Zihniyet - Derin Sular
Transkript
Zihniyet - Derin Sular
SERDAR KAYA www.derinsular.com ZİHNİYET İnsanların Eşyayı Anlamlandırış Şekilleri 1. 2. 3. 4. Giriş Kadınlar ve Erkekler Ekseninde Demokratlık ve Liberalizm Farklı Zihniyet Yansımalarına Bir Örnek Olarak Ekolojik Etik Sonuç Serdar Kaya www.derinsular.com © Ocak 2010 [Agos gazetesinin 19-25 Şubat 2010 tarihli sayısında yayınlandı.] Telif hakları konusundaki detaylar ve son guncellemeler için bkz.: www.derinsular.com/pdf.php 1/8 SERDAR KAYA www.derinsular.com 1. GİRİŞ Avatar, sadece bir görsel şölen olarak değil, varlığı farklı şekillerde anlamlandıran insanların bu doğrultuda ne gibi tercihler yapmakta olduklarını gösteriyor olması itibariyle de önemli bir film. Filmde davranışları bu çerçevede değerlendirilmeye musait çok sayıda karakter var. Örneğin, saldırıya komuta eden Albay Quaritch, sorunları sadece guç kullanarak çözme eğiliminde olan biri. Kendisine hiçbir kötuluğu dokunmamış olan Pandoralıları, şartlar gereği, yok edilmesi gereken bir duşman olarak görduğu için, onlara karşı hiçbir merhamet duygusu hissetmiyor. Dahası, Albay, kendi tarafındakilerin muhalefetine karşı da tahammulsuz. İlgili projeyi yuruten bilim kadınının ve ona itidal tavsiye eden diğerlerinin duşuncelerini (ve aynı zamanda şahıslarını) kuçumsuyor. Albay'ın sevdiği şeyler arasında ise, vucut geliştirmek, guç gösterisi ve yok ederek galip gelmek var. Albay kadar şiddet eğilimli olmasa da, yönettiği şirketin çıkarları öyle gerektirdiğinde şiddeti bir araç olarak kullanmakta pek sakınca görmeyen bir karakter daha var filmde. Wall Street'ten fırlamış gibi duran bu duzgun kılıklı kişi, belli yönleri itibariyle Albay'ı fazlasıyla andırıyor. Zira bu şirket yöneticisi de Pandoralıların yerel değerlerini hiçe sayan, şehirlerinde yer alan doğal kaynağı ortaya çıkarma (ve oradan alıp göturme) adına onları öldurmekte, yaşam alanlarını ve kutsallarını yok etmekte bir mahzur görmeyen bir tip. Filmde başka ilginç karakterler de var. Ancak aralarında Onbaşı Sully özellikle önemli. Aynı zamanda filmin başkahramanı olan Onbaşı Sully, pek çok özelliği itibariyle tipik bir Amerikan askeri – yani genç, cahil ve savaşçı. Ancak Onbaşı Sully'yi başkahraman kılan şey, sonradan yaşadığı zihniyet değişimi. Şöyle ki, Onbaşı Sully, baştan bir casus olarak aralarına katıldığı Pandoralıları tanıdıktan, değer yargılarını ve hayat tarzlarını anlamaya başladıktan sonra, kendi (Batı) kulturunden yuz çevirip onlardan biri olmaya ve artık kötu, haksız ve işgalci olarak görduğu kendi tarafına karşı onlarla birlikte savaşmaya karar veriyor. Bu açıdan değerlendirildiğinde filmin en ilginç yönu de zaten bu. Şöyle ki, insanlar, ailelerinde, eğitim kurumlarında ve sonrasında toplumun içerisinde farkında olmadan belli kalıplara sokuluyorlar. Kişinin bu surecin sonunda aldığı şekilde, doğuştan gelen kimi özellikler de (söz konusu kalıplaşmaya uyum sağlama, direnç gösterme, ya da muhteva sunma noktasında) önemli derecede belirleyici olabiliyor. Bu sosyalleştirme sureci, fiziksel olarak bir kez doğmuş bulunan insanı, bu kez de bilişsel ( cognitive) anlamda yeniden doğuruyor. O noktadan itibaren de, bu surece maruz kalmış bulunan kişi, dunyayı belli bir zihniyetin içerisinden anlamlandırmak durumunda kalıyor. Butun bunlardan, gerçekliği tek değil çok yönlu olarak görebilme çabasında olan her insanın, hangi doğrultuda sosyalleştirildiğini sorgulamak ve kendi yetersizliğinin farkına vararak, hayatın kendisininkilerden farklı algılarla ne şekillerde anlamlandırılabileceğini merak etmek durumunda olduğu sonucu çıkıyor. Böyle bir merak da, sadece belli bir ideoloji, kultur ya da inanç şeklinin değil, insan olmanın dahi ötesine geçme çabasını ima ediyor. Böyle bir çabanın bir ifadesi olan bu çalışmanın ilk kısmı, kadınlar ve erkekler arasındaki algılayış farklılıkları ve bu farklılıkların dayandığı farklı kaygıları ve doğurduğu farklı davranış şekillerini inceliyor. Çalışmanın ikinci kısmı ise, çevre ile ilgili sorunların, insan, hayat ve dünya merkezli olmak uzere uç farklı zihniyet içerisinden ne şekillerde anlamlandırılıyor olduğu ve bu anlamlandırış şekillerinin ne gibi tavırlara karşılık geldiği uzerinde duruyor. Dörduncu ve son kısımda ise, çeşitli örnekler eşliğinde genel bir değerlendirme yer alıyor. Özetle, bu çalışma Avatar filmi hakkında değil. Ama biraz dikkat edilecek olursa, aslında kadınlar, erkekler ya da çevre hakkında da değil. Zira zihniyet denilen şey, insan zihnindeki butun algıları şekillendiren bir entelektuel özu ima ediyor. Bu durum da, zihniyeti herşeyle ilgili kılıyor. 2/8 SERDAR KAYA www.derinsular.com 2. KADINLAR VE ERKEKLER EKSENİNDE DEMOKRATLIK VE LİBERALİZM Freud, kadınların adalet algılarının erkeklere oranla daha az gelişmiş olduğunu iddia etmişti. Kadınların kolaylıkla hislerinin tesiri altında kalabildiklerini, etik muhakeme kapasitelerinin sınırlı olduğunu varsayan bu yaklaşım, o dönemde hakim olan erkek-egemen paradigmadan öturu sadece Freud değil, pek çok felsefeci ve filozof tarafından da paylaşılıyordu. Bu çerçevede, doğrudan etik muhakeme gelişimine odaklanan temel çalışmalardan biri, Amerikalı psikolog Lawrence Kohlberg'in 1958 yılında geliştirdiği “Moral Gelişimin Aşamaları” adlı tez oldu. Kohlberg, tezinde söz konusu gelişimi altı aşamada ele alıyordu: Aşama 1: Çocukluk döneminde, ödul ve ceza bilincini edinerek itaat etmeyi öğrenme. Aşama 2: Çocukluk döneminde “Sen benim için bunu yap, ben de senin için şunu yapayım” şeklinde özetlenebilecek araçsal bir karşılıklılık öğrenme. Aşama 3: Gençlik döneminde, hakim değerlere uyarak çevrenin onayını almayı öğrenme. Aşama 4: Gençlik döneminde, görevlerini yerine getirmeye, otoriteye saygı göstermeye ve sosyal duzeni korumaya çalışarak saygın bir kişi olarak tanınmaya çalışma. Aşama 5: Yetişkinlik döneminde, başkalarına zarar vermediği muddetçe kişinin istediğini yapabilmesi gerektiğini öngören bir yaklaşımı benimseme. Aşama 6: Yetişkinlik döneminde, kişinin kendi koyduğu “adalet” ya da “karşılıklılık” gibi evrensel kurallar doğrultusunda hareket etmesi. Bu altı aşama esas alınarak yapılan çalışmalarda ortaya çıkan en ilginç sonuçlardan biri, kadınların uçuncu aşamanın ötesine nadiren geçebildikleri, ancak erkeklerin sıklıkla beşinci aşamaya kadar gelebildikleriydi. Bir başka deyişle, Kohlberg'in formulasyonu da erkeklere ustunluk atfeden hakim bakışı teyit ediyordu. Ancak, Amerikalı feminist felsefeci Carol Gilligan, 1982 yılında yayınlanan “Farklı bir Sesle” ( In a Different Voice) adlı kitabında Kohlberg'in altı aşamasının erkek-odaklı bir perpektifle geliştirildiğini, bu nedenle de insanların değil, erkeklerin moral gelişimini açıkladığını iddia etti. Zira Gilligan'a göre, kadınlar ve erkekler farklı kaygılarla hareket ediyorlar ve aynı kelimeleri kullanıyor olsalar da, aslında farklı bir dille konuşuyorlardı. Farklı bir zihniyet yapısını ima eden bu durum da, bir yandan karşılıklı iletişimi zorlaştırırken, diğer yandan da yanlış anlamaları artırıyordu. Farklı Bir Etik Gilligan'ın argumanına göre, kadınlar, erkeklerden farklı olarak, “adalet” (justice) değil, “umursama” (care) kaygısıyla hareket ediyorlar ve bu çerçevede kuralları ve hakları değil, insan ilişkilerini ve sorumlulukları önemsiyorlar. Bu nedenle de, kadınların yaptıkları etik muhakemelerin farklı yapısını anlayabilmek için, öncelikle bu gibi farklı çıkış noktalarını dikkate almak gerekiyor. Gilligan, gözardı edildiğini duşunduğu bu durumu izah etme adına Kohlbergçilerin yaptığı deneylerin sonuçlarını yeniden değerlendiriyor. İkilemler karşısında yapılan muhakemelere dayanan bu deneylerden birinde, deneklere çözumlemeleri gereken şu ikilem veriliyor: Bir adam, acılı bir hastalığa tutulmuş olan eşi için onu iyileştirebilecek bir ilacı satın almak istiyor. Ancak eczacı bu ilaç için adamın ödeyemeyeceği, çok yüksek bir fiyat istiyor. Bu durumda adam ilacı çalmalı mıdır? 3/8 SERDAR KAYA www.derinsular.com Kohlbergçi araştırmacılar bu soruyu 11 yaşındaki biri kız, biri erkek iki deneke soruyorlar. Erkek denek, adamın eşinin hayatının, eczacının işinden daha değerli olduğunu söyluyor ve bu nedenle adamın ilacı çalmasının daha doğru olacağını ifade ediyor. Bu da, haklar hiyerarşisinden yola çıkan ve hayat hakkının mulkiyet hakkından önce geldiği duşuncesiyle sonuca ulaşan basit bir çıkarsama olması itibariyle, Kohlberg'in aşamalarına uygun (ve dolayısıyla Kohlberg'in tezini doğrulayan) bir yanıt oluyor. Ancak kız denekin verdiği yanıt Kohlbergçi açıdan ne yazık ki başarılı olmuyor. Zira kız deneke göre, adam ilacı çalarak belki eşini kurtarabilirdi, ama bu yuzden hapse girmek zorunda kalırsa, eşi tekrar hasta olabilirdi ve bu durumda adam ona tekrar ilaç getiremezdi ve bu hiç de iyi olmazdı... Bu nedenle yapmaları gereken şey, ya eczacıyla konuşarak bu duruma bir çözum aramak, ya da parayı bulmak için başka yollar denemekti. Gilligan bu noktada böyle bir yanıtı Kohlbergçi formulasyon çerçevesinde (ya da o zihniyetin içerisinden) anlamlandırabilmenin mumkun olmadığını, ancak sorunun söz konusu yanıtı veren kızda değil, Kohlberg'in erkek-eksenli varsayımlarla şekillenen etik felsefesi olduğunu ileri suruyor. Zira Gilligan'a göre, kadınlar etik muhakemelerini basit bir haklar hiyerarşisi içinde değil, “zaman içerisinde genişlemekte olan ilişkilerin bir anlatısı” olarak algılıyorlar. Bu nedenle de, bir ikilemle karşılaştıklarında (sözgelimi) hayat hakkı ile mulkiyet hakkının karşılaştırmasını yapmak gibi teknik bir yol denemiyor ve örnekteki adamın yapacağı hırsızlığın karısı ile olan ilişkisini ne şekilde etkileyeceği ve ne gibi sonuçlar doğurabileceği konusuna odaklanıyorlar. Dahası, “eczacı ile konuşma” duşuncesi de, sorunların çözumu adına iletişimin öncelikli bir yol olarak görulduğu anlamına geliyor. Gilligan, bu gibi tespitlerinden hareketle, kadınların ontoloji ve epistemolojileri gibi, etiklerinin de erkeklerinkinden farklı olduğu sonucuna varıyor. Zira erkekler kendilerini bağımsız (independent) varlıklar olarak görme ve etik değerlerini bir haklar hiyerarşisi uzerinden şekillendirme eğiliminde iken, kadınlar karşılıklı-bağımlılık (interdependence) duşuncesiyle ve başkalarına yönelik sorumluluklarını dikkate alarak hareket ediyorlar. Bu nedenle de Kohlberg'in aşamalarında yuksek seviyelere çıkmaları mumkun olmuyor. Liberaller Marstan, Demokratlar Venüsten Gilligan'ın erkekler ve kadınlar arasında yaptığı ayrıştırma, Turkiye'de 2005-2006 yıllarında yaşanan ve halen zaman zaman gundeme gelen demokratlık-liberalizm tartışmasındaki farklı tarafların ortaya koydukları çıkış noktaları ile şaşırtıcı derecede bir örtuşme içeriyor. Zira söz konusu tartışmada Atilla Yayla liberal yaklaşımını bireysellik, haklar ve hukukun ustunluğu gibi kavramlar uzerine bina ederken, Etyen Mahçupyan ise, atomistik bireylerden yola çıkan bir anlayışın topluma dokunamayacağını, çunku toplum kavramının tekil ve özel dunyaları değil ortak bir alanı ima ettiğini ve bu nedenle de demokrat bir siyasetin yapısında belirleyici olanın farklı grupların öteki ile kurdukları iletişim olduğunu dile getiriyordu. Bu çerçevede gelişen tartışmada, (en azından Mahçupyan'a göre) tarafların iki farklı zihniyetin içerisinden konuşmakta olmaları, iletişim kurmalarını zorlaştırıyordu. Gilligan'ın erkekler ile kadınlar arasında tespit ettiği algılayış farklılıkları da, hem zihniyete bakan yönu, hem de karşı karşıya bulunan tarafların birbirlerini anlamak durumunda olmaları itibariyle demokratlıkliberalizm tartışmasını akla getiriyor. Zira Gilligan'a göre, erkekler ve kadınlar arasındaki asimetrik algılar, hayatın anlamlandırış şekillerinde farklılıklara yol açtığından, neticede eşyayı iki farklı değerler kumesi doğrultusunda algılayan iki ayrı kimlik ortaya çıkıyor. Bu çerçevede, erkekler otonomi ve mustakil olma kaygısından hareket ederek etik kaygılarını haklar, adalet, kurallar gibi konular etrafında şekillendirirken, kadınlar ise aile, arkadaşlık gibi değerlere önem ve öncelik atfediyor olmalarından öturu insanların istek, ihtiyaç ve ilgilerini dikkate alıyor, sorunlarını da karşı tarafla iletişime geçerek ve ikna yolu ile çözmeyi tercih ediyorlar. Konunun bu yönu, demokratların surekli liberallerin kendi dunyalarının değer yargılarını esas alarak konuşmakta olmalarından ve bu nedenle demokratları anlayamadıklarından şikayet etmekte olduklarını 4/8 SERDAR KAYA www.derinsular.com akla getirmiyor değil. Malum, kadınlar da aynı doğrultudaki nedenlerden öturu surekli erkeklerden yakınıyorlar... 3. FARKLI ZİHNİYET YANSIMALARINA BİR ÖRNEK OLARAK EKOLOJİK ETİK Farklı zihniyet yapılarının tekil bir konu uzerindeki farklı yansımalarını incelemeyi mumkun kılan guncel örneklerden biri de çevre. Zira kuresel ısınma, çevre kirliliği, nesli tukenen canlılar gibi konulara yönelik farklı tavırların herbirini, aslında farklı bir zihniyetin tezahuru olarak da görmek mumkun. Patrick Curry'nin 2005 yılında yayınlanan “Ekolojik Etike Giriş” (Ecological Ethics: An Introduction) adlı kitabında, ekoloji-eksenli etik ekollerine dair bir tasnif sunuyor. Bu tasnif, bu konudaki farklı tavırların dayandıkları farklı zihniyet yapılarını çözumlemekte de kullanılmaya musait bir yapıya sahip. Etik ekollerini çevreye yaklaşımları itibariyle insan-merkezli (açık yeşil), hayat-merkezli (orta yeşil) ve dunya-merkezli (koyu yeşil) şeklinde olmak uzere uçe ayıran Curry, herbir kategori altında sıralanabilecek olan başlıca yaklaşımları da teker teker değerlendiriyor. Bu tasnife göre, insan-merkezli bir yaklaşımdan hareket eden açık yeşil ekol, insanların ihtiyaçlarını merkeze alıyor ve gerek doğadaki diğer hayat formlarını, gerekse hava ya da su gibi cansız varlıkları bu ihtiyaçlar ekseninde araçsallaştırıyor. Bu durumda, çevrenin korunmasına verilen önem ve bu doğrultuda alınacak tedbirler, ancak insan hayatının da tehdit altına girdiği ölçude gerekli addediliyor. Şayet insanlar uzerinde doğrudan bir etkisi olmayacaksa, herhangi bir canlı turunun yokolma tehlikesi ile karşı karşıya olmasına ya da hava ve su gibi doğal kaynakların insanlara zarar vermeyecek seviyelerde kirlemesine kayıtsız kalınabiliyor. Bundan farklı olarak, sadece insanları değil yeryuzundeki butun canlıları merkeze alan “orta yeşil” ekol ise, insan-merkezli etik yaklaşımı genişleterek (moral extensionism), hayvanların (ya da kimi yaklaşımlara göre aynı zamanda bitkilerin) insanlara olan faydalarından bağımsız olarak korunmayı hak ettikleri duşuncesine dayanıyor. Bu hayat-merkezli yaklaşım doğrultusunda özellikle hayvan hakları ciddi bir öncelik kazanıyor. Ancak hayat-merkezli yaklaşım, hayvanlara araçsal değil, özunde ( intrinsic) bir değer atfettiğinden, bu konuya olan ilgisini sadece gıda endustrisindeki hakim standartların insan sağlığını ne şekilde etkilediği gibi sorularla sınırlamıyor. Örneğin, Curry, kitabında, her yıl sadece ABD'de 70 milyon hayvanın laboratuvar deneylerinde kullanılması ve buna ek olarak 5 milyar hayvanın da fabrika-çiftliklerde zor koşullarda yaşadıktan sonra öldurulmesi gibi örnekleri nazara vererek, hayatmerkezli yaklaşımların bu tur uygulamaların etiğini sorguladıklarını ifade ediyor. Bu tur sorgulamalar sonucunda da, fabrika-çiftliklerde hem hayatları boyunca, hem de ölumleri esnasında ileri derecede ıstıraplar çektirilen hayvanları yememek gibi davranış biçimleri için de etik gerekçeler ortaya çıkıyor. Kitapta verilen bir diğer örnek de, Almanya'daki Yeşil Parti'nin kurucularından Rudolf Bahro'nun, partinin hayvanlar uzerinde deneyler yapılmasını destekleme kararı almasına tepki göstererek istifa ederken sarf ettiği sözler: “Dun hayvan deneyleri konusunda, parti sözcusunun 'Tek bir insan hayatı bile kurtarılabilecekse, hayvanlara eziyet edilmesine izin verilebilir' şeklindeki sözleri doğrultusunda bir sonuç elde edildi. Bu cumle, insanların benimsedikleri ve bu doğrultuda, bitkileri, hayvanları ve nihayetinde de kendilerini yok edecekleri temel prensiplerin bir ifadesidir.” Son olarak, “koyu yeşil” ya da “dunya-merkezli” ekol dahilinde öne surulen yaklaşımlar ise, sadece canlıların değil, ekolojik sistemin bir parçası olan butun öğelerin korunması gerektiği yönundeki bir duşunceden hareketle daha kuşatıcı bir etik felsefesi ortaya koyuyor. Bu yaklaşımların belki de en önemli ortak noktası, Batı kulturunun, insanı doğanın hakimi, doğayı ise insanların kullanımına tahsis edilmiş bir kaynak olarak algılayan bakışına karşı çıkıyor olmaları. Tahakkumun ( dominance) Batı kulturunde artık bir takıntı haline geldiğini ve bu takıntının, erkek-kadın, zengin-fakir, guçlu-guçsuz ilişkilerine olduğu gibi insan-doğa ilişkilerine de yansıdığını ifade ederek eleştirel bir tavır ortaya koyan dunya-merkezli (earth-centered) yaklaşımlar, insanı içinde bulunduğu ekolojik sistemin efendisi değil, 5/8 SERDAR KAYA www.derinsular.com bir parçası olduğunu fark etmesinin gerekli olduğunu belirtiyorlar. Çevreyi Algılayış Şekilleri, Zihniyet ve Demokratlık Özellikle orta ve koyu yeşil ekollere dikkat edilecek olursa, bu yaklaşımların bilindik çevrecilikten farklı oldukları ve basitçe “çevreyi korumak” olarak ifade edilegelen kaygıların ötesine geçerek algı seviyesinde çözumlemeler yaptıkları görulebilir. Bu ekoller, herşeyden önce, “Doğaya bu şekilde davranmaya devam edersek bir sure sonra dunya yaşanmaz hale gelecek" gibi ilk bakışta çevreci gibi görunen ifadeleri, faydacı ve dolayısıyla da insan-merkezli bularak dışlıyor. Merkeze insan yerine organik hayatı ya da ekolojik sistemin kendisini almak ise, insanın sadece doğayı değil hayatın kendisini anlamlandırış şeklinde de ciddi değişiklikleri beraberinde getiriyor. Özellikle koyu yeşil ekol için geçerli olan bu durum, sadece endustriyel döneme ait olan ideolojilerin ve hayat tarzlarının değil, modernitenin ve hatta Batı medeniyetinin kimi temel öğelerinin dahi reddedilmesi gerektiğine yönelik imalar içeriyor. Zira koyu yeşil ekol, (1) modernitenin ben-merkezli hedonizmi köruklediğini, (2) doğa ile ilişkiye özel bir önem atfeden antik inançlara (ve daha geniş anlamda da butun dinlere) tepeden baktığını ve bu çerçevedeki diğer tavırları nedeniyle (3) her daim bireysel bir mucadele içerisinde olan bir insan tipolojisi ortaya çıkardığını iddia ediyor. Eşyayı bu şekilde algılayan insanların, kendileri ile diğer varlıklar arasında gerçekte varolmayan sınırlar tasavvur etmeye başladıklarını da belirten koyu yeşil ekol, doğadaki varlıkların arasında sınırlar değil ara ilişkiler olduğunu ve insan ile ötekileştirdikleri arasındaki keskin sınırların yumuşatılması gerektiğini ifade ediyor. Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer önemli şey de, yeşil ekolun çevre hakkında sunduğu çözum önerilerinin gerçekleşmesinin, herşeyden önce, insanların derin bir sorgulama surecinin içine girmeleri ve bu surecin sonunda da “kendinin farkına varma” (self-realization) olarak nitelendirilen bir hedefe varmaları ile mumkun görulmesi. Batı Aydınlanmasına bir alternatif ve hatta bir reaksiyon olarak da anlaşılabilecek olan bu sureç, insanlar ile sözu edilen ötekiler arasındaki keskin sınırların yumuşatılması için de bir gereklilik durumunda. Bu noktada, koyu yeşil ekolun, insanın eşyayı algılayış şeklinde zihniyetin belirleyiciliğini öne çıkarıyor olması itibariyle demokratlıkla aynı tabana oturduğunu söylemek mumkun. Her iki perspektifin de zihniyet değişikliğini, ötekileştirmeyi tersine çevirme adına bir araç olarak göruyor olması da aradaki benzerliği kuvvetlendiren bir diğer öğe. Herhangi bir zihniyetin “eşyayı anlamlandırış şekli” ile “ öteki durumunda olanlarla kurduğu iletişimin yapısı” arasında kuvvetli bir bağın bulunduğunu ima eden bu benzerlik, eşyaya ve ötekine yönelik farklı tavırlarda ne gibi farklı zihniyetlerin rol oynadığı sorusunu da akla getiriyor. Dahası, böyle bir bakış, yapısı gereği öncelikle insan ilişkilerine odaklanan siyasi ideolojilerin, varlığı anlamlandırma adına kuşatıcı bir felsefi temelden yoksun kalmaları tehlikesine de işaret ediyor. Örneğin, klasik liberalizm, bireye ve de bireye yönelik olası hak ihlallerine odaklanan bir siyasi ideoloji. Dolayısıyla da, ister istemez insan-merkezli gerçekliklerle ilgilenmek durumunda. Ancak bu durum, bir sure sonra insan-merkezli olmayan felsefi yaklaşımlara yabancılaşmak ve dolayısıyla da bu turden argumanları anlamlandıramayacak hale gelmek gibi bir sonuç doğuruyor. Konunun bir diğer yönu de, liberalizmin özel teşebbus ve mulkiyet haklarına verdiği önem nedeniyle, bu çerçevedeki butun konularda muteşebbislerin lehinde bir tavır alma eğiliminde olması – ki liberallerin çevre konusuna yaklaşımları da bu durumun en belirgin örneklerinden biri. Zira çevre söz konusu olduğunda, liberaller, muteşebbislerin haklarını savunma kaygıları nedeniyle (çevre karşıtı olmamalarına rağmen) endustriden yana bir tavır sergiliyorlar. Butun bunlar etik-zihniyet ilişkisi çerçevesinde değerlendirilecek olursa, liberalizmin bireyselliğe yaptığı 6/8 SERDAR KAYA www.derinsular.com vurgu ile koyu yeşil ekolun modernite eleştirisi arasındaki bağ da belirginleşebilir. Zira modernitenin başkalarına tahakküm kaygısına karşılık, liberalizmde de başkalarının tahakkümünden korunma kaygısı çok güçlü. Ancak bu her ne kadar meşru bir kaygı olsa da, liberalizmi ister istemez dünyayı modernitenin zihniyetiyle algılamaya mahkum ediyor. Böylesine tahakkum-merkezli bir algı, insanların aynı (siyasal ya da ekolojik) ortamları paylaştıkları varlıkları duşman, rakip ya da fayda nesnesi olarak görmelerine neden oluyor. Bu şartlar altında hayat bir bireysel mucadele alanı haline gelirken, iletişim ve kollektif çaba ile çözumlenmesi gereken çevre gibi konularda siyasetin işlevselliği azalıyor. 4. SONUÇ Örneklerin çeşitliliğine rağmen, zihniyet-eksenli farklılıkların yol açtığı sorunların neredeyse tamamını birkaç başlık altında kategorize etmek mumkun. Kategori başlıkları altında en fazla uzerinde durulması gerekeni de, muhtemelen, “anlamlandıramama sorunu”. Zira yukarıdaki örneklerden, erkeklerin kadınları, insan-merkezli duşunenlerin dunya-merkezli duşunenleri, liberallerin demokratları anlamakta zorlandıkları göruluyor. Kimi aşırı örneklerde de, “anlamak” gibi bir kaygıyı zaten baştan gutmeyen aktörlere rastlanıyor. Albay Quaritch'in Pandoralıların, ya da Turk milliyetçilerinin Kurtlerin, hassasiyetlerini (ve hatta varlıklarını) umursamaması gibi. İnsanın farkında olarak ya da olmayarak kendisini ve algılarını merkeze alması sonucunda ortaya çıkan bu kuçumseyici tavır, basit ayrımcılıklardan dehumanizasyona, oradan da soykırımlara kadar geniş bir yelpazeye yansıyan her turlu haksızlığın gerekçelendirilmesini de kolaylaştırıyor. Zira Avatar'daki kimi Batılıların (1) Pandoralılara “mavi maymunlar” diye referansta bulunması, (2) kutsiyet atfettikleri ağacı (bu kudsiyetin bir hakikati olabileceğine ihtimal vermek ya da en azından ağacın onlar için ifade ettiği manayı anlamaya çalışmak bir yana) hiç umursamadan parçalamayı duşunmeleri ve (3) maddi bir kazanım uğruna onları öldurmekten ve yaşadıkları yeri bir savaş alanına döndurmekten çekinmemeleri gibi tavırlarına elbette sadece filmlerde rastlanmıyor. Hayata belli bir zihniyetin içerisinden bakmanın ve bu zihniyetin önkabullerini sorgulamadan çeşitli konularda tavırlar almayı alışkanlık haline getirmenin bir diğer sonucu da, insanın bir sure sonra bu tavırları otomatikleştirerek refleks haline dönuşturmesi. Zira tavır ve davranışlara temel teşkil eden gerekçeleri ve çıkış noktalarını göz ardı etmek, söz konusu davranışları bağlamlarından kopardığı gibi, insanları da mekanikleştiriyor. Bu durumu, dunya-merkezli çevre etiği ve Avatar eksenindeki bir başka örnekte incelemek mumkun. Ekolojik sistemi bir butun olarak merkeze alan ve sistemin parçaları arasında sınırlar değil ara-ilişkiler olduğunu ifade eden dunya-merkezli perspektif, bir yandan her canlının hayatına buyuk bir önem atfederken, diğer yandan da karşılıklı avlanmayı “biyolojik bir gerçeklik” olarak kabul etmek gerektiğini belirtiyor. Avatar'ın ilk sahnelerinden birinde ise, Onbaşı Sully'nin kendisini korumak için çevresindeki hayvanları öldurmesi uzerine Pandora Prensesi'nin onu sertçe azarladığını ve ona bunca hayvanın ölmesinin gerekmediğini söylediğine şahit oluyoruz. Daha sonraki sahnelerden birinde ise Pandora Prensesi'ni avlanmaktayken göruyoruz. Ancak Prenses, yakaladığını avını bıçağıyla öldurmeden önce uzuntulu olduğunu belli eden bir sesle şöyle bir dua ediyor: “Seni göruyorum kardeşim, ve teşekkur ederim. Ruhun Eywa'ya gidiyor, bedenin ise burada kalarak İnsanlar'ın bir parçası oluyor.” Avatar'da aktarılan ve çevreye yönelik farklı bir algıyı yansıtan bu tavır, dunya-merkezli etik ile bire bir uyum içerisinde. (Pandoralıların gezegenlerindeki diğer canlılarla (ve hatta bitkilerle) fiziksel olarak da birleşebilmelerine olanak tanıyan bir biyolojik yapıya sahip olmaları da aynı çerçevede değerlendirilebilir.) Bir adım daha ileriye giderek, İslam dinindeki “helal kesim” şartının da buna benzer bir anlayışı akla getirdiğini söylemek de mumkun. Ancak helal kesime dikkat eden dindarların doğadaki diğer canlılar ile bu turden bir ilişki içerisinde olmak bir yana, önlerine kebap olarak gelen hayvanların 7/8 SERDAR KAYA www.derinsular.com nasıl yaşayıp nasıl öldurulduklerini umursadıklarını ya da gerçekten bu kadar çok et yemeye ihtiyaçları olup olmadığını sorguladıklarını iddia edebilmek gayet zor. Davranışların (ya da rituellerin) bağlamlarından soyutlanarak mekanikleşmesi de zaten tam da böyle bir şey. Bu turden mekanikleşmelerin ima ettiği etik-eylem kopukluğunun bir diğer şekli de, patika bağımlılığı (path dependency) olabilir. Şöyle ki, insanlar, uzerinde duşundukleri konuları belli bir bağlamda ele almaya ve o konu hakkındaki duşuncelerini söz konusu bağlam çerçevesinde ifade etmeye zaman içerisinde alışıyorlar. Bu nedenle de, daha sonra denkleme yeni boyutlar kazandıran kimi perspektifler ortaya çıktığında, bu yeni perspektiflerin beraberlerinde getirdikleri kavramları anlamak ve artık onlarla (ve onların ima ettiği yeni yaklaşım ve ara-ilişkilerle) duşunmek epey zor oluyor. Bu duşunsel zorluğu göğuslemeyi başaramayan insanlar da, onları değerlendirme dışı bırakarak konuyu alışılageldikleri ve dolayısıyla kendilerini rahat hissettikleri duzlemlerde ele almaya devam ediyorlar. Önceden öğrenilen şeylerin sonradan öğrenmeyi zorlaştırmasına bir örnek olarak da duşunulebilecek bu durum, alışılagelen patikaya olan bağımlılığın ortadan kalkmasının zaman alacağı anlamına geliyor. Bugunlerde Turkiye özelinde yaşanmakta olan şey de bundan çok farklı değil. Yaşanmakta olan hızlı değişim sureci tartışılmazları tartışmaya açarken, yeni kavramlarla duşunmeyi reddedenler de alışkın oldukları eski duzlemdeki duşunceleri (ve de tabii zihniyetleri) adına benzeri tarihte çok görulmuş bir hayatta kalma mucadelesi veriyorlar.q KAYNAKLAR James P. Sterba (ed.). 1994. "Earth Ethics: Environmental Ethics, Animal Rights and Practical Applications" Englewood Cliffs, New Jersey: Prentice Hall. Patrick Curry. 2005. "Ecological Ethics: An Introduction" Cambridge, Malden: Polity. Rosemarie Tong. 1993. "Feminine and Feminist Ethics" Belmont: Wadsworth. Thomas Mappes, Jane Zembaty (ed.). 2006. "Social Ethics: Morality and Social Policy" New York: McGraw-Hill. 8/8