okumak için tıklayın

Transkript

okumak için tıklayın
EDİTÖRDEN
Bismillâhirrahmânirrahîm
“O halde beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 152)
Selamun Aleyküm Sevgili İnci Takipçileri;
Bizi sizlerle bir kez daha buluşturan Rabbimize hamdolsun. Sevgili Peygamberimiz
Muhammed Mustafa’ya (sav) salât ve selam olsun. Pirimiz Abdülkâdir Geylânî’nin ve
Büyüklerimizin himmetleri üzerimize olsun…
Yeni bir sayı ve yeni bir mutluluk ile yeniden karşınızdayız. İnci’miz üç yaşında… Ve
bizler onuncu sayımıza ulaşmanın heyecanı içerisindeyiz. Üç yıllık emeklerimiz yerine
ulaşıyor, dergimiz her yeni sayımızda daha da gelişerek sizlerle buluşuyor. Çok şükür ki
bugünlere ulaştık. İlk günden şu ana dek bizi maddi manevi destekleyen her kardeşimize binlerce kez teşekkürler…
Dergimizin onuncu özel sayısında ayın konusunu da özel olarak belirledik. Bu sayımızın temel konusu günlük ve haftalık duâlarımız… Yaptığımız zikirlerin dilimizi aşarak
kalbimize işlemesi için bu konuyu incelemeye karar verdik. Bir garip kul olarak bizlere
düşen, Rabbimizin kendini tanıttığı nispette O’nu tanımak! O’nun aynasında kendimizi
seyredip tanımak! Bize düşen Rabbimizin yüce özelliklerine, hikmetlerine, hayran kalmak!
Allah’ı tanımanın yolu da hepimizin bildiği gibi zikirden geçer. Dil buna sadece bir
tercümandır. Yalnız dilde kalan sözler, kalbe intikal etmedikçe zikir sayılmaz. Bu yüzden
dersimizi Türkçe manaları ile açıklamaya çalıştık. Anlamlarını öğrenmek ve ne söylediğimizi bilmek ilk adımdır fakat elbette bu yetmez çünkü önemli olan zihnin ve bedenin
“açılım yapıp hissetmesidir.”
Zikrimizi diri yaparsak, ne olduğunu bilerek söylediğimiz sözleri tüm vücut azalarımız
ile yaşarsak, “Hû” esması vücudumuzdaki her bir hücreyi titretirse, kelamların gerçek
manasını kavrayabilirsek, işte o zaman gerçek zikrin tadına ulaşabiliriz.
Bu özel sayımızda bize yazı gönderen Nuriye Çeleğen Hanımefendi’ye vakfımız ve
yayın kurulu ekibim adına teşekkür ederim.
Bu sayımız sizlerin derslerinizi yaşamanıza, onu ruhunuza, bedeninize ve kalbinize
işlemenize inşallah bir vesile olsun. Ayrıca bu sayımız Kutlu Doğum Haftası ve Mübarek
Üç Aylara denk geliyor. Rahmetin sağanak sağanak yağdığı bu zamanlarda birbirimize
duâ etmeyi unutmayalım. Duâlarınızı bizlerden eksik etmeyiniz. Allah’a emanet olunuz.
Sizleri İnci’nin onuncu özel sayısı ile baş başa bırakıyoruz… Feyizli Okumalar…
Ömer Faruk Erdoğan
içindekiler
Kâinatın Efendisi Peygamberimizin 12
Yaşından 38 Yaşına Kadar Olan Hayatı–III................................................................................. 5
Ayın Sohbeti: Feyiz ve Huzur Pınarı
“Günlük Duâmız Ve Faziletleri – I” Mehmet Emin Uzunosmanoğlu............... 10
Dost Bahçesinin Gülleri
Kadiriler Derler Bize Ömer Faruk Erdoğan..................................... 15
Günlük Duâmızın Manası ve Önemi
Esra Erdoğan.................................................... 17
Haftalık Duâmız ve Manaları
Tuğba Uzunosmanoğlu................................. 20
Her Kelamın Âlâsı: Lâ İlâhe İllallah!
Mehmet Akyüz.................................................. 24
Hoşgeldin
Hanife Kadiroğlu.............................................. 26
Bilinmeyene Yolculuk Zeynep Uysal Çipil........................................... 28
Kul Hakkı Nedir Bilmiyorlardı
Cüneyt Yusufoğlu............................................. 30
nisan • mayıs • haziran
Grafik Tasarım Esra AKBURAK Kapak Resmi: Kadir KOÇAK
Editör: Ömer Faruk ERDOĞAN Gsm: 0546 691 53 25
Mail: [email protected]
Baskı Seçil Ofset
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No: 77 Bağcılar-İSTANBUL
Tel: 0212 629 06 15 www. secilofset.com
Manevi Reçetemiz: “Tesbihatımız”
Esra Akyüz......................................................... 32
Zikrullah Ve Rabıta
Tuğba Berber.................................................... 34
Tarik Dersi Almadan Önce
Yapılması Gerekenler
Pınar Cantekin.................................................. 36
Niyet Hay Kılar
Nuriye Çeleğen................................................. 38
Duâ Ve Mağfiret Ayları, “Üç Aylar”
Emine Can.......................................................... 40
Hastalıkların Ardındaki Hikmetler
Havvanur Şenduran....................................... 42
Peygamber Efendimize (sav) Mektup
Emine Kaya........................................................ 44
Bir Allah Dostu Daha Göçtü
Hüseyin Üzmez................................................. 46
Sağlık-Bilim: Pratik Bilgiler
................................................................................ 48
Ayın İlahisi: Malatya’dan Su İçmişem
................................................................................ 49
günlük ve haftalık duâlarımız
NİYAZİYE EĞİTİM KÜLTÜR VE DAYANIŞMA VAKFI
Dr. Mediha Eldem Sokak 58/1 Can Apt. 06420 Kızılay / ANKARA
Tel: 0312 433 02 69 Gsm: 0533 685 64 65 Faks: 0312 433 02 70
Mail: [email protected] Web: www.niyaziyevakfi.org.tr
Facebook: facebook.com (İnciden Damlalar Dergisi)
KÂİNATIN EFENDİSİ PEYGAMBERİMİZİN
ON İKİ YAŞINDAN OTUZ SEKİZ YAŞINA
KADAR OLAN HAYATI – 3
A
llah’u Teâlâ’nın yarattığı varlıkların en şereflisi Hz. Muhammed
aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allah’u Teâlâ’nın Resûlü,
son Peygamberidir. Allah’u Teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na
“Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allah’u Teâlâ bir Hadîs-i Kudsîde: “Sen
olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. İşte böyle bir Peygamberin ümmeti olduğumuz için ne kadar şükretsek azdır.
Dergimizin bu sayısında Efendimizin hayatına
kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Düğün Merasimi
Evlilik hazırlıkları başlamıştı. Düğün merasiminin tarihi, bizzat Hz. Hatice tarafından
tespit edildi. Mera­sim de onun evinde yapılacaktı. Tespit edilen tarihte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, amcaları, hala­ları ve Hâşimoğullarının
ileri gelenlerinden bazılarıyla birlikte Hz. Hatice’nin evine geldi.
Güzel bir düğün merasimi için
gereken her şey, bizzat Hz.
Hatice tarafın­dan temin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı. Yemekler yendikten sonra, âdet
olduğu üzere sıra, iki taraf
büyüklerinin ko­nuşmasına
geldi. Hz. Hatice’nin babası, Ficar Harbi’nde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen
merasime, amcası Amr b.
Esed katılmıştı. Geleneğe göre,
ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû
Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“Allah’a hamdolsun ki bizi, İbrahim’in
zürriyetinden, İsmail’in sulbünden, Maad’ın
mâdeninden, Mudar’ın aslından vücuda getirdi. Bundan sonra, asıl maksada gelir ve derim ki: “Kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah ki akrabanız olduğu malûmu­nuzdur.
“Allah’a yemin ederim ki bundan sonra onun mertebesi
daha da büyüye­cek, daha da
yükselecektir!“Şimdi o sizden,
kızınız Hatice’yi zevceliğe istemekte, muaccel ve müeccel
mehir olarak da yirmi erkek
deve vermeyi taahhüt etmektedir.”
Onunla Ku­reyş’ten hiçbir genç tartı­lamaz,
ölçülemez! Bu, şeref ve asâ­letçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir! “Gerçi,
malı azdır. Fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir
şey! “Allah’a yemin ederim ki bundan sonra
onun mertebesi daha da büyüye­cek, daha da
yükselecektir!“Şimdi o sizden, kızınız Hatice’yi
zevceliğe istemekte, muaccel ve müeccel mehir olarak da yirmi erkek
deve vermeyi taahhüt etmektedir.”
Ebû Tâlib konuşmasını
bitirince de, Hz. Hatice’nin
amcasının oğlu Varaka
b. Nevfel ayağa kalktı ve
şöyle konuştu: “Allah’a
hamdolsun ki bizi de,
anlattığın gibi yarattı;
say­dıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi.
Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz! “Ey
Ku­reyş topluluğu! Şahit olunuz ki ben,
Huvey­lid’­in kızı Hatice’yi, şu kadar mehirle
Muhammed b. Abdullah’­la ev­lendir­dim!” Varaka b. Nevfel konuşmasını bitirdikten sonra, Ebû Tâlib, Hz. Hatice’nin am­cası Amr b.
5
Kâinatın Efendisi Pey­gam­be­ri­
miz, kendisine “Hatice-i Küb­
ra” de­diği bu asil ve tâhire kadın hayatta olduğu müd­detçe
baş­ka bir ka­dınla evlenmedi.
Her türlü teselliyi ve en parlak saa­deti bu huzurlu evinde
buldu.
Esed’in de muvafakatini istedi. Amr da ayağa
kalkarak, “Ey Ku­reyş topluluğu! Şahit olunuz
ki ben de Muhammed b. Abdullah’a Hüvey­
lid’­in kızı Hatice’yi nikâhladım!” diye konuştu.
Böylece, Kâinatın Serveri Efendimiz ile Ku­reyş
kadınlarının, ne­seb, şeref ve zenginlik bakımından en üstünü bulunan Hü­vey­lid’­in kı­zı
Hz. Hatice-i Kübra zevc-zevce ilan edilmiş
oldular. O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz
yirmi beş, Hz. Hatice ise kırk yaşlarında bulunuyordu. Evlilikleri Milâdî tarihle 595 yılına
rastlıyordu. Yani, Efendimizin nübüvvetinden
on beş yıl önce...
Kâinatın Efendisi Pey­gam­be­ri­miz, kendisine “Hatice-i Küb­ra” de­diği bu asil ve tâhire
kadın hayatta olduğu müd­detçe baş­ka bir
ka­dınla evlenmedi.1 Her türlü teselliyi ve en
parlak saa­deti bu huzurlu evinde buldu.
Daha sonra, Hz. Hatice-i Kübra’dan,
Resûl-i Ekrem Efen­dimizin sırasıyla Kà­sım,
Zeyneb, Rukiyye, Fâtıma, Ümmü Gülsüm,
Abdullah adında altı çocuğu oldu. Oğlu Abdullah, Tayyib ve Tâhir isimleriyle de anılırdı.2
Bu mesut aile yuvasında Kâinatın Efendisi ile Hz. Hatice, en ulvî duygu­larla birbiriyle
kaynaşmışlardı. Âlî yuvasında hâkim olan,
karşılıklı emniyet, sa­mimi hürmet ve muhabbet idi. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisi kocasın1 İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 201.
2 Ebu’l-Kàsım Abdurrahman es-Süheylî, Ravdu’l-Ünf, c. 1,
s. 214.
6
dan on beş yaş büyük ol­masına rağmen, yüce
şahsiyetinden dolayı kendilerine karşı son derece nâzik, duygulu ve itinalı davranıyordu.
Peygamber Efendimizin şe­refli hanımına karşı muhabbeti de fazlaydı. Öyle ki vefatından
sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden atmadı, gönlünün en mûtena köşesinde
ebedî be­raberliğe kadar sakladı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice’nin
kerem­kâr­lı­ğı­nı, hayırseverliğini ve kendisine
yaptığı büyük yardımı her zaman yâd e­derdi.
Bu yâd ediş, Hz. Âişe validemize, “Hatice-i
Kübra’­dan başka, Nebiyy-i Ekrem’in zevcelerinden hiçbi­rini kıskanmadım!” dedirtecek ve
onun kıskançlık damarını tahrik edecek ka­dar
fazla idi.
Nasıl yâdetmezdi ki? Yedi çocuğundan biri
hâriç diğerlerinin annesi o idi. Herkes ona
düşman iken, ona dost elini uzatan, o idi. Her
türlü ızdırap ve sı­kıntı karşısında kendisini teselli eden, o idi. Herkesin ona arka çevirdiği
bir zamanda yanı başından ayrılmayan, o idi.
Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini, Peygamber Efendimiz
hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hayırla yâd edecekti.
Peygamber Efendimizin Zeyd Bin
Hârise’yi Âzad Etmesi
Zeyd b. Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında küçük bir çocuk
iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının
yanında, bir başka kabi­lenin baskını sırasında esir alın­mıştı. Esirler pazarından da, Hz.
Hatice’nin ye­ğeni Hâkim b. Hi­zan tarafından
dört yüz dirheme satın alınıp Mekke’ye geti­
rilmişti.3 Hz. Hatice, Zeyd’i yeğeninden almış
ve evinde barındırıyordu. Bu sırada Efendimiz, Hz. Hatice’yle evli bulunuyordu. Resûl-i
Ekrem, bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple,
Hz. Hatice’den onu kendisine bağışlamasını
istedi. Muhterem zevceleri, Pey­gam­be­ri­mizin
bu arzu­sunu yerine getirdi. Nebiyy-i Ekrem
Efendimiz, onu alır almaz azat etti.4
Ebeveyni, onun nereye götürüldüğünü,
kime satıldığını bil­mi­yor­du. Harise ailesi, çocukları için her gün gözyaşı döküyordu. Babası Harise, evde duramaz olmuştu. Diyar
diyar dolaşıyor, sormadık ka­bi­le ve uğramadık yurt bırakmıyordu. Biricik oğlu Zeyd için
şiirler söylene söy­lene geziyordu. Küçük Zeyd
ise, sanki anne babasını unutuvermişti. Mesut
ailenin saadeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarmış ve adeta onun ayrılmaz
bir par­çası haline gelmişti. Rahatı yerindeydi,
Kâinatın Efendisiyle kaynaşmıştı. Onun şefkatli kanatları arasında mesuttu, sevinçli ve
huzurlu idi.
Efendimizin, Zeyd’i Evlat Edinmesi!
Peygamber Efendimiz, Zeyd’e eşsiz bağlılığın mükâfatını ver­mede ge­cikmedi. Hemen
elinden tutarak, onu Ku­reyş’in oturduğu Hıcır
mahalline gö­türdü ve halka şöyle hitap etti:
“Ey hazır bulunanlar! Şahit olunuz ki bundan böyle Zeyd, benim oğlum­dur. Ben ona
vârisim, o da bana vâristir.” Bu sözleri işiten
Hz. Zeyd sevinçten uçuyordu. Hz. Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi müteakip derhal
İslam’ın sînesine koşacak ve “üçüncü Müslü­
man” olma şerefine ere­cektir. Resûl-i Kibriya
Efendimiz, Hz. Zeyd’i fazlasıyla severdi. Za­
man zaman ken­di­sine, “Ey Zeyd! Sen, kardeşimiz ve azat­lımızsın”5 diyerek iltifatta bulu­
nur­du. Resûl-i Ekrem, daha sonra çok sevdiği
bu büyük insanı, dadısı Ümmü Ey­men’le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdiği ve çoğu zaman terki­sin­de taşıdığı Üsame
Hazretleri dün­yaya gelecektir!
3 İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 497; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s.
224; İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 563.
Kâbe’nin Yeniden İmârı ve Peygamberimizin Hakemliği
Kâinatın Efendisi 35 yaşında idi. Bu sırada
Ku­reyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira yıllardan beri
yağan yağmur ve neticede meydana gelen
seller, ya­pı itibarıyla pek sağlam olmayan
bu mâbedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bu­
lunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı adeta harab
bir hale getirmişti. Son olarak gelen büyük bir
sel, Kâbe’yi bütün bütün sarsmış ve duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı. Bu arada, bir hadise
daha oldu: Kadının biri Harem’de ateş yaktı.
Ateşin ko­rundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin
örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına se­bep oldu.
Bütün bunların üzerine bir de Kâbe’nin içinde
bulunan bir definenin çalın­ması eklenince,
Mekkeliler, artık verdikleri ka­rarı bir an evvel
gerçekleştirme gayretine girdiler.6
İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi
Ku­reyşliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir
edeceklerini düşünüp, istişare edi­yorlardı.
Bu sırada, Cidde’ye gitmek üzere Mısır’dan
yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu. Bunu haber
alan Ku­reyş, olay yerine bir heyet gönderdi.
Ge­minin yükü, yumuşak aktaş, tahta, direk ve
demir idi. Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke’ye serbestçe girebilme
ve mallarını gümrüksüz sata­bilme garantisi
de verdiler. Hâlbuki, daha evvel Mekkeliler,
şehirde ticaret eş­yası satanlardan öşür alırlardı. Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir
mimar da bulunuyordu. Kâbe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mimarla da
anlaştılar. Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe’nin mimarlığı­nı Bizanslı Bâkûm, marangozluğunu ise Mekke’de
oturan Kıbtî bir usta yapa­caktı.7
Duvarların Taksimi
Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi
işi, kur’ayla kabileler arasında dörde
taksim edildi. Buna göre, Abdi Menaf ile
4 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 497.
6 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 205; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 145;
Taberî, Tarih, c. 2, s. 198.
5 Buharî, a.g.e., c. 3, s. 303.
7 İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 205; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 145.
7
Kâinatın Efendisi 35 yaşında
idi. Bu sırada Ku­reyş kabilesi,
Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira
yıllardan beri yağan yağmur
ve neticede meydana gelen
seller, ya­pı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mâbedi oldukça yıpratmıştı.
Zühreoğullarına Kâbe’nin Şam cephe­
si (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cü­
mah) ve Amiroğulları payına Kâ­be’nin Yemen
köşesi ile Ha­ce­rü’l-Esved köşesi arası; Mah­
zum ve Teymoğulla­rı­na ise, Safâ ile Ecyad’a
bitişik olan Ye­men cephesi düştü.8
hangi kabile bu şerefi
başkasına kaptırmak
isterdi? İş kızıştı, tartışma
ve münakaşa son derece
sertleşti. Öyle ki birbirleriyle
vuruşacaklarına dair yemin
bile ettiler.10
Uzlaşmayı Sağlayan
Teklif!
Kanlı bir hadisenin kopması her an beklenirken,
Ku­reyş’in en yaşlılarından
Ebû Ümeyye diye bilinen
Huzeyfe b. Muğîre, ortaya
atıldı ve taraflara şu tekli­
fi sundu: “Ey Ku­reyşliler!
Anlaşamadığınız şu işte,
mâbedin şu kapısından
(Benî Şey­be Kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda
hakem yapın; o kimse bu işi bir neticeye
bağlasın!”11
Mekke’nin Sarsılması
Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hz. İbrahim’in attığı temele ka­dar inildi.
Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı
gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı! Niyetleri, daha da aşağı inmekti. Ne var ki buna
muvaffak olamadılar. İçle­rinden biri bu yeşil
taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye
uğramış gibi Mekke’nin sarsıldığını gördüler.
Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan
sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını
anlayıp, kazdıklarıyla iktifa etti­ler.9
“Muhammedü’l-Emin” Geliyor!
Artık bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı! Kapıdan bir zât belirdi!
Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus
boyu posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen
bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar: “El-Emin o! Muhammed o! Onun ara-
Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü’lEsved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti.
Ancak bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile,
kendisini diğer kabilelerden bu hususta daha
lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bü­
tün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda,
Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar
örülüyordu. Bina, Hacerü’lEsved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak bu
mübarek taşı yerine koymada
kabileler arasında anlaşmazlık çıktı.
8 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 41; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn
Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
10 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225.
9 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn
Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
11 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn
Hacer, a.g.e., c. 1, s. 563.
Kabileler Arasında Anlaşmazlık Çıkması
8
mızda vereceği hükme râzıyız!”12 Evet, gelen
Muhammedü’l-Emin’di. Herkesin iti­madını
kazanmış olan dürüst insandı. Evet, isabetli
karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, elbette tesadüfî değildi. Vereceği hükümle
onlara, peygamberliğinden önce de, isabetli
görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.
Ku­reyş, durumu kendilerine anlattı. İsabetli
ka­ra­rı vermekte gecik­medi ve şu emri verdi:
“Hemen bana bir örtü getiriniz!” Ânında
getirdiler. Bir rivayete göre bu Velid b. Mu­
ğî­re’­nin elbisesiydi. Di­ğer bir rivayete göre
ise, Efendimiz, bizzat kendi ridâsını bu işte
kullandı.13 Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü
yere serdi. Merakları fazla sürmedi ve Sevgili
Pey­gam­be­ri­miz, Hace­rü’l-Esved’i bu ör­tünün
ortasına koydu; sonra da, “Her kabileden bir
kişi bunun birer köşe­sinden tutsun” diye emretti. Öyle yaptılar. Hacerü’l-Esved’i örtüyle,
konulacak yere kadar kaldırdılar. Ve Resûl-i
Kibriya Efendimiz, bizzat Hacerü’l-Esved’i
kendi eliyle yerine koyarak, bu şerefe nâil
oldu! Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.14İbni Abbas Hazretlerinin bir rivayetine göre, Efendimizin, Hace­rü’l-Es­ved’i yerine koyduğu gün,
Pazartesi günü idi.15
Peygamberimizin Hz. Ali’yi Yanına
Alması
Efendiler Efendisi otuz altı yaşında. Milâdî
607 senesi. Mekke’de şiddetli bir kuraklık
ve kıtlık baş göstermişti. Çoğu aile, geçim
sı­kıntısından perişan bir durumda idi. Geçim sıkıntısı içinde bulunan ailelerden biri
de,Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû
Tâlib’in ailesiydi.
