Yol – Stateji Plan/Düşman:Burjuvazi/Müttefik:Köylü/Türkiye`de
Transkript
Yol – Stateji Plan/Düşman:Burjuvazi/Müttefik:Köylü/Türkiye`de
Dr. Hikmet Kıvılcımlı (1902-1971) Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1902 Priştina doğumludur. 1921 yılından itibaren Türkiye devrimci hareketi içinde örgütlü bir biçimde yer almış, ömrünün 22 yılını yan derebeyi Türkiye zindanlarında geçirmiş, 11 Ekim 1971'de Belgrad'da ölmüş büyük bir devrimci önderdir. 1929 yargılamalarında mahkum edildiğinde savcıya "dört yıl kızıl bir profesör olmak için yeterli bir zamandır" diye karşılık veren Kıvılcımlı için, 38 Donanma Davası'nda savcı "Dr. Hikmet için delil arayacak kadar saf değilim" diyebilmiştir. Bu düşünce ve davranış önderi, çağımızda sosyal devrimin biricik özgücü olan sınıfının bilimini kendi ülkemizin orijinalitesi ile işleyip geliştirmiştir. Bugün Türkiye'de teori denildi mi akla Dr. Hikmet Kıvılcımlı gelmektedir. Ülkemizin de içinde yer aldığı Doğu toplumlarının antika modern karma yapısı Dr Hikmet Kıvılcımlı'nın tez ve yöntemi ışığında ele alınmadıkça devrimci hareketin önündeki yapısal/politik ve ideolojik/teorik sorunların çözümündeki yetersizlikler aşılamayacaktır. BİBLİOTEK YAYINLARI Dr. Hikmet Kıvılcımlı BİBLİOTEK YAYINLARI /24 YOL 2 Dr. Hikmet Kıvılcımlı Derleyen ve yayına hazırlayan: Mustafa Çakır Bütün yayın hakları Bibliotek Yayınlarına aittir. Gözden geçirilmiş Birinci Basım: Mayıs 1992 Kapak Düzeni: İrfan Ertel Dizgi ve baskıya hazırlık: Bibliotek Baskı: Yalçın Ofset Cilt: As Mücellithanesi Babıali Cad. 14/3 Cağaloğlu İstanbul Tel: 513 43 60 YOL -STRATEJİ PLANI -DÜŞMAN: BURJUVAZİ -MÜTTEFİK: KÖYLÜ -TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN -LEGALİTEYİ İSTİSMAR BÎBLÎOTEK YAYINLARI YAYINCININ NOTU Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın YOL adını verdiği çalışma, Türkiye komünist hareketini Leninci bir zemine çekme ve bu zemini kalıcılaştırma platformudur. Bu platform bütünüyle ilk kez Türkiye devrimci hareketinin bilgisine sunuluyor. Platformun oluşturulması 1930'lardır, tümüyle günışığına çıkması 1990'ları bulmuştur. Yol platformunun kendisi ve kendisini olmamışa çeviren kadersizliği Kıvılcımlı tarafından şöyle belirtiliyordu: "1930 yılına dek Türkiye'de geçirdiğim ilk on yıllık MarksistLeninist pratik ve teori savaşına dayanarak, 40 yıl önce 'Yol' adı altında bir seri yerli orijinal araştırmalar yapmıştım. Burada, her biri ayn kitaplar halinde, ideoloji, Sosyal Gelişim, Parti Tarihi, Strateji Planında burjuvazi, proletarya, köylü ve ulus ve Taktik problemleri ayrıntı ve eleştirileriyle ele alınıyordu. "Bunu o zaman içinde bulunduğum Santral Komite'ye bir tartışma platformu olur umuduyla verdim... Üstüste tevkifler, mahkemeler ve en sonunda 1939 Donanma Davası'nda 'askeri isyana tahrik'ten 15 yıla mahkum edilişim ideolojik tartışma özlemimi kursağımda bıraktı. Sezdiğime göre, Santral Komite'ye sunduğum araştırmalar yok edildi. Ve bizim devrimciler, 1920 ve 1930'larda olduğu gibi 1940'larda ve daha sonraları dahi, tam Lenin'in 'primitivizm' adını taktığı, 'mujiğin çakmaklı tüfekle savaşa gitmesi' biçimli 'kafasız işgüzarlık' (Stalin) larına kapılıp gittiler." Kıvılcımlı'nın da belirttiği gibi,Yol'un talihsizliği, Türkiye devrimci hareketinin de talihsizliği oldu. Geçen zaman içinde, devrimci hareketimizde tarihsel yer alışları itibariyle oluşan iki kanal akışı en acımasız yenilgileri yaşadı. 1920'lerden gelen birinci kanal, Yol'u hasır altı etmesiyle yolundan çıktı ve proletarya ve günümüz devrimci kuşaklarınca yok sayılacak bir değersizliğe düştü. 60'larla sosyalizme gelen ikinci kanal devrimciliğimiz ise öncellerinin başarısızlığında varlıklarını inkâr temeli üzerinde kendi platformunu kurmaya çalıştı, çalışıyor.Ancak, ge- leceğe ve tarihe taşınacak bütün destansı çıkışlara karşın bugün gelinen nokta bellidir. Saptamada herkes ortaktır, bir çözümsüzlük ve tıkanıklık yaşanmaktadır. Bu çözümsüzlük nedenleriyle bilince çıkarılarak diyalektik inkâra uğratılamazsa yaşanacak sonuç tıpkı birinci kanal akışının sonu gibi çürüme ve değersizleşme olacaktır. Kaldı ki, bu çürüme ve değersizleşme süreci daha bugünden somutça izlenebilecek durumdadır. Türkiye devrimci hareketinde bugün yaşayan, 1960'larda sosyalizmle buluşan tarihsel devrimci gelenekli II. kanal devrimciliğidir. Yaşam kanamayla sürüyor. Bu nedenle Yol'un yeniden sunumu tarihsel bir anlam kazanmaktadır.. Tarihsel anlam, birinci olarak, II. kanal devrimciliğinin ideolojideki, örgüt ve programdaki, strateji ve taktikteki yenilgilerinin doygunluk momentinde olmamızdan gelmektedir. Küçük-burjuva sosyalliği gereği kendi başlangıcını devrimin miladı kabul eden ve öncel komünist geçmişi salt geldiği başarısız, ordusuz, yenik sonuç itibariyle "50 yıllık revizyonist-oportünist gelenek" vb. tanımlamalarıyla tümden inkar edip toprağa gömmeye çalışan II. kanal devrimcilik de artık 30 yıllık bir tarih sahibidir ve gelinen nokta itibariyle yeniktir, ordusuzdur, başansızdır.Doğal süreç yaşanmış, yaşananlarda bir doygunluk momentine gelinmiştir. Keskin pratiğin yol açıcılığı bitmiş, sınıf mücadelesinin sınıf bilimine ihtiyacı, diyalektik tarih ve yöntem gücüne ihtiyacı, bunlarsız olmazlığı tümüyle gözler önüne serilmiştir. Devrimimizin ikinci kanalı, ideoloji, Örgüt ve strateji itibariyle kendini ciddi bir otokritiğe tabi tutma momentindedir. Bu momentin hakkını veremediği ve üstünden atladığı anda bayağılaşacak, yozlaşacak, bir bayrak gibi tarihe taşınacak değerlerin yığınlar gözünde değersizleşmesine yol açacaktır, işte Yol, II. kanal'ın bu "nefsiyle mücadele cihadı"nda ona yol gösterecek bir platform olma niteliği taşıdığı için bu yeniden sunum tarihsel bir anlam kazanmaktadır. Tarihselliğin ikinci gerekçesi, esasında birincinin tanımladığı ilişkiler çerçevesinde oluşmaktadır; ancak, Yol'un çıkış orjinine organik bir bağlantı yapması itibariyle ayrıca anılmayı gerekli kılmaktadır. Yol, Leninci platformun, Mustafa Suphi'lerden gelen Türkiye komünist hareketine, yani I. kanal devrimciliğine bir sunumudur. Elinizdeki sunum ise II. kanal devrimciliğinedir. Böylece, devrimci hareketimizin en temel zaaflarından birinin, kuşaklar arası kopukluğun aşılmasında da bir çabadır. Başka bir söyleyişle, I. kanal devrimciliğin ölen, çürüyen, yok olan varlığına karşın ayakta, capcanlı kalan devrimci özünün, tarih pınarında kendini gölgeleyen, örten çamur ve yığıntılardan arınarak kanayarak yaşayan, ama yaşayan II. kanal hareketinin devrimci özüne uzanışıdır. Görmezden gelmek çürüyenle yok olmak demektir. Artık kanama, yeniye can verme değil, tükenme olacaktır. "Parlak göktaşları'ndan bir Samanyolu oluşturan II. kanal devrimciliğinin bir "evren sistemi"ne dönüşmesi, Türkiye özgülünde, bu ülke gerçekliğinde üretilmiş devrim bilimi ve yöntemiyle yaşama müdahale edebilmesine bağlıdır. Yol, bu imkandır. Yayınevimiz, devrimci ortamımıza bu imkanın sunulmasında bir görev yüklenebildiği için gururludur, onurludur. Elbette, bu hizmetin tek başına, Yol platformunu Türkiye devriminin gündemine sokmak demek olmadığının bilincindeyiz. Görevin tamamlanması, ancak, Kıvılcımlı takipçilerinin devrimci yaşamı Kıvılcımlı düşünce ve davranışına göre kucaklamalanyla olacaktır. En eski sosyalizmin en yeni sosyalist kuşaklarca benimsenmesinde birincinin bilim ve yöntem gücünün, ikincinin tarzıyla sentezleştirilmesinin gereği bugün herzamankinden daha öndedir. Yol'a ve bir bütün olarak Kıvılcımlıya, takipçilerince yaşatılan ve yaratılan talihsizlik de budur. Kıvılcımlı'nın ölümü ve 12 Mart ertesinde, yeni kuşaklar tarihten aldıkları hızla siperleri zorlarken, Kıvılcımlı mirasını taşıyanlar, en eski sosyalizmin teori hazinelerinin üstüne oturmakla bir yerlere geleceklerini sanarak zorlu,pratikten kaçtılar, kaçarken de Kıvılcımlı mirasını yeni kuşakların yaşamından kaçırdılar. Bu ihanetcil atmosferin yırtılması, esas olarak, ancak 80'lerin sonlarında gerçekleşebildi. Yayınevimiz Yol'un sunumunu o dönemde planlamıştı, şimdi başarabiliyor. Gecikme, Kıvılcımlıyı ve Yol'u 30'lardan beri gömmeye çalışan oportünizmin son tutamaklarının ancak kopartılması, Kıvılcımlıyı kanatarak taktıkları son tırnaklarının ancak sökülüp atılabilmesindendir. Yol'un sunumu, eski-yeni, yakın-uzak tüm oportünizmlerin yırtılmasıdır. *** Yol'un günışığına çıkarılması, devrimizin salt özgül sorunlarına bir çözüm anlamı taşımamaktadır. Bunun evrensel bir yanı da vardır. Bu anlam, Yol'un kendi başına evrensel olana bir katkı içermesi itibariyle değildir. Böyle bir katkı, Kıvılcımlı'nın Yol çalışmasını takiben, bilimsel sosyalizme açtığı Tarih, Devrim, Sosyalizm boyutuyla olmuştur. Yol'da evrensel olan, işçi sınıfı biliminin evrensel ilke ve yöntemlerinin ülke özgülüne doğru uygulanmasıyla yeniden evrensele açılmasıdır. Özellikle Leninci-Marksizmin şiddetli bir bayağılaşmaya uğratıldığı ve sosyalizmin geri düşüşüyle birlikte devrimci kavram ve perspektiflerin saldırıya uğradığı bu süreçte evrensel olanların diri ve uygulamada tutulması özellikle önemlidir. Yaşanan konjonktürde, uluslararası işçi hareketinin tıkanıklıkları itibariyle genelde Ortadoğulu, özelde Türkiyeli çözümlerin dünya devriminde çözüm anlamına geldiği için Yol'un özgülde evrenseli koruyan ve geliştiren içeriği Tarih, Devrim, Sosyalizmle teoride yapılanın öncesinde pratiğin ele alınışıdır. Yol, devrimde özgülün evrensele açılma pratiğidir. *** Yukarıda belirttiklerimiz Yol için, Yol'un devrimimizde taşıdığı anlam için hemen söylenebilecekler.. Bir de Yol'un kendi iç ve alt bölümlerinin üzerine söylenebilecekler var. Ancak, böyle bir çaba başlı başına bir kitap konusu olacak içerik taşımaktadır. Bu çalışma, Yol'u işleme Türkiyeli devrimcilerin işi. Bibliotek, bu işin işçilerine hizmet etmekten geri durmayacaktır. Yol, Kıvılcımlı'nın devrime armağanıdır. Yol'u, Türkiye'de, Kürdistan'da, Küba'da, eski Sovyetler ülkesinde emperyalizmin, faşizmin ve sömürgeciliğin en azgın saldırılarına karşı direnenleri, sosyalizm için savaşanları, savaşkan sosyalistleri selamlamak için yayınlıyoruz. Saygılarımızla. Bibliotek Yayınları STRATEJİ KONUSU Buraya kadar hep yıkıcılıkla kaldım. Fakat, yıktıklarımız içinde yeni yapıya elverişli olan taş ve harçlara da kısmen işaret ettim. Şimdi, geçmişin tecrübelerinden ders ve yön alarak, elverişli malzeme ile yeni koşullara göre yeni bir binayı deneyeyim. Lenin, özellikle taktik ve strateji konularında, fakat genellikle tüm siyasal mücadelede, bir sözcükle (ajitasyon+propaganda+örgüt) işlerinde en ince ayrıntıya kadar her noktayı işlediği halde, mücadelenin her konağında, o konakta en çok, eksen ve manivela rolünü oynayacak olan konuyu bulur çıkarır ve bütün öteki konulan bu merkezi noktaya göre tertip ve düzene koyardı. Lenin bu eksen manivela konusuna "halka" der. Bu öyle bir halkadır ki, üstüne basılınca, peşinden bütün bir zinciri sürükler. Yani bütün siyasal konuları, birbirlerine bağlı ve zincir halinde bir takım halkalara benzetirsek, bu halkalardan hangisinin üstüne basarsak, peşinden bütün öteki halkaları getirir ve zinciri sürükler? işte o halkaya "ana halka" diyelim. Şüphesiz, ana-halka, zemine ve zamana göre başka başkadır. Şu halde, her konuda, Leninizmin bu ana halkalarını bulmak önemlidir. Benim, burada deneyeceğim, strateji ve taktik konularında partimizin bugün hangi ana-halkalara sarılması gerektiğini araştırmaktır. Fakat, "araştırmak" olduğu için büsbütün kısaltılamayacaktır. *** Strateji Planı Partimizin strateji plânını şöyle şemalaştırmak olanaklıdır: 1-Devrim Konağı: Komünist partisi dünya biricik Komünist En-ternasyonali'dir. Hedefi dünya toplumsal [kurtuluşu]1, proletarya devrimidir. Komünist Enternasyonali'nin TKP şubesinin [amacı da budur]. Şube parti, uluslararası proletarya devrimi işinin bölünmüş bir parçasını başarmak için uğraşır. [Her Komünist] partisi, uluslararası proletarya devriminin bir ülkedeki konaklarını başarır. Bu işte, Dünya Komünist [Parti1. Elyazması yer yer yırtık olduğundan aşağıdaki birkaç sayfada bazı kelimeler eksiktir. Cümlelerin gelişinden bunların bir kısmını tahmin etmek güç değil, bu gibi kelimeler köşeli parantez içerisinde metne eklenmiştir. Tahmin edilemeyenlerin yerine ise ... konmuştur. 12 YOL si'ni bir filoya benzetirsek], dünya devrim savaşında filo komutanlığı komünist Enternasyonali'ndedir; fakat, her parti, savaşın çeşitli aşamalarına göre gereken mücadele slogan ve biçimlerini uygulayan bir tamın parçası, örneğin bir savaş gemisi, bir dritnot ve zırhlı demektir. Tabii gemisine göre, filoda dritnottan gambota kadar çeşit çeşit "sefine"ler var. Fakat büyüklük ve küçüklükleri ne olursa olsun, her gemi, toplumsal savaşın {içeri}..sinde, bütün savaşın sonu üzerinde etkili bir rol oynar. Önemli olan geminin büyüklüğü küçüklüğü değil -savaş için hepsi de gerekli ve önemli- fakat üstüne aldığı görevi hakkıyla başarıp başaramadığıdır. Bu bakımdan, partimiz de, dünya devrimi savaşında bir savaş bütününün parçası sıfatıyla: 1- Dünya devrimindeki rolünü; 2- Bir ülke [kendi ülkesi] devrimindeki rolünü hakkıyla oynamaya tarihen çağrılı bir örgüttür. Gemimizin dünya devrimindeki rolü ne demektir? Bu devrimin aşamalarına göre üzerine düşen görevi tam ve mükemmel yapabilmesi... Şu halde, eğer partimiz, dünya devrim strateji planı içinde, planın kendisine düşen kısmını pürüzsüz gerçekleştirirse, hem dünya devrimine, hem kendi ülkesindeki devrime karşı işini görmüş sayılır. Tekrarlamayalım, uluslararası devrim, dünya komünist partileri arasında bir işbölümü düzenince başarılacaktır. Şu halde her parti kendine düşen dövüş alanında kendi stratejisini ne kadar başarıyla kurar ve güderse, dünya devrimindeki rolünde o oranda başarılı olur. Şu halde bizim bugünkü stratejimiz dünya devriminin hangi konağına uyar, toplumsal savaşımızda hangi strateji hedefiyle karşı karşıyayız? Varılacak konak, amaç, hedef nedir? Bu soruya yanıt vermek için keramet sahibi olmaya gerek yok. Türkiye'de, Türk burjuvazisi kendi devrimini yaptı. Bu devrimi bitirdi mi, bitiremedi mi? Bitirebilir mi, bitiremez mi? Bunu bir yana bırakalım. Dünyanın herhangi bir kapitalist sınıfından beklenilmeyen ve alınamayan şeyi, demokratik burjuva devrimini son sınırına vardırmayı, bizim burjuvaziden ummak boşunadır. Türkiye kapitalizmi ununu elemiş, eleğini duvara asmıştır. Fazlası; fazla -kâr, artı -değer çekmekten ileriye geçemez. Şu halde bize, Türk proletaryasına, bütün ülkeler işçi sınıfına düşen bir görevi kendini dayatıyor: burjuvazinin bıraktığı yerden başlamak! Türk burjuvazisi, Türkiye'nin sömürge kurtuluşu mücadelesinde devrimci rolünü oynadı ve zaferden sonra kendi soygun düzenini kurdu. Zaferin ganimetiyle yaşıyor. Türk proletaryası, yarım kalan ve yarım bırakılmak istenen işi bütünleştirecek; sömürge kurtuluşunu yapan Türkiye halkını toplumsal kurtuluşa götürecektir. Bir kelimeyle, TKP'nin önüne çıkan konak, kapitalizmi devirmek, bir ülkede devrimini yapmaktır: Sovyetler iktidarı! STRATEJİ PLANI 13 2. Devrim Kuvvetleri: Konak belli olunca, bu hedefe varmak için hangi güçleri ordulaştıracağız? Leninci sınıflamamızı yapalım: A- Özgüç: İşçi sınıfı... Bunu ileride göreceğiz. B- Yedek güçler: 1- Başlıca yedekler: Türkiye'de başlıca yedek güçler, ülkenin toplumsal ve ekonomik yapısına özgün sınıf ilişkilerine göre iki gruptur. Çünkü: a) Türkiye'de köy sınıf ilişkileri, her tarafta aynı değildir: Tam kapitalist sınıf farklılaşmasından, tam derebeyi ilişkilerine kadar bir dizi farklı gelişim basamakları vardır; b) Türkiye henüz yarı-sömür-gelikten kurtulma yeteneğini gösteren bir burjuvazi tarafından temsil edildiği halde, en berbat sömürge usulleriyle sürekli bir sıkıyönetim altında ezdiği ulusal varlıklara dadanmıştır. Leninci Marksizmde ulusallık konusu, [köylü] konusuyla sıkı sıkıya bağlı ve adeta birbirinden çıkar olduğundan, burada yedek güçleri köylülüğe oranlayarak [tespit edelim]. Tespit edişte, biraz itibari bile olsa, burjuvazinin yaptığı sınıflamaya biz de uyalım: [a) Batı illeri]nde başlıca yedek güç yoksul köylülük; b) Doğu illerindeki yedek güç köylülük.. [2- Olası] yedek güç: Burada başlıca üç grup olası yedek güç vardır: a) Proletarya diktatörlüğü; b) Öteki ve özellikle komşu (Balkan) kapitalist ülkelerin işçi sınıflan (Bulgar, Yunan vb. proletaryaları gibi); c) Genellikle sömürge ve özellikle komşu sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin devrimci (ulusal ya da işçi) hareketleri (Suriye, Irak, Makedonya gibi).. C- Güçlerin Durumu: Yine yukarıda açıkladığımız gibi, Türkiye'nin melez manzarasına göre ikiz bir ilişki, diyalektik bir durum karşısındayız. Genel ilke olarak öz ve yedek güçlerin durumu şudur:İşçi ve köylü ittifakı... Fakat bu formülün soyut anlamı ve ikiye ayrılır: 1- Batıda: İşçi ve yoksul köylü ittifakı; 2- Doğuda: İşçi ve bütün köylülük ile Türk burjuvazisi ve toprak sahiplerine saldırı: "İşçi sınıfı ile köylülerin demokratik diktatörlüğü"... 3- Başlıca Darbe: A- Düşman: Burjuvazi ve büyük toprak sahipleri.. Bu düşmana karşı strateji özellikleri şöyle belirlenebilir: 1- Batıda: İşçi ve yoksul köylü elbirliğiyle: a) Orta köylüyü tarafsızlaştır, küçük burjuva düşüncelerini soyutla; b) Burjuvazinin direncini kır.. 2- Doğuda: İişçi ve köylü elbirliğiyle: a) Küçük ve orta asaleti soyutla; b) Türk burjuvazisinin ve büyük asaletin direncini kır. B- Koşul: 1- Ekonomik: a) Bunalımın devamı; b) Sanayi alanında da derinleşmesi.. 2- Siyasal: a) Ekonomik bunalımın siyasal bunalımları son sınırına vardırması; b) Savaş.. *** 14 YOL Bunalım ve savaş başlıca darbeyi indirmenin koşuludur dedik. Fakat hiç unutmayalım: Emperyalizm dönemindeyiz.. Sömürge, yarı -sömürge ve bağımlı ülkelerde, örneğin, Çin, Hindistan, Suriye, Trablus, Güney Amerika'da her gün bir savaş patlıyor. Fakat bunlar doğrudan doğruya emperyalistler arasındaki savaşlar değil. Kural, emperyalizmde bunalım ve savaşın çarçabuk evrensel olmasıdır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyanın altıda biri kızıllaştı, ikinci bir devrim dalgası, yetersizliğin son sınırını bulan emperyalizmi ne hale getirecek? Konumuz bu değil. Burada kaydetmek istediğim şu ki, yarın Türkiye'de başlıca darbe koşulunu gerçekleştirecek olan koşulların, salt ve mutlaka Türkiye'de tekelleşme şansı pek azdır. O zaman, Türkiye'nin "bir ülkede devrim" konağından, çarçabuk "dünya devrimi" konağına sıçraması, hattâ bu iki konağın kaynaşması karşısında kalması olanaklıda:. Bu olanak, partimizin yukarıdaki strateji planını oldukça değiştirecektir. Bu değişiklikleri kuvvetçe şöyle belirleyebiliriz: Özgüç: İşçi sınıfı.. Yedek güç: Başlıca yedek güçler: a) Proletarya diktatörlüğü; b) Yoksul köylü; c) Öteki ülkeler işçileri; d) Ezilen ulus ve azınlıklar.. Olası yedek güçler: a) İçerde: Proleter olmayan eğilimlerin zıtlıklarından: b) Dışta: Emperyalizmler arasındaki zıtlıklardan yararlanma.. Buraya kadar strateji planımızı salt bir şema olarak çizdik. Şimdi, planın en önemli "tutum taşları" sayılabilecek noktaları üstünde biraz daha ayrıntıyla duralım. DEVRİM Lenin: "Tarih" der, "ve daha özel olarak devrimlerin tarihi, daima en iyi partilerin, en ileri sınıfların, en bilinçli keşif kollarının bile düşünemeyeceği kadar daha zengin içli, biçim ve manzaraca daha çeşitli, daha canlı, 'daha fazla çapkın'dırlar."1 Şu halde, herhangi bir ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de, şu"çapkın" tarihin, "daha özel olarak devrimler tarihinin" çok "çeşitli", "canlı", "zengin iç "i hakkında önceden keskin formüller koymak, umulmadık sürprizlerin şeytanca göz kırpmasını göze almak demektir. Fakat "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın". Bolşevik hiç unutmaz: "Güçlük olanaksızlık değildir." (Lenin). Aslında "sözkonusu olan o yasaların kendileri, o eğilimlerdir ki, kaçınılmaz bir şekilde doğruluklarını kabul ettirirler ve bir şeyler yapar, etkiler bırakırlar"2 Hem bugün "o yasalar" apaçık ve apaydın ortadadırlar. Biz devrim yasalarını bulmaya değil, bilmeye zorunluyuz.. Fakat her şey bu kadar değil. Yasaları ne kadar bilirsek, onların bir ülkedeki gelişiminin özelliklerini de o kadar sezmeye, derlemeye, araştırmaya ve görüşmeye zorunluyuz.. Devrimin softası değil, militanı olmak, anahatları iki kere ikinin sonucu dört ettiği kadar bilinen iktidarın -çünkü Leninizmde her devrimin en önemli davası iktidar davasıdır- Sovyetler ve proletarya diktatörlüğü konusunun, her ülkenin özelliği içinde gerçekleşme aynntılarını kavramakla olanaklıdır. Türkiye'de strateji planında ilke olarak bulunan devrim konağı nasıl gelişecektir? Bunu araştırmak için, aynı konuyu iki başka başka taraftan görelim: 1- Genellikle devrim; 2- Özel olarak devrim. 1- Genellikle Devrim: Sorunu şöyle koyalım: İlk muzaffer proletarya devrimi 1917'de oldu. Geri kalan dünyada, dünya proletarya devrimi yakın mı, uzak mıdır? Önce, bu soru gülünç derecede yersiz gibi görünüyor. Fakat, daha baştan, en gülünç konulan bile, eğer bizim için pratik bir faydaları varsa, alayla geçiştirmemeye söz vermiştim. İkinci olarak, "Aynı sorun, geniş uluslararası bir davadır. Bize mi kaldı, dünya sorununu halletmek?.." tarzında bir küçük burjuva alçakgönüllüğü akla gelebilir. Oysa: 1) Bizi ilgilendiren her konuda kafamızı işletmeye zorun1. Lenin: Sol Komünizm..., s.82. 2. K. Marx: Werke, c.23, s.12. YOL 16 lu olduğumuzu unutamayız; 2) Biz de o uluslararasının bir parçasıyız, şu halde onun ad ve hesabına da düşünmek görevimizdir, 3) Nihayet burada daha çok kendi ülkemizdeki devrimin seyrini araştırmak için, genel bir yol açmak ve yönelmek gerekir. O da bu genel soruya yanıt araştırmakla olanaklıdır. Genellikle devrimin bir ülkeden bütün dünyaya yayılışı hakkında yapılacak araştırma, tarihte burjuva devriminin bir ülkeden sonra bütün dünyaya yayılışı ile karşılaştırma yapmaktan az çok ışık alabilir. İlk burjuva devrimi İngiltere'de oldu. Ondan sonra, geri kalan dünyaya nasıl yayıldı? Tarih sırasıyla yazalım: Devrim yeri ingiltere Fransa Orta Avrupa Balkanlar (Bağımsız) Türkiye Devrim yılı 1648 1789 1848 1878 1908 iki devrimin arasında geçen süre 141 59 30 30 260 Büyük Britanya adasından Fransa'ya, burjuva devrimi hemen hemen bir buçuk yüzyılda, fakat Türkiye'ye iki buçuk yüzyıldan daha fazla bir sürede geliyor. Ve Fransa'da başlayan süreç hemen yarım yüzyıl gibi bir zamanda bütün Orta Avrupa'ya ve 30 yılda Balkanlara, tam daha 30 yılda da Türkiye'ye ayak basıyor. Niçin? Çünkü kapitalist gelişim: 1- Kendiliğindenci yasalarla; 2- Eşit olmayan bir şekilde gelişiyordu, kapitalizm öncesi insan kitleleri, ilk ve ortaçağ kaza ve kaderinin felsefesiyle bunalmış, yarından çok düne bağlı, geçmişle kolay kolay kopuşamayan yığınlardı. Kapitalizm öncesi ekonomi, esrarengiz bir gücün bilinmeyen yönlerde körü körüne eşelenişi gibi görülüyordu. Sınıf ilişkileri, derebeyliğin binbir hiyerarşisiyle karmakarışıktı. Neredeyiz? Ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz? Kapitalizm öncesi toplumda bu soruların yanıtları karanlık doğmalarla ve platonik inançla açıklanıyordu. Oysa, bugün, olayların maddi yasaları bire kadar sezilmiş ve gelecek hakkındaki sorulara verilmedik yanıt kalmamıştır. Kapitalizm öncesi karışıklığa karşılık, kapitalizmin son konağında her şey zağlı ve STRATEJİ PLANI 17 dupdurudur. Sınıf ilişkileri, tarihte görülmedik derecede keskin, en basit insanı bile bocalatmayacak kadar açıktır. Kapitalizmin kendiliğindenci ve eşitsizlik özellikleri, yine sürüp gidiyor. Fakat bu kör gidiş karşısında dünya kadar bir bilinç güneşi yanıyor. Onun için, eşitsizlik ve kendiliğindencilik, olsa olsa proletarya devriminin, Troçki'nin dediği gibi bütün dünyada birden değil de, Leninizmin teorik ve pratik olarak kanıtladığı gibi, teker teker ya da grup grup ülkelerde olmasını gerektirir. Proletarya devriminin burjuva devriminden hiç olmazsa on katı hızla evrenselleşmesi neyle açıklanabilir? Şunlarla: A- Ekonomik neden: Hiç kuşkusuz, temel kapitalizmin son konağı olan emperyalizmin yarattığı biricik yüksek dünya ekonomik ilişkileridir. Yavuz'un,İstanbul'dan Çaldıran'a kaç ayda gittiğini tarih yazar. 1932'nin ilk aylarında, Amerikan sermayesine verilen "küçük kabotaj" ayrıcalığı sayesindeyse, gelişigüzel hava postaları, İstanbul'dan Van'a bir günde gidecektir. Bir ülke için böyle olan bu durum, uluslararası ilişkilerde, son zaman peygamberlerinin hurafe türünden olan kuruntuevlerinde yaratamadıktan derecede mucizeli ve harikalıdır. Hatırlayalım: Avrupa kapitalist ilişkilerinin hayli biriktiği 1492 tarihinde Endülüs'ün Palos limanından 3 Ağustos'ta kalkan Kristof Kolomb, geceli günlü yol alarak, ancak 12 Ekim'de San Salvador (kutsal kurtuluş) adasına kavuştu. Kolomb'un 70 günde aldığı bu yola bugünün kanatlanan tekniği ne kadar zaman harcıyor? 29 Temmuz 1931'de New York'tan kalkan N. Boardrhan ile Polando, ertesi günü Londra'ya uğradıktan sonra bütün Avrupa'yı baştan başa yararak İstanbul'a damlıyorlar. Musa, Isa ve Muhammed'lerin rüyalannda bile görmedikleri bir kıtadan, 9240 kilometre uzaklığı 48 saat beş dakikada disiplinli bir yıldırım gibi aşan bugünün elektrikli ve uçaklı tekniği, Kolomb'un yüzyılından 40-50 katı fazla hız bulur da, zamanımızın devrim...si3, burjuva devrimlerine göre hiç olmazsa on kat, yirmi kat, otuz kat hızla taşamaz olur mu? Oysa buraya kadar söylediklerimiz, devrim diyalektiğinin yalnız olumlu tarafıdır. Tek yanlı kalmamak için, bugünkü dünya ilişkilerinin yalnız yapıcı değil, yıkıcı tarafını da, hatırlamamız gerekir. Dünyada emperyalizmin çöküş manzarasına, tekniğin müthiş gelişimiyle birlikte, kapitalist ilişkileri, bir kabın içindeki su gibi, her etkisi, her zerresi derhal hisseder bir hale getirdi. Bu yüzden, devrimler hattâ klasik burjuva mantığının tersine, gerçeklik diyalektiğiyle canlanıyor. Ekonomik ilişkilerin yüksek3. Bir kelime okunamadı. 18 YOL İlkleri oranında genişlemesi ve bütün yeryüzünü kaplaması, bütün insan toplumlarını bir tek toplumsal yasalar topluluğuna bağlı kılması, işçi devrimleri tarihine de şu iki özelliği damgalıyor: 1- Devrim diyalektiktir: Yani, İkinci Enternasyonal'in dilediği gibi, devrim mutlaka salt sanayice en ileri olan ülkede olmayabiliyor. Çünkü, falan ülkede sanayinin ilerlemiş bulunması, ancak filan ve falan ülkelerin (sömürge, yan-sömürge, bağımlı vb. ülkelerin), oradaki sanayi gelişimin olumlu birikişi adına olumsuz bir çapulu, tahribi ya da ezilerek suyunun çıkarılması sayesindedir. Bu yüzden, uluslararası doğal işbölümü aşamasını olgunlaştıran emperyalizm konağında, şu ya da bu ülke değil, bütün toplum içindeki denge söz konusu olur. İşte bu denge nerede daha çabuk koparsa, devrim de orada daha erken olur. Emperyalizmin en zıtlıklar dolu halkası Rusya'ydı. Onun için, sözgelimi dünyanın dörtte bi rine varan sömürgelerinden soyduğu fazla-kârla henüz satılık bir işçi aris tokrasisi besleyen ve sendikacılık sapıklığını yaşatan liberal İngiltere'den önce, zorba Çarlıkta, her türlü devrimci girişimlerin basıldığı Rusya'da ilk proletarya devriminin muzaffer bayrağı çekildi. Bu nokta hiç unutulmaya gelmez. 2- Devrim uluslararasıdır: Kuşkusuz, Troçkivari bir küçük-burjuva iyimserlik krizi içinde, bütün dünyada aynı zamanda devrim zaferini defnelemeyi hayalimizden geçiremeyiz. Ancak biricik ekonomik yapı içinde dev rimin, zaferi mutlaka değil- fakat hızı, girişimi ve etkileri ister istemez uluslararasıdır. Sözgelimi, Manş'ın bir top atımı ötesindeki İngiltere'de kopan devrimin anlamı, ancak bir yüzyıl kadar sonra, sıkışıp da İngiltere'ye kaçmak zorunda kalan Fransız düşünürleri tarafından adeta nasılsa öğreniliyordu. Fransız düşünürleri tarafından adeta nasılsa öğreniliyordu. Fransa'nın, burnu dibinde olan bitenlerin şu hemen bir yüzyıl sonra kokusunu alışı neyle açıklanır? Kuşkusuz, o zamanki ulusla rarası ekonomik ilişkilerin vurdumduymazlığıyla. Oysa, bugün, Mosko va'da patlayan devrimden beş on yıl sonra hesap, memur ve belediye seçimleri işinde oy sahibi olmak isteyen Faslılar karşısında, Fas askeri işgal komutanı "Komünizm en büyük tehlikedir" diye, emperyalizmi gözünü dört açmaya çağırıyor. (Cumhuriyet, 11.6.1931) 14 Haziran 1932'de, Moskova dönüşünde Ankara'ya uğrayan, Habeşistan delegesinden başka, Hicaz Ibnüssuud'unun Faysal'ı, Kemalizmle birlikte "Doğunun ezi len ulusları" hakkındaki Leninizmin şemasını bülbül gibi okurken: "Te menni ederim ki," der, "bu uzun seyahatim doğu ülkelerimizde (a.b.ç) layık olduğumuz mertebeye varmak için harcanmakta olan gayretin muzaa- STRATEJI PLANI 19 flaşmasına yeni itici güç olsun." Bugün buzlar dünyasının eskimosundan, ateşler deryasının Çat zencisine, iki metre boyundaki Patagonyalıdan, Çin Seddi'nin "Yecüc Mecüc"lerine kadar, emperyalizmin pençesini tanıyan her insan kümesi, komünizmin ne olduğunu biliyor ve onun ışığında yürüyor. Savualı deha, Pascal, ingiliz devriminden sonra, Allanın hikmetini kanıtlamak için yazdığı ve bitiremediği Pensees 'sinde: "Üç derece" diyordu, "kutba yükseliş bütün yasa konularını altüst ediyor, bir boylam dairesi gerçeğin (şu ya da bu olduğuna) karar veriyor.. Bir ırmağın ya da bir dağın kendisine sınır çizdiği bir adalet, doğrusu gönül eğlendirici, hoş adalet! Pirenele-rin berisinde gerçek ve hak olan şey, Pirenelerin ötesinde değil." Niçin? Çünkü, o zaman her ırmağın kıyısında, her dağın arkasında birbirinden kopuk, ayda yılda bir rastlantısal gibi gelgeç bir temas yapan, ayrı ayrı ekonomik birlikler, başka insan kümeleri vardı. Fakat bugün, İI n'y a plus de Pyrenees: Artık Pirene mirene yok!"* Bugün Lombrozo'nunİtalya'da düzenlediği Ceza Yasası, Türk uyruğuna girerek, Türkiye'de, yanında dört yıl çalışıp on para alamadığı ağasından iki koyun çalarak kaçan iki Kürt paryasını ikişer yıla mahkum ediyor. Yani, Pirenelerin de önünde hazırlanan adalet, Pirenelerin değil, Toroslann arkasında da adalettir. Her komünist tevkifatında polisin "müteferrika"sı uluslararası polisle doluyor. Şili'de komünistler iktidara geçip çiftliklere el koyunca, "İngiliz çıkarlarını ve uyruğunu korumak" için Büyük Britanya'nın diritnotları Valparezo'yu bombardımana gidiyor. Çünkü Amerika'nın güneyinde de, Avrupa'nın kuzeyinde de, Avustralya sırtlarında olduğu gibi, Afrika'nın göbeğinde de aynı ekonomik yasalar, finans-kapital hazretleriyle proletarya kullarının ilişkileri egemendir. Onun için, Bolşevik devrimi, uluslararası devrim tufanının bir büyük ve galip siklonundan başka bir şey değildir. Aynı siklonlar, genellikle mağlup, az ya da çok önemli oranlarda bütün Avrupa'yı Marx'in Komünist Manifesto'sunda tanımladığı dev, fakat bu kez hayal gibi değil, *) Bu söz, XIV. Louis'nin, İspanya tahtına varis olan torunu Filip'e, allahaısmarladık makamında söylediği iddia edilen, fakat gerçekte ispanya elçisinin sarfettiği bir cümleden yanlıştır. Fransızca'da deyim olan anlamı: aileler, uluslar, kurumlar gelenekler arasındaki engellerin ortadan kalması ve hepsinin birbirleriyle kaynaşmasıdır. Pascal'ın ölümünden sonra (XIV. Louis 1661'de tahta çıkar, Paskal 1662'de ölür) siyasal anlamda kullanılan bu söz,...4 4. Bir kelima okunamadı. 20 YOL bir gerçeğin bütün canlılığıyla gezdi. Birkaç yıl arayla Almanya'dan İtalya'ya, Bulgaristan'dan Macaristan'a kadar bütün Avrupa'yı allak bullak etti. Ya sömürge, yan-sömürge, bağımlı ülkelerdeki kanlı devrimler? Bolşevik Devriminin bugüne kadar dinmeyen ve dinmeyecek olan "contre coup"lan, yankıları değil midir? Fakat Avrupa burjuvazisinin egemen kültürü, nasıl genel "tarih"i bezirgan dönemiyle başlatıyorsa, devrim denince de ancak Avrupa'nın ortasında patlayacak bir borayı kastediyor. Ve dünyada, Yeni ve Eski Dünya emperyalizmlerinin zıtlıklarından doğma ayaklanma ve devrim fırtınaları, körebe oyunundaki toy çocuklar gibi, "saymıyor!".. O saymaya dursun.. Biz hiç aklımızdan çıkaramayız: Bolşevik Devriminden hemen on yıl sonra, dört Türkiye nüfuslu bir Çin ülkesi Sovyetler iktidarına girdi. Arada burjuvazinin boğazladığı "komüna"ları, Berlin'den Şanghay'a, Karadeniz'in mor dalgalarından yeşil ve güvercinli Santiago tepelerine kadar yeryüzünü kanlandıran kızıl ve bahtsız "devrimci kanatlanış"lan biz de saymayalım.. Fakat, dünya ekonomik bunalımı dört yaşına basmış gebe bir ejderha gibi enikleyecek yer arıyor. Ve kolları sıvalı, gözleri kızıl yıldızlar gibi pırıldayan, eli orakçekiçli ebe-hekimler sistemleri, komünist partileri, dünyanın dört bir bucağında, gece uyumuyorlar, gündüz durmuyorlar; ekonomik gerçeklerin emrettiği tarihin o en büyük zorlu doğumunu, bilimin en yüksek ve şaşmaz silah ve aletleriyle başarmaya hazır bekliyorlar! B. Toplumsal neden: Burjuva devrimleri niçin, bütün ülkelerde ve dünyada çarçabuk yapılamadı: Büyük Britanya adasından Kara-Avrupa'ya 141 yılda atladı; Fransa'dan Iç-Avrupa'ya yarım yüzyıldan fazla bir süre sonra, o da proletaryanın salgını sayesinde, geçti; Batı ve İç Avrupa'dan Balkanlara 30 yılda, Balkanlardan "İstanbul'a" da bir o kadar yılda ancak inebildi? Bu niçini gerektiren temel yanıtı, yukarıda taslaklaştırdım. Fakat "faktör"cülüğe inmemek için, bu gericiliğin, bu tereddüdün toplumsal nedenlerini de hatırlamamız gerekir. Marx 18. Brumair'inde burjuva devrimlerini şöyle karakterize ediyordu: "Bir devrimle, ilerleyişini hızlandıracağına inanan bütün bir ulus, kendini derhal geçmiş bir döneme iade edilmiş buluyor."5 Bu insanlık "tam kendi kendilerini başkalaştırmak herşeyi altüst etmek, yeni yaratışlar ve varlıklar gerçekleştirmekle meşgul görüldükleri bir zamanda, sıkıntılı bir halle, geçmişin ruhlarını imdatlarına çağırıyorlar, tam bu devrim bunalımı dönemlerinde, kendilerinden önce gelenlerin isimlerini, savaş çığlıklarını, kıyafetlerini alıntı yapıyorlar, ta ki bu eski ve hürmete değer kendini bilmez4. Marx-Engels: Werke, c.8, s. 117. STRATEJİ PLANI 21 likler içinde ve bu kendilerinin olmayan dille, evrensel genel tarihin yeni sahnesini temsil edebilsinler."6 Yeni bir toplumsal düzene atlayış hengamında, bu bezirganca "eskiler alayım!" niye? Marx'ın çeşitli açıklamalarını şu üç noktada derleyebiliriz: 1- Sermayeyi ebedileştirme kastı: Kapitalizmin eylemli rezaletini örtbas etmek için gerçekleri kuramlarının faziletiyle şişirmek ve hurafe tütsüleri içinde örtbas ederek maske arkasında rol oynamaktır: "Bu devrimlerde [Marx'in içinde bulunduğu dönemin burjuva devrimlerinde, 1848'lerde..] ölülerin gaipten çağrılışının hedefi, demek, eski mücadeleleri gülünç bir sahne ile taklit etmek değil, yeni mücadeleleri zaferlendirmek, ululamak içindir. Günün iş ve gücünün, günün görevinin gerçekleştirilmesi önünden pratikte yüzgeri etmek değil, o görevi teoride abartmak, devrim ruhunun hayallerini göstermek değil, o ruhu tekrar bulmak içindir."1 2- Kapitalizme derin bir gidim noktası bulmak amacı: Sermaye, tarih sel manzarasıyla gelgeç olduğunu göstermediği gibi, kendisine bir gidim (azimet) noktası da bulmadan olamaz. O noktayı bulmalıdır ki, kendi gelişiminin seyrini maddi olarak izlesin ve dayatabilsin: "Toplum bu anda gidim noktasından ötelere çekilmiş görünüyor. Gerçekte, önceden onsuz çağdaş devrimin asla ciddi olmayacağı devrimci gidim noktasını, devrim durumunu, koşullarını yaratmaya zorunlu oluyor."8 3- Eski dille yeniliği övmek ve alıştırmak amacı: Marx, burjuvazi için: "Yabancı bir dili," der, "henüz öğrenmiş bir acemi gibi bu dili sürekli tekrar kendi diline çeviriyor ve yeni dilin gizli inceliklerini özümlemedikçe, o dili ancak en ufak bir anı duymaksızın ve kendi anadilini unutarak kullandığı gün doğru dürüst söyleyebiliyor."9 Burjuvazi eski efendilerini, derebeyliği alaşağı ederek, yerine kendisi geçmek istiyor. Fakat ezilen halk kitlelerine karşı, derebey efendisinden de eski olduğunu ve onun kadar saltanat sürmeye liyakatli bulunduğunu tanıtmak istiyor. Tutsakken birdenbire efendiliğe geçince, eski dili bırakıp yeni bir dille konuşmaya kalkışıyor. O zaman ya Yunan ya da Roma uygarlıklarında beliren bezirgan ekonominin kahramanları şeklinde görünmeye başlıyor. Geçmişle kopuşamıyor. Niçin? Çünkü, geçmişten kopmak, geleceğe başdöndürücü bir hızla yuvarlanmak olabilir. Bu gele6. Marx-Engels: Werke, c.8, s.115. 7. Marx-Engels: Werke, c.8, s.116. 8. Marx-Engels: Werke, c.8, s.118. 9. Marx-Engels: Werke, c.8, s.115. 22 YOL cekte ise, zaten daha o günlerde yer yer patlak veren, protetarya devrimi nöbet bekliyor. Bu yüzden kapitalist sınıfını hemen her devrimci hamlesi çarçabuk şu iki nokta üstünde belirir: 1- Geçmişle kopuşamamak; 2- Gelecekten korkmak.. 1- Geçmişle kopuşamamak: Her ülkede kapitalist sınıfları mümkün mertebe önce zamanın egemen sınıflarıyla bir uzlaşma ve kaynaşma yap maya zorladı. Demokratik burjuva devrimi hiç bir ülkede başarılamadı. Çünkü, hiçbir kapitalist sınıf, kendi ekonomik ilişkilerinin gelişimi için ideal olan, toprağın toplumsallaştırılması işine girişme cesaretini gösteremedi. Örneğin, İngiliz burjuvazisi, mülki ve askeri mekanizmayı hemen olduğu gibi asilzadelerin elinde bıraktı. Eski egemen sınıfların bu alandaki yönetsel uzmanlığını ezilen sınıf ve uluslara karşı aynen koru mayı yararlı buldu. Alman burjuvazisi, Anglo-Sakson ırkdaşlarından gördüğünü Cermen diyarında uygulamakta şaşmadı. En büyük reformlarını Prens Otto Bismarck'ın koltuğu altında tattı. Fransa'da, o bir zaman senyör şatolarında kırmızı horozu öttüren Avrupa'nın en devrimci ülkesinde bile, burjuvazi, 20 yıl süren İkinci İmparatorlukla başına geçirdiği bir serseriler kralının altında, Fransız proletaryasını kurşunlatarak en büyük ekonomik çapulunu yaptı. Bugün toprak oligarşisinin yerini finans oligarşisi tuttuğu halde, dünyanın en yüksek sanayi burjuvazilerini temsil eden ingiltere ve Almanya'da fiilen idare ve iktidar "Torie"lerin Vekili Hazine Lordu Macdonald ve Bismarck'ın "hayırlı oğlu" Hindenburg ve Von Papen'lerin elindedir. 2- Gelecekten korkmak: Proletarya devrimi, her burjuva hareketi için en büyük gözdağı ve tehlikeydi. Onun için, Engels'in Fransa'da İç Savaş'ın Önsözünde açıkladığı gibi, devrimde kapitalist sınıf muzaffer olur olmaz, halkı ve işçileri silahlarından soyutlamayı kendisine ilk iş bilirdi. Ve burjuvazinin en göğsünü kabartan zaferi, derebeyliği değil, halkı kurşuna dizdirerek kazandığıdır. Marx, 1848'de, iktidara geçen burjuvazi için şöyle diyordu: "O zamandan beri kendisini Louis Philippe'in yasal mirasçısı sayan burjuvazinin cumhuriyetçi fraksiyonu, böylelikle, idealini aşmış taşmış bulunuyordu. Fakat, bu iktidara, Louis Philippe zamanında hayal ettiği gibi, burjuvazinin saltanata karşı liberal (serbestçi) bir isyanıyla değil, fakat proletaryanın sermayeye karşı mitralyözle bastırılan bir isyan hareketiyle geliyordu. En devrimci bir olay gibi düşünülen durum, gerçekte en karşı-devrimci bir şekilde geçti. Meyve (burjuvazinin) avuçları içine düşüyordu, fakat hayır ve şerr ilmi- STRATEJI PLANI 23 nin ağacından ileri geliyordu; yoksa, hayat ağacından değil."10 Sonuç: Herhangi bir devrim gibi, burjuva devrimi de, halkın çoğunluğunu peşinden sürüklemedikçe başarılamazdı. Çünkü bir devrim olduğuna göre, burjuva devrimi de, özverili kahramanlık ve büyük güçler ister. Marx: "Her ne kadar burjuva toplumunda" der, "kahramanca hiçbir şey yoksa da, burjuva toplumunu dünyaya getirmek için az kahramanlık, özveri, terör, iç savaşlar, ulus çarpışmaları da gerekmedi."11 Bu kahramanlık ve özveriyi, burjuvazi değil, genellikle halk yapacaktır. Oysa, burjuvazi, her iktidara geçişinde, ayaklanmış olan halkı yüzükoyun yere düşürerek sırtına binmeye zorunludur. Şu halde kitlelerin heyecan coşkunluğu çarçabuk boğulur. Halkın âkibeti, tekniğin gelişimine oranlanınca, daha büyük bir yoksullukla taçlanır. Herşeyi yapan halka hiçbir şey verilmez. Burjuva devriminin özelliği halka vermeye mecbur olduklarını dirhem dirhem eksiltmek ve geri almaktır. Onun için, bir ülkedeki burjuva devriminin halka veriyorum dediği "hürriyet-adalet-eşitlik" ilkelerinden, öteki ülkelerin halkı, haklı olarak bir şey anlamıyor ve burjuva devrimine kolay kolay girmeyi göze alamıyordu. İşte burjuva devriminin o kadar yavaş yayılışındaki toplumsal nedenleri burada aramak ve bulmak gerekir. Oysa proletarya devrimi burjuvazininkinden taban tabana karşıttır. Bu karşıtlığı Marx şöyle canlandırır: "18. yüzyılın devrimleri* çarçabuk başarıdan başarıya uçuyor; gittikçe abartılan facialı sonuçlanan elde ediyorlar; denilebilir ki insanlar ve şeyler ateş kesilmişler; kendinden geçiş günün konusudur. Fakat bu devrimlerin ömrü kısadır; bir elçabukluğu ile son sınırlarına erişiveriyorlar; ve toplum, mücadeleler ve kışkırtmalar devresinin sonuçlarını soğukkanlılıkla özümlemeyi bilmezden önce, uzun süre bir tür 'saçkıran'dan muztarip oluyor. Proletarya devrimleri ise, tam tersine, 19. yüzyıl devrimleri**, nasıl kendi kendine çatacak neden arıyor, her ân kendi seyrini kesintiye uğratıyorlar; başladıkları esere yeniden girişmek için elde ettikleri görünüşte ve açık kazançlara tekrar tekrar geliyorlar; merhametsiz bir derinlikle, ilk girişimlerinin olgunsuzluklarını, zaaflarını ve yoksulluklarını bir araya topluyorlar; düşmanlarını, sanki toprakla temasında yeni yeni güçler oluştursun da sonra karşılarına görülmedik şekilde daha devâsâ bir şekilde dikilebilsin diye yere çalar görünüyorlar; kendi amaçlarının harikulade fakat pek iyi tanımlanmamış büyüklüğü önünde, tâ her türlü gerileyişi olanaksız kılan durumun doğuşuna ve 10. Marx-Engels: Werke, c.8, s.125. 