05 - Dergi Bursa

Transkript

05 - Dergi Bursa
Ekim - Kasım’11
Fiyat›: 7 TL
05
www.dergibursa.com.tr
K E N T
R E H B E R İ
V E
Y A Ş A M
D E R G İ S İ
BURSA ÇINARLARI - B A TUM - KA P A DOKYA - DE Lİ A YTE N - S İ YA H BEYA Z İSTANBUL
LEONARD COHEN - MA R I LYN MON R OE - VA N G O G H - SARI - SONBAHAR - HÜZÜN
1
2
3
editör notu
Kapağımızdan cümlelerin “yeter
artık son” dediği noktalarımıza
kadar “hüzün”den bahsediyoruz
bu sayıda. Ama yazmak için
son güne kadar sakladığım
bambaşka bir konu var bu
editör notunun içerisinde.
Hepinize “tanıdık” gelecek,
oldukça yakın bir konu.
dergi bursa’nın takipçileri için çok uzak
olmayacak birazdan yazacaklarım.
Paylaşmayı seven insanlardan söz
ediyorum. İzin verirseniz önce kısa bir
tanımlama yapmalıyım.
Hepimizin çevresinde yaşamı paylaştığı
insanlar vardır. Doğru, yalnızlık da
bizler için, Orhan Veli’nin deyimiyle,
“Bilmezler yalnız yaşamayanlar...”
İnsanlardan uzak kalmamız çok
mümkün olmaz yaşamın içinde.
Arkadaşlarımız ve yakınlarımızdan
oluşan geniş bir sosyal çevremiz vardır.
Sohbet etmeyi ararız. Konuştuğumuzda
insanların ilgi odağı olmak isteriz.
İlgilendiğimiz konularda uzman olarak
kabul edilmek isteriz. Tavsiyelerimize,
fikirlerimize güvenilen, danışılan birisi
olmak için çabalarız.
Dinamik, heyecanlı ve ileri düzeyde
etkin davranmayı seven insanlar
vardır bir de. Dünyayı, Türkiye’yi
ve yakın çevresini dikkatle takip
ederler. Öğrenmeyi ve keşfetmeyi
seven, yaşamdan zevk almasını bilen
“Sizi bir yerlerden
tanıyor gibiyiz”
insanlardır. Yeni fikirler üretmeye
ve bunları insanlarla tartışmaya
meraklıdırlar. Fikirleriyle insanları
etkileyebilen ve harekete geçirebilen
kişiler... Yeni bilgileri kendi eleştiri
süzgeçlerinden geçirmeden kabul
etmeyen, sorgulamayı seven toplum
içindeki en etkin bireylerdir onlar.
Eleştirilerinin düzeyli ve yapıcı olmasına
özen gösterirler. Beğendiği ya da
beğenmediği bir konuyu, sözlü ya da
yazılı olarak insanlarla paylaşmaktan
çekinmezler. Bahsettiğim kişi bu
derginin içerisinde ve hemen karşımda
duruyor. Bu kişi aslında tek bir kişi
değil, iki kişi. Birincisi, hiç etrafa
bakmayın, sizsiniz. Çünkü okuyan
insan paylaşan insandır nazarımda.
Öğrenmek paylaşımların en büyüğüdür.
Öğrenmenin önemli bir yolu da
okumaktan geçer. Ancak okuduktan
sonra birkaç satır yazı yazmalıdır insan.
İkincisi ise işte o cesareti gösteren
tüm yazarlarımız. Bu yüzden bizim
aramızda çok önemli bir bağ var. Biz
paylaşırken siz bize akıllarınızda boş
bir sayfa açıyorsunuz. Biz size birşeyler
karalarken, birkaç fotoğrafta derdimizi
anlatırken, siz de bizim “aklımızdan
geçenleri” okuyorsunuz. Belki de daha
da önemlisi vaktinizi paylaşıyorsunuz.
İşte tüm bunlardan ötürü “sizi bir
yerlerden tanıyor gibiyiz...” Paylaşmak
işteş bir eylemdir. Bizi paylaştığınız
için, bizimle birlikte paylaştığınız
için teşekkür ederim. Bize ulaşan
her satır için, yüzümüze ya da
arkamızdan söylediğiniz her cümle
için. Vakit ayırdığınız için. Yola çıkarken
hayatınızda bir dergi olsun istemiştik,
siz bizi arkadaşınız yaptınız. Orhan Veli
haksız çıktı, artık yalnız değilsiniz.
Editör dipnotu: Temamız sonbaharın
da gelmesiyle içimizi kemiren bir his;
hüzün. Bursa’nın çınarlarından Deli
Ayten’e, sonbahar yapraklarından Van
Gogh’a, hüzünlü hikayesiyle Marilyn
Monroe’den tarihi boyunca hüznü
yaşamış bir şehir olan İstanbul’a kadar
her şey birazdan paylaşacaklarınız
arasındaki paylaşımlarımızda. Buyurun
okuyun. Okuduktan sonra haberleşiriz.
ır
k
a
Ç
n
i
g
En
4
5
arka plan
Yıl: 1 Sayı: 5 / Ekim - Kasım’11
ISSN: 2146 - 1457
Yerel Süreli Yayın (2 Aylık)
www.dergibursa.com.tr
İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni
Engin Çakır (Sorumlu)
[email protected]
Yayın Kurulu
Demet Argun Güngör, Engin Çakır,
Emine Civanoğlu, Emine Korku, Kadir Kılınç,
Melih Karaer, Özgür Çakır
Yazarlar
Celil Sezer, Dilek Şen, Emine Civanoğlu,
Erdinç Tuğcu, Gözde Aral, Hakan Akdoğan,
Melih Karaer, M.Ömür Akkor, Nazan Aşkalli,
Nazlıhan Ergin Şevik, Özlem Şenkoyuncu
www.dergibursa.com.tr
Uzman Yazıları
Psk.Ayşegül Alkış, Doç.Dr.Mert Yılmaz, Op.
Dr. Osman Okan Yaman, Op.Dr.Servet Yetgin,
Ecz. Tunca Toker, Özgür Akkaya Erdemol
Yayın ve Reklam Koordinatörü
Emine Korku
[email protected]
İstanbul Temsilcisi
Nazlıhan Ergin Şevik
[email protected]
Grafik Tasarım
Photo Graphica Creative
[email protected]
Çorbada Tuzu Olanlar
Aykut Güngör, Filiz Bedir, Sercan Berberoğlu,
Nilay Karasulu, Emir Kurtaran
Reklam İletişim / Abonelik
[email protected]
[email protected]
T. (0224) 233 87 11
6
Yayıncı / Yapımcı / Yönetim
Baskı
Dağıtım
www.ozgun-ofset.com
Çekirge Mah. Selvili Cad.
No:12 Çelebi 2 Apt.
D.1 Osmangazi / BURSA
T. (0224) 233 87 11
www.photographica.com.tr
[email protected]
www.seckurye.com
Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve
konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.
Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir.
7
plan
K E N T
R E H B E R İ
V E
Y A Ş A M
D E R G İ S İ
tek karede Bursa
Ahmet Çetin - Bursa’da zaman beton içinde
10
bursa dokusu Şehrin en hüzünlü gölgeleri
12
yakın plan
Adım “Son” bahar
18
rengarenk
Sarı zamanlar
24
g. zaman kipinde
Hazinli bir hikayenin “deli” yanları
28
evrensel sanat Buhranlı sarı hayaller - Vincent Van Gogh
30
film şeridi
En sarışın, en hüzünlü... - Marilyn Monroe
36
bakış açısı
Hüzünlü ve siyah beyaz İstanbul - Özgür Çakır
42
odak noktası
Odaktaki hüzünlü İstanbul insanı - Celil Sezer
54
gezi - yorum
Ben giderum Batum’a da...
62
hemzemin
Güzel atlar ülkesinden günlük notları - Nazlıhan Şevik
72
semboller
Hazan - A.Kadir Kılınç
80
köşe
Hazanın hüznü - Dilek Şen
81
deli kızın defteri
Bir anda... - Gözde Aral
82
havadan sudan
Son bakışta aşk - Nazan Aşkalli
84
armoni Kelimeleri sarhoş eden adam - Leonard Cohen
86
kitabi
Ezilmiş leylaklar kitabı - Emine Civanoğlu
90
kavram defteri
Yalnızlığın vahşiliği - Hakan Akdoğan
92
eğitim psikolojisi
Çocuk ve stres - Psk. Ayşegül Alkış
94
Türkçe sözlüğü
Dilbilgisi
96
genel sağlık
Küçük kesi ile kalp ameliyatları - Doç. Dr. Mert Yılmaz
98
sağlıklı düşünce
Zaman grip aşısı zamanı - Ecz. Tunca Toker
100
kadın sağlığı
“Hanımlar depresyondaysa” - Op. Dr. Servet Yetgin
102
genel sağlık
Boyun fıtığı - Op. Dr. Osman Okan Yaman
104
ruhun gıdası
Nedir bu yoga dedikleri? - Özgür Akkaya Erdemol
106
tekno günce
Geleceğimiz varsa, göreceğimiz de var - Erdinç Tuğcu
108
serbest yazı
“Sosyal Medya” için kısayollar - Özlem Şenkoyuncu
110
bursa mutfağı
Bursa’da kış hazırlıkları - Ömür Akkor
112
kestaneli lezzetler
Kestaneli piliç ruloları
114
keyfi yerinde
Doğanın bize armağanı Bağbozumu - M.Melih Karaer
116
rehber bursa
Bursa’nın yaşam rehberi
118
www.dergibursa.com.tr
8
plan
9
tek karede bursa
Bursa’da zaman artık beton içinde...
Kime sorsak Bursa’nın hüznü nedir diye çarpık kentleşmeden bahsediyor. Kimisi ise hala umutlu;
Demirkapı’daki çocuklara, Mihraplı’da uçuşan martılara, Bursa’nın köylerine, “eski Bursalılara”,
Uludağ’a, Bakacak’a, Yıldız Tepe’ye, Gölyazı’daki günbatımına, Trilye’deki yıkık kiliselere, Tophane’ye,
Kaleiçi’ne, Kayhan Çarşısı’na, Arap Şükrü Sokağı’na, Kırk Merdivenler’e veya Mimoza Meyhanesi’ne
sorun diyor. Çok geçmeden buluyoruz cevabı. Tanpınar’ın dizeleri geride kaldı belki ama gün gün
büyüyen Bursa “insanlara” direniyor. Aslında hüzün onun her yanında...
Bursa’da zaman
Bursa’da eski bir cami avlusu, Küçük sadirvanda şakırdayan su. Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yasta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çesmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarilerin en ilahisi. Bir zafer müjdesi burda her isim: Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşiyor sihrini geçmis zamanın Hala bu taşlarda gülen rüyanin Fotoğraf: Ahmet Çetin
10
Güvercin bakışlı sesszilik bile Çinliyor bir sonsuz devam vehmiyle. Gümüşlü bir fecrin zafer aynası, Muradiye, sabrın acı meyvası, Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler, camileri eski bahçeler, Şanlı hikayesi binlerce erin Sesi nabzim olmuş hengamelerin Nakleder yadini gelen geçene. Bu hayalde uyur Bursa her gece, Her şafak onunla uyanır, güler Gümüş aydınlıkta serviler, güller Serin hülyasıyla çesmelerinin. Başındayım sanki bir mucizenin, Su sesi ve kanat şakırtısından Billur bir avize Bursa’da zaman, Yeşil Türbesini gezdik dün akşam, Duyduk Bir musikî gibi zamandan Çinilere sinmiş Kur’an sesini. Fetih günlerinin saf nesesini Aydınlanmış buldum tebessümünle. İsterdim bu eski yerde seninle Başbaşa uyumak son uykumuzu, Bu hayal içinde... ve ufkumuzu Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk, Havayı dolduran uhrevi ahenk. Bir ilah uykusu olur elbette Ölüm bu tılsımlı ebediyette Belki de rüyası büyük cetlerin, Beyaz bahçesinde su seslerinin. Ahmet Hamdi Tanpinar
11
bursa dokusu
12
Şehrin en hüzünlü gölgeleri
Yazı: Engin Çakır
Fotoğraflar: Demet Argun Güngör – Engin Çakır
Asırlardır şehri onlar koruyor. Çocukları onlar, yaşlıları onlar. Sevgililere kucaklarında yer açıyorlar.
Doğanın en güçlülerine bir tek onlar meydan okuyor. Rüzgar bana mısın demiyor güçlü gövdelerine.
Sular alıp götüremiyor onları, güneş kavuramıyor. Hüzünlü ifadelerine inat, asırlardır filiz veriyorlar.
NELER görmüşlerdir kim bilir yüz
yıllardır… Bursa insanına yaşlarıyla ve
heybetiyle çok şey anlatan, her dalında
ayrı hikâyeler saklı Bursa çınarları...
Medeniyetlere kucak açmış bir şehrin
aktörleri de ancak medeniyet kadar
eski olmalıdır diyebiliriz onlardan
bahsederken. Asırlık çınar ağaçları
ile çevrili bu şehir, doğanın en
güzel örnekleriyle tarihe ev sahipliği
yapıyor aslında. Bu yüce çınarların en
kahraman, en görkemli, en ölümsüz
olanları da elbette ki İnkaya Çınarı
ve Ağlayan Çınar... Bursa “doğu
çınarı”ndan “saplı meşe”ye, “gümüşi
ıhlamur”dan “çiçekli manolya”ya
kadar 11 farklı türde, yaşları 100 ile
650 arasında değişen 833 anıt ağaç
ile belki de Türkiye’nin hatta dünyanın
sayılı illerinden... Bu asırlık ağaçlardan
315’inin tescil işlemleri tamamlandı.
518’i için de envanter kartı çıkarıldı.
Şu ana kadar tespit edilen en yaşlı
ağaç Hürriyet Mahallesi’ndeki Nostalji
Bahçesi’nde bulunan 610 yaşındaki
çınar ağacı. Günümüze ulaşamayan
Bursa’nın kuzeyindeki Oyukçınar
Mahallesi’ne adını veren çınar ağacı
ise 18,2 metre gövde genişliği ile
Türkiye’nin en büyük ağacıydı. Bunun
dışında Halkalı ve Dudaklı Çınarı ile
her yıl içinde leyleklerin yuva yaptığı
Kiremitçi Çınarı’nın, Orhan Cami
avlusundaki ağacın Osmanlı ile yaşıt
Bursa çınarları olduğu söyleniyor.
Bursa’nın kayda değer diğer anıt
ağaçları arasında ise Kovukçınar
(Ulufeliçınar), Eskicibaba çınarı, Dua
çınarı, Pirinç Hanı çınarı, Altıparmak
çınarı, Kültürpark’taki Yaycılar Pınarı
çınarı, Müşkire çınarı, İznik’teki
Havuzbaşı, Beypınarı, Hespekli,
Kaymak Köşkü, Lefke Kapısı, Sanayi
ve Davud-u Kayseri çınar ağaçları
bulunuyor. Ayrıca Geyikli Baba’nın
13
bursa dokusu
14
Bursa’nın fethi sonrası uğur olsun diye
diktiği ağacın bugün Hisar içinde,
Kavaklı caddesindeki, Kavaklı çınarı
olarak bilinen anıt/ağaç olduğu rivayet
ediliyor.
“Osmanlı Devleti’nin habercisi
çınar ağacı”
Bir gün Osman Gazi; ileride kuracağı
devletin mânevî mimarı olacak olan
Şeyh Edebali’nin dergâhında konaklar.
Kur'ân-ı Kerîm'i alır, sabaha kadar
okur ve bir ara içi geçer. Rüyasında
bağrından çıkan bir ulu çınarın dalları,
cihanın dört bir yanına kol-kanat gerer.
Nice insan o ağacın dallarından,
meyvelerinden ve gölgesinden istifade
etmektedir. Sabah ilk iş olarak bu
rüyasını Şeyh Edebali'ye açar. O da,
tebessümle der ki: "Müjdeler olsun
Osmancık, bey olacaksın. Bağrından
çıkacak bir devlet üç kıtaya yayılacak,
Allah'ın izni ve inayetiyle... Rüyan da
bunun muştusudur!" Ve rüya gerçek
olur. Belki de bu manidâr rüyadandır
Osmanlı denince akla hep ulu bir çınar,
çınar denince de Osmanlı gelmesi...
Çınar ve Osmanlı denince ise Bursa...
6 asırla birlikte yaşamak
Bursa’nın ulu çınarlarına en güzel örnek
ise 6 asırlık İnkaya Çınarı... İsmini
Osmanlı Devleti’nin ilk köylerinden olan
İnkaya’dan, görkemli güzelliğini de
doğanın Uludağ yamaçlarına sunduğu
ayrıcalıklı bereketten almış, doğanın ve
tarihin abidesi. Bunca sene boyunca
Bursa’nın suyunu ve havasını içine
çekerek büyümüş ve köklerini Doburca
caddelerine kadar uzatmış. Bursa
semalarını yıllar yılı izleyedurmuş. Her
dalı bir ağaç, tüm dalları bir orman
olmuş. Gölgesine koca bir köyü
saklamış. Namı köyün önüne geçmiş.
Geçen asırlara inat etmiş. Yitirilen onca
değere, yaşamlara kimi zaman da
doğal afetlere rağmen ayakta durmuş.
Sadece tanık ve yaşayanlara gölge
olmuş. Doğduğu topraklara inanıp,
bir gün daha soluyabilmek için Bursa
havasını, köklerini umutla bağlamış
toprağa…
Uludağ yolunda, gökyüzüne uzandığı
her santimde topraktan güç almış…
“Koca çınar” demişler yoldan geçenler,
hürmet etmişler, yıllar yılı saygı görmüş
ve ismi “ulu çınar” olarak anılmış.
Yeşilin her tonuna sahip yapraklarında
gökyüzünün mavisine yoldaş olmuş,
toprağın bereketini tüm dokusuna
kazımış ulu çınar. 40 metre boyu,
10 metreyi bulan gövdesiyle belki
15
bursa dokusu
de Bursa’nın en görmüş geçirmiş
figürü olan bu yüce çınar, tarihin
gizemiyle herkese kucak açmış…
Mevlana’nın “kim olursan ol gel”
felsefesini hatırlatan bir tevazuuyla
kucaklamış ziyaretçilerini… Ziyaretine
gittiğinizde öncelikle başınızı yukarıya
kaldırmak gerekir. Altında dakikalarca
yürüseniz bile yine onun gölgesinde
gezersiniz. Gölgesinde çayınızı ya da
kahvenizi yudumlarken dinlendiğiniz
her anda, içinize çektiğiniz her nefeste
Bursa’nın tarihini paylaşırsınız onunla…
Osmanlı'nın ilk başkenti Bursa'da;
Osmanlı kadar görmüş geçirmiş,
Cumhuriyet kadar genç ve tazedir Ulu
Çınar…
Kalın dallarının uzunluğu 150 m.'yi
bulan çınar, köyde yaşayan ve çınarı
ziyaret etmeye gelenlere hizmet
16
sunarak kazanç elde eden 85 ailenin
de geçim kapısı... Bursa'nın anıt
ağaçları arasında en çok tanınmışı,
Uludağ yolunda Uludağ gibi ulu
ve gösterişli serpilir toprağa…
Güneşin batışını oradan izlemek
size sanki o’na sığınmışsınız hissi
verir. Günün oradan uğurlanması,
gecenin soğuğunu unutturmuştur
bile. Kimi zaman hüzün verse bile
ufukta anbean yarattığı renkler, çınar
yaprakları arasından süzülen ton ton
kızıllıklar ve ışığını alıp giderken size
en güzel tablosunu sunması, çoğu
insanın en sevdikleri arasındadır.
Köy halkı, tarihi çınarın altında çay
bahçesi, mangal restoran, market ve
hediyelik eşya dükkânları açmış, köylü
kadınların yaptığı el işlemesi ürünler,
bahçelerinde yetiştirdikleri meyve ve
sebzeleri satarken çınar, her dalına
ayrı bir yaşam gizlemiştir. Her dalında
bir duygu saklı olan çınarın size
yaşattığı en eşsiz duygu olan huzurla,
gölgenin serinliğinde; kederi, sıkıntıyı,
mücadeleyi bir an için ayakucunuza
bırakıverirsiniz.
Göle dönüşen aşk hikayesi
Yüzyılları aşkın yaşıyla anıt ağaçlardan
bir tanesi de "Ağlayan Çınar..." Bu çınar
Gölyazı’nın hazin hikayesinin vücut
bulmuş hali. Efsaneleşmiş bir halk
destanı gibi adeta… Rivayete göre bir
gün, köyün delikanlısı Mehmet, güzeller
güzeli Rum kızı Eleni’ye sevdalanmış.
Çocukluktan beri süregelen bu
aşk, Kurtuluş Savaşı yıllarında Rum
köylerinin boşaltılmasıyla birlikte
bir kâbusa dönüşmüş. Mübadele
ile Apolyont’ta bulunan Rumlar
ile Selanik’te bulunan Türkler yer
değiştirmiş. Apolyont’tan topyekün
yola çıkan Rumlar içerisinde Mehmet'in
sevgilisi Eleni ve ailesi de varmış.
Bunu öğrenen Mehmet kalabalığın
içerisinde sevdiği kızı Eleni’yi aramaya
başlamış. Tam onu gördüğü sırada
Eleni’nin büyük ağabeyi Yorgi
Mehmet'in yolunu kesip geri dönmesini
ve Eleni’yi unutmasını söylemiş.
"Bizler artık kardeş komşular değil,
düşman iki milletiz. Bu iş asla olmaz!"
demiş. Mehmet sevdasından asla
vazgeçmeyeceğini gerekirse bu uğurda
canını bile vereceğini söylemiş. Bunun
üzerine sinirlenen Yorgi, hançerini
çekip defalarca Mehmet’e saplamış.
Aldığı yaralarla acılar içerisinde
kıvranan Mehmet, son bir gayretle
Eleni ile gizli gizli buluştuğu ulu çınarın
oyuğuna kadar gelmiş. Vücudundan
akan kanlarla çınarın oyuğuna şunları
yazmış: "Canım sevdiğim, sonsuza dek
seni burada bekleyeceğim.” Konvoy
ilerlerken Eleni’nin sırdaşı ve can dostu
Penelopi, Yorgi ile Mehmet arasında
geçen tartışmayı görmüş koşarak
can dostunun yanına giderek bütün
olan biteni anlatmış. Olanları öğrenen
Eleni, bir fırsatını bulup konvoydan
ayrılarak doğruca sevdiğine koşmuş.
Ancak çınarın oyuğuna geldiğinde,
her zaman en mutlu anlarını geçirdiği
bu ulu çınarda biricik sevdiğini kanlar
içerisinde bulmuş. Sevdiğinin başını
kollarına almış, son kez gözlerine
bakmış, hıçkırıklar içerisinde ağlayarak
"Az sonra kavuşacağız ve sonsuza
dek bu çınarın oyuğu olacak yuvamız.
Bu çınar var oldukça sonsuza dek
yaşayacak sevdamız..." demiş. Daha
sonra belinden çözdüğü kuşağının
bir ucunu çınarın bir dalına, diğer
ucunu da boynuna geçirerek oracıkta
canına kıymış. Efsaneye göre; ulu
çınar bu hazin öykünün ardından kanlı
gözyaşları dökmeye başlamış ve göl
bu şekilde meydana gelmiş. Güneş
onlar için her gün kızıl olarak batmış.
Onları anmış, en nihayetinde çınar
ağlasa da güneş her gün batmaya
devam etmiş ama çınar da aşkları da
baki kalmış… Bu çınarın gövdesinden
bugün hala özsuyu akıyor. Ya da belki
de gözyaşı…
17
yakın plan
18
Adım
Son “bahar”
İkisi gitti, ikisi kaldı. Şimdi sıra
“Sonbahar”ın... Mevsimlerin
en sarısı; hüznü, yalnızlığı
ve sessizliği paylaşmak için
yine aramızda. Ormanların
sarıya boyanma vakti geldi
artık. Sonbahar hepimize yeni
bir ruh verecek. Hüznümüz
de öykümüz de iyiden iyiye
sararacak…
Yazı: Engin Çakır Fotoğraflar: Demet Argun Güngör – Engin Çakır
19
yakın plan
20
EVVEL ZAMAN İÇİNDE, kalbur
saman içinde, cinler top oynarken
eski hamam içinde... Günlerden
bir gün Toprak Ana, evinde yalnız
yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş,
bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir
gün kalkmış, Gök Kral’a misafirliğe
gitmiş. Sarayın kapısına varınca,
gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki
nöbetçiye, ne olduğunu sormuş.
Nöbetçi, “Ne olacak… Mevsim
kardeşlerin gürültüsü… İkisi kız, ikisi
oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga
edip duruyorlar” deyince, “Onları
bana gönderin. Ben yalnızım, biraz da
benimle kalsınlar” demiş. Toprak Ana
bunun üzerine evine dönmüş, mevsim
kardeşleri beklemeye başlamış. Önce
en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz
saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak
Ana’ya, “Benim adım İlkbahar, size
ufak bir armağan getirdim” demiş ve
çantasından tomurcuklanmış dallar,
renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl
ötüşen kuşlar çıkarmış. Çok geçmeden
tombul, kırmızı yanaklı bir kız olan
‘Yaz’ gelmiş… Kardeşine, “Haydi çekil
bakalım, bak ben geldim” demiş. Sonra
o da çantasından çilek, kiraz, şeftali,
erik gibi meyveler çıkarmış ve Toprak
Ana’ya vermiş. Derken üçüncü kardeş
gelmiş. Sarı, sapsarı bir çocukmuş.
Toprak Ana’ya, “Benim adım Sonbahar.
Yalnızlığı, sessizliği çok severim”
demiş, sonra da kuşları kovmuş, her
yeri sarıya boyamış. Ortalığa sessizlik
çökmüş. Tam bu sırada dördüncü
kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri
dağıtmış, cebinden beyaz bir su
çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza
boyamış. Bir yandan da, “Benim adım
Kış” diye bağırıyormuş. Dört kardeş
de Toprak Ana’nın evinden gitmek
istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar.
Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana
kızmış, “Beni dinleyin. Ya sırayla gelin,
evimde üçer ay misafir kalın ya da
gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.”
Bunun üzerine mevsim kardeşler
düşünmüşler. Aralarında anlaşıp “peki”
demişler, sırayla Toprak Ana’ya misafir
olmuşlar...
Sıra ‘Sonbahar’ın artık... Dört mevsim
masalının sarı çocuğu Sonbahar;
hüznü, yalnızlığı ve sessizliği
paylaşmak için aramızda. Doğanın
sarıya boyanma zamanı geldi artık.
Ağaçlar, çayırlar, çimenler, patikalar,
her yer yavaş yavaş önce kızıla sonra
sarıya dönecek. Doğa, siyah beyaz
günlere hazırlanacak ve çıplak bir kadın
gibi kalacak. Makyajı silinmiş, saçları
dağılmış ve yıpranmış, belki dalları
kırılmış bir kadın gibi… Gökyüzünün
yakıcı sıcaklığı yerini yağmurlara
bırakacak ve göz önünde sadece
doğanın iskeleti kalacak. Bundan sonra
her şey dünyanın iskeletine ve değişen
yüzündeki hüzne kapılmakla devam
edecek.
21
yakın plan
Metin Altıok anlatımıyla sonbahar,
doyumsuz bir aşkın sonu olacak:
Sonbahar-ki acının değişmez
dipnotudurSesinin solgun göğünde,
Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur.
Savrulur her yana kavruk kelimelerle,
Yüreğini acıyla buruşturur.
Bakışının pasıyla zırhlanan dünya,
Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün
kumaşına,
Sonbahar-ki doyumsuz bir aşkın
sonudur.
Onu en çok anlatan kelime “hüzün”dür
şüphesiz. Yalnızlığın simgesidir kimi
zamansa. Renklerin en sessiz sedasızı
sarı ile özdeşleşmiştir. İçten içe bir
bekleyiş kaplar her yanı. Yürek bir
deniz olsa, Sonbahar’da geriye sadece
birkaç damla kalır. Bu yüzdendir 1986
yapımı Sonbahar şarkısının sözlerindeki
tuhaflık… Sezen Aksu’nun yorumuyla
daha da güçlenen şarkının söz ve
müziği rahmetli Aysel Gürel ve Onno
Tunç’a aittir:
22
Alır gider beni sarı rüzgârlarıyla
sonbahar.
Gelir anılardan bir davet, çocukluğum
canlanır.
Bir varmış bir yokmuş diye başlardı
bütün masallar.
Hani nerde o masum ve daha
bozulmamış rüyalar…
Sedef sedef olur, açardı nilüferler.
Ve kanatları tülden fildişi kelebekler…
Bir martı misali tek başıma uçardım.
Hani nerde üstünde uçtuğum mor
denizler…
Sevgiden saygıdan bir altın kafes
ördüm.İnançlarım kilit kilit oldu üstüme.
Aşıp bedenimi bendeki beni gördüm.
Hani nerde uğrunda azaldığım
değerler…
Ellerim soğuk şimdi, üşüyor dudaklarım.
Göğsüne düştü başım, o çiçekten
yılların…
Ey sonbahar…
Alır gider beni sarı rüzgârlarıyla
sonbahar.
Gelir anılardan bir davet, çocukluğum
canlanır.
Bir varmış bir yokmuş diye başlardı
bütün masallar.
Hani nerde o masum ve daha
bozulmamış rüyalar…
Gündüzler artık daha kısa… Geceler
daha uzun. Güneş her zamankinden
erken batacak ve daha az ısı, ışık
verecek. Serin, yağmurlu ve rüzgârlı
günlerin sayısı her geçen gün artacak.
Ağaçların yaprakları sararmaya ve
dökülmeye başlayacak. Çiçeklerin
sayısı azalacak, etraftaki otlar ve
çimenler neredeyse kuruyacak.
Göçmen kuşlar güneye, yazlık
elbiselerse dolaplara gidecek…
Hepimizin bir parçası sonbahar olacak.
Kimisi Attila İlhan gibi sahiplenecek
Sonbaharı:
Nasıl iş bu?
Her yanına çiçek yağmış…
Erik ağacının,
Işık içinde yüzüyor.
Neresinden baksan,
Gözlerin kamaşır.
Oysa ben akşam olmuşum.
Yapraklarım dökülüyor.
Usul usul…
Adım sonbahar…
23
rengarenk
Sarı zamanlar
Yazı ve Fotoğraflar: Engin Çakır
Sarı; güneşin, ışığın ve altının rengidir; zekâyı, arzuları ve ruhsal
gelişimi simgeler. Büyük düşünen ve umudunu hiç kaybetmeyen
insanların rengidir. Ümidini yitirmeden yüreğini sıcak tutanların...
Hex değeri: "#FFFF00"
RGB değeri: "255, 255, 0"
CMYK değeri: "0, 0, 100, 0
İDEOLOJİ yaratan insanların ve çok
büyük düşünürlerin en sevdiği renk hep
sarıdır. Bunun nedeni ise sıradanlığı
sevmemeleridir. Değişimi simgeler.
Bilinçaltında farklılığı ve dönüşümü
ayağa kaldırır. İnsanı ayrıcalıklı
hissettirir.
dönüşüm ve etkileyici ancak bir iletişim
süreci ile son bulabilir. Herkesin
güneşe veya güneşin rengine ihtiyacı
vardır da denebilir. Çünkü bize
enerjimizi veren, tüm dünya canlılarına
yaşam şansı tanıyan sarıların en
büyüğü güneştir.
Sarı sizin için değişilmez bir renk ise,
kendinize güvendiğinizi bilmelisiniz.
Aklınız hep meşguldür, düşüncelerinizi
bir türlü toparlayamazsınız.
Sarı; aydınlığın, güneşin ve ateşin rengi
olarak renklerin en açığı, en sıcağı,
en ateşlisi, en fazla genleşebilenidir.
Genellikle ortamı renklendiren,
neşelendiren, ışık veren, mekanı
genişleten bir renk olması nedeniyle iç
dekorasyonlarda, çoğunlukla duvarların
Hex değeri: "#000000"
rengi olarak seçilir. En kıymetli maden
RGB değeri: "0, 0, 0"
olan altının rengi olması nedeniyle
CMYK değeri: "0, 0, 0, 100
zenginliğin de simgesidir. Çin'de,
Karakterinize sarı işlediyse devamlı
büyük planlar yapma ihtiyacı
duyarsınız. Tıpkı sonbahar gibi bir
dönüşüm dönemi içerisindesinizdir.
Bu rengin üzerinizdeki etkisi sosyal
24
imparatorların rengi olarak bilinen
sarı, güneşin ve onun tüm simgesel
değerlerinin (sıcaklığın, bolluğun,
aşkın, iyiliğin) rengi olduğu için,
Apollon ve Ra gibi güneş tanrılarının
da simgesi olmuş ve tanrısal, ilahi bir
renk olarak kabul görmüştür. Bunun
yanı sıra sarı, çağlar boyu insanları,
güçlerinin kaynağının tanrısal olduğuna
inandırmak isteyen prenslerin, kralların,
imparatorların tercih ettikleri bir
renk olarak iktidarın, gücün, erkin,
egonun, kendine güvenin simgesi
olmuştur. Ancak, bu kendine fazlaca
güven kişiyi benmerkezciliğe, kendini
beğenmişliğe sürükleyerek ona sevgiyi,
paylaşmayı da unutturduğu için bu
renge olumsuz anlamlar da yüklemiştir.
Her ne kadar, altına yakınlığıyla
zenginliği, olgun başakların rengi
olarak bolluğu, verimliliği, renklerin
en parlağı olmasıyla zeka, bilim ve
aydınlık düşünceyi çağrıştırıyorsa
da, nankörlerin, benmerkezcilerin,
hainlerin, sahtekarların, ihanet
edenlerin rengi olarak da pek çok
olumsuz yorumlamalara da açık bir
renktir.
Sarı renk elektromanyetik tayf'ın yeşil
ile turuncu arasında yer alan ve insan
gözüyle görülebilen renklerinden
biridir. Dalgaboyu 565-590 nanometre
kadardır. Uzak mesafelerden
görülebilirliği yüksek bir renktir. Bu
nedenle bazı ülkelerde taksiler ve okul
servisleri sarı renktedir.
Sarı beyazla karıştığında, yani daha
açık bir renk haline geldiğinde, hareketi
artar. Güneş ışınlarının rengi olan sarı,
çevresinden taşan söndürülmesi zor bir
renktir. Durmadan bakıldığında sarının,
hangi formda olursa olsun, rahatsız
edici bir etkisi olur ve renkteki ısrarlı
ve saldırgan karakter ortaya çıkar. Sarı
tipik dünyevi bir renktir, asla derin bir
anlama sahip olamaz.
25
rengarenk
Sarı denince aklımıza gelenler…
Yumurta
Papatya
Altın
Kayısı
Limon
Işık
Hastalık
Sarı Sayfalar
Sarılık
Mandalina
26
Melankoli
Buğday
Güneş
Muz
Sarışın
Sarı Odalar
Taksi
Ateş
Okul Servisi
Bal
Sarı Çam
Sarı Gelin
Sarı Nokta
Reçel
Marilyn Monroe
Post-it
İş Makinası
Kaşar Peynir
Sarı Selim
Sarıyel
Arı
Sarı Kanat
Sarı Yahudi
Sarıçıyan
Saman
Kuru Yaprak
Sarıkız
Sarıkuyruk
Sarı Sıcak
Sarı Irk
Sarı Çizmeli
Mehmet Ağa
Sarı Laleler
Kanarya
Sonbahar
Sarı Kart
Sarı Köşk
Civ Civ
Etek Sarı Sen
Etekten Sarısın
Kavun
Barni
Sarıyer
Sarı Zeybek
Sarı Mercedes
Sarı Sayfalar
Sordum Sarı
Çiçeğe
Otluk
Sarı Saç
27
geçmiş zaman kipinde
Bir hazin hikayenin
“deli” yanları
Soyismi gibi istediğini alamadı hayattan Ayten Şenaşık.
Yaşamındaki en iyi yan onu tüm Bursa’nın tanımasıydı belki
de. Koluna takıp takıştırdığı çantalarda neler taşıyordu,
cümbüşü ve davulu hangi hazin şarkıları söylüyordu kim bilir…
BİR OMZUNDA taşıdığı birden fazla
çantayla, cümbüş ve davul çalarak
Bursa sokaklarının simgelerinden birisi
olmuştu, 1935 Kamberler Mahallesi
doğumlu "Deli Ayten..." Hikayesi
hüzünle örülü bir aşktan ötürüydü.
Bugünse ölümüne kadar yaşadığı
Roman mahallesinin kentsel dönüşümle
park haline getirilen bölümünde heykeli
dikili...
Üç yaşında geçirdiği menenjit
hastalığının olumsuz etkileri zamanla
silinen Ayten Şenaşık, genç kızlığa
adım attığı 13-14 yaşlarında, aynı
mahallede oturan ve kendisinden 5
yaş büyük "Cümbüş Hasan"a aşık
oldu. Ailesinin sevdiğiyle evlenmesine
izin vermemesi üzerine Ayten’in
akli dengesi yavaş yavaş bozuldu.
Bir doktorun "Ancak sevdiği kişiyle
evlenirse düzelir" demesi üzerine ailesi,
Ayten’i alkolik olan Cümbüş Hasan’la
evlendirmek zorunda kaldı. Dillere
destan bir düğünle evlenen Ayten bir
daha hiç düzelemedi. Aradan 1,5 yıl
geçtikten sonra Cümbüş Hasan evi
terk etti ve kendini içkiye verdi ve bir
süre sonra da öldü. Eşinin ölümüyle
yıkılan Ayten de avare halde sokaklarda
dolaşmaya başlayınca adı “deli”ye çıktı. Deli Ayten, özellikle kent merkezindeki
esnaf için bir dönemin simge
isimlerinden biriydi. Tarihi Kapalı
Çarşı ve devamındaki Uzun Çarşı’da
dükkanları dolaşırdı. Onun girdiği
dükkanlara bereket geldiğine inanılırdı.
28
O ise “Hasanım Hasanım, nerdesin
sen?” diye gezinir dururdu. Evlilik
yıldönümlerinde en güzel elbisesini
giyer, kırmızı rujunu sürer, davulunu
temizler, cümbüşünü parlatır öyle
çıkardı yola. Genellikle kendi halinde
ve zararsız olmasına karşın kızdırıldığı
zamanlarda saldırganlaşırdı. “Parlak
Moruk”, gördüğü yakışıklılara taktığı
lakaptı. Sadece bu lakabı söylemekle
kalmaz, o devrin delikanlılarından
yanak alırdı. Çarşı esnafı ise ona şöyle
takılırdı: “eight nine ten, Deli Ayten…”
Bunu duyan Ayten köpürürdü. Esnaf
“Ayten Hanım buyurmaz mısınız?” diye
dükkânına davet ederdi. Ayten alkışlar
ve tezahüratlar arasında her seferinde
başka bir dükkânda konaklar, oturur,
çayını içer, sonra cümbüşünü alarak
yürüyüşüne devam ederdi.
Kızyakup (Kamberler) Mahallesi’ndeki
garip kulübesinde 12 Mart 1992’de
komşuları tarafından ölü bulundu.
Ahmet Dai Camii'nde kılınan cenaze
namazından sonra Pınarbaşı
mezarlığına defnedildi. Deli Ayten’in
mezarı, 2001 yılında granit kaplanarak
düzenlendi ve mezar taşına davullu
fotoğrafı konuldu. Yıllar sonra 2009
yılında ise heykeli yapıldı ve Kamberler
Tarih ve Kültür Parkı’na konuldu.
Böylece mahallesine tekrar kavuşmuş
oldu. 29
evrensel sanat
Vincent
Van Gogh
Hüzün dolu bir hikayeydi Van
Gogh’unki. Yaşadığı buhranlar,
hastalıkları ve dünyayı algılama
şekli onu ölümsüz kıldı. Bazı
resim ve eskizleri, dünyanın en
tanınmış ve en pahalı eserleri
oldu. Renk kullanımı ve fırça
darbeleri tamamen kendine
hastı. İnsana ve doğaya olan
aşkı kişisel buhranlarından bile
öteydi… Kurduğu cümleler
ve eserlerine olan yansımaları
ise gerçeklerden oluşan bir
hayalden de fazlaydı…
Buhranlı
sarı hayaller
30
"ACI DUYMAK gülmekten iyidir, zira acı
insanın yüreğini ağrıtır. İnsanları diri
diri gömercesine kilitleyip çevrelerinde
duvarlar örenin ne olduğu bilinmez
ama yine de bir takım duvarların, tel
örgülerin, demir parmaklıkların varlığı
hissedilir. Bütün bunlar bir kuruntu,
bir hayal midir? Sanmıyorum. Ve
insan kendi kendine sorar; tanrım bu
uzun süreli mi, temelli ve herkes için
geçerli olan bir ebediyet midir?" gibi
uzun ve felsefe alt yapılı bir cümle
Van Gogh’un dudaklarının arasından
kolayca süzülebiliyordu. Ömrü
yaşadığı psikolojik yıkıntılarla geçen
bir dehanın bu denli başarılı olması da
yine bu yıkımlar sayesinde oldu. Akıl
hastanesine yatmayı kabul edecek
kadar bilinçliydi, resim yapılmasına
boyaları yediği için kimi zaman izin dahi
verilmedi. Ama eserleri nedeniyle hep
bir dahi olarak anıldı.
Hikâyesi 30 Mart 1853 yılında
Hollanda'nın Groot-Zundert isimli
köyünde başladı. Daha küçükken bile
ciddi, sessiz ve düşünceliydi. Yatılı
okuluna gönderilmesiyle evinden ilk
kez ayrı kaldı. Bu ayrılığın yarattığı
derin sıkıntı geleceğine yön verdi.
Daha sonra koleje geçen Van Gogh
burada resim öğretmeni Constantijn
C. Huysmans sayesinde resim ile
tanıştı. Okulu yarıda bıraktı, eve döndü
ve özetledi; "Gençliğim kasvetli,
soğuk ve sıkıcıydı..." Gençliğini bir
sanat simsarlığı firmasında çalışarak
geçiyordu, kısa süren bir öğretmenlik
deneyiminden sonra da Belçika'da
fakir bir madenci kasabasında
misyoner olmuştu. 1880'den sonra
resmetmeye ağırlık verdi. Başta koyu
31
evrensel sanat
ve kasvetli renklerle çalışıyordu.
Paris'te izlenimcilik ile tanıştı ve canlı
renklere geçti. Güney Fransa'yı kendine
özgü resim tarzı ile yaşıyordu. Ömrü
boyunca bu tarzı korudu. Yaklaşık 900
suluboya/yağlıboya resim ve 1100
karakalem çalışma üretti. En meşhur
eserlerini ise ömrünün son iki yılında
yaptı. Hayatı kendi içerisinde yaşadığı
buhranlarla geçirdi ve en nihayetinde
1888'de ressam Paul Gauguin ile
arkadaşlığının bozulması üzerine sol
kulağının bir kısmını kesti, yetmedi
giderek kötüleşen ruhsal hastalığı
sonucunda kendini göğsünden vurarak
intihar etti. Ama resme kazandırdıkları
20. yüzyıl sanatını ciddi şekilde etkiledi.
Fovistlerin ilham kaynaklarından biri
oldu ve etkilendiği ekspresyonizm
akımının öncülerinden kabul edildi.
Ev sahibinin kızı Eugénie Loyer'den
hoşlandı fakat ona açıldığında
reddedildi. İngiltere'de kaldığı süre
boyunca giderek içine kapandı ve
dindarlaştı. Misyonerlik amacıyla
Belçika'da fakir bir madenci bölgesi
olan Borinage'a yerleştiğinde
madencilerin kötü yaşam koşullarından
etkilenen Van Gogh, onlarla daha
iyi iletişim kurabilmek için özellikle
kötü koşullarda yaşadı, yemek
ve kıyafetlerinin çoğunu işçilere
verdi, yatak yerine saman üzerinde
uyumaya başladı. "Rahiplik mesleğinin
saygınlığını zedelediği" için kilise
tarafından işine son verildi. Kısaca ne
yaptıysa işler yolunda gitmedi. Resimde
kariyer yapmaya karar vermesi de bu
sebeptendi. Brüksel'e gitti. Brüksel
Güzel Sanatlar Okulu'na başvurduysa
da sonradan fikrini değiştirerek Etten'e,
ailesinin yanına döndü.
Etten'de resim sanatı üzerine kitaplar
okuyan ve sık sık resim yapan Van
Gogh, bir taraftan da kendisinden
yedi yaş büyük olan dul kuzeni
Kee Vos-Stricker'den hoşlanmaya
başladı. Kee'ye evlenme teklif etti
fakat teklifi "hayır, asla, asla" (niet,
nooit, nimmer) sözleriyle reddedildi.
Bunun üzerine aşkını saplantıya
dönüştüren Van Gogh, Kee kendisini
görmeyi reddedince Kee'nin babası
32
(ve kendi eniştesi) Johannes Stricker'le
defalarca kez görüşüp Kee'yi istedi
ama başaramadı. Kee’den de umudunu
kesen Van Gogh, bir kez daha aile
evinden ayrılıp Lahey'e yerleşti. Burada
alkolik bir fahişe ve beş çocuğu ile
birlikte yaşamaya başladı. Van Gogh'un
bu kadın ile ilişkisi ailesini rahatsız
ediyordu ve aile Van Gogh'a kadını
bırakması yönünde baskı yapmaya
başladı. Van Gogh önceleri bu baskıya
direndiyse de, Sien ismindeki bu
kadın ve çocuklarından ve Lahey'den
ayrıldı. Van Gogh, Sien ile beraber
yaşadığı on dokuz ay boyunca, kadının
ve çocuklarının düzinelerce resmini
çizmişti.
Van Gogh Nuenen'e ailesinin
yanına geçti ve kendini resme verdi.
Komşularını, tarlada çalışan işçileri,
kulübelerinde kıyafet dokuyan
dokumacıları çiziyordu. Margot
Begemann adlı bir komşu kızıyla ilişki
yaşamaya başladı fakat evlenmelerine
iki tarafın da ailesi karşı çıktı. Buhranlar
Van Gogh’un peşini bırakmıyordu.
Babası bir inme sonucu hayatını
kaybedince Van Gogh derin bir yasa
daha girdi. Aynı sıralarda Paris'te
Van Gogh'un resimleri ilgi çekmeye
başlıyordu. Van Gogh, bugün ilk
önemli eseri kabul edilen Patates
Yiyenler'i (De Aardappeleters) bitirdi.
Resimleri Lahey'deki bir galeride ilk
kez sergilendi. Model olarak kullandığı
kızlardan birini hamile bırakmakla
suçlanınca, kasabanın Katolik rahibi,
kasabalıların Van Gogh'a modellik
yapmalarını yasakladı. Nuenen'de
geçirdiği iki sene boyunca Van Gogh,
pek çok karakalem ve suluboya
çalışmanın yanı sıra, 200 kadar
yağlıboya resim üretti.
Anvers'e taşınıp bir resim galerisinin
üst katında yaşamaya başladı. Tüm
parasını resim malzemelerine ve
modellere harcayıp kendi sağlığını
ihmal etmeye başladı. Günlerinin
çoğunu ekmek, kahve ve sigarayla
geçiriyor, bir taraftan da çok fazla
absent içiyordu. Van Gogh, Anvers'de
geçirdiği dönemde pek çok müze gezip
Peter Paul Rubens gibi eski ustaların
resimlerini incelemiş, bu resimlerden
etkilenerek paletini genişletmişti. Aynı
dönemde, ukiyo-e adıyla bilinen Japon
gravürlerine ilgi duymaya başlamış
ve bu tarzı kendi resimlerinde de
kullanmıştı.
Van Gogh daha sonra Paris'e geçti ve
bir süre ressam Fernand Cormon'un
atölyesinde çalıştı. Paris'te hâkim
sanat akımları, izlenimcilik ve henüz
yeni filizlenmekte olan yeni izlenimcilik
idi. Puantilist (noktacı) stilin ustaları
Georges Seurat ve Paul Signac,
şehrin en ünlü ressamlarıydı. Signac
ile bizzat tanışan Van Gogh, noktacı
stili denemeye başladı. Ressam Paul
Gauguin ile tanıştı ve iki ressam
bazı eserlerini değiş tokuş ettiler.
Şehir hayatından ve Paris'in soğuk
kışlarından bunalan Van Gogh,
güneşli Güney Fransa kıyılarına
doğru yola koyuldu. Paris'te geçirdiği
iki yıl boyunca, yaklaşık 200 resim
çizmişti. Manzara resimleri çizdi, bu
resimlerinden üçü Paris Bağımsız
Ressamlar Topluluğu'nun o yılki
sergisinde sergilendi. Daha sonra
ise Ayçiçekleri ismiyle bilinen bir dizi
vazolu ayçiçeği ve meşhur Teras Kafe
isimli eserlerini bitirdi.
Gauguin ile beraber resim gezilerine
çıktı ve aynı evi paylaştı. Değişik resim
teknikleri ve anlayışları üzerine uzun
tartışmalar yaptılar. İki ressamın da
dengesiz duygusal yapısı sayesinde,
resim tartışmaları giderek kızışmaya
başladı, bozulan havalar ve dar
alanda beraber yaşamak ise durumu
daha kötü hale getirdi. Ruhsal sağlığı
bozulmaya başlayan Van Gogh,
Gauguin'in kendisini terk edeceğinden
korkmaya başladı ve bir gün kendi
sol kulağının alt kısmını kesip
kopardı. Kopardığı parçayı bir bez
parçasına sarıp yerel bir genelevde
çalışan Rachel adlı bir fahişeye verdi.
Geneleve çağrılan polisler, baygın
halde buldukları Van Gogh'u hastaneye
kaldırdılar. Olayı ertesi sabah öğrenen
Gauguin, bir daha Van Gogh'la
görüşmedi. Van Gogh ise kan kaybı
33
evrensel sanat
ve ruhsal bunalım sebebiyle birkaç
hafta hastanede kaldı. Hastaneden
çıkan Van Gogh, halüsinasyonlar ve
zehirlenme paranoyası sebebiyle,
hastaneye geri döndü. On gün sonra
hastaneden bırakılsa da, başında polis
zoruyla tekrar hastaneye kapatıldı.
Arkadaşı Paul Signac'ın gözetiminde
evine dönmesine izin verildi. Kasabada
istenmediğinin farkında olan Van Gogh,
Theo'nun tavsiyesi üzerine, Arles'a
30 km uzaklıkta bulunan Saint-Rémy
kasabasındaki Saint-Paul-de-Mausole
akıl hastanesine geçmeyi kabul etti ve
Arles'dan ayrıldı.
Van Gogh, Saint-Rémy'de Dr. Théophile
Peyron'un gözetiminde resim yapmaya
devam etti. En bilinen eserlerinden
biri olan Yıldızlı Gece'yi yaptı. Tekrar
bir nöbet geçirip boyalarını yemeye
kalkışınca bir süre resim yapmasına
izin verilmediyse de, durumu düzelince
resim yapmaya devam etti. Zamanının
çoğunu odasında geçiriyor, dışarıya
ancak doktor gözetiminde kısa
yürüyüşler için çıkabiliyordu. Bu yüzden
resim konusu bulmakta zorlanınca,
Jean-François Millet gibi başka
ressamların veya kendisinin daha
önceki eserlerinin yeni yorumlarını
çizmeye başladı. Daha sonra bir dizi
yeni nöbet geçiren Van Gogh, aynı
sıralarda Paris'te ünlenmeye başladı.
34
Mercure de France dergisinde çıkan
bir yazıda, Van Gogh'dan "dahi" diye
bahsediliyordu.
29 Temmuz 1890 sabahı, kardeşi
Theo'nun kollarında öldü, ve Auverssur-Oise'a gömüldü.
Van Gogh Saint-Rémy'den ayrılıp
Paris yakınlarındaki Auvers-sur-Oise'a
geldi. Burada, daha önce ruhsal
problemli ressamlarla ilgilenmiş olan
Dr. Paul Gachet'nin gözetiminde
kalacak, kardeşi Theo'ya da yakın
olacaktı. Van Gogh'un Dr. Gachet
hakkındaki ilk yorumu "bence benden
daha hasta, ya da tam benim kadar
hasta diyelim" oldu. Fakat sonradan
doktorla iyi geçinmeye başlayan Van
Gogh, doktorun üç ayrı portresini
çizdi. Auvers-sur-Oise'da kaldığı süre
boyunca kendini tamamen resme veren
Van Gogh, burada geçirdiği 70 günde
yaklaşık 70 yağlıboya resim üretti.
Annesi ve kız kardeşine yazdığı son
mektupta, kafasının geçen yıla göre
çok daha sakin ve huzurlu olduğunu
yazdı. Fakat daha sonra resim
malzemelerini alıp bir tarlaya yürüyen
Van Gogh, kendisini tabancayla
göğsünden vurdu. Sendeleyerek
kaldığı otele döndü ve yatağına uzandı.
Kanamayı fark eden otel sahibi, kasaba
doktoru Mazery'yi ve Van Gogh'un
doktoru Gachet'yi çağırdı. Doktorlar,
mermiyi çıkarmanın çok riskli olacağına
kanaat getirip Theo'ya hemen gelmesi
için haber yolladılar. Vincent Van Gogh,
Hayatının son iki yılını ciddi şekilde
etkilemiş olan akıl hastalığı için
bugüne kadar 30'dan fazla teşhis
veya olası sebep ileri sürüldü ama
en önemli eserleri de bu dönemde
geldi. Şizofreni, manik depresyon,
frengi, boya zehirlenmesi (soluma
veya yutma yoluyla), Ménière hastalığı
ve güneş çarpması gibi teşhisler
konuldu. Kötü beslenme, aşırı çalışma,
uykusuzluk ve alkol düşkünlüğü ise
hastalılığının etkilerini arttırdı. Son
dönem eserlerinde açıkça görülen sarı
renk düşkünlüğü için, Van Gogh'un
bolca içtiği absentte bulunan tuyon
maddesinin neden olduğu söylendi. Bu
madde Van Gogh'un görüşünü bozarak
nesneleri sarımtırak renkte görmesine
sebep olmuş, bu da ressamın
eserlerine yansımıştı. Bir başka teoriye
göre ise Van Gogh'a hastalığının
tedavisi için yüksek dozlarda yüksük
otu verilmişti ve yüksük otu sarımtırak
görüşe veya sarı lekeler görmeye
sebep olmuştu. Fakat yaptıkları
gerçekti, kendisi hayal… Eserlerini
izleyenler ona hep hayran kaldılar.
35
film şeridi
Marilyn
Monroe
36
Gerçek İsmi: Norma Jeane Mortenson
Doğum Yeri: Los Angeles, Kaliforniya
Doğum Tarihi: 1 Haziran 1926
Ölüm Tarihi: 5 Ağustos 1962
Spotlar altında, yapaylıklarla
örülü bir dram gizliydi
Monroe’nin yaşamında. İsmine
yüklenen anlamlar, yaşadıkları,
çok az kişiye nasip olabilecek
güzelliği, yer aldığı projeler,
gizemli ölümü ve en önemlisi
gerçek yaşam ile birlikte içtenliği
arayışı onu ölümsüz kıldı.
Monroe; herkesin rüyalarını
süsleyen ve rüyalarını yaşayan
ama rüyalarda esir kalan
birisiydi… Işıklar kendisine
döndü mü “kadın” olurdu…
En sarışın,
en hüzünlü...
"DOĞRUSUNU söylemek gerekirse,
ben kimseyi kandırmadım. Sadece
insanların kendilerini kandırmalarına
izin verdim. Gerçekte kim olduğumu
öğrenmek zahmetine katlanmadılar.
Tam tersi benim için bir karakter
yarattılar. Ben de onlarla tartışmadım.
Belli ki benim gerçekte olmadığım birini
seviyorlardı. Fakat bir gün bu gerçek
ortaya çıkınca beni onları yanıltmakla,
hatta kandırmakla suçlayacaklar"
demişti.
Bahsettiği ona yüklenen anlamlardı
Monroe’nin… Aptal sarışın imajı
ile sinemada popülerliği hızla
tırmanırken, yükseklerde olmanın
anlamsızlığını yaşıyordu belki de. Ne
var ki her şey onun kontrolü altında
yürümedi. Farkındalığı bu denli yüksek
olmasına rağmen yıldız olmanın,
ünün ve ikonlaşacak kadar büyük bir
popülerliğin vermiş olduğu yaşantı onu
yalnızlığa, mutsuzluğa hatta ölüme
itti. Evlilikleri bile son bulmak zorunda
kaldı.
imajı ile yaşadı. Gülüşü ve kahkahasıyla
en önemlisi de kadınlığıyla yerini
iyiden iyiye sağlamlaştırdı. “Evet,
aptal sarışınım ama sarışınların en
aptalı değilim” diyecek kadar akıllıydı
Monroe… Yetenekleri rol aldığı
filmlerden bulunduğu çekimlere her
yerde bir yıldız gibi parlıyordu. "Kadın"
kavramının somutlaşmış, vücut bulmuş
hali gibiydi.
Onu efsane olması yazgısının bir getirisi
oldu ama yaşamı trajedilerle dolu bir
çizgideydi. Yüzyılın belki de en bilinen
sinema aktrisi oldu; hafızalara kazındı.
Dünyanın en güzel ve en seksi kadını
"Ben kadın olarak tam bir hayal
kırıklığıyım. İmajım yüzünden erkekler
benden çok şey bekliyorlar, ben de
hayatımı buna göre yaşayamam"
demişti, bu üç evliliğinin neden
37
film şeridi
başarısız olduğunu açıklar gibiydi.
İlk kocasından boşanma sebebini
sıkıntı olarak açıklamıştı, mutlu ya
da mutsuz değildi. İkinci kocası, onu
kariyerinden koparmak istemişti,
kariyerini sürdürebilmek için ondan
da ayrıldı. Son kocası Arthur Miller ise
birçok kişiye göre onun gibi olağanüstü
bir kadını taşıyamamıştı. Tek derdi
"muhteşem" olmaktı. Kendi sözleri ele
veriyordu onu, "Ben küçükken kimse
bana güzel olduğumu söylememişti.
Bütün kızlara güzel oldukları
söylenmeli, gerçekte güzel olmasalar
bile..."
Babası Edward Mortensen, annesini
Hollywood'un efsane ismi doğmadan
önce bırakıp gitmişti. Zor geçen
çocukluk yılları, annesi Gladys Baker’ın
ağır sinir nöbetleri geçirmesine neden
38
oldu. Şizofren teşhisi ile hastaneye
kaldırılması ile Monroe’nin yaşamı
farklı bir rotaya girdi. Yetimhanedeki
yaşamı bu şekilde başlamış oldu.
8 yaşında cinsel tacize uğradı. 16
yaşında ise hayatının en zor kararını
verdi. Yetimhaneye dönmedi ve
fabrikada uçak tamircisi olarak
çalışan Jim Dougherty ile evlendi.
1942 Haziran’ında Jim ile evlenen
Norma’nın evliliği uzun sürmedi ve
1946 Eylül’ünde bitti. Burbank’ta
bir fabrikada çalışırken şans eseri
fotoğrafları çekildi ve modelliğe
başladı. Bu çekimler onun yaşamında
bir dönüm noktasıydı. Ünlü film
yapımcısı Howard Hughes tarafından
keşfedilmesini sağladı. İsmi artık
Norma değil Marilyn Monroe olmuştu.
İlk olarak yan rollerde sakin bir kız
olarak kendini gösteren Marilyn, "Love
Happy" (1949) ve "All About Eve" (1950)
filmlerinden sonra başını döndürecek
bir başarı yakaladı. The Asphalt Jungle
(Elmas Hırsızları) ve All About Eve
(Perde açılıyor) filmleri, daha sonra
pek çok dalda Oscar’a aday gösterildi
ve Monroe bu filmlerin “aptal sarışını”
olarak anıldı. Onu farklı kılan duru
güzelliğinin yanına kadınlığını koymayı
da öğrenmeye başlamıştı. Doğallığına,
cazibesini ve dişiliğini de ekleyerek,
sessiz sakin sarışın kız imajını çok
geride bıraktı. En kaba tabiriyle “Sarışın
Bomba” diye tanımlanan bir sinema
idolüne dönüştü. İkinci evliliği ise 1954
Haziran’ında Profesyonel beyzbol
oyuncusu Joe Di Maggio ile oldu.
"Niagara", "Gentlemen Prefer
Blondes", "How to Marry A Millionaire"
filmlerinden sonra popülerliği iyiden
iyiye artan Monroe, yapmak istediği
her şeyin doğal ve içten olması
gerektiğini savunurdu. Hayatı boyunca
içtenliği aradı. Bu arayış bakışlarına
dek uzanıyordu. Bu da onu film
yapımcılarının ve fotoğrafçıların rüyası
haline getirdi. İkinci eşinden beş ay
sonra ayrılan Marilyn’in evliliğini bitiren
en büyük etkenin, şöhreti ve aptal
sarışın imajı olduğu söylendi.
1956 yılı ise Marilyn için çok hızlı geçti.
Kendi firması olan Marilyn Monroe
Productions’ı da bu yıl içinde kuran
Monroe, oyun yazarı olan Arthur Miller
ile üçüncü evliliğini yaptı. Kariyerini
kötü yönde etkileyen uyuşturucu
ve alkol bağımlılığı da bu dönemde
başladı. Psikolojik problemler içinde
kendini unutan Marliyn Monroe, 1961
yılında üçüncü eşinden de ayrıldı.
Monroe 5 Ağustos 1962'de 36 yaşında
hayata veda etti. Ölüm sebebi yüksek
dozda Barbitürat ile intihar ilan edildi.
Fakat olay yerindeki delil yetersizliği,
otopside alınan dokuların daha
sonradan kaybolması ve başta kâhyası
Eunice Murray olmak üzere görgü
tanıklarının çelişkili ifadeleri ortalığı
karıştırdı. Ölümünün cinayet olduğuna
ve politik sebeplerden CIA, Mafya ve
Kennedy ailesinin(Başkan Kennedy
ile ilişkisi olduğu öne sürülüyordu)
buna sebep olduklarına dair tam
olarak kanıtlanamamış birçok komplo
teorisi ortaya atıldı. Marilyn, 8 Ağustos
1962’de Kaliforniya’da defnedildi.
Tüm zamanların en önemli kültürel
figürü ve ikonlarından biri olmuş, sık sık
diğer ünlüler tarafından taklit edilmiş
olan Marilyn Monroe sinema oyuncusu,
şarkıcı ve model kimliği ile 20. yüzyılın
en ünlü sinema yıldızlarından, seks
sembollerinden ve pop ikonlarından
biri olurken; bir yandan da özel
hayatında yaşadığı hayal kırıklıkları
ve güvensizlikler ile melankolik bir
öyküyle ayrıldı dünyadan. Arkasında
kendisinden bile öte bir ikon bıraktı.
Sinema dendiğinde akla gelen ilk
isimlerden birisi oldu. Sarışınların
simgesi, birçok kişinin hayalleri oldu.
Sinemadaki hayaldi, hayal gibi yaşadı,
gerçek bir trajedi ile gözlerini kapadı…
39
film şeridi
Kısa kısa...
* Marilyn Monroe’nun vazgeçemediği
ve yanından ayırmadığı tek şey "Chanel
No:5" parfümüydü.
* 1999 yılında People Magazine
tarafından "Dünyanın En Seksi Kadını",
Playboy dergisi tarafından "20.yy’ın
En Seksi Starı" seçildi. Ayrıca aynı yıl
American Film Institute tarafından tüm
zamanların en büyük kadın film yıldızı
sıralamasında altıncı sıraya yerleşti.
* Elton John’un "Candle in the Wind"
isimli parçasını Marilyn’e itham ettiği
bilinir.
* Bir zamanlar verdiği seksi pozlar ortaya
çıktığında Monroe, bunu parasız ve aç
kaldığı için yaptığını söyleyerek kariyerini
bitirecek olası bir skandaldan kurtulmayı
başardı. Bu pozlar daha sonra
Playboy'un ilk sayısında yayınlandı.
* O bir solaktı.
Fimleri
Something's Got to Give (1962)
The Misfits (1961)
Let's Make Love (1960)
Some Like İt Hot (1959)
The Prince And The Showgirl (1957)
Bus Stop (1956)
The Seven Year İtch (1955)
There's No Business Like Show
Business (1954)
River of No Return (1954)
How to Marry a Millionaire (1953)
Gentlemen Prefer Blondes (1953)
Niagara (1953)
O.Henry's Full House (1952)
Monkey Business (1952)
Don't Bother to Knock (1952)
We're not Married! (1952)
Clash by Night (1952)
Let's Make it Legal (1951)
Love Nest (1951)
As Young As You Feel (1951)
Home Town Story (1951)
Right Cross (1950)
The Fireball (1950)
All About Eve (1950)
The Asphalt Jungle (1950)
A Ticket to Tomahawk (1950)
Love Happy (1950)
Ladies of The Chorus (1948)
Scudda Hoo! Scudda Hay! (1948)
Dangerous Years (1947)
The Shocking Miss Pilgrim (1947)
Ödülleri ve Adaylıkları
1953 Altın Küre Henrietta Ödülü: Dünyanın Favori Kadın Film Sanatçısı
1953 Photoplay Ödülü: En Popüler Kadın Yıldız
1956 BAFTA Film Ödülü Adaylığı: En İyi Yabancı Aktrist (The Seven Year Itch)
1956 Altın Küre Adaylığı: Komedi veya Müzikalde En İyi Kadın Oyuncu (Bus Stop)
1958 BAFTA Film Ödülü Adaylığı: En İyi Yabancı Aktris (The Prince and the Showgirl)
1958 David di Donatello Ödülü (İtalyan): En İyi Yabancı Aktris (The Prince and the Showgirl)
1959 Crystal Star Ödülü (Fransız): En İyi Yabancı Aktris (The Prince and the Showgirl)
1960 Golden Globe, Komedi Veya Müzikalde En İyi Kadın Oyuncu (Some Like It Hot)
1962 Golden Globe, Henrietta Ödülü: Dünyanın Favori Kadın Film Sanatçısı
Hollywood Ünlüler Kaldırımı Yıldızı 6104
40
41
bakış açısı
Bu ayki Bakış Açısı’nın konuğu dergimizin hem foto-muhabiri
hem de yayın kurulu üyesi. Gezi yazıları ve fotoğrafları ile bize
rotalar çizen Özgür Çakır; dergimizin bu ayki temalarından birisi
ve aynı zamanda kişisel fotoğraf yolculuğunun ana teması olan
“Melankolik İstanbul”u sayfalarımıza taşıyor.
42
“Hüzünlü ve
siyah beyaz
İstanbul”
43
bakış açısı
44
45
bakış açısı
“MEVSİMLERDEN sonbahar olunca
ana temaya yerleşen “hüzün” eğer bir
şehirle birlikte anılacaksa, Bursa’nın
büyük ve melankolik abisi İstanbul’u
en başta saymak yanlış olmayacak
sanırım. Tarihi neredeyse insanlıkla
birlikte başlayan, imparatorluk yıllarında
gezginleri güzelliğiyle büyüleyerek
“dünyanın başkenti burası olmalı”
dedirten ve aslında hala dünyanın
en güzel birkaç şehrinden biri olan
İstanbul’u tanımlayan sıfatlarından biri
nasıl oluyor da melankoli oluveriyor?
İstanbul’u baş köşeye yerleştiren ya
da İstanbul deyince aklınıza bir çırpıda
gelen eski fotoğrafları, resimleri,
filmleri, efsaneleri, kitapları, şiirleri,
şarkıları şöyle bir düşünün; haklı
olduğumu göreceksiniz.
46
47
bakış açısı
48
49
bakış açısı
“Ah İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi
böyle keder” diye mırıldanmaya
başlayanlarınız var, farkında değilim
sanmayın. Ve aslında bunu çok
da mutsuz bir şekilde, olumsuz
çağrışımlarla yapmadığınızın da. Evet
gerçekten de şehrin benimsediği ana
duygu ve ruh hali olan hüzün İstanbul’a
o kadar yakışıyor ki şehrin yerel bir
müzik hissine dönüşüyor, şiirleri
şarkıları için en temel kelime, şehrin
hayata bakışı ve istanbul’u İstanbul
yapan tüm unsurların bir ucundan
yakalayıp ima ettiği şey oluyor.
Kara sevda melankolisinden sıyrılıp
yaşayanların ve şahit olanların biraz
da inceden keyif aldığı bir ruh haline
dönüşüveriyor.
Dünya tarihinde isminden söz
edilegelen iki bin yıl boyunca mı
böyleydi yoksa bize mi bu hüzünlü
yılları denk geldi açıkçası bilmiyorum.
Belki bizim kuşak hala cumhuriyetin ilk
yıllarından kalan, işgalin ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun yıkım duygusunun
izlerini taşıyoruzdur ve kim bilir belki
de -pek sanmıyorum ama- önümüzdeki
yüzyılın İstanbul’u çok neşeli bir şehir
olacaktır.
Renkleri neşeli şehirlere bırakıp size
siyah beyaz bir hüzün şehrini sundum
bu sayıda. Gündelik yaşamda artık
yeri olmayan eski aile albümlerinin
en dipte kalanlarında şanslıysanız
görebileceğinizi iki renkli, yarı karanlık,
bazen sararmış, kurşuni fotoğraflara
bakınca hissettiğiniz hüznün kaynağını
düşünün, bu fotoğrafların neden siyah
beyaz olduklarını anlayacaksınız.
Binlerce yıllık tarihi olan bu kentin
ömrüne kıyasla azımsanabilecek,
hatta göz ardı edilebilecek kısalıktaki
ömrümün izin verdiği ölçüde şehrin
resmini çekmek niyetinde bir faniyim
aslında. İleride bir gün bu yıllara dönüp
bakılmak istendiğinde açılacak küçük
bir siyah beyaz pencere olsam kafi.”
50
51
52
53
odak noktası
Celil
Sezer
Odak Noktası’nın
bu ayki konuğu
sıkça hüznün şehri
İstanbul’un tadına
bakan bir fotoğrafçı.
Aynı zamanda
dergimizin yazarı
olan Celil Sezer, 24
saatini melankolik
çağrışımlarla yaşayan
İstanbul’un tam
anlamıyla sevdalısı.
Fotoğraf sanatına
bakış açısı ise bir o
kadar derin ve anlamlı.
Vizördeki hüzünlü İstanbul insanı
54
“HİÇ ŞİİR YAZMAMIŞ OLSA DA bir
heykeltraş aynı zamanda bir şairdir
bence, resim yapmamış bir müzisyen
de zannediyorum ki henüz eline fırça
almamış bir ressam. Sanat dairesine
adım atmış olanların birbirleriyle
doğaları gereği akraba olduklarına
inanıyorum. Onların, hayatı anlama ve
yorumlama biçimleri, o daire içerisinde
yer almanyanlara göre zannediyorum
ki çok daha birbirine benzer. Sözgelimi
bir tiyatro oyunu yazarının Kabataş
sırtlarından Kızkulesi’ne baktığında
gördüğü, bir romancının o anda
gördükleriyle nitelik olarak diğer
insanlara göre, daha çok benzeşir.
Fotoğrafa geçiş sürecim üzerine
konuşmadan once yukarıda
bahsettiklerimi yazmayı zorunlu
gördüm. Çünkü benim için fotoğrafa
başlayış hiç olmadı ancak geçiş söz
konusuydu.Üniversitenin ilk yıllarında
küçük bir tiyatro grubu için bir oyun
yazmak durumundaydım ve ikinci
perdenin ortalarına geldiğimde,
yazdığım tüm sahnelerin, odanın
içerinde keskin görüntülerle belirip
belirip yıkıldığını fark ettim. Bir süre
sonra oyunu tamamlamam, aslında
sadece her detayını kolaylıkla
görebildiğim görüntülere bakıp, onları
kağıda aktarmam demekti. Sonra bu
"görüntüler"in fotoğrafını çekebilir miyim
diye sorduğum an, benim fotoğraf
serüvenimin başladığı andı. Her ne
kadar, fotoğraf dairesine "kurgusal"
fotoğrafı hayal ederek dahil oldumsa
da, kendimi sokak çekerken buldum.
İçinde insan olmayan fotoğrafla
ilgilenmiyorum. Dahası içinde insan
55
odak noktası
olmayan her fotoğraf eksiktir bence.
Bu yüzdendir ki, dünyanın en güzel
manzarası, en kötü portresi kadar
kıymet taşımıyor gözümde. Yani insan
olmalı diyorum karede; hiç olmadı
gölgesi düşsün bir kenara, kendi
olmasa da rüzgarda uçan şapkası
girsin kadraja, yüzünü görmeyelim ama
tükürüğü en azından uçuşsun havada.
Sanat, kendisini dinleyen, izleyen,
okuyan bir insan olmadığında
nasıl ki onun "güzel" olduğunu
söyleyebilecek bir şahitten mahrum
kalırsa, bir şehir, sokak fotoğrafı
da, içinde gezinen bir çift sevgili,
bir çocuk olmaksızın, sadece bir
yapıdır nazarımda. Makinamla
sokağa çıktığımda, İstanbul’un en
mutlu adamıyım ben. Kendime ait bir
yürüme parkurum var. Bu parkuru,
her gün çevresindeki yeni sokak ve
56
geçitleri de keşfetmemle birlikte,
sürekli dallar veren kocaman bir çınara
benzetiyorum. Yapım gereği çekinmek
doğamda yok. Bu bana büyük
kolaylık sağlıyor. Sokakta fotoğraf
çekerken, insanlara çok sırnaşmam,
çok muhabbet etmem, izin almam,
onay beklemem. Arabesk bir "çeker
giderim" halini daha doğru buluyorum.
Hoşlanmayacak olduğunu hissettiğim
kişiler, iyi fotoğraf verecekse "saygı"yı
pek umursamıyorum. Saygısız da
olabilirim iyi bir fotoğraf için. Genel kanı
fotoğrafçının olabildiğince görünmez
olması gerektiği yönündedir ama bence
bazen de fotoğrafçı insanlar yokmuş
gibi yapmalı.
Evimde küçük bir baskı cihazım
var. Fotoğraf hediye etmeyi bir
alışkanlık haline getirdim. Renkli
zarflara fotoğrafları yerleştirip, bir
adrese postalamayı, bunu yaparken
fotoğraftaki kişiyle aramızda geçen
konuşmaları bir gülümsemeyle
hatırlamayı seviyorum.
Sokak fotoğrafı literatürde kendi
içinde dallara ayrılıyor. Ancak bence
sokak fotoğrafı "durum" ve "olay" diye
ikiye ayrılır. Örneğin iskele üzerindeki
adamın bira şişesini bir martıya doğru
atması bir olay iken, üzerinden martı
geçen iskeledeki adam bir durumdur.
Her ikisi de fazlasıyla ilgimi çekiyor.
Tabi insanın gözünün gelişmesi
ve kadraj anlayışının oturmasıyla
birlikte, gördüklerini fotoğraflama
şekli de değişiyor. Fotoğrafa ilk
geçtiğim dönemde, iskeledeki adamı
yakınlaştırıp çekmekle bir hüzün
duygusu elde edeceğimi zannederken,
şimdi o adamı, bir şehir silüetinin
içerisinde, bir martının altında ve
koyu siyah suların üzerinde, yani bir
atmosferle birlikte fotoğraflamayı,
yakalamak istediğim bu hüzün
duygusuna erişmek için daha uygun
buluyorum. Şehirdeki fotoğraf, bir de
bu İstanbul ise, hüznü içermeksizin ne
kadar başarılı olur bilmiyorum.
Bu bağlamda Ahmet Rasim'in
"Manzaranın güzelliği hüznünde yatar"
sözü benim için tam bir el feneri.
Ancak buradaki mesele ise o hüzün
duygusunu nasıl yakalayacağımızdır.
Ben kendi fotoğraflarım itibariyle bu
duyguyu yakalayıp, yakalayamadığımı
bilmiyorum ama nasıl yakalanabileceği
ile ilgili bir fikrim var.
Fotoğrafı çeken kişi neyi çeker aslında?
Bence yine kendisini. Elinde makinayla
şehirde fotoğraf arayan kişi bence
farkında olmadan kendisini arar durur.
Neşe içerisinde -ki bir fotoğrafçının
fazla neşeli olmasını yakıştırmıyorumdolanan bir fotoğrafçıyı, yine şehirdeki
neşe çağırır ve o kişi onu bulur. Eğer
bunu doğru kabul edersek, fotoğrafçı
tüm neşesine rağmen, bir yerlerinde
bir hüznü taşımadığı taktirde, şehirdeki
hüznü farkedebilmesi yalnızca bir şans
işidir. Bunu ben, hüznü en iyi yansıtan
fotoğraflarımı çektiğim günlerdeki
kendi hüznümden biliyorum.
Fazla uzatmadan ekipmanla ilgili de
birkaç şey söylemek isterim. Klasik
manada "ekipman hiçbir şey, göz her
şey" fikrine pek katılmıyorum. İnanın
"mont blanc" marka bir dolmakalemi,
parmaklarınız arasına alırsanız, yazmak
isterseniz. Yazdığınız iyi olur kötü olur,
o ayrıdır, ama yazarsınız; hatta yazmak
için çıldırabilirsiniz.
Ben fotoğrafa bir analog makina olan
Canon A-1 ile başladım ve bir buçuk
sene aralıksız bu filmli makinayı
kullandım. Dijitale geçmem ikinci
senenin başındaydı. Daha sonra
birçok dijital makina kullandım; şu an
Canon 5D Mark II taşıyorum. Bundan
önceki makinamla kıyasladığım
zaman, görüyorum ki bu makina bana
neredeyse "çek" diye emrediyor ve ben
bu emri yerine getiriyorum. Yani benim
inandığım, fotoğrafçı kendi imkanları
dahilinde en iyi ekipmana sahip
olmalıdır. Bu ona, bir fotoğrafçının
57
odak noktası
58
içinde bulunması gereken atmosferi
yaşamasını sağlar.
Objektifte ise aynı şeyi farklı şekilde
düşünüyorum. Tek lens takıyorum
makinama genelde. 20 mm. En iyi
fotoğraflarımı da onunla çekiyorum.
Zaman zaman uzaklık -yakınlık sorunu
yaşasam da, bu lense "mecbur"
kalmanın yaratıcılıkla bir ilgisi olduğunu
düşünüyorum. Bir başka deyişle,
mecburiyet yaratır, mecbur kalan
yaratıcıdır, yaratıcılık mecburiyetten
de beslenir, mecburen yaratır mecbur
kalan. Lens çeşitliliğindense, bir lensin
en iyisinin daha anlamlı olduğunu
düşünüyorum.
Tabi tüm bunların olması iyi fotoğrafı
üretmek için yeterli olduğunu
söyleyemeyiz. Ben fotoğrafçının diğer
sanat dallarından da beslenmesi
gerektiğine inanıyorum. Fotoğrafçı
iyi bir kitap okuyucusu, iyi bir müzik
dinleyicisi, iyi filmler seyircisi de
olmalıdır aynı zamanda. Fotoğrafçı,
bir uzak doğu resmine baktığında, en
azından bir şeyler hissedebilmeli ve
düşünebilmelidir de. Eğer bir Tarkovski
filmi, ya da bir Vivaldi bestesi ilginizi
çekmiyorsa, gözünüzün gelişmesi için
dua etmelisiniz. Çünkü aslında gelişen
göz değildir, gelişen sizsinizdir, içinde
bulunduğunuz bilgi ve ruh durumu.
İnanıyorum ki, bugün makinamızı
elimizden bırakalım ve Dostoyevski'nin
"Karamazov Kardeşler"ini okuyalım,
kitap bittiğinde çektiğimiz şeyler
değişecektir. Sokakta, nasıl ki kendinizi
ararsınız, bununla birlikte içinizdeki
her şeyi. Siz ne kadarsanız, sanıyorum
ki fotoğrafınız da o kadar olacaktır.
Kadrajdaki estetik kaygılarımız,
resimden ve müzikten de beslenecektir.
Hepimizin, fotoğraflarını hayranlıkla
izlediği Ara Güler'in "Babil'den Sonra
Yaşayacağız" isimli bir hikaye kitabı
yazarı olduğunu hatırlamakta fayda
var. Uzun lafın kısası benim fotoğraf
anlayışım, yukarıda bahsettiğim
temellerde yükseliyor.”
59
60
61
gezi - yorum
Ben giderum Batum’a da...
Yazının başlığından da anlayabileceğiniz üzere bu sayıda yine bir
komşuya ya da şöyle diyelim aynı apartmanda kapı komşumuz
olan yakın bir akrabaya ziyaretimiz... Batum aslında tarihin cilvesi
olmasa şu an Türkiye’nin sınırları içinde yer alacak olan bir
Karadeniz şehri, -abartmış olmak istemem ama- belki de en güzeli.
TARİHE MERAKLI olmayanlar için
küçük bir hatırlatma yapmak lazım
tabi. 16.yüzyılda Kanuni tarafından
fethedilen ve Osmanlı İmparatorluğu
döneminde üç yüzyıl boyunca Lazistan
Sancağı’nın merkezi olan Batum,
aslında Misak-ı Milli sınırları içinde
yer alan ve ilk meclise altı milletvekili
gönderen bir vilayet iken, sonrasındaki
gelişmeler sonucunda maalesef
62
Moskova ve Kars antlaşmaları ile çizilen
kuzeydoğu sınırlarımızın dışında kalmış.
Aslında belki de evlatlık verilmiş demeli
çünkü –biraz matruşka gibi olacak
ama sıralamak gerekirse- Sovyet
Gürcistan’ına, dolayısıyla SSCB’ye
bağlı Acaristan Özerk Cumhuriyeti’nin
başkenti olan Batum, bölgenin özerkliği
Türkiye’nin garantörlüğünde kalacak
şekilde, yani sınırları içindeki halkın
Yazı ve fotoğraflar:
Özgür Çakır
etnik ve dini kimliğine kesinlikle
müdahale edilmeyeceğinin sözü
alınarak, gözden çıkarılmış. Amma
velakin sonrasında gelen soğuk savaş
dönemi boyunca inen demir perde ile
de Batum çok yakın ama bir o kadar da
uzak eski bir hatıraya dönüşüvermiş.
Böylece yazının başlığında bir hinlik
yaparak çoktan dilinize dolamış
olduğum türkünün kahramanlarından
olan nazlı dilber ve – belki de bu yazıyı
okuyan bazılarınızın soyağacında
olduğu gibi- binlerce ailenin bazı
fertleri de sınırın öte yanında kalmış.
Sonrası ise malumunuz olduğu üzere
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası
bağımsızlığını ilan eden Gürcistan’ın
halen varlığını sürdüren özerk
bölgelerinden birinin başkenti olarak bu
gezi yazısının konu başlığı oluvermiş.
Yakın derken sadece tarihten ve
akrabalık hallerinden bahsetmiyorum.
Fiziki olarak bir yakın olma hali
bu. Çünkü bu yazıyı okuduktan
sonra önümüzdeki hafta sonu için
planladığınız söz gelimi İzmir ya da
İstanbul seyahatinin yerini alacak
olan Batum, sınırın 20 km, mesela
Rize şehir merkezinin ise sadece 90
km doğusunda yer alıyor. Öyle ki
biraz da Karadeniz sahili boyunca
uzanan otoyolun sağladığı kolaylıkla
bugünlerde Rize ve Artvin’de hatta
Trabzon’da yaşayanlar için herhangi bir
Karadeniz şehrinden farkı da kalmamış
durumda. Henüz akaryakıtta vergiyi
keşfetmemiş olan Gürcü hükümetinin
de bu duruma katkısı olduğunun altını
çizmek lazım. Rize’nin Pazar ilçesinde
63
gezi - yorum
yaşayıp mahalle kasabı Batum’da
olan tanıdıklarım var dersem mevzu
zihninizde biraz daha aydınlanacaktır
sanırım.
Batum’a ulaşmak için TAV’ın
yapıp işlettiği Batum Havaalanı’na
İstanbul’dan direk bir uçuşu tercih
edebileceğiniz gibi iç hat uçuşu
kolaylık ve ekonomisi ile Trabzon’a
uçabilir ve hatta araya bir de
Karadeniz turu sıkıştırıp gezinizi Sarp
sınır kapısı marifetiyle Batum’da
sonlandırabilirsiniz. 2006 yılında
karşılıklı vizeleri kaldırdığımız Gürcistan
ile Eylül 2011’den itibaren pasaporta
gerek olmadan sadece nüfus cüzdanı
ile bile seyahat edilebilmesini sağlayan
bir düzenleme de yapılmış durumda.
Trabzon sonrası karayolu ile ulaşımı
tercih edenler için alternatiflerden ilki
özel bir seyahat firmasının otobüs
seferleri, bir diğeri ise Sarp’a kadar
64
herhangi bir vasıta ile ulaşıp sınırı
yürüyerek geçmek. Ben şiddetle
ikincisini önereceğim. Çünkü yurtdışına
elini kolunu sallayarak ve yürüyerek
çıkabilmek gerçekten çok keyifli bir
his, tabi sınırı sizinle birlikte geçecek
herhangi bir motorlu taşıtın ve size eşlik
eden diğer yolcuların vize işlemlerini
beklemeden geçmenin dayanılmaz
hafifliği de cabası. Türk gümrüğünü
geçtikten sonra daha ilk adımda
Gürcü tarafı sizi şaşırtmayı başaracak.
Daha önce bizim tarafa kıyasla bir
gecekondu izlenimi veren gümrük
binaları yenilenmiş ve post-modern
bir mimariyle beyaz ve büyük bir ağaç
heykelini çağrıştıran devasa bir binaya
dönüşmüş. Birkaç sene öncesinin
asık suratlı polis ve gişe memurlarının
yerini ise gayet güler yüzlü sempatik
gençler alıvermiş. Gümrüğü geçtikten
hemen sonra ise bir başka ani değişim
dikkatinizi çekecek. İlginç bir şekilde
bizim klasik Karadeniz sahili görüntüsü
birden bire herhangi bir sayfiye
yerinden farksız, plajlarda insanların
güneşlendiği, sınırı geçme telaşındaki
insanlar dışında, hayatın gayet yavaş
aktığı bir tür yaz filmi platosuna
dönüşecek.
Daha içerilere geçmeden para
değişimini yapmak fena fikir değil
diyerek Gürcü para biriminin “lari”
olduğunu ve Türk lirasına kıyasla 0.92
çarpanla biraz daha kıymetli olduğunu
belirteyim. Paraları biraz daha kıymetli
ama -vizelerin kalktığı ilk yıllardaki
kadar olmasa da- hayat ucuz demeyi
de ihmal etmeyeyim ki gözünüz
korkmasın. Bir devlet memuru maaşının
ortalama 100 lari olduğu kent gerçekten
çok ucuz. Genel olarak art niyetli
bir turist avcısına denk gelmedikçe
Gürcistan’da karşılaşacağınız fiyatlar
sizi memnun edecek türden. Sınır
kapısından sonrası için en makul tercih
Türkçe bilen bir şöförle taksi kiralamak.
Zira İngilizce ile anlaşabileceğiniz kişi
sayısı çok az ve alfabeleri de latin
harflerini barındırmadığından en akıllıca
çözüm bu. Ama neyse ki hem tarihsel
bağlar, akrabalık ve komşuluk ilişkileri
hem de Türkçe’nin Gürcistan’da
yabancı dil olarak okutuluyor olması
dolayısıyla üç aşağı beş yukarı herkes
Türkçe’ye biraz aşina, iyi seviyede
konuşanların sayısı da azımsanacak
gibi değil. Lazca bilenler ise biraz
daha şanslı çünkü Gürcüce ile ve
hatta bölgede konuşulan bir başka
dil olan Megrelce ile Lazca arasında
Kafkas dilleri ailesinin aynı kolunda
kardeş diller olmaları dolayısıyla
büyük benzerlikler var ve neredeyse
başka hiçbir lisana ihtiyaç duymadan
anlaşabilmeniz mümkün. Eğer günü
birlik bir Batum ziyareti ise aklınızdaki,
taksici ile sizi gezdirecek ve bütün
günü sizinle birlikte geçirecek şekilde
pazarlık yapmanızı da öneririm. Bu
sayede rehberlik hizmetini de aradan
çıkarmış olacaksınız. Taksi şöförünüzü
seçerken aracın modelini değil şöförün
modelini bir başka kriter olarak
almanızda fayda var. Çünkü Batum’da
yaşamış ve yaşı 50’yi devirmiş biri, hele
biraz da tarih ve sosyolojiye meraklı
biri ise, size şehiri anlatırken farkında
olmadan herhangi başka birisinin
başaramayacağı kadar çok detayla
anlatacaktır; tecrübeyle sabit.
Gürcü ve Türk taraflarının paylaştığı,
sınır kapısının bulunduğu Sarp
Köyü’nden Batum şehir merkezine
eğlenceli ve kısa bir yolculuk sizi
bekliyor. Yolun solunda Batum’un en
güzel plajlarını izlerken sağ taraftaki
yeşil aynı yeşil olsa da dağların bizim
kıyılardakinden farklı olarak giderek
sizden ve sahilden uzaklaştığını fark
edeceksiniz. Bir süre sonra da büyük
bir nehrin üzerinden geçeceksiniz.
Evet, Çoruh nehrinin denize döküldüğü
geniş ve bereketli ova üzerindesiniz.
İşte bu sebeple Doğu Karadeniz’de
yağışlı bir gün olsa da coğrafi yapı
gereği yağmur bulutlarının takılacağı
dağlar daha geride olduğundan
Batum’da güneşli bir hava olma
ihtimali var. Ki zaten yine bu sebeple
mikroklima özelliği ile diğer Karadeniz
şehirlerinden ayrılan ve Akdeniz
iklimini yaşayan bir şehirdesiniz. Bu
yazdıklarımdan çıkarılacak sonuç ise
uygun mevsimdeyseniz her an denize
girebileceğiniz ihtimalini düşünerek
bavul hazırlamanız gerekliliği.
Batum’a doğru seyir halindeyken
sizi şaşırtacak şeylerden biri de yol
boyunca sağlı sollu yerleşmiş olan,
Karadeniz’de değil de tropikal iklimi
olan bir yerdeymişsiniz hissi veren
devasa Okaliptus ağaçları olacak.
Sovyet Rusya döneminde -Gürcü asıllı
olan- Stalin bu ağaçları su çekme
özellikleri nedeniyle Avustralya’dan
getirtmiş ve Çoruh’un suları ile yer yer
bataklığa dönüşen havzayı kurutmayı
başarmış. Türküdeki “Ben giderim
Batum’a da Batum’un batağına” diyen
aşık olmasa da sonraki kuşaklar bu
dertten böylece kurtulmuş olmuş.
“Okaliptus olunca koala da olur mu
acaba?” diye düşünenlere yanıtım
maalesef hayır. Ama yol boyunca
yine Karadeniz sahilinde bizim tarafta
otlatılacak bir mera olmadığı için yazın
yayla seyahatleri dışında ahırlara
kapatılan ineklerin resmi geçidine şahit
olacaksınız. Evet iriler ama korkmayın
uysal hayvanlar. Biraz ileride yol
üstünde çok güzel bir şelale, önünde
bir aziz heykeli ve kalabalık bir insan
topluluğu göreceksiniz ve bu mekanın
bizim Telli Baba türbelerinin bir başka
muadili olduğunu da şöförünüzden
öğreneceksiniz. Sarp’tan Batum’a olan
kısa yolculuğunuzda sol tarafınızda
kalacak olan geniş arazi ve harabeye
dönmüş olan gözetleme kulelerini
görünce eski havaalanı olabileceğini
düşüneceğiniz alan ise aslında Rus
ordusunun eski tatbikat sahası ve
bugünlerde yine ineklerin işgali altında.
Tabi bir de sınırın öte yanında kalan
yayları da hesaba katınca bizim inekler
için üzülmemek gerçekten elde değil.
Batum’a varmadan geçeceğiniz Gonio
kasabasında ise Apsaros Kalesi var
ve tarihi 2500 yılı bulan bu kalenin dış
surları neredeyse kusursuz bir şekilde
ayakta. Kalede İsa’nın 12 havarisinden
olan Aziz Matthias’ın anıt mezarı ve
kivi, mandalina, mısır, lahana ve üzüm
ekili bağ bahçeler mevcut. Hazır yeri
gelmişken belirtmekte fayda var;
Gürcistan Hristiyanlığı kabul eden ilk
devlet, yani krallık ve sanırım adı geçen
Aziz Matthias’ın da bu işte bir parmağı
var.
Bu arada Batum’da daha uzun süre
kalıp ekonomik bir deniz tatili yapmak
isteyenler için özellikle Karadeniz’in
en uzun plajının olduğu Gonia
bölgesinde çok sayıda küçük pansiyon
ve motelin hizmet verdiğinin de altını
çizelim. Tercihinizi mevsimlerden
yaz için kullandıysanız bu bölgede
ve şehir merkezinde Antalya’dan
farksız, hatta daha da belirgin bir
yazlık mekandaymışsınız hissine
kapılacaksınız. Bir kısmı neredeyse
pala bıyıklı olan orta yaş üstü
geleneksel siyah kıyafetleri içindeki
Gürcü kadınlar dışındaki Batumlular ve
tabi özellikle gençler caddelerde, kıyıda
ve neredeyse her yerde deniz kıyafetleri
ve mayoları ile dolaşmaktalar.
Batum’u diğer Karadeniz şehirlerinden
ayıran önemli özelliklerinden biri
de pek tabi dar alanlara sığmaya
çalışan değil geniş bir ovada çok iyi
planlanmış bir şehir olması. Öyle ki
Nazım Hikmet’in Batum’u bir satranç
tahtasına benzettiği rivayet edilir.
Gerçekten de Rus şehir planlamasının
–aslında bir örneğini Kars’ta da
görebileceğiniz- önemli özelliği olan
geniş bulvarlar, caddeler ve düzenli
yerleştirilmiş sokaklarıyla Türkiye gibi
çoğunluğu karmaşadan ibaret şekilde
planlanmış şehirlerde yaşayan bizler
için ibretlik bir durum söz konusu. Bu
yüzden de 5-6 sene önce çok fakir bir
devletin fakir bir şehri görünümünde
olan Batum batı sermayesi ile tanışınca
yenilenen yolları ve restore edilen
binalarıyla bugün her gideni şaşırtacak
ve kendinizi sınırın sadece 20 km
uzağında olmanıza rağmen herhangi
bir Orta Avrupa kentinde hissettirecek
kadar güzelleşmiş durumda. Sovyet
Rusya döneminde iken ülkenin en
güney ucunda yer alması dolayısıyla
65
gezi - yorum
Rusların tatil için akın ettiği ve etrafının
yazlıklarla çevrelendiği bir yazlık kent
iken bugünlerde hedefine ek olarak
Batı ülkelerini de alan bir turizm
şehri olma iddiasında. Hali hazırda
uluslararası büyük otel zincirlerinden
birkaç tanesinin şubesi mevcut olan
şehirde en büyük inşaatlar da yine
diğer büyük otellere ve casinolara ait.
ABD sermayesini çekmeyi başaran ve
stratejik ortaklığını benimseyen Gürcü
yönetiminin hedefinin Batum’u bölgenin
Las Vegas’ı yapmak olduğu fikri sıkça
dile gelen ve yavaş yavaş da gün
yüzüne çıkan bir durum.
Aslında yine çok kültürlü, kozmopolit
bir demografik yapı ile karşı karşıyayız.
Çünkü yaz aylarında nüfusu 400.000’i
bulan Batum’da birçok kültür bir
arada yaşıyor: Gürcüler, Ruslar,
Rumlar, Ermeniler, Azeriler, Lazlar
ve Türkler. Özellikle yabancı bir
ülkede bir süreliğine de olsa kendini
evinde hissetmek isteyenler Osmanlı
66
döneminden kalma, Acara Beyi Arslan
Beg’in iki Laz kardeşe yaptırdığı ve
şehirdeki tek etkin cami olan Orta
Camii’nin bulunduğu Türk mahallesinde
soluklanabilir; kahveler, kıraathaneler,
restoranlar, sokakta dolaşanlar ve
çalan müzikler ile buram buram
memleket havası alabilirler.
Nereden başlamalı sorusunun cevabı
biraz uzun ve karışık. Çünkü aslında
Batum öyle kolay kolay bir güne
sığdırılabilecek bir şehir değil. Sadece
parklarını gezmeye kalksanız birkaç
gün vakit ayırmanız gerekir. Bu yüzden
iyisi mi siz bu geziye en az bir hafta
sonunu ayırmış olun ve ilk iş otelinize
yerleşin. Batum’da çok sayıda ve
ekonomik sayılabilecek beş yıldızlı
otel olduğu gibi her bütçeye uygun
konaklama seçenekleri de mevcut.
Tercih sizin.
Otelde fazla vakit kaybetmeden
yollara düşmekte fayda var. Yolun
ve yolculuğun yorgunluğu atmanın
en güzel yolu ise önce denize
merhaba demek. Neredeyse tüm
sahili boyunca denize girilen ve
sahil ile şehir arasında belki de
dünyanın en güzel parklarından birini
barındıran bir şehir Batum. Önce
bir banka yerleşip havuzlardaki su
fiskiyelerinin sabaha kadar süren
dansını izleyebilir, sonra mesela
arzu ederseniz Olimpik Buz pistinde
üçlü salto yapmayı deneyebilirsiniz.
Batum Devlet Parkı (Milli Park)
Karadeniz kıyısında bulunuyor. Bir
binalar tarlasına benzeyen kentin
ortasında, yemyeşil bir ada gibi. Kentte
taçsız kral olarak nitelenen şair İlya
Çavçavadze ile Gürcü edebiyatının
önemli isimleri, sanatçılar ve devlet
adamlarının heykellerinin süslediği
park uzun yürüyüş parkurları, buz
pisti, lunaparkı, yunus gösteri merkezi,
akvaryumu, göleti, plajları ve sahil
kahveleriyle aslında devasa bir gezi
ve eğlence alanı. Ve aslında sadece
bu parktaki heykellerin nitelik ve
nicelikleri bile sizi ne kadar büyük
bir entelektüel kapasitesiye sahip bir
şehirde olduğunuzu anlatacak türden.
Gürcistan SSCB döneminde komünist
sistemde uzun yıllar geçirmiş olsa da
Gürcüler kendilerine has kültür, dil ve
alfabelerini korumuş. Batumlular yerel
özelliklerini korumanın yanında sistemi
çok katı şekilde yaşamış, bu sayede
de en önemli getirisi olarak kültür ve
sanata eğilimi olan bir halka dönüşmüş.
Bu yüzden yolunuzun düşeceği bir köy
evinde orijinal Dostoyevski okuyanlar
görünce, şöförünüz sizi beklerken
hemen kitaba sarılınca ve o akşamki
operaya gitmeye niyetlenip biletlerin
haftalar önceden tükendiğini duyunca
sakın şaşırmayın.
Batum’u tanımanın en iyi yolu hiç
şüphesiz geniş bulvarlar ve caddeler
boyunca uzun yürüyüşler yapmak.
Sahildeki parkın hemen arkasındaki
67
gezi - yorum
büyük bulvarın arkasında Acara
Özerk Cumhuriyeti parlamento binası
ve başkanlık sarayının bulunduğu
meydanda Altın Post Efsanesi ve
Arganotları konu alan heykel bulunuyor.
Mitolojiye meraklı olanlar bilirler
altın postlu koç gücü, sonsuzluğu,
egemenliği ve dünya liderliğini
sembolize ediyor ve efsaneye göre bu
altın postlu koçu kim yenerse dünyayı
da onun yöneteceğine inanılıyor.
Mitolojide altın postlu koçun peşine
düşen antik Yunan kolonilerinden
Argonotların zorlu deniz yolculuğundan
sonra karaya çıktıkları yer Batum ve
bir kısmı gerçek altından yapılmış olan
söz konusu heykel de tam bu efsaneyi
anlatan işlemelerle süslü. Gürcistan’a
Rusya ve ABD’nin özel ilgi ve yakın
markajını düşününce efsaneye inanmak
için yeter sebep de var görünüyor.
Tarihçi ve etnograf Khariton
Akhvlediani’nin ismini taşıyan Acara
Devlet Müzesi de yakınlarda. Dört katlı,
geniş ve son derece iyi düzenlenmiş
müze zengin bir koleksiyona sahip.
Hazır uğramışken gezebileceğiniz
Doğa Müzesi de aynı çatı altında.
Burada öğrencilik yıllarınıza kısa bir
dönüş yapıp Karadeniz’de 147 tür
balık çeşidi bulunduğunu ve 200 metre
derinliğin altında yaşam bulunmadığını
hatırlayabilirsiniz. Geçen yıllarda 100
yaşını kutlamış olan ve bunun şerefine
bahçeye yerleştirilen, Gürcü balıkçılar
tarafından avlandığı söylenen balina
iskeleti ise bence en ilginç obje.
Meraklıları için Sanat Müzesi’nde
Ayvazovski’nin orijinal eserlerini görme
şansı olduğunu da belirtmeli. Aynı
bölgede yer alan kentin iki merkez
caddesi Baratashvili ve Abashidze
caddelerinin kesiştiği noktada yükselen
eski postane binası ise mimariye
ilgisi olanları mutlu edecek bir türden
karakteristik bir yapı. 20. yüzyılda
yapılmasına karşın, Gürcü mimari
karakterini yansıttığı söyleniyor. Bu
arada enteresan bir şekilde neredeyse
tüm devlet kurumlarının girişinde
Gürcü bayrağı ve bazılarında Acaristan
flamalarının yanında mutlaka kocaman
Avrupa birliği bayrakları asılı. Halkın ne
68
kadar benimsediğini bilemiyorum ama
Sakaashvili hedefine Avrupa’yı koymuş
o çok açık. Gün gelir de bir gün
Gürcistan AB üyesi olur mu bilemem
ama olursa da bizden önce olur mu
acaba diye düşünmemek elde değil.
Tabi bu sadece görsellikle ilgili bir
çaba değil. Henüz bir aday ülke olmasa
da şehirleşme ve toplumsal hayattaki
gelişmeler bu yönde ciddi bir çaba
olduğunu da gösteriyor. Daha önce
gümrükteki değişimden bahsetmiştim.
Aynı şekilde birkaç sene önce mafyanın
hüküm sürdüğü, ilk merhaba dediğim
Gürcünün bana silah satmaya kalkıştığı
şehir -ben de anlatanların yalancısıyım
ama- polis devletine dönüşmeden
mafyadan arındırılabilmiş ve dışardan
göründüğü kadarıyla gerçekten tüm
kuralların ciddiyetle uygulandığı bir
Avrupa şehrinden farksız bugünlerde.
Tüm sürücülerde emniyet kemerleri
takılı, park alanları engelliler için olanlar
dahil organize olmuş, rüşvet bitirilmiş
ve insanlar gerçekten nefes almış.
Tek etkin cami Orta Cami deyince
şehrin her yanının kiliselerle bezeli
olduğunu düşünmemişsinizdir umarım.
Benzer ölçekteki başka bir Avrupa
kentine kıyasla kilise sayısının daha
az olduğunu ve diğerlerinde olduğu
gibi her döndüğünüz köşede sizi
şaşırtacak ebatta bir ihtişamlı kilise ya
da katedralle karşılaşma ihtimalinizin
daha az olduğunu söyleyebilirim.
Altın Koç heykelinin bulunduğu büyük
meydandan liman yönüne doğru
ilerlerken karşınıza çıkacak olan
Meryem Ana Kilisesi şehrin katedrali
durumunda. En büyük ve en gösterişli
kilise olan bu yapı 19. yüzyılda yapılmış
ve görece küçük boyutuna rağmen
görkemli bir mimariye sahip. Girişinde
sessiz ve kibarlığı elden bırakmayan
dilenci kadınlar, içeride ise dini
sahnelerin resmedildiği vitraylarla
çok başarılı bir iç dekorasyon sizi
karşılayacak. Aynı zamanda şehrin
nikah sarayı görevini de üstlendiği
için içeride bir de evlilik törenine
rastlamanız sizi şanslı kılmaz benden
söylemesi.
Eskilerde daha etkin ve önemli
olduğunu tahmin ettiğim, doğal bir
liman olan Batum Limanı bugünlerde
biraz da kentin turistik merkezi olmuş
durumda. Burada yıl boyu kahve
tiryakilerine, sokak müzisyenlerine,
şairlere ve her liman gibi olmazsa
olmaz olan balıkçılara rastlayacaksınız.
Bir bankta soluklanmanın zamanıdır.
Biraz dikkat kesilirseniz sokak
aralarında ya da kentin herhangi bir
köşesinde olduğu gibi rıhtımda da
kulaklarınıza bir akerdeon tınısı mutlaka
çalınacak. Ve çalan kişi mutlaka ne
yaptığını biliyor olacak. Keyfini çıkarın.
Eski Batum sokaklarında ağır bir
sinema havası sezecek ve kim bilir
belki de sosyalizmin izlerinden
olsa gerek neredeyse nostaljik bir
Küba esintisi hissedeceksiniz. Sahil
kısmındaki restore olmuş ya da
yeniden inşa edilmiş binalar içerilere
girdikçe seyrelecek belki ama şehir
biraz daha köhne ve bakımsız olsa da
daha samimi görünecek gözünüze.
SSCB döneminde yapılmış olan
binalar çoğunlukla her sokakta ayrı
apartmanlar olarak değil, sokak
boyunca devam eden yekpare yapılar
şeklinde konumlanmış durumda. Bu
binaların ortasında da ortak kullanılan
ve yola küçük tüneller ile açılan genişçe
bir avlu mevcut. Bir şehri anlamanın
yolu mahremine girmekten geçer
benden söylemesi. Çekinmeden girip
bir merhaba demenizi öneririm çünkü
aniden hayatlarına giren bir yabancı
olsanız da sıcak karşılanacağınızı
söyleyebilirim.
Batum’da alışveriş merkezi ve
süpermarket diye tanımlanacak
büyüklükte bir şey yok. Onun yerine
küçük bakkallar her köşebaşında
ve her yerde döviz bürosu. Sanırım
karlı bir iş ve bunun için özel bir izin
de gerekmiyor zira bazı Gürcüler
arabalarının bagajlarının üzerinde
döviz bürosu işi yapıyorlar. Sahilden
biraz içeri gidince de yine arabaların
kaputunda veya bagaj üstünde kumar
oynayan insanlara da rastlamanız olası.
Kendiniz veya yakınlarınız için hediyelik
69
gezi - yorum
70
olarak çok ucuz olan içkilerden,
özellikle dünyaca ünlü Gürcü
şaraplarından satın alabilirsiniz. Aman
dikkat, çarşı ve dükkanlarda, Türk
Lirası kabul edilmiyor. Bir de kredi kartı
kullanıcıları için küçük bir not: yanınızda
visa kart götürün, master kartı kabul
etmiyorlar. Bu arada komşular da
bizim gibi pazarlığa açıklar, alışveriş
yaparken pazarlık yapmayı unutmayın.
Uygun iklim şartları nedeniyle bölgede,
başta turunçgiller olmak üzere bol
miktarda meyve ve çay yetiştiriliyor.
Petrol rafinericiliği ve gemi yapımcılığı
da eskilerde daha fazla olsa da hala
etkin durumda. Sovyet döneminden
kalma demir çelik fabrikası, kömür
madenleri ve kağıt fabrikaları gibi
belki de otuza yakın büyük işletme
mevcutmuş. Ancak bugünlerde sadece
kalıntılarını görmek mümkün. Zira
Gürcistan bağımsızlığını kazandığında
fabrikalar sahipsiz kalmış ve ekonomik
zorluklarla boğuşan Batum sakinleri de
çivilerine kadar söküp her şeyi hurda
olarak satmışlar.
Şehirde lokantacılık sektörü genel
olarak Türklerin elinde. Sahil
kenarındaki görece lüks sayılabilecek
bölgedeki kafeteryaları saymazsak
sanırım yerel halkın genelinin ekonomik
gücü olmadığı için kafeterya ya da
pastane yok. Ve tabi hala ve belki de
çok şükür ki hazır yemek zincirleri
de... Bunun yerine sıklıkla göreceğiniz
küçük dükkanlarda çiğ börek satan
ve genelde kadınların işlettikleri yerler
var. Şehrin en meşhur restoranı Lazuri.
Avlusu ve bahçesiyle her bir katında
enfes sofraların kurulduğu eski bir
Batum evi. Bahçede bir de votka
damıtma aleti var. Yiyeceklerden en
meşhur ve öne çıkanı ise Kaçapuri
denilen bir tür peynirli pide. Domuz eti
bulunmaması nedeniyle, Türkiye’den
giden turistlerin baş tercihi. Bir de tabi
Khinkhali’den bahsetmek lazım. Bizim
mantının çok iri bir versiyonu dersem
anlaşılacağını tahmin ediyorum.
Bu kadar irileşmiş olan mantı yani
Khinkhali, Gürcülerin çok çalışkan
olmadıklarına dair efsaneyi doğrular
nitelikte. Yani biraz tembel işi olan bu
mantı sos olmadan karabiber ekilerek
tüketiliyor. Gürcüler içkiye özellikle
şaraba çok düşkünler. Artık rehberiniz
de olan şöförünüz içki mevzu açılınca
size durumu şöyle açıklayacak nitekim:
“Türkler hastalanır, ‘ne kadar yaşarım
doktor?’ diye sorar; Gürcüler hastalanır
‘ne zaman içeceğim doktor?’ diye
sorar...” Bütün öğünlerde içki tüketildiği
gibi neredeyse her köşebaşında
da küçük birahaneler ve sokakta iri
fıçılardan bira satılan seyyar tezgahlar
görmek mümkün. Tabi bu kadar içince
adabıyla içmeyi de öğrenmişler ve
“Gürcistan’da içki sarhoş olmak için
içilmez” diyorlar. Ayrıca tek başına
içki içmek de büyük bir ayıp sayılıyor.
Doğruluğunu test etmiş ya da tanık
olmuş değilim ama söylenen o ki
Batum’daki müslümanlar domuz eti
ve şarap’a karşı olan dinsel yasakları
kabullenmemişler ve domuz eti tüketip
bolca şarap içiyorlarmış. Sosyolojiye
meraklı arkadaşlar önden buyursun.
Ve şehirde bolca kahvehane var. Kahve
kültürüyle de ünlü Batum. Hemen
her köşe başında bir kahvehane,
kahve ve aksesuar satan dükkan ya
da atölye bulmak mümkün. Batum
halkı için kış ayları dışında yılın üç
mevsimi, kapı önlerinde, sokaklarda
ve kahvehanelerde, Karadeniz rüzgarı
eşliğinde uzun kahve sohbetleri
yapmakla geçiyor ve kahve yaşamın
önemli bir parçası olmuş. Aromatik
olanlardan en koyusuna tat, koku
ve sertlik derecelerine göre onlarca
çeşide ayrılan Batum kahvelerinin
sihirli bir zindelik verdiğine inanılıyor.
Bunların yanında bir de tabi “limonad”
denen alkolsüz bir içecekleri var
ve görünen o ki oldukça popüler.
İsmine bakıp aldanmayın çünkü bu
bir limonata değil. Armut, üzüm ve
elma meyvelerinin aromalarından
yapılan bir tür gazlı içecek. Üstelik
bir de felsefik yanı var şimdilerde
nostaljik kalan. Sosyalist dönemde
iken kolaya seçenek olarak ve
kolanın yaygınlaşmasına muhalefet
için üretilmiş. Tadı biraz şekerli ve
öksürük şurubunu andırsa da beğenme
ihtimalinizi hesaba katarak 1 lariyi
gözden çıkarmak fena fikir değil.
Batum’da mutlaka görülmesi gereken
en önemli duraklardan biri de dünyaca
ünlü olan “Batumski Botaniciski
Sad” yani Botanik Bahçesi. Şehir
merkezinden 8-10 km. kadar uzaklıkta
konumlanan bu küçük orman dünyanın
ikinci büyük ve zengin botanik parkı.
Girişte yer alan bambu ağaçlarıyla
kaplı alandaki telesiyej ise bu gezimizin
adrenalin parkuru. Biraz bakımsız olan
ve sanki Dharma Girişimin elinden
çıkmış izlenimi veren bu telesiyeji
gittiğinizde çalışır durumda bulur
musunuz bilmiyorum. Eğer öyleyse
denemekte fayda var. Bunca yıldır
çalışabildiğine göre pekala sizi de
taşıyabilir değil mi? Yaklaşık 70
yıllık bir geçmişe sahip ve 114 bin
metrekarelik bir alan üzerine kurulu
olan bu ormancıkta binlerce bitki ve
ağaç türü bulunuyor. Parkın büyüklüğü
gözünüzü korkutmasın çünkü
yönlendirmeler gerçekten başarılı.
Umuyorum ki çiseleyen yağmur altında,
bütün parkı gezmek için en az 2 saat
yürümeniz gerekiyor ve inanın bana
her dakikasına değiyor. Binlerce ladin,
okaliptüs, köknar ve çamın yanında
nadir türler olan pavlonya, sakura gibi
bitkileri de görmek mümkün. Dünyanın
dört bir yanından getirilen ağaç ve
fidanlarla, burada 9 bölge oluşturulmuş
ve yaklaşık 120 botanikçiye emanet
edilmiş. Müthiş bir emek ve göz
yaşartıcı bir tarih taşıyor bu ormanda.
Özellikle manolya ağaçlarına
bayılacaksınız. Batum’un sokaklarını,
yamaçlarını, kırlarını bir cennet
bahçesine çeviren ve kentin sembolü
olan manolya bu parkta da her yerde.
Ve tabi “küstüm çiçeği”, utangaç
mimoza ağaçları. İsmini dokununca
kapanıp solmasından alan mimozaların
kokusu gezinin keyfine keyif katıyor. Ve
insan düşünmeden edemiyor Batum’a
ne kadar çok dokunan var bugünlerde.
Küsmeden yetişip görmekte, nostaljisini
yitirmeden ve bozulup küçük Las
Vegas olmadan dünya gözüyle Sovyet
Rusya’yı anlayabilecek bu durağa
uğramakta fayda var.
71
hemzemin
Fotoğraflar: Özgür Çakır
“Güzel atlar ülkesi”nden günlük notları
“Bir gece düş gördüm, kalktım oraya gittim.
Döndüm evime uyudum, düşümde yine
oradaydım. O ülkenin perileri beni yine
çağıracak biliyorum, yine düşeceğim yollarına
o büyülü evrenin.”
UZUN BAYRAM TATİLİNİN ilk durağı
Tuz Gölü... Ankara, Konya ve
Aksaray’ın kesiştiği noktada, hangi
ilimize ait olduğu muamma olan ve
yüzölçümü bakımından Türkiye’nin 2.
büyük gölü olan Tuz Gölü, gözünüzün
alabildiğine uzanan bir beyazlık. İnsana
sonsuzluk hissi veren bu doğa harikası
ile hala tanışmadıysanız, mutlaka
görmeli ve üzerinde yürüyerek o keyfi
tatmalısınız. Ama asıl gezimiz yeni
başlıyor; yolculuğumuz Pers dilinde
“Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen
Kapadokya’ya... Aksaray’dan 20 km
ilerledikten sonra “Kapadokya’nın
72
Nazlıhan Ergin Şevik
güzelliği başlıyor” tabelasıyla birlikte
coğrafi değişiklikleri hayretle izliyoruz.
Kapadokya; Nevşehir, Aksaray, Niğde,
Kayseri ve Kırşehir illerini kapsayan
kocaman bir çember, biz ise Aksaray’ın
turistik açıdan yeni keşfedilen bir ilçesi
Güzelyurt’ta yani eski adıyla Gelveri’de
kalmayı tercih ediyoruz. Evleriyle
meşhur Gelveri’de konaklama için
yörenin mimarisini taşıyan kemerli bir
konağa yerleşiyoruz. Yerde yöresel
kilimleri, duvarlarında Hitit güneşi
tablosu ve iğne oyasından yapılmış
gelin keseleri bulunan, taş, ahşap ve
kadifenin uyumunu gözler önüne seren
bir dekorasyon hâkim bu konaklara.
Aslında bu topraklarda yaşamış
birbirinden farklı medeniyetlere ait
tarihsel izlerin harmanlanması şeklinde
dekore edilmiş de diyebiliriz.
Öğlen vardığımız otelde gezi
alternatifler hakkında bilgi edindikten
sonra ilk günümüzü yakın civarda
tamamlamaya karar veriyoruz. Otelin
etrafında başlayan Manastırlar Vadisi
heybetli duruşuyla, kayalıkların
arasından akan suyu ve söğütleri
ile karşılıyor bizi. Bilinen 28 tane
kaya olma kilise, şapel ve yeraltı
şehri bulunan vadide Hıristiyanlığın
Anadolu’da yayılmasını sağlayan
ve bölgenin üç büyük azizinden biri
olarak kabul edilen “Aziz Gregorios”
adına 385 yılından yaptırıldığı tahmin
edilen kiliseye gidiyoruz. 1924
mübadelesinden sonra cami olarak
kullanılan St.Gregorios Kilisesi bu
nedenle Cami Kilise olarak anılıyor.
Ardından kapalı Yunan haçı planlı,
tamamen kayaya oyulan Sivişli Kilise’yi
gezip hemen üzerindeki Panoramik
Seyir Terası’ndan baktığımızda
Kapadokya’nın mimarlarından Hasan
Dağı’nın eteklerine yaslanmış, bir
kısmı halen ev olarak kullanılan doğal
kaya oyuntularının ve uzakta masmavi
parlayan Güzelyurt Göleti’nin ortasında
muhteşem bir noktada olduğumuzu
anlıyoruz. Fotoğraf makinesi şimdiden
bizden bezmiş durumda.
Güneş batmadan 3 km batımızda
Güzelyurt Göleti’ni daha yakından
görebileceğimiz 19.yy yapısı olan
doğal bir kayaya inşa edilmiş Yüksek
Kilise’ye gidiyoruz. Bir tarafı Hasan
73
hemzemin
Dağı’nın kudretli tepelerine, bir tarafı
sakin gölete bakan kilisede bir büyük
güneşi devirip, otele dönüyoruz. Biber,
sarımsak, domates ile saçta kavrulan
kuzu etinden oluşan yöresel Gelveri
Tava yiyip, Nevşehir Uçhisar’da yetişen
kalecik karası üzümlerinden elde edilen
güzel bir şarapla otelimizin terasında
güne veda ediyoruz.
İkinci gün doğal tereyağı, köy peyniri,
bal ve mis gibi pideyle kahvaltı ettikten
sonra düşüyoruz yollara. Güzelyurt’tan
Nevşehir-Avanos’a uzanan 80 km’lik
gezi rotamızı çizip ilk durağımızı
belirliyoruz; Nar Gölü. Kendiliğinden
oluşan ve termal su çıkan bu göl aynı
zamanda “Krater Gölü” olarak da
anılıyor. Gerçekten ünlü bir ressamın
fırçasından çıkmış gibi burası.
Güzelyurt’tan 52 km sonra vardığımız
Derinkuyu, ismini halkın içme suyunu
60-70 metre derinliğindeki kuyulardan
temin etmesinden almış. Önce tavanını
İsa, Meryem Ana ve dört büyük meleğin
baş harflerinin (C,A,M,İ) süslediği Aziz
Theodoros Trion Kilisesi’ne giriyoruz.
Kilisenin kapısında kendi yaptıkları bez
bebekleri satan köylü teyzeler ve birkaç
köylü çocuk karşılıyor bizi. “Cemalım”
türküsünü söylüyoruz hep birlikte.
Çocukların rehberliğinde dinliyoruz
tarihin hikayelerini… 19 metrelik
Türkiye’nin en büyük Atatürk Heykeli’ni
ve ülkemizin tek üçgen minareli camisi
Üçgen Cami’yi anlatıyorlar.
Unesco tarafından kültür mirası
olarak kabul edilen ve Kapadokya’nın
36 yeraltı şehrinin en büyük yeraltı
şehri olan Derinkuyu Yer altı Şehri’ne
gidiyoruz. 8 katlı olan Derinkuyu
Yer altı Şehri ve aslında tüm yer
altı şehirleri iki nedenle kurulmuş.
Birincisi olası tehlikelere ve tehditlere
karşı sığınma ve saklama amaçlı
daha derinlere, diğeri ise normal
yaşam amaçlı yeryüzüne daha yakın
olanlar. Bu yapılar doğal “Tüf”lerin
oyulmasıyla oluşturulmuş. Tüfler ise
yanardağların püskürttüğü kül, kum
ve lavın karışımından oluşuyor. Yer altı
şehirlerinin her bölümünde şehirdeki
diğer evlere gizli geçitler bulunuyor.
74
Savaş zamanı insanlar içlerine mutfak,
oturma odaları, erzak depoları ve
şaraphaneler yaptıkları bu yer altı
şehirlerine gizlenip orada yaşıyorlarmış.
Ve elbette yer altı şehirlerinin olmazsa
olmazları oksijen akışı için ucu bucağı
görünmeyen derin hava bacaları ve
başlangıcından sonu görünmeyen dar
geçit ve tüneller… Derinkuyu’nun en
ilginç tarafı içinde yatay haç formunda
olması yani zeminde bir “T” harfi
şeklindeki kilise... En derin ve ürkütücü
yeriyse uzun bir tünelin sonunda
bulunan mezar odası...
Derinkuyu’dan Nevşehir’e giderken
Göre kasabasından geçiyoruz. Terk
edilmiş viran taş evlerle dolu bu küçük
kasabada kimse yaşamıyormuş gibi
bir izlenime kapılıyoruz. Sonradan
öğreniyoruz ki 1980’de kasabanın
yerlileri taş evlerin etrafında bulunan
kayalıkların artık tehlike arz ettiğini
düşünerek Göre’nin yeni yerleşim
bölgesindeki apartmanlara göç
etmişler. Eski Göre de hüznüyle öylece
olduğu gibi kalmış. Suları akmasa
da, çöpleri dökülmese de hatırasını
yaşamaya çalışan birkaç aile ile
birlikte…
Göre’den sonra karşımıza çıkan ilk
yer Nevşehir oluyor. Şehir merkezinde
Nevşehir Kent Müzesi’ni ziyaret
ediyoruz. Arkeoloji ve etnografya olarak
ikiye ayrılan müzede Roma, Bizans,
Hitit, Frig, Pers, Urartu uygarlıklarına
ve Anadolu’da yaşamış hemen
her medeniyete ait tarihi eserlere
rastlıyoruz. Steller, lahitler, mutfak
gereçleri, av ve savaş malzemeleri,
takı ve aksesuarlar… Her birinin
bu topraklardan çıktığını görüp,
yurdumuzun zenginliğinin bir kez
daha farkına varıyoruz. Etnografya
müzesinde ise Türklerin Anadolu’ya
yerleşmesinden sonraki izlerine
tanıklık ediyoruz. Kilim dokumaları,
semer süslemeleri, kadın ve erkeklerin
giyimine dair örnekler, aksesuarlar,
işlemeler, hamam kültürümüzü yansıtan
malzemeler, savaş gereçleri, el
yazması Kuran’lar, çini ve porselenler
hepsi öyle güzel ki...
Nazlıhan Ergin Şevik
75
hemzemin
Nazlıhan Ergin Şevik
76
Nevşehir’den Göreme’ye doğru yola
çıktığımızda ilk durağımız Uçhisar
oluyor. Uçhisar’da görülecek iki
önemli nokta var. Bir tanesi peri
bacalarının hemen üzerindeki 1330
metre yüksekliğindeki Uçhisar Kalesi.
Kale, yüksekliği nedeniyle güzel
bir izlek alanı ve konumu itibariyle
yoğun ziyaretçi alıyor. Diğeri ise
Kapadokya’nın en güzel izleme
noktası olan Güvercinlik Vadisi. Hem
peri bacalarını, kaleyi, hem vadinin
derinliğini hem de etrafındaki doğal tüf
oyuntularını izleyebileceğiniz inanılmaz
bir manzaraya hâkim…
Ve Kapadokya’nın 3 önemli
merkezinden biri olan Göreme
Açıkhava Müzesi’ne geliyoruz. Müze
Kart’ınız yoksa gitmeden önce edinin
veya Kapadokya’daki ilk Müze Kart
satışı olan durağınızdan satın alın. Zira
giriş ücreti vermek size Müze Kart’ın en
az üç katına mal olabilir.
Çok büyük bir alana yayılmış olan
bu ören yeri manastırlar, kiliseler,
şapeller, mutfak ve yaşam alanlarından
oluşuyor. Hıristiyanlığın en önemli
azizlerinden Aziz Basil bu bölgeyi dini
eğitim ve düşünce merkezi olarak
kurdurmuş. 1000 yıldan uzun bir süre
manastır hayatı devam eden bölgenin
içinde bulunan din merkezlerindeki
tüm freskler 11.yy’dan kalma olduğu
için Hıristiyanlık için çok büyük bir
önem taşıyor. Müzenin içinde en çok
beğendiğim kilise, içindeki tasvirler ve
fresklerle anlatılan tarihten sahneler
nedeniyle Elmalı Kilisesi’ydi.
Zelve Açıkhava Müzesi’ni de
görmek istiyoruz ama vardığımızda
müze kapandığı için onu da ziyaret
edemiyoruz. Sabah saat 10 gibi
çıktığımız turumuzun saat 18’de
yüzde seksenini bitirmiş olsak da
gezemediğimiz yerlerin hüznüyle
yolumuza devam ediyoruz. Devrent
Vadisi’ndeki hayvan figürlü kayaları
görünce hüznümüz yeniden heyecana
dönüşüyor. Özellikle deve şeklindeki
kayanın onlarca fotoğrafını çekip, son
durağımız Avanos’a gidiyoruz.
Avanos altından geçen Kızılırmak
akarsuyu, otantik evleri, testi kebabı,
seramikleri, kilimleriyle bizi hemen
etkisi altına alıyor. Eski evlerin, eski
sokakların arasından ülkemizin en
büyük akarsuyunun üzerine kurulmuş
asma köprüden geçiyoruz. Asiliğiyle
ünlü nehir altımızdan gürül gürül
akarken biraz fazla sallanan köprüde
hafif sarhoşlaşıyorum. Geri dönüp
seramikçilerin bulunduğu çarşıda
turluyoruz. Bir tanesine gözümüzü
kestirip, biz de çanak çömlek yapmayı
denemek istediğimizi söylüyoruz.
Usta ellerimi çamurlu suya bandırıp,
kilden bir parça koparmamı istiyor,
tezgâhı ayağıyla döndürüp bana
sadece şekil verme işini bırakıyor ve bir
vazo yapmamı istiyor. Bir süre elimdeki
malzemeye vazo formu vermeye
uğraştıktan sonra beceremeyip başka
bir şeye benzetiyorum. “Yok, ben
kupa yapacağım” diye çeviriyorum
hemen. Bu işin bana göre olmadığını
anlıyorum, usta da; “siz boyama yapın,
zaten bu erkek işi” diyor. Sözlerini
“Buralarda çanak-çömlek yapmayı
bilmeyen oğlana kız vermezler, kilim
dokumayı bilmeyen kızı da almazlar”
diye tamamlıyor. Gülüşüyoruz.
Çarşısını gezerken usta da bize çanak
çömleklerin tarihini ve hikâyelerini
anlatıyor. Kadınların kocaları savaşa
gidince edindikleri, ağlayıp içini
gözyaşlarıyla doldurdukları gözyaşı
testileri, hiçbiri birbirine benzemeyen
Osmanlı minyatürleriyle süslü tabakçanaklar, Hitit dönemine ait çömlekler
ve şarap testileri… En çok ilgimi
çeken halkalı Hitit şarap testisi oluyor.
Üzerinde Hitit figürlerinin bulunduğu
ve hizmetkârların hükümdarlarına
saygı amaçlı kollarına geçirip eğilerek
şarap servisi yaptığı ortası delik olan
bu testilerden, kadehiyle takım bir tane
edinip, testi kebabı yemeğe gidiyoruz.
Üçüncü ve son günümüzde otelin bize
hazırladığı tura katılıyoruz. İlk olarak
Gaziemir Yer altı Şehri’ni geziyoruz.
Bu, gezmiş olduğumuz diğer yer altı
şehirlerinden çok farklı. Bölgenin
normal yaşama amaçlı oluşturulan en
büyük şehri. Diğer bir özelliği ise şarap
yapım yerleri olan şırahanelerin içindeki
en güzel şırahane örneği Gaziemir’de
77
hemzemin
bulunuyor. Gerek büyüklüğü,
gerek zamanında düşünülmüş tüm
ayrıntılarıyla benim de en sevdiğim yer
altı şehri burası oluyor.
Ihlara Vadisi günümüzün ikinci ve en
önemli durağı oluyor. 14 km uzunluğu
ile Dünya’nın Arizona’daki Grand
Canyon’dan sonra ikinci büyük vadisi.
On milyon yıl önce meydana gelen
volkanik patlamalar sonucunda küllerin
sel sularıyla beraber 200 m yüksekliğe
kadar oluşturduğu kayaçların en güzel
örneği buradan görünüyor. Ortasından
geçen Melendiz Çayı da kayaları ve
bazalt yapıyı aşındıra aşındıra vadiyi
oluşturmuş. Hıristiyanların sığınma
ve Ortodoksların yayılma noktası olan
bu vadide bilinen 105 kilise bulunsa
da şu an için 13 tanesi gezilebiliyor.
Bu bölgede yapılan kiliselerin çoğunu
burada yaşayan aileler kendi evlerinden
geçitler oluşturarak inşa etmişler. İki üç
aile bir araya gelip yaptıkları kiliselerde
ibadetlerini ettikten sonra tünellerden
geçip evlerine dönmüşler. Aynı
78
zamanda tarıma elverişli olan Melendiz
Çayı’nın kenarında da üretim yapıp
yaşamlarını idame ettirmişler.
Biz de bölgenin en önemli iki
kilisesi olan, İsa’nın hayatından ve
mucizelerinden sahnelerin tasvirlendiği
İkonoklazm döneminden sonra
oluşturulan fresklerle dolu Ağaçaltı
Kilisesi ve Yılanlı Kilise’yi gezip, 4
km’lik yürüyüşümüze başlıyoruz.
Yılanlı Kilise’de gördüğüm şu ayrıntıyı
da eklemeden geçmek istemiyorum,
ölümden sonra yaşamla ilgili tek
fresk Ihlara’daki Yılanlı Kilise’de
bulunuyor. Mutlaka görülmeli. İlk olarak
kayaların içindeki nişleri yani güvercin
yuvalarını görüyoruz. Hıristiyanlar için
güvercinlerin önemi çok büyük; hem
Tanrı’nın ruhunu simgelediğinden, hem
dışkılarından gübre yaptıklarından hem
de yumurtalarının akını fresk yapımı için
kullandıklarından onlara kendi yaşam
alanlarından yerler ayırmışlar.
Akarsuyun kenarından yaptığımız
harika bir doğa yürüyüşünün ardından
Belisırma’da
güveçte
alabalık
keyfi
Nazlıhan
Ergin
Şevik
yapıyoruz. Belisırma akarsu üzerine
kurulmuş masaları bulunan sıra sıra
restoranlardan oluşuyor. Ve Ihlara
Vadisi gezisini tamamlayan hemen
herkes burada yemek molası verdiği
için oldukça turistik ve kalabalık bir yer.
Fakat keyfine diyecek yok.
Son olarak Aksaray’dan Güzelyurt’a
gelirken gözümüze çarpan Selime
Köyü’ne geliyoruz. Selime Katedrali
yine Kapadokya bölgesinin en büyük
din merkezlerinden biri. Tırmanması
biraz zor olsa da zirvesine çıktığınızda
yorulduğunuza değiyor. Zirvedeki
kilisenin büyüklüğü ise hayli dikkat
çekici, üç nefli bazilikal planlı kilise
bölgedeki bu plan tipinin tek temsilcisi.
Kapadokya sadece doğa harikası
güzellikleriyle değil, üzerinde yaşamış
onlarca uygarlığın (ki bazılarının
bilinmeyen gizemli) tarihiyle,
Hıristiyanlık için büyük bir inanç
merkezi olmasıyla bir cennet. Ertesi
gün dönecek olmanın verdiği hüzünle,
biraz daha gizem paylaşmak adına
bu topraklarla oturup dinliyoruz
Güzelyurt’u. Geceler ne uzun burada,
ne sakin, ne telaşsız bir bilseniz.
Bir iki köpek havlaması ve rüzgârın
uğultusu dışında hiçbir şey bozmuyor
bu sessizliği. Üç günlük Kapadokya
gezimizi dolu dolu yaşamanın verdiği
huzurla uyuyoruz taş odamızda.
Darısı başınıza!
79
semboller
Abdulkadir Kılınç
Hazan
“Hüzün ki en çok yakışandır bize...” diyor şair Hilmi Yavuz bir şiirinde. Doğru,
bazılarımıza çok yakışıyor gerçekten hüzünlü bir yüz. Topu patlayan bir çocuk,
sevgilisi tarafından terk edilmiş bir genç kız, babası ölen genç adam, çocuğunu
başka şehre üniversiteye gönderen annenin gözlerindeki bakış.
İÇİMİZDEN bir şeylerin kopup gitmesi,
eksilmesi, azalması değil midir hüzün?
Ne kadar da doğaya benziyoruz. Tıpkı
bir ağaç gibiyiz. Bir yaprağın dalından
kopup gitmesi, eksilmesi, azalması
değil midir hazan? Hüzün ile hazanın
bu kadar benzer kelimeler olması da
bize bir şeyler anlatmıyor mu zaten.
Doğanın hüznüdür güz. Sevinçli, mutlu
yazdan sonra, kasvetli, meşakkatli
kıştan önce, romantik hüzünlü güz.
Mutlaka sarıdır hazan mevsimi,
yaprakların güneşten ayrılığının
ifadesi gibi. Hüznün de rengi sarıdır,
mutsuzken sararıp soluyor olmamız
gibi.
Hüznün de kendi içinde bir tadı
olduğu kesin. Romantik insanlar bunu
iyi bilir. Hüznü de neşe gibi tadıyla
yaşarlar. Bazıları bunu yaşatır da.
Çünkü bilirler ki hüzünler de sevinçler
gibi olgunlaştırır insanı. Genellikle
sanatçılardır, yazarlardır. Aklıma ilk
gelen isim Selim İleri. Romanları,
öyküleri hüzne övgü gibidir. Müziğin
her türünde hüzün vardır ama bir tür
80
var ki başlı başına hüzündür. Fado.
Çünkü kaynağı oldukça dramatik.
Portekizin halk müziği olan Fado,
balık avı için çıktıkları okyanustan geri
dönmeyen Portekizli balıkçıların dul
kalan eşleri tarafından, kocalarına
yazdıkları ağıtlardan kaynaklanır. O
kadınlar kocaları için yapabileceklerinin
en güzelini yapmışlar. Zaten
yapabilecekleri fazla da bir şey
yokmuş, çünkü Fado Portekizcede
kader demek. Amelia Rodrigez, Misia
bu türün aklıma ilk gelen isimleri.
Resimde bence hüznün ismi Vincent
Van Gogh. Talihsiz yaşamının doğal
yansıması gibi, resimlerindeki hakim ve
karakteristik renk sarı olmuş.
Şehirlerin de hüzünlü olanları vardır.
Mesela Prag. Tabi eski Prag. Kara
roman türünün müthiş yazarı Franz
Kafka’nın öykülerindeki karakterlerin
yalnızlığı, eski Yahudi mezarlığı,
heykelleri ile Karl köprüsü, Prag’ın
hüznünü yansıtır.
Sanatın birçok türünden bahsedip de
şiirden bahsetmemek olur mu? Olmaz
çünkü şiir hüznün sultanıdır. Çünkü şiir
sadece hüzünle yazılır aslında. Siz hiç
mutlulukla yazılan şiir okudunuz mu?
İlkokuldakileri saymıyorum. Çünkü şiir
sevgiliye, sevgiye, aşka yazılır ve ne
yazık ki Louis Aragon un dediği gibi
“Mutlu aşk yoktur…” Bu yüzden şiirin
halet-i ruhiyesi hüzündür bence. O
zaman sözü hüznün şairi Hilmi Yavuz’a
bırakalım:
Yollar ve Zaman
Sen bir yalnızlığı koşup gittin de
Bir yerde buluşulur diye, belki de...
Elbet buluşulur, orda, o yerde...
Bir hüzün töreniyle kutlanır
Bulunur birşeyler ve saklanır
Saklanan Zaman mı, yoksa yol mudur
Aranır bahçelerde ve şiirlerde
Kimbilir ki dündür, olgundur kalbimiz
Yollarsa her zaman biraz küskündür
Yokuşlarda ve inişlerde...
Zaman’dır seni sardığım kumaş
Bekledin, örtülsün ki yavaş yavaş...
Erguvandın, kayboldun dilegelişlerde.
köşe
Dilek Şen
Hazanın hüznü
Mevsimlerden hazan ve yansıması yüzlerde hüzün şimdi, gözler hep uzaklara meyilli; bakılan yerlerde
yarım kalan bir şeyler var belli. Geride kalan dünü sorgulama zamanı gibi, geçmişin en güzel yarım
kalmışlıklarını ve cesaret edilemeyen güzelliklerini muhasebe defterinde gözden geçirme zamanı.
KİMİ SEVİNÇLERİN ağır KDV’lerini
ödemek gibi, hak edilen sevinçlere
sırt çevirmek. Vazgeçmek elde
avuçta ne varsa düne dair, içinden
çıkılmaz hesaplara düşme korkusuyla
üstüne sünger çekmek. Ve ıslandıkça
gözyaşlarıyla üzerine çekilen sünger,
kenarından göze ilişen geçmişle yüz
göz olmak.
Zamanlı zamansız kapıyı çalan hüzün
en çok bu zamana yakışıyor sanki. Yaz
akşamlarının şuh kahkahalarına inat
ölüm sessizliği ile sarıyor dört bir yanı.
Sararan her yaprakta unutulmaya yüz
tutan bir anıyı anımsatarak düşüyor
içimize. İçimizde ne varsa görmezden
geldiğimiz, gözümüze sokarcasına
önümüze seriyor hayat, belki de tam
olarak verdiklerinden geriye kalanları
almak isterken başlıyor oyununa.
Rengi kırmızıya çalan sarmaşıkların
üzerini örttüğü kameriyelerde
süren sohbetlerle düne dair izler
seriliyor sofralara. Günün telaşında
sustuklarımızı, gecenin karanlığına
haykırıyoruz; sözün özündeki mana
ve içimizde yarım kalan senfonilerin
yorgunluğuyla. Özlediklerimiz mi
çoğalıyor hazanda yoksa hazan hüznü
mü artırıyor? Özlemleri tartmıyor akıl
terazimiz. Borçlar ve alacaklar nasıl
denk düşmüyorsa birbirine, özlemler ve
vuslatlarda bir olmuyor hiçbir zaman.
Yalnızlıkların çoğaldığı, varlığın içe
dönüp kendini acımasızca yorduğu
sonbahar gecelerinde iktidar savaşı
veriyor bizi bizden öte bilen içimizin
aynasına yansıttığımız yanlarımız.
gibi gerdanında ışıldayan sokakların
sahibi bu şehir, kendine benzeyen
bizleri gündüz cezalandırmanın
mahcubiyeti ile gece ödüllendiriyor.
Sessizce fısıldıyor yüreğimize bize
bizden çok benzediğini ve hüznümüzün
can yoldaşı olduğunu. Şimdi nereye
dokunsak gece, nereye koşsak
karanlık ve nerede saklansak ay
vurur kendimizden bile kaçırdığımız
gözlerimize.
Kendimizden kaçmak istercesine
sokaklara düşen ayaklarımızın bizi
taşıdığı şimdiye dek görmediğimiz
yerler çıkıyor karşımıza, şehrin böyle bir
büyüsü olduğundan habersiz olmanın
utancı düşüyor hüzünlü kaçışımızın
üzerine. Yüzümüzde kendinden
kaçmanın ürkek bakışları ve aslında
kendine yabancılaşmanın sancısı ile
boynumuzu bükerek bakıyoruz en az
kendimiz kadar yabancı olduğumuz
kentimize. Gece nasıl da sarmış
dört bir yandan ışıldayan sokaklarını
susturmak istercesine, nasıl da bize
benziyor yırtmaya çalıştığı karanlıkta
yorgunluğuna yenik düşeceğinden
habersiz. Karanlığa saklanmış bir kadın
Ey bizi bizden iyi bilen şehir, bizi
büyütürken içimize döktüğün hüzün
harcının özünü gecesinde saklayan
sen, kollarınla yollarımızı kendine
çevirip, yönümüzü yüreğimizde
mıhlarcasına bağlayan o sessiz ve
yüreği tutsak eden en masum halinle
bile süzdüğün gözlerinde bizi kendine
mahkum eden sen; hüznü, hazanı,
hayatı yaşatırken özümüzü nasıl
kendinle doldurduğunu bir bilsen,
dolgun buğday başağı gibi düşerdi
başın. Senden öğrendik böylesi
anlarda bile gülümsemeyi, harcımızda
olsa da gözyaşın.
81
deli kızın defteri
Bir anda…
Çok klişedir, bir o kadar da doğru; pamuk ipliğine bağlı hayat.
Küçük şeylerdir aslında hayatımıza yön veren. İletilen e-postalara
konu olan rahimde taşlaşmış cenin gibi, doğmamış, doğamamış
hayatlarla doluyuz. Girilmeyen sokaklar, dönülmeyen dönemeçler,
açılmayan kapılar kim bilir ne farklı sonuçlara gebe… Ve hepsinin
de düğüm noktası şu küçük şeyler: kaçırılan vapur, çalınan kapı,
küçük bir tebessüm, ya da patlayan bir lastik… Her gün onlarca
minik detay yönlendiriyor hayatımızın seyrini, rotamızı çiziyor.
"HAYATIMIZIN birtakım ehemmiyetsiz
teferruattan ibaret bulunduğunu
görüyordum. Bizim mantığımızla
hayatın mantığı asla birbirine
uymuyordu. Bir kadın, tren
penceresinden dışarı bakabilir, bu
sırada gözüne bir kömür parçası kaçar,
o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur
ve bu mini mini hadise dünyanın en
güzel gözlerinden birini kör edebilirdi.
Göz mü mühim, kömür parçası mı diye
düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa,
ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa
yürütmeden kabule mecbursak, hayatın
daha başka türlü birçok cilvelerine
de aynı tevekkülle katlanmaya
mecburduk."*
"Hayatımızda, geriye dönüşü ya da
telafisi olmayan "an"lar var.
An: Zamanın bölünemeyecek kadar
kısa parçası, lahza (TDK Güncel Türkçe
Sözlük). Zamanın bölünemeyecek
kadar kısa bir parçası, insanın
yaşamının seyrini değiştirebiliyor. Bir
"an"lık dikkatsizlik, bir "an"lık öfke, bir
"an"lık dalgınlık, bir "an"lık kontrolünü
kaybetme... "An"lık hezeyanlar sonucu
tek gidişlik biletler kesiliyor. Köprüler
atılıyor, gemiler yakılıyor. Ve bir "an"da
anlayabiliyorsun ki, "benim" dediğin
pek çok şey aslında hiçbir zaman
senin olmamış. O "an"a dek yaşadığın
hayat baştan sona bir yanılsamaymış.
Saat 12'yi vurmuş, Cinderella'dan
Külkedisi'ne dönüvermişsin. Çevreni
saran o kalabalık, prens sandığın
adam, döne döne dans ettiğin
saray buhar olup uçmuş, bir başına
kalakalmışsın.
82
Gözde Aral
"Bir insanın bize her şeyini verdiğini
zannettiğimiz anda onun hakikatte bize
hiçbir şey vermiş olmadığını görmek,
bize en yakın olduğunu sandığımız
sırada bizden, bütün mesafelerin
ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu
kabule mecbur olmak acı bir şey.
Bunun böyle olmaması lazımdı…"*
Ama olmuştur bir kere. Bir anda...
Çok daha farklı bir yarına uyanmaya
neden olacak bir "an"da...
Hayata ve insanlara -en sevilenlere
bile- bir daha aynı gözle bakamamaya
neden olacak bir "an"da...
"Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir
rüya, tam bir vehim olduğu ortaya
çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer
inanmak ve ümit etmek kabiliyetini
ben kaybetmiştim. İçimde insanlara
karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık
peyda olmuştu ki, bundan zaman
zaman kendim de korkuyordum. Bana
yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. En
çok kendime en yakın bulduğum veya
bulacağımı zannettiğim insanlardan
korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan
sonra...” diyordum. Bazen kendimi bir
müddet için unuttuğum, bir insanda
kendime yakın taraflar bulduğum
oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir
şekilde yerleşmiş olan o korkunç
hüküm, derhal kendini gösteriyor:
“Unutma, unutma ki, o sana daha
yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…”
diye beni hakikate davet ediyordu.
Herhangi bir kimsenin bana bir adıma
kadar yaklaştığını görüp ümitlere
düşsem, hemen kendimi topluyor:
“Hayır hayır, o bana daha çok
yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe
bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!”
diyordum. İnanmamak, inanamamak…
Bunun ne kadar korkunç olduğunu
her gün, her an hissediyordum…
Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara,
yeni inkisarlara düşecek olduktan
sonra ne lüzumu var?” diyordum.
Dünyada bir tek insana inanmıştım.
O kadar inanmıştım ki, bunda
aldanmış olmak, bende artık inanmak
kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın
değildim. Ona kızmama, darılmama,
onun aleyhinde düşünmeme imkân
olmadığını hissediyordum. Ama bir
kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim
insana duyduğum bu kırgınlık, adeta
bütün insanlara dağılmıştı. İnsanlara
kızmama imkan yoktu, çünkü insanların
en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi
bana en büyük kötülüğü etmişti;
diğerlerinden başka bir şey beklenebilir
miydi? İnsanları sevmeme ve onlara
tekrar yaklaşmama da imkan yoktu;
çünkü en inandığım, en güvendiğim
insanda aldanmıştım. Başkalarına
emniyet edebilir miydim?
Her şeyi, her şeyi, bilhassa
ruhumu hiç bulunmayacak yerlere
saklamalıydım…"*
Hüzün tam da böyle bir şeydi…
* Sabahattin Ali, Kürk Mantolu
Madonna
83
havadan sudan
“O” bizim için hikayeyi yazar,
rolleri belirler, sadece oynamak
kalır geriye. Bu nereden geldiği
belli olmayan vazgeçilmez
oyunda; yer, zaman, mekan
kavramı yok olur, kurallar çoktan
rafa kalkmıştır bile...
Son bakışta aşk
UYKUSUZ gecelerde tavanda asılı
yüzü, en hoş melodiler... Onun sesi
lazım sadece. Ne anlattığının önemi
yok, susmasın konuşsun saatlerce.
Olmadık anda burnunda olsun kokusu.
Coşkulu kalbin okyanus dalgaları gibi.
Ve aynada hafif pembe şaşkın bir
yüz. İki ruhun birleşmesi, birleştikçe
özgürleşmesi denebilir aşk için.
Bir yanda ona gölge düşüren korkular
ve endişeler dururken, aslında çoğu
zaman içine düşülen hüzünlerle
beslenir o. Bu yüzden severiz onu.
Bazen kavuşamaz, karşılık görmeyiz
ondan. Ya da imkansızlaşmıştır
yaşanması. Acı çekmek ve yenik
düşmek efsaneleştirmiş birçok aşk
hikayesini... Tüketilmeyen, beslenen,
acelesi olmayan, fedakarlıklarla
süslenmiş, hesapsız öylesine yaşanan
aşklar. “Sensiz nefes alamıyorum”
derken sevgiliyi soluksuz bırakıp
öldürmeyen aşklar.
Büyük usta Mimar Sinan’ın derin bir
tutkuyla bağlandığı Mihrimah Sultan’a
olan duygularını sanatına yansıtması
aşktaki hüznün en güzel örneklerinden
bence. Görmeden, dokunmadan,
vazgeçmeden yaşamış. Sevmenin
tadını çıkartmış uzaktan uzağa. Onun
için sevdiği kadını yansıtan eserlerinde
bulmuş teselliyi. Aşkını ayın ve
güneşin aynı paralelde parıldamasını
hesaplayacak kadar yüce tutmuş.
İletişimin bu kadar kolay ve yoğun
olduğu bir dönemde yine en büyük
sorun yalnızlık hissi değil mi? Aşk ve
huzur arayışı ile güvenmek ihtiyacı...
84
Nazan Aşkalli
Yakınındakine uzak
hissetmek, uzağındakini
yakın... Dengeyi bir
türlü bulamamak. Belki
de eskilerde olan bizde
olmayan şey cesarettir,
hüzünden kaçmamaktır.
Yaşansın ya da yarım
kalsın hüzün hep
bir yerlerde gizlidir.
Sözlere dökülenlere inat
bakışlardan taşar tüm
gerçekler. Pişmanlığını,
kıskançlığını, umutlarını
anlatır tek tek. Büyüyen gözbebeklerin
ele verir seni. Walter Benjamin’in dediği
gibi mi acaba? İnsanı büyüleyen aşktır
ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk.
O ilk andaki etkiye ve pırıltıya karşı;
son defa baktığında, boğazından
aşağıya süzülen bir düğüm ve gözlerde
beliriveren ışık vardır. Hangisi daha
gerçektir? İlk anda; heyecan, tutukluk,
olmadığın biçimlere girme halleri, tatlı
bir telaş ve panik vardır. Kısa zamanda
aklından milyonlarca plan ve arkası
gelmeyen sorular geçer. Son bakıştaki
cesaret ise gerçeği anlatır. Ya vardır
aşk ya da yoktur. Duyguların bir
hamlede toparlandığı andır o.
Aslında daha en başından sonu
hazırlar gibiyiz. Başlangıçta bir nefes
ya da bir bakış bile yeter gibi gelirken;
sözüm ona mutlu olmak için, sonra iç
hesaplaşmalar ve değiştirme çabaları
gelir. Belirlediğimiz kalıba uydurmaya
çalışmak da yetmez. Birlikte geçirilen
zamanın kalitesini yükseltmek yerine,
geçiremediğimiz zamanların hesabını
sorgulamakla, tartışmalarla kaosa
sürükleriz ilişkimizi. Sonra yitip gitmeler
gelir ardından ve başladığımız yerde
buluruz kendimizi. Pişmanlıkla; bir
nefesini hissetsem, var olduğunu
bilsem yeter diye düşünürüz.
Aşkta mantık olmaz, hesaplamalar,
entrikalar, güç savaşları olmaz. Can
çekiştirmekten başka bir işe yaramaz.
Mutlak özgürlük sana kendiliğinden
gelen, sana doğru akan bir ırmağın
coşkusu olur. Ayrılıklarda olur,
kavuşamamak da... Bu aşk olmadığı
anlamına gelmez, hüzün orada
gelir usulca senin yanına. Kendinle
olmanın, aşık olmanın tadını çıkarmayı
öğrenirsin. Son bakıştaki ışık gibi, ay
ve güneşin parıldaması gibi, hüzün her
yerde, her an, içinde ve seninle olur.
Tam olarak hiç hissedemezsin.
“Aşkın ilk soluğu, mantığın son
soluğudur” Antonie Bret
85
armoni
Leonard
Cohen
Bazı geceler kaskatı kesilen
ruhumuzu iki dost kelamına,
şarabın esrikliğine veya
yalnızlığımıza emanet ederiz.
Bazen de hiçbirine gerek
kalmaz, bir şiirin ya da keskin
bir sesin büyüsüyle sarhoş olur,
ruhumuzun içsel yolculuğuna
izin veririz. İşte öyle zamanların
adamıdır Leonard Cohen. Onun
şiirleri ve şarkıları bu yolculuğa
davet gibidir yahut insanın içine
doğru çıktığı bu yolculuğa ışık
tutan görünmez bir el…
Kelimeleri sarhoş eden adam
1967’DEN GÜNÜMÜZE kadar uzanan
müzik hayatında üç kuşağa hitap eden
ve çok yönlü bir sanatçı olan Leonard
Norman Cohen, herkesin hayatına en
az bir kimliğiyle girmiştir; şair, şarkı
yazarı, filozof ya da romancı… Ama
en çok da o buğulu sesiyle söylediği
şarkıları iz bırakmıştır gönüllerimizde.
Çünkü onun şarkıları kulakların pası için
değil daha ziyade kalp içindir.
Aşkın her evresiyle ilgili anlatacak bir
şeyi vardır, bu yüzden herkesin bir
yarasına, bir mutluluğuna dokunabilir.
Fötr şapkası, şairane duruşu, salon
beyefendisi kişiliği ve centilmenliğiyle
onlarca yıldır kim bilir kaç kadının
rüyalarını süslemiş, “I’m your man”
şarkısını dinleyen kim bilir kaç kadının
hayalindeki erkek modeli olmuştur.
21 Eylül 1934’te Kanada- Montreal’de
86
dindar Yahudi bir ailenin çocuğu olarak
doğan Leonard Norman Cohen, 9
yaşında kaybettiği babasının vasiyeti
ile edebiyata yönelmiş, ergenlik
çağındaysa gitar öğrenip bir grup
kurarak içindeki müzik aşkını da ortaya
çıkarmıştır.
“Let Us Compare Mythologies” isimli
ilk şiir kitabını 1956’da henüz üniversite
öğrencisiyken yayınlamıştır. 60 ve 70’ler
onun edebi hırslarıyla ve edebiyattaki
kimlik arayışıyla geçmiş hatta 1963’te
yazdığı “The Favorite Game” ( Gözde
Oyun - Çev. Berat Çelik, Altıkırkbeş
Yayınları, Aralık 2006) genç bir adamın
edebiyattaki kimliğini arayışını konu
alan otobiyografik bir romandır. Bu
dönemde münzevi bir yaşam tercih
eden yazar Yunanistan’daki Hydra
adasında bazıları Türkçeye de çevrilen
Yazı: Nazlıhan Ergin Şevik
pek çok kült eser ortaya koymuştur.
70’lerde Suzanne Elrod ile evlenmiş,
1972'de Adam isimli bir erkek ve
1974'te ise ismini Federico Garcia
Lorca'dan alan Lorca isimli bir kız
çocukları olduysa da çift 1979’da
ayrılmıştır. 1967’de Avrupa folk müziği
tarzında başladığı müzik kariyerinin
ilk albümü olan ve içinde şimdilerde
hepimizin bildiği “Suzanne,” “Sisters
of Mercy,” “So Long, Marianne” ve
“Hey, That’s No Way to Say Goodbye”
gibi şarkıların olduğu "Songs of
Leonard Cohen" onu daha ilk albümle
yadsınamaz büyük yetenek olarak ilan
etmişti bile. Ardından 1969'da “Songs
from a Room” ve 1971'de “Songs
of Love and Hate” isimli iki albümle
bu başarının bir tesadüf olmadığını
da herkese kanıtlamıştır. Zaten
Cohen'in erken dönem çalışmalarına
bakıldığında, şarkılarını kaydetmeye
başlamadan önce yarattığı usta edebi
kimliğin altyapısıyla yükseldiği de
görülebilir. Onun müzik ve edebiyattan
oluşan çift kariyeri yıllar boyunca
birbirlerini beslemiştir. Popüler müzik
dünyasında şiir ve düzyazılarıyla edebi
kaliteyi şarkılarına taşıyan nadir ve
zengin bir müzikalitesi vardır.
70'lerde dünya müziği üzerine çalışan
Cohen’e, 80'lerden itibaren tipik
olarak bas bariton tonda söylediği
şarkılarında kadın vokaller ve elektronik
bileştiriciler eşlik etmiştir. 1984'te çıkan
“Various Positions” isimli albümünün
içinde bulunan “Hallelujah” şarkısı
dünyanın her yerinde halen ilahi bir
ağırlıkla dinlenen, mistik, ruhani bir
şarkıdır ve birçok müzisyen tarafından
yorumlanmıştır.
Onlarca yıldır ve yıllar geçtikçe değeri
daha da derinleşen bir figür olan
Cohen, insan hayatını acımasızca
irdeleyen ve insanlığın en büyük
sorunlarına dair sorular soran
şarkılarıyla milyonların idolü olmuştur.
Onu dinlemenin insanı karamsarlığa
sürüklediğini düşünenlere en güzel
cevabı; “Kendimi kötümser olarak
görmüyorum. Bence kötümser insan
yağmur yağsın diye bekler, oysa ben
iliğime kadar ıslanmış hissediyorum”
sözleriyle yine kendisi vermiştir.
O zamansız bir sanatçıdır. Hüznüyle,
asil asiliğiyle, incelikli başkaldırının
belki de yeryüzündeki tek örneğidir.
Eserlerinde işlediği en önemli temalar
din, yalnızlık, cinsellik ve kişiler arası
karışık ilişkilerdir. Fakat özellikle
son dönem çalışmalarında politik ve
kültürel olgulara alaycı ve nüktedan
yaklaşımıyla da karşılaşılır. 1994’te
dünyevi işlerden uzaklaşıp Los Angeles
yakınlarındaki Mound Baldy Zen
merkezinde 5 yıllık bir inzivaya çekilmiş
ve burada “Rinzai Zen Budist Rahibi”
ünvanını kazanmıştır.
2001’de yeniden müziğe dönen Cohen,
“Ten New Songs” isimli albümü
yapıtlarının arasında en melankolik
olanıydı. 2004’te halen birlikte olduğu
Amerikalı caz sanatçısı sevgilisi
Anjani Thomas ile “Dear Heather”
isimli bir albüm çıkarttı. Yine 2006’da
birlikte yazdıkları albüm “Blue Alert”
geniş yankı uyandırdı. Albümdeki tüm
parçaları seslendiren Anjani için bir
eleştirmen “Cohen'in kadın olarak
yeniden doğmuş hali” ve "tek bir nota
87
armoni
bile seslendirmemiş olsa da Cohen'in
sesi, albüme bir sis gibi sinmişti.” diye
yorumladı.
Kanada’da çok satanlar listesine bir
numaradan giren şiir ve çizimlerden
oluşan kitabı “Book of Longing”
2006’da yayınlandı ve tüm dünyada
çok çabuk tükendi. 2008 onun için
tam bir dönüm yılıydı, 40 yılı aşkın
bir repertuarla tüm dünyada canlı
performans sergiledi. Kapalı gişe
verdiği konserleriyle 2008 yılına
damgasını vurdu. “En esin verici
bestecilerden biri” olduğu için
Amerikan Rock’n Roll Hall of Fame’ e
kabul edildi.
Cohen'in şarkıları ve şiirleri pek çok
başka şarkıcı ve şarkı yazarını etkiledi.
Eserleri 1000'den fazla kere başka
sanatçılarca yorumlandı ve kaydedildi.
"Canadian Music Hall of Fame" ve
"Canadian Songwriters Hall of Fame"e
kabul edilen Cohen, ayrıca ülkenin
en büyük sivil şeref madalyası olan
"Companion of the Order of Canada"
ile ödüllendirildi. Böylece en güçlü
ve etkileyici şarkı yazarları arasındaki
yerini belgeledi. Şu an Los Angeles’ta
yaşamını sürdüren Cohen, çağımızın
belki de en önemli ve en etkili şarkı
yazarlarından olmasının yanı sıra ironik
şiirleriyle de çağa derin izler bırakan
güçlü bir şairdir. Şimdiden efsaneleşen
ve sanatıyla yıllara meydan okuyan
Cohen, daha onlarca yıl kelimeleriyle
bizleri sarhoş etmeye devam edecek.
Leonard
Cohen
Cohen’den kısa kısa…
* “Aşk bir çeşit zafer yürüyüşü
değildir.” Hallelujah şarkısından
* “Şiir sadece hayatın bir delilidir.
Hayatınız iyi yanıyorsa şiir sadece
küldür.”
* “Senin gözlerinde, beni olmak
istediğim gibi tarif eden bir şey vardı.”
Görkemli Kaybedenler kitabından
* “Uykusuz son sığınak uyuyan
dünyada üstünlük duygusudur.”
* “Teldeki bir kuş gibi, eski bir gece
yarısı korosundaki sarhoş gibi,
kendimce denedim özgür olmayı.”
Teldeki Kuş şiirinden.
* Cohen katıldığı bir festivalde
Colombia Records’dan John
H.Hammond’ın dikkatini çekmiş ve
tüm albümleri aynı plak şirketinden
çıkmıştır.
* “Chelsea Hotel no 2” ve “Lover Lover
Lover” isimli şarkılarını 1974’te ilişki
yaşadığı Janis Joplin için yazdığı iddia
edilmiştir.
* 1996’da Budist tapınağında
“sessizlik” anlamına gelen Jikhan ismini
almıştır.
Kaynakça:
www.leonardcohen.com
www.wikipedia.org.tr
www.speakingcohen.com
www.leonardcohenfiles.com
www.eksisozluk.com
88
89
kitabi
Onur Caymaz / Ezilmiş leylaklar kitabı
Bu hüzün öyle çok ki hepimize yeter
Ne çok yalnızız değil mi? Etrafımız ne çok karışık. Ne çok aldatılıyoruz. Ne
çok terk ediliyoruz. Ne çok ağlıyoruz bazen dışımıza bazen içimize. Ne çok
korkuyoruz bizi hiç sevmemesinden. Ne çok susuyoruz ve yutuyoruz en
sindirilemeyecek durumları bile. Ezilmiş Leylaklar Kitabı, bütün bu korkulardan,
yalnızlıklardan, gözyaşlarından örülü yaşamların öykülerini anlatıyor bize.
“Baban sofrada bir akşam sana, kah
bağıra çağıra kah büyük olmanın
verdiği olgunlukla sakin, sınıfta
sorulara, söz isteyip cevap verirsen,
doğru ya da yanlış, her cümlen için
para vermeyi teklif ediyor. “Susacak
kadar büyüdüğüne göre, kendi
geçimini sağlayacak yaştasın demek”
diyor. Susuşunda kendisine ya da
hayata karşı takındığın bir tavır var
diye düşünüyor. Susmanın bir tavır
olabileceğini öğreniyorsun böylece.
Senin işin, bir öğrenci olduğuna
göre, derse katılmak. Teklifini kabul
ediyorsun. Güllerle süslenmiş bir
defterin ilk sayfasına hesaplar tutmaya
başlıyorsun. Hiç yalan söylemiyorsun
ama konuştuğunda attığın çizikleri
sayarak, konuşmadığının parasını
almıyorsun. Böyle böyle başlıyorsun
sözlerinin hesabını tutmaya.”
Öyle bir yerine nokta koyuyor ki
bir çocuğun sevinçlerinin, kendi
virgüllerinden peş peşe ekleyip öyle
uzun bir hüzün işliyor ki bir genç kızın
dantel gibi düşlerine, öyle bir sarı zarf
bırakıyor ki bir adamın ciğerine; Atilla
İlhan’ın şiirlerinde içimize yerleşen
ve ne yaparsak yapalım ucuna hüzün
takılı bir ilikli iğne gibi göğsümüzle
boğazımız atasında bir yerde hep
öylece duran duygunun çıngıraklısını
salıyor üstümüze. İnsanın içi bu kadar
ezilir mi bir kitabı okurken. Bu kadar
sahi gelir mi okudukları. Bıraksan
okumasan olmaz, devam etsen bir
türlü. Ezilmiş Leylaklar Kitabı 2003’te
90
yayımlandı. Kitapta on dört öykü var.
On dört başka hüzün. On dört derin
yara. On dört yangın.
Kitabı okurken neden öyle derinden
sarsılacaksınız biliyor musunuz, Onur
Caymaz’ın sizin hayatınızı hangi
pencereden böyle bütün gerçekliğiyle
izlediğini anlayamayacaksınız da
ondan. Şüphe etmeyeceksiniz sizi
gördüğünden ama nasıl gördüğüne
bir yanıt bulamayacaksınız. Anlattıkları
size tanıdık geleceğinden, bir yerlerde
benzer hikayeler duyduğunuzdan,
her akşam haberlerde benzer şeyler
gördüğünüzden değil, büsbütün
sizi anlattığından sarsılacaksınız.
Bunu böyle inanılmaz bir şiddette
başarabilmesini, Onur Caymaz’ın dille
olan doğal ilişkisine bağlıyor edebiyatın
ustaları; dili şiirsel bir akışkanlıkla
kullanabildiği için bizi böyle derinden
etkileyebildiğini söylüyorlar. Bunu nasıl
yapabildiğinden bize ne ki; yapıyor.
Adam Öykü’de yayımlanan öyküleriyle
de yapardı ama Ezilmiş Leylaklar
Kitabı’nda hiçbirimize acımamış Onur
Caymaz.
“Biz belki ölürsün diye korkuyor, gece
koridordan geçip üstünü örtmeye
gelirken, yüzüne vuran eski ay ışığında
ölüp ölmediğini anlamak için sana
bakıyorduk. Havai fişekler patlamadan
önce ciuvvvv diye ince bir ses çıkarıyor
yükseliyor ve hemen sonra patlıyordu.
Binlerce ışık seli dağılıyordu havaya,
dönerek patlayanı, yeşil ışık çıkaranı,
Emine Civanoğlu
birdenbire dağılıp patlayanı, bir sürü
çeşidi vardı ve hepsi çok görkemliydi.
Allah bin türlü belasını versindi
hepsinin.”
Zamanı geri alamamak bence hayatın
en trajik yanı. Aklımız yetmemiş,
fikrimiz yetmemiş, paramız yetmemiş,
cesaretimiz yetmemiş, şansımız
yetmemiş ve ilk gençlik yıllarımızda
bir hata yapmışızdır ve hatta o
kadar basiretimiz bağlanmıştır ki
yapamamışızdır bile. Öyle bir dert
gelmiştir ki başımıza o gencecik
yaşımızda, gücümüz yetmemiştir, hiç
savaşamamışızdır bile. Kapıyı çarpıp
çıkmasak, o çığlığı atmasak, o an
orada durmasak, o fısıltıları duymasak
bambaşka bir hayatımız olacakken
olamamıştır. Zamanı geri alabilsek
değiştireceğimiz ne çok şey vardır.
İşte o değiştiremeyeceklerimizin, bir
daha hiç göremeyeceklerimizin, asla
bilemeyeceklerimizin öyküleri bunlar.
Veda Vapurları’nı sadece okumak
yetmez, 2008 yılında Sesli Öyküler
projesinde Toprak Sergen’in
seslendirdiği o halini de dinlemek
lazım. O zaman daha bir yumuşuyor
kabuğu yaranın.Bugünün bir duyarlılığı
olmadığını, 70’lerde o damarın
kesildiğini ve kuruduğu, o zaman
insanı insan yapan sızıların artık
insanın derisinden içeriye sızamadığını
konuşup duruyoruz ya, işte Onur
Caymaz bu kitabında 70’lerin şimdi bu
zamandan bakınca bile yakın görünen,
acıtan, aklımızda ince ince kesikler
açan duyarlılığını geri getiriyor.
91
kavram defteri
Yalnızlığın vahşiliği
Yalnızlığın kalemidir Cemil Kavukçu. Düğünü anlatır. Kalabalıktır;
eğlenenler, içenler, çalanlar, söyleyenler, çalanlarla söyleyenleri
dinleyenler. Öykünün rengi ise yalnızlıktır. Uzaklara özlem duyar, gidip
görmeye, ama bilir; dönüp dolaşıp geleceği yer yine ağrısıdır, sızısıdır,
yalnızlığıdır. Önce gülümsersiniz, sonra derin bir sızı taş gibi oturur içinize.
92
Hakan Akdoğan
KİMİ ZAMAN çılgınca bir vicdan
muhasebesine girersiniz, kimi zaman
meyhanelerde anılarını satanlarla
başbaşa kalırsınız. Garsonu kandıran
adama hayran kalırken karşınızdaki
adamın kendisinden haberi bile
olmayan bir kadına duyduğu aşkın
önünde saygıyla eğiliverirsiniz. Sokakta
yürürken zehirlenmiş bir köpeğe
rastlarsınız, kurtarmaya çabalarsınız.
Derken Afrika’ya gidersiniz. Onca yol,
onca olay içinde bir havuz başında
hayal kurduğunuzu ayrımsarsınız.
Bisikletle gezersiniz sokaklarda.
Kamyona binersiniz. Gidersiniz. Sürekli.
Gidersiniz. Yalnızlığınıza doğru.
Mimoza’da bulursunuz kendinizi. Her
masada oturan kaybedenleri tanırsınız.
Kaybetmekten mutludur onlar. Aşağı
tırmanırlar zira. Aşağısı zirvedir onlar
için. Varoluşu sorgularlar bilgece, ucuz
biralarını yudumlarken birahanede.
Kadınlardan konuşurlar, aşktan.
Toplumsal çürümeden kaçamayan
kentlilerden birisi olursunuz. Kasabayı
özlersiniz. Kasaba hayatını. Kargaları
avlayan adam vicdan azabını dindirmek
için kargalara benzemeye çalışırken siz
de açarsanız kanatlarınızı.
Hesap tabağına para çizen adam
meyhaneciyi gerçekten kandırmış mıdır
yoksa meyhaneci sanata duyduğu
saygıdan mı kanmış gibi görünmüştür,
diye sorarsınız kendinize o sahneyi
unutamadan. Kaybeden, resmi çizen
midir yoksa resmi gerçek para olarak
gören mi? Ya da tüm bunları yazan mı?
Cemil Kavukçu kenti, kasabayı,
doğayı ve türlü insanlık hallerini
anlatırken yerelden evrensele uzanır.
Kalabalıkların içindeki görünmeyen
trajediyi cımbızla çeker alır ve
mikroskopun altına koyar daha iyi
görelim, anlayalım diye. Gözümüze
sokmaz ama. Sadece anlatır, ortaya
bırakır, isteyen alır, değerlendirir,
istemeyen o hayatları tanımış olur.
Yaşama sevinci duyarsınız, coşar,
zıplamak istersiniz sonra aniden
çakılırsınız. Hüzün vardır çünkü
düşünen insanın doğasında. İnsan
yalnızlığı vahşidir. Hiçbir zaman
peşini bırakmaz kişinin. Isırmaya,
parçalamaya her an hazırdır.
Kavukçu için her karakter, her insan
gibi tektir. Ortak yönleri olsa da
benzemezlikleridir anlatılması gereken.
Karakterleri yaşayan kişiler haline
getirmenin en önemli yolu onların
kişiliklerini metne dökerek aktarmak
değil davranışlarıyla, tepkileriyle,
sözleriyle sezdirmektir. Cemil Kavukçu
bir sezdirme ustasıdır. Böyle yaşar
onun karakterleri her okuyanın
zihninde. Onun karakterleri karşıdan
okunan değil, yanında yaşanan
karakterlerdir.
Diğer yandan mekan, okurun zihninde
yaratılacak bütünlüğün en önemli
parçalarındandır. Okurun tutumunu
etkiler. Okurun hayalgücünü belirli
bir yönde harekete geçirir. Okuru
o yönde bir beklenti içine sokar.
Karakterlerin üç boyutlu yaşaması için
işlevsel olarak anlatılmış bir mekana
ihtiyaç vardır. Cemil Kavukçu’nun
parkları, sokakları, evleri, meyhaneleri,
gemileri gözümüzün önündedir hep.
Bu mekanlar ve içerdiği her şey,
kahramanların kişisel özelliklerini
tamamlamada önemlidir. Hatta
kimi durumlarda yaşadıkları çevre,
kahramanları hatırlamada kullanılır.
Bu kahramanlar yaşadıkları çevreyle
özdeşleşmiştir. Biri olmazsa diğeri de
olmaz. Hatta yazarlar bile mekanlarla
birlikte anılabilir. İşte Cemil Kavukçu da
böyle bir yazardır.
Anlatım kimliği, diğer deyişle üslubu
en belirgin dünya yazarlarındandır.
Dilindeki kıvraklık, abartısız
anlatısındaki ayrıntı aktarma
ve diyaloglarındaki yöresel ve
kişisel farkları hissettirme başarısı
büyüleyicidir. Metinleri daha ilk
satırından kendi imzasını taşır.
Tüm anlatım tekniklerini ihtiyacı olduğu
düzeyde anlatısına katarken kullandığı
metaforların işaret ettikleri giderek her
okur için tanıdık olmaya başlar. Zira
herkesin yazarıdır söz konusu olan. Bizi
yazar. Hissettiklerimizi. Yalnızlığımızı.
Onun için sayfalar doldurmak kolaydır.
Önemli olan bunu iliklerine kadar
yaşamaktır, yaşatmaktır. Yaşamın her
anındaki yalnızlığımızı. Yalnızlığımızın
vahşiliğini.
Yusuf Eradam’ın “Yazmak Üzerine”
adlı metninin son bölümü bana hep
bir yazar olarak Cemil Kavukçu’yu
çağrıştırır nedense:
…..
Elde kalan boş bir saman kağıdını
doldurmak kolaydır.
Zor olan, dolu bir saman kağıdını
gecenin bir deli vakti yaşamaktır.
Yaşanan, ancak böyle ölümsüzleşir.
Zaman, ancak böyle yakılır.
Ölüm, ancak böyle yaşanır.
Yazmak, bu yüzden...
93
eğitimin psikolojisi
Psk. Ayşegül Alkış
Çocuk ve stres
Anne - babalar çoğu zaman çocuklarının kaygılarını
gidermekte zorlanır. Nasıl konuşacaklarını, çocuklarının
kaygılarını neler söyleyerek atlatacaklarını bilemezler.
Birçok uzman kaygı, korku, üzüntü, çaresizlik vb. olumsuz
duyguların ilk olarak aile içinde, güvenilir bir ortamda ele
alınması gerektiğini söyler.
AİLE İÇİNDE çözülemeyen sorunlar
karşısında bir uzmandan yardım
istemek en yararlı yoldur. Gün
içinde çocuğunuz sizinle yaşadığı
ya da yaşayacağı olumsuz durumları
anlatabilir. Bu bir sınav, arkadaşıyla
tartışma olabilir. Bu durumda
izleyebileceğiniz adımlar şunlar
olmalıdır:
Şu anki durumla ilgili bir stres
yaşıyorsa:
Ona derin ve yavaşça nefes almasını
söyleyin.
Olumsuz durumun yakında sona
ereceğini hatırlatın.
Ona göre problem gördüğü durumları
en kötüden daha iyi olana göre
yazmasını isteyin.
No 1 …………………………
(En kötü durum)
No 2 ………………………….
(Daha kötü durum)
No 3 ………………………….
( Kötü durum)
Yakın zamanda yaşayacağı
olumlu bir olayı hatırlatın.
Onun başarılı olduğu alanları
belirtin.
Bu durumunu diğer
ebeveyniyle de konuşmasına
teşvik edin.
Problemi çözmek için olası çözüm
yollarını konuşun, elde ettiğiniz yolları
renkli bir şekilde yazın ve asın.
Sıkıntısını arttıracak tavsiyelerden
kaçının, gerekirse sadece dinleyin.
Sizden bu durumda neler yapmanızı
istediğini sorun.
Yakında stres yaşayacağı bir durum
varsa:
Fırsat varken hazırlıklı olmasını
söyleyin.
Yapılacakları somut hale getirmek için
bir liste oluşturun.
Arkadaşları ya da diğer ebeveyn ile
durumu paylaşmasını isteyin.
Sadece bugün olan olaylara dikkat
94
çekin, geleceği düşünmesine olanak
vermeyin.
“Sence en kötü ne olabilir?” diye
sorarak anlatmasını isteyin, kaygısının
temelinde yatan korkuyu anlayabilirsiniz
(hatta bu durumu komik bir şekilde
resimleştirerek eğlenebilirsiniz)
Kendisine yardım edecek annesi,
babası olacağını ve ona destek her
zaman vereceğinizi hatırlatın.
Sizden bu durumda neler yapmanızı
istediğini sorun.
Çocuğunuz için her zaman ilk ulaşılmak
ve yardım isteyeceği ilk kişi olmak
çok önemlidir. Bu çocuğunuzun size
ne kadar güvendiğini gösterir. Eğer
çocuğunuz bir problemi olduğunda
sizinle paylaşmaktan çekiniyorsa
iletişiminizi gözden geçirerek çözüm
arayabilirsiniz. Gerekirse uzmanlardan
yardım alabilirsiniz.
kadın sağlığı
95
Türkçe sözlüğü
Türkçe sözlüğü
Her gün Türkçe olmayan onlarca kelime çıkıyor ağzımızdan. Bu duruma sebep olanları
uzun uzadıya anlatmak yerine, güzel Türkçemizden bazı kelimeleri hatırlatıyoruz sizlere.
tümevarım
Fr. induction
endüksiyon
imge
Fr. image
imaj
dil bilgisi
Fr. grammaire
gramer
yalıtımlı
Fr. hermetique
hermetik
dizin, gösterge
Fr. index
indeks
izlenimcilik
Fr. impressionnisme
empresyonizm
bağdaşık
Fr. homogène
homojen
yenileşim
İng. innovation
inovasyon
aralık
Fr. espace
espas
eş basınç
Fr. isobare
izobar
üretimevi
İt. fabricca
fabrika
devre arası
İng. half-time
half-time
serbest vuruş
İng. free-kick
frikik
süzgeç, süzek
Fr. filtre
filtre
kalıtım bilimi
Alm. Genetik
genetik
Katkılarından dolayı Türk Dil Kurumu’na teşekkürler.
96
97
genel sağlık
Küçük kesi ile
kalp ameliyatları
Doç. Dr. Mert Yılmaz
Medical Park Bursa
Küçük kesi kalp ameliyatları (minimal
invaziv) nedir?
Minimal İnvaziv koroner bypass
cerrahisidir. Bazı uygun hastalarda
kalp durdurulmadan ve göğsün tamamı
açılmadan sol meme altından girilerek
sol öne inen koroner artere sol meme
damarının bypass edilmesidir. Bu
tekniğin uygulanabilmesi için kalbin
o bölgesini kısa süreliğine de olsa
hareketsiz kılan özel aparatlar kullanılır.
Bu teknik, özellikle sol öne inen koroner
artere ve yan dallarına olmak üzere
kalbin ön duvarına bypass yapılırken
uygulanabilir. Günümüzde ayrıca hibrid
girişim adı verilen ve aynı seansta
kalbin ön yüzündeki damarlara bypass
yapılırken arka yüzdeki damarların
stent işlemi ile kanlandırıldığı yöntemler
uygulanabilir. Bunların dışında Total
Endoskopik Koroner Arter Baypas
Cerrahisi (TECAB) adı verilen teknik ile
koroner bypass işlemi robot aracılığı
ile durmuş ya da çalışan kalp üzerinde
uygulanabilir. Diğer tür ameliyatlar ise
kalp kapaklarına ve kalpte bulunan
deliklerin düzeltilmesine yönelik küçük
kesi ile yapılan cerrahi girişimlerdir.
Bu girişimlerde genellikle göğüse sağ
meme altından ya da orta hatta yapılan
küçük kesiler kullanılır. Bunların yapılışı
esnasında da yine özel aletler ve
teknikler kullanılır.
Küçük kesi ile yapılabilen kalp
kapaklarına yönelik işlemler nelerdir?
Aort kapak onarımı ya da replasmanı,
mitral kapak onarımı ya da replasmanı,
pulmoner kapak onarımı ve ilave diğer
işlemler, tricuspid kapak onarımı ya da
replasmanı.
Küçük kesi ile yapılabilen doğumsal
kalp hastalıkları nelerdir?
Atrial septal defekt, patent ductus
arteriosus, ventriküler septal defekt,
fallot tetralojisi ve scimitar sendromu.
Bu yöntemin faydaları nelerdir?
Faydaları; daha küçük bir kesi, daha
küçük bir yara izi, enfeksiyon riskinin
azalması, daha az kan gereksinimi ve
daha az ağrı dahil olmak üzere daha
az travma olarak sayılabilir. Ameliyat
sonrası hastanede yatış süresi de
98
azalır. Geleneksel kalp cerrahisi
sonrası ortalama yatış süresi 7 ila 10
gün iken minimal invaziv cerrahisinde 2
ila 5 gündür. Ayrıca iyileşme süresinde
kısalma görülür. Geleneksel kalp
cerrahisi sonrası ortalama iyileşme
süresi 6-8 hafta iken, minimal invaziv
cerrahi sonrası ortalama iyileşme süresi
1-4 haftadır.
Avantajları bu kadar fazla olan bir
yöntem neden bir çok kalp cerrahı
tarafından hastalara sunulmuyor?
Minimal invaziv kalp cerrahisi
günümüzde bu cerrahinin doruk
noktasıdır. Bu tür ameliyatları
ancak çok iyi eğitim almış
ve profesyönelleşmiş ekipler
gerçekleştirebilir. Cerrahın dışında
anestezist, perfüzyonist, asistan ve
ameliyat hemşirelerininde bu girişimler
konusunda eğitimli olmaları çok
önemlidir.
Minimal invaziv kalp cerrahisinin
dezavantajları nelerdir?
Bu yöntemin en büyük dezavantajı
halen bütün hastalarımıza
uygulanabilir bir yöntem olmamasıdır.
Ancak teknolojideki ilerlemeler ile
deneyimlerdeki artış, belirli bir süre
sonra bu yöntemin daha yaygın
kullanımına neden olacaktır.
Türkiye’de minimal invaziv kalp
cerrahisi ne durumda?
Şu anda Türkiye’de kalp cerrahisi
yapılan merkezler arasında bu
yöntemlerin uygulandığı merkez
sayısı maalesef bir elin parmaklarını
geçmiyor. Tabi ki bunun en önemli
sebeblerinden birisi bu yöntemleri
uygulayacak ekibin bu konuda eğitimli
ve deneyimli olması gerekirken,
merkezinde buna uygun teknoloji
donanımına sahip olması gerekliliğidir.
Ayrıca bu tür cerrahi uygulanan
hastalar yoğun bakım ve hastanede
daha kısa yatmak zorunda kalırken,
ameliyat süreleri bazen standard
ameliyatlara göre daha uzun sürebilir.
Ayrıca cerrahi ekibin sabırlı, sağlık
merkezinin idarecilerinin de bu
yöntemin kalp cerrahisinin geleceği
olduğuna inanması son derece
99
sağlıklı düşünce
Tunca Toker
Toker Sağlık Grubu
Her yıl bu mevsimde grip
aşısı hakkında çeşitli haberler,
spekülasyonlar, kavram
kargaşası ortaya çıkıyor.
Doğal olarak insanlar neye
inanacağını şaşırıyor. Aslında
hiçbir şey gribin bireysel
ve toplumsal açıdan ciddi
problemlere yol açan bir
enfeksiyon hastalığı olduğu
gerçeğini değiştirmiyor.
Zaman grip aşısı zamanı
Grip basit bir soğukalgınlığı
enfeksiyonu değildir. Grip virüsleri
dış koşullara karşı dirençlidirler ve
kolayca bulaşarak enfeksiyonun hızla
yayılmasına, bu sebeple çok ciddi
sağlık sorunlarına, sosyal ve ekonomik
kayıplara neden olabiliyorlar. Grip
mevsiminde belli risk gruplarında
ölüm oranları önemli ölçüde artar. 25
Eylül’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde
gerçekleştirilen Ulusal Grip
Platformu’nda Prof. Dr. Selim Badur’un
açıklamalarına göre; günümüzde çeşitli
ülkelerde grip aşılama programları
geliştirilmiş ve uygulamaya konmuştur.
Her sene dünyada yüz milyonlarca doz
grip aşısı kullanılıyor ve yan etki sorunu
neredeyse yok denecek kadar azdır.
Güvenilir bir aşı olduğu kabul edilen
grip aşısının etkinliği ise, uygulandığı
çeşitli gruplara ait bulgularla
ortaya konmaktadır. Bu anlamda
grip aşılamasının, toplumda grip
vakalarını ve hastaneye grip sebebiyle
başvuruları, komplikasyonları(zatüre
vb.), risk grubundaki kişiler ve yaşlılar
arasında gribe bağlı ölümleri azalttığı
kabul ediliyor. Bu yüzden Dünya Sağlık
Örgütü, özellikle risk grupları için grip
aşısı kullanımının arttırılması yönünde
tavsiye kararları almaktadır.
100
Burada bahsedilen risk gruplarını
açarsak; 65 yaş ve üzeri kişiler(bu
sınır bazı ülkelerde 50 yaş üzeri
olarak değişmektedir) sürekli hastalığı
olan ve uzun süreli bakım evlerinde
kalanlar, 6 aylıktan büyük kalp ve
akciğer hastalığı olanlar, böbrek ve
astım hastaları, diyabetliler, anemi
ve diğer kan hastalıkları olanlar, grip
açısından risk taşıyan kişilerle aynı
evde yaşayanlar, sağlık çalışanları
bu grupta yer almaktadırlar. Aslında
gripten korunmak isteyen herkes
aşı yaptırabilir. Sağlık Bakanlığı risk
grubundaki kişiler için aşıyı geri ödeme
kapsamına almıştır. Bu açıdan sağlık
çalışanlarının konuya inanmaları ve
hastalarına aşıyı tavsiye etmeleri önem
kazanıyor.
Aşıyı ne zaman yaptırmak doğru?
En uygun zaman Eylül ve Ekim
aylarıdır. Aşı uygulamanın son tarihi
diye bir kısıtlama ise bulunmaz. Grip
virüslerinin artık alışılmışın dışında
Nisan ayında bile görüldüğü göz
önüne alınırsa, eğer çevrenizde gribe
yakalananlar varsa korunmak için ocak
ayından sonra da aşılanabilirsiniz.
Grip aşısı her yıl olunması gereken
bir aşı. Çünkü aşının içeriği her yıl
Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri
doğrultusunda değiştiriliyor ve bir
sonraki mevsimde dolaşımda olacağı
öngörülen virüslere göre hazırlanıyor.
Bu yüzden her yıl içeriği farklı aşılarla
bağışıklık sağlamak gerekiyor.
Aşı yaptırınca hasta olunur mu?
Bu da çok sık sorulan bir sorudur. Bu
durum genellikle aşının etki göstermesi
için gerekli olan 10 günlük süre
tamamlanmadan virüse yakalanmaktan
ya da grip virüsleri dışındaki diğer
solunum yolları enfeksiyonlarından
dolayı meydana çıkmaktadır. Normalde
aşı hastalığa yol açmaz. Sadece ilk
vurulduğunda aşı yerinde kızarıklık,
şişme, ağrı, ayrıca kısa süreli halsizlik,
yorgunluk, baş ağrısı, ateş gibi yan
etkiler görülebiliyor.
Virüslerle savaşta en büyük silahın
aşılar olduğu ve gelecekte de insanlığın
başına büyük sorunlar açabilecek
virütik hastalıkların aşı yoluyla
önlenebileceği tüm sağlık otoritelerince
kabul ediliyor.
Sağlıklı ve mutlu bir yaşam dileğiyle...
101
kadın sağlığı
Op. Dr. Servet Yetgin
Esentepe Tıp Merkezi
Hanımlar depresyondaysa sebebi guatr olabilir!
Guatr, tiroid bezinin bozuklukları sonucu ortaya çıkan hastalıklara verilen ortak isim ama gerçekte
bilmediğimiz pek çok çeşidi var. Öncelikle tiroid bezinin yaşamı idame ettirmede organizmada çok
önemli bir yeri olduğunu belirtmekte fayda var.
Tiroid bezi tarafından salgılanan
tiroid hormonu vücudun bazal
metabolizmasını ayarlayan ana
hormon olduğu gibi saç telinin
uzamasından cildin parlaklığına,
bağırsak hareketlerinin düzeninden
kalbin atım sayısına kadar pek çok
organın fonksiyonlarında temel
belirleyici hormon durunundadır.
Tiroid bezinin fazla çalışması yani
normalden fazla miktarda tiroid
hormonu salgılanması klinikte
“hipertiroidi” olarak isimlendirilen halk
arasında zehirli guatr diye bilinen
duruma yol açarken; hormonun az
salgılanması “hipotiroidi”ye neden
olabilir. Hipotiroidide tüm organizmada
faaliyetler rölantiye alınmış durumdadır.
Bazal metabolizma yavaşladığı için
hastada genel bir durgunluk hali,
keyifsizlik, mutsuzluk, hiçbir şey
yapmama eğilimi, devamlı uyuma isteği
söz konusudur. Hiçbir şeyden zevk
102
almaz, çalışmak da istemez eğlenmek
de... Dikkat edilirse bu yakınmalar
aynen depresyonda da görülen klinik
yakınmalardır. Hipotiroidi hastalarında
ayrıca kilo alma diyete rağmen
kilo verememe, ciltte matlaşma,
bağırsaklarda tembellik ve buna bağlı
kabızlık, adetlerde gecikme ya da
düzensizlik gibi sorunlar da görülebilir.
Son 10 yıldır özellikle orta yaş
kadınların bu ve buna benzer
yakınmalarla sık sık yüz yüze
kaldığına şahit olmaktayız. Bu
hastalar klinikte müracaat ettiklerinde
tiroid bezi muayenesinin ardından
yapılacak ultrason değerlendirmesi
ve kan hormon düzeyleri ile
değerlendirildiğinde hipotiroidi ve
buna sebep olarak da tiroidit hastalığı
ile karşılaşabilmekteyiz. 2000’li
yılların başında tüm dünya ile birlikte
ülkemizde de guatr hastalığını eradike
edebilmek için kullanılan tüm sofra
tuzlarına İyot katılmasına karar alındı.
Ancak 8 - 10 yıl sonra ortaya çıktı ki; bu
kez de fazla alınan iyot, tiroid bezinde
yeni bir hastalığı tiroiditi tetikliyor.
Yine bir guatr çeşidi olan “tiroidit”
genellikle orta yaş kadınlarda görülen,
organizmada kendi kendine ortaya
çıkan bazı antikorların tiroid bezine
saldırarak bezin dengesini bozması
dolayısıyla kan hormon düzeylerinin
düşmesi yani hipotiroidiye yol
açtığını görmekteyiz. Bu aslında tanı
konulduğunda ilaçla tedavi edilebilen
bir durumdur. Tüm bu bilgiler ışığında
özellikle kadınlarda kilo artışı kilo
verememe ile birlikte depresif bulgular
ön plandaysa, mutlaka tiroid bezi yani
guatr hakkında bir değerlendirme
yapılmasına gerekir.
Sağlıklı bir yaşam dilerim.
103
genel sağlık
Boyun fıtığı hakkında bilinmeyenler
Omurga, omur
adı verilen bir
dizi bağlantılı
kemikten oluşur.
Omurlar omuriliği
sarar ve hasar
görmesini
engellerler.
Op. Dr.
Sinirler
Osman Okan Yaman omurilikten
Anadolu Hastanesi
çıkarak vücudun
diğer yerlerine
dağılır ve bu şekilde beyin ve vücudun
kalanı arasındaki bağlantıyı sağlarlar.
Beyin omurilikten aşağı yolladığı bir
mesajın sinirler aracılığı ile iletilmesi
sonucu kasları hareket ettirir. Sinirler
ayrıca ağrı ve ısı gibi duyuları vücuttan
beyine geri taşırlar.
Omurlar bir disk ve faset eklemi
denilen iki küçük eklem ile birbirlerine
bağlanırlar. Bir omuru diğerine
bağlayan en önemli yapı olan disk
kuvvetli bağ dokusundan oluşmuştur
ve omurlar arasında yastık ya da darbe
emicisi gibi görev yapar. Disk ve faset
eklemleri omurların hareketlerine izin
vererek boynunuzu ve sırtınızı eğmenizi
ya da çevirmenizi mümkün kılarlar.
Disk “annulus fibrosus” adı verilen
dayanıklı bir dış tabaka ve “nucleus
pulposus” adı verilen jöle kıvamında bir
merkezden oluşur. Yaşlandıkça diskin
merkezi su içeriğini kaybetmeye başlar
ve disk yastıklama görevini eskisi kadar
iyi yapamaz hale gelir. Disk bozulmaya
devam ettikçe dış tabakası da
yırtılabilir. Bu durum diskin merkezinin
dış tabakadaki bir yırtıktan sinirlerin
ve omuriliğin yer aldığı boşluğa
taşmasına (disk herniasyonu ya da
disk ruptürü denir) sebep olabilir. Daha
sonra herniye olan (fıtıklaşan) disk
sinirlere basarak kollarda ve omuzlarda
ağrı, duyu kaybı, elektriklenme ve
güçsüzlüğe sebep olabilir. Doktorunuz
kollarınızın kuvvetinde, reflekslerinde
ya da duyusunda disk hernisinin sebep
olduğu değişiklikleri tespit edebilir.
Nadiren herniye olan disk omuriliğe
104
basarak bacaklarda da sorunlara
sebep olabilir.
Nasıl teşhis edilir?
Ağrının cinsi ve yerini tespit etmeye
yönelik bir klinik değerlendirmeye
ek olarak herhangi bir kuvvet kaybı,
duyu kaybı ve de anormal refleksin
dikkatli muayenesi genellikle bir disk
hernisini teşhis edip yerini belirlemek
için yeterlidir. Doktorunuzun teşhisi
röntgen filmleri, bilgisayarlı tomografiler
veya manyetik rezonans görüntüleme
ile kesinleşir. Röntgen filmleri omurga
yıpranıp bozuldukça ortaya çıkan
kemik çıkıntıları ve disk aralıklarındaki
daralmayı gösterebilir ancak disk
herniasyonunu ya da omurilikten
çıkan sinirleri gösteremez. BT ve MRG
(altın standart) taramaları tüm omurga
bölümlerinin (omurlar, diskler, omurilik
ve sinirler) ayrıntılı görüntülerini sağlar
ve çoğu disk herniasyonunu tespit
eder. Tüm bunlara ek olarak elektriksel
sinir iletkenlik çalışmaları yapılarak bir
disk herniasyonu sonucu oluşabilecek
sinir hasarının bulguları aranabilir.
Ne tedavileri vardır ?
Servikal disk hernisi olan hastaların
çoğu hiçbir tedavi görmeksizin iyiye
gidebilir. Ağrısı devam eden hastaların
tedavisi için değişik seçenekler
mevcuttur. Servikal disk hernisi ile ilgili
ağrıyı azaltacak pek çok ilaç mevcuttur.
Endoskopik(Kapalı) Mikrodiskektomi
yeni sağlık politikalarının da desteğiyle
özel ve resmi sağlık kurumlarınca
abartılı şekilde lanse edilen en önemli
konulardan bir tanesi de endoskopik
mikrodiskektomi... Halk kapalı bel
fıtığı ameliyatı olarak hekimden talep
ederken ve hekimler de çözüm arıyor.
Ama endoskopik cerrahi disk
cerrahisinde problemin sınırlı olarak
çözülmesini sağlıyor. Geniş olarak disk
temizlenememekle beraber çoğunlukla
sadece parçalı fıtıklarda sadece
parçanın alınabilmesine imkan tanıyor.
Anatomisi bozulmuş, dejenere olmuş
omurga ise teknik zorluk ve risk
artımına yol açıyor. Ekonomik boyutu,
yüksek maliyeti getiriyor. Cerrahi
riski daha fazla olduğunda cerrahın
konusunda çok tecrübeli olması
gerekiyor. Oysa cerrahın bildiği tekniğin
uygulanması ilk seçenek olsa gerek.
Tabi ki minimal invaziv yöntemlerden
mikrocerrahinin altın standart olduğunu
unutmamak lazım. Endoskopik
diskektominin ise hastaya lanse edildiği
gibi kesinlikle hastanede kalış süresi,
anestezi süresinin kısa olması, cerrahi
yaranın küçük olması ve tekrarlama
açısından mikrodiskektomiye hiçbir
avantajı yok. Üstelik bilimsel olarak
lanse edilen tüm yayınlar tartışmalı...
Tabi ki tercih sizin.
Nedir şu mikrodiskektomi denen
ameliyat? Neden tercih sebebidir?
Mikrodiskektomi ana terim olarak
yapılan sahayı daha net görmeyi
sağlayan büyütücü optik sistemlerin
kullanılması yolu ile bel ve boyun
fıtığının temizlenmesidir. Peki neden
böyle optik sistemlere gerek vardır.
Ana amaç cerrahi sahanın küçük
açılması ve normal anatomiye ve
dokulara daha az zarar verilmesidir.
Anatomik yapılar daha net görülür
ve cerrahi hata oranı azalır. Mesela
yaklaşık 5-6 kesiden cm’den yapılan
bel fıtığı operasyonu 1.7 cm‘den hem
küçük kesi ile yapılabilir. Hem de
kemik dokuya zarar vermeden, bel
yapısının bağları alınmadan temizlenir.
Bu ise ameliyat süresinin kısalması,
narkoz süresinin azalması ve anestetik
maddelerin yan etkilerinin azalmasını
getirir. Operasyonda oluşan kan kaybı
azalır. Hasta operasyondan 3 saat
sonra ayağa kalkabilir. 8 Saat sonra
hastaneden çıkabilir. Ağır yük kaldımayı
gerektirmeyen işlerde 3 gün sonra işine
dönebilir. Klasik bel fıtığı operayonunda
nüksetme %40 iken, tekrarlama
mikrodiskektomide % 3 tür.
Sağlıklı günler dileğiyle...
105
ruhun gıdası
Özgür Akkaya Erdemol
Yoga Eğitmeni
Nedir bu Yoga dedikleri?
Yoga’ya olan ilgi dünyada ve Türkiye'de her geçen gün artıyor. Büyük şehirlerde açılan yoga
merkezlerine yenileri eklenirken Yoga akımı daha küçük şehirlere de nüfuz etmeye başlıyor. Peki
bütün dünyayı peşinden sürükleyen Yoga nedir, ne değildir?
106
KUŞKUSUZ hakkında binlerce sayfalık
eserler yazılmış bir felsefeyi bir iki
sayfada özetlemek mümkün değil. O
nedenle biz şimdilik sadece Yoga’nın
doğuşu ve Ashtanga Yoga’dan
bahsedelim. Yoga Hindistan'da
doğmuş çok eski bir uygulama...
Orijinali Sanskritçe olan kelimenin
Türkçe karşılığı birlik demek; bedenle
ruhun, nefesle hareketlerin, bilinçle
süper bilincin, ruhla yaratıcının
birleşmesi. Tarihinin ne kadar eskiye
dayandığı bilinmemekle beraber ilk
defa Veda metinlerinde teknik bir terim
olarak karşımıza çıkar. Hindistan'da
yapılan arkeolojik kazılarda bulunan
M.Ö. 3000'li yıllara ait eserlerin
bazılarında yoga duruşlarında tanrısal
kişileri gösteren taş mühürlere
rastlanmış. Yani tarihi kesin olarak
bilinmese de en az 5000 senelik bir
bilgi olduğunu söylemek abartmak
olmayacak...
Patanjali adlı bir bilge M.S. II. yüzyılda
Yoga Sutraları yazmış ve yogaya dair
en kapsamlı ilk yazılı eseri ortaya
çıkarmış. 195 tane ayrı sutradan
oluşan eser sekiz kollu Ashtanga
Yoga'nın temelini oluşturur. Amaç
Yoga uygulayıcısının (Yogi’nin) bu
sekiz adımı takip ederek aydınlanmaya
ulaşmasıdır. Adımlardan ilki sosyal
disiplini anlatan Yama. Yama; Ahimsa
(şiddetsizllik), Satya (doğruluk),
Asteya (çalmama), Brahmacharya
(namusluluk) ve Aparigraha (arzulardan
arınma) prensiplerini kapsar. Yani
Patanjali der ki ilk kolda; kendin de
dahil olmak üzere hiçbir canlıya karşı
ne fiziksel, ne sözel ne de zihinsel
şiddet uygulama... Her zaman dürüst
ol, yalan söyleme, başkasına ait olan
bir şeyi alma, cinsel arzularına gem vur,
anlamlı ilişkiler yaşa ve arzularının esiri
olma, aç gözlü bir şekilde ihtiyacından
daha fazlasına sahip olmaya çalışma…
İkinci kol olan Niyama ise içsel disiplini
anlatır. Der ki zihnini, bedenini ve
ruhunu temiz tut (Shoucha), sahip
oldukların için şükret ve daima
memnuniyet göster (Santosha), tutumlu
ol (Tapas), kendi entellektüel, duygusal
ve egosal süreçlerini incele, öğren
(Swadhyaya) ve kendini Tanrı'ya ada,
Tanrı'ya teslim ol (İshwara Pranidhana).
Üçüncü kol ise asanalar yani Yoga
duruşları. Bütün Sutralar içinde
kendisinden en az söz edilen kısım...
Çevrenizde "Yoga yapıyorum,
Yoga’ya gidiyorum" diyen birileri
varsa bahsettikleri bu işte... Doğu
felsefelerinde gördüğümüz fiziksel
bedenimizin dışında bir de enerji
bedenimiz olduğuna inanılır.
Damarlarımızda kanın aktığı gibi
enerji bedenimizde de enerjinin aktığı
kanallar vardır ve bu kanallar Çakra
adını verdiğimiz merkezlerde toplanıp
bedene tekrar dağılırlar. Asanalar da
bu enerji kanallarını temizler, Çakra’ları
kuvvetlendirir. İşin tabi bir de modern
tıbbın ölçebildiği kısmı var. Batıda
hemen hemen her gün farklı doktorlar
tarafından yazılmış Yoga’nın sağlığa
faydalarını anlatan yeni kitaplar çıkıyor.
Ciddi tıp fakülteleri Yoga’nın tedavi
edici özelliğini kanıtlayan deneyler
yapıyorlar. Birçok doktor omurga
problemleri, hormonal sorunlar,
adet düzensizlikleri, kas ve eklem
rahatsızlıkları, Artirit, Fibromiyalji ve
hatta bazı kanser türleri gibi birçok
rahatsızlık için Yoga’yı öneriyorlar.
Doktor olmasak da konuyla ilgili yapılan
birçok araştırmaya bir göz atmak,
Yoga’ya başladıktan sonra genel sağlık
halleri düzelmiş kişilerle konuşmak
bile Yoga’nın dönüştürücü, yenileyici
etkisini görmek için yeterli olabilir.
Dördüncü kol ise Yogi’lere nefes
kontrolünü öğreten Pranayama.
Pranayama Yogi’nin farkındalığını dış
dünyadan kendi özüne, bedenden
zihne doğru kaydırıyor. Yama ve
Niyama’lar dünyadaki eylemler
üzerine yoğunlaşıp, sevgiyi ve
dünyaya hizmet etmeyi öğretirken,
Asana’lar fiziksel bedeni kuvvetlendirip
onu onurlandırmaya odaklanırken,
Pranayama Yogi’ye nefesle beraber
iç huzuru yakalamayı öğretiyor.
Bahsettiğimiz enerji kanallarını besleyip
zenginleştiriyor.
Beşinci basamak olan Pratyahara
duyuları dış dünyadan içeriye
yönlendirmeyi öğretiyor. Kişi gördüğü,
duyduğu, kokladığı, dokunduğu,
tattığı uyaranlardan uzaklaşıp arzu
nesnelerinin kendisi üzerindeki
gücünden bağımsızlaşıp kendi eylem
ve düşünceleri üzerinde kontrol
geliştiriyor. Yogi etrafında olup biten
herşeyden haberdar ama onlardan
etkilenmeden durmayı öğreniyor ki
bu da daha derin bilinç düzeylerinde
çalışma yapmasına olanak sağlıyor.
Altıncı ve yedinci basamaklar olan
Dhrana ve Dhyana ise duyularını
kontrol altına almayı başarmış
bir Yogi’nin odağını tek bir nesne
üzerine getirerek ondan başka birşey
düşünmeden zihnini kontrol altına
almasından bahsediyor. Öyle ki bir süre
sonra Yogi evrensel bilinçle bağlantıya
geçip derin bir gevşeme, genişleme
ve sükunet hissi yaşıyor. Fiziksel,
zihinsel ve duygusal bütün bağlardan
uzaklaşıp, bütün herşeyin birbiriyle
bağlantılı olduğunun hissedildiği,
acıya ve neşeye karşı aynı kayıtsızlığın
taşındığı tam mutluluk hali yakalanıyor.
Bu da zaten son adım olan Samadhiye
götürüyor Yogi’yi. Yogi’nin evrenle
bir olduğu muhteşem denge hali,
aydınlanma...
Yoga bir din değil, bir felsefedir.
Hinduizm’de varolan yeniden doğuş,
karma gibi kavramları içerse de
Hindulara özel değil, her dinden
herkesin uygulayabileceği dönüştürücü
bir felsefedir. Herkes Yoga’da kendine
ait bir şeyler bulabilir ve düzenli
uygulandığında Yoga herkes için sihrini
konuşturacak ve uygulayıcıların hayat
kalitesini artıracaktır.
Herkese huzurlu ve mutlu bir yaşam
dileklerimle…
107
tekno günce
Geleceğimiz varsa, göreceğimiz de var
Geçen sayıda geleceğimizi şekillendirecek teknolojilerden bir kısmını aynı başlık
altında incelemiştik, devam ediyoruz. İşin açıkçası şu anda erişebildiğim ya da
erişemediğim o kadar çok proje yürütülüyor ki, bir ömür boyu yeni teknolojilerle
ilgili inceleme yazısı yazılabilir. Bu teknolojilerden ulaşabildiklerim arasında en
dikkat çekici ve devrim niteliğinde olanları sizlere aktarıyorum.
GELECEKLE ilgili çoğumuzun
beklentilerinin başında insan ömrünün
daha da uzaması vardır. Bu açıdan
sağlık sektörü de çok sıkı bir araştırma
ve geliştime etkinliği içerisinde ve bazı
projeler gerçekten hastalık kavramını
tarihin derinliklerine gömecek cinsten...
Şimdi bunlardan bir kısmını inceleyelim.
“Armudun sapı
hücrenin kökü”
Hepimiz bu karmaşık
anatomilere sahip
olmadan çok
önce henüz yolun
başındayken tek bir hücreydik. Daha
sonra inanılmaz bir hızla artan hücre
sayımız vücudumuzdaki bütün doku
ve organları oluşturdu. Kök hücrenin
bu kadar değerli olmasının sebebi
ise uygun şartlar altında uygulanması
108
durumunda farklı hücrelere
dönüşebilmeleri. Vücudumuzdaki
bütün yapılar sabit tek bir hücrenin
başkalaşması ile oluşmuş durumda
olmasına rağmen kök hücrenin
hiç başkalaşıma uğramamış halini
elde etmek oldukça zorlu bir süreç.
Yenidoğanların göbek bağlarındaki
kandan elde edilebilen bu hücreler
yetişkinlerde göbek bağı aracılığı
ile elde edilebilmesi ne yazık ki çok
nadiren başarılabilen bir olay. Bilim
insanlarının genel olarak yapmaya
çalıştığı bu etapta başkalaşmış
hücrelerden kök hücreye ulaşmaya
çalışmak. Kısmen başarılı uygulamalar
mevcut hatta tedavide uygulamalar
bile başlamış durumda. Özellikle
lösemi tedavisinde kullanılan kemik
iliği tedavisinde başarılı sonuçlar elde
Erdinç Tuğcu
edilebiliyor. Kanser, felç, M.S., A.S. gibi
hastalıkları kök hücre terapisi ile tedavi
etmek için de araştırmalar tam hız
devam ediyor.
Hastalıkları tedavi etme ile süreç henüz
emekleme aşamasında iken geçtiğimiz
Mart ayında internet üzerinden
izlediğim bir TED konferansı sunumu
aklımı başımdan aldı. Anthony Atala
ve Harvard Üniversitesi’nden bir ekip
dünya üzerindeki ilk yapay organ
olan mesanenin bir insana takılacağı
ile ilgili yaptıkları hazırlıkları anlattı.
Ancak hikayenin daha da şaşırtıcı kısmı
konuşmanın ikinci yarısında geldi.
Anthony Atalay’ın yardımcısı elinde bir
böbrekle çıkageldi. Sahne arkasındaki
üç boyutlu yazıcıda kök hücreleri
kullanarak, 4 saat gibi kısa bir sürede
verdiği tepkileri verebiliyorlar.
Bu mucizevi kaslarla
yapılabilecek yapay kol, el
ya da bacak pek çok engelli
insana umut kaynağı olabilir.
Bu yapay kasların insanlar
üzerinde kullanımı dışında bir
kullanım alanı da anatomik
insana çok benzeyen robotların
yapılmasını sağlayabilecek
olmaları. Yeterince
çoğaldıklarında dünyayı ele
geçirmedikleri sürece, kimse
evde çamaşır ya da bulaşıkları
halledip size şöyle köpüklü bir
Türk kahvesi getirmesine karşı
çıkmaz sanırım.
insan böbreği yapmışlardı. Şu anda
tam anlamı ile kullanılabilir olmasa
bile önümüzdeki 10 sene içerisinde bu
yapay organlar neden organ nakilleri
ve onun getirdiği zorlu süreçlerin yerini
tamamen almasınlar ki?
Havalı kaslar
Eğer kök hücre
alternatiflerimizi
beğenmediyseniz ve
Terminatör filmlerinin
hayranıysanız hava
kasları tam size göre... Temel olarak
aslında minibüslerin kapılarını açıp
kapatan havalı sisteme benzese de
bilim adamları bu kasların biz insanların
kasları kadar hassas ama kuvvetli
bir şekilde çalışacak şekilde yeniden
tasarladılar. Bu elektronik kaslar hava
basıncını kullanarak gerçek kasların
Düşüncenin
Gücü Adına
Yıllarca klavye
başında
saatlerini
geçirmiş biri
olarak, bu işin daha kolay
bir yolu olsun diye dua
ettiğim çok zaman oldu. Yıllar süren
dualarım geçen Şubat ayında yanıt
buldu ve bilim adamları yıllardır
hayalini kurduğumuz bir başka
sistemi daha hayata geçirdiler.
Düşünce ile çalışan bilgisayar!
Aslında bilgisayar düşünce ile
çalışmıyor tabi de böyle söyleyince
daha etkili olur diye düşündüm işin
açıkçası. Herhangi bir bilgisayarla
çalışan bu sistem henüz yolun
başında ancak son kullanıcıya
ulaştı bile. Emotiv EPOC markası ile
piyasaya çıkan cihaz beyin dalgaları
ve yüz mimiklerinden faydalanarak
neyi kastettiğinizi algılayarak bunu
bilgisayara aktarmaya muktedir
durumda. Henüz komutlar basit,
refleks süresi biraz zayıf ama
önümüzdeki yıllar için inanılmaz
önemli bir adım.
Kullanım alanlarını düşündüğünüzde
ileride klavyeye bir daha hiç el
sürmemiz gerekmeyebilir. Bilgisayar
oyunlarındaki hareket kabiliyetimizin ne
kadar artacağını düşünün ya da bütün
bunlar bir yana direksiyon, pedal ya da
vites olmaksızın kontrol edebildiğiniz
arabaları düşünün. Bütün bu tembel
işi icatları bir kenara bırakırsak asıl
ihtiyacı olan hiç hareket edemeyen
felç hastalarının sese kavuştuğunu
düşünün. Hele daha önce bahsettiğim
yapay kaslarla birleşirse insanlığa
inanılmaz faydalar sağlayabilir.
Ağzınıza bir parmak çaldığım bu engin
teknoloji denizi bize ne getirir bizden
ne götürür çok tartışılır ancak benim
emin olduğum tek şey varsa o da her
geçen gün bu gelişim ağzımızı biraz
daha açık bırakıp, kalbimizi biraz daha
hızlı çarptıracak olduğudur. Teknolojik
hayallerimizin gerçeğe en yakın olduğu
çağda yaşıyoruz, keyfini çıkaralım.
109
serbest yazı
“Sosyal Medya” için kısayollar
Son yıllarda sıkça duyduğumuz her ortamda karşımıza çıkan bir
kavram “sosyal medya”. Aslında geleneksel medyanın rakibi
yeni bir oluşum gibi değerlendirilmekten ziyade medya ve iletişim
kanalları ile iç içe, teknolojik altyapısı güçlü, 7-24 etkin ve dinamik
olan bir destek kuvvet olarak değerlendirilmeli.
* Sosyal medya=çevrimiçi iletişim.
İnternette iletişim platformu yaratmak,
takipçi sayısını artırmak, mesajlarınızı
online olarak vermek iletişimin en
yaygın boyutu. Bu yüzden bize
uygun internet üzerindeki tüm
iletişim platformlarında mümkünse
aynı fotoğrafla yer almaya ve kendi
tarzımıza uygun iletiler vermeye önem
göstermeliyiz.
* Online ortamda ne kadar
tanınıyorsanız o kadar ünlüsünüz ve
o kadar da söz sahibisiniz demektir.
Facebook sayfası, twitter hesabı,
linkedin olmazsa olmazlar arasında.
Takipçi sayısı fazla olan kişilerin bir
süre sonra bu sosyal ağı ticarete
dönüştürmesi ise günümüzde sık sık
rastladığımız olaylar arasında yer alıyor.
* Kurumlar artık sadece geleneksel
halkla ilişkiler ve basın ilişkilerinin
yanı sıra sosyal medya ile ilgili de
basın çalışması yapmaya başladı.
Basın toplantıları bile internet
üzerinden yapılıyor. Sadece gazete
ve televizyonda haber çıkartmak
önemli değil. İnternet üzerinde de
haberin yayılımı için online mecralarda
yayınlanması önemli. Çünkü artık
herkes bilgi araştırması yaparken ilk
olarak internette google üzerinden
arama yapıyor. Bu yüzden sizin
veya kurumunuzun ismini girdiğinde
karşılacağı yazı ve sayfalar çok önemli.
* Blog yazmak her geçen gün daha
çok popüler oluyor. Artık bloglar da
gazetecilerle birlikte hedef kitle olarak
görülmeye başladı, bloglara özel halkla
ilişkiler çalışmaları ve basın toplantıları
yapılıyor. Birçok firma kendi ürünlerini
ilk önce binlerce takipçisi olan
bloglarda anlatmayı ve buradan kendini
110
Özlem Şenkoyuncu
tanıtmayı tercih ediyor. Geniş bir
okuyucu kitlesine hitap eden bloglara
geleneksel medyadaki yazarlar kadar
etkin ve popüler.
başarırsanız sevilme, takip edilme ve
güvenilme olasılığınız artar. Bu da size
kendinizi daha rahat ifade edebilme ve
kendiniz olma özgürlüğü sağlar.
* Artık firmalar işe alım yaparken
kişiyi internet üzerinde de araştırıyor.
İnternette hakkımızda çıkan hiç birşeyin
silinmediğini göz önüne alırsak bu
sosyal mecrada olumlu bir kimlikle yer
almak çok önemli. Mesela Linkedin
birçok firmanın personel alımında ve
birçok kişinin de iş bulmada etkin
olarak kullandığı önemli bir mecra.
Çok yakın zamanda firmaların işe alım
akdinde sosyal medyada kuruma zarar
verecek tarzda etkinlikte bulunmaması
gibi maddeleri de ekleyeceği tahmin
ediliyor. Çünkü kişinin sosyal medya
üzerinde yayınladığı yazı ve fotoğraflar
kurumla özdeşleştirilip kurum itibarını
zedeleyebilir. Mesela öğrencilere kötü
örnek olabilecek bir yaşam tarzı olan ve
bunu facebook sayfasında yayınlayan
bir öğretmen okulu tarafından işten
uzaklaştırılabilecek. Ya da geceyarısı
bir eğlence mekanında içerken
bir fotoğrafını tweet atan doktorun
ertesi sabah ameliyatı varsa hastane
yönetimi tarafından sözleşmesi fesh
edilebilecek.
* Sosyal medya olayına yabancıysanız
ana stratejiniz “Dinle, Katıl, Üret”
olmalı. Yani ilk önce sosyal medyada
yazılanları, yayınlananları dikkatlice
dinlemeli, varolan yapılara katılım
göstererek etkin hale geçmeli ve
sonrasında da kendimiz bir şeyler
üreterek bu mecrada adımızı
duyurmalıyız.
* İnternet ortamında kişisel itibarınızı
konumlandırırken üye olduğunuz
siteler, takip ettiğiniz kişiler, oynadığınız
oyunlar, beğendiğiniz sayfalar,
yayınladığınız yazılar, fotoğraflar,
videolar, yazı diliniz ve arkadaşlarınız
karşı tarafın sizi algılaması ve tanıması
açısından önemli. Bu yüzden dikkat
etmekte fayda var. Ama tabi tüm
iletişim platformlarında olduğu gibi
gerçek sizi yansıtması ve samimi
olması çok önemli. Yazı diliniz ve
tarzınızla kendi kimliğinizi yansıtmayı
* Tüm markalarda gençler ve çocuklar
çok önemli bir hedef kitle. Hem bugün
hem de gelecekte en önemli satın alma
kitlesini bu grup oluşturuyor. Bazıları
parekendede tüketiciler olarak, bazıları
da iş dünyasında toptan ürün satın
alması yapan firmalarda çalışan kişiler
olarak çok yakında karşımıza çıkacak.
İşte bu yüzden onların dilini, iletişim
şeklini ve beklentilerini öğrenmemiz
gerekiyor. İletişim kanallarımızı
belirlerken onlardan uzak bir iletişim
ortamı düşünmemeli şimdiden onları
kendi takipçimiz ve hayranımız yapmayı
hedeflemeliyiz.
* Online iletişim ortamında sadece
facebook ve twitter hesabınızın olması
önemli değil. Önemli olan sürekli bu
platformlarda bilgi üretmek ve iletişimi
sürekli kılarak günceli yakalamak. Uzun
aralıklarla güncellenen blog sayfasını
kimse takip etmek istemez, facebook’ta
hiç mesaj yayınlamazsanız gündemde
olmazsınız. Sosyal medyada ne kadar
etkin bir şekilde yer alırsanız, o kadar
gündemde olur ve iletişimi her dem
taze tutarsınız.
Online iletişimli günler dilerim.
111
bursa mutfağı
* Tarifler, İş bankası kültür yayınları, Bursa Mutfağı, M.Ömür
Akkor, Mart 2009, İstanbul
KURU DOMATES KIZARTMASI
Bir kilo kurutulmuş domates
1 su bardağı zeytinyağı
1 su bardağı un
Kurutulmuş domatesler yaklaşık 2 saat ılık suda bekletilerek
hem yumuşaması hem de tuzunun giderilmesi sağlanır. Bu
arada bir defada suyu değiştirilir. Daha sonra una bulanan
domatesler kızgın yağda kızartılarak peçete üzerinde servis
tabağına alınır.
Bugün konserveleri, dondurulmuş ya da hormonlu
gıdaları yemeyi tercih etsek de, eski zamanlarda durum
böyle değildi... Kış mevsimi yaklaşırken evin beyleri
kışlık yakacak, giyecek vs hazırlıkların yaparken; evin
hanımları da tüm kış yenilecek olan konserveleri,
turşuları ve salçaları hazırlamaya koyulurdu. Bursa’da kış
hazırlıkları…
ESKİDEN kimse kışın patlıcan veya
domates alıp yemeğe koymazdı.
Zaten yaz sebzeleri de kışın
bulunmazdı. Evlerinin kilerleri
eylül ve ekim aylarında yavaş
yavaş dolmaya başlardı. Tüm kışa
yetecek konserveler, turşular,
meyve kompostaları ve yaz güneşinde
112
kurutulmuş sebzeler kilerlerde renk
cümbüşü yaratırdı. Bu yazımda
size kış için hazırlanan bu ürünlerle
yapılan eski yemeklerden tarifler
vermek istiyorum. Siz de bu kışa
hazırlık yapmak için semt pazarına
gidip sebzelerinizi seçerek işe
başlayabilirsiniz... M. Ömür Akkor
Mutfak Araştırmacısı
NOHUTLU MANTI
1 su bardağı haşlanmış nohut
1 kilo un
2 yemek kaşığı tereyağı
2 yemek kaşığı zeytinyağı
2 adet yumurta
1 kase sarımsaklı süzme yoğurt
4 su bardağı et suyu
1 tatlı kaşığı kırmızı pul biber
1 çay kaşığı tuz
2 su bardağı su
Un, yumurta, zeytinyağı ve suyla hamur tutulup dinlendirilir.
Dinlenen hamur mantı için açılıp kare kare kesilir. Kesilen
karelerin içine haşlanan nohut koyulup kapatılır. Hazırlanan
nohutlu mantı tepsiye koyulup fırınlanır. Et suyu tuzla
kaynatılır. Kaynayan suya mantılar atılıp pişene kadar
haşlanır. Daha sona servis tabağına alınan mantı üzerine
sarmısaklı süzme yoğurt ve tereyağında kızdırılmış kırmızı
pul biber koyularak servis edilir. Nohutlu mantı yazın bolca
hazırlanıp keten torbalara konulup saklanır.
NANE TURŞUSU
Nane turşusu, Osmanlı sarayı için Bursa’da nisan ayından itibaren bahçelerden
taze nane toplatılarak yapılıyordu. Nane turşusu, sulandırılarak şurup yapımında
ya da diğer turşulara lezzet vermesi için de kullanılıyordu. O yıllardaki Osmanlı
kaynaklarında nanenin şifalı etkilerinden bahsedilip “cümle otların efendisidir”
denilirdi. Biz pek bilmesek de saray kayıtlarında Bursa’dan alınan turşular
içerisinde en çok nane turşusu bulunmaktadır.
4 demet taze nane
Yarım su bardağı sirke
1 adet dilimlenmiş limon
2 yemek kaşığı kaya tuzu
8 diş sarımsak
5 bardak kaynatıldıktan sonra soğutulmuş su
İyice ayıklanmış ve yıkanmış naneler kavanoza aralarına limon dilimleri ve
sarımsaklar koyularak yerleştirilir. Diğer bir tarafta bir kabın içinde su, sirke ve
kaya tuzu iyice karıştırılıp nanelerin konulduğu kavanoza ilave edilir. Serin ve
güneş ışığına maruz kalmayan bir yerde saklanır. Nane diğer turşular gibi uzun
sürede değil 3-5 gün içinde hazır olur.
113
kestaneli lezzetler
Kestaneli
piliç ruloları
Hazırlanışı (4 kişilik)
Piliçleri bıçak yardımıyla koparmadan ikiye
bölün. Zeytinyağ, pulbiber ve taze fesleğenle
hazırladığınız sosa bulayın. Piliçlerin içine
kestaneleri sarıp kürdan yardımıyla kapatın.
Önceden ısıtılmış 180 C fırında 12-15 dakika
pişirin.
Üzerine dökeceğiniz sosu hazırlamak için:
Mantar, taze soğan, çarliston biber ve kırmızı
biberi şeritler halinde doğrayıp zeytinyağda
kavurun. İçine kremayı ekleyip 2-3 dakika
kaynatın. Tuz, karabiber ve damla sakızını
ilave edip pişirin.
Fırından çıkardığınız piliçlerin üzerine sosu
dökün. Haşladığınız penne makarnayla
birlikte servis yapın.
114
Malzemeler
4 adet piliç göğüs
10-15 adet soyulmuş, kullanıma hazır kestane
2 çorba kaşığı zeytinyağı
1 dal taze fesleğen
1 çay kaşığı tuz
1 çay kaşığı karabiber
1 çay kaşığı tatlı pul biber
1 çorba kasesi mantar
2 adet çarliston biber
2 adet kırmızı yağ biberi
2 adet taze soğan
2-3 adet damla sakızı
1 su bardağı krema
1 çorba kasesi penne makarna
Tarif: Kafkas
115
keyfi yerinde
M. Melih Karaer
Doğanın bize
armağanı:
Bağ bozumu
“Yine hazan yine hüzün…Yaz
sona erdi, tabiat kendini kışa
hazırlamaya başlıyor. Yapraklar
ölüme doğru yola çıkarken
renkleri koyulaşıyor ve daha
sonra dallarını terk edecekler.
Güzelim yaz günleri yerini
sonbaharın o serin günlerine
terk edecek. Sonra bulutlar,
yağmur... Heyhat...” Tüm bunlar
benim için eskidendi.
Ayaklarıyla ezip fıçıya mı bastılar seni
Nefti kasnaklı bir fıçıya,
Aldırma, kara üzüm!
Sen, o Kırmızı Şarabına doğru
İçten içe
Harıl harıl
Çalışmana bak, iki gözüm.
Can Yücel
116
Yazı uğurlarken hüzünlenmeyi ve
hüzünlü hissetmeyi yıllar önce terk
ettim... Artık yazı yaşarken bağları
da üzümleri de yaşıyor hatta giderek
heyecanlanıyorum. Yaz güneşini
üzüm salkımlarıyla paylaşmak ve
bize yaradığı kadar üzümlere de ne
kadar yaradığını görerek, düşünerek
geçiriyorum günlerimi. Üzümler renk
alıp şekerlenirken, dolgunlaşıyor
ve sonrasında “Bağ bozumu”
gerçekleşiyor... Romantikleştimmi
acaba? Bitkilerle ilişkilenen bir
yaşam, heyecanlar, meraklar…
Bu sene üzümler nasıl olacak, bu
üzümlerin şarapları nasıl olacak, iyi
bir yıl mı yoksa değil mi? Bağ bozumu
şenlikleri, tatlı koşuşturmacalar...
Çok hoş duygular bunlar. Bu
hislerimi günümüzde pek çok yörede
şarap üreticileri ve şarapseverlerle
paylaşıyoruz. Bu hissiyatı tarihte de
bin yıllardan beri görmek mümkün.
Bağbozumları geldiğinde bırakın
hüzünlenmeyi, şenlikler başlar. Antik
Roma’da bağ bozumu döneminde
Vinalia Rustica yani bağ bozumu
bayramı yapılırdı. Bir ayı bulan
bu bayramlarda; devlet işleri ve
özel işler ertelenir, her çeşit devlet
görevlisi kırlara ve bağlara dağılır,
bağbozumlarına katılırlardı. Hayat
kentlerden kırlara yayılırdı. Törenler
yapılır, adaklar adanırdı. Bağlar tanrı
Jüpiter’in koruyuculuğundaydı. Jüpiter
rahipleri bağ bozumunu kutsar,
dualar eder adaklar sunulurdu. Bağ
bozumu ise, üzüm ezme tanrısı Linus
için söylenen şarkılarla başlardı.
Toplayıcılara istedikleri kadar şarap
ikram edilir, festival havasında ve
geceleri de süren bağ bozumu
şenliklerinde lir nağmeleri eşliğinde
şarkılar söylenir, kızlar ve delikanlılar
danslar ederlerdi. Öte yandan, Antik
Yunan’da da bağ bozumu şenlikleri
vardı. Homeros’un İlyada destanında
efsanevi kahraman Akilleus’un
kalkanında bağ bozumunun canlı bir
tasviri vardır. “Tanrı kalkana koca
salkımlar yüklü bir bağ koyardı, altından
da güzel bir bağdı bu. Kara kara
üzümler sarkıyordu, salkımlar gümüş
sırıklara yaslıydı boydan boya. Gök
taşından bir hendek çizilmişti, kalaydan
bir çit çizilmişti çepeçevre. Bir tek yol
vardı bağın içinde, bağ bozumuna
oradan geçilir, yürünürdü. Kızlar,
delikanlılar çocuklar gibi şen; bal gibi
tatlı üzümler, yemişler taşıyorlardı sepet
sepet.”
Keşiş dağı-Uludağ’da da binlerce,
yüzlerce yıllar önce şarap tanrısı
Bacchus ve Bacchanalia – bağ
bozumu şenlikleri yapardı. Bacchus’u
yücelten bu şenliklerde; kadınlar şarap
sunar, kutsal horon kolları oluşturup,
asma yaprağı ile bağlanmış rezene
dallarından asalarını sallayarak flütlerin
ve büyük davulların ritimleriyle meşale
ışığında dans ederlerdi.
Yok olan bir değeri geri kazanmak
için yola çıkarak, şarap üretimini 50 yıl
içinde 19 şaraphaneden sıfıra düşüren
bu tarihi şarapla dolu yörede; yeniden
şarap üreten biri olarak, bağ bozumunu
da her yıl şenlik içinde yaşamayı çok
seviyorum. Bu yıl da bağbozumlarımız
şenliklerle sürdü. Şarap ve doğasever
dostlarımızla bağbozumlarını incir
ve zeytin ağaçları altında, kahvaltılar
eşliğinde yaptık. Şaraphanede
tüm üretim süreçlerini hep birlikte
yaşadık. Tadımlar yaparken, Tirilye’nin
güzelliğinin tadına bakmayı da
ihmal etmedik. Denize girip balıkşarap menülü yemeklerle şenliğimizi
daha da derinleştirdik. Bursa ve
şehirdışından dostlarımızın katılımıyla,
bağbozumlarımızı daha da renkli kıldık.
Yılda birkaç kez yapmakta olduğumuz
bu şenlikleri tüm sene beklemez mi
insan, özlemez mi? Yaz bitmiş, güz
gelmiş... Olsun, bizim neşemiz de
keyfimiz de kaçmıyor. Heyecanlarımız
var... Ağız tadı dileklerimle.
Baharlar yazlar gider, kara kış gelir
Varlığın yaprakları dürülür bir bir
Şarap iç, gam yeme
bak ne demiş bilge;
Dünya dertleri zehir
şarap panzehir.
Ömer Hayyam
117
guidebursa
RESTORAN / RESTAURANT
Bakus İtalyan Restraunt & Winehouse
Çekirge Meydanı T. 234 38 88
Beceren
Botanik Parkı T. 211 52 60
CP Steak House
Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00
Dababa
Esentepe Mah. Gürler Cad. No:87 / 12 Nilüfer T. 247 92 00
“Life guide of Bursa”
IZGARA & MANGAL & LOKANTA / GRILLS
Anadolu Lezzet Dünyası
E.Mudanya Yolu Bademli T. 549 23 03
Bademli Et Mangal
Mudanya Cad. Shell B.İstasyonu No: 307 T. 244 84 60
Çağrışan Et Mangal
Y.Mudanya Yolu Çağrışan Köyü T. 244 91 00
Çiçek Izgara
Belediye Cad. Orhan Boğazı No:15 T. 221 65 26
Korupark AVM T. 241 29 88
İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı No:1 T. 452 01 00
Gasthaus
Eski Mudanya Cad. No: 48 T. 548 00 65
Park Izgara Mudanya Yolu No: 754 T. 244 94 01
Gurme / Bademiçi
Bademli Mah.No.79 Mudanya - BURSA T. 549 01 09
Hayat Lokantası
Merinos Parkı T. 272 27 77
İona Cafe Restoran
FSM Bulvarı No.48 T.249 90 02
Kadife A la Carte
Almira Hotel Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T. 250 20 20
Kahve Beyaz
Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi T. 566 34 47
Kaju Eat & Drınk
FSM Bulvarı No.46 / A T.249 80 09
DENİZ ÜRÜNLERİ & MEYHANE / SEA FOOD & BAR
Arap Şükrü Çetin
Arap Şükrü Sokağı T. 221 14 53
Cafeman Balıkçısı
Agora İş Merkezi Kulealtı Bademli T. 549 10 14
Deniz Tabağı
Kuruçeşme Mah. Sakarya Cad. No:45 T. 222 19 19
Saki Rum Meyhanesi
E.Mudanya Yolu No.25 Bademli T. 549 02 89
Kaşıkara
Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi T. 566 35 66
KEBAP & PİDE / KEBAB & PITA
Kavis
Marigold Otel - 1.Murat Cad No: 47 T. 444 40 00
Atmosfer Pide / Metin Durmaz
FSM Bulvarı No: 92 T. 240 10 00
Keyf-i Ala Restoran
FSM Bulvarı Tuna Cad.No.112 T.249 04 02
Dürümcü Bekir Usta
Setbaşı T. 220 11 01
Çekirge T. 233 88 18
FSM Bulvarı T. 243 75 75
Bademli T. 549 28 28
Placia Restaurant
Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40
Otantik Gemi
Güzelyalı Yat Limanı İçi T. 554 43 00
Panaroma
Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00
Tike
Mudanya Cad. Bademli Kavşağı T. 549 20 75
Yazı
E.Mudanya Yolu Emek Yağı Fabrikası Yanı T. 548 00 28
İskender Kebap
Atatürk Cad. Tayyare KM Yanı No:60 T. 221 10 76
Carrefour AVM T. 452 10 62
Korupark AVM T. 241 21 10
Kebapçı Yavuz İskender
Y.Yalova Yolu Ovaakça T. 267 27 20
As Merkez Outlet Yanı T. 261 60 30
Köy Tesisleri Y.Mudanya Yolu 16. Km No144 T. 244 99 01
İskender Efendi Konağı Botanik Park T. 211 26 90
Ünlü Cad. No: 7 T. 221 46 15
Zafer Plaza AVM T. 221 15 33
2011
118
rehberbursa
“Bursa’nın yaşam rehberi”
Şampiyon Kokoreç
Altıparmak T. 223 23 20
PASTANE / PATISSERIE
Tavacı Recep Usta
Odunluk Mah.Erdoğan Biyücel Cad.No.5 / 1
T.452 40 04
Uludağ Kebapçısı
Uluyol Şirin Sok. T. 251 45 51 Kent Meydanı AVM T. 255 55 56
Zeugma Restoran
Azerbaycan Dostluk Parkı Nilüfer T.452 00 27
HAZIR YEMEK / FAST FOOD
Big Mammas
FSM Bulvarı T. 247 44 55
Kükürtlü T. 236 89 91
Korupark AVM T. 241 27 50
Ertuğrulkent T. 413 38 93
Burger King
T. 444 54 64
Büfemtrak
FSM Bulvarı No.48 / 5 T. 245 87 25
Dominos Pizza
Altıparmak T. 222 90 40
Bademli T. 241 58 00
Beşevler T. 453 46 04
FSM Bulvarı T. 453 00 76
Özlüce T. 413 15 00
Çekirge T. 234 99 22
Yıldırım T. 362 60 60
Hobi Paket Büfe
Altıparmak T. 221 11 63
Beşevler T. 451 11 00
İhsaniye T. 246 00 55
Özlüce T. 413 73 13
Kentucky Fried Chicken
444 35 55
La Piatto Cafe- Pizza & Macaroni
FSM Bulvarı No.90 / A Nilüfer- BURSA
T. 444 21 58
Mariza
Altıparmak T. 225 12 25
FSM Bulvarı T. 451 44 44
Mc Donald’s T. 444 62 62
Aslı Börek
Carrefour T. 452 66 86
Kent Meydanı AVM T. 251 40 02
Metro Market T. 441 37 20
Geçit Evke Plaza T. 241 80 88
Osmangazi Metro T. 272 03 03
Zafer Plaza T. 223 79 79
Uludağ Ünv.T. 442 88 26
Bread House
Anatolium AVM T. 261 30 27
Carrefour AVM Zemin Kat No:7 T. 451 70 07
İhsaniye Mah. FSM Bulvarı No:54/ 3 T. 246 87 27
Kent Meydanı AVM 2. Çarşı Katı T. 255 04 05
Korupark AVM Zemin Kat T. 0543 646 87 87
Çınar Pastanesi
Kükürtlü Cad. No:28 T. 235 54 49
FSM Bulvarı No:68 T. 451 58 98
Setbaşı Meydanı No:8 T. 327 55 76
Durak Muhallebicisi
Çekirge Meydanı T. 235 08 08
İzmir Yolu Cad. No:66 T. 240 08 09
Altıparmak Cad. No: 74 T. 223 27 19
Ünlü Cad. No:4 T. 220 40 80
Kafkas
Atatürk Cad. Heykel T. 225 25 99
Carrefour AVM T. 452 49 99
Arena AVM Ertuğrulkent T. 413 78 10
FSM Bulvarı No:42 T. 245 59 00
İzmir Yolu T. 413 22 20
Kent Meydanı AVM T. 255 67 00
Kristal Park Çarşısı İhsaniye T. 246 50 51
As Merkez Karşısı T. 261 52 61
Davutdede Mah. Conk Sok. No:24 Yıldırım T. 360 03 30
Korupark AVM T. 241 49 29
Hürriyet Soğukkuyu No:10 T. 247 25 25
Terminal T. 261 58 02
Soğukkuyu No:2 Nilüfer T. 245 01 70
Rıhtım
FSM Bulvarı Kamuran Sitesi No:71 / A T. 451 24 77
Altıparmak Cad. No:33 T. 222 31 77
Konak Mah. Beşevler Cad. No: 66 /A T. 452 66 28
Çamlıca Mah. Eğitimciler Cad. No:139 T. 453 36 00
Çekirge Meydanı T. 236 83 58
Un-Pa
Çekirge Meydanı T. 236 73 65
Beşevler Mah. Bilginler Cad. Mehtap Sitesi No:32 T. 452 26 72
Beşevler Mah. Bilginler Cad. Tunca Apt. No:32 T. 443 26 17
2011
119
guidebursa
“Life guide of Bursa”
Waffle Evi
Kükürtlü Cad. No:28 T. 236 36 90
Pascal
Nilpark AVM T. 240 02 04
Waffle Abbas
FSM Bulvarı Aksel 104 Sitesi No:78 T. 245 77 78
Saklıbahçe
1.Murat Cad. Çekirge T. 236 99 59
Uzay Pastanesi
Altıparmak Cad. No:19 T. 225 12 55
Çekirge Cad. No:124 T. 236 42 04
Saygınkent AVM T. 413 43 06
FSM Bulvarı No:12 T. 249 13 44
Geçit Mah. Mudanya Yolu No:77 T. 244 63 97
Siesta
Pembe Çarşı No:4 T. 232 35 05
Nalbantoğlu Heykel T. 221 53 01
KAFETERYA / CAFE
Cafe Crown
Carrefour AVM T. 451 21 45
Kent Meydanı T. 255 30 00
Korupark AVM T. 242 06 24
Starbucks
Carrefour AVM T. 453 20 76
Kent Meydanı T. 255 37 39
Korupark AVM T. 241 27 60
Kükürtlü T. 233 39 55
Zafer Plaza AVM T. 220 00 46
Şale
Karagöz Cad. No:65 Kükürtlü T. 233 18 27
Cafe Çizmeli Kedi
Cumhuriyet Mah.Gazi Cad.Sadıkoğlu Sit. B / Blok No.2
T.451 53 34
Tesadüf
FSM Bulvarı T. 241 58 58
Coffe and Beyond
FSM Bulvarı T. 247 22 37
BAR – BİSTRO / BAR BISTRO
Fink FSM Bulvarı T. 243 09 99
Angaje Lounge & Brasserie
Nilpark AVM T. 246 77 44
Gönül Kahvesi
As Merkez Outlet T. 261 58 78
Nostaljik Tren İstasyonu Beşevler T. 452 82 16
FSM Bulvarı No:11 T. 247 66 06
Gren
Arap Şükrü Sokağı No: 46 T. 223 60 64
Gloria Jean’s Coffee’s
Korupark AVM T. 241 37 26
İncir Cafe
Kordon Boyu Mudanya T. 544 06 05
Kahve Dünyası
Korupark AVM T. 241 23 45
Zafer Plaza AVM T. 225 29 29
Kahve Mania
FSM Bulvarı No:116 T. 245 02 22
Lusso
FSM Bulvarı No: 139 / 7 T. 241 45 30
Neşve
FSM Bulvarı No: 139/ 8 T. 243 06 63
Bigo
FSM Bulvarı No.48/C T. 240 04 04
Boo Live
Geçit No:639 T. 244 88 78
Bongo Bar
Kültürpark içi Altın Ceylan T. 234 34 34
Benzin
FSM Bulvarı No:57 T. 452 26 96
Cadde Üstü
FSM Bulvarı T. 246 66 74
Cadde Üstü Üni
Sakarya Mah.Atatürk Cad.Yerleşim Sit. A-B / Blok Görükle
T.483 67 77
Cha Cha
Mihraplı Mevkii Carrefour Arkası T. 452 13 50
Caka Teras
Carrefour AVM Yanı Kumova Plaza Nilüfer T. 453 09 09
Duetto
FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16
2011
120
rehberbursa
“Bursa’nın yaşam rehberi”
Exit
Oulu Cad. No:13 T. 234 50 70
My Kitchen
Çekirge Cad. No: 114 T. 234 62 00
Festina
FSM Bulvarı T. 249 19 49
Leman Kültür
AVP Tiyatro Aralığı Heykel T. 224 44 54
Hayal Kahvesi
FSM Bulvarı No:59 T. 451 50 80
Malt
Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72
Highout
Oulu Cad. Oylum Carşısı T. 233 00 60
People
Agora İş Merkezi Arkası Bademli T. 549 04 43
Ivory
Kükürtlü Cad. No:56 T. 234 91 90
Picante
Gazi Cad. No.51 / A T. 451 36 34
Jazz Bar
Uludağ Yolu No:45 T. 239 62 54
Pronto Sport Cafe & Bistro
Saygınkent AVM Ertuğrulkent T.413 70 80
K Bar
Çekirge Cad. T. 233 44 22
Resimli
Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 88 15
Kat 3
Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72
Kent Meydanı AVM T. 255 55 22
Şey Pub
Oulu Cad. No:9 T. 233 07 25
Keyifli Bar
FSM Bulvarı No:96 T. 245 80 86
Kırmızı
Cumhuriyet Mah. Gazi Cad. No:53
T. 452 97 07
Kios Bar
Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40
Klan
FSM Bulvarı / Bademli T. 247 63 23
Konak 18
Çekirge Cad. No:18 T. 235 37 07
Shakespeare Bistro
Korupark AVM T. 241 29 59
Suare
Magazin Outlet Ataevler T. 443 10 01
Veni Vidi
Kükürtlü Oulu Cad. No:6 T. 233 99 99
Wamtes
Çekirge Cad. No:40 T. 233 66 22
The Winston Brasserie
Dr.Rüştü Burlu Cad.No.11 T.233 13 48
Krema Jazz Club
Mudanya Cad. Bademli Kavşağı Tike Restoran
T. 549 20 75
ALIŞVERİŞ MERKEZİ / SHOPPING CENTER
Kulüp
Kültürpark içi Altın Ceylan T. 0530 242 68 78
As Merkez Outlet Y. Yalova Yolu 8.Km T. 261 51 51
La Luz
Korupark AVM T. 243 93 98
Locco
Bademli Kavşağı Mudanya Yolu Gedik Plaza
T. 549 07 77
Mox Lounge
FSM Bulvarı T. 240 22 42
Anatolium Yeni Yalova Yolu Cad. No.487 T. 261 12 22
Carrefour İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı T. 219 73 00
Kent Meydanı Santral Garaj Mah. T. 255 43 63
Korupark Mudanya Yolu 9.Km T. 242 35 35
Özdilek Yeni Yalova Yolu 4.Km T. 219 60 00
Zafer Plaza Cemal Nadir Cad. No.181 T.225 39 00
2011
121
guidebursa
Hayal Kahvesi
FSM Bulvarı No:59
T. 451 50 80
Öne çıkanlar / Highlights
www.hayalkahvesibursa.com
Bakus İtalyan
Restraunt & Winehouse
Çekirge Meydanı
T. 234 38 88
www.bakusrestaurant.com
122
“Life guide of Bursa”
rehberbursa
Gönlüferah ****
1.Murat Cad. No:22
Çekirge T. 233 92 10
www.gonluferah.com
Medical Park Bursa
Haşim İşcan Cad.
Fomara Meydanı
T. 444 44 84
www.medicalpark.com.tr
Öne çıkanlar / Highlights
“Bursa’nın yaşam rehberi”
123
guidebursa
OTEL / HOTEL
Adapalas ***
1.Murat Cad. No:21 Çekirge T. 233 39 90
Artıç ***
Atatürk Cad. Ulucami Karşısı T.224 55 05
Almira *****
Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T.250 20 20
Anatolia ****
Çekirge Meydanı T. 233 94 00
Baia ****
Y.Yalova Yolu As Merkez Outlet Yanı T. 275 45 00
Beceren (Butik)
Botanik Parkı T. 211 52 60
Boyugüzel (Butik)
Askeri Hastane Karşısı Çekirge T. 239 99 99
Büyükyıldız ****
Uludağ Cad. No:16 T. 239 69 90
Central ***
Uluabatlı Hasan Bulvarı No:55 T. 273 55 00
Çelik Palas *****
Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00
Divan ****
Kükürtlü Mah. Dr. Rüştü Burlu Cad. No:11 T. 233 00 07
Gönlüferah ****
1.Murat Cad. No:22 Çekirge T. 233 92 10
Holiday Inn ****
Uludağ Üniversitesi Görükle Kampüsü T. 442 85 40
“Life guide of Bursa”
Marigold *****
1.Murat Cad. No:47 Çekirge T. 444 40 00
Otantik Club (Butik)
Botanik Parkı T. 211 32 80
Otantik Gemi (Butik)
Güzelyalı Yat Limanı İçi Mudanya T. 554 43 34
TAKSİ / TAXI
Altıparmak T. 222 16 44
Almira T. 252 86 38
Ataevler T. 441 88 00
Bademli T. 549 24 90
Beşevler T. 451 28 28
Çekirge T. 236 71 04
Çelik Palas T. 233 27 79
Dallas T. 233 81 22
Doğumevi T. 236 67 06
İhsaniye T. 247 47 33
Kükürtlü T. 235 12 96
Nilüfer T. 245 05 98
Setbaşı T. 328 90 91
Uludağ T. 222 35 14
HASTANELER / HOSPITALS
İbis Hotel **
Altınova Mah. Fuar Cad. No: 67 T. 275 85 00
Acıbadem
FSM Bulvarı Sümer Sok. No.1 T. 444 55 44
Kervansaray ***
Fomara Meydanı T. 220 00 00
Biyofiz Tıp Merkezi
Karaman Mah.Kültür Cad.Biçen Sok.No.10 Nilüfer
T.246 66 66
Kervansaray Termal *****
Çekirge Meydanı T. 233 93 00
Kırcı ****
Çekirge Cad. No:21 T. 220 20 00
Kitapevi (Butik)
Kavaklı Mah. Burçüstü No:21 T. 225 41 60
Kent ***
Atatürk Cad. No: 69 T. 253 54 20
Bursa Anadolu
İzmir Yolu Cad. No.105 T. 451 09 09
Bursa Göz Merkezi
Fomara Meydanı Osmangazi T.444 04 69
Bursa Vatan
Fevzi Çakmak Cad. No.55 T. 220 10 40
Çekirge Kalp ve Aritmi
Kükürtlü Mah. Konca Sok. No.2 T. 275 75 00
2011
124
rehberbursa
“Bursa’nın yaşam rehberi”
Dentatürk Diş
FSM Bulvarı No.167 T. 270 09 00
Doruk Tıp
Zübeyde Hanım Cad. No.5 T. 444 04 53
Esentepe Tıp Merkezi
Mudanya Yolu Cad. No.169 T. 444 02 46
Jimer
Orhaneli Yolu Beşevler Kavşağı T. 444 45 67
Konur
Zübeyde Hanım Cad. No.12-2 T. 233 93 40
Medical Park Bursa
Haşim İşcan Cad. Fomara Meydanı T. 444 44 84
Medicabil
Mudanya Yolu Küre Sok. No.1 Fethiye T. 444 81 12
Osmangazi Tıp Merkezi
Ulubatlı Hasan Bul. No:46 T. 270 05 05
Rentıp
FSM Bulvarı No.42 / A İhsaniye T. 249 77 00
Retina Göz Merkezi
Mudanya Yolu Cad. No.171 / 1 T. 240 24 01
Turkuaz Diş
Konak Mah. Beşevler Cad. No.76 T. 451 32 22
Gym Sport
Agora İş Merkezi Bademli T.549 25 00
Maya Spor Salonu
Konak Mah. Lefkoşe Cad. Gizemler Plaza No.12 Nilüfer
T.453 02 50
Score Fitness Spa
Korupark AVM İçi
T.242 68 00
Studio Pilates
Cumhuriyet Mah. Yağmur Sok. Elmas Evler Sit. C / Blok K.4
Nilüfer
T.451 32 41
Tango Evita Dans ve Sanat Merkezi
Konak Mah.Yaz Sok.No.2 / A Nilüfer
T.451 44 15
KUAFÖR / COIFFEUR
Ahmet Albayrak Korupark AVM No.74 T.241 31 12
Atölye Kuaför E.Mudanya Yolu No.35 Bademli T. 548 00 80
Emma Cumhuriyet Mah. Nilüfer Hatun Cad. No.2 T. 452 67 50
Enis Aslan Hairdesigner Kükürtlü Cad. T. 233 00 51
Mss Salon Kükürtlü Cad. No.58 T. 232 30 90
SPOR SALONLARI / SPORTS HALLS
Roma Kuaför Korupark AVM T. 243 06 60
Asya Spor Merkezi
İhsaniye Mah. İkizevler Sok. No.7 Nilüfer
T.249 64 55
Sacha
Kükürtlü Mah. Manolya Sok. No.67 T.233 59 79
Kent Meydanı AVM T. 255 63 64
FSM Bulvarı T. 453 38 55
Bademli T.549 11 42 - 43
Beyge Club
Beşevler Kültür Mah. Gümüşdere Cad. No.4 Nilüfer
T.453 55 00
B-Fit Spor Kulübü
Ahmet Yesevi Mah. No.28 Balat / Nilüfer
T.244 64 68
Hat Cad. No.10 Osmangazi
T.235 35 15
Beşevler Mah. Bilginler Cad. No.18 Nilüfer
T.452 60 52
Siteler Kanuni Cad. No.25 / A Yıldırım
T.369 08 31
Çok Yaşa Clup
İzmir Yolu Nilpark AVM 5.Kat Nilüfer
T.245 68 00
Stüdio Tim Carrefour AVM T. 452 66 98
ÇİÇEKÇİ / FLORIST
Aşşk Çiçek
Çekirge Cad. Çelik Palas Otel Altı T. 235 16 00
Bursa Çiçekçilik
FSM Bulvarı Zafer Sok. No.45 T. 452 47 32
Lis Çiçek
Çekirge Cad. No.139/B T. 236 81 96
Koru Çiçek
Korupark AVM T.241 54 74
Pelit Çiçekçilik & Peyzaj
Saygınkent AVM Ertuğrulkent T. 413 02 62
2011
125
guidebursa
“Life guide of Bursa”
TURİZM & ULAŞIM / TOURİSM & TRANSPORTATION
KÜLTÜR MERKEZİ / CULTURAL CENTER
Kamil Koç
T. 444 05 62
Açık Hava Tiyatrosu
Reşat Oyal Kültür Parkı T. 234 49 12
Nilüfer Turizm
T. 444 00 99
Adile Naşit Kültür Merkezi
Ertuğrulgazi Mah. Kaplıkaya T. 368 51 20
U. Teleferik İşletmesi
T. 327 74 00
Akpınar Kültür Merkezi
Akpınar Mh. 1050 Konutlar Havuz Sk.
T. 243 73 43
Burkon Turizm
Çekirge Cad. No.51 / C Osmangazi
T. 233 40 00
Plaza Turizm
Kükürtlü Mah. Oulu Cad. No.33
T. 234 58 58
Şentürkler Turizm
Çekirge Cad. No.51 Osmangazi
T. 235 66 66
İDO Bursa Satış Noktaları
Kent Meydanı AVM T. 255 44 60
Korupark AVM T. 242 19 49
Atatürk Kongre Kültür Merkezi
Merinos Parkı T. 272 16 00
A.V.P.Devlet Tiyatrosu
Atatürk Cad. Heykel T. 222 89 10
Barış Manço Kültür Merkezi
Mimar Sinan Cad. No.79 / Yıldırım
T. 366 02 02
Bufsad(Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği
Gurabahane-i Laklakan Kültür Merkezi
Selçuk Hatun Sok. No:9 Setbaşı / Osmangazi
T. 225 51 50
Bursa Senfoni Orkestrası
A. V.P. Devlet Tiyatrosu Binası T. 225 59 70
Mamis Restaurant T. 211 23 81
Park Plaza T. 244 94 01
Çağdaş Eğitim Kooperatifi Kültür Salonu
Atatürk Cad. No:93 / Görükle
T. 483 21 83
Plaza Tur T. 234 58 58
Uludağ Üniversitesi Görükle Kampüsü T. 442 91 25
Fethiye Kültür Merkezi
Fethiye Mah. Huzur Cad. Fileci Sok.
T. 243 36 63
Zafer Plaza AVM T. 225 39 08
SİNEMA / CINEMA
Korupark Cinetech T. 242 93 83
Zafer Plaza Cinetech T. 225 48 88
Setbaşı Prestige T. 221 48 06
Kent Meydanı T. 255 30 84
As Merkez Avşar T. 261 57 67
Akpınar K. M. T. 243 73 43
Altıparmak Burç T. 221 23 50
Konak Kültür Merkezi
Konak Mah. Yakut Sok. No:2 T. 452 45 00
Şehir Kütüphanesi
Setbaşı Köprüsü Yanı T. 326 56 49
Tayyare Kültür Merkezi
Atatürk Cad. / Heykel T. 220 88 47–48
Uğur Mumcu Kültür Merkezi
Basın Kültür Sarayı K.2 Ataevler T. 441 01 42
Uludağ Üniversitesi Kırmızı Salon
Görükle Kampüsü T. 294 00 00
16 mm Sinema Atölyesi
F. Çakmak Katlı Otoparkı Zemin Kat T. 222 11 12
AFM Carrefour T. 452 83 00
B. Manço K.M. T. 366 08 36
2011
126
rehberbursa
“Bursa’nın yaşam rehberi”
MÜZE / MUSEUM
Ormancılık Müzesi
Çekirge Cad. / Osmangazi T. 234 77 18
Türkiye’nin ilk ve tek ormancılık müzesidir. Bursa’da, Çekirge
caddesi üzerinde Saatçi Köşkü olarak bilinen yapıda yer alır.
Bursa müzeleri pazartesi hariç her gün mesai saatleri
arasında hizmet veriyor.
Arkeoloji Müzesi
Reşat Oyal Kültürparkı T. 234 49 18
Bitinya ve Misya bölgelerinde bulunmuş M.Ö. 3000’den
Bizans Devri sonlarına kadar olan devirlere ait eserler
sergileniyor. Müzede 25 bin eser yer alıyor. 2 bin kadarı
sergide.
Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi
Umurbey Mah. Kapıcı Sok. T. 329 39 41
Tekerleğin at arabasından otomobile gelişimini sergileyen
müzede Tofaş’ın 0001 seri nolu araçlarından örnekler
izlemek de mümkün.
Bursa Kent Müzesi
Atarük Cad. No:8 Heykel T. 220 26 26
Müzede Bursa’da yaşamış 6 Osmanlı padişahının balmumu
heykelleri, geleneksel ticaret hayatını canlandıran dekorlar,
kentin topografik maketi gibi objelerle bilgiler sunuluyor.
Celal Bayar Müze ve Kütüphanesi
Umurbey / Gemlik T. 525 00 98
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın çalışma yıllarına ait
fotoğraflar, anı eşyalar ve hediyeler, tablolar, çeşitli belgeler,
nişanlar, madalyalar, şilt ve plaketler yer alıyor.
Hünkâr Köşkü
Temenyeri Mah.Vakıf Sok. T. 327 91 90
Sultan Abdülmecid tarafından 1859 yılında av köşkü olarak
yaptırılmış olan köşk, Sultan Abdülmecid dışında, Sultan
Abdülaziz ve Sultan 5. Mehmet Reşad tarafından da
kullanılmış. Atatürk’ü de ağırlamış olan köşke günümüzde
Atatürk Köşkü ve Cumhuriyet Köşkü de deniliyor.
Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları
II. Murat Cad.Şair Ahmetpaşa Med.Muradiye T. 222 75 75
Müzede, Anadolu Folklor Vakfı kurucu üyelerinden Esat
Uluumay’ın 45 yılda topladığı 18 değişik koleksiyon
sergileniyor.
Atatürk Evi Müzesi
Çekirge Cad. Çelik Palas Hotel Yanı T. 234 77 16
19. yüzyıl sonlarında yapılmış olan köşk, Bursa Belediyesi
tarafından sahibinden satın alınarak Atatürk’e hediye edildi.
1968’de Kültür Bakanlığı’na devredilen bu köşk, 29 Ekim
1973’te, Cumhuriyet´in 50. yılında müzeye dönüştürülerek
ziyarete açıldı.
Hüsnü Züber Evi
Uzun Yol Sok.3 Muradiye T. 221 35 42
1836 yılında devlet misafirhanesi olarak yapılmış, daha
sonra Rus konsolosluğu olarak kullanılmış olan ev, tipik bir
Osmanlı evi.
Karagöz Evi Müzesi ve Anıtı
Çekirge Cad. T. 232 25 90
Bursa ile özdeşleşmiş Karagöz oyunu hakkında bilinen tüm
kültürel motifleri barındıran müzede Ramazan aylarında
günümüz hayalileri tarafından Karagöz gösterimleri yapılıyor.
Mudanya Mütareke Evi Müzesi
Sahil Yolu / Mudanya T. 544 10 68
Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonlandıran Mudanya Mütarekesi’nin
imzalandığı tarihi evdir. Mütarekeye ait eşyaların korunduğu
evde, döneme ait fotoğraflar ve belgeler de sergileniyor.
Türk İslam Eserleri Müzesi
Yeşil Mah. Yeşil Külliyesi T. 327 76 79
Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1414 – 1424 yılları
arasında Mimar Hacı İvaz Paşa'ya yaptırılmış ilk Osmanlı
medreseleri arasındadır. "Sultaniye Medresesi" adıyla
da bilinir. Anadolu Selçuklu mimarisinde açık avlulu
medreselerin en iyi örneklerindendir.
2011
127
128

Benzer belgeler

06 - Dergi Bursa

06 - Dergi Bursa her şey birazdan paylaşacaklarınız arasındaki paylaşımlarımızda. Buyurun okuyun. Okuduktan sonra haberleşiriz.

Detaylı