Efendiler Efendisinin kalbi,
şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki... Zâtına yapılan
iyilikleri asla unutmuyordu.
Kendisine karşı gösterilen
kadîrşinaslık­ları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu!
beri, şefkatli kanatları arasında büyüdüğü
biri: Ebû Tâ­lib... Derhal harekete geçti. Hali
vakti yerinde olan diğer am­cası Hz. Abbas’a
koş­tu, durumu kendisine arz etti. Sıkıntı içinde
kıvranan Ebû Tâlib’e yardım el­le­rini uzatmaları, yükünü bir nebze de olsa hafifletmeleri
gerektiğini anlattı. Hz. Abbas, Efendimizin bu
davetini memmuniyetle kar­şıladı ve birlikte
Ebû Tâlib’e vardılar. Maksatları, Ebû Tâlib’in
evindeki kalabalığı biraz azalt­mak, hiç olmazsa birka­çının nafaka yükünü omuzun­dan
kal­dırmaktı! Maksatlarını Ebû Tâlib’e açınca,
o bundan memnuniyet duydu ve sonunda
Efendimiz ismini bizzat koyduğu Hz. Ali’yi,
Hz. Abbas da Hz. Cafer’i himâye­sine aldı.16
O sırada Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta, “Gü­zel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuran Resûl-i
Kibriya’nın himâ­yesine girmesi, Hz. Ali için
eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren
onun terbiye süzgecinden geçecek, davet
edildiğinde ise, derhal iman edecektir! Bu
imanı sırasında dokuz on yaşlarında bulunan
Hz. Ali, aynı zamanda “ilk Müs­lüman çocuk”
şerefini de kazanmış olacaktır.17
Efendiler Efendisinin kalbi, şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki... Zâtına yapılan
iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı
gösterilen kadîrşinaslık­ları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu! Böylesi güzel ve eşsiz bir
mizaca sa­hip bulunuyordu! İşte, şimdi geçim
sıkıntısı çeken biri vardı. Kendisine elinden ge­
len yardımı esirgemeyen biri. Çocukluğundan
12 Ahzab, 5, 40.
13 Ahzab, 5.
14 İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43; Buharî, Sahih, c. 3, s. 174;
Müslim, Sahih, c. 3, s. 131.
16 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 263.
15 Buharî, a.g.e., c. 3, s. 303.
17 İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 262; Taberî, Tarih, c. 2, s. 213.
9
FEYİZ VE HUZUR PINARI
“GÜNLÜK DUAMIZ VE FAZİLETLERİ” - I
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
lhamdülillahi Rabbil âlemin, vessalatü
vesselamu alâ Resûlina Muhammedin
ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellim. Değerli kardeşlerim, günlük duamızı anlatmaya
başlamadan önce evvela dualarımızı ne zaman okumamız daha faziletli olur, önce ona
bakalım inşallah. Duaların kabule şayan olduğu saatler, imsaktan bir veya iki saat öncesine tekabül eden zaman dilimidir. Ebu
Hureyre’den (ra) rivayete göre, Resulullah Efendimiz Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Rabbimiz Tebareke ve Teâlâ
her gece, gecenin son üçte biri kaldığı sırada dünya semasına nüzul
eder ve şöyle buyurur: Bana
dua eden var mı, duasına icabet edeyim. İstediğini vereyim.
Bana istiğfar eden var mı, onu
mağfiret edeyim.”
E
Bir gün gecenin üçte biri kaldığında, Yüce Mevla Cebrail’e emrediyor. “Var git şu mıntıkada dolaş,
kim uyanıksa ona benim rızamı ver”.
Cebrail de emredilen yere gidiyor, bakıyor
ki inanan inanmayan herkes uyuyor, yalnız bir Mecusi dışında. O da ateşi yakmış,
kendi inanışına göre ateşin etrafında dönerek, kendince ibadetini yapıyor, Allah’a şirk
“Rabbimiz Tebareke ve Teâlâ
her gece, gecenin son üçte biri
kaldığı sırada dünya semasına
nüzul eder ve şöyle buyurur:
Bana dua eden var mı, duasına
icabet edeyim. İstediğini vereyim. Bana istiğfar eden var mı,
onu mağfiret edeyim.”
10
koşuyor. Cebrail (as), geri gelerek Rabbimin
huzuruna varıyor ve “Ya Rabbi, mü’minler
hep uyuyor, yalnız bir Mecusi uyanık, ona da
rızanı vermedim” deyince, yüce Mevla “ey
meleğim Cebrail, ben vaadimden dönmem.
Sevdiğimiz saatlerde mademki o uyanık, var
git rızamı, fazlımı o mecusiye ulaştır” diyor.
Cebrail (as) de geliyor, o mecusiye Rabbim’in
rızasını veriyor. Tabi öyle olunca o Mecusi de,
Ya Samed Ya Samed Ya Samed diyerekten
Allah’ı zikretmeye başlıyor. Gördünüz mü
o saatlerde uyanık olmanın faziletini.
Değerli kardeşlerim, Gecenin üçte
biri imsaktan aşağı yukarı üç saat öncesinde başlar. O saatlerde günlük
duanı çekemezsen, ne zaman
kalktıysan o zaman çekersin;
ancak hedefimiz gecenin son
üçte birinde uyanık olup, dersimizi o saatlerde çekmeye çalışmak olsun. Günlük dersimizi
çekerken nasıl oturacağız, nelere
dikkat edeceğiz biraz da onlara
değinelim. Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’inde Ali İmran Suresi 191. Ayetinde “Onlar, ayaktayken, otururken,
yan üstü yatarken (her vakitte) Allah’ı zikrederler…” buyurmaktadır. Buradan da
görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak bizlere ayakta
iken, otururken, yan üstü yatarken zâtını zikretmeye cevaz vermiştir. Ancak değerli kardeşlerim, namaz kılmayı ele alacak olursak.
Namazın içinden olan farzlarına bir bakalım.
Bunlar İftitah tekbiri, kıyam, kırat, rükû, sücut,
kadei ahiredir. Kıyam ne? Namazda ayakta
durmaktır. Kadei ahire ne? Son rekâtta, ettehiyyatüyü okuyacak kadar oturmaktır. Eğer ki
vücudumuzda rahatsızlık, ağrı, sızı vb. yoksa
namazımızı direk yan üstü yatıp kılmamız uygun olmaz.
Biz zikrullahta, ilhamı namazdan; mevlit evlerimizde ise, cami adabından alıyoruz.
Günlük dersimizi de namazdaki gibi iki dizimizin üzerine oturarak çekersek değerli kardeşlerim, daha hayırlı olacağına inanıyorum
inşallah. Bu oturuş şekli, Peygamber oturuşu-
mahrum eyleme Ya Rabbi” diyoruz. Ondan
sonra Destur Medet İmdat Ya Hz. Allah (cc),
destur ya Cibril-i Emin, şefâat ya Resulullah
Muhammed (sav) Efendim Hazretleri, destur
medet imdat himmet Allah’ın izni ile Ya İmamı Ali, İmam Hüseyin, destur medet imdat
Ya Pirim Efendim Şıh Abdülkâdir Geylânî’m,
destur medet imdat ya Dede Osman Avni
Babam, Hacı Ömer Hüdaî Babam, Hacı
Muhammed Babam, Hacı Mustafa Hayri
Babam, Sultanım Mürşidim Niyazi Babam
(destur himmet medet Hocamız Emin Babam), bunlar ve bunlar arasında gelmiş
geçmiş cümle silsile-i meşayıh-ı kiram efendim hazretleri destur medet, imdat, himmet
destur deyin.
dur. Öyle oturamıyorsak, o zaman da bağdaş kurarız. Bu oturuş şekli de, Hz. Âdem’in
oturuş şeklidir. Eğer dizinde rahatsızlık var ve
bu ikisini de yapamıyorsan, o zaman da nasıl
rahat ediyorsan öyle oturursun, hatta istersen
ikisini de uzatabilirsin. Özetleyecek olursak,
günlük dersimizi çekerken iki şekil oturuşumuz varmış. Biri iki dizimiz üstüne oturarak,
diğeri ise bağdaş kurarak; ama bağdaş kurmayı biz en son tercih edeceğiz, çünkü fazileti diğerine nazaran daha azdır. En güzeli,
namazda olduğu gibi, iki dizimizin üzerinde
oturup dersimizi öyle çekmektir.
Değerli kardeşlerim günlük dualarımıza
başlarken evvela üç ihlâs bir Fâtiha okuyup:
“Peygamberim Muhammed (sav) başta olmak
üzere, İmamı Ali, İmamı Hüseyin (ra) Efendim Hazretlerinin ruhlarına, Pir Abdülkâdir
Geylânî’m, Dede Osman Avni Babam, Hacı
Ömer Hüdaî Babam, Hacı Muhammed Babam, Hacı Mustafa Hayri Babam, sultanım
Mürşidim Niyazi Babam Hazretlerinin ruhuna, (Hocamız Emin Babamın da ruhu makamına) bunlar ve bunlar arasında gelmiş geçmiş cümle silsile-i meşayih-ı kiram efendim
Hazretlerinin ruhlarına, senin rızan için hediye ettik kabul eyle, ruhlarını haberdar eyle,
bizlerle beraber eyle, sevgi şefaatlerinden de
“Onlar, ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (her
vakitte) Allah’ı zikrederler…”
Hayri Baba buyuruyor ki, rabıta kurarken
evvela gözünüzü bir açın, bakın. Gerçekten o düşündüklerin, ismini saydıkların yanında var mı bir bak, onları varmışçasına
bir hisset. Daha sonra gözünüzü yumun,
dilinizi damağınıza dayayın, boynunuzu
kırın, kalbinize bakarak ölüm halini tefekkür ediyoruz. Ölüm halini düşündükten sonra Rabıta kurarken de, Resulüm Muhammed
Efendim Hazretleri sırtını vermiş Beytullah’a
ister Mültezem’in orada istersen altınoluğun
altında hayal et. Resulullah’ın sağında İmam
Ali’m, solunda İmam Hüseyin’im, Hocamız
Emin Babam da Resulümün dizinin dibinde
oturuyor. Bizler de mürşidimizin dizinin dibindeyiz. Diğer mürşitlerimiz de etrafını halka
gibi çevirmişler, inşallah. Sağında Hayri Babam Hz., solunuzda Niyazi Babam Hz. arkanda Pir Abdülkâdir Geylânî’m, manevi eli
de başının üstünde öyle düşünün. Hocamız
Emin Babamın da takkesi başımda, cübbesi
sırtımda, deyiverin inşallah. Eğer böyle yaparsak değerli kardeşlerim, inşallah ibadetlerimiz ciddi ve güzel olur. Vesvese az olur, hatta bu rabıtayı şerife-i bozmadıkça, neredeyse
vesvese senin kalbine gelmez. Eğer geliyorsa,
bil ki rabıtan tam değil, bozuk demektir. Sık
sık icap ederse, Medet imdat Ya Allah, yetiş
Ya Resulullah, himmet Ya İmam Ali’m, İmam
Hüseyin’im, Pir Abdülkâdir Geylânî’m, Hayri
Babam, Niyazi Babam, Emin Hocam Destur
Allah’ın izniyle Himmet deyiverin.
Dersimizde, dualarımızı hediye konusuna da değinecek olursak. Ders kâğıdında ilk
başta kimlerin isimleri varsa, onları yukarıda
saydık, ilk hediye onlaradır. Onun haricindekilere, dersimizin sonundaki ikinci hediye
sırasında vereceğiz. İlk hediyede yalnız silsilemize veriyoruz. Bunu da şöyle anlatayım.
11
Hayri Baba buyuruyor ki, rabıta kurarken evvela gözünüzü
bir açın, bakın. Gerçekten o
düşündüklerin, ismini saydıkların yanında var mı bir bak,
onları varmışçasına bir hisset.
Varlık benlikten Allah’a sığınırım, bir gün, dersimizde dualarımı hediye ederken Resulümden sonra Ebu Bekir Sıddık, Ömer-ül Faruk,
Osman-ı zinnureyn, Ali-yel Murtaza, İmam
Hasan, İmam Hüseyin Hz.’nin ruhlarına diye
duaları hediye ederdim, tabi mürşidimden
izin almadan. Böyle dua hediye ederken, bir
gün baktım ki hakikaten de Niyazi Babam’a
gelinceye kadar, bu saydıklarımın hepsi, diğer
mürşitlerim de dâhil geldiler, görünüyorlar.
Hz. Ebu Bekir Sıddık’ın önünde bir namazlağı, arkasında bir namazlağı, elbisesi o kadar.
Öyle cübbeydi, pardösüydü böyle bir şey yok,
bir de tacı var mıydı onu da hatırlayamadım.
Değerli kardeşlerim, Cenab-ı Hak, bunları
böyle gösterdiği gibi, hatta cübbeleri nedir,
ellerindeki tespihlerinin rengi nedir, bunları
dahi dilerse gösterebiliyor, gösteriyor. Tabi o
zaman ne olup bitiyorsa doğru Niyazi Babam
Hz.’ne anlatır, bugün böyle oldu bugün şöyle
oldu diye rapor verirdim. Bu bilgiyi vermeye
gittiğimde de, baba durum böyle böyle deyince, Niyazi Babam Hz. birden bozuldu. Eyvah
dedim yahu, biz bir hata işledik. Peki, hatamız ne? Bizim Hz. Ebu Bekir Sıddık, Ömer-ül
Faruk, Osman-ı Zinnureyn’i oraya katarak
ders kâğıdımızı ve sırasını bozmamız. Tabi
durum böyle olunca, daha sonra bu durumu
düzelttik. Akabinde hemen rüyalar da düzeldi
ve Niyazi Babam Hz.’nin yüzü de güzelleşti, o
öfkeli hali de gitti.
Yani ilk başta silsile-i meşayıhlarımızı sayarken, İmam Hasan Hz.’ni söylemeyip, dersimizin sonundaki ikinci hediyede söyleyeceğiz. Bu olur mu, olmaz mı, şöyle olsun böyle
olsun falan dersek olmaz. İşin doğrusu ve güzeli, senin feyizli faziletli dediklerinle, doğru
dediklerinle veya senin kendince bildiğinle şekillenmiyor. Allah’ın izni ile Resulün şefaati ile
İmamı Ali, İmamı Hüseyinlerin, Pir Abdülkâdir
Geylânî’m, Hayri Babamların, Niyazi Babamların ve bunlar arasında gelmiş geçmiş cümle
meşayıhlarımızın içtihadı ile oluyor. Onların
12
bildiği, onların emrettiği güzeldir. Bize düşen
neydi, ol sultanlarımın emrini tutup, nehyettiklerinden de kaçınmaktır. Oralara dilimizi
uzatmayacağız ve onların çizgisinden de asla
taşmayacağız.
Dersin sonunda okuduğumuz bir Fâtiha
ve üç İhlas’ı Şerife’yi hediye ettiğimizde işte
o zaman, İmam Ali’den sonra İmam Hasan’ı
oraya katacağız. Pirlerimizi mürşitlerimizi saydıktan sonra da, Ya Rabbi ana, baba, aile
efradımızın ve isimlerini sayamadığımız kaynana, kaynata, kardeş, çocuk bilcümle akraba ve taallukatlarımızın ruhlarına ve ruhaniyet makamlarına, kâffe ehli imanın ruhlarına
hediye ettik diyeceğiz. Dua kâğıdında ne yazıyorsa buna bağlı kalalım. Duayı çok uzatırsak, uzun dua cemaati sıkar. Hatta Niyazi
Babam Hz.’nin ana babalardan başkasına
hediye verdiğini görmedim. Ana, baba, kardeş, çocuk, akraba onlara da hediye edilebilir. Bunu niye söylüyoruz, hani bazı kardeşlerimiz Hacı Bayram Veli Hz.’ni, İstanbul’da
Eyüp El Ensari, Aziz Mahmut Hüdaî Hz.’ni
veya diğerlerini tek tek sayıyorlar ya… Bu olur
da, olmaz da değerli kardeşlerim. Olmaz
tarafını bir misal olarak söyleyelim. Biz aklımızca sevdiklerimizi sayıyoruz ya, örnek verecek olursak, duanın sonunda Mevlana Hz.’ni
söyledin, ama onun mürşidi olan Şems Hz.’ni
söylemedin. Daha orada nice eren evliya var,
onları da söylemedin. Bu neye benzer, biliyor
musunuz değerli kardeşlerim? Bütün evliyalar
oturuyor, sen tuttun orada sadece Mevlana
Hz.’ne kabak tatlısı ikram ettin. Diğerlerine
yok. O zaman ne olur? Hani derler ya, biri
yer biri bakar, kıyamet ondan kopar diye, iş
ona benzer. Ayırt edersek bir sofrada üç beş
kişi yemek yiyor; ama üç beş bin kişi de yemiyor. Niye ayırıyorsun onları. Hâlbuki Allah’ın
rahmeti sonsuzdur. Bizler de mümkün mertebe, ders kâğıtlarımızda yazanları söyledikten
sonra, diğerlerine de eren evliyanın, şehit şühedanın, âşık sadıkların ve kâffe ehli imanın
ruhlarına Fâtiha diyerek söyleyeceğiz. Tek tek
kendimize göre aklımıza geleni sayıp diğerlerini saymayarak, ayırt etmeyeceğiz.
Ondan sonra küçük yaşımızdan bugüne
kadar bilerek bilmeyerek amelen itikaden
veya bildiğim unuttuğum külli günahlarımıza
tövbeler tövbesi olsun Ya Rabbi Estağfirullah,
Tövbeler tövbesi olsun Ya Rabbi Estağfirullah,
Tövbeler tövbesi olsun ya Rabbi Estağfirullah
deyip duamıza başlayalım inşallah.
Değerli kardeşlerim eskilerden duyan ar-
kadaşlarımız çoktur, Nur içinde yatsın Niyazi
Babam Hz. buyurdu ki: “Kim bu duaları okur,
namazını kılar, haramın da her çeşidinden
kaçarsa, söyleyin onlara, onların gideceği yer
cennettir.” buyurmuştur. Çektiğimiz duaların
feyiz faziletleri ise tabi ki ilk giriş üç İhlâs birer
Fâtiha okuduktan sonra destur diledikten sonra hafif bir rabıta aldıktan sonra ne yapıyoruz
biz estağfirullah elhamdülillah diyoruz bunları her okuduğumuzda cenneti âlâdan bir köşk
verilir buyruluyor, onun o insanın denizlerin
köpüğü kadar günahı olsa o hamd ettiği için
Allah onun günahını bağışlar diyor ve cenneti
âlâdan da bir köşk verir. Neden Estağfirullah
Elhamdülillah demenin feyiz ve fazileti hatta bunun Peygamberim as Efendim Hz. ben
günde yüz kere günahıma tevbe ediyorum.
Estağfirullah-Elhamdülillah diyorum. Siz de
deyin diye emrediyor. Ama biz ne Allah’ın
emrini ne Resulullah’ın sünnetini hepsini kenara itip nefsimizin istediğini yapıyoruz. Onları okumayan insanları her ne kadar Allah
yarattı ise Allah’ın kulu Resulullah’ın ümmeti
olması gerekirken nefsin kulu şeytanın kölesi
ve onun içtihadını yapmış oluyor. Hâlbuki Rab
olarak biz Allah’a tabiyiz din olarak İslam’a
tabiyiz rehber olarak Kur’an’a tabiyiz örnek
önder olarak resulüme ve onun ehlibeytine
bağlıyız. Sen bunları kenara it veya hafife al
tanıma nefsine göre hareket edersen nefsin
kulu şeytanın kölesi olmuş olursun ki imanın
zayıf olur ve tehlikeli olur. Evet, EstağfirullahElhamdülillahın anlamı bu, feyiz fazileti de bu
hatta Kur’an-ı Kerim’de çok çok günahınıza
tevbe edin Allah’ı çok zikredin diye Ayetler de
var. Biz Ayet’e ve Resulümün sözüne uyalım.
Rabbimiz Allah örneğimiz Resulüm Muhammed (as) dinimiz İslam rehberimiz Kur’an-ı
Kerim örneğimiz önderimiz Resulüm Muhammed (as) ve ona tabi olan İmam Ali’m, İmam
Hüseyin, Pir Abdülkâdir Geylânî’m, Hayri Babam, Niyazi Babamlar…
İkincisi “Allâhümme salli alâ Muhammedin
ve alâ âli Muhammed”, Kur’an-ı Kerim’de bu
salâvat var hatta her Cuma, her zikrullahta bu
salâvat okunur bizde nasıl okunur bismillah…
Cenab-ı Zülcelâl Hz. buyurur ki, her mü’min
kul bu Salâvatı Şerife’yi Resulüm üzerine okusun çünkü ben ve meleklerim Resulüm üzerine okuyoruz siz de okuyunuz diyor yani bu
salâvat, hem Kur’an hem dua hem tespih
hem de salâvat. Hatta bazı yerlerde Resulüm
Allah’ın izni ile Resulün şefaati ile İmamı Ali, İmamı
Hüseyinlerin, Pir Abdülkâdir
Geylânî’m, Hayri Babamların,
Niyazi Babamların ve bunlar
arasında gelmiş geçmiş cümle
meşayıhlarımızın içtihadı ile
oluyor.
13
Muhammed (as) buyuruyor ki, her kim bu
Salâvat-ı Şerife’yi günde yüz kere veya daha
fazla okursa hatta Cuma günü daha fazla
okursa söyleyin onlara o insan bu salâvatı
çok okuduğundan ötürü Allah onu affeder
ve bana kavuşmuş olur diyor. Biz de şimdi bu
ibadetlerden kaçacak yer arıyoruz. Allahtan
kurtulamayacağımıza göre Allah’ın azabından da kurtulamazsın. Öyle ise gel Allah’a
yürü yol kapanmadan, zikret Mevla’yı dilin
durmadan. Gel rabbini zikret aklın varsa.
Kelime-i Tevhid ise, İslam’ın anahtarıdır
cennetin anahtarıdır Resulüm Muhammed buyurur ki kim bir kere aşk ile “Lâ İlâhe illâllah”
derse ağaçlar kalem olsa denizler mürekkep
bütün melekler kâtip olsa onun bir sefer aşk
ile okuduğu Tevhid’in sevabını yazmakla bitiremezler diyor. Başka bir Hadisi Şerifte kim
ki bir kere aşk ile Lâ İlâhe illâllah derse yedi
kat sema dağlar ile denizleri ile terazinin bir
kefesine konsa bir kefesine de Lâ İlâhe illâllah
konsa yine ağır gelir Lâ İlâhe illâllah. Rehberimiz Kur’an.Eğer rehberine hor bakarsan Kur’an
da sana hor bakar bir gün.
Rehberimiz Kur’an’dan örnek önderimiz Resulullahtan
ayrılmayalım, kimsenin lafına da asla kanmayın…
sanı, inkâra götürür insanı. Allah imanlarınızı
kurtarmadan bu âlemden ayırmasın inşallah.
Dua kâğıdı veriyoruz. Dua kâğıdımızı verirken
Kur’an-ı Kerim’de yine Fetih Suresi onuncu
Ayetinde siz el ele tutuştuğunuz zaman ben
sizin elinizin üzerindeyim diyor Allah. O anlaşma ne güzel anlaşma o sözleşme ne güzel
sözleşme, ben ve meleklerim de yanınızda
ve şahidinizdik. Sözünde duranlara söyleyin
Cennet-i âlâda onlara köşkler saraylar verilecek. Sözünde durmayanlara da söyleyin
Cehennem’de veyl deresi diye bir vadi vardır
gideceği yer oradır. İki yol var üçüncüsü kesinlikle yok biri Cennet yolu biri Cehennem
yolu. Tavsiyelerimizi tutar, itikadınızı güzel tutarsanız Cennet Cemalullah yurdunuz olsun
inşallah. Ben namazımı kılmam bu duaları da
okumam ben cennete giderim. Bunlar Allah’a
sıcak bakmayanların sözü, Peygamberimi
sevmeyenlerin sözü, onlara hiçbir zaman aldanmayın, Kur’an’dan ayrılmayın, Resulümden ayrılmayın yavrularım…
Değerli arkadaşlar günlük dersimizi aksatmayalım.
Bir gün Ankara dışından bir
kardeşimiz geldi, ona dua
verdik eski camimizde. Camiden gittikten sonra memleketine varınca o gün dersini âcizane okumuş fakat
bir tanesini eksik okumuş.
O gece rüyasında cübbeli
sarıklı birisi geliyor kalk seni
Abdülkâdir Geylânî çağırıyor diyor. Peki dedim abdestimi aldım çıktım yola onunla önlü
arkalı gidiyoruz bir yerde baktım ki Bağdat
diye yazıyor. Saddam’ın da boy resmi var.
Bağdat’a geldiğimiz belli oldu diyor, o bizi
götüren insan türbe-i saadete götürdü, selam verdi. Efendim işte istediğin ihvanını getirdim, buyur diyor öyle deyince kabirden Pir
Abdülkâdir Geylânî buyurdu ki “oğlum dün
dersini okurken sehven unuttun buradan varınca hemen onu kaza et emi” demiş. Buna
dayanarak dersini okumayanlar kaza etsin en
azından yüzden edemese de otuz üçten, on
birden olsun etsinler de Mevla’nın azabından
gazabından kurtulsunlar.
Öyle ise gel Allah’a
yürü yol kapanmadan,
zikret Mevla’yı dilin
durmadan. Gel rabbini
zikret aklın varsa.
Dördüncüsü lafza-i celal. Mevlidi şerifte, bir kez
Allah dese aşk ile lisan dökülür cümle günah misli hazan. Günahlarının dökülmesini istiyorsan gel
Allah’ı zikret yoksa günahlar yarın kabrinde
altına ateş olarak döşenir. İsmi pak olur zikreyleyen her murada erişir Allah diyen. Yani
gel Allah’ı zikret manevi defterin pak olsun
silinsin ki Allah’ın huzuruna günahlardan
arınmış, Kur’an’ın nuru ile boyanmış olarak
inşallah böyle cennete gidesin…
Beşincisi İhlâsı Şerif. Resulüm Muhammed
(as) “üç İhlâs ve bir Fâtiha’da bir hatim sevabı
vardır. Eğer otuz üç kez okursan bu duaları
her gün defterine on bir hatim sevabı yüz kere
okursan otuz üç hatim sevabı defterine yazılır” diyor. Yani bizim her gün bir hatim indirmemiz mümkün değil o güç yok bizde, lakin
İhlâsı okumaya gücümüz var. O bakımdan
değerli kardeşlerim inşallah bu kadar hatim
sevabını amel defterimize yazılır. Böyle olmaz
falan o tür şeylere girmeyin. Allah’ın sözünü
birini tutup birini reddetmek imandan eder in-
14
Devamı Dergimizin 11. Sayısında…
Mehmet Emin UZUNOSMANOĞLU
DOST BAHÇESİNİN GÜLLERİ
KADİRİLER DERLER BİZE
Dünya ve ahiretin padişahı Şah Abdülkâdir’dir (ks)
Evlad-ü Âdemin (insanoğlunun) serveri, Şah Abdülkâdir’dir (ks)
Güneş, Ay, Arş, Kürs, Kalem bunların cümlesi
Nurunu, Şah Abdülkâdir’in kalbinden aldılar...1
Seyyah olup şu âlemi ararsan, Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz,
Ceddi Muhammed’dir eğer sorarsan,
Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz…2
Üstadı Olmayanın üstadı şeytandır…
A
llah-ü Teâlâ kullarından birini veli yapmak dilerse, onun Hz. Muhammed
Mustafa’nın (sav) huzuruna getirilmesini emreder. O kişi Resulullah’ın (sav)
huzurunda hazır olunca Efendimiz
(sav) emreder ve “Oğlum Seyyid
Abdülkâdir’e götürün vilayet
makamına liyakat ve istihkakını görsün” buyurur
ve kişiyi Gavs’ül-âzam’a
götürürler. Eğer Gavs
Hazretleri, onu vilayet
makamına layık görürse, ismini Muhammedi defterine yazar. Mübarek belgeye
Resulullah’ın emri ve
tasdiki konur. Ona vilayet
berat ve hil’ati tertip edilip, Gavs’ül-âzam’ın emrine verilir. O da sahibine ulaştırır. İşte bu veli gayb ve şahadet
âleminde makbul ve selamette olur.
Bu vazife kıyamete kadar, Gavs’ül-âzam’a
verilmiştir. İşte böyle büyük bir zâtın talebeleri olmaya adayız biz…
Hicri V. asırda İslâm âleminde karışıklıklar, kav1 Gayb'ın Dili; Abdülkâdir Geylânî ‘nin (ksa) menkibeleri, hükmetli
sözleri, kadiri tarikatı ve evradı; Muhammed Sadık Ul Sadi, Tercüme
Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa; Kitsan Yayınları ISBN 975 - 7557 - 47 - X Sayfa 334,335; 353, 354 2 Yunus Emre
Her kim Abdülkâdir Geylânî
Hazretleri kimdir der ise? O ki
Muhyiddîn, Gavs’ül-âzam, Kutb-i
Rabbânî, Sultân-ulevliyâ, Kutb-i
âzam’dır. On iki tarikatın feyiz
kaynağıdır.
galar ve çekişmeler hüküm sürüyor, bu karışıklık
siyasi, dini ve ilmi sahalarda aynı şekilde
varlıklarını hissettiriyordu. O vakitler insanlık, dünyaya taparcasına bağlılığı önleyebilecek;
ahiret, inanç ve akidesini
diriltip insanları Allah’ın
rızasına doğru yönlendirebilecek; yöneticilerine
sorumluluklarını
hatırlatıp geniş halk
kesimlerine tek güç
olan Allah’ı bildirebilecek; cehalete ve zulme
karşı imanı, ruhu yeniden diriltecek bir tebliğciye şiddetle muhtaçtı.3
İşte İslâm; bu insanları yeniden diriltecek tebliğcisine,
beşinci asrın sonunda Kâdiriyye
Tarikatının kurucusu ve hemen hemen bütün tarikatlarda önder olarak kabul
edilen, tasavvufun en büyük siması olarak anabileceğimiz Hz. Abdülkâdir Geylânî ile kavuşuyordu.
Her kim Abdülkâdir Geylânî Hazretleri kimdir
der ise? O ki Muhyiddîn, Gavs’ül-âzam, Kutb-i
Rabbânî, Sultân-ul evliyâ, Kutb-i âzam’dır. On
iki tarikatın feyiz kaynağıdır. İran’ın Geylân şehrinde 1078’de o mübarek gözlerini dünyaya aç3 el-Füyûzâtü’r-Rabbâniyye fi Evrâdi’l-Kâdiriyye
15
Şunu da muhakkak bilmek
gerekir, Abdulkâdir-i Geylânî
Hazretleri gibi bir sultan nerede bulunur diyecek olursak,
O’nun gibi sultan bulunmaz.
mıştır. Künyesi, Ebû Muhammed’dir, babası
Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost’tur. Hazret-i
Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ’nın oğlu
Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi
Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir.
Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid
hem de şerîftir. Yani anne ve baba tarafından soyu Peygamberimiz Hz. Muhammed
Mustafa’nın (sav) torunlarına kadar uzanır.
Kâdiri Tarikatı’nın ve diğer on iki tarikatın piri
ve yol gösterenidir.
Kâdirilik nedir diye sorulduğunda ise; bu
kutlu yol sevgi, muhabbet ve ilahi aşk yoludur
değerli kardeşler. Mayasında iyilik, güzellik,
doğruluk ve hakiki aşk vardır. Gaflet uykusundan uyanmak, nefsin kötü alışkanlıklarını
ve arzularını bırakmak, kötü arkadaşlardan
kaçmak, Allah Resulünün ahlâkı ile ahlaklanmaktır. Bu mübarek okullarda öğrendiklerimiz sayesinde maneviyatımız ve ihlâsımız
artar inşallah. Bu mübarek yola girmek salâh
erbabı olmuş, kurtuluşa ermiş olanların yollarına girmektir.
Bu nurânî yolun ve Abdülkâdir Geylânî
Hazretlerinin tasavvuf anlayışı Kur’ân-ı
Kerim’e ve sünnete dayanır. Kâdiriliğin beş
temel kuralı vardır: Himmeti (niyet ve düşünceyi) yüceltmek, haramlardan kaçınmak, hizmeti güzelleştirmek, azmi arttırmak ve nimete
saygı göstermek. Himmeti yüce olanın derecesi yükselir. Haramdan kaçınanları Allah korur. Azmi arttıranın hidayeti sürekli olur. Nimete saygı gösterenin nimeti artar. Bu hususta
devrinin Kutb-i A’zamı Niyazi Baba Hazretleri
(ks) şöyle buyurmuştur: “Kişi namazını eksiksiz kılarsa, günlük derslerini çekerse ve ha-
Zira Allah’u Teâlâ müritlerimden hiç birisini ateşe koymayacağına dair bana söz verdi.
16
ramın her türlüsünden kaçarsa, gideceği yer
Cennettir”.
Şunu da muhakkak bilmek gerekir,
Abdulkâdir-i Geylânî Hazretleri gibi bir sultan
nerede bulunur diyecek olursak, O’nun gibi
sultan bulunmaz. Fakat O’nun nesli kesilmedi,
tavrı, tariki, irşadı ve tasarrufu devam ediyor.
Hulefası Rum’da, İran’da, Şam’da, Arap’ta,
Hint’te ve Çin’de O’nun desturu ve icazetiyle tarikatını yürütüyorlar. Sultan Abdulkâdir-i
Geylânî Hazretleri’nin ruhuyla taliplerini buluşturuyorlar. Hayatında olduğu gibi irşat vazifelerine devam ediyorlar. Hulefasından her
biri Mürşid-i kâmil olup irşatlarını gün doğusundan, gün batısına kadar eriştirir. Yeter ki
mürid sıdk ile onlara yönelsin, onların tasarrufu derhal yetişir. Hattâ, denizlerin dibinde
dahi olsa, onlar bulurlar… 4 Ve bizler O’nun
yeryüzündeki halifesini tanıma şerefine nail
olduk… Yüce Allah’a binlerce kez hamdolsun, şükrolsun…
Tüm bu sözler ışığında nerede olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve kimler ile muhatap olduğumuzu unutmamalıyız. Makalemi
Abdulkâdir-i Geylânî Hazretlerinin bizleri
derinden etkileyen şu mübarek cümleleri ile
noktalamak istiyorum:
“Benim müridim iyi olmadığında ben iyiyimdir. Rabbimin izzeti hakkıyçün, ben şarkta bulunduğum halde, elim devamlı olarak
garptaki müridimin başı üzerindedir. Eğer,
onun bir ayıbını sezersem, doğudan elimi
uzatır ve onu örterim. Rabbimin izzetiyçün,
kıyamet gününde benim bütün müritlerim
geçinceye kadar cehennemin kapısında duracağım. Zira Allah’u Teâlâ müritlerimden
hiç birisini ateşe koymayacağına dair bana
söz verdi. Her kim, bana intisap ederse, onu
kabul eder ve ona yönelirim. Kabirde hiçbir
müridimi korkutmamaları için Münker ve
Nekir meleklerini yakaladım.”5
Allah her kula bu nuranî yol ile tanışma
şerefini nasip etsin…
Ömer Faruk Erdoğan
Eğitmen
4 Müzekkin-Nüfus, Eşrefoğlu Rumi, c.1, s. 437
5 Müzekkin-Nüfus, Eşrefoğlu Rumi, c.1, s. 436
GÜNLÜK DUÂMIZIN MANASI VE ÖNEMİ
Güneş bir gün olsun doğup batmasa ya da
aksatsa bir gün bu işleyişi…
Acaba kâinat ne olurdu?
Kapkaranlık kalmaz mıydı dünyamız?
Zikir de güneş gibi hayat kaynağıdır kalpler için… Kalplerimizi bir gün olsun karanlıkta
bırakmayalım dostlar. İmanımızı nurlandıran,
kalplerimizi arındıran hayat kaynağımızdan
bir gün olsun mahrum bırakmayalım kendimizi… Günlük dersimizi aksatmamaya gayret
edelim ki temizlensin içimiz…
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bir Fâtiha ve üç İhlâs-ı Şerif okuyup Sevgili
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimizin mübarek rûhu şerifine, İmam-ı Ali ve
İmam-ı Hüseyin (ra) Efendilerimizin rûhu şeriflerine, Pirimiz Hz. Abdülkâdir Geylânî’nin,
Dede Osman Avni Baba’nın, Hacı Ömer
Hüdâi Baba’nın, Hacı Muhammed Baba’nın,
Hacı Mustafa Hayri Baba’nın, Hacı Niya-
zi Baba’nın rûhlarına, Hacı Mehmet Emin
Baba’mın rûhunun makamına ve bunlar ara-
Zikir de güneş gibi hayat kaynağıdır kalpler için… Kalplerimizi bir gün olsun karanlıkta
bırakmayalım dostlar. İmanımızı nurlandıran, kalplerimizi
arındıran hayat kaynağımızdan bir gün olsun mahrum bırakmayalım kendimizi… Günlük dersimizi aksatmamaya
gayret edelim ki temizlensin
içimiz…
17
sında gelmiş geçmiş
silsile-i meşâyih-i kirâm
efendilerimizin ervâh-ı
şeriflerine hediye eyledim.
Öncelikle
kalbin
uyanması, toplanması
ve zikre hazırlanması
için beş dakika kadar
mürşit rabıtası yapılır.
Yüce Allah, görmesini bilen
kulları için aslında ne büyük
nimetler sunmuştur. Söylenmesi bu kadar kolay fakat ağırlığı
da o kadar fazla olan bu söz ile
kim bilir ne kadar güzel mertebeler bekler bizi…
Beş dakika ölüm
hâli düşünülür. Çünkü
ölüm düşüncesi kulun
kalbine yerleştiği zaman,
çok sürmez ona hemen tesir etmeye başlar. Bunun
sonucunda kişinin dünyaya karşı keyfi azalır,
kalbi boş sevgi ve
zevklere meyletmez.
Ölümü anmak insanı ebedi ahiret güzelliklerine yöneltir,
gafleti götürüp kalbi diriltir. Ayrıca bu
zikirler yüce Allah’ın
huzuruna çıkacağımız
günün de bir bakıma
provasıdır.
Ölüm halini şu düşüncelerle anabiliriz: Bizlerden
önce göçenleri çokça anarak,
ailelerini nasıl bıraktıklarını, mallarını
terk ettiklerini düşünerek, onların mescitlerde
ve meclislerdeki boş kalan yerlerine ibretle
bakarak… Ayrıca kendi ölümümüzü ve cenazemizi de en ince ayrıntısına dek düşünmek
faydalıdır. Nasıl öldüğümüzü, yıkandığımız
anı, kefene sarılışımızı, omuzlarda taşınmamızı, arkada bıraktıklarımızı, kabrimizin kenarında beklerken edilen duaları, toprağın
altına nasıl konduğumuzu ve üstümüze kapatılan mezarı, herkesin bir süre sonra gidip
orada yalnız kalacağımızı, sorgumuzu, Rabbimizin huzuruna çıkacağımızı tek tek düşünmek ve ölümlü olduğumuz gerçeğini kalbe
işlemek…
Ardından beş dakika Hz. Allah’tan Mürşidine kadar teveccüh ederek düşünürüz. Kâmil
mürşitler ibret alınacak varlıklar içinde ilâhî
tecellilere en fazla mazhar olan kimselerdir.
Çünkü onlar, Allah-u Teâlâ’nın dostu ve yer18
yüzünde halifesidirler.
Veliler, kendilerine bakana Allah’ı zikrettirirler çünkü kendileri
daima zikir, tefekkür
ve huzur içindedirler. Râbıtadaki hedef,
mürşidin şahsı değil,
onda ortaya çıkan
ilâhî tecelliler ve edeptir.
Sonra Allah’ı zikretmeye başlarız.
33 veya 100 defa: “Estağfirullah-Elhamdülillah”
Estağfirullah,
Allah’tan bağışlanma
dilemektir.
Gelmiş
geçmiş tüm günahları
bağışlanmış
olan Peygamberimiz bile her gün
istiğfar ediyorsa,
bizler de hata yapsak da yapmasak
da her daim bu zikri
söylemeliyiz.
Elhamdülillah,
hamd Allah’adır demektir. Bizler karşılaştığımız nimetler karşısında bu zikir ile
Allah’a hamd ederiz.
Sonunda: El-Azîm (Yüce olan), El-Kerîm
(Cömert olan), Er-Rahîm (Merhameti ve acıması bol olan), Ellezî lâ ilâhe illâ hû (Öyle
Allah ki ondan başka ilah yoktur), El hayyel
(ebedî hayatla diri olan) kayyûm (her şeyi
ayakta tutan, kâinatı yöneten) ve etûbü ileyh
(ve yalnızca O’na tövbe ederim)
33 veya 100 defa: “Allâhümme salli alâ
Muhammedin ve alâ âli Muhammed”
“Allah’ım Hz. Muhammed’e ve âline (aile
efradına) rahmet eyle.” demektir.
Sonunda: Ve sahbihî ve sellim aleyhi ve
aleyhim teslimen kesîrân kesîrâ. (Onun arkadaşlarına da çok çok rahmet eyle.)
İlk yaptığımız zikirde Allah’ı anmıştık, burada ise Peygamberimizi anarız. Allah’ın rızasını kazanmak için, kıyamet gününde Peygamberimize komşu olabilmek için, O’nun
(sav) bizi çok sevdiği gibi bizler de O’na (sav)
olan sevgimizi gösterebilmek için salât ve selam yollarız.
33 veya 100 defa: “Lâ İlâhe illâllah”
Allah’tan başka İlah yoktur anlamına gelen kelime-i tevhid, imanımızın başlangıç
noktasıdır. Çünkü bu kelime Allah’tan başka
hiçbir gücün, kurtarıcının, ilahın olmadığına
inanmayı, bunu kabul etmeyi gerektiren bir
sözdür.
Terazinin bir kefesine Lâ İlâhe illâllah kelimesini koysanız, diğer kefesine de yedi kat
gökleri ve yerleri ve içindeki her şeyi ve yaratılmış olan her şeyi koysanız “Lâ İlâhe illâllah”
ağır gelir. Yüce Allah, görmesini bilen kulları için aslında ne büyük nimetler sunmuştur.
Söylenmesi bu kadar kolay fakat ağırlığı da o
kadar fazla olan bu söz ile kim bilir ne kadar
güzel mertebeler bekler bizi…
Sonunda: El-Melikül-hakku’l-Mübîn (Her
şeyin apaçık sahibi olan Allah), Muhammedün
Resûlüllah sâdıkul va’dul Emin (Muhammed,
O’nun dürüst ve sözünde duran resûlüdür.)
100/300/500 defa: “Yâ Allah, Yâ Allah,
Yâ Allah, Allah, Allah…”
Sonunda: Celle Celâluhû âmme nevâluhû
velâ ilâhe gayrühû (Allah’ın şanı, O’nun dışındaki her şeyden daha yücedir)
Allah’ı zikretmek en büyük iştir ayeti inmiştir. Bizler de Allah’ı onun kapsayıcı ismi ile
anarız.
33 veya 100 defa: “İhlâs-ı Şerif” yani;
Bismillâhirrahmânirrahîm. Kul hüvallâhü ehad.
Allâhü’s-samed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem
yekün lehû küfüven ehad. Sadakallâhülazîm
Anlamı: (Ey Muhammed!) De ki: O Allah birdir. Allah her şeyden müstağni ve her
şey O’na muhtaçtır. O doğmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir.
(Sadakallâhülazîm) (Azim olan, Yüce olan Allah doğru söyledi.)
Biz bir söz verdik… Bu dersi almış olmak bir ahitleşme
yapmış olmaktır. Biz duamızı
alırken onu uygulayacağımıza
dair bir söz verdik.
İhlâs Sûresi, Allah’ı birleme sûresidir. Bütün
ayetlerinde Allah’ın birliği, doğmamış ve doğurmamış oluşu, her şeyden farklı oluşu gibi
özelliklerinden bahseder.
Yeniden;
“Bir Fâtiha ve üç İhlâs-ı Şerif okuyup Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)
Efendimizin mübarek rûhu şerifine ve cemi
peygamberlerimizin ruhlarına, İmam-ı Ali,
İmam-ı Hasan ve İmam-ı Hüseyin (ra) Efendilerimizin ruhlarına, Pirimiz Hz. Abdülkâdir
Geylânî’nin, Dede Osman Avni Baba’nın,
Hacı Ömer Hüdâi Baba’nın, Hacı Muhammed Baba’nın, Hacı Mustafa Hayri Baba’nın,
Hacı Niyazi Baba’nın ruhlarına, Hacı Mehmet Emin Baba’mın rûhunun makamına ve
bu yoldan gelmiş geçmiş bilcümle silsile-i
meşâyih-i kirâm ve mürşidân efendilerimizin
ervâh-ı şeriflerine, âhirete intikal eden anamın babamın ve bilcümle Müslüman kardeşlerimizin ruhlarına hediye eyledim.” diyerek
duamızı bitiririz.
Dersimizi çekerken söylediğimiz kelimelerin anlamlarını ve faziletlerini sizlerle paylaşmaya çalıştık. Neyi niçin yaptığını bilmek
kalbe his katar, samimiyet katar. Dualarımızın yalnızca dil ile yapılan tekrarlardan çıkıp
kalbe yönelmesi için bu yazımızın bir köprü
oluşturması niyetindeyiz. Gayretimiz şunun
içindir ki; tefekkürsüz ve hissiz zikir olmasın.
O’nsuz (cc) olmasın. O (cc) olmadıktan sonra salâtlarımız (namaz, dua, zikir) hep mecaz
ama O’nunla (cc) her mecazımız Salât!
Biz bir söz verdik… Bu dersi almış olmak
bir ahitleşme yapmış olmaktır. Biz duamızı
alırken onu uygulayacağımıza dair bir söz
verdik. Bu duanın, Peygamber Efendimizden
(sav) başlayarak silsiledeki pek çok Allah dostlarının bir emaneti olduğunu ve sözümüzü de
aslında onlara verdiğimizi hiç unutmayalım.
Gelinlik ve damatlıklarımızla girdiğimiz bu
yoldan kefenimiz ile çıkana dek verdiğimiz
söze samimiyetle uyalım dostlar…
Selam ve dua ile…
Esra Erdoğan
Psikolojik Danışman
19
HAFTALIK DUÂMIZ VE MANALARI
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Rabbimize ne kadar şükretsek az. Başta
bizi Müslüman bir kul olarak halk ettiği için,
sonra da çeşitli vesileler ile bizi bu evliyaullah yolunda buluşturduğu için O’na sonsuz
hamdü sena olsun. Yolumuzun güzelliğini ne
kadar anlatsak da içinde olup yaşamadan kişinin onu idrak etmesi tam anlamıyla mümkün değildir. Bu yolun yolcuları Kur’an
ve sünnet ışığında bir yol izlerken
Rabbini en güzel isimleriyle tesbih etmekle de
meşguldürler. Çünkü bu yolun yolcuları
“Sabah ve akşam,
içinden yalvararak ve
korkarak, aşikâreden
(içten hafif) bir sesle Rabbini an
(dua ve zikret).
Gafillerden olma!”1 hitabına
hakkıyla uymak
için çalışmaktadırlar. Tasavvuf ehlinin zikre
çok önem vermesinin en büyük sebebi de zikrin belli bir
zamanının olmayışıdır. Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi kişi farz ya da sünnet olarak her daim zikirle yükümlüdür. Namaz ibadetlerin en şereflisi olduğu halde bazı
vakitlerde kılınması caiz değildir ama kalp ile
Tasavvuf ehlinin zikre çok
önem vermesinin en büyük sebebi de zikrin belli bir zamanının olmayışıdır.
1 A’raf / 205
20
zikir bütün hallerde devam eder. Allah’u Teâlâ
bir başka ayeti kerimesinde “Onlar ayakta
dururken, otururken, yanları üzerine yatarken
her vakit Allah’ı anarlar.” buyurmuştur.2 Biz de
birer tasavvuf yolcusu olarak gerek günlük gerekse haftalık tesbihatlarımızla Rabbimizi gereğince ve hakkıyla zikretmeye ve övmeye çalışmaktayız. Günlük tesbihatımızı seher vakti
seccademiz üzerinde Rabbimizle baş başa
bir halde yaparken, haftalık tesbihatımızı da ihvan kardeşlerimizle bir
araya gelip cemaat güzelliğinde
Rabbimizi anarak, zikrederek yaparız. Resulullah (sav) Efendimiz bir hadisinde
“Cennet bahçelerini
gördüğünüz zaman
yayılın”
buyurduğunda
Resul-ü
Ekrem’e “Cennet bahçeleri
nedir?”
diye
sorduklarında
buyurur ki: “Zikir meclisleridir.”
Allah bizleri o cennet
bahçelerinden ayırmasın. Peki, bizler hep bir ağızdan Rabbimizi anarken onu hangi
isimleri ile o isimlerindeki hangi manalar ile
anmaktayız biliyor muyuz? Dilimizden çıkıp
kalbimize vuran o lafızlarda hangi manalar
var ki bizi halden hale sokuyor, manevi kapıların eşiklerine ulaştırıyor? Gelin hep beraber
bakalım. Zikrullah üç mertebedir. Birincisi,
avamın zikridir; gönülden yapılmayıp sadece
dil ile yapılan zikirdir. İkincisi, havasın zikridir; hem dil hem de gönül ile yapılan zikirdir.
Üçüncüsü ve en güzeli ise hassül havasın zikridir; hem dil hem gönül hem de bütün uzuvlarla yapılan zikirdir. İşte biz de Allah’ın izni ile
2 Ali İmran / 191, Kuşeyri Risalesi, Zikir.
hassül havasın zikrini örnek alarak, “Niyet ettik Rabbim zatını zikretmeye” deyip niyetimizi
alıp, Kur’an’ın kısa hatmi şerifi olan bir Fâtiha
ve üç İhlâsı okuyup bağışladıktan sonra rabıtamızı alıp, Allah’ın huzurunda olduğumuzu
idrak ederek, Resulümün, pîrimizin ve mürşitlerimizin de yanımızda hazır bulunduğunu
düşünerek edep ile tövbe kapısına varıyoruz.
Hep birlikte Estağfirullah diyoruz,
“Allah’ım bağışla beni, bizi!”. Estağfirullah
el- Azîm Yâ Mâlikel mülkil kâdim, “Sabit olan mülkün sahibi Allah’ım bağışla bizleri…”. Estağfirullah el-Azîm Rabbel
berâyâ, “Ey büyük Allah’ım bizleri bağışla ve
kötülüklerden uzaklaştır”. Estağfirullah elAzîm minel hatâyâ, “Ey büyük Allah’ım ha-
Senden medet umarız. Bize
doğru yolu göster. Kendilerine
lütuf ve ikramda bulunduklarının yolunu, gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.
talarımızdan dolayı bizleri bağışla”. Allah
Estağfirullah
dâim
Estağfirullah,
“Allah’ım bizleri bağışla ve devamlı eyle affını
bizlere”. El-Azîm, el-Kerîm, er Rahîm
ellezî Lâ İlâhe illâ hû el hayyel kayyûm
ve etûbü ileyh, “Ey büyük olan, cömert ve
şerefli olan Allah’ım; Senden başka ilah yok.
Diri olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan da
sensin Allah’ım. Senden affını dileriz.” Allah’ın
izniyle tövbemizi edip kalbimizin karasından
kurtulmuş bir şekilde duamıza devam ediyoruz.
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm.
Bismillâhirrahmânirrahîm,
“Kovulmuş
şeytanın şerrinden Rahman ve Rahim olan
Allah’a sığınırım” dedikten sonra fazileti çok
olan her türlü derde şifa olan Fatiha suresini
okuruz. “Rahman ve Rahim olan Allah’ın
adıyla. Hamd (övme ve övülme) âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. O, Rahman’dır
ve Rahim’dir. Ceza gününün Malikidir. (Rabbimiz) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız
Senden medet umarız. Bize doğru yolu göster.
Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduklarının
yolunu, gazaba uğramışların ve sapmışların
yolunu değil. ÂMİN.” İnnallâhe ve
melâiketehû yusallûne alennebiyyi, yâ
eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve
21
sellimû teslîmâ, “Allah ve melekleri Resullere selam eder. Ey iman edenler, siz de onlara selam edin.” Ayet-i Kerimesini muhatap
alır ve Peygamber Efendimiz (sav)’e salât ve
selamlar getiririz hep bir yürekten.
Allâhümme salli ve sellim ve bârik alâ
Seyyidinâ, Muhammedin ve alâ âlihî
adede kemâ lillâhi ve kemâ yeliku bi
kemâlihî, “Allah’ım salat ve selam ve bereket bizim Efendimiz Muhammed (sav)’e, onun
ailesine ve ashabının üzerine olsun. Senin bütün isimlerinin adedince…”. Allâhümme
salli ve sellim ve bârik alâ Şemsidduhâ,
Muhammedin ve alâ âlihî adede kemâ
lillâhi ve kemâ yeliku bi kemâlihî,
“Allah’ım salat ve selam ve bereket güneşin
duha vakti gibi kıymetli olan Efendimiz Muhammed (sav)’e, onun ailesine ve ashabının
üzerine olsun. Senin bütün isimlerinin adedince...”. Allâhümme salli ve sellim ve
bârik alâ Nurülhüda, Muhammedin ve
alâ âlihî adede kemâ lillâhi ve kemâ
yeliku bi kemâlihî, “Allah’ım salât ve selam ve bereket Allah’ın nuru Efendimiz Muhammed (sav)’e, onun ailesine ve ashabının
üzerine olsun. Senin bütün isimlerinin adedince..”. Allâhümme salli ve sellim
ve bârik alâ Hayrulverâ, Muhammedin ve alâ âlihî adede kemâ lillâhi
ve kemâ yeliku bi kemâlihî,
“Allah’ım salât ve selam ve bereket iyiliklerde, hayırda ve
takvada en üstün olan
Efendimiz Muhammed (sav)’e, onun
ailesine ve ashabının üzerine olsun.
Senin bütün isimlerinin
adedince..”. Ve sahbihî ve
sellim aleyhi ve aleyhim teslimen kesîrân kesîrâ, “Salat ve selam onun üzerine olsun. Çok, çok,
en çok sevgi ve saygım, selavatım Peygamberimiz(sav)’e olsun”
der ve Efendimizi anmış olur ve
Allah’ın izni ile tövbe ederek temizlediğimiz kalbimizi gül kokuları
ile çevrelemiş oluruz. Sonrasında
Resulullah (sav) Efendimizin “Be22
“Ey iman edenler, Allah’ı çok
zikredin, O’nu sabah ve akşam
tesbih edin, yüceltin.”
nim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en üstün zikir cümlesi, Lâ İlâhe illâllah’tır”3
buyurduğu tesbihe geçeriz. Efdalû zikir
fa’lem ennehû, “Zikrin en efdali, en faziletlisi, en güzeli, biliniz ki..” Lâ İlâhe illâllah,
“Yoktur ilah Allahtan başka..” deyip kalbimize vura vura zikreder, kalbimizi cilalarız. Sonunda El melikül hakkul mübîn Muhammedün Rasûlallâh sâdıkul va’dul emin,
“O gerçek, hak olan apaçık bir hükümdardır.
Efendimizin paygamberliği, güvenilirliği ve
söylediği her şey gerçektir, o emindir.” Hasbî
Rabbî Fadlullah mâfi kalbî gayrullah.
Azîz Allah Cellalah nur Muhammed
Sallâllah Lâ İlâhe illâllah Muhammed
Resûllullah, “Allah’ın fazileti, Rabbimin fazlı
bana yeter. Kalbime başkası gerekmez. O,
tektir, O’ndan başkasına kalbimde yer yoktur.
Efendimiz Muhammed (sav)’ de O’nun elçisidir.”, Sallâllâhu aleyhi ve selem, “Salât
ve selam Peygamberimizin üzerine olsun”.
Entel hâdî entel hak leysel hâdî illâ
hû Allah’ım sen hidayete erdirensin. Sen
Haksın. Senden başka hidayet veren yoktur.” , Yâ hû yâ men hû leysel hâdî
illâ hû, “Ey Allah’ım, ey tek
olan Allah’ım, Senden
başka bize hidayet verecek, doğruyu gösterecek yoktur.” Yâ
Selâmu Sellim, Yâ
Rabbî sellim, “Ey
barış veren Allah’ım, bize
huzur ver.”, Hû tesliman
kesîrân kesîrâ, “Salât ve selamlarımı O’na (Allah’a) teslim ediyorum. Allah’a ve Peygamberine
(sav) bağlılığım tamdır.”. Yâ ekremel ekremîn ekrimnâ, “Ey
cömertlerin en cömerdi, bize İkram et.”, Bi câhî seyyidil
evvelîne vel âhirîn, “Önceki3 Abdülkâdir Geylânî, Sırrul Esrar, Ezkar.
lerden ve sonrakilerden, hepsinden kıymetli
olan Peygamberime..” Yâ erhamerrâhimîn
irhemnâ, “Ey merhametlilerin en merhametlisi, bize merhamet et.”.Bi hürmeti seyyidil evvelîne vel âhirîn, “Önceden ve
sonradan gelenlerin Efendisi olan Peygamberimin hürmetine..”. Yâ HAYY Yâ KAYYÛM,
“Ey diri ve ebedi olan, Ey kendi zatıyla kaim
olup hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin Onunla kaim olduğu..” diye
zikrettikçe Allah kalbimizi diriltir, canlandırır.
Yâ zel celâli vel ikrâm celle celâluhû
âmme nevâluhû ve lâ ilâhe illâ hû, “Ey
ikramı ve şerefi büyük olan Allah’ım. Senin
şanın çok yücedir, herkesi kaplar. Senden
başka hiçbir ilah yoktur.” Ve ALLAH, “Rabbimizin bütün isimlerini ve sıfatlarını içine alan
Rabbimin ismi” deriz, Allah’ın Lafza-i Celal
olarak anılan en özel ismini çokça zikreder
kalbimizi gafletten uyandırırız ve Allah lafzını
kalbimizin her bir köşesine nakşederiz. Celle
celâluhû âmme nevâluhû ve lâ ilâhe
illâ hû, “Senin şanın çok yücedir, herkesi
kaplar. Senden başka hiçbir ilah yoktur.”. HU
ALLAH, “O, Allah’ın isminin sonundaki ‘H’
harfinin işaret ettiği hüviyet-i zat. Zahir ismiyle
işaret edilen, oluşumun kaynağı, Müslümanların fark etmesi istenilen hakikat. Özdeki teklik boyutu”, (celle celâluhû âmme nevâluhû ve
lâ ilâhe illâ hû). HAY ALLAH, “Ey diri ve ebedi olan Rabbim”, (celle celâluhû âmme
nevâluhû ve lâ ilâhe illâ hû). HAY YA HAY,
“Ey diri ve ebedi olan, yaşayan ve yaşatan,
hayat veren. Ey hayat veren..”, (celle celâlehû
âmme nevâlehû ve lâ ilâhe illâ hû). Rabbim
bizi her daim seni bilenlerden eyle, her nefesimizde Senle olmayı nasip eyle, Seni yaşamayı ve yaşatmayı nasip et bizlere niyazları ile
zikrimizi sona erdiririz. Hû Allahümme salli alel-Mustafa. Hû Nebiyyer-Risale ve
bahrüs-safâ. Hû Çerâğ-ı mescid-i
mihrab-ı minber. Hû Ebu Bekir, Ömer,
Osman, Yâ Haydar, “Allah’ım salât ve selam Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(sav)’in üzerine olsun. Ey Risalet Peygamberi,
mutlak denizi, safası. Ey mihrabın, minberin,
mescidin aydınlığı, ışığı; Sana da Ebubekir’e
de, Ömer’e de, Osman’a da, Ali’ye de selam
olsun.”, Radiyallâhü Teâlâ aleyhim
ecmaîn, “Allah onlardan razı olsun, cümlesinden razı olsun.” Gözlerimizi açar musafaha yaparız. Arınmış kalplerimizin yansımasını
birbirimizin yüzünden ve gözlerinden okur şahitlik ederiz. Allahümme salli alâ
seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve
sahbihî ve sellim, “Allah’ım salat ve selam
Efendimiz Muhammed’e (sav) onun ailesinin
ve ashabının üzerine olsun.”, (Hû teslimen
kesîrân kesîrâ). Azameti Hüda tekbir,
“Allah’ın yüceliği için tekbir getirelim..”
Allâhuekber allâhuekber, “Allah büyüktür, Allah büyüktür”, Lâ İlâhe illâlahu
vallâhu ekber, “O’ndan başka ilah yoktur,
O en büyüktür.”, Allâhu ekber ve lillâhil
hâmd, “Allah büyüktür, hamd ve övgü de ancak O’nadır.” Korunma esmalarımızı söyleriz
hep birlikte; Yâ Cebbâr, “Dilediğini zorla
yapma gücüne sahip olan”, Yâ Muîd, “Öldürüp yeniden dirilten” Yâ Kâdîr, “Kudret
sahibi, her şeye gücü yeten”, Yâ Mâni, “İstediği şeylere ve ya kötü ve zararlı şeylere engel
olan, dilemediği şeyin meydana gelmesine
müsaade etemeyen”, Yâ Nâfi, “Dilediğine
fayda veren”, Yâ Dâfi, “Belaları def eden,
kederler, gideren”, Yâ Selâm, “Kullarını selamette kılan”. Celle Celâlluhû, “Senin şanın çok yücedir”. Bu isimlerle Allah’ın izni ile
kendimizi ve çevremizi koruma altına almış
oluruz. Aşr-ı şerif okuyup, duamızı ederek
haftalık zikrullahımızı tamamlamış oluruz. İşte
kardeşler, bizler bu güzel isimler ile Allah’ı
tesbih ediyoruz, O’nu yüceltiyoruz. Bu güzel
isimler ile önce dilimizle sonra dilden kalbe
geçirerek Rabbimizi zikrediyoruz. “Ey iman
edenler, Allah’ı çok zikredin, O’nu sabah ve
akşam tesbih edin, yüceltin.”4 hitabına uymaya çalışıyoruz. Çünkü biz Rabbimizi ne kadar
anarsak O da bizi o kadar anar. Allah bizi her
daim Onu anan kullarından eylesin, bu güzel
yoldan ayırmasın, cennet bahçeleri olan zikir
halkalarında buluştursun bizleri...
Tuğba Uzunosmanoğlu
Eğitmen
4 Ahzab /41
23
HER KELAMIN ÂLÂSI: LÂ İLÂHE İLLÂLLAH!
L
â İlâhe İllâllah kelimeyi Tayyibe’si,
Muhammedun Rasûlallâh ile birleştiğinde açamayacağı kapı yoktur. Kişi
sığınmalı bu manevi gücü olan bu feyizli, rahmeti bol ve koruyucu kelimelere. İlahi manası
ve ağırlığı olan Lâ İlâhe İllâllah kelimesi kulun
koruyucu örtüsüdür, Yüce Yaratanın gücü ve
kudreti ile. Değerli Büyüğümüz Emin Hocamın bir sohbetinde, Lâ İlâhe İllâllah kelimesi
üzerine sorulan bir soru için şöyle buyurmuştur; Evinizin kapısını açmak ve girmek için,
arabanızın anahtarını binmek için nasıl üzerinizde taşıyorsanız, cennetin anahtarı olan Lâ
İlâheİllâllah kelimeyi tayyibesini de cennete
girmek için daima kalbinde, gönlünde, aklın-
Evinizin kapısını açmak ve girmek için, arabanızın anahtarını binmek için nasıl üzerinizde
taşıyorsanız, cennetin anahtarı
olan Lâ İlâheİllâllah kelimeyi
tayyibesini de cennete girmek
için daima kalbinde, gönlünde, aklında ve cebinde taşımalıdır.
24
da ve cebinde taşımalıdır. Bir insan düşünün
Allah’ın adıyla uyanan, yemeğe Allah’ın adıyla oturan, evden çıkarken Allah’ın adıyla çıkan
ve gün içerisinde her işini Allah’ın adıyla yapan. Birde hiçbir işine Yüce Yaratanın adıyla
başlamayan… Hangisinin işi daha kolay olur?
Hangisinin üzerinde Rabbinin koruyucu örtüsü
olur? Hangisi cennete girmeye Cemalullah’ı
görmeye daha yakın olur? Rabbim bizi her
daim Lâ İlâhe İllâllah diyenlerden olmayı nasip
eylesin. Diyebilecek gücü, sağlığı, aklı bizlere
nasip eylesin. Zikrullah meclislerinde de demiyor muyuz; zikrin efdali Lâ İlâhe İllâllah. Gel
sen Lâ İlâhe İllâllah cümlesini Muhammedun
Rasûlallâh ile birleştir, yani Hz. Allah’ın nurunu, feyzi rabbaniyesini sevgili Peygamberimizin ahlakı ile birleştir. Hiç görmezmiyiz? Her
camiye girdiğimizde sağda Cenab-ı Mevla’nın
adı hemen solunda Muhammed Lafzayı Celali yazmaz mı? Kul da kulluğunu bilip bu Yüce
Yaradan’ın ve sevgilisinin adının altında namaz kılıp ona şükretmez mi?
Bizim her ânımızı duyan ve gören Yüce
Allah, bize bazı rahmet pencereleri açmıştır.
Bunlardan en faziletlisi de Lâ İlâhe İllâllah kelimesidir. Kişi bu pencereden bakmalı ve bu
kapıyı daima çalmalıdır. Çünkü bu kapı gönül
kapısıdır, sevgi kapısıdır, aşk kapısıdır. Bu kapıların anahtarı da Lâ İlâhe İllâllah’dır.
Aslına bakarsanız maneviyatın kapısını
aralayan, feyzi rabbaniyeleri üstüne çeken,
Hz. Allah’ın nuru ilâhiyesini bir paratoner
gibi üstüne çeken, Lâ İlâhe İllallah’dır. Emin
Hocam ile bir umre ziyaretimizde Beytullah’a
karşı oturmuş sohbetini dinliyorduk. Emin Hocamın sohbeti sırasında bize uzaktan bakan
ve bizi duymaya çalışan iki kişi vardı. Sürekli
bize hayran hayran bakıyorlardı. Yerlerinde
daha fazla duramayıp yanımıza geldiler. Sanki bizim göremediğimiz, fark edemediğimiz
bir şeyi söylemek istercesine Emin Hocamın
gözünün içine bakıp konuşmak için izin ister
gibiydiler. Emin Hocam gözlerine bakıp konuş
der gibi bir hareketten sonra konuşmaya başladılar: “Hocam siz sohbet ederken şu yukardan minarenin birinden sizin ve cemaatinizin
üzerine bir ışık vuruyordu. Biz ışığın nerden
geldiğini anlayamadık. Sonra farkettik ki bu
manevi bir ışıktı ve sizin ve cemaatinizin üzerine yansıyordu.” Emin Hocam gülümsedikten sonra bu Lâ İlâhe İllâllah ışığıdır. Kelimeyi
Tevhid âşıklarının üzerine vururlar. Cami minarelerinin üzerlerindeki paratonerler ne yaparlar; aldığı elektriği toprağa aynen iletirler.
İşte Mürşid-i Kâmiller de Lâ İlâhe İllâllah ehli
olduklarından onların da üzerlerine sizin gördüğünüz ışık gibi Hz. Allah’ın feyzi rabbaniyesi, nuru ilâhiyesi bir nur gibi üzerlerine parlar.
Rabbim bizi bu nur altından ayırmasın. Bu bir
Tevhid çemberi, güzel ahlak çemberi, zikrullah çemberi. Bu çember belki dünya gözü
ile gözükmez ama kişi Lâ İlâhe İllâllah dediği
sürece bu çemberin içinde bir kale misali kalır. Ne zaman ki Lâ İlâhe İllâllah demeyi bırakırsa bu kalenin duvarları bir bir yıkılmaya
Ne zaman ki Lâ İlâhe İllâllah
demeyi bırakırsa bu kalenin
duvarları bir bir yıkılmaya
başlar.
başlar. Dolayısıyla mürşidine yakın
olan
Yüce
Mevla’ya yakın olur. Yüce
Mevla
Hazretleri Lâ İlâhe
İllâllah diyebilecek
sağlığı, zamanı ve
maddi manevi her türlü
imkânı bizlere nasip eylesin. Şahsım adına söylüyorum, Lâ İlâhe İllâllah
demeden baklava yemektense, Lâ İlâhe
İllâllah deyip kuru simit yemeye razıyım.
Bu açıdan baktığımızda herkes için hayatında çok değerli şeyler vardır. Kimisi için sahip
olduğu araba, kimi için sahip olduğu bir ev,
kimi için de çok para sahip olduğu ve değerli
şeylerdir. İnsan, zikrullah meclislerine katıldıkça, Lâ İlâhe İllâllah’ın tadını damağında,
kanında ve canında hissetmeğe başlayacak
ve sahip olduğu en değerli ve önemli şeyin Lâ
İlâhe İllallah diyebilmek olduğunu anlayacaktır. Kişi düzenli olarak Lâ İlâhe İllâllah dediği
sürece kalbi nurlanmaya ve feyzi rabbaniye
ile dolmaya başlar. Bu halini korumaya devam ettiği sürece kalbinden vücuduna açılan
pencerelerden bu feyzi rabbaniye diğer uzuvlarına da sirayet etmeye başlar ve bu nur elinde, yüzünde ve diğer azalarında parlamaya
başlar. Bu mânâda Lâ İlâhe İllâllah’ın nurunu,
feyzini ve rahmetini dünya hayatıyla harmanlayıp, aile mutluluğu içerisinde maddi ve manevi huzur deryasında, helal yaşam sınırlarından çıkmadan bu yaşantıyı ukba âleminde
cenneti âlâya taşıyanlardan olmayı Yüce Rabbim Ümmet-i Muhammed’e nasip eylesin.
Mehmet Akyüz
25
HOŞGELDİN
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
“Ve mâ erselnake illâ rahmetenlil âlemin.”
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik.”1
Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmetini
âlemlere taşıyan; insanlığın, yozlaşmışlığın
zirvesinde güneşe inat kapkara günler yaşadığı zamanları nuruyla aydınlatan ve taşlardan oyulmuş putlar gibi kaskatı kesilmiş kalpleri merhametiyle usul usul okşayan Gönüller
Sultanı, HOŞGELDİN.
Gelişin, beklenendi aslında. Bulutlar mübarek tenine gölge etmek için bekliyordu ve
ömrün boyunca basacağın her taş şükretmek
için açmıştı ellerini. Kisra Sarayı’ndaki sütunlar devrilmek için, bin yıldır yanan Mecusi
ateşi sönmek için ve utançla Kabe’de dikilen
putlar yere serilmek için bekliyordu Seni.
Hor görülmekten usanmış gariplerin, her
fırsatta ezilip hakkı yenen yetimlerin, utanç
kaynağı olarak görülüp canlı canlı toprağa
gömülen kız çocuklarının, değersiz bir eşya
misali itilip kakılan onuru elinden
alınmış kadınların ihtiyacı olan
umuttun Sen. “Sen olmasaydın eğer âlemleri
1 Enbiya Suresi, 107. Ayet
26
Gelişin, beklenendi aslında.
Bulutlar mübarek tenine gölge
etmek için bekliyordu ve ömrün
boyunca basacağın her taş
şükretmek için açmıştı ellerini.
yaratmazdım.” mealindeki
mazhar olandın.
hadisi
kutsiye
Ve tam bin dört yüz kırk dört yıl önce o kutlu
gecede, o kutlu annenin kollarında şereflendirdin âlemi. Dünyalık heveslere aldanan bizlere yazıklar olsun ki; “Ümmetim, ümmetim!”
diyerek açtın gözlerini. Doğumunda bulunanlar şahit: Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifa
Hatun, Osman bin Ebul-As’ın annesi Fatıma
Hatun şahit nurunun aydınlığına. Asırlar sonrasında hayali bile içimizi titreten büyük buluşmaya tanık olmak ne büyük ayrıcalık, ne
büyük lütuf onlar için.
Şimdi bizler, yani Senin paramparça olmuş
ümmetin tekrar birleşebilmek için, bir olabilmek için yine “Hoş geldin!” diyoruz
Sana. Zehirli sarmaşıklar misali
kalbimizi sarmalayan kötü
huylarımızdan kurtulalım sayende. Tevhid
temeli üzerine
kurulmuş, rehberi Kur’an,
en büyük ziyneti sünnetin
olan güzel dinimizi yüceltelim, olması gerektiği gibi. Allah’ın izniyle
her anımızı gelişlerinle
nurlandır. Kalplerimize,
yuvalarımıza, dostluklarımıza, muhabbetlerimize,
ibadetlerimize dol. “Hoş
geldin” diyerek geçirelim
kısacık ömürlerimizi. Sadece doğduğun gün değil her daim anıp yaşayalım ve yaşatalım Seni.
“Cennet
annelerin
ayakları altındadır”2 hadisinle kıymetlenen anneliğimizin, evlatlarınla
olan eşsiz muhabbetinden öğrendiğimiz babalığımızın, hor görülmekten
kurtardığın yoksulluğumuzun seninle çıkaralım tadını.
“Benim kardeşlerim, beni görmedikleri
halde bana inananlardır” dedin ya Sen; kendimiz ve bizden sonraki nesiller için hep yeşil umudumuz. Kevser havuzundan bir kâse
şerbet lütfedersin belki diye Salâvatlar var dilimizde. Ensar’la birlikte söylüyoruz ilahileri,
civar tepelerden Ay gibi doğ üzerimize. Süreyya yıldızı gibi aydınlat yollarımızı. Davetine binlerce şükür, icabet edebilirsek ne mutlu
bize.
Ey Efendiler Efendisi! Sen ki bütün insani
faziletlerin sahibi, olması gereken ideal insan
temsilcisisin. Rabbimizin ahlak örneği olarak
gösterdiği Zat-ı Şahanesin. Sen ki en büyük
acılarla yoğrulurken bile sabretmeyi bilen
ve bizlere en değerli armağan olarak örnek
yaşamını sunansın. Sen ki susuzluktan çatlamış topraklara rahmet misali yüreklerimize
yağan, doğru yolu bulmamız için hayatını
2 Nesai
Ey Sevgililerin en Sevgilisi! Sen
Muhammed Mustafa’sın. Var
olduğun ve dünyayı şereflendirdiğin zamanlara şükürler
olsun.
Mevla’ya dua ile geçirensin.
Ey Sevgililerin en Sevgilisi! Sen Muhammed
Mustafa’sın. Var olduğun ve dünyayı şereflendirdiğin zamanlara şükürler olsun. Gelişlerin
hiç bitmesin Allah’ın izniyle. Öyle ki başımızın öne düşeceği, acziyetimizin sınırındaki o
büyük Hesap Günü’nde bile gel ve tut ellerimizden. Korkudan titreyen el ve ayaklarımız
derman bulsun, sadrımıza sığmayan yüreğimiz çatlamaktan kurtulsun. Dilimiz dönmez,
sesimiz çıkmaz ama cesaret edebilirse eğer
kalbimiz konuşsun: Hoşgeldin Efendim!
Hanife Kadiroğlu
Eğitmen
27
BİLİNMEYENE YOLCULUK
S
on zamanların en güncel konularına
hemen herkes hâkim. Ne yazık ki biz
Müslümanlar açısından çok sevindirici ve gururlandırıcı değil bu konular. Son dönemde yapılan lekeleyici propagandalardan
dolayı insanlarda bilinçsiz bir öfke oluştu. Bu
sayıdaki konumuz da bu öfkeye ithafen; Gereksiz Tasavvuf düşmanlığı.
İnsanoğlunun fıtratı gereği bünyesinde en
çok barındırılan duygulardan biridir korku. Ve
insanlar bilmedikleri şeylerden korkar çoğu
zaman. Bu tasavvuf düşmanlığı da tam burada doğuyor aslında. İnsanlar bilmiyor veyahut
yanlış yönlendiriliyor. Öncelikle ‘Tasavvuf‘
kelimesinin dilimizin döndüğünce açıklamasını yapmaya çalışalım. Aslına bakarsanız Tasavvuf bir ilimdir. İlimden zarar gelir mi hiç?
Tasavvuf ilmi yerine Ahlak İlmi de denilebilir.
Tasavvuf; kalbimizi, ruhumuzu, aklımızı kötü
huylarımızdan, düşüncelerimizden arındırıp, iyiye yönelmeyi bilebilmektir. Kalbimizi
güzelliklere açmaktır. Hayatımızı dinimiz ile
bütünleyip nefsimizi öldürmektir. Bunun nesi
korkutucu olabilir ki? Nitekim Tasavvuf’un
700’den fazla tarifi yapılmıştır. Bundan ziya-
28
İnsanoğlunun fıtratı gereği
bünyesinde en çok barındırılan
duygulardan biridir korku. Ve
insanlar bilmedikleri şeylerden
korkar çoğu zaman.
de Tasavvuf’un makamları da vardır. Bunlar;
Zulmet makamı olup nefs-i natıka, o makamda Emmare adını alır. İkincisi, Nurlar makamı
olup nefs-i natıka, o makamda Levvame adını alır. Üçüncüsü, Esrar (sırlar) makamı olup
nefs-i natıka, o makamda Mülhime adını alır.
Dördüncüsü, Kemal (olgunlaşma) makamı
olup nefs-i natıka, o makamda Mutmainne
adını alır. Beşincisi, Vuslat (kavuşma) makamı
olup nefs-i natıka, o makamda Raziyye adını
alır. Altıncısı, Fiillerin tecelli ediş makamı olup
nefs-i natıka, o makamda Marziyye adını alır.
Yedincisi ise, Sıfat ve İlahi İsimlerin tecelli ediş
makamı olup nefs-i natıka, o makamda Safiyye adını alır.
Tasavvuf düşüncesi Osmanlı Dönemi’nde
İslamiyet ile birleşip daha tanımlayıcı bir forma
bürünmüştür. Birçok insan İslam’da Tasavvuf
olup olmadığını tartışır. Tasavvuf bir düşünceden çok bir yaşam biçimidir. Örneğin ünlü
Sufi Osho der ki; “Tasavvuf bir dünya görüşü
değil, görmektir. Gerçeğe aşk ile yaklaşmaktır. Varoluşu, yüreğini açmaya zorlamaktır.
Dünya görüşü sizi biraz bilgilendirir. Görmek
ise, sizi dönüştürür. Ancak dönüştüğünüzde,
yaşamın başka yüksekliklerini ve derinliklerini
deneyimlediğinizde görebilirsiniz.”
İslamiyet’te Tasavvuf var mıdır? Tartışmaları süregelirken “Tasavvuf, Allah’ı görür gibi
ibadet etmektir.“ cümlesi her şeyi açıklar. Bir
Hadis-i Şerif der ki “Allah’u Teâlâ’yı görür gibi
ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni
görüyor.”
Tüm bunların ışığında tepki gösterilecek
bir şey var mı sizce? Elbette olabilir fakat bu
tepkiler çok masum tepkiler olmayabilir. İslamiyet bir okyanus ise Tasavvuf o okyanusun
içerisinde oluşan Med- cezirlerdir.
Tasavvuf AŞK’tır. Allah’a olan, İslamiyet’e
olan aşktır. Bunun ne kötülüğü olabilir? Siz hiç
göllerde oluşan volkanik patlama gördünüz
mü? Ben ilk gördüğümde Allah aşkı gelmişti
aklıma. İşte Tasavvuf da bu kaynamadır. İnsanın içindeki Allah aşkının dışavurumudur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Tasavvuf ehlindeki haller ve marifetler, muhabbetin fazla olmasından hâsıl oluyor. Allah’u
Teâlâ’nın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor ki, başka şeylerin ismi ve cismi hatırlarına
gelmiyor. Başka bir şey görmüyorlar. İster istemez, sevgi sarhoşluğu ile üzerlerini bu halin kaplaması ile başka şeyleri yok biliyorlar.
Allah’u Teâlâ’dan başka bir şey görmüyorlar.
-Hallac-ı Mansur’un “Enel-hak” demesi gibi.Bu hallerin ve marifetlerin ötesinde başka kemaller ve üstünlükler vardır ki, o, kemalatın
yanında bu haller ve marifetler, okyanus yanında bir damla gibidir.”
Aslında bunların tümünden sıyrılıp Peygamber Efendimiz (sav) ve Allah’u Teâlâ’yı kalp ile
anmak olarak belirtebiliriz. Tasavvuf’un Tarikat ile bağlantısı da tam bu noktada devreye
giriyor. Tarikat toplumda bilinenin aksine baskıcı değil baskılardan sıyrılmış ‘Aşk’tır. Televiz-
Mü’minler ölmezler, bilakis onlar fani dünyadan beka
âlemine intikal ederler.
yonlarda izlediğimiz yemek programlarında o
meşhur klişe vardır ya ‘Yemeğimizin güzel olması için sevgimizi kattık.’ İşte bu duygu o klişeleri elinin tersiyle itip “Biz gerçeğiz, biz aşk
ile anıyoruz Allah’ı, aşk ile yapıyoruz ibadetimizi” diyor. Bu sebepledir ki aşkın yüceliğini
Tasavvuf ile birleştirip en büyük aşka, Hakk’a
yöneliyoruz. Tasavvuf’u ve bu aşkın yüceliğini
görmeyen insanlar oldukça daha çok yanlış
anlaşılmalar, daha çok gereksiz düşmanlıklar
sürer gider. Allah’tan dileriz ki Tasavvuf’un
yoluna yönelip bu aşkı tadabilme şansına nail
olsunlar. Yazımızı küçük bir Tasavvufi hikâye
ile bitirelim isterim;
Peygamber (sav) Efendimiz zamanında
zikir ehlinden bir zat vefat etmişti. Ashabın
pekçoğu o zatı yıkamaya talip oldu. Hazreti
Ömer, Malik oğlu Enes ve Ebû Derda da ayrı
ayrı “Ben yıkayacağım.” diye iddiaya başladılar. Bu sırada Peygamber Efendimiz (sav):
“Bırakın onu ehli yıkasın. Ebû Derda’yı çağırın. O şimdi zikirdedir. Bu da zikir ehlindendir
Onun için onu o yıkasın.” buyurdu. Selman’ı
çadırdılar, Efendimiz ona:
- Ey Selman! Bu zâkiri sen yıkayacaksın.
Çünkü sen de zikir ehlindendin. O da senin
gibi zikir ve tevcid ehlinden idi.” buyurdu.
Selman’ı Farisî merhumun cesedini tenha bir
yere götürüp soydu ve edeb yerini bir bezle
örterek yıkamaya başladı. Sıra edeb yerine
gelmişti ki, Selman elini oraya uzatınca, merhum eli ile Selman’ın elini iterek, orasına dokundurmadı. Selman ağlamaya, hıçkırmaya
başladı. Başını merhumun göğsüne koydu.
İçinden türlü türlü sesler geliyor, feryatlarla
pazarlık eder gibi Hakla söyleyen sözler İşitiyordu. Hıçkırıklar arasında merhumun kulağına eğilip:
- Bir kimse öldükten sonra nasıl dirilir ve
hareket eder? Diye sordu. Merhum ona şu
cevabı verdi:
- Ey Selman? Allah ile beraber olanlar
ölürler mi sanırsın? Gönülleri zikrullah ile dirilmiş olanlar, bedenen ölürler. Ben ölmedim
ve ancak şimdi yeni bir hayata kavuştum. Sen
işini çabuk bitir hele… Selman (ra) daha sonra bu hadiseyi Resulullah’a nakledince, Peygamberimiz şöyle buyurdular;
Mü’minler ölmezler, bilakis onlar fani dünyadan beka âlemine intikal ederler.
Zeynep Uysal Çipil
Editör, Yazar
29
KUL HAKKI NEDİR BİLMİYORLARDI...
İ
slam, dünya hayatı ve ahiret hayatı için
bizlere bir yaşama rotası çizmiştir. İnanan
bir insanın nasıl yaşaması gerektiği hakkında birçok Ayet ve Hadis-i Şerif bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi günümüzde dikkat
etmediğimiz konulardan biri olan kul hakkıdır.
Müslümanlık denince sadece akla ahiret değil
dünya hayatında yaşama tarzımız da gelmelidir. Dinimiz zaten dünya hayatını nasıl yaşarsak ahiret hayatımızı o şekilde çizeceğimizi bize
anlatmaktadır. Mü’min insan, ibadet ederkenki
hassasiyetini dünya yaşamında da göstermelidir. Bizler İslam’ın ibadet kısmını iyi anlamaya
çalışırken Müslüman insan gibi yaşamayı da iyice anlamaya çalışmalıyız. Eğer anlamazsak kul
hakkı gibi birçok sosyal
sebeplerden kaynaklanan günahlara girmek
kaçınılmaz olur.
Kul hakkı denince
akla ilk gelen filanca
filancanın parasını vermedi, şu kişiye iftira attılar, evimize hırsız girdi,
filanca memur yolsuzluk yaptı gibi birçok
şey gelebilir. Ancak kul
hakkı denilen olgu bu
kadar büyük detaylarda gizli değildir. Çünkü
sosyal yaşamımızda her
dakika kul hakkına girecek hamlelerde bulunabiliriz. Örneğin; durakta
otobüs beklerken bizden
önce gelmiş birinden
önce otobüse binmeye
çalışmak bir kul hakkıdır. Sesli konuşmak,
hatta sesli ibadet ederek veya sesli ilahi dinleyerek
komşumuzu rahatsız etmek bir
kul hakkıdır. Misafir geldiğinde
misafiri uğurlarken dış kapıda konuşmak ve böylece apartmanın
ışığının yanmasına sebep olmak
kul hakkıdır. Trafik kurallarına uymamak kul hakkıdır. Camiye terli
gidip insanları rahatsız etmek kul
hakkıdır. Sokakta yürürken yere
çöp atmak kul hakkıdır. Piknik alanında kimse mangal yakmaz iken
siz eğer mangal yakarsınız ve o
dumandan insanlar rahatsız olursa bu bir kul
hakkıdır. Bunun gibi binlerce örnek verebiliriz.
O zaman kul hakkına girmemek neredeyse
mümkün değil diyeceksiniz belki de. Eğer bunu
diyorsak maalesef İslamiyet’i tam olarak anlayamamışız demektir. Çünkü, İslamiyet çok ince
düşünmeyi gerektirir. İslamiyet sadece namaz
kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumaktan ibaret
değildir. İslamiyet bir yaşama tarzıdır. Öncelikle
bunu iyi kavramamız gerekir. Yaşama tarzları
arasında da en mükemmel olanıdır. Peygamber
Efendimiz’in yaşama stili buna tam anlamıyla
örnektir. Ancak sıkıntı zaten burada başlamaktadır. Çünkü biz Peygamber Efendimiz’in hayatını nasıl yaşadığını kaç ayrı kaynaktan kaç defa
okuduk. Okumakta yetmez, ne kadarını anlayıp uyguladık. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in
Türkçe tefsirini kaç defa
okuduk ve anlam çıkararak uyguladık. Kulaktan dolma bilgilerle
Müslüman olunur mu?
Farkında mısınız Müslümanlar olarak dünyada
ne haldeyiz? Maalesef
hiç ama hiç anlamamışız. Hatırlayın yakın
geçmişte
Fransa’da
bir dergide yayınlanan
ahlaksızca karikatürler
yüzünden
Müslüman
oldukları iddia edilen kişiler, 12 kişinin canını aldı.
Maalesef ibretle takip
ettim. İnsanlar iyi oldu,
Peygamberimize bunu
nasıl yaparlar, gördüler
işte günlerini diyorlardı.
Bunu söyleyenler Müslümanlardı. Çok garipsedim ve çok
ama çok üzüldüm. İnsan canına kıymak en büyük kul hakkıdır
demedi kimse. Aksine iyi yaptılar
diyenler oldu. Dinimizi anlamadığımız veya yanlış yorumladığımız ne kadar belli ediyor kendini.
Çünkü, İslam’ı bilen biri bu lafları
söylemezdi. Hayal ettim, Peygamber Efendimiz burada olsaydı da
Fransa’daki bu katliamı nasıl yorumlardı diye. Aklıma Peygamber
Bizler İslam’ın ibadet kısmını
iyi anlamaya çalışırken Müslüman insan gibi yaşamayı da
iyice anlamaya çalışmalıyız.
Eğer anlamazsak kul hakkı
gibi birçok sosyal sebeplerden
kaynaklanan günahlara girmek kaçınılmaz olur.
30
Anne ve babasının birbirine
olan saygısını görerek yetişen çocuklarda üzerine Kur’an
adabı ve Peygamber adabı eklendiğinde kul hakkı konusunda ve birçok konuda Allah’ın
izniyle örnek bir Müslüman
olabilir.
Efendimiz’in çektiği zulümler geldi. O’na yapılan vahşi zulümlere karşı verdiği cevaplar geldi
aklıma. Peygamber Efendimiz Taif’e İslamiyet’i
anlatmak için gittiğinde öldüresiye taşlanır.
Yüzü, vücudunun birçok yeri kan revan içindedir. Oradan geri dönerek uzaklaşmak zorunda
kalır. O kadar yara almıştır ki ayakkabısının içerisine kadar kanlar dolmuştur. Sadece bedenen
değil kalben de yaralanmıştır ve çok ama çok
üzgündür. Bir ağacın dibine oturur. Çok hüzünlüdür. Tam o esnada Cebrail (as) Allah tarafından gönderilir. “Sen iste Taif’i yerle bir edeyim
Ya Resulullah” der. Peygamber Efendimiz çok
incinmesi ve üzülmesine rağmen şu cevabı verir.
“Bilmiyorlar… Bilselerdi yapmazlardı.” İşte ben
bu yüzden Peygamberime aşığım. Bu yüzden
Müslüman’ım. Bu yüzden insanları seviyorum.
Bu yüzden yaşamak için, hizmet etmek için çabalıyorum. Bilmiyorlardı o karikatürü çizenler
de tıpkı Taif’tekiler gibi. Çünkü biz dinimizi tam
olarak bilmiyorduk ki onlara anlatalım. Biz el
âlem, şunu çizmiş nasıl çizer diyeceğimize önce
hatayı kendimizde aramalıyız. Bizler, bol bol
televizyon izleyeceğimize, kulaktan dolma bilgilerle dinimizi yaşayacağımıza, her çıkan Hocaya inanacağımıza oturup dinimizi okumaya
öğrenmeye çalışmıyoruz. Kul hakkı gibi hassas
bir konuyu önemle anlasak ve yaşatsak, insanlar bu Müslümanlar ne kadar düzgün insanlar
kesinlikle kimsenin hakkını yemezler deyip Müslümanlığa ilgi duymazlar mıydı? O karikatürü
çizenlere İslamiyet düzgün anlatılsaydı o çizdiklerini çizerler miydi? Yaptığınız bir güzel davranışınız insanları Müslümanlığa yaklaştırabilir.
Ama tam tersi de var bunun maalesef. Namazını kılarsın, orucunu tutarsın sonra öyle bir hak
yersin ki, insanları Müslümanlıktan uzaklaştırırsın. (Allah korusun) Ne çizerlerse çizsinler biz
kendimizi geliştirerek nazikçe dinimizi temsil etmeye, örnek olmaya çalışmalıyız. Kul Hakkı gibi
hassas bir olguyu iyi anlamak İslamiyet’i düzgün yaşamaya vesile olur. İslam bu yüzden çok
hassas bir dindir. Müslümanlar olarak hassas
ve naif olmalıyız. Bir hamlede bulunurken, ağzımızdan bir laf çıkarken defalarca düşünmeliyiz.
Bu hassasiyeti bir süre sonra huy haline getirirsek düşünmeden düzgün işler yapmaya başlarız zaten. Ancak, düzgün yaşayabilmek ve kul
hakkı yememek Kur’an adabını ve Peygamber
Efendimiz’in yaşama felsefesini iyi kavramaktan
geçtiğini unutmamalıyız. Kul hakkı eğitimi ailede başlamaktadır. Küçük yaştaki bir çocuğa kul
hakkının ne demek olduğunu anlatamazsınız.
Ama çocuklar izler, takip eder ve uygularlar. Aile
içerisinde de kul hakkına dikkat etmek gerekmektedir. Üzülerek görüyoruz ki, eşlerimizi gün
geliyor, erkek adam psikolojisi ile üzebiliyoruz.
Öncelikle şunu belirtmek isterim, bir erkek bir
kadından daha üstün değildir. Hatta Genetikçi
olarak şunu söyleyebilirim, kadınlar erkeklerden
2 tane XX kromozomu olması açısından birçok
konuda daha üstün durumdadır. Yani biyolojik
olarak da bir üstünlük söz konusu olamaz. Erkek ve bayanların eşlerine bu psikoloji ile yanaşmaları, yani ‘’ben erkek adamım’’ psikolojisi kul hakkına girmenize sebep olabilir. Erkek
adam mutfağa girmez, yemek yapmaz, makine
tutmaz diye bir şey yoktur mesela. Yeri geldiği
zaman eşlerimize yardım etmek gerekebilir. Kadınların da eşlerine aynı oranda saygı duyması ve hassas olması hem ilişkinin kuvveti anlamında hem de kul hakkı konusunda bizi doğru
yola ulaştırır. Anne ve babasının birbirine olan
saygısını görerek yetişen çocuklar da üzerine
Kur’an adabı ve Peygamber adabı eklendiğinde
kul hakkı konusunda ve birçok konuda Allah’ın
izniyle örnek bir Müslüman olabilir. Siz değerli
okuyucularımdan bu sayıda ilk defa bir ricada
bulunmak istiyorum. Günde iki saat televizyon
izliyorsanız, bunun bir saatini Kur’an-ı Kerim’in
Türkçe tefsirini veya Peygamber Efendimiz’in
hayatını okuyarak ve anlamaya çalışarak geçirmenizi talep ediyorum. Çünkü günümüzde
Müslüman gibi yaşamak konusunda çok geriyiz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek
bunlardan bahsetmiyorum. Bahsettiğim konu
Müslüman ahlakı konusu. Müslüman ahlakı
konusunda çok eksiğimiz var. Eğer bizler Müslümanca yaşamak nasıl olur öğrenmezsek gelecek neslimiz bizden daha vahim durumda olacaktır. Kendiniz için değil, gelecek nesliniz için
dinimizi öğrenmeye ve öğretmeye çalışalım. Dinimizin nasıl bir insan olmayı emrettiğini bilelim
ve yaşatmaya çalışalım. Unutmayın Allah için
atılan her adımın sonu hayra çıkar. Hepinizden
Allah razı olsun.
Cüneyt Yusufoğlu
Tıbbi Biyolog ve Genetikçi
31
MANEVİ REÇETEMİZ: “TESBİHATIMIZ”
T
esbihat bizim günlük duamızdır. Tesbihatımızda yani dersimizde günde 1520 dakika Allah’ın (cc) isimlerini anarak, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e
salâvat getirerek, büyüklerimizi anmış oluyoruz. Ben bu duayı yedi yaşındayken Niyazi
Baba Hazretlerinden almıştım. Kendisi tahta
asasını kendi kalbinden, benim kalbime doğru tutarak dersimizi tekrar edip dualamıştı.
Bana da yaşımın küçük olduğunu, okul
derslerimin de olduğunu hatırlatarak bu dersi her gün mutlaka tekrar etmemi hiç olmazsa yedişer
veya on birer defa okumamı istemişti. Günlük dersimizin çok
önemli olduğunu, düzenli olarak çekildiğinde büyüklerimizin
nazarı, himmetlerinin üzerimizde olacağını ve Allah’ın izni ile
günde beş vakit namaz kılanın,
dersini düzenli okuyanın ve haramların her türlüsünden uzak duranın;
cehennem ateşinden uzak olacağını
bizzat kendisinden çok defa duymuştum. Aynı bu sözleri şu an Niyazi Baba Hz.lerinden sonra gelen canım sultanım Emin Hocam
Hz.lerinden de çok işittim. Zaten mürit mürşidinin fotokopisi olmalıdır. Emin Hocam Hz.leri de benim kendisini tanıdığımda
Niyazi Babamın en sağlam, en bağlı ihvanlarındandı. Verilen görevleri en iyi şekilde yapardı. Mürşidinin sözünü
dinler, O’na her söyleneni
kayıtsız şartsız, sorgulamadan yapardı. Tasavvuf
zaten bunu gerektirmez
mi… Tam teslimiyet ve
tam bağlılık… Rabbim
bizlere mürşidimizin bağ-
lılığı ve teslimiyeti gibi sağlam aşk ve iman
nasip etsin. İşte Emin Hocamın bu bağlılığı,
sevgisi ve hizmetleri bu yüce makama gelme
sebebidir diye düşünüyorum. Allah’u Teâlâ
mürşidimin makamını aliyyül âlâ eylesin ve
bizleri de O’ndan ayırmasın inşallah.
Emin Hocam bir İstanbul ziyaretinde bir
ağabeyimize cebinde en çok ne taşırsın? Diye
sormuştu.O da ev anahtarı,araba anahtarı ve cüzdan diye cevap vermişti.
Emin Hocam da” işte evladım
o taşıdığın eşyalar gibi dersini de daima yanında ve kalbinde taşımalısın ayrıca çok
değer vermelisin.Tesbihatını
her daim günlük okumalı ve
asla bırakmamalısın”diyerek
tesbihlerimizin önemini vurgulamıştır.
Dersimizin manevi güzelliklerine gelince;bu güzel dualar
Resulümden, Ehli Beyt’ten, Pirimiz
Hz.Abdülkâdir Geylânî Hz.lerinden
ve diğer silsile-i takip eden meşayih efendilerimizden bugüne
kadar süregelen muazzam bir
manevi anmadır
Allah’ımızı, Resulümüzü, Pirimizi
ve mürşitlerimizi anarak, tövbe istiğfar
ederek, verilen nimetlere şükrederek, Resulümüze salâtu selamlar getirerek ve Allah’ın
o güzel isimlerini aşkla anarak yapılan bir
ibadettir. Dünya koşuşturmaları içinde kısa süre
de olsa Rabbimizle buluşmaktır. Dersimiz her yerde, her zaman çekilebilir.
Ama en efdali yani en
uygun ve kabul görüleni
seher vaktinde, seccade
üzerinde ağlayarak, ra-
Tesbihatını her daim
günlük okumalı ve asla
bırakmamalısın”diyerek
tesbihlerimizin önemini
vurgulamıştır.
32
bıta ile yalvararak yapılanıdır. Böyle yapılan
dersin tadı ve lezzeti hiçbir dünya zevkinde
yoktur.
Büyüklerimize sıkıntılarını anlatan, dua
isteyen kardeşlerimize ilaç olarak dersimizi
ihlâsla çekmek ve Allah’a gözü yaşlı, gönlü
aşklı bir şekilde yakarmaları
önerilmektedir.
Ders kâğıdımızdaki büyükler Allah’ın sevdiği
dostlarıdır. Biz aciz kullar bu dostlardan destur
alarak, onların yüzü suyu
hürmetlerine inanarak
dua ederiz. Biliriz ki o
dostlar naz ehlidir, gönül ehlidir. Onlarla sırtımız yere gelmez. Ne mutlu ki yolumuz var;
ne mutlu ki böyle güçlü Allah dostlarımız var.
Rabbim herkese böyle güzel Allah’a götüren
bir yol nasip etsin.
yapardım. Her hafta mutlaka
evine gider, yapılacak işlerine
yardım eder, O’nunla vakit geçirirdim. Dışarıda arkadaşlarımla zaman harcamak yerine,
O’nunla olmak beni çok mutlu ederdi. Ütüsünü mükemmel yapmaya çalışırdım, çok
heyecanlanırdım. O da bana
hep dua ederdi. O’nun ve büyüklerimin duaları sayesinde
eşim de yolumuzdan ders aldı
ve maddi olan birlikteliğimiz maneviyatla bütünleşti. Emin Hocamın da her zaman söylediği gibi evlat hizmet edecek, Mürşid-i kâmil
de evladına himmet edecek. Mürşitler bütün
evlatlarını ayırım yapmadan severler, hepsine
dua ederler. Çünkü onlar manevi Baba’dır.
Tüm evlatlarına sahip
çıkarlar. Dünyalık anne-babalar ise kızdıkları
zaman veya menfaatleri
doğrultusunda evlatlarına sahip çıkmayabilirler.
Biz de manevi büyüklerimizi çok severek, onların
sözlerini dinleyerek, onları ve Allah’ı mutlu
etmeliyiz.
Bizler Müslüman olarak
günlük ibadetlerimizin yanı
sıra günlük derslerimizi de
ihmal etmemeliyiz.
Bizler Müslüman olarak günlük ibadetlerimizin yanı sıra günlük derslerimizi de ihmal
etmemeliyiz. Eşlerimize, çocuklarımıza, yakınlarımıza öğretmeli ve önermeliyiz. Cennetin anahtarı olarak düşündüğümüzde zaten
mürşidimizin sözünü yerine getirmemiz kaçınılmaz olmaktadır. Derslenmeye gerek yok;
ben zaten tesbihler çekiyorum diyenler, dünya işlerinden vakit bulurlarsa yapacaklardır.
Oysa bizler ders alarak Allah’a ve büyüklerimize günlük ibadet yapmak için söz vermiş
oluyoruz.
Ben gençliğimde Niyazi Babamın ütüsünü
Rabbim bizleri bu yola hizmet eden, bu
manevi yola tam gönülden bağlanan ve seven kullarından eylesin. Müzekkin Nüfus kitabında da bahsedildiği gibi ‘Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır’. Muhakkak ki bir
Mürşid-i kâmile intisap etmeli, manevi bir
yolda yürünmelidir. Mürşitler bizim yol göstericilerimizdir. Onlar Allah’ın huzurunda naz
ehlidirler. Onların hürmetine bizler manevi
huzura varabilir ve mutlu olabiliriz. Allah’u
Teâlâ bizleri yolumuzdan, günlük dualarımızdan ve büyüklerimizin gönüllerinden ayırmasın. Hem maddi hem de manevi dünyada birlikte olmamızı nasip eylesin.
Esra Akyüz
Eğitmen
33
ZİKRULLAH VE RABITA
Z
ikir; elli dört farzın
birincisidir. Kelime
manası anmak, hatırlamak ve gaflet halinde
olmamaktır. Zikrullah da;
Allah’ın zikredilmesidir.
*Zikir; cennet bahçesidir. Rasulullah’dan rivayet
edilen meşhur bir Hadis’te
“Cennet bahçelerini gördüğünüz zaman orada yayılınız.” buyurmuştur. Cennet
bahçeleri nedir diye sorulunca, zikir meclisleri, diye cevap
vermiştir.
Cennet bahçesi zikrullah,
Bunu böyle diyor Allah,
Hem vallahi hem de billah,
Melekler dahi geliyor…
İnşallah bizler de zikre devam ederek bu
bahçenin gülleri olacağız. Ebu Süleyman
Daranî Hz. zikredenler hakkında şöyle buyurmuştur: “Cennette bir ova var, kul Allah’ı zikre
başlayınca melekler bu sahaya ağaç dikmeye başlar. Bazen meleklerden biri ağaç dikme işine ara verir. Neden duruyorsunuz diye
sorulunca, namına ağaç diktiğim şahıs zikre
ara verdi de ondan.” diye cevap verirler.
*Zikire zikirle karşılık verilir. Allah’u
Teâlâ, “Beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 152) Bu ayet üzerine Cebrail
(as), Resulullah’a şöyle demiştir: “Allah diğer
ümmetlerden hiçbirisine bu şekilde hitap etmemiştir.”
*Zikir için belli bir vakit ve sınırlama yoktur. Bütün vakitlerde kul zikretmekle
memurdur. Zikrin yapılmadığı bir vakit yoktur.
Namaz bütün ibadetlerin en şereflisi iken bazı
vakitlerde yapılması kılınması caiz değildir.
34
Hâlbuki kalp ile zikre her hâlükârda devam
edilir. Allah’u Teâlâ “Onlar ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı zikrederler.” buyurmuştur. (Al-i İmran, 191) Derler ki zikir kalbe
iyice yerleşirse tıpkı şeytana yaklaşan insanın
çarpılması gibi, o kalbe yaklaşan şeytan çarpılır. Bunu gören diğer şeytanlar toplanırlar,
bu şeytana ne oldu? Derler. Ve ona insan dokundu cevabını alırlar. İnsan zikre devam ede
ede zikir, bütün damarlarına işler, şeytanı bile
alt üst edecek hale gelir biiznillah...
Her ibadette olduğu gibi Zikrullah’ın da
bir adabı, erkânı vardır. Zikrullah meclisine
kişi mutlaka abdestli olarak gitmeli, giderken
de günahlarına tövbe etmelidir. Zikrullah’a
başlamadan önce niyet etmeli, zikir halkasına oturuş namazdaki gibi olmalıdır. Namazla zikir arasındaki tek fark; namazda gözleri
kapatmak mekruhtur, zikirde ise açmak caiz
değildir. Zikirde eller dizler üzerine konmalı,
kalp ve gönül Allah’a yönelmelidir. Kendimiz
safta, gönlümüz sokakta olmamalıdır. Kişi,
Hz. Allah’ın, Rasûlallâh Efendimiz’in ve mürşidinin kendisine tebessümle baktığını düşünmelidir.
*Zikirde en önemli etken rabıtadır.
Rabıta; kelime olarak bağ, ilişki demektir.
Terim olarak ise müridin Ruhaniyetinde feyz
alacağına inanarak kâmil şeyhin suretini zihninde tasavvur etmesidir. Müridin ilk hede-
fi şeyhinde fani olmaktır, yani kaybolmaktır.
(fena-fişşeyh). Zira şeyhte fani olmak Allah’ta
fani olmanın (fena fillah) ön basamağıdır.
Mürid, rabıta vasıtasıyla önce şeyhiyle sonra Allah’la manevi ve batıni bir ilişki kurar.
“Sadıklarla birlikte olun.” (Tövbe, 119) gibi
Ayetler ve “Kişi sevdiğiyle beraberdir” gibi
hadisler, rabıtanın caizliğini gösterir. Emin
Hocamız rabıta ile ilgili olarak şöyle söylemiştir: “İslam dini; tevhid, sevgi ve tefekkür
dinidir. Rabıta, yüce Allah’ın ve sevdiklerinin
yanında olduğunu düşünerek yaşamaktır. Bir
ihvan her zaman, mürşidinin takkesi başımda, cübbesi sırtımda, tesbihi elimde, zikri dilimde, şükrü kalbimde, pabuçları ayağımda
diyerek pirinin, mürşidinin edep ve
hayâ elbisesini üzerine giymelidir. Sürekli bu şekilde
tefekkür ederse Resulünü, Pirini, Mürşidini
hep yanında görür.
”Mürid, zikirde rabıtalı olursa Allah’ın
izniyle büyükleriyle
beraber olur. Yine
Emin Hocam: “Bir
hayal edersin, iki hayal
edersin, üçüncüye bakmışsın
ki büyüklerinle yamaç yamacasın.”
Teveccüh ve rabıta Tarikat-ı Aliye’de çok
önemlidir ve tarikatın kuralını teşkil eder. Rabıtasız olan bir mürid şeyhinden fazla feyz
alamaz. Bu yüzden de emsallerinden geri kalır. Nasıl bir bahçeye diktiğiniz birkaç fidandan daima bakımlı ve suyunu düzenli alan fidan daha gürleşip büyüyor, bakımsız ve susuz
kalan diğer fidan ise daha küçük kalıyorsa
mürid de ona benzer.
Hayri Baba (ks) rabıta hakkında “Bir çeşmenin başına bir testiyi koysan kırk sene beklesen dolası değil. O testiyi açık çeşmenin altına dayayacaksın ki gelen su testiye dolsun.
Kalbin de daima meşayıhın çeşmesine bağlı
olacakki feyiz gele. Her yerde şeyhinle beraber olduğunu düşüneceksin. Bizim ihvanlar
rabıtayı pek yapamıyorlar, bazıları da yapıyor
tam yapamıyor. Biz İstanbul’da bulunuyoruz,
bizim bir müridimiz de Ankara’da bulunuyor
oradan bize rabıta yapıyor ve rabıtası tam ol-
Büyüklerimiz usül olmadan
vusûl olmaz demişlerdir.
madığı için bize ulaşamıyor. Misal Bolu veya
Düzce’de kalıyor” demiştir.
*Rabıtaya devam etmek gönül gözünün tez açılmasına sebep olur. Fakat
mürid gönül gözüm açıldıydı açılacaktı diye
bunlara çok takılmamalıdır. Hayri Baba Hazretleri bu konu hakkında “Biz rabıtayı mutlaka
görsünler diye tavsiye etmiyoruz. Rabıta tarikatın esasındandır. Her rabıta yapan görmez,
gaye görmek değil yolun erkânına uymaktır.”
demişlerdir. Sen rabıtanı tarif edildiği
şekilde yap. Gör veya görme
rabıtan sağlam ve inanarak yapılırsa muhatabına ulaşır. Unutma sen
göremiyorsan karşı
taraf görür. Rabıtada görmek mühim
değil mühim olan
bağlılık sadakat ve
bunun böyle olduğuna inanmaktır.
*Rabıtanın
zayıf
veya kuvvetli olması kişinin
azlık ve çokluğuna bağlıdır, muhabbet çoğaldıkça rabıtada o kadar kuvvetlenecektir. Düşünün ki bir bardak tuz
yediniz baktığınız her yerde tabiki su görürsünüz neden çünkü içiniz yanıyor. Rabbim de
bizi Allah, Resul, Pir, Mürşid sevgisiyle öyle bir
yaksın ki baktığımız her yerde onları görelim
inşallah.
Kardeşlerim velhasıl büyüklerimiz usül olmadan vusûl olmaz demişlerdir. Usullerimizi
büyüklerimizin dilinden aktarmaya çalıştık.
Vusûlümüze gelince, Allah’a, Resulümüze,
Pîrimize kavuşmaktır. Öyleyse, biz de yolumuzun usulüne uyalım ki vuslatımız sona ersin.
Zikrimizin daim rabıtamızın kuvvetli olması
duasıyla...1
Tuğba Berber
1 Kaynakça: Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kuşeyri Risalesi,
FirdevstekiGülün Adresi, Halisa seçkinleri
35
TARİK DERSİ ALMADAN ÖNCE
YAPILMASI GEREKENLER
G
ünümüzde tarikat sözcüğü çoğu kişide korku
ve nefret uyandırıyor.
Tarikat; yol demektir. İnsanı arınmaya, kutsiliğe götüren sistemlere
Müslümanlarca “tarikat” denilmiştir. Aslı “tarik”tir. Türkçe’de ise
tarikat denilmektedir. Tarikatlar
elden ele Peygamber Efendimizden bugünlere ulaşmış manevi
çalışmalar sistemidir. Tarikat Allah
rızası için, Peygamber Efendimizin
maneviyatından hissedar olabilmek için, Kur’an-ı Kerim’i daha
iyi anlayıp yaşama geçirebilmek
için gereken İslam dinine uygun
kişisel arınma yollarıdır. Yani tarikat dedikleri Tarik’i Şeriattır ki,
hakikatin yoludur. Şeriatın emirleri uygulandıktan sonra tarikatın
gösterdiği edeplere riayet edilirse
hakikat bulunur. Hakikati bulduktan sonra da marifeti İlahiyye’ye
nail olunur. Bununla ilgili Muhammed Nuri (ks) buyurdular ki:
“Şeriat, tarikatın kapısıdır. Tarikat,
hakikatin bahçesidir. Yani; tarikat
gayet sağlam bir hisar içinde bir
bahçedir. Şeriat o bahçenin kapısıdır. Hakikat, o bahçede bulunan
türlü gül gülistan ve türlü meyve
ağaçlarıdır. Marifet de bu ağaçların meyveleridir.”
Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet birbirine bağlıdır. Birini bulamayınca diğerini bulmak imkânsızdır. Bu
nedenle şeriattan zerre kadar ayrılınmaz, ayrılan ise tarikatın kokusunu alamaz. Büyüklerimiz demişlerdir ki;
Şeriattır cümle işlerin başı,
Şeraitsiz tarikat şeytan işi,
Tarik ehlinde yok ise şeriat,
Onun şeyhi şeytandır ol dem mutlak…
36
Okumak için nasıl bir öğretmene ihtiyaç
varsa terbiye için de bir üstada ihtiyaç vardır. Tarik dersi almadan önce kişi kendisine
bir mürşit bulmalıdır. Cenab-ı Hakk Kur’ân-ı
Kerim’de:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik.” (Maide:48) buyurmuştur. Resulü Ekrem (sav) Efendimiz:
“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır,
o fırkaların cümlesi ateştir, ancak birisi müstesna.” Ashabı Kiram: Onlar kimlerdir ya Re-
sulullah? diye sorunca: “Benim ve Ashabımın
yolunda olanlardır.” buyurmuşlardır.
Mevlana Celaleddin Rumi (ks) der ki;
“Kendine bir yol gösterici, mürşit seç. Çünkü
rehbersiz sefere çıkmakta afet, korku ve hata
vardır…”.
Yunus Emre ise “her şeyden önemlisi bir
gönüle girmektir” demiştir. Tarikatta işin temel
sırrı belki de budur. Peki, o gönül nasıl bulunacak ve o gönüle nasıl girilecek? Bu ise işin
zor kısmıdır. Mevlana (ks) bu konuyla alakalı
şöyle demiştir: “ O dostu bulmak için neler yapılır neler. Kalabalıklara ziyafetler verilir, belki
gelenlerin içinde “bir dost” olabileceği umuduyla… Çok meclislerde bulunursun, belki
“bir dost” karşına çıkabilir diye…” Allah dostlarına büyük değer vere vere insan mürşidini
bulur. “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi
Kadir gecesi bil” tavsiyesi de mürşit arayanlara gereken bir tavsiyedir. Allah’ın kullarına
kibirli olanlar ise Mürşid bulamazlar.
Günümüzde ise tarikat dersi almak genelde heves ile ya da şunun bunun telkinleriyle
oluyor. Bilinçsizce alınıyor ve devam edilemiyor. İster istemez bu tip sorunlar oluşuyor.
Allah hiç kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez. İnsan kendisi bir yükü hedefler, taşımaya
girişir ve beceremez. İnsan önce o maneviyatı
taşıyabilecek düzeye gelmek için gayret sarf
etmelidir. Aksi takdirde değerini bilemeyeceği
tarikat dersini alır ve yüzüne gözüne bulaştırır. Dolayısıyla tarikat basit bir şey sanılmaya
başlanır. Bu hal ise iki kere yitirmek demektir.
İnsan tavsiye ile tarik dersi almak yerine
kendi fıtratına uygun olanı aramalıdır. Yani;
tarikatların başı iki büyük sahabeye dayan-
Hz. Ebubekir’e tabi olan tarikatlar daha yavaş daha çok
sessiz bir şekilde zikretmeye ihtiyaç duyarken Hz. Ali’ye
tabi olan tarikatlar ise daha
hareketli daha çok sesli zikir
ile zikretmeye, deşarj olmaya
ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle
insan kendi fıtratına göre bir
yol seçmelidir.
maktadır. Bunlardan biri Hz. Ebubekir diğeri
de Hz. Ali’dir. Hz. Ebubekir’e tabi olan tarikatlar daha yavaş daha çok sessiz bir şekilde zikretmeye ihtiyaç duyarken Hz. Ali’ye tabi
olan tarikatlar ise daha hareketli daha çok
sesli zikir ile zikretmeye, deşarj olmaya ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle insan kendi fıtratına
göre bir yol seçmelidir.
Tarikat dersi almadan önce kişi hayatında
şeriat yaşamını rayına oturtmalıdır. Kul hakkı
varsa telafisine bakılmalıdır. Namaz ve oruç
borçları varsa kazalarını etmeye niyetlenmelidir, bir program dâhilinde ödemek için gayret
edilmelidir. Diğer farz ibadetlerdeki varsa eksikler, hatalar giderilmeye çalışılmalıdır. Kötü
ahlak ve fiillerden Allah’a dönüş yapılmalıdır.
Nefisler hesaba çekilmelidir. Nefsani arzulara
“dur” denilebilmelidir.
Bir kişi eğer mürşidini bulmuş ise şeyhinin
huzuruna varmadan güzelce gusledip, temiz
elbisesini giyip, kokusunu sürünüp halis bir
niyetle mürşidin huzuruna izin isteyerek gayet
edebe uyarak girmelidir. Mürşidinin gösterdiği yere iki düz üstü ellerini dizlerine koyarak
oturmalı ve bendeliğe kabulünü rica ve niyaz
etmelidir. Gönlünü Allah’ın rızasına bağlayarak saf ve temiz bir kalple huzurda emir ve
işaretlerini bekler. Eğer mürşit istihare yapmayı emir buyurmuşsa tarif edilen üzere istihare
yapılır. İlk yaptığı istiharede bir şey zuhur etmemişse ikinci defa… İkincisinde de bir şey
zuhur etmemişse üçüncü defa… Hatta yediye
kadar istihare yapılabilir. Eğer kalpte tereddüt yoksa Cenab-ı Hakk’a sığınarak Mürşid-i
kâmilden tarikat dersi alınır. Tarikat dersini
alan müridin artık Mürşidi Kamil ile ahd ve
sözleşmeyi yaparak dersini aldıktan sonraki en büyük vazifesi verdiği söze sadık kalıp,
dersini veya virdini vaktinde yapmaya, bu
ahdi bozmamaya son derece özen göstermelidir. Asla gevşeklik göstermemelidir. Cenab-ı
Hakk Kur’ân-ı Kerim’de:
“Muhakkak ki sana biat edenler gerçekte
Allah-u Teâlâ’ya biat etmişlerdir. Allahın eli,
onların elleri üstündedir. Kim ahdini ve biatini bozarsa vebali nefsine racidir. Kim Allah-u
Teâlâ’ya olan ahdine ve biatine vefa ederse
Allah da ona pek büyük bir ecir verecektir.”
(Fetih:10) buyurmuştur. Allah-u Teâlâ bizleri
Ehli Tarik yolunda daim ve Mürşidimizle yaptığımız ahdimizde ve biatimizde sabit eylesin…
Selam ve dua ile…
Hatice Pınar Cantekin
Eğitmen
37
NİYET HAY KILAR
N
asıl da çözülmüştü birden
tüm bedeni. Mide bedenin direği miydi yoksa?
Mecali kalmamıştı. Açlık ayaklarına dolanan çöl gibi tüm varlığını
sarmıştı. Günlerdir yol almaktaydı.
Feri gitmiş gözlerle baktı. Bir tepecik! Tam istediği gibi bir tepecik. Un
tepeciği. Hemen ekmek yapmaya
başladı. Sıcacık ekmekler... Bir lokma bile ağzına koymadı. Hepsini
fakirlere dağıttı.
“Al! Sen de al!
Bak! Sıcak, sımsıcak.”
Musibetle paylaşırız duyguları.
Açlığın elemi ile hissetmişti tüm fakirleri. Ekmeğini yemeden dağıttı,
bölmeden paylaştı.
Ah hayal, sen ne güzel bir bineksin! Mutlu olmuştu. Un tepeciğinin
yerinde duran kum tepeceğine hüzünle baktı. Olsun, hayal uçmuş,
niyet kalmıştı. El açtı:
“Rabbim dedi Rabbim!
Keşke şu kum tepesi kadar bir
unum olsa da fakir fukaraya ekmek
yapıp dağıtsam.”
Rabbi peygamberine vahiy ile
bildirdi: “Git, o kuluma söyle! Allah, senin sadakanı ve niyetini kabul etti.”
Niyet un oldu, ekmek oldu, taam
oldu. Niyet varlık oldu, var oldu.
Neydi niyetteki sır ki duyguyu varlığa taşırdı. Sanırım niyet esmanın
besmelesiydi. Bunun için doğru niyete ihlas denirdi. Niyetimize düşen
bir olumsuzluk o ameli ihlassız ederdi. İhlas, amelimizde tecelli eden
esmaya olumsuz bir niyetle perde
olmama haliydi.
Duygularımız, hislerimiz ve niyetimiz varlık âlemine doğar. Duygularımızda da esma tecelli eder. Duygumuzla esma
arasına niyetimiz girer. Nefsin karıştığı niyet
Niyet un oldu, ekmek oldu, taam oldu.
Niyet varlık oldu, var oldu. Neydi niyetteki sır ki duyguyu varlığa taşırdı.
Sanırım niyet esmanın besmelesiydi.
Bunun için doğru niyete ihlas denirdi.
38
o duygumuzda esmanın tecellisini kapatır; o
duygumuz da varlık âlemine tutunamadan
hiçlik âlemine atılır. Niyetimiz o duygumuzun
varlık âlemine koşmasına engel olur.
Niyetimiz, esmaya tutunmuş ise o niyetimizin fiiliyata dökülmesine gerek yoktur. Bizim
gördüğümüz âlemde fiiliyata dökülmese de o,
esma tecellisinde fiiliyata tutunmuş, aynen kabul edilmiştir. Ondan istenen tüm esmanın tecellisi ile Allah memnun olur. Eğer o niyetimiz
ile esmaya perde olan ikinci bir niyeti taşımış
isek, o amelimiz fiiliyata taşınsa da esmayı
perdelediği için amelimiz hiçliğe gider. Niyet
mutlak varlığa tutunur, yalnız esma ile tutunamamış niyetler varlığa tutunamaz. Fakat o
da tamamen yokluğa gitmez, o niyette tecelli eden esmaya olumsuz bir niyetle müdahil
olduğumuz için o da, farklı bir fiiliyat olarak
bize döner. Belki bir ruh sıkıntısı, ya kalpte bir
elem, ya da olumsuz başka bir şey...
Esma, niyetle tezahüre başlar. Nasıl besmele tüm esmayı içerir ise niyette tüm esmaya
duadır. Esmaya sıfatlar kaynaklık yaptığı gibi,
bizde tecelli eden esmaya da niyetlerimiz
kaynaklık yapar. Niyet tüm esmayı duygu ve
his bazında istemektir. Niyette amellere vakıf
olan melekler dahi aradan çekilir.
Niyet, kulun Rabbi ile en mahremidir.
Esmada seyr ü sülûk cezb-i muhabbet iledir. Cezb-i muhabbeti de cezb eden niyettir.
Bundandır ki esmanın yansımasından ibaret
olan sünnette de tek esas niyettir. Peygamberim böyle yaptı diye düşünmektir. O yaptığı
için yapıyorum diye edilen niyet ameli ibadet
eyler. Çünkü o niyet ile amelin cevheri ortaya
çıkar. O cevher, o amelde yansıyan esmadır.
Niyet, amelin saf cevheridir.
O niyetle incecik bir kökün karşısında sert
taş yumuşar. Esmayı talep eden niyetlerle
benlik taşımız öyle yumuşar da, manevi yollar
açılıverir. Esmadaki seyr ü sülûkteki cezb-i mu-
habbet belki de budur. Niyet, Rabbimize kurbiyetle ulaşıp, O’nun da
bizi akrebiyetiyle kucaklayıp karşılık verme sırrını içermesindedir ki o
niyetin tılsımıyla deriz:
“Ettehiyyatü lillah…”
Yani “Ey Rabbim, bütün
mahlûkatın tecell-i esmayı yansıtmaları olan ibadetlerini Sana sunuyorum. Mümkün olsa o esmaları ben de aynen öyle yansıtırdım.”
Tahhiyat,
niyetle
bütün
mahlûkatın ibadetindeki esma
seyrine katılıp esmanın yansımasını alkışlamaktır. Bu alkışlamada
niyeti kelam ile namaz eyleriz.
Bunun içindir ki niyet, ihlasa
mayelik, esmaya dayelik eder.
Allah dostları duygularının niyetini doğrultunca Allah onları dosdoğru yürütür. Onlar o
zaman Allah’ın gören gözü, tutan eli olurlar.
Niyeti O’na (cc) verince kişide kendine kendi
kalmaz da safi Rabbin isimlerinin yansıması
olur. Böyle kişilerde esmanın seyrine durulur.
Hangi esmanın arşında, hangi duygusunun
niyetinde ism-i azama ulaşmışsa o esmadan
görünürler bizlere.
Kulluk, niyetlerimizle sınanmaktır.
Hayat çölünde çoğu kez niyetlerimiz dolanır ayaklarımıza Ümmü Kays bin Mihsan gibi.
Onun da ayaklarına çöller gibi niyeti dolanmıştı. Mekke’yi terk edip ayrılığı tercih etmişti.
Medine’ye gelmişti, hicret etmişti; fakat kimse
ona muhacir dememişti. Herkes ona Ümmü
Kays’ın muhaciri diyordu. Sevdiği kadın
Ümmü Kays için hicret etmişti. Allah Resulü,
Ümmü Kays bin Mihsan’ın niyetini kelam eyledi: “Ameller, niyetlere göredir.”
Çöl aynı çöldü, ayrılık aynı ayrılık. Adımlar
aynı adım. Iraklık aynı ıraklıktı, ama muhacir olamamıştı. Araya perdeler girmişti. Niyet
adımları değiştirmiş, yürüyüşü başkalaştırmış,
hicreti gölgeleyip muhacirliği perdelemişti.
Niyetle perdelenirdi amellerimiz. Çünkü o
amelde perdelediğimiz esmaydı. Niyetimizle
perdelemediğimiz kadar her şey hayat bulur
hay olurdu. Onun için Hay Sultan olan Hz.
Abdülkadir Geylani’nin baktığı, dokunduğu
maddi ve manevi hayata koşardı.
Sanırım esmanın perdesi bizdeydi…
Nuriye Çeleğen
Araştırmacı Yazar
39
DUA VE MAĞFİRET AYLARI,
“ÜÇ AYLAR”
A
llah (cc) mekânlar içinde mukaddes
mekânlar, zamanlar içinde de mukaddes zamanlar yaratmıştır. İşte o
mukaddes zamanlardan biri de üç aylardır.
Allah’u Teâlâ hem manevi hayattan uzaklaşmamızı önlemek hem de sıradanlaşan zamana ve hayata manevi bir canlılık katmak,
kendimize çeki düzen vermemizi sağlamak
için bu kutlu ayları bizlere hediye etmiştir. Üç
aylar mü’minler için çok değerlidir. Nitekim
Peygamber Efendimiz (sav) Recebi şerife girdiğinde şöyle dua etmiştir. ”Allah’ım Recep
ve Şaban’ı hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl
bizi Ramazana ulaştır“. (Ahmed bin Hanbel)
Üç aylar geldiği zaman da Peygamberimiz
ibadetlerini artırmıştır.
Dua ve mağfiret ayları olan üç aylar kalp
ve gönülle yaşanması gereken aylardır. Bu
aylar, dua ve yakarışların Allah’a arz edilmesi, pişmanlık gözyaşlarıyla günahların yıkanması, yapılan ibadet ve taatlere verilen sevabın katlanması bakımından kaçırılmayacak
bir fırsattır.
Üç ayların değerine değer katan diğer bir
özellik ise mübarek kandil gecelerinden dördünün bu aylar içerisinde olmasıdır. Allah’ın sonsuz
rahmeti, bereketi bu gecelerde
yağmur gibi mü’minlerin üzerine iner. Kandil günleri bizler için bulunmaz fırsatlardır. Regaip Kandili; Allah’u
Teâlâ’nın kullarına bağışta
ve bol ihsanda bulunduğu bir rahmet gecesidir.
Miraç Kandili; Dinimizin direği olan namazın
mü’minlere farz olduğu
bir
mübarek
gecedir.
40
Dua ve mağfiret ayları olan üç
aylar kalp ve gönülle yaşanması gereken aylardır. Bu aylar, dua ve yakarışların Allah’a
arz edilmesi, pişmanlık gözyaşlarıyla günahların yıkanması, yapılan ibadet ve taatlere verilen sevabın katlanması
bakımından kaçırılmayacak
bir fırsattır.
Berat Kandili; Allaha şirk koşmayan bütün
inançlı kulların günahlarından kurtuldukları
bir kurtuluş gecesidir. Kadir Gecesi; İbadetle
geçirilmiş bin aydan daha hayırlı bir gecedir.
Peki bizler ne yapmalıyız? Her şeyden önce
nefis muhasebesi yapmalıyız. Biz kimiz? Niçin
ve kimin için yaşıyoruz? Asli görevimizin dünya ve ahiretimizin kurtulması için çalışmak olduğunun fakında mıyız? Yani Allah’la beraber
bir hayat sürdürmek olduğunu, bu hayatı yaşamaya çalışırken “kimin gibi yaşayalım“ sorusuna Peygamber efendimiz gibi diye cevap
verebiliyor muyuz? Rabbimizin istediği gibi bir
kul olabildik mi? Rızasını alabildik mi? Kısacası hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekme ve manen şuurlanma zamanıdır
kandiller…
Ahiret ticaretinin yapıldığı kazançlı bir
pazar durumunda olan bu özel aylar, yılda
ancak bir defa açılır ve üç ay boyunca
devam eder. İstifade edenlerin çok şey
kazandığı bu kıymetli pazarı, mü’minler
çok iyi değerlendirmelidir. Bu özel aylarda
mü’minler ibadetlerini artırmalı ve manen
daha verimli daha canlı yaşamalıdır.
Dua ve mağfiret ayları içinde
ibadetlere yoğunlaştığımız (nafile
namazlar, oruç, Kur’ân okumak)
gibi, ibadet içinde değerlendirilen
dua etmeye de önem vermeliyiz.
İnsanın dua etmesi yaratılışının
gayesi kulluğunun da en güzel ifade şeklidir.
Bu gerçeği “Ey Muhammed! De ki duanız
olmasa Rabbin size ne diye değer versin“
(Furkan, 77) diye belirtmiştir Rabbimiz.
Yine bu kutlu zaman dilimlerinde yapmamız gereken önemli ibadetlerden birisi de
tövbe etmektir. Geçmişteki hata ve günahlarımızdan pişman olup, af ve merhamet sahibi
olan Rabbimize gönülden yalvararak O’na
istiğfarda bulunmalıyız. Peygamberimiz (sav):
“İnsanların hepsi hata edici ve günah işleyicidir. Hata edenlerin en hayırlısı ise, hatasını
bilip tövbe edendir.“ buyurmuşlardır.
Toplumsal hayatımız içinde üç ayların
önemli bir yeri vardır. Bu aylarda merhamet
ve yardımlaşma duygularımız zirve yapar.
Herkesin yardımlaşma konusunda birbiriyle yarıştığı bu mübarek zaman dilimlerinde bizler
de etrafımızdaki fakire fukaraya
yardım etmeli, imkânlarımız ölçüsünde sadaka vermeliyiz. Akrabalarla, komşu ve dostlarımızla
olan yakınlığımızı bir kat daha
artırmalıyız. Yapacağımız ziyaretlerle onların gönüllerini almalıyız.
İbadetlerimizi yaparken çokluğundan ziyade ihlas ile yapmaya
gayret etmeliyiz. Zira ihlas ile yapılan küçük bir amel, ihlassız yapılan pek çok amelden üstündür.
Şunu unutmamak lazım Allah’ın
rızası ihlas ile yapılan ameldedir.
Kararan kalplerimizi tövbeyle,
yorulan midemizi oruçla, bükülmeyen belimizi, eğilmeyen başımızı namazla, Allah’ı unutan dilimizi zikirle açılmayan kesemizi
sadaka ile katılaşan kalplerimizi
şefkatle “Yenilemenin“ vaktidir
üç aylar. Üç aylar Yüce Yaratıcının yarattığını unutmadığı, yaratanın yarattığı kullarına karşı gösterdiği sevginin sonucu,
rahmetinin gazabını geçtiğinin sembolüdür.
Bu aylarda samimi duygularla elimizi, gönlümüzü Allah’a açalım. O’na inanmanın, O’na
güvenmenin, O’na sığınmanın hazzıyla huzuruyla bütün insanlık için dua edelim.
Emine Can
Kararan kalplerimizi tövbeyle,
yorulan midemizi oruçla, bükülmeyen belimizi, eğilmeyen
başımızı namazla, Allah’ı unutan dilimizi zikirle, açılmayan
kesemizi sadaka ile katılaşan
kalplerimizi şefkatle “Yenilemenin“ vaktidir üç aylar.
41
HASTALIKLARIN ARDINDAKİ HİKMETLER
A
llah’u Teâlâ bizlere sonsuz
lütuflar ve nimetler bahşetmiştir; Allah’ın üzerimizdeki
en mühim lütuf ve en muazzam nimetlerinden biri de sıhhatimiz. Şu vücut ve
bedenimiz çok üstün ve çok mükemmel bir
yaratık, iç ve dışımızda nice organlar, milyarlarca doku ve hücreler, son derece
güzel sistem ve hassas mekanizmalar, devamlı ve düzenli oluşum ve
gelişimler, hayati olay ve faaliyetler var.
Sıhhat çok şaşırtıcı bir durum, çok olağanüstü bir mucize! Bizi mutlaka bir yönetip, gözeten, koruyup kollayan var. Her an O Hakîm-i
Hak ve Kadîr-i Mutlak’ın inayeti sayesinde var kalıyor ve
yaşıyoruz, her an yeniden
onarılıyor ve yaratılıyoruz,
O’nun dilediği vakte kadar... Ama hayatın yanında
ölüm, sıhhatin yanında hastalık da var. Var,
çünkü gerekli ve hikmetli! Hastalık ölümün
habercisi, âhiretin ihbarcısı ve ihtarcısı! Ölüm
olmasaydı dünya ne hale gelirdi? Ölüm bir
terhis, bir kurtuluş; yeni ve başka bir doğuş,
hasretin bitmesi ve sevgiliye kavuşma...
Sıhhat bir nimet, hastalık bir imtihan, nimete şükür, imtihana sabretmek lazım... Hastalık insana acizliğini ve Allah’a muhtaç
olduğunu hatırlatır.
Mikroskobik bir virüsün kendi bedeni
üzerinde meydana
getirdiği
zayıflığa
engel olamayan insan, böyle anlarda
acizliğini ve Allah’a
ne kadar muhtaç bir
durumda olduğunu
çok daha iyi kavrar.
Hastalık ve musibetler insanın kibir ve
gurur gibi kötü duygularını giderir; insanı mütevâzî, mer-
hametli ve sevimli kılar. Ömür boyu
işleri yolunda gitse, burnu bile kanamasa, aslını ve akıbetini unutup azabilir. Hastalık ve musibetlerin verdiği
dersle, taştan ve demirden olmadığını,
her an dağılmak üzere et ve kemikten
ibaret, bin bir türlü ihtiyaç ve noksanlık
içinde yuvar­lanan aciz bir varlık olduğunu anlar. Kendi başına gözle
görül­meyen en ufak bir mikropla dahi baş edemediğini,
faydasının, zararının, hayatının, ölümünün kendi elinde
olmadığını kavrar. Hastalık
ve musibetin bir hikmeti
de, çaresizlik halinde kal­
bin sadece Allah’a çevrilmesi ve kurtuluşun yalnızca
ondan bek­lenmesidir. Bu
beklenti başlı başına teslimiyet içeren bir ibadettir.
Ağır hasta ve musibet zedelerde bu engin tevekkül
hali açıkça görülür. Kullardan bütünüyle ümit
keser; tüm ümidini Allah’a bağlarlar. Beden
dilleriyle adeta şu mesajı verirler: “Ya Rabbi!
Senden başka sığınılacak kapı kalmadı. Son
çare Sensin. Ümit Sendedir.” Bu samimi iltica,
makbul bir dua hükmüne geçer ve bazen derhal tesirini gösterir.
İman eden bir insan hastalandığında, şifa
için Allah’a dua
eder. Bu duanın
devamı ve fiili bir
şekli olarak doktora
gider. İlaç kullanmaya başlar ancak
kesinlikle
şifanın
Allah’tan
geldiğini unutmaz. Allah
Kur’an’da bu gerçeği Hz. İbrahim’in şu
sözleriyle bildirmiştir: “Ki beni yaratan
ve bana hidayet
veren O’dur; bana
yediren ve içiren
O’dur; hastalandığım zaman bana
Sıhhat çok şaşırtıcı bir durum, çok
olağanüstü bir mucize! Bizi mutlaka bir yönetip, gözeten, koruyup
kollayan var. Her an O Hakîm-i
Hak ve Kadîr-i Mutlak’ın inayeti
sayesinde var kalıyor ve yaşıyoruz, her an yeniden onarılıyor ve
yaratılıyoruz, O’nun dilediği vakte kadar...
42
şifa veren O’dur; beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur.” (Şuara Suresi, 78-81)
Hastalığın bir de hastaya bakanlara yönelik hikmetleri var. Anne ve babalar hiçbir
karşılık beklemeden büyük bir fedakârlık ve
özenle baktıkları hasta yavrularından dolayı
çok büyük sevap alırlar. Hasta anne, baba
ve akrabalara bakmak da aynı şekilde çok
sevaplıdır. Bunun yanında onların dualarını
alma, kırık gö­nüllerine merhem olma, onlara
hizmet etme fırsatı verir.
Bu da kişiye hem dünyada hem de âhirette
saadet kazandırır. Bu şekil­de başta anne
baba olmak üzere, büyüklerine hizmet eden
bir evlat, yaşlılığında evlat ve yakınlarından
hizmet ve şefkat görür. Yaşlı, hasta ve kimsesizlere hizmet etmek sadece yakınlarla sınır­lı
tutulmamalıdır. Din kardeşliği yönüyle bütün
bu durumdaki in­sanlara fedakârca, şefkat ve
merhametle hizmet etmek Müslü­manlığın gereğidir.
Bazı hastalıklar, ölümle sonuçlandıklarında kişiye şehitlik de­recesini bile kazandırır.
Doğumdan, karın sancısından, boğul­mak ve
yanmaktan vefat etmek böyledir. Hastalığa
karşı yakınmak, “Ne yaptım da bu başıma
geldi?” diye sızlan­mak, Allah’ı kullara şikâyet
etmek, maddi hastalıktan daha bü­yük manevî
bir hastalık ve musibettir. Kırılmış el ile dövüşüp intikam almak gibidir. Hastalığı daha da
artırır. Kendilerine bir musibet geldiğinde “Biz
Allah’a aidiz ve sonunda yine O’na döne­
ceğiz.” (Bakara Sûresi,156) diyerek Allah’a
teslim olmak en isabetli davranıştır. Musibetler, birer sabır sınavıdır. Hastalık ve musibet
insanı Allah’a yaklaştırır. Ölüm gerçeğini,
dünyanın fâniliğini hatırlatıp asıl vatanını düşünmeye sevk eder. Gönlünü Rabbine bağlar.
Yaptığı işte daha samimi
daha içten olmasını sağlar.
Büyük bir ibadet olan dua
kapısını açar. “Biz in­sana
nimet verdiğimizde o yüz
çevirir, başını alır uzaklaşır. Fa­kat kendisine sıkıntı
dokununca bir de bakarsın
uzun uzun yalvarır durur”
(Fussilet, 51) âyeti bu gerçeğe işaret eder.
Bizler yalnızca Allah’ın
kullarıyız
ve
yalnızca
Allah’a dönüyoruz. Başımıza gelen her türlü hastalıkları ve musibetleri Cenab-ı
Hakk’ın emriyle gelen
Bizler yalnızca Allah’ın kullarıyız ve yalnızca Allah’a dönüyoruz. Başımıza gelen her türlü hastalıkları ve musibetleri
Cenab-ı Hakk’ın emriyle gelen
vazifeli birer memur biliyoruz.
Bunları vesile kılarak Rabbimize yaklaşıyoruz.
vazifeli birer memur biliyoruz. Bunları vesile
kılarak Rabbimize yaklaşıyoruz. Bu hastalıkların ve musibetlerin açtığı dua musluğundan
halisane içiyoruz. Fiilî ve kavlî duamızı riyasız
yapıyoruz. Bir yandan şüphesiz tedavi için elimizden gelen gayreti gösterirken, diğer yandan şifayı doğrudan Allah’tan bekliyoruz. Ve
her şifa pırıltısı için doğrudan Cenab-ı Allah’a
minnettar oluyoruz, doğrudan Cenab-ı
Allah’a teşekkür ediyoruz.
Hâsıl-ı kelam; Rabbimiz karşılaştığımız her
duruma ilahi kader gözlüğü ile bakabilmeyi,
bize isabet eden musibetlere karşı sabr-ı cemil ecr-i cezil elde etmeyi ve kazananlar kuşağında yer almayı nasip etsin. Baki selam ve
dua ile…
Havvanur Şenduran
Eğitmen
43
Peygamber Efendimize Mektup
YA RASULALLAH!
B
u günahkâr nefsimle, dünyalık dolu
kalbimle huzurunuzda oturup, bir
şeyler yazmak haddime değil biliyorum. Size özlemimizi yazacak kadar sözüm,
cümlem, aşkım var mı yüreğimde efendim!
En güzel nasıl anlatılır o mübarek kutlu
doğumun, en çok hangi aşkla dökülür gözlerimizden yaşlar, gönül bahçemize düştü o
mübarek aşkın tohumu...
İsmini duyduğumuz o ilk çocuk yaşımız
bambaşkaydı Efendim... Masumduk... Annemizin; “Rabbin Allah, Peygamberin Hazreti
Muhammed Mustafa (sav)” deyişiyle kazıdık
ismini yüreğimize...Seni sevmeyi öğrettiler
bize, daha okumayı, yazmayı, konuşmayı bilmeden seni sevmeyi öğrenmeye çalıştık. Hâlâ
ne denli seviyoruz... Hâlâ öğrenebildik mi
muamma...
Bizler seni göremedik Yâ Rasûlallâh... Bizler senin kokunu duyamadık... Hasretiz size,
hasretiz cemalinize, hasretiz kokunuza...
Seni göremeden sevmeye çalışan ümmetin seni çok özledi! Ardına kadar açık olan
En güzel nasıl anlatılır o mübarek kutlu doğumun, en çok
hangi aşkla dökülür gözlerimizden yaşlar, gönül bahçemize düştü o mübarek aşkın
tohumu.
kapılarına gelmek istiyoruz.Ey Allah’ın dostu
kabul eyle bizleri!
Hıçkırıklarımızla duy bizi... Zikir halkasında Allah deyişimizle, yana yana özlemimizle gör bizi! Âlemlerin sultanı Efendim;
şefkatinle,nurunla,özleminle, kokunla sar
bizi!
Seni anlatıyor ablalarım, ağabeylerim, en
güzeli senin dostun anlatıyor Efendim seni!
Seni canından çok sevenden dinliyoruz senin
o güzel hayatını, ümmetini nasıl sevdiğini...
Güle benzetilirsin Yâ Hz. Muhammed...
Benzerin bile eşsiz, benzerin bile mis gibi
kokuyor... Ama her zaman gerçeği gibi
olmaz, kim bilir ne güzelsindir, kim bilir
ne güzeldir kokun...
Rabbimin en değerli elçisi! Sana layık değiliz, senin ümmetin olmaya, senin
cemalini görmeye, aşkınla yanmaya layık
değiliz Yâ Nebi... Dökülen gözyaşlarımız bile
kendi nefsimize, kendi günahkâr halimize...
Nasıl severiz seni, nasıl akar bu gözyaşları,
nasıl seversek kalbimiz yerinden çıkacakmış
gibi olur? Canım efendim, sultanım...
Bu satırları yazarken bile kalbim bir başka Efendim. Senin adının geçtiği her yer bir
başka... Seni anlatmaya dillendirmeye bu
günahkârın sevgisi yetmez. Ama biliyorum,
ancak Allah Resulünün adının geçtiği yerler
güzel kılar kelimeleri...
Tuttuk bir dostunun elinden sana gelmek
için Efendim...Onun gibi sevebilmek, onun
aşkı gibi yanabilmek için! Layık değiliz amma
o dostunun sevgisine sığınarak görmek istiyoruz cemalini...
44
Sana şüphesiz inanan Hz.
Ebubekir’in (ra) dostluğu gibi
sevebilmek istiyoruz. Seni öldürmeye geldiğinde Müslüman
olan Hz. Ömer (ra) gibi, adaleti gibi sevebilmek istiyoruz.
Cennet kadınlarının sultanı Hazreti Fatıma’ya dedin ki o son zamanlarında:
“Üzülme, ölümümden sonra ilk bana gelecek
olan sensin. “Ölüm Hazreti Fatıma’yı sevindirmişti. Çünkü Hz. Muhammedsiz (sav) bir
hayat onun için yok gibiydi. Sensiz bu hayatta
ölüm bizleri de sevindirsin!
Sana şüphesiz inanan Hz. Ebubekir’in (ra)
dostluğu gibi sevebilmek istiyoruz. Seni öldür-
meye geldiğinde Müslüman olan Hz. Ömer
(ra) gibi, adaleti gibi sevebilmek istiyoruz. Kafam kesilse bile ben peygamberimin mezarında kılıç sesi duyurtmam diyen Hz. Osman (ra)
gibi sevebilmek istiyoruz. En sevdiğin kızını
verdiğin, damadım dediğin Hz. Ali (ra) gibi
sevebilmek istiyoruz. Ben bu yolu doğruluk
üzerine kurdum diyen Pir Geylânî’m (ks) gibi
yalansız sevmek istiyoruz.
Bu aciz kullar sizi gerçekten sevebilir mi bilinmez. Senin şefaatine inandık ve itaat ettik...
O kimsesiz olduğumuz mahşer gününde bizleri de kimsesizlerden say ve sahipsiz bırakma
Yâ Rasûlallâh!
Sonsuz Salât Ve Selamlar Sana Olsun...
Doğum Günün Kutlu Olsun Efendim...
Emine Kaya
45
BİR ALLAH DOSTU DAHA GÖÇTÜ
Çocukluğumuzda Ehlullah’tan ilk tanıdığımız insandı. Hepimiz ona hayrandık. Teyzemin damadının sobacı dükkânında kalfalık
yapardı. Zenaatından dolayı her ne kadar
eli-yüzü kara, kurum, is ve kir içinde bulunsa da, gözlerinde aşk ateşi eksik olmazdı.
Temiz yüzlü, yumuşak huyluydu. Ağzından
Allah kelâmından başka söz duymazdınız;
bakışlarında ihlâs nurları fışkırırdı. Teyzezadem Vahap Atlı’nın çok yakın arkadaşıydı. Bizi bir gün Hayri Öğüt Baba’nın
zikir meclisine götürdü. Zaman bugünkünden çok farklıydı. “Allah” diyenler “Yallah” hapishaneyi boylardı. Sanıyorum
hayatta katıldığım ilk zikir meclisi oydu.
Aradan 50 seneden fazla zaman geçti.
Henüz bir ilkokul talebesiydim. Bize “Karga karga gak dedi… Çık şu dala bak
dedi… Çıktım baktım o dala… Bu
karga ne budala…” türünden şiirler
öğretirlerdi. Hiç unutmam; o gün çocuksu bir dua etmiştim. “Yarabbi beni bu
insanlardan ayırma” demiştim. Demek ki duam kabul olunmuş. Rabbim, hapishane hayatımda bile
beni onlardan ayırmadı. İnşallah
ahirette de ayırmaz.
Dün gece eve çok geç geldim. Yeğenim ve ağabeyim Vahap Atlı, iki defa
İzmit’ten telefon etmiş. “Hüseyin gelirse beni mutlaka arasın” demiş.
Hayırdır inşallah… Hemen aradım. Sesindeki hüzün beni korkuttu. Bir felâket haberi vereceğini derhal anladım. “Niyazi
Sekmen Baba’dan haberin var mı?”
dedi. Birden irkildim. Çünkü ölüm haberini
alıştıra alıştıra verirlerdi. Kendisi çok hastaymış. “Gelemeyeceğini” söylüyordu.
Son derece üzgündü. Bana, “Sakın ihmal
etme… Cenazeye mutlaka git” diyordu.
Hiç ihmal eder miydim?... Niyazi Baba’nın
evine gittim. Kapıya bir kâğıt yapıştırmışlardı. “Cenaze, Niyaziye Camii’nde defnedilecek” diyorlardı. Niyaziye Camii?...
Ankara’da yüzlerce cami var. Neresi olduğunu bilmiyordum. Adres filan da yazmamışlardı. Bizim Müslümanlar böyle işte... Sorup
46
araştırdım. Esenboğa yolu üzerinde Şenyurt köyü varmış. Niyaziye Camii oradaymış. Binbir duygu, düşünce ve hüzün içinde
gittim, buldum… Tekbirlerle, tehlillerle, zikirlerle bir öğlen namazı kıldık. Şu anda bu
satırları, Niyazi Baba’nın sessiz sedasız
yaptırdığı caminin avlusunda yazıyorum.
İçerden ilahi, Kur’an ve zikir sesleri geliyor. Sanki ayrı bir dünyada ve ayrı bir alemdeyim… 50 yıl önceki çocukluk günlerimi
yeniden yaşıyorum. Etraf çok kalabalık…
Erkek-kadın, hepsi nur yüzlü insanlar… Cenazenin Hacıbayram Camii’nden gelmesini bekliyoruz. Caminin arka bahçesinde,
kapalı bir yer yapmışlar. Niyazi Baba’yı
oraya defnedecekler.
O, çocukluğumuzda ve ilk gençliğimizde bize örnek bir insandı. Rüyalarımızı süsleyen rahmetli Hayri Baba’yla
bizi karşılaştıran da oydu. Hayri
Baba’nın çocukları da gelmişlerdi. Etrafta çok tanıdık vardı. Malatya plakalı
arabalar… Malatya şivesiyle konuşan
insanlar… Kimseyle konuşmak içimden
gelmiyordu. Birden kaçak şeyhim Ahmet Celal Kasab’ı gördüm. Haydar
Baş Hoca da inşallah gelmiştir diye
düşündüm. O gün saat 15.00’te İstanbul Üniversitesi’nde konferansı varmış,
onun için gelememiş… Bütün bağlılarına
talimat vermiş… “Niyazi kardeşimizin cenazesine gitmeyi ihmal etmeyin” demiş. Onlar da kalabalık bir grupla
gelmişler. Şeyhimi görünce dilim çözüldü.
Niyazi Baba ve Hayri Baba’yla ilgili
bazı mizahi hatıralarımı anlattım. Burada tekrar etmeme tabii ki üzüntüm mani…
Hepsi “Şu Bizimkiler” adlı kitabımda yazılı… Hemen hemen okumayan da yok… İşte
“O Bizimkiler”den biri daha gitti. Hayri
Baba’nın oğlu Hayri’nin dediği gibi… “Sırası
gelen gidiyor…” Allah Niyazi Baba’nın
mekânını cennet etsin… Çocuklarına ve
bağlılarına başsağlığı dilerim…
04 Nisan 1995
Hüseyin Üzmez
47
SAĞLIK – BİLİM
“Hastalıkları eritmek hususunda en kuvvetli tabip, neşeli düşüncelerdir. Kederlere
ve ızdıraplara galebe çalacak, en büyük teselli de güzel niyetlerdir.” Hz. Muhammed
Mustafa (sav)
“Hiç kimseye, imandan sonra, sağlıktan
daha üstün bir nimet verilmemiştir.” Hz. Ali
(ra)
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.” Kanuni Sultan Süleyman Han
“İnsanlar, önce para kazanmak için sağlıklarını; sonra da sağlıklarını korumak için
paralarını harcarlar.” Wolfgang Van Goethe
Pratik Bilgiler
Yumurtanın kabuğunu kolayca soymak
için kaynattığınız suya bir miktar sirke veya
karbonat ekleyin farkı göreceksiniz.
Tencerenin başında beklemek istemediğiniz zamanlarda taşmayı önlemek için tahta bir kaşığı tencerenin üzerine yatay şekilde
yerleştirebilirsiniz.
Muzun daha uzun süre dayanması için
koparıldığı yere plastik sarmanız yeterlidir.
Patatesleri doğradıktan sonra soğuk
suda bekletirseniz kahverengileşmesini önlersiniz.
Patatesi önce kaynar suya sonra da
buza koyarsanız kabuğundan kolayca ayırabilirsiniz.
Bu sayımızda sizlerle mutfakta işinizi kolaylaştıracak bazı bilgileri paylaşıyoruz. Mutfağınızda ailenize ve sevdiklerinize güzel yiyecekler hazırlarken İnciden Damlalar ekibinin
size sunduğu pratik bilgileri kullanarak hayatınızı daha da kolaylaştırabilirsiniz… İşin sırrını bilen annelerimize birkaç püf noktası da
bizden olsun…
Şekerlenmiş bal kavanozunu 5-10 dakika kaynar su dolu kâseye batırırsanız bal
eski haline geri dönecektir.
Domateslerin çabuk çürümesini önlemek için koparılan kısımlarının aşağıda kalması gerekir. Bu sayede domatesin koparıldığı yerden nem ve hava girişi engellenmiş olur.
Ayrıca domatesler oda sıcaklığında buzdolabında olduğundan daha uzun süre dayanır.
Yarı yumuşak peynirleri ortalığı kirletmeden rendelemek için 30 dakika önceden
buzluğa koymanız yeterli.
Yumurtanın taze olup olmadığını bir
kâse soğuk suya koyarak anlayabilirsiniz. Yumurta dibe batıyorsa taze demektir. Yumurta
suyun ne kadar üzerinde yüzüyorsa o kadar
eski demektir.
Açılmayan kavanoz kapağını sıcak suyun altına tutarsanız metal genleşir ve kavanozu kolayca açabilirsiniz.
Yeşil bir muzu sarıya çevirmek için veya
çok sert bir şeftaliyi biraz daha yumuşak hale
getirmek için tek ihtiyacınız kâğıt bir torba.
Meyveler kâğıt torba içerisinde saklandığı zaman daha hızlı olgunlaşır.
Elmaların renk değiştirmesini de 2 ölçek su ve 1 ölçek bal ile önleyebilirsiniz.
Önce Sağlık
48

Benzer belgeler