11. Marx-Engels: Werke, c.8, s.116. * Burjuva devrimleri. ** Proletarya devrimleri. 24 YOL durum ve şartların kendi kendisini yaratışına kadar, daima bir daha geriliyorlar."12 Marx, 1848'lerde, iç Avrupa'yı sarsan devrimler sırasında, proletarya devriminin bocalayışını bir idman, bir olgunlaşma gibi düşünürken, onun zayıf taraflarından birini, "amaçlarının harikulade fakat pek iyi tanımlanmamış büyüklüğü" ile karakterize ediyor. Marx, bu boşluğu görüyor, belirtiyor ve aynı zamanda, proletarya devriminin "pek iyi tanımlanmamış" amaçlarını anahatlarında ve "harikulade" denecek bir güçle "tanım"lıyordu. O günden bugüne, o büyük amaç dünyanın altıda birinde zafer anıtını bile kurmuş, yalnız "tanım"lanmakla kalmamış, yarı yoldan daha çok gerçekleştirilmiş bulunuyor. Marx daha bir yüzyıl önce: "19. yüzyılın toplumsal devrimi," diyordu, "şiirini geçmişte boşuna arayamaz; o bu şiiri ancak gelecekte bulabilir. Toplumsal devrim, ancak onu geçmişe bağlayan bütün bâtıl inançlardan vazgeçtikten sonra kendi gelişimine çalışabilir. Eski devrimler, kendi konuları hakkında körleşmek için tarihsel anıları canlandırmaya muhtaçtılar. 19. yüzyılın devrimi, özel ve kişisel hedefine varmak için ölüleri cenazelerini gömmeye bırakmalıdır. Vaktiyle biçim özü geçiyordu, bugün biçimi geçen özdür."13 Marx'in bu gözlemi de, bugünkü Sovyetlerin ana özelliklerindendir: Örneğin, orada henüz ücret, para vb. gibi eski kurumlar var. Birçok burjuva yazılarına piyazlı bir demagoji araç olan bu şekiller, içlerinde en devrimci özü biçimlendirmiyor mu? Onun için, hiçbir burjuva ulemasının sonsuza dek kavrayamayacağı bu diyalektiği, anlamayan mahkum sınıf ve ezilen ulus yoktur. Komünist devrimi, "bütün batıl inançlardan vazgeçtikten sonra", bütün kitleleri manen devrim heyecanıyla ve maddeten Kızılordu şeklinde silahlandırdı ve bu sayede en yüksek proletarya demokrasisi olan proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirdi. Yıllarca süren emperyalizmin son çöküşü önünde, traktör ve otomobile binen Sovyet işçi ve köylüleri, Beş Yıllık Planı dört yılda başararak, aşamaları yakan bir hızla sosyalizme girdi. İşte ekonomik gelişmenin hazırladığı başkalaşımlar zemini üstünde, proletarya devriminin bu geçmişle hiç uzlaşmazcasına, özde kopuşan ve geleceğe elektrik hızıyla uçan gücü, geniş ve ezilen sınıf ve kitlelere, bütün dünyada, tarihin yazmadığı bir devrimci coşkuyu salgınlaştırır. 12. Marx-Engels: Werke, c.8, s.118. 13. Marx-Engels: Werke, c.8, s.117. STRATEJİ PLANI 25 Şu halde, gerek ekonomik, gerek toplumsal nedenler, dünya toplumsal devriminin yaklaştığını, ve o hedefe doğru her gün iki adım ileri, bir adım geri yüründüğünü gösteriyor. Bugün bir ülkede proletarya diktatörlüğünden sosyalizme girildi. Dünyada, proletaryanın bu ilk zaferini oluşturan olaylar zinciri, bir daha aynı hızla ne zaman çözülecek? Kapitalizmin tarihçesini hatırlayanlar bilir ki, her beş on yılda bir gelen dönemsel ekonomik bunalımlar, o zamana kadar iyi kötü bir istikrarla gelişen ekonomik dengeyi parçalardı. Bunalım geçince -ki bütün önceki bunalımlar özel ve gelgeç bunalımlardı- kurulan yeni ekonomik denge, ülkeler arasındaki eskiden beri varolan siyasal dengeyi de yenileştirmek için bozar ve yeni bir siyasal dengeyi gerektirirdi. Bu şekilde, kapitalizm her ekonomik bunalımdan sonra bir siyasal bunalım, yani bir savaş geçirdi. Klasik kapitalist ülkelerde patlayan her ciddi çarpışmanın peşinden neleri sürüklediği biliniyor. Özellikle işçi sınıfının tarihte bağımsız söz sahibi olduğu günden beri, savaşın sonu, genellikle sınıf ilişkilerinin de yeni bir dengeye girmesi ve özel olarak proletarya devrimidir. 1856 Kırım Savaşı, 30 yıllık zorba Nikola'ya karşı toprakbentlik karşıtlığını çıkarttı. 1870-71 Fransız-Alman Savaşından sonra Paris Komünü, 1905 Rus- ( !m) Japon Savaşından sonra Moskova Komünü ve 1917'den sonra muzaffer Bolşevik Devrimi doğdu. Marx, savaşla devrimin birbirini kovalayışını, daha Paris Komünü'nün bozgunundan itibaren belirlemiş ve kurulan yeni kapitalist dengesinin yeni bir savaşa girmesinden önce -sanki II. Enternas-yonal'in sapıtmasını önceden sezmiş gibi- "sıkı halk hareketlerinin güç" olacağını haber vermişti: "Bütün diplomasi kaçamak ve hilelerine karşın, 'en peu plus tot, en peu plus tard' (er ya da geç) yeni bir savaş kaçınılmazdır; ve bu savaşın sonundan önce, sıkı halk hareketlerinin başgöstermesi güç, ya da başlasa bile, bu hareketler yüzeysel ve önemsiz kalacaklardır.,"14 Bugün neredeyiz? Dördüncü yılını dolduran ve bütün kapitalist dünyayı, geçen- Dünya Savaşı'ndan hiç olmazsa yüz kez daha güçle ve şiddetle kökünden sallayan bunalımda... Bu bunalım geçecek mi? Eğer üst katların da alt ekonomik yapıya aynı derecede etkili olduğunu kabul edersek, özellikle iki yıldan beri bütün emperyalist dünyayı kasıp kavuran gümrük savaşının ve dar şovenizm meydan savaşının ekonomik bunalımı tasfiye etmek şöyle dursun, günden güne beterleştireceği sonucuna varmamak olanaklı değildir. Bununla birlikte, biz fazla iyimser=kötümser, çünkü burjuvazi için kötümser olmak, işçi sınıfı için iyimser olmaktır= olmamak için şu iki rahmetten birini kabul edelim: 14. Marx-Ergels: Werke, c.33, s.628. 26 YOL 1- Bunalım geçmezse: Bugün yüz elli milyon insanı aç bırakan işsizlik, yarın 250 milyonu kakırdatacak.. Bu yüz milyonlar, ilkçağ esiri ve ortaçağ marabası değil; toplu-örgütlü-en yüksek devrimci ülküsüne kavuşmuş bir sınıftır; bir biricik, uluslararası sınıf.. Bir avuç finans oli garşinin, çürük bir kabuk gibi hâlâ yıldırımlı tekniği içinde hapsetmesi, sıkıştırması sonsuza değin devam edebilir mi? 2- Bunalım geçerse: Örnek olarak, bugünkü bunalım geçici ve kısa bir istikrara değil de, berbat bir müzminleşme devresine girerse, ne olacak? Herhalde ekonomik ve maddi üretici güçlerinin yeni bir dengesini uluslara rası yeni bir denge isteyecek. Şu halde, bugün emperyalizmin seksen bin parçayla yamayarak tutmak istediği uluslararası siyasal denge kırılacak.. Bu kırılış elbette peşinden, hemen bütün dünyada değilse bile, bir ya da birçok önemli ülkede toplumsal devrimi sürükleyecek... Bu iki olasılık da, bize, dünya devrim volkanının yeni patlangıcına, onlarca yıl değil, yalnızca yıllar, hattâ aylarla ve parmak hesabıyla ölçülecek bir mesafeye yaklaştığımızı yeterli derecede göstermez mi? Bu mesafeyi zamanla ölçmek isteyenler, 1931 savaş bütçelerinin, Avrupa ve Amerika'da, 1914 savaşından öncekine oranla %57 arttığına baksınlar. 2- Özel Olarak Türkiye'de Devrim: Dünya devrimleri döneminin dünya bunalımı içindeyiz. Ekonomik bunalım siyasal bunalımları ulusal çerçeveleri içinde alıp yürüttü. Şimdi uluslararası siyasal bunalım olan emperyalistler arasındaki çatışmaya ya da doğrudan devrime doğru son hızla gidiyoruz. Bu gidişte Türkiye'nin konumu ve yeri ne olabilir? Dünya savaşından sonra görülen türden yeni bir evrensel devrim tufanı içinde, önce hangi kapitalist gemilerin batacağı hakkında tahminleri bir yana bırakalım. Bizim gemi ne olacak? Kapitalist ekonominin iki büyük çelişkili özelliği var: 1- Ulusal iç ekonomide: Çeşitli sanayi şubeleri arasındaki dengesizlik ekonomik bunalımları getirir; 2- Uluslararası dış ekonomide: Çeşitli ülkelerin ekonomisindeki dengesizlik, sömürge siyasal bunalımlarını kışkırtır... Her iki dengesizlikten (bir ülkede üretici güçlerin eşitsiz gelişimi ve bütün dünyada üretici güçlerin eşitsiz gelişiminden) bir tek sonuç çıkar: Pazar kıtlığı = savaş bolluğu! İşçi sınıfının, uluslararası devrim bilinç ve örgütlenmesine erdiği emperyalizm konağında her savaş, siyasal bunalımı toplumsal bunalıma, devrime çevirir. Neden? Çünkü emperyalizm, Lenin ustamızın o insanın kafasına slogan gibi çivilediği tanımıyla: "Kapitalizmin en son aşaması"dır, yani "çürüyüp dökülen kapitalizm"dir. Devrim, bu "çürüyüp dökülüş"ün tam gerçekleşmesi, emperyalizm balonunun pat- STRATEJİ PLANI 27 laması... Buhar baskısı gittikçe artan düzensiz bir kazan neresinden patlar? En ince yerinden. Emperyalizmin en ince ve en zayıf yeri neresi? En çelişkili yeri... İşte aranacak nokta: Acaba emperyalist çelişkiler açısından Türkiye ne derecelere kadar "zayıftır? Yani Türkiye'de siyasal ve toplumsal dengeyi yok edecek olan çelişkiler ne derecededir? Bunu saptayabilirsem, o zaman, Türkiye devriminin devrimler tarihinde hangi sayfaya yazılacağı hakkında yaklaşık bir fikir edinilebilir. Türkiye'de kazanı patlatacak olan çelişkileri iki grupta yorumlamak doğru olur: 1- Dış çelişkiler, 2- İç çelişkiler... A- Dış çelişkiler: Türkiye'nin dünya siyasetinde ve ekonomisindeki konumu geri ve tarımsal bir ülke oluşuyla başlar. Büyük emperyalistlere göre küçük geri ülkeler üç gruptur: 1- Sömürge ülkeler; 2- Yan sömürge ülkeler; 3- Bağımlı ülkeler... Türkiye savaştan önce tam bir yarısömürgeydi. Mütareke yıllarında adeta birdenbire sömürgeleşiyordu. Fakat genellikle dünya komünist devrimleri, özel olarak komşu Sovyetler Birliği, uluslararası emperyalizme karşı, bütün ezilen uluslara maddi manevi yardımlarla yol açınca, olayların tepesi taklak geldiğini anlayan taşra burjuvazisi, anlamayan saltanata ve Meşrutiyetçi burjuvaziye karşın, siyasal bağımsızlık mücadelesinin başına geçti ve başarı kazanınca, Doğunun ezilen ulusları cephesinde, siyasal alanda yaptığı yarı-sömürge kurtuluşunu, ekonomik alanda da başarmaya girişti. 1932 yılına kadar Türkiye, hiç olmazsa siyasetçe tam bağımsızdı. Fakat bu "bağımsız" siyasetinde bile, yabancı sermayenin "alçakgönüllü" direktiflerini -kuşkusuz "ulusal" çember içinde kaldıkça- yabana atamadı. Ve örneğin, kapitülasyonları kaldırmakta ısrar ettiği halde, emperyalizme haraç ve baç vermenin bir şekli olan borçları tanımamazlık edemedi? Neden? Çünkü, Türkiye'de kurulan düzen, Sovyetler düzeni değil, kapitalist düzendi. Kapitalist düzen, bir ülkede herhangi ekonomik gelişimi sağlamak için sermaye biriktirmeye zorunludur. Oysa: 1- Sözgelimi, Avrupa sanayi kapitalizmlerinin sermaye biriktirmek için geçirdikleri uzun başkalaşım aşamalarını bekleyecek kadar uzun bir zaman, Türk burjuvazisi için yoktu; 2- Avrupa'da sermaye, o zamanki "bakir", "balta girmemiş" ve "pasif, "barışçı", "boş" dünya kesimlerini, ya da rakiplerini bulmak ve soymak gibi yöntemlerle biriktirmişti. Bugünse: a) Bulunacak "boş" bir parmak toprak yeryüzünde kalmamıştır. Hasan'ın böreği çoktan yağma edilmiş bulunuyor, b) Soyacak rakip bulmak ise, bulunacak "boş" topraklardan da daha azdır. Yani: 1- Bulunacak sömürgeler çoktan bulunmuştur; 2- Soyulacak az çok ileri, komşu ülkeler 28 YOL de, eğer sömürge değilseler, bağımlı ülkeler halinde yine kırpılması falan ya da filan büyük emperyalist devlete ait birer sağmal haline girmişlerdir. Emperyalist bir kodaman, hiç kendi sağmalını, Türkiye'nin soymasına izin verir mi? Örneğin, yeni sömürge bulmak şöyle dursun, Türkiye, galip geldiği Yunanistan'dan herhangi bir isim altında bir savaş tazminatı istemeye kalksa, karşısında bulacağı, Venizelos'tan önce, Hambro Bankası'nın cesedi Lord Curzon'dur. Bu iki yol tıkandıktan sonra, şu iki yol açılır: 1- Ülkede her türlü ekonomik gelişimden vazgeçmek: O zaman, boş yere siyasal bağımsızlık mücadelesi yapılmıştır. Daha Sivas Kongresi'nde, bir manda kabul edilip işin içinden sıyrılmak pekâlâ olanaklıydı. Türk burjuvazisi bu şekilde intihar etmenin olanaksızlığını denemişti. Ekono mik gelişimden vazgeçerse, yerini başkalarının tutacağını, Türkiye'nin ye niden sömürgeleşeceğini biliyordu. O halde? 2- Çabuk sermaye bulmak: Türkiye'de, klasik kapitalist birikim yöntemleriyle sermaye bulmanın olanaksızlığı kesin olunca, ekonomik gelişmeye iki çare gösterilebilirdi: a) Sovyet yöntemi: ile bütün fabrikaları, topraklan, ulusal sermaye leri, iç ticaretin önemli kısmı ile dış ticareti vb. sosyalistleştirmek ve top lumsal üretici güçleri, kapitalist unsurlara didikleterek müsrifçe kullanacak yerde, en büyük merkeziyetle yoğunlaştırarak nicelikten niteliğe geçirmek, yani -sermaye değil- anaparaların güçle gelişimini sağlamak... Burjuvazi den proletarya devrimini istemek ya da beklemek saçma olurdu... Türkiye için bu biricik yol da Türk burjuvazisinin bedeni ve sınıf egemenliği ile tıkanınca, en son bir çare kalıyordu: b) Yabancı sermayeden medet ummak: Bu şekilde Türk burjuvazisi, elde keşkül, kapı kapı dolaşmaya zorunlu kalınca, zaten göbek bağı ile, organik bir şekilde bağlı olduğu emperyalizme karşı ne kadar güven bes leyemez olursa olsun, yabancı sermayeden başka cankurtaran simidi bula mayacağını hissediyordu, işte bugünkü Türkiye'nin siyasal ekonomisi ge lir, bu köşeye dayanır. Şimdi, bu manzarasıyla, Türkiye hangi grup "geri" ülkelerden sayılabilir? Sömürge mi? Elbette hayır. Yan-sömürge mi? Siyaseten yarısömürge kurtuluşunu yaptı. Doğal mı? Henüz Cemiyet-i Akvam'a giriyor.15 Şu halde, hangisi? Toplumsal yapılar "Allah tarafından" vahiy edi15. Türkiye'nin Cemiyet-i Akvam'a girişi 1932 Nisan sonlarında gündeme gelmiş; 18 Temmuz 1932'de resmen üyelik gerçekleşmiştir. STRATEJİ PLANI 29 len bir takım kalıplara göre dökülmüş değillerdir. Hele eşitsiz gelişimli kapitalist toplumda mutlak gruplara göre sınıflama yapmak değme hayaldir. Somut olarak Türkiye'nin özel olarak ve durumunu belirlerken yine bilinen grupları ele alarak fikir yürütmek gerekirse, denilebilir ki, Türkiye yarı-sömürgelikten küçük emperyalistliğe giden yolun ortalarındadır. Türkiye'de, yabancı sermaye hâlâ büyük üretim çoğunluğuna, bununla birlikte Türkiye ekonomisine egemen olduğu için (bunun oranını ileride göreceğiz), Türkiye yarı-sömürgelikten büsbütün çıkmış değildir. Fakat, örneğin yine, Cemiyet-i Akvam'ın bir işaretiyle Türk kabinelerinin, palas pandıras polka-mazurka ...16 oyunlarına, daha tanık olmadık. Onun için, Türkiye emperyalizme siyaseten tam bağımlı bir ülke, bir yan-sömürge de sayılamaz. Artık bu melez sıfatlı ülkenin devrim bunalımıyla ilgisini arayalım. Türkiye'nin yakın devrimle olan ilişkisini saptamak için, devrimin: 1Yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerle olan ilişkisini; 2- Küçük emperyalistlere oranla konumunu açmak gerekir. O zaman ikisinin ortası, Türkiye yolu bulunur. Açalım: 1- Bağımlı ve yarı-sömürge ülkeler ve devrim: Dünya Savaşı'nda, Lenin'in dediğigibi: "Onmilyonlarca insan öldürüldü, sakatlandı. Salt, kimin, İngiliz haydutlarının mı, yoksa Alman haydutlarının mı, daha fazla ülkeyi talan edeceğini kararlaştırmak için..."11 idi. "Talih" "İngiliz haydutları"na yaver oldu. Mağlupların dünya pazarındaki bütün nüfuz alanları (sömürgeleri anlayın) galiplerin eline geçti. Emperyalist savaş dünya pazarlarını paylaşmak olduğuna göre, Dünya Savaşı ne yapmıştı? Mağlupların sömürge pazarlarını galiplere geçirtmek... Bu iş bittikten sonra ne oldu? Yeryüzünde başka paylaşılacak pazar bulunup bulunmadığı arandı. Henüz paylaşılmamış pazar var mıydı? Evet: Resmen paylaşma, yani sömürgeleştirme töreni yapılmamış yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler kalıyordu. Onun için, emperyalistler arasında doğrudan doğruya savaş bittikten sonra, yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler üstünde, adeta dolaysız diyebileceğimiz emperyalist çarpışmalar başladı. Bu şekilde devrimlerin 16. Bir kelime okunamadı. Burada kastedilenin ne olduğunu bir başka yerde (s.34) geçen şu cümleden anlamak mümkün: "Bulgaristan'ın Cemiyet-i Akvam kapısındaki 'Medine dilenciliği'ni; 1932 başlarında, yine borç sorunu yüzünden Hacıyatmaz gibi takla atan Venizelos'un bir telgrafla başbakanlıktan çekilip, diğeriyle yine aynı konuma gelişini... vb..." 17. Lenin: Sol Komünizm..., s.86 30 YOL ağırlık merkezi de, bir süre sonra, emperyalist diyarlardan yan-sömürgeler ülkesine taşındı. En önemli, en geniş yarı-sömürge, Çin pazarıydı. Iran, Afgan, Türkiye'de kaynaşan ayaklanmalar toplumsal devrime kadar varamadı. Nedeni biraz diyalektiktir: Çünkü, bu küçük ülkeler, çeşitli etkenler yüzünden, Sovyetlere karşı hiçbir zaman açıktan açığa düşmanlık gösteremediler. Çin'de, Kuo-Min-Tang (Millet-Halk Partisi), küçükburjuva ikiyüzlülüğünü emperyalizmle köpekçe birliğe kadar vardırdıktan sonra, oluşan ve her gün biraz daha karşı-devrime kayan Nankin hükümeti, o yüce çalışkan kitleleri, bir daha yabancı sermaye yabancı ayncalıklanyla el ele veren yerli milyonerlerin + mandaran ve derebeyi generallerin katmerli soygununa yine ısmarladı. Ve Çin "Kuli"si, Çin işçi, köylüsü, yoksul halkı, bugüne kadar, Japon emperyalizminin askeri harekat ve açma uygulamasına, tüm finans-kapitalin komplocu "susuş kumkuması"na karşın, Sovyetler devriminden başka hiçbir şeyin ezilen halk yığınlarını toplumsal kurtuluşa vardıramayacağını fiili olarak kanıtlama olanağını buldu. Bu ayrıntı bize ne söylüyor? Şunu söylüyor ki, yarı-sömürge ülkelerde, Dünya Savaşı'nın açtığı bunalım başlayalı beri, toplumsal mayalanış dinmemiştir. Bu kaynaşmaların nedeni, eğer yerli burjuvazilerin hemen emperyalizmin kucağına atılmaları değilse, mutlaka ve genellikle dış, emperyalist müdahaleler olmuştur. Bu yeryüzünün tek paylaşılmamış vaatkâr bölgeleri, emperyalizmin gözünden asla silinmemiştir ve silinemez. Türkiye mi dediniz? Evet, Türkiye'de Cumhuriyet burjuvazisi ile beraber görünüşte bir istikrar var gibi geliyor. Türk burjuvazisi bu istikran, hiç kuşkusuz, dış siyasetinde en sağlam ve içten temelde, proletarya diktatörlüğüne dayanmış olmasına borçludur. Fakat, dış siyasetindeki bu güçlü dayanağına karşın; Türkiye, bu her zaman: "Doğu cephesinde sakinlik var!" resmi tebliği ile ilân ede ede durduğu gerçek istikrarını bulmuş mudur? Bizzat burjuvazinin, resmi kitaplarlarla belirlediği, emperyalist ve dış müdahale ve suikastlarından sakınabilmiş midir? Hayır. Şeyh Said isyanından Menemen olayına kadar, birbirini kovalayan irili ufaklı sarsıntılar, emperyalizmin, Türkiye'yi yarı-sömürgelikten sömürgeliği doğru sürüklemek için, doğrudan ya da dolayısıyla tuttuğu, alkışladığı, kışkırttığı ve çok kere hazırladığı, bazen bizzat silahlandırdığı girişimlerden başka nedir? Türkiye'de göreceli bir istikrar yok değil. Bu konuda Çin'den çok Afganistan'a benziyor. Fakat bu göreceli istikrar, emperyalizmin yan-sömürgeler hakkındaki niyetlerinin değiştiğini kanıtlayabilir mi? STRATEJİ PLANI 31 "Bolşevik de oluruz, şeytan da!" tehditi emperyalizmin kolunu kanadını bıçak gibi kesmeseydi, sınır boyunda kaçakçı karargâhları besleyen ve kaçakçı şehirleri kuran emperyalizm, Ağrı dağının sancısını daha kaç kere tutturmazdı? Bütün bu söylediklerimizden çıkan sonuç şudur: Türkiye, siyasal bağımsızlığını başarmış olmasına karşın, emperyalizmin istinasında yansömürgelik durumunu kaybetmemiştir. Emperyalizm, dış siyasetinde Bolşevizme dayanan Türkiye'yi dış siyasetle sarsamadığından, iç çelişkiler ile avlamak için her zaman pusudadır. Ve her fırsattan yararlanır. Hele, Türk burjuvazisi dış siyasetindeki odağını kaybetmeye görsün, o Yüzellilikleri birer ülkü kurbanı gibi göğsünde taşıyarak gerçekte hâlâ Türkiye'nin "gerçek sahibi" tanıyan ve Anadolu yaylasını nüfusu pek çok olan İtalyan emperyalizmine peşkeş çeken Fransa başta olmak üzere, bütün "Dain"ler, Lahey "Yüksek Mahkeme"sinden çıkarttıktan bir kararla, ertesi güne Türkiye'nin taşını toprağını haczederler. Şu halde, Türkiye yarı-sömürgelikten yarı-kurtulmuştur derken bunu anlıyoruz: Türk burjuvazisi Bolşevizme sıkı tutundukça bağımsızlıkta istikrarını koruyabilir. Fakat, emperyalizm, bu bağımsızlığı ve bu istikrarı bir pula satmak için pusuda fırsat bekliyor. Bir sözcükle, bu bakımdan istikrar görünüşte ve geçicidir. 2- Küçük emperyalist ülkelerden Balkanlar ve devrim: Türkiye, yarım bir küçük emperyalist özelliği ile Balkanlar arasına girer. Balkan Federasyonu'ndan sayılması yerinde bir sınıflandırmadır. Balkanlar deyince neyi anlıyoruz? Şu üç çelişkinin kördüğümünü: 1- Büyük emperyalistler ve finans-kapital çelişkisi; 2- Balkan devletleri arasındaki çelişki; 3-İç çelişkiler. a) Büyük emperyalizmle Balkan emperyalistçikleri arasındaki ilişkiler: Derebeylikteki vasalla süzeren, bağımlı ile üst arasındaki ilişkiden farksızdır. Biliniyor: Üst arasıra bağımlısına bazı "hediye"ler verir, fakat sonra bu verdiğini bağımlının burnundan fitil fitil getirdikten başka, onu emirber neferi gibi, hudut bekçisi gibi vb. kullanır. Balkanlarda üst finans-kapital hazretleridir. "Hediye"si, ihraç değeri %80'lerin pek geçmeyen bilinen borç almalardır. Fakat bu borçlara karşılık, bağımlının siyasal ve ekonomik nesi var nesi yoksa, her şeyinin rakipsiz amiri ve sahibidir. Örneğin, Fransız emperyalizminin İtalya'ya karşı Yugoslavya, Sovyetler'e karşı Romanya, Almanya'ya karşı Çekosyovakya'dan ibaret olmak 32. YOL üzere kurduğu "Küçük Anlaşma" sacayağından Yugoslavya'yı ele alalım. 193l'e kadar yaptığı borçlar için her yıl beş altı yüz milyon dinar (193132'de 587, 1933-34'te 686, 1950-51'de 500, 1970-71'de 385 milyon dinar), bizim parayla 16 ile 19 milyon lira ödeyen ve ödeyecek olan Yugoslavya, 1931'de yaptığı 675 milyon dinarlık yeni bir borçla, önceki toplama yılda 169 milyon dinarlık bir faiz ve amorti daha ekler. Ne alıp ne verdiğini mi soruyorsunuz? Hesap ortada: 675 milyona karşılık ödeme toplamı 1.025 milyon dinar, yani yüz alınıyor 854 veriliyor. Fakat eğer kırk yılda ödenen taksitler hesaba katılırsa, alınan 100'e karşılık ödenecek paranın 1.135 olduğunu anlarız. Eğer iş bu kadarla kalsaydı, basit bir çağdaş tefecilik der, geçerdik. Oysa finans-kapital hazretleri tütün, tuz, kibrit, sigara kâğıdı, saharin tekellerinin yönetimini ve karşılığını eline aldıktan sonra, Sırp Milli Bankası'nın düzenini de istediği gibi değiştirdi: Bankanın başkanı, yardımcısı ve üyesi hükümetçe seçilecek... Dahası var: Yugoslavya "Borcun bitmesine değin bugünkü vergilerde bir onarım yapmamayı kabul ve taahhüt etmiştir."18 Bu klasik örnekleri öteki Balkanlılarda uzun uzadıya saymak yorucudur. Sözgelimi Romanya, buğdaylarını %200 fiyatla Almanya'ya satarak, 2 milyon sterling alacak... Alman murahhasları imza için Berlin'den hareket etmiştir. Fakat ansızın, ortalığa bir haber yayılır: Fransa'dan borç alınmıştır, Romanya'nın Paris elçisi Prens Gika Dışişleri Bakanıdır. Alman heyeti yarı yoldan, ters yüzü, geri döner. Adı geçen Romanya kralı Liberaller+Almanlar+Yahudiler tarafından kovulmuştu. Derken, Rumen Milli Çiftçi Partisi, Fransız bankalarının işaretiyle, serseri kralı havadan Romanya'ya kabul eder. Fakat az sonra, 7.6.1931, aynı finans-kapitalin bir işaretiyle, bu kez, Romanya kralı, kendisini yeniden tahta çıkaran ve Meclisin beşte dördünü oluşturan Milli Çiftçi Partisi'ni dağıtır. Liberaller+Almanlar+Yahudilerden ibaret "Milli Birlik"in ezici bir çoğunlukla oluşturduğu yeni Meclis'i "seçtirtir". Bulgaristan'ın Cemiyet-i Akvam kapısındaki "Medine dilenciliği"ni; 1932 başlarında, yine borç sorunu yüzünden Hacıyatmaz gibi taklak atan Venizelos'un bir telgrafla başbakanlıktan çekilip, diğeriyle yine yerine gelişini uzatmayalım, işte Balkanlar ve emperyalizm... b) Balkan emperyalistleri kendi aralarında: kedi ile köpek neyse, odurlar. Fakat kedilik ve köpekliklerinde hiç olmazsa bir kediyle bir köpek kadar olsun kendi ad ve hesaplarına bağımsız birer siyaset güdebilseler... 18. Cumhuriyet, 13.6.1931. STRATEJİ PLANI 33 Ne gezer! Bunun en güzel örneği, adı geçen "Balkan" Antlaşması oldu. Balkanlar, bilindiği gibi, eski Osmanlı toplumunda, birbirleriyle en içli dışlı olmuş ırk, millet, din ve kültürlerin kombinezonu, uyuşmasıdır. Henüz altmış yetmiş yıllık bir geçmişi olan yeni kapitalist Balkan devletçikleri, çeşitli nedenlerle, bu karmakarışıklığı, düzeltmek şöyle dursun ki bu zaten kalburla su taşımaya benzerdi- tam tersine, yapay ve şöven önlemlerle büsbütün çıbanlaştırdılar. Onun için, 1931 yılının Ekim sonlarına doğru İstanbul'a üşüşen Balkan delegelerini, gündeminde bulunmayan ulusallıklar ve azınlıklar konusundan fazla meşgul eden hiçbir şey olmadı. Arnavutlar, 2,5 milyon Arnavuttan 1,5 milyonunun Sırbistan'da olduğunu söylerken, bunlar "mülkiyet haklarına bile sahip değildirler" diyorlar. Bulgarlar, azınlıklar konusu çözümlenirse herşey iyi gider düşüncesinde... Rumenler, azınlıklar konusu çözümlenirse birlik olacağını ilân ederler. Fakat örneğin Yugoslavlardan Filezoviç: Biz gündem maddelerinden başka şey konuşamayız, diyor, gündemde azınlıklar yoktur. Türk azınlıkları yok sanmayın. Yunanlılarla: "Söylesem etkisi yok, sussam gönlüm razı değil" tarzında şimdilik örtbas edilen azınlık sorunu bir yana bırakılırsa, Türklerce dokundurulan şu iki nokta kekeleniyor: Yugoslavya'da, 1920'dc "agranaforma" yasası ile, Türk mülkleri zorla alınır. Arada biraz kira miradan sonra karşılığında hiçbir şey verilmez! Bulgaristan'da, 1912'den önce doğmuş ve Türkiye uyruğunu korumuş olanların, malları geri verilecek. Bunun için anlaşma var. Ama sonuç yok! İki sözcük de, perde arkasında oynamak isteyen kodaman emperyalistlerin rolüne ilişkin, bizzat Balkanlılara söyletelim. Arnavutların dediği (İtalya adına): "Balkan federasyonu, ağabeylerimiz, yabancıların zararlı ve uğursuz etkilerine kapılmayacak kadar sağduyu sahibi olsalardı, çoktan gerçekleşmiş olurdu." Yugoslavların (Fransa adına) dediği: "Geçmişin hâlâ etkisini korumakta olduğu, Balkanların dışında bir Balkan birliğine karşı güçler bulunduğu"nu kaydettikten sonra: "Arnavut delegeleri, İtalyan diktatörlüğünün yönetmeliğini koruyarak konferansa katılmışlardır" Vb... c) Balkan emperyalistlerinin içi: Kodaman emperyalizmin şöven aletleri, Balkan devletlerinin iç siyasetini ayrıca tanımlamak için zahmete girmek boşuna değil midir? Balkan halkını kasan kavuran kara güç, çağdaş sözcüğüyle faşizmdir. Romanya'da Fransız bankalarının parmağında "kamuoyu" dolabının nasıl döndüğüne işaret etmiştik. Bulgar köylerinde ve sokak başlarında her gün kurşun alıp veren general, profesör ve komitacıların yüzünü tanımayan var mı? (Örnek: 8.9.1931, Cumhuriyet: Üç 34 YOL köyde komünistlerle asker ve subaylar arasında çatışma, 3 yaralı, 3 ölü, birçok tutuklama, Komünist Partisi Genel Sekreteri sokakta öldürülür, vb.) Yugoslavya kralı, 6 Ocak 1929'da "vatanı tehlikede" görünce Meclis'i dağıtmıştı. Yeni borçlar şerefine 3.9.1931'de yeniden açtığı Meclis'e, üyenin yarısı Kral, yarısı halk tarafından seçilecek... Galiba yarı üyelerin Kralca atandığını öğrenen halkın da yarısı (seçmenlerin %50'si) seçime nezaketen katılıyor... Bütün bunlar hep biliniyor. Fakat bilinen bir nokta, Yunanistan gibi en "demokrat" geçinen bir ülkede olup bitenleri de, bir işaret olsun türünden hatırlayalım: 28.6.193 l'de Selanik, Makedonya, Kavala'da Hıristiyanlar (Yunan burjuvazisi) Yahudilere (rakiplerine) karşı saldırıya geçmek için 30 bin tabanca sağlamış. 25 bin kişi Kampbel mahallesine "intikam!" diye saldırmış. Az önce, Makedonya Cemiyeti ile işbirliği yapan Yahudi Makabi Cemiyeti'nin Selanik'teki dükkanları yağma edilmiştir. Aynı tarihlerde basın yasalarının değiştirilmesi ortaya çıkar ve Venizelos'un istifasına kadar dayanır. 18.8.1932'de Yunanistan'da varolan bütün komünist (spor ve edebiyat) kurumları da "fesh"edilir. Çelik miğferliler örgütü, vb, vb... Sonuç: 1- Türkiye, yarı-sömürge olduğu oranda, emperyalizmin "iştihasını açan" bir pazar olarak, her zaman "dış müdahale"lere sahne olacaktır. Meğer ki emperyalizm ayda yeni bir sürüm bula, ya da bizzat kendisi -tabii o zaman Türk burjuvazisiyle birlikte- aya sürüle... 2- Türkiye, Balkan yarı ve küçücük emperyalistçiği oldukça, yukarıda saydığımız üç çelişkinin, tam olmasa bile, yarı yarıya kördüğümüdür: a) Finans-kapitalin, özellikle Fransa'nın, borçlarını asla inkâr etmeyen namuslu bir haraç verenidir. Cemiyet-i Akvam folluğunda bakalım ne yumurtlayacak bizim burjuvazi. Eğer Sovyetler'den kopuşursa, Kont Bethlen'in 1931 yılının 8. ayının ortalarında, 5 milyon sterlinlik borcu başkalarının eline bırakarak, 10 yıllık yorgunluğunu K. Caroly kabinesine katılımıyla dinlendirdiği gibi, İsmet'in de 1932 ya da 1933 yılının, rastlantı bu ya, sözgelimi 8. ayının ortalarında, şu kadar milyon franklık borcu başkalarının eline bırakarak, yedi sekiz yıllık yorgunluğunu eski Paris büyükelçisi Serbest Fethi kabinesine faal olmayan bir şekilde katılarak dinlendirmek için, Büyükada'da "sıtma"sını geçirmeye dönmeyeceğini kim temin edebilir? b) Azınlıklar konusunda, Türkiye değiş-tokuş faciasıyla, yalnız ileri rakiplerinden kısmen sıyrılmış ve kısmen zorla bir mülksüzleştirme yoluyla biraz sermaye biriktirmiş olmaktan başka bir şey yapmadı. "Geri -eko- STRATEJİ PLANI 35 nomik yönden az gelişmiş- ezilen ulusallıklar ile Balkan azınlıkları, herhangi bir Balkan devletinden çok fazlasıyla, Türk burjuvazisi için de aynıdır. c) İnsaf edelim de, artık Kemalizmin faşizmden ayrılan noktalarını aramakla zaman yitirmeydim.19 O halde, sonucun sonucu: Türkiye, bir Balkan devleti olmak itibarıyla da, Balkan çelişkilerinin katmerlisine sahiptir. Balkan çelişkilerinin bir siyasal bunalım ve savaş sırasında ne sentezler vereceğini ise, bir komünist değil, Selanik'i güney Danzig'i yapmak için Lehistan'a giden ihtiyar Yunan tilkisi söylesin. Ortodoks ve sinik finans-kapital temsilcisi Venizelos, komünist örgütlerin kökünü kazımak üzere Yunanistan'a 1931 Ağustos sonu dönüşünde, aynen şöyle demişti: "Bir dış savaş olursa, mutlak iş savaşa dönecektir."20 Yeterli değil mi? B- îç Çelişkiler: Dünyada ve özellikle yakın Avrupa'da kopacak herhangi kapsamlı bir siyasal bunalımın, bir savaşın, daha çok dış ilişkiler açısından yapabileceği etkileri yukarıda gördük. İç çelişkilerin böyle bir bunalımdaki rolü ne olabilir? Bu rolü belirleyen iç çelişkiler nelerdir? Bunu daha iyi kavramak için, ezberden akıl yürütüleceğine, somut bir karşılaştırma yapmak, ilk satırlardan beri tuttuğum yöntemin de "meşrebine uygun" olacak... Dünya Savaşı'nda muzaffer olan proletarya devrimi hangisidir? Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği devrimi! Çar Rusyası'ndan proletarya diktatörlüğüne doğru bir sıçrayışta geçen bu ülkede, bu yüce atlayışı ortaya çıkaran çelişkiler nelerdi? Kısaca hatırlayalım: 1- İşçi sınıfı için: Çarlık, en berbat barışta tekelci, savaşta devletçi ser mayenin domuzuna sömürmesi demekti. Bu durum, işçi sınıfı ile Çarlık emperyalizmi arasında hemen meydan savaşına döküldü. Ve bu çarpışmadan en devrimci ortodoks Bolşevik Partisi doğdu. 2- Genellikle köylü, özel olarak sömürge halk için: Sermaye+otokrasi +militarizmin elbirliğiyle zulüm+soygunu... 3- Avrupa emperyalizmi için: Çarlık, milyonlarca kitleyi sürü gibi kullanan, bitmez tükenmez bir yardımcı gücüydü. Çarlık Rusya'sının Av rupa emperyalizmine ihtiyaç gücü olduğunu söyleyince, bundan anlaşılan anlamlar şöyledir: 19. Araya sıkıştırılmış olan üç dört sözcüktük bir cümle okunamamıştır. 20. Cumhuriyet, 25.8.1931. 36 YOL a) Yabancı sermaye Rusya ekonomisine egemendi; b) Çarlık, yapılmış yüz milyonlarca borçların, Rus halkından alınması için, yabancı bankaların tahsildarı ve finans-kapitalin "bekçi köpeği" rolünü oynuyordu: c) Sömürge ve yarı-sömürgeler üzerinde kara-koncolos gibi dikilen Çarlık, istila çapulundan pay ister ve alırdı. Bu üç grup iç çelişki, uluslararası dış çelişkilerin alevlendiği bir anda, Çarlığı ve kapitalizmi tepesi taklak getirdi. Acaba Türkiye'nin, bu üç açıdan manzarası nedir? Bir kere daha belirttiğimiz gibi, pek farklı değildir. "Halep oradaysa, arşın burada!" Ölçelim: 1- İşçi sınıfı için: Tekelci sermaye Dünya Savaşı'ndan önceki Rusya'ya rahmet okutacak derecededir. Bunu ileride göreceğiz. İşçi sınıfının en ufak ekonomik bir hareketi bile, şiddetle siyasallaşmaya zorunlu olur. Ve tıpkı Rusya'da olduğu gibi, işçi sınıfının mücadelesine girenler, meclislerde bülbül kesilemeyecekleri için, "ya bu deveyi gütmeye, ya bu diyardan git meye" zorunlu olurlar. "Bu deveyi güden"ler için bir tek yer kalır: kitlenin sık ormanlığı, Komünist Partisi'nin "kale'leri içine karargâh kurmak... 2- Genellikle köylü, özellikle sömürge halkı için: tekelci sermaye+ militarizm Çarlığınkinden farksızdır. Özellikle Türkiye'nin sömürgesi olan Doğu illerinde, Çarlığın "otokrasi"si yerine, daha berbat ve daha kat merli bir yoketme sistemi vardır: terörist sıkıyönetim ve derebeylik geçer. Ve bütün ülkede, sıkı proleterleşme ile birlikte, devrim de şehir sınırlarından dışarıya sızmadığı için, köyler derebeyi artıklarıyla ezilir. Bunu da ileride göreceğiz. 3- Avrupa emperyalizmi için: a) Yabancı sermaye Türkiye'de egemen dir (göreceğiz); b) Türk burjuvazisi, Avrupa emperyalizminin "bekçi köpeği" değildir; fakat borçlarına karşı gösterdiği "namuslu"luğu, Cemiyet-i Akvam'a alkışlarla kabulü, şimdilik, Türk burjuvazisinin, Avrupa finans-kapitalinin sadık bir "tahsildar"ı olmaya kararlı olduğunu gösteriyor; c) Üçüncü nokta, Türkiye'de diyalektiktir: Türkiye, sömürge işinde aynı zamanda hem "bağımlı" hem de "üst" durumundadır (bu noktaya da yine geleceğiz)... Şu halde, Türkiye'de iç çelişkiler, Savaş'tan önceki Rusya'daki benzerine oranla kolay "ehven" değil, "şerr"dir. Genel Devrim Sonucu: Yaklaşan devrim bunalımında, Türkiye, en büyük toplumsal altüstlüğe hassas ve adaydır. Türkiye'nin bugünkü du- DÜŞMAN: BURJUVAZİ 37 rumu, bir yangınla bir barut fıçısı arasında bulunuyor. Yangın, sömürge ve yarı-sömürgeler; barut fıçısı, mağlup ve bağımlı iç, Orta Avrupa'dır. Yangın Çin'de çoktan tutuştu. Çin Hindi ve Hindistan'ı geçip geliyor. Suriye'de kapımızı çalıyor. Barut fıçısı Almanya'da, kıvılcım bekliyor. Balkanlar, o çok eski toplumsal olarak "volkanik" ülke, yeni bir patlama için bir çıban gibi topluyor. Bugün cumhuriyetçiliğin idamlara kapı açtığı Yugoslavya'da, yarın demokratik burjuva devrimini, proletarya devrimine dönüştürmek günün sorunu olabilir ve Balkanlar bir daha ve belki nihai olarak "tutuşmuş Balkan", "yanardağ" olur. Türkiye'ye şu iki kutbun sentezi düşüyor: Çin: sömürge ve yarı sömürgeler Türkiye Almanya: bağımlı Balkan emperyalistçikleri Derin sermaye ve iş çelişkisinden sonra, Türk burjuvazisinin dengesine doğrudan doğruya kazık gibi saplanan iki büyük zaafı vardır: 1- Köylü konusunun bir özel şekli demek olan ulusallık sorunu: "Doğu" sorunu; 2- Emperyalizmden gelen ayrıcalıklar ve borçlar konusu: "Batı soru nu"... DÜŞMAN: BURJUVAZİ SERBEST REKABETÇİLİK VE KAPİTÜLASYONCULUK Burada düşman sınıf deyince örnek olarak burjuvaziyi alıyorum. Kuşkusuz çağdaş kapitalizmde düşman egemen sınıf bir değil iki tanedir: Kapitalistler ve büyük toprak sahipleri... Hattâ Türkiye gibi geri ve tarımsal ülkelerde bir üçüncüsü: derebeyler ya da artıkları bile var. Türkiye'de egemen ekonomik ilişkiler, kapitalist ilişkileri olduğuna göre, proletarya devrimin egemen düşmanı da, bu ilişkilerin en "saf temsilcisi olan burjuvazi olabilir. Gene onun için, genellikle burjuvazi dedikçe bütün egemen sınıflan kastedeceğim. Bu bir. İkinci bir nokta daha var: Strateji planında toplumsal düşman bir toplumsal düzen ve egemenlik temsilcisidir. O düzenin bir ülkedeki özellik ve anlamları üzerinde durul-mazsa, temsilcisi hakkında layıkıyla fikir edinmenin olanağı var mıdır? Türkiye'deki düzen -tabii egemen düzen demek istiyoruz- kapitalizmdir. "Türkiye kapitalist ilişkileri" diye ayrı bir bölüm açma konumuz dışında, geniş bir alan olduğundan, burada o ilişkilerin en önemli karakteristikleri üzerinde durmanın en "kısa, yararlı" biçimi, kapitalist sınıf hakkında yapılacak kısa bir tahlille olabilir. Meşrutiyet burjuvazisi ticaret burjuvazisiydi. Hattâ tamamen o bile değil, ticaret burjuvazisinin yamağıydı. Çünkü: 1- Ticaret, Batı mallarının sürümüydü. Batı malları ise, o zamana kadar genellikle Rum (Fransız malı) ve Ermeni (daha çok ingiliz malı) tüccarlarının toptan gördüğü işti. Türk burjuvazisi, bu büyük tüccarların rakibi olmadan önce, basit ve alçakgönüllü perakendecisi oldu; 2- Madem ki ticaret Batı mallarının sürümüydü, ticaret kredisi de, genellikle, yabancı bankaların elindeydi. Yani Türk tüccarının sermayesi de yabancı krediden geliyordu. Bu durum, kozmopolit Osmanlı psikolojisinin yanı başında kozmopolit ekonomiye karşılık kozmopolit bir ideoloji yarattı. Meşrutiyet burjuvazisinin öz temsilcisi Cavit, daha Ermeni rakiplere karşı meydan savaşı başlamak üzere olduğu 1888'lerde, bu ticaret bezirganlığından öteye geçememe teorisini, başka bir deyişle Avrupa sanayinin Türkiye bayiliğini ve kapitülasyonları haklı çıkarma ve ebedileştirme konusunda elinden geleni yapıyordu. Sonra kellesiyle ödediği bu siyasal aczin ekonomik "haklı çıkarılış"ı ile bir şeyi kanıtlamak istiyordu: koruma yöntemi olamaz! Sanayice geri bir burjuva düzeni, ekonomik gelişimi için bir tek çareye başvurabilir: Dört bir yanını gümrük sınır ve surlarıyla zırhlayarak, yerli üretimi (üretim primi, ihraç primi vb.) ile pompalamak... Organik bileşimi yüksek olan büyük kapitalist ülkelerin dağlar gibi mal yığınları karşısında "ulusal" bir sanayi yaratmanın başka olanağı yoktur. Fakat, gel gelelim, Osmanlılığa, onun kolu bacağı kapitülasyon zinciriyle bağlı; örneğin gümrüğün %1 inmesi ya da çıkması için, ülke içinde birkaç ayaklanma çıkması ve "Düvel-i Muazzama'nın bin ince eleyip sık dokuduktan sonra bir karara gelmesi gerekir. Kıyamet kopsa, eğer koca "düvel"ler izin vermezse, Osmanlı tmparatorluğû'nda kıl kımıldayamaz. Her yıl açık vere vere boğazına kadar borç batağına gömülen "hazine"den "Has Bendegân"a verilen "Atiyye-i Seniyye" ve "îhsan-ı Şahane"den başka, kapitalist efendilere "prim: ikramiye" vermeyi düşünmek, olmayacak duaya amin demekten farksız... O halde Türk burjuvazisi için, iç ve dış çelişki ve baskıları herhangi bir devrim ateşiyle silip süpürmeden, herhangi bir sanayi girişimine girişmek olanaksızdı. Devrim mi dediniz? İşte meşrutiyet ve meşrutiyet öncesi burju- 42 YOL vazisinin "aklına" sığmayan (elinden gelmeyen anlayın) bir yöntem. Yabancı sermaye hazretlerinin izni olmadan, Türk burjuvazisi bu işe nasıl gelebilirdi? İşte bütün bu mantıksal ve besbelli gerçeği olduğu gibi görmekten çekinmeyen meşrutiyet ve meşrutiyet öncesi Türk kapitalizminin bilim adamı, herhangi bir burjuva bilim adamı gibi, kendi sınıfsal ikiyüzlülüğünden kurtulamıyor. Ve korumacılığı yapamayız demiyor da, korumacılık olamaz, yanlıştır, kötülüktür vb. diyor. Neden olamazmış? Çünkü -hayır, kapitülasyonlar elimizi kolumuzu bağlamış, saltanat gırtlağımıza oturmuş falan değil- 1- Korunmayan sanayiye yazık olur; 2- Tüketiciye yazık olur; 3- Vergi verene yazık olur; 4- İşçiye yazık olur; 5- Bir kere koruma başlarsa, bir daha önüne geçmek şöyle dursun, günden güne beterleşin.. Hepsi doğru. Yani: 1- Küçük üretim ortadan kalkar; 2- Tüketici olan ve vergiden başka artı-değer de veren işçiye "yazık olur"; 3- Korumacılık tekele karar ve günden güne beterleşir. Fakat: a) Herhangi bir ülkede kapitalist gelişimin kaçınılmaz sonucu değil mi bunlar? b) Acaba Osmanlı burjuvazisi küçük üreticilerle işçiyi ve tüketiciyi düşündüğü için mi himayecilik yapamıyor, yoksa kapitülasyonları ve sultanı hatırından çıkaramadığı için mi? Tabii, burjuva bilim cepheden gidemez. Zayıflığını da itiraf edemez. Onun için şu kaçamaklı açıklamalara girişir: 1- Korunmayan sanayiye yazık olur: "Uygar kavimler hastaların tedavi si, çocukların eğitimi, suçluların cezalandırılması için hastaneler, okullar, ce zaevleri açar ve bunların genel giderlerini karşılar. Bu giderleri gerçekte karşılayan (Siz, çalışkan insanlar, işçi ve köylü sanacaksınız; hayır, burjuva kuru bilgisinin seçkin parçasını, Allah, böyle kaba somutçuluğa düşmekten saklasın!) ülkenin sanayisi, tarımıdır. Bunları da yukarıda belirtilen kurumlar arasına katarsak, o zaman bunlar da dahil olmak üzere bütün bu giderleri kim karşılayacaktır? O zaman bütün bu büyük yük korunmayan sanatlara yüklenilmiş olur."1 2- Tüketiciye yazık olur: "Tüketiciler koruma yönteminin bu ağır yüküne bir süre için dayanabil irse de bu durumun sonsuza dek devamına elbette razı (?) olmazlar. Fakat ne yazık ki (!) koruma yöntemi bir kez konulunca artık kaldırılması kolay olmuyor."2 3- İşçiye yazık olur: "Deneyle sabittir ki, koruma altındaki sanayide işleyen işçi serbest mesleklerle işleyen işçiden daha az ücret alır. Bundan başka, koruma yönteminin doğal sonucu eşya fiyatını arttırmak olduğundan, 1. Mehmed Cavid: İlmi tktisad, c.m, s.304. 