okumak için tıklayın
Transkript
okumak için tıklayın
EDİTÖRDEN Bismillâhirrahmânirrahîm “O halde beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 152) Selamun Aleyküm Sevgili İnci Takipçileri; Bizi sizlerle bir kez daha buluşturan Rabbimize hamdolsun. Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) salât ve selam olsun. Pirimiz Abdülkâdir Geylânî’nin ve Büyüklerimizin himmetleri üzerimize olsun… Yeni bir sayı ve yeni bir mutluluk ile yeniden karşınızdayız. İnci’miz üç yaşında… Ve bizler onuncu sayımıza ulaşmanın heyecanı içerisindeyiz. Üç yıllık emeklerimiz yerine ulaşıyor, dergimiz her yeni sayımızda daha da gelişerek sizlerle buluşuyor. Çok şükür ki bugünlere ulaştık. İlk günden şu ana dek bizi maddi manevi destekleyen her kardeşimize binlerce kez teşekkürler… Dergimizin onuncu özel sayısında ayın konusunu da özel olarak belirledik. Bu sayımızın temel konusu günlük ve haftalık duâlarımız… Yaptığımız zikirlerin dilimizi aşarak kalbimize işlemesi için bu konuyu incelemeye karar verdik. Bir garip kul olarak bizlere düşen, Rabbimizin kendini tanıttığı nispette O’nu tanımak! O’nun aynasında kendimizi seyredip tanımak! Bize düşen Rabbimizin yüce özelliklerine, hikmetlerine, hayran kalmak! Allah’ı tanımanın yolu da hepimizin bildiği gibi zikirden geçer. Dil buna sadece bir tercümandır. Yalnız dilde kalan sözler, kalbe intikal etmedikçe zikir sayılmaz. Bu yüzden dersimizi Türkçe manaları ile açıklamaya çalıştık. Anlamlarını öğrenmek ve ne söylediğimizi bilmek ilk adımdır fakat elbette bu yetmez çünkü önemli olan zihnin ve bedenin “açılım yapıp hissetmesidir.” Zikrimizi diri yaparsak, ne olduğunu bilerek söylediğimiz sözleri tüm vücut azalarımız ile yaşarsak, “Hû” esması vücudumuzdaki her bir hücreyi titretirse, kelamların gerçek manasını kavrayabilirsek, işte o zaman gerçek zikrin tadına ulaşabiliriz. Bu özel sayımızda bize yazı gönderen Nuriye Çeleğen Hanımefendi’ye vakfımız ve yayın kurulu ekibim adına teşekkür ederim. Bu sayımız sizlerin derslerinizi yaşamanıza, onu ruhunuza, bedeninize ve kalbinize işlemenize inşallah bir vesile olsun. Ayrıca bu sayımız Kutlu Doğum Haftası ve Mübarek Üç Aylara denk geliyor. Rahmetin sağanak sağanak yağdığı bu zamanlarda birbirimize duâ etmeyi unutmayalım. Duâlarınızı bizlerden eksik etmeyiniz. Allah’a emanet olunuz. Sizleri İnci’nin onuncu özel sayısı ile baş başa bırakıyoruz… Feyizli Okumalar… Ömer Faruk Erdoğan içindekiler Kâinatın Efendisi Peygamberimizin 12 Yaşından 38 Yaşına Kadar Olan Hayatı–III................................................................................. 5 Ayın Sohbeti: Feyiz ve Huzur Pınarı “Günlük Duâmız Ve Faziletleri – I” Mehmet Emin Uzunosmanoğlu............... 10 Dost Bahçesinin Gülleri Kadiriler Derler Bize Ömer Faruk Erdoğan..................................... 15 Günlük Duâmızın Manası ve Önemi Esra Erdoğan.................................................... 17 Haftalık Duâmız ve Manaları Tuğba Uzunosmanoğlu................................. 20 Her Kelamın Âlâsı: Lâ İlâhe İllallah! Mehmet Akyüz.................................................. 24 Hoşgeldin Hanife Kadiroğlu.............................................. 26 Bilinmeyene Yolculuk Zeynep Uysal Çipil........................................... 28 Kul Hakkı Nedir Bilmiyorlardı Cüneyt Yusufoğlu............................................. 30 nisan • mayıs • haziran Grafik Tasarım Esra AKBURAK Kapak Resmi: Kadir KOÇAK Editör: Ömer Faruk ERDOĞAN Gsm: 0546 691 53 25 Mail: [email protected] Baskı Seçil Ofset 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No: 77 Bağcılar-İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 www. secilofset.com Manevi Reçetemiz: “Tesbihatımız” Esra Akyüz......................................................... 32 Zikrullah Ve Rabıta Tuğba Berber.................................................... 34 Tarik Dersi Almadan Önce Yapılması Gerekenler Pınar Cantekin.................................................. 36 Niyet Hay Kılar Nuriye Çeleğen................................................. 38 Duâ Ve Mağfiret Ayları, “Üç Aylar” Emine Can.......................................................... 40 Hastalıkların Ardındaki Hikmetler Havvanur Şenduran....................................... 42 Peygamber Efendimize (sav) Mektup Emine Kaya........................................................ 44 Bir Allah Dostu Daha Göçtü Hüseyin Üzmez................................................. 46 Sağlık-Bilim: Pratik Bilgiler ................................................................................ 48 Ayın İlahisi: Malatya’dan Su İçmişem ................................................................................ 49 günlük ve haftalık duâlarımız NİYAZİYE EĞİTİM KÜLTÜR VE DAYANIŞMA VAKFI Dr. Mediha Eldem Sokak 58/1 Can Apt. 06420 Kızılay / ANKARA Tel: 0312 433 02 69 Gsm: 0533 685 64 65 Faks: 0312 433 02 70 Mail: [email protected] Web: www.niyaziyevakfi.org.tr Facebook: facebook.com (İnciden Damlalar Dergisi) KÂİNATIN EFENDİSİ PEYGAMBERİMİZİN ON İKİ YAŞINDAN OTUZ SEKİZ YAŞINA KADAR OLAN HAYATI – 3 A llah’u Teâlâ’nın yarattığı varlıkların en şereflisi Hz. Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allah’u Teâlâ’nın Resûlü, son Peygamberidir. Allah’u Teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allah’u Teâlâ bir Hadîs-i Kudsîde: “Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. İşte böyle bir Peygamberin ümmeti olduğumuz için ne kadar şükretsek azdır. Dergimizin bu sayısında Efendimizin hayatına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Düğün Merasimi Evlilik hazırlıkları başlamıştı. Düğün merasiminin tarihi, bizzat Hz. Hatice tarafından tespit edildi. Merasim de onun evinde yapılacaktı. Tespit edilen tarihte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, amcaları, halaları ve Hâşimoğullarının ileri gelenlerinden bazılarıyla birlikte Hz. Hatice’nin evine geldi. Güzel bir düğün merasimi için gereken her şey, bizzat Hz. Hatice tarafından temin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı. Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere sıra, iki taraf büyüklerinin konuşmasına geldi. Hz. Hatice’nin babası, Ficar Harbi’nde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr b. Esed katılmıştı. Geleneğe göre, ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Allah’a hamdolsun ki bizi, İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in sulbünden, Maad’ın mâdeninden, Mudar’ın aslından vücuda getirdi. Bundan sonra, asıl maksada gelir ve derim ki: “Kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah ki akrabanız olduğu malûmunuzdur. “Allah’a yemin ederim ki bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir!“Şimdi o sizden, kızınız Hatice’yi zevceliğe istemekte, muaccel ve müeccel mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüt etmektedir.” Onunla Kureyş’ten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez! Bu, şeref ve asâletçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir! “Gerçi, malı azdır. Fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey! “Allah’a yemin ederim ki bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir!“Şimdi o sizden, kızınız Hatice’yi zevceliğe istemekte, muaccel ve müeccel mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüt etmektedir.” Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de, Hz. Hatice’nin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel ayağa kalktı ve şöyle konuştu: “Allah’a hamdolsun ki bizi de, anlattığın gibi yarattı; saydıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz! “Ey Kureyş topluluğu! Şahit olunuz ki ben, Huveylid’in kızı Hatice’yi, şu kadar mehirle Muhammed b. Abdullah’la evlendirdim!” Varaka b. Nevfel konuşmasını bitirdikten sonra, Ebû Tâlib, Hz. Hatice’nin amcası Amr b. 5 Kâinatın Efendisi Peygamberi miz, kendisine “Hatice-i Küb ra” dediği bu asil ve tâhire kadın hayatta olduğu müddetçe başka bir kadınla evlenmedi. Her türlü teselliyi ve en parlak saadeti bu huzurlu evinde buldu. Esed’in de muvafakatini istedi. Amr da ayağa kalkarak, “Ey Kureyş topluluğu! Şahit olunuz ki ben de Muhammed b. Abdullah’a Hüvey lid’in kızı Hatice’yi nikâhladım!” diye konuştu. Böylece, Kâinatın Serveri Efendimiz ile Kureyş kadınlarının, neseb, şeref ve zenginlik bakımından en üstünü bulunan Hüveylid’in kızı Hz. Hatice-i Kübra zevc-zevce ilan edilmiş oldular. O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz yirmi beş, Hz. Hatice ise kırk yaşlarında bulunuyordu. Evlilikleri Milâdî tarihle 595 yılına rastlıyordu. Yani, Efendimizin nübüvvetinden on beş yıl önce... Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, kendisine “Hatice-i Kübra” dediği bu asil ve tâhire kadın hayatta olduğu müddetçe başka bir kadınla evlenmedi.1 Her türlü teselliyi ve en parlak saadeti bu huzurlu evinde buldu. Daha sonra, Hz. Hatice-i Kübra’dan, Resûl-i Ekrem Efendimizin sırasıyla Kàsım, Zeyneb, Rukiyye, Fâtıma, Ümmü Gülsüm, Abdullah adında altı çocuğu oldu. Oğlu Abdullah, Tayyib ve Tâhir isimleriyle de anılırdı.2 Bu mesut aile yuvasında Kâinatın Efendisi ile Hz. Hatice, en ulvî duygularla birbiriyle kaynaşmışlardı. Âlî yuvasında hâkim olan, karşılıklı emniyet, samimi hürmet ve muhabbet idi. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisi kocasın1 İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 201. 2 Ebu’l-Kàsım Abdurrahman es-Süheylî, Ravdu’l-Ünf, c. 1, s. 214. 6 dan on beş yaş büyük olmasına rağmen, yüce şahsiyetinden dolayı kendilerine karşı son derece nâzik, duygulu ve itinalı davranıyordu. Peygamber Efendimizin şerefli hanımına karşı muhabbeti de fazlaydı. Öyle ki vefatından sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden atmadı, gönlünün en mûtena köşesinde ebedî beraberliğe kadar sakladı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice’nin keremkârlığını, hayırseverliğini ve kendisine yaptığı büyük yardımı her zaman yâd ederdi. Bu yâd ediş, Hz. Âişe validemize, “Hatice-i Kübra’dan başka, Nebiyy-i Ekrem’in zevcelerinden hiçbirini kıskanmadım!” dedirtecek ve onun kıskançlık damarını tahrik edecek kadar fazla idi. Nasıl yâdetmezdi ki? Yedi çocuğundan biri hâriç diğerlerinin annesi o idi. Herkes ona düşman iken, ona dost elini uzatan, o idi. Her türlü ızdırap ve sıkıntı karşısında kendisini teselli eden, o idi. Herkesin ona arka çevirdiği bir zamanda yanı başından ayrılmayan, o idi. Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini, Peygamber Efendimiz hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hayırla yâd edecekti. Peygamber Efendimizin Zeyd Bin Hârise’yi Âzad Etmesi Zeyd b. Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında küçük bir çocuk iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının yanında, bir başka kabilenin baskını sırasında esir alınmıştı. Esirler pazarından da, Hz. Hatice’nin yeğeni Hâkim b. Hizan tarafından dört yüz dirheme satın alınıp Mekke’ye geti rilmişti.3 Hz. Hatice, Zeyd’i yeğeninden almış ve evinde barındırıyordu. Bu sırada Efendimiz, Hz. Hatice’yle evli bulunuyordu. Resûl-i Ekrem, bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple, Hz. Hatice’den onu kendisine bağışlamasını istedi. Muhterem zevceleri, Peygamberimizin bu arzusunu yerine getirdi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, onu alır almaz azat etti.4 Ebeveyni, onun nereye götürüldüğünü, kime satıldığını bilmiyordu. Harise ailesi, çocukları için her gün gözyaşı döküyordu. Babası Harise, evde duramaz olmuştu. Diyar diyar dolaşıyor, sormadık kabile ve uğramadık yurt bırakmıyordu. Biricik oğlu Zeyd için şiirler söylene söylene geziyordu. Küçük Zeyd ise, sanki anne babasını unutuvermişti. Mesut ailenin saadeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarmış ve adeta onun ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Rahatı yerindeydi, Kâinatın Efendisiyle kaynaşmıştı. Onun şefkatli kanatları arasında mesuttu, sevinçli ve huzurlu idi. Efendimizin, Zeyd’i Evlat Edinmesi! Peygamber Efendimiz, Zeyd’e eşsiz bağlılığın mükâfatını vermede gecikmedi. Hemen elinden tutarak, onu Kureyş’in oturduğu Hıcır mahalline götürdü ve halka şöyle hitap etti: “Ey hazır bulunanlar! Şahit olunuz ki bundan böyle Zeyd, benim oğlumdur. Ben ona vârisim, o da bana vâristir.” Bu sözleri işiten Hz. Zeyd sevinçten uçuyordu. Hz. Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi müteakip derhal İslam’ın sînesine koşacak ve “üçüncü Müslü man” olma şerefine erecektir. Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyd’i fazlasıyla severdi. Za man zaman kendisine, “Ey Zeyd! Sen, kardeşimiz ve azatlımızsın”5 diyerek iltifatta bulu nurdu. Resûl-i Ekrem, daha sonra çok sevdiği bu büyük insanı, dadısı Ümmü Eymen’le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Üsame Hazretleri dünyaya gelecektir! 3 İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 497; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 224; İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 563. Kâbe’nin Yeniden İmârı ve Peygamberimizin Hakemliği Kâinatın Efendisi 35 yaşında idi. Bu sırada Kureyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, yapı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mâbedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bu lunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı adeta harab bir hale getirmişti. Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe’yi bütün bütün sarsmış ve duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı. Bu arada, bir hadise daha oldu: Kadının biri Harem’de ateş yaktı. Ateşin korundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına sebep oldu. Bütün bunların üzerine bir de Kâbe’nin içinde bulunan bir definenin çalınması eklenince, Mekkeliler, artık verdikleri kararı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.6 İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi Kureyşliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp, istişare ediyorlardı. Bu sırada, Cidde’ye gitmek üzere Mısır’dan yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu. Bunu haber alan Kureyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Geminin yükü, yumuşak aktaş, tahta, direk ve demir idi. Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke’ye serbestçe girebilme ve mallarını gümrüksüz satabilme garantisi de verdiler. Hâlbuki, daha evvel Mekkeliler, şehirde ticaret eşyası satanlardan öşür alırlardı. Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mimar da bulunuyordu. Kâbe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mimarla da anlaştılar. Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe’nin mimarlığını Bizanslı Bâkûm, marangozluğunu ise Mekke’de oturan Kıbtî bir usta yapacaktı.7 Duvarların Taksimi Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur’ayla kabileler arasında dörde taksim edildi. Buna göre, Abdi Menaf ile 4 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 497. 6 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 205; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 145; Taberî, Tarih, c. 2, s. 198. 5 Buharî, a.g.e., c. 3, s. 303. 7 İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 205; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 145. 7 Kâinatın Efendisi 35 yaşında idi. Bu sırada Kureyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, yapı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mâbedi oldukça yıpratmıştı. Zühreoğullarına Kâbe’nin Şam cephe si (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cü mah) ve Amiroğulları payına Kâbe’nin Yemen köşesi ile Hacerü’l-Esved köşesi arası; Mah zum ve Teymoğullarına ise, Safâ ile Ecyad’a bitişik olan Yemen cephesi düştü.8 hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.10 Uzlaşmayı Sağlayan Teklif! Kanlı bir hadisenin kopması her an beklenirken, Kureyş’in en yaşlılarından Ebû Ümeyye diye bilinen Huzeyfe b. Muğîre, ortaya atıldı ve taraflara şu tekli fi sundu: “Ey Kureyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, mâbedin şu kapısından (Benî Şeybe Kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın; o kimse bu işi bir neticeye bağlasın!”11 Mekke’nin Sarsılması Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hz. İbrahim’in attığı temele kadar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı! Niyetleri, daha da aşağı inmekti. Ne var ki buna muvaffak olamadılar. İçlerinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke’nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla iktifa ettiler.9 “Muhammedü’l-Emin” Geliyor! Artık bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı! Kapıdan bir zât belirdi! Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar: “El-Emin o! Muhammed o! Onun ara- Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü’lEsved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususta daha lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bü tün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü’lEsved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. 8 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 41; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523. 10 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225. 9 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523. 11 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 563. Kabileler Arasında Anlaşmazlık Çıkması 8 mızda vereceği hükme râzıyız!”12 Evet, gelen Muhammedü’l-Emin’di. Herkesin itimadını kazanmış olan dürüst insandı. Evet, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, elbette tesadüfî değildi. Vereceği hükümle onlara, peygamberliğinden önce de, isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti. Kureyş, durumu kendilerine anlattı. İsabetli kararı vermekte gecikmedi ve şu emri verdi: “Hemen bana bir örtü getiriniz!” Ânında getirdiler. Bir rivayete göre bu Velid b. Mu ğîre’nin elbisesiydi. Diğer bir rivayete göre ise, Efendimiz, bizzat kendi ridâsını bu işte kullandı.13 Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi. Merakları fazla sürmedi ve Sevgili Peygamberimiz, Hacerü’l-Esved’i bu örtünün ortasına koydu; sonra da, “Her kabileden bir kişi bunun birer köşesinden tutsun” diye emretti. Öyle yaptılar. Hacerü’l-Esved’i örtüyle, konulacak yere kadar kaldırdılar. Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat Hacerü’l-Esved’i kendi eliyle yerine koyarak, bu şerefe nâil oldu! Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.14İbni Abbas Hazretlerinin bir rivayetine göre, Efendimizin, Hacerü’l-Esved’i yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.15 Peygamberimizin Hz. Ali’yi Yanına Alması Efendiler Efendisi otuz altı yaşında. Milâdî 607 senesi. Mekke’de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık baş göstermişti. Çoğu aile, geçim sıkıntısından perişan bir durumda idi. Geçim sıkıntısı içinde bulunan ailelerden biri de,Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in ailesiydi. Efendiler Efendisinin kalbi, şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki... Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadîrşinaslıkları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu! beri, şefkatli kanatları arasında büyüdüğü biri: Ebû Tâlib... Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan diğer amcası Hz. Abbas’a koştu, durumu kendisine arz etti. Sıkıntı içinde kıvranan Ebû Tâlib’e yardım ellerini uzatmaları, yükünü bir nebze de olsa hafifletmeleri gerektiğini anlattı. Hz. Abbas, Efendimizin bu davetini memmuniyetle karşıladı ve birlikte Ebû Tâlib’e vardılar. Maksatları, Ebû Tâlib’in evindeki kalabalığı biraz azaltmak, hiç olmazsa birkaçının nafaka yükünü omuzundan kaldırmaktı! Maksatlarını Ebû Tâlib’e açınca, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz ismini bizzat koyduğu Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer’i himâyesine aldı.16 O sırada Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta, “Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuran Resûl-i Kibriya’nın himâyesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, davet edildiğinde ise, derhal iman edecektir! Bu imanı sırasında dokuz on yaşlarında bulunan Hz. Ali, aynı zamanda “ilk Müslüman çocuk” şerefini de kazanmış olacaktır.17 Efendiler Efendisinin kalbi, şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki... Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadîrşinaslıkları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu! Böylesi güzel ve eşsiz bir mizaca sahip bulunuyordu! İşte, şimdi geçim sıkıntısı çeken biri vardı. Kendisine elinden ge len yardımı esirgemeyen biri. Çocukluğundan 12 Ahzab, 5, 40. 13 Ahzab, 5. 14 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43; Buharî, Sahih, c. 3, s. 174; Müslim, Sahih, c. 3, s. 131. 16 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 263. 15 Buharî, a.g.e., c. 3, s. 303. 17 İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 262; Taberî, Tarih, c. 2, s. 213. 9 FEYİZ VE HUZUR PINARI “GÜNLÜK DUAMIZ VE FAZİLETLERİ” - I Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. lhamdülillahi Rabbil âlemin, vessalatü vesselamu alâ Resûlina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellim. Değerli kardeşlerim, günlük duamızı anlatmaya başlamadan önce evvela dualarımızı ne zaman okumamız daha faziletli olur, önce ona bakalım inşallah. Duaların kabule şayan olduğu saatler, imsaktan bir veya iki saat öncesine tekabül eden zaman dilimidir. Ebu Hureyre’den (ra) rivayete göre, Resulullah Efendimiz Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Rabbimiz Tebareke ve Teâlâ her gece, gecenin son üçte biri kaldığı sırada dünya semasına nüzul eder ve şöyle buyurur: Bana dua eden var mı, duasına icabet edeyim. İstediğini vereyim. Bana istiğfar eden var mı, onu mağfiret edeyim.” E Bir gün gecenin üçte biri kaldığında, Yüce Mevla Cebrail’e emrediyor. “Var git şu mıntıkada dolaş, kim uyanıksa ona benim rızamı ver”. Cebrail de emredilen yere gidiyor, bakıyor ki inanan inanmayan herkes uyuyor, yalnız bir Mecusi dışında. O da ateşi yakmış, kendi inanışına göre ateşin etrafında dönerek, kendince ibadetini yapıyor, Allah’a şirk “Rabbimiz Tebareke ve Teâlâ her gece, gecenin son üçte biri kaldığı sırada dünya semasına nüzul eder ve şöyle buyurur: Bana dua eden var mı, duasına icabet edeyim. İstediğini vereyim. Bana istiğfar eden var mı, onu mağfiret edeyim.” 10 koşuyor. Cebrail (as), geri gelerek Rabbimin huzuruna varıyor ve “Ya Rabbi, mü’minler hep uyuyor, yalnız bir Mecusi uyanık, ona da rızanı vermedim” deyince, yüce Mevla “ey meleğim Cebrail, ben vaadimden dönmem. Sevdiğimiz saatlerde mademki o uyanık, var git rızamı, fazlımı o mecusiye ulaştır” diyor. Cebrail (as) de geliyor, o mecusiye Rabbim’in rızasını veriyor. Tabi öyle olunca o Mecusi de, Ya Samed Ya Samed Ya Samed diyerekten Allah’ı zikretmeye başlıyor. Gördünüz mü o saatlerde uyanık olmanın faziletini. Değerli kardeşlerim, Gecenin üçte biri imsaktan aşağı yukarı üç saat öncesinde başlar. O saatlerde günlük duanı çekemezsen, ne zaman kalktıysan o zaman çekersin; ancak hedefimiz gecenin son üçte birinde uyanık olup, dersimizi o saatlerde çekmeye çalışmak olsun. Günlük dersimizi çekerken nasıl oturacağız, nelere dikkat edeceğiz biraz da onlara değinelim. Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’inde Ali İmran Suresi 191. Ayetinde “Onlar, ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (her vakitte) Allah’ı zikrederler…” buyurmaktadır. Buradan da görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak bizlere ayakta iken, otururken, yan üstü yatarken zâtını zikretmeye cevaz vermiştir. Ancak değerli kardeşlerim, namaz kılmayı ele alacak olursak. Namazın içinden olan farzlarına bir bakalım. Bunlar İftitah tekbiri, kıyam, kırat, rükû, sücut, kadei ahiredir. Kıyam ne? Namazda ayakta durmaktır. Kadei ahire ne? Son rekâtta, ettehiyyatüyü okuyacak kadar oturmaktır. Eğer ki vücudumuzda rahatsızlık, ağrı, sızı vb. yoksa namazımızı direk yan üstü yatıp kılmamız uygun olmaz. Biz zikrullahta, ilhamı namazdan; mevlit evlerimizde ise, cami adabından alıyoruz. Günlük dersimizi de namazdaki gibi iki dizimizin üzerine oturarak çekersek değerli kardeşlerim, daha hayırlı olacağına inanıyorum inşallah. Bu oturuş şekli, Peygamber oturuşu- mahrum eyleme Ya Rabbi” diyoruz. Ondan sonra Destur Medet İmdat Ya Hz. Allah (cc), destur ya Cibril-i Emin, şefâat ya Resulullah Muhammed (sav) Efendim Hazretleri, destur medet imdat himmet Allah’ın izni ile Ya İmamı Ali, İmam Hüseyin, destur medet imdat Ya Pirim Efendim Şıh Abdülkâdir Geylânî’m, destur medet imdat ya Dede Osman Avni Babam, Hacı Ömer Hüdaî Babam, Hacı Muhammed Babam, Hacı Mustafa Hayri Babam, Sultanım Mürşidim Niyazi Babam (destur himmet medet Hocamız Emin Babam), bunlar ve bunlar arasında gelmiş geçmiş cümle silsile-i meşayıh-ı kiram efendim hazretleri destur medet, imdat, himmet destur deyin. dur. Öyle oturamıyorsak, o zaman da bağdaş kurarız. Bu oturuş şekli de, Hz. Âdem’in oturuş şeklidir. Eğer dizinde rahatsızlık var ve bu ikisini de yapamıyorsan, o zaman da nasıl rahat ediyorsan öyle oturursun, hatta istersen ikisini de uzatabilirsin. Özetleyecek olursak, günlük dersimizi çekerken iki şekil oturuşumuz varmış. Biri iki dizimiz üstüne oturarak, diğeri ise bağdaş kurarak; ama bağdaş kurmayı biz en son tercih edeceğiz, çünkü fazileti diğerine nazaran daha azdır. En güzeli, namazda olduğu gibi, iki dizimizin üzerinde oturup dersimizi öyle çekmektir. Değerli kardeşlerim günlük dualarımıza başlarken evvela üç ihlâs bir Fâtiha okuyup: “Peygamberim Muhammed (sav) başta olmak üzere, İmamı Ali, İmamı Hüseyin (ra) Efendim Hazretlerinin ruhlarına, Pir Abdülkâdir Geylânî’m, Dede Osman Avni Babam, Hacı Ömer Hüdaî Babam, Hacı Muhammed Babam, Hacı Mustafa Hayri Babam, sultanım Mürşidim Niyazi Babam Hazretlerinin ruhuna, (Hocamız Emin Babamın da ruhu makamına) bunlar ve bunlar arasında gelmiş geçmiş cümle silsile-i meşayih-ı kiram efendim Hazretlerinin ruhlarına, senin rızan için hediye ettik kabul eyle, ruhlarını haberdar eyle, bizlerle beraber eyle, sevgi şefaatlerinden de “Onlar, ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (her vakitte) Allah’ı zikrederler…” Hayri Baba buyuruyor ki, rabıta kurarken evvela gözünüzü bir açın, bakın. Gerçekten o düşündüklerin, ismini saydıkların yanında var mı bir bak, onları varmışçasına bir hisset. Daha sonra gözünüzü yumun, dilinizi damağınıza dayayın, boynunuzu kırın, kalbinize bakarak ölüm halini tefekkür ediyoruz. Ölüm halini düşündükten sonra Rabıta kurarken de, Resulüm Muhammed Efendim Hazretleri sırtını vermiş Beytullah’a ister Mültezem’in orada istersen altınoluğun altında hayal et. Resulullah’ın sağında İmam Ali’m, solunda İmam Hüseyin’im, Hocamız Emin Babam da Resulümün dizinin dibinde oturuyor. Bizler de mürşidimizin dizinin dibindeyiz. Diğer mürşitlerimiz de etrafını halka gibi çevirmişler, inşallah. Sağında Hayri Babam Hz., solunuzda Niyazi Babam Hz. arkanda Pir Abdülkâdir Geylânî’m, manevi eli de başının üstünde öyle düşünün. Hocamız Emin Babamın da takkesi başımda, cübbesi sırtımda, deyiverin inşallah. Eğer böyle yaparsak değerli kardeşlerim, inşallah ibadetlerimiz ciddi ve güzel olur. Vesvese az olur, hatta bu rabıtayı şerife-i bozmadıkça, neredeyse vesvese senin kalbine gelmez. Eğer geliyorsa, bil ki rabıtan tam değil, bozuk demektir. Sık sık icap ederse, Medet imdat Ya Allah, yetiş Ya Resulullah, himmet Ya İmam Ali’m, İmam Hüseyin’im, Pir Abdülkâdir Geylânî’m, Hayri Babam, Niyazi Babam, Emin Hocam Destur Allah’ın izniyle Himmet deyiverin. Dersimizde, dualarımızı hediye konusuna da değinecek olursak. Ders kâğıdında ilk başta kimlerin isimleri varsa, onları yukarıda saydık, ilk hediye onlaradır. Onun haricindekilere, dersimizin sonundaki ikinci hediye sırasında vereceğiz. İlk hediyede yalnız silsilemize veriyoruz. Bunu da şöyle anlatayım. 11 Hayri Baba buyuruyor ki, rabıta kurarken evvela gözünüzü bir açın, bakın. Gerçekten o düşündüklerin, ismini saydıkların yanında var mı bir bak, onları varmışçasına bir hisset. Varlık benlikten Allah’a sığınırım, bir gün, dersimizde dualarımı hediye ederken Resulümden sonra Ebu Bekir Sıddık, Ömer-ül Faruk, Osman-ı zinnureyn, Ali-yel Murtaza, İmam Hasan, İmam Hüseyin Hz.’nin ruhlarına diye duaları hediye ederdim, tabi mürşidimden izin almadan. Böyle dua hediye ederken, bir gün baktım ki hakikaten de Niyazi Babam’a gelinceye kadar, bu saydıklarımın hepsi, diğer mürşitlerim de dâhil geldiler, görünüyorlar. Hz. Ebu Bekir Sıddık’ın önünde bir namazlağı, arkasında bir namazlağı, elbisesi o kadar. Öyle cübbeydi, pardösüydü böyle bir şey yok, bir de tacı var mıydı onu da hatırlayamadım. Değerli kardeşlerim, Cenab-ı Hak, bunları böyle gösterdiği gibi, hatta cübbeleri nedir, ellerindeki tespihlerinin rengi nedir, bunları dahi dilerse gösterebiliyor, gösteriyor. Tabi o zaman ne olup bitiyorsa doğru Niyazi Babam Hz.’ne anlatır, bugün böyle oldu bugün şöyle oldu diye rapor verirdim. Bu bilgiyi vermeye gittiğimde de, baba durum böyle böyle deyince, Niyazi Babam Hz. birden bozuldu. Eyvah dedim yahu, biz bir hata işledik. Peki, hatamız ne? Bizim Hz. Ebu Bekir Sıddık, Ömer-ül Faruk, Osman-ı Zinnureyn’i oraya katarak ders kâğıdımızı ve sırasını bozmamız. Tabi durum böyle olunca, daha sonra bu durumu düzelttik. Akabinde hemen rüyalar da düzeldi ve Niyazi Babam Hz.’nin yüzü de güzelleşti, o öfkeli hali de gitti. Yani ilk başta silsile-i meşayıhlarımızı sayarken, İmam Hasan Hz.’ni söylemeyip, dersimizin sonundaki ikinci hediyede söyleyeceğiz. Bu olur mu, olmaz mı, şöyle olsun böyle olsun falan dersek olmaz. İşin doğrusu ve güzeli, senin feyizli faziletli dediklerinle, doğru dediklerinle veya senin kendince bildiğinle şekillenmiyor. Allah’ın izni ile Resulün şefaati ile İmamı Ali, İmamı Hüseyinlerin, Pir Abdülkâdir Geylânî’m, Hayri Babamların, Niyazi Babamların ve bunlar arasında gelmiş geçmiş cümle meşayıhlarımızın içtihadı ile oluyor. Onların 12 bildiği, onların emrettiği güzeldir. Bize düşen neydi, ol sultanlarımın emrini tutup, nehyettiklerinden de kaçınmaktır. Oralara dilimizi uzatmayacağız ve onların çizgisinden de asla taşmayacağız. Dersin sonunda okuduğumuz bir Fâtiha ve üç İhlas’ı Şerife’yi hediye ettiğimizde işte o zaman, İmam Ali’den sonra İmam Hasan’ı oraya katacağız. Pirlerimizi mürşitlerimizi saydıktan sonra da, Ya Rabbi ana, baba, aile efradımızın ve isimlerini sayamadığımız kaynana, kaynata, kardeş, çocuk bilcümle akraba ve taallukatlarımızın ruhlarına ve ruhaniyet makamlarına, kâffe ehli imanın ruhlarına hediye ettik diyeceğiz. Dua kâğıdında ne yazıyorsa buna bağlı kalalım. Duayı çok uzatırsak, uzun dua cemaati sıkar. Hatta Niyazi Babam Hz.’nin ana babalardan başkasına hediye verdiğini görmedim. Ana, baba, kardeş, çocuk, akraba onlara da hediye edilebilir. Bunu niye söylüyoruz, hani bazı kardeşlerimiz Hacı Bayram Veli Hz.’ni, İstanbul’da Eyüp El Ensari, Aziz Mahmut Hüdaî Hz.’ni veya diğerlerini tek tek sayıyorlar ya… Bu olur da, olmaz da değerli kardeşlerim. Olmaz tarafını bir misal olarak söyleyelim. Biz aklımızca sevdiklerimizi sayıyoruz ya, örnek verecek olursak, duanın sonunda Mevlana Hz.’ni söyledin, ama onun mürşidi olan Şems Hz.’ni söylemedin. Daha orada nice eren evliya var, onları da söylemedin. Bu neye benzer, biliyor musunuz değerli kardeşlerim? Bütün evliyalar oturuyor, sen tuttun orada sadece Mevlana Hz.’ne kabak tatlısı ikram ettin. Diğerlerine yok. O zaman ne olur? Hani derler ya, biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar diye, iş ona benzer. Ayırt edersek bir sofrada üç beş kişi yemek yiyor; ama üç beş bin kişi de yemiyor. Niye ayırıyorsun onları. Hâlbuki Allah’ın rahmeti sonsuzdur. Bizler de mümkün mertebe, ders kâğıtlarımızda yazanları söyledikten sonra, diğerlerine de eren evliyanın, şehit şühedanın, âşık sadıkların ve kâffe ehli imanın ruhlarına Fâtiha diyerek söyleyeceğiz. Tek tek kendimize göre aklımıza geleni sayıp diğerlerini saymayarak, ayırt etmeyeceğiz. Ondan sonra küçük yaşımızdan bugüne kadar bilerek bilmeyerek amelen itikaden veya bildiğim unuttuğum külli günahlarımıza tövbeler tövbesi olsun Ya Rabbi Estağfirullah, Tövbeler tövbesi olsun Ya Rabbi Estağfirullah, Tövbeler tövbesi olsun ya Rabbi Estağfirullah deyip duamıza başlayalım inşallah. Değerli kardeşlerim eskilerden duyan ar- kadaşlarımız çoktur, Nur içinde yatsın Niyazi Babam Hz. buyurdu ki: “Kim bu duaları okur, namazını kılar, haramın da her çeşidinden kaçarsa, söyleyin onlara, onların gideceği yer cennettir.” buyurmuştur. Çektiğimiz duaların feyiz faziletleri ise tabi ki ilk giriş üç İhlâs birer Fâtiha okuduktan sonra destur diledikten sonra hafif bir rabıta aldıktan sonra ne yapıyoruz biz estağfirullah elhamdülillah diyoruz bunları her okuduğumuzda cenneti âlâdan bir köşk verilir buyruluyor, onun o insanın denizlerin köpüğü kadar günahı olsa o hamd ettiği için Allah onun günahını bağışlar diyor ve cenneti âlâdan da bir köşk verir. Neden Estağfirullah Elhamdülillah demenin feyiz ve fazileti hatta bunun Peygamberim as Efendim Hz. ben günde yüz kere günahıma tevbe ediyorum. Estağfirullah-Elhamdülillah diyorum. Siz de deyin diye emrediyor. Ama biz ne Allah’ın emrini ne Resulullah’ın sünnetini hepsini kenara itip nefsimizin istediğini yapıyoruz. Onları okumayan insanları her ne kadar Allah yarattı ise Allah’ın kulu Resulullah’ın ümmeti olması gerekirken nefsin kulu şeytanın kölesi ve onun içtihadını yapmış oluyor. Hâlbuki Rab olarak biz Allah’a tabiyiz din olarak İslam’a tabiyiz rehber olarak Kur’an’a tabiyiz örnek önder olarak resulüme ve onun ehlibeytine bağlıyız. Sen bunları kenara it veya hafife al tanıma nefsine göre hareket edersen nefsin kulu şeytanın kölesi olmuş olursun ki imanın zayıf olur ve tehlikeli olur. Evet, EstağfirullahElhamdülillahın anlamı bu, feyiz fazileti de bu hatta Kur’an-ı Kerim’de çok çok günahınıza tevbe edin Allah’ı çok zikredin diye Ayetler de var. Biz Ayet’e ve Resulümün sözüne uyalım. Rabbimiz Allah örneğimiz Resulüm Muhammed (as) dinimiz İslam rehberimiz Kur’an-ı Kerim örneğimiz önderimiz Resulüm Muhammed (as) ve ona tabi olan İmam Ali’m, İmam Hüseyin, Pir Abdülkâdir Geylânî’m, Hayri Babam, Niyazi Babamlar… İkincisi “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed”, Kur’an-ı Kerim’de bu salâvat var hatta her Cuma, her zikrullahta bu salâvat okunur bizde nasıl okunur bismillah… Cenab-ı Zülcelâl Hz. buyurur ki, her mü’min kul bu Salâvatı Şerife’yi Resulüm üzerine okusun çünkü ben ve meleklerim Resulüm üzerine okuyoruz siz de okuyunuz diyor yani bu salâvat, hem Kur’an hem dua hem tespih hem de salâvat. Hatta bazı yerlerde Resulüm Allah’ın izni ile Resulün şefaati ile İmamı Ali, İmamı Hüseyinlerin, Pir Abdülkâdir Geylânî’m, Hayri Babamların, Niyazi Babamların ve bunlar arasında gelmiş geçmiş cümle meşayıhlarımızın içtihadı ile oluyor. 13 Muhammed (as) buyuruyor ki, her kim bu Salâvat-ı Şerife’yi günde yüz kere veya daha fazla okursa hatta Cuma günü daha fazla okursa söyleyin onlara o insan bu salâvatı çok okuduğundan ötürü Allah onu affeder ve bana kavuşmuş olur diyor. Biz de şimdi bu ibadetlerden kaçacak yer arıyoruz. Allahtan kurtulamayacağımıza göre Allah’ın azabından da kurtulamazsın. Öyle ise gel Allah’a yürü yol kapanmadan, zikret Mevla’yı dilin durmadan. Gel rabbini zikret aklın varsa. Kelime-i Tevhid ise, İslam’ın anahtarıdır cennetin anahtarıdır Resulüm Muhammed buyurur ki kim bir kere aşk ile “Lâ İlâhe illâllah” derse ağaçlar kalem olsa denizler mürekkep bütün melekler kâtip olsa onun bir sefer aşk ile okuduğu Tevhid’in sevabını yazmakla bitiremezler diyor. Başka bir Hadisi Şerifte kim ki bir kere aşk ile Lâ İlâhe illâllah derse yedi kat sema dağlar ile denizleri ile terazinin bir kefesine konsa bir kefesine de Lâ İlâhe illâllah konsa yine ağır gelir Lâ İlâhe illâllah. Rehberimiz Kur’an.Eğer rehberine hor bakarsan Kur’an da sana hor bakar bir gün. Rehberimiz Kur’an’dan örnek önderimiz Resulullahtan ayrılmayalım, kimsenin lafına da asla kanmayın… sanı, inkâra götürür insanı. Allah imanlarınızı kurtarmadan bu âlemden ayırmasın inşallah. Dua kâğıdı veriyoruz. Dua kâğıdımızı verirken Kur’an-ı Kerim’de yine Fetih Suresi onuncu Ayetinde siz el ele tutuştuğunuz zaman ben sizin elinizin üzerindeyim diyor Allah. O anlaşma ne güzel anlaşma o sözleşme ne güzel sözleşme, ben ve meleklerim de yanınızda ve şahidinizdik. Sözünde duranlara söyleyin Cennet-i âlâda onlara köşkler saraylar verilecek. Sözünde durmayanlara da söyleyin Cehennem’de veyl deresi diye bir vadi vardır gideceği yer oradır. İki yol var üçüncüsü kesinlikle yok biri Cennet yolu biri Cehennem yolu. Tavsiyelerimizi tutar, itikadınızı güzel tutarsanız Cennet Cemalullah yurdunuz olsun inşallah. Ben namazımı kılmam bu duaları da okumam ben cennete giderim. Bunlar Allah’a sıcak bakmayanların sözü, Peygamberimi sevmeyenlerin sözü, onlara hiçbir zaman aldanmayın, Kur’an’dan ayrılmayın, Resulümden ayrılmayın yavrularım… Değerli arkadaşlar günlük dersimizi aksatmayalım. Bir gün Ankara dışından bir kardeşimiz geldi, ona dua verdik eski camimizde. Camiden gittikten sonra memleketine varınca o gün dersini âcizane okumuş fakat bir tanesini eksik okumuş. O gece rüyasında cübbeli sarıklı birisi geliyor kalk seni Abdülkâdir Geylânî çağırıyor diyor. Peki dedim abdestimi aldım çıktım yola onunla önlü arkalı gidiyoruz bir yerde baktım ki Bağdat diye yazıyor. Saddam’ın da boy resmi var. Bağdat’a geldiğimiz belli oldu diyor, o bizi götüren insan türbe-i saadete götürdü, selam verdi. Efendim işte istediğin ihvanını getirdim, buyur diyor öyle deyince kabirden Pir Abdülkâdir Geylânî buyurdu ki “oğlum dün dersini okurken sehven unuttun buradan varınca hemen onu kaza et emi” demiş. Buna dayanarak dersini okumayanlar kaza etsin en azından yüzden edemese de otuz üçten, on birden olsun etsinler de Mevla’nın azabından gazabından kurtulsunlar. Öyle ise gel Allah’a yürü yol kapanmadan, zikret Mevla’yı dilin durmadan. Gel rabbini zikret aklın varsa. Dördüncüsü lafza-i celal. Mevlidi şerifte, bir kez Allah dese aşk ile lisan dökülür cümle günah misli hazan. Günahlarının dökülmesini istiyorsan gel Allah’ı zikret yoksa günahlar yarın kabrinde altına ateş olarak döşenir. İsmi pak olur zikreyleyen her murada erişir Allah diyen. Yani gel Allah’ı zikret manevi defterin pak olsun silinsin ki Allah’ın huzuruna günahlardan arınmış, Kur’an’ın nuru ile boyanmış olarak inşallah böyle cennete gidesin… Beşincisi İhlâsı Şerif. Resulüm Muhammed (as) “üç İhlâs ve bir Fâtiha’da bir hatim sevabı vardır. Eğer otuz üç kez okursan bu duaları her gün defterine on bir hatim sevabı yüz kere okursan otuz üç hatim sevabı defterine yazılır” diyor. Yani bizim her gün bir hatim indirmemiz mümkün değil o güç yok bizde, lakin İhlâsı okumaya gücümüz var. O bakımdan değerli kardeşlerim inşallah bu kadar hatim sevabını amel defterimize yazılır. Böyle olmaz falan o tür şeylere girmeyin. Allah’ın sözünü birini tutup birini reddetmek imandan eder in- 14 Devamı Dergimizin 11. Sayısında… Mehmet Emin UZUNOSMANOĞLU DOST BAHÇESİNİN GÜLLERİ KADİRİLER DERLER BİZE Dünya ve ahiretin padişahı Şah Abdülkâdir’dir (ks) Evlad-ü Âdemin (insanoğlunun) serveri, Şah Abdülkâdir’dir (ks) Güneş, Ay, Arş, Kürs, Kalem bunların cümlesi Nurunu, Şah Abdülkâdir’in kalbinden aldılar...1 Seyyah olup şu âlemi ararsan, Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz, Ceddi Muhammed’dir eğer sorarsan, Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz…2 Üstadı Olmayanın üstadı şeytandır… A llah-ü Teâlâ kullarından birini veli yapmak dilerse, onun Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) huzuruna getirilmesini emreder. O kişi Resulullah’ın (sav) huzurunda hazır olunca Efendimiz (sav) emreder ve “Oğlum Seyyid Abdülkâdir’e götürün vilayet makamına liyakat ve istihkakını görsün” buyurur ve kişiyi Gavs’ül-âzam’a götürürler. Eğer Gavs Hazretleri, onu vilayet makamına layık görürse, ismini Muhammedi defterine yazar. Mübarek belgeye Resulullah’ın emri ve tasdiki konur. Ona vilayet berat ve hil’ati tertip edilip, Gavs’ül-âzam’ın emrine verilir. O da sahibine ulaştırır. İşte bu veli gayb ve şahadet âleminde makbul ve selamette olur. Bu vazife kıyamete kadar, Gavs’ül-âzam’a verilmiştir. İşte böyle büyük bir zâtın talebeleri olmaya adayız biz… Hicri V. asırda İslâm âleminde karışıklıklar, kav1 Gayb'ın Dili; Abdülkâdir Geylânî ‘nin (ksa) menkibeleri, hükmetli sözleri, kadiri tarikatı ve evradı; Muhammed Sadık Ul Sadi, Tercüme Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa; Kitsan Yayınları ISBN 975 - 7557 - 47 - X Sayfa 334,335; 353, 354 2 Yunus Emre Her kim Abdülkâdir Geylânî Hazretleri kimdir der ise? O ki Muhyiddîn, Gavs’ül-âzam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ulevliyâ, Kutb-i âzam’dır. On iki tarikatın feyiz kaynağıdır. galar ve çekişmeler hüküm sürüyor, bu karışıklık siyasi, dini ve ilmi sahalarda aynı şekilde varlıklarını hissettiriyordu. O vakitler insanlık, dünyaya taparcasına bağlılığı önleyebilecek; ahiret, inanç ve akidesini diriltip insanları Allah’ın rızasına doğru yönlendirebilecek; yöneticilerine sorumluluklarını hatırlatıp geniş halk kesimlerine tek güç olan Allah’ı bildirebilecek; cehalete ve zulme karşı imanı, ruhu yeniden diriltecek bir tebliğciye şiddetle muhtaçtı.3 İşte İslâm; bu insanları yeniden diriltecek tebliğcisine, beşinci asrın sonunda Kâdiriyye Tarikatının kurucusu ve hemen hemen bütün tarikatlarda önder olarak kabul edilen, tasavvufun en büyük siması olarak anabileceğimiz Hz. Abdülkâdir Geylânî ile kavuşuyordu. Her kim Abdülkâdir Geylânî Hazretleri kimdir der ise? O ki Muhyiddîn, Gavs’ül-âzam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul evliyâ, Kutb-i âzam’dır. On iki tarikatın feyiz kaynağıdır. İran’ın Geylân şehrinde 1078’de o mübarek gözlerini dünyaya aç3 el-Füyûzâtü’r-Rabbâniyye fi Evrâdi’l-Kâdiriyye 15 Şunu da muhakkak bilmek gerekir, Abdulkâdir-i Geylânî Hazretleri gibi bir sultan nerede bulunur diyecek olursak, O’nun gibi sultan bulunmaz. mıştır. Künyesi, Ebû Muhammed’dir, babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost’tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid hem de şerîftir. Yani anne ve baba tarafından soyu Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) torunlarına kadar uzanır. Kâdiri Tarikatı’nın ve diğer on iki tarikatın piri ve yol gösterenidir. Kâdirilik nedir diye sorulduğunda ise; bu kutlu yol sevgi, muhabbet ve ilahi aşk yoludur değerli kardeşler. Mayasında iyilik, güzellik, doğruluk ve hakiki aşk vardır. Gaflet uykusundan uyanmak, nefsin kötü alışkanlıklarını ve arzularını bırakmak, kötü arkadaşlardan kaçmak, Allah Resulünün ahlâkı ile ahlaklanmaktır. Bu mübarek okullarda öğrendiklerimiz sayesinde maneviyatımız ve ihlâsımız artar inşallah. Bu mübarek yola girmek salâh erbabı olmuş, kurtuluşa ermiş olanların yollarına girmektir. Bu nurânî yolun ve Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin tasavvuf anlayışı Kur’ân-ı Kerim’e ve sünnete dayanır. Kâdiriliğin beş temel kuralı vardır: Himmeti (niyet ve düşünceyi) yüceltmek, haramlardan kaçınmak, hizmeti güzelleştirmek, azmi arttırmak ve nimete saygı göstermek. Himmeti yüce olanın derecesi yükselir. Haramdan kaçınanları Allah korur. Azmi arttıranın hidayeti sürekli olur. Nimete saygı gösterenin nimeti artar. Bu hususta devrinin Kutb-i A’zamı Niyazi Baba Hazretleri (ks) şöyle buyurmuştur: “Kişi namazını eksiksiz kılarsa, günlük derslerini çekerse ve ha- Zira Allah’u Teâlâ müritlerimden hiç birisini ateşe koymayacağına dair bana söz verdi. 16 ramın her türlüsünden kaçarsa, gideceği yer Cennettir”. Şunu da muhakkak bilmek gerekir, Abdulkâdir-i Geylânî Hazretleri gibi bir sultan nerede bulunur diyecek olursak, O’nun gibi sultan bulunmaz. Fakat O’nun nesli kesilmedi, tavrı, tariki, irşadı ve tasarrufu devam ediyor. Hulefası Rum’da, İran’da, Şam’da, Arap’ta, Hint’te ve Çin’de O’nun desturu ve icazetiyle tarikatını yürütüyorlar. Sultan Abdulkâdir-i Geylânî Hazretleri’nin ruhuyla taliplerini buluşturuyorlar. Hayatında olduğu gibi irşat vazifelerine devam ediyorlar. Hulefasından her biri Mürşid-i kâmil olup irşatlarını gün doğusundan, gün batısına kadar eriştirir. Yeter ki mürid sıdk ile onlara yönelsin, onların tasarrufu derhal yetişir. Hattâ, denizlerin dibinde dahi olsa, onlar bulurlar… 4 Ve bizler O’nun yeryüzündeki halifesini tanıma şerefine nail olduk… Yüce Allah’a binlerce kez hamdolsun, şükrolsun… Tüm bu sözler ışığında nerede olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve kimler ile muhatap olduğumuzu unutmamalıyız. Makalemi Abdulkâdir-i Geylânî Hazretlerinin bizleri derinden etkileyen şu mübarek cümleleri ile noktalamak istiyorum: “Benim müridim iyi olmadığında ben iyiyimdir. Rabbimin izzeti hakkıyçün, ben şarkta bulunduğum halde, elim devamlı olarak garptaki müridimin başı üzerindedir. Eğer, onun bir ayıbını sezersem, doğudan elimi uzatır ve onu örterim. Rabbimin izzetiyçün, kıyamet gününde benim bütün müritlerim geçinceye kadar cehennemin kapısında duracağım. Zira Allah’u Teâlâ müritlerimden hiç birisini ateşe koymayacağına dair bana söz verdi. Her kim, bana intisap ederse, onu kabul eder ve ona yönelirim. Kabirde hiçbir müridimi korkutmamaları için Münker ve Nekir meleklerini yakaladım.”5 Allah her kula bu nuranî yol ile tanışma şerefini nasip etsin… Ömer Faruk Erdoğan Eğitmen 4 Müzekkin-Nüfus, Eşrefoğlu Rumi, c.1, s. 437 5 Müzekkin-Nüfus, Eşrefoğlu Rumi, c.1, s. 436 GÜNLÜK DUÂMIZIN MANASI VE ÖNEMİ Güneş bir gün olsun doğup batmasa ya da aksatsa bir gün bu işleyişi… Acaba kâinat ne olurdu? Kapkaranlık kalmaz mıydı dünyamız? Zikir de güneş gibi hayat kaynağıdır kalpler için… Kalplerimizi bir gün olsun karanlıkta bırakmayalım dostlar. İmanımızı nurlandıran, kalplerimizi arındıran hayat kaynağımızdan bir gün olsun mahrum bırakmayalım kendimizi… Günlük dersimizi aksatmamaya gayret edelim ki temizlensin içimiz… Eûzübillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm Bir Fâtiha ve üç İhlâs-ı Şerif okuyup Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimizin mübarek rûhu şerifine, İmam-ı Ali ve İmam-ı Hüseyin (ra) Efendilerimizin rûhu şeriflerine, Pirimiz Hz. Abdülkâdir Geylânî’nin, Dede Osman Avni Baba’nın, Hacı Ömer Hüdâi Baba’nın, Hacı Muhammed Baba’nın, Hacı Mustafa Hayri Baba’nın, Hacı Niya- zi Baba’nın rûhlarına, Hacı Mehmet Emin Baba’mın rûhunun makamına ve bunlar ara- Zikir de güneş gibi hayat kaynağıdır kalpler için… Kalplerimizi bir gün olsun karanlıkta bırakmayalım dostlar. İmanımızı nurlandıran, kalplerimizi arındıran hayat kaynağımızdan bir gün olsun mahrum bırakmayalım kendimizi… Günlük dersimizi aksatmamaya gayret edelim ki temizlensin içimiz… 17 sında gelmiş geçmiş silsile-i meşâyih-i kirâm efendilerimizin ervâh-ı şeriflerine hediye eyledim. Öncelikle kalbin uyanması, toplanması ve zikre hazırlanması için beş dakika kadar mürşit rabıtası yapılır. Yüce Allah, görmesini bilen kulları için aslında ne büyük nimetler sunmuştur. Söylenmesi bu kadar kolay fakat ağırlığı da o kadar fazla olan bu söz ile kim bilir ne kadar güzel mertebeler bekler bizi… Beş dakika ölüm hâli düşünülür. Çünkü ölüm düşüncesi kulun kalbine yerleştiği zaman, çok sürmez ona hemen tesir etmeye başlar. Bunun sonucunda kişinin dünyaya karşı keyfi azalır, kalbi boş sevgi ve zevklere meyletmez. Ölümü anmak insanı ebedi ahiret güzelliklerine yöneltir, gafleti götürüp kalbi diriltir. Ayrıca bu zikirler yüce Allah’ın huzuruna çıkacağımız günün de bir bakıma provasıdır. Ölüm halini şu düşüncelerle anabiliriz: Bizlerden önce göçenleri çokça anarak, ailelerini nasıl bıraktıklarını, mallarını terk ettiklerini düşünerek, onların mescitlerde ve meclislerdeki boş kalan yerlerine ibretle bakarak… Ayrıca kendi ölümümüzü ve cenazemizi de en ince ayrıntısına dek düşünmek faydalıdır. Nasıl öldüğümüzü, yıkandığımız anı, kefene sarılışımızı, omuzlarda taşınmamızı, arkada bıraktıklarımızı, kabrimizin kenarında beklerken edilen duaları, toprağın altına nasıl konduğumuzu ve üstümüze kapatılan mezarı, herkesin bir süre sonra gidip orada yalnız kalacağımızı, sorgumuzu, Rabbimizin huzuruna çıkacağımızı tek tek düşünmek ve ölümlü olduğumuz gerçeğini kalbe işlemek… Ardından beş dakika Hz. Allah’tan Mürşidine kadar teveccüh ederek düşünürüz. Kâmil mürşitler ibret alınacak varlıklar içinde ilâhî tecellilere en fazla mazhar olan kimselerdir. Çünkü onlar, Allah-u Teâlâ’nın dostu ve yer18 yüzünde halifesidirler. Veliler, kendilerine bakana Allah’ı zikrettirirler çünkü kendileri daima zikir, tefekkür ve huzur içindedirler. Râbıtadaki hedef, mürşidin şahsı değil, onda ortaya çıkan ilâhî tecelliler ve edeptir. Sonra Allah’ı zikretmeye başlarız. 33 veya 100 defa: “Estağfirullah-Elhamdülillah” Estağfirullah, Allah’tan bağışlanma dilemektir. Gelmiş geçmiş tüm günahları bağışlanmış olan Peygamberimiz bile her gün istiğfar ediyorsa, bizler de hata yapsak da yapmasak da her daim bu zikri söylemeliyiz. Elhamdülillah, hamd Allah’adır demektir. Bizler karşılaştığımız nimetler karşısında bu zikir ile Allah’a hamd ederiz. Sonunda: El-Azîm (Yüce olan), El-Kerîm (Cömert olan), Er-Rahîm (Merhameti ve acıması bol olan), Ellezî lâ ilâhe illâ hû (Öyle Allah ki ondan başka ilah yoktur), El hayyel (ebedî hayatla diri olan) kayyûm (her şeyi ayakta tutan, kâinatı yöneten) ve etûbü ileyh (ve yalnızca O’na tövbe ederim) 33 veya 100 defa: “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed” “Allah’ım Hz. Muhammed’e ve âline (aile efradına) rahmet eyle.” demektir. Sonunda: Ve sahbihî ve sellim aleyhi ve aleyhim teslimen kesîrân kesîrâ. (Onun arkadaşlarına da çok çok rahmet eyle.) İlk yaptığımız zikirde Allah’ı anmıştık, burada ise Peygamberimizi anarız. Allah’ın rızasını kazanmak için, kıyamet gününde Peygamberimize komşu olabilmek için, O’nun (sav) bizi çok sevdiği gibi bizler de O’na (sav) olan sevgimizi gösterebilmek için salât ve selam yollarız. 33 veya 100 defa: “Lâ İlâhe illâllah” Allah’tan başka İlah yoktur anlamına gelen kelime-i tevhid, imanımızın başlangıç noktasıdır. Çünkü bu kelime Allah’tan başka hiçbir gücün, kurtarıcının, ilahın olmadığına inanmayı, bunu kabul etmeyi gerektiren bir sözdür. Terazinin bir kefesine Lâ İlâhe illâllah kelimesini koysanız, diğer kefesine de yedi kat gökleri ve yerleri ve içindeki her şeyi ve yaratılmış olan her şeyi koysanız “Lâ İlâhe illâllah” ağır gelir. Yüce Allah, görmesini bilen kulları için aslında ne büyük nimetler sunmuştur. Söylenmesi bu kadar kolay fakat ağırlığı da o kadar fazla olan bu söz ile kim bilir ne kadar güzel mertebeler bekler bizi… Sonunda: El-Melikül-hakku’l-Mübîn (Her şeyin apaçık sahibi olan Allah), Muhammedün Resûlüllah sâdıkul va’dul Emin (Muhammed, O’nun dürüst ve sözünde duran resûlüdür.) 100/300/500 defa: “Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Allah, Allah, Allah…” Sonunda: Celle Celâluhû âmme nevâluhû velâ ilâhe gayrühû (Allah’ın şanı, O’nun dışındaki her şeyden daha yücedir) Allah’ı zikretmek en büyük iştir ayeti inmiştir. Bizler de Allah’ı onun kapsayıcı ismi ile anarız. 33 veya 100 defa: “İhlâs-ı Şerif” yani; Bismillâhirrahmânirrahîm. Kul hüvallâhü ehad. Allâhü’s-samed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad. Sadakallâhülazîm Anlamı: (Ey Muhammed!) De ki: O Allah birdir. Allah her şeyden müstağni ve her şey O’na muhtaçtır. O doğmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir. (Sadakallâhülazîm) (Azim olan, Yüce olan Allah doğru söyledi.) Biz bir söz verdik… Bu dersi almış olmak bir ahitleşme yapmış olmaktır. Biz duamızı alırken onu uygulayacağımıza dair bir söz verdik. İhlâs Sûresi, Allah’ı birleme sûresidir. Bütün ayetlerinde Allah’ın birliği, doğmamış ve doğurmamış oluşu, her şeyden farklı oluşu gibi özelliklerinden bahseder. Yeniden; “Bir Fâtiha ve üç İhlâs-ı Şerif okuyup Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimizin mübarek rûhu şerifine ve cemi peygamberlerimizin ruhlarına, İmam-ı Ali, İmam-ı Hasan ve İmam-ı Hüseyin (ra) Efendilerimizin ruhlarına, Pirimiz Hz. Abdülkâdir Geylânî’nin, Dede Osman Avni Baba’nın, Hacı Ömer Hüdâi Baba’nın, Hacı Muhammed Baba’nın, Hacı Mustafa Hayri Baba’nın, Hacı Niyazi Baba’nın ruhlarına, Hacı Mehmet Emin Baba’mın rûhunun makamına ve bu yoldan gelmiş geçmiş bilcümle silsile-i meşâyih-i kirâm ve mürşidân efendilerimizin ervâh-ı şeriflerine, âhirete intikal eden anamın babamın ve bilcümle Müslüman kardeşlerimizin ruhlarına hediye eyledim.” diyerek duamızı bitiririz. Dersimizi çekerken söylediğimiz kelimelerin anlamlarını ve faziletlerini sizlerle paylaşmaya çalıştık. Neyi niçin yaptığını bilmek kalbe his katar, samimiyet katar. Dualarımızın yalnızca dil ile yapılan tekrarlardan çıkıp kalbe yönelmesi için bu yazımızın bir köprü oluşturması niyetindeyiz. Gayretimiz şunun içindir ki; tefekkürsüz ve hissiz zikir olmasın. O’nsuz (cc) olmasın. O (cc) olmadıktan sonra salâtlarımız (namaz, dua, zikir) hep mecaz ama O’nunla (cc) her mecazımız Salât! Biz bir söz verdik… Bu dersi almış olmak bir ahitleşme yapmış olmaktır. Biz duamızı alırken onu uygulayacağımıza dair bir söz verdik. Bu duanın, Peygamber Efendimizden (sav) başlayarak silsiledeki pek çok Allah dostlarının bir emaneti olduğunu ve sözümüzü de aslında onlara verdiğimizi hiç unutmayalım. Gelinlik ve damatlıklarımızla girdiğimiz bu yoldan kefenimiz ile çıkana dek verdiğimiz söze samimiyetle uyalım dostlar… Selam ve dua ile… Esra Erdoğan Psikolojik Danışman 19 HAFTALIK DUÂMIZ VE MANALARI Eûzübillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm Rabbimize ne kadar şükretsek az. Başta bizi Müslüman bir kul olarak halk ettiği için, sonra da çeşitli vesileler ile bizi bu evliyaullah yolunda buluşturduğu için O’na sonsuz hamdü sena olsun. Yolumuzun güzelliğini ne kadar anlatsak da içinde olup yaşamadan kişinin onu idrak etmesi tam anlamıyla mümkün değildir. Bu yolun yolcuları Kur’an ve sünnet ışığında bir yol izlerken Rabbini en güzel isimleriyle tesbih etmekle de meşguldürler. Çünkü bu yolun yolcuları “Sabah ve akşam, içinden yalvararak ve korkarak, aşikâreden (içten hafif) bir sesle Rabbini an (dua ve zikret). Gafillerden olma!”1 hitabına hakkıyla uymak için çalışmaktadırlar. Tasavvuf ehlinin zikre çok önem vermesinin en büyük sebebi de zikrin belli bir zamanının olmayışıdır. Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi kişi farz ya da sünnet olarak her daim zikirle yükümlüdür. Namaz ibadetlerin en şereflisi olduğu halde bazı vakitlerde kılınması caiz değildir ama kalp ile Tasavvuf ehlinin zikre çok önem vermesinin en büyük sebebi de zikrin belli bir zamanının olmayışıdır. 1 A’raf / 205 20 zikir bütün hallerde devam eder. Allah’u Teâlâ bir başka ayeti kerimesinde “Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken her vakit Allah’ı anarlar.” buyurmuştur.2 Biz de birer tasavvuf yolcusu olarak gerek günlük gerekse haftalık tesbihatlarımızla Rabbimizi gereğince ve hakkıyla zikretmeye ve övmeye çalışmaktayız. Günlük tesbihatımızı seher vakti seccademiz üzerinde Rabbimizle baş başa bir halde yaparken, haftalık tesbihatımızı da ihvan kardeşlerimizle bir araya gelip cemaat güzelliğinde Rabbimizi anarak, zikrederek yaparız. Resulullah (sav) Efendimiz bir hadisinde “Cennet bahçelerini gördüğünüz zaman yayılın” buyurduğunda Resul-ü Ekrem’e “Cennet bahçeleri nedir?” diye sorduklarında buyurur ki: “Zikir meclisleridir.” Allah bizleri o cennet bahçelerinden ayırmasın. Peki, bizler hep bir ağızdan Rabbimizi anarken onu hangi isimleri ile o isimlerindeki hangi manalar ile anmaktayız biliyor muyuz? Dilimizden çıkıp kalbimize vuran o lafızlarda hangi manalar var ki bizi halden hale sokuyor, manevi kapıların eşiklerine ulaştırıyor? Gelin hep beraber bakalım. Zikrullah üç mertebedir. Birincisi, avamın zikridir; gönülden yapılmayıp sadece dil ile yapılan zikirdir. İkincisi, havasın zikridir; hem dil hem de gönül ile yapılan zikirdir. Üçüncüsü ve en güzeli ise hassül havasın zikridir; hem dil hem gönül hem de bütün uzuvlarla yapılan zikirdir. İşte biz de Allah’ın izni ile 2 Ali İmran / 191, Kuşeyri Risalesi, Zikir. hassül havasın zikrini örnek alarak, “Niyet ettik Rabbim zatını zikretmeye” deyip niyetimizi alıp, Kur’an’ın kısa hatmi şerifi olan bir Fâtiha ve üç İhlâsı okuyup bağışladıktan sonra rabıtamızı alıp, Allah’ın huzurunda olduğumuzu idrak ederek, Resulümün, pîrimizin ve mürşitlerimizin de yanımızda hazır bulunduğunu düşünerek edep ile tövbe kapısına varıyoruz. Hep birlikte Estağfirullah diyoruz, “Allah’ım bağışla beni, bizi!”. Estağfirullah el- Azîm Yâ Mâlikel mülkil kâdim, “Sabit olan mülkün sahibi Allah’ım bağışla bizleri…”. Estağfirullah el-Azîm Rabbel berâyâ, “Ey büyük Allah’ım bizleri bağışla ve kötülüklerden uzaklaştır”. Estağfirullah elAzîm minel hatâyâ, “Ey büyük Allah’ım ha- Senden medet umarız. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduklarının yolunu, gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil. talarımızdan dolayı bizleri bağışla”. Allah Estağfirullah dâim Estağfirullah, “Allah’ım bizleri bağışla ve devamlı eyle affını bizlere”. El-Azîm, el-Kerîm, er Rahîm ellezî Lâ İlâhe illâ hû el hayyel kayyûm ve etûbü ileyh, “Ey büyük olan, cömert ve şerefli olan Allah’ım; Senden başka ilah yok. Diri olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan da sensin Allah’ım. Senden affını dileriz.” Allah’ın izniyle tövbemizi edip kalbimizin karasından kurtulmuş bir şekilde duamıza devam ediyoruz. Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm, “Kovulmuş şeytanın şerrinden Rahman ve Rahim olan Allah’a sığınırım” dedikten sonra fazileti çok olan her türlü derde şifa olan Fatiha suresini okuruz. “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O, Rahman’dır ve Rahim’dir. Ceza gününün Malikidir. (Rabbimiz) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umarız. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduklarının yolunu, gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil. ÂMİN.” İnnallâhe ve melâiketehû yusallûne alennebiyyi, yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve 21 sellimû teslîmâ, “Allah ve melekleri Resullere selam eder. Ey iman edenler, siz de onlara selam edin.” Ayet-i Kerimesini muhatap alır ve Peygamber Efendimiz (sav)’e salât ve selamlar getiririz hep bir yürekten. Allâhümme salli ve sellim ve bârik alâ Seyyidinâ, Muhammedin ve alâ âlihî adede kemâ lillâhi ve kemâ yeliku bi kemâlihî, “Allah’ım salat ve selam ve bereket bizim Efendimiz Muhammed (sav)’e, onun ailesine ve ashabının üzerine olsun. Senin bütün isimlerinin adedince…”. Allâhümme salli ve sellim ve bârik alâ Şemsidduhâ, Muhammedin ve alâ âlihî adede kemâ lillâhi ve kemâ yeliku bi kemâlihî, “Allah’ım salat ve selam ve bereket güneşin duha vakti gibi kıymetli olan Efendimiz Muhammed (sav)’e, onun ailesine ve ashabının üzerine olsun. Senin bütün isimlerinin adedince...”. Allâhümme salli ve sellim ve bârik alâ Nurülhüda, Muhammedin ve alâ âlihî adede kemâ lillâhi ve kemâ yeliku bi kemâlihî, “Allah’ım salât ve selam ve bereket Allah’ın nuru Efendimiz Muhammed (sav)’e, onun ailesine ve ashabının üzerine olsun. Senin bütün isimlerinin adedince..”. Allâhümme salli ve sellim ve bârik alâ Hayrulverâ, Muhammedin ve alâ âlihî adede kemâ lillâhi ve kemâ yeliku bi kemâlihî, “Allah’ım salât ve selam ve bereket iyiliklerde, hayırda ve takvada en üstün olan Efendimiz Muhammed (sav)’e, onun ailesine ve ashabının üzerine olsun. Senin bütün isimlerinin adedince..”. Ve sahbihî ve sellim aleyhi ve aleyhim teslimen kesîrân kesîrâ, “Salat ve selam onun üzerine olsun. Çok, çok, en çok sevgi ve saygım, selavatım Peygamberimiz(sav)’e olsun” der ve Efendimizi anmış olur ve Allah’ın izni ile tövbe ederek temizlediğimiz kalbimizi gül kokuları ile çevrelemiş oluruz. Sonrasında Resulullah (sav) Efendimizin “Be22 “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin, O’nu sabah ve akşam tesbih edin, yüceltin.” nim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en üstün zikir cümlesi, Lâ İlâhe illâllah’tır”3 buyurduğu tesbihe geçeriz. Efdalû zikir fa’lem ennehû, “Zikrin en efdali, en faziletlisi, en güzeli, biliniz ki..” Lâ İlâhe illâllah, “Yoktur ilah Allahtan başka..” deyip kalbimize vura vura zikreder, kalbimizi cilalarız. Sonunda El melikül hakkul mübîn Muhammedün Rasûlallâh sâdıkul va’dul emin, “O gerçek, hak olan apaçık bir hükümdardır. Efendimizin paygamberliği, güvenilirliği ve söylediği her şey gerçektir, o emindir.” Hasbî Rabbî Fadlullah mâfi kalbî gayrullah. Azîz Allah Cellalah nur Muhammed Sallâllah Lâ İlâhe illâllah Muhammed Resûllullah, “Allah’ın fazileti, Rabbimin fazlı bana yeter. Kalbime başkası gerekmez. O, tektir, O’ndan başkasına kalbimde yer yoktur. Efendimiz Muhammed (sav)’ de O’nun elçisidir.”, Sallâllâhu aleyhi ve selem, “Salât ve selam Peygamberimizin üzerine olsun”. Entel hâdî entel hak leysel hâdî illâ hû Allah’ım sen hidayete erdirensin. Sen Haksın. Senden başka hidayet veren yoktur.” , Yâ hû yâ men hû leysel hâdî illâ hû, “Ey Allah’ım, ey tek olan Allah’ım, Senden başka bize hidayet verecek, doğruyu gösterecek yoktur.” Yâ Selâmu Sellim, Yâ Rabbî sellim, “Ey barış veren Allah’ım, bize huzur ver.”, Hû tesliman kesîrân kesîrâ, “Salât ve selamlarımı O’na (Allah’a) teslim ediyorum. Allah’a ve Peygamberine (sav) bağlılığım tamdır.”. Yâ ekremel ekremîn ekrimnâ, “Ey cömertlerin en cömerdi, bize İkram et.”, Bi câhî seyyidil evvelîne vel âhirîn, “Önceki3 Abdülkâdir Geylânî, Sırrul Esrar, Ezkar. lerden ve sonrakilerden, hepsinden kıymetli olan Peygamberime..” Yâ erhamerrâhimîn irhemnâ, “Ey merhametlilerin en merhametlisi, bize merhamet et.”.Bi hürmeti seyyidil evvelîne vel âhirîn, “Önceden ve sonradan gelenlerin Efendisi olan Peygamberimin hürmetine..”. Yâ HAYY Yâ KAYYÛM, “Ey diri ve ebedi olan, Ey kendi zatıyla kaim olup hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin Onunla kaim olduğu..” diye zikrettikçe Allah kalbimizi diriltir, canlandırır. Yâ zel celâli vel ikrâm celle celâluhû âmme nevâluhû ve lâ ilâhe illâ hû, “Ey ikramı ve şerefi büyük olan Allah’ım. Senin şanın çok yücedir, herkesi kaplar. Senden başka hiçbir ilah yoktur.” Ve ALLAH, “Rabbimizin bütün isimlerini ve sıfatlarını içine alan Rabbimin ismi” deriz, Allah’ın Lafza-i Celal olarak anılan en özel ismini çokça zikreder kalbimizi gafletten uyandırırız ve Allah lafzını kalbimizin her bir köşesine nakşederiz. Celle celâluhû âmme nevâluhû ve lâ ilâhe illâ hû, “Senin şanın çok yücedir, herkesi kaplar. Senden başka hiçbir ilah yoktur.”. HU ALLAH, “O, Allah’ın isminin sonundaki ‘H’ harfinin işaret ettiği hüviyet-i zat. Zahir ismiyle işaret edilen, oluşumun kaynağı, Müslümanların fark etmesi istenilen hakikat. Özdeki teklik boyutu”, (celle celâluhû âmme nevâluhû ve lâ ilâhe illâ hû). HAY ALLAH, “Ey diri ve ebedi olan Rabbim”, (celle celâluhû âmme nevâluhû ve lâ ilâhe illâ hû). HAY YA HAY, “Ey diri ve ebedi olan, yaşayan ve yaşatan, hayat veren. Ey hayat veren..”, (celle celâlehû âmme nevâlehû ve lâ ilâhe illâ hû). Rabbim bizi her daim seni bilenlerden eyle, her nefesimizde Senle olmayı nasip eyle, Seni yaşamayı ve yaşatmayı nasip et bizlere niyazları ile zikrimizi sona erdiririz. Hû Allahümme salli alel-Mustafa. Hû Nebiyyer-Risale ve bahrüs-safâ. Hû Çerâğ-ı mescid-i mihrab-ı minber. Hû Ebu Bekir, Ömer, Osman, Yâ Haydar, “Allah’ım salât ve selam Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav)’in üzerine olsun. Ey Risalet Peygamberi, mutlak denizi, safası. Ey mihrabın, minberin, mescidin aydınlığı, ışığı; Sana da Ebubekir’e de, Ömer’e de, Osman’a da, Ali’ye de selam olsun.”, Radiyallâhü Teâlâ aleyhim ecmaîn, “Allah onlardan razı olsun, cümlesinden razı olsun.” Gözlerimizi açar musafaha yaparız. Arınmış kalplerimizin yansımasını birbirimizin yüzünden ve gözlerinden okur şahitlik ederiz. Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim, “Allah’ım salat ve selam Efendimiz Muhammed’e (sav) onun ailesinin ve ashabının üzerine olsun.”, (Hû teslimen kesîrân kesîrâ). Azameti Hüda tekbir, “Allah’ın yüceliği için tekbir getirelim..” Allâhuekber allâhuekber, “Allah büyüktür, Allah büyüktür”, Lâ İlâhe illâlahu vallâhu ekber, “O’ndan başka ilah yoktur, O en büyüktür.”, Allâhu ekber ve lillâhil hâmd, “Allah büyüktür, hamd ve övgü de ancak O’nadır.” Korunma esmalarımızı söyleriz hep birlikte; Yâ Cebbâr, “Dilediğini zorla yapma gücüne sahip olan”, Yâ Muîd, “Öldürüp yeniden dirilten” Yâ Kâdîr, “Kudret sahibi, her şeye gücü yeten”, Yâ Mâni, “İstediği şeylere ve ya kötü ve zararlı şeylere engel olan, dilemediği şeyin meydana gelmesine müsaade etemeyen”, Yâ Nâfi, “Dilediğine fayda veren”, Yâ Dâfi, “Belaları def eden, kederler, gideren”, Yâ Selâm, “Kullarını selamette kılan”. Celle Celâlluhû, “Senin şanın çok yücedir”. Bu isimlerle Allah’ın izni ile kendimizi ve çevremizi koruma altına almış oluruz. Aşr-ı şerif okuyup, duamızı ederek haftalık zikrullahımızı tamamlamış oluruz. İşte kardeşler, bizler bu güzel isimler ile Allah’ı tesbih ediyoruz, O’nu yüceltiyoruz. Bu güzel isimler ile önce dilimizle sonra dilden kalbe geçirerek Rabbimizi zikrediyoruz. “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin, O’nu sabah ve akşam tesbih edin, yüceltin.”4 hitabına uymaya çalışıyoruz. Çünkü biz Rabbimizi ne kadar anarsak O da bizi o kadar anar. Allah bizi her daim Onu anan kullarından eylesin, bu güzel yoldan ayırmasın, cennet bahçeleri olan zikir halkalarında buluştursun bizleri... Tuğba Uzunosmanoğlu Eğitmen 4 Ahzab /41 23 HER KELAMIN ÂLÂSI: LÂ İLÂHE İLLÂLLAH! L â İlâhe İllâllah kelimeyi Tayyibe’si, Muhammedun Rasûlallâh ile birleştiğinde açamayacağı kapı yoktur. Kişi sığınmalı bu manevi gücü olan bu feyizli, rahmeti bol ve koruyucu kelimelere. İlahi manası ve ağırlığı olan Lâ İlâhe İllâllah kelimesi kulun koruyucu örtüsüdür, Yüce Yaratanın gücü ve kudreti ile. Değerli Büyüğümüz Emin Hocamın bir sohbetinde, Lâ İlâhe İllâllah kelimesi üzerine sorulan bir soru için şöyle buyurmuştur; Evinizin kapısını açmak ve girmek için, arabanızın anahtarını binmek için nasıl üzerinizde taşıyorsanız, cennetin anahtarı olan Lâ İlâheİllâllah kelimeyi tayyibesini de cennete girmek için daima kalbinde, gönlünde, aklın- Evinizin kapısını açmak ve girmek için, arabanızın anahtarını binmek için nasıl üzerinizde taşıyorsanız, cennetin anahtarı olan Lâ İlâheİllâllah kelimeyi tayyibesini de cennete girmek için daima kalbinde, gönlünde, aklında ve cebinde taşımalıdır. 24 da ve cebinde taşımalıdır. Bir insan düşünün Allah’ın adıyla uyanan, yemeğe Allah’ın adıyla oturan, evden çıkarken Allah’ın adıyla çıkan ve gün içerisinde her işini Allah’ın adıyla yapan. Birde hiçbir işine Yüce Yaratanın adıyla başlamayan… Hangisinin işi daha kolay olur? Hangisinin üzerinde Rabbinin koruyucu örtüsü olur? Hangisi cennete girmeye Cemalullah’ı görmeye daha yakın olur? Rabbim bizi her daim Lâ İlâhe İllâllah diyenlerden olmayı nasip eylesin. Diyebilecek gücü, sağlığı, aklı bizlere nasip eylesin. Zikrullah meclislerinde de demiyor muyuz; zikrin efdali Lâ İlâhe İllâllah. Gel sen Lâ İlâhe İllâllah cümlesini Muhammedun Rasûlallâh ile birleştir, yani Hz. Allah’ın nurunu, feyzi rabbaniyesini sevgili Peygamberimizin ahlakı ile birleştir. Hiç görmezmiyiz? Her camiye girdiğimizde sağda Cenab-ı Mevla’nın adı hemen solunda Muhammed Lafzayı Celali yazmaz mı? Kul da kulluğunu bilip bu Yüce Yaradan’ın ve sevgilisinin adının altında namaz kılıp ona şükretmez mi? Bizim her ânımızı duyan ve gören Yüce Allah, bize bazı rahmet pencereleri açmıştır. Bunlardan en faziletlisi de Lâ İlâhe İllâllah kelimesidir. Kişi bu pencereden bakmalı ve bu kapıyı daima çalmalıdır. Çünkü bu kapı gönül kapısıdır, sevgi kapısıdır, aşk kapısıdır. Bu kapıların anahtarı da Lâ İlâhe İllâllah’dır. Aslına bakarsanız maneviyatın kapısını aralayan, feyzi rabbaniyeleri üstüne çeken, Hz. Allah’ın nuru ilâhiyesini bir paratoner gibi üstüne çeken, Lâ İlâhe İllallah’dır. Emin Hocam ile bir umre ziyaretimizde Beytullah’a karşı oturmuş sohbetini dinliyorduk. Emin Hocamın sohbeti sırasında bize uzaktan bakan ve bizi duymaya çalışan iki kişi vardı. Sürekli bize hayran hayran bakıyorlardı. Yerlerinde daha fazla duramayıp yanımıza geldiler. Sanki bizim göremediğimiz, fark edemediğimiz bir şeyi söylemek istercesine Emin Hocamın gözünün içine bakıp konuşmak için izin ister gibiydiler. Emin Hocam gözlerine bakıp konuş der gibi bir hareketten sonra konuşmaya başladılar: “Hocam siz sohbet ederken şu yukardan minarenin birinden sizin ve cemaatinizin üzerine bir ışık vuruyordu. Biz ışığın nerden geldiğini anlayamadık. Sonra farkettik ki bu manevi bir ışıktı ve sizin ve cemaatinizin üzerine yansıyordu.” Emin Hocam gülümsedikten sonra bu Lâ İlâhe İllâllah ışığıdır. Kelimeyi Tevhid âşıklarının üzerine vururlar. Cami minarelerinin üzerlerindeki paratonerler ne yaparlar; aldığı elektriği toprağa aynen iletirler. İşte Mürşid-i Kâmiller de Lâ İlâhe İllâllah ehli olduklarından onların da üzerlerine sizin gördüğünüz ışık gibi Hz. Allah’ın feyzi rabbaniyesi, nuru ilâhiyesi bir nur gibi üzerlerine parlar. Rabbim bizi bu nur altından ayırmasın. Bu bir Tevhid çemberi, güzel ahlak çemberi, zikrullah çemberi. Bu çember belki dünya gözü ile gözükmez ama kişi Lâ İlâhe İllâllah dediği sürece bu çemberin içinde bir kale misali kalır. Ne zaman ki Lâ İlâhe İllâllah demeyi bırakırsa bu kalenin duvarları bir bir yıkılmaya Ne zaman ki Lâ İlâhe İllâllah demeyi bırakırsa bu kalenin duvarları bir bir yıkılmaya başlar. başlar. Dolayısıyla mürşidine yakın olan Yüce Mevla’ya yakın olur. Yüce Mevla Hazretleri Lâ İlâhe İllâllah diyebilecek sağlığı, zamanı ve maddi manevi her türlü imkânı bizlere nasip eylesin. Şahsım adına söylüyorum, Lâ İlâhe İllâllah demeden baklava yemektense, Lâ İlâhe İllâllah deyip kuru simit yemeye razıyım. Bu açıdan baktığımızda herkes için hayatında çok değerli şeyler vardır. Kimisi için sahip olduğu araba, kimi için sahip olduğu bir ev, kimi için de çok para sahip olduğu ve değerli şeylerdir. İnsan, zikrullah meclislerine katıldıkça, Lâ İlâhe İllâllah’ın tadını damağında, kanında ve canında hissetmeğe başlayacak ve sahip olduğu en değerli ve önemli şeyin Lâ İlâhe İllallah diyebilmek olduğunu anlayacaktır. Kişi düzenli olarak Lâ İlâhe İllâllah dediği sürece kalbi nurlanmaya ve feyzi rabbaniye ile dolmaya başlar. Bu halini korumaya devam ettiği sürece kalbinden vücuduna açılan pencerelerden bu feyzi rabbaniye diğer uzuvlarına da sirayet etmeye başlar ve bu nur elinde, yüzünde ve diğer azalarında parlamaya başlar. Bu mânâda Lâ İlâhe İllâllah’ın nurunu, feyzini ve rahmetini dünya hayatıyla harmanlayıp, aile mutluluğu içerisinde maddi ve manevi huzur deryasında, helal yaşam sınırlarından çıkmadan bu yaşantıyı ukba âleminde cenneti âlâya taşıyanlardan olmayı Yüce Rabbim Ümmet-i Muhammed’e nasip eylesin. Mehmet Akyüz 25 HOŞGELDİN Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. “Ve mâ erselnake illâ rahmetenlil âlemin.” “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”1 Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmetini âlemlere taşıyan; insanlığın, yozlaşmışlığın zirvesinde güneşe inat kapkara günler yaşadığı zamanları nuruyla aydınlatan ve taşlardan oyulmuş putlar gibi kaskatı kesilmiş kalpleri merhametiyle usul usul okşayan Gönüller Sultanı, HOŞGELDİN. Gelişin, beklenendi aslında. Bulutlar mübarek tenine gölge etmek için bekliyordu ve ömrün boyunca basacağın her taş şükretmek için açmıştı ellerini. Kisra Sarayı’ndaki sütunlar devrilmek için, bin yıldır yanan Mecusi ateşi sönmek için ve utançla Kabe’de dikilen putlar yere serilmek için bekliyordu Seni. Hor görülmekten usanmış gariplerin, her fırsatta ezilip hakkı yenen yetimlerin, utanç kaynağı olarak görülüp canlı canlı toprağa gömülen kız çocuklarının, değersiz bir eşya misali itilip kakılan onuru elinden alınmış kadınların ihtiyacı olan umuttun Sen. “Sen olmasaydın eğer âlemleri 1 Enbiya Suresi, 107. Ayet 26 Gelişin, beklenendi aslında. Bulutlar mübarek tenine gölge etmek için bekliyordu ve ömrün boyunca basacağın her taş şükretmek için açmıştı ellerini. yaratmazdım.” mealindeki mazhar olandın. hadisi kutsiye Ve tam bin dört yüz kırk dört yıl önce o kutlu gecede, o kutlu annenin kollarında şereflendirdin âlemi. Dünyalık heveslere aldanan bizlere yazıklar olsun ki; “Ümmetim, ümmetim!” diyerek açtın gözlerini. Doğumunda bulunanlar şahit: Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifa Hatun, Osman bin Ebul-As’ın annesi Fatıma Hatun şahit nurunun aydınlığına. Asırlar sonrasında hayali bile içimizi titreten büyük buluşmaya tanık olmak ne büyük ayrıcalık, ne büyük lütuf onlar için. Şimdi bizler, yani Senin paramparça olmuş ümmetin tekrar birleşebilmek için, bir olabilmek için yine “Hoş geldin!” diyoruz Sana. Zehirli sarmaşıklar misali kalbimizi sarmalayan kötü huylarımızdan kurtulalım sayende. Tevhid temeli üzerine kurulmuş, rehberi Kur’an, en büyük ziyneti sünnetin olan güzel dinimizi yüceltelim, olması gerektiği gibi. Allah’ın izniyle her anımızı gelişlerinle nurlandır. Kalplerimize, yuvalarımıza, dostluklarımıza, muhabbetlerimize, ibadetlerimize dol. “Hoş geldin” diyerek geçirelim kısacık ömürlerimizi. Sadece doğduğun gün değil her daim anıp yaşayalım ve yaşatalım Seni. “Cennet annelerin ayakları altındadır”2 hadisinle kıymetlenen anneliğimizin, evlatlarınla olan eşsiz muhabbetinden öğrendiğimiz babalığımızın, hor görülmekten kurtardığın yoksulluğumuzun seninle çıkaralım tadını. “Benim kardeşlerim, beni görmedikleri halde bana inananlardır” dedin ya Sen; kendimiz ve bizden sonraki nesiller için hep yeşil umudumuz. Kevser havuzundan bir kâse şerbet lütfedersin belki diye Salâvatlar var dilimizde. Ensar’la birlikte söylüyoruz ilahileri, civar tepelerden Ay gibi doğ üzerimize. Süreyya yıldızı gibi aydınlat yollarımızı. Davetine binlerce şükür, icabet edebilirsek ne mutlu bize. Ey Efendiler Efendisi! Sen ki bütün insani faziletlerin sahibi, olması gereken ideal insan temsilcisisin. Rabbimizin ahlak örneği olarak gösterdiği Zat-ı Şahanesin. Sen ki en büyük acılarla yoğrulurken bile sabretmeyi bilen ve bizlere en değerli armağan olarak örnek yaşamını sunansın. Sen ki susuzluktan çatlamış topraklara rahmet misali yüreklerimize yağan, doğru yolu bulmamız için hayatını 2 Nesai Ey Sevgililerin en Sevgilisi! Sen Muhammed Mustafa’sın. Var olduğun ve dünyayı şereflendirdiğin zamanlara şükürler olsun. Mevla’ya dua ile geçirensin. Ey Sevgililerin en Sevgilisi! Sen Muhammed Mustafa’sın. Var olduğun ve dünyayı şereflendirdiğin zamanlara şükürler olsun. Gelişlerin hiç bitmesin Allah’ın izniyle. Öyle ki başımızın öne düşeceği, acziyetimizin sınırındaki o büyük Hesap Günü’nde bile gel ve tut ellerimizden. Korkudan titreyen el ve ayaklarımız derman bulsun, sadrımıza sığmayan yüreğimiz çatlamaktan kurtulsun. Dilimiz dönmez, sesimiz çıkmaz ama cesaret edebilirse eğer kalbimiz konuşsun: Hoşgeldin Efendim! Hanife Kadiroğlu Eğitmen 27 BİLİNMEYENE YOLCULUK S on zamanların en güncel konularına hemen herkes hâkim. Ne yazık ki biz Müslümanlar açısından çok sevindirici ve gururlandırıcı değil bu konular. Son dönemde yapılan lekeleyici propagandalardan dolayı insanlarda bilinçsiz bir öfke oluştu. Bu sayıdaki konumuz da bu öfkeye ithafen; Gereksiz Tasavvuf düşmanlığı. İnsanoğlunun fıtratı gereği bünyesinde en çok barındırılan duygulardan biridir korku. Ve insanlar bilmedikleri şeylerden korkar çoğu zaman. Bu tasavvuf düşmanlığı da tam burada doğuyor aslında. İnsanlar bilmiyor veyahut yanlış yönlendiriliyor. Öncelikle ‘Tasavvuf‘ kelimesinin dilimizin döndüğünce açıklamasını yapmaya çalışalım. Aslına bakarsanız Tasavvuf bir ilimdir. İlimden zarar gelir mi hiç? Tasavvuf ilmi yerine Ahlak İlmi de denilebilir. Tasavvuf; kalbimizi, ruhumuzu, aklımızı kötü huylarımızdan, düşüncelerimizden arındırıp, iyiye yönelmeyi bilebilmektir. Kalbimizi güzelliklere açmaktır. Hayatımızı dinimiz ile bütünleyip nefsimizi öldürmektir. Bunun nesi korkutucu olabilir ki? Nitekim Tasavvuf’un 700’den fazla tarifi yapılmıştır. Bundan ziya- 28 İnsanoğlunun fıtratı gereği bünyesinde en çok barındırılan duygulardan biridir korku. Ve insanlar bilmedikleri şeylerden korkar çoğu zaman. de Tasavvuf’un makamları da vardır. Bunlar; Zulmet makamı olup nefs-i natıka, o makamda Emmare adını alır. İkincisi, Nurlar makamı olup nefs-i natıka, o makamda Levvame adını alır. Üçüncüsü, Esrar (sırlar) makamı olup nefs-i natıka, o makamda Mülhime adını alır. Dördüncüsü, Kemal (olgunlaşma) makamı olup nefs-i natıka, o makamda Mutmainne adını alır. Beşincisi, Vuslat (kavuşma) makamı olup nefs-i natıka, o makamda Raziyye adını alır. Altıncısı, Fiillerin tecelli ediş makamı olup nefs-i natıka, o makamda Marziyye adını alır. Yedincisi ise, Sıfat ve İlahi İsimlerin tecelli ediş makamı olup nefs-i natıka, o makamda Safiyye adını alır. Tasavvuf düşüncesi Osmanlı Dönemi’nde İslamiyet ile birleşip daha tanımlayıcı bir forma bürünmüştür. Birçok insan İslam’da Tasavvuf olup olmadığını tartışır. Tasavvuf bir düşünceden çok bir yaşam biçimidir. Örneğin ünlü Sufi Osho der ki; “Tasavvuf bir dünya görüşü değil, görmektir. Gerçeğe aşk ile yaklaşmaktır. Varoluşu, yüreğini açmaya zorlamaktır. Dünya görüşü sizi biraz bilgilendirir. Görmek ise, sizi dönüştürür. Ancak dönüştüğünüzde, yaşamın başka yüksekliklerini ve derinliklerini deneyimlediğinizde görebilirsiniz.” İslamiyet’te Tasavvuf var mıdır? Tartışmaları süregelirken “Tasavvuf, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.“ cümlesi her şeyi açıklar. Bir Hadis-i Şerif der ki “Allah’u Teâlâ’yı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor.” Tüm bunların ışığında tepki gösterilecek bir şey var mı sizce? Elbette olabilir fakat bu tepkiler çok masum tepkiler olmayabilir. İslamiyet bir okyanus ise Tasavvuf o okyanusun içerisinde oluşan Med- cezirlerdir. Tasavvuf AŞK’tır. Allah’a olan, İslamiyet’e olan aşktır. Bunun ne kötülüğü olabilir? Siz hiç göllerde oluşan volkanik patlama gördünüz mü? Ben ilk gördüğümde Allah aşkı gelmişti aklıma. İşte Tasavvuf da bu kaynamadır. İnsanın içindeki Allah aşkının dışavurumudur. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Tasavvuf ehlindeki haller ve marifetler, muhabbetin fazla olmasından hâsıl oluyor. Allah’u Teâlâ’nın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor ki, başka şeylerin ismi ve cismi hatırlarına gelmiyor. Başka bir şey görmüyorlar. İster istemez, sevgi sarhoşluğu ile üzerlerini bu halin kaplaması ile başka şeyleri yok biliyorlar. Allah’u Teâlâ’dan başka bir şey görmüyorlar. -Hallac-ı Mansur’un “Enel-hak” demesi gibi.Bu hallerin ve marifetlerin ötesinde başka kemaller ve üstünlükler vardır ki, o, kemalatın yanında bu haller ve marifetler, okyanus yanında bir damla gibidir.” Aslında bunların tümünden sıyrılıp Peygamber Efendimiz (sav) ve Allah’u Teâlâ’yı kalp ile anmak olarak belirtebiliriz. Tasavvuf’un Tarikat ile bağlantısı da tam bu noktada devreye giriyor. Tarikat toplumda bilinenin aksine baskıcı değil baskılardan sıyrılmış ‘Aşk’tır. Televiz- Mü’minler ölmezler, bilakis onlar fani dünyadan beka âlemine intikal ederler. yonlarda izlediğimiz yemek programlarında o meşhur klişe vardır ya ‘Yemeğimizin güzel olması için sevgimizi kattık.’ İşte bu duygu o klişeleri elinin tersiyle itip “Biz gerçeğiz, biz aşk ile anıyoruz Allah’ı, aşk ile yapıyoruz ibadetimizi” diyor. Bu sebepledir ki aşkın yüceliğini Tasavvuf ile birleştirip en büyük aşka, Hakk’a yöneliyoruz. Tasavvuf’u ve bu aşkın yüceliğini görmeyen insanlar oldukça daha çok yanlış anlaşılmalar, daha çok gereksiz düşmanlıklar sürer gider. Allah’tan dileriz ki Tasavvuf’un yoluna yönelip bu aşkı tadabilme şansına nail olsunlar. Yazımızı küçük bir Tasavvufi hikâye ile bitirelim isterim; Peygamber (sav) Efendimiz zamanında zikir ehlinden bir zat vefat etmişti. Ashabın pekçoğu o zatı yıkamaya talip oldu. Hazreti Ömer, Malik oğlu Enes ve Ebû Derda da ayrı ayrı “Ben yıkayacağım.” diye iddiaya başladılar. Bu sırada Peygamber Efendimiz (sav): “Bırakın onu ehli yıkasın. Ebû Derda’yı çağırın. O şimdi zikirdedir. Bu da zikir ehlindendir Onun için onu o yıkasın.” buyurdu. Selman’ı çadırdılar, Efendimiz ona: - Ey Selman! Bu zâkiri sen yıkayacaksın. Çünkü sen de zikir ehlindendin. O da senin gibi zikir ve tevcid ehlinden idi.” buyurdu. Selman’ı Farisî merhumun cesedini tenha bir yere götürüp soydu ve edeb yerini bir bezle örterek yıkamaya başladı. Sıra edeb yerine gelmişti ki, Selman elini oraya uzatınca, merhum eli ile Selman’ın elini iterek, orasına dokundurmadı. Selman ağlamaya, hıçkırmaya başladı. Başını merhumun göğsüne koydu. İçinden türlü türlü sesler geliyor, feryatlarla pazarlık eder gibi Hakla söyleyen sözler İşitiyordu. Hıçkırıklar arasında merhumun kulağına eğilip: - Bir kimse öldükten sonra nasıl dirilir ve hareket eder? Diye sordu. Merhum ona şu cevabı verdi: - Ey Selman? Allah ile beraber olanlar ölürler mi sanırsın? Gönülleri zikrullah ile dirilmiş olanlar, bedenen ölürler. Ben ölmedim ve ancak şimdi yeni bir hayata kavuştum. Sen işini çabuk bitir hele… Selman (ra) daha sonra bu hadiseyi Resulullah’a nakledince, Peygamberimiz şöyle buyurdular; Mü’minler ölmezler, bilakis onlar fani dünyadan beka âlemine intikal ederler. Zeynep Uysal Çipil Editör, Yazar 29 KUL HAKKI NEDİR BİLMİYORLARDI... İ slam, dünya hayatı ve ahiret hayatı için bizlere bir yaşama rotası çizmiştir. İnanan bir insanın nasıl yaşaması gerektiği hakkında birçok Ayet ve Hadis-i Şerif bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi günümüzde dikkat etmediğimiz konulardan biri olan kul hakkıdır. Müslümanlık denince sadece akla ahiret değil dünya hayatında yaşama tarzımız da gelmelidir. Dinimiz zaten dünya hayatını nasıl yaşarsak ahiret hayatımızı o şekilde çizeceğimizi bize anlatmaktadır. Mü’min insan, ibadet ederkenki hassasiyetini dünya yaşamında da göstermelidir. Bizler İslam’ın ibadet kısmını iyi anlamaya çalışırken Müslüman insan gibi yaşamayı da iyice anlamaya çalışmalıyız. Eğer anlamazsak kul hakkı gibi birçok sosyal sebeplerden kaynaklanan günahlara girmek kaçınılmaz olur. Kul hakkı denince akla ilk gelen filanca filancanın parasını vermedi, şu kişiye iftira attılar, evimize hırsız girdi, filanca memur yolsuzluk yaptı gibi birçok şey gelebilir. Ancak kul hakkı denilen olgu bu kadar büyük detaylarda gizli değildir. Çünkü sosyal yaşamımızda her dakika kul hakkına girecek hamlelerde bulunabiliriz. Örneğin; durakta otobüs beklerken bizden önce gelmiş birinden önce otobüse binmeye çalışmak bir kul hakkıdır. Sesli konuşmak, hatta sesli ibadet ederek veya sesli ilahi dinleyerek komşumuzu rahatsız etmek bir kul hakkıdır. Misafir geldiğinde misafiri uğurlarken dış kapıda konuşmak ve böylece apartmanın ışığının yanmasına sebep olmak kul hakkıdır. Trafik kurallarına uymamak kul hakkıdır. Camiye terli gidip insanları rahatsız etmek kul hakkıdır. Sokakta yürürken yere çöp atmak kul hakkıdır. Piknik alanında kimse mangal yakmaz iken siz eğer mangal yakarsınız ve o dumandan insanlar rahatsız olursa bu bir kul hakkıdır. Bunun gibi binlerce örnek verebiliriz. O zaman kul hakkına girmemek neredeyse mümkün değil diyeceksiniz belki de. Eğer bunu diyorsak maalesef İslamiyet’i tam olarak anlayamamışız demektir. Çünkü, İslamiyet çok ince düşünmeyi gerektirir. İslamiyet sadece namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumaktan ibaret değildir. İslamiyet bir yaşama tarzıdır. Öncelikle bunu iyi kavramamız gerekir. Yaşama tarzları arasında da en mükemmel olanıdır. Peygamber Efendimiz’in yaşama stili buna tam anlamıyla örnektir. Ancak sıkıntı zaten burada başlamaktadır. Çünkü biz Peygamber Efendimiz’in hayatını nasıl yaşadığını kaç ayrı kaynaktan kaç defa okuduk. Okumakta yetmez, ne kadarını anlayıp uyguladık. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tefsirini kaç defa okuduk ve anlam çıkararak uyguladık. Kulaktan dolma bilgilerle Müslüman olunur mu? Farkında mısınız Müslümanlar olarak dünyada ne haldeyiz? Maalesef hiç ama hiç anlamamışız. Hatırlayın yakın geçmişte Fransa’da bir dergide yayınlanan ahlaksızca karikatürler yüzünden Müslüman oldukları iddia edilen kişiler, 12 kişinin canını aldı. Maalesef ibretle takip ettim. İnsanlar iyi oldu, Peygamberimize bunu nasıl yaparlar, gördüler işte günlerini diyorlardı. Bunu söyleyenler Müslümanlardı. Çok garipsedim ve çok ama çok üzüldüm. İnsan canına kıymak en büyük kul hakkıdır demedi kimse. Aksine iyi yaptılar diyenler oldu. Dinimizi anlamadığımız veya yanlış yorumladığımız ne kadar belli ediyor kendini. Çünkü, İslam’ı bilen biri bu lafları söylemezdi. Hayal ettim, Peygamber Efendimiz burada olsaydı da Fransa’daki bu katliamı nasıl yorumlardı diye. Aklıma Peygamber Bizler İslam’ın ibadet kısmını iyi anlamaya çalışırken Müslüman insan gibi yaşamayı da iyice anlamaya çalışmalıyız. Eğer anlamazsak kul hakkı gibi birçok sosyal sebeplerden kaynaklanan günahlara girmek kaçınılmaz olur. 30 Anne ve babasının birbirine olan saygısını görerek yetişen çocuklarda üzerine Kur’an adabı ve Peygamber adabı eklendiğinde kul hakkı konusunda ve birçok konuda Allah’ın izniyle örnek bir Müslüman olabilir. Efendimiz’in çektiği zulümler geldi. O’na yapılan vahşi zulümlere karşı verdiği cevaplar geldi aklıma. Peygamber Efendimiz Taif’e İslamiyet’i anlatmak için gittiğinde öldüresiye taşlanır. Yüzü, vücudunun birçok yeri kan revan içindedir. Oradan geri dönerek uzaklaşmak zorunda kalır. O kadar yara almıştır ki ayakkabısının içerisine kadar kanlar dolmuştur. Sadece bedenen değil kalben de yaralanmıştır ve çok ama çok üzgündür. Bir ağacın dibine oturur. Çok hüzünlüdür. Tam o esnada Cebrail (as) Allah tarafından gönderilir. “Sen iste Taif’i yerle bir edeyim Ya Resulullah” der. Peygamber Efendimiz çok incinmesi ve üzülmesine rağmen şu cevabı verir. “Bilmiyorlar… Bilselerdi yapmazlardı.” İşte ben bu yüzden Peygamberime aşığım. Bu yüzden Müslüman’ım. Bu yüzden insanları seviyorum. Bu yüzden yaşamak için, hizmet etmek için çabalıyorum. Bilmiyorlardı o karikatürü çizenler de tıpkı Taif’tekiler gibi. Çünkü biz dinimizi tam olarak bilmiyorduk ki onlara anlatalım. Biz el âlem, şunu çizmiş nasıl çizer diyeceğimize önce hatayı kendimizde aramalıyız. Bizler, bol bol televizyon izleyeceğimize, kulaktan dolma bilgilerle dinimizi yaşayacağımıza, her çıkan Hocaya inanacağımıza oturup dinimizi okumaya öğrenmeye çalışmıyoruz. Kul hakkı gibi hassas bir konuyu önemle anlasak ve yaşatsak, insanlar bu Müslümanlar ne kadar düzgün insanlar kesinlikle kimsenin hakkını yemezler deyip Müslümanlığa ilgi duymazlar mıydı? O karikatürü çizenlere İslamiyet düzgün anlatılsaydı o çizdiklerini çizerler miydi? Yaptığınız bir güzel davranışınız insanları Müslümanlığa yaklaştırabilir. Ama tam tersi de var bunun maalesef. Namazını kılarsın, orucunu tutarsın sonra öyle bir hak yersin ki, insanları Müslümanlıktan uzaklaştırırsın. (Allah korusun) Ne çizerlerse çizsinler biz kendimizi geliştirerek nazikçe dinimizi temsil etmeye, örnek olmaya çalışmalıyız. Kul Hakkı gibi hassas bir olguyu iyi anlamak İslamiyet’i düzgün yaşamaya vesile olur. İslam bu yüzden çok hassas bir dindir. Müslümanlar olarak hassas ve naif olmalıyız. Bir hamlede bulunurken, ağzımızdan bir laf çıkarken defalarca düşünmeliyiz. Bu hassasiyeti bir süre sonra huy haline getirirsek düşünmeden düzgün işler yapmaya başlarız zaten. Ancak, düzgün yaşayabilmek ve kul hakkı yememek Kur’an adabını ve Peygamber Efendimiz’in yaşama felsefesini iyi kavramaktan geçtiğini unutmamalıyız. Kul hakkı eğitimi ailede başlamaktadır. Küçük yaştaki bir çocuğa kul hakkının ne demek olduğunu anlatamazsınız. Ama çocuklar izler, takip eder ve uygularlar. Aile içerisinde de kul hakkına dikkat etmek gerekmektedir. Üzülerek görüyoruz ki, eşlerimizi gün geliyor, erkek adam psikolojisi ile üzebiliyoruz. Öncelikle şunu belirtmek isterim, bir erkek bir kadından daha üstün değildir. Hatta Genetikçi olarak şunu söyleyebilirim, kadınlar erkeklerden 2 tane XX kromozomu olması açısından birçok konuda daha üstün durumdadır. Yani biyolojik olarak da bir üstünlük söz konusu olamaz. Erkek ve bayanların eşlerine bu psikoloji ile yanaşmaları, yani ‘’ben erkek adamım’’ psikolojisi kul hakkına girmenize sebep olabilir. Erkek adam mutfağa girmez, yemek yapmaz, makine tutmaz diye bir şey yoktur mesela. Yeri geldiği zaman eşlerimize yardım etmek gerekebilir. Kadınların da eşlerine aynı oranda saygı duyması ve hassas olması hem ilişkinin kuvveti anlamında hem de kul hakkı konusunda bizi doğru yola ulaştırır. Anne ve babasının birbirine olan saygısını görerek yetişen çocuklar da üzerine Kur’an adabı ve Peygamber adabı eklendiğinde kul hakkı konusunda ve birçok konuda Allah’ın izniyle örnek bir Müslüman olabilir. Siz değerli okuyucularımdan bu sayıda ilk defa bir ricada bulunmak istiyorum. Günde iki saat televizyon izliyorsanız, bunun bir saatini Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tefsirini veya Peygamber Efendimiz’in hayatını okuyarak ve anlamaya çalışarak geçirmenizi talep ediyorum. Çünkü günümüzde Müslüman gibi yaşamak konusunda çok geriyiz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek bunlardan bahsetmiyorum. Bahsettiğim konu Müslüman ahlakı konusu. Müslüman ahlakı konusunda çok eksiğimiz var. Eğer bizler Müslümanca yaşamak nasıl olur öğrenmezsek gelecek neslimiz bizden daha vahim durumda olacaktır. Kendiniz için değil, gelecek nesliniz için dinimizi öğrenmeye ve öğretmeye çalışalım. Dinimizin nasıl bir insan olmayı emrettiğini bilelim ve yaşatmaya çalışalım. Unutmayın Allah için atılan her adımın sonu hayra çıkar. Hepinizden Allah razı olsun. Cüneyt Yusufoğlu Tıbbi Biyolog ve Genetikçi 31 MANEVİ REÇETEMİZ: “TESBİHATIMIZ” T esbihat bizim günlük duamızdır. Tesbihatımızda yani dersimizde günde 1520 dakika Allah’ın (cc) isimlerini anarak, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e salâvat getirerek, büyüklerimizi anmış oluyoruz. Ben bu duayı yedi yaşındayken Niyazi Baba Hazretlerinden almıştım. Kendisi tahta asasını kendi kalbinden, benim kalbime doğru tutarak dersimizi tekrar edip dualamıştı. Bana da yaşımın küçük olduğunu, okul derslerimin de olduğunu hatırlatarak bu dersi her gün mutlaka tekrar etmemi hiç olmazsa yedişer veya on birer defa okumamı istemişti. Günlük dersimizin çok önemli olduğunu, düzenli olarak çekildiğinde büyüklerimizin nazarı, himmetlerinin üzerimizde olacağını ve Allah’ın izni ile günde beş vakit namaz kılanın, dersini düzenli okuyanın ve haramların her türlüsünden uzak duranın; cehennem ateşinden uzak olacağını bizzat kendisinden çok defa duymuştum. Aynı bu sözleri şu an Niyazi Baba Hz.lerinden sonra gelen canım sultanım Emin Hocam Hz.lerinden de çok işittim. Zaten mürit mürşidinin fotokopisi olmalıdır. Emin Hocam Hz.leri de benim kendisini tanıdığımda Niyazi Babamın en sağlam, en bağlı ihvanlarındandı. Verilen görevleri en iyi şekilde yapardı. Mürşidinin sözünü dinler, O’na her söyleneni kayıtsız şartsız, sorgulamadan yapardı. Tasavvuf zaten bunu gerektirmez mi… Tam teslimiyet ve tam bağlılık… Rabbim bizlere mürşidimizin bağ- lılığı ve teslimiyeti gibi sağlam aşk ve iman nasip etsin. İşte Emin Hocamın bu bağlılığı, sevgisi ve hizmetleri bu yüce makama gelme sebebidir diye düşünüyorum. Allah’u Teâlâ mürşidimin makamını aliyyül âlâ eylesin ve bizleri de O’ndan ayırmasın inşallah. Emin Hocam bir İstanbul ziyaretinde bir ağabeyimize cebinde en çok ne taşırsın? Diye sormuştu.O da ev anahtarı,araba anahtarı ve cüzdan diye cevap vermişti. Emin Hocam da” işte evladım o taşıdığın eşyalar gibi dersini de daima yanında ve kalbinde taşımalısın ayrıca çok değer vermelisin.Tesbihatını her daim günlük okumalı ve asla bırakmamalısın”diyerek tesbihlerimizin önemini vurgulamıştır. Dersimizin manevi güzelliklerine gelince;bu güzel dualar Resulümden, Ehli Beyt’ten, Pirimiz Hz.Abdülkâdir Geylânî Hz.lerinden ve diğer silsile-i takip eden meşayih efendilerimizden bugüne kadar süregelen muazzam bir manevi anmadır Allah’ımızı, Resulümüzü, Pirimizi ve mürşitlerimizi anarak, tövbe istiğfar ederek, verilen nimetlere şükrederek, Resulümüze salâtu selamlar getirerek ve Allah’ın o güzel isimlerini aşkla anarak yapılan bir ibadettir. Dünya koşuşturmaları içinde kısa süre de olsa Rabbimizle buluşmaktır. Dersimiz her yerde, her zaman çekilebilir. Ama en efdali yani en uygun ve kabul görüleni seher vaktinde, seccade üzerinde ağlayarak, ra- Tesbihatını her daim günlük okumalı ve asla bırakmamalısın”diyerek tesbihlerimizin önemini vurgulamıştır. 32 bıta ile yalvararak yapılanıdır. Böyle yapılan dersin tadı ve lezzeti hiçbir dünya zevkinde yoktur. Büyüklerimize sıkıntılarını anlatan, dua isteyen kardeşlerimize ilaç olarak dersimizi ihlâsla çekmek ve Allah’a gözü yaşlı, gönlü aşklı bir şekilde yakarmaları önerilmektedir. Ders kâğıdımızdaki büyükler Allah’ın sevdiği dostlarıdır. Biz aciz kullar bu dostlardan destur alarak, onların yüzü suyu hürmetlerine inanarak dua ederiz. Biliriz ki o dostlar naz ehlidir, gönül ehlidir. Onlarla sırtımız yere gelmez. Ne mutlu ki yolumuz var; ne mutlu ki böyle güçlü Allah dostlarımız var. Rabbim herkese böyle güzel Allah’a götüren bir yol nasip etsin. yapardım. Her hafta mutlaka evine gider, yapılacak işlerine yardım eder, O’nunla vakit geçirirdim. Dışarıda arkadaşlarımla zaman harcamak yerine, O’nunla olmak beni çok mutlu ederdi. Ütüsünü mükemmel yapmaya çalışırdım, çok heyecanlanırdım. O da bana hep dua ederdi. O’nun ve büyüklerimin duaları sayesinde eşim de yolumuzdan ders aldı ve maddi olan birlikteliğimiz maneviyatla bütünleşti. Emin Hocamın da her zaman söylediği gibi evlat hizmet edecek, Mürşid-i kâmil de evladına himmet edecek. Mürşitler bütün evlatlarını ayırım yapmadan severler, hepsine dua ederler. Çünkü onlar manevi Baba’dır. Tüm evlatlarına sahip çıkarlar. Dünyalık anne-babalar ise kızdıkları zaman veya menfaatleri doğrultusunda evlatlarına sahip çıkmayabilirler. Biz de manevi büyüklerimizi çok severek, onların sözlerini dinleyerek, onları ve Allah’ı mutlu etmeliyiz. Bizler Müslüman olarak günlük ibadetlerimizin yanı sıra günlük derslerimizi de ihmal etmemeliyiz. Bizler Müslüman olarak günlük ibadetlerimizin yanı sıra günlük derslerimizi de ihmal etmemeliyiz. Eşlerimize, çocuklarımıza, yakınlarımıza öğretmeli ve önermeliyiz. Cennetin anahtarı olarak düşündüğümüzde zaten mürşidimizin sözünü yerine getirmemiz kaçınılmaz olmaktadır. Derslenmeye gerek yok; ben zaten tesbihler çekiyorum diyenler, dünya işlerinden vakit bulurlarsa yapacaklardır. Oysa bizler ders alarak Allah’a ve büyüklerimize günlük ibadet yapmak için söz vermiş oluyoruz. Ben gençliğimde Niyazi Babamın ütüsünü Rabbim bizleri bu yola hizmet eden, bu manevi yola tam gönülden bağlanan ve seven kullarından eylesin. Müzekkin Nüfus kitabında da bahsedildiği gibi ‘Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır’. Muhakkak ki bir Mürşid-i kâmile intisap etmeli, manevi bir yolda yürünmelidir. Mürşitler bizim yol göstericilerimizdir. Onlar Allah’ın huzurunda naz ehlidirler. Onların hürmetine bizler manevi huzura varabilir ve mutlu olabiliriz. Allah’u Teâlâ bizleri yolumuzdan, günlük dualarımızdan ve büyüklerimizin gönüllerinden ayırmasın. Hem maddi hem de manevi dünyada birlikte olmamızı nasip eylesin. Esra Akyüz Eğitmen 33 ZİKRULLAH VE RABITA Z ikir; elli dört farzın birincisidir. Kelime manası anmak, hatırlamak ve gaflet halinde olmamaktır. Zikrullah da; Allah’ın zikredilmesidir. *Zikir; cennet bahçesidir. Rasulullah’dan rivayet edilen meşhur bir Hadis’te “Cennet bahçelerini gördüğünüz zaman orada yayılınız.” buyurmuştur. Cennet bahçeleri nedir diye sorulunca, zikir meclisleri, diye cevap vermiştir. Cennet bahçesi zikrullah, Bunu böyle diyor Allah, Hem vallahi hem de billah, Melekler dahi geliyor… İnşallah bizler de zikre devam ederek bu bahçenin gülleri olacağız. Ebu Süleyman Daranî Hz. zikredenler hakkında şöyle buyurmuştur: “Cennette bir ova var, kul Allah’ı zikre başlayınca melekler bu sahaya ağaç dikmeye başlar. Bazen meleklerden biri ağaç dikme işine ara verir. Neden duruyorsunuz diye sorulunca, namına ağaç diktiğim şahıs zikre ara verdi de ondan.” diye cevap verirler. *Zikire zikirle karşılık verilir. Allah’u Teâlâ, “Beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 152) Bu ayet üzerine Cebrail (as), Resulullah’a şöyle demiştir: “Allah diğer ümmetlerden hiçbirisine bu şekilde hitap etmemiştir.” *Zikir için belli bir vakit ve sınırlama yoktur. Bütün vakitlerde kul zikretmekle memurdur. Zikrin yapılmadığı bir vakit yoktur. Namaz bütün ibadetlerin en şereflisi iken bazı vakitlerde yapılması kılınması caiz değildir. 34 Hâlbuki kalp ile zikre her hâlükârda devam edilir. Allah’u Teâlâ “Onlar ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı zikrederler.” buyurmuştur. (Al-i İmran, 191) Derler ki zikir kalbe iyice yerleşirse tıpkı şeytana yaklaşan insanın çarpılması gibi, o kalbe yaklaşan şeytan çarpılır. Bunu gören diğer şeytanlar toplanırlar, bu şeytana ne oldu? Derler. Ve ona insan dokundu cevabını alırlar. İnsan zikre devam ede ede zikir, bütün damarlarına işler, şeytanı bile alt üst edecek hale gelir biiznillah... Her ibadette olduğu gibi Zikrullah’ın da bir adabı, erkânı vardır. Zikrullah meclisine kişi mutlaka abdestli olarak gitmeli, giderken de günahlarına tövbe etmelidir. Zikrullah’a başlamadan önce niyet etmeli, zikir halkasına oturuş namazdaki gibi olmalıdır. Namazla zikir arasındaki tek fark; namazda gözleri kapatmak mekruhtur, zikirde ise açmak caiz değildir. Zikirde eller dizler üzerine konmalı, kalp ve gönül Allah’a yönelmelidir. Kendimiz safta, gönlümüz sokakta olmamalıdır. Kişi, Hz. Allah’ın, Rasûlallâh Efendimiz’in ve mürşidinin kendisine tebessümle baktığını düşünmelidir. *Zikirde en önemli etken rabıtadır. Rabıta; kelime olarak bağ, ilişki demektir. Terim olarak ise müridin Ruhaniyetinde feyz alacağına inanarak kâmil şeyhin suretini zihninde tasavvur etmesidir. Müridin ilk hede- fi şeyhinde fani olmaktır, yani kaybolmaktır. (fena-fişşeyh). Zira şeyhte fani olmak Allah’ta fani olmanın (fena fillah) ön basamağıdır. Mürid, rabıta vasıtasıyla önce şeyhiyle sonra Allah’la manevi ve batıni bir ilişki kurar. “Sadıklarla birlikte olun.” (Tövbe, 119) gibi Ayetler ve “Kişi sevdiğiyle beraberdir” gibi hadisler, rabıtanın caizliğini gösterir. Emin Hocamız rabıta ile ilgili olarak şöyle söylemiştir: “İslam dini; tevhid, sevgi ve tefekkür dinidir. Rabıta, yüce Allah’ın ve sevdiklerinin yanında olduğunu düşünerek yaşamaktır. Bir ihvan her zaman, mürşidinin takkesi başımda, cübbesi sırtımda, tesbihi elimde, zikri dilimde, şükrü kalbimde, pabuçları ayağımda diyerek pirinin, mürşidinin edep ve hayâ elbisesini üzerine giymelidir. Sürekli bu şekilde tefekkür ederse Resulünü, Pirini, Mürşidini hep yanında görür. ”Mürid, zikirde rabıtalı olursa Allah’ın izniyle büyükleriyle beraber olur. Yine Emin Hocam: “Bir hayal edersin, iki hayal edersin, üçüncüye bakmışsın ki büyüklerinle yamaç yamacasın.” Teveccüh ve rabıta Tarikat-ı Aliye’de çok önemlidir ve tarikatın kuralını teşkil eder. Rabıtasız olan bir mürid şeyhinden fazla feyz alamaz. Bu yüzden de emsallerinden geri kalır. Nasıl bir bahçeye diktiğiniz birkaç fidandan daima bakımlı ve suyunu düzenli alan fidan daha gürleşip büyüyor, bakımsız ve susuz kalan diğer fidan ise daha küçük kalıyorsa mürid de ona benzer. Hayri Baba (ks) rabıta hakkında “Bir çeşmenin başına bir testiyi koysan kırk sene beklesen dolası değil. O testiyi açık çeşmenin altına dayayacaksın ki gelen su testiye dolsun. Kalbin de daima meşayıhın çeşmesine bağlı olacakki feyiz gele. Her yerde şeyhinle beraber olduğunu düşüneceksin. Bizim ihvanlar rabıtayı pek yapamıyorlar, bazıları da yapıyor tam yapamıyor. Biz İstanbul’da bulunuyoruz, bizim bir müridimiz de Ankara’da bulunuyor oradan bize rabıta yapıyor ve rabıtası tam ol- Büyüklerimiz usül olmadan vusûl olmaz demişlerdir. madığı için bize ulaşamıyor. Misal Bolu veya Düzce’de kalıyor” demiştir. *Rabıtaya devam etmek gönül gözünün tez açılmasına sebep olur. Fakat mürid gönül gözüm açıldıydı açılacaktı diye bunlara çok takılmamalıdır. Hayri Baba Hazretleri bu konu hakkında “Biz rabıtayı mutlaka görsünler diye tavsiye etmiyoruz. Rabıta tarikatın esasındandır. Her rabıta yapan görmez, gaye görmek değil yolun erkânına uymaktır.” demişlerdir. Sen rabıtanı tarif edildiği şekilde yap. Gör veya görme rabıtan sağlam ve inanarak yapılırsa muhatabına ulaşır. Unutma sen göremiyorsan karşı taraf görür. Rabıtada görmek mühim değil mühim olan bağlılık sadakat ve bunun böyle olduğuna inanmaktır. *Rabıtanın zayıf veya kuvvetli olması kişinin azlık ve çokluğuna bağlıdır, muhabbet çoğaldıkça rabıtada o kadar kuvvetlenecektir. Düşünün ki bir bardak tuz yediniz baktığınız her yerde tabiki su görürsünüz neden çünkü içiniz yanıyor. Rabbim de bizi Allah, Resul, Pir, Mürşid sevgisiyle öyle bir yaksın ki baktığımız her yerde onları görelim inşallah. Kardeşlerim velhasıl büyüklerimiz usül olmadan vusûl olmaz demişlerdir. Usullerimizi büyüklerimizin dilinden aktarmaya çalıştık. Vusûlümüze gelince, Allah’a, Resulümüze, Pîrimize kavuşmaktır. Öyleyse, biz de yolumuzun usulüne uyalım ki vuslatımız sona ersin. Zikrimizin daim rabıtamızın kuvvetli olması duasıyla...1 Tuğba Berber 1 Kaynakça: Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kuşeyri Risalesi, FirdevstekiGülün Adresi, Halisa seçkinleri 35 TARİK DERSİ ALMADAN ÖNCE YAPILMASI GEREKENLER G ünümüzde tarikat sözcüğü çoğu kişide korku ve nefret uyandırıyor. Tarikat; yol demektir. İnsanı arınmaya, kutsiliğe götüren sistemlere Müslümanlarca “tarikat” denilmiştir. Aslı “tarik”tir. Türkçe’de ise tarikat denilmektedir. Tarikatlar elden ele Peygamber Efendimizden bugünlere ulaşmış manevi çalışmalar sistemidir. Tarikat Allah rızası için, Peygamber Efendimizin maneviyatından hissedar olabilmek için, Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlayıp yaşama geçirebilmek için gereken İslam dinine uygun kişisel arınma yollarıdır. Yani tarikat dedikleri Tarik’i Şeriattır ki, hakikatin yoludur. Şeriatın emirleri uygulandıktan sonra tarikatın gösterdiği edeplere riayet edilirse hakikat bulunur. Hakikati bulduktan sonra da marifeti İlahiyye’ye nail olunur. Bununla ilgili Muhammed Nuri (ks) buyurdular ki: “Şeriat, tarikatın kapısıdır. Tarikat, hakikatin bahçesidir. Yani; tarikat gayet sağlam bir hisar içinde bir bahçedir. Şeriat o bahçenin kapısıdır. Hakikat, o bahçede bulunan türlü gül gülistan ve türlü meyve ağaçlarıdır. Marifet de bu ağaçların meyveleridir.” Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet birbirine bağlıdır. Birini bulamayınca diğerini bulmak imkânsızdır. Bu nedenle şeriattan zerre kadar ayrılınmaz, ayrılan ise tarikatın kokusunu alamaz. Büyüklerimiz demişlerdir ki; Şeriattır cümle işlerin başı, Şeraitsiz tarikat şeytan işi, Tarik ehlinde yok ise şeriat, Onun şeyhi şeytandır ol dem mutlak… 36 Okumak için nasıl bir öğretmene ihtiyaç varsa terbiye için de bir üstada ihtiyaç vardır. Tarik dersi almadan önce kişi kendisine bir mürşit bulmalıdır. Cenab-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’de: “Sizden her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik.” (Maide:48) buyurmuştur. Resulü Ekrem (sav) Efendimiz: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, o fırkaların cümlesi ateştir, ancak birisi müstesna.” Ashabı Kiram: Onlar kimlerdir ya Re- sulullah? diye sorunca: “Benim ve Ashabımın yolunda olanlardır.” buyurmuşlardır. Mevlana Celaleddin Rumi (ks) der ki; “Kendine bir yol gösterici, mürşit seç. Çünkü rehbersiz sefere çıkmakta afet, korku ve hata vardır…”. Yunus Emre ise “her şeyden önemlisi bir gönüle girmektir” demiştir. Tarikatta işin temel sırrı belki de budur. Peki, o gönül nasıl bulunacak ve o gönüle nasıl girilecek? Bu ise işin zor kısmıdır. Mevlana (ks) bu konuyla alakalı şöyle demiştir: “ O dostu bulmak için neler yapılır neler. Kalabalıklara ziyafetler verilir, belki gelenlerin içinde “bir dost” olabileceği umuduyla… Çok meclislerde bulunursun, belki “bir dost” karşına çıkabilir diye…” Allah dostlarına büyük değer vere vere insan mürşidini bulur. “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir gecesi bil” tavsiyesi de mürşit arayanlara gereken bir tavsiyedir. Allah’ın kullarına kibirli olanlar ise Mürşid bulamazlar. Günümüzde ise tarikat dersi almak genelde heves ile ya da şunun bunun telkinleriyle oluyor. Bilinçsizce alınıyor ve devam edilemiyor. İster istemez bu tip sorunlar oluşuyor. Allah hiç kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez. İnsan kendisi bir yükü hedefler, taşımaya girişir ve beceremez. İnsan önce o maneviyatı taşıyabilecek düzeye gelmek için gayret sarf etmelidir. Aksi takdirde değerini bilemeyeceği tarikat dersini alır ve yüzüne gözüne bulaştırır. Dolayısıyla tarikat basit bir şey sanılmaya başlanır. Bu hal ise iki kere yitirmek demektir. İnsan tavsiye ile tarik dersi almak yerine kendi fıtratına uygun olanı aramalıdır. Yani; tarikatların başı iki büyük sahabeye dayan- Hz. Ebubekir’e tabi olan tarikatlar daha yavaş daha çok sessiz bir şekilde zikretmeye ihtiyaç duyarken Hz. Ali’ye tabi olan tarikatlar ise daha hareketli daha çok sesli zikir ile zikretmeye, deşarj olmaya ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle insan kendi fıtratına göre bir yol seçmelidir. maktadır. Bunlardan biri Hz. Ebubekir diğeri de Hz. Ali’dir. Hz. Ebubekir’e tabi olan tarikatlar daha yavaş daha çok sessiz bir şekilde zikretmeye ihtiyaç duyarken Hz. Ali’ye tabi olan tarikatlar ise daha hareketli daha çok sesli zikir ile zikretmeye, deşarj olmaya ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle insan kendi fıtratına göre bir yol seçmelidir. Tarikat dersi almadan önce kişi hayatında şeriat yaşamını rayına oturtmalıdır. Kul hakkı varsa telafisine bakılmalıdır. Namaz ve oruç borçları varsa kazalarını etmeye niyetlenmelidir, bir program dâhilinde ödemek için gayret edilmelidir. Diğer farz ibadetlerdeki varsa eksikler, hatalar giderilmeye çalışılmalıdır. Kötü ahlak ve fiillerden Allah’a dönüş yapılmalıdır. Nefisler hesaba çekilmelidir. Nefsani arzulara “dur” denilebilmelidir. Bir kişi eğer mürşidini bulmuş ise şeyhinin huzuruna varmadan güzelce gusledip, temiz elbisesini giyip, kokusunu sürünüp halis bir niyetle mürşidin huzuruna izin isteyerek gayet edebe uyarak girmelidir. Mürşidinin gösterdiği yere iki düz üstü ellerini dizlerine koyarak oturmalı ve bendeliğe kabulünü rica ve niyaz etmelidir. Gönlünü Allah’ın rızasına bağlayarak saf ve temiz bir kalple huzurda emir ve işaretlerini bekler. Eğer mürşit istihare yapmayı emir buyurmuşsa tarif edilen üzere istihare yapılır. İlk yaptığı istiharede bir şey zuhur etmemişse ikinci defa… İkincisinde de bir şey zuhur etmemişse üçüncü defa… Hatta yediye kadar istihare yapılabilir. Eğer kalpte tereddüt yoksa Cenab-ı Hakk’a sığınarak Mürşid-i kâmilden tarikat dersi alınır. Tarikat dersini alan müridin artık Mürşidi Kamil ile ahd ve sözleşmeyi yaparak dersini aldıktan sonraki en büyük vazifesi verdiği söze sadık kalıp, dersini veya virdini vaktinde yapmaya, bu ahdi bozmamaya son derece özen göstermelidir. Asla gevşeklik göstermemelidir. Cenab-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’de: “Muhakkak ki sana biat edenler gerçekte Allah-u Teâlâ’ya biat etmişlerdir. Allahın eli, onların elleri üstündedir. Kim ahdini ve biatini bozarsa vebali nefsine racidir. Kim Allah-u Teâlâ’ya olan ahdine ve biatine vefa ederse Allah da ona pek büyük bir ecir verecektir.” (Fetih:10) buyurmuştur. Allah-u Teâlâ bizleri Ehli Tarik yolunda daim ve Mürşidimizle yaptığımız ahdimizde ve biatimizde sabit eylesin… Selam ve dua ile… Hatice Pınar Cantekin Eğitmen 37 NİYET HAY KILAR N asıl da çözülmüştü birden tüm bedeni. Mide bedenin direği miydi yoksa? Mecali kalmamıştı. Açlık ayaklarına dolanan çöl gibi tüm varlığını sarmıştı. Günlerdir yol almaktaydı. Feri gitmiş gözlerle baktı. Bir tepecik! Tam istediği gibi bir tepecik. Un tepeciği. Hemen ekmek yapmaya başladı. Sıcacık ekmekler... Bir lokma bile ağzına koymadı. Hepsini fakirlere dağıttı. “Al! Sen de al! Bak! Sıcak, sımsıcak.” Musibetle paylaşırız duyguları. Açlığın elemi ile hissetmişti tüm fakirleri. Ekmeğini yemeden dağıttı, bölmeden paylaştı. Ah hayal, sen ne güzel bir bineksin! Mutlu olmuştu. Un tepeciğinin yerinde duran kum tepeceğine hüzünle baktı. Olsun, hayal uçmuş, niyet kalmıştı. El açtı: “Rabbim dedi Rabbim! Keşke şu kum tepesi kadar bir unum olsa da fakir fukaraya ekmek yapıp dağıtsam.” Rabbi peygamberine vahiy ile bildirdi: “Git, o kuluma söyle! Allah, senin sadakanı ve niyetini kabul etti.” Niyet un oldu, ekmek oldu, taam oldu. Niyet varlık oldu, var oldu. Neydi niyetteki sır ki duyguyu varlığa taşırdı. Sanırım niyet esmanın besmelesiydi. Bunun için doğru niyete ihlas denirdi. Niyetimize düşen bir olumsuzluk o ameli ihlassız ederdi. İhlas, amelimizde tecelli eden esmaya olumsuz bir niyetle perde olmama haliydi. Duygularımız, hislerimiz ve niyetimiz varlık âlemine doğar. Duygularımızda da esma tecelli eder. Duygumuzla esma arasına niyetimiz girer. Nefsin karıştığı niyet Niyet un oldu, ekmek oldu, taam oldu. Niyet varlık oldu, var oldu. Neydi niyetteki sır ki duyguyu varlığa taşırdı. Sanırım niyet esmanın besmelesiydi. Bunun için doğru niyete ihlas denirdi. 38 o duygumuzda esmanın tecellisini kapatır; o duygumuz da varlık âlemine tutunamadan hiçlik âlemine atılır. Niyetimiz o duygumuzun varlık âlemine koşmasına engel olur. Niyetimiz, esmaya tutunmuş ise o niyetimizin fiiliyata dökülmesine gerek yoktur. Bizim gördüğümüz âlemde fiiliyata dökülmese de o, esma tecellisinde fiiliyata tutunmuş, aynen kabul edilmiştir. Ondan istenen tüm esmanın tecellisi ile Allah memnun olur. Eğer o niyetimiz ile esmaya perde olan ikinci bir niyeti taşımış isek, o amelimiz fiiliyata taşınsa da esmayı perdelediği için amelimiz hiçliğe gider. Niyet mutlak varlığa tutunur, yalnız esma ile tutunamamış niyetler varlığa tutunamaz. Fakat o da tamamen yokluğa gitmez, o niyette tecelli eden esmaya olumsuz bir niyetle müdahil olduğumuz için o da, farklı bir fiiliyat olarak bize döner. Belki bir ruh sıkıntısı, ya kalpte bir elem, ya da olumsuz başka bir şey... Esma, niyetle tezahüre başlar. Nasıl besmele tüm esmayı içerir ise niyette tüm esmaya duadır. Esmaya sıfatlar kaynaklık yaptığı gibi, bizde tecelli eden esmaya da niyetlerimiz kaynaklık yapar. Niyet tüm esmayı duygu ve his bazında istemektir. Niyette amellere vakıf olan melekler dahi aradan çekilir. Niyet, kulun Rabbi ile en mahremidir. Esmada seyr ü sülûk cezb-i muhabbet iledir. Cezb-i muhabbeti de cezb eden niyettir. Bundandır ki esmanın yansımasından ibaret olan sünnette de tek esas niyettir. Peygamberim böyle yaptı diye düşünmektir. O yaptığı için yapıyorum diye edilen niyet ameli ibadet eyler. Çünkü o niyet ile amelin cevheri ortaya çıkar. O cevher, o amelde yansıyan esmadır. Niyet, amelin saf cevheridir. O niyetle incecik bir kökün karşısında sert taş yumuşar. Esmayı talep eden niyetlerle benlik taşımız öyle yumuşar da, manevi yollar açılıverir. Esmadaki seyr ü sülûkteki cezb-i mu- habbet belki de budur. Niyet, Rabbimize kurbiyetle ulaşıp, O’nun da bizi akrebiyetiyle kucaklayıp karşılık verme sırrını içermesindedir ki o niyetin tılsımıyla deriz: “Ettehiyyatü lillah…” Yani “Ey Rabbim, bütün mahlûkatın tecell-i esmayı yansıtmaları olan ibadetlerini Sana sunuyorum. Mümkün olsa o esmaları ben de aynen öyle yansıtırdım.” Tahhiyat, niyetle bütün mahlûkatın ibadetindeki esma seyrine katılıp esmanın yansımasını alkışlamaktır. Bu alkışlamada niyeti kelam ile namaz eyleriz. Bunun içindir ki niyet, ihlasa mayelik, esmaya dayelik eder. Allah dostları duygularının niyetini doğrultunca Allah onları dosdoğru yürütür. Onlar o zaman Allah’ın gören gözü, tutan eli olurlar. Niyeti O’na (cc) verince kişide kendine kendi kalmaz da safi Rabbin isimlerinin yansıması olur. Böyle kişilerde esmanın seyrine durulur. Hangi esmanın arşında, hangi duygusunun niyetinde ism-i azama ulaşmışsa o esmadan görünürler bizlere. Kulluk, niyetlerimizle sınanmaktır. Hayat çölünde çoğu kez niyetlerimiz dolanır ayaklarımıza Ümmü Kays bin Mihsan gibi. Onun da ayaklarına çöller gibi niyeti dolanmıştı. Mekke’yi terk edip ayrılığı tercih etmişti. Medine’ye gelmişti, hicret etmişti; fakat kimse ona muhacir dememişti. Herkes ona Ümmü Kays’ın muhaciri diyordu. Sevdiği kadın Ümmü Kays için hicret etmişti. Allah Resulü, Ümmü Kays bin Mihsan’ın niyetini kelam eyledi: “Ameller, niyetlere göredir.” Çöl aynı çöldü, ayrılık aynı ayrılık. Adımlar aynı adım. Iraklık aynı ıraklıktı, ama muhacir olamamıştı. Araya perdeler girmişti. Niyet adımları değiştirmiş, yürüyüşü başkalaştırmış, hicreti gölgeleyip muhacirliği perdelemişti. Niyetle perdelenirdi amellerimiz. Çünkü o amelde perdelediğimiz esmaydı. Niyetimizle perdelemediğimiz kadar her şey hayat bulur hay olurdu. Onun için Hay Sultan olan Hz. Abdülkadir Geylani’nin baktığı, dokunduğu maddi ve manevi hayata koşardı. Sanırım esmanın perdesi bizdeydi… Nuriye Çeleğen Araştırmacı Yazar 39 DUA VE MAĞFİRET AYLARI, “ÜÇ AYLAR” A llah (cc) mekânlar içinde mukaddes mekânlar, zamanlar içinde de mukaddes zamanlar yaratmıştır. İşte o mukaddes zamanlardan biri de üç aylardır. Allah’u Teâlâ hem manevi hayattan uzaklaşmamızı önlemek hem de sıradanlaşan zamana ve hayata manevi bir canlılık katmak, kendimize çeki düzen vermemizi sağlamak için bu kutlu ayları bizlere hediye etmiştir. Üç aylar mü’minler için çok değerlidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) Recebi şerife girdiğinde şöyle dua etmiştir. ”Allah’ım Recep ve Şaban’ı hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl bizi Ramazana ulaştır“. (Ahmed bin Hanbel) Üç aylar geldiği zaman da Peygamberimiz ibadetlerini artırmıştır. Dua ve mağfiret ayları olan üç aylar kalp ve gönülle yaşanması gereken aylardır. Bu aylar, dua ve yakarışların Allah’a arz edilmesi, pişmanlık gözyaşlarıyla günahların yıkanması, yapılan ibadet ve taatlere verilen sevabın katlanması bakımından kaçırılmayacak bir fırsattır. Üç ayların değerine değer katan diğer bir özellik ise mübarek kandil gecelerinden dördünün bu aylar içerisinde olmasıdır. Allah’ın sonsuz rahmeti, bereketi bu gecelerde yağmur gibi mü’minlerin üzerine iner. Kandil günleri bizler için bulunmaz fırsatlardır. Regaip Kandili; Allah’u Teâlâ’nın kullarına bağışta ve bol ihsanda bulunduğu bir rahmet gecesidir. Miraç Kandili; Dinimizin direği olan namazın mü’minlere farz olduğu bir mübarek gecedir. 40 Dua ve mağfiret ayları olan üç aylar kalp ve gönülle yaşanması gereken aylardır. Bu aylar, dua ve yakarışların Allah’a arz edilmesi, pişmanlık gözyaşlarıyla günahların yıkanması, yapılan ibadet ve taatlere verilen sevabın katlanması bakımından kaçırılmayacak bir fırsattır. Berat Kandili; Allaha şirk koşmayan bütün inançlı kulların günahlarından kurtuldukları bir kurtuluş gecesidir. Kadir Gecesi; İbadetle geçirilmiş bin aydan daha hayırlı bir gecedir. Peki bizler ne yapmalıyız? Her şeyden önce nefis muhasebesi yapmalıyız. Biz kimiz? Niçin ve kimin için yaşıyoruz? Asli görevimizin dünya ve ahiretimizin kurtulması için çalışmak olduğunun fakında mıyız? Yani Allah’la beraber bir hayat sürdürmek olduğunu, bu hayatı yaşamaya çalışırken “kimin gibi yaşayalım“ sorusuna Peygamber efendimiz gibi diye cevap verebiliyor muyuz? Rabbimizin istediği gibi bir kul olabildik mi? Rızasını alabildik mi? Kısacası hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekme ve manen şuurlanma zamanıdır kandiller… Ahiret ticaretinin yapıldığı kazançlı bir pazar durumunda olan bu özel aylar, yılda ancak bir defa açılır ve üç ay boyunca devam eder. İstifade edenlerin çok şey kazandığı bu kıymetli pazarı, mü’minler çok iyi değerlendirmelidir. Bu özel aylarda mü’minler ibadetlerini artırmalı ve manen daha verimli daha canlı yaşamalıdır. Dua ve mağfiret ayları içinde ibadetlere yoğunlaştığımız (nafile namazlar, oruç, Kur’ân okumak) gibi, ibadet içinde değerlendirilen dua etmeye de önem vermeliyiz. İnsanın dua etmesi yaratılışının gayesi kulluğunun da en güzel ifade şeklidir. Bu gerçeği “Ey Muhammed! De ki duanız olmasa Rabbin size ne diye değer versin“ (Furkan, 77) diye belirtmiştir Rabbimiz. Yine bu kutlu zaman dilimlerinde yapmamız gereken önemli ibadetlerden birisi de tövbe etmektir. Geçmişteki hata ve günahlarımızdan pişman olup, af ve merhamet sahibi olan Rabbimize gönülden yalvararak O’na istiğfarda bulunmalıyız. Peygamberimiz (sav): “İnsanların hepsi hata edici ve günah işleyicidir. Hata edenlerin en hayırlısı ise, hatasını bilip tövbe edendir.“ buyurmuşlardır. Toplumsal hayatımız içinde üç ayların önemli bir yeri vardır. Bu aylarda merhamet ve yardımlaşma duygularımız zirve yapar. Herkesin yardımlaşma konusunda birbiriyle yarıştığı bu mübarek zaman dilimlerinde bizler de etrafımızdaki fakire fukaraya yardım etmeli, imkânlarımız ölçüsünde sadaka vermeliyiz. Akrabalarla, komşu ve dostlarımızla olan yakınlığımızı bir kat daha artırmalıyız. Yapacağımız ziyaretlerle onların gönüllerini almalıyız. İbadetlerimizi yaparken çokluğundan ziyade ihlas ile yapmaya gayret etmeliyiz. Zira ihlas ile yapılan küçük bir amel, ihlassız yapılan pek çok amelden üstündür. Şunu unutmamak lazım Allah’ın rızası ihlas ile yapılan ameldedir. Kararan kalplerimizi tövbeyle, yorulan midemizi oruçla, bükülmeyen belimizi, eğilmeyen başımızı namazla, Allah’ı unutan dilimizi zikirle açılmayan kesemizi sadaka ile katılaşan kalplerimizi şefkatle “Yenilemenin“ vaktidir üç aylar. Üç aylar Yüce Yaratıcının yarattığını unutmadığı, yaratanın yarattığı kullarına karşı gösterdiği sevginin sonucu, rahmetinin gazabını geçtiğinin sembolüdür. Bu aylarda samimi duygularla elimizi, gönlümüzü Allah’a açalım. O’na inanmanın, O’na güvenmenin, O’na sığınmanın hazzıyla huzuruyla bütün insanlık için dua edelim. Emine Can Kararan kalplerimizi tövbeyle, yorulan midemizi oruçla, bükülmeyen belimizi, eğilmeyen başımızı namazla, Allah’ı unutan dilimizi zikirle, açılmayan kesemizi sadaka ile katılaşan kalplerimizi şefkatle “Yenilemenin“ vaktidir üç aylar. 41 HASTALIKLARIN ARDINDAKİ HİKMETLER A llah’u Teâlâ bizlere sonsuz lütuflar ve nimetler bahşetmiştir; Allah’ın üzerimizdeki en mühim lütuf ve en muazzam nimetlerinden biri de sıhhatimiz. Şu vücut ve bedenimiz çok üstün ve çok mükemmel bir yaratık, iç ve dışımızda nice organlar, milyarlarca doku ve hücreler, son derece güzel sistem ve hassas mekanizmalar, devamlı ve düzenli oluşum ve gelişimler, hayati olay ve faaliyetler var. Sıhhat çok şaşırtıcı bir durum, çok olağanüstü bir mucize! Bizi mutlaka bir yönetip, gözeten, koruyup kollayan var. Her an O Hakîm-i Hak ve Kadîr-i Mutlak’ın inayeti sayesinde var kalıyor ve yaşıyoruz, her an yeniden onarılıyor ve yaratılıyoruz, O’nun dilediği vakte kadar... Ama hayatın yanında ölüm, sıhhatin yanında hastalık da var. Var, çünkü gerekli ve hikmetli! Hastalık ölümün habercisi, âhiretin ihbarcısı ve ihtarcısı! Ölüm olmasaydı dünya ne hale gelirdi? Ölüm bir terhis, bir kurtuluş; yeni ve başka bir doğuş, hasretin bitmesi ve sevgiliye kavuşma... Sıhhat bir nimet, hastalık bir imtihan, nimete şükür, imtihana sabretmek lazım... Hastalık insana acizliğini ve Allah’a muhtaç olduğunu hatırlatır. Mikroskobik bir virüsün kendi bedeni üzerinde meydana getirdiği zayıflığa engel olamayan insan, böyle anlarda acizliğini ve Allah’a ne kadar muhtaç bir durumda olduğunu çok daha iyi kavrar. Hastalık ve musibetler insanın kibir ve gurur gibi kötü duygularını giderir; insanı mütevâzî, mer- hametli ve sevimli kılar. Ömür boyu işleri yolunda gitse, burnu bile kanamasa, aslını ve akıbetini unutup azabilir. Hastalık ve musibetlerin verdiği dersle, taştan ve demirden olmadığını, her an dağılmak üzere et ve kemikten ibaret, bin bir türlü ihtiyaç ve noksanlık içinde yuvarlanan aciz bir varlık olduğunu anlar. Kendi başına gözle görülmeyen en ufak bir mikropla dahi baş edemediğini, faydasının, zararının, hayatının, ölümünün kendi elinde olmadığını kavrar. Hastalık ve musibetin bir hikmeti de, çaresizlik halinde kal bin sadece Allah’a çevrilmesi ve kurtuluşun yalnızca ondan beklenmesidir. Bu beklenti başlı başına teslimiyet içeren bir ibadettir. Ağır hasta ve musibet zedelerde bu engin tevekkül hali açıkça görülür. Kullardan bütünüyle ümit keser; tüm ümidini Allah’a bağlarlar. Beden dilleriyle adeta şu mesajı verirler: “Ya Rabbi! Senden başka sığınılacak kapı kalmadı. Son çare Sensin. Ümit Sendedir.” Bu samimi iltica, makbul bir dua hükmüne geçer ve bazen derhal tesirini gösterir. İman eden bir insan hastalandığında, şifa için Allah’a dua eder. Bu duanın devamı ve fiili bir şekli olarak doktora gider. İlaç kullanmaya başlar ancak kesinlikle şifanın Allah’tan geldiğini unutmaz. Allah Kur’an’da bu gerçeği Hz. İbrahim’in şu sözleriyle bildirmiştir: “Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O’dur; bana yediren ve içiren O’dur; hastalandığım zaman bana Sıhhat çok şaşırtıcı bir durum, çok olağanüstü bir mucize! Bizi mutlaka bir yönetip, gözeten, koruyup kollayan var. Her an O Hakîm-i Hak ve Kadîr-i Mutlak’ın inayeti sayesinde var kalıyor ve yaşıyoruz, her an yeniden onarılıyor ve yaratılıyoruz, O’nun dilediği vakte kadar... 42 şifa veren O’dur; beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur.” (Şuara Suresi, 78-81) Hastalığın bir de hastaya bakanlara yönelik hikmetleri var. Anne ve babalar hiçbir karşılık beklemeden büyük bir fedakârlık ve özenle baktıkları hasta yavrularından dolayı çok büyük sevap alırlar. Hasta anne, baba ve akrabalara bakmak da aynı şekilde çok sevaplıdır. Bunun yanında onların dualarını alma, kırık gönüllerine merhem olma, onlara hizmet etme fırsatı verir. Bu da kişiye hem dünyada hem de âhirette saadet kazandırır. Bu şekilde başta anne baba olmak üzere, büyüklerine hizmet eden bir evlat, yaşlılığında evlat ve yakınlarından hizmet ve şefkat görür. Yaşlı, hasta ve kimsesizlere hizmet etmek sadece yakınlarla sınırlı tutulmamalıdır. Din kardeşliği yönüyle bütün bu durumdaki insanlara fedakârca, şefkat ve merhametle hizmet etmek Müslümanlığın gereğidir. Bazı hastalıklar, ölümle sonuçlandıklarında kişiye şehitlik derecesini bile kazandırır. Doğumdan, karın sancısından, boğulmak ve yanmaktan vefat etmek böyledir. Hastalığa karşı yakınmak, “Ne yaptım da bu başıma geldi?” diye sızlanmak, Allah’ı kullara şikâyet etmek, maddi hastalıktan daha büyük manevî bir hastalık ve musibettir. Kırılmış el ile dövüşüp intikam almak gibidir. Hastalığı daha da artırır. Kendilerine bir musibet geldiğinde “Biz Allah’a aidiz ve sonunda yine O’na döne ceğiz.” (Bakara Sûresi,156) diyerek Allah’a teslim olmak en isabetli davranıştır. Musibetler, birer sabır sınavıdır. Hastalık ve musibet insanı Allah’a yaklaştırır. Ölüm gerçeğini, dünyanın fâniliğini hatırlatıp asıl vatanını düşünmeye sevk eder. Gönlünü Rabbine bağlar. Yaptığı işte daha samimi daha içten olmasını sağlar. Büyük bir ibadet olan dua kapısını açar. “Biz insana nimet verdiğimizde o yüz çevirir, başını alır uzaklaşır. Fakat kendisine sıkıntı dokununca bir de bakarsın uzun uzun yalvarır durur” (Fussilet, 51) âyeti bu gerçeğe işaret eder. Bizler yalnızca Allah’ın kullarıyız ve yalnızca Allah’a dönüyoruz. Başımıza gelen her türlü hastalıkları ve musibetleri Cenab-ı Hakk’ın emriyle gelen Bizler yalnızca Allah’ın kullarıyız ve yalnızca Allah’a dönüyoruz. Başımıza gelen her türlü hastalıkları ve musibetleri Cenab-ı Hakk’ın emriyle gelen vazifeli birer memur biliyoruz. Bunları vesile kılarak Rabbimize yaklaşıyoruz. vazifeli birer memur biliyoruz. Bunları vesile kılarak Rabbimize yaklaşıyoruz. Bu hastalıkların ve musibetlerin açtığı dua musluğundan halisane içiyoruz. Fiilî ve kavlî duamızı riyasız yapıyoruz. Bir yandan şüphesiz tedavi için elimizden gelen gayreti gösterirken, diğer yandan şifayı doğrudan Allah’tan bekliyoruz. Ve her şifa pırıltısı için doğrudan Cenab-ı Allah’a minnettar oluyoruz, doğrudan Cenab-ı Allah’a teşekkür ediyoruz. Hâsıl-ı kelam; Rabbimiz karşılaştığımız her duruma ilahi kader gözlüğü ile bakabilmeyi, bize isabet eden musibetlere karşı sabr-ı cemil ecr-i cezil elde etmeyi ve kazananlar kuşağında yer almayı nasip etsin. Baki selam ve dua ile… Havvanur Şenduran Eğitmen 43 Peygamber Efendimize Mektup YA RASULALLAH! B u günahkâr nefsimle, dünyalık dolu kalbimle huzurunuzda oturup, bir şeyler yazmak haddime değil biliyorum. Size özlemimizi yazacak kadar sözüm, cümlem, aşkım var mı yüreğimde efendim! En güzel nasıl anlatılır o mübarek kutlu doğumun, en çok hangi aşkla dökülür gözlerimizden yaşlar, gönül bahçemize düştü o mübarek aşkın tohumu... İsmini duyduğumuz o ilk çocuk yaşımız bambaşkaydı Efendim... Masumduk... Annemizin; “Rabbin Allah, Peygamberin Hazreti Muhammed Mustafa (sav)” deyişiyle kazıdık ismini yüreğimize...Seni sevmeyi öğrettiler bize, daha okumayı, yazmayı, konuşmayı bilmeden seni sevmeyi öğrenmeye çalıştık. Hâlâ ne denli seviyoruz... Hâlâ öğrenebildik mi muamma... Bizler seni göremedik Yâ Rasûlallâh... Bizler senin kokunu duyamadık... Hasretiz size, hasretiz cemalinize, hasretiz kokunuza... Seni göremeden sevmeye çalışan ümmetin seni çok özledi! Ardına kadar açık olan En güzel nasıl anlatılır o mübarek kutlu doğumun, en çok hangi aşkla dökülür gözlerimizden yaşlar, gönül bahçemize düştü o mübarek aşkın tohumu. kapılarına gelmek istiyoruz.Ey Allah’ın dostu kabul eyle bizleri! Hıçkırıklarımızla duy bizi... Zikir halkasında Allah deyişimizle, yana yana özlemimizle gör bizi! Âlemlerin sultanı Efendim; şefkatinle,nurunla,özleminle, kokunla sar bizi! Seni anlatıyor ablalarım, ağabeylerim, en güzeli senin dostun anlatıyor Efendim seni! Seni canından çok sevenden dinliyoruz senin o güzel hayatını, ümmetini nasıl sevdiğini... Güle benzetilirsin Yâ Hz. Muhammed... Benzerin bile eşsiz, benzerin bile mis gibi kokuyor... Ama her zaman gerçeği gibi olmaz, kim bilir ne güzelsindir, kim bilir ne güzeldir kokun... Rabbimin en değerli elçisi! Sana layık değiliz, senin ümmetin olmaya, senin cemalini görmeye, aşkınla yanmaya layık değiliz Yâ Nebi... Dökülen gözyaşlarımız bile kendi nefsimize, kendi günahkâr halimize... Nasıl severiz seni, nasıl akar bu gözyaşları, nasıl seversek kalbimiz yerinden çıkacakmış gibi olur? Canım efendim, sultanım... Bu satırları yazarken bile kalbim bir başka Efendim. Senin adının geçtiği her yer bir başka... Seni anlatmaya dillendirmeye bu günahkârın sevgisi yetmez. Ama biliyorum, ancak Allah Resulünün adının geçtiği yerler güzel kılar kelimeleri... Tuttuk bir dostunun elinden sana gelmek için Efendim...Onun gibi sevebilmek, onun aşkı gibi yanabilmek için! Layık değiliz amma o dostunun sevgisine sığınarak görmek istiyoruz cemalini... 44 Sana şüphesiz inanan Hz. Ebubekir’in (ra) dostluğu gibi sevebilmek istiyoruz. Seni öldürmeye geldiğinde Müslüman olan Hz. Ömer (ra) gibi, adaleti gibi sevebilmek istiyoruz. Cennet kadınlarının sultanı Hazreti Fatıma’ya dedin ki o son zamanlarında: “Üzülme, ölümümden sonra ilk bana gelecek olan sensin. “Ölüm Hazreti Fatıma’yı sevindirmişti. Çünkü Hz. Muhammedsiz (sav) bir hayat onun için yok gibiydi. Sensiz bu hayatta ölüm bizleri de sevindirsin! Sana şüphesiz inanan Hz. Ebubekir’in (ra) dostluğu gibi sevebilmek istiyoruz. Seni öldür- meye geldiğinde Müslüman olan Hz. Ömer (ra) gibi, adaleti gibi sevebilmek istiyoruz. Kafam kesilse bile ben peygamberimin mezarında kılıç sesi duyurtmam diyen Hz. Osman (ra) gibi sevebilmek istiyoruz. En sevdiğin kızını verdiğin, damadım dediğin Hz. Ali (ra) gibi sevebilmek istiyoruz. Ben bu yolu doğruluk üzerine kurdum diyen Pir Geylânî’m (ks) gibi yalansız sevmek istiyoruz. Bu aciz kullar sizi gerçekten sevebilir mi bilinmez. Senin şefaatine inandık ve itaat ettik... O kimsesiz olduğumuz mahşer gününde bizleri de kimsesizlerden say ve sahipsiz bırakma Yâ Rasûlallâh! Sonsuz Salât Ve Selamlar Sana Olsun... Doğum Günün Kutlu Olsun Efendim... Emine Kaya 45 BİR ALLAH DOSTU DAHA GÖÇTÜ Çocukluğumuzda Ehlullah’tan ilk tanıdığımız insandı. Hepimiz ona hayrandık. Teyzemin damadının sobacı dükkânında kalfalık yapardı. Zenaatından dolayı her ne kadar eli-yüzü kara, kurum, is ve kir içinde bulunsa da, gözlerinde aşk ateşi eksik olmazdı. Temiz yüzlü, yumuşak huyluydu. Ağzından Allah kelâmından başka söz duymazdınız; bakışlarında ihlâs nurları fışkırırdı. Teyzezadem Vahap Atlı’nın çok yakın arkadaşıydı. Bizi bir gün Hayri Öğüt Baba’nın zikir meclisine götürdü. Zaman bugünkünden çok farklıydı. “Allah” diyenler “Yallah” hapishaneyi boylardı. Sanıyorum hayatta katıldığım ilk zikir meclisi oydu. Aradan 50 seneden fazla zaman geçti. Henüz bir ilkokul talebesiydim. Bize “Karga karga gak dedi… Çık şu dala bak dedi… Çıktım baktım o dala… Bu karga ne budala…” türünden şiirler öğretirlerdi. Hiç unutmam; o gün çocuksu bir dua etmiştim. “Yarabbi beni bu insanlardan ayırma” demiştim. Demek ki duam kabul olunmuş. Rabbim, hapishane hayatımda bile beni onlardan ayırmadı. İnşallah ahirette de ayırmaz. Dün gece eve çok geç geldim. Yeğenim ve ağabeyim Vahap Atlı, iki defa İzmit’ten telefon etmiş. “Hüseyin gelirse beni mutlaka arasın” demiş. Hayırdır inşallah… Hemen aradım. Sesindeki hüzün beni korkuttu. Bir felâket haberi vereceğini derhal anladım. “Niyazi Sekmen Baba’dan haberin var mı?” dedi. Birden irkildim. Çünkü ölüm haberini alıştıra alıştıra verirlerdi. Kendisi çok hastaymış. “Gelemeyeceğini” söylüyordu. Son derece üzgündü. Bana, “Sakın ihmal etme… Cenazeye mutlaka git” diyordu. Hiç ihmal eder miydim?... Niyazi Baba’nın evine gittim. Kapıya bir kâğıt yapıştırmışlardı. “Cenaze, Niyaziye Camii’nde defnedilecek” diyorlardı. Niyaziye Camii?... Ankara’da yüzlerce cami var. Neresi olduğunu bilmiyordum. Adres filan da yazmamışlardı. Bizim Müslümanlar böyle işte... Sorup 46 araştırdım. Esenboğa yolu üzerinde Şenyurt köyü varmış. Niyaziye Camii oradaymış. Binbir duygu, düşünce ve hüzün içinde gittim, buldum… Tekbirlerle, tehlillerle, zikirlerle bir öğlen namazı kıldık. Şu anda bu satırları, Niyazi Baba’nın sessiz sedasız yaptırdığı caminin avlusunda yazıyorum. İçerden ilahi, Kur’an ve zikir sesleri geliyor. Sanki ayrı bir dünyada ve ayrı bir alemdeyim… 50 yıl önceki çocukluk günlerimi yeniden yaşıyorum. Etraf çok kalabalık… Erkek-kadın, hepsi nur yüzlü insanlar… Cenazenin Hacıbayram Camii’nden gelmesini bekliyoruz. Caminin arka bahçesinde, kapalı bir yer yapmışlar. Niyazi Baba’yı oraya defnedecekler. O, çocukluğumuzda ve ilk gençliğimizde bize örnek bir insandı. Rüyalarımızı süsleyen rahmetli Hayri Baba’yla bizi karşılaştıran da oydu. Hayri Baba’nın çocukları da gelmişlerdi. Etrafta çok tanıdık vardı. Malatya plakalı arabalar… Malatya şivesiyle konuşan insanlar… Kimseyle konuşmak içimden gelmiyordu. Birden kaçak şeyhim Ahmet Celal Kasab’ı gördüm. Haydar Baş Hoca da inşallah gelmiştir diye düşündüm. O gün saat 15.00’te İstanbul Üniversitesi’nde konferansı varmış, onun için gelememiş… Bütün bağlılarına talimat vermiş… “Niyazi kardeşimizin cenazesine gitmeyi ihmal etmeyin” demiş. Onlar da kalabalık bir grupla gelmişler. Şeyhimi görünce dilim çözüldü. Niyazi Baba ve Hayri Baba’yla ilgili bazı mizahi hatıralarımı anlattım. Burada tekrar etmeme tabii ki üzüntüm mani… Hepsi “Şu Bizimkiler” adlı kitabımda yazılı… Hemen hemen okumayan da yok… İşte “O Bizimkiler”den biri daha gitti. Hayri Baba’nın oğlu Hayri’nin dediği gibi… “Sırası gelen gidiyor…” Allah Niyazi Baba’nın mekânını cennet etsin… Çocuklarına ve bağlılarına başsağlığı dilerim… 04 Nisan 1995 Hüseyin Üzmez 47 SAĞLIK – BİLİM “Hastalıkları eritmek hususunda en kuvvetli tabip, neşeli düşüncelerdir. Kederlere ve ızdıraplara galebe çalacak, en büyük teselli de güzel niyetlerdir.” Hz. Muhammed Mustafa (sav) “Hiç kimseye, imandan sonra, sağlıktan daha üstün bir nimet verilmemiştir.” Hz. Ali (ra) “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.” Kanuni Sultan Süleyman Han “İnsanlar, önce para kazanmak için sağlıklarını; sonra da sağlıklarını korumak için paralarını harcarlar.” Wolfgang Van Goethe Pratik Bilgiler Yumurtanın kabuğunu kolayca soymak için kaynattığınız suya bir miktar sirke veya karbonat ekleyin farkı göreceksiniz. Tencerenin başında beklemek istemediğiniz zamanlarda taşmayı önlemek için tahta bir kaşığı tencerenin üzerine yatay şekilde yerleştirebilirsiniz. Muzun daha uzun süre dayanması için koparıldığı yere plastik sarmanız yeterlidir. Patatesleri doğradıktan sonra soğuk suda bekletirseniz kahverengileşmesini önlersiniz. Patatesi önce kaynar suya sonra da buza koyarsanız kabuğundan kolayca ayırabilirsiniz. Bu sayımızda sizlerle mutfakta işinizi kolaylaştıracak bazı bilgileri paylaşıyoruz. Mutfağınızda ailenize ve sevdiklerinize güzel yiyecekler hazırlarken İnciden Damlalar ekibinin size sunduğu pratik bilgileri kullanarak hayatınızı daha da kolaylaştırabilirsiniz… İşin sırrını bilen annelerimize birkaç püf noktası da bizden olsun… Şekerlenmiş bal kavanozunu 5-10 dakika kaynar su dolu kâseye batırırsanız bal eski haline geri dönecektir. Domateslerin çabuk çürümesini önlemek için koparılan kısımlarının aşağıda kalması gerekir. Bu sayede domatesin koparıldığı yerden nem ve hava girişi engellenmiş olur. Ayrıca domatesler oda sıcaklığında buzdolabında olduğundan daha uzun süre dayanır. Yarı yumuşak peynirleri ortalığı kirletmeden rendelemek için 30 dakika önceden buzluğa koymanız yeterli. Yumurtanın taze olup olmadığını bir kâse soğuk suya koyarak anlayabilirsiniz. Yumurta dibe batıyorsa taze demektir. Yumurta suyun ne kadar üzerinde yüzüyorsa o kadar eski demektir. Açılmayan kavanoz kapağını sıcak suyun altına tutarsanız metal genleşir ve kavanozu kolayca açabilirsiniz. Yeşil bir muzu sarıya çevirmek için veya çok sert bir şeftaliyi biraz daha yumuşak hale getirmek için tek ihtiyacınız kâğıt bir torba. Meyveler kâğıt torba içerisinde saklandığı zaman daha hızlı olgunlaşır. Elmaların renk değiştirmesini de 2 ölçek su ve 1 ölçek bal ile önleyebilirsiniz. Önce Sağlık 48