AĞABEYİM MUSTAFA KEMAL BAKİ SARISAKAL

Transkript

AĞABEYİM MUSTAFA KEMAL BAKİ SARISAKAL
AĞABEYİM MUSTAFA KEMAL
(1952 YILINDA
MAKBULE ATADAN’LA YAPILAN SÖYLEŞİDEN)
BAKİ SARISAKAL
AĞABEY’İM MUSTAFA KEMAL
Sade Onun hatıralarıyla, havasıyla meşbu bir odaki; güneşten bile
kıskanılıyormuşçasına, perdeleri bile inik... Bir zamanlar oturduğu şu koltuk, kurulduğu şu
kanape, baktığı şu saat, .açtığı şu albüm, çaktığı şu çakmak, hepsi, her şey yalnız onu
hatırlatıyor.
Karşımdaki, hayatta kalan tek ve son yakını kız kardeşi Makbule Hanım;
(Ağabeyim...) derken bile, neredeyse Onun (Evet hemşire...) diye görünüvereceğini
vehmettirecek kadar onunla dolu, onun Harbiye’den henüz çıktığı zamankinden itibaren boy
boy, renk renk, çeşit çeşit, fesli, kabalaklı, kefyeli, kalpaklı, bıyıklı, sakallı, matruş, fakat
daima o keskin bakışlı metinleriyle dolu bir oda ki, bize saatlerce ondan yalnız ondan
bahsetmekten başka hiç bir şey düşünebilmek imkânını vermiyor:
“ Bende kalan sabahlığını bir an evvel çıkardım, öptüm, öptüm, ağladım, (Kaldır artık
bunu, yazık olur sana, giden gelir mi, ne ağlıyorsun?) diyorlar. Elimde mi? Hayatta yapyalnız
kaldım. Ne arayanım, ne soranım var. Allah tan başka hiç, hiç kimsem yok... Şu evde ömrüm
Kuran ve ibadetle geçiyor. Bir de Onun sesi kulaklarımda, (Onun (Hemşire..) diye
gülümseyen, o içten bakışları gözlerimde.Yatarken bile, onun verdiği rövelver yastığımın
altında... “
- Nişancılığınız da var mı Hanımefendi? “
- Oldukça. Sık sık ava giderdim. Bir gün Çankaya’da avdan bahsedilirken, sizin gibi
sormuştu: (Silahla nasılsın, hala atar mısın?) Atarım tabii, deyince hemen nöbetçiyi çağırdı.
(Ver silahını buraya.) diye bana verdirdi. (At, bakalım, göreyim.) dedi. Fakat silah, benim
kullandığım cinsten tabanca değil, koskoca, ilk defa gördüğüm acaip bir şeydi. Ben elimdeki
silaha bakıp dururken, (At, haydi, at.) diyor, etrafımızdakilerin de mütemadiyen (Atma.
Atma.) deyişlerine sinirlenerek; (Ne duruyorsun?) diye ısrar ediyordu. Atacağım amma, ne
tutuşmadık perde, ne kırılmadık cam kalacak. Nihayet pencereleri açarak başladım atmaya.
Dan, dan, dan. Bir, iki, üç, dört. Tam on bir mermi attım. Amma ben de bittim.
Böbreklerimdem muzdarip olduğum için, silahın sarsıntısından fena olmuştum. Hiç unutmam
O halimin farkında olmadığından keyfinden bayılıyor. (Bravo, hemşire bravo) diyordu. (Ne
brovası baksanıza ben bittim), deyince (Sen asker kardeşisin, öyle kolay kolay bitmezsin.
Davran bakayım) diye koluma girdi. Onun kolunda yorgunluk mu kalır insan da?
- Aranızda hiç kırgınlık, dargınlık oldu mu?
- Asla.. Bir gün bile, aramızda, hatta çocukken bile küçücük bir kırgınlık olduğunu
hatırlamıyorum. Ben ona eskiden beri çok itaat ederdim. Rahmetli kız kardeşimle horoz gibi
dövüşürlerdi ama ben bir şamarını bile görmedim.
“ Ölümden bahsettiğini hatırlıyor musunuz?
“ Hayır, öyle şeylerden bahsetmezdi. Hem hastalık bile bilmezdi. Onun hasta olup
yattığını son günlere kadar gören yoktur. Yalnız Anacığımızın ölümüne (Topraktan geldik
yine toprağa gideceğiz. Mukadderin önüne geçilmez: Ölürsem vücudum toprak olacak, taş
istemem) demişti. Annemin kabrini bir taş dikmek istedikleri vakit evvela razı olmadı.
İstemez, dedi. Fakat ısrar ettiler. Peki, olsun diye izin verdi. Hâlbuki götürmüşler, koskoca
alâmet bir kaya parçam koymuşlar. Böyle yapacaklarını bilseydi herhalde razı olmazdı.
- Hayatında hiç ölüm tehlikesi, yani bir kaza falan atlatmadı mı?
- Bilirsiniz, Çanakkale’de vurulmuştu. Bir de talebe iken süvari talimi esnasında attan
düşerek baygın bir halde hastaneye götürülmüş olduğunu söylerdi. Bir gün de Çankaya’da
kendi anlatmıştı: (Kardeşim bak şu Allah’ın işine. Her günkü geçtiğim yoldan geçeydim,
galiba bugün yok olacaktım.) diye, bir hissi kablelvuku ile âdet edindiği yolu bırakıp, başka
bir yola sapmasıyla o sabah her zamanki takip ettiği yolun bir yerine konmuş olan bir
bombadan, kurtulduğunu söylemişti.
- Kim koymuş bombayı? Anlaşılmadı mı?
- Anlaşılmadı galiba... Yalnız, farkına varmadan oradan geçen bir arabayı, üstündeki
arabacı ile imha edince, bomba konmuş olduğu anlaşılmıştı. Bilmem.. Ağabeyim, bu kadar
söylemişti bana. Çok cesurdu, böyle şeyler üzerinde fazla durmazdı. Hatta (En kolay ölüm
kurşunladır. Benim de ecelim öyle gelse, ne çıkar?) derdi.
- Annesinin ölümünden başka ağladığı zamanı gördünüz mü?
- Çok kolay ağlamazdı. Annesinden evvel, vefat eden küçük kardeşi Naciye'nin Ölüm
haberini aldığı zaman da ağlamıştı. Bir de Arnavutköyü’ndeki evimde hatta yattığım zaman
doktorları başımın ucunda toplayarak, bana: (Ölmeyeceksin.. Yaşayacaksın kardeşim.. Seni
kurtaracağız. Mutlaka kurtaracağız) derken, gözlerinin yaşardığını biliyorum. O. kurtardı bizi,
amma. Yazık ki biz kurtaramadık onu..
- Son günleri
- Onu son defa... Yüzü beyaz bir tülbentle örtülü gördüm.
- Vasiyeti?
- Bunu sormayınız bana...
- Niçin Hanımefendi?
- Sormayınız, daha iyi...
- Rica ederim Hanımefendi·.
- Ölümünden bir sene kadar evvel bir gün bana; (Müsaade eder misin, malımı millete
bağışlayayım.) demiş, ben de bilâ tereddüt: (Derhal ver. Rahat etmek istersen, hemen ver..
Derhal, hiç durma.) demiştim. Bunun üzerine, önce sofrada bulunmaklığımı söyledi. Gittim.
Sofrada başta İsmet Paşa olmak üzere hükümet ve ordu erkânı birçok davetliler vardı. Bir
aralık İsmet Paşaya dönerek: (Hemşireye sorum. Bana derhal vermemi tavsiye etti.) dedi.
İsmet Paşanın: (Fakat kâfi değildir, Paşam.) deyişi üzerine, ne yapmak lâzım geldiğini
sorunca da İsmet Paşa: (Bir kanun çıkarmak icap eder.) Cevabını verdi. Kanun, zaten
hazırmış... İmzalattılar.
Makbule Atadan
Önce kocamla beraber sarayda kalmıştık. Ertesi sabah, her zamanki gibi hatırını
sormağa gittiğim zaman; (Millete bağışladığım maldan sana artık bir hayır yok. Amma, sana
da ihtiyacının on mislini bıraktım. Yemeği bil, giymeği bil, gezmeği bil, yaşamayı bil) dedi.
Bu on misli deyişinin mânası şu idi: Hasan Rıza’dan benim aylık ev masrafımın ne olduğunu
sormuş ve ondan yedi yüz lira cevabını almıştı. On misli dediği işte bunun on misli idi.
Kalktım. Elini öpmek istedim. Bırakmadı. Sarılıştık, öpüştük: (Sen ölme.. Sen ölürsen, hana
bir kulübe bile çoktur) dedim. O da ağladı, ben de ağladım. İşte, benim bildiğim vasiyet
budur. Bu hadiseyi müteakip Bursa’ya gitti. Hastalığı arttı. İstanbul’a geldi. Sonrası malum.
Vefat ettiği zaman vasiyet, miras falan düşünecek halde değildim. Yanıyordum.
Evvel ve ahir bildiğim, bana bıraktığı para, mal, bina, tarla, çiftlik gibi yarım
milyonluk şeylerden sonra, bütün malını millete bırakmış olduğudur ki, bu da gazetelerin
yazdığına göre on bir, on iki milyon liradır. Hatta bu hadiseden bir müddet evvel, yatak
odasındaki kasayı göstererek: (Bu kasa senindir, ötekiler de senin.) diye göstermiş olduğu
kasaların da, öldükten sonra hiç birini göremedim. Nereye götürüldüklerini de bilmiyorum.
Hele, bir heyet huzurunda tebliğ edilen vasiyetnamenin nereden çıktığını hiç bilmiyorum.
Ancak bu vasiyetnamenin taşıdığı tarihte, ağabeyimin ekmeğini koparacak takati bile
olmadıkını biliyorum.
Bir türlü akıl erdiremediğim noktalardan biri de: Ömrü boyunca bana daima (Hemşire)
diye hitap eden, başkalarına takdim ederken de, herkesin bildiği gibi her vakit (Hanımefendi)
demeği itiyat edinmiş olan ağabeyimin, bu sonradan ortaya çıkan vasiyetnamesinde benden
sadece (Makbule) diye bahsedişidir. Hele yine bütün yakınlarının çok iyi bildikleri gibi, son
senelerinde lafını bile etmek istemediği İsmet paşa’nın çocuklarına miras bırakışına hala
şaşarım.
- Yani?
- İnanmıyorum bu vasiyetnameye.
Aynı dekor içinde, perdeleri inik, Atatürk'ün hatıraları ile dolu odada, muhterem
hemşiresi Makbule hanım ile konuşmakta devam ediyoruz:
- Aşk mı, dediniz, hayır... Ağabeyimin annesinden, kardeşimden ve memleketinden,
milletinden başka bir şeye gönül verdiğini bilmiyorum...
- Gençliğinde... Mesela talebelik ve daha sonraki hayatında filan. Hiç bir kadın?·
- Hiç, hiç yoktur. O dediniz mânada aşk bilmezdi. Zatı, malûm ya tesettür vardı.
Akrabalık falan da pek yoktu ki, kızlarıyla tanışsın. Evi, kitapları ve arkadaşları, ona kâfi
gelirdi.
- Evlenmek de istemedi mi?
- İstemezdi. Annemle kaç defa ona kız bile baktık. Kabul etmedi. Lâkırdısını bile
ettirmezdi. Ben hayatımı milletime vakfettim. İstedi: (Evlendirelim artık seni, gelinin yüz
görümlüğü benden, altın saplı şemşiyesini de ben vereceğim.) deyince; (Ben çoktan
vatanımla, milletimle evliyim.) cevabını vermişti.
Ne olursa olsun hürriyetinden zerre kadar fedakârlığa dayanamazdı. (Bir aile kızını
alıp da, gönlünü edemem. Elimden gelmez) derdi.
- Amma, sonunda yine evlenmedi mi?
- Kabahat bu izdivaca müessir olanlardadır. Yalnız ağabeyime kalsaydı, katiyen
evlenmezdi. Benim bildiğim budur. Lâtife Hanım da hata etti. Ağabeyimi, olduğu gibi kabul
etmesi lâzımdı. Bunu evvelden düşünecekti. Ya onun müstesna şahsiyetinin her şeyine
katlanmayı kabul edecekti yahut evlenmeyecekti.
- Çocuk sever miydi?
-Sevmezdi. Yalnız, bilmem nasıl oldu (Ülkü) yü sevdi. (Hele bak, insan yavrusu ne
biçim şeymiş) diye okşardı. Hele onun, kendisini çimenler üzerinde uzanıp yatışını gördüğü
zaman koşarak: (Paşacığım, yerde yatma... Üşüyecek, gebereceksin!) deyişine kahkahalarla
güler; (Bir daha söyle bakayım, bir daha söyle?) diye tekrar ettirirdi.
(Bu kız, bana candan bağlı evlât olacak.) derdi. Ben ağabeyimin yanma yaklaştığım
zaman Ülkü, kıskanır, bana kaşla göz arasında tekme atardı. Fakat o görür, seslenir: (Gel,
haydi hemşireye kolonya sür bakayım) diye yine azarlamaya kıyamazdı. Fakat Ülkü’den
başka çocuk sevmemiştir.
Hatta bir gün yanımda evlatlık gibi bir kız vardı. Kocamın huysuzluğundan bizar
olmuş, başımdan atmak istiyordum. Gittim: (Aman ağabey sana bir kız buldum. Şöyle
becerikli, şöyle hamarat ) diye methedip durdum. (Kızdan bahsetme bana an Allah aşkına kız
lafımı bırak, uğraşacak halim yok. Senin olsun.) diye reddetti.
Bakın aklıma geldi. Dolmabahçe’den bir hafta kalmak için beylerbeyi sarayına gitmişti. Afet
Hnım, Nbile, Zehra filan da beraber. Birden bire odaları paylaşamayarak (Bu oda benim, bu
oda senin.) diye bir gürültü koparmışlar. Ben de sabah kahvaltısına gitmiştim. Beni görür
görmez, pür hiddet. (Nedir bu echeli cüheladan çektiğim. Sabaha kadar birbirlerine girdiler.
Rahat vermediler. Atacağım bunları) diye köpürdü.
Makbule Atadan
(Sen babalarısın, nasıl atarsın. Her baba. Evlatlarının kahrını çeker, sen de alışırsın.)
diye teskine çalıştım. Baba lafı çok hoşuna gitti. (Ya. Demek babalar çeker, çekmeli, öylemi
peki) diye yumuşadı. Bazen böyle ani kızgınlıkları olur fakat çabuk unuturdu.
Kimseyi kırmazdı. Hele hiç kindar değildi. Kin beslemezdi. Küçük Halamın
hizmetçisinin bir kızı dünyaya geldi. Tutmuş, bu çocuğa benim adımı koymuşlar. (Makbulle)
demişler. Ağabeyimin bu kadar çok kızdığını hiç görmemiştim. (Nasıl olur, bu ne biçim hala
böyle. Hizmetçi kıza senin isminden başka koyacak isim mi bulamamışlar) diye bu
saygısızlığı hiç affetmiyordu. Çok geçmeden bu halam muhacir oldu. Muhtaç bir vaziyette
bize iltica etti. Akaretlerdeki bizim eve geldi. Ağabeyim bu esnada İstanbul’da
bulunmuyordu. Harpta idi. Ben, halamın haline çok acıdım ve ağabeyime; (Sevgili kardeşim,
Allah bile insanları af eder. Küçük halama kırılmana ben sebep oldum. Benim ismim bu
dargınlığa sebep oldu.
Fakat ben affettim. Sizin de af etmenizi rica ediyorum) diye bir mektup yazarak,
yolladım. Annemin hiçbir şeyden haberi yoktu. Ağabeyim mektubumu alır almaz halama
hitaben bütün dargınlığını unuttuğunu beliren çok samimi bir mektup yazmış, ayrıca iki yüz
lirada harçlık göndermişti. Hani, kin nerede? Bilakis çok merhametli ve alicenaptı. Bakın, bu
mevzuda başka bir hadise aklıma geldi: Kocamın tanıdıklarından bir yüzbaşıyı benim bir
tavsiye mektubumla ağabeyimin yanına göndermiş, bir vazifeye yerleştirmesini rica etmiştim,
Yüzbaşı, mektubu verir. Hüsnükabul görür. O sırada, anlaşılır ki bir hafiye imiş. O buhranlı
zamanda, cezası idam. Fakat ağabeyim, araya girer: (Hemşirem duymasın, mahzun olur. Bu
herifi asmayın. Defedin. Yine İstanbul’a gönderin.) diye, ölümden kurtarır. Bilemezdiniz.
Hususi hayatında ne kadar müşfik, ne kadar cana yakın ve samimi idi. Kimseyi incitmezdi.
Bir kalb kırıldı mı, bir daha düzelmez, derdi.
- Para ile arası nasıldı?
- Parayı sevmezdi, Ne hesabını bilirdi, ne cebinde para lekesi vardı. Hasislere kızar,
para peşinde koşanları hakir görürdü. Parayı yalnız sarf etmek için kazanılan bir vasıta sayar,
cebinde kaç parası olduğunu sormanız, bilmezdi. İlk yüzbaşı aylığı aldığı gün, gelmiş, evin
kirasını soruyor. (Alın paraları.) diye. Elindeki, avucundakini anneme veriyordu. Annem; (A
evlâdım. Bilmiyor musun ev bizim... Ne kirası veriyorsun?) deyince de gülüyordu.
- Sevdiği yemekler?
- Yemekle de bası hoş değildi. (Çok yersem iyi çalışamam) der, yemek ayırdetmez ve
az yerdi. Mektepten alıştığı için kuru fasulyeyi severdi. Uzun bir yolculuktan, vazifeden,
bilhassa harpten eve dönüşünde, irmik helvası isterdi. (Şunun nasıl yapıldığını öğrensem de
yalnız kaldığım zamanlar, canım istedikçe yapsam.) derdi, amma, bir türlü öğrenemedi.
- Başka neler severdi?
- Atı çok severdi. Güreşi de öyle. Pehlivan yapılı kimi görse güreştirmek isterdi.
Nöbetçi askerleri, koca salonda güreştirir, bahşişler verir. Hele denk çiftlerin güzel güreşlerini
seyretmeğe doyamazdı. Köpeğe karsı da zaafı vardı- Kediden hoşlanmazdı amma, köpeği
sever, okşar, insana en yakın hayvan addederdi. Daha Ülkü doğmadan evvel, Afet’e,
Darülâcezeden dört, beş yaşında bir çocuk vermişlerdi. Bu bacaksız hepimizin sigaralarını
birer birer yakarken, ağabeyimin (Foks) ismindeki köpeğine de, kibrit çakar, hayvancağızı,
hırr hırr, diye sıçratarak, ürkütürdü. Bu hali dikkatle seyreden ağabeyim: (Bu köpek, bu
kızdan çok temizdir. Muhakkak, çok daha temizdir, anladınız mı?) diye, etrafındakilerin
yüzlerine bakardı. Ben, onun, o manalı bakışıyla ne demek istediğini anlardım.
Sayın Makbule Atadan, burada bir lâhza durup, müstehzi bir gülümseyişle dolan
bakışlarını gözlerime dikerek, soruyor:
- Siz de, anladınız mı, ne demek istediğini?
Şimdi tam bir inziva içinde hatıralarıyla baş başa kalan Sayın Makbule Atadan, bir
zamanlar Atatürk’ün tensip ve teşvikiyle atılmış olduğu politika hayatına temas etmek
istediğimi anlayınca:
- O bir garip, hatta hazin maceradır. Diye söze başladı, Ali Fethi Beyin Serbest
Fırka’yı kurduğu sıralarda ağabeyim bana da: (Bu Fırkanın başında sen de bulunacaksın.)
dediği zaman, hiç beklemediğim bu teklif karşılığında şaşırmış:
( Benim bu işlere aklım ermez. Evli bir kadınım.) diye itiraz etmek istemiştim. Fakat
O, beni bu işe sokmak kararını çoktan vermişti; (Ben emrediyorum.) dedi. Böylece, onun, hiç
bir zaman reddedemediğim emriyle, bu muhalefet fırkasına geçtim. Bu sürpriz herkesten fazla
İsmet Paşa’ya dokundu. Ağabeyim ise, yalnız bu fırkaya girmemi kâfi görmemiş, bunun
herkesçe bilinmesini de istemişti. Ali Fethi Bey’e, benim yanımda: (Hemşire bir mektup
yazacak, Serbest Fırkaya benim malûmat ve muvafakatim dahil olduğunu bildirecek.)
deyince, (Ben öyle kabul etmem. Kim oluyorum ki, politikaya atılmama ûmat ve tensip ile
değil, doğrudan doğruya emrine girdiğimi yazarım.) dedim Güldü, etrafındakiler: (Bak
hemşireye bak, nasıl akıllıdır hemşirem benim.) dedi, Ben budalamıyım, durup dururken
başıma iş açayım, sonra da, ortada kendi başıma kalayım... Fakat doğrusunu isterseniz, o
zaman bu derece ihtiyatlı bulunurken Serbest Fırkanın başına gelecek akibetin fecaatini.
tahmin etmiş değildim. Meğer İsmet Paşa, daha fırka dolarken, ölümünü tacil edecek bütün
tertibatı almış bu unuyormuş... Bunu, nasıl aklıma getirebilirdim? Günün birinde baktık ki,
İsmet Paşa’nın Serbest Fırka kılığına sokturmuş olduğu hamalları, şunları, bunları kamyonlar
doldurarak, bizim tarafımızda nümayişlere sevk ediliyor. Bunlar Serbest Fırka lehinde
ayaklanmış gibi gösterilerek; (işte bakın... Bu f.ırka başımıza gaileler açacak.) deniyordu.
Bunu, o anda hiç kimse, hatta ağabeyim bile bilmiyordu. Ancak Samsun Belediye Reisi
öldükten sonra bu sır meydana çıktı. Fakat iş işten geçmişti. Serbest Fırka bozuldu. O sırada
Çankaya’da bulunuyordum. Ağabeyimle otururken, İsmet Paşa geldi. Sinirli görünüyordu.
Bana pür hiddet, (Hanımefendi siz demiştiniz ki, Serbest Fırkaya ağabeyim emir verdide
girdim.) deyince ağabeyimin renginin attığını gördüm. Saklanacak bir şey yok, hakikat budur
demeği doğru bulmadım sadece: (Aman Paşam, ben dedikoduyu sevmem. Bakın Ankara’ya
her gelişimde evvela size uğramağı adet edinmişken, bu sefer geçemedim.) dedim. Filhakika
Ankara’ya çok erken bir saatte varıldığı için, ağabeyimi uyandırmamak maksadıyla, evvelâ
İsmet Paşalara giderdim. Ben bunu söylerken, ağabeyim yan gözle ikimizi de süzüyor,
ikimize de gülüyordu.
- İsmet Paşa hakkında ne düşünürdü, Hanımefendi?
- İsmet Paşa’nın Başvekilliği devam ederken, ahbaplarım, yakın dostlarım, ağız birliği
etmiş gibi, (Atatürk memleketi kurtardı. Sonra Reisicumhur seçildi. İsmet Paşa Hükümeti
oldu bu.) diye şikâyetlerde bulunurlardı, Ben de bunu kendilerine söyledim. Hiç unutmam:
“Başvekâlete bizzat geçmek için, Cumhurreisliğinden çekilmek istedim. Fakat bu vazifeyi
kime teklif ettimse bir türlü kabul ettiremedim) demiştir. Ben de biliyordum; İsmet Paşayı
işbaşından uzaklaştırmak için, bu çareyi bulduğunu hatta Nuri Conker’e (Bu inadı bırak,
budalalığın lüzumu yok. Kabul et teklifimi) diye bu mevzuda ısrar ettiğini de görmüştüm.
Fakat hepsi, (Bu ağır yükü, hele sen varken, mümkün değil yüklenemem) diye kabul
etmediler.
En sevinçli gününü hatırlıyor musunuz Hanımefendi?
- Şüphesiz. Zaferden sonra İstanbul’a ilk geldiği gün. Ben ağabeyimi o günkü kadar
sevinçli görmemiştim. İstanbul’a geleceğimi haber alınca, Kuruçeşme’deki evimde günlerce
hazırlandım. Birde baktım ki arabasını göndermiş, saraya davet ediyor. Hemen bindim gittim.
Saray varır varmaz. O da geldi. Ben merdiven başındayım. O da alt baştan geliyor. Tuhaf bir
vaziyet oldu. Ben yukarıda, O aşağıda (Ölmedik hemşire. Muvaffakiyetle geldik. Sende iyisin
yüzünden belli.) diye elini azattı. İkimiz de sevinçten dona kalmıştık. Fakat bir kaç dakika
sonra, bu sevinci çok gören her kim ise bir mektup göndermiş. Verdiler. Okudu, (Sarayda
oturmağa hakkın yok...) diyormuş. (Bak alçağa, imzasını bile atmamış) dedi. Ben de şaşa
kaldım. Benim bildiğim sarayda kalmağa niyeti yoktu. Zannediyorum ki. Sarayda oturmasına
bu mektup sebep oldu. Böyle, içinden pazarlıklı olanlara çok kızardı. Etrafında da; hatta pek
yakınlarına kadar sokulmuş olan böyleleri yok değildi.
Makbule Ata’dan Ata’nın Portesi İle
- Simdi isimlerini birer birer saymağa lüzum yok. Zaten malûmdurlar ben dedikodu ve
politika yapmak istemem. Amma, ağabeyim hepsinin içyüzlerini bilirdi. Bu gibilerle hiç bir
zaman kalpten arkadaş olmamıştı. Hiç bir sırrını da bunlara vermemiştir. Kaç defa baş başa
kaldığımız zamanlar, etrafında dönenlerin ne biçim insanlar olduklarım kendi ağzından
dinlemiştim. Bana da sorardı. Falan nasıl adamdır, diye... Ben de hiç sıkılmam, zaten onu da
öyle görmüş, o terbiyeyi almışım, patır kütür konuşur, düşündüklerimi, pervasızca söylerdim
ve bu onun çok boşuna giderdi. Hayır... Kimse, Onun yanına sokulmuş olanların tesiri altında
kaldığını, asla iddia edemez. O kendi başına muvaffak oldu. (Mustafa Κemal’de şundan ve
bundan bir fikir aldı) yoktur- O yalnız milletini sevmiştir. Nasıl ki milleti de yalnız Onu
sevmiştir. Her vakit, her vakit arayacaksınız, mumla arayacaksınız vallahi. Amma, gitti, bir
daha gelmez O...
Gözleri yaşaran sayın muhatabını biraz teskin için, mevzuu değiştirmek istedim:
- Süs sever mi idi, Hanımefendi?
- Gençliğinden beri temiz giyinmeği bilirdi. Evde kapanıp çalıştığı zamanlar bile,
sokağa çıkmış gibi itina ile giyinirdi. Süsten hiç hazzetmezdi. Bir aralık, tırnaklarını uzatmıştı.
Baktı, baktı: (Olmadı, askere uzun tırnak yakışmıyor.) diye kesti, attı. Şişmanlıktan da
hazzetmezdi. Fakat ben de şişman olduğum için, lafını pek etmezdi.
Bir gün, Şükrü Kaya’yı, (Git bak nasıllar) diye bir yere göndermiş. Dönüşünde, sordu:
(Nasıl buldun?) diye. Şükrü Kaya’da: (Efendim. Maalesef şiş…) derken, beni
göstererek: (Sus, alt tarafını getirme, hemşire burada) demiş, gülüşmüştük.
- Hanımefendi son sual. Hiç bir arzunuza (hayır) dediği oldu mu?..
- Asla... Zaten, ondan olmayacak şey istenmezdi ki... Buna insanın dili varmazdı.
Esasen istenmeden arzuyu anlar, kendiliğinden verirdi. Reisicumhur olduğu zaman, boş
bulunmuş: (Padişahlar bile tahta çıktıkları zaman ihsan verirlermiş) diye şaka edecek
olmuştum. Derhal emri verdi: (Çabuk hemşireye beş bin lira.)