2. Mehmed Cavid: A.g.e., s.305. DÜŞMAN:BURJUVAZİ 43 işçi bu şekilde de zarar görür. Bir de koruma yöntemi konu olmasaydı, işçiler kendi emek ve işlerinin daha çok verim vereceği mesleklere girerlerdi."3 4- Vergi verene yazık olur: "Koruma yöntemi ülkede genel refahı arttırır: bundan yanlış bir iddia olamaz. İki üç kişinin kazanması için bütün tüketicileri zarara sokmakta (Meşrutiyet burjuvazisinin Kemalizme ithaf edilecek ne güzel itirafı...) olduğu halde nasıl olur da koruma yöntemi ülkede genel refahı arttırır? Birçok sanayi ürünü korununca, bunların hepsinin fiyatları artar, ülke içinde geçinmek, yaşamak güç olur, halk acı içinde kalır.(a..b.ç.)"4 "Hükümet hazinesinden prim olarak verilen tutar bile (Kemalizmin kulağına kurşun!) doğal olarak mükelleflerin cebinden çıkar."5 Bütün bu Avrupa emperyalizminin "nam-ı nâmî-i hazret-i şehriyarî"sine yapılan serbest rekabet pehlivanlığıyla, meşrutiyet burjuvazisinin en ünlü ve bilgin kılıklı kahramanı ne demek istiyordu? Onun bir kısmını yukarıda söyledik: yabancı sermayeye ödün! Fakat bu işin olumsuz yanıdır. Olumlu yanı da var. Yani serbest rekabet burjuvazisi, elbet kendi sınıfsal geniş ve uzak çıkarları adına da, ideolojisinde bir temel kuruyordu. Serbest rekabetçi demek istiyordu ki: "İki üç kişinin kazanması için" koruma yöntemi iki sonuca varır: 1- Halk ve işçi sınıfı için: "Az ücret + hayat pahalılığı ("eşya fiya tının arttırılması) + ağır vergi a) alım gücünü düşürür, emtia" sürümünü azaltır; b) işgücü tekelci sermayenin birleşik cephesi karşısında kalınca, "işçiler kendi emek ve işlerinin daha çok verim getireceği sanatlara gire mez", bu durum işçinin ekonomik mücadelesini siyasallaştırır; c) Soygu nun (sömürünün) şiddeti kitlelerde ayaklanma yeteneğini alevlendirir, vb... 2- Egemen ve kapitalist sınıflar için: Korunan zümrelerin ayrıcalıklı tekelleri doğar ve bir kere tekele dönüşen serbest rekabet bir daha geri dönemez: "Ne yazık ki koruma yöntemi bir kez uygulanınca artık kaldırılması etkili olamıyor... Bundan başka şimdiye kadar olagelen deneyimlerle sabitlik düzeyine varmıştır ki bir kez arttırılan gümrük resimlerinin indirilmesi şöyle dursun, günden güne daha ağır, daha dayanılmaz ötesi bir dereceye ulaşması kaçınılmazlaşmaktadır. "6 Bu güçler kapitalizmi nerelere kadar götürebilir? Bir sınıf egemenliğinden bambaşka, bir avuç finans oligarşisi, "iki üç kişinin kazanması için" tekelci sermaye diktatörlüğüne... O zaman kapitalizm bir hisse sene3. Mehmed Cavid: A.g.e., s.305. 4. Mehmed Cavid: A.g.e., s.305-306. 5. Mehmed Cavid: A.g.e., s.311. 6. Mehmed Cavid: A.g.e., s.308. 44 YOL di kadar kâğıt üstünde soygun düzeni, kapitalist unsur üretimden soyutlanmış tam bir asalak haline gelir. Ve bu asalak bürokrasi, birinci maddede söylenen ayaklanmacı proletarya ve halkla karşılaşınca, sonuç kendiliğinden çıkar: devrim! Evet, ister Avrupa kapitalizminin kozmopolit bayiliği adına, ister kendi sınıfsal zayıflığını örtbas etmek amacıyla, isterse koruma ve tekelci sermayenin doğuracağı ucubenin tehlikesini önceden ihtar anlamında olsun, yapılan eleştiri, sosyal-demokrat Kautsky'lerden, liberal Hobson'lara kadar bütün küçük-burjuva ideologlarının, daima kodaman burjuvazi ad ve hesabına yaptıkları, kapitalizmin kaçınılmaz olarak sonuna doğru tekerlenip gidişine engel olma iddiasındadır. Tabii her öznel iddia gibi bu "serbest rekabet" savunuculuğu da, bütün dünya da olduğu gibi Türkiye'de de, somut koşullardan ilk fırsat yüzü görür görmez, kendi "kaza ve kader"ine doğru dört nala gitmeye mahkûmdu. SANAYİLEŞME VE YENİ EVRENSEL TÜRKÇÜLÜK Dünya Savaşı eğer bir kıyamet (katastrof) ise, mahşere çıkan insanlardan bir kısmının cehenneme gitmek üzere boyunlarına lanet halkasını geçirdikleri, geri kalanların da cennetin kapısını çaldıkları söylenebilir. Türk burjuvazisi bu "cennetlik"lerden biridir ve "kahır yüzünden lütuf dedikleri de budur. Dünya Savaşı: 1- Ekonomik açıdan müthiş meta kıtlığı; 2- Toplumsal açıdan ezilen ulusların devrimci bir eksen çevresinde, Bolşevizmin sloganlarına göre kalkınması; 3- Siyasal açıdan, bu ekonomik ve toplumsal etkenlerin dayattığı "ulusal savunma" zorunluluğu... yüzünden Türkiye'de de yerli sanayinin gelişimini bir emrivaki yaptı. Bu sanayi herşeyden önce nasıl bir sanayiydi? Bütün sanayice geri ülkelerde nasılsa, öyle... Cumhuriyetle birlikte doğan sanayi harekelinde şu iki zorunluluk egemendi: 1- Ulusal savunma zorunlulukları: Fişek, barut tekelleri, varolan lmalat-ı Harbiye'nin takviyesi, ordu malzemesi sanayi; 2- Meta kıtlığı zorunlulukları: Şeker sanayi Dünya Savaşı'nın söz ko nusu vagon ticaretinin tepkileridir. Bu iki grup zorunluluktan çıkan sanayinin ana özelliği, "düşük teknik" temeli üzerinde kurulmasındadır. Bu niteliğin, eğer özellikle Türkiye'de bir özellik gösteren ikinci derece etkenlerinden, emperyalizmin kısmi sabotajı bir yana bırakılırsa, klasik nedeni iki tanedir. (Yani sermaye de bulsa, Türk burjuvazisi bundan ilerisine, "yüksek teknik"e, örneğin ağır sanayiye giremez.) Çünkü: a) Türkiye için böyle büyük sanayinin mallarını sürüm yapacak dış pazar yeryüzünde kalmamıştır; b) Türkiye'nin iç pazarıysa, böyle bir sanayiyi besleyemez, götüremez. Çünkü "o terazi bu kadar sıkleti çekmez"... Türkiye'de savaş sonunda türeyen sanayinin tekniği hakkında bir fikir edinmek için bir istatistiğe bakalım. Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti'nin 1929'a kadar Türkiye'de varolan fabrikaların istatistiğini veren Milli Sanayi Kataloğu'na. göre Türkiye'de 1510 fabrika vardır. Varolan fabrikaların işbölümüne göre her şubeye düşen sayı ve yüzdeleri şunlardır: 46 VOL DÜŞMAN:BURJUVAZİ Sanayi şubesinin adı Varolan Fabrikaların say ısı Dokuma Gıda maddesi Madeni eşya Kimyasal mallar, sabun, soda, tıbbi pamuk vb. Taş, cam, toprak işleri Deri Matbaa, kâğıt ve türevleri 350 556 196 Fabrikalar toplamına göre yüzdesi 29,13* 36.81 12.98 170 44 75 54 11,26 2,89 4,96 3,56 İstatistik ortada: Belli yedi bölüme ayrılan Türk sanayisi içinde, ağır sanayiye, üretim araçları üretimine ilişkin tek bir madde yok. (Ford'un bölümü, varolan otomobil parçalarını gümrükten ve fazla nakliye ücretinden kaçırıp bir takıp koyvermek, montaj fabrikasıdır.) Toprak işleri sırasına girdiği anlaşılan çimento sanayinin de makine sanayiyle bir ilgisi olamayacağını eklemeye gerek yok. Fakat ilk bakışta göze çarptığı gibi, "temel sanayi" adını alan yalnız iki üretim kolu, gıda ve dokuma sanayileri, bütün fabrika toplamının hemen hemen üçte ikisini (%65,94'ünü) oluşturuyor. Büyük sermaye bakımından bu oranlar nedir? Türkiye'de 1929 yılına kadar varolan sanayi hisse senetli şirketlerinin manzarası bize bu konuda yeterli bir fikir verebilir. Bütün Türkiye sanayi şirketlerinin gerçek sermayelerine oranla sınıflandırılması ve yüzdeleri şöyledir:** * Tabloda verilen fabrika sayısı toplamı 1510 değil, 1445'tir. Yüzdeler ise 1510 üzerinden yapılmıştır. Dolayısıyla tabloda verilen yüzdeler toplamı da aynı oranda eksik bulunmaktadır. Arada bir maddenin atlanmış olduğu anlaşılıyor. Öte yandan, %29,13 olarak verilen oranda bir rakam hatası vardır: 9 ile 3'ün yer değiştirmiş olduğa görülüyor. Doğrusu %23,19 olmalı. Dolayısıyla tablonun altındaki paragrafta verilen gıda ve dokuma sanayi toplamı da buna göre değişmekte, tam %60 olarak bulunmaktadır. Ne var ki, bu düzeltmeler, metinde geliştirilen tezi etkileyecek ölçülerde değildir. Hattâ bu şekilde bir sonraki tabloya dayanılarak elde edilen %56,6 oranına daha da yaklaşılmış olmaktadır. ** Bu tablodaki rakamların nereden alındığı belirtilmiyor. Ancak Sermaye Harekeli (H. Tahsin, R. Saka, istanbul 1930) adlı kitaptan alınmış olabilir. Dokuma, nebati yağ, halı, iplik Çimento, çini, değirmen taşı Değirmen Gıda maddeleri Maden kömürü Madeni eşya, tesisat, elektrik Kimya, sabun, tıp eşyası Kâğıt, palamut, deri, meyan kökü Toplam 47 Her şubenin sermayesi Tüm sermayede (TL) 17.798.830 4.919.347 2.968.000 5.330.000 7.455.000 5.208.000 1.790.000 1.433.193 46.902.370 yüzdesi %37,7 10,4 18,9 15,7 11,0 3,6 2,9 100,2 Burada da gıda ve dokuma sermayesi %56,6... Fakat: 1) Hesapta %15,7 olan maden kömürü sanayi de dahil; 2) Bu arada örneğin 50 milyon lira gibi bir tescilli sermaye kaydeden Nestle şirketini, salt yabancıdır diye, Türkiye sanayisi sırasına sokmadım. Bu iki nokta göz önüne alınırsa, yukarıda fabrikalar sayısı hakkında elde ettiğimiz oranda aşağı değil, belki yukarı bir yüzdeyi gıda ve dokuma sanayilerinde bulmak olanaklıdır. Bununla birlikte ne olursa olsun, varolan Türk sanayinin bileşimi ortada... "Düşük teknik" temeline dayanıyor. Türk sanayinin ülke dışına ihracı mı? Oluyor. Bunlar, başta dokuma ve gıda maddelerinden bazıları gelmek üzere, deri, kâğıt işleri ve bazı yeraltı ürünleri, sonunda kimya ve ecza maddeleridir. Bu ihracata ilişkin gelişigüzel şu örnekleri verelim: 1930 yılına kadar: 1- Selanik fanilası: Yılda yapılan 10-15 bin kilodan 4 bin kilo kadarı Suriye, Mısır, Irak'a satılır. 2- Hah: 12 milyon sermaye gibi, Türkiye için müthiş sayılmaya değer olan bir güçle bütün Ege bölgesine ve dolayısıyla Türkiye halıcılığına bir İngiliz şirketi egemendir. İpek halılar Amerika, Londra ve Viyana'ya gider. Fakat bu alanda Türk burjuvazisinin yakın rakipleri Iran ve Yunanistan'dır. 3- Konserve: Yılda 5 milyon kutu üretimden ancak 500 binini Fransa'ya, İngiltere'ye, Amerika'ya, Mısır'a ve Belçika'ya ihraç eder. Rakibi gene, daha ucuza mal eden Yunanistan. 4- Dericilik: Hemen hemen yalnız Sovyetler tarafından satın alınır. 5- Kömür: Yunanistan, Romanya, Felemenk, bazen İtalya... Rakip Sovyetler. 6- Zeytinyağı: Artık sanayi ürünü sayarsak, onun da bir yıl İtalya, Marsilya ve biraz Mısır'a ihraç edildiğini, ertesi yıl ithal edildiğini kaydetmiş olalım. 1931'den sonra: Öncekilerden başka: 1- Çikolata: Önce Bulgaristan'a, Yunanistan'a, sonra da şekerinin fazlalığı sayesinde rağbet bul- 48 YOL duğu Suriye, Mısır'a satılır. 2- Kereste: Yılda 225 ton kadar ihracatın çoğu Fransa'ya olur. 3- İran'a: Pamuklu, kâğıt ve türevleri, şemsiye satıyoruz. (Fakat sabun, şeker ürünleri, çikolata, ıtriyat, kimya maddeleri, trikotaj, ipekli kumaş, içkiler de göndermek düşünülür...) İşte Türkiye'nin "sanayi genişlemesi" bu... Fakat, bütün mallarından çoğunu İran'a satmaya niyetlendiğinden midir nedir, Türk burjuvazisi, bir İran abartmalı düşler dünyasına düşmüştür; evreni kucaklamak isleyen kulaçlarla tuhaf karşılaşmalara kapılmış gidiyordur. Sanırım, burjuvazinin "kıyafet devrimi, "şapka devrimi" vb. gibi maddiyat alanında "bütün" devrimleri pişirip kotardıktan sonra bu kez artık maneviyat alemini devrime vermenin sırasını düşürüp, gürültülü patırtılı kongrelerle giriştiği "tarih devrimi"nden söz ettiğimi anlamayacak kimse yoktur. Bu eğlenceli konu üzerinde durmak "vaktin nakit" olduğunu anlamamaktır. Fakat nakite karşı duyduğumuz horgörme duygusuna bir daha yenilerek, dehalar Türkiyesinin "tarih devrimi" üzerinde birkaç satır durmak zevkinden kendimizi mahrum etmek istemiyorum. İşin başı meşrutiyet burjuvazisine dayanır. Turan manzumesinden bir parça: "Sahifelerde değil, çünkü Atilâ, Cengiz Zaferle ırkımı süsleyen bu alınlar O tozlu çerçevelerde, o iftiraya uğramış Bölge içinde görünmekte kirli, utangaç; Fakat onurla gözükmekte Sezar ve İskender!" Meşrutiyet burjuvazisinin bu Osmanlıca Pan-Türkizmi, kısık sesiyle, Atila ve Cengiz'lerin sayfalarda olmayışından şikayet ediyordu. Meşrutiyet Türkçülüğünün biricik ideoloğu Ziya Gökalp de, Diyarbakır ağasının çakşırı üstünde Durkheim'ın silindir şapkasını geçirmekten ve: "Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur. Sinem, özüm ateş ile doludur. İnsan olan vatanının kuludur. Türk evladı evde durmaz giderim" tarzında Osmanlı yurtseverliğinden ileriye geçemedi. Bununla birlikte, her ne pahasına olursa olsun yeni bir çığırı o açmıştı. Onun için, adının sonuna "Gökalp" diye bir kuyruk taktıktan sonra faal Türkçüler sırasına geçen Ziya, Kürtçülük deminin melankolik bir bunalımında beynine sıktığı kurşun yüzünden öbür dünyaya göçtükten sonra, burjuvazi, ola ki bu: "Sultana imdâd eyle ya Rabbi! Ömrünü müzdâd eyle ya Rabbi!" ayarında bir bukalemun ideologdan da DÜŞMAN: BURJUVAZİ 49 mahrum kalmak felaketine uğradığını anladı. Bu yoksulluğun anlamını ölçmek için, yıllarca sonra, Yunus Nadi'nin şu başmakalesinin başını okuyalım: "Ziya Gökalp aramızdan çekileli bugün tam yedi yıl olmuş. Ziya 25 Ekim 1924 tarihinde gözlerini hayata yumarak hepimizi karanlıkta bırakmıştı. O gün bugün zaman zaman gelip geçici gerçek şimşekleriyle ufukları yırtılan karanlık bir alem içinde kanat vurup gitmekteyiz. Bugün ölümünün yıldönümü nedeniyle onun nurani huzuruyla karşı karşıya bulunduğumuz zaman daha iyi anlıyoruz ki Ziya'nın sönmesiyle çaresiz yetimler gibi asıl karanlıklarda kalan bizler olmuşuz. O kadar onun yaşam ve anısını aramızda yaşatacak bir yetenek ve güç bile gösterememişiz. Belki Ziya Gökalp'in ışığına acınır. Fakat bizim çaresizliğimize kesinlikle ağlamak gerekir, (a.b.ç.)"1 Bereket versin, bu acıklı yakınma tarihlerinde gazetelerin ilk sayfalarında otuz altı puntoluk harflerle bir "müjde" işitiyoruz: Gazi hazretleri yemiyor içmiyor, gecede kırk sekiz saat derin düşüncelerle meşgul. Ulusu yaratan* Deha, ulusun tarihini de yaratıyordu. Paris'ten gelir gelmez milletvekili olan biri yazıyor: 1. Yunus Nadi: "Bir Yıldönümü: Ziya Gökalp", Cumhuriyet, 25.10.1931. * Gazi'nin "Esmayı Nüsnâ"sını, burjuvazinin Deha karşısında duyduğu vecd halini saymak bitmez tükenmez. "Büyük kurtarıcı hakkında aydınlarımızın ve ünlülerimizin izlenim ve yorumları"nı toplayan Türkün Altın Kitabı'nda, "Gazi Nedir?" sorusuna aydınların yanıtlan şudur: 1İbrahim Alâeddin (akıllı ve yakışıklı delikanlıdır): "Heykeli endam... açıklamasında (Sokratvari) düzgün".. 2- Fatma Aliye (mucizedir): "Mustafa Kemal Paşa hazretlerine dahi demek yeterli değildir... Hazret-i Gazi Allahın bir mucizesidir"... 3- Abdullah Cevdet (şairdir): "Mustafa Kemal büyük bir şairdir "... 4- Ethem İzzet (Le-nin'le...): "Lenin Gazi'ye eş olamaz... o kadar farklı ki..." (Şunu bileydi... şu burjuva aydını!) 5- Yunus Nadi (fermandır): "Birisi kocaman bir dağ demişti, fakat derhal bundan da hoşnut olmamış, hemen daha yükseğe çıkarak, 'Hayır, hayır, dağ değil, güneş!' sözlerini eklemişti. Bense arkadaşın güneşini de yeterli görenlerden değilim... Mustafa Kemal olsa olsa binbir cepheli bir fermana benzer." 6- Halil Nihad: (peygamberdir): "Vatan kurtarıcı, vatan vasiyetini yaratan, vatan mucizesi" ve bir itiraf: "Bizde yurt sevgisi yoktu desem doğru olur -Yakıt dillerde o bir ateş-i sevda-yi vatan"... 7- Hamid: "Hüda-yı Mustafa Kemal -Onun ayak basması için saklanmış bu ülkeleri - Fakat sezadır o halk eylerse gökle yeri - Feda-yi Mustafa Kemal!" 8- Hasan Ali (ulustur): "Türk ulusu 'Gazi'dir, Gazi Türk ulusudur". 9Vasfi Raşit (Vatan Allahıdır): "Hayatın sonu ölümdür. Gazi 'vatan yaratıcı'ydı, 'hayat'tır. 10- Raif Necdet (Allahtır): "Siyasetin eksenini değiştirmiş!.. Efsanevi halk"... 11Samipaşazade Sezai (Alhahtır): "Senin hakkında o-kuduk, işittik, söyledik, yazdık. Ömrümüz nihayete eriyor. Biz hâlâ niteliğinin ilkel-liğindeyiz". 50 YOL "Gazi Mustafa Kemal yorulmaz bir okuyucu, büyük bir arayıcı, yüksek bir eleştirmen ve derin bir gözlemcidir. Onun sonsuz eleştirileri ve derin görüşleri onu şu kanıya götürdü: Türk ulusu ilk asıl baba ulustur ve bütün insan kültürünün ilk atası ve yayıcısıdır. Bu tarih felsefesinde büyük dünya düşünürleri onun hemfikirleri ve bu tarihsel davada büyük filologlar, arkeologlar ve antikite bilimleri kafile halinde onun... (Film burada kopuyor. Fakat kuşku yok "onun izinden yürüyorlar.)"2 Şimdi "onun hemfikirleri" olan "büyük dünya düşünürleri"nin ne dediklerine gelelim. Bütün dedikleri iki gruba bölünürler: 1- Tarihin felsefesine ilişkin; 2- Türkün uygarlık olduğuna ilişkin... 1- Tarihin Felsefesi: "Büyük dünya düşünürleri"nin birleştikleri üç nokta, geçmişin ve geleceğin bütün karanlıklarını yaran üç şimşek şunlardır: a) Toplumsal hareketler en çok "fizik ve coğrafi etkenler" le açıklanır; b) Uygarlığın nedeni yassı-kafalılık değil, dar-kafalılıktır; 3- Tarihi kahramanlar (ve dolayısıyla Gazi) yapar; 4- Toplumların yıkılışı "ulusal egemenliğe" dayanmadıklanndandır... Yeterli değil mi? "Büyük dünya düşünürlerinden iki eşantiyon: Sadri Maksudî: "Büyük dünya düşünürleri"nin en sunturlusu bu Çarlık Rusyasının yetiştirdiği ender "Türk" çiçeğidir. Maksudî Bey önce "Tanrısal irade teorisinin yanlış olduğunun anlaşıldığını" keşfeder. Fakat sonra, "şeytani" denebilecek olan Marksizm hakkında da görülmedik bir buluşta bulunur: "Ekonomik ilişkilerin tek etken olduğuna ilişkin teorinin de çok sınırlı bir düşünce olduğunun kanıtlandığını ve tarihsel maddecilik teorisinin bilimsel değerinin sarsılmış olduğunu ek"ler. Marksizmi Struve'dan ya da Bogdanov'dan okuduğu anlaşılan bu "Türk" beyi, tarihsel maddecilik diye uydurduğu "ekonomik ilişkilerin tek etken olduğuna ilişkin" masalını tatlı tatlı anlatırken, "tarihsel maddecilik teorisinin bilimsel değeri sarsılmış olduğu" için mi Sovyetler ülkesinde dikiş tutturamadığını lütfen "eklemiyor. Yalnız, söz konusu "etkenler teorisi"nin bütün toyluğunu "bütün toplumsal ve tarihsel olayların birçok etkenin sonuçları" olduğuyla örtbas etmeye uğraşırken, içyüzünü sırıttırıyor. O zaman anlıyoruz ki, "tarihsel ve toplumsal olayları bir tek etkenin etkisiyle açıklamaya" kalkışacak yerde, şu etkenlerle "açıklamak" gerekir 1- Doğa yasalarıyla açıklama: Maksudî'nin öz "maksudu"dur: "En önemli etkenlerden fizik ve coğrafi etkenleri" gösterir. 2. Hasan Cemil: "Tarih inkılâbı", Cumhuriyet, 13.9.1931. Yazının devamı gazetenin arka sayfasındadır: "Film burada kopuyor"un anlamı budur Eksik kalan kelime aslında "müttefikidir" olacak. DÜŞMAN:BURJUVAZİ 51 2- Antropoloji yasalarıyla açıklama: "Irksal etkenlerden söz ederken, ırkımızın açık ve belirli'bir durum aldığını ve insanlık içinde uygarlığı yayan insanların Orta Asya'dan ortaya çıkan bugünkü Türk ırkının yerini aldığını" söyler. 3- İdealizmle açıklama: "Büyük ülküler, buluş ve taklit"in "önemli" etkenlerden olduğunu bildirir. Gerçi lâf arasına "ekonomik etkenler" de karıştırır. Fakat "sonra maddi etkenlerin idealist etkenler tarafından yenil diğini ve insanlık tarihinde ideal için kurban olanlar sayısının maddi çıkar için ölenlerden fazla olduğunu" platonik, esiri, maddeden ayrı bir olay sanır. 4- Kişilerle açıklama: "Halk ve fetihlerin de diğer etkenlere eklenerek et kisi olduğunu ve bağımsız olarak bir akım yaratan, halka etki eden kişilere büyük kişi adı verildiğini (Bak bunu bilmiyorduk...) ve büyük kişinin can lanmış bir ideal, ulusun ya da insanlığın aynı zamanda bir kılavuzu olduğunu söyledikten sonra" alelusul efendisinin önünde: "Türk ulusunun alınyazısına yeni ve mutlu bir yön veren Gazi'nin adı üzerinde saygıyla"3 eğilir, "durur". Yalnız bir şeyi kendi kendine olsun sormayı unutur: "Türk ulusunun alınyazısına yeni ve mutlu bir yön veren Gazi", Fatih zamanından beri ne den, şu çorak topraklar üstünde bitmemiş? "Büyük kişiler" nereden, nasıl, ne zaman, neden gelirler? Onları kim yollar: Allah mı? Kendileri mi ge lirler? Yusuf Hikmet Bey (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri): Adsız "büyük dünya düşünürleri"nden biri de bu... Esaslı iki tez ortaya atıyor: 1- Türkler neden Orta Asya'dan batıya doğru akın etmişler ve uygarlıkları neden soysuzlaşmış? 2- Osmanlı İmparatorluğu neden çökmüş? Tabii "havadan ve sudan" söz edecek... Görelim: 1- Batıya akın nedeni: "Doğanın insanlığa ettiği büyük bir zulüm"dür. Söz konusu, Orta Asya'da kuraklık olunca, kabilelerin batıya doğru akışı teorisi... 2- Neden uygar Türkler soysuzlaşmışlar?: "Kuraklaşan anayurttan çıkmaya zorunlu olanların gittikleri yerlerde çok yüksek uygarlıklar kurma larına karşın onu kuranların gerek diğer ırklarla karışmaları ve ge rek iklim ve doğa koşullarının başkalığı (a.b.ç.) dolayısıyla uğra dıkları engeller yüzünden uygarlıklarının yozlaştığının görüldüğü..."4 besbel- liymiş. Türkler, yani "dar kafalılar, brakisefaller" eğer "uzun kafalılar"la kanşmasa ve zeytinyağı gibi üstte yüzselerdi ve "iklim ve doğa koşulları" 3. Milliyet, 8.7.1932. 4. Milliyet, 11.7.1932. 52 YOL yani hava ve su değişmeseydi, Türk sonsuza dek uygar, çadır atların üstünde ferih fahur yaşayacaktı. Amerikan patatesi bile başka "ırk"larla kaynaştığı, değişik "iklim ve doğa koşulları"na uğradığı halde, şu kafir Türkler, ne nane "imişiz" ki, havayı suyu değiştirir değiştirmez, başka cinslerle temasa geçer geçmez soysuzlaşıvermişiz... Oysa aksiliğe bakın! Aynı grup "büyük dünya düşünürleri"nden Yunus Nadi Bey, düşünür Kaiserling'dcn şu satırları alıp başmakale yapıyor: "Ve Turan kanının her karıştığı yüksek kültürlü diğer bir kandan hep en yüksek kişilikler doğmuş oldu. Batı hiçbir zaman Timur kanının Racu kanıyla karışım ürünü olan Ekber'e eşit bir insan çıkaramadı. Hemen her yerde büyük iradeli bir adam ortaya çıktı mı, onun özellik ve şeklinde, hattâ pek eski bile olsa gene Moğol kanının izleri görülür. Son zamanda Lenin'de buna dikkat edilmiştir." Böylece Lenin yoldaş da Klemanso da bizden olduktan sonra, Kaiserling devam ediyor: "Küçük Asya'ya ilk gelen Türkler şimdiki Kalmuklara benziyorlardı. Bizanslılar onların çirkin manzaralarıyla alay etmek için (Aman! Bizim "büyük dünya düşünürleri" duymasınlar...) yeterli sözcük bulamıyorlardı. Oysa çoktan beri gerçek Türkler yalnız ender olmakla kalmıyor, aynı zamanda çok da güzel olan bir ulus oluşturuyorlar." Buyurun cenaze namazına: Bir "büyük dünya düşünürü" başka ırklarla karışmak Türkleri bozdu derken, diğeri daha uzmanından aldığı düşünceyle "çok da güzel" yaptığını, "daima en yüksek kişilikler" meydana getirdiğini anlatıyor... Ayıklayın pirincin taşını... 3- Genellikle bir uygarlık neden yükselir ve çöker: "Dünya düşünürü", "müslüman ve hıristiyan dünyalarının karşılaştırmasını özet"liyor: "İslam dünyasında başlangıçta daha büyük bir düzen ve birliğin daha parlak uygarlık ve daha çabuk yükselme görüldüğünü; hıristiyan dünyasındaysa başlangıçta dağınıklık, perişanlık, sefalet ve ilkelliğin daha açık olduğunu ve fakat buna karşılık İslam dünyasında tutuculuğun ve bağnazlığın yengisiyle görece az zamanda yükselmenin durdurulduğunu ve her gelişimin bir bölümümüzün girişi olduğunu, ancak ta bir Türk kütlesinin yeni bir topluma girip yeni kan vermesiyle oluştuğunu; Avrupa'da ise, zamanın gereksinimlerine uymayan her türlü baskının daha kolaylıkla yok edilebildiğini ve bundan ötürü hıristiyan dünyasının serbest gelişim yolunu daha kolaylıkla bulduğunu bildirmiştir."5 İnsanı kabak dolması gibi doyuran açıklamalar değil mi bunlar? İslamlık neden çarçabuk gelişti? Çünkü "daha büyük düzen ve birlik" gösterdi. Neden çarçabuk çöktü? Çünkü "tutuculuğun ve bağnazlığın yen5. Milliyet, 11.7.1932. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 53 gisi" görüldü. Neden, önce "büyük düzen" varoldu da, sonra "tutuculuk az zamanda ilerlemeyi" durdurttu? Çünkü... çabuk gelişti ve çarçabuk göçtü de... Sonra bir noktacık daha var: İslamlığa "bir Türk kütlesinin" "yeni bir kan vermesi" gelişimi, vermemesi çökmeyi açıklar! "Bir Türk dünyaya bedeldir". Hıristiyanlık neden "gelişim yolunu daha kolaylıkla" buldu? Çünkü "başlangıçta dağınıklık, perişanlık ve sefalet ve ilkellik daha açık"tı ve "her türlü baskıyı daha kolaylıkla yok etti"... Artık neden yok ettiğini sormayın. Çünkü, "büyük dünya düşünürleri" henüz Atina'ya kadar vardılar; Paris ve Londralıların kanında da, Ankara'da açılan "Tarih Encümeni" laboratuarlarının tahlil raporuyla "Türk kanı" bulunduğu kanıtlandığı gün... herşey açıklanabilecektir! 4- Özellikle Osmanlı İmparatorluğu neden çöker? Yukarıda söylenmişti: "Bağnazlık ve taşlaşma"! Bir sözcükle "tutuculuk"... Bir toplum dün devrimciyken, bugün neden tutucu oldu? Şeyhülislamların dediği gibi: "Elcevab: Allah-ül-âlem bissevâb"... Bundan başka, Osmanlılığı çöktüren hangi nedenler (ya da "dünya bilginlcri"nin deyişiyle "etkenler") dir? "1- Devletin gidişine ta baştan verilmiş olan yanlış doğrultular ve onun doğurduğu dağılma etkenleri"; "2- Ulusal egemenliğe dayanmayan her devleti belirli bir zaman geçince çökmeye yönelten etkenler"... Sözgelimi, Osman Şahın yerinde Gazi bulunup "devletin gidişine ta baştan" bir "doğrultu" verseydi, Osmanlılıkta hiç "dağılma etkenleri" görülmezdi. Bu "doğrultu" ne olabilir? "Kızıl Elma" mı, İran mı, Turan mı? Hayır: "Ulusal egemenlik"... Belki siz, 13. yüzyılda, Avrupa'da beliren ilk sanayi kapitalizminin dönüm noktasında bile, yani o zamanki tüm dünyada, bugünkü anlamıyla öz-dil, yurt, ekonomi ve kültür birliğini gerçekleştirmiş, hele istikrarlı bir insan topluluğu yerine, birtakım küçük toplumsal ve ekonomik bakımdan daima kararsız, birbirinden kopuk, ya birbiriyle pamuk ipliğiyle, o da gelgeç bir süre için bağlanmış oymaklardan başka bir şeyin bulunmadığını düşüneceksiniz... Aman, böyle bir "küfr"e sapmayasınız. Aforoz değil, şeytan gibi taşa tutularak öldürüldüğünüzün günüdür. Ben size daha çok ikinci derecede bir "ulusal" günahın sonu hakkında bir örnek vereyim. Alt tarafını siz karşılaştırın. 1932 Temmuz başlarında Ankara'da bir Tarih Kongresi toplanmıştı. Üniversite profesör yardımcılarından bir zatımız, nasılsa, Türklerin Orta Asya'dan batıya akın edişinde, söylendiği gibi bir kuraklık etkeni bulunacağını tarih yazmıyor diyecek oldu. Vay! Sen misin aksini iddia eden... 54 YOL Örneğin "ekonomik etkenleri" hiçe sayan "büyük dünya düşünürleri", tek tutamakları olan "fizik ve coğrafi" etkenlerin topu atacağını sezer sezmez, bu kez Avrupa "büyük dünya demagogları"nın idealist açıklamasını, Türklerin salt çapul için doğudan batıya akın ettiğini dayatacak. Oysa bütün medeniyetlerin başı "darkafalı" dedikleri Türklerden gelmektedir. O halde? O halde, "tarih devrimi"nin şampiyonlarından Doktor Rochild Galip Bey kürsüdedir "Zeki Velidî Beyi" diye haykırır, "burada dinledikten sonra üniversitede işgal ettiği kürsü karşısında bir öğrenci olmadığıma çok şükrettim. Biz Türk geleceğini ve Türk alınyazısını ellerine bırakacağımız bugünkü ve yarınki çocuklarımızın saçma sapan, mantıksız, doğru düşünüşü ve sağlam uslamlamayı iptal edici yöntemlerle yetiştirilmesine tahammül edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti üniversite kürsüsü ancak onun lâyık olduğu onurla uyumlu değer ve sadakatte bilim adamları tarafından işgal edilmelidir." (8.7.1932) Bu aşağılamak tehdidin boşa çıktığını sanmayın. Gerçi bizim bilim papalığının engizisyonu yok, fakat demokratik yöntemleri vardır: Bir hafta sonra, üniversite profesör yardımcılarından Zeki Velidî Beyin istifa ettiği ve birkaç gün sonra da "istifasının kabul!" edildiğini gazetelerde okuyoruz. 2- Uygarlık = Türklük: Yukarıda söylenenlerden, bu akılcı sonuca varılacağı besbelliydi: uygarlık = Türklük! Biz "şeytanın belası" Bolşevikler görüyoruz ki, ulusallıkla ırk arasında bir ilişki aramak boşuna yorulmaktır. Türkiye'den 50-60 yıl önce uluslaşmış Yeni ve Eski Dünya "ulus"ları, bir ırk değil, bir ırklar karmaşasıdırlar. Örneğin ünlü Amerikan ulusu, bütün Avrupa, Asya ve Afrika göçmenlerinin yerli ve bugün eserleri kalmamak üzere olan kabilelerle karışmasıdır. Amerikan ulusunu ne sayacağız? Fransız mı? İtalyan mı? Alman mı? İngiliz mi? Haydi cömert davranıp İngilizce konuşan Amerikan ulusunu İngiliz sayalım... Fakat bu İngiliz ulusu ne mene? "İngiliz ırkı" diye bir şey yok ki. 1. yüzyılda Latinlerle Bretonlar İngiltere'yi istila ettikleri zaman, orada Seklerle eski yerli halka katışarak -diyelim ki- dört ırk oldular. Derken yüzyıllar geçti. Kuzey ve Iskoçya taraflarında oturan Picte'lerle Scote'lar bu dört ırkla savaşa, yani ilişkiye girişir. Ettiler 6 ırk. 5. yüzyılda kuzeylilere dayanamayan Bretorlar, imdatlarına İngiliz ve Sakson haydutlarını çağırdılar. Galiba 8 "ırk" oldu. 11. yüzyılda Büyük Britanya adasında yeni fatihler belirir: Danimarkalılar, Normanlar... Bugün bir İngiliz ulusu var mı? Evet. Bir "İngiliz ırkı"? Adam, insanı güldürmeyin... Fakat sorun burada kalmıyor. Büyük Britanya adası nihayet dünyanın oldukça sapa bir yeridir. Gelin bizim Anadolu'ya... Hiç olmazsa tarihin kaydettiği büyük uygarlıklardan DÜŞMAN:BURJUVAZİ 55 biri olsun Küçük Asya ile ilişkisiz kalabilir miydi? Asla. Onun için denilebilir ki, İngiltere'de eğer yüz "ırk" toplaştıysa, Anadolu en aşağı bin ırkın durağı olmuştur. Bu binbir ırk ve kavim içinde Türk "ırk"ını da bulmak olanaklı... Fakat Türk ırkından başka hiçbir ırkı "kabul" etmemeye ne buyurulur? Basit: "tarih devrimi"! Sonra zaten ırk denilen şey nedir? Çeşitli insan kümelerinin belirli ve sınırlı bir iklim içinde yüzyıllarca süre kapanıp kalması ve bu yüzden bazı ortak "antropolojik" özellikler kazanması... Bundan ötürü, ırkı belirleyen etkenler, bizim "büyük dünya düşünürleri"nin üzerinde "yüksek atlamaca" oynadıkları "fizik ve coğrafi" etkenlerdir. Oysa ulus o mu ya? Ulus, yukarıda da işaret edildiği gibi, tarihsel ve toplumsal bir varlıktır ve kapitalist ekonomiyle birlikte doğar ve ölür bir gerçektir. Nitekim meşrutiyet devrimine kadar, Osmanlı İmparatorluğu birtakım sayısız ırk, kavim ve unsurlar bileşimi, bir ümmetler karmaşasıydı. Hattâ meşrutiyet burjuvazisi bile, toplumlar yasasında: "Kavmiyet ve cinsiyet esası ve unvanları ile siyasal toplumların oluşumu yasaktır" (Madde 4) diyordu. Hiç hatırlamayanımız var mıdır: Bugün Doğu illerinde "vahşi Kürt" deyimiyle ne kastediliyorsa, meşrutiyetten epeyce sonralarına kadar, aynı anlama gelen bir "kaba Türk" ya da Ahmet İhsan Beyin deyişiyle "leblebici Türk" vardı. Ziya Gökalp bile cumhuriyet burjuvazisi için "Türk ulusundanım İslam ümmetindenim" sloganını hazırlamıştı. Özetle, Türkiye'de ulusallık, "Türk ulusu" sorunu 25 yıldan fazla ömürlü bir dava değildir. Oysa, bütün bu bilgilere karşın, "sağlam uslamlamayı iptal edici yöntemler"e "dayanıklı" olmayan "tarih devrimci"leri, fizik bir olay olan ırkı, sosyal ve tarihsel bir olay olan ulusallıkla yalnız karman çorman etmiyor, hattâ aynılaştırırlar bile... İşte, sözkonusu tarih Rochild'inin, Tarih Kongresi'nde bizim "büyük dünya düşünürleri"ne özgü olan yönteminin formülü: "Tarih bütün insanlığın malıdır. (Amenna!) Ve insanlığın en geniş aileleri (Sınıflar değil!) ırklardır. (Onun için) bir ulusal tarihin incelenmesine ulusun mensup olduğu ırkın görüşleriyle başlamak gerekir." Bal gibi burjuva yöntemi: Yerli şekerin fiyatını açıklamak için, tekelci sermayenin gümrük tarifelerine -yani toplumsal özelliğine- değil, tadına ve kıvamına -tabii, fiziksel özelliklerine- bakmak gerekir. Fakat Alpullu şekerinin aynı ve herhalde daha iyisi, Hamburg'da 12.4.1932 tarihinde, bizim parayla 5 kuruşa geldiği halde, Türkiye'de 60 kuruşa yeniliyormuş. Değer gibi, fiyat konusunu da şeylerin fiziksel değil sosyal içlerinde ara- 56 Y( )U mak gerekirmiş... Ne önemi var? Burjuvaziye sınıl mücadelesini peçeleyecek bir teori gerek, işte, bu kadar..* Artık, "kazı" bu kadar "koz" yaptıktan sonra, konunun Karagözvari "derisinle gerisi"ni anlamak güç değildir. Önce insanlık ikiye bölünür: Kavun kafalılar ile karpuz ka l ; ıl ı l; ı r. .. Gülmeyin, sorunun işçiye çevirisi budur. Burjuvazinin kimse anlamasın diye kullandığı sözcükler dolikosefal ile brakisefaldir: 1- Dolikosefal: Topatan kavunu gibi, uzunluğu genişliğinden fazla kafa demektir: uzunkafalı (Yunanca dolikos uzun); 2- Brakisefal de, genellikle karpuzlarda okluğu gibi eni boyuna eşit kafa demek: Kısa kafa, dar kafa (Yunanca brakus kısa ve dar anlamına gelir)... Şimdi, duyduk duymadık demeyin: Biz Türkler, kısa kafalı, dar kafalı, karpuz kafalıyız... (Estağfirüllah! Eeeestağfurullah!) Yani bilimsel konuşuyoruz da... Bildiğimiz gibi, "Osmanlı" Türkleri, 55 yüzyıl kadar önce, Moğolistan'da hakanlık eden Oğuz'un, 24 oymağından Kayihanilere mensup olduklarını, daha on onbeş yıl öncesine kadar, Oğuz'la karısının "Ongunlardan ibaret olan "Tuğra-i Hümayûn"u iz gibi taşımalarıyla canlı bir anı gibi yaşatıyorlardı. Bununla birlikte, Anadolu ve Rumeli'ye, Tatarlardan Peçeneklere kadar birçok Turan "ırk"ı daha gelmişti. Bugünkü Türkiye'de "Türk" ulusu denilen toplumda, Türk ırkı olarak belki de en çok bu Moğollar vardır. Oysa çakır gözlü, bembeyaz derisi ve düzgün çehresiyle tam bir Kafkasyalıyı andıran "tarih devrimcisi", doğrusu hiç de-haksız olmayarak, bugünkü Türklerin öyle Moğollukla ve sarıderililikle ilgisi olmadığını hissediyor, fakat "ulus"la "ırk"ı aynı şey sandığı için bu duygusunu şöyle ifade ediyor: "Türk ırkının Moğol toplumuna ve sarı derililer arasına sokulmasının bilim için bir ayıp oluşturduğunu söyledikten sonra, antropoloji esasına dayanan ırk sınıflama çalışmasının en yakın ve en son aşamalarına" geçiyor.6Hayır Türkler Moğol değildir. Ya nedir? Kısa kafalılardandır. Kanıtı mı dediniz? Ondan kolay ne var? İşte, aynı o-turumda, eski legal-Marksistlerden Dr. Şevket Aziz beyin bir tebliği (dumanı üstünde "Türk" antropoloji incelemesidir bu): "1- Anadolu'daki Türk* Burada, Doktor beye özgü bir "mesleki heyecan" da yok değil... Tıpta omeftin, sidiğin ne olduğunu anlamak için onun içinde yüzen cevherleri birer birer tahlilden geçiren bir rapor vermek gerekir. Ulusun ne olduğunu anlamak için de, onu oluşturan insanların asil unsurunu bulmak, ırklarını seçmek gerekir... Rochild Galip Bey, bu şekilde, farkında olmadan, organik ve doğal bir olay olan idrarla, toplumsal bir olay olan ulusallığı birbi rine karıştırıyor. Sermaye taksiratını affetsin!... 6. Milliyet, 4.7.1932. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 57 lerle Yunanistan'da varolan bireylerin morfolojik karakterleri arasında hiçbir fark yoktur. (Ha şunu bilemeseydin...) 2- Turfanda bulunan Türk kafaları katışıksız brakisefal bir şekil göstermektedir." işte size, Marx'in deyimiyle "bilim mandarinleri"ne özgü bir parlak "dogma"... Dedik ya, Anadolu binbir ırk ve uygarlığın akıp geçtiği bilinen tarihin en işlek dörtyol ağzıdır. Bundan ötürü, orada braki de, doliko da, orto da, meta da... istediğiniz türden "kefal"ler bilim ağzınıza düşebilirler. Bundan ne anlam çıkarabilirsiniz? Biz tarihsel maddeciler gibi "çok sınırlı bir düşünce" besleyenler için, belki de hiç. Fakat "büyük dünya düşünürleri", "tarih devrimcileri" için hep! Nasıl mı? Çok kolay. Ve Gazi'nin deyişiyle: "basit"! Bir kere Anadolu'da asıl unsurun Türklerden başkası olamayacağını kabul etmeye zorunlusunuz. Şu halde bütün Anadolu'nun insanları "yasa önünde" oldukları gibi, ırk önünde de kayıtsız şartsız eşittirler. "Kara kaplı" anayasada yeri var. Madem ki eşittir, arayın bakalım, yeryüzünde, şimdiye kadar gelmiş geçmiş uygarlıklarda, Anadolu'da bulunan kafalar ya da kısa kafalılara benzerler yok mu? Elbette var. Çünkü bütün o uygarlıklar, zaten Anadolu'ya uğramışlardır. O halde? O halde hâlâ anlamadıysanız Reşid Galip Bey söylesin: "Söz başı olarak şunu saptayalım ki, bütün bu tipler içinde ve bütün tarih süresince her gittiği yerde er geç egemenliğini kurarak, aydın ve düşünür insanlığın bugün bile hayranlığı gittikçe arlan bir ruhla gittikçe derinleşen bir saygı gösterdiği, inceleyip gözlediği büyük uygarlıkları yaratmış olanlar, çağdaş bilim adamlarının Alpinler ve bizim daha doğru olarak Ana Türkler diye andığımız insanlardır. Yani güç ve yetenek kaynağı, har ikalı soyun çocuklarıdır. Diğer tiplerden kendi kendilerine dünyanın herhangi bir yerinde bağımsız, çağdaş uygarlıklar kurabilmiş olduklarına ilişkin arkeoloji ve antropoloji (Ah! Şu kelimeler ne uslu, ne isyan bilmez "dilli alet'lerdir...), pek büyük zorluklarla belge verebilir." Yani "aydın ve düşünür insanlık" için, bütün uygarlık dünyası, arkeolojik ve antropolojik açıdan "Türk ulusu"ndandır. Bilimsel anlamıyla ulus olarak "Türk ulusu" bu kadar ezeli ve ebedi midir? Türk ırkı ebedi olur da, ulusu olmaz mı? Aynı kongrede en ciddi geçinen burjuva bilim adamı: "Türk ulusunun en eski dili ve özellikle edebi ürünleri hakkında henüz kesin bilgimiz olmadığı ve bundan ötürü bugüne kadar elde edilmiş belgelere oranla edebiyatımızın tarihsel gelişimini şimdilik ancak 8. yüzyıldan beri izleyebildiğimizi-, oysa ulusal uygarlık tarihimizin eskiliğine oranla..." vb. tarzında adeta dünya kadar eski bir Türk ulusu olduğunu anlattıktan sonra, isler şaşın, ister kalın, gelişme teorisinin de, Darvinizmin de Türk olduğunu 58 YOL haber verir: "Türkçe olarak en önce gelişim teorisini Kınalızade Ali Efendi yazmıştır. Ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi de Darvin teorisini genişletmiş (öyle işaret falan değil, genişletmiş...) bir ek yaparak insanla hayvan arasındaki bağın maymunla başladığını göstermiştir."1 Kısacası, Rabbani tarih felsefesi, bütün insanları Adem Aleylıisselâmdan başlattığı için, evreni bir dine, bezirgan dinine bağlı tutuyordu. Bizim Turani tarih felsefesi de, bütün insanları değilse bile, bütün uygarlıkları kısa kafalılık yolundan Türk yapı veriyor. *** Buraya kadar, bütün "bilimsel" belgeler hep "kafa"ya göreydi. Madem ki Anadolu'da bugün bulunanlar hep Türküz, şu halde Yunanistan'dakiler, Alp'lerden Çine, Mısır'a kadar her yan Türktür. Çünkü hepsi kısa kafalıdır. Bu bir madendir. Daha çok işletileceğe benziyor, ikinci işletilen maden, eski İslam felsefesinde "hurûfiyûn" adını alanlarınkine yakın kelime oyunlarıyla, her toplumda ortak olan bazı aşama özelliklerini yorumlamaya uğratmaktır. 1- Ortak toplumsal özellikleri yorumlama: Biliyoruz. İnsan kümesi olarak toplum sürekli başkalaşımlar geçirerek gelişir. Her bağımsız insan kümesi, aşağı yukarı aynı aşamaları geçer. Toplumun ilk şekli ilkel komünizmdi. İlk toplumlarda, bireyler arasında fark gözetilmediği gibi, doğayla toplum arasında da benzerlik görülürdü. Bundan natürizm (doğacılık) denilen insan kavrayışları çıkmıştı. Tabii her ırk ve kavim gibi, Turan kabileleri de aynı aşamalardan geçmişlerdir. Türklerde natürizmi gören bizim "aydın ve düşünür insanlık" bir ipucu daha yakalamış oluyor: Şu halde natürizm Türklere özgü bir "gelenek"tir. Nerede natürizme rastlarsak, orada yaşayanların Türk olacağı belli... Küçük Asya'da Yunan bezirgan ilişkilerinin gelişiminden önce buna benzer inanışlar varmış. Şu halde onlar da Türkmüş. Örnek: "Truva'nm tarihinde baştan başa birkaç geleneğin egemen olduğunu görüyoruz. Burada yaşayan kavimler dağları, ırmakları kutsal tanıyorlardı. Türk natürizminin genel esaslarını andıran (a.b.ç.) bu inanışlar arasında kutsal sayıldığı eski bir Asya dininin izleri de açıkça çiziliyor."* İşin içinde "at" da bulunduktan sonra, artık atabildiğin kadar at... Yine biliyoruz, ilk toplum şekli anahan bir sistemdi. Erkeklerin iktidara geçişi, Yunan efsanelerini dolduran bilinen insanlardan hiç farksız Allahların uzun öykülerini yarattı.Truva babahan Yunan toplumunun anahan 7. Köprülüzade Fuat: Kongre tutanakları,Mılliyet, 7.7.1932. S. Samih Rıfat: "Tarih Yolunda", Cumhuriyet, 5.9.1931. DÜŞMAN:BURJUVAZİ 59 Anadolu toplumuna karşı en müthiş bir savaş sahnesi olmadan önce, bilinen dünyayı sarsan "Amazonlar" iktidarı, kadın ordularıydı. Her toplumun tarihöncesi, erkeklerin, yüz yaşına kadar geldikleri halde, anahanın bebeciği gibi toy ömür sürdükleri, o şapşallık dönemlerini uzun uzadıya yaşamıştır. Tabii Türkler için de bu böyle... Madem ki öyle, şu halde dünya bir daha Türktür. 2- Kelime oyunları: Samit Rıfat beyin "Tarih Yolunda" adlı bir makaleler zinciri bu noktada şahaserler vermiştir. Yunan uygarlığını Türk uygarlığı saymak için, onda varolan bazı kelimelerin Türkçe olduğunu kanıtlama konusu... Bir iki örnek: Ege denizinin adı: Türkiye'de varolan "aydın ve düşünür insanlık"ın "büyük dünya düşünürleri" birbirinden üstündür. En müthiş "tarih devrimci"lerinden Samih Rıfat Bey bilginimiz, Adalar denizine Ege dendiğini kimden öğrenmiş biliyor musunuz? Gazi'den: "Ege denizi adının" diyor, "Adalar denizi yerine kullanıldığını Büyük Gazi'den işittik"? Tabii öğrenir öğrenmez paçaları sıvıyor. Uzun bilimsel araştırmalardan sonra şunu buluyor: Eski Türkçe'de ege keçidir. Adalar denizindeki kayalıklar keçi başına benzediğinden... Amazon: Hatırlayın bizim "hanım "ı... Eski Türkçe'deki karşılığı "hanime: bey-kadın, şah-kadın"dan gelir. Amazonun Yunanca söylenişi "emetsaina"dır. Buradaki "eme" bizim "ime-kadın"dan gelir. "Tsain" de Türkçe'deki hatırı saymaktan gelen "saymak" mastarındandır. Şu halde amazon hatırı sayılır, en iyi, bey kadın olur. Ari: Ari ırkları, Turani ırklardan başka ve Avrupa uygarlığına dahil ırklar mı sanıyorsunuz? Oysa Afet Hanım ablamız, Tarih Kongresi'nde başımıza ateş püskürdü: "Orta Asya'nın otokton halkı Türktür! Bundan dolayı (Madem ki Türktür, bundan dolayı!), orada büyük Türk ailesinden başka ve ondan yarı (Indo-European) adı altında bir ırk yaratmaya kalkışmak doğaya isyan olur.."ıoSiz belki "Aman hanım abla Afet!" diye ...nsınız. Hayır. Çağdaş "han-ime"miz, bu dediğini belgeyle de kanıtlar: "Ari ve "ar" kelimesi, tarih "amazon"umuzun "kabartılandırdığı" belirttiği "er"den gelir. Yunanlıların savaş alanı da "aram"mış. Bizim bildiğimize göre, bu "aram", Nuh'un üç oğlundan "Sam"dır. Görüyorsunuz ya, "afet-i devran", bir taşla iki değil üç kuş vuruyor: "Ari" "er"den Turanı, "aram" ...12 Sami9. Cumhuriyet, 2.8.1931. 10. Milliyet, 6.7.1932. 11. Bir kelime okunamadı. 12. Bir kelime okunamadı. 60 YOL leri de gene Turani yapınca, bütün dünya Ari+Sami = Turani Türk olmuş olur. Tebai şehri "tepe"den gelir; "Gephiroy" köprücüler demektir. er iki ad da Fenikelilere aittir. Şu halde Fenike uygarlığı da Türktür. Arthemis: "Türk lehçesiyle bildirmek gerekirse" "Artemas" olabilir, o da artatmak, bozmak anlamına gelir. Bu yorumların hangi psikoloji içinde "üretildiklerini" anlamak için Arthemis makalesinden sonra, bilim adamıyla bir arkadaşı arasında geçen şu konuşmayı dinleyelim: "Arthemis makalenizi okudum. Düşünecek gibi durdu" diyor bilim adamı, "bekliyordum. Sesine daha kesin bir ahenk vererek ekledi: 'Makaleniz çok inandırıcıydı.' Demek beğendiniz dedim. Cevap vermekte acele etmedi, ilk sözü tamamlamak istiyordu: 'Şimdi İlah Athena'yı yazacağınızı tahmin ediyorum.' Yazayım mı? Hafifçe güldü. 'Onu da Türkçeleştirmeyi başarabilecekteniz yazınız.' ilk soruya döndüm: Arthemis hakkında başarılı olmuş muyum? Paketinden çıkardığı yarıya bölünmüş sigarayı sarı ağızlığının ucunda yaktı: 'Bundan kuşku duymayınız' dedi. 'Yeniden hayata gelirsem ve bir kız çocuğum olursa, sizin hatırınız için adını Arthemis koymakla tereddüt etmeyeceğim.' Ben de güldüm. Sessiz kaldık. Tekrar sözü açan o oldu. Gözlerini dikkatle yüzüme dikti. Çok duygulandığı bir şeyi ifade eden duyarlı bir adam tavrıyla 'Azizim' dedi. 'Ben bu zamana şiddette saygı duyan bir adamım. İçtenlikle söyleyeyim; sen böyle bir Arthemis makalesi yazmayı önceleri düşünemezdin, (a.b.ç.) Başımızda tarihi yeniden yapan ve yaratan bir güç vardır.' Neyi ima ettiğinizi anladım. Büyük Gazi'den söz ediyorsunuz değil mi? 'Evet' dedi. 'Hepinizi ve hepimizi aydınlatan o güçtür'."13 Tahmin edileceği gibi, bu şaklabanlıkla, ertesi hafta "Athena"mn "atana" demek olduğu, atın ise Türklere özgü bir hayvan olduğu vb. okunur. Bu epey uzunca süren "kelime oyunlan"na bizim "büyük dünya düşünürleri" ve "sayın imeler" nasıl cesaret edebiliyorlar? Yani maskara olmaktan korkmuyorlar mı? "Aydın ve düşünür insanlık" bereket bunun da yanıtını bize bırakmıyor: "Mitolojik adlara verilen anlamlar bazen gülünç ve çocukça olabilir. Hattâ çoğu kez böyledir. Fakat çıkarılan sonuçları bilimsel olarak yalanlamak güçtür."14 Yani, tersini kanıtlayan bulunmadıktan sonra, istediğimiz gibi "tarih devrimleri" yapabiliriz. İşte bu akıma, eski Pan-Turanizme karşılık, NeoPan-Turanizm, yeni evrensel Türkçülük diyebiliriz. 13. Cumhuriyet, 19.8.1932. 14. Samih Rıfat: a.g.y., Cumhuriyet, 5.9.1931. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 61 Samih Rıfat'ın tanınan ya da tanınmayan muhatabının söylediğini bizim bütün "tarih devrimcileri"mize "büyük dünya düşünürleri" bileşimine aynen tekrar edebiliriz: "içtenlikle söyleyeyim" diyor, "sen böyle bir Arthemis makalesini önceleri düşünemezdin. Başımızda tarihi yapan ve yaratan bir güç vardır." Bu güç nedir? Tabii, bu soruya herkes "aklı erdiği" gibi yanıt verir. "Aydın ve düşünür insanlık"ın yanıtı biliniyor: Tarihi "yapan ve yaratan güç" büyük kişilikler, O, "Büyük Gazi"dir. Fakat şu çok adı geçen tarihsel maddeciliğimize karşın, biz de bir yanıt verelim. Yanıt vermeden önce de tarihe bakalım. Pokrovski'nin açıkladığı gibi, tarihte sanayi gelişimi konağına giren bir ülke, herşeyden önce kapitalist sanayinin muhtaç olduğu pazarları aramaya ve bu yüzden yayılmacı olmaya zorunlu olur. Ta 18 Haziran 1815 Waterloo savaşına kadar Fransa ile İngiltere arasında süren uzun savaş yılları, sanayi Ingilteresinin Kara Avrupa'ya karşı saldırışıdır. Fakat bir ülke, İngiltere gibi, sanayiye yeryüzünde ilk kez gelmiş olmuyorsa, ilk yapacağı, istila ve saldırıdan önce, kendisinden önce gelen sanayi ülkelerine karşı savunma durumu almaktır. Nitekim Fransız sanayi, İngiliz rakiplerine karşı, Napolyon'un 1806 Kasım 1921 tarihli emiriyle Kara Avrupasının ingiliz ticaretine kapanması bu savunma durumunun en parlak örneklerindendir. Fransa'dan sonra Almanların Fransa'ya, italyanların Avusturya'ya karşı savunmaları da hep bu sanayileşme sürecinin sonucuydu. Rusya da aynı şeyi, 1822-23 yıllarında, başta ingiltere olmak üzere bütün Avrupa'ya karşı yaptı. Fakat kapitalist sanayi, yalnız ekonomik ve siyasal etkileriyle kalmaz. Daha üst katlara da kol atar ve yangın hemen ideoloji bacasını da sarar. Pokrovski, Sınıf Açısından Rus Tarihi Edebiyatı kitabının önsözünde şöyle yazıyor: "Bu süreç, ulusal sanayinin gelişimi, bu dönem burjuvazisinin bütün ideoloji hareketine temeldir. Sanayi gelişimi, bize, kaba saba, maddi, mangır ve metelik işi gibi gelir, ama bu dünyada her şeyin idealleştirildiği gibi, o da idealleştirilebiliyordu -idealleştirilmesi olanaksız olan hiçbir şey yoktur!- ve bu şekilde, sanayi gelişiminin geçiştiği, İtalya'nın, Fransa'nın ve Almanya'nın tarihinde bir yığın kahramanlık destanları tanıyan o zengin ulusal hareketler haline geldiği görülür... Temelinde iç pazar yaratmaktan başka bir şeyin bulunmadığı bu ulusçuluk halesi, bu ulusal duygu, zamanın bütün edebiyatının ve diğerleri arasında tarih edebiyatının içine işler." Rusya'da 19. yüzyıl ortasındaki Soloviev, Çiçerin, Kavelin'in tarih edebiyatı, Almanya'daki Ranke okulu gibi... "Bu edebiyat" diyor Pokrovski, "bütün klasik Rus edebiyatı gibi aynı zamanda ulusalcı siyasetin karakteristiği olan, büyük Rus ik- 62 YOL tidarı ile dopdoludur. Bütün bu tarihçiler için, Rus tarihi Büyük-Rusya kavminin tarihidir. Olay pek dikkate değerdir, çünkü karakterize ettiğim tarihsel sürecin belli başlı etkeni tamamen Büyük-Rusya kavmidir. Sanayi kapitalizmi, BüyükRusya başkenti olan Moskova çevresinde oluşur ve bütün Rus siyasetinin üstüne Moskova mührü derinden derine basılıdır."15 Bu, tarihsel maddeci profesörün, genel bir kural olarak saptadığı ve kendi ülkesine uyguladığı... Gelelim bizim diyara... Türkiye'nin bugünkü sanayi yayılışı, yukarıda kaydettiğimiz gibi, devede kulak. Fakat buna sermaye demişler. Önce geç geldiği için, 1929'dan önce geniş tekeller ve Sanayiyi Teşvik Yasasıyla; 1929'dan sonra da, öncekilere ek olarak, aşılmaz gümrük surlarıyla büyük "savunma tertibatı"nı aldı... Bu savunmadan sonra, bütün sanayi Avrupa ülkeleri gibi, bir sömürge yayılışı planı yapmak ve iç pazarı genişletmek gerekir. Ne yapmalı? Daha düne kadar kendisini sömürgeleştirmek istiyorlardı. Değil ki ona sömürge sunsunlar. O halde yapılacak iş, "tarih devrimi"dir. Tarih devrimi, bir taşla, daha doğrusu bir "saçma"yla iki kuş vurmak demekti. Çünkü: 1- îç yayılma: Osmanlı saltanatının yadigârı bugünkü Türkiye bütün küçüklüğüne karşın, yine ne yeterince işlenmiş bir pazar, ne de salt Türklerden ibaret bir topluluk değildir. Henüz yerli mallarına karşı halis muhlis "Türk'lerde bile tam bir güven yoktur. Oysa bu mallara geniş pazar olabilecek, bayağı asi Türk-olmayan unsurlar, Türkiye'de pek de o kadar azınlıkta değil. Şu halde Türk mallarının değer ve önemini ünlendirmek için önce Türkün gücünü göklere çıkarmak gerekir. Gerçi Gazi: "Bir Türk dünyaya bedeldir" demişti. Nitekim o "dünyaya bedel" Türk de bulunmuştu. O, okulluların ağzında, aşk ilanı eden mektuba benzer şekliyle: "Dünyaya bedelder mah-ı cemalim, Allahıma emanettir Kemalim." ya da daha tasavvufi aşıkânesiyle: "Fakat sezadır o halk ederse gökle yeri, Fedâ-yı Mustafa Kemal."di. Fakat bir Türkle işin bitmediği anlaşılıyordu. Şu halde bütün Türklüğü şaha kaldırmak gerekiyordu. Sözgelimi, yabancı malına o kadar güvenenlere kanıtlamak gerekir ki, o "yabancı" denilen uluslar da, eğer çağdaşsalar -ki öyledirler- Türktürler. Çünkü Türk olmasalar çağdaş olamazlardı. Şu halde madem ki, yabancı mallar da Türkler tarafından yapılıyor, neden, şimdi artık Türklüğünü unutmuş olan yabancıların mallarına tenezzül edecek yerde, asıl uygarlığın kaynağından, ortodoks Türklüğün Kemalist ülkesinden kana kana mallar 15. M.N. Pokrovski:Pages d'Histoire, Paris 1929, s.36-37. DÜŞMAN:BURJUVAZİ 63 içmemeli? Örneğin, Türk-olmayan Türkiyeli yurttaşlara da şu anlatılmış olur: Yahu, biz dünyanın Türk olduğunu kanıtladık, siz hâlâ mı, bizim patentimiz altında, Türkiye'de yaşadığınız halde, Türk olduğunuzdan kuşku duyuyorsunuz? Madem ki dünya Türktür, siz de Türksünüz. Haydi bakalım, yerli malına... Türk olmayan, o aşağılık kavimlerin mallarına el bile sürmek elimizi kirletir vb... 2- Dış yayılma: Meşrutiyet Pan-Türkizmi: "Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan; Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan..." derken, adeta, daha çok Alman emperyalizminin İç-Asya pazarlarına karşı duyduğu iştihaya, platonik bir hınk-deyicilik yapıyordu. Cumhuriyet burjuvazisi, kendi sanayi kapitalizmine kavuştu. Ve isterdi ki, dün başkaları için yorduğu gırtlağıyla, şimdi bugün kendi "hymne"ini, kendi kasidesini okusun... Heyhat! Eski camlar bardak olmuştu. Dünya daha otuz yıl önce paylaşılmış bitmişti. Bugünkü Türkiye, Dimyat'a pirince gideyim demeye görsün, evdeki bulgurdan apar topar olduğunun resmidir. Şu halde? Evet, İslamlıkta bir kural vardır: Su bulunmadığı yerde teyemmüm (toz ve toprakla abdest almak) caizdir. Türk burjuvazisine düşen de, dışta rekabetin hayli olanaksız olduğu bir zamanda, dış pazarlara teyemmümle geçiştirmek... Madem ki maddi alanda artık Türk sanayini dünyaya tanıtmak ve dayatmak olanağı yok; hiç olmazsa manen, şöyle bir dünyayı feth ediveremeyiz mi sanki? Tarihte fetihler, hep maddi silahlarla yapılmıştır. Türk "aydın ve düşünür insanlık"ı, tarihi devrime verirler ve dünyaya gösterirler ki, fetihler öyle hep bayağı silahlarla değil, pekâlâ Cemiyet-i Akvam'ın en barışçı bir kulu sıfatıyla ve de salt manevi silahlarla da yapılabilir. İşte, "tarih devrimi" buna derler. Hem, Türklerin bütün dünyayı nasıl sardıklarını söz konusu etmek bile, "zaman olur ki hayali cihan değer" olan anılardandır. Nihayet, ne bileyim, "çıkmadık canda umut vardır"... Belki, bugünkü kuşağın hayalinden geçirdiği şeyleri yarınki kuşak hak eder. Bu "belki", "tarih devrimciliği"nin temel kuruntularındandır. M. Kemal, Meclis Başkanı Kazım'ın 6 yaşındaki oğlu llter'i Teoman adıyla vaftiz ettikten sonra ona aynen şu anıyı yazdırmıştı: "Benim adım Teoman'dır'. Bütün Asya'ya egemen imparatorluk kurdum. Çin'i egemenliğinde tutmuş olan Mete'ler benim çocuklarımdır. Avrupa'da Türk imparatorluklarını kuranlar benim çocuklarımdır. Orleans'a giren, Salon civarında meydan muharebesi veren, Doğu Roma'yı haraca bağlayan ve zamanın haritası üzerinde dünya imparatorluğunu resmeden benim küçük çocuklarımdan Atila'dır. Adımla iftihar ederim, adaşlarım gibi ol- 64 YOL maya çalışacağımı vaad ederim, (a.b.ç.) 16.4.1931, Teoman." Olayı aktaran Yunus başmakalesini şöyle bitiriyor: "Bunu da bizzat Teoman kendi eliyle imzaladıktan sonra belge çocuğun en değerli malı olarak saklanmak üzere Kazım Pasa tarafından alındı. Bir iki saat içinde yaşadığım bu nur alemini ben de Cumhuriyet okurları için tespit etmek ve yayınlamaktan kendimi alamadım." (19.4.1931) Tut ki, bu "nur alemi" bir "hayal alemi" olmaktan çıkarak "gerçek alemi" biçimine girdi. O zaman ne olacak? Yani diyelim ki bütün dünya Türktür... Sonra? Burjuvazinin uluslararası çelişkileri kalkacak mı? Bütün uluslar, Türk olduklarını öğrendikten sonra, tövbe ve istiğfar getirip, bizim "tarih devrimci"lerinin okuluna uslu öğrenciler olarak yazılacaklar ve ulusallık sınırlarını bir tekmede yıkarak Ankara'nın Kabe olduğuna inanacaklar mı? SERMAYE BİRİKİMİ Marx: "Görmüş olduğumuz gibi" der, "kapitalist üretim tarzının temelini oluşturan şey, halk kitlelerinin mülkiyetinin alınmasıdır."1 Birinci kitabın son cümlesi de budur: "Kapitalist üretim ve birikim tarzı ve şu halde kapitalist özel mülkiyeli için koşul, kişisel ve özel iş üzerine kurulmuş özel mülkiyetin yok edilmesi, yani işçinin mülkiyetinin alınmasıdır."2 Fakat bu genel kural, somut ekonomik ve toplumsal ilişkiler içinde nasıl gerçekleşir? Marx'in bu alanda bütün dediklerini değil, dediklerinin ana hatlarını burada şemalamak istersek, klasik olarak, sermaye birikiminde belirli bir mekanizmayı buluruz. Bu mekanizmanın odağı kamu kredisi (düyun-u umumiye) dir. Devlet, çeşitli (zamanında para bulamamak, geniş girişimlere girişmek gibi) nedenlerle iç ya da dış genel ya da özel kurumlardan kredi almaya başlar. Fakat borçlarını havayla ödeyecek değildir. Ya vergilerle doğrudan doğruya, ya da bazı tekellerle, dolayısıyla yine halktan çıkaracaktır. O halde, kamu borçları ve kamu kredisi başlar başlamaz, onun ülkeri de görünür: 1- "Ulusal" adlar takınan bankalar, Marx'in deyimiyle "faiz şirketleri"; 2- Aşırı vergi, abartmalı yükümlülükler ilkesi; 3- Uluslararası kredi sistemi... Bu sac ayağı kuruldu mu, artık kapitalistin istediği çeşnide artı-dcğer aşını pişirmesi için, bu sac ayağının altında, halk kitlelerinin mülkiyetlerini odun gibi yakması olanaklı olmuş demektir.* 1- Bankalar sistemi: Marx, en büyük ve klasik faiz şirketlerinden İngiltere Bankası için: "Ona" diyor, "hattâ bir eliyle verdiğini diğer eliyle tekrar geri almak bile yeterli gelmiyordu; sürekli verileni almakla birlikte ulu- 1. Marx-Engels: W erke, c.23, s.795. 2. Marx-Engels: Werke, c.23, s.802. * Köylü mülkiyetinin odun gibi yakılması, özellikle Kastamonu ormanlarında oldu. Kastamonu iç bölge köylülerinin %80'i odunculukla geçiniyordu. Ünlü büyük kereste şirketi kurulduktan sonra (Zingal Şirketi), köylü için ağaç kesimi şiddetle yasaklandı. Tarıma alışmamış ve zaten alışsa da ekecek toprak bulamamış olan köyler, ormanlardaki ağaçlardan daha acıklı bir şekilde birer birer köklerinden söküldüler. Ve bir taşla iki kuş vuruldu: 1- Bütün köylülüğün ortak mülkiyeti olan orman, bir tek hisse senetli şirketin eline geçirildi; 2- Ve mülkiyeti alınmış köylüler, hem yeni açılan şirketin, hem de Ereğli Zonguldak şirketlerinin emrinde bedavadan ucuza hazır işgücü haline getirildiler. (Memleket Haberleri: "İnebolu", Cumhuriyet, 13.8.1930) 66 YOL sun son meteliğine kadar müebbed alacaklısı olarak kalıyordu."3 Ve daha yukarıda bu kamu kredicilerini şöyle tanımlıyor: "Daha kuruluşlarından başlayarak, ulusal unvanları gülünç bir şekilde takıp takıştıran büyük bankalar, hükümetlerin yanı başlarında mevki alan, yer tutan ve elde edilen ayrıcalıklar sayesinde, hükümetlere peşin para verecek halde bulunan özel faiz şirketlerinden başka bir şey değillerdir."4 2- Abartmalı vergiler sistemi: "Kamu borçları, yıl içinde yapılacak bütün ödemelere karşılık gelmesi gereken kamu gelirine da yandığından, çağdaş vergiler sistemi, ulusal borçların zorla tamamlayıcısı ha line gelir. Borçlar hükümete, yükümlü derhal hissetmeksizin, olağanüstü mas raflarını kapatma olanağını verir; fakat ondan sonra vergilerin yeniden yükselmesini zorunlulaştırır. Diğer yandan,' birbiri arkasından yapılan borçların birikişinin gerektirdiği vergi çoğalması, hükümeti yeni olağanüstü masrafları göze aldığı her defasında, yeni borçlara zorlar. Demek, birinci dere cede zorunlu eşyalara vergi koymanın ve dolayısıyla bu eşyaların pa halılaşmasının eksenini oluşturduğu çağdaş maliyecilik yönteminin, kendi sinde (otomatik) bir ilerleyiş, gittikçe büyüyüp artış tohumunu taşır. Aşırı vergiler çağdaş maliyecilik yönteminin bir arızası değil, asıl unsurudur."5 3- Uluslararası kredi sistemi: "Kamu borçları ile şu ya da bu ka vimde, ilk ilkel birikimin servet kaynaklarından birini çok kereler saklayan bir uluslararası kredi sistemi doğdu."6 Marx, ilk zamanlarda uluslararası kre di sisteminin, ilk sermaye birikimini nasıl Venedik'ten Hollanda'ya, Felemenk'ten İngiltere'ye, İngiltere'den Amerika'ya doğru ilerlettiğini açıklar. Bu durum, bu üç sistemin ekonomik yapı üzerinde ağını kurması hangi sonuçlan verir? Şu iki sonucu: 1- Proleterleşmeyi yapan orta sınıfların parçalanışını: Marx'ın tanımladığı gibi, kamu kredileri, "faiz şirketleri"nden borç alma ve halktan vergi alma sistemi başladı mı, halkın, özellikle orta tabakaların katmerli soygunu da başlar. Vergiler hayat pahalılığını, hayat pahalılığı vergileri tamamlar. Vergi ve borçlanma aygıtı olan maliyecilik giyotini, yuvarlandıkça müthiş şekilde büyüyen bir çığ haline gelmiş vergi sistemiyle, her devrilen küçük mülkiyetin kellesini doğrar. Borç vergiyi, vergi borcu peşinden sürükledikçe, bütünün parçaları gibi dağınık duran küçük ekonomileri, göze görünmez kanallarla birbirine bağlar; zaten şurada burada genişleme eğilimini gösteren birikintilere doğru akıtır. O zamana kadar iş3. Marx-Engels: Werke, c.23, s.783. 4. Marx-Engels: Werke, c.23, s.783. 5. Marx-Engels: Werke, c.23, s.84. 6. Marx-Engels: Werke, c.23, s.783. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 67 leyenin mülkü olan üretim araçları, birtakım işletenlerin elinde toplanır. Geniş küçük mülklülerin mülkleri alınır. Açıkta kalan "ipilillâh, sivri kulüh" bir işgücüdür. 2- Kapitalistleşme: Yukarıdaki açıklamadan da anlaşıldığı gibi, bölünme bir değil, iki yanlıdır İşleyenler ordusu karşısında, işletenler ve "aylak rantiyeler" topluluğu belirir. Kamu kredisi, bu şekilde yalnız kapitalist unsurları yaratmakla kalmaz, kapitalist kurumlan hisse senetli şirketleri (banka sistemini) ve hava oyununu (borsa sistemini) de yaratır: "Fakat (kamu kredisinin) yarattığı bu aylak rantiyeler sınıfının dışında, hükümetle ulus arasında aracı hizmetini görerek hemen zengin oluveren maliyeciler dışında, hattâ kimileri, her ulusal borçlanmanın epeyce bir parçasını gökten inen bir sermaye gibi toplayan özel mültezimlerin*, tüccarların ve fabrikatörlerin dışında; bütün bunların dışında, kamu borçları, hisse senetli şirketleri, her tür alışverişe gelir senetlerin ticaretini, hava oyununu, bir sözcükle borsayı ve çağdaş banka sistemini doğurttu ve başarıdan başarıya götürdü."1 Bizde bu ilk birikim nasıl oldu? Tabii, aşağı yukarı Marx'in ana hatlarını çizdiği biçimde. Fakat bu genellik içinde, Türkiye'ye özgü bir özellik yok mu? Elbette var. işte benim burada kısaca işaret edeceğim şey, bu özelliğin, daima, şemasıdır. Biliyoruz ki, bezirgan ekonominin bir fetihler saltanatı olan Osmanlı İmparatorluğu, daha ilk salgın ve akınlarını girişirken zorunlu borç almalarla "olgunlaştı"; ve Al-i Osman devleti "dolap"la döndü. Yani zamanın "sarcaf' sermayesine ve bankasına yaslanarak gelişti. Bu gelişimin sonra nasıl uzak dış ticarete ulaşamayıp çöktüğünü tekrarlamayalım. Bize gerekli olan, burada, bugün Türkiye adını alan ülkede buram buram açılan kapitalist ilişkilerin hattâ ilk birikimine bile değil de, yalnız bu ilk birikimin özelliğine değinmektir. Türkiye'de ilk kapitalist birikim, oldukça kendisini duymaya başladığı tarihlerde, yeryüzü Batı tekniğinin avuçları içine girmek üzereydi. Onun için bizde kamu borçlan, sözgelimi İngiltere'de olduğu gibi, Hollanda rekabetine karşı İngiliz gemiciliğini yaratmak için ve vergi sistemini mahmuzlamak biçiminde olmadı. Kamu borçları, bizde bilinen "Düyun-u Umumiye" oldu. Düyun-u Umumiye deyince: 1- Dış etkilerin (savaşın) zoruyla; 2- Dışarıdan (başka ülkelerden) borç alma anlaşılır. İlk ödünç, Kırım Savaşı yüzünden, Abdülmecid zamanında, 1854'* mültezim: kesimci, devlete ait bir geliri götürü olarak üstüne alıp toplayan kişi. (y.n.) 7. Marx-Engels: Werke, c.23, s. 783. 68 YOL te ve dışarıdan, Londra ve Paris'teki iki mali gruptan alınır. Bu başlangıcın gidişi hakkında, iyi kötü bir fikir edinmek için, önce yaptığım başka bir çalışmanın bir kısmını buraya aynen alayım: "Türkiye'de, kapitalizm tarihini yazmak isteyenler, ne yapıyorlar bilmem. Fakat, bizim gibi bu tarihçenin manivelasına bir iki kalem darbesi vurup asıl güncelliğe geçmek isteyenler, derebeylik rejimini ve kapitalizm öncesi ekonomiyi temsil eden mutlak hükümdarlığın temellerine hangi baltanın indiğini, kapitalist dünyanın eşitsiz gelişimi yüzünden geri kalan Osmanlı İmparatorluğunun çağdaş tekniğin temasıyla birlikte içeriden, dışarıdan, önce ekonomik, mali, sonra yavaş yavaş siyasal bir yarı-sömürge ülkesi haline geldiğini, nihayet imparatorluk parçalarının nasıl önce ekonomik bakımdan, sonra fiilen birer birer ayrılıp koparıldığını ...8 ve bir sözcükle de olsa, görmek zorundadırlar. Ve bugün Türkiye'nin içinde kıvranan özel çelişkilerini açıklayacak da, geçmişin bu kötü mirasını, kişisel mülkiyet yaratığı olan Türk burjuvazisinin inkâr edemeyişidir. "Türkiye'nin yarı-sömürgeliğe ve aynı zamanda burjuva devrimine doğru gelişiminin başlangıç tarihi olarak, Avrupa kapitalizmi (özellikle Fransaîngiltere) ile birlikte, Rusya'ya karşı giriştiği Kırım Savaşını anmak hatalı olmaz. Türkiye'nin mali tutsaklık tarihi, 1854'te Londra ve Paris'le iki mali gruptan ilk kez aldığı 3 milyon sterlinlik borçla başlar. Osmanlı derebeylik imparatorluğunda ilk reform, imparatorluğun dayandığı en büyük güç, ordu içine Avrupa tekniğinin ve yönteminin girmesiyle başlar. İmparatorluk, mülki tamlığını, Avrupa'dan akıp gelen kapitalist gelişimin ayaklandırmaya başladığı iç uyruk (tutsak ulusal burjuvaziler) ile, kendi sanayi yayılışına ülke ve pazarlar arayan dış kapitalist saldırılar Deli Petro'nun on emirine karşı savunabilmek için, çağdaş tekniği, burjuva savaş yöntemi tekniğini kabul ettiği günden başlayarak önce ekonomik olarak, mali olarak; nihayet, siyasal devrimlerle korktuğu sonu hızlandırmış oldu. "Fakat, dünya kapitalizminin gelişimine göre, Türk burjuvazisinin pek yayan ve geri kalması, Türkiye'de yeni ekonomik ve toplumsal koşul ve eğilimlere, yabancı büyük kapitalist devletlerinin 'el koymasını getirdi ve yarım yüzyıla yakın süren bir borç almalar silsilesiyle, yabancı sermayenin bu alandaki hegemonyası, bugün bile içinden çıkılamayan bir biçim aldı. "1854'ten 1862'ye kadar yapılan beş borç almayla yabancı kapitalizm, 'hasta adamın kanına işledi. Bu borçlar, Paris'in de elbirliğiyle, fakat asıl Londra bankerlerinin eliyle yapıldılar. Bu şekilde İngiltere imparatorluk merkezini nüfuzu altına alarak, Mısır lokmasını sağladı: 24,5 milyon Osmanlı altın lirasını bulan bu ödünç almalara karşılık olarak, özellikle 300 bin liralık Mısır vergisi, vali tarafından, doğrudan doğruya tahvilleri satan İngiltere Ban8. Bir kelime okunamadı. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 69 kası'na verilecekti. Bugün Mısır, İngiltere'nin sömürgesidir. İngiltere ile Fransa'nın kefaleti altında yapılan ikinci taksitin karşılığı, Mısır vergisinden başka, özellikle İzmir ve Suriye gümrük geliri oldu. Bugün Suriye, Fransız sömürgesidir. "1863'lerdeyiz. O tarihte yapılan borçlarla birlikte, yabancı 'maliyecilik giyotini' de Osmanlı Bankası adı altında, Türkiye'nin canevinde kuruldu. Ve bu kez daha yakından, imparatorluğu içli dışlı ağları içinde sarmaya başladı. 1863'ten 1879'a kadar yapılan birbiri arkasından, on borçlanmayla birlikte, 'hasta adam' yatağa düştü. Yabancı sermayenin, gayet insancıl yardımcı elleri ve büyük bir hesap ve zekâ planıyla hazırladığı bu 'ölüm döşeğine Düyun-u Umumiye adı verilir. O, 1877 Osmanlı-Rus Savaşının kaçınılmaz bir sonucuydu. 1877 Savaşından önceki 20 yıl içinde 15 borç yapılmıştı. Bu yaman alışverişin bilançosu, yalnızca hayrete değil, dehşete de değer: 'Hasta adamın 238 milyon altın lira borca karşılık (faizler, ayrıcalıklar hariç) eline ancak bu paranın yarısı, 127 milyon altın lira geçebiliyor. Yani, o, iki metelik aldım diye imza veriyor; fakat cebine bir metelik ancak koyuyorlar. Şunu da hatırlayalım: Bu paranın, yalnız, onda biri bile olmayan bir kısmı, 12 milyonu olumlu alanda, tabii imparatorluk için pek olumsuz bir alanda, (Osmanlılığın ilk-maddelerini Avrupa sanayine, Avrupa'nın sürümsüz küflü mallarını, Osmanlı İmparatorluğu pazarlarına taşımaya yarayacak ve bir adet 'devrim yolu' olan) Rumeli demiryolları için yapıldı. Onda dokuzdan çok fazlayı oluşturan borçlar ise, hep 'ilaç' parası oldu: Savaş ve saray masraflarıyla alınan borçların faizlerini ödemeye harcandı. Yani, önce bir iki borç, bütçe açığını kapamak için yapıldığı halde, ondan sonraki borçlar da, bu ilk borcun açtığı 'kısır döngüyü boş yere kapatmak, gerçekte sonuna kadar devr-i daime uğratmak için yapıldı. İmparatorluk, oltaya koşan balık gibi avlanmış, bir tutam otla deveye hendek atlatılmıştı. "Düyun-u Umumiye Ayrılmış Gelirler Yönetimi: 23 Kasım 18S0'de, Osmanlı devletinin yabancı hükümetler nezdindeki bütün elçileri, ilgili alacaklılara 'teslim' haberini bildirdiler... Alacaklıların temsilcileri geldiler. 1 Eylül 1881'den, 28 Ekime kadar olan biten 'konsültasyonların sonucu 28 Muharrem 1882 reçetesi oldu. Muharrem Kararnamesiyle, 'hasta adamın artık kendisini yönetmeye gücü kalmadığı, sonsuz istirahatgâhını bekleyerek, şimdilik 'mutlak istirahatgâh'a tabi tutulması; biraz sonra serbest bırakılacak tutsakları (uyrukları) ile, miras kalacak malikânesinin bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman, bir Avusturyalı, bir İtalyan, bir Mümtaz Tahvilat temsilcisiyle bir de Osmanlı temsilcisinden oluşmuş Düyun-u Umumiye Yönetiminin vesayeti altına konulması kararlaştırıldı. Artık, Osmanlı İmparatorluğu ölümü bekleyen bir hastaydı. Bir genel müdür yönetiminde, başucuna geçen ve iktidara 'el koyan' Düyun-u Umumiye Yönetimi: 1- Gelirleri yönetme; 2- Tahsil; 3- Masraflardan artan parayı alacaklılara dağıtacaktı. 70 YOL "Mısır gelirlerine karşılık olan dört borç ayrıydı. Onlar, İngiltere ile Mısır arasında çoktan çözümlenmişti. Mısır satılmıştı... Asıl Düyun-u Umumiye'nin elinde tuttuğu karşılıklar ikiye bölünebilir: "a) Sonradan bağımsızlıklarını kazanacak ya da emperyalizme geçecek olan imparatorluk kesimlerinden Bulgaristan, Doğu Rumeli, Kıbrıs'ın gelirlerinin fazlası; Bulgaristan'ın, Yunanistan'ın, Sırbistan'ın Düyun-u Umumiye' den hisselerine düşen tutar... "b) Bütün Osmanlı Imparatorluğu'nun gelir kaynakları: Altı resim (tütün, tuz, damga resmi, ipek aşarı, içki resmi, balık avı resmi) ve tümbeki resminden 50 bin lira, temettü vergisi tüzüğünün içeriğinden ortaya çıkacak gelirler, gümrük tarifesinin değişmesinden gelecek gelirler... "Osmanlı İmparatorluğu, böylece teslim olduktan sonra, bu özverisine ve maddi dünyaya karşı gösterdiği iltifatsızlığa karşılık 84.316.416 liralık bir indirime 'mazhar' oldu. Kimin kesesinden kime ve ne ikram ediliyordu? Borçlar, ortalama ihraç fiyatına indiriliyor. Sonra buna %10 zam yapılıyordu. ...9, güya, önce bir verilip iki yazılan borçların ihraç fiyatları üstünden %50 yerine, şimdi %10 kazanılıyordu. Fakat, bu aldatıcı bir görünüşten başka bir şey değildi. Gerçekte dörtte birine düşen ihraç fiyatları, yine eskisi gibi yarı yarıya indirilmiş olarak kabul ediliyordu. İşte rakamlar: "Bu indirimden sonra, Osmanlı Imparatorlugu'nun borcu 190.753.650 altın lirayı tuttuğu halde, eline geçen gerçek borç miktarı 106.437.234 lira oluyordu. Yani, eski hamam, eski tas: Bir daha, faizle ayrıcalıklar bir yana, yalnızca bir elde verilen paranın yarısı çalınıyordu. Can çekişen adama, yine bir veriliyor, defterine iki yazılıyordu. "1854 ilk borçlarından, 1914 son borca kadar geçen tam 60 yıl içinde, Osmanlı imparatorluğu ile meşrutiyet burjuvazisi, eksiksiz 40 borçla Osmanlı İmparatorluğu (ayrılan kısımlardan başka) bütün can damarlarını Avrupa kapitalistlerine sattı. Fiyatı görünüşte 169 milyon lira gösteriliyor. Fakat gerçekte satanın eline, sözleşme gereğince bile bunun ancak yarısı geçiyordu. Oysa, eğer gerçekten, ödünç alınan paraların ödenmesi, böyle %200 gibi bir oranda olsaydı, yani 'hasta adam' salt yarı yarıya çalınsaydı, bu yine büyük bir nimet sayılırdı. Alınan borçların bazen kaç katıyla ödendiğini göstermek için, küçük bir örnek alalım: "Düyun-u Umumiye'nin Osmanlı İmparatorluğu yerine geçtiği zamana kadar yapılan 16 borçtan yalnız bir tanesinin (1870 Rumeli Demiryolları borçlarının) yararlı ve olumlu bir işe ayrıldığını yazmıştık. İşte bu en elle tutulur bir amaç güden borcun niteliğini gözden geçirirsek, 'hasta adam'ın ne alıp ne verdiğini daha açık anlarız: "Brüksel'de oturan (Baron Hirsch) adında kurnaz bir Avusturyalı 17 Nisan 1870 tarihinde Osmanlı hükümeti ile 792 milyon franklık bir borç sözleşmesi 9. Bir kelime okunamadı. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 71 yapıyor. Borcun ihraç fiyatı (32,91- %8) idi. Yani hükümet 800 milyon franka yakın borçlu olurken, aldığı yalnızca 254.430 bin franktan ibaretti; bir aldığı halde üç aldım diyor. Bu bir. Borçlarda faiz oram %7'yi geçmez; oysa Baron Hirsch cenapları çok yüce gönüllüdür. Hiçbir borç verenin yapmadığı kadar az bir faiz alıyor: %3... Ama aldanmayalım, ele geçen para üçte bir olunca, bu faizi üçle çarpmak gerekir. O zaman asıl faizin %9'a çıktığı görülür. İki! Baron hazretleri borç tahvillerini, Paris'te nasıl kolayına gelirse, %42,5-47 ihraç değeriyle, yani %10-20 kadar bir zamla satıyor. Ve böylece 170 milyon frankcağızt', 'cepceğizine' havadan indiriveriyor. Oldu, üç! Tahviller ayrıca ikramiyelidir de. İlk ve en büyük ikramiye 600 bin franktır. Ve hüküm yalnız ikramiyeler karşılığında 98 milyon verir. Etti, dört! Borç tam 105 yılda ödenecek... Bundan ötürü her yılki mürettebat 27.965.700 franktır. Tamam, beş. "Şu beş yüzlü soygunun sonucu nedir, bilir misiniz? 'Hasta adamın kesesine ya da kasasına yalnız 129.201.232 girdiği halde, 105. yıl sonunda alacaklıya ödemiş olacağı paranın toplamı 2.936.398.000 franktır! Yani bir tek frank alan 'hasta adam, hesabın sonunda 23 frank verecektir. %2300 soygun!.." işte Türkiye'de Düyun-u Umumiye buydu. Böyle bir kamu borçları sistemi, Türkiye'nin ilk sermaye birikiminde bir rol oynayabilir mi? Bu soruya, Türk burjuvazisinin "Kadro"cu ideolojisi, örneğin şu yanıtı veriyor: "Eski Türkiye'de Türk üreticisinin, her gün biraz daha artan emeğine ve alınterine karşın, ülkede bir santimlik ulusal sermaye birikimi oluşmamıştı."10 Bu iddiada iki nokta var: 1- Yabancı sermaye hesabına "Türk üreticisi" çok çalışmıştır. Bu "üretici" sözcüğünün altında hangi sınıfın ileriye sürülmek istendiği belli değil. Fakat üretici insan kastedildiğine göre, işçi ve köylü sınıflarından başkaları olmaması gerek. Türk işçi ve köylülerinin yabancı hesabına çok çalıştıkları ve artı-değer geçirdikleri kesin. 2- Buna karşın ülkede bir santimlik "ulusal sermaye birikimi" oluşmamıştı sözüne gelince, bunda, Türk burjuvazisinin Kadrocuvari "kendi kendini inkâr" edişinden başka bir şey yok. Hiç kuşkusuz, Türk iş çisinin artı-değeriyle köylü ve orta sınıflarının fazla-ürünlerinden soyulan ganimetten, aslan payını alan yabancı sermayeydi. Fakat yerli tilkilerin de kırıntı topladıkları nasıl inkâr edilebilir? Kârın kaymağı dışa gidiyordu. Bugün bile Türk burjuvazisinin gözü önünde buna benzer manzaralar ek sik olamadı ve olamıyor. Ama kârın posası, hiç kuşkusuz, gayet belli be lirsiz, gayet yavaş bir şekilde de olsa, "ulusal sermaye" şeklinde "ülkede 10. M.Z.: "Cumhuriyet Merkez Bankası", Kadro, No:3, s.39-40. 72 YOL birikmedi" değil. "Bir santim" bile birikme olmasaydı, ne gerek, bugün şu Kadrocu bülbüllerinin yemini veren bir kapitalist sınıfı Türkiye'de olur muydu? Şu halde Türkiye'de, kamu borçlan, bir kez kesin bir şekilde bir sanayi sermayesi birikimini, mümkün mertebe yasak etmesine karşın, genel sermaye birikimi işinde, Marksizmin belirlediği gibi rolünde sıfır olmadı: 1Yarınki sanayi sermayesine, her ülkedeki gibi, temel olacak, ticaret sermayesini biriktirmekte, değiş-tokuş ilişkilerini genişletmekte ve hızlandırma" la kaçınılmaz sonuçlarını verdi; 2- Özellikle doğal ekonomiyle birlikte, derebeylik temellerini sarsmakta, maliyecilik giyotinini kurmakla her yerde ettiğinden aşağı kalmadı... Fakat bu, her yerdeki gibi, yalnız işçi ve köylüleri mülklerinden etmekle kalmadı da, yarısömürgelcrde olduğu gibi, yerli kapitalistlerin de ellerinden kârın kaymağını çaldı... Fark bundan ibaret. Yoksa eğer, Türkiye'de "bir santimlik" sermaye birikmeseydi, ne gerek -bu kuyrukçuların yaladıkları kuyruğu bulmaları- kuyruğun apolojisini yapmaları olanaklı olur muydu? Karl Marx, yabancı sermayenin Türkiye'deki etkilerine, Kapital'inde şöyle işaret ediyordu: "Fakat işte, Carey, haklı olarak, İngiltere'yi, kendilerine yalnız İngiltere'nin işlenmiş ürünler vereceği bütün diğer kavimleri tarım ulusları haline çevirmeyi denemekle suçluyor. Türkiye'nin bu şekilde harap olduğunu demeye getiriyor. Çünkü İngiltere, toprağın sahipleriyle ekincilerinin, sabanla dokuma tezgâhı arasındaki, çekiçle sürgün arasındaki doğal ittifak aracılığıyla güçlenmelerine asla izin vermiyor. İnan olsun, Urquhart'in kendisi de,;ngiliz çıkarını ve serbest değiş tokuş sözleşmesini yaydığı Türkiye'nin harap olmasında belli başlı etkenlerden birisidir."11 Harap olan Türkiye, kuşkusuz, kapitalist Türkiye değil, kapitalizm öncesi Türkiye'ydi, doğal ekonomi Türkiye'siydi. Herhangi bir ülkede, kapitalizme girmek için, bu yıkıntı bilinçsiz ve sınıflı bir toplum için bir zorunluluktu. Bu zorunluluğu başaran, her ülkede büyük sanayi ve makine sistemidir: "Kapitalist tarıma sürekli bir temel olmak, köylülerin büyük çoğunluğunu kökten mülklerinden etmek ve tarımla kır ev-sanayi arasındaki ayrılığı o sanayinin köklerini, iplik eğirme ve dokumayı söküp atarak başarmak için büyük sanayi ve maşinizm gerekir"12 Türkiye'de kırlarda "o sanayinin köklerini" söküp atarak tarımla olan 11. Marx-Engels: Werke, c.23, s.777. 12. Marx-Engels: Werke, c.23, s.776-77. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 73 bağlarını parçalayan büyük sanayi ve makine sistemi Türk değil, yabancıydı. Yalnız sonucu "Türk" oldu: Bugünkü "ulusal" adını, Marx'in dediği gibi, "gülünç bir şekilde takıp takıştıran", "Türk" burjuvazisi! Fakat Kadrocuların kuyruğunu yaladıkları Kemalizm altında da "ülkede" kârın kaymağını alan hangi kapitalistlerdir? İktisat Bakanının şirketler müdürlüğü, 1929 yılında yaptığı istatistiklere göre, o yıl Türkiye'ye giren yabancı sermaye 10 milyon lira olduğu halde çıkan: 3 milyon lira+12 milyon Fransız frangı+6,5 milyon Fransız frangı= yaklaşık 15 milyon Türk lirası kadar bir kâr, varolan yabancı şirketler tarafından dışarıya çıkarılıyor. Fakat eski kuyrukçu, diğer kuyrukyalayıcılara haber verelim ki, bu işin görünüşüdür. Çünkü: 1- Türkiye'den dışarıya para gönderenler diye yalnız "yabancı şirketler" kaydediliyor. Oysa "ulusal" adını alan şirketlerin müthiş egemen sermayesi yine yabancıdır ve kârını yalnız Türkiye'de bırakmaz; 2- Şirketler dışında, şirket olmayan kapitalist girişimlerinde, yabancı sermaye oranını ve dışarıya gönderdiği kârları da, gene, şirketler müdürlüğü hesaba katmamaktadır, vb... Şimdi cumhuriyet burjuvazisinin "dönemi"ndeyiz. Buraya kadar saptadığımız yalnızca ilk birikimin bir tek özelliğidir. Cumhuriyet burjuvazisi iktidara geçer geçmez, ya sanayileşmek ya da ölüm şıkları karşısında kaldı. Ve tabii bu ilk, kaplumbağa hızlı sermaye birikiminde bulduğu dayanakla, şiddetli ve hızlı bir yeni sanayi sermaye birikimine geçmeye zorunlu kaldı. Acele sermaye birikimi nasıl olur? Marx sömürgelikten kurtularak hızla sanayileşen, yani acele sermaye birikimi yapan tip olarak ABD'ni gösterir. Amerika'daki hızlı sermaye birikiminin etkenlerini bizimkiyle karşılaştırarak acele görelim: 1- İşçi Akını: Kapitalist Avrupa'da devlet baskısıyla kopuşan bütün unsurların o zamanki sığınağı özellikle ABD'dir. Artı-değerin kaynağı, açıkta-hazır işgücü, bu sayede Amerikan refahını kurmaya koşmuştu. Türk burjuvazisi, cumhuriyet iktidarını kurar kurmaz, hazır-açıkta işgücü bulma sorunuyla karşılaştı. Türkiye, nüfusu az bir ülke... Yalnız köylüleri prolelerleştirmek yetmez. Dışarıdan serbest işgücü çekmek gerekir. Türk burjuvazisinin genellikle serbest işgücü bulmak için başvurduğu çare ve yöntemler iki gruptur: a) Yerleştirme siyaseti; b) Değiş-tokuş siyaseti... a) Yerleştirme siyaseti: Türkiye'de göçmen, mülteci, yangınzade, oymaklar, göçebe vb. nin belirli bölgelerde yerleştirilmesi demektir. 1927 yılına kadar illere yerleştirdiği kadın erkek nüfus toplamı 881.063 kişidir. 74 YOL Fakat "illerde, servetleriyle doğrudan doğruya üretici duruma atılmış olan yerleştirilmemiş göçmen, mülteci vb."nin 618.937 kişiyi bulduğu kabul edilirse, 9 yıl içinde Türkiye'de 1,5 milyon nüfusun kapitalist üretim ilişkilerine göre dağıtıldığı ve belirlendiği ortaya çıkar.* Bu siyaset durmamıştır. Özellikle Doğu illeri, bu siyasetin belli başlı kurbanlarındandır. Bununla birlikte, özellikle tarım sermayesinin geliştiği alanlarında (Trakya, Ege) işsizlik büyüktür. b) Değiş tokuş siyaseti: Daha çok küçük mülkiyetleri almaktan ibarettir. Bir taşla 3 kuş vurmaktı: a) Türk olmayan unsurların kapitalist rekabetinden kurtulmak; b) Yedekte hazır işgücü bulmak; c) Dağınık üretim araçları mülkiyetini, büyük kapitalistleşmeye doğru belirli noktalarda ve ellerde biriktirmek... Bir sözcükle özetlemek istersek, "değiş tokuş" ya da "değiş tokuş dışı" (gayri-mübadele) siyaseti, dağınık anaparaları birkaç burjuvanın elinde toplamak, yeni sanayi ya da tarım kapitalistleri zümresini "genişletmek"... Değiş tokuş siyaseti göç ettirmeyle birliktedir... Ve daha çok Rumlara karşı yapılmış görünür. Gerçekte, Türk olmayan -Yahudilerin dışında- bütün unsurlara karşı uygulanmıştır. Ermeni satırını meşrutiyet burjuvazisi atmıştı. Fakat bundan yararlanan, kapitalistlerden çok, yerel derebeyler oldu. Ermeni katliamı, birkaç ağayı kalınlaştırmaktan başka bir şeye yaramadı. Bulgaristan'la 18 Ekim 1925'te yapılan barış anlaşmaları ile, 5-18 Ekim 1912'den o tarihe kadar göç eden her iki taraf uyruklarının mülkleri devletlerin eline geçiyordu. Ne değiş tokuş, ne değiş tokuş edilmeme facialarını uzun anlatmayacağım. Yalnız bazı ilginç karakteristiklerine işaret edeceğim: Değiş tokuş yapılacaklar: Biliniyor. Değiş tokuş için bir karakteristikler, bir de sonuç çıkaralım: * Rumeli göçmenleri, Afyon bölgelerinde yerleşeli beri, oranın afyon üretimi artmıştır. Fakat Yunanistan'dan gelen göçmen ve değiş tokuş edilenlerin ö zellikle yerleştirildikleri alanlar hep tütüncülük bölgeleridir. Hattâ çingeneler bile tütün bölgelerine oturtulmuş, fakat önce ekmeyi bilmediklerinden, fakat daha çok, topraktan başka üretim araçları bulunmadığından, serbest işgücü olarak çevreye dağılmışlardır. Tütün bölgelerine yerleştirilenler, yalnız Ödemiş, Bafra ve Samsun taraflarında iyi kötü kalabilmişler, fakat Bursa, Edirne, Tokat ve Taşova'da kimseler tutunamamıştır. Bursa'da kalanlar, tütünü başaramayınca, kısmen ipekçiliğe dökülmüşler. Fakat çoğu, haklarına ilişkin hiçbir şey istemeyeceklerine senet vererek ve yerlerini yurtlarını bırakarak iş alanlarına hazır işgücü olarak atılmışlar ve hattâ gitmemelerini önerenlere "topa tutulsak geri dönmeyiz" yanıtını vermişlerdir. Bugün bütün bu unsurların büyük çoğunluğu, şehir kaldırımlarında, işsiz kırılan işçilerden ibarettirler. 75 DÜŞMAN: BURJUVAZİ a) Karakteristiği: Bizzat bir burjuva yazarı yapsın. Yunus Nadi 17.10.1931 tarihli Cumhuriyet başmakalesinde, aman bu konuyu açmayalım, fecidir derken, sözü şöyle tamamlıyordu: "Ben, bu göç edenleri köklerinden çıkarılarak başka yerlere götürülen ve dikilen büyük ağaçlara ben zetmiştim." Hakkını yemeyelim, burjuvazinin de bazen "enfes" betimleme yapan yazıcıları vardır. Yalnız dediklerini sizin anlayışınıza bırakırlar. Sözün gerisini siz getirebilirsiniz: Yunanistan'da orta halli bir mülkiyete tutunmuş Türkler, "büyük ağaçlar" gibi "köklerinden çıkarılarak" Türkiye'ye getirilirse, bu taraflarda genellikle hazır işgücünden başka bir şeye yaramazlar. Onun için Yunus Nadi Bey yalvarıyor: "Bizim, enkazımız üzerinde dostluk tutanağı mı Hayır, olanı biteni hep biliyoruz." kuruyorsunuz diye düşünmesinler istiyorum. b) Sonucu: İzmir'de yerleştirmeye 800 göçmen başvuruyor. Tasarruf belgelerinde 205.162 altın liralık, yani 2,5 milyon Türk lirasından fazla ayrılmış hakları var. (26.2.1931) Bunu hatırlayarak günün haberlerini süzerken, 15.5.1932'de gazetede 16 bin bonoyla 1 milyon liranın göçmenlere dağıtılacağını öğrenirsiniz. 800 kişinin ayrılmış hakkı bile 2,5 milyon lirayken, hemen hemen bu miktarın beş on katı olan göçmenlere yalnız bir milyon dağıtılacak! O zaman Dağıtım Dairesi'nin "acıklı" bir yakınmasını duyarsınız. "Fakat, dağıtılması gereken bono mik tarı 16 bin olduğu halde ilgililerin başvuruda gösterdikleri ilgisizlikten dolayı 2-3 bin bono dağıtılmıştır." Yani işin maskaralığını gören zavallı kökleri çıkarılmış "büyük ağaçlar", ellerine geçecek kuru bir kâğıt peşinden koşacak yerde, işinde gücünde bir ücretçik aramayı daha uygun bulur... Değiş tokuş-edilmeyenler: 1912'den önce Yunanistan'ı bırakmış olanlar... 10 bin kişi kadar varlar. 27.5.1930'da ayrılmış haklarının %40'ı verilecek dendiği halde, tam bir yıl sonra 17.5.1931'de, ancak %20 dağıtılacağı ilân edilir. 15.11.1931'de öğreniyoruz ki, değiş tokuş edilenlerin bütün alacakları 35-40 milyon, hükümetin çıkardığı bono 7,5 milyon ve "hamiline" yazılı (yani kim isterse alabilir). Gayrı-Mübadiller Cemiyeti ise ancak 4,5 milyon liralık bono dağıtmıştır. Şimdi değiş tokuşedilmeyenlerin eline ne geçeceğine gelelim. Değiş tokuş-edilmeyenlerin %20 ayrılmış haklarına bedel çıkarılan bonolor 31.12.1931 tarihinde %15-17 oranında para ediyor. Yani değiş tokuş-edilmeyenler ayrılmış haklarının ancak %3-5'ini alabiliyorlar.* Fakat, tıpkı değiş tokuş edilenlerde * Şu biçare %20 değiş tokuş-edilmeyen ayrılmış haklarından küçüklerin başına gelen en domuzuna tefeciliği, burjuva başyazar, milletvekili ve bankerlerinin nasıl parmakla 76 YOL olduğu gibi, değiş tokuş-edilmeyenlerde de iki zümre adam ayırmak gerekir. Birinciler kodamanlardır. Bunların ekmeğine her zaman yağ ve hattâ kaymak sürülür. Asıl güme gidenler, ikinciler, yani ufak ve orta değiş tokuş-edilmeyenlerdir. Örneğin, elinde bin liralık bir bonosu olan, gerçekte 200 lira eden bu kâğıtla, İzmir'de yapılan bir satın almaya katılmaya kalksa, bonosunu pul parası yapması ve satışta seyirci kalması gerekir. 1000 liralara kadar varanları da, bizzat büyük değiş tokuşedilmeyenler ya da hükümet adına Ziraat Bankası soğana çevirir: Örneğin, izmir'de Sakarya sinemasının biçilen değeri 33 bin lira olduğu halde 51 bin liraya satılıyor. Fakat Kavalalı milletvekili Hüseyin Beyin eniştesi maliyeye başvurunca satış bozuluyor. Ancak bu kez cayan enişte bey yerine, bir başkasına 55 bin liraya devrolunuyor. Her yandan, biçilen değeri ödendiği halde, Ziraat Bankası'nın adama malı leslim etmediği hakkında Gayrı-mübadiller Cemiyeti'ne şikayetler yağıyor, tş bu kadarla da kalmıyor. Hattâ değerleri beş on kere düşmüş bonolarla alınan mallardan %25 tapu harcı almak bile işten değil. Esas nokta, satıyoruz derken, satış işlemini fiilen yapmamaktadır. 26.2.1932 tarihli Milliyet yazıyor: "izmir'de haftada 6 mülk satılıyor. İtiraz için de 20 gün süre veriliyor. Oysa İzmir'de bin kadar emlâk var." Gazeteci, bizim yerimize söyler: "Cumalar da hesap edilirse, açık arttırmaların yıllarca arkası alınamayacağı ortaya çıkar." Bu engel, en büyük bonocu iş Bankası'nın işine yarar. Devlet aygıtı, bütün bu bürokratik soygunu yaptırırken, hep büyük gösterdiklerini ve adeta ağızlan sulanarak ve iştahları kabararak "doğal" bulduklarını, kendi ağızlarından işitmek hiç de zararlı olmaz: En ... (bir kelime okunamadı) lerinden biri şöyle diyordu: "Şimdiki halde, bu bonolarla yalnız açık arttırmaya konulacak emlâk ve arazinin satın alınmasına katılınabilineceği düşüncesiyle onlardan hemen nakden yararlanabilmek için bu bonoları kırdırmaktan başka yol da görünmemektedir. Bu amaçla bazı açıkgöz kişilerin bonoları mümkün olduğu kadar ucuz ele geçirebilmek için kendilerine göre bazı tertibatlar almış oldukları söyleniyor ki bunu da gayet doğal bulmak gerekir." (Doğal değil mi? Ve sonra aynı zat içyüzünü daha açık ortaya döküyor...) "Biz" diyor, "vurgunculuktan filan söz ederek bu bonoları kırmakla kendilerine çıkar sağlamak isteyecek adamları kötülemek istemiyoruz. Birtakım adamlar kendi bonolannı kırdırarak para elde etmek istiyorlarsa bu bonolar karşılığında para verecek adamların da bu işlemi ancak bu yüzden fazla bir çıkar elde etme amacıyla yapacaklarına kuşku yoktur. Bundan dolayı bonosunu satmak isteyenin onun mümkün olduğu kadar yükseğe satmak istemesi (serbest rekabet sorunu...) ne kadar doğal (burjuvazi için her toplumsal soygun doğaldır...) ise onu alacak adam bile mümkün olduğu kadar az para vererek elde etmeye çalışacaktır. İşin bu kısmında hiçbir olağanüstülük yoktur." (Yunus Nadi: "Gene Gay-rimübadil Bonoların Hakkında", Cumhuriyet, 21.9.1931) DÜŞMAN: BURJUVAZİ 77 sermayeyi, yani yüzbinleri korur. Örneğin 63 no'lu kömür ocağının yarı hissesini değiş tokuş-edilmeyenlere vermez. Çünkü işletemezler. Trikupis Çiftliği 600 bin liralık bir arazidir. Küçük ve orta sermayeler parçalanmasını önerirler. O zaman belki 800 bin lira edecek. Fakat Gayrımübadiller Cemiyeti'nin yönetim kurulunun en kodamanları, aralarında uzlaşır ve paralarını birleştirerek 600 binlik Trikupis'i 400 bine satın alır ve aralarında paylaşırlar.* Bu olayın alevlendirdiği büyük zenginlerle orta halliler bölünmesinin * Sorun şudur: "Değiş-tokuş-edilmeyenlere, ayrılmış haklarının %20'si oranında verilen bonolar, karşılığı emlâk bulunduğu halde, üzerlerinde yazılı değerlerden çok aşağı işlem görmektedir. Bugün 100 lira değerdeki bir bonoya ancak 20-25 lira arasında talip bulunabilmektedir. Durum böyleyken, Gayrı-mübadiller Cemiyeti yönetim kurulundan Halil Paşa ile diğer altı değiş-tokuş-edilmeyen, ayrılmış hakları fazla olduğu için ellerine geçen ve önemli bir toplam tutan bonoları bir araya koymuşlar, 23 bin zeytin ağacı, geniş toprakları, tarlaları birçok bina ve ekini içinde toplayan Trikupis Çiflliği'nin açık arttırmasına girmişler ve aşağı yukarı 400 bin liralık bono karşılığında çiftliği satın almışlardır. Bir kısım değiş-tokuş-edilmeyenler, eğer bu çiftlik parçalara ayrılıp açık arttırmaya çıkarılsaydı, en az 600 bin liraya satılabileceğini, toptan yapılan açık arttırmaya ellerindeki bonoların toplamı 5-10 bin lira tutan değiş-tokuş-edilmeyenlerin katılmadıklarını, Halil Paşa ve arkadaşlarının ise fazla toplama ulaşan bonolarını bir araya koyarak 600 bin liralık çiftliği 400 bin liraya satın alabildiklerini, şimdi çiftliği yedi parçaya ayırıp aralarında bölüştürüceklerini, bu şekilde onların bonolarının %150 değer bulmuş olduğunu iddia etmektedirler. Cemiyet yönetim kurulundan, elinde 5-6 bin liralık bonosu olan diğer bir kişi, Halil Paşaya, kendisinin de Trikupis Çiftliği açık arttırmasına bonoları oranında katılınmadığından dolayı sitem etmiş ve bu Halil Paşanın çekilmesini gerektirmiştir. "Yönetim kurulundan diğer bir kişinin değer takdiri komisyonunda dosyası incelenerek malı olmadığı görülmüştür. Bunun üzerine bu üye de 'madem ki malım yokmuş, o halde değiş-tokuş-edilmeyen de değilim, değiş-tokuş-edilmeyen olmayınca Cemiyet yönetim kurulunda da işim yok' diye çekilmiştir. "Diğer yandan, işlerinin kendilerini tatmin edecek şekilde izlenip sonuçlandırılmadığını, bonoların para etmediğini gören bir kısım değiş-tokuş-edilmeyenler bir avukatın girişimiyle, aralarında imza toplayarak Cemiyet kongresinin toplantı yapmasını istemişlerdir. Bunun üzerine geçen ay sonlarında kongrenin toplanması zorunluluğu ortaya çıkmış, saptanan gün gelmeden, şikayetçilere ön ayak olan bir iki değiş-tokuş-edilmeyenin uzun zamandan beri askıda kalan değer takdiri işleri sonuçlandırılmıştır. Bu şekilde memnun edilenler kongreye gitmemiş, çoğunluk oluşmamış, toplantı belirsiz bir güne bırakılmıştır. "Bu koşullar karşısında, bazı değiş-tokuş-edilmeyenler aralarında anlaşarak bonolannı bir araya koyup büyük açık arttırmalara ortak olarak girmekten başka çare olmadığım ileri sürmekte ve birbirleriyle anlaşmaya çalışmaktadırlar." {Milliyet, 19.1.1932) 78 YOL anlamını anlamak için, çıkan gürültüdeki tespiti dinleyelim: Gürültülü toplantıda Cemiyet'i feshetmeye karar veren orta halliler, gazetelere 200 kişi diye bildirilmiş. Karşı çıkan biri anlatıyor: "Bu tebliğde 200 değiştokuş-edilmeyen deniyordu. Bu doğru değildir. 1000-1500 kişi vardık. Bilmem, karşı tarafa mensup 50 kişi var mıdır? Bir ses: En son çıkan bendenizim, 50 kişi bile yoktu. Onlar da kaçtılar..." Yani yüz değiş-tokuş-edilmeyenin 4 tanesi, geri kalan 96 kişi adına zenginleştiriliyor ve mallandırılıyor. Bu Cemiyet'te olanlar... Ya Cemiyet'e girmeyecek kadar yoksul olan değiş-tokuş-edilmeyenler? Cemiyetin 1500 kişi olduğu varsayılsa, %10 değiş-tokuş-edilmeyenin ancak örgütlü olduğu ve bunların %0,4'ünün refahının sağlandığı anlaşılır. Değiş-tokuş-edilmeyenlerin faciasının komedisi bile kuvvetle anlamlıdır. Gürültülü toplantının ertesi günü toplanan "yoksul" değiş-tokuşedilmeyenlcre, ...13 Şakir Bey şöyle haykırıyordu: "Eğer, yarın, Türkün tükenmez tahammülü tanımlanmak istenirse, sizin tahammülünüz buna örnek olarak gösterilecektir."14 2- Ağır Vergiler: Farkımız yok. Malumu ilam etmeyelim. Bildiğimiz gibi, bütçe denge vergisini milyoner de, ücreti otuz kuruşa işçi de aynı oranda verecek. 1932'de halktan %20-30 bunalım ve denge vergisi kesilirken, fabrikatörlere yılda 1,5 milyon yardım veriliyordu. Bir örnek: "Vergi ve Halk"...* 13. Bir kelime okunamadı. 14. Milliyet, 26.5.1932. * "Ocakta toplanacak: ... Ocağın 5'inde Ankara'da büyük Tarım Kongresi toplanacaktır. Ticaret Odası şimdiden bu Kongre için hazırlanmaya başlamıştır. Tasarruf Cemiyeti odaya önemli bir konu getirmiştir. Bu konu tarım sigortasıdır. Oda raportörleri bu konu çevresinde incelemeye başlamışlardır. Genel Sekreter Vehbi Bey bu konu hakkında yazarımıza şu açıklamayı yapmıştır: " Ülkemiz doğal durumu dolayısıyla hububat tarımına üzüm, incir ve zeytin ticaretine çok uygundur. Bugün Türkiye'nin ulusal gelirini bir yılda ortalama olarak bir milyar Türk lirasıyla ifade ediyorlar ki, kişi başına yılda 70 lira bir gelir ayrılıyor demektir. Bu 70 lira gelirden o kişi hem bir yıl yaşayacak ve hem de devletin genel masraflarına katılmak için vergi verecektir. Vergi ve resimlerin toplamı 300 milyon lira kadar olduğuna göre, Türkiye halkı her yıl genel gelirinin %30'u oranında vergi ödüyor demek olur. Şu halde her kişi yıllık geliri olan ortalama 70 liranın 21 lirasını vergiye verdikten sonra geri kalan 49 lirasıyla bir yıl yaşamak ve gereksinimlerini sağlamak ve gidermek zorundadır. 49 lira ayda 4 lira kadar bir paradır. Bu parayla bir ay bir kişinin yaşamasına bile olanak yoktur. Hem iyi yaşamak, hem tasarruf etmek için başlıca ve tek çare ulusal gelirin arttırılmasıdır. Diğer üretimler arasında tarım üretimi ülkenin ulusal gelirinin artmasında en başta gelmektedir, işte Büyük Kongre bu önemli konuyu bütün kapsam ve genişliğiyle göz önüne alacaktır. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 79 3- Berbat bir mali aristokrasi: Amerika'da, daha ilk günden beri "en aşağılık türden" (Marx) bir "mali aristokrasi" türemişti. Bizde köylüyü, değiş-tokuş-edilen ve edilmeyenleri, esnafı, vakıfları, kısaca es kiden kalma mülk ve değer adına ne varsa yoksa, hepsini önce maliye ma kinesinden süzerek, akıcı sermaye haline getiren ve sonra çeşitli kanallar dan fabrikatörlere prim, bağışıklık, teşvik yollu dağıtan iki büyük devlet bankasıdır: Ziraat Bankası ve Emlâk ve Eytam Bankası... Sanayi ve Maadin Bankası da, bunların topladıklarını, kâh doğrudan doğruya işleyen, kâh dolayısıyla işleten bir üçüzdür. Daha ileride, bir iki sözcük daha fazla söyleyebileceğimiz bir İş Bankası var ki, o da bu sac ayağın ve ülkenin üstünde biriciktir. Yani Marx'in Amerika için dediği, Türkiye için, şu finans-kapital döneminde, bütün katmerliliğiyle asıldır: Herşeyin üstünde, bütün ekonomik ilişkilere egemen olan bir tek banka sultandır. 4- Kamu mülklerini ve servet kaynaklarını: faizci şirketlere bırakan ABD'nde, demiryolları, maden kuyuları vb. işletmeleri, malikâne ve çiftlikler hep büyük sermayeyi temsil eden faiz şirketlerine devredil mişti. Türkiye'de örneğin demiryolları, kısa vadeli borçlarla devlet ta rafından, yani vergi verenlerce yaptırılıyor. Çünkü bütün hatlar çok kere zararlarını güçlükle kapatabiliyorlar. Şu halde devletçe yaptırılmaları, mal üretimi rejimi için bir nimettir. Geri kalan herşey, bütün önemli üretim şubeleri, hattâ kasaplar, bakkallar gibi esnaf zanaatları bile "tröst"leşiyor. Malikanelere gelince, Türkiye'nin en geniş emlâk-akar ve toprak sahibi vakıfları hatırlayalım. Vakfın yalnız Yunanistan'da ve yalnız değiş-tokuş edilen mülkleri 597.928.223 altın liradır. Türkiye'deki vakıfların mülk değeri kara tavuğun yumurtası gibi saklanıyor. Fakat, kuşkusuz, Yunanistan'dakinden aşağı kalamaz. Bunu ortalama bir hesap edelim: 1931'de vakıfların 1,5 milyon liralık emlâk ve toprak geliri oluyor. Bu gelirler binde iki buçuktan alınıyor. Şu halde, yalnız tescil edilmiş olan vakıflar, bugünkü Türkiye'de tam 600 milyon lira değerinde olacaktır.* Bu değerin anlamını anlamak için, Türkiye ulusal servetinin hemen yarısı demek olan tarım üretiminin 337 milyon, yani hemen neredeyse vakıf mülklerinin yarısı olduğunu hatırlayalım. İşte bu muazzam servet 4 Ekim "Bu şekilde konuya vâkıf olarak düzenlenmiş bir gündem dahilinde ayrıntılı bir şekilde temas ve görüş alışverişinde bulunma olanakları ortaya çıkacaktır." (22.9.1930) * Bununla birlikte , vakıfların mülkünü binde 2,5 gelire göre ölçmek de asgari bir tahmindir. Çünkü gerçekte vakıfların aldığı gelir, bundan çok aşağı olabilir. Örneğin, Sarıyer'de günde 8 ton tatlı su harcayan bir hamamın, 12 yılda vakıflara borcu 175 lira tutuyor. Yani ayda 1,5 lira bile değil! 80 YOL 1929'da yapılan Yeni Vakıflar Yasasıyla, burjuva devletinin oldukça eline geçti. Bilindiği gibi, her vakıf, "hayrat" adı altında yoksullara ya da şuna buna bazı yardımlarda bulunur. Şimdiden sonra bu hayrat devlet tarafından belirlenecek. Mütevelli gelirini devlet (vakıflar) toplayacak. Hayrattan artan kısmın %10'unu hükümet alacak. Geri kalanı da bir ücret gibi mütevellilere verecek. Fakat mütevelliler ücret değil, mal istiyorlar. Ve hep birden şaşalım: Türkiye'de 3 milyon kişi, yani hemen hemen nüfusun dörtte biri mülevelliymiş! Burjuvazinin vakıflardan aldığı yalnız bunlardan ibaret değil. Sözgelimi, öşür bir tür vakıf geliriydi; Mersin ve Samsun limanlarının gümrük resmiyle birlikte hazineye geçti. Eskişehir'de 30-40 köyü geçindiren Lületaşı 1931'dc bir ayrıcalıklı şirkete peşkeş çekildi... Bu örnekler sonsuza dek uzatılabilir. 5- Gümrük koruması: Buraya kadar söylediklerimizin taçlanışı korumacı gümrük tarifeleridir. Marx'a göre, ulusal üretim araçlarını zorla sermayeleştiren, bağımsız işçilerin mülklerini alan ve fabrikatörler yapan benzersiz önlem şudur: "Korumacı sistem fabrikatörler üretmenin, bağımsız işçileri mülklerinden etmenin, ulusal üretim ve geçim araçlarını sermayeleştirmenin, eski üretim biçiminden yeni biçime geçişi zorla ve şiddetle kısaltmanın yapay bir aracı oldu."15 1929'dan beri uygulanan Türk gümrük yasasını burada anlatacak değilim. Hele dünya bunalımıyla kontenjandan takasa, hattâ dış ticaretin bile bankalar elinde toplanmasına giden kapitalist ilişkiler bugün değme gümrükleri gölgede bırakıyor. Bütün bu saydığımız gerek yavaş, gerek çabuk sermaye birikimleri, bir ülkede, birdenbire çağdaş ve büyük sanayi doğurabilir mi? Hayır. Oysa Türk burjuvazisinin bekleyecek zamanı yok. Şu halde böyle büyük sanayiye temel olacak sermaye nereden bulunur? Marx'a göre: "Sömürge sistemi, kamu borçları, vergiler, korumacılık, ticaret savaşları vb., bu özellikle el imalathanesi döneminin sürgünleri, büyük sanayi dönemi sırasında harikulade gelişir. Bu sanayinin doğumunu şenliklerle kutlamak için, masumların bir tür katliamı gerekir."16 Bugün Türkiye'de kamu borçlarının (1932 yılında 60 milyon kadar, bütçenin üçte birinden fazla borç ödenecek), vergilerin, korumacılığın daniskası var. Fakat Marx'in işaret etttiği diğer iki etken yok derecesinde: 1- Sömürge sistemi: Gerçi Türkiye'nin de kendine özgü bir sömürgesi var ve orada "sanayinin doğumunu şenliklerle kutlamak için masumların bir 15. Marx-Engels: Werke, c.23, s.784-785. 16. Marx-Engels: Werke, c.23, s.785. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 81 tür katliamı" açıktan açığa yürüyor. Fakat bu, önce, her alanda yetersizdir. Pazar olarak kaçakçılığa, Türkiye sanayinden çok yabancı sermayeye bağlı. İkinci olarak, geniş sömürgeleri de olsa, örneğin İngiltere büyük sanayi sermayesi birikinceyc kadar tam iki yüzyıl süren bir sömürge çapuluna başvurdu. Türkiye sanayi, böyle iki yüzyıl bekleyebilir mi? 2- Ticaret savaşları: 1870 Savaşı ile Fransızlardan 5 milyar frank alan Almanya, bu parayı sanayinin gelişmesi için harcadı. Türkiye, Yu nanlılardan 5 milyon tazminat isteyecek oldu, yıllarca tartışma ve görüşmeden sonra, 300 bine de razı olduğu halde, santim koparamadı. Artık bugün, öyle, kapitalizmin halaylarında olduğu gibi, isteyen ve ken dinden az buçuk bir güç bulan ülke diğerine istediği zaman çullanamaz. Dünya dengesi patlamak için bir kıvılcıma bakıyor. Şu halde, Türkiye gibi "saffı-ı niâl"de* gelen burjuvaziler, başkalarının sırtından, yüce finans-kapitalin izni olmadan, zırnık kopartamaz. 3- Marx'in zamanında bulunmayan bir yeni -deyim yerindeyse- ser maye birikimi bugün var: sovyetçilik birikimi: sanayi, nakliye ve kredi toplumsallaştırılır, işçi devletinin eline geçer. Dış ticaret tamamen devlet tekeli altında. İç ticaret düzenlenmiş ya da uygun hale getirilmiştir. Bu koşullar altında çalışma koşulları ve kazanç sınırları belli ve silahlı prole tarya denetimi altında** olmak koşuluyla, yabancı ülkelerden gelecek ser mayelerin de, sosyalist kuruluşa hizmet etmesi olanaklıdır... Böyle bir sistemi, hiçbir burjuva düzeni uygulayamaz. Şu halde bir tek çare var: Türk burjuvazisi yabancı sermayeye el açacak... Türk burjuvazisi, yıllardan beri banyo, traş vb. hazırlıklarını, salt yabancı sermayeye cazip görünmek için yaptı. Ccmiyet-i Akvam kapısından girişi, çalacak başka kapı kalmadığı içindir. Burada, ta Aydınlık dönemlerinde, yabancı sermayeye karşı tutulacak taktik hakkında, zamanı geçmiş olsa bile, olan bir tartışmayı hatırladım: 1- Yarı-sömürgc Türkiye'de ulusal burjuva devrimi oldu. Toplumsal devrime kadar, ülkeye yabancı sermaye gelsin. Sanayi ve ekonomik gelişmeyle birlikte, proleterleşme ve sınıf mücadelesi de artsın. Devrim daha kolay olur. 2- Hayır, yabancı sermaye gelmesin. Gelirse, uluslararası sermaye bir delik, bir emniyet sübabı bulur. Varolan bunalımını hafifletebilir. Dünya devrimi bakımından kapitalizm yerleşir, Bu iki akımdan birincisi bildiğimiz biçime kardı. Bugün Vedat Nedim Bey, 1932 Mart Leipzig uluslararası ilkbahar pazarında "birçok Alman ve * Saff-ı nial: en geri, en aşağı, (y.n.) **(vurgu MD) 82 YOL yabancı tanınmış yüzler ve basın erkanı tarafından bravo sesleri ve alkışlarla karşılanan"17 nutkunda pürüzsüzce diyor ki: "Türkiye, sanayi ülkeleri için dikkate değer bir çıkış noktasıdır. Aynı zamanda yabancı sermayesi için de kazanç vaadeder bir yatırım ülkesidir. Fakat yalnız bir koşulla: yaşamak ve yaşatmak..." Burjuva devlet aygıtının memur argosunda bir deyim vardır: "hem ye hem yedir"! Yani sen de rüşvet ve yolsuzluğun daha iyisini yap, ama küçük memurlara da yaptırmak koşuluyla... Sabık kuyrukçular da, Avrupa oyun ortaklarına, soygundaki yabancı suç-ortaklarına aynı öneride bulunuyorlar: hem yaşa, hem yaşat! İkinci iddia, enternasyonalist görünüşüne karşın, Türkiye'de iç güçlere güvensizlikle suçlanmaya kapı açacak kadar zayıftır, tarihsel materyalizme yan bakar. Çünkü sanılıyor ki, biz izin verirsek yabancı sermaye Türkiye'ye girebilir. Ya da biz korumazsak ya da onaylamazsak yabancı sermaye Türkiye'ye girmekte gecikebilir. Oysa o da, bu da, pek havai bir idealizm değil midir? İktidarla hiçbir ilgisi olmayan ezilen sınıfların, yabancı sermayenin girişini kabul edip etmemesi ne demektir? Bunun bir tek anlamı olabilir: Türk burjuvazisinin, halkın kanı ve canı pahasına yaptığı yarı-sömürge siyasal kurtuluşunu ekonomik olarak emperyalizme satması, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin gözünü açmak için, Komünist Parti'ye ajitasyon-propaganda-örgüt zemini hazırlar. Bizim Türkiye'ye yabancı sermaye gelsin mi, gelmesin mi değil, gelir mi gelmez mi diye araştırmamız gerekir. O zaman diyalektiğin iki kutbuyla karşılaşırız: Türkiye'ye yabancı sermaye hem girdi hem girmedi; hem giriyor hem girmiyor... 1- Sermaye girer: Marx Kapital'inde Quarterly Review'a yanıt verirken, sermaye deniliyor diyordu, gürültü patırtıdan ve tartışmadan kaçar. Ve yapısı gereği korkak ve utangaçtır. Bu çok doğru, ama mutlak değil. "Tıpkı doğanın boşluktan korktuğu gibi, sermaye de kâr yokluğundan ya da az kârdan dehşetli korkar. Tatmin edici bir kârla birlikte sermaye cesaretlenir. Ona %10 sağlanmaya görsün, dört bir yanda kullanılabilir; %20 ile canına can gelir; %50 ile olumlu şekilde pervasızlaşır; %100 ile bütün insanlık yasalarını ayaklar altına alır; %300 ile artık sermayenin göze alamayacağı tehlikeli cinayet yoktur ve ipe çekilmeye fittir. Gürültü patırtıyla tartışma kâr getirebildiği zaman, sermaye her ikisini de (Bugünkü milyarderlerin yaptıkları gibi: ...18) gayrete getirir ve teşvik eder. Kanıt mı dediniz: Kaçakçılık ve zenci ticareti."19 17. Kadro, No:3, s.31. 18. Bir kelime okunamadı. 19. Marx-Engels, Werke, c.23, s.788. DÜŞMAN:BURJUVAZİ 83 Koca Marx'ın şu tanımını gördükten sonra, bizce "sermaye gelir mi" sorusunu, "kâr bulur mu" sorusuna çevirmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bu noktada hayale kapılmamak için, büyük sermayenin Türkiye'de ne kazandığına iki örnek alalım: Arslan ve Eskihisar Müttehit Çimento ve Su Kireci Fabrikaları Şirketi: %6 dağıtılan faiz bir yana, dağıtılan kâr 1921 yılında %26 iken, 1929'da %61'i bulur. Fakat aynı şirketin 1929 bilançosuna bakarsak20, bütün masraf 29.847 lira, yani sermaye toplamı olan 560 bin liraya oranla %5 ve sermayedarların aldıkları 474.808 liraya oranla %6'dır. Bu %5-6 masraf içinde işçiye düşen ücret payı kuşkusuz %3'ü bile bulmaz. İşçi %3 alıyor diyelim. Sermayedarlar ne alıyorlar? Aynı yılın bilançosuna göre21 475.998, yani sermaye toplamına göre %85,9 (işçinin 29 katı, yani işçiye oranla %2500 kadar) kâr! Ereğli Kömür Madenleri Şirketi: Aynı kitabın 400. sayfasını çevirelim. Şirketin 1929 bilançosunda şunlar var: İhtimali ihtiyat Hissedarlara Yönetim kuruluna Amortisman Hisse senetleri 2.000.000 3.000.000 1.064.744 5.000.000 900.000 =11.964.744 Frank, o yıl sermayedarlara geçer. Sermaye ise 15 milyon franktır. Şu halde kâr %80'dir. Bu iki kısa örnekten ne sonuç çıkıyor? Eğer Marx'ın sözlerini kullanmak gerekirse: 1- Sermaye Türkiye'nin "dört bir yanında kullanılabilir"; 2- Türkiye'de sermayenin "canına can gelir" (çünkü kâr %20'den de fazladır); 3- Türkiye'de sermaye "olumlu şekilde pervasızlaşır": Kâr %50'yi de geçiyor... Fakat kâr %80-85'lerdedir deyince ne anlamalı? Yüzde yüze varmaya % 15-20 kadar bir şey gerektiğine göre, Türkiye'de sermaye, "bütün" değilse bile, herhalde "insanlık yasalarını ayaklar altına" alır. Şu halde, sermaye, Türkiye'ye kollarını sallaya sallaya, seve seve, koşa koşa gelir; hattâ "insanlık yasalarını ayaklar altına" alarak gelebilir... Ve gelmiştir, geliyor, gelecektir... Genellikle uluslararası bankaların ve özellikle uluslararası Tamirat Bankası'nın hayranı olan Hayrettin Şükrü'nün biri, 1931 ortasında: 20. H. Tahsin-R. Saka: Sermaye Hareketi, İstanbul 1930, s.325. 21. H.Tahsin, R.Saka: A.g.e., s.326: 84 YOL "Çeşitli ülkelerde" diyor, "indirim fiyatları şöyledir: Kuzey Amerika'da %1,5, Fransa'da %2, İngiltere'de %2,5, Felemenk'te %2,5, Almanya'da %5, Polonya'da %7,5, Romanya'da %8, Şili'de %8... Bizdeyse en ucuz faiz yıllık %12'den aşağı değildir."22 2- Sermaye girmez: Deyince ilk akla gelen, uluslararası finanskapitalin, finans-kapital olarak, Türkiye'deki sanayi gelişimine karşı yaptığı sabotajdır. Bu sabotaj başlıca iki şekilde görünüyor: 1- Türkiye'ye mümkün mertebe sermaye sokturmamak; 2- Türkiye'de bulunan yabancı sermayenin kârını mümkün mertebe Türkiye'den dışarıya kaçırmak... İşte, Türkiye'ye sermaye hem girer, hem girmez deyince anladığımız budur: Giren yabancı sermaye, kârının kaymağını, Türkiye'de yeniden üretime koyacak yerde, dışarıya kaçırır. Örneğin 1929'da, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Türkiye'ye 10 milyon yabancı sermaye girerken, 15 milyon kadar kâr, kapı dışarı gider. Bu, Türk işçisi artı-değerlerinin hangi bankaları doyurduğunu epeyce gösteriyor. Yabancı sermayenin geldiği halde, gelmeyişinin bir nedeni de, çok kere, Türk sınırlarını aşar aşmaz kıyafet değiştirmesi ve apansız bir Türkten çok "Türk" oluşu: Örneğin adının yanıbaşına bir T.A.Ş. (Türk Anonim Şirketi) tabelası geçirerek "ulusal" sermaye oluşudur. Tahmin edebilirsiniz ki, bu başkalaşım, bu "ulusallaşma", salt gösterişten ibaret kalamaz. Sermayenin yurdu yoktur. Çünkü sermaye her bulunduğu yerde yuva da yapar. Türkiye'ye giren sermaye de, kârın kaymağını, kapitalistinin bulunduğu ülkeye göndermesine karşın, Türktür. Çünkü aynı Türk, yani Türkiye sınırları dışında olan herhangi başka bir sermayenin -ola ki bu sermaye kapitalistinin yurdu, kendi eski öz yurdu bile olsa- rekabetini çekemez. Fransa'nın, İngiltere'nin, Almanya'nın, İtalya'nın "ulusal" adını alan "Türk" sermayesiyle rekabete girdiğini gören bütün franklar, sterlinler, marklar, liretler şaha kalkar -Türk ulusunun kutsal bağımsızlığı ve ekonomik yönden korunması adına- isyan ederler. Bu durum, Türkiye'ye yabancı sermaye girdiği halde, girmemiş gibi bir görüntü yapar. Türkiye'de sermaye birikiyor, birikecek: "Fakat unutmayalım, ulusal zenginlik, doğası gereği, halkın sefaletinin ta kendisidir... Sermayenin oluşumu, halk kitlelerinin acımasızca sömürülmesi ve yoksullaşmasıdır."23 Bitmez tükenmez facialar destanı demek olan Türkiye'de sermaye birikimi konusunu şimdilik burada bırakmak için, başını ilginç bir öyküyle bağlamazsam 22. Cumhuriyet, 11.6.1931. 23. Marx-Engels: Werke, c.23, s.790. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 85 olmayacak: 21.2.1930 tarihli Cumhuriyet, birinci sayfasında büyük harflerle yazıyor: "ZENGİN OLMANIN YOLU!" Öykü klasiktir. Pangaltı'da yumurtacı Kayserili K., 8000 liraya sigorta ettirdiği dükkanını 2 ay önce yakmış. Yanındaki 8 dükkan da cabası. Şimdi mahkemededir. Başkan soruyor, o yanıt veriyor: "Bin lirayla işe başladığını söylüyorsun, 4 yılda 12 bin lirayı nasıl kazandın? "Efendim, sandığı 35 liraya yumurta alır, buzhaneye koyarım. Altı ay sonra bunları 80 liraya esnafa taze yumurta diye satarım. Sonra 130 kuruşa karışık yağ alır, Halep yağı diye 280 kuruşa satarım. Dört yılda bu yolla 12 bin lira kazandım." Siz olsanız bu, yılda üç kat büyüyen sermaye müsveddesine "birlikte" ne karar verirdiniz? Bakın "adalet" nasıl hareket ediyor: "Bundan sonra tanıklar dinlendi. Savcı iddianamesini sürdürerek mağdurun kasten dükkanını yaktığı sabit olmadığını söyleyerek dikkatsizlik sonucu yangına neden olmaktan cezalandırılmasını istedi. Yargıçlar kurulu kısa bir görüşmeden sonra K.'nın her iki fiilden de (35 liralık bayat yumurtayı taze diye 80'e, 130'lik karışık yağı Halep yağı diye 280'e sürmek adalet bakımından "fiil" değildir...) beraatine karar verdi." DÜŞMAN:BURJUVAZİ EKONOMİK YAPI ÖZELLİKLERİ Türkiye kapitalizminin ekonomik yapısındaki özellikler deyince, özellikle şu dört noktayı kastediyorum: 1- Özellikle finans-kapital; 2- Tekelci sermaye; 3- Devlet sermayesi; 4- Yabancı sermaye.. Bu dört nokta üstünde belli özellikler belirlenirse, Türk burjuvazisinin en samimi mekanizması karakterize edilmiş olur. Bu dört noktayı böyle, birbirinden ayırmak, epeyce yapay; çünkü dördü de birbiriyle tam içli dışlı.. Fakat zorunluluk...1 1- Özellikle Banka Sermayesi: Biliyoruz. Bugün finans-kapital deyince, o tekelci sermayeden başka bir şey değildir. Ve devletle kaynaşmış bir finans oligarşi olduğuna göre, devlet sermayesinden de kolay ayrılamaz. Türkiye gibi geri ülkelerde ise, finans-kapital demek, öz itibarıyla yabancı sermaye demektir. Fakat burada, finans-kapitalin başı sayılan banka sermayesine işaret edeceğim. Çünkü Lenin, emperyalizm dönemine, kapitalizmi anlamak için bankalara bakmayı tavsiye eder. 1929 yılında bankaların durumunu göreceğiz: Sermaye Hareketi yazarları, 1929'da, Türkiye'de 38 ulusal banka hesap ediliyorlar. Fakat bilançolar kısmında dört çalışmayan banka dışında dört banka daha buluruz. Yani gerçekte 42 "Türk" bankası var. Sanayi ve maden kömürü şirketlerinin toplamı da hemen hemen aynı derecede: 49 tane.. Bu kırk iki bankanın gerçek sermaye toplamı (itibari sermayeyi saymıyoruz..) 53 milyon lira+ 6 milyon sterlin (sterlini o zamanki değerle 10 lira sayarsak ortalama 60 da bu ederse) toplam: 113 milyon lira.. Yabancı bankalar (S.Ş.C.I. Bankası, bütün bu hesaplardan başka, o, Türkiye'de mali hegemonya güden emperyalist bankalarla karşılaştırılamaz) adı altında sayılan en önemlilerinin sermaye toplamı 300 milyon küsurdur. Yuvarlak hesap, Türkiye ile doğrudan doğruya ilgili olan ve "yabancı" sıfatıyla tescil edilmiş olan 7 banka sermayesi, "ulusal" denilen 42 bankadan sayıca 6 kez daha azlık olduğu halde, sermayece hemen üç katı büyüktür. Fakat, tescil edilmiş sermayelerinin kalıp ve kıyafetine karşın, yabancı bankalar, Lord Curzon'un Lozan'da Ismet'e söylediği sözü canlandırmak istermişçesine, 1. Elyazmasında burada dipnot işareti olarak yıldız var, fakat ayrıca dipnot yok 87 Türkiye'de gayet az işlem görüyorlar. Onun için, "ulusal" denilen bankaların 6 katı tescil edilmiş sermayesi bulunan yabancı bankaların kân, ulusal bankaların 26'da biri oranındadır. Doğrudan doğruya "yabancı" ismini alan bankalarla, "ulusal" adlı bankaların ilişkisini bırakalım. "Ulusal"lara bakalım.. Ulusal bankalar deyince, bunlar iki büyük gruba ayrılmalıdır: 1- Yabancı sermayeli "ulusal" bankalar; 2- Türk sermayeli "ulusal" bankalar.. Bu ikinci grup içinde de salt "yerli" sermayenin ne olduğunu kesin olarak kestirmek mümkün değil. Fakat, biz hepsini yerli sayalım. 1- Yabancı "ulusal" bankalar: Üç tanecik: Osmanlı+ Selânik+ Türkiye Milli= 6 milyon Sterling, 1929 piyasasına göre 62,4 milyon Türk li rasıdır. Şu halde, topyekün yaparsak, 51 milyon yerli "ulusal" sermayeye oranla, tüm "ulusal" banka sermayesinin % 55'i yabancıdır. 2- Yerli "ulusal" bankalar: Türkiye'de yerli "ulusal" bankaların sayısı 39'dur. Bu 39 bankadan yalnız 4 tanesinin sermayesi, 5 milyon lira ve daha çoktur. Sermaye itibarıyla, bu dört büyük banka, 39 bankanın ser maye toplamından % 82'sini tutar*. Aynı 1929 yılında, aynı dört banka, bütün "yerli-ulusal" banka sermayelerinin % 82 gibi muazzam bir oran egemenliğiyle, bankaların bütün kârının da % 78'ine sahiptir. Yani 35 küçük banka, bütün "yerli-ulusal" banka sermayesinin % 18'i oranında bir sermayeye sahip.. Yalnız o yılki bütün bankaların kâr toplamından %22'sine katılıyorlar. Her ne olursa olsun, bu rakamlardan "yabancıulusal" (bu kavramların diyalektiğini ben uydurmuyorum, kavramlar olay ların zorunlu ve sadık ifadelerinden başka bir şey değildirler..) bankaları hariç tuttuğumuza göre, çıkan anlam, Türkiye'deki "yerli-ulusal" 39 ban kaya 4 büyük bankanın mutlak ve kahırlı egemenliğidir. Fakat, iş bu kadarla kalamaz. Bu dört büyük bankanın da niteliğine, içyüzüne bakarsak, onların da iki büyük takıma bölündüğünü görürüz: 1Devlet bankaları: 2- Özel banka.. 1- Devlet banka sermayesi: Türkiye'de bütün "yerli-ulusal" bankalar sermayesi 51.045.000 küsur lira.. Bunun 42.512.414 lirası (% 82'si) saydığımız dört büyük bankaya aittir. Bu 42,5 milyonun da 37.512.414'ü, üç koldan (tarım-sanayi-emlak), tüm köylü, işçi yetim ve fukaraya ait, meteliğine kadar her türlü mülkiyeti, çağdaş kapitalist mülkiyeti haline istihale ettiren bir tür devasa sermaye laboratuarı, bütün zayıf ve mah* Burada uzun rakamlardan çok, bunların konuyu aydınlatacak oranını belirliyorum, Rakamlar ayrıcaTürkiye'de Sermaye Hareketi kitabında bulunur. 88 YOL kumlan midesine indiren müthiş üç başlı bir tek sermaye canavarı gibi, Türkiye'de ejderha kesilen üç devlet bankasına aittir. Bu üç dev, bütün "yerli-ulusal" sermayenin % 73,6'sını tutar. Yani hakkıyla Türk ismini alabilecek olan banka sermayesini ona bölersek, bunun yedisi devlet bankası, biri İş Bankası, ikisi küçük bankaları oluşturur. Üç büyük devlet bankası (Ziraat -Sanayi ve Maadin- Emlak ve Eytam), bütün işçi, köylü, esnaf, yetim, fakir ve ortahallilerin mülklerini yutar dedim. Fakat, bu üç başlı ejderha yuttuklarını hazmetmez, özümlemez, yalnızca "yenilecek" bir hale getirir. Üç başlı ejderin karnında bir mideden çok bir değirmen vardır. Dişleri arasına geçirdiği dağınık, ufak, sermayeleşmemiş mülkleri, salyasıyla kıvamlandırıp sermayece öğüttükten sonra, öteki yavru ya da anaç "yerli- ulusal" bankaların ve bir sözcükle Türk burjuvazisinin finans-kapital oligarşisinin ağzına kusar*. 2- İş Bankası: Yerli-ulusal banka sermayesi içinde bir devlet, bir de özel diye iki grup banka ayırırsak, devlet banka sermayesi 7, özel banka sermayesi 3 olur. Onda üç olan 36 banka da şöyle bölünür: 1- Bir banka (İş Bankası) onda bir; 2- 35 banka onda iki.. Şu halde, devlet bankaları buyana bırakılırsa -çünkü onların özelliği özel sermayelere yem hazırlamaktır- Türkiye'de "ycrli-ulusal" dediğimiz banka sermayesine sermayece yarı oranında ve sermayenin toplanması itibarıyla 16 katı hakim olan sermaye, biricik İş Bankası'dır. İş Bankası'nın gücünü, soygun yeteneğinde ufak bankalara göre nasıl müthiş bir üstünlük koruduğunu anla*) Üç büyük devlet bankasının, halktan birer birer aldıklarını, yerli burjuvaziye toptan verdiği ve üç baştı canavarın, yerli ulusal sermayeye dadılık ederek onun palazlanmasından başka bir amaç gülmediği bir sistemdir. Uzun bir hikâyedir, başlı başına "toplumsal roman"lar doldurur. Bu noktada büsbütün, soyut kalmamak için somut bir örnek: "Milli Aydın Bankası".. 1912 ve 13 lerde, Ege bölgesinin yerli bezirganları, yabancı sermayenin karşısında pek cılız, teker teker kaldıkça rekabet edemeyecek... Kooperatifleşme aklına geliyor. Kooperatif ile hem köylü üreticisi düzen ve disiplin altına almak, hem de yabancı sermayeye karşı dayanmak mümkün. Fakat, böyle soyguncu bir kooperatife halk kendiliğinden gelmez; onu, tefeciden daha ucuzca bir krediyle yerli-ulusal sermayenin arabasına bağlamak gerekir. Kredi bankayla olur, banka büyücek bir parayla... Oysa girişimci "iki genç" onbinlerce lirayı henüz bir çırpıda biriktirmiş değillerdir. O zaman, proje, ülkenin milletvekilinin de delaletiyle, Ziraat Bankası'na ve hükümete açılır. Osmanlı toprak bentlerinin angarya işletilmeleriyle biriken Ziraat Bankası'nın sermayesi ne güne duruyor?... Ziraat Bankası 100.000 liralık "Milli Aydın Bankası"nın yan sermayesini sağlar. Öteki yarısını da kurucular uydurmaya çalışır. Bu Banka, 1913 tarihlerinde Aydın'da Kurşunlu Han'ın bir köşeciğinde açılır. 1932 Kasımında Milli Aydın Bankası yaptırdığı tığ gibi yeni ve kendi binasına, heyecanlarla taşınır. İşte yerli-ulusal sermaye böyle doğar. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 89 mak için banka kârlarından hissesine düşeni hesaplamak yeter. 1929'da bütün "yerli-ulusal" bankalar 5,3 milyon küsur lira kâr ediyorlar. Bunun % 78'i 4 büyük bankanın.. Fakat % 3 l'i de biricik İş Bankası'nın.. Yani biricik İş Bankası, 34 küçük "yerli-ulusal" bankanın yarı sermayesiyle, 34 bankanın bir buçuk katından, fazla kâr ediyor! İş Bankası'nın dehşetini ve zaferini daha iyi anlamak için Ziraat Bankası ile boy ölçüştürelim: Ziraat Bankası 24,2 milyon sermayesiyle iş Bankası'nın hemen ortalama 5 katı sermayelidir. Fakat aldığı kâr 1,4 milyonla, ancak % 26, yani İş Bankası'ndan % 5 daha azdır. Ejder üçüzünden öteki ikisi (Emlâk Eytam ve Sanayi -Maadin) bankaları, sermayece İş Bankası'nın üç katı oldukları halde, kârca İş Bankası'nın ancak üçte ikisi kadar soygun sağlarlar. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, yerli-ulusal 39 bankanın ruhu dört büyük bankadır. Sermayenin % 8()'i bu dört canavara özgüdür. Dört canavarın ruhu da biricik İş Bankası hazretleridir. Ruhtur, çünkü, sermayenin "ruh"u kâr olduğuna göre, iş Bankası, dört banka içinde sermayesine göre üç katı kâr eden, ejder üçüzün ettiği kâr bileşiminin üçte ikisini tek başına hak eden biriciktir. Onun için, bütün dünya bunalım içinde kıvranırken, hisscdarlarına, bunca yardımdan başka, % 10'dan fazla kâr dağıtmak, ancak İş Bankası'nın harcı olabilmiştir. Ve yine onun için dediğimiz gibi, üç büyük ejder devlet bankası, bu biricik artı -değer canavarını ve onun "uyruk"larını -madem ki bankalar konusundayız- Türkiye'nin finans -kapital gövdesi İş Bankası'nı beslemek için, kasadan karınlarını, ufak, orta, dağınık ve çağdaş olmayan mülk, artı -değer, fazla -ürün değirmeni haline getirmiştir. Sonuç: Kısa keselim. Eski çağlarda Allahları paralaştıran, bugün paraları Allahlaştıran banka sarayları, Türkiye'yi de, fakat bütün öteki uzun serbest rekabet konaklarında konaklamış klasik kapitalist ülkelerin tersine, 5 -6 değil, şeklen 4, fiilen -tek partili "Büyük Millet Meclisi" gibi bir tek banka sultanının, haşmetlû İş Bankası'nın "Memalik-i Mahrû Şahane"si haline getirmişlerdir. Fakat hiç aldanmaya gelmez, bu sırf "yerli -Türk" dediğimiz banka sermayesi alanında böyledir. Ötekiler, başlarındaki T.A.Ş. (hem taş, hem Türk Anonim Şirketi) ne olursa olsun, yabancı oğlu yabancıdırlar. "Ulusal -yabancı" dediğimiz üç banka vardı. Eğer bunların İktisat Bakanı İstanbul Şirketler Komiseri ile Şirketler ve Sigortalar Müdürü'nün Türkiye'de Sermaye Hareketi'nin değil yasasını, dinginlik halini bile doğru dürüst vermeyen sözkonusu bilanço torbası Sermaye Hareketi adlı 90 YOL eserinde verdiği bilançolara inanmak gerekirse, 1929'da: 2,4 milyon sermayeli Selanik Bankası (T.A.Ş.) 463 bin lira +Osmanlı Bankası .2,5 milyon küsur (fakat galiba genel kârı) +Türkiye Milli Bankası (T.A.Ş.) 1 milyon altın Türk lira sermayesiyle aktifinde 10,4 milyon kâr ve zarar=13.398.255 lira.. Oysa aynı yıl içinde, "yerli-ulusal"ların kâr toplamı 5.385.755 lira.. Dört büyük "yerli-ulusal" bankanın kâr toplamı 4.193.075 lira olduğuna göre (Lira deyince hep Türk lirası anlayalım)- Üç "yabancı ulusal" banka, dört "yerli-ulusal" bankanın üç katı kâr çekiyor demektir, ve bütün "ulusal" bankalar kârının % 71,5'i de aynı üç "yabancı -ulusal" bankanındır. Demek "ulusal" bankalar içinde, kâr etmek itibarıyla, egemen üç banka var: 1- İş Bankası; 2- Türkiye Milli Bankası; 3- Osmanlı Bankası.. Bu iki yabancı, bir Türkten ibaret "ulusal" bankalarımız, efendilerimiz, Türkiye halkının başına geçirilmiş üç muazzam şeytan külahı gibi, finans kapitalin çıkarları önünde her şeyi gözden kaybettirirler. 2- Tekelci Sermaye: Sermaye Hareketi'nin toplayıcıları, o kısacık "Başlangıçlarında şöyle diyorlar: "Ekonomik işlerde yüzyılın ana kuralını oluşturan bir elde toplanma yasası ve büyük işletme: bütün girişimleri, büyük sermaye aygıtları olan anonim ve limitet şirketlerle ve toplu hareket düzeninin ifadesi demek olan kooperatiflerle ifade edilebilir bir hale koymuştur. Şu hale göre; anonim, limitet, kooperatif şirketlerin her yıl ulaştıkları sonuç, aşağı yukarı ülkenin ekonomik durumunun ve sağlığının rakamlarla ifadesi demektir. (a.b.ç.)" Bizim için bilinen bir şeyi, bir burjuva yazarına söyletmek pek de faydasız bir şey değil: Her dönemin egemen bir tekniği vardır. Ona sahip olan sınıf, toplumda fiilen egemen sınıf olur. Kapitalist düzende egemen teknik makinedir. Makine, göreceli artı -değer yaratmak zorunluluğuyla, her gün en müthiş sıçramalarla gelişir,..2laşır ve Marx'in deyişiyle: "Vücudu binalar dolduracak" şekilde canavarlaşır. Kapitalist toplumda makine sermayedir. Sabit sermayenin kesin sermaye kısmı; fakat kapitalist üretimin belkemiğidir. Şu halde, bir ülkede, ekonomik yapının öz niteliklerini incelemek için, en uygun olan teknik ülkesini, sanayiyi gözönünde tutmak gerekir. Fakat sanayi deyince, kapitalizmde, tek tip bir yapı değil, bir hiyerarşi akla gelir. Her sanayi şubesinde egemen olan işletmeler en yüksek tekniği içinde toplayanlardır. Teknik, bu rejimde, sermaye olduğu için, yüksek teknik yüksek sermaye demektir. Büyük sermaye topluluklarının, özellikle emperyalizmdeki adı "şirket"tir. İşte onun için şirketlerin 2. Bir kelime okunamadı. 91 DÜŞMAN: BURJUVAZİ karakteristiği, bir "ülkenin ekonomik durumunun" karakteristiği demektir. Amacım, burada ekonomik içerikli bir çalışma yapmaktan çok, Türkiye'deki kapitalizmin iç özelliklerinden bir ikisini kabartılandırmak olduğundan, bütün şirketlerin değil, özellikle sanayi şirketlerinin o da bütün özelliklerini değil, emperyalizmin tekelci eğilimlerine değinen taraflarını ele alacağım. Bu biraz da yukarıda, belgelendirerek koyduğum tezi geliştirmekten ibarettir. Sanayi deyince fabrikaları anlıyoruz. 1929'da Türkiye'de, 1500 kadar fabrika saptanıyor ve bunlar 7 şubeye bölünüyordu. Aynı tarihte, büyük sanayi şirketlerinin de böyle bir sınıflandırmasını yapmak olanaklıdır: Fabrikaların branşları Fabrika sayısı Şirket sayısı Şirketlerin branşları Dokuma 350 11 Dokuma, bitkisel yağ, halıcılık Gıda, vb. Madeni eşya 556 196 12 10 Kimyevi maddeler, tıp, soda, vb. Taş, cam, toprak işi 170 6 Gıda, değirmen Madeni eşya, elektrik, tesisat Kimya, ıtriyat, sabun 44 7 Deri Matbaa vb. Yerli ilk -madde Toplam 75 54 1474 3 1 2 52 Çimento, değirmen taşı, çini Deri Matbaacılık Palamut, meyan kökü Şöyle, kabataslak yapılan şu karşılaştırma, en büyük şubede en çok 12 şirket bulunduğunu gösteriyor. Ondan sonra "madeni eşya, elektrik ve tesisat" 10; "dokuma, bitkisel yağ, halı" 11 vb. şirket yazılıyor. Bugün artık burjuva bilim adamlarının da onayladığı gibi herhangi bir şubeye 20 büyük işletme egemen olursa, o şubede tekel, tröstleşme olur. Bizim, salt yukarıdaki cetvelde, üç beş şubenin bir arada görüldüğü sütunlarda bile en çok 12 şirket var. Şu halde, kayıtsız ve şartsız bütün sınai üretim alanlarında tekel olanaklıdır ve fiilen vardır. Yine belirlendiğine göre Amerika'da her üretim şubesine 10 şirket egemendir. Yukarıdaki cetvel yalnız 92 YOL iki şubede, Amerika'dan biraz aşağı kaldığımızı gösterir gibi oluyor.. Oysa, dehalar ülkesinin ABD'nden aşağı kalması olanağı hiç düşünülebilir mi? Gerçekten şirketleri böyle bölük halinde değil de, ait oldukları üretim şubelerine göre ayırırsak, şöyle bir sonuç buluruz: Çimento Değirmen Pamuk, iplik, dokuma, nebati yağ Kağıt Palamut Meyan kökü Debbağ Değirmen taşı 5 6 9 1 1 1 3 1 Ahşap ve demir malzeme Çini Tıbbi ecza Sabun Parfümeri Fotoğraf Şeker Barut Fişenk 1 1 2 1 1 1 2 1 1 Görüyoruz ki, yalnız üç üretim şubesinde beşten fazla şirket (büyük sermaye) var, üç şubede de ikiden fazla.. Ve hiçbir şubede 10 şirket aynı zamanda yok.. Geri kalan 11 şubede yalnız birer tek şirket (büyük sermaye) var.. Tabii "vur dediysek, öldür demedik".. Yani, bir şubede yalnız bir tek şirket, büyük sermaye toplanmasından çok, sanayinin geriliğine de işarettir. Bununla birlikte olaylar gösterdi ve gösteriyor ki, Türkiye sanayi şubelerindeki büyük sermaye şirketleri beşi zor geçiyor ve onu bulamıyor. Çünkü, iç pazar, "o kadar ağırlığı çekmez".. Bir örnek: Çimento şirketleri beş tanedir. Türkiye'nin senelik çimento gereksinimi 200 bin tonu pek geçmiyor. Oysa yalnız başına Kartal bir yılda buna yakın bir üretim yapabilecek güçtedir. Onun için Ekonomist D'Orient daha 10 Nisan 1930'da: "Pazara şimdi, Türkiye'de varolan 5 fabrika egemendir" diyordu. Zamanla, hele ton başına 18,5 lira gümrük resmi konduktan sonra, çimento sanayi için: "Köpeksiz köyde değneksiz gezmek"ten kolay bir şey kalmamıştı. İç pazarın tekeli ve tıkanır hale gelmesi bu 5 Çimento şirketi arasında -Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün yasalarına karşın- en sarsılmaz bir tröst yapmak işten bile değildi: 19.10.1930 tarihli Son Posta'du okuyoruz: "Son günlerde şeker işine benzeyen bir çimento işi çıktı. Hükümet iç sanayiyi koruyacağım diye, dışarıdan gelen çimentoya fazla gümrük koydu. Bu yüzden içerde yapılan çimentolar yüksek fiyatla satılıyor. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 93 Fakat fabrikalar bununla da kanmadılar, kendi aralarında fiyatı düşürmemek için bir tröst oluşturdular. Ülkede tröst yapmak kanunen yasaktır." inceleme.. 19 liraya mal olan çimentonun tonunun 29 liraya satılması yeterli görülmüyor. 4.12.1930 tarihinde, aynı sütunlarda: "Çimento tröstünün, işçi ücretlerinde, kömür fiyatlarında bir yükseklik olmadığı halde bundan önce 100 -120 kuruşa satılan 50 kiloluk torbaları halen 160 -170 kuruşa satmasının doğru olmayacağı" ileri sürülür. Tüccarlar buna karşıdır. Yani 19 liraya mal olan bir ton çimentonun fiyatı bir buçuk ay içinde 29'dan 32 -34 liraya çıkartılıyor. Türkiye'de finans Kapital Saltanatı notlarında Çimento sanayi kısmında, bir yanda ulusallaşmak yolunda olan (Aslan ve Eskihisar, Zeytinburnu, Ankara), öte yanda Kartal olmak üzere 1929'da iki rakip cephe kurulduğunu kaydettikten sonra, şöyle sonuca varılıyordu: "Ulusal hizip Kartal'a teslim olarak biricik bir Türkiye tröstüne kaynaşmaya yakında zorunlu olacak (yoksa mahvolacak) tır." (s.4). Gerçekten de çok sürmedi, sonuç belirdi: "Eskihisar Aslan, Zeyünburnu, Kartal çimento fabrikalarının aralarında bir tröst yaptıklarını yazmıştık. Bu büyük tröst M. Şor, Keseryan vb, gibi büyük kapitalistler tarafından yönetilmektedir."3 Artık işi yoksa, "yasa" denilen Dudu kuşu dile gelsin ve tüccarlar "işçisi ucuz olan çimento sanayimizin daha ucuza mal etmesi ve satması gerekir" diyedur-sun. Aradan daha bir "iki" aycık geçince, "adalet"in sermaye efendisi önündeki durumunu tahmin ettiren şu kısa haberi alıyoruz: "Çimento fabrikaları tröstü, aralarındaki satış örgülünü uzatmışlardır. Birkaç günden beri fabrikalar satış dairelerini birleştirmişlerdir. Bu şekilde çimento tröstü durumunu iyileştirmiştir. (a.b.ç.)" 4 İşçi toplu dilekçeyle vilayetten iş aramaya gidince küplere binen polis işte suç arar. "Kanunen yasak" olan tröst kapitalistlerce yapıldı mı, bu "durumu iyileştirmiştir." Bir üretim şubesinde, isterse bir tek büyücek şirket bile kurulursa, o tek şirketin bütün şubeye egemen olması, Türkiye gibi dış pazarı yok, iç pazarı dar olan bir ülke için kesindir. Zaten onun içindir ki, burada salt büyük sanayi şirketlerini gözden geçirmekle, bütün sınai üretim ve ülke ekonomisi hakkında esaslı bir fikir edinileceği kolay anlaşılır. Çünkü, her şirket, ola ki bir tane de olsa, bulunduğu üretim şubesinin hakimidir. İşte küçük bir örnek daha: Hisse senetli şirketlerden Türkiye'nin bile en pısırık bir kuruluşu olan "Foçetayn Değirmen Taşları" şirketi 10.000 liralık bir şirketceğizdir. Yalnız beş ocağı vardır. Oysa şirket halinde ol3. Son Posta, 4 -12 -30. 4. Son Posta, 22 -2 -31. 94 YOL mayan öteki 8 ocak daha var. Bu 8 ocak yılda 200 değirmen taşı ancak ürettiği halde, şirket minyatürü 20 -30 işçi ile yılda 8.000, yani 5 ocakla 8 ocağın 40 katı fazla değirmen taşı üretiyor.. Şu halde: 1) Sermaye şirketleri bulundukları üretime egemendirler; 2) O üretimi fiilen tekelleştirirler.. Ve bu tekelleşmede Türkiye, belki başka hiçbir emperyalist ülkede görülmedik derece şiddetli bir gelişim ve sıkıfıkılık gösterir. "Bir avuç finans oligarşi" asıl Türkiye'de görülecek şeylerdendir. Ancak hisse senetli şirketler bütün yaptıkları üretime egemen olarak onu tekelleştirmekle de kalmazlar. Nasıl egemenlikten bir tekel çıkıyorsa, tekel de her türlü rekabet tehlikesine karşı en büyük saldırıları ve engelleri hazırlamayı doğurur. Böyle bir cesaret gösteren küçük sermayeler bir çırpıda çıkarılır atılır ve gelen zorluysa, kıdem hakkının verdiği ayrıcalıklarla şirket sonuna kadar meydan savaşı açar. Bu da örneksiz kalmasın diye, yine Sermaye Hareketi'nden okuyalım: "Ereğli kömür bölgesinde rol almaya ve çalışmaya kalkışacak sermayeler, Ereğli Şirketi ile mücadeleyi mutlak hesaba koyacaklardır. Büyük kapitalist grupların elinde olan Ereğli Şirketi, küçük sermayelerle işe başlayacak girişimleri kısır bırakabilir. Diğer taraftan kendisiyle başbaşa yürüyecek ve kendi müşterilerini kısmen de olsa elinden alabilecek yeni sermayelerin ve grupların Ereğli kömür havzasında yerleşebilmesine izin verilmeyeceğini ve bu amaçla da kapitalist çevrelerde mümkün olan her önlemi kullanacağını ve kullanmakta olduğunu (a.b.ç.) zorunlu ve doğal görmek gerekir." 5 Şu üç olaydan anlaşıldığına göre, Türkiye'de hisse senetli şirketlerin üç rolü vardır: 1- Kendi "nüfuz bölgesi"ne yabancıları uğratmamak; 2- Kendi üretim koluna egemen olmak; 3- O üretimde fiili tekel yapmak.. İktidar ve tekel bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de, hisse senetli büyük sermaye şirketlerindedir. Şimdi, Türkiye'de özellikle sanayi şirketlerinde, konumuzu özellikle aydınlatacak olan şu üç dört noktayı arayalım: 1- Tekelci kaynaşma; 2- Bankalarla kaynaşma; 3- Yerel toplanma; 4- Finans-kapital hazretlerinin skandallarından; 5- Teknik zenginlik.. A. Tekelci Kaynaşma: Türkiye'de toplam 2300 fabrika ve atölye var. Bu rakamın içinde yalnız 1500 kadarı çağdaş teknik diyebileceğimiz fabrika sistemi adını alıyor. Bu 1500 kurum içinde ise, yalnız 52 sanayi ve kömür madeni ile 26 bayındırlık şirketi6 sayarsak, Türkiye'de fabrika işle5. Remzi Saka ve Hamit Tahsin: a.g.e. s.150. 6. Sermaye Hareketi, s.212, 213, 214. 95 DÜŞMAN: BURJUVAZİ ten ortalama 70 kadar şirket bulunduğu sonucuna varırız. (Bunlardan başka daha 100 kadar ticaret, orman, emlak ve deniz ticareti şirketiyle, yine 100 kadar banka ve sigorta şirketi kabul edersek, Türkiye'de ortalama 250 -270 kadar büyük sermaye kurumu vardır). Türkiye'nin, bugünkü siyasal ekonomisini güden doğrudan doğruya bu 70 şirkettir. Yetmiş kurum içinde, özellikle sanayi ve kömür madenine ait olan 52'sini ele alırsak, kuşkusuz, bütün Türkiye'nin ekonomik yapısı hakkında yeterli bir fikir ediniriz. Bîr soru: Madem ki Türkiye'de 2300 sanayi işletmesinde 1500 fabrika temel çekirdektir ve bu 1500 fabrikaya da bütün üretim şubelerinde 1 ile 5 hisse senetli şirket egemendir., şahıs olarak bu şirket aygıtları ve ağlarıyla Türkiye'ye egemen olan kaç kişi var? Sorulmayacak bir soru mudur? Türk burjuvazisinin ekonomik siyasetine egemen olan ortalama 70 şirkettir dedik.. Bu 70 şirkete egemen olan 52'sini alalım. 52 şirkete kaç kişi egemendir? Buna yanıt vermeden önce şirketlere kimlerin "egemen" olduklarına işaret edelim. Bir şirkete egemen olanlar kurucular ile yönetim kurullarıdır... Bunu rakamla ifade etmek için şu örnekçiklere bakalım: Şark Değirmen Aslan-Eskihisar İş Bankası Çimento Kuruculara kâr 44.220 Yönetim kurulunun kân 29.109 66.348 Hissedarlara kâr 72.000 33.600 Faiz-lhtiyat-Amorti 94.461 332.620 (hisse kâr) 60.000 90.000 360.000 581.000 Yukarıdaki cetveli yuvarlak hesap ifade etmek istersek: 1- Kurucularla yönetim kuruluna düşen kâr payı, aşağı yukarı bütün hissedarlara dağıtılanın üçte biridir. Sözgelimi Aslan -Eskihisar şirketinde 56.000 hisse senedi var. Bunun 50 bini hissedar ve yalnız 6 bini kuruculara aittir. Yani sayıca 10 katı kadar fazla olanlar, dağıtılan kârdan ancak 2 kat pay alır. Bir kurucu adi hissedarların 5 katıdır. Fakat, hiç unutmayalım, yönetim kurulları, genellikle kodaman ve sermayeye egemen olan hissedarların elindedir. Şu halde kurucularla yönetim kuruluna geçen kâr payı hiç böyle üçte birlerde kalmaz.. Biz kaldığını kabul edelim.. İşin burada bitmediğini anlarız. 2- Dördüncü sütun rakamlara bakalım: Faiz, ihtiyat, amorti., o yılki 96 YOL şirket kârının yatırıldığı bir başka alandır. Ve yuvarlak hesap, bu bölüm, kurucu-yönetim kurulu-hissedarlara dağıtılan bütün kâr ile hemen başabaştır. Yani bir yıllık kârın yarısı tekrar şirkete dönüyor; öteki yarısının üçte biri kurucu ve yönetim kuruluna, üçte ikisi de hissedarlara dağıtılıyor. Bir sözcükle, bir yılın kârı 6 ise, hissedarlar onun 4'ünü değil, yalnızca 2'sini; yani üçte ikisini değil, yalnız üçte birini alıyorlardır.. Şu halde, şirkete kimler egemendir? Herhalde dağınık hissedarlar değil, şirket içindeki ayrıcalıklı ve örgütlü kodamanlar topluluğunu temsil eden, bir sözcükle tekrarlayalım: yönetim kurulu üyeleri ve kurucularıdır. Bir daha tekrarlayalım: Türkiye'de sermaye saltanatının mutlu egemenleri kaç kişidir? Bunu, benim gibi üşenmeyip, Sermaye Hareketi'ndeki bilançolarda varolan bütün şirket kurucusu, yönetim kurulu üyesi, denetçi, murahhas sorumlu müdürleri sayarsanız, görürsünüz ki 50 banka ile 52 büyük sanayi ve kömür madeni şirketlerinde, yani bütün ülke ekonomisinde "Allah" olan tekelci banka ve sanayi büyük sermayesini temsil eden yuvarlak hesap yapalım: 100 şirket egemendir ve bu yüz şirketin personeli, egemen ve güdücü kişileri: 444 Türk, 181 gayri -Türk olmak üzere, lam 625 kişiciktir. Anladınız mı? Bir daha tekrar ediyorum: 14 milyon nüfusu koyun sürüsü gibi güden ve soyan sınıfın bir avuç egemen mali ve tekelci sermaye oligarşisi, % 28,9'u, yani şahıs itibarıyla hemen üçte biri gayrıTürk olmak üzere -ne fazla, ne eksik- tam 625 kişidir! Ey "vatan" ve ey "ulus", ne ulu, ne yüce şeysin sen! Ancak, daha ileride, şu altı yüz küsur sanayi ve banka kodamanının sanıldığı gibi üçte ikisinin değil, o kıtıpiyoz üçte birceğizinin her şeyi elinde tutluğuna geleceğiz. Hayır! Sanılmasın ki, Türkiye'deki kapitalist sınıfını salt 600 küsur kişi saydım. Türkiye'de özellikle şehir kapitalist sınıfının sayısını bir tahmin edelim. Ege bölgesi, Türkiye'nin hemen hemen yarı yarıya ihracat bölgesidir. İzmir'de, simsarlar da (318) dahil olmak üzere, I929'da (Mıntıkamızın Kitabı) 2390 firma var. Bütün Türkiye'de, 2300 atölye ve fabrika bulunduğunu da biliyoruz. Şu halde, bu 2300 rakamını, Türkiye'de kaçla çarpmalı ki şehir burjuvazisinin sayısı bulunsun? Türkiye'de İzmir gibi on büyük kapitalist merkezi varsayarsak, 23 bin kapitalistimiz var demektir. İşte bu cömert hesapla anlatılmak istenen sonuç Türkiye'de ola ki böyle bir 20-25 bin kadar kapitalist bulunsa bile, bunlara yalnız beş altı yüz değilse bile bini pek geçmeyen kaim kapitalistin egemen oluşu ve bu egemenlikle, ülke yazgısına sahip oluşudur. Bütün şirketlerin sayısı beşse ben bunun ikisini aldım. Aynı karşılaştırmayı yürütürsek, Türkiye'de: 600 +600 +300 =1.500 büyük kapitalist olabileceği anlaşılır. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 97 Yani 14 milyona 1500 kişi; 9-10 bin kişiye bir kalın kapitalist egemendir. (1/93333).. 100 şirketten 52 sanayi "şirketimize" gelelim. Burada, 117 gayrı -Türk ve 176 Türk olmak üzere 293 sermaye başbuğu var. Yani kişiler toplamında Türklerin % 60'ı bankalarda, Türk olmayanların % 35'i bankalarda... Demek Türk olmayan unsurlar, banka sermayesinde gayet muazzam toplanmalarla en az kişiler toplamını gösteriyor. Ve sanayiye daha çok karışıyor. Onun için, sanayi başbuğlarının Teşvik -i Sanayi'den yararlanmak zoruna % 40'a yakını Türk değildir. Türkiye sanayileşiyor. Bütün ekonomi siyaset, sanayinin emrinde.. Sanayi büyük sanayinin, büyük sermaye de 300 kişinin elinde.. Başka deyişle, 300'den az kişinin ad ve hesabına işliyoruz. Yalnız bu rakam bile, Türkiye'deki büyük ve egemen sanayi sermayesinin tekelci özelliği hakkında aşağı yukarı bir fikir edinmeye yeter. Gerçekte 300 kişi, bir "Büyük Millet Meclisi" demektir. Ve o Büyük Meclis gibi, bir tek parti ve bir tek sermaye dehası tarafından kumanda edilerek toplumsal sömürü faaliyetini gütmesinde, bütün çalışkan işçi, köylü ve halk sınıflarına karşı en yalçın, biricik cephe kurmasında en ufak bir olanaksızlık ve tereddüt olamaz... Varolan sanayi şirketlerinin birbirleriyle ne kadar sıkıfıkı kaynaşmış şu halde bütün sanayi sistemini tekelleştirmiş olduğunu anlamak için yalnız şu iki örneği inceleyelim: Birinci örnekte bir tek şirketi, sözgelimi hattâ rastgele Sebat Değirmen Şirketini alıyorum. Onun, salt diğer sanayi şirketleriyle, doğrudan doğruya yönetim kurallarında, karşılıklı üye ya da aynı üyeleri bulundurmak yoluyla nasıl bağlı ve içli -dışlı olduğunu şöyle bir şema halinde saptayalım: 98 YOL Bilanço: 2: Yerli ve bu konuya dahil olmayan kurumlardan 5: Yabancı şirketlerden 36: Konuya dahil şirket 100.000 Toplam: 43 Yani bir tek şirket, Türkiye'de varolan iki başka sermaye kurumuyla dışarıda bulunan beş şirketten başka, saltk "ulusal-sanayı" denilen alanda 35 35 başka hisse senetli şirketle ya doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla ve yalnız yönetim kurulu, kurucu, denetçi gibi, her şirketin yönetim aygıtında adam bulundurarak bağlantı sağlıyor. Yani, Türkiye sanayinde "çıt!" olsa, bütün bu 41-42 şirket bir tek yürek gibi çarpacak, bir tek beyin gibi düşünecek derecede fiilen kaynaşmış durumdadır. Gelişigüzel aldığım bu örnekten çıkan sonuç, bir tek şirketin 52 şirketten 36'sıyla kaşnaştığı, yani Türkiye'de varolan büyük sermaye kurumlarının, sayıca %70 kadarıyla içli-dışlı bulunduğudur... Daha ararsak, bankaların sistemlerine göre yeni yeni ipuçları çıkararak diyebiliriz ki, Türkiye'de bütün büyük sanayi sermayesinin herhalde %70'ten fazlası birbiriyle kaynaşmış, sıkı-fıkı haldedir. Bir kurum için böyle olan fiili tekelleşme, şahıslar için başkadır sanmayın... Finans-oligarşinin ne derecelere kadar yaman bir ağ olduğunu kavramak için, belki de dünyada pek bol gözükmeyen, somut bir örnek vereyim: Türk burjuvazisinin "Maitre: Üstad" Bilyoti diye yere koymadığı bir kapitalist vardır. Allah selamet versin. Bu mübarek "Üstad" tek başına bir "değirmen"den fazla iş görür ve Sebat Değirmen'inden hiç de aşağı kalmamaya yeminli gibidir. "Üstad"ın nelere "kadir" olduğu hakkında bir fikir vermek için, onun: 1- Bizzat içinde bulunduğu şirketler; 2- içinde bulunduğu şirketlere kurucu ya da yönetim kurulu üyesi veren şirketler; 3- İkinci tür şirketlere kurucu ya da yönetim kurulu üyesi veren şirketler... diye, üç parçaya bölünmesi olanaklı olan ilişkilerini birer cetvel halinde toplayayım: IÇÎNDE BULUNDUĞU ŞİRKETLER Değirmen Sebat Aslan-Eskihisar Çimento Türk Çimento Pamuk Sanayi ve Ticareti Ekonomik ve Sınai Tesisat 200.000 kurucu 560.000 Başkan Vekili 1.500.000 kurucu 50.000 kurucu 250.000 Yönetim Kurulu 99 DÜŞMAN: BURJUVAZİ Omniyom Şark Eczayı Tıbbiye ve Kimyeviye Bomonti Bira Pamuk ve Bitkisel Yağlar Sanayi 250.000 Başkan 100.000 kurucu, Yönetim Kurulu 3.200.000 kurucu, Yönetim Kurulu 3.000.000 kurucu DOĞRUDAN İLGİLİ BULUNDUĞU ŞİRKETLER Ticari ve Sınai Sabuncuzade Şakir Barut Tekeli Fişank Tekeli Ankara Çimento Dokumacılık Karacasu Mensucat Karamürsel A.E.G. Ittihad Değirmen Sosyete Endüstriyel . . Oryantal (ülke dışında) TOPLAM 100.000 270.000 1.500.000 1.500.000 600.000 143.788 31.130 200.000 100.000 1.690.000 6.134.918 DOLAYISIYLA İLGÎLÎ BULUNDUĞU ŞİRKETLER Aksaray Azm-ı Milli Kartal Çimento Feshane Alpullu Şeker İsparta Sanayi ve Ticaret Dokuma Adapazarı Ahşap ve Demir Malzeme Bakırköy Çimento 28 Türkiye Palamutçuları TOPLAM Oryantal Endüstriyel Tekeli Eksplozif Fransa Lazot Fransa Süreyya Paşa Fabrikası Elektrik Şirketi 250.000 2.000.000 749.500 750.000 100.000 168.000 212.150 174.103 4.403.753 Türkiye dışında Konu dışmda 100 YOL Genel toplam: 9.100.000 + 6.134.198 + 4.403.753 = 19.648.671 Yani, bir tek adam, Türkiye'de varolan sanayi kurumlarının sayıca %53,8'i ve varolan büyük sanayi sermayesinin % 41,8'i ile bizzat, doğrudan ya da dolayısıyla ilgilidir. Aynı Üstad, bizzat kurucu ve başkan sıfatıyla ve eliyle bütün sanayi şirketleri sermayesinin hemen beşte birini idare eder. "Ulusal" denilen Türkiye sanayinin yansıyla doğrudan doğruya ya da dolayısıyla ilgili olmak ve beşte birini elceğiziyle idare etmek, belki dikkat etmeyenler için, bütün sanayiye kol salmaktan başka bir şeydir sanılır. Ancak, sekiz şubede toplayabileceğimiz "ulusal Türk" sanayinin sekizinde de "Üstâd"ın sihirli parmaklarının işlediğini anlamak için, yine yukarıdaki gruplamaya uygun bir şekilde, önemli üretim gruplarına göre yeni bir bölüm yapayım: İçinde bulunduğu Doğrudan doğruya Dolayısıyla ilgili şirketler ilgili bulunduğu bulunduğu şirketler şirketler Değirmen sanayi Ittihad Değirmen Bakırköy Çimento Çimento sanayi Sebat Değirmen Ankara Çimento Türk ÇimentoFeshane Pamuk, dokuma, Aslan Çimento Pamuk ve Bitkisel Karamürselbitkisel yağ Yağlar Sanayi KaracasuPamuk Sanayi ve Dokumacılık Alpullu Şeker Ticareti Bomonti Bira Barut-FişekSabuncuzade Şakir Gıda sanayi Kimya sanayi Omniyon Şark-Eczayi Tıbbiye ve Madeni ve tesis Kimyeviye iktisadi ve Sınai- Ticari ve Adapazarı Ahşap ve Sınai Aksaray Azm-ı Milli Demir Malzeme sanayi Yerli ilk-madde sanayi Yedi büyük gruptan altısında da, Maitre Bilyoti kaptandır. Bir sözcükle, "Üstad" Türkiye'nin şu tek ve en önemli sanayi şubelerinde kud- PalamutçulukIsparta Sanayi ve Ticaret (Deri) DÜŞMAN: BURJUVAZİ 101 retle "çok geniş bilgi sahibi"dir: Değirmencilik sanayi, çimento sanayi, dokuma sanayi, bitkisel yağ sanayi, bira sanayi, barut ve fişek sanayi, kimya ve tıbbi ecza sanayi, makine ve tesisat sanayi, çivi sanayi, sabunculuk sanayi vb... Türkiye'de, geri kalan sanayi, şeker ve deri sanayidir ki, Üstad bunlarla da hiç olmazsa dolayısıyla (Başkanı bulunduğu şirkette yönetim kurulu üyesi bulunan şirketin yönetim kurulundaki üyesi aracılığıyla) bağlıdır. Alt tarafı, can sağlığı değil mi? B. Bankalarla Kaynaşma: Türkiye'de, hemen bütün büyük sanayi şirketleri, 2'si "yabancı -ulusal" ve 4'ü büyük, 4'ü küçük olmak üzere 8 "yerli-ulusal", 10 bankanın elinde toplanıyor. Bu bankalar sırasıyla şöyledir: iki yabancı-ulusal: (Türkiye Milli +Selanik) 11 büyük şirkete egemendirler. 4 büyük yerli-ulusal: İş Bankası: (10 şirkete egemen), 3 devlet bankası: (20 kuruluşa sahip) [Gerçekte 3 kuruluş iş Bankası'na ait gibidir; 3 kuruluş salt Sanayi ve Maadin Bankası'nın malı; diğer 3 kuruluş da kendi aralarında ortak olduğundan asıl sahibi 11 ulusal sanayi şirketine egemen]... 4 küçük yerli-ulusal: Banka içinden: 1- Türkiye İmar Bankası İş Bankası'na bağlı; 2- istanbul Esnaf ile İktisat Bankaları Selanik Bankası'na bağlı; 3- Bir tek bağımsız şirketle ilgili Türkiye Ticaret ve Sanayi görünüyor. Dördünde yalnız beş şirket var. Bu hesapça 7 banka, % 65 sanayi şirketine sahiptir ya da -eskilerin iyi saatte olsunlar hakkında dedikleri gibi- "karışık"tır. C. Yerel Toplanma: Türkiye'de varolan 2300 fabrika ve atölyeden 1500'ü İstanbul'dadır. (Son Posta, 28.7.1932) Yani, Türkiye'de mevcut sanayinin % 65'i istanbul'dadır. Büyük şirket sermayesinden 44 milyon 627 bin kadar lirasının Türkiye'deki dağılımı bize mutlak değilse bile, görece bir fikir vermeye yarayabilir. Bu sermaye toplamından 19.048.000 "i İstanbul'da; 6.930.000'i Zonguldak'ta (fiili olarak!); 16.730.000 lirası Ege bölgesinde; 1.008.000 Ankara'da; geri kalanı öteki yerlerdedir. Yüzde hesabıyla yaparsak, ortalama 44,5 milyon büyük sermayeden istanbul'a düşeni % 42; Ege bölgesine düşeni % 37; Ereğli -Zonguldak'a % 10,5'tur. Geri kalan bölgelere ancak Ereğli -Zonguldak bölgesi kadar bir yüzde düşüyor Eğer dikkat edilirse, burada Adana bölgesi gibi, kapitalist gelişimin en geniş olduğu büyük bölge hesaba girmiyor.. D. Finans-Kapital Hazretleri ve Skandalları: Buraya kadar değindik lerim, Türkiye'nin ekonomik yapısında, tekelci finans-kapital bakımından 102 YOL hiçbir fark olmadığım, belki geç gelen Türkiye'de kapitalizmin son sistem tekelciliğinin bütün üretime en geniş şekilde uygulanmakta, kendinden önce gelenleri yan yolda bıraktığını gösteriyor ve anlatıyor. Tekelci sermaye bu derece ortalığı kasıp kavurduktan sonra, eski serbest rekabetin yerine geçen, çağdaş suikastçı finans-kapital boğuşmasına rastlamamak olanaklı değildir. Tabloyu tamamlamak için, finans-kapitalin, kendi kendisine karşı bile ne "yırtıcı canavar" olduğunu gösteren ufak bir kaydı atlayamadım. Hikâye, her zamanki gibi Yunus Nadi Efendi tarafından, şöyle anlatılır: "Eski-Yeni Arasında Mücadele "ZENGİN BİR MÜCADELE... Zaman zaman arabaya bindiğiniz var mı? Ülkede tabii hâlâ arabaların çalıştığı yerler var, ve çoktur. Örneğin Eskişehir'de hemen hemen taksi yok. Varsa bile belki az çok mesafeli çevrelere gitmek içindir. Orada şehir içinde ya da öyle beş on kilometrelik mesafelerde işleyen hep bizim eski atlı arabalardır. Fakat örneğin İstanbul'da, Ankara'da ve diğer bazı yerlerde otomobil arabaya gaalibiyet ilan etti. O bizim eski arabalar köhne ve terk edilmiş olduğundan, halkın çoğunluğu taksilerin hızlı kanatlarıyla uçmaya alıştılar. Şüphesiz at cinsinin ıslahıyla uğraşan heyetin hoşuna gitmeyecek olan bu olay bazı böyle yerlerde işte bu şekilde mevki almış bulunuyor. "Hatta bu kadar değil, daha fazla: Otomobil ayrıları olan kamyon ve otobüsler birçok yerde demiryollarıyla rekabete çıkışmış olduktan sonra son zamanlarda İstanbul'un halka özgü eski ve büyük taşıtlarını da yere vurmaya girişmiş bulunuyorlar: "Söylendiğine göre Haliç vapurları şiddetli bir kamyon rekabetine maruz bulunmakta devam ediyorlar. "Beyoğlu'ndan Büyükdere'ye işlemeye başlayan otobüsler Şirket-i Hayriye'yi hâlâ bitmeyen oldukça önemli bir telaşa düşürmüşlerdir. "Üsküdar tramvayı daha yeni yeni tutunmaya çalışırken otobüslerin şiddetli rekabeti karşısında şaşkınlık anları geçirmektedir deniliyor. "Kadıköy'den Pendik'e doğru yapılan asfalt şose orada otobüs şirketleri doğurmuştur. Bunlar da kuşkusuz bir yönden banliyö trenin, diğer yandan Seyrisefain vapurlarının müşterilerini aşırıyorlar. "Ortadaki tehlikeye karşı ilgili idare ve şirketler akıllarına gelebilen önlemlerle karşılık vermeye çalışmayı akıl etmiş ve etmekte görünüyorlar. Şirket-i Hayriye'nin daha mükemmel otobüslerle, ortaya çıkan ve çıkacak otobüsçüleri mat etmeyi düşündüğü rivayeti sürmektedir. Haliç kumpanyası, vapurlarını motorla tahrik etmekten fayda umuyormuş. Anadolu hattının da kendine göre bazı önlemler aramakla meşgul olduğu söyleniyor. İzmir'deki İzmir-Aydın şimendifer kumpanyası hat üzerinde, raylar üzerinde giden DÜŞMAN: BURJUVAZİ 103 otobüsleri işletmeye başlamış bile. "Bu son şekil Avrupa'nın bazı ülkelerinde ekonomik bir düşünce ile çoktan uygulanmakta olan ve uygulanmasından fayda bile bulunan bir sistemdir. "Bütün bu karşılıklı mücadele ve karşılık verme önlemlerine şunu da ekleyelim de liste tamam olsun bari: Kamyonların ve otobüslerin ayaklarına karpuz kabuğu yerine çivi koymak! "Lastik tekerleklerin en canalıcı bir düşmanı yollar üzerine düşmüş -ya da şimdi yapıldığı gibi atılmış!- olacak hacıyatmaz çivilerdir. İki üç gelen geçenle çabucak yolun rengini alacak olan küçük çiviyi 30-40 kilometre giden, hele bizimkiler gibi hızı kamyon ve otobüslerde bile 50 60'dan aşağı düşürmeyen şoförler göremezler. Lastik tekerlekler çivilerin üzerinden geçti mi, çivi lastiğe batar ve açacağı delikle içerideki havaya bir pencere açar. Mahpus hava hızla kaçmaya istekli bir baskı içindedir. Hava boşalmaya başlayınca araba hapı yutmuştur: Pan! "Araba durmalı, arızaya uğrayan lastik tekerlek çıkarılmalı, varsa yenisi takılmak, yoksa delik tamir olunarak tekrar hava doldurulmalı. Duruma göre 10' dan en az 25 -30 dakikaya kadar sürecek bir iş. "Tamir yapıldı. Haydi yola diyeceksiniz. Ya bu arıza iki üç kez tekrarlanırsa? İşte o zaman otobüs de, yolcular da, şoför de belânın büyüğüne uğramışlardır demek olur. Lastik tekerleklerde en sıkıcı hal bu gibi panlardır. "Oysa bu mücadelede ulusal servete ait müthiş ekonomik zararlar da vardır. Etek dolusu altınla -evet, altınla çünkü kamyonlar, otomobiller, otobüsler ve onların levazımı yalnız altınla satın alınabilen mallardır- herhangi bir şekilde kullanım dışı kalacağı için harap düştükçe ulusal servetten o kadar bir kısım havaya gitmiş olur ve onların yerine yenilerinin getirilmesi de bir o kadarlık daha alınteri ulusal altının ülke dışına gönderilmesine bağlıdır. "Demek ki bu mücadele şeklindeki sorun yalnız gülünç değil, biraz da muzır ve hattâ fecidir. Ve mücadele öyle bir yola dökülmüştür ki şimdi artık onun daha fazla üzüntüsüyle karşı karşıya bulunuyoruz. Biraz daha inceleme değeri olan bu sorun üzerine tekrar geleceğiz." (6.9.1931). E. Teknik Zenginlik: Türkiye'de devrim olsa, ne kadar teknik zenginlik bulunacak? Bunu genel olarak değil özel olarak büyük sanayi tekniği bakımından topladım. Saydığım 52 şirkette, teknik zenginlik şu kadardır: Çimento sanayi Kömür madeni Pamuk, Dokuma, Bitkisel Yağ Değirmen Gıda Diğer sanayi 4.705.391 101.764.164 3.750.000 2.458.838 6.818.972 7.315.185 126.812.550 104 YOL Yani, 46 milyon lira gerçek sermayeli büyük sanayi şirketleri, bütün sermayelerini kaçırsalardı, yalnız 1929'da 27 milyon lira genel sanayi tekniği ile 100 milyon liralık maden kömürü tekniğini bırakmaya mecbur olacaklardı. Bugün Türkiye'de var olan büyük sanayi sermayesinin 46 milyonu geçmediği bilinince, bunun onda altısı (% 58,7) kaldırılıp götürülecek gibi değil demek.. Fakat, kömür madenleriyle birlikte hesap edersek, tümüyle varolan gerçek sermayenin 3 katı meydanda kalacaktır. Biz yine 27 milyon kalacak varsayalım: Bugün Türkiye'de "yerli-ulusal" sanayi sermayesinin 5 milyon olduğunu öğrenirsek, o zaman bir devrimin Türkiye proletaryasına, bugünkü burjuvazisinin 5 katı değerinden fazla, sırf sanayi tekniği geçireceğini anlamakta güçlük çekmeyiz. O zaman, Türkiye'deki yabancı sermayenin her yıl on milyonlarca kârı ülke dışına uçurmasının da olanağı yoktur.. Yani, bir devrim, Türkiye'de 5 milyonluk bir burjuvaziden başka pek az "Türk"ün zararına ve ünlü deyişiyle salt "ülke"nin hesabına da kat kat "hayırlı"dır! Ekleyeyim: burada 27 milyon, muhakkak varolanın altındadır. Şirketlerin teknik zenginlikleri yeteri derecede saptanamamıştır. 3- Devlet Sermayesi ve Kaynaşması: Devletin ekonomik faaliyeti deyince iki şey akla gelir: 1- Ekonomik faaliyeti düzenleme; 2- Özellikle devlet kapitalizmi... Benim burada değineceğim nokta, bu ikincisidir. "Özellikle devlet kapitalizmi" de ayrıca ikiye bölünür: 1- Genel kapitalizm çıkarına özel tekellerin önüne geçme girişimi: posta-liman...7 demiryolu vb. gibi girişimler... Bunlardan söz etmeyeceğim. 2- Bütün girişimler gibi kâr için işletme: madenler, fabrikalar vb... Benim asıl kast ettiğim bu "kâr için" işleyen devlet sermayesinin, bütün değil, ancak büyük sanayi dediğimiz şirket sermayelerine katılımıdır. Banka konusunda gördük: Türkiye'nin üç dev bankası (Sanayi ve Maadin-Emlâk ve EytamZiraat), bütün "yerli-ulusal" sermaye adını koyduğum sermayesinin %78,6'sını, yani hemen hemen dörtte üçünü kaplar. Bütün, yani gerek yabancı, gerek yerli "ulusal" sermayenin de (113,4) % 33'ünü, yâni üçte birini tutar. Devlet geliri, Avrupa'da, genellikle ulusal gelir toplamının % 10 ile 20'sini tutar, istatistik Genel Müdürlüğünün verdiği sonuçlara göre Türkiye'de ulusal gelir 769 milyon liradır. Bu tarımsal ve sanayii üretimin toplamıdır. Ticaret, nakliye vb. ile serbest meslek kazançları da hesaba katılırsa, ulusal gelir, ortalama olarak 1 milyar lira varsayılıyor. Eğer 7. Bir kelime okunamadı. DÜŞMAN:BURJUVAZİ 105 Türkiye'de ortalama devlet geliri 200 milyon varsayılırsa, öteki kapitalist ülkelerde devlet gelirinin en azı olan % 20'sini tuttuğu anlaşılır. Üretime gelelim: Türkiye'de devlet en önemli üretim şubelerinde en büyük kapitalisttir: Dokuma, ayakkabı, şeker, silah, barut, içki, tütün, tuz, çini, tesisat vb. alanlarında, devlet ya bizzat büyük üreticidir, ya da bütün üretime egemen ya da sahip bir tekel kurmuştur. Büyük üretimde, yalnız yukarıda saydığımız 52 hisse senetli şirket içinde devletin "makamı" nedir? Onu saptarsak, az çok Türkiye'deki devlet kapitalizminin, isterse iki üç yıl önceki olsun, durumunu bize anlatacak bir oran buluruz. 46 milyon büyük şirket sanayi sermayesinden ancak 4 milyon küsur lirası devlet sermayesidir. Buna bakınca, genel üretimde devlet payının % 8,2 kadar az bir şey olduğu görülür. Fakat derhal haber verelim: Büyük sanayideki salt Türk sermayesi 5,5 milyonu geçmez. O zaman anlarız ki, eğer kömür madenlerini hesaba katmazsak, Türkiye'de, "yerli -Türk" sanayi sermayesi (4,2 milyon), Türk devlet sermayesi (4,1 milyon) ile başabaştır. Yani Türkiye'de görülen sermaye genellikle Türk olmayan ve özel olarak yabancı sermayesidir. O zaman "yerli-ulusal" sanayi sermayesi diyeceğimiz kısım içinde devlet sermayesinin -maden kömürü sermayesi de dahil- % 44,44'ü geçmediğini görürüz. Deniz nakliyatında olduğu gibi, Türkiye'de devletin ulusal ve yabancı sermayeyle olan sayısız füzyonlarını konumuza sığdırmanın olanağı yoktur. Hele tamamen devletleşen belediyelerin bankalarla kaynaşması görülmedik gelişmeler gösterir: Devletin yabancı sermaye ile kaynaşmasına örnek (büyük demiryolu inşaatı ve kısa vadeli borçlar bir yana): Ergani Bakır Madeni'nin sahibi eski Itibar-ı Milli, yeni iş Bankası +Deutcshe Bank +hükümettir. Belediyeler ile bankaların kaynaşmasına örnek: İzmir Belediyesi 1931'de İş Bankası'ndan 2 milyon borç yaptı. 4.4.1932'de Ankara otobüs ayrıcalığını alan belediye, İş Bankası'ndan bir yıl önce 75 lira..8 borç istemişti. Hele İstanbul Belediyesi, alacak verecek konularında tam bir Osmanlı imparatorluğu minyatürüdür. Yeni gelişen ve büyük şehirlerdeki "mütegallibe" denilen bezirgan-toprak sahipliğinin bir aşağısı olan öteki belediyeler genellikle değirmen, elektrik, fırın vb. gibi sanayii kurmak için faizci cüce bankalarla sarmaş dolaştır. Devletle kaynaşma hakkında da, sırası geçmeden, iki kelime... Türkiye'de 42 banka var; bankaların yönetim kurullarında 31 "tane" mil8. Herhalde "7,5 milyon lira" olacak. 106 YOL letvekili var. Yani, bankaların % 74 oranında milletvekili var. Başka deyişle, ortalama her 4 bankanın mecliste 3 milletvekili bulunuyor. Türkiye'de 52 sanayi şirketinde 20 kadar milletvekili var. Yani, yuvarlak hesap % 40 sanayi şirketinin yönetimi milletvekillerinin elindedir. Yani, her 5 hisse senetli şirketin yönetim kurulundan 2 üye aynı zamanda "Büyük Millet Meclisi"nin de muhterem üyesidir. Bu ayar finans oligarşisinin başka ülkelerde eşi benzeri bulunur mu? Bilmem.. Yalnız bu oranların da, olayın niteliği önünde ufak kaldığını hatırlatırım. Çünkü: 1-Bütün bu banka ve şirketlerde, eski temyiz üyeleri, büyük mülkiye ve askeriye memurlarının haddi hesabı yoktur. 2- Bütün bu sanayi şirketlerinin başında yedi sekiz banka kuruluşu kanat açmıştır. Bankanın milletvekili, sanayi şirketinin de milletvekili demektir. 3- Sanayiye egemen 7 bankadan üçü, bildiğimiz devlet bankalarıdırlar. Hele dördüncüsünü, kömür-bakırkurşun-çimento-değirmen-şeker-konserve-do-kuma-palamut-kibrit-telsiz sanayinde 15-20 kuruluşu güden İş Bankası'nı hiç sormayın: 11 milletvekili ile, onun meclisi, bir ufacık "Büyük Millet Meclisi"dir„ İşte bizim burjuvazi!../238/ 4- Yabancı Sermaye: Türkiye'de yabancı sermaye deyince özellikle şu iki noktayı hatırda tutalım: A- Borçlar: Kemalizm ile uluslararası finans-kapital arasında 13.6.1928'de saptanıp 1.12.1928'de "Büyük Millet Meclisi"nce onaylanan sözleşme ile, "Düyun-u Umumiyye" şeklen "sınır dışı" edildi ve ismen "Düyun-u Umumiyye" yerine: 1- (Fransız +İngiliz + Felemenk +İtalyan +Türk) + 5 Osmanlı Bankası'na mensup delegeden ibaret ve (Birleştirilmiş Borçlar + Ikramiyeli Türk Tahvili + Hazine Bonoları Konsolid Tahvil + Ödenmemiş maaşlar) konularıyla ilgili olan "Eski Osmanlı İmparatorluğunun Taksime Uğrayan Düyun-u Umumiyyesi Meclisi" ile; 2- (Fransız +Alman -ı-Belçika) lılardan oluşmuş ve yukarıdaki borçlardan başka borç konulanyla meşgul olan "Hamiller Meclisi" diye epey kanşıkça bir değişime uğradı.. Kemalist hükümet, bu meclislerde "danışma oyuyla" bir komiser bulundurabilir.. Fakat bütün bu ihraç ve değişim işlemlerine karşın, Düyun-u Umumiyye, yine o Düyun-u Umumiyye'dir. Kılı bile kımıldamamıştır. O herkesten ve özellikle Kemalizmden çok daha iyi biliyor ki, Türkiye'deki "ulusal" denen sermaye bir lâftır; yani yok değildir, fakat "ulusal" ve "Türk" kıyafetindeki yabancı sermayenin yanıbaşında koltuğunda geçinen bir sığıntıdır. Bu sığıntı halinde kaldıkça, hiçbir zaman Düyun-u Umu- DÜŞMAN:BURJUVAZİ 107 miyye'nin kılına dokunamaz. Tabii sorun şiddetle diyalektiktir: Düyun-u Umumiyye'nin kılına dokunamadıkça sonsuza kadar sığıntı kalacaktır. Bereket sermayenin, dini imanı gibi, yurdunun da bulunmayışı imdada yetişiyor, ve Türkten çok Türk geçinmeyi kârlı buluyor; o sayede Kemalizm, bütün dünyayı "Türk" gördüğü gibi, bütün Türkiye'deki sermayeyi ulusal göstermeye olanak bulunuyor. Bugün Türkiye'de bulunan yabancı sermaye, Düyun-u Umumiyye'nin "kıyafet değiştirmiş", "ulusal Türk" kılığını takmış takıştırmış şeklidir. Şu halde, genellikle yabancı sermaye ile Düyun-u Umumiyye'nin sınırları nerede başlar, nerede biter, pek kestirilemez. Bununla birlikte bugün "Düyun-u Umumiyye" ile "ulusal yabancı" sermayeyi ayırdeden özellikler şunlardır: 1- Düyun-u Umumiyye İstanbul'daki yuvasını hükümete bırakarak merkezini Paris'e taşıdı; "ulusal -yabancı" sermaye Paris'teki merkezini kısmen bıraktı, Türkiye'de yuva kuruyor. 2- Düyun-u Umumiyye en basit bir hizmet bile etmeye gerek görmeden, üç çeyrek yüzyıl öncesinden beri başlayan bir geleneği Kema lizm aracılığıyla sömürerek dışarıya faiz çekiyor; "ulusal-yabancı" ser maye iyi kötü ekonomik bazı "hizmet"lerde bulunarak, pek yeni başlayan bir süreçle, Türkiye proletaryasını doğrudan doğruya, -fakat tabii yine Ke malizm sayesinde- sömürerek kârın kaymağını dışarıya çekiyor. Burada Düyun-u Umumiyye'yi seyreyleyelim. Son Paris Anlaşması gereğince Kemalizm, Türkiye işçi ve köylülerinden 107.528.463 altın lira, yani 1 milyar 79 milyon küsurdan fazla Türk lirasını soyacak ve en ufak bir zahmete ve eziyete bile girmeyen yabancı bankerlere sunacak.. Hem bu sunuşu, yalnız ücret karşılığı olmaksızın, yani bedava, "karşılık beklemeksizin" yapmakla kalmayacak; yani Kemalizm Türk işçi ve köylüleri karşısında Düyun-u Umumiyye'nin tahsildarlığını yaparken karşılığında bir şey istemek şöyle dursun, aynca taksitleri beklemek lütfunda bulunan finans-kapital hazretlerine -Ey, okuyucu diye haykırayım, sen kulağının tozunu koru- % 100; % 150.. neden söz edildiğini anlıyorsunuz: faiz! verecek.. Diş kirası olsun diye. Fakat, eğer görünüşe aklanmayacak kadar, komünizmle aşina geçinenlerdenseniz, tahmin etmişsinizdir ki 1 milyar yüz milyonları geçen rakam, sadece borçların "anapara"sını göstermeye yarar.. Ve bu % 100, % 150 faizler, bu milyarcığı, birkaç ve belki de birkaç on milyara çıkarmadan Kemalizmin kuyruğunu bırakmayacaktır.. Borcun, yıllık "mürettabatı" 5.219.693 lira.. Tabii altın lira... Ancak, ne zorluk var! Finans-kapital hazretlerinin bağışlamasına sınır, cömertliğine uç ve bucak yoktur: O, her yıl, 108 YOL DÜŞMAN: BURJUVAZİ Türkiye'den kesin olarak önce 20, sonra 23, 27, 31, nihayet 34 milyon liracık.. hem de istediği para ile alacaktır: "Düyun-u Umumiyye Meclisi, her taksitten önce çeşitli paralardan en değerlisini seçerek ödemeler onunla yapılacaktır."9 Düyun-u Umumiyye'ye rehin olarak ilk 13 yılda yani 23 milyon kadar verildiği sürece, yalnızİstanbul'un; fakat, ondan sonra hem istanbul'un, hem de Samsun'un Başmüdürlüğüne ait bütün gümrük ve tüketim resimleri teslim edilmiştir, işte "Yavuz Ismet"in "Lozan zaferi"! Kemalizmin, bu "şaheser"i hakkında boş yere mürekkep tüketmemek için, kısa bir listeyle konuyu keselim: Taksitin süreceği müddet 7 yıl 6 yıl 5 yıl 5 yıl ? Taksitin miktarı Türk Altını 2.000.000 2.380.000 2.780.000 3.180.000 3.400.000 Uzun vadeli l.grup %38 48 58 68 90 100 Borçlar 2. grup %45 55 85 100 125 150 B. "Ulusal" yabancı sermaye: Tuhaflığa hevesli olduğumdan değil, paradokslar ülkesinde yaşadığım için, böyle garip "terim" bozuntularına, çatıyorum. Siz olsanız ne dersiniz? Sermaye yabancıdır, fakat "ulusal"dır da.. Yani, galiba bizdeki yabancı sermaye de, hep antropoloji laboratuarının "laport"una göre "brakisefal" yaratıklardan; çünkü, "Türk"tür. Hem.. 10, hem değil.. Bu diyalektik şeyin adına ben de "yabancı -finanskapital" dedim.. Şu halde, Türkiye'de "yabancı sermaye"..11, gerçekte kıyafetini değiştirmiş düpedüz yabancı değil, -zaten böyleleri, gittikçe "evrenin" Türk olduğunu anladıklarından mıdır, nedir.. açık yabancı üniforması yerine "ulusal kıyafet"i; Osmanlılıkta olduğu gibi, elçilik bayrağı yerine, ulusal sancağımızı takıp takıştırmanın zevkine varıyorlar. Türkiye'de "tanınmayacak kılığa girerek" iş gören "ulusal-yabancı" sermayeyi anlamak ilginçtir. Türkiye'deki ulusal-yabancı sermayenin ne 9. İbrahim Hakkı: "Osmanlı Borçlan"; Cumhuriyet, 8.5.1930. No:9. 10. Elyazması yer yer yırtık olduğundan bir kelime okunamadı. 11. Elyazması yer yer yırtık olduğundan bir kelime okunamadı. 109 olduğunu daha iyi kavramak için özellikle "Türk Sanayi" ismini alan ve Kemalizme en tatlı cennet = cinnet (Şu eski Türkçe bazen iyi yazıdır vesselam!) hayalleri yaşatan ekonomik gelişim eğiliminin, milyon ve yüzde hesabıyla, ne kadar yabancı ve ne kadar Türk"ırk"ından geldiğini rakamla göstereyim: Sermaye milyonu Sermaye yüzdesi Yabancı-ulusal Yerli-ulusal Devlet Türk olmayan Toplam 35,8 5,5 4,1 1,7 47,1 %76 %11,6 %9,1 %3,6 %100 Bu oranlan basitleştirmek için, "devlet" sermayesini "yerli-ulusal" ile birleştirerek ikisine birden "ulusal" diyelim; gene, "Türk -olmayan" sermayeyi "yabancı -ulusal" ile eşleştirerek ve bitiştirerek, bu "mutlu çift"e de "yabancı" adını koyalım.. O zaman akılda kalacak yuvarlak hesabımız şudur: Bütün başında (T.A.Ş.) bulunan "ulusal" sanayi şirketlerinin sermaye toplamına 5 dersek, bu ulusal toplamın içyüzünde ulusal sermaye bir, yabancı sermaye de dört demektir.. Gazi hazretleri, "fi tarihinde", bir kere: "Memleketin efendisi köylüdür!" "buyurmuşlardı". Şu hesabı yaptıktan sonra, benim de aklıma şu geldi: "Memleketin efendisi, dört kere, yabancı sermayedir.." Acaba, Gazi hazretleri ne "buyuruyorlar"? Türkiye'ye yabancı sermaye egemen; evet.. Hem de dört kere kaşarlı egemen; Besbelli.. Şimdiden sonra, Kemalizmin Cemiyet-i Akvam'a "yükselme"sinden sonra, bu kaşarlı egemenlik büsbütün katmerlenecek, o da muhakkak.. Şu halde sözümü bitirmeden bir "noktacık" daha kaldı: Acaba, hangi yabancı sermaye Türkiye'ye egemen?.. Gerçi sermaye, kendi yaptığı puta, yani "vatan"a tapmaz.. Yani, Marx'm deyişiyle; % 10 buldu mu, "dört bir tarafta kullanılabilir"; hele % 50'ye '-'erişilmesin" var gücüyle fetişize ettiği "ulusallığı" hiçe saymakta pekâlâ "pervasızlaşır".. Fakat, bu onun geldiği yeri, hele gelişindeki amacı kolay kolay unutabileceğim göstermez. Özellikle geri ülkelere akın eden finans-kapital, "anavatan" ile olan bağlarını koparmak istediği kadar da koparmamak ister; çünkü bu daha "kâr"lı bir "iş"tir. Onun için, yabancı sermayelerin "köken"lerine işaret etmek sanırım "vatana hıyanet"ten sayılamayacak suçlardandır. no YOL özellikle banka sermayesinden örneğimi alıyorum: 1- Türkiye ile ilgili yabancı bankaların sermayelerinin yuvarlak hesap Türk lirası milyonu ile yüzde oranlan şöyledir: Alman bank. İtalyan bank. Fransız bank. Sermaye (Türk lirası) ..... 130 milyon 75-80 milyon 50 milyon Yüzdeleri (Toptandan).... % 41,93 % 24,19 % 14,5 Daha kaba bir hesap yaparsak, âdeta şu oranlara geliriz: Almanya 1/2; İtalya 1/4; Fransa 1/8.. Yani, Türkiye ile ilgili Fransız banka sermayesi, Alman'ın yarısının yarısı ve İtalyan'ın yarısıdır. Bugün Alman ve italyan finans-kapitalleri, uluslararası siyasetleri gibi "Yankee"nin, Amerikan finans-kapitalinin 49'una bağlıdırlar. Amerika'nın yabancı sermaye toplamındaki %9.22 payı, (hemen hemen onda bir hissesi) de Alman ve İtalyan sermayesiyle elele verirse, adeta, düpedüz yabancı banka sermayesinde, Türkiye, dolayısıyla yani Almanya ve İtalya'nın aracılığıyla "Amerikan uyruğun'dadır. 2- Ulusal yabancı sermayede, başka bir kutbun mıknatısı galiptir. Tür kiye'de ulusal sayılan Düyûn-u Umumiyye Bankası (Osmanlı Bankası an layın..) yalnız başına ulusal bankalar sermayesinin % 58,8'ini tutar. Sela nik Bankası'nı da (ki Paris yerine yanlış olarak Selanik ismini takınmıştır) katarsak, bu oran büsbütün arlar. Düyûn-u Umumiyye Bankasından Fran sızlara ne demeyin: Düyûn-u Umumiyye anaparasının %59'u (yani Os manlı Bankası'nın, ulusal bankalar içinde tuttuğu oranın hemen tastamam aynı) Fransızdır. (Düyûn-u Umumiyye'de Almanlann %22; İngilizlerin %11,5; geri kalanların % 4,5 bir payı vardır). Sabit sermayesi yüz milyonları bulan, Türkiye'nin biricik müthiş şirketi, Ereğli Kömür işletmesi de keza İş Bankası'nın "can yoldaşı" bir Fransızdır. Demek, salt yabancı ser mayede Amerikan, yani Alman + İtalyan gözüken Türkiye'nin, ulusalyabancı içyüzü Fransızdır... Marx ve Engels, tam 84 yıl önce, Komünist Manifesto'yu şu satırlarla bitiliyorlardı: "Bir komünist devrimi düşüncesiyle hükm ve saltanat süren sınıflar, titresinler. Bu devrimde proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur. Kazanacaktan ise bir dünyadır. Bütün dünya işçileri birleşiniz!" DÜŞMAN: BURJUVAZİ 111 Türkiye'nin, şu egemen ekonomik yapısına bakıp, bakıp da insanın şöyle bağıracağ, gelmiyor mu: "Bir komünist devrimi düşüncesiyle hükm ve saltanat süren, 2000 fabrikacı ve bir o kadar tüccarla, 500 tekekici + fi-nans + yabancı kapitalistler titresin... Bu devrimde Türkiye halkının zin-cırlernden başka kaybedecek şeyleri yoktur.kazanacakları ise bir dünyadır.. Bütün Türkiye MÜTTEFİK: KÖYLÜ Türkiye'de işçi sınıfının köylü tabakalarıyla toplumsal kurtuluş kavgasındaki birliğini somutlaştırmak için, fazla ayrıntıya dalmadan, şu üç nokta üzerinde aydınlanmak gerekir: 1- Köyde sınıf ilişkileri; 2- Burjuvazinin köylüyle ilişkisi; 3- Köylü ve devrim. KÖYDE SINIF İLİŞKİLERİ Marx'a, 1868'de (ki Almanya ile Türkiye arasındaki benzerlik bu tarihlere göre karşılaştırılabilirdi) Kugelmann'a yazdığı mektubunda (6 Nisan z.k., s. 93) şöyle diyordu: "Her zaman şu görüşteyim ki toplumsal devrim ciddi olarak temelden yani toprak mülkiyetinden başlamak zorundadır."1 19. yüzyıldaki baş ustamızın bu sözü, toplumsal devrimde, toplumun büyük kalabalığını temsil eden köylülüğün oynayabileceği rolü yeterli derecede gösterir. Şu halde toplumsal devrimde keşif-kolu rolünü oynayacak olan işçi sınıfı, bu büyük manivelayı, kapitalist dünyayı altüst ederken, bütün yeryüzünün de altını üstüne, tepesi taklak getirmekte kendine müttefik bilecektir. Nitekim, Engels, Almanya'da Köylü Savaşı'nın Önsözünde2, sınıf ilişkilerini çözümlerken, gerek işçi, gerek kapitalist sınıflarının, sınıf savaşlarında karşılarına çıkacak sınıflar içinden müttefik aramak ve bulmak özelliklerini şöyle saptar: Burjuvazi: Engels şöyle der: "Burjuvaziyi bütün diğer vaktiyle hüküm sürmüş olan sınıflardan ayırdeden özellik odur ki, burjuvazinin gelişiminde, ondan sonraki bütün iktidar araçlarının ve öncelikle sermayelerinin her büyüyüşünün, artık kendisini siyasal egemenliğe gittikçe daha yeteneksiz kılmaktan başka bir şeye yaramayacağı bir dönüm noktası vardır. 'Büyük burjuvaların arkasından proleterler gelir.' Burjuvazi sanayini, ticaretini ve haberleşme araçlarını geliştirdikçe işçi sınıfını dünyaya getirir. Ve her ta1. Marx-Engels: Werke, c. 32, s. 543. 2. Engels: Almanya'da Köylü Savaşı, Önsöz.. Aşağıdaki sayfalarda, Engels'in bu Önsöz'ünden sık sık alıntılar yapılacaktı. Önsöz'ün kendisi beş altı sayfalık bir yazı olduğu için, her alıntının yerini ayrı ayrı belirtmeye gerek görülmemiştir. Marx-Engels: Werke; c. 16, s. 393-400. 116 YOL rafta aynı olması elbet gerekmeyen herhangi bir anda, yol arkadaşının, proletaryanın çevik ve tetik adımlarla kendisini geçtiğini anlamaya başlar. Bu andan itibaren, burjuvazi, siyasal, egemenliğini tek başına koruma gücünü kaybeder; iktidarı paylaşacağı ya da durum ve şartlara göre, tamamıyla kendisine bırakacağı müttefikler arar." (s. 20) Alman büyük burjuvazisi, 1848 Paris örneğinde kendini bekleyen sonu gözleriyle gördükten sonra, kendisine müttefik olarak krallığı + büyük derebeyi asilzadeliğini + küçük ağalan + hattâ papazları buldu ve 1870'de, tıpkı orta burjuvazinin 1525'te yaptığını yaptı. İşçi sınıfı: Engels, 1870'lerdeki Almanya (sınıfların niceliği bakımından olsun bugünkü Türkiye) için şöyle der: "Yalnız ve ve bütün hayatınca ücretle geçinen sınıf, Alman kavminin genelini oluşturmaktan adamakıllı uzaktır. Şu halde işçi sınıfı da kendine müttefikler aramaya zorunludur ve bu müttefikler ancak küçük-burjuvalar, şehir lümpen-proletaryası, küçük köylüler ve tarım gündelikçileri arasında aranabilirler." (s. 22) Ondan sonra bu çeşitli sınıflar arasında kimlerin, ne dereceye kadar işçi sınıfına yama olabileceğini araştırır. 1- Küçük-Burjuvazi: "Küçük-burjuvalara, esnaflara, dükkancılara ge lince, onlar daima neyseler o kalırlar. Büyük burjuvazinin saflarına yükselmeyi umarlar, işçi sınıfının içine tekerlenmekten ödleri patlar. Korku ile umut arasında, mücadele sırasında postlarını kurtaracaklar ve ondan sonra kazanandan yana çıkacaklardır; bu onların yaradılışıdır." (s. 21) Küçükburjuvalar tamamıyla az güvenilirdir, meğer ki zafer ola ve o zaman, akşamcılık tezgahında, kulakların tozunu patlatan zafer naraları atarlar. Bu nunla beraber bunların arasında işçilere kendiliğinden katışan, katılan gayet iyi unsurlar vardır." 2- "Serseri proletarya (Lümpen proletariat): Genel karargâhı büyük şehirlerde bulunan, bütün sınıfların bu bozuk ve satılık kişiler tortusu, olası ve olanaklı bütün müttefiklerin en beteridir. Bu cins, bu kategori mutlak surette iki paraya satılık ve utanmazdır. Franssız işçileri devrim sırasında evlerin üstüne 'hırsızlara ölüm yazısı korken ve bu tür hırsız takımının bir den fazlasını kurşuna dizerken, bunu kuşkusuz mülkiyetin sevinçten ağzı ku laklarına varsın diye değil, fakat salt her şeyden önce, bu haydut çetesinden yakayı sıyırmak gerektiği düşüncesiyle yapıyordu. Bu serseri haneberduş (evi omuzunda)ları savunucu olarak kullanan ya da onlara dayanan her işçi şefi, onun bir hareket haininden başka bir şey olmadığını deneyle anlar ve kanıtlar" (s. 22) 3- "Küçük köylüler: -çünkü kocamanlar burjuvazinin bir parçasıdır- grup lar oluştururlar." Engels, köy çalışkanlarını başlıca dört gruba ayırır ve bu DÜŞMAN: BURJUVAZİ 117 gruplar, orta ve küçük ekincilerden tarım işçisine kadar çeşitler gösterir. Engels'in ayırdığı dört grup şöyledir: 1- Derebeyi köylüsü; 2- Ortakçı; 3Küçük toprak sahibi köylü; 4- Tarım işçisi. Engels'in genel bir grup olarak kaydettiği üçüncü kısım, "küçük toprak sahibi" köylü, biraz daha somutlaştırılırsa, her gün daha şiddetle farklılaşan köylülüğün bu kısmı içinde de: 1- Orta köylü; 2- Küçük köylü; 3- Fakir köylü., diye, komünist partilerinin taktiği açısından bir sınıflama yapmak mümkün ve gereklidir. Türkiye'de, burjuvazi gördüğümüz zigzaglarla, şaşkalozluklarla bocaladıktan sonra sonunda saltanatla kopuşabildi.. Bundan dolayı hilafetle birleşmenin olanaksızlığını kabule zorunlu oldu.3 Fakat, tıpkı Alman burjuvazisinin 1848 Paris Devrimi'nden aldığı dersi, Türk burjuvazisi de, özellikle koltuğunda yetiştiği Sovyetler Birliği'nin işçi ve köylülerinden 1917'den beri aldı ve iktidara geçer geçmez ilk işi, hemen geçmişin bütün gerici güçleriyle bir anlaşma zemini hazırlamak oldu. 1925'lere kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün egemen sınıfları; derebeyler+mütegallibe+burjuvazi elele yürüdüler. Fakat, özellikle Doğu illerinde dipdiri yaşayan ve Ermeni katliamından beri dişleri ve tırnaklan büsbütün uzayan Türkten çok Kürt derebeyliği emperyalizmin teşviki+yeni egemen olmaya başlayan bezirgan ilişkilerinin derinleşmesi+katmerli ve militarist soygun altında inleyen Kürt paryalarının onmaz hoşnutsuzluğu yüzünden Şeyh Said isyanını ayaklandırdığı zaman, askeri bir tarama hareketi, mütegallibe ile elele veren burjuvazinin bir süre için, "Doğu illeri" derebeyliğinin gayet geçici bir süre için göç etmesini gerekli hale getirdi. Fakat bu göç yine derebeyi unsurlarını mahvetmekten çok, "Batı illeri"nde bir çeşit geziye götürmek ve orada görecekleri örneklerle bezirgan ekonomisi yolundan, büyük toprak sahipliğine doğru derece derece artan bir başkalaşım için teşvik etmek gibi bir "propaganda seyahati" ile öğretmek, yetiştirmek işlerinden ileriye geçmedi. Ve bu kısa "propaganda seyahati" biter bitmez, zaten topraklarından bir süre için ayrılınca "define" servetlerini çeşitli ticaret kombinezonlarında işleterek kapitalist soygunun tadını alan eski derebeyler, kendilerinden hiçbir zaman alınmayan mülkiyetlerine eskisinden daha gözü açılmış, daha hesapçı ve dünyanın halinden anlar döndüler.. Oldukça burjuvalaşmaya özendiler. 118 YOL Türkiye'de, klasik şehir sanayi ve ticaret kapitalistinden başka köylerde ya da şehirlerde, tarımsal üretime egemen olan sınıf ve zümreler deyince, başlıca şu üç grubu hatırlarız: 1- Tarım kapitalistleri: "Zürra" (büyük çiftçi) ismini alan, Halk Partisi'nin programında "çiftçi" denen büyük çiftlik sahipleri ya da işleticileri.. Örneğin Adana pamuk bölgesinde, en küçüğü 2.000 dönümü bulan büyük tarımsal işletmeler, o civarın hemen bütün çiftlikleri bunlar dandır. Bu işletmeler, en çağdaş anlamıyla tarım kapitalistliğini temsil eder. Tarım kapitalizmini diğer tarımsal egemen sınıflarından ayırt eden özellikler 1- Üretim araçlarının çağdaş teknik; 2- İşgücünün ücretli işçi.. olmasıdır. Bir kelimeyle, üretim güçleri (alet ve insan) kapitalisttedir ve sömürü, artı-değer çekmek tarzındadır. Türkiye'de tarım kapitalizminin en çok geliştiği çevreler: 1- Sanayi bitkilerin ekim alanları; 2- Sanayi bitkileri yetiştiren alanlara gıda bitkileri (hububat) gönderen alanlardır. Bir kelimeyle bütün faaliyeti tarım malları yetiştirmek olan alanlar; kapitalist sanayi ve ticaret merkezleri.. Tarım kapitalizminin en çok geliştiği yerler şunlardır: Trakya bölgesi; İzmir ve kısmen Ege bölgesi; Adana yöresi; Eskişehir yöresi; kısmen Karadeniz'in bazı bölgeleri ile Ankara ve civarı... 2- Toprak sahibi mütegallibeler: Köy kapitalisti ile derebeyi arasında, yani derebeylikten çıkmış, fakat henüz kapitalist üretim tarzına geçememiş olan sınıf.. Tarım kapitalizmi, daha çok sanayi ve ticaret mer kezlerinde ya da civarlarında toplaşırdı. Derebeyi sistemi, genellikle pazar bölgelerinde, şehir ve kasabalarda toplanır. Tarım kapitalisti üstü açık bir fabrikatörse, mütegallibe, sermaye birikişinin ilk konağı olan ve Marx'ın "El-imalathaneleri dönemi" dediği sınaî gelişmeye karşılık gelir. Hatırlarız: El-imalathanesinde, küçük sanatkarlar, kendi aletleriyle birlikte, bir tüccarın ad ve hesabına üretim yaparlar. Bunu aynen tarıma uygular sak; o zamana kadar bağımsız kendi tarlacığında ekinci olan köylüler, değiş-tokuş ilişkilerinin, kapitalist düzenin çeşitli ve bilinen sıkıntıları (ağır vergi, borçlanma vb. şekilleri) yüzünden mülkünden tamamıyla ya da kısmen olunca, elinde canlı ya da cansız mevaşisi (tarımsal üretim araçları), kolunda açıkta-hazır işgücü olduğu halde, sanayi sermayesindeki tüccar-bezirganların oynadığı role karşılık gelmek üzere, tarım sermayesi nin birikim temsilcisi olan tefeci-bezirgan ya da mütegallibenin eline geçen topraklar üstünde, küçük sanatkarların el-imalathanesinde işlediği gibi işlemeye gelirler. DÜŞMAN:BURJUVAZİ 119 Mütagallibe ya da "tefeci-çiftçi" dediğimiz bu ikinci tarımsal egemen sınıfının, el-imalathanesi kapitalistinden farkı var: El-imalathanesi kapitalisti, bir araya topladığı sanatkarlar arasında bir işbölümü yaparak, sanayi tekniğini geliştirdi: Dağınık tarım üretiminde bunun olup olmayacağını tartışmayalım. Çünkü böyle bir beklenti boşuna olur. Yalnız, uzun yılların ampirik tecrübesi gösteriyor ki, tefeci-mütegallibelik, kapitalist birikişinden çok derebeyi "define"ciliğiyle ve yeniden üretimden çok tüketimle sınırlı kalır. Tıpkı ortaçağın bezirgan sermayesi gibi belli bir sınıra geldikten sonra, işi toprak beyliğine döker; adeta burjuvalaşacağına, çok kere, derebeyleşmeye özenir. Mütegallibelik dedik, daha çok şehir ve kasaba gibi değiş-tokuş ilişkilerinin düğümleri, iyi kötü pazarlar üstünde yerleşir ve bu düğümlerden uzattığı ağlarla, köyün dağınık üreticilerini birer birer avlar ve emrinde işletir. Mutegallibeleşen unsurlar genellikle, küçük sanayici ya da tacir (esnaf, attar, çerçi, katırcı, basımcı) ile serbest-meslek erbabı (bilhassa avukat, doktor) ve eski memur, tahsildar kaçkını gibi bir kelime ile aydın ya da aydın olmayan küçük-burjuvaziden gelir. Fakat, kapitalist ilişkilerin altında, iflasa uğramayan derebeylerin de serbest gücüne dayanan değiş-tokuş düzenine ayak uydurmaları ve derebeylikten mütegallibeliğe geçmeleri kuraldır. Özellikle bazı büyük derebeylerin ellerinde birkaç bin dönüm beğendikleri topraktan bıraktıktan sonra, fazla ve boş topraklarını topraksız köylüye satarak, parasını eski derebeyi adına Ziraat Bankası'na yatıran Kemalist burjuvazi, "derebey"liğin bu "şehir-beyliği" haline geçişini yapay bir biçimde kışkırtmaktadır. Bugün Türkiye'de tarımsal üretime egemen olan sınıflar içinde, en geniş tabakayı oluşturan bu "tefeci-zürra"dır. Tarım kapitalistleri için saydığımız bölgeler de kısmen dahil olmak üzere, onların dışındaki bütün İç Anadolu, mütegallibe çiftçilerin hüküm ve saltanatı altındadır. Kemalist burjuvazinin alaturka faşizm temsilcilerinden kökten bir küçükburjuva, İ.Hüsrev'i: "Toprak-ağalığı yani ortakçılık (Doğu illerinden Ege denizi sahillerine kadar olmak üzere Anadolu'nun her yerinde)"* bulunduğunu, Ziraat Kongresi raporlarına dayanarak söyler. Buradaki "toprakağalığı", tefeci-çiftçi ve daha bilinen ve ünlü ismiyle mütegallibeliktir. Ağa, zaten ortaçağ unsuru, derebeyi terimidir. Toprak-ağası, toprak-bende karşılık derebeyin başka adı olabilir; fakat mütegallibeliği pek ifade et4. Kadro: Türkiye Köy İktisadiyatında Borçlanma Usulleri, s. 29, No.3. 120 YOL mez. Eğer mütegallibeyi mutlak ağa kelimesiyle anmak lazımsa, köyde oturmadığına göre, "şehir-ağası" ünvanını vermek daha doğrudur. Bununla birlikte hangi kelimeyle ifade ederse etsin, burjuvazinin ağzından, mütegallibeliğin "Anadolu'nun her yerinde" bulunduğunu öğrenmek yeterlidir. 3- Derebeylik: Toprakla beraber alınıp satılan demirbaş gücünün efendiliği Türkiye'de henüz kalkmış değildir. Yalnız tarım kapitalistleri büyük ticaret ve sanayi merkezlerinde, mütegallibelik ikinci derece pazarlarda tünedikleri halde, derebeylik, nisbeten arz ve talep yasasının arızi olarak ve gelgeç bir surette uğradığı köylerde, daha sapa doğal ekonomi bölgelerinde yaşar. Tabii, bu bölgeler en çok doğu illerini kapsar. Örneğin Bitlis'te, üretilen tahılın ancak %20'si civar illere gider; %80'i yine Bitlis'te tüketilir. Fakat "Doğu illeri"nin en batısında da, buna yakın kapalı ekonomi yok değildir. Örneğin, yine Ziraat Kongresi raporları, Bolu'nun Gerede ilçesinde üretilen tahılın %75'inin ilçe içinde harcandığını anlatıyor. Türkiye'de, derebeyi ilişkilerinin hâlâ ve nasıl acıklı facialar şeklinde yaşadığını, bizzat burjuvazinin ağzından dinleyelim: 1929 yılında Diyarbakır Matbaası'nda basılan ve "Diyarbekir Türk Ocağı'na İthaf.." edilen 15 sayfalık bir broşür: Köylüye Armağan.. Yazanlar: "Ulvi Dayı-Veli Amca".. Fakat "tarihin doğurduğu günden beri Türk ve atalarımızın yadigarı olan topraklarımız"da "gazi babamız" ve "Cumhuriyetimizin sayesinde sizin hiçbir sığıntınız (böyle yazılmış!) kalmayacak. Değil yalnız istediklerinize, akıllarınıza bile getirmediğiniz iyiliklere nail olacaksınız." (s. 4) dediğine göre, kimin nesi olduğu belli.. Yazıcı anlatıyor: "Bu sene içinde değişik (!) köylerde derdini sorduğum her köylü babadan (yanlış anlaşılmasın: "her köylü"den..), manalı bakışlarla hemen aynen şu cevapları aldım: Efendi; Ne sorarsın?! Görüyorsun!.. Harman yapıyorum, (tarla nadaslıyorum), tohum serpiyorum, iyiyim efendi iyiyim. (Sen öyle bil!..) Bu söyleyiş ve onurlu gözlerden akan gam seli köylü bağrında patlamak isteyen bir volkan olduğunu gösterir. (İşte Türkiye köylüsünün tasviri.) Ben de çok defa o mukaddes sineyi deşer, fışkıran alevleri seyrederim; gördüğüm manzara hemen daima şudur: 'Efendi, sen bana yakınsın, derdimi dinliyorsun. Beni deşme. Yanık yüreğim, şu çiftin başında bir an olsun dinlenmek, oyalanmak fırsatını bulmuşken bunu da bana çok görme. Çalıştığım kime ki?! Bu çift, bu toprak, bu tohum, bu dam kimin ki?.. (Altlarını ben çiziyorum; eleştiriler bana ait değil., aynen naklediyorum). Ah efendi; kursağımda asırlardan beri hazmedemediğim acı ve katı ve kusamadığım lokmalar vardır. Toprağın her türlü cilvelerine DÜŞMAN: BURJUVAZİ 121 göğüs gererek kendi didişmem ile yetiştirdiğim şu lokmanın buğdayını bile sadaka olarak verirler. Yediğim öz buğday öz buğday olsa bari! Yarı kumdur, topraktır, taştır efendi!... Eğer onu da yalnız şu çabalamam hakkı olarak verseler yine hayıflanmayacağım. Değil efendi değil... Benden ona mukabil namus da isterler can da isterler, hiç durmaksızın isterler ve nihayet her buğday tanesi kan ve ter içinde demirden birer leblebi gibi kursağıma iner'." (s. 10) Toprağa ve üretim araçlarına sahip çalışandan o toprak üzerindeki gücünden başka "namus da ister", "can da ister"., olan "efendi" kimdir? Eğer esir efendisi değilse, derebeyi değil mi? Bugün Türk burjuvazisi dediğimiz şey, "burjuvazi" konusunda6 gördüğümüz bir avuç mali oligarşi dışında, yukarıda söylediğimiz tarım kapitalistleri ile mütegallibe (tefeci-çiftçi = şehir ağası)lerden başka, köyde kime dayanır? Şeyh Said isyanı sırasında salt Kürt derebeyliği ile bir zaman için arası açılan Türk burjuvazisi, bir sene geçmeden onunla da birleşti. Yukarıda aktardığım olay, 1929'da yani Türk burjuvazisinin Doğu illerinde derebeylikle çatıştığı 1925'ten dört yıl sonra cereyan ediyor. Kemalizmin yani Türk burjuvazisinin gericilikle kucaklaştıktan sonra, derebeylerini yeniden soygun felsefesinde biraz daha çağdaşlaşmış ve yamanlaşmış olarak malikaneleri başına, sakallı Miriyvo'cuklarla karşı karşıya getirdiği zaman hangi sahneler açıldı? Bunu bize, yine en iyi, işin içinde yaşayan ve "bir gerçeği başka cepheden göstermek" isteyen Ulvi Dayı ile Veli Amca anlatsınlar. Bizim, üsluplarına hayran olduğumuz bir "Uncle"lardan biri: "Şahidi olduğum" diyor, "ve gezdiğim diğer birçok köylerde de işittiğim şu Oyunu (bunu risaleci söylüyor..) Okuyucular dikkatle tahlil edebilirler. "Bir gün Dicle yamaçlarında bir tarlanın yanından geçiyordum. Tarlanın ortasında duran üç dört kişi arasında kısmen işitebildiğim şu söz atışmaları kulağımı ve kalbimi hırpaladı: 'Be Ağam; ("Ağa"nın kim olduğunu böylece anlattığı halde, aynı yazıcılar, yine sözlerini hep "Merhaba ağalar", "Hoşçakalın ağalar" pelesengi ile başlar ve bitirir..) otuz senelik çoluk, çocuğumla bu toprağı sürüp, ekiyor ve senin de hakkını veriyordum. (Köylü demek istiyor ki: seni Batı illerine ben mi sürdüm ki..) Ocağımın nafakası ancak bu tarla yüzünden çıkıyordu. Şimdi ben ne yapayım? (Aç) mı öleyim!... (Hatırlatayım: Ağa, Kemalizm tarafından Batı seyahatinden, malikanesine döndüğü zaman konuşuluyor bu..) 6. YOL'un Düşman: Burjuvazi bölümü. 122 YOL Ben yokken aldığın mahsul hakkımı vermeden ve yeni şartlarımı kabul etmeden bu tarlayı alamazsın. Git.... Ayağını öpeyim Ağam!.. Bana kıyma, oğullarıma acı. Beş param yok. Kuru toprakta yatıyor ve darı yiyoruz. Sana ne vereyim? (Dikkat ediyorsunuz: Ağa Batı iline iletildikten sonra, toprakla başbaşa kalan köylü, yine: "Beş param yok; kuru toprakta yatıyor ve darı yiyoruz.." diye ağlanıyor. Kemalist burjuvazinin sovana çevirdiği köylü, bu sefer de ayrıca, yine aynı -Ah! o "inkılapçı"- Kemalizm tarafından sırtına bindirilen "ağa"ya: "Sana ne vereyim?" diyor..) Göğsünü açarak, al işte canım var... İstemem. Artık senin burada işin yok. Damdan da çık. Tarlayı ben ekeceğim. Dam da bana lazım. Ağam! Bu tarlayı özene bezene nadasladım, emek döktüm. Evlatlarının başı için yapma, Ağam, kölen olayım Ağam.. Kır boynunu, nereye gidersen git... İstemem bundan sonra ben ekeceğim. Bu tarlaya bir daha ayak basarsan...' "Dile alınmayacak yerlerini kısalttığım bu dil döküşü, bir müddet uzadı ve sonra, ak alınlı temiz yürekli bir köylü dedenin çifti ve oğlu ile köye doğru ilerlediğini ve ihtiyar ninenin de titrek ellerini açarak acı acı söylendiğini ve toprak sahibinin ise bir düşmanından intikam almışçasına bu yüreği yanık köylülerin arkasından başını sallayarak burun sıktığını gördüm." 7 İşte Kemalizm, "hak" verdiği derebeyi ve mütegallibe ile böyle birleşti.. Şu halde, bütün toplumsal faciaları, toplumsal devrim yangını ile temizleyecek olan Türkiye işçi sınıfı da, şu "bağrında patlamak isteyen bir volkan" taşıyan köy paryalığı içinde kendi müttefiklerini aramalıdır. Türkiye proletaryasının köylü müttefikleri kimlerdir? Yukarıda, Engels'in değindiği "küçük köylüler".. Buharin, Komintern İcra Komitesi Plenumu'nda 2 Nisan 1925'te Söylediği Nutuk'ta: "Kapitalist gelişimin halihazır devri (diyordu) köylülüğü kazanmak için burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadeleden başka bir şey değildir." "Kısaca üç büyük toplumsal gücümüz var: İşçi sınıfı, egemen sınıf ve köylülük.. Şimdi proletarya ile burjuvazi arasında köylülüğün kazanılması uğrunda yaman bir mücadele gelişiyor. Genel olarak, köylülüğün çeşitli öğeleri arasında hiçbir nüansı (farkı) koymaksızm (Galiba, koca yoldaşın ayakçağızı bu patikadan kaymıştı ya..) sözediyorum. Şimdiki dönem, köylü ruhunu kazanmak için savaş dönemidir... Eklemek gerekir ki, burjuvazi bu durumu komünist partilerinden çok daha iyi anlıyor. 7. Ulvi Dayı ve Veli Amca: Köylülere Armağan, s. 12-13. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 123 Bunu söylemek ve altını çizmek gereklidir. İşte tehlike." 8 Bu tehlike, faşizmi kendi üslubunca hazmetmeye uğraşan her ülke gibi Türkiye'de de, hele son Kadro demagojisiyle daha açık gözükmeye başlamıştır. Bu tehlikenin önüne ancak işçi + köylü ittifakı ile geçilebilir. Fakat: 1- İşçi-köylü birliği ve beraberliği genel bir tanımdır; 2- Bu tanımın uluslararası komünizmce çeşitli farkları belirlenmiştir.. Türkiye'de, bu genel tanımın, parti ve devrim cephesi bakımından somut karşılığı nedir? Bunu durulaştırmak için ustalarımızın ve kardeş partilerin kural haline getirdikleri uluslararası aksiyomları ayrı ayrı göz önüne koymak; sonra, Türkiye'de bu genel aksiyomlardan hangilerinin ne dereceye kadar uyduğunu araştırmak gerekir. Onun için, yukarıda isimlerini saydıklarımı tekrarlayayım: 1- Derebeyi köylüleri: Bunlar Türkiye'de henüz var. Toprakbent işgücü, namus ve canı ağasına mal olan toprak esiri köylülük, Türkiye işçi sınıfının, kendi kurtuluşunu başarmak için, kurtuluş yolunda elele vereceği öğelerin başındadır. Türkiye'de bugün hâlâ derebeyliğin kasıp kavurduğu yerlerde, feodalizm, adeta köy komünalarına ait ortak toprakların hile ile, zorbalıkla ve facialarla ele geçirilmesinden sonra daha da kökleşir. Bugün yarı-derebeyi, yarı-mütegallibe durumundaki mülk sahiplerinin sağmalı ve kölesi olan "derebeyi köylüleri", şimdi devlet vergisi ve ağa geliri vermekten baş edemedikleri ve ağalara "tapusuz" mal olmuş toprakların, birkaç yıl önce, kendi babalarının mülkü olduğunu unutmamıştırlar. Bir daha Köylülere Armağan söylesin: "Ah efendi.... Siz bunları (ağaları) bilmezsiniz. Onlar köylünün ciğerlerine kene gibi yapışmış kurtlardır. Mültemadiyen kanımızı emerler. Onların ihtiraslarını asırlardan beri tatmin edemedik. Dedelerimiz, babalarımızın olan bu topraklar bugün onların malıdır." Fakat dikkat edelim, toprakların ağalara geçişi, kapitalist ilişkilerin tefeci elinde toplanmasından ileri gelmez; Mütegallibelerin eline geçişine benzemez. O tam ortaçağa has, ortodoks derebeyi yöntemleriyle İngiltere'deki ilk sermaye birikişinde görülen av ya da otlak çiftlikleri ile hiç bir ilişkisi olmayarak, sırf derebeylerin mülk çapulu ve talanıdır. "Zavallı ihtiyar hem ağlıyor, hem anlatıyordu: Ağa kızını baş göz etmiş, koca bir tarla ve bir çift boğa hediye almış. İstersen verme! Oğlunu sünnet ettirmiş, bir arsa almış; 8. Buharin'in konuşması için, bak: Protokoll der erweiterten Exekutive der K.I. (Marz-April 1925); Verlag Carl Hoym Nachf. 1925 Hamburg, s. 233-234. 124 YOL DÜŞMAN:BURJUVAZİ münasebeti var diye dedelerimin, babalarımın son parça topraklarını da çaresiz bırakarak almışlar. Nasıl almış, kütüğe nasıl geçirmişler? Allah bilir!.. Nihayet, bizleri de böyle perişanlığa atmışlardır." (s. 13) Bugünkü manzara şu: "Köylümüzde ne tek bir dam ve ne de bir karış toprak bizimdir. Biz gözümüzü yarıcılıkla açmışız, ama şimdi onda birini bile çok görüyorlar." (s. 14) İşçi sınıfı ile bu yarı-maraba, yarı-toprakbentlerin ilişkisi ne olacak? Engels bunu kısaca şöyle saptıyor: "Bunlar ya soylu sahip ve efendilerine henüz her yıl tarla vergisi ve gelirlerini (redevance) veren derebeyi köylüleridir. Burjuvazi bu adamları toprağa bağımlılıktan kurtarmak görevini yapmadıktan sonra, toprak bağımlıları, kurtuluşlarını artık işçi sınıfından başkasından bekleyemeye-ceklerine inandırmak güç olmayacaktır." (s. 22) 2- Ortakçılar: Fransızcası "metayer" (Latince: "Medietas: yarım"dan gelme).. Bu kelimenin bizdeki tam karşılığı yarıcılık, marabalık, ya da daha genel söylenişi ile ortakçılıktır. Genellikle ürünün yarısı değil üçte biri,dörtte ikisi ve dörtte biri oranında paylaşıldığına göre yarıcılıktan daha uygunu ortakçılık kelimesi olacak.. Yarıcılık (halkın dili buna alışmış bir kere: "Galat-ı meşhur lûgat-ı fasihden yeğdir*) deyince, toprak sahibinin, topraksız ekinciye tohum vermesi ve üründen tohumla birlikte belli bir oranı (1/2, 1/3, 2/3, 3/4'ü) almasını anlıyoruz. Pamuk ekiminde, fazla olarak toprak sahibi toprağın çapalanmasını üstüne alır. Tütüncülükte, tarlayı sürdürmek ve fidan vermek, yine toprak sahibine aittir. Bazen, yarıcıya 7-15 lira kadar bir "dayama" (avans ve faizle para alma) da yapılır. Yarıcılar ne toprakbent, ne de tarım gündelikçisidir. Maraba, miriyvo, yarıcı, ortakçının farkları şunlardır: 1- Toprakbentten farkı: a) Üretim araçları kendisinindir. Toprakbent için, tarla gibi canlı ve cansız mal da ağanındır, b) İşgücü kendisinindir. Toprakbendin gücü, toprakla beraber alınır satılır demirbaş ağa malıdır. Yarıcı, maraba, toprak sahibine iyi kötü bir anlaşma ile bağlıdır. Ölünceye kadar aynı toprakta kalmaması, hiç olmazsa teorik olarak mümkün ve şehirlere doğru yaklaştıkça daha çok muhakkaktır. 2- Tarım işçisinden farkı: a) Yine, işçinin iş aracı yokken, marabanın öküzü ile bir kara sabanı vardır ve işte, bu bakımdandır ki yarıcıyı, tarımsal üretimin bir tür esnafı sayıyorum. b) İşçi salt serbest işgücü olduğu halde, marabanın iyi kötü bir malı bulunduğu için tıpkı küçük za* Ünlü yanlış, terkedilmiş güzel sözden daha üstündür. 125 naatkâr ustaları gibi, hem kendisi işler hem de ayrıca yanında gücüne göre "ameliye" dediği "tarım gündelikçileri" işletir. Yarıcılar, kapitalist ilişkiler geliştikçe, %99'u işçileşmeye mahkûm topraksız köylüler demektir. Yarıcı ile derebeyi köylüsü yani toprakbent arasında bir hayli aracı şekiller var. Fakat Türkiye'de egemen üretim tarzı yarıcılık olduğuna göre, topraksız yarıcı köylülerin, "ameliye"lerden sonra, büyük köylü genelini oluşturdukları anlaşılır. Partimizin bunlarla olan ilişkisini, yine Engels anlatsın: "Ya da yarıcıdırlar. Bu halde, İrlanda'da olan aynı ilişkiler mevcuttur. Yarıcılık bedeli o kadar yüksektir ki, toplanan ürün orta olduğu zaman, köylü ile ailesi güçlükle geçinebilirler; ve ürün kötü olduğu zaman hemen aç kalmış durumdadırlar, yarıcı yarıcılık bedelini ödeyecek halde değildir ve tamamıyla toprak, sahibinin kişiliği ve insafı altına düşer, toprak sahibinin lütfuna kalır. Böyle kişiler için burjuvazi ancak zorunlu olduğu ve çaresiz kaldığı zaman bir şey yapar. Şu halde yarıcılar, eğer işçilerden beklemezlerse, kimden yardım ve kurtuluş bekleyebilirler?" 3- Küçük mülk sahibi köylüler: Engels bunlar için, "geri kalıyor (der), kendi tarlacıklarını (toprak parçacıklarını) eken köylüler.. Bunlar çok kere ipoteklerle o kadar bitkindirler ki, yarıcının toprak sahibine bağlı olduğu derecede bunlar da tefeciye bağlıdırlar. Onlara da (tıpkı yarıcılara olduğu gibi) zaten kararsız olan, çünkü iyi ya da kötü olsun toplanan ürüne bağlı olan, yoksul ücretlerinden başka bir şey kalmaz. İşte bu tarlacığını eken köylülerdir ki bütün öteki gruplardan kat kat daha fazla, burjuvaziden her ne olursa olsun hiçbir şey bekleyemezler. Çünkü burjuva, tefeci kapitalist, en çok asıl onların sıkıp suyunu çıkarır. Bununla birlikte bunlar, gerçekte kendilerine değil, tefeciye ait olan mülkiyetlerine pek çok kere gayet bağlıdırlar. Bununla beraber bunlar, halka bağlı olan (halktan çıkan) bir hükümet, bütün ipotekli borçları, devlete ait biricik bir borca değiştiği ve böylelikle faiz değerini azalttığı zaman tefecilerden yakayı kurtarabileceklerine inandırabilirler. Oysa bunu ancak ve yalnız işçi sınıfı gerçekleştirebilir." Türkiye'de, küçük ve orta mülkiyetli köylücüklerin durumu nedir? Türkiye'de, "düzenli faiz" %9'dur. Tefeci-kapitalistle köylünün arasındaki tefecilik ilişkisi nasıldır? Bunu özellikle şu dört bölümde toplamak mümkün: a) Kredi tefeciliği: "Düzenli faiz"in en aşağı yüz misli faiz alınır. Bizzat Kadro'nun hikaye ettiğine göre (No: 3, yıl 1932) Tire'de faiz ayda %512 (yani yılda %60-150), bazen haftada %5 (yani yılda %270).. Yılda %900'ü de bulur: Ünlü tefecilerden biri "bizim bir kuruşumuz günde bir YOL 126 paraya işler" demiş. Konya'da %30-l00 vb... Bu müthiş faizin altından kalkamayan köylünün sonu ne olur? Mütegallibenin elinde yarıcılık! Armutlu'da % 120-600 tefecilik yüzünden, yüzbinlerce liralık bağ ve bahçenin hiç fiyatla faizciye geçtiğini bizzat burjuvazi söylüyor. Ordu'da borcunu vermeyenin gayrı-menkulünü elinden almak "adet"tir. Giresun'da büyük bir kısım köylüler "bahçelerini tefeciye vermişlerdir"9 Eski bağımsız köylüler şimdi yarıcı olmuşlardır ve bahçeler harap oluyor. b) Satım tefeciliği: Küçük bezirganların şehir mallarını köy ürünle riyle 3-5 kat fazlasına aynen değiş-tokuş etmesi bu bölümdendir. Örneğin basma alıp bunu mal olarak ödemek: "Köylüye her zaman fiyatından 3-4 misli fazlasına mal olur." 10 c) Alım tefeciliği: Yukarıdakilerden farksız sonuçlar verir. Aydın'da tüccar, bağımsız köylüye sözde faizsiz avans verir. Ama "Aracı her işlemi kendisi yaptığı halde vize, komisyoncu parası, hamal ücreti, depo harcama larını fiyattan keserek üreticiye yükler." Köylü, fiyatı tüccarın düşüncesine bırakmayı insanlık bilir. Böylece tüccarın verdiği avans "paranın faizi yüzde yüz ödenmiş olur."11 Ordu'da, köylerdeki fındık satışını tekel altına almış büyük tüccarlar herşeye egemendir. "Köylerin çoğu belli tüccarların egemenliği altına girmiştir." 12 Edremit'te zeytinci köylü avans almadan iş göremez. Avansı fabrikacıdan alır. Ve zeytin fabrikacılarıyla "seneteyn" (iki yıl) usulüyle pazarlık yapılır. Fakat bu çok kere fakirleşen köylünün çaresiz kalışı ile 2-4 yılı bulur. En çok 4 sene ön ödeme (alivre) ile fabrikacıya satış yaygınlık kazanmıştır. Son bunalım yılları alivre satışı 10 yıla ve sonunda zeytinliği sonsuza dek fabrikacıya bırakmaya varıyor. Bunu da yine bizzat İ.Hüsrev söylesin: "Halbuki gerçekte, 100 ağaçtan aşağı ve yukarı ağacı olan zeytincilerin önemli bir kısmı bağımsız zeytinciler olmaktan çıkmış, zeytinyağı fabrikatörlerine bağlanmışlardır,"13 "Önceleri iki ile dört yıl olan kiralama süresi bugün on yıla çıkmıştır. Üretici aldığı parayı hemen harcadığı için yeniden ağır koşullar altında borçlanıyor ve zeytinlikler üzerindeki mülkiyetini kaybediyor." 14 d) Açık ve yasal dolandırıcılık: Evet, Türk burjuvazisi, bütün yasal 9. Kadro, No: 3, s. 32, 1932. 10. Kadro, No: 3, s. 33 1932. 11. İsmail Hüsrev: Türkiye Köy iktisadiyatında Borçlanma Şekilleri, Kadro, No: 3, 1932. 12. İsmail Hüsrev: A.g.e., 13.İ. Hüsrev: A.g.e., s. 33. DÜŞMAN: BURJUVAZİ 127 yollardan yararlanarak her ne pahasına olursa olsun sermaye biriktirmek için herşeyi yapar. Tefecilikte kâr %300'ü çok kere geçtiği için, sermaye "bütün insanlık yasalarını ayaklar altına almakla yetinmez, "artık sermayenin göze almayacağı tehlikeli cinayet yoktur." 15 Tefeciler, tefeciliğin getirdiği yüksek faizi, hiçbir gücün ve yasanın korumadığı Türk köylüsünden iki defa almanın "yasal" yolunu çok iyi bilir. Tefeci dolandırıcılığının argosu: "hendekleme", "katmerleme", "katlama", "kıvırma" vb.dir. Hendekleme ve katmerleme; faiz veren köylüye senedini geri vermeyerek borcunu ödemedi diye "ikinci defa icra işlemine girişmek"tir. İşte Kemalizm altında, tekelci kapitalist ilişkilerinin o yaman gümrük tarifeleri suru içinde, küçük ve bağımsız köy mülkiyetlerini temizleme işlemi böyle akıyor. Bu tarlasında işleyen çalışkan köylülük, sınıf olarak çürüyüp dağılış ve başka deyişle "farklılaşma" aşamasındadır. Şu halde aynı cinsten bir tek kitle değildir. Onun için burada da üç tabaka köylü buluruz: 1- Orta köylü: a) Ekonomik olarak: İşçi sınıfı tarımsal ürün alıcısı ve orta köylü satıcısı olduğuna göre, işçi ile orta köylü arasında bir karşıtlık vardır. Fakat b) toplumsal olarak: kapitalizmin "katmerleme" ve "kıvırma"cı soygunu: "Tefecilik, sanayi tröstlerinin yüksek fiyat siyaseti, vergi, kapitalist devletin boyunduruğu, savaşlar vb." bu sınıfı, işçi sınıfının kurtuluş savaşıyla ister istemez ilgilendirir. Şu halde orta köylü karşısında partimizin durumu ne olabilir? Bunu bizzat, Komintern İcra Komitesi'nin 1925'te kabul ettiği tezlerine göre ölçelim"16. Tezlerin 9. maddesinde deniliyor ki: "Bu tabakalar, tarafsızlaştınlabilir ve hâttâ kapitalist boyunduruğunun dayanılmaz olduğu ve böylece kapitalist boyunduruğunun derebeyi boyunduruğu ile katmerlendiği yerde, orta köylüler, proletarya ile beraber yürüyebilir." Şu halde yarınki devrim savaşında orta köylü Türkiye'de bizimle birlikte yürüyebilir mi? Yürümesi için iki koşul gerekir: 1- "Kapitalist boyunduruğunun dayanılmaz" olması. Sanırım, yukarıdaki açıklamalar, bizim kapitalist boyunduruğunun dayanılmazlıkta dünyanın pek çok kapitalizmlerini kat kat geride bıraktığını ve gittikçe de 14. 1. Hüsrev: A.g.e., s. 33 15. Marx'tan alıntı için, bak: Düşman: Burjuvazi, s. 60.. Aslı: Marx-Engels: Werke; c. 23, s. 788. 16. Komintern Tezleri için, bak: Erwei terte Exekutive (Marz-April 1925): Thesen und Resolutionen; Verlag Carl Hoym Nachf. 1925 Hamburg. "Thesen zur Bauernfrage" bölümü, s. 50-53. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 128 YOL bırakacağını yeteri kadar anlatır. 2- Kapitalist boyunduruğunun derebeyi boyunduruğu ile katmer"lenmesi: Yine bundan önceki açıklamalar işlek pazarlardan uzak iç köylerde, marabalıktan çok derebeyi ilişkilerinin yaşadığını yeteri kadar gösteriyor. Bundan dolayı da, Türkiye'nin iç yerlerinde kapitalist + derebeyi soygunu orta köylüyü kaçınılmaz olarak devrimcileştirir. Yine onun için tekelci sermaye siyasetine, vergileri on yılda on kat arttıran kapitalist devlete karşı açılacak meydan savaşında, Türkiye orta köylüsü, Türkiye işçi sınıfı ile genel olarak (çok yerde çok kere) yoldaşlık edecektir. Bu kanı salt bir arzu değildir. Türkiye'de orta köylünün son bunalımla uğradığı soygun onu şiddetle proleterleştirirken, ister istemez devrimcileştirir de. Türkiye'de, işçi+köylü ittifakı bakımından tartışma konusu olacak iki nokta vardır: 1- Derebeyliğe göre bütün köylülüğün durumu 2Kapitalizme ve işçi sınıfına göre orta köylünün durumu.' Onun için burada bu ikinci zümreyi, "orta köylülük" konusunu biraz daha ayrıntılı olarak somutlaştırmak gerekir. Bununla birlikte, sırası gelmişken her iki noktanın da üzerinde biraz duralım: 1- Genel olarak köylülük: Komintern icra Komitesi'nin 1925 Tezle rinde köylülük ve büyük köylülük hakkında şunlar var: a) Köylülük: "Derebeyi mülkiyeti sahiplerine oranla, köylülük bir sınıftır. Köylülük, kendisini kemiren kapitalist ilişkiler tarafından hartadak! ısırıldığı oranda bir sınıf olmaktan uzak kalır. İşte bunun için, derebeyi toprak mülkiyetinin birçok artıkları bulunan ülkelerde sınıf olarak çıkarları, mülk sahiplerinin çıkarları ile göze batarcasına karşıtlık halinde olan köylülük, herhangi bir devrim evresinde tümüyle proletaryanın müttefiki olabilir." 17 2- Büyük köylü: "Derebeyi toprak sahipliğine karşı tarımsal devrimin günün konusu olduğu ülkelerde, hattâ büyük köylüler bile ağaya (derebeye) karşı yürüyebilir."18 Bu iki maddeye göre, Türkiye'de: 1- "Derebeyi toprak mülkiyetinin birçok artıkları bulunan"; 2- "Tarım devriminin günün sorunu olduğu" alanın bulunup bulunmadığını aramamız gerekir. Bunu ararken önümüze çıkan Doğu illerini ve özellikle "Birinci Müfettişlik Mıntıkası"nı, burjuvaziyi diktatörlüğün en kötüsüne başvurduracak derecede: 1- "Derebeyi artıkları" ile dolu; 2- Tarımsal devrim "günün sorunu" olmuş bir durumda 17. .1925 Komintern İcra Komitesi Plenumu: Kabul Edilen Tez: Madde 6. 18. 1925 Komintern icra Komitesi Plenumu: Kabul Edilen Tez: Madde 8. 129 buluyoruz. İşte ulusal baskının derebeylik ve kapitalist soygunu ile yarışa çıktığı Türkiye'nin bu üçte bir bölgesidir ki, partimizin strateji planında, Türkiye'de, hattâ büyük köylülük de dahil olmak üzere bütün köylülüğün harekete geçebileceği bir devrim konağı kurmak gereğini öne sürmüştür. Türkiye'de burjuva devrimine karşın, bu böyledir. 2- Orta köylü sorunu: Büyük köylülüğün bile, bir dereceye kadar, herhangi, bir devrim konağına katılma olasılığı mümkün görülen Türkiye'de, orta köylünün devrimci harekete gelebileceğine yukarıda, Komintern'in Teziyle genel bir hüküm vermiştim. Burada bu soyut gibi kalan yargıyı somut bir olay ile canlandırayım. Cumhuriyet'in Ankara muhabiri Ali Süreyya, "Efendimizle Bir Mülakat" başlığı altında, Ankara çevresinde Zir bucağı İlyavut köyünden Halil Efendi isminde bir köylü ile görüşmesini 3/4.8.1931 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlıyor. Bu, isminden de anlaşıldığı gibi, Türkiye'de ender bulunur ve hattâ "zengin" sayılır "efendi" köylülerdendir. Halil Efendi, 200 dönüm ve ortalama bire altı veren Türk topraklarına göre, bire 10 ve 12 gibi iki kat önemli bir bereketlilik gösteren toprağa; 2 manda, 2 öküz, 1 tosun, 2 inek, 1 düve, 1 kömüş ineği, 2 kısrak, 35 koyun, 27 tiftikten ibaret tamam 73 baş hayvana sahip olan o mutlu köylülerdendir. Halil Efendiyi orta köylü sayıp, bir de yazar tarafından belirlenen bütçesine göz gezdirelim. Gelir ve giderler karşılıklı olarak şunlardır: GİDERLER Basma, şeker, gaz vb. 50 lira .............................................. 50 lira Sayım vergisi .........53 lira Arazi vergisi .........60 lira Vergi: 121 lira.................. Yol vergisi .......... 8 lira 121 lira Araba bedeli ........40 lira. Ziraat Bankası'na El borcu kişilere ....... 60 lira .....300 lira 40 lira Genel borç toplamı 360 lira 571 lira MÜTTEFİK:KÖYLÜ GELİRLER Safi gelir toplamı ......................... 40 lira Kuzu ve tiftik verimi........ 40 lira Ürünler Toplum Tüketilen Satılacak Satış geliri ....... Buğday (yarım) 600 yarım kısım 290 yarım kısım 310 yarım 186 lira.... Arpa 400 yarım 200 yarım 200 yarım 70 lira ..............256 lira Genel gelir toplamı, 296 lira Genel borç - 571 lira 275 lira Bu rakamları bir Bolşevik değil, bir burjuva yazan belirlediği için taraf tuttuğumuzdan kimse şüphe edemez. Bu rakamlardan ne anlıyoruz? Sırasıyla şunları: A- Giderler: Bir orta köylünün dört çeşit gideri olur: 1- Ev gideri, (pazar gideri); 2- Nakliye gideri; 3- Vergi gideri; 4- Faiz gideri... Bunlardan: 1- Ev gideri, gider toplamının %8.7'si; 2- Nakliye gideri %7,1'i; 3- Vergi gideri %21,1'i; 4- Faiz gideri %63,1'i.. dir. Sonuç: a) Köylünün kapitalist devlet ile bizzat faizci (mali ve tefeci) serma yeye verdiği, onun bir yıllık sınai ürün gereksiniminin on katı. Yani köy lü 7 kazanıyorsa bunun 6'sını devlete, bankaya, tefeciye, sanayiciye, bir kelimeyle sermayeye veriyor; yalnız birini kendi gereksinimlerine harcıyor. b) Sermayeye verilen 6'nın içinden de 2'si devlete (dolayısıyla serma yeye), 4'ü ise faiz ve tefeciliğe (doğrudan doğruya sermayeye) gidiyor. Yani toplumsal rejim (salt kapitalist ilişkiler) aynı rejimin aynı soyguncu devlet sisteminden iki kat daha zalim ve ağır bir yüktür. c) Yalnızca faizciliğe verilen vergi de 4 sayılırsa, bu dörtten birinin üçte ikisi bankaya, üç tam üçte bîri tefeciye gidiyor. Yani bütün soygun culuğuna karşın, iyi kötü bir kredi rolü oynayan sermayeye göre, kredi ge reksinimini bir yıkım silahı, küçük mülkiyeti yağmalama aracı bilen ve genellikle köylü kredisiz ve sermaye sırtlanlarının elinde örgütsüz ve eli 131 kolu bağlı bırakıldığı için vermeye zorunlu olduğu haraç 5 defa daha yüksektir. Şimdi hesap gün gibi aydındır: Proletarya diktatörlüğü denilen devrim devleti, Kemalizmin bürokrat ve soyguncu devlet örgütüne göre hiç olmazsa üç kez daha "ucuz hükümet"tir. Şu halde ortalama olarak üçte iki az devlet yükümlülüğü var sayalım. Faiz sürüm değerinin de (Ziraat Bankası'nın %16,5 olduğuna göre) hiç olmazsa dörtte bire indiğini kabul edelim. O zaman köylü, sermayeye verdiği altıdan yalnız, onikide beşini Sovyetler devletine verecektir. Köylünün tefeciden aldığı faizi bankadan aldığını kabul edelim. Tefecilik kökünden kaldırıldığına göre köylü bankaya üçte bir, devlete de üçte iki verecektir. Fakat bugünkü Sovyetler hükümetinin bütçe sisteminde, halktan alınan verginin yansı derhal yine yerel bütçelere geri verilir. Şu halde, orta köylü bugün verdiği 6'dan yalnız birinin üçte ikisini, soyguncu bir devlete değil, toplumda her türlü sınıf soygununu ve farkını yok edecek olan Sovyetler devletine verecektir (Orta köylü diyoruz, çünkü Sovyetler iktidarında yoksul köylüden vergi alınmaz, bilakis...). Burada "Halil Efendi"nin vereceği üçte iki kaç liradır? "Halil Efendilin bir yıllık ev gideri ile nakliye gideri 90 liraysa, onun üçte ikisi 60 lira eder. Şu halde "Halil Efendi", "Halil yoldaş"lığı kabul ederse yılda 571 lira yerine, şimdiki koşullar alünda yaşamak şartıyla yalnızca 150 lira bulmaya gereksinim duyacak... Yalnızca şimdiki tekniği ile yalnız kalırsa (yani Sovyetler devletinin ona tarımsal bilgi-tarımsal teknik alanında kazandıracağı yüksek üretim olanağı yok sayılırsa..) Halil Efendi 296 lira kazanıyor. 150 lira gideri bu 296 lira gelirden çıkarırsak (ki Sovyetler devrimi bunu yapacaktır), Halil yoldaşın elinde, bütün borç ve giderlerini kapattıktan sonra 146 lira kalacaktır. Halil Efendi'nin yılda 50 lira ev gideri oluyordu. Üretim koşulları aynı kaldığı halde Halil yoldaş bu giderini 196 liraya yani hemen dört katına çıkarabilecektir. Fakat biz, Halil yoldaşa toplumsal önlemlerin gereğini öğretelim; ve yerel bütçelere geri verilen vergi bölümünü, Halil yoldaşın şahsı için değil de komünü, bütün köyü için harcamasının daha uygun olduğuna Halil yoldaşı da inandıralım. Halil yoldaş bencil olmamayı çabuk anlar ve 46 lirasını köyün yerel bütçesine, genel gereksinimlerine feda eder. O zaman genel köy yaşamını düzelten Halil Yoldaş, aynı zamanda, Halil Efendi'ye göre üç kat (150 lira) fazla tüketim yapmaya başlar. Yalnız bu hareketi ile Halil Efendinin asla yapamadığını Halil Yoldaş, belki de farkında olmadan 132 YOL yapmıştır: Köylülüğün alım gücü üç kat olunca, sanayi ürünlerinin sürümü üç kat artacak; işçi sınıfının çalışması ve kazancı da aynı oranda büyüyecek. Şu halde Halil Efendi, Halil yoldaş olmakla yalnız köylülerin, orta köylülerin üç kat daha rahat yaşamasını sağlamıyor, aynı zamanda devrim müttefikinin, işçi sınıfının da yaşam koşullarını aynı oranda yükseltmiş oluyor vb. Yalnızca ekonomik geçim bakımından (yönetsel, siyasal hak ve özgürlükleri bir yana bırakalım) orta köylülüğü ortalama üç kez daha "kârlı", "yararlı" bir hayata kavuşturan Sovyetler yönetimi, bu geniş çalışkan köylü tabakalarının devrim heyecanını canlandırmaz ve harekele geçirmez mi? Bugünkü yoksulluk içinde üç değil, iki kat daha rahat, biraz daha rahat yaşamak, hangi Türk köylüsüne silaha sarılıp -örgütsüz olduğu için- dağa çıkma gereğini dayatmıyor? Fakat "Halil Efendi"yi ayaklandıracak olan şey, komünist partisinin ona anlatacağı bu yararlanmadan ibaret değildir. Onu Halil yoldaşlığa iten asıl zorunluluk, şu yukarıdaki hesabının ona hiçbir şey kazandırmamakla kalması değil, belki kendisini iflasa götürmesidir. Bu yaptığımız hesap, orta köylüye, partimizce gerektiği gibi anlatılırsa, işçi + köylü ittifakına orta köylülüğü de çekmek için yeterli derecede devrimci çekicilik bulunmuş olur. B- Açık Sonuç: Orta köylülüğü çeken devrimci çekicilikten sonra onun yerinde saymasına engel, onu ileriye doğru iten devrimci itici gücü gelir. Yukarıdaki hesaba göre zengine yakın Türk orta köylüsünün yıllık bütçesi, yarı yarıya müthiş bir açık vermiştir. Halil Efendi 571 lira borcundan yalnız 296 lirasını verebilecek durumdadır. 275 liralık açığını nasıl kapatacak? Hiç.. O halde? O halde: "İcra ve iflas yasası"! Bugün Türk köylülüğünün başı ucunda sallanan: "Demokles'in kılıcı", bu her gün, "Büyük Millet Meclisi"nin karanlık dehlizlerinde biraz daha zağlanan "icra ve iflas yasası"dır. "Halil Efendi", burjuva yazıcısına: "Çoluk çocuğumuzla çalışıyoruz, hesap edersek aylığımız beş lirayı bile gelmez" diyor ve ekliyor: "Biz ekini bu yıl harmanda bitireceğiz efendi!" Küçükburjuva iyimserliği ile alacaklılara moratoryumdan söz eden yazıcı efendiye işin içyüzünü haykırıyor: "Borçlu bırakır mı hiç!" "Borçlu bırakmayınca ne olacak? icra: 1- Halil Efendinin bir aylık yiyeceğinden başka, tohumluk bile bırakmaksızın (yarıcısı olacağı toprak sahibi ona tohumluk verecek!), ne kadar ürünü varsa hepsi alınacak; 2- 73 baş hayvanından kendine bir çift öküzle bir inek (ya da üç keçi) (yani marabalık MÜTTEFİK:KÖYLÜ 133 yapabilmesi için gerekli olan ne varsa o..) bırakılacak... Kuşa döndü, bizim "Halil Efendi"! Gelecek yıl "Halil Efendi" çifti bırakıp "oyak ticareti", çerçilik yapacak, komşusuna bahçıvanlığa girecek vb. Türkiye'de her gün "Halil Efendi"lerin kötü sonunu bekleyen kaç orta köylü, yukarıda söylediğim "Halil yoldaş"lığa can atmaz? Orta köylü düğümü böylece çözülünce, ondan sonraki gruplara yalnızca özellik bakımından, komünist tezlerince işaret edelim: 2- Küçük köylü: 1- Özel ve ticaretle uğraşan ekonomik temsilci, yani teorik olarak buğday satıcısı olarak, buğday alıcısı işçiye karşıt gibi görünür. 2- Fakat gerçekte ve uygulamada, çoğu kez, küçük köylü de buğday alıcı durumunda kalır. 3- Zaman zaman maraba ya da gündelikçi işçi gibi işler. Onun için: 1- İşçi sınıfı ile olan ilişkisinde çıkar karşıtlığından çok çıkar birliği üstündür; 2- Küçük köylünün temel çıkarı büyük sermayeye karşıdır. Şu halde: "Proletarya davasına kazanılabilir ve işçi sınıfı için kararlı müttefik olabilir." 19 3- Yoksul köylü: 1- İşçiden farkı., sözüm yabana bir mülkiyeti bu lunmasından ibarettir. Fakat bu fark o kadar belirsizdir ki "olmasa da olur".. 2- Görünüşte bağımsız olan yoksul köylü, sermayeye en tam an lamıyla ve biçimiyle bağlıdır ve kuldur. Şu halde yoksul köylü, işçi sınıfının yalnızca, "şekilce peçeli yedek gücü"dür ve proletaryadan yana geçer. Köy çalışkanları hakkında söylediklerimizi, Komintern Tezleriyle Özetlersek sonuç şudur: "Proletarya ile küçük köylülerin, bir dereceye kadar (özellikle tarım yapılan ülkelerde) orta köylülerin arasındaki ilişkiler doğrultu ilişkileri olmalıdır".. Türkiye, özellikle "tarım ülkesi"dir. Şu halde küçük ve orta köylülüğün, devrimin yedek gücü olabileceği konaklan, stratejimizde asla ihmal edemeyiz. 4- Tarım işçisi: 1870'te özellikle Almanya hakkında yazan Engels, tarım gündelikçileriyle işçi sınıfının ilişkilerini şöyle belirler: "Büyük mülkiyet ile orta mülkiyetin egemen olduğu bütün yerlerde, ücretli tarım işçileri, kırlarda en kalabalık sınıfı oluştururlar. Bütün Kuzey ve Doğu Almanyasında durum böyledir ve şehir sanayi işçileri en doğal ve en çokluk müttefiklerini orada bulurlar. "Büyük toprak sahibi ya da büyük çiftlikçi ile tarım işçisi arasında, ka19. Tezler, Madde 10. 134 YOL pitalistle sanayi işçisi arasındaki ilişkilerin aynısı vardır. Birine yardım eden ölçüler ötekine de yardım etmeye zorunludurlar. Sanayi işçileri, ancak burjuvaların sermayesini yani ilk-maddeleri, makina ve aygıtları (araç ve gereçleri), üretmek için gerekli olan malzemeleri toplumun mülkiyeti haline yani kendilerince ortak olarak kullanılan kendi mülkiyetleri haline getirerek kurtuluşlarına erebilirler. Tıpkı bunun gibi, tarım işçileri de o müthiş yoksulluklarından ancak her şeyden önce, işlerinin belli başlı konusu olan toprak, büyük köylülerle en koca derebeyi senyörlerinin özel ve kişisel mülkiyetlerinden koparılıp alınır, toplumsal mülkiyet haline getirilir ve kendi ortak hesaplarına tarım işçileri kooperatifleri tarafından ekilirse, kurtuluş olabilir, yakayı kurtarabilirler." "Tarlaların proletaryası, tarım gündelikçileri, taç giyen kral ordularının, büyük kitlesinden kişilerin topladığı sınıfı oluştururlar. Bu o sınıftır ki, genel oylar ilişkisi ile, şimdi Meclis'e bütün derebeyler ve ağalar sürüsünü gönderir; fakat bir de o şehir sanayi işçilerine en yakın olan, onlarla aynı varlık ve yaşayış koşullarına katılan, hattâ şehir işçilerinden daha derin bir yoksulluk içinde bulunan sınıftır. Bu sınıf iktidarsızdır, çünkü fırdalanmış ve darmadağınıktır; fakat hükümetle soyluluk onun gücünü o kadar iyi tanıyorlar ki, tarım işçileri bilgisiz kalsın diye bile bile okulları batağın ve çaresizliğin içinde bırakıyorlar. Alman işçi hareketinin en önemli görevi, bu sınıfı canlandırmak ve kendi çığırında, kendi izinde peşinden götürmektir. Tarım işçileri kitlesinin kendi çıkarlarını anladıkları gün, gerici, derebeyi, kırtasiyeci ya da burjuva bir hükümet, Almanya'da olanaksız olacaktır." 20 Türkiye'de tarım işçisi başlıca iki gruptur: 1- Tamamıyla mülksüz: Serbest açıkta-hazır işgücü; 2- Mülkiyetinden her gün koptuğu halde, gözü arkada kalmış, ücretli işgücü.. Bunlardan birincisine "özellikle tarım işçisi", dersek, ikincisine de "mevsimlik işçi" ismini verebiliriz. A- Mevsimlik işçi: Daha çok Orta ve Doğu Anadolu'dan, sanayi tarım üretim bölgelerine zaman zaman akın eden büyük yığınlardır. Örneğin, pamuk mevsiminde Adana ve çevresine böyle 60.000 tarım işçisi gelir. Bunlar, genellikle kendi topraklarının azlığı, kısırlığı.+ ağa ve mütegallibe baskısının büyüklüğü ve soygunculuğu + devlet vergilerinin ağırlığı yüzünden, mevsim mevsim ücretli işçilik aramaya çıkarlar. Mevsimlik işçilerin, denilebilir ki dededen kırpıla kırpıla nasılsa kalma bir avuç toprağın haraç vericileridirler. Topraktan bir rahatlık değil, bir yarar görmek, çok kere paylarına düşmediği halde, adeta fetişleştirdikleri balçığın vergisini ödemek için, sanki kutsal bir borç ödüyormuş gibi, iş güçleriyle uzaklarda kazandıklarını hep çorak tarlalarının taşına toprağına yedirirler. Ta ki 20. Engels: Almanya 'da Köylüler Savaşı, s. 23-24. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 135 o toprak bir daha geri dönmeyecek şekilde ellerinden çıkıncaya kadar... B- Tamamıyla mülksüz tarım işçileri: Bunlar, resmi istatistiklerde "mesleksizler grubu" diye anılan adsız, şekilsiz ve son derece yoksul kitlelerdir. Tam proleter (nesli bol) olan tarım işçileri, sayısı 2-3-5-6 ile 10'u bulan aileleriyle, kadın, çocuk, ihtiyar, hep birden, güneşin doğmasından, batmasına yarım saat kalaya kadar, uzun yaz günlerinin sıcağı altında, yalnızca öğle yemeğinde dinlenerek çalışırlar. Çok kere, ağanın ya da mütegallibenin toprağında işleyen maraba ve yarıcıların "hizmetçi"si olarak çalışırlar. İş gündeliği süresi günde 14 saati bulur. Özellikle tarım işçileri iki bölüme ayrılırlar: 1- Adeta gedikli tarım işçileri: Yersiz, yurtsuz, kimsesiz işçiler, toprak sahibinin emrinde kalırlar. Bunlara senede bir çift postal, beyaz çamaşır, bir kıl şalvar, bazen bir de ceket ve nihayet ekmek verilir. Ücret olarak ya yılda sekiz kile buğday alır ya da ağanın ya da toprak sahibinin toprağından dört dönüm kadarını kendi hesabına eker biçer. Fakat, iki yıl "fisebillah" (karşılık beklemeksizin) çalışıp da, efendisinin alıverdiği postallarla başını alıp kaçan bu çaresiz insanlar için, "adalet" pençesinde iki postala karşılık iki yıl hırsızlıktan hapis yatmak işten değildir. Gedikli tarım işçileri 12 ay da toprak sahibinin yanında kalır ve her ne iş olursa olsun yaparlar. İşinden bir an kaçanın bütün hakları yok olur.. Gezgin tarım işçileri: Ufak bir tarlayı başarmak için, çift zamanında iki ay işleyecek iki işçi, orakta 15 gün çalışacak 10 işçi gerekir. Şu halde köyden köye ve mevsimden mevsime iş arayarak dolaşan küçük büyük tarım işçisi grupları, Türk köylerinde en geniş kalabalığı oluştururlar. Bunların ücretleri iki türlüdür: a) Para olarak (nakdi) ücret: Kadın günde 16, erkek 20-30, çocuk 10 kuruştur. İşine göre. b) Ayni ücret: Yemeği, suyu bedava, yani işleten tarafından veriliyor. Örneğin buğday devşirme işine güneşle beraber başlanır. İki evlek (2 "hun" = 1/2 dönüm) yapıldıktan sonra sabah kahvaltısı yapılır: Ayran + ekmek.. Çalışma beş evleği bulunca öğle yemeğine sıra gelir. Günde bir defa yağlı olması gereken yemek budur: Ayranda pişmiş ve biraz yağ katılmış bulgur + bazı yerlerde "burun" denilen ve yine ayrana batırıla batırıla yenen un yufkası.. Günde bir iki kilo da elma.. Tarım proleterinin yukarrıda Engels'in de açıkladığı özelliklerini şöyle toplayabiliriz: 1- Oldukça dağınık, "fırdalanmış", ortak hareket girişimi az; 2- Bilgisizlik. Lenin'in "Asyai mühür" dediği, alınların "kara yazısı" 136 YOL üzerine basılmış lanet damgası; 3- Ataerkil rejimin kötü, batıl inançları ile tıklım tıklım psikoloji ve ideoloji.. Fakat ağanın çerisi, çobanı; mütegallibe ya da yarıcının uşağı ve terör aracı kaptlistin tepe tepe kullandığı bu büyük kitle. Turkıye'nın tarımsal üretim alanlarında sanıldığından çok daha buyuk bir kalabalık oluşturuyor. Yarının devrim bunalımlarında şehir sanayi işçilerinın kırlarda en büyük müttefiki bunlardır. Yani: "Asyai mühür"leri "işçi sınıfının çıkarlarını anlamalarına engel olur." Fakat köyde "ilk kazanılacak tabaka" budur.21 BURJUVAZİ VE KÖYLÜ Buharin: "Köylü ve sömürge konusuna", diyordu, "bugün dikkatle eğilinmesine karşın, burjuvazi tarafından açılıp başarılan faaliyet karşısında çocuktan başka bir şey değiliz. Bunu teslim etmek gerekir." 1 Bu genel gözlem özellikle Türk burjuvazisi ile onun karşısında duran partimizin özellikleri için de yanlış sayılamaz. Burjuvazi, bizzat Kemalizmin diliyle yukarıda gördüğümüz gibi 2, en bayağı demagoji köylü ve özellikle küçük köylü tabakaları etrafında yapmıştır. "Köylü memleketin efendisidir" yalanı hâlâ kulakları tırmalayan bir dırıltıdır. Burjuvazi, Ke.malizm, hiç şüphesiz köylü sorununda Türkiye Komünist Partisi'n de en çok daha fazla gürültü çıkardı, çıkarıyor ve çıkaracak. Köylülüğün basit anlayışı bu gürültüyü iyice kavrayamamakla birlikte, Kemalizmin ne olduğunu, kendi hayatıyla her gün denemiştir. Onun için, çalışkan köylülük kadar Kemalizmin gürültüsüne pabuç bırakmayan tabaka, Türkiye'de azdır. Denilebilir ki küçük köylülük hiç olmazsa işçi sınıfı kadar, bugünkü rejimin ve onun cesetleşmiş hali olan devlet aygıtının uzlaşmaz düşmanıdır. Bir kelimeyle, Kemalizm, köylülüğün gönlünü çelmek için demagojiden başka bir şey yapmamış ve çalışkan köylülük de içgüdüsüyle, onun içyüzüne can düşmanı olmuştur. Cumhuriyet burjuvazisi iktidara geleli beri köylerde ne yaptı? 1- Ekonomik alanda: Aşan kaldırmak + Toprak dağıtımı + Kredi kooperatifleri; 2- Toplumsal alanda: "Demokrasi"! + devlet müdahalesi.. Kemalizmin Türkiye çalışkan köylülüğüne yaptıklarını belirlemek için tarih sırasıyla şu beş noktayı görelim: I. Demokrasi: Köylülere Armağan kitapçığının Dayı'ları: "Cumhuriyet", diye yazıyorlar, "halk hükümeti demektir. Şimdi bu yönetim sayesinde siz, milletvekillerinizi seçiyorsunuz. Onlar gidiyorlar. Büyük Millet Meclisinde toplanıyorlar, konuşuyorlar ve sizi yönetecek yasalar yapıyorlar. Milletvekillerinizi aranızdan ayırıyorsunuz, onlar da Meclis'in çalışma zamanı bittiği zaman, yine geliyorlar, birlikte yaşıyorsunuz, konuşuyorsunuz, derdiniz, ihtiyacınız ne ise söylüyorsunuz. Onlar da eksiğiniz, gediğiniz ne varsa anlatıyorlar, gereksinimlerinize uygun yasalar 21. Komintem Tezleri, Madde 12. 1. Buharin'den alıntı: Protokoll der erweiterten Exekutive der K.I. (Marz-April 1925).. s. 246. 2. Bak: Yakın Tarihten Birkaç Madde. 138 YOL öneriyorlar. Bir de eski zamanlarınızı, baskı devirlerindeki durumunuzu göz önüne getirin Ağalar!" (s. 7) 2 Hani adamcağız mahkemeye düşmüş.. Savunması yapan avukat, konuyu öyle tellemiş pullamış, o kadar acıklı bir biçimde yanmış yakılmış ki "adamcağız" hüngür hüngür ağlamaya başlamış... Sormuşlar: "Meğer, demiş, ben ne kadar zavallı, kara yazgılı adammışım da haberim yokmuş!" Eğer tesadüfen bu kitabın satırlarını bir Türk köylüsü işitmiş olsaydı, başına gelecek hal mahkemedeki "adamcağız"ınkinden farklı olmayacaktı: Meğer, Türk köylüsü, neler ve nelere erişmiş de haberi yokmuş! Türk köylerinde "seçimler" basittir: Muhtar, köylünün nüfus kağıtlarını toplar. Hazırlanan tutanağı, ilçe müdürüne götürür. Gerekirse orada, gerekmezse kasabada ileri gelenlerden, gereken ikinci seçmenler hazırlanır. Seçim son gününün son saatinde, Belediye Salonunda bekleyen ikinci seçmen topluluğuna kaymakam ya da vali bey (eğer Halk Partisi şubesi varsa onun başkanı), merkezden gelen üyeler listesini duvara asar. Seçimler olmuş bitmiştir. Türkiye'de, hele Türk köylerinde bundan başka türlü, öyle köylünün "kendi arasından" ve "seçtiği" milletvekili çıkabilir mi? Asla, Niçin? Onu da biz söylemeyelim. Bizzat burjuvazinin yazıcıları, dolaylı olarak anlatmış olsunlar: Anadolu'nun en batı illerinden Burdur'u ele alalım.. Orada "100-200 dönüm araziye sahip olan köylü, oranın ileri gelenlerinden sayılır". "Arazinin önemli bir bölümü: 20 ile 30 kişinin elindedir. Bunlar memleket ileri gelenleri olup belediye, özel idare hizmetlerinde birer görev almışlardır. Bunlar arazilerini ortaklık suretiyle işletirler."3 İşte size ideal bir Türk ili. 83.876 kişi 20-30 toprak sahibinin egemenliği ve emri altındadır. Patatesten kenevire kadar bütün öteki ikinci derece ürünleri bir yana bırakalım. 32 milyon kilo buğday, 9 milyon arpa, 91 milyon mısırın4 (1929 rekoltesi) 2/3'si: 21 milyon kilo buğday ile 12 milyon kilo mısır ve arpa, 20 kişinin (adam başına 1 milyon kilo buğday, yarım milyon kilo arpa, mısır); 10 milyon kilo buğdayla 12,5 milyon kilo mısır ve arpa da 84 bin kişinin (adam başına yılda 119 kilo buğday, 148 kilo mısır ve arpa)., dır. İktisat Bakanı'nın 6.8.1931'de söylediğine göre (Cumhuriyet), Türkiye'de, nüfus başına yılda 150'şer kilo buğday gereklidir. Buğday eksiğini mısır ve arpadan alacağımız 48 kilo ile kapatırsak, elde 100 kilo kadar mısır ve arpa kalacak. Kilosu dörder kuruştan dört 3. M. Zeki: Mıntıkamızın Kitabı, c.I, s. 135, İzmir 1930 4. Devlet Yıllığı: 1928-29, s. 292-295. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 139 beşer kuruştan beş lira.. Köylünün yıllık geliridir. 4-5 lira ile köylü, 8-10 liralık yalnız yol vergisini mi versin? Yoksa kuru karışık ekmeğine biraz nor ya da ayran mı satın alsın? Yoksa, bir çift çarık alıp bütün yıl sade suya kara ekmek mi kemirsin? Köylü kuru ekmekle, mütegallibe milyonla geçiniyor. Sonra her ikisi de eşit birer yurttaş gibi seçimlere giriyorlar. Acaba, ortakçı toprak sahibine ya da onun istediğine oy vermezse, ertesi mevsimde, Ulvi Dayı ile Veli Amca'nın şu ezeli köy konuşmasını dinlemez miyiz? İleri gelenlerden Yelde: "İstemem. Artık senin buralarda işin yok. Evimden çık. Tarlayı ben ekeceğim. Dam da bana lazım." Yarıcı, Maraba: "Ağam! Bu tarlayı özene bezene nadasladım, emek döktüm. Evlatlarının başı için yapma Ağam, kölenin Ağam.." İleri gelenlerden Yelde: "Kır boynunu, nereye gidersen git... istemem bundan sonra ben ekeceğim. Bu tarlaya bir daha ayak basarsan..." Hattâ iş bu kadarla da bitmez. Toprağın önemli kısmını elinde tutan yirmi otuz kişi "ülkenin ileri gelenlerinden olup belediye, özel idare hizmetinde birer görev almışlardır". Yani gerek belediye, gerek mülkiye 2030 mütegallibenin elindedir. Ekonomik ve toplumsal zulümlerini köylünün basit insanlık haklarına kadar saldırmakla taçlandırmak için, tefeci arazi sahipleri, bütün adliye, polis, jandarma, memur, hattâ küçükburjuva damarı kabartılan ya da satın alınan asker kuvvetlerini kolayca harekete geçirecek derecede suyun başındadırlar. Jandarma onbaşısına bir selam göndermek, zabite bir teneke bal iletmek, baş-mübaşir ya da başkatiple adliye koridorunca bir göz kırpışmak, tahsildarla fit olu vermek.. Derebeyi, ağa, toprak sahibi, eşraf, ayan, mütegallibe, tefeci, bir kelimeyle, köylüye doğrudan doğruya egemen olan sınıfın unsurları için, yoksul köylüyü, orta köylüyü mal, can, ırz kıyıcılığından, vatan hainliğine kadar hatır ve hayale gelmez binbir türlü suçla "pençe-i adalet'e kurbanlık kuzu gibi teslim edivermenin en kolay yoludur... Türk burjuvazisinin "demokrasi"si budur. II. Aşarı Kaldırmak: Şaşılacak garabetlerden biri de, Türkiye'de aşar yöntemini kaldırmanın, köylü için büyük bir mutluluk kaynağı olduğu hakkındaki şarlatanlıktır. Aşar, köylünün kaldırdığı üründen yüzde bir5 miktarının köylüden mal olarak alınmasıydı. Bunda, burjuva devletinin zoruna giden ve işine gelmeyen özellikle iki durum vardı: 1- Aşarla toplanan on milyonlarca kilo buğdayı toplamak, taşımak, nihayet sat5. Burada kastedilen %1 değil, belli bir yüzde demektir. 140 YOL maya zorunlu olmak;* 2- Yalnız üründen vergi almak, köylü ekmediği zaman vergi alamamak.. Aşar kalkınca bundan köylüye düşen ne oldu? 1- Köylü evvelce, iyi kötü bir aşarla işin içinden sıyrılıp çıkabilirdi; toprağını ekmediği zaman, ondan kimse bir şey isteyemezdi. Oysa bugün eksin, ekmesin, tarlasının vergisini ödemeye zorunludur. Tarlasını ekmey ecek duruma düşen köylü için yapılacak şey, durduğu yerde bir büyük ver gi belası getiren toprağını başından savmak, tefeci, büyük toprak sahibine yok pahasına satarak mülkiyetinden olmaktır. 2- Köylü önceleri mal vergisi verirdi; yani aldığı üründen bir parçasını.. Onun için, doğal ekonominin basit ve yerinde sayan yenidenüretimi içinde, tutucu, halinden memnun, ne ileri ne geri, fakat şöyle böyle yaşıyordu. Vergisini ürün olarak değil, para ile ödemeye zorunlu ol duktan sonra, konunun rengi birdenbire değişti. Köylü, boğazına tahsildar sarıldığı zaman ürününü yok pahasına elden çıkarmak için dört döner. Doğu illerinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin hemen yarısında, Allah vekili Abdülmecid'in nal gibi gümüş akçeleri geçer ve kağıt para bir vergi ödeme parasıdır. Köylünün vergiyi ürünle değil, parayla ödemesindeki anlama, gümüş paranın sürüm değeri güzel bir örnektir. Gümüşün fiyatı, vergi verme mevsimlerinde birdenbire beş altı puan birden yükselir, vergiler ve rilip bittikten sonra, aynı oranda alçalır. Bu, tefeci-bezirgan unsurların, bütün ekonomik ve toplumsal ilişkilerden başka, köy ürünlerinin alımsatımında olduğu gibi, kapitalist ve banker devletinin vergi sistemi gereği olarak da ayrıca köylü soymakta ve tefeciliği bu yol ile "katmerlemek"te ne derecelere kadar başarılı olduklarını gösterir. Şu halde aşar neydi? Doğal üretimi ölümsüzleştiren bir maliye yöntemi. Marx: "Asya'da", der, "toprak gelirinin doğal şekli devlet vergilerinin belli başlı öğesini oluşturur; bu şekil üretimin koşulları üstüne yaslanır. Ve bu koşullar doğal ilişkilerin değişmek nedir bilmezliği ile üreyip türediklerinden, yeniden meydana geldiklerinden, bu ödeme şekli öncesini 8.3.1932 tarihli Milliyet, buğdayın devlet tarafından ele alınması ya da "değerlendirilmesi" etrafında kopan tartışmalar sırasında Yunus ile Hamdi'ye cevap verirken şöyle diyor: "Devlet bir yıllık birkaç yüz bin vagon buğday alacak, koruyacak, un yapacak, satacak ve üzerinden 50 milyon lira kâr edecek. Eğer aynen mal alıp saklamak bu kadar kolay olsaydı, 35 milyon lira gibi yüksek bir vergi veren aşan neden kaldırdık? 700 bin kilometre kare gibi geniş alanda bunu uygulamaya girişmek hayal peşinden koşmaktır,".. Doğrusu bir burjuva devleti için, özellikle tekelci sermayeyi geçindirmek bakımından pek yanlış bir düşünce değil... MÜTTEFİK: KÖYLÜ 141 de içine alırcasına eski üretim şeklini tekrar tekrar alır. Bu Türk imparatorluğunun korunmasının sırlarından biridir." 6 Türk burjuvazisi aşan kaldırmakla ne yaptı? Her alanda ayni ödeme yerine parasal ödemeyi geçirdi. Paraca ödemenin genellikle anlamını ve özellikle köydeki sonucunu Marx iki kelime ile anlatsın: "Malların üretimi oldukça bir yükseklik ve genişlik derecesine eriştiği zaman, paranın nakden ödeme aracı olarak gördüğü iş malların tedavülünün alanını aşarak öte yana geçer. Nakit, bütün sözleşmelerin ortak malı olur. Gelirler, vergiler mal olarak verilecek yerde para olarak ödenir. Bu değişim üretimin genel koşullarına bağımlıdır. Bütün yükümlülüklerin para olarak ödetilmesi girişimlerinde Roma İmparatorluğunun uğradığı çifte başarısızlığın kanıtladığı da budur. Boisguillebert ve Marshal Vauban tarafından güzel bir şekilde açığa vurdurularak ilan edilen XIV. Luis saltanatı sırasında Fransa'daki köy nüfusunun inanılmaz yoksulluğunun nedeni, hiç de yalnız verginin yükseltilmesi değil, fakat bir de mal vergisinin, parasal vergi haline geçişiydi." 7 Türkiye'de doğal köy ekonomisinde mal olarak ödeme (aşar) yerine paraca ödeme geçince: "Para olarak ödeme aracı olarak gördüğü iş malların tedavül alanını aşarak öte yana geç"ti. 2- "Köy nüfusunun inanılmaz yoksulluğunun nedeni, hiç de yalnız verginin yükseltilmesi değil, fakat bir de mal vergisinin, para olarak ödenen vergi haline geçmesi oldu. Bir kelimeyle, aşarın kalkması, köylü için bir mutluluk değil (mutluluk belki bir ilin 20-30 toprak sahibini biraz daha kalınlaştırmak ve yağlandırmaktır); bütün dünyadaki kapitalist gelişimin doğal sonucu gibi: "Köy nüfusunun inanılmaz yoksulluğu" ve felaketidir. Bu iki kere iki dörttür. Şarlatanlık ve demagoji ile örtbas edilemez. Şu halde, aşarın kaldırılmasının anlamı nedir? Herşeyden önce: Acaba bu söylediklerimizden aşarın kaldırılmasını pek arzuladığımız anlamı çıkar mı? Asla.. Marksizm-Leninizm için, aşarın kalkması, kapitalist düzen içinde derebeyi artıklarından birinin daha gömülmesidir. Ya bu düşüncemizden, "köy nüfusunun yoksulluğu"nu haklı bulduğumuz sonucu çıkabilir mi? Elbette yine asla.. Buna ancak kuyrukçu demagoji yeteneklidir. Komünistlerin aşarın kalkmasından anladıkları şudur: Köye kapitalist ilişkiler işliyor. Orta ve küçük köylülük ve genel olarak derebeyliğe 6. K. Marx: Kapital, c. 23, s. 155, Paris 1925 7. Marx-Engels: Werke; c. 23, s. 154-155. 142 YOL karşı bir sınıf demek olan köylülük içinde, sınıf bölünmesi bütün şiddetiyle derinleşiyor. Köylülük yüzlerce yıldır süregelen tutuculuğundan çıkıyor. Girilen konak kapitalizmdir. Köylülük, belki şimdiye kadar görülmedik derecede müthiş bir yoksulluğa düşüyor. Fakat, toplumsal olayların diyalektiği, şehirde yaptığını köyde de başarıyor: orada da kötülük iyiliği doğuruyor. Bütün kurtuluşların ebesi, sınıf mücadelesi Türk köylerinin ufuklarını da kızıllaştırıyor. Köyde derebeyi ve derebeyi artıkları soygununun kapitalist zulmü ile elele vermesi, çalışkan köylülüğün şehir sanayi işçileriyle elele vermesini zorunlu hale getiriyor. Kapitalist çapulu, şehirde yarattığı "mezar kazıcıları"nı, köyde de işitilmedik bir hızla çoğaltıyor... III. Toprak Dağıtımı: "Gazi babamız, Millet Meclisinde vekillerimize verdikleri nutukta dediler ki: 'Yeni çalışma devremizde, gerek bu yörede (Acaba hangi yörede), gerek ülkenin diğer kısımlarında toprağı ol-"mayan çiftçilere (köylülere değil, çiftçilere!..) toprak sağlamak konusuyla önemle uğraşacaksınız'." Bu parlak önsözü, dehanın alamerikan bir fotoğrafının altına ve kitapçığın başına geçiren "Köylülere Armağan"cılar, birden, her derde deva ucuz leke sabunu satan "Ne alırsan beş kuruşa! "cıların çığırtkanlığı ile, şöyle haykırışırlar: "İşte Ağalar! Hepimizin hayatını, namusunu, ülkemizin şerefini kurtaran Gazi babamızın sayesinde siz de mütegallibenin, derebeylerinin tutsaklığından kurtuluyorsunuz. Şimdilik bu kadar. Hoşça kalın ağalar." 1923'ten 1929'a kadar, köylü sorunu hakkında, Türk kapitalizminin süren "susuş kumkuması", 1929'dan itibaren çuvala girmez bir mızrak haline gelen toprak davasını, piyazlı lafebeliği ile ortaya atmaya zorunlu oldu. O günden bugüne kadar, Kemalizm, toprak sorunuyla ne kadar uğraştı? Usulen bir "Arazi Tevzi Kararnamesi" çıkarıldı. Dağıtılacak toprak: "Devlete geçmiş arazi ve çiftlikler", daha doğrusu o tarihe kadar müşteri bulamamış "emval-i metruke" (terkedilmiş mallar)den bir bölümüdür. Toprak kimlere dağıtılacak? Başlıca iki basamak var: 1- Birinci derecede, tam toprak hakkı olanlar: Devlet arazisinde ya da çevresinde yerleşmiş olanlarla, "gerek çift hayvanları ve gerek makine ve aletlerle çiftçiliğe alışık olanlar" (19.5.1930); 2- İkinci derecede, yani yarım hakkı olanlar: Köyde oturan + tarımla fiilen uğraşan + bakkallık ya da mekkârecilik* edenler.. Dağıtım koşullan nedir? Köylülere 50 ile 150 dönüm toprak ve*Mekkârecilik: Katırcılık, kira ile hayvan işleticiliği (y.n.) MÜTTEFİK: KÖYLÜ 143 rilecek.. Tabii bedava değil: her bir taksiti bir yılda ödenmek üzere altı taksite bağlanacak.. Tabii, aldığı tarlanın altı taksitini ödeyemeyince, köylünün, toprağı, hattâ köylü koruyucusu diye hakkında epey yaygara koparılan 1932 İcra Kanunuyla bile, borç Ziraat Bankası'na ve devlete karşı olduğu için, derhal hacz edilecektir.8 Bununla birlikte, bu kadar gürültü patırtıya oranla, köylüye ne kadar toprak verildi? Bunun için elde kesin bir istatistik yok. Yalnız gazetelerde beş altı defa aynı şeyi yaygara ile duyurduklarına bakılırsa, en çok çalışıldığı anlaşılan 1930 yılında, Ege bölgesinde Eskişehir çevresinde 6-7 kıtıpiyoz çiftlik dağıtıldı. Ege bölgesinde: Fotiyadi çiftliği 120.000 dönüm, yedi köye Ziraat Bankası'na borçlanma yoluyla dağıtılacak. Tire'de Selatin aşiretine bırakılmış mallardan 4.000 dönüm kadar verilmiş (15.3.930). Bergama'da Peştemalcılar çiftliği 3 köye dağılmış. Kranta da çevre köylere dağılmışmış. İzmir Tepeköy çiftliğinden 50.000 dönüm, 18 köye dağıtılmış (2.500 dönüm henüz ölçülmediğinden kalmış). Çandarlı'da Çaltan çiftliği dağıtılmış.. Görüyoruz. Bu beş çiftlikten en büyüğünün yalnız "cak"la, dağıtılacağı yazılıyor. Dağılmış mı, meçhul! Aynı 1930 yılında böyle "cak"lı Tepeğıl, Mekruntepe, Çaltan.. çiftlikleri de sayılıyor. Fakat bunların değil, 9.7.1930 tarihinde, hani yukarıda dağılmış diye bildiğimiz Peştemalcılar ile Kranta çiftliği için, tam üç ay sonra, Maliyeden sorulduğunu ve onun da "dağıtın" dediğini öğrenince, insan kendi kendine: "Hani ya dağılmıştı?" diye soruşturuyor. Ve o zaman, işin bir pandomima olduğu daha iyi meydana çıkıyor.9 Nitekim, 1930 senesinin son ayının son gününde (31.12.1930) Gedikpaşa Eminsinan mahallesinden Yusuf, Ziraat Kongresi'nden fakir köylüye toprak istemeli diyor ve şöyle şikayet ediyor: "Bakırköy kazası dahilindeki birçok köylerin toprağı yoktur. Boş toprak var. Dağıtım için de bir yasa yapılmıştır. Acaba neden dağıtılmıyor?" (Son Posta) 1931 yılı 1930'dan çok daha talihsiz çıktı. 23.1.1931'de (Cumhuriyet) Yozgat, Manisa, Denizli, Çankırı'da çevre çiftlik arazilerinin dağıtılacağı yazıldı. İki üç ay sonra emlâk fiyatlarının düşmesi yüzünden, taksitlerin ödenemez hale geldiği anlaşıldı (25.2.1931). Büyük toprak sahiplerinin temsilcileri olan milletvekilleri bol bol ellerine geçen toprak taksitlerinin 20 yıl geciktirilmesini önerdiler. Fakat hükümet, beş yılı geçmemek 8. Arazi Tevzi Kararnamesi ile ilgili ayrıntıların kaynağı tespit edilip gerekli karşılaştırma yapılamamıştır. 9. Buradaki bilgilerin bir kısmının kaynağı bulunup gerekli karşılaştırmalar yapılamamıştır. 144 YOL üzere, taksitlerin kalan süresinin iki katından fazla ertelemeye razı olmadı. 20.3.1931'de: "Arazi, bağ, bahçe, zeytinlik, fidanlık, fıstıklık vb. emsali gelir getirmeyen arsaların ihale tarihinden başlayarak taksitlerinden ödenmemiş kısımları bir misli zaman eklenmesi" ve buna karşılık %5 faiz verilmesi koşuluyla erteleme kabul edildi. 1931 yılının altıncı ayının ortasında (11.6.1931) Manisa'da Mütevelliler çiftliğinden 18.000 dönüm dağıtılıyor. 16.10.1931'de, Eskişehir'de: "Köylüye arazi satılmasına devam ediliyor. Beş köyde dağıtımlar bitmiş, 29 köy kalmıştır. (Ve haberiniz olsun!) Bir sene sonra bütün Eskişehir köylüsü toprak sahibi olacaktır."... İşte bu kadardır o hikayeler...10 Bir de, büyük derebeylerinden, fazla ve boş toprakların, topraksız toprâkbent ya da yarıcılara mal edilmesi konusunda bazı çabalar gösterildi. Türk burjuvazisinin ve basınının alanda ses çıkarmadığına bakılırsa, bu noktada da derebeyleri mütegallibeleştirmek, mütegallibeleri tam kapitalistleştirmek konusundaki Kemalizmin niyeti, pek sınırlı kalmış olacak. Ne var ki, yöresel gözlemlere göre, olan şudur: Derebeyin her türlü nefret ve korkusu altında yaşayan bazı, eskiden toprağı derebeyce bedavadan ele geçirilmiş şimdi topraksız köylülere, hükümet tarafından toprak satılacağı bildirilir. Fakat arkasından derebeyin bildirisi bütün köyleri dolaşır: "Benim malım yılan kemiğidir, yutmak isteyenin boğazında kalır! Şeyh Said isyanından sonra da topraklarımıza dokunmak istediler, fakat sonunu biliyorsunuz. Ona göre davranın!" Bununla beraber, formaliteyi yerine getirmek gerekir. Ağanın, şehir ya da kasabada adliye, mülkiye ve belediye işlerinin içyüzünü elinde tutan akrabalarından oluşmuş bir memurlar heyeti, yanlarına bir jandarma kuvveti alarak köye gelirler. Köylü gelenlerin kim olduğunu ve niçin geldiklerini herkesten iyi bilir.. Usulen, isteyenin başvurması bildirilir. Tabii durumu kavrayan bir tek köylü yerinden kıpırdamaz. Sorun merkeze yansır. Bu kez aynı heyete, jandarma subayı ve bucak müdürü, kaymakam ile daha merkezi bir memur da katışır.Topraksız köylüye, şeklen hiçbir şeyden korkmayarak gelip Katip-i Adli'de sözleşme yapması duyurulur. Derken, sanki ağanın adamı değilmiş gibi gelen akraba ve satılık memurlar işe el koyar. Önce ağaya sözde 3010 dönüm, fakat gerçekte 30.100 dönüm en bereketli ve mükemmel topraktan ayrılır. Ağanın boşuna işgal ettiği terkedilmiş topraklar üzerinde, yarı-toprakbent, yarı-maraba geçinen köylü, öteden beri 10. Buradaki bilgilerin de bazılarının kaynağı bulunup gerekli karşılaştırmalar yapılmamıştır. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 145 bina kurmuş, iyi kötü işlemiştir. Bunlara alıp almayacakları bile sorulmadan, ağanın şeklen satılığa çıkarılan toprakları ile birlikte bu havadan gelme terkedilmiş toprakları güya haraç mezat edilir. Ağanın üç kardeşi, altı kızkardeşi, dört beş çocuğu, üç dört karısı arasında, toprağın büyük kısmı dağıtılır. Ya topraksızlar? Onlardan da fazla küstahlık edebileceklere kitapta 50 dönüm yazılarak hayatta 30 dönüm vererek, örneğin her yıla 8 lira vergiden başka 12 lira da hükümete (yani hükümet tarafından, ağa adına Ziraat Bankası'nda açılan hesaba) ödemek koşuluyla bir sözleşme yapılır.. Bu işlemin üstünden üç ay geçmeden, toprak almak konusunda köylüyü teşvik edenin tarladaki ürünü ağanın adamları tarafından yakılır. Onun sözüne uyanların da, evlerine, bir gece yarısı, ağanın çeri çobanlarından bir çete girer, kafa göz yarılır; kadın, çocuk, davar öldürülür; ev, oba, ahır yakılır: Haydi bakalım, topraksızlar, bir daha yine heyet gelince, biz de toprak isteriz deyin! Okun yaydan bir kere çıktığını gören köylüler, son bir "talih denemesi" kabilinden, bir daha hükümete uğradıkları felaketten şikayet edecek olurlar.. Hem bu şikayetleri ağanın şahsından asla olamaz. Çünkü, ağa bunu duyarsa, topunun külünü havaya uçurur. Yalnız ağanın gönderdiği adamların en biçareleri hakkında bir şüphe ve ima şikayetidir bu! Tabii, bu şikayet, ağanın şehirde ve kasabadaki "eşraf ve ayan"dan "adam"larına, (adliye-mülkiye-jandarma vb.) memurlarına yapılır. Ve memurlar, pek "haklı" olarak bu şikayetleri "mesmû' (dinlenilmiş)" tutmazlar. Çünkü şikayetçiler, suçu somut olarak kimsenin üzