Cemil Meriç`in Edebiyat Noktasında Dil Tenkidi

Transkript

Cemil Meriç`in Edebiyat Noktasında Dil Tenkidi
International Journal of Languages’ Education and Teaching
ISSN: 2198 – 4999, Mannheim– GERMANY
UDES 2015 p. 953-967
CEMİL MERİÇ’S CRITIQUE OF THE LANGUAGE USED IN LITERATURE
CEMİL MERİÇ’İN EDEBİYAT NOKTASINDA DİL TENKİDİ 1
Ferhat ÇETİNKAYA 2
ABSTRACT
In this study, we investigated Cemil Meriç’s sensitivity to the language used in literary works, an author who has a special place
in Turkish intelligentsia. Cemil Meriç, as a prominent writer who enriched his intellectual world via the Eastern and Western
cultures, mentions about his sensitivity to the language in many of his works. Besides delving into the structural changes in the
language during the literary periods of Turkish Literature, he also performed comparisons among those periods and presented
critical solutions. In a period when the Turkish Literature and Turkish Language were reverberating in the Western world, the
author – in order to have a better understanding into our literature and language –launched an exploration into the Indian
Literature, which was then believed to be the source of all literatures in the world. On the one hand, he was concerned with
creating a universal literature; on the other hand, by using the original sources, he was endeavoring to reassemble the Turkish
Literature and Language, both of which had been transformed and derailed. As a writer who acknowledged the lexicon as the
honor of a literature, Cemil Meriç was critical of the way the Turkish scholars used the language in their literary works.
With a strong belief that the roots of the West originated from the East, the author focused on what can be called ‘erroneous
Westernization’. In his critiques of the language used in the Post-Tanzimat (Tanzimat; an Ottoman period of reformation that
began in 1839 and ended with the First Constitutional Era in 1876) literature, he also conveyed the dolorous results of the
Western invasion throughout his works. Moreover, he presented his rejection against the Alphabet Reform, which imposed the
transition from the Arabic alphabet to the Latin alphabet. He put an emphasis on how devastating the linguistic distortions
caused by the scholars and the statesmen of his period might be for the society. This study, by presenting the author’s critical
evaluations on the Turkish literary periods beginning with the Tanzimat Era, is aimed to provide an insight into the Ottoman
Turkish through Cemil Meriç’s perspective, a language whose learn ability is now put on the national agenda.
Key Words: Cemil Meriç, Language, Ottoman Turkish, Intelligentsia.
ÖZET
Çalışmamızda, Türk aydınları arasında özel bir yeri olan Cemil Meriç’in dil hakkındaki hassasiyetini ele aldık. Doğu ve Batı
kültürüyle düşünce dünyasını zenginleştiren Cemil Meriç, dil konusundaki hassasiyetini birçok eserinde dile getirir. Edebi
dönemlerde değişen dil yapısını inceler, kendi içerisinde karşılaştırmalar yapar; dil ile ilgili eleştirel çözümler üretir. Edebiyat ve
dilimizin çağıltısı Batı zihniyetinin mecrasında ses getirirken o, edebiyatımızı ve dilimizi daha iyi tanımak için tüm edebiyatların
kaynağı olarak gördüğü Hint edebiyatının keşfine çıkar. Cemil Meriç, bir yandan evrensel çapta bir edebiyat yaratmanın
endişesini taşırken, diğer yandan başkalaşıma uğrayan, parçalanan, bir türlü rayına oturmayan Türk edebiyatını ve dilini, kendi
öz kaynaklarından besleyerek bileşkesini tekrardan sağlamaya çalışır. Kamusu namus olarak gören Cemil Meriç, Türk
ediplerinin dili kullanış biçimlerine eleştiriler getirir.
Batı’nın köklerinin Doğu’da olduğunu vurgulayan yazar, yanlış Batılılaşma üzerinde durur. Tanzimat’tan sonraki edebi
dönemleri dil yönünden tenkit eden yazar, bu konuda Batı’nın istilasının hazin sonuçlarını ortaya koyar. Harf inkılâbıyla birlikte
Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişe tepki gösterir. Dönemin aydınları ve yönetimi tarafından tahrif edilen dilin, toplum
açısından nelere mal olacağı üzerinde durur. Yazarın Türk edebiyatının Tanzimat ile başlayan edebi dönemlerin dil üzerine
eleştirilerini bu çalışmayla ortaya koyarken, aynı zamanda öğretimi günümüzde tekrardan gündeme gelen Osmanlı Türkçesinin
Cemil Meriç’in bakış açısından görmemizi sağlayacaktır.
Anahtar Kelimeler: Cemil Meriç, Dil, Osmanlı Türkçesi, Aydın.
1Bu
çalışma Nevşehir Hacı Bektaşi Veli Üniversitesi tarafından düzenlenen “1.Uluslararası Dil Eğitimi
ve Öğretimi Sempozyumu’nda” sözlü bildiri olarak sunulmuştur.
2Arş. Gör..,Dicle Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, e-posta: [email protected]
954
Ferhat ÇETİNKAYA
1. GİRİŞ
Bir yapıtın toplumsal açıdan düşünce yerini tayin eden, o yapıtın edebi ve sanat boyutunu
değerlendirerek değerli ve değersiz yönlerini gösteren yazı türüne eleştiri denir. Eleştiri
türüne Tanzimat döneminde muaheze denilirken, Servet-i Fünun döneminde ve sonrasında
tenkit denmiştir. Tenkit, bağımsız bir yazı türüne 19. Yüzyılda kavuşmuştur. İlk tenkit edilen
unsur ise “dil” olmuştur (Enginün, 2006:745). Bizdeki ilk türleri zayıf olmakla beraber örneği
azdır. Asıl gelişimini Servet-i Fünun döneminde göstermiş ve Cumhuriyet yıllarında bu
minvalde kalem oynatan değerli şahsiyetler yetişmiştir (Özdemir, 2014:131-134). Bu
şahsiyetlerden biri de Cemil Meriç’tir. Cemil Meriç’in tenkite bakış açısı “Tenkit, bir insanın
bir insanla, daha doğrusu bir çağla diyalogu. Bu diyalogun dinleyicisi, okuyucu. Tenkitçiyle
muhatabı arasnda ortak bir değerler levhası yoksa, bu diyalog nasıl anlaşılır? Bu değerler
levhasını sanatçılar yaratır, edebiyat tarihleri tescil eder” şeklindedir.
Türk düşünce dünyasının irfan sahiplerinden biri olan Cemil Meriç, Doğu ve Batı’nın
hazinelerini keşfetmiş Türk dünyasının münevver denemecilerindendir. 11.000 ciltlik bir
kütüphaneye sahip olan yazar, bizlere o müthiş zenginliğinden ve hafızasından inciler
damıtır. Yaşadığı döneme ve sonrasına damgasını basan yazar, düşünce dünyamızın ummanı
olmuştur. Yazın hayatının ilk yıllarında her ne kadar ideolojik bir görüşe sahip olduğu
düşünülse de, sonraki yıllarda tenkitlerini Türk irfanı düzleminde yapmıştır. Kendi ifadesiyle
bağlı olduğu değer, mutlak hakikattir. Bir fikir işçisi olarak bu hakikat peşinden gitmiştir.
Olguları, şahısları, durumları, devirleri, rejimleri büyük bir merakla, ince bir hassasiyetle,
derin bir sabırla araştırmış, incelemiş; Türk ve İslam vicdanına ve irfanına göre tartmıştır.
Önce Fransa üzerinden Batı’nın keşfine çıkar, sonra Hint’e uzanır ve burada Hint’in muazzam
hazineleriyle karşılaşır. “Avrupa’nın madde üzerindeki fetihleri, Hintli için birer çocuk
oyuncağı. Batı’da teknik, Hint’te huzur. Batı’da müspet ilim, Hint’te rüya, din, felsefe” der
(BDE3, s. 94). Aynı zamanda Batı’yı Batı yapanın Asya olduğunu söyler, Asya ise Hint’tir. Yazar
düşüncenin başlangıcını Hint olarak görür, Yunan medeniyeti ise Hint’ten sonra gelir.
Anadolu topraklarında kaybettiğimiz hafızamızı bulur. “Tek amacı bu mazlum medeniyetin
sesi olmak istemesidir. Bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış” der. Bu mert insanın
hafızasını ihya etmek ister. Önce İslam dünyasında pusulasını İbn Haldun’a ayarlar, sonra
ümmet bilincinden yola çıkarak Anadolu’da celadet sahibi bir Kafkaslı bulur: Tunuslu
Hayreddin Paşa. Bu değerli şahsiyeti en az Cevdet Paşa kadar beğenir ve sever. Bu değerli
şahsiyetlerle beraber birçok şair, yazar, düşünür ve siyasetçiyi tek tek ele alarak bize lazım
olanı cımbızla çeker ve eleştirir. Tenkit meydanında Namık Kemalleri, Mehmet Akifleri, Ziya
Gökalpleri, Celal Nurileri gibi birçok fikir adamını ve edebiyatçıyı, Türk ve İslam kültürüne
göre tenkit eder. Tenkitlerin gücü hakikatlerden gelir. Şahitleri kamuslardır, tarihi
gerçeklerdir, kütüphanesidir. Tek amacı iğdiş edilen hafızamızı ihya etmektir. Daha sonra
Doğu’dan kopan, Batı’yı tanımayan bir millet olduğumuz Tanzimat döneminde, yapılan
hataların haritasını çıkarır ve çözümler sunar. Batı’nın kılıçla kazanılmayan zaferleri yalanla
kazandığını belirten Meriç, bu konuda Batı’nın riyakârlığını okurlarına sunmaktan çekinmez.
Batı, Tanzimat’tan beridir Türk aydınında var olan mukaddesi, yani İslamiyet’i öldürmek
ister. Çünkü Batı İslamiyet adına karşılarında Türk’ü görmüşlerdi. Batı için Türk demek
İslamiyet, İslamiyet demek Türk demektir. Yazar, Tanzimat’tan bugüne kadar bütün
Batılılaşma hareketlerinin bir aldatmacadan ibaret olduğunu söyler ve Batı’nın bir sonradan
görmeler ülkesi olduğunu ekler. Kendi irademizle asla Batı’ya yönelmedik (J-I, s. 134). Batı, her
3
Çalışmamızda Cemil Meriç’in eserlerinden alıntı yaptığımız kısımların herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermemesi için, metin içinde
alıntı yaptığımız eserin kısaltmalarını veriyoruz. Kısaltmalar, Mağaradakiler “M”, Bir Dünyanın Eşiğinde “BDE”, Bu Ülke “BÜ”,
Umrandan Uygarlığa “UU”, Işık Doğudan Geli “IDG”, Jurnal I “J-I”, Jurnal II “J-II”, Kırk Ambar I “KA-I”, Kırk Ambar II “KA-II”,
Sosyoloji Notları ve Konferanslar “SNK” ve Kültürden İrfana “Kİ” şeklinde olacaktır.
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
CEMİL MERİÇ’İN EDEBİYAT NOKTASINDA DİL TENKİDİ
955
zaman Doğu’yu bir hazineler ve mistikler ülkesi olarak görür ve bundan dolayı Oryantalizm
adıyla bir keşif kolu kurar. Oryantalizm Avrupa’nın sefil menfaatlerine giydirilmiş tülden bir
elbisedir. Oryantalizm emperyalizmin keşif koludur (SNK, s. 346). Bu noktada Cemil Meriç Hint
edebiyatının üzerinde durur ve tüm edebiyatların esas kaynağının burada olduğunu söyler.
Buradaki hazinelerden de payını aldıktan sonra karşılaştırmalar yaparak “bizi” aramaya
başlar. “Dost acı söyler” deyimi Cemil Meriç için rahatlıkla söylenebilir. Bizden biri olan yazar,
özellikle dil konusunda oldukça hassas ve dertlidir.
Dil, düşünce dünyamızın ve yazın hayatımızın sürekli manşetinde olmuştur. Bir mütefekkir
olan Cemil Meriç’in manşetinde de elbette dil konusu olacaktır. Cemil Meriç de her kitabında
derin ya da sathi mutlaka dil konusuna temas eder. Yazılarında özellikle dil konusunda
hassasiyeti göze çarpar ve eserlerinde her fırsatta dil ve sözlüklere dikkati çeker. Bu noktada
dilin istikrarsızlığına işaret eder ve yapılan çılgın hatalardan söz eder. Çalışmamız Cemil
Meriç’in edebiyat noktasında dil tenkidi çerçevesinde gelişecektir. Çalışmamız, dilin
hamurunu yoğuran aydın zümre olduğu için Cemil Meriç’in aydın tenkidine değindik. Daha
sonra dile ve edebiyatçılarımıza getirdiği eleştirileri derledik.
2. CEMİL MERİÇ
2. a. Cemil Meriç’te Aydın
Cemil Meriç’in eserlerinde en çok dikkat çeken konuların başında “aydın” konusu gelir.
Ülkenin yönünü tayin etme etkisi bulunan aydın zümresi, Cemil Meriç’in merceğinde tüm
çıplaklığıyla sergilenir. Öncelikle Tanzimat aydınına eleştiri getirir. Batı’nın istilası karşısında
Türk aydının dirayetsizliğinden şikâyet eder. Türk aydının buna alet olduğunu ve halkı da
beraberinde felakete sürüklediğine dikkati çeker. Bu ülke Fransız İhtilalından beri su alan bir
gemidir, aydın da batan bu gemidedir ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa (BÜ, s.135137). Aydın, zekâsını, bilgisini ve tüm tecessüslerini erdemli amaçlara erişmek için kullanan
kişidir. Aydın, bir toplumun vicdanıdır (Kİ, s. 475). Aydın, bir ülkenin feneridir. Yazarımıza
göre bu fener II. Mahmut döneminde söndürülmeye mahkûm edilmiştir. Yeniçeri Ocağının
kaldırılmasıyla beraber ulema sınıfının zayıflaması ve sonucunda ulema sınıfının ortadan
kaldırılması, toplumun yön bulması açısından ciddi sorunlar teşkil etmiştir. Sonrasında aydın
zümresi Genç Osmanlılar adıyla ortaya çıkar. Birer çocuktu Genç Osmanlılar… yaramaz, serkeş,
Mefhumlar ve müesseselerle oynuyorlardı (BÜ, s.133). Aydın sınıfımızın aldığı en ağır darbenin
1914 savaşı olduğunu aktarır. “Biz aydınlarımızı, yani aydınlarımız olan yedek subaylarımızı,
1914 savaşında kaybettik” der (J-I, s. 215). O devirlerdeki aydınlarımızın çoğu kalemle değil,
can vererek ülkeyi aydınlatmaya çalıştılar. Cumhuriyet aydınları ise ummanı ırmağa
bağlamak isteyenler grubudur. Meriç’in nazarında bu topraklarda en çok günah işleyen
Cumhuriyet aydınlarıdır ve bu aydın grubunun tek hürriyeti ise dili tahrip etmektir. Çünkü
aydınlar bir ütopyaya inanmıştı, aldanmıştı bu rüyaya. Türk aydını Tanzimat’tan beri
sığınacak ada arayan bir garip sürgündür (BÜ, s. 146). Hazinelerinden sürgün olan Türk
aydını, mefhumlar içinde kaybolmuştur. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık.
İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize layık bir kelime bulduk: uygarlık. Mazisiz,
musikisiz bir hilkat garibesi (UU, s. 86). Cemil Meriç Tanzimat’ın aydınlarından başlayarak
Cumhuriyet’in aydınlarına kadar birçok konuda Türk aydınına eleştiri getirir. Özellikle
1908’den sonra ortaya çıkan aydın grubunu sert bir dille tenkit eder ve aydının toplum adına
çok yanlış kararlar verdiğini ifade eder. Aydının Batı’dan aldıklarını hiçbir eleştiri getirmeden
toplumumuza aktarmasını bedbahtlık olarak ifade eden Meriç, Türk aydınlarının hain
olmadıklarını, sadece hazırlıksız olduklarını dikkati çeker. Bunun için “Batı kapitalizmin
şuursuz simsarı” der (J-I s. 106). Bu durum da günümüze kadar süregelen aydın-halk
çatışmasını ortaya çıkarmıştır. Hiçbir zaman başka iklimlerde yeşeren düşünceleri bir başka
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
956
Ferhat ÇETİNKAYA
iklimde tutturamayız. Türkiye’de bir sınıf kavgası yok, aydın-halk çatışması vardır (SNK, s. 172196). Aydın ve fikir adamı olarak, bu yıllarda celadet sahibidir diye nitelediği Said-i Nursi’yi
beğenir ve destekler. Yazarın aydın tarifi de aslında basittir. Cemil Meriç’in Türk aydınına
telkin ettiği iki önemli ana nokta vardır: Önce Müslüman olduğunu bilecektir sonra da ana
dilini öğrenecektir. Bunun yanında aydının uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin
tamamını kucaklamaya çalışan bir tecessüs sahibi olmasını diler. Çağımızdaki aydının
amacının hafızasız nesilleri uyandırması gerekliliğini önemle vurgular.
2. b. Cemil Meriç’in Gözüyle Edebiyatçılarımız
Tanzimat döneminden Cumhuriyet dönemine kadar birçok edebiyatçımız Cemil Meriç’in
tenkidinden nasibini almıştır. Cemil Meriç’in edebiyatçılarımız hakkında eleştirilerine
geçmeden önce daha çok neye göre eleştirdiğini belirtmekte fayda var. Cemil Meriç en başta
bir şahsiyeti ele aldığında onu Türk ve İslam irfanına, diline ve özüne göre değerlendirir. Dil
tasfiyesini asla kabul etmez. Dil tasfiyesine ve Batı kültürüne destek olan edebiyatçılarımızı
deyim yerindeyse yerden yere vurur. Cemil Meriç ister ki Doğu irfanından kopmadan Batı’nın
iyi yönlerini alıp kendi değerlerimizde yoğuralım. Osmanlıcaya büyük bir saygı ve sevgi
gösteren yazar, edebiyatçılarımızı değerlendirmede bu hususu göz önünde bulundurur. Cemil
Meriç’in edebiyatçılarımızı karşı getirdiği eleştirilerde kullandığı başlıca süzgeçler; Osmanlıca
ve İslamiyet’tir, diyebiliriz. İslamiyet’in ibadet boyutuyla ya da semavi yönüyle değil de, onun
fikir ve irfan yönüyle ilgilenmiştir. Bu konuda daha önce de değindiğimiz gibi pusulası İbn
Haldun’dur. Anadolu topraklarında ise İbn Haldun’un şakirdi diye nitelediği Cevdet Paşa’yı
görürüz.
Cevdet Paşa’yı çağdaş Türk nesrinin mimarlarından gören Cemil Meriç, onun dürüst, aydın
tekellüfsüz bir nesre sahip olduğunu ifade eder. Cemil Meriç “Kavaid-i Osmaniye eseriyle
Türkçenin, belagat-ı Osmaniye ile Türk belagatinin ilk temel kitaplarını vermekle kalmamış,
tok, berrak, vakur üslubuyla edebiyatımıza düşünce nesrinin en güzel örneklerini sunmuştur”
der (UU, s. 316-317). Cevdet Paşa’yı İbn Haldun’un son şakirdi olarak görür ve onun
tercümeye kalkışmanın hatalı olduğunu vurgular (UU, s. 318). Üslup bakımından “usta”
olarak gördüğü Cevdet Paşa ve Namık Kemal’in günümüz Türkçesine tercüme edilmesine
karşıdır: “Namık Kemal tercüme edilemez! Cevdet Paşa tercüme edilemez; Belagattaki
iktidarını dosta düşmana kabul ettiren bir nesir üstadını musikisiz, donuk, köksüz bir ifadeyle
konuşturmak ne büyük hadnaşinaslik. Hele Paşa’yı zaman zaman Ataç tilcikleri ile
miyavlatmak, utanmazlığın ta kendisi. Sabah gazetesinden temennimiz, ‘emanetleri ehline
tevdi’ etmesidir” (UU, s. 321-322). Meriç, ayrıca Namık Kemal ile Cevdet Paşa’yı karşılaştırır.
Cevdet Paşa’nın ıslahatçı olduğunu, Namık Kemal’in ise inkılâpçı olduğunu vurgular (Kİ, s.
123).
Namık Kemal nazımda olduğu gibi nesirde de büyük bir şahsiyet olduğunu ifade eder (BÜ, s.
84). Namık Kemal’in Doğu irfanına eğildiği sırada, onun da dönemin intelejansiyanı ayak
uydurup yüzünü Batı’ya birden çevirdiğini yazar (IDG, s. 277). “Cetlerimiz Avrupa’yı
ehlileştireceklerini ummuşlardır. Namık Kemal bir fetih hülyasıdır” der (BÜ, s. 139). Namık
Kemal’in Renan Müdafaanamesi’nin bir taarruz olduğunu söyler ve müdafaanın tarihin
kendisi olduğunu, iftiraya uğrayan bir medeniyet olduğunu ekler ( UU, s. 69-70). Namık
Kemal bu milletin sesi olduğu gibi tarihi de olduğunu belirtir (UU, s. 310). Şairin üslubu
hakkında “usta” tabirini kullanır (UU, s. 318) ve örnek aldığı İran şiirlerinin mübalağalı
olduğunu vurgular (Açıkgöz, 2013:188). Namık Kemal’in yeni bir dönem müjdecisi olduğunu
aktarırken, onun inkılâpçı biri olduğuna da değinir (Kİ, s. 123). Şinasi’den daha coşkun, daha
nüfuzlu ve okuyucular üzerinde çok daha etkili bir edebiyatçı ve bir vaiz, bir militandır. Tarihçi
Kemal kavga eder gibi yazar (Kİ, s. 125-126). Ayrıca Namık Kemal’in tercüme edilmesinin
yanlışı üzerinde durur ve tercüme hatalarını ortaya çıkarır (UU, 319-323). Dil ve iman
noktasında şairin halkıyla bütünleştiğini belirten Meriç (Açıkgöz, 2013: 95), Namık Kemal’i ve
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
CEMİL MERİÇ’İN EDEBİYAT NOKTASINDA DİL TENKİDİ
957
neslini, Avrupa romanının gelişimini bilmediği konusunda eleştirir (Kİ, s. 303). Onun roman
tecrübelerinin paytak olduğunu yazar ve Cezmi ile İntibah eserini romandan saymaz (Açıkgöz,
2013: 340). Roman türünün kök salıp gelişmesini Namık Kemal’in eserlerinde değil de Halit
Ziya’nın eserlerinde görür (KA-I, s. 287). Namık Kemal’e yönelttiği eleştirilerinden biri de
onun mütefekkirliği hakkındadır: “Namık Kemal şairdir. Severim ama şair olarak severim.
Aynı zamanda İslâm’ı müdafaa eden bir şairdir. O tarafını beğenirim. Fakat bu İslam’ı
beğenen şair sarhoştur. Bir binlik şarap içer oturduğu zaman. Hayatı bu şekilde geçmiş. 48
yaşında ölmüştür. Yani şairdir, İslam tefekkür diye bir tefekkürün içine giremezler. Ama
İslam’ın müdafiidirler zaman zaman. Çok doğru. Saygı gösteririm. Bahsederken hürmetle
bahsederim. Ama bunlar mütefekkir değildirler” (Armağan ve Coşkun, 2012: 167).
Ahmet Mithat Efendi için romanı Osmanlılaştıran bir aydın olduğunu ifade eden yazar,
romancının bunu başardığını ve çağın birçok sorununa ışık saçtığını belirtir (SNK, s. 340).
Başlangıçta doğrudan doğruya halk hikâyelerini yazdığını aktaran Meriç, Ahmet Mithat’ta
Batı tesirinin çok az olduğunu söyler (Açıkgöz, 2013: 313). Midhat Efendi, Türk romanını
yaratan adam. Hikâyeleri ondokuzuncu asrın Binbir Gece’si. Batı, Doğu, hakikat, hayal, ilim,
efsane, o bulanık ummana dökülen bir ırmaktır (KA-I s. 295). Ahmet Mithat Efendi’nin, İhtiyar
Şark’ın ölüm çanı çaldığından beri küfrün karşısında dik durduğunu yazan Cemil Meriç,
“Saldıran küfür karşısında şahlanan imandır, şahlanan ve hücuma geçen. Avrupa kırk
haramilerin mağarası, Ahmet Mithat hazineyi ülkesine taşıyan dev” sözlerine ekler ve her
insan gibi onun da zaaflarının olduğunu söyler (BÜ, s. 135). Onun Şehbenderzade’den daha
geveze ve daha dağınık olduğunu yazan Meriç, yine de onun İkinci Meşrutiyet’teki İslami
düşüncenin en toplayıcı, en salahiyetli temsilcisi olduğunu vurgular (Kİ, s. 113). Ahmet
Mithat Efendi’nin İslam uğrunda bütün haçlılara meydan okuduğunu aktaran Meriç (Kült. İrf.
280), bir diğer ismin de Cevdet Paşa olduğunu vurgular (SNK, s. 284). Mithat Efendi’nin kendi
döneminde cihanşümul tecessüsü olan tek şahsiyet olduğuna dikkati çekerek romancıyı bu
konuda över (Kİ, s. 304). Ahmet Mithat Efendi’nin kendisinden sonra gelen romancılara ilham
kaynağı olduğunu vurgular (KA-I, s. 337). Ahmet Mithat’tan sonra küçüldüğümüzü ve Batı’nın
iftiralarına karşı bizim de yenilerini eklediğimizi söyler. Artık Şark bizim gözümüzde de bir
miskinler tekkesi, bir geri kalmışlık, bir talihsizlikler ülkesidir. Biz de iftira atarız Şark’a.
Örnek olarak da Ali Canip, Nazım Hikmet ve Çetin Altan’ın yazılarını gösterir (SNK, s. 345).
Ahmet Mithat Efendi’nin Draper’e kızarak kaleme aldığı Niza’ı İlm ve Din’de oldukça sert
eleştiriler yaptığını söyleyen Meriç, Mithat Efendi’nin Draper ile boy ölçüşemediğini yazar.
Çünkü yazdığı eser ideolojiktir (Kİ, s. 117). Yazar, Ahmet Mithat’ı Muallim Nâcî ile
karşılaştırdığında onun cümlelerini daha hantal ve daha avami bulur (Armağan ve Coşkun,
2012: 49). Ayrıca Muallim Nâcî’nin Ahmet Mithat ile arasındaki ihtilafın sanıldığı kadar büyük
olduğuna da katılmaz. Kayınpederle damadın birbirlerine birçok bakımdan yakın olduklarını
aktaran Meriç “İkisi de halktan gelir. İkisi de şarkvari alışkanlıklara sahiptirler; rakı içerler,
şarkı söylerler. İkisi de Osmanlı diline ve İslam irfanına âşıktır. Yalnız Nâcî, İslam dünyasını
bütün derinliği ve genişliğiyle bilir ve şairdir. Midhat efendi şairiyetten nasipsizdir. Ve şiiri
beyhude bir meşgale sayar, ciddi bir insanın uğraşmaması lazım gelen bir meşgale” der
(Armağan ve Coşkun, 2012: 45). Yalnız şiir söylediği zaman veya düşmanlarına çattığı zaman
Muallim Nâcî’nin gerçek yüzünü gösterdiğini belirten Meriç, bunu da onun rüşdiye hocalığına
bağlar ve sözlerine “kafayı çekmediği, öfkelenmediği zaman ukala ve sevimsiz” diyerek ekler
(Kİ, s. 330). Ayrıca Muallim Nâcî’nin Arap ve Acem edebiyatının belli başlı şaheserlerini her
fırsatta tanıtmaya çalıştığına değinir (Kİ, s. 361).
Cemil Meriç, edebiyat tarihçiliğinden söz ederken Muallim Nâcî’nin de gazete ve dergi
sayfaları arasında kalmış makalelerin olduğunu ama edebiyat tarihinin ciddiyetinden ve
bütünlüğünden uzak olduğunu yazar (Açıkgöz, 2013:27). Nâcî - Recâîzâde tartışması
hakkında da görüşlerini okurlarıyla paylaşan Meriç “Tartışma aslında küçücük bir sebebe
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
958
Ferhat ÇETİNKAYA
dayanır. Recâîzâde’nin Ta’lim-i Edebiyat’ı çıkmıştır; Nâcî’ye her her ne sebeptense
göndermemiştir. Recâîzâde, benim kitabımdan niye bahsetmedi, diye Nâcî’ye düşman
olmuştur. Fakat bu iki insanın dünyaları farklıdır. Ufacık bir sebep bile olsa bu adamların yolu
ayrılacaktı zaten. Evvelden dostular. Recâîzâde bir aristokrattır, muhiti sosyetedir. Muallim
Nâcî bir Anadolu çocuğudur, saraç oğludur. Recâîzâde, Batı’yı bilir ve hayrandır. Nâcî
şarklıdır; fakat o da Batı’ya hayrandır. Nâcî’de bizden pek çok unsur vardır. Kitapları gerektiği
kadar Latin harflerine geçmedi. Nâcî, kendisinden sonra gelenlere, Fikret’e, Akif’e Yahya
Kemal’e tesir etmiştir.” der. Bu tartışma için dört kaynak önerir: Şehabeddin Süleyman’ın
Edebiyat Tarihi, A. Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İsmail Habib’in Tanzimat
Edebiyatı, Hüseyin Cahid’in Edebi Hatıraları ve Kavgaları. Aynı zamanda Nâcî hakkında
Erzurum’da yapılmış bir doktora tezi olduğunu söyler (Açıkgöz, 2013: 34-35).
Beşir Fuat hakkında da görüşlerini dile getiren yazar, Beşir Fuat’ın şiirsel dilden uzak
olduğunu dolayısıyla nesrinin kuru ve topal olduğunu ifade eder. Suavi’nin nesrini ise bir
parça Ahmet Midhat Efendi’den, bir parça Beşir Fuat’tan bir parça da medrese nesrini
anımsattığını söyler. Sezai’ye, Cenab’a, hatta Nazif’e rağmen dilimiz aydınlık ve berrak bir
ifadeye kavuşamamıştır (M, s. 237). Yine de Cenap ve Nazif’in üslubunu beğenir (M, s. 284).
Hatta Cenap Şahabettin’in üslubunu Süleyman Nazif’in üslubundan daha üstün görmesine
rağmen (Açıkgöz, 2013: 86), Cenap Şahabettin’in maziye karşı haşin olmasını eleştirir. Belki
de bundan dolayı üslup konusunda kendine “usta” olarak Süleyman Nazif’i alır (Açıkgöz,
2013: 78). Cemil Meriç Süleyman Nazif’i okurken tenkit lambalarını söndürür (Açıkgöz, 2013:
286). Yine de kendini alamaz ve Halil Açıkgöz ile yaptığı sohbette eleştirisini dile getirir:
“Süleyman Nazif nesirde şiirdir. Sestir, hatiptir. Gür bir ses. Namık Kemal’in bir parça daha
tantanalı, bir parça daha mübalağalısıdır. Namık Kemal ile benzer tarafları delilikleri…
Nazif’te kelimler düşüncenin elindedir. Tezatları onun kadar bünyesinde toplayan başka bir
yoktur. Bugün peygamber dediğine yarın kâfir der” (Açıkgöz, 2013: 316). Ayrıca, Süleyman
Nazif’in hatalarını düzeltmek isterken daha büyük hatalar yaptığını söyler ( Armağan ve
Coşkun, 2012: 177).
Yazar, iki düşman kardeş dediği Tevfik Fikret ile Mehmet Akif’in aruz ölçüsünde düşünceyi
uysallaştırdığını söyler (M, s. 238). İki şairde mısralarla iç dünyasını ortaya koyar. Yazar, dil
konusunda da Tevfik Fikret’i beğenir. Fikret’in Osmanlıcası, Osmanlıcanın Kemalidir (M, s.
239). Fakat fikir noktasında eleştiri getirir: “Fikret, düşüncede köksüzdür” der (SNK, s. 29).
Akif’in şiiri için ise “samimiyet” ifadesini kullanır ve Safahat adlı eserinin gülünç ve çocukça
hükümler verilmesine rağmen en çok okunan şiir kitabı olduğunu yazar (Kİ, s. 270). Safahat,
Türk dilinin en mükemmel ve en dolu kitaplarından biridir (Kİ, s. 271). Dil konusunda
beğenisini açıkça ifade eden yazar, Akif’in bir fikir adamı olduğunu, hatip yönünün etkili
olduğunu ama bir şair olduğu görüşüne katılmadığını aktarır (Açıkgöz, 2013:153). Tevfik
Fikret’in sol grubun sahiplenmesini Akif ve Naim beylerin düşmanca peşin hükümlerinden
kaynaklandığını yazar. Tarih-i Kadim’i Tevfik Fikret’e yazdıran durumun ise Mehmet Akif’in
hicviyesi olduğunu aktarır. Tevfik Fikret’in dinsiz olması, faziletli olmasına engel olmadığı
vurgusunu özellikle yapar (Kİ, s. 272) ve Avrupa etkisine rağmen Tevfik Fikret’in dilinin çok
kuvvetli olduğunu aktarır (Açıkgöz, 2013: 51). Son olarak her ikisinin de bu ülkenin en
mümtaz ve en asil kalemler olduğunu aktarır (Kİ, s. 272).
Cemil Meriç, düşünce noktasında eleştirdiği bir diğer şair Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet’in
düşünceyi şiire uygulayan biri olarak tanıtan yazar, şiiri berbat ettiğini söyler ama Yahya
Kemal ve Nazım Hikmet’ten sonra şiirin devrinin kapandığını da ifade eder (Açıkgöz, 2013:
172). Şairin kullandığı dilin yerli, malzemenin ise beşeri olduğunu vurgularken (M, s. 238),
“yakışıklı paşazade” şeklinde tabir ettiği şairin birkaç manzumeyle çevresini hemen
etkilediğini söyler. Nazım, şımarık, küstah ve bahtiyardır. Peyami Safa ile Nazım Hikmet’in
kavgasından bahseder ve onları karşılaştırır. Daha sonra Peyami’den övgüyle söz eder ve
onun ömür boyu hakikati dile getirdiğini, çağını ve çevresini aşan dev bir tecessüs olduğunu
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
CEMİL MERİÇ’İN EDEBİYAT NOKTASINDA DİL TENKİDİ
959
vurgular ve Peyami’nin büyük zekâsına rağmen kalemiyle kuyu kazmak zorunda kaldığını
açıklar (Kİ, s. 275). Peyami hakkında “kelimelerin pırıltısı ile ruhun derinliklerini
aydınlatmaya çalıştı” der (Jurnal I s. 127). Meriç, Peyami Safa’nın bir romancı olarak
Sartre’dan, gazeteci olarak Roger Caillois’dan daha küçük olmadığın ifade eder (J-I, s. 361).
Özellikle bir romancı olarak Peyami’yi Yakup Kadri ile beraber yaşadıkları devirde zirveye
koyan Cemil Meriç, Peyami’nin Nazım Hikmet ile arkadaş olduğunu ve mizaç olarak kıskanç
biri olduğunu aktarır. Peyami Safa son derece çirkindi. Akşamcıydı. Her gün içerdi, bir ara esrar
da denemiştir (Açıkgöz, 2013: 76). Yine bir başka eserde Peyami Safa’nın üstünlüğünün
sadece üslubu olduğunu ve onun gerçekten usta bir yazar olarak gördüğünü yazarken,
düşünce açısından Ziya Gökalp’in çizdiği dairede dolandığını okurlarıyla paylaşır. Öte yandan
Peyami’nin kaleminin “satılık” olduğunu vurgular ama onun zekâsına hayran olduğunu ve çok
sevdiğini sözlerine ekler (Armağan ve Coşkun, 2012: 290-292). Sonuç olarak Nazım Hikmet
ve Peyami Safa için “Türk dilinin eşsiz birer mimarı” der (Kİ, s. 275). Fakat Jurnal I eserinde
Nazım Hikmet ile ilgili kısımda onu okuduğunu ama sevmediğini, onun mısralarda kükreyen
biri olduğu için şiirden dolayı değil de kavgasından dolayı Avrupa çapında meşhur olduğunu
açıkça eleştirir (J-I 262).
Cemil Meriç’in düşünce dünyasını en beğendiği edebiyatçılarımızdan biri de Rıza Tevfik’tir.
Rıza Tevfik’i Batı’nın kültürü ile Doğu’nun irfanını karıştıran nadir düşünce adamlarından biri
olarak gören yazar (Kİ, . s. 247), onu aynı zamanda hecenin en usta şairi olarak görür (BÜ, s.
85). Meriç, Rıza Tevfik’i felsefenin son büyük temsilcisi görürken (Kİ, s. 261), dil konusunda
onu mazbut ve aydınlık olarak değerlendirir (Kİ, s. 253). Dilimizde yazılan en geniş, en özgün,
en değerli felsefe dersleri onun imzasını taşır (Kİ, s. 255). Rıza Tevfik’in her iki kaynağı, yani
hem Doğu’yu hem de Batı’yı bildiğinden dolayı Cemil Meriç’te özel bir yeri vardır (Kİ, s. 253).
Fakat Cemil Meriç onun Sevr’i imzalamasından dolayı “talihsiz” görür (Kİ, s. 255). Yazarın
Rıza Tevfik’e yönelttiği eleştirilerinden biri de Hint düşüncesi hakkında görüşlerini
bildirirken Rıza Tevfik’in tasavvuf ilgisinin İran sınırlarını aşmadığını aktarır ve Hint
edebiyatına ulaşamadığını vurgular (BDE, s. 89).
Yazarın Hint edebiyatı hakkında eleştirdiği bir diğer isim Abdulhak Hamit Tarhan’dır. Cemil
Meriç, Abdulhak Hamit’in Bombay’a giderken en çok Hindistan cevizi ağaçlarını merak
ettiğini yazar (BDE, s. 89). Bu merakını da Belde-i Tüyur’da giderdiğini söyler. Hamit’in
yazdığı mektuplarında Hint’ten tek pırıltı olmadığını vurgular ve sanki Hint’in yalnız
ormanlardan ve maymunlardan ibaret olduğunu ifade ederek eleştirir (J-II s. 148). Şairi “Dahi,
romantik çağın aşırı coşkunluklarını ifade eden bir sıfat; müphem ve karanlıktır” şeklinde
tarif eder (Kİ, s. 283) ve onu aynı zamanda tam bir Osmanlı görür (Açıkgöz, 2013: 51). Son
olarak Şair-i Âzamı anlamanın yolunun dilimizi gerçek manasıyla öğrenmekten geçtiğini
yazar ve onun eserlerinin ancak bu şekilde muhteşemliği ortaya çıkacağını sözlerine ekler
(Kİ, s. 283).
Cemil Meriç, yine şiir dili noktasında muhteşem olarak değerlendirdiği bir başka şair Yahya
Kemal’dir. Yahya Kemal’in Türkçenin şiiriyetine âşık olduğunu vurgulayan Meriç, onun
arzularından birinin de dilimizin lekesiz ve pırıl pırıl bir ifade vasıtası haline gelmesini
istediğini aktarır. “Yahya Kemal olmasa, Tanpınar da olmazdı” diyen Meriç, Yahya Kemal
sohbetleriyle bir nesli büyülediğini söyler ve Tanpınar gibi bir şahsiyeti Türk irfanına hediye
ettiğini sözlerine ekler (Kİ, s. 286). Türk dilini, edebiyyen yaşayacak olan bir avuç şiirle
zenginleştirmek, iftiraya uğrayan bir tarihi bütün ihtişamı ile diriltmek ve Türk irfanına bir
Tanpınar hediye etmek kaç faniye nasip olabilir? ( Armağan, 2013: 145). Bu noktada
Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı adlı eserinin cümlelerini dağınık (Açıkgöz, 2013: 156)
görmesine rağmen övgüler yağdırır (Kİ, s. 294). Tanpınar için “Edebiyatımıza derin bir irfan,
uyanık bir tecessüs, olgun bir zevkle eğilen bir ‘müsteşrik’tir. Dürüsttür, samimidir,
sanatkârdır. Ama imanını kaybeden insanın büyük yabancılığı içindedir” der (KA-I, s. 340).
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
960
Ferhat ÇETİNKAYA
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı Yahya Kemal o güzel dersleri şekillendirdiğine değinen Meriç, Yahya
Kemal’in bu hususta bir nesli eğittiğini ifade eder. Yahya Kemal’in Tanrılaştırılmasının
sebebini ise, onun beklenileni, alışılanı verdiği içindir. Biçim denenmiş, incelmiş, sevilmiş.
İçindeki bilinen, belki bilinenin güzeli, ama bilinen. Yahya Kemal’de kemal var, ihtilal yok.
Uçmuyor, yürüyor. Yahya Kemal’i Fransızca öğrenen bir Nabi veya bir Hersekli Arif Hikmet
olarak görür. Yazarın Yahya Kemal’e olumsuz eleştirileri de vardır. Yahya Kemal’i “sığ”
kelimesiyle yorumlar. Onun kelimelerinin pırıltılı ve cümbüşlü olduğunu ama içinde bir şey
olmadığını ifade eder (J-I, s. 138). Yahya Kemal’de mazi bir gönül yarasıdır (Açıkgöz, 2013:
22). Şairin sanat yönünden zirveye ulaştığını ve ondan sonrakilerin taklide ve tekrara
düştüklerini yazar (Açıkgöz, 2013: 172). “Yahya Kemal son Osmanlıdır” der ve ekler “Bir
Yahya Kemal olmak için Osmanlı dilinden zevkinden geçmek lazım. Yahya Kemal’in
yetişebilmesi için yetiştiği devrin tekrar gelmesi lazım”. Fakat Yahya Kemal’in son devir
edebiyatına hiçbir tesirinin olmadığını belirten Meriç, “ahenkli ve musikili vezni içinde ancak
vardır” der (Açıkgöz, 2013: 224). Edebiyatımızdaki Yunancılığın Yahya Kemal ile başladığını
ifade eden yazar, bizim şiirimizi Eski Yunan’a bağlamanın, ummanı ırmağa bağlamayla eş
değer olduğunu aktarır (BÜ, s. 145). Yahya Kemal’in de bu nedenle hatasını anlayıp
Yunancılığı bıraktığını okurlarına paylaşır. Ayrıca Yunancılığı bırakmasının bir diğer sebebini
ise Yahya Kemal’in çevrede destek bulamamasına bağlar (J-II, s. 201).
Cemil Meriç, Yunancılık rüzgârına Yakup Kadri ile Salih Zeki’nin de kapıldığını söyler. Salih
Zeki’nin ise bu davanın tek savunucusu olduğunu okurlarına aktarır. Yazar, Yakup Kadri’nin
de hata ettiğini anladığını aktarır ve Yunancılığı onun da kısa sürede bıraktığını açıklar. (BÜ,
s. 145). Cemil Meriç’in gözünde Yakup Kadri, Cumhuriyet devri aydınlarının arasında en
kaliteli kalemdir. Yakup Kadri’nin eserlerini üslup, bilgi ve düşünce olarak çok kaliteli bulur
(J-II, s. 306-307). Yakup Kadri’nin rejimin adamı olduğu için yazılarında beklenen tarafsızlığın
olmadığını vurgulayan Meriç, dilinin ve teknik kabiliyetinin iyi olmasına rağmen hakkında
olumsuz düşüncelere sahip olduğunu açıklar (Açıkgöz, 2013: 138).
“Kelimeler bir milletin, bir medeniyet camiasının ortak malıdır” diyen Cemil Meriç (M, s. 134),
kelimelere gereken önemi verir. Kelimeler konusunda Ziya Gökalp’e eleştiri getirir. Ziya
Gökalp’i “kültür” kelimesinin karşılığında bulduğu “hars” sözcüğü bağlamında eleştirir. Meriç
bu kelimeyi bedbaht ve musikisiz bulur. Meriç’e göre kültürün karşılığı “irfan” olmalıydı. Ama
Ziya Gökalp irfan demedi, çünkü irfan kelimesi Osmanlıcaydı. Ayrıca bizim hem medeniyeti
hem de kültürü ifade edecek bir kelimeye sahip olduğumuzu yazar: Umran (Kİ, s. 35-37). Ziya
Gökalp’in Batı’nın sofra artıklarıyla geçindiğini aktarır. Gökalp’in sahtekâr olduğunu yazar ve
başta Talat Paşa’ya ve birçok İttihat Terakkiliye dalkavukluk yaptığını söyler (Armağan ve
Çoşkun, 2012: 253). “Ali Suavi’den Ziya Gökalp’e kadar hepsi Osmanlı’yı silmek istedi” diyen
Meriç (SNK, s. 303), Türkçülük konusunda Ziya Gökalp’i samimi, ciddi ve dürüst olduğunu
yazar (SNK, s. 307). Fakat Ziya Gökalp’i yine de hatalarla dolu bulur, bunu da hataların
ülkenin her sınırından girdiği bir devirde yaşamasına bağlamıştır (SNK, s. 308).
Edebiyat tarihçilerimizi değerlendirirken en az Ahmet Hamdi Tanpınar kadar İsmail Habip
Sevük’ü de takdir eder, hatta onun Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi adlı eserini edebiyat
tarihçiliğimiz açısından bir dönüm noktası kabul eder. İsmail Habip’in edebiyatı
toplumsallaştırdığını söyler ve onun Teceddüt Edebiyatı adlı eserinin önemini vurgular.
Meriç’in nazarında İsmail Habip, edebiyat tarihine haysiyet kazandıran değerli bir şahsiyettir
(BÜ, s. 124). İsmail Habip’in o muhteşem nesrinin şimdi bir dua, bir fısıltı, bir kekeleyiş nesri
olduğunu yazar. Girdapları sığ, dağları bodur.. kabul! Ama edebiyatı bütün bir nesle o tattırdı.
Meriç, edebiyat tarihçisinin bir “Doğu” olduğunu vurgular (J-I, s. 127). Ama tasfiyecilerle
birlikte olduğu için onun günah işlediğini söyler. Daha sonra da İsmail Habip’in orta yolu
seçtiğine değinir (Açıkgöz, 2013: 31).
Cemil Meriç için nesir sanatının temsilcisi Refik Halit’tir. Onun yazılarını “taze, samimi,
mükemmel” şeklinde niteler (J-II, s. 269-270). Refik Halit’i çocukluk yıllarında okuyan ve ona
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
CEMİL MERİÇ’İN EDEBİYAT NOKTASINDA DİL TENKİDİ
961
hayran olan Cemil Meriç, onun nesrinin anlaşılması kolay ve aynı zamanda kusursuz
olduğunu ifade eder (Armağan ve Coşkun, 2012: 35). Refik Halit’in mevzularının ağır
olmadığını, onun hakkında “ne yeni bir fikir imal eder, ne de ağırdır mevzuları” der (Açıkgöz,
2013: 235) ve onun derin bir insan olmadığını ama zeki olduğunu aktarır. Refik Halit’in dili,
sokağın dilinin iyisi. Renkli bir adam. Osmanlıca bilmediği için Türkçe yazdı. M. Kemal’le
ihtilafları yoktu. Olamazdı da zaten. Kazara 150’liklerden oldu (Açıkgöz, 2013: 347). Yalnız
Refik Halit’in sonradan tam bir Osmanlı olduğunu, ölüme yaklaştığında aklı başına geldiğini
yazar (Açıkgöz, 2013: 115).
Romancılardan Refik Halit’in yanında Kemal Tahir’i de beğenir. Kemal Tahir için “uyanık bir
şuur” diyen Meriç, Kemal Tahir’in ıstıraplarla yetiştiğini belirtir ve hapishane günlerinden
sonra yüz akıyla meydana çıktığını ifade eder. Romancının en sağlam bilgilerini o acılar
ummanından devşirdiğini aktaran Meriç, onun her kitabının bir “bomba”, her sözü bir “tokat”
olduğunu ifade eder. Kemal Tahir için “Dost bir sesti Kemal, okşayan, inandıran bir ses. Bir
vicdanın sesiydi. Kemal, her namuslu aydının yol arkadaşıydı, yol arkadaşı ve zaman zaman
kılavuzu” der (BÜ, s. 251-253). Kemal Tahir, bütün kepazelikleri, bütün rezillikleri görmüştür.
Hapishaneyi, yapılan rezilliği, Batılılaşmayı çıplaklığıyla, acılarıyla, etinde yaşamış ve aşağı
yukarı ilk defa olarak Türkiye’de nasıl bir oyuna geldiğimizi, nasıl bir açmaza girdiğimizi
söylemiştir (Armağan ve Coşkun, 2012: 290). Necip Fazıl’ın da yaptığı gibi Kemal Tahir de,
Batı’nın zehrini içip sonra kustuğunu ve aslına döndüğüne dikkati çeker ( SNK, s. 309).
Nihal Atsız ve Serdengeçti gibi Necip Fazıl’ın da bir dava adamı olduğunu yazar (J-I, s. 298).
Bunun yanında Necip Fazıl’daki tezada dikkati çeker: “Genç yaşta Avrupa’ya gitti ve onun
tahakkümünden kurtulamadı hiçbir zaman. Bu tabaka küçük yaşta aldı din terbiyesi ile
çatışıyor. Kitaplarının ismi dahi bunu gösterir” (Açıkgöz, 2013: 96). Necip Fazıl’ı şairane bulur
ama kullandığı yabancı kelimelerden dolayı eleştirir (Açıkgöz, 2013: 172). Üslup konusunda
ise Necip Fazıl’ı coşkun bulur (KA-II, s. 200).
Diğer bir romancımız Yaşar Kemal’i ise “Afrikalı” gören Meriç, onun yazarlığını ilkel olarak
yorumlar. Yaşar Kemal hakkında “bir sirk hayvanı gibi enteresan” diyen yazar, romancının
İnce Memet adlı eserinin Batı’ya tercüme edilmesini ise “Batı’nın Doğu imajına uygun
gördüğü için çevirmiştir” der. Bu noktada Yaşar Kemal ile Orhan Kemal’i karşılaştırır. Orhan
Kemal’in Yaşar Kemal’den hem daha güzel yazdığını hem de Köy romanını ondan önce
yazdığını aktarır (J-I, s. 362).
Attila İlhan için “romancı ve aynı zamanda bir şair” diyen Cemil Meriç, onun Avrupalılığın
karşısında olduğunu ama karşılığında bir şey getirmediğini ifade eder (Açıkgöz, 2013: 57).
Şairi sol grubun en iyi kalem tutanı olarak görür (Açıkgöz, 2013: 123) fakat sağın da
sevmediği gibi sol da sevmez Attila İlhan’ı (Açıkgöz, 2013: 323). Cemil Meriç’in nazarında
Attila İlhan meseleleri iyi görebilen, bir fikir sahibi olan, değerli bir şahsiyettir. Fakat üslubu
konusunda Meriç’ten iyi not almaz (Açıkgöz, 2013: 166).
Salah Birsel ile bir türlü kaynaşamadığını ifade eden yazar, onu Fransızca tercümeleri
yönünden eleştirir. Birsel’in Fransızcasının zayıf olduğunu, Türkçesinin ise Fransızcadan
daha zayıf olduğunu okurlarına aktarır. Yazar, bu esnada tanıdığı Behçet Necatigil’i ciddiye
almadığını belirtirken, aynı şekilde o zamanlarda tanıdığı Orhan Veli’den de hoşlanmadığını
yazar (J-II, s. 259). Arif Nihat Asya’nın şiirlerini överken, Orhan Veli hakkında çok sert
eleştirilerini bir kez daha dile getirir: “Orhan Veli, Arif Nihad’ın potin bağı olamaz. Şair
değildir Veli. Zeki fakat cahil. Ataç çıkardı bunları ortaya. Tek kitabı vardır: Nasreddin Hoca.
Türkçesi mazbuttur. Çok sığdır. Hiçbir irfanı yoktur. Şiiri bir kümes hayvanına çevirdi. Şiir
artık uçamıyor, diye yazdım.” (Açıkgöz, 2013: 180). Orhan Veli’nin arkadaşı olduğunu ifade
eden Meriç, vücudu gibi ruhunun da kupkuru olduğunu ifade eder. Meriç’e göre Orhan Veli,
şairler kervanının en sonunda gelir (Açıkgöz, 2013: 336).
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
962
Ferhat ÇETİNKAYA
Aynı zamanda iyi bir tercüman olan Cemil Meriç, edebiyatçılarımızı tercüme yönünden de
eleştirir. Yusuf Kamil Paşa’nın Fransızcayı iyi bilmediğinden dolayı Telemaque’ı, Tahtavi’nin
Arapçaya çevirdiği Telemaque’ından çevirdiğini yazar (Açıkgöz, 2013: 122). Bouthoul’un
Toplumbilimin Tarihi adlı eserinin çevirmeni olan Cemal Süreya’yı da yine tercüme yönünden
tenkit eder. Tercüme noktasında bazı cümlelerin karanlık ve bilmece gibi olduğunu vurgular
ve şaire sadece şiir yazması tavsiyesinde bulunur (UU, s. 330). Bu noktadan Abdülhak Şinasi
Hisar’ın da cümlelerin Fransızcadan tercüme cümleler gibi olduğunu belirtirken Meriç’in bu
tespitinden dolayı Fransızcaya ne kadar hâkim olduğunu görülür. Abdülhak Şinasi Hisar, deli,
mecnun bir adamdı. Tam manasıyla Avrupalılaşmış tatlı su frengi bir adam… Cümle yok, sayfa
vardır (Açıkgöz, 2013: 156).
Bazı edebi dönemlere ve kavramlarına da eleştiri getiren Cemil Meriç, öncelikle Halk
edebiyatı kavramına eleştiri getirir. Bu kavramın Cumhuriyet’ten sonra ortaya atıldığını ve bu
şekilde kaldığını aktarır. Bu ifadenin küçümseyici olduğunu söyleyen yazar, halkın ülke
kaderine hâkim oldukları Cumhuriyet döneminde böyle küçümseyici bir ifadenin ve tabirin
ortaya çıkmasına da anlam veremez. Halk edebiyatı tabirinin ilmi bir gerçeklik ifade
etmediğini açıklamaya çalışır (Kİ, s. 291-291). Bu bağlamda Ziya Paşa’yı da tenkit eder.
Edebiyatımızın havasa ve avama mahsus diye ikiye ayrılmasının sebebini ise Ziya Paşa’dan
kaynaklanan bir hezeyan olduğunu ifade eder. Edebiyatı bu şekilde ikiye ayırmanın ahmaklık
olduğunu dile getirir (Kİ, s. 289). Ziya Paşa’dan nefret eder: “Ziya Paşa tam bir namussuzdur,
yani satılık bir adamdır. Tam bir Bizanslıdır Ziya Paşa. Ebüzziya’nın kitabında yazılı Paris’te
yaptıkları” (Armağan ve Coşkun, s. 44).
Servet-i Fünun edebiyatının bir kaçış edebiyatı olduğunu yazan Meriç, Servet-i Fünun’un bir
müstağripler kervanı olduğunu ifade eder. Bu kervan her iskeleye uğrar ama hiçbir ülkeye
yerleşmez (BÜ, s. 148). Toplumdan kopan bu edebiyatın mahareti ise İstibdat’tı, fakat
İstibdat’ın bitip hürriyetin gelmesine rağmen kalemlerini aynı minvalde oynattıklarını aktarır
ve demek ki istibdat’ın bir bahane olduğunu yazar. Cemil Meriç, bu yüzyılda sanata sanat
olduğu için bağlanmanın hata olduğunu belirtir (KA-I, s. 299 ve s. 370). Cemil Meriç, Hüseyin
Cahit Yalçın’ın bir cümlesini alıntılayarak Serveti Fünun Edebiyatına bir eleştiri daha getirir:
“Hüseyin Cahid, ‘Avrupa, Fransa aile hayatına yakın örnek bizim Servetifünun
edebiyatımızdadır’ diyor. Doğru. Tam bir fuhuş ve zina hayatı” (Açıkgöz, 2013: 114).
Cemil Meriç, Fecr-i Ati edebiyatını Servet-i Fünun edebiyatına göre daha köksüz, daha
tedirgin ve daha az samimi bulur (BÜ, s. 149). Fecr-i Ati’nin nesrini de beğenmez: “Sinirsiz,
kemiksiz cümleler. Kıyma makinesinde çekilmiş gibi kolayca yutulan Fecr-i Ati nesri” (J-I, s.
127). Servet-i Fünuncular gibi bu grubun da Osmanlı’dan kaçtığını söyler (Açıkgöz, 2013: 48),
Osmanlılık ve Türkçe’nin Fecr-i Ati’de bittiğini vurgular (Açıkgöz, 2013: 51).
Milli edebiyat kavramını da eleştiren Meriç, “Nazım da Kemal Tahir de Karacaoğlan Baki
Fuzuli de millidir” der. Eğer kastedilen durum ideolojikse o zaman milliyetçi edebiyat olması
gerektiğini düşünür. Türkçe yazılan bütün edebiyat millidir (Açıkgöz, 2013: 158).
2. c. Cemil Meriç’in Dil Tenkidi
Cemil Meriç; kültürümüzün, medeniyetimizin ve düşünce biçimimizin dilden geçtiğini; dilin
istikrarından biçim aldığını belirtir. “Dil, yani tefekkür. Dil, yani iman. Dil, yani bizi biz yapan
bütün değerler” (Armağan ve Coşkun, 2012: 47). Aynı zamanda dili musikilerin en manalısı
olarak gören Cemil Meriç, her bir kelimeyi, bir kelimeler dünyası anahtarı olarak görür ve
kelimeleri meçhule açılan bir kapı olarak yorumlar (UU, s. 309). Fakat bizde kelimeler iltifat
görmemiş ve daime arka plana atılmıştır. Cemil Meriç, Batı’nın bizden fazla kelimeler
üzerinde durmasını, onların sınıflar arası mücadelesine bağlar. Çünkü sınıflar arasındaki
kavgalar önce kelimeler ile yapılır, sonra da siyasette devam eder. Cemil Meriç bu yüzden
“Batı medeniyeti bir kelime medeniyetidir” der. Türk İslam medeniyeti ise bir aksiyon
medeniyeti olduğunu, bu yüzden kelimelerle çok ilgilenmediklerini vurgular (SNK, s. 320).
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
CEMİL MERİÇ’İN EDEBİYAT NOKTASINDA DİL TENKİDİ
963
“Osmanlı’da sınıf kavgası yoktur, insan mukaddestir. Medeniyetin tek ölçüsü kitap, kelime,
felsefe değildir ve her medeniyetin aynı yollardan geçmesi, aynı ideayı gerçekleştirmesi şart
değildir… Osmanlı fikirde Arap, şiirde Acem tesirindedir. Kendi dillerini zaten bilirler ve lûgat
yazmak ihtiyacında değildirler” (SNK, s. 321). Osmanlıların Tanzimat’tan kelimelere mana
vermeye başladığını aktaran Meriç, bu minvalde de kültürümüzün gelişeceği sırada harflerin
değiştiğini vurgular (Açıkgöz, 2013: 24).
Avrupa’nın Ortaçağ’da ilim dilinin Latince olduğunu aktaran Meriç, bu dil biriliğinin belli bir
dönem Avrupa’yı kaynaştırdığını ama milli dillerin sahneye çıkmasıyla bu birliğin
bozulduğunu aktarır (M, s. 268). Yazar, Bu nedenle Avrupa’nın kendi birliğini bozduğunu ve
hedeflerinde bizim de birliğimizi dağıtmak olduğunu ifade eder. Çünkü harf değişimi fikri ilk
onlardan çıkmıştır. Arap harflerinin gelişimimize engel olduğunu ilk Avrupalı yazarların ifade
ettiğini vurgulayan Meriç, hedeflerinin bizleri tarihimizden, irfanımızdan ve İslamiyet’ten
koparmak olduğunu kaydeder (Kİ, s. 479). Bu teklifi ilk yapan şahsiyet ise Münif Paşa’nın
hocası Volney’dir. Batı’nın yükselişi karşısında Tanzimat aydını dirayet gösterememiş, II.
Meşrutiyet’ten sonra aydın grubunun ise bu Batı zehrine tamamen kapılmıştır. Bu nedenle
Cemil Meriç’in gözünde aydın grubunun, dil davasının yoksun ve kendine yabancılaşması,
başkalaşması ve değerlerine düşmanlaşması gerçeği ortaya çıkmıştır. “Kuran’daki kelimelere
tahammül edemediler. Münevvere kelimelerde bile tahammül edemediler. Hakikatte dil
davası yok, Türk insanının iğdiş edilmesi var” (SNK, s. 295). Avrupa’nın bu emelleri
sonuçlanmış ve nesiller arasındaki köprüler uçurulmuş ve hafızadan mahrum bir nesil
türetilmiştir. Hafızadan yani kültürden… Altı yüzyıl cerrahi bir ameliyatla içtimai uzviyetten
koparılıp atılınca, Türk düşüncesi boşlukta kalmıştır (J-I, s. 70-71). “Düşmanın teslim alamadığı
tek kale kalmıştı: hafıza, yani dil” diyen Meriç (M, 263), geçmişimizle bağlantı kurabileceğimiz
tek vasıtanın dil olduğunu vurgular. Dilin Türk irfanının son kalesi olarak görür. Eğer ki bu
kale ele geçirilirse, Cemil Meriç’e göre, geçmişle aramızdaki köprünün çökeceğine, dolayısıyla
Türk milletinin de ziyaretçisiz bir türbe olarak taşlanamaya mahkûm olacağına değinmektedir
(Armağan ve Coşkun, 2012: 67).
Yeni harflerin kabulüne kadar her idadi mezunun Fuzuli’yi, Baki’yi, Naima’yı rahat anladığını
belirten Cemil Meriç, şiirin kendine has bir dili olduğunu aktararak bunun bir kuşak meselesi
olmadığını, tamamen bir kültür meselesi olduğunu vurgular ve “Demek ki Osmanlıca denilen
dil, Osmanlı Türklerinin konuşup yazdıkları halis Türkçedir” der (J-I, s. 70). Osmanlıca diye
istihkar ettiğimiz dil bir kültür dili idi (J-I, s. 363). Dilin yeni alfabeye uymaması gerekçesiyle
yapılan kıyıma şiddetle karşı çıkar ve eleştirir. Böyle bir inkılâba karşı çıkar ve “Dünyanın iki
büyük inkılâbı, yani 1789’la 1917, ne kadar sınırlı, ne kadar korkakmış. Bütün müesseseleri
yerle bir etmiş ama dile dokunmamış ikisi de” diyerek ince bir gönderme yapar (M, s. 268269) ve “Hiçbir ülkenin eşine rastlamadığı bir vandalizme inkılâp adı verilir: Dil inkılâbı”
diyerek eleştirisini netleştirir. Cemil Meriç dil inkılâbı hakkında görüşleri nettir: “Genç
hafızalara yerleştirilen ‘tilcik’ler üredikçe üremiş, nesillerin zevk selametini bozmuş, onları
tarihlerinden ve mukaddeslerinden koparmıştır. Bu ülkenin aydınları yıllarca tek hürriyet
tanımışlar: Dillerini tahrip hürriyeti. Tefekkür yasaklanmış, irfana sadakat, vatan ihanete
sayılmıştır. Zekâları felce uğratan bir devrimdir bu” (M, s.270). Dil devriminin Selanik’in
İstanbul’a isyanı olduğunu aktaran yazar, Osmanlı’nın Mustafa Kemal’i rahatsız ettiğini
belirtir (J-I, s. 301). Dil’de inkılâbın asla olamayacağını vurgulayan Meriç, Türk düşüncesinin
en büyük düşmanın dildeki istikrarsızlık olduğunu belirtir (M, s. 265). Yerleşmiş kelimeleri
atmanın bir kültür intiharı olduğunu dile getiren Meriç, Fransızcanın yapısını örnek gösterir:
“Fransızcada aslı Fransızca olan kelimelerin sayısı yüz elliyi geçmez. Aynı dilde Arapça,
Farsça hatta Türkçe menşeli kelimeler çok daha fazla sayıdadır” (J-I, s. 72). Yazarın
Fransızcayı örnek vermesinin sebebi, Tanzimat’tan bugüne kadar Fransızca ile meşgul
olmamızdandır. Çünkü Türk aydının ikinci dili Fransızcadır. Yine Tercüme Odası’nda
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
964
Ferhat ÇETİNKAYA
kullanılan dil Fransızcadır. Bütün mütecedditlerimiz Tercüme Odası’ndan çıkmıştır (KA- I, s.
337). Dilin kendi seyrini takip ederek zaman içerisinde gerekli gördüğünde tasfiyesini
kendisinin yaptığını dile getiren yazar, dile devletin müdahale etmesine karşı çıkar. Mustafa
Kemal Atatürk’ün harfleri değiştirmeye kalkarak kütüphanelerin tuğla yığınına çevirdiğini
aktaran Meriç, bu dil değişikliğine sadece bir kişinin karşı çıktığını vurgular: Yahudi Avram
Galanti (M, s. 266). Hiçbir aydınımızın karşı çıkmadığına üzülen yazar, dil devriminin artık
politikanın emrinde olduğunu görür. Aydının tek hürriyeti vardır: dili tahrip (M, s. 266).
Sonucunda ise dil bilmeyen bir neslin ortaya çıktığını ve daha ötesinde aciz üniversite
hocalarının türediğini vurgular (J-I, s. 73).
Dil konusunda hassasiyetini saklamayan Meriç, bu noktada da Nurullah Ataç’ı da eleştirinin
keskin yönüyle değerlendirirken Celal Nuri’yi bu konu hakkında düşüncelerini aktarır. Cemil
Meriç dilin tahribi hakkında Ataç’ı yerden yere vurur: “Fransa’da herhangi bir ‘tabac’
garsonunun bildiklerinden bir hece fazlasını öğrenemeyen bedbaht, hasta ve haysiyetsiz Ataç.
Deklaseliğinin hıncını dilden alan Ataç. Mızmız ve mıymıntı bir fikir serserisi. Ama Ata Bey’in
paracıkları ile bir miktar Avrupa doldurmuş kafasına. Ve devrimden önce dünyaya geldiği için
Osmanlıca öğrenmiş.” (J-I, s. 299). Ataç’ın yalnız dergi ve gazete okuduğunu, onun sathi bir
insan olduğunu ifade eder ve Halk Partisi eşkıyalarının çoban köpeği olduğunu ekler (J-II, s.
160). Ataç’ın bir hadımlar edebiyatının akıl hocası olduğunu yazan Meriç, Mustafa Kemal
rejiminin bütün sefaletlerini edebiyata soktuğunu vurgular. Anadolu’nun bu tarz insanlardan
temizlenmedikçe namuslu aydının ölüm ve cinnetten başka sığınacağı yeri olmadığını yazar
(J-II, s. 160-161).
Cemil Meriç, her dilin doğası gereği dilin yeni bir kavrama, yeni bir karşılık bulmaya
çalıştığını söyler. Bu noktada, dilin öz malı haline gelmiş Arapça veya Farsça kelimeleri dilden
silmeye kalkışmanın bir çılgınlık olduğunu dikkati çeker (M, s. 268-269). Kaşgarlı Mahmut’tan
Celal Nuri’ye kadar kimsenin dille ilgilenmediğini belirten Meriç (Kİ, s. 316), Celal Nuri’nin ise
dil hakkındaki görüşlerini ayrıntılı bir şekilde okurlarına aktarır. Yazar, Celal Nuri için “üstat”
tabirini kullanır. Celal Nuri de “dile yeni mefhumlar kazandırmakla dil zenginleşebilir, dilden
kelime kovmakla değil” görüşündedir (M, s. 264). İki Batı dilini bilmenin yanında Arapça ve
Farsçaya hâkim olan Celal Nuri, dil konusunda oldukça bilgili bir şahsiyettir (Kİ, s. 347). Cemil
Meriç onun tenkitlerinin akla uygun olduğunu özellikle vurgular. Bu noktada Celal Nuri’nin
dil hakkındaki görüşlerini, daha doğrusu dil devrimiyle ilgili görüşlerini aktarmak yerinde
olacaktır: “Elif-ba bir anda değiştirilirse mazi ile istikbal arasında bir kopuş olur. Aceleye
lüzum yok. Önce Latin harfleri, yardımcı bir elif-ba olarak okutulmalı, lisanın kabiliyetleriyle
ne kadar uyuştuğu denenmelidir. Unutmayalım ki Türkçe yalnız bugünkü nesillerin dili
değildir. Hem atalarımızın hem de çocuklarımızın ortak malıdır… Eğer atalarımızın ilmi,
fenni, edebi eserleri olmasa biz de Arnavutlar gibi Latin harfleri tereddütsüz kabul ederdik.
Fakat bir dilimiz var” (Kİ, s. 164). Cemil Meriç, Celal Nuri’nin Arap harflerinin yerine Latin
harflerinin zamana yayarak kabulü görüşüne büyük oranda katılır (Kİ, s. 160-165). Celal
Nuri’nin açıkladığı dil devrimine Cemil Meriç de destek verir ve dilde inkılâbın sınırları
olacağını ve dilin gelişmesi için ancak yardımcı olunabileceğini ayrıntılı olarak açıklar:
“Önemli olan dile esneklik kazandırmaktır. Dilin ihtiyacı, kelimeden çok, bazı gramer
unsurlarına ve isim terkiplerinedir” (Kİ, s. 172).
Dil Kurumu ve Dil Akademisine de eleştiriler getiren Meriç, Türkiye’de bir dil şuurunun
olmadığından dolayı Dil Akademisinin bir katkı ya da bir gelişim göstermesini “mucize”
olarak görür (Kİ, s. 348). Osmanlı’daki her yalının, her konağın ve her tekke, her tarikatın bir
akademi olduğuna değinen yazar, Batı’nın usulüne göre bir akademi kurmanın Tanzimat’tan
sonra zorlandığına (SNK, s. 329) ve başarı getirip getirmediğini görmek için sonuçlarına
bakmamız gerektiğine değinir. Bir dilin gelişimini ancak bireylerin yapabileceğini belirten
Meriç, kullandığı kelimelerle ancak yazarlarımızın ve aydınlarımızın dili geliştirebileceğini
dikkati çeker (Kİ, s. 349). Meriç’e göre okuduğumuz metinlerde hiçbir karanlık kelimenin
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
CEMİL MERİÇ’İN EDEBİYAT NOKTASINDA DİL TENKİDİ
965
kalmamasını gerekir (BÜ, s. 110). Kelimenin aydınlığı dilin aydınlığı olacaktır. Ancak dil, bu
şekilde gelişir ve olgunlaşır. Fakat bu durumun “uydurma dil” için geçerli olmağını
vurgulayan Meriç, “Bu ‘uydurma dil’ konusunda namuslu kalabilenler, bir elin parmakları
kadar azdır, herkes şahsiyetinden fedakârlık yapmıştır. (Yahya Kemal gibi birkaç aydını
bunun dışında tutuyorum) Bu ‘uydurma dil’in bir hain virüs gibi, kanser mikrobu gibi
hepimizi sardığını, kafalarımızı tahrip ettiğini, hayatım boyunca esefle müşahede ettim”
diyerek değişen dil dünyamıza eleştirisini sert bir şekilde yapmıştır (Kİ, s. 349). Türk Dil
Kurumu üyelerinin Türkçeye musallat ettikleri uydurukçaya açık bir şekilde karşıdır (Yaşar,
2013: 188). Aynı zamanda köy-dil ilişkisini de gündemine getiren Meriç, köye giren kitabın
sadece Kuran olduğunu söyler. Köylüyü insanlaştıran unsurun din olduğunu aktaran yazar,
bunun bütün dünyada böyle olduğunu yazar ve bu konuda bir iddiası vardır: “Ben eminim ki
Türk harfleri, gerçekte Türk harfleri Arap harfleridir, değiştirilmeseydi okuma bilenlerin
sayısı %70’e çıkardı” (J-I, s. 380).
Murat Beyazyüz Cemil Meriç’in dil hakkındaki hassasiyetini psikanaliz yöntemlerle
açıklamaya çalışır. Meriç’in bir taraftan yaşayan Türkçeye sahip çıkma güdüsü ile bir taraftan
uydurma kelimelerle mücadele etmesi ve aynı zamanda Batı dilinin öğrenilmesi gerektiğiyle
ilgili hususları gözler önüne seren Beyazyüz, bu nokta üzerinden Cemil Meriç’in psikolojik
yönden dil hassasiyetini ele alıp değerlendirmiştir. Öncelikle Meriç’in uydurma kelimelere
karşı çıkma sebebini alıştığı dile bağlar ve Murat Beyazyüz Cemil Meriç’in dil hassasiyetinin
sebebini şu şekilde açıklar: “Cemil Meriç, kendisinden farklı konuşan insanların arasında
büyümüştür ve konuştuğu dil, onun farklılık, yabancılık duyguları yaşamasının sebeplerinden
biridir. Meriç çocukluğunda bu farklılığı da yücelterek bir gurur vasıtası haline getirmeyi
başarmıştır, çünkü konuştuğu dil payitahtın dilidir ve ait olduğu yeri göstermektedir.” Cemil
Meriç’in Hatay’da Arapların arasında kendi diline sahip çıktığını başardığını ifade eden Murat
Beyazyüz, yazarın kendi dilinde konuşan aydınlarında bu dil hassasiyetini göremeyince
bilinçaltında bir yenilmişlik hissi uyandırdığını açıklar ve onu yılmaz bir savaşçı yaptığını
vurgular. Murat Beyazyüz, yazarın bir Batı dili bilme zorunluluğunu ise onun yine Hatay
yıllarına bağlar. Hatay’da Fransızca eğitim veren okullarda eğitimini gören Meriç, Fransızların
bölgenin efendisi olarak görmüş ve bir Batı dilinin bilinmesinin önündeki kapıları açacağına
inanmıştır. Beyazyüz, Meriç’in yabancı dil hakkındaki görüşlerini de okurlarına aktararak,
Meriç hakkındaki tespitlerini sağlamlaştırır (Beyazyüz, 2007: 233-238). Murat Beyazyüz’ün
cemil Meriç’in dil hakkındaki görüşlerini
Her gerçek eleştirmenin tenkit ettiği hususa bir çözüm de sunduğu bilinmektedir. Cemil
Meriç, tenkit ettiği dil konusunu somutlaştırma ve netleştirme adına çözüm sunar: “Latin
harfleri kabul edilmiş, bu harflerle aşağı yukarı 50 yıldan beri kitaplar basılmış, dergiler
çıkarılmış, gazeteler yayınlanmıştır. Dava, bir karşı devrimle yeniden eski harflerimize
dönmek değildir. Nesillerin hafızası ile oynamanın ne vahim neticeler doğurduğunu biliyoruz.
Dava, irfanımızı yeniden fethetmek… Dava, ecdadın tefekkür hazinelerini bugünkü nesillerin
tecessüsüne açmak, bir kelimeyle bugünü düne bağlamaktır. Dava, Latin harflerinin yanında
İslam harflerine de hayat hakkı tanınması, Osmanlıcanın mekteplerimize girmesi, ilmin ve
ihtisasın sesine kulak verilmesi, inkırazın eşiğine sürüklenen zavallı ülkemizin kaderi
üzerinde hiçbir peşin hükme saplanmadan düşünülmesidir” (Armağan ve Coşkun, 2012: 5758).
2. d. Cemil Meriç’in Gözüyle Kamus
Kamusun her yönüyle bir milletin hafızası olduğunu belirten Cemil Meriç, “Kamusa uzanan el
namusa uzanmıştır” diyerek kamus hakkındaki hassasiyetini net bir şekilde ifade eder.
“Kamus bir umman, dualar uğuldar derinliklerinde, destanlar coşar. Şair bu sesleri duyan ve
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
966
Ferhat ÇETİNKAYA
duyuran” der (BÜ, s. 282) ve her mukaddesini yıkan Fransız İhtilalinin tek bir kamuslarına
saygı gösterdiğini dikkati çeker (BÜ, s. 88).
Yapılacak ilk iş Avrupa’nın büyük lûgatlerinden birini dilimize kazandırmak olduğunu
vurgulayan Meriç, Dil Kurumunun böyle bir girişime girmemesine içerlenir (Kİ, s. 316-317).
Bu bağlamda bir Fransız abidesi olan Littre’nin kamusundan övgüyle söz eder ve “Işığı hala
bize yetişemeyen bir gezegen” der (Kİ, s. 316). Türkçenin ilk lûgatını ise İskoçyalı bir
maceraperest kaleme aldığını aktaran yazar, bu kişinin “Redhouse-i İngilizi” olduğunu ifade
eder (Kİ, s. 316). “Bizde lûgatçılık ve sarf-u nahv ihmal edilmiştir” diyen Cemil Meriç (SNK, s.
317), edebiyat kamuslarından söz ederken ilk olarak Vapereau’nun Edebiyatlar Kamusu’ndan
söz eder. O kamusun için Meriç “Aydınlık, derli toplu, örnek bir eser” ifadesini kullanır (Kİ, s.
327). Cemil Meriç’in asıl hayran kaldığı eser ise Batı’nın N. R. F. Yayınevi tarafından derlenip
piyasaya sürülen Edebiyatlar Ansiklopedisi’dir. Doğu’dan, Batı’dan, Hint’ten ve Çin’den
edebiyata dair ne varsa bu eser içinde olduğunu anlatan Meriç, “Cehaletimizin sonsuzluğunu
idrak etmemiz için fihristine bir göz atmak yeter de artar… Hiçbir ülke unutulmamış. Hiçbir
ülke ve hiçbir çağ… Bizim için eserin bir benzerini yazmak değil, soluk bir tercümesini
yapmak bile kolay kolay erişilmeyecek bir ülkü” diyerek esere olan hayranlığını ve eserin
muhteşemliğini açıkça belirtir (Kİ, s. 328). Daha sonra Cassell’s Encyclopedia of Literature adlı
eserin tanıtımını yapar ve bizi tanımaya çalışan Avrupa’nın bizlere eğilerek bizi yazmaya
başladıklarını söyler. Bizlerle ilgili ilk lûgatın Polonyalı bir müsteşrik olan Meninski’ye ait
olduğunu aktarır. Daha sonra buna benzer birkaç örnek verdikten sonra Türkçe’nin ilk
lûgatını yapan Redhouse’a dikkati çeker. Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanî adlı eserini bu
lûgatın müsveddelerinden derlediğini aktarır. Yine Redhouse’un 1860’lı yıllarda İngilizce’den
Türkçe’ye lûgatını hazırladığını anlatır ve değerinden söz eder. Dilimizle hep yabancılar
uğraşmıştır (Açıkgöz, 2013: 81). Bu eserlerden ve benzer birkaç çalışmadan daha söz ettikten
sonra, Redhouse’dan sonra ilk lûgat çalışmasını Selahi Bey’in yaptığını aktarır ve bizdeki ilk
lûgat çalışmalarını değerlendirir. Şemsettin Sami’nin bir Rum’un Türkçe lûgatını kopya ettiği
söylentisini okurlarına aktaran Meriç, yazarın Kamus-ül Âlem’i hakkında “ibtidai tarafları
vardır” hükmünü verir. İlk ciddi lûgatın hazırlanmasında Ali Suavi’nin düşünceleri olduğunu
yazar. Ali Suavi’nin 100 ciltlik bir lûgat düşündüğünü fakat lûgatın 80 sayfasında kaldığını
anlatır. Meriç, Ali Suavi’nin Türkiye’nin Larousse’u olmak istediğini ifade eder. (SNK, s. 321324). Dergâh’ın Türk Dili ve Edebiyatı ansiklopedisi hakkında “Bir mezarlıkta dolaşır gibiyiz.
Sevgi yok, kin yok, sıcaklık yok. Yazısı silinmiş, yosun bağlamış mezar taşları. Zavallı
memleket” derken, Muallim Nâcî’nin Islahat-ı Edebiyye’si hakkında ise “kişiliği olmayan bir
kitap” ifadesini kullanır. Aynı şekilde Lûgat-ı Nâcî’yi de o şekilde görür. Bunun sebebini ise
Muallim Nâcî’nin kişiliğini bu eserlerde gizlediğine bağlar (Kİ, s. 330). Cemil Meriç, Şemsettin
Sami’nin Kamus’u hakkında “Karanlık dehlizinde ışığına güvendiğim tek fener” ifadesini
kullanırken (BÜ, s. 31), Halil Açıkgöz’ün kitabında Şemsettin Sami için “Cahil biridir” ifadesini
kullanır (Açıkgöz, 2013: 218). Bu konunun tartışmasında yazar Tahir’ül Mevlevi’nin Edebiyat
Lûgat’ini kısmen beğenir. Meydan-Larousse Ansiklopedisi ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
1943’te çıkarılan, genel sekreterliğini Agâh Sırrı levend’in yaptığı Türk Ansiklopedisi içinse,
“ikise de bir hummanın, bir heyecanın, bir aşkın eseri değil. Onun için ölü doğdular” der. (UU,
s. 330). Sonuç olarak lûgate ihtiyaç duymayan bir memleket olduğumuzdan dolayı lûgatımızın
olmadığını belirtir (Armağan ve Çoşkun 2012: 273). Çünkü dilimiz de, düşüncemiz de
istikrardan mahrumdu… Filoloji ne idi, lengüistik ne ile uğraşırdı, bilmiyorduk. Demek ki önce
dilimizin yapısını, hangi dil ailesine mensup olduğunu vs. öğrenmek zorundaydık (J-II, s. 310).
Osmanlı döneminde böyle bir ihtiyacın duyulmamasını ise “Hadis, tefsir, fıkıh. Bunlar için
lûgate ihtiyaç yoktur… Müşterek dil Arapçanın lûgatleri zaten mevcut” sebebine bağlarken
(Açıkgöz, 2013: 82), aynı eserde bunun sebebini “Osmanlı’da lûgat ihtiyacı niçin yok? Yok,
çünkü düşünmemiş, iman etmiş. Osmanlı bir iman medeniyeti kurmuş. Tanzimat’tan sonra
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
CEMİL MERİÇ’İN EDEBİYAT NOKTASINDA DİL TENKİDİ
967
Avrupa’dan yediğimiz tokat ile düşünmeye başladık. Mesele bu.” şeklinde açıklar (Açıkgöz,
2013: 175).
3. SONUÇ
Bu çalışmamızda Cemil Meriç’in edebiyatçılara getirdiği tenkitler, dil ve lûgat hakkındaki
hassasiyetler derlenip dikkatlere sunuldu. Cemil Meriç’in deneme türünde ürettiği eserleri,
bu eserlerin nasıl bir bilgi hazinesinden peyda olup kâğıda döküldüğünü göz önüne
aldığımızda, yaptığı tenkitlerin ne denli önemli olduğunu görebilmekteyiz. Tenkitin elbette
öznel yönü daha ağır basar. Her tenkitçinin kullandığı bir süzgeç ve bir bakış açısı vardır.
Cemil Meriç’in de tenkitlerin düzleminde Türk ve İslam irfanı, dolayısıyla Osmanlı kültürü
vardır. Oluşturduğu bu şablonun içerisinde edebiyatçılarımızı değerlendirmiş ve bu şablonun
dışında kalanları çok sert bir şekilde eleştirmiştir.
Bu topraklarda yetişen bir bireyin Osmanlıca bilmesini şart koşan Cemil Meriç, bu vesileyle
mazimizle köprü kurulacağını ve düşüncemizin berraklaşacağı mesajı eserlerinin dil
hakkındaki meselelerin kaburgasıdır, diyebilir. Bu bağlamda yazarın nazarından dil
devriminin ne kadar sakıncalı olduğunu ve ne tür yanlışlıklar yapıldığını aktardığımız gibi,
yazarın dil konusunda ciddi tenkitlere maruz kalan şahsiyetlerden de örnekler vererek
aktardık.
Kendi dönemi içerisinde değerlendirilen eleştirmenin haklı olup olmadığını görmek için
zamana ihtiyaç vardır. Cumhuriyet ilanıyla beraber Anadolu’da değişen zihniyetin sancılarını
eserlerine taşıyan Meriç’in gönlünde ve aklında, geçmişle bir bağ kurma amacı vardır. Bu bağ
ise Osmanlıcadır. Tenkitçi bu konuda çözümünü sunarak, onun ne kadar akılcı davrandığını
görüyoruz. Bugün gündemimizde de olan Osmanlıcanın liselerde okutulması önerisini, Cemil
Meriç yıllarca öncesinden vererek çağın ötesinde bir mütefekkir olduğunu kanıtlamıştır.
KAYNAKÇA
AÇIKGÖZ, H. (2013). Cemil Meriç ile Sohbetler (3. Bs.).İstanbul: Doğu Kütüphanesi.
ARMAĞAN, Mustafa, (2013). Cemil Meriç’in Dünyası (7. Bs.). İstanbul: Timaş Yayınları.
ARMAĞAN, Mustafa; COŞKUN Sezai, (2012), Bulutları Delen Kartal (5. Bs.) İstanbul: Timaş
Yayınları.
BEYAZYÜZ, Murat, (2007), Cemil Meriç’in Psikolojisi (1. Bs.) Ankara: Aşina Kitaplar.
ENGİNÜN, İnci, (2006), Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1. Bs.). İstanbul:
Dergâh Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2013), Bir Dünyanın Eşiği (15. Bs.) İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2014), Bu Ülke (44. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2014), Işık Doğudan Gelir (8. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2014), Jurnal – I (24. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2013), Jurnal – II (20. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2014), Kırk Ambar – I (16. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2014), Kırk Ambar – II (6. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2014), Kültürden İrfana (2. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2014), Mağaradakiler (24. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2013), Sosyoloji Notları ve Konferanslar (13. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, Cemil, (2014), Umrandan Uygarlığa (21. Bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
ÖZDEMİR, Emin, (2014), Edebiyat Sözlüğü (1. Bs.). Ankara: Bilgi Yayınevi.
YAŞAR, Selâhaddin, (2013), Kültürümüzün Kırk Ambarı Cemil Meriç (1. Bs.). İstanbul: Yeni
Asya Neşriyat.
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015