttefikimiz olan emperyalist Batılı devletlerin ve onların içimizdeki işbirlikçilerinin de destekleri ile yıllardır sinsîce takip ettikleri Türk düşmanlığı siyasetini artık gizleme ihtiyacı duymamakta, kin ve nefretlerini her fırsatta dillendirmekte, çıkardıkları kanunlar ve icraya dair kararlarla Türk milletini «öz vatanında parya» yapmaya çalışmaktadırlar. Türk topraklarının bir kısmı -daha yüz yıl öncesine kadar “Oğuz Eli” diye anılan topraklar - Akkaoyunlu, Karakoyunlu Türkmenlerin toprakları- “Kürdistan” olarak adlandırılmakta, terör örgütünün paçavraları ile mahkûm liderinin posterleri her yere asılmakta, teröristler için anıt mezarlıklar yapılmakta, uzantısı olan siyasî partilerin kongrelerinde Türk İstiklâl marşı yerine sözde Kürt devletinin millî marşları okunmaktadır. İktidara sahip olanlar, sözde demokrasi paketi adı altında bölücü terör örgütü PKK›nın taleplerini yerine getirmekte, ilkokullarımızda «Türk’üm,doğruyum” diye başlayan andımızın okunmasını yasaklamakta, -şimdilik- özel okullarda “Kürtçe eğitim yapma” kararı almakta, bazı yerleşim yerlerinin Türkçe isimlerini sözde Kürtçe (Aslında Farsça ve Arapça) isimleriyle değiştirme yoluna gitmekte; milyonlarca şehidin kanıyla, efsaneleri, isimleriyle, türküleriyle, üzerindeki mezar taşları, camileri, medreseleri, hanları, hamamları, kervansarayları v.b. eserleriyle Türk vatanı olan bu topraklardan Türkçeyi ve Türk adını silme gayretlerine hız vermektedirler. Yeni kurulan ve açılan tesislere Türk düşmanlığıyla nam salmış olanların adları konmakta, terör örgütünü destekleyenler devletin başı tarafından kültür ve sanat ödülleri ile yüceltilmektedirler. Düğünlerde Türk bayrağı asılması yasaklanmakta, Türk bayrağı Türkiye’de bir tahrik unsuru olarak görülmektedir. “Türk’üm” demek ırkçılık olarak görülür ve kınanmak istenirken “Kürt, Arap, Laz, Ro� man v.s.” demek alkışlanıp teşvik edilmektedir. “Türkiye, sadece Türklerin değildir” saçmalığıyla Türk topraklarının mülkiyetine Türk olmayan başkaları ortak edilmeye çalışılmaktadır. Sivil anayasa yapma bahanesiyle anayasanın «devletin Türk milletine ait olduğunu ifade eden ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan maddeleri” serbestçe tartışılmakta ve değiştirilerek Türk milletinin hakimiyetine başkaları “anayasal ortak” yapılmak istenmektedir. Dünya tarihinin kaydettiği en kanlı terör örgütü PKK›yı bütün dış desteklerine rağmen on küsur yıl önce yok olma noktasına getiren kahramanlar sudan sebepler, düzmece deliller ve PKK’lı gizli tanıklar marifetiyle uğruna hayatlarını hiçe saydıkları Türk devletine ait «özel mahkemeler» tarafından «Türk milleti adına” cezalandırılmaktalar; fakat dün yok olma derecesine düşürüldüğü halde son on yıl içerisinde iktidardan bulduğu yüz ve destekle tarihinin en güçlü dönemini yaşayan ve Türkiye topraklarının önemli bir kısmında fiilen hâkimiyetini ilan etmekten çekinmeyen terör örgütü binlerce yıllık devlet geleneğine sahip Türkiye Cumhuriyeti ile pazarlık edebilmekte, bu örgütü destekleyenler iktidar tarafından resmen ödüllen- 24 Vatan toprakları -köylerdeki ziraat arazileri de dahil olmak üzere yüksek miktarlar halinde1 yabancılara satılmakta; bu yetmiyormuş gibi Kurtuluş Savaşı sonrası ihanetlerinden dolayı Türkiye’den kaçanlarla Yunanistan’ın teklifiyle Lozan Andlaşması hükümleri arasında yer alan ve bu sebeple mübadele ile Yunanistan›a gönderilen Rumlara Türkiye›ye dönmeleri için çağrılar yapılmakta, Rum patriği ekümenik hale getirilmekte, yurdun her tarafı kilise evlerle donatılmakta, cemaati olmayan eski kiliseler restore edilip ayine açılmakta, çıkarılan yeni vakıflar yasasıyla Türkiye topraklarının hukuken Türklerin elinden çıkarıl1) Bu konuda son çıkarılan kanunla yabancıların karşılıklılık gözetilmeden kişi başına 60 hektar/600 dönüm/600 bin metre� kare toprak alabilmelerinin önü açılmıştır. Gençlik Dergisi larına şunu hatırlatmakta fayda var: Kökleri tarihin en derin noktalarına uzanmış, dalları bütün cihanı sarmış olan koca bir çınar olan Türk milletini Türk vatanında boğma gayretleri muhaldir. masının hukukî zemini hazırlanmış bulunmaktadır2. Ege’deki Türkiye’ye ait olan irili ufaklı on altı adanın Yunanistan tarafından işgal edilmesine ses çıkarılmamaktadır. TBMM’nin Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarmasinı casus belli/savaş sebebi sayma kararı kaldırılmak, zaten sözde birtakım davalardaki mahkûmiyet ve istifalarla komuta kademesi çok büyük ölçüde zaafa uğratılmış olan Türk donanmasının Ege denizindeki hareket serbestliği yok edilmek ve donanmamız limanlarımıza hapsedilmek istenmektedir. Türk milleti tarihin hiçbir döneminde böyle vahim bir durumla karşı karşıya kalmamıştır. TBMM başkanlığı da yapmış olan bir eski politikacımız3 “1952’den beri siyase� tin içindeyim. İlk defa bir ülkeyi yönetenlerden gelen tehli� keyi bugün yaşıyoruz” diyerek tehlikenin vehametini işaret etmektedir. Türk milleti elinden alınmak istenen devletine ve vatanına sahip çıkmalıdır. İşbaşına getirdiği ve verdiği emanete hiyanet eden bu iktidarı, daha fazla vakit geçirmeden ve telâfisi imkânsız felâketlere sürüklemeden ilk seçimde sandıkta alaşağı etmelidir. Bütün Türkler, Türk soylu olmasalar da kendisini Türk milletinin bir mensubu hisseden herkes, her vatansever, aralarındaki her tür ihtilâfı, ideoloji, siyasî parti, mezhep ayrılıklarını bir kenara iterek Millî Mücadele dönemindeki gibi bir “Kuva-yı Milliye” ruhuyla yeniden “Türk milletinin haklarını korumak, Türk devleti� ni ve Türk vatanını kurtarmak için» bir araya gelmelidir. Türk milleti, kendi kaderine kendisi el koymalı; sömürgeci Batılı devletlerle içimizdeki işbirlikçilerine bir kez daha dersini vermelidir. Türkiye’den Türk adını silmeye, Türk vatanında ve Türk devletinde Türk milletinin hakimiyetine son vermeye veya başka ortaklar getirmeye hevesine kapılanlar, iktidar gücünü eline geçirmiş olan İslâm ve demokrat maskesi takıp Haçlı ve gönyeli sömürgeci, siyonist yamyamların Türkiye üzerindeki emellerinin taşeronluğunu severek, isteyerek, gönüllü olarak üstlenmiş olanlara ve onları destekleyen, onlarla işbirliği yapan yerli ve yabancı güç odak2)������ Vakıflar ������������������������������������������������������� yasasında yapılan değişiklikle vakıf niteliği taşı� madıkları halde bütün kiliseler vakıf kabul edilip kiliseye ait olduğunu iddia edecekleri bütün emlaklere sahip olabilecekler, Türkler Türk topraklarında kiracı ve işgalci durumuna düşürü� lecektir. 3) Hüsamettin Cindoruk Kökü çok derinlere uzanmış ve yayılmış koca çınarların dalları fırtınalarda, kasırgalarda, tayfunlarda, hortumlarda belki kırılabilir; ama o çınarlar köklerinden sökülüp atılamazlar. Kökleri tarihin en derin noktalarına uzanmış, dalları bütün cihanı sarmış olan koca bir çınar olan Türk milletini Türk vatanında boğma gayretleri muhaldir. Bu muhali hayal edip gerçekleştirmeye çalışanlar, gerçekleşmesine ramak kaldığını zannedip son vuruşu yapmaya hazırlananlar, aynı hayalin ve bununla ilgili yapılan bütün hesaplamaların yüz yıl önce hüsranla sonuçlandığını «Türk milletinin hesaba sığmadığını, bütün hesapları alt üst ettiğini” unutmuş görünüyorlar. “Tarih tekerrürden ibarettir, diyorlar; ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”4 Hem Türkiye’nin içine düşürüldüğü vahim durumdan karamsarlığa düşen vatanseverlere hem de Türk milletini yok etme rüyası gören zavallılara millî şairimiz rahmetli Mithat Cemal Kuntay’5dan da bir mesaj var: “Düşmez yere hâşâ, o bizim bayrağımızdır, Bir fecr olarak doğmadadır her dağımızdan. Ay yıldız o mazideki bir süstür, emin ol, Atîde güneşler doğacak bayrağımızdan. Altında yatarken de bizimdir yerin üstü, Bir kal’a olur toprağımız vecde gelir de; Dağlar, kayalar göğsümüz üstünde tepinse, Düşmanları biz ram ederiz kan kesilir de. Deryaları kan, taşları bitmez kemik olsa, Bir son nefesin aynı olup bitse nesîmi, Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ Çekmez kürenin sırtı o tâbût-ı cesîmi.»6 4) Mehmet Akif Ersoy 5) Mithat Cemal Kuntay (1885-1956); Türk millî şairi, yazar ve hukukçu. Eserleri: Kemal (manzum oyun), 28 Kanunuevvel ( Çanakkale hakkında oyun); Nefaisi Edebiye (antoloji), Üç İstanbul����� ���� (ro� man), Türk›ün Şehnâmesi (şiir); İstiklâl Şairi Mehmed Âkif (biyografi); Namık Kemal: Devrin Olayları ve İnsanları Ara� sında (biyografi); İlkler ������������������������������������������������� ve Ötekiler������������������������������� (biyografi);; Sarıklı İhtilal� ci Ali Suavi (biyografi); Tevfik Fikret (basılmamış biyografi) ; Mehmed Âkif: Hayatı, Sanatı, Şiirleri, Seciyesi, Seçme Şiirleri (biyografi); Hitabet ve Münazara Dersleri (araştırma-incele� me), İftira-yı Taassub (araştırma-inceleme), Hitabet Dersleri (araştırma-inceleme), Edebiyat Defteri (araştırma-inceleme) 6) Yurd Duyguları; Türk’ün Şehnamesi’nden. 25 Ali BENLİ [email protected] ÖĞRETMEN OLMAK İSTİYORUM Öğretmen, “ Mesleği bilgi öğretmek olan kimse, muallim, muallime.”anlamına gelen bir kelimedir. Diğer anlamları ise aşağıdadır: 1. Resmî ya da özel bir eğitim kurumunda çocukların, gençlerin ya da yetişkinlerin istenilen öğrenme yaşantıları kazanmalarına kılavuzluk etmek ve yön vermekle görevlendirilmiş kimse. 2. Bilgi, görgü ve yaşantısı ile belli dal ve alanlarda başkalarının yetişme ve gelişmesine yardım eden kimse. 3.Öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği öğrenimi bitirerek ya da yeterlikleri kazanarak öğretmenlik yapma yetkisini elde etmiş olan kimse. (Türk Dil Kurumu-Büyük Türkçe Sözlük) Türkiye’de her yıl 24 Kasım,Öğretmenler Günü olarak kutlanır. Bu,1981 yılında Atatürk’ün 100.doğum yıldönümü münesabetiyle başlatılan bir uygulamadır. TBMM, 24 Kasım 1928’de Atatürk’e, Millet Mektepleri Başöğretmenliği unvanını verdi. Millet Mektepleri’nin amacı; Türk halkını okur-yazar hale getirmek, ona yaşam ve geçimin gerektirdiği temel bilgi ve becerileri kazandırmaktı. Toplumsal gelişmede önemli rolleri üstlenen ve görevleri yerine getiren Millet Mektepleri’nin genel başkanı ve başöğretmeni Atatürk’tü. Atatürk’ün öğretmenlere verdiği önem ve değer, hepimizin malûmudur. “Milletvekillerinin maaşları artırılmalı” şeklindeki teklife; “Öğretmenlerin maaşlarını geçmemesine özen gösterin.” demesi, çok manidardır. Öğretmenlik mesleği, en kutsal mesleklerden biridir. İlk emri “oku” olan yüce bir dinin mensuplarıyız. Bu yüzden Türk toplumunda okumaya, öğrenmeye, öğretmene büyük önem ve değer verilmiştir. Hâl böyleyken AKP Hükümetlerinin -özellikle son birkaç yıldır- öğretmenleri değersizleştirme, itibarsızlaştırma, rencide etmeye yönelik açıklama ve uygulamaları sağduyu sahibi herkesi üzmekte, rahatsız etmektedir. Öğretmenler, süslü ve beylik nutuklar değil, haklı olarak, itibarlarının iadesini istemektedirler. Bugüne kadar öğretmenlik mesleği ve öğretmen ile ilgili yüzlerce yazı ve şiir yazılmıştır. Duygu ve düşüncelerime ziyadesiyle tercüman olan M. Nejat Semercioğlu’nun şu şiirini sizlerle paylaşmak istiyorum: Öğretmen Olmak İstiyorum Ben öğretmen olmak istiyorum. Ben, şairimin mısralarında dil, Genç kızımın gergefinde nakış nakış gül, Aşığımın sazında tel, Öpülesi bir el olmak istiyorum: Ben, öğretmen olmak istiyorum... 26 Ben, çaresizliğin filizlendiği yerde ümit, Korkunun mayalandığı yerde yürek, Güçsüzlüğün güçlendiği yerde bilek olmak istiyorum; Ben, öğretmen olmak istiyorum... Şu öksüz yavruya sımsıcak kucak, Şu yetim çocuğa yanan bir ocak, Çorak toprağa yağan yağmur, Azgın sulara bend, Mehmed?imin elinde çağlar açan kılıç, Doktorumun elinde derman saçan neşter Mimarımın,mühendisimin elinde pergel, cetvel, Ben ana ben baba, Ben Fatih, ben İbni Sina, Ben Mimar Sinan olmak istiyorum: Ben, öğretmen olmak istiyorum... Ben öğretmen olmak istiyorum... Vatan evladına Türklüğü öğretmek için, Ben öğretmen olmak istiyorum İstiklal marşını gururla söyletmek için, Ben, öğretmen olmak istiyorum Milletimi ?muasır medeniyet seviyesine? yükseltmek için... Ben,zehirli mantarların, Deve dikenlerinin , Ayrık otlarının boy attığı verimsiz bir toprak değil, Ben; Kırlarında elvan elvan çiçeklerin açtığı, Dağlarında hür kuşların uçtuğu, Pınarından susayanın içtiği, Yollarından yiğitlerin geçtiği, Çiftçisinin başak başak kardeşliği biçtiği Bir vatan olmak istiyorum: Ben öğretmen olmak istiyorum... Ben öğretmen olmasam diyorum... O zaman kim öğretir güzel Türkçe?mi Henüz anne diyen dillere, Kim öğretir insanlığı,duyguyu genç nesillere, Kim öğretir büyüğünü saymayı, Küçüğünü şefkat ile sevmeyi? Ben öğretmen olmasam diyorum... O zaman şu körpe fidan Nasıl öğrenecek sert rüzgarlara göğüs germeyi, Nasıl öğrenecek , çiçek açıp meyve vermeyi? Şu gelinlik kızım , Şu bıyıkları yeni terleyen delikanlım Gençlik Dergisi Kimden öğrenecek insan gibi sevilmeyi, sevmeyi; Vatan için,millet için ,bayrak için Göz kırpmadan ölmeyi? Ben öğretmen olmalıyım diyorum; Çünkü vatanımı severim, Çünkü bilirim vatan için ölmesini... Alnımda şeref tacıdır Tarihim,Cumhuriyetim,Türklüğüm... Ben öğretmen olmalıyım diyorum; Çünkü heyecan veriyor bana Şu çeşme, şu kervansaray, şu cami, şu türbe; Şu davul, şu zurna, Şu halay, şu horon, şu bar, şu zeybek... Bana heyecan veriyor Anamın yazmasındaki oya, söylediği ninni , ağıt. Tat alıyorum ekmeğimden, aşımdan Gurur veriyor bana milli kültürüm... Ben öğretmen olmalıyım diyorum; Çünkü biliyorum affetmesini, Biliyorum asil duygularla insanları sevmesini... Ben öğretmen olmalıyım diyorum; Çünkü inkar etmiyorum tarihimi Hor görmüyorum geçmişimi, Atalarım önümde en büyük rehber diyorum. Çünkü ben özenmiyorum İnsana , insanlığa saygı duymayan hiçbir fikre, Çünkü ben bel bağlamadım Örfüme, adetime, dinime ters düşen çirkinliklere... Millî Eğitim Bakanlığı’ndan bu talepte bulunurken “olması,yapılması gerekeni,doğru olanı, yakışanı” dile getiriyoruz. Yanlış uygulamaları gördükçe Türk devleti ve Türk milletinin geleceği ile ilgili kaygılarımız her geçen gün katlanarak artmaktadır. Çünkü, Türk milletinin değerleri ve Türklükle kavgalı Millî Eğitim Bakanlığı da Millî Eğitim Bakanı da olmaz. AKP Hükümetleri’nin millî eğitim politikasını “millî değerlerimizin içlerini boşaltmak, millî ve manevî değerlerimize savaş açmak” şeklinde özetleyebiliriz. İşte örneği: Millî Eğitim Bakanı olarak yaklaşık 6 yıl görevde bulunan Hüseyin Çelik’in basın-yayın organlarına yansıyan şu sözlerini hatırlayınca-Türk devleti ve Türk milletinin geleceği adına endişelenmemek mümkün mü? “Atatürk’ü kanunla sevdiremezsiniz... Peygamberi bile koruma kanunu yok. ‘Gençliğe Hitabe’ ve ‘Andımız’ ayet mi? Kamuoyunun bunları tartışması lazım.” Millî kültürümüzden habersiz, millî ve manevî değerlerimize sahip çıkamayan nesillerin varlığı demek, Türk devleti ve Türk milletinin kıyametinin kopması anlamına gelir. Sen öğretmen olmalısın kardeşim; Sen namussun, vicdansın, adaletsin... Sen müsbet ilimsin kardeşim Sen irfansın, inançsın geleceğimi aydınlatan... Sen, buram buram tüten vatan sevgisi, Sen, burcu burcu kokan Türklük duygususun. Sen öğretmen olmalısın kardeşim, Sen öğretmen olmalısın... Geldiğimiz noktada; Türküm, doğruyum, çalışkanım… diye başlayıp Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene ! Sözleriyle biten Andımız-artık- okullarda okutulmuyor. AKP, eseriyle övünebilir. Bu uygulamadan en çok bölücü terör örgütü PKK militanları ve onların siyasî uzantıları memnun oldu. Millî kültürümüzden habersiz, millî ve manevî değerBiz öğretmen olmalıyız kardeşlerim; lerimize sahip çıkamayan nesillerin varlığı demek, Türk Biz görmeyenlere göz, devleti ve Türk milletinin kıyametinin kopması anlamına Duymayanlara kulak, gelir. Başöğretmenimiz Atatürk, bunu en veciz bir şekilde Yürüyemeyenlere ayak olmalıyız... şöyle vurgulamıştır: “Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitim sınırı ne olursa Biz öğretmen olmalıyız kardeşlerim kızıyla, erkeğiyle olsun, en önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımLayık olabilmek için sızlığı için kendi benliğine ve milli geleneklerimize ?Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır? diyen düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği Ulu önder Atatürk?e... öğretilmelidir. Uluslararası dünyanın bu günkü durumuna göre, böyle bir savaşın gerektirdiği mücadele Biz şairlerimizin mısralarında dil, ruhunu taşımayan insanlara ve bu nitelikteki insanlarGenç kızlarımızın gergeflerinde nakış nakış gül, dan kurulu topluluklara yaşama ve bağımsızlık hakkı Aşıklarımızın sazlarında tel, yoktur.” (1 Mart 1922,TBMM Açış Konuşması’ndan) Öpülesi bir el olmalıyız : Başöğretmenimiz Atatürk’ün yukarıdaki Biz öğretmen olmalıyız. mesajını harfiyyen uygularsak her türlü güçlüğün üstesinden geleceğimize, ihanet çemberlerini bir bir Şairin gönlüne, yüreğine sağlık. Millî, manevî değerle- parçalayacağımıza yürekten inanıyorum. rimizin tanıtımının bu kadar mükemmel yapıldığı , anlamlı Zafer, Türk olmayı en büyük şeref ve şan mesajların böyle ustaca verildiği şiirler azdır. Millî Eğitim sayanların olacaktır. Bakanlığı , bu şiiri çerçeveletip bütün okulların duvarlarına asmalıdır. 27 İsmail ÖZÖREN iozoren@mynet.com HÜKÜMET- CEMAAT KAVGASI ÜZERİNE Hükümet ile Gülen cemaatı arasındaki çekişme okuyucularımızın malumudur. Son aylarda basın yoluyla tırmanan kavga, cemaatin sözcüsü konumundaki Gazeteciler Yazarlar Vakfı’nın (GYV) açıklamasıyla iyice su yüzüne çıktı. GYV’nin açıklaması: “...Yukarıdaki iddiaların bazılarını gündeme getiren ve yazan kişilerin, ‘Bir savcı, 3 polisle hizmeti, terör örgütü ve çete kapsamına sokarız, bitiririz’ gibi karanlık niyetleri ifade ediyor olmaları, buna ilave olarak dershanelerin kapatılma düşüncesini cemaate had bildirme olarak dile getirmeleri, hizmete gönül verdiğini düşündükleri kişilerin bürokrasiden tasfiye edildiğini ifade etmeleri, ne acıdır ki, derin devlet refleksi ve post-modern darbe dönemlerini hatırlatmaktadır...” Daha açığı şu: Hükümet tarafından bize bir operasyon niyetinin var olduğunu biliyoruz. Hemen ardından Arınç müdahil olup şöyle bir açıklama yapıyor: “Bazı şeyleri bahane ederek hükümetin icraatlarını yüksek perdeden eleştirmek ve birilerini sevindirmek doğru değil. İsim belirterek ya da ima ederek partinin önemli kişilerini yerden yere vurmak çok yakışık almıyor.” Panik halinde yapılan açıklamalarda da görüleceği gibi kavga artık su yüzüne çıkmış, silahlar çekilmiş ve düello başlamıştır. CEMAATİN HAMLESİ-1 Operasyon kokusunu alan cemaat da düğmeye basıyordu. Bilindiği gibi 7 Şubat 2012 günü, İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı, eski müsteşar ve eski müsteşar yardımcısı ayrıca iki MİT görevlisini ifade vermeye çağırmıştı. Bununla şu mesaj verilmiştir: “ Cemaat olarak ben istersem Başbakanı bile tutuklarım.” HÜKÜMETİN HAMLESİ-1 MİT mensuplarının veya Başbakan tarafından özel bir görevi ifa etmek üzere görevlendirilenlerin görevini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250′nci maddesinin birinci fırkasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla, haklarında soruşturma yapılması başbakanın iznine bağlıdır. Yani: MİT Başkanı’na yönelik operasyonun bizzat Beni hedef aldığını Başbakan olarak görüyorum. Ben hükümetim, kanunu 2 günde değiştirir sana bu fırsatı vermem. Hükümet cemaatten yediği golden sonra puan almak için ataklarını hızlandırıp cemaatin ağırlığını çok iyi bildiği emniyet istihbaratının bütün müdürlerini bir gecede pasif görevlere atarken yerlerine kendisine yakın isimleri yerleştiriyordu. 28 Ve akabinde karşı atak olarak dershaneler yasasını çıkararak cemaatin şah damarını hedef alıyordu. CEMAATİN HAMLESİ-2 Cemaatin yurt dışı sesi olan Today’s zaman’da yazan yazarlar aylardır Hükümet ve Erdoğan’ı açıkça çok sert şekilde eleştirmeye başlıyor. Aslında Hükümet’in kimi konularda çok da başarılı olmadığını dünyaya ilan ediyordu ama Türkiye içinde kendi tabanlarından Hükümet’e sempati ile bakan kesimleri de fazla ürkütmemek için yurtiçindeki dozu yumuşak ayarlıyorlardı. HÜKÜMETİN HAMLESİ-2 Hükümetin, yurt dışında yediği ikinci golden sonra maçı kaybetmemek için süratle MİT, Kamu Güvenliği Teşkilatı ve İçişleri Bakanlığı’nda kendilerine yeni ve daha geniş kadro isteyen cemaate kapıları kapatıp buralarda ve diğer yerlerde kendisine tehdit olarak gördüğü üst düzey yöneticileri sessizce görevlerinden alıyordu. Hükümet, cemaate ‘operasyon’ yapmaya devam eder ve bürokrasideki tasfiyeyi sürdürür. Cemaat de, seçimlere kadar, etkileyebildiği seçmen potansiyelini bir koz olarak elinde tutar. BU İŞİN SONU NEREYE VARIR? Hükümet, cemaate ‘operasyon’ yapmaya devam eder ve bürokrasideki tasfiyeyi sürdürür. Cemaat de, seçimlere kadar, etkileyebildiği seçmen potansiyelini bir koz olarak elinde tutar. Yerel seçimlerde kimi bölgelerde Hükümete rağmen cemaatin adayları AKP listesini delebilir. AKP yerel seçimlerden başarısız çıkarsa; cemaat, Abdullah Gül seçeneği üzerinden hamle yapabilir. Bu kavgada Hükümet belirleyici gibi görünüyor. Çünkü, hamleleri daha çok o yapıyor. Bu konunun kısa vadede değişmesi mümkün görünmüyor. Zira iktidar olmanın imkânları ortada. Ancak Gezi’den bu yana cemaat daha fazla sesini çıkarma imkânı buldu. Bekleyip göreceğiz.. Not: 15 KASIM 1983 tarihinde Kurulan ve bu yıl 30’uncu yaşını kutlayacağımız Yavru Vatan’ımızın bayramını kutluyorum… Gençlik Dergisi LÜTFİ PARLAK’IN YEMEN ROMANI Mehmet PUSAT Yemen; dillerden düşmeyen bir türkü, gönüllerde acısı dinmeyen bir sancı, zamana bağlı olmadan kanayan bir yara… O yarayı anlatan Mehmet Sait Çavuş… Eşini, ailesini bırakıp gittiği Yemen’de çektiklerini ve Türk askerinin yaşadıklarını kendi ağzından ifade ettiği bir ağıt. Anadolu fidanlarının gidip de dönemediği uzak ve uğursuz bir diyar. İşte Elazığlı yazar Lütfi Parlak’ın kaleme aldığı bu roman, aynı yörede söylenen “Yemen” türküsünün yürek dağlayan bir hikâyesi. Eser, gene Elazığlı bir çavuşun dili ile anlatılıyor, gözüyle cephe tasvir ediliyor, duygularıyla olaylar yorumlanıyor… Romanda, ıstırap dolu çilenin ilk adımı Harput’ta atılıyor. Toplanan askerler, Beyrut’a yaya olarak, ondan sonra da kiralanan İngiliz gemileriyle Hudeyde limanına deniz yoluyla götürülüyor. Mehmet Sait Çavuşun tasviriyle; “kocaman bir vapur bizi bekliyordu. Aslında bu dev cüsseli yaratığın vapur olduğunu ne bilenimiz vardı, ne görenimiz. Ama öyle diyorlardı. Nihayet suyun içinde sallanan bu devin karnına girdik. Hareket eder etmez deniz tutmasına dayanamayan bir er, öldü. Bölük kumandanı askerin ceplerini boşaltıp potini ile fesini, çantasının içine koydu. Üzerine şehidin künyesini yazıp görevli askere verdi. Bizler de onun işaretiyle cesedi, çıkarmadığımız elbiseleriyle beyaz bir torbaya koyduk. Geminin korkulukları üzerinden denizin köpüklü sularına attık.” Yemen, o dönmede bir Osmanlı eyaleti. Ancak İngilizlerin teşvikiyle Şia mezhebine mensup Zeydiler, ehl-i sün- Yemen, o dönmede bir Osmanlı eyaleti. Ancak İngilizlerin teşvikiyle Şia mezhebine mensup Zeydiler, ehl-i sünnetin temsilcisi Osmanlıya baş kaldırdılar. netin temsilcisi Osmanlıya baş kaldırdılar. İmam Yahya’nın çıkardığı ayaklanmanın ardından kendi kontrollerindeki İmam İdris’i destekleyerek oluk oluk Türk kanı akıttılar. İsyanı bastırmak için gönderilen takviye kuvvetler, deniz yolculuğunda olduğu gibi Thame Çölünü geçerken ağır kayıplar verdi. Cesetleri elbiseleriyle kuma gömen askerler, bunaltıcı bir etkinin altında ezilmeye başladı. Belalar bununla sınırlı kalmadı tabi. Sana’ya varan askerlerimizi açlık bekliyordu. Çünkü 3.500 km’lik güzergahın orta kısmı yani Süveyş kanalı İngilizlerin eline geçmiş, dolaysıyla yol kapanmıştı. Yiyecek, cephane hatta asker mektupları bile gelmiyordu. Böylece Mehmet Sait Çavuşun diliyle anlatılan roman, iyice dramatikleşiyor. Buna bir de kendi iç dünyasını eklenince olay içinden çıkılmaz bir hal alıyor. İşte çavuş; “anlayamadığım bir şey var. Savaşta öldürmek, galiba yaşama arzusunun kabarmasından kaynaklanıyordu. Onun için talimlerde yaşatmayı değil, öldürmeyi öğretiyorlardı. Ölümden korktuğum için ben de öldürüyordum. Etrafımda ölümden kokmayan yalnızca cesetler vardı.” Sonunda bir kale kuşatmasında yaralanan çavuş, hastaneye kaldırılır. Burada sayıklamalar başlar: “Sahara Türk karakolunun bahçesinde bir çadır hastanesindeyim. Biri bağlı olduğu için tek gözle etrafıma bakıyorum. Bir yandan ağlıyor diğer yandan inliyorum. Sonradan öğrenmeme rağmen iyice ezberlediğim bu inleme âdeti, bana bile hayret veriyordu. Zaten böylesi zamanlarda en iyi becerebileceğim şey, inlemekti. Hastanede geceler öyle uzun ki seneleri, asırları içine alır. Özlenen öyle bir tan vakti var ki geleceği hiç belli değil. Çünkü birçok zavallı, maalesef onu göremeden gitti.” Sonunda imzalanan Mondros’la silahlarını teslim eden kolordumuz Luhye’de İngilizlere teslim oldu. Böylece dört yüz yıllık Yemen macerası son buldu. Ardından Mehmet Sait’in iç dünyasında yeni yeni acılar belirdi: “Arkadaşlarımın payına şehitlik düştü. Ya benim… Gözü kör, ayağı topal, elsiz-kolsuz, yüzü paramparça, başı öne eğilmiş mağlup bir asker… Ölü değilim ki ailem yas tutup ağlasın, diri değilim ki köylülerim görüp sevinsin. Yemen artığı sakat bir asker...” Roman kahramanı Mehmet Sait Çavuş bazen de farkın- 29 da olmadan etrafına bakıp dramatik sahnenin derinleşmesine sebep oluyordu. Beni abdesthaneye götüren Binbaşı: “O senin, kumandan değin, teslim olmadan önceydi. Bırak da vatan için gözünü, bacağını, kolunu Yemen’de bırakan bir kahramana hizmet edeyim. Osmanlının toprağını koruyamadım. Bari onun evlatlarına yardımcı olayım. Sonra bana kumandanım da deme artık. Onu Yemen’de bıraktım. Eğer rütbe takmakla kumandan olunuyorsa… (Omuzlarındaki rütbeleri çekip kopararak) al senin olsun. Bunlar sana daha yakışır. Çünkü bedelini ödemişsin.” Benzer konuşmalar, gemi kamarasındaki erler arasında da cereyan eder. Mehmet Sait’in konuşalım, dertleşelim isteğine; “konuşacak neyimiz var, çavuşum? İngiliz keferesine toprağımızı, silahımızı, şehitlerimizi teslim ettik. Yani ölmesini bile beceremedik. Düştüğümüz bu rezilliğin nesini konuşalım? Evimize hangi yüzle döneceğiz? Anam bana “Ya şehit ol, ya gazi” demişti. Ben ne şehit olabildim, ne gazi. Sadece miskin bir esir…” Her ne kadar arkadaşları kendisiyle övünseler de iç çatışma yaşana çavuş; “askere aslan gibi geldim ama kör kötürüm bir dilenci gibi dönüyorum” diyerek bunalıma düşer. Bindiği gemiden birkaç kez denize atlayıp intihar etmek ister. Ama arkadaşları mani olur. İstanbul’a gelip terhis olan erler, bu sefer de uzun süren askerlik nedeniyle haber alamadıkları köylerine dönmekten korkarlar. Fakat roman kahramanı her seferinde olduğu gibi hayata sarılacak bir emare bulur: “Yolda ölmek üzere olan Ovacıklı asker, benim şu sakat halime bakıp imreniyordu. Çünkü ben, tek bacakla bedenimi aileme götürür- ken o iki bacağı ile kendini yarı yolda bırakıyordu.” Nihayet İstanbul’dan Harput’a giderken hastalanan Mehmet Sait; “nasıl da çullanmış zaman üstüme. Gözümü dahi açamıyorum. Köyüme dönüyorum ama bu sefer de kıpırdayacak gücü bulamıyorum. Bir yandan etrafımda dönen Azrail’e; ‘önüme geçme’ diyordum. Beni bekleyenler var diyorum… Ama o gene dinlemiyor ve beni adım adım takip ediyor.” Nihayet evine dönen hasta çavuş, kendi kendine konuşmaya devam ediyor: “Ayşe’mi göremediğim için kıvranıp duruyorum. Dilim dönmediği için, “Ayşe’m nerede?” diyemiyorum. Kimse de bana ondan bahsetmiyor. Tam o sırada elimin, bir çocuğun yüzüne sürüldüğünü hissettim. Gözümü açmaya çalıştım. Bu yumuşak ve masum yüz kimindi? Ama görmeye muvaffak olamadım. Sadece yengemin: -“Mehmet Sait, bu senin kızın, Hafize” dediğini duydum. Aman Allah’ım kızım da olmuş demek. Keşke bir yüzünü görebilsem. Keşke yanağına bir öpücük kondurabilsem. Keşke Ayşe’min kokusunu ondan alabilsem… Mutluluk denilen şey, galiba deniz gibi bir şeymiş. Atlayınca boğuluyormuş insan. O sırada kalabalığın içinden biri: -Zavallı Ayşe, beş yıl beklediği kocasına kavuşamadan gitti… Aman Allah’ım bu ne biçim kader… deyip ağladığı kulaklarımda yankılandı. Son ve bütün gücümle: -Ayşeeeem! deyiverdim.” LÜTFİ PARLAK 1955 yılında Elazığ’a bağlı Helezür köyünde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Elazığ ve Diyarbakır İmam Hatip Okulunda tamamladı. 1977’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl, öğretmen olarak Elazığ Lisesi’ne atandı. 1981’de yedek subay olarak tamamladığı askerliğe müteakip Uşak Eşme Lisesi’nde görevlendirildi. Müdür yardımcısı, müdür başyardımcısı ve müdür vekilliğinden sonra asaleten Akçadağ Anadolu Öğretmen Lisesi’ne müdür olarak tayin edildi. Bilahare idarecilik görevinden istifa ederek Elazığ-Fatih Lisesi, Merkez Endüstri Meslek Lisesi, Mehmet Akif Ersoy Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 2003’te Elazığ Lisesi’ne müdür oldu. 2007 yılında emekliye ayrılan Lütfi Parlak’ın yayınlanmış eserleri: 1)Yukarı Fırat’ta Tarihî Eserler (Araştırma ve inceleme) 2)Behramoğlu Balak (Tarihî roman) 3) Yemen (Tarihî roman) 4) Gençosman (Tarihî roman) 5) Sudan Gelen (Tarihî roman) Evli ve üç çocuk babası olan yazar, 1985’ten beri mahallî gazetelerde düzenli bir şekilde köşe yazılarını sürdürürken edebî dergilerde de şiir ve makalelerini yayınlamaktadır. Halen Elazığ Nurhak gazetesinde güncel köşe yazıları ile faaliyetlerine devam eden Lütfi Parlak, Türk Ocakları Elazığ Şube başkanlığı görevini de yürütmektedir. 30 Gençlik Dergisi BİR ARAP HAYRANLIĞI Yavuz Sezer OĞUZHAN [email protected] İnançlar, kişilerin ve dolayısıyla toplumların güzergâhını belirlerken, tam manasıyla kimliklerin güzergâhı da o kadar önemli bir yer teşkil eder. Özellikle söz konusu dini inançlar ve buna bağlı olarak kökten değişim ise. Bir Müslüman’ın, sırf dininden dolayı Arap hayranı olmasını nasıl karşılarsınız? Benim aklım, havsalam almıyor. Çevremde rastladığım bazı kimselerin bu düşüncede olduğunu görmek, beni pek de mutlu etmiyor. Peygamber efendimizin Arap olmasından dolayı, söz konusu millete ayrıcalıklı bir yer tayin etmek bilmem nasıl izah edilir? İslam yolu üzerinde olduğunu söyleyip Arap olma mefhumuna bu denli değer biçenlerin unuttuğu bazı mevzular var. Bir Müslüman, peygamber olarak sadece Hz. Muhammed (s.a.s.) i kabul etmez. Allah’ın gönderdiğine inanılan bütün peygambere iman edilir. Vaziyet bu iken, nasıl olur da diğer peygamberlerin özü inkâr edilir? Mesela; bugün Yahudi ve Hıristiyan inancına sahip olanların iman ettiği peygamberlerden olan Hz. Süleyman, Hz. Davut, Hz. Musa (en azından üçü) gibi figürler, Müslümanlar için de kutsaldır. Peki, bu peygamberler Arap mı? Değil. Yine Kuran’da bahsi geçen bütün peygamberlerin Arap olduğunu farz edelim. O zaman da yine itibar edilen Kuran’da “Biz, elçi göndermediğimiz topluluğa azap edecek değiliz” (İsra 15) ayeti ile her topluluğa(millete) elçi yani peygamber gönderildiği imasında bulunulur. Dolayısıyla her millete gönderilen peygamber vardır ve bir peygamber de genel itibariyle o toplumun(milletin) mensubudur. Kuran’da zikredilen peygamberlerin çoğu İsrailoğulları’na gönderilmiştir ve söz konusu peygamberler İsrailoğulları’nın parçalarıdır. Şu durumda “İsrailoğulları’na da ayrı bir muhabbet beslenmeli” denilebilir mi? Mantık, aynı mantık. Kaldı ki Araplar’ın hepsi doğru yol üzerine iman üzerine değiller. Ebu Cehil de bir Arap idi ama küfrün ve cehaletin babası idi. Ya Ebu Leheb? Ki o, Resullulah’ın amcası idi. Arapça hakkında düşünülen paralel fikirleri tahayyül edin. “Kuran dili” olarak tanımlanan bu dili diğer dillerden üstün görüp onu kutsallaştırmak doğru değildir. Kuran-ı Kerim’in Arapça olması Hz. Peygamberin Arap toplumunda yaşaması sebebine dayanır. Allah (cc) bu hususu İbrahim sûresinde şöyle açıklar: Kendilerine apaçık anlatıla bilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik. Yusuf sûresinde de “ biz onu anlayasınız diye, Arapça okunmak üzere gönderdik.” buyrulmuştur. Peygamber efendimizin ‘Veda Hutbesi’ndeki ‘üstünlük’ yaklaşımını bilmeyenimiz yoktur. Bir Arap’ın diğerine(diğer milletten) üstün olmadığını, üstünlüğün sadece takvada olduğunu söylemiyor mu? Bu, her şeyi açıklamıyor mu? Hassas bir Müslüman olduğunu söyleyip, bundan dolayı Araplara ayrı bir yer biçme sevdasında olanlar neden o topluma indiğini hiç merak etmezler mi? (O zamanki Arap toplumunu halini bilmeyeniniz yoktur).Ve nasıl olur da tarihte İslamiyet’e en büyük hizmeti vermiş olan Türkleri göz ardı ederler? Türkün karakterindeki özellik, hangi sebepten ötürü görmezlikten gelinir? Burada benim de ayrıcalık yaptığım zannedilmesin; zira durumlar birbirinden çok farklı; biri ‘verilen’ olduğu için o kimliği almış, diğeri de çaba ve görev addederek ‘alan’ sıfatı ile. İşin ilginç olan tarafı da tanıştığım Türk olmayan Müslümanların çoğunun Türk hayranlığı; Türklerin İslam sancaktarlığını layıkıyla yerine getirdiğinden ve kurtuluşun yine Türklerden olacağından bahsetmeleri. Bu da konunun diğer penceresi 31 Aytekin AYDOĞAN [email protected] TÜRK MİLLETİNİN NAMUSUNA KİMSE DİL UZATAMAZ Başbakan Erdoğan partisinin Kızılcahamam kampında yaptığı bir konuşmasında üniversitelerin olduğu yerlerde yurt sıkıntısının ortaya çıktığını ve bununla ilgili düzenlemeler yapılacağını dile getirmiş ve akıllara durgunluk verecek bir konuya değinmiştir… “Kız ve erkek aynı evde kalamaz. Bu bizim muhafazakar demokrat yapımıza terstir.” diyerek demokratikleşme paketinin arkasından son derece antidemokrat bir konuyu gündemimize taşımış bulunmaktadır… Bu konuyla ilgili talimat verdiğini ve denetim yapılacağını söylemiştir… Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu 1923 yılından bu yana hiçbir hükümet döneminde bu tür tartışmalara girmemiştir. Çünkü hiçbir hükümet kız erkek tartışması gibi boş bir konuyla uğraşıp beynimizi bulandırmamıştır… Neden boş diyorum? Çünkü 90 yıldır ahlaki kurallar çerçevesinde yaşamış modern bir ülkede bu tartışma son derece yersiz ve gereksizdir… İnsanın fikri neyse zikri de odur… Bu topraklar üzerinde şerefi ve haysiyeti için yaşayan bir millet vardır… Bu millet Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmadan önce de bu değerler için yaşamıştır, bundan sonra da bu şekilde yaşayacaktır… Bu evlerde fuhuş gibi olaylar oluyor, ahlaksız olaylar oluyor diye bir ithamda bulunmak son derece yanlıştır… Türk kültürüyle beslenmiş ve ahlaki değerlere sahip bir nesil için bu söylem bir başbakana yakışmamıştır… Hele hele zinayı serbest bırakan bir zihniyetin bu şekilde bir söylemde bulunması büyük bir çelişki değil midir? Acaba başbakan Erdoğan nasıl bir ahlaki eksik gördü ki bu şekilde bir söyleme imza attı bilinmemektedir… Dindar gençlik yetiştirmeye çalışırken ahlaki değerleri insanlara anlatamadı mı acaba?. Başbakan bu konu ile ilgili denetleme yapmakla yetinmeyecektir. Bir süre sonra daha ileri gidilip evlere baskın yapmak bile söz konusu olacaktır… Belki demokratikleşme paketini inceleyenler içinde özel hayatın gizliliği ile ilgili bir maddenin bulunduğunu görmüşlerdir… Türk hukukunda bireylerin özel hayatlarının korunması hakkı, gerek anayasal gerekse yasal düzeyde koruma altına alınmıştır. Aynı şekilde konut dokunulmazlığı da özel hayatın gizliliği çerçevesinde korunmuş ve bu dokunulmazlığın ihlali de Ceza Kanunu’nda suç olarak düzenlenmiştir. Başbakan “bu ülkede tek kanun benim” anlayışından doğan güçle özel hayata müdahale edebileceğini dolaylı yoldan söylemiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti Medeni Kanununa bakıldığında 18 yaşını doldurmuş bir kişi artık ergin sayıldığı için reşit yaşa ulaşmış demektir… Ülkemiz eğitim durumu göz önünde bulundurulunca üniversiteli olma yaşı 20 yaşın üzerine denk gelmektedir… Yani kişi kendi so- 32 rumluluğunu bilen, kendi ile ilgili kararları kendi verebilen yaşa ulaşmış demektir… Kalacağı yere kendisi karar verebileceği gibi kendini korumayı da bilecektir… Ayrıca üniversite çağı artık kişinin kendini geliştirdiği, yeni atılımlara yöneleceği, yeni buluşlara imza atacağı, yeni fikirlerle tanışacağı ve kendi fikrini aktaracağı, sorumluluğunu öğreneceği bir dönemdir… Başbakan Erdoğan Üniversiteli gençlerin yaşamına müdahale etmek yerine üniversite eğitimine yönelik politikalar izlese arta kalan zamanlarında da genç yaşta evlendirilen çocuklar için çözüm yoluna başvursa ve bu konuya bir çözüm arasa daha faydalı olacaktır. Demokratikleşme paketine olan eleştirilerin devam ettiği, Diyarbakır’ın meydanında ki “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısının kaldırıldığı, İmralı canisinin isteklerinin tavan yaptığı şu günlerde Türk milletinin ağzına sakız olacak bir konu ortaya atılmıştır. Pakete olan tepkilerin, ekonomik yönden yaşanan sıkıntıların, PKK’nın çözüm sürecinde yaptığı eylemlerin ve bunun gibi birçok konunun daha üstü kapatılmış ve gündem değiştirilmeye çalışılmıştır. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız… Bizi yöneten kanunlar bize doğruyu yanlışı en iyi şekilde göstermektedir… Gerek büyüklerimizden gördüğümüz ahlâkla, gerek dinimizin emrettiği güzel ahlâkla yetişmiş bir toplumuz… Bence asıl tartışmaya açılması gereken konu kızların ve erkeklerin aynı evde kalıyor olması değildir… Tartışılması gereken konu şudur… Madem bu şekilde bir sıkıntımız var o zaman neden yurt ihtiyacı giderilmemektedir? Üniversitelerin olduğu yerlerde yurt ihtiyacı olduğu halde devlet tarafından yurt yapılmaması cemaat yurtlarına olan talepleri zorunlu olarak artırmaktadır… Mevcut hükümet de bu nedenle yurt yapmamakta ve cemaat yurtlarına öğrenci kazandırmaktadır… Bu yurtlara giremeyen öğrenciler de ev tutmak ve üniversite hayatını orada geçirmek zorunda kalmaktadır… Öğrencilerin kiralık ev bulmak konusunda çektiği sıkıntılar göz önüne alınınca kızlı erkekli karışık evlerin ortaya çıkması çok da anormal bir şey değildir… Anormal olan onlara fuhuş yapıldığı, ahlak kurallarına aykırı hareket edildiği gibi ithamlarda bulunmaktır. Üniversite öğrencilerine bu şekilde İftiralar atan bir iktidarın bir süre sonra benim ailemle birlikte oturduğum eve gecenin bir yarısında baskın düzenlemeyeceğinin garantisi yoktur… Özel hayatın gizliliği çerçevesinde konut dokunulmazlığı da vardır… Hükümet eğer bu şekilde bir uygulamaya geçerse ne özel hayatın gizliliği kalacak, ne konut dokunulmazlığı. Gençlik Dergisi Mehmet KABAKTEPE BİTSİN BU TİYATRO Sosyal Güvenlik ve Çalışve patron, iş gücünü istediği gibi ma Bakanlığı’nın düzenlediği 10. kullansın… UİS (Ulusal İstihÇalışma Meclisi, 26-27Eylül’de dam Stratejisi) işçisinin köleleşAnkara Bilkent Otel’de yapıldı. İşçi tirilmesinin stratejisidir. İşveren İşçi köleleştirilecek, ve işveren konfederasyonları ve batemsilcileri rekabetçi piyasalarda istihdamın değil sömürü ğımsız sendikalarının katımlarıyla varlığımızı güçlendirmek için sıdüzeninin önündeki engeller gerçekleşen toplantıda başbakan ve kıntılarımızı giderin diyor. Sıkınbürokratlar konuya ilişkin açıklamatıları da işçi… Konfederasyonlar kaldırılacak, zaten yetersiz larda bulundu. Sonrasında tarafların çıkacak olan yasalara karşı oldukolan güvenceler tamamen temsilcilerinin katılımıyla oturumlar larını deklare etseler de söylemleri ortadan kalkacak. gerçekleştirildi. laf olmaktan öteye gitmiyor. Kürsüye çıkan tüm işçi temsilcileri bu Türk-iş, Hak-iş, DİSK ve 45 bayasaların emekçinin aleyhine olğımsız sendikayla birlikte biz de duğunu söyledi mi? Söyledi. Peki, oradaydık. 9 bağımsız sendikamız hiçbiri, bu yasaları çıkarırsanız Tüm–İş adı altında toplantıya iştirak etti. Toplantının amacı, çalışma hayatındaki olumsuzluk- üretimden gelen gücümüzü kullanıp sokaklara dökülürüz ları düzeltmek ve örgütlenme önündeki engelleri ortadan diyebildi mi? Hayır. kaldırmaktı. Açıkçası bu amaç bizi heyecanlandırdı, heToplantının üç ana başlığı vardı; kıdem tazminatlarının veslendirdi, bir ümitle gittik Ankara’ya; çünkü 9 yıl ara- fona devri, esnek çalışma ve alt işveren ilişkisi yani tadan sonra Çalışma Meclisi yeniden toplanmıştı ve çalışma şeron işçiler. Konu başlıkları bunlardı ama konuşmacılar hayatının sorunlarını çözme hedefi açıklanmıştı. içinde taşeron işçi temsilcileri yoktu mesela. Taşeron işToplantı başbakan, bakan, işçi ve işveren örgütlerinin çiler mikrofonu, kendileri aldılar ve sıkıntılarını ilettiler. başkanlarının konuşmalarıyla açıldı. Birkaç aydır sürdüYıllar sonra çalışma meclisi yeniden toplandı ama rülen müzakereler anlatıldı. Hükümet, “Ulusal İstihdam aslında amaç emeğin değil, sermayenin sorunlarını çözStratejisi” adıyla ortaya koyduğu politikayla iş hayatının mekti. Biz oraya umutla gittik; gördük ki bir tiyatro var. (aslında işverenin) sıkıntılarını çözmeye çalışıyor. Hükümet, sendika ağaları ve sermaye kararı vermiş! İşçi Hükümet diyor ki, işverenin sorunlarını çözelim, ya- köleleştirilecek, istihdamın değil sömürü düzeninin önüntırımın ve istihdamın önündeki engelleri kaldıralım, za- deki engeller kaldırılacak, zaten yetersiz olan güvenceler ten korumasız kalan emekçiyi iyice korumasızlaştıralım tamamen ortadan kalkacak. 33 Çalışma hayatının tüm taraflarını uyarıyoruz. Toplumun en kalabalık kitlesinin, işçilerin emekçinin ekmeği üzerinden plan yapmayın. İşçinin alın teri üzerinden oyun kurmayın. Yarın sosyal patlamalar olduğunda, bu harabelerin altında hepimiz kalırız. Eğer diyorsanız yıkılsın bu ülke, sermayenin vatanı, milleti, rengi olmaz, paraları doldurup bavula gideriz başka yerlere, o plan da tutmaz. Vatanı olmayanın itibarı da olmaz. Bu gemi batarsa hepimiz batarız. Orada bir taşeron işçisi zorla da olsa mikrofonu aldı ve sıkıntılarını anlattı, anlatırken de bir şey söyledi, dedi ki: Biz emekçiler aynı zamanda tüketiciyiz. Sizler, ürettiklerinizi bize satacaksınız. Eğer adil işçiler işsiz kalacak ve esnek çalışma politikasında kiralık bir paylaşım olursa alırız veririz ekonomiye can veririz. işçi yaygınlaşacak istihdam bürolarına mahkûm edilen Biz kazanmazsak nasıl harcayacağız? Ya siz! Yoksullara halkın emeği, ucuza ve güvencesiz, örgütsüz bir şekilde ne satabilirsiniz? Aslında profesör olmaya gerek yok bu piyasalaştırılacak. Yani, modern köle pazarları kurulacak. basit kuralı düşünmek için piyasa döngüsü içinde herkes Taşeron işçi sorunu ortadayken esnek zamanlı çalışmahem üretendir hem de tüketen. Paylaşım adil olursa döngü nın nasıl işleyeceğini tahmin etmek için müneccim olmaya de sağlıklı olur. gerek yok. Bugün bir fabrikada, kadrolu da taşeron işçi Tazminatlara el koyacaklar. de aynı işi yapmasına rağmen, kanuna aykırı bir şekilde, Hükümet ve sermaye diyor ki, çakadrolu işçi yüksek ücret ve tüm lışanların %85’şi zaten tazminatlarını haklardan faydalanırken taşeron almıyor iflas eden şirketlerde işçinin işçi asgari köleliğe mahkûm alacağı 16. Sırada. Ona gelene kayaşıyor. Bu hukuksuzluk da saYarın sosyal patlamalar dar da bir şey kalmıyor. Biz bu fonu dece özel sektörde değil en çok olduğunda, bu harabelerin oluşturalım, herhangi bir durumda işçi kamuda çalışan taşeronlara yaaltında hepimiz kalırız. Eğer fondan tazminatını, parasını alsın. Bu pılıyor. Yani, bu kanunu yapan diyorsanız yıkılsın bu ülke, şekilde anlatıldığında makul ve mansermayenin vatanı, milleti, rengi devlet dahi kanunu uygulamıyor. tıklı geliyor. Peki, o zaman şu sorulara olmaz, paraları doldurup bavula Şuan mahkemelerde, alt işveren gideriz başka yerlere, o plan da cevap bulalım; eğer işçinin iflas eden ilişkisiyle ilgili binlerce dava tutmaz. şirketten tazminatını almasını düşünüvar. Devlet vatandaşı için vardır. yorsanız icra iflas kanununda bir deHukuk halk için vardır. Eğer bir ğişiklik yaparsınız ve işçi alacaklarını memlekette devlet halkını sömü16. Sıradan 1. sıraya çıkarırsınız sorun rüyorsa, hukuk halkın hakkını çözülür. Aslında amaç işçinin hakkı korumuyorsa, orada gün geceye değil, işverenin sıkıntısı, toplu tazminat ödemelerinden dönmüştür, karanlık her yanı kaplamıştır. Maalesef ülkekurtulmak ve işçiyi istediği gibi işten çıkarabilmektir. Taz- mizde durum budur. Halk ağır hayat şartları altında ezilirminat sadece parasal kaynak değildir, emekçinin elinde bir ken, diğer bir yandan da devlet vergilerle hukuksuzlukla, kozdur. İşveren, tazminatı düşünerek, işçiyi kolayca işten zamlarla, kötü yönetimle toplumu içinden çıkılmaz bir çıkaramıyor ayrıca kurulacak fonun nerelere harcanacağı cendereye atmakta. Bu zulümdür. Bu haksızlıktır. Şunu da da muamma. Bundan önceki fonların akıbetini düşünür- unutmayın ki, hiçbir zulüm sonsuz değildir. Halkı ilelebet sek, bundan sonra da nerelere harcanacağını tahmin etme- kandıramazsınız. Bu toplantıda esas gündem iş kazalarınmiz güç olmaz sanırım. da ölenler olmalıydı. İnsanoğlunun değeri konuşulmalıyİş hayatında kadın istihdamına pozitif ayrımcılık getire- dı. Türkiye, iş kazalarında dünya sıralamasında 3’üncü ceğiz, daha fazla hakları olacak, diyerek esnek çalışma ve Avrupa’da 1’inci… Mesela bu konuda ne yapılacağı taristihdam bürolarını yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Teorik tışılmalıydı. Ölümler, çalışma hayıtının kanayan yarasıdır. olarak olumlu bir amaç… Peki, kadına pozitif ayrımcılık Bu tiyatroları oynatacağınıza işçinin gerçek sorunlarını ve esnek çalışma pratikte çalışma hayatına nasıl yansıya- gündeme getirseydiniz… Gerçekten, emekçi halk yığıncak? Doğum yapan kadın 16 hafta izin kullanacak, işe geri larının ekmeğini düşünebilseydiniz keşke… döndüğünde yarım gün çalışıp tam gün parası alacak ve Umudumuz var, yarınlara dair. Zalimin zulmüne karortaya çıkan iş gücü eksikliği de esnek çalışma ile tamam- şı hâlâ güçlüyüz. Bir gün çıkıp oturacağız en tepeye ve lanacak. Yarı zamanlı işçilerle açık kapatılacak bu durum- EMEK, EMEK, EMEK diye haykıracağız. Kahrolsun kada hangi işveren kadın işçi çalıştırır sizce? Zamanla kadın pitalizmin kölelik düzeni! 34 Gençlik Dergisi PSİKOLOJİK SAVAŞTA MEDYA… Her saldırı iktidarın bir icraatı ile ilişki“Toplumu kandırmak bir kişiyi kan� lendirilir. Adres olarak iktidarı istemedırmaktan kolaydır.” diyor, bir bilim adayenler gösterilir. Son yıllarda ülkemizdemı. ki hiçbir terör saldırısında PKK’nın adı Yapılan bir araştırmaya göre Türk halgeçmiyor. kı televizyonda gördüklerinin gerçekliğiBir siyasetçi PKK’ya sesleniyor: ne inanıyor. Örneğin rahmetli Erol TAŞ “Hakkınızı siyasetle arayın.” Bu cümle filmlerdeki kötü karakterleri canlandırdıile “Sizin haklı olduğunuza inanıyorum.” ğı için birçok defa halkın sert tepkisiyle Alper KEPEZKAYA [email protected] söylemi aynı değil midir? O halde PKK; karşılaşmış, protestoya uğramıştır. Acaba siyasetle meşrulaştırılmak isteniyor! haber manşetlerinde, filmlerde, dizilerde satır aralarında söylenen cümleler ne kaBaşka bir manşet: “Çözüm süreci ile terörün biteceğini dar masum? Ülkede tartışılan konuların, aktörlerin ağzın- görenler süreci sabote etmeye çalışıyor.” Kim bu süreci dan söylenmesi, TV ekranlarına konu olması bir tesadüf sabote etmeye çalışanlar, bir türlü açıklanmaz. Belki de mü, yoksa algıları etkilemeyi amaçlayan psikolojik bir sa- böyle bir durum bile yoktur. Amaç bulandırmaktır, yine vaş mı? Örneklere bakalım: PKK vahşeti türbanlanır. TV’de verilen bir şehit haberi: “Hain pusuda şehit ver� O halde eski adı “bebek katili” yeni adı “İmralı” olan dik.” Pusuyu kuranlar, hainler kimlerdir, verilmez, saklıdır. Ermeni Artin Agopyan, örgütüne söz geçiremiyor aslında. Haberin hemen ardından “İhmalin sebebi araştırılıyor.” Örgütüne söz geçiremeyen biriyle neyin pazarlığındalar? manşeti gelir. Kamuoyu askerin ihmalini konuşur ve dikPolisiye bir dizide hırsızlık yapıp banka soyan PKK’lılar katler dağılır, konu sulandırılır gider. konuşturuluyor: “Bunca yıl hizmet ettim. Örgüt çekil dedi “Çözüm sürecini baltalamak isteyenler olay çıkardı.” diye çekilmem.” Böyle mesajlarla konu basite indirgeniPKK eylemlerinden sonra hep bu manşeti gördük. Kim- yor. Güya örgüt herkesin çekilmesini istiyor ama bazıları dir bunlar? Bunlara karşı nasıl bir operasyon yapılmıştır? söz tutmuyor. Nasıl önlem alınmıştır? Cevap yok! Bu olayların hepsinin 12 Eylül anayasa referandumu tartışılırken yine aynı ardından “Zamanlamaya dikkat” manşetlerini görüyoruz. diziden kısa bir konuşmada genç kız, komisere dönerek: 35 “Polisleri sevmiyorum. Çünkü babam 80 darbesinde iş� kenceyle öldü.” Amerika’daki şato imamının kanallarında bu gizli mesajları daha bariz görürsünüz. İşte bazı haber manşetleri: “Uzmanlar bölgedeki olayların bitmesi için yerel yö� netimler yasasının çıkması gerektiğine işaret etti.” Bu uzmanlar kimdir? Nerede görevlidir? Terör bir iki kanun çıkmasıyla mı bitecektir. “Hakan FİDAN hakkında ABD basınında devamlı eleştiriler yayınlanıyor. Yoksa ABD ve İsrail Türkiye’nin bağımsız dış politikasını mı hedef alıyor?” Doğrudan söylenmeyen ama düşündürülen şudur: “Bizim dış politika� mız bağımsız.” Dış politikada bağımsız olduğumuz için mi Amerika başkanı açıklama yaptıktan sonra bizimkiler yaptığı açıklamayı hemen değiştiriyor? “Ağanın Yaptıkları” filminin ana hatları şu şekilde: Şapka giyen ve bütün halka zulmeden bir ağa; sarıklı gezen ve halka yardım eden, kültürlü (!) bir köy imamı; devletin okullarında okumuş dini zayıf bir öğretmen başrolde. İmam herkese doğru yolu gösteriyor; herkes ağanın ne halt olduğunu anlıyor; ağa imamı öldürecekken bir polis gelip ağayı tutukluyor ve imama dönerek, “Sizin saye� nizde polis oldum, emrinize hazırım, her şey güzel olacak hocam.” diyor. Bu “Her şey güzel olacak” sloganını hatırlamışsınızdır. Şapka ve sarıkla düşündürülmek isteneni siz iyi bilirsiniz. Şimdi de adında Türk kelimesi geçen ama Türklükle kesinlikle ilgisi bulunmayan kanallara bakalım: Türk Bayrağını beğenmemesiyle gündeme gelen, adında Hilal bulunan Kaplan gözlü biri diyor ki: “İkinci Cumhuriyetle birlikte Osmanlı’dan günümüze süren dur� gunluktan kurtulduk.”; “Ortadoğu politikası ikinci cum� huriyetin bir başarısıdır.” Devamlı “ikinci cumhuriyet” ibareleri kullanılmaktadır. Peki, bu ikinci cumhuriyetin ne zaman ilan edildiğini dünyada bilen var mı? Farklı kanallarda yayınlanmasına rağmen dizilere hâkim ekâbir güç hep aynı: Karanlık bir örgüt… Konseyin yüzü gözükmez… Hepsi Türkiye’nin geleceğini, Türkiye üzerinde oynayacakları oyunları konuşuyor. Bu örgütlerin konuşmasından küçük bir kesit: “Çözüm sürecinin içi boş olduğuna dair kendi yayın organlarımızda haberler yapmalıyız. Halkı çözüm sürecinin gereksizliğine inandır� malıyız. Yoksa bizim varlığımız biter. Halk iktidar ile ca� mianın arasının bozuk olduğunu düşünmeli.”. Ekranlarda bu cümleleri duyan kişi “Çözüm süreci hakkında konuşan kişiler demek ki bu ülkenin düşmanları” gibi bir düşünceye saplanabiliyor. Bilinen bir örnek de Kurtlar Vadisi dizisindeki “İhtiyarlar Heyeti”dir. İhtiyarın biri “Amerika’dan bağımsız politika izleyemeyiz.” derken “Hoca” lakaplı gözlüklü biri çıkar ve “Artık bağımsız dış politika oluş� turmalıyız.” der. Türkiye’de “hoca” ünvanlı siyasetçi kim? İnsanlarımız “Bu dizide Türkiye gerçekleri anlatılıyor.” diyerek sözde konseylerin ve ihtiyar heyetlerinin gerçekliğine inanıyor. Dikkat ettiniz mi, ülkemizde hiçbir medya organında iktidar eleştirisi yapılmıyor. Biraz düşündürücü değil mi? 36 Fazıl Ahmet BAHADIR 1958 senesinde Kayseri ilinin Pınarbaşı ilçesinde doğdu. İlk, orta lise tahsilini Pınarbaşı’nda tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi. Sakarya Zaferi’nin 84. Yıl dönümü kutlamaları çerçevesinde Türkiye Yazarlar Birliği ve Polatlı Belediyesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Sakarya Savaşı Hatırat Yarışması” nda “Liseli Şehitler Destanı” adlı şiiriyle birincilik almıştır. Bu şiirin bir bölümü Kayseri Cumhuriyet Meydanı’ndaki anıtta yer almaktadır. 2005 yılında yayınlanan “Yeniden Kuvâ-yı Milliye” adlı kitabı dördüncü baskısını yapmıştır. “Eylüllere Karışır Eylüller” şairin yayımlanan ikinci şiir kitabıdır. ZOR YILLAR Zor Yıllar, öğretmen yazarlarımızdan Adnan Büyükbaşın 17’nci kitabı… 1980 öncesinin ideolojik çatışmalarını ve 12 Eylül darbesinin Ülkücü Gençlik Derneği Başkanı Mustafa Oğuztürk üzerinde yarattığı travmayı konu edinen bir roman… Eserde Kayserililerin yakından tanıdığı kişiler yer alıyor. O günleri yaşayanlar Zor Yıllar’ı okurlarsa belki kendilerini de orada göreceklerdir. Gençlik Dergisi ŞARKI SÖZLERİ ÜZERİNE Bilgehan AYATA [email protected] İnsanoğlu, yaradılışı gereği güzel sanatlara eğilimlidir. Bir başka deyimle sanat, insanın varlık şartlarından biridir. Güzel sanat dallarından biri de musiki, yani müziktir. İnsanlar, yaşamın akışında içinde bulunduğu ruhsal duruma göre müzik dinlemektedir. Dinlediği müziğin çeşidini kültür düzeyi, yaşı, eğitim seviyesi vb. unsurlar da belirlemektedir. İçinde yaşadığımız çağda, dinlediğimiz müzikler de popüler kültürden payına düşeni aldı. En büyük değişim de kâinatın yaratılışının temelinde bulunan ve insana da bahşedilen aşkın ifade edildiği müziklerde yaşandı. Aşktaki masumiyetin, saflığın, temizliğin yerini ne yazık ki kuru bir şehvet aldı. Hiçbir derinliği olmayan, şekil olarak da hiçbir ahenk ögesini barındırmayan şu sözlere bakalım: “Sıyırıp üstünden her şeyi / Terden ıslak vücudumu / Vücuduna dayıyorum son kez / Soluk soluğa” (Teoman), “Tüm oyunları oynayalım sırayla / Günaha bulanalım biteviye / Şşş konuşma hiç soru sorma / Sırlarımı keşfet bu gece” (Tarkan), “Gel gel gel güzelim / Gel hiç acımayacak” (Tarkan). Şehvete ve günaha davet eden bu sözlerin söyleyicilerinin, Asya Hun Devleti’nin kurucusu Mete Han’ın babası olan Teoman ile “yüksek asalet derecesi”, “askerî yönetici” anlamlarına gelen, efsanevî Türk kahramanı Tarkan’ın adını taşımaları ne garip bir tezattır! Dinleyicileri konser salonlarından taşan bu şarkıcılar, ne kadar da seviyeli sözler yazmakta veya söylemektedir! İşte, toplumun bir kesimini “iki cihanda lekeli” sayan sayın şarkıcının “leke”lemeden yayımlayamadığımız dizeleri: “malımı al mülkümü al / olsa gel samur kürkümü al / yerimi yurdumu uykumu / tende en … al.” (Sezan AKSU). Bu anlı şanlı şarkıcılardan birinin “Ben şarkımı söylerken” (Şebnem Ferah) adlı şarkısındaki ifadeleri biz buraya keserek de olsa koyamadık. Merak eden genel ağda basit bir taramayla kolayca ulaşabilir. Her hareketi “hadise” olan bayan şarkıcı bakınız ne diyor: “Hadi deli oğlan / Hadi beline dolan / Hadi öp bakalım / Kızı dudağından” (Hadise). Evet, öpmek bir sevgi gösterisidir; fakat, burada sevginin varlığı tartışılır. Uluslararası yarışmalarda Türkçe şarkı söylemeyi “eski kafalılık” olarak gören, karma dille söylediği şarkıyla yine de kazanamayan soyadı Doğulu; ama, her şeyiyle Batılı olan bay şarkıcı ise şu dizelerle katılıyor bu kervana: “Çilek dudaklarına yapışıp kalıcam / Gözlerinden kalbine akıcam / Yâr senin için bu şehri yakıcam / Senin aklını aklını alıcam” (Kenan Doğulu). “Deve-boyun” atasözü gereğince sesletim (telaffuz) yanlışlarına değinme gereği bile duymuyoruz. Şu sözlerin yazarını kutlamak gerek. En azından şarkının nakarat kısmındaki müstehcen ifadeyi “bip” sesiyle gizleyerek vermiştir. “İhanetinin bedelini sen de bir gün ödeyeceksin / Kapıma bir gün … … geleceksin / Söküklerini dike dike gideceksin (Hilal Cebeci) . Bir de şu şarkıya bakalım: “Yok rahat uyku / Mecbur kalkıp yakıcan bi sigara / Koyucan takkeyi tam ortaya / G…ne güvenen şöyle gelsin (Sıla). Bu sözler, müstehcen söz içermenin yanında sigara içmeyi de telkin etmiyor mu? Ya şu sözlere ne demeli? “Kız ben seni vurmaz mıyam / Saçlarından asmaz mıyam“ (İbrahim Tatlıses). Öyle ya, canımız sıkıldı mı yakalım bir sigara; kafamız kızdı mı vuralım kadını, asalım saçından! Allah aşkına, bu sözlerin hangisi sanat değeri taşıyor? Bu sözlere sanatsal dersek rahmetli Fuat Edip Baksı’nın, rahmetli Barış Manço’nun da o güzel yorumuyla dinlediğimiz “Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telaş içindeydiniz / Derinden bakınca gözlerinize / Neden başınızı öne eğdiniz?” dizelerini hangi sınıfa dahil edeceğiz. Son günlerde moda olan, kendisine “sosyal medyanın çocukları” benzeri bir ad takan grubun söylediği şu şarkı; popüler kültürden beslenen, internet, bilgisayar ve cep telefonu arasına sıkışmış gençliğin geldiği noktayı can alıcı biçimde özetlemesi bakımından ibretlik bir örnektir: “Hareketler aynıysa her türlü dans okey / Dış güzellik dünyadaki en önemli şey / Büyük bi saatim var / Bakışlarım yakar / Profilden gülüşüm akıllara zarar / Karaktersiz olmaktan hiç utanmıyorum / Evim havaya uçsa umursamıyorum…” “İnsanda derin bir yaradır köksüzlük / Budur dünyada en hazin öksüzlük” diyor, şair. Kökü millî terbiyeden, millî ahlaktan, millî töreden, kısacası millî kaynaklardan beslenmeyen hiçbir uğraş gerçek sanat eseri sayılamaz; çünkü, millî kaynaktan beslenmediği için milletin sanat zevkine seslenemez. Dolayısıyla sanatsal bir heyecan uyandıramaz. Millette bedii heyecan uyandıramayan eserler, sabun köpüğü gibi bir anda parlayıp sönmeye mahkûmdur. İnsan çok yönlü bir varlıktır. Varlığını sürdürmesi için onun türlü duyguya gereksinimi vardır; fakat, kimi duygular, ulu orta seslendirilemeyecek kadar mahremdir. Sanat eserinin insanda -affediniz- hayvanî değil, insanî duyguları okşaması gereklidir. En iyi sanat yorumcusu olan “zaman rüzgârı” her zaman olduğu gibi son hükmü verecek, sanat bahçesinden köksüzleri ayıklayacaktır. Köklü olanlar ise “baki kalan bu kubbede” bıraktıkları hoş sedalar ile gönülleri nakışlamaya, ruhları sarhoş etmeye devam edecektir. Selam olsun, baki kalan bu kubbede bir hoş seda bırakabilenlere. Not: Değerli okurlar, üç yılı aşkın bir zamandır bu sayfalardan naçizane yazılar paylaşmaktayız. Vatan görevimizi yedek subay olarak yerine getireceğimizden, bu sayfalardan bir yıl uzak kalacağız. Yazılarımızı okuyan herkesten helâllik diliyoruz. Allah’a ısmarladık. Saygıyla… 37 Mehmet’in Ağıdı (DERLEME) Şükrü KILIÇ [email protected] Kayseri’nin, Sarız ilçesine bağlı Büyüksöbeçimen köyü, Avşar boyunun Torun aşiretine mensup ahali tarafından kurulmuştur. Köyün tamamı torun Avşar’ı olup Oğuz boylarının Üçoklar boyundan gelmektedir. Kültürel olarak Avşar kültürünün birebir yaşandığı bir köydür. Köyde öz Türkçe konuşulmaktadır. Düğünleri, bayram ve cenaze törenleri, klasik Türk geleneğinin tipik örneklerini yansıtır. Kayseri iline 145 km, Sarız ilçesine 16 km uzaklıktadır. Güneydoğusundan Maraş’ın Afşin ilçesi ile��������������� sınırdır. Bin���� boğa dağlarını cepheden gören yüksek ve dağlık alandadır. Köyün iklimi, karasal iklimi etki alanı içerisindedir. Rakımı 2000 metre civarındadır. Yükseltinin fazla olması nedeniyle bitki örtüsü zayıftır ve bozkırdır. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Mehmet işte bu Avşar köyünde dünyaya geldi. Ailesinin tek erkek çocuğu olan Mehmet’in Eşe ve Gülizar isminde iki kız kardeşi vardır. Daha çocuk yaşında babasını kaybeder. Annesi kendisine ve kardeşlerine bakabilmek için çok sıkıntılar çeker. Amcalarının yardımıyla hayatlarını sürdürürler. Tüm bu yokluk ve sıkıntılar içerisinde başına bir de amansız bir kaza gelir. Tüm çocuklar gibi Mehmet de oyun oynamayı sever. Köydeki çocukların kışın en büyük eğlencesi kızakla kaymaktır. Bu kızaklar demirler üzerine tahta çakılarak yapılır. Üzerine oturularak kayılan bu kızakların durdurulması çok zordur. Hele de yüksek bir tepeden kayılıyorsa… Mehmet ve arkadaşları bu şekilde yapılan kızaklarla kaymak için köye yakın bir tepeye çıkarlar. Mehmet önden kayar. Kızağı durdurur. Ayağa kalkar. Mehmet arkadan gelen arkadaşını fark etmez ve arkadaşı hızla gelen kızağıyla Mehmet’in bacağına hızla çarpar. Diz kapağından ağır yara alır. O dönemin imkânsızlıklarından dolayı doktora götürülmez. Yarasını akrabaları ve köyün büyükleri sararlar. Bir de koltuk değneği yaparlar. Mehmet daha çocuk yaşında koltuk değnekleri ile hayata tutunmaya çalışır. Tutunur tutunmasına ama dizindeki yarası buna izin vermez. Yara kanamaya, irinler akmaya başlar. Tüm çabalara rağmen yarası iyileşmez. Kendi başına kalkıp oturamaz hale gelir. Halsiz düşer ve iyice zayıflar. Sert ayazın köydeki hayatı esir aldığı bir günde hayata gözlerini yumar. Arkasında anasını ve iki yetim kardeşini gözü yaşlı bırakır. Dul olan anasının tek umudu da gitmişti. Anası daha sonra köyden biriyle evlenir. Bu erken ölümün acısını ağıdında dile getirir yaralı Avşar kadını. Işıdı delik1 ışıdı… Üşüdü Memmet üşüdü, Ben Şükrü’ye nasıl bakam Şükrü Memmet’in yaşıdı. Efendi ağa, Memmet ağa, Hacı Bekir’i verin bana Beş sene kahrını çektim. Daha ne diyonuz bana İleri gel Fati2 bacı, Ne duruyon serin serin? Koltuğu değnekli gezer Bacağından akar irin. Emeklerim emeklerim Diz vurur emeklerim Gülizar kız oğlan olsa Sürünür gene beklerim. Tarlanın taşını çektim Dikeni kökünden söktüm, Gördün mü Memmet gördün mü? Haksız çoban gibi çıktım. Yaz gelende Mercan’a3 diktirdim içlik4 Ne kötüsün dayım oğlu, Aziziye5 gelik harçlık… 1) Köy evlerindeki tavandan açılan havalandırma ve pencere şeklindeki sistem. 2) Avşarlar arasında kullanılan bir kadın ismidir. 3) Yine bu da bir başka kadın ismidir. 4) Kışın üşümemek için kıyafetlerin altından giyilen kalın ve sıcak tutan giysi. 5) Pınarbaşı’nın halk dilindeki eski adı. 38 Gençlik Dergisi NEVZAT KÖSEOĞLU’NUN ARDINDAN Mustafa ŞERBETÇİOĞLU Nevzat Köseoğlu adını ilk defa 1967 yılında şehrimizde yapılan ve “Komando Mustafa”nın başkan adayı olduğu MTTB Genel Kurul’u vesilesi ile duymuştuk. Büyüklerimiz, rahmetlinin kongre başkanı olarak etkili bir yönetim tarzı uyguladığını söylemişlerdi. Bilenler olacaktır, kongre çok hareketli ve çekişmeli geçmiş, hatta İmam Hatip çıkışlı arkadaşımız Mehmet (Keleş) Göktolga’nın kafası Şıh Cami önünde sözde Müslümanlar tarafından nalın ile yarılmıştı. “Mesele geçmek”, şansımızın olmadığı biliniyor olsa da, son bir defa daha “halleşmek” kısmet olmadı. “Gönüller bir olsun.” tesellisine sığındık. Nevzat ağabey, Galip Erdem için yazmış olduğu biyografik çalışmaya “Geniş şöhretten ziyade, derin izler bırakan insanlardan biriydi.” cümlesi ile başlar. Hiç tereddüt etmeden, bu ifadeyi kendisi için de kullanmak yerinde olacaktır. Zira toplumda tanınmışlık bakımında bir mukayese yapıldığında, söz konusu hükme katılmamak mümkün değildir. Bu manada, yapmış olduğu çalışmaların birçoğundan, özellikle de ilgililerin bihaber bulunmaları, aydınımızın kalitesi adına kabul edilebilir bir hal değildir. Ağabeyimin 1970 tarihinden sonra Ankara’da sürdürmüş bulunduğu faaliyetleri esnasında bir ve beraber olduğu dostları arasında yer almış olmak gibi bir bahtiyarlık yaşadım. Nasibime düşen bir takım uygulamaların da içinde yer aldım. Rahmetli, mevzuu bahis olan “milliyetçilikülkücülük” ise mutlaka aranan bir isimdi. “Ağabeylerin ağabeyi”, en mümeyyiz vasfı olan milliyetçilik hususunda son derece nettir. Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör ve Galip Erdem çizgisinin bir mensubu olarak, “başka milletlere düşmanlık değil, kendi milletini sevmek” anlamındaki görüş, değerlendirmelerinin omurgasını teşkil eder. Bu anlayışı “mensubiyet duygusu”nun da bir icabı olarak, “tabii bir insani refleks” şeklinde açıklar. Nitekim, konu ile ilgili olarak kendisine yönetilen bir soruya, “Türk milliyetçiliğinden, İbni Haldun’un asabiye kavramının Türk milleti çerçevesindeki tezahürünü anlıyorum’’ cevabını vermiştir. Ayrıca, milli devlet ve milliyetçilik düşüncelerinin “miadı dolmuş” değerler olarak taktim edilmesini de “abesle iştigal” olarak görmüştür. Yine kendi ifadesi ile “milliyetçilik asıl değerini, insanın hayatını, eylemlerini yönlendiren ilkeler olmasında” bulmuştur. Toplumsal değerler ve bu kıymet hükümlerinin yozlaştırılmasının ortaya çıkartacağı olumsuzluk ile ilgili olarak bir hatıramız şöyle ceryan etmişti: Arkadaşlarımızdan birisi, “Amerikan fıkraları” olarak bilinen ve bizim espri anlayışımıza uygun düşmeyen anlatımlara ilk duyduğu zamanlarda kayıtsız kalırken, giderek kendisinin de bu türden ifadelere gülmeye başladığını anlatıyordu ki, rahmetli bu noktada sazı eline alarak “böyle hallerin yaşanmakta olduğu toplum safhalarında çözülmenin baş gösterdiği ve tehlike çanlarının da çalmakta olduğu…” anlamına gelen değerlendirmeler yapmıştı. Osmanlı’nın hayranı ve her seviyedeki muhalifi de “silkeliyecek” yetkinlikte yorumcusuydu. Ulaşmış bulunduğu ve çalışmış olduğu kaynaklar bugün, maalesef bir çok “ tarihçi” nin ilgisi ve bilgisi dahilinde olmayan belgelerdir. 39 Kültür Bakanlığı adına yapılan, Türk tarihi ve edebiyatı’nın eski kaynaklarına dair çalışma, günümüz entelektüelinin haberdar olmadığı, daha da vahimi, önemli kütüphanelerde bile yer almayan yayınlardır. Ayrıca, millet düşmanları tarafından kesinlikle “göz ardı edilecek kadar önemli ve netice tayin edici” faaliyetleridir. Zira, onlar Türk’e ait hemen her bilgi ve belgeden ziyadesiyle rahatsız olmaktadırlar. Milliyetçi olmanın gerektirdiği kişiliği sergilemek anlamında “tutarlı” bir yaşantı sergilemiştir. Esasen, kişiliğin tayini hususunda “mihenk” özelliğini haiz olan olaylar vardır. “Hayat mektebi”ndeki geçerli “not” böyle hadiseler karşısında takınılmış olan tavra göre verilmektedir. Burada verilmiş olan nota itiraz da yoktur. Olduğu gibi adamın alnın ortasına çakılır. Yeri ve sırası gelince de bir bir anlatılır. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yapmış olduğu uzun savunma ve ortaya koymuş olduğu tutum, başta mahkeme heyeti olmak üzere, kendisinden “büyük”lere örnek olacak niteliktedir. Prensip olarak “düşünce bütünlüğü”, hayatın her safhasında benzer uygulamaların sergilenmesini gerektirir. Bunun için de bazı şahıslara “adam gibi adam” denilir. Güvenilen ve aranılan kimselerdir, bu özelliği haiz olanlar. iki anekdot: Nevzat ağabey Rahmetli Adnan Kahveci ile geç kalmış bir tanışmadan sonra, ayrılırken birbirlerine, ileriki zamanlarda daha sık görüşme istek ve ihtiyaçlarını ifade ederler. Adnan Kahveci, bakan olur. Bu vaziyet karşısında Nevzat ağabey de “adamın işi başından aşkındır, rahatsız etmenin alemi yok .” kabilinden mülahazalar ile aramakta ihtiyatlı davranır. Ancak, çok geçmeden Sayın Bakan arar ve “Kavlimiz böyle miydi?” latifesi ile söze başlar ve “kendisi ile görüşmesine mani bir halin söz konusu olamayacağını” ifade eder. Rahmetli dua halinde, ancak elleri bilinen konumda değil. Yanından geçmekte olan bir arkadaşı, “sevabı daha çok olur” düşüncesiyle olacak, rahmetlinin avuç içleri yukarı gelecek şekilde müdahalede bulunur. Üstad anında başını kaldırır “ Yukarıda mı ki?” der… Cümle iman abidelerine selam olsun, Rabbim gönüllerini hoş eylesin! İrtihalin ardından söylenen ve yazılanlar önemlidir. Zira o güne kadar irtikap edilmiş olanların “aynası” mesabesindedir. (Bedava helallik müstesna) Yaradan’ın “değerlendirme uygulaması” nın omurgasını da söz konusu karineler teşkil edecektir. “Ben seninleydim, sen kimleydin?” sorusunun cevabı da böyle bir “karne”den çıkartılacaktır. Zaten ağabeyim de yeri geldiğinde, “İnsanın ne söylediğinden çok, ne yaptığına bakılır” derdi. Nevzat Köseoğlu, geçmişinde “ama”ları en az olan ve her haliyle örnek canlardan birisiydi. Ancak, sorumluluğu bana, düşünmesi sizlere ait olmak üzere, rahmetli adına bir “kusur” u ifade etmeden geçmek, resmin yarım bırakılmış olduğu anlamına gelecektir. Ağabeyimiz, “kiminen aşık atması gerektiği hususunda oldukça toydu… Her halde bu haslet ona çok sevmiş olduğu büyüklerinden tevarüs etmiştir. Temennimiz ve tesellimiz yerinin doldurulması olacaktır: Haydi, buyurun! 40 SÜLEYMAN ÖMÜR’ÜN ARDINDAN Eğitim ordusundan yiğit ve idealist bir öğretmen daha eksildi. Kocakurt Memduh Özarslan ülküdaşları olan öğretmenlerini sanki yanına çağırıyor. Gitmemek olur mu? Geçen yıl Nafiz Bozoklu’yu yolcu etmiştik bu yıl da Süleyman Ömürü yolcu ettik. Rahmetli ikisini de çok severdi. Süleyman Ömür, Ülkücü Hareket’in Kayseri’deki önemli temsilcilerinden biriydi. 1972’de çalışmalarına başlayan Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği’nin Kayseri’de kuruluşunda görev aldı ve uzun yıllar şube muhasibi olarak çalıştı. Çevresinde çok sevilen ve güvenilen bir insandı. Kimseyi incitmemeye, kalp kırmamaya özen gösterirdi. Süleyman Ömür 1942 yılında üç kardeşin en büyüğü olarak Kayseri’de doğdu. Etiler İlkokulu’ndan sonra Sanat Enstitüsü’nün motor bölümünü bitirdi. Askerliğini 19 yaşında İzmit’in Kandıra kasabasında yedeksubay olarak yaptı (1962) 1963 yılında öğretmen olup Boyacı köyü İlkokulu’na atandı. 1965’te Süksün köyüne tayin oldu. Kayseri kent merkezindeki Mustafa Özgür, Cengiz Topel ve Yavuz Selim İlkokulunda görev yaptı. 1989 yılında emekliye ayrıldı. 1965 yılında öğretmen Fatma Naran hanımefendi ile yaptığı evlilikten Hülya, Ümran ve Şükrü adında 3 çocukları oldu. Kızları ana baba mesleğini tercih ettiler. Oğulları Şükrü ise bir üniversitede öğretim görevlisidir. Oğulları Eğe Üniversitesi’nin Deri Mühendisliğini kazanınca ailece İzmir’e yerleştiler. Ordan da Aydın’a taşındılar. Burada hastalıklar yakalarını bırakmadı. Tedavi için Ankara’ya gelen Süleyman Hoca 13 Eylül 2013 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Durağı cennet olsun. 2012-2013 Eğitim Öğretim Yılında derneğimizin düzenlediği Liseler arası kompozisyon yarışmasında üçüncü olan yazı SARSILMAZ TÜRK’ÜN TAHTI Berrin TOGA* Kendine ait kelimelere sahip olmak çaba gerektirir. Bu kelimeleri yan yana dizip kendi cümlelerini inşa etmek ise, bilgi ile yoğrulmuş yılları… Ancak kelimelerini kendi dilinden seçmek, milletin diline sadık kalmak güç gerektirir. Bu millet bulunduğu her savaştan galip çıkmayı, açılan her yarasını iyileştirmeyi bilmelidir. Bir devlet özgür kalacaksa kendi kendine yeter hale gelmelidir. Hürriyeti öz diliyle ifade etmelidir. Dil bir milletin özü, bağımsızlığı ve elindeki yegane varlığıdır. Ona sahip olmak dünyanın en değerli mücevherini avuçlarında tutmaktır. Ancak dil, değişen her hecesinde yorgun düşer, harap olur. Öyle ki bizim dilimize usulca süzülen yabancı harfler ve kelimler bizi sona yaklaştırıyor. Sanki onlara ihtiyacımız varmış gibi, dilimizi kendisininkine karıştırıyor. Karanlık gibi kayboluş bulduğu her çatlaktan içeri sızıyor. Dünyanın en anlamlı, zengin ve görkemli diline sahipken, başkasının sözcüklerine neden ihtiyaç duyalım? Neden özümüzü yok sayıp en büyük gücümüzü ateşe atalım? Türkiye Cumhuriyeti’nin dili Türkçedir. Değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez; ancak değişim öyle bir anda değil, yavaş ve sinsice. Planlı, hayin ve gizlice. “Türkçeden başka hiçbir dil bu topraklarda anadil olarak okutulamaz.” Gerçek şu ki; göz önünde olanlardan değil, kapı artlarındakilerden haber alınamaz. Kanun yıkılmaz duvar değil midir? Yasaların mührü çelikten midir? Sıksan her avuç toprağından zafer kokar bu vatan. Diline sahip olamamak acizlikten midir? Değişime izin veriliyor, izin veriyorsunuz. Diline sahip çıkmak kendinle birlikte halkını da korumaksa eğer, sizi geçtim, halkı da mı uçurumdan itiyorsunuz? Onu bir kez kaybedersek tekrar kazanamayız. Türkçeden başka bir dilin bu topraklarda anadil olarak kabul edilmesi ülkemizin parçalanması demektir. Yabancı her heceye sırt çevirme zamanı şimdi. Yoksa yavaşça yitmekten geçti artık hızla kayboluyoruz. Değiştirmek bir dostu, bir evi bir şehri zordur elbet. Kan ağlasa da insanın içi, oluru vardır. Ama bir dili değiştirmek, yüzlerce yıllık o milleti pervasızca rüzgarda savurmaktır. Bunun kabullenişi de olmaz, oluru da. İnsan yok oluşuna göz yumar mı? Dili yozlaştırmak, devletin temelini sarsmakla bir değil midir? Bu, teslim olmaktır, benliğini kaybetmeye razı olmaktır. Ataların ilmek ilmek dokuduğu dili, fütursuzca söküp atmaktır. Öyleyse bizden sonraki nesillere bırakacağımız bağımsızlığın asıl sembolü dil olmadan açıklamamızı nasıl yapacağız? Asimile olmuş bir dilin evlatları esirdir, içten içe yeniktir. Her ıssız köşe başına sinmiş bir korkak gibi, elleri titrektir. Peki ya bu korkaklar kendini yönetemezken daha, topraklarımızı mı tutuşturacağız çelimsiz ellerine? Biz mi onlara ayak olup dik tutacağız onları? Asıl silahımız çekilmişken ardımızdan, sonumuzu bile bile savunmalar mı yazacağız? Kendi dilin özgür olmadıkça bu topraklarda esaret boy gösterir. Gözlerinin önünde babana dahi diz çöktürür, boyun eğdirir. Özgürlüğün anahtarını açık artırmaya çıkaranların acaba içleri rahat mıdır? Nice zamandır üzerinde yaşayıp kazmayla, kürekle dövdüğünüz topraklarınızdan utanmaz mısınız? Kemikleri sızlar ecdadımızın. Utanmaz mısın atalarınızdan? Bu düşüncelerinizi bilselerdi eğer, sayar mıydı sizi torunlarından? Adınızın önüne hain kelimesini yakıştırıyorsanız, aklınızdan insan olduğunuz düşüncesini çıkarın ilk önce. Bir sıfır mağlup başlamaya razıysanız konuşalım. Şerefinizi, haysiyetinizi geçtim, insanlığı geçtim, satacak diliniz mi kaldı yalnız, peşkeş çekmek için? Atalarımız bir karış toprağı savaş sebebi sayıyorken, size yok oluşunuzun belgesini mi imzalatıyorlar, dilinizi elinizden alarak. Yine de uyuyorsunuz. Kış uykusu mu bu, ölüm uykusu mu? Yoksa durdu da üç kuruşluk kalpleriniz, bu kabus beyninizin uğultusu mu? Asla düşmeyecek yere mıhlı bir kale gibi, köklü ulu çınar gibi. Asırların karşısında siper durur, sarsılmaz Türk’ün tahtı. Oğuz Kağan’dan Satuk Buğra Han’a, Alparslan’dan Ertuğrul oğlu Osman’a, kadar Fatih Sultan Mehmet Han da Türk, Ulubatlı Hasan da, Kanuni Sultan Süleyman da Türk, Mustafa Kemal de… Bir Türk nereye giderse gitsin onu vatana bağlı kılan, kendi kardeşleriyle birlikte tutan konuştuğu dilidir. Dünyanın öteki ucuna gitse de duyduğu tek kelime Türkçe onun batmayan güneşidir; topraklarına, halkına sadık kalacağının yeminidir. Devletin dili Türkçedir. Ve Türkçe tüm Türk halkını bir bayrak altında toplamaya gücü yeten tek kalkandır. Bu ülkenin coşkusunun da, öfkesinin de, vatana olan sevgisinin de tasvirine yeter. Ana gibi, sevdalı gibi, toprak gibi vermeye devam eder kendisinden. Üstelik tek bir karşılık beklemeden. Türk, destan olur dillere, o tarihi kendi diliyle yazar. Kendini başka bir dille anlatamaz. Başka bir dil, Türk’ü ifade etmeye yetmez; Sönük ve basit kalır, heceleri birbirine dolanır. Türk demek Türkçe demekse, bir Türk her istediğini söylemekte özgürse, bu dilin ihtişamında, bu şanlı bayrağın altında, bu heybetli devletin toprağında: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” *Kayseri Kocasinan Anadolu Lisesi Öğrencisi (10.sınıf) ALİ UYANIK HAKK’IN RAHMETİNE KAVUŞTU Mustafa CANPOLAT “Maharet, güzeli görebilmektir, Sevmenin sırrına erebilmektir, Cihan, âlem bilsin ki şunu: En büyük ibadet sevebilmektir.” Ali Uyanık, 1943 yılında Kayseri iline bağlı Kızık köyünde doğdu. İlk, orta, lise tahsilini Kayseri’de tamamladı. Askerlik dönüşü kısa bir süre Şeker Fabrikasında çalıştıktan sonra Türkiye’nin en genç tapu müdürü ünvanı ile Kayseri Tapu Müdürlüğünde uzun yıllar görev yaptı. Daha sonra sırası ile Samsun, Çankırı, Eskişehir Tapu Müdürlüğü görevlerini yürüttü. 30 yıllık devlet hizmeti sonrası Eskişehir’de emekli olup, Eskişehir’e yerleşti ve orada 3 Ekim 2013 günü vefat etti. Ali Uyanık, hoş sohbet, şen, neşeli, etrafına hep pozitif enerji veren dost canlısı bir kişilikti. Sohbetleri Bal Mahmut’un sohbetlerini andırır, dinleyenleri mest ederdi. Herkes onunla sohbet etmek için onu mutlaka meclislerine çağırırlardı. Onun sohbetlerini, esprilerini dinlemek bir letafetti. Müthiş anlatım kabiliyeti, ince esprileri, deyimler sözlüğünü aratmayan benzetmeleri, herkesi kasvetli havasından, günlük ruhsal gerilimlerden alıkoyardı. Kız isteyene giden onu götürür, sohbet etmek isteyen onu bulurdu. Ama etrafına neşe saçan bu insan kendi iç dünyasının sıkıntılarını dışarıya vurmaz, bunlardan kimseye bahsetmez, can sıkıcı olayları sabırla karşılardı. Çevresine sabrı, birlik ve beraberliği tavsiye ederdi. Ali Uyanık, bürokrat kimliği ile de başarılıydı. Konusunda uzman, bilgili ve araştırıcı idi. Görev yaptığı yerlerde, çözülemeyen konularda belediyeler bile ona müracaat ederdi. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğüne dahi çözüm ürettiği konular olmuştur. Eskişehir’de büyük bir sanayi kuruluşunun arsa sorununu çözümü takdire şayandır. Sanayicinin, işadamının önünü açmada devlet adamı kimliği ile hep yardımcı olmuştur. Bürokraside geniş bir çevresi vardı. Devlet erkânının toplantılarında gözler onu arardı. Bir keresinde Samsun Büyük Otel’deki bir toplantıda rahmetli Sakıp Sabancı’ya “Senin hemşerin Tapu Müdürü Ali Uyanık var.” diye övgüyle bahşetmişler. Sakıp Ağa da “Yav görelim şu hemşerimi” deyince Ali Bey’i çağırmışlar. Sakıp Sabancı “Gel hemşerim” diye büyük ilgi göstermiş. Ali Uyanık, hal hatır faslından sonra, “Size bir Sabancı fıkrası anlatayım mı?” diye Sakıp Ağa ile ilgili bir anekdot anlatmış. Sabancı kahkayı basmış tabii. Sakıp Ağa, Ali Bey’in bürokratlığı ve sosyalliğinden dolayı “ “Gel istifanı ver, bünyemize katıl” teklifinde bulunmuş ise de diğer büyük firmalardan gelen teklifleri reddettiği gibi Sakıp Ağa’nın teklifini de kibarca reddetmiş. Çünkü, devlet terbiyesi ve millete hizmet duygusu ağır basmıştır. Ali Uyanık, tarih bilgisi, devlete bağlılığı, Türk milletini çok sevmesinin yanında ibr kitap aşığıydı. Hatırı sayılır bir kitaplığa sahipti. Çok okurdu. Birleştirici, uzlaştırıcı kimliği ile gönüllerde taht kurmuştu. Kimseyi kırmazdı. Son zamanlarda kalp hastalığından dolayı sıkıntılı idi. Doktorlar bile bu kalple çok acı çekmesi lazım derken of bile demedi. Sıkıntısını dışarıya vurmadı. İnsanları kendi derdi ile dertlendirmek istemedi. Bir gün yoğun bakımda kaldıktan sonra vefat etti. Baki kalan kubbede hoş bir seda bıraktı. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. ALİ AĞABEY Mustafa ÖZTÜRK Çok sevip çok saygı duyduğum bir ağabey ve kardeşimi kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyim. Amcaoğullarım Ömer ve Hasan Öztürk’ten sonra bana “ağabeylik” yapan üçüncü kişiydi. Babası, anası ve kendisi beni çocukluğumda sırtlarında çok taşımışlar. Annem hâlâ anlatır. Ben de o günleri hayal meyal hatırlarım. Babasına yiğitliğinden dolayı “Karadeli” derlerdi. Düğünlerde güreş tutan uzun boylu babayiğit bir adamdı. Babamın en yakın arkadaşıydı. Çevre köylerde kendisini bilmeyen, sevmeyen yoktu. Ayşe ana sadece Ali Ağabey’in, Kadın’ın, Huriye’nin, Firdevs’in, Hayrullah’ın, Hanife’nin, Melek’in ve Feride’nin değil benim de anamdı. Annemin rahatsızlığı sebebiyle bir süre bana da bakmış, sütünden süt verip beni çocuklarına kardeş yapmış. Kızık köyünde tek bir aile gibi beraber büyüdük, birbirimizi hiç incitmeden. Sonra araya mesafeler girdi. Her birimiz bir yerlere savrulduk. Fakat hepimiz o mutlu çocukluk ve gençlik günlerini, o günlerin sıcak arkadaşlığını, kardeşliğini hiç unutmadık. Bayramlarda ve diğer önemli günlerde birbirimizi arardık. Ancak bu görüşmeler onlarca yılın hasretliğini gidermeye hiç kifayet etmedi. Bugün seni daha çok özlüyorum Ali Ağabey! Nur içinde yat! Başta Ayşe Ana olmak üzere, rahmetlinin kardeşlerine, torunlarına, yeğenlerine ve bütün sevenlerine baş sağlığı diliyorum BASIN BİLDİRİSİ TÜRK DİLİ TÜRK MİLLETİNİN KALBİ Türk Dil Bayramı münasebetiyle düzenlediğimiz basın toplantımıza hoş geldiniz. Türk Dil Bayramı 26 Eylül 1932’de toplanan Birinci Türk Dil Kurultayının aldığı karar doğrultusunda 81 yıldır her 26 Eylül’de kutlanmaktadır. Bu bayram gününde Türk dil birliğine hizmet edip Türkçenin günümüze güçlenerek ulaşmasını sağlayan Kaşgarlı Mahmut, Şemsettin Sami, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu ve Muharrem Ergin gibi bilim adamlarımızı; Yunus Emre, Karacaoğlan ve Âşık Veysel benzeri ozanlarımızı; Ali Şîr Nevaî, Fuzuli, Namık Kemal, Yahya Kemal, Arif Nihat Asya gibi şairlerimizi; Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Peyami Safa ve Tarık Buğra gibi yazarlarımızı; Karamanoğlu Mehmet Bey ve Atatürk gibi devlet adamlarımızı, kısacası Türkçe söyleyen, Türkçe düşünen ve Türkçe yazan, Türk dili sevdalısı büyüklerimizi saygı ve minnetle yad ediyoruz. Bir ülkede millî birliğin temeli, dil birliğine dayanır. Bu sebeple her devlet, millî birliğini kuvvetlendirmek için her çeşit tedbiri alır, yasalar çıkarır. Devlet dilinin tekliği bu mecburiyete dayanmıştır. Bugün dünyamızda bütün egemen ve bağımsız devletlerin bir dili vardır. Irak gibi istisna teşkil edenler, ya parçalanmış ya da parçalanma sürecine sokulmuş olanlardır. Egemen her devlet gibi Türk devletinin de bir tek dili vardır. Bu dilin Türkçe olduğu 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında net bir şekilde belirtilmiştir. Çok milletli Osmanlı Devletinde dahi resmî dil Türkçe idi. Bu da 1876 Kanun-u Esasi’de kayıt altına alınmıştı. Türkiye’de devlet dilinin Türkçe olması, hem köklü devlet gelenek ve tecrübesinin bir gereği, hem de bu devleti kuran Türk milletinin doğal hakkıdır. Devlet dili, millî egemenliğin ve kimliğin ayrılmaz parçasıdır. Bu nedenle, azınlık dilleri veya etnik dillerin resmî ve kamusal alanlarda kullanılmasını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile onaylamamıştır. Türkiye’de “Kürtçe eğitimi” demokratik bir hak olarak gören sözde demokratlar, AİHM’nin içtihatlarına baksınlar; orada böyle bir şey bulamayacaklardır. AİHM’nin içtihatları özetle şöyledir: “1) Devlet dili egemenliğin ve kimliğin parçasıdır. 2) Bir dilin siyasi, kamusal ve resmi kullanım alanı ile özel kültürel ve günlük kullanım alanı farklıdır. 3) İdari konularda isteyen istediği dili kullanma özgürlüğüne sahip değildir. 4) Düşünceyi açıklama hürriyeti, dil hürriyetini içermez. 5) Devletin dil birliği politikasının olması doğaldır; devletin buna hakkı vardır.” Azınlık ve etnik dillerin günlük hayatta kullanılmasının Adres: Sahabiye Mah. Boylar Sk Çetinbulut Apt No:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ Tel: (0352) 232.32.67 E-mail: [email protected] hiçbir sakıncası yoktur. Ana dilin konuşulması bir haktır. Ancak, bunların devlette yeri yoktur. Dolayısıyla Kürtçeyi TRT’ye, YÖK’e MEB’e, AA’ya ve yargıya sokan AKP iktidarı hem Anayasa suçu işlemiş hem de Türkiye’yi iki dilliliğe götürecek ve parçalayacak bir yolu açmıştır. Bunun demokrasiyle bir alakasının bulunmadığını, tamamen terör örgütünün talep ve dayatmalarıyla gerçekleştiğini söylemek zorundayız. İktidarlar anayasalarının gösterdiği yoldan gitmek ve ona uymak zorundadırlar. Meclis’teki çoğunluklarına dayanarak veya devlet kurumlarını yandaşlarıyla doldurmak suretiyle alınan kararlar, ülkeye huzur değil kargaşa getirir. Türkiye’de gidişin bu doğrultuda olduğunu gördüğümüz için üzgünüz. Dolayısıyla şu taleplerimize, başta TBMM olmak üzere Hükümet’in, siyasi partilerin ve kamuoyunun kulak vermesini arz istiyoruz: 1- Anayasa’nın Başlangıç bölümü ve ilk 4. maddesi aynen korunmalı; eğitim dilinin Türkçe olduğunu açıklayan 42. maddeye de dokunulmamalı! Bunun tartışılması bile abestir!.. 2- Millî kurumlarımız olan Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumlarına siyaset bulaştırılmamalı. Bu kurumlarımızın bilimsel çalışmaları desteklenmeli. 3- Her dereceden Türk okullarında Türk dili öğretim ve eğitimine daha çok önem verilmeli, nitelikli Türkçe öğretmeni yetiştirilmesi sağlanmalı. 4- Binlerce yıldır savaşıp şehit vererek ve çalışıp ter dökerek vatan yaptığımız coğrafyada Türkçe yer adlarının değiştirilmesi, tarihe ve şehitlerimize karşı işlenmiş bir suçtur. Tunceli’nin adı “Dersim”, Diyarbakır’ın adı “Amet” yapılamaz. Bu rezalete hemen son verilmeli. 5- İşyerlerine Türkçe isim verilmesi özendirilmeli. Kültür Bakanlığı ve Millî Eğitim Bakanlığı Türkçe bilincini aşılayacak çalışmalar yapmalı. 6- Her Türk ferdi, argodan arınarak ana diliyle güzel konuşma ve yazma hususunda titizlik göstermelidir. Çünkü, M. Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk milletidir. Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için mukaddes bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz badireler içinde ahlâkının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, velhâsıl bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” Her Türk ferdinin dil konusuna böyle bakması, kendi kalbine gösterdiği hassasiyeti kendisinin de içinde bulunduğu milletin kalbinden esirgememesi en büyük dileğimizdir. Türkiye’nin Irak’a benzetilip iki dili yapılmasına rıza göstermeyeceğiz. 26.09.2013 Mustafa ÖZTÜRK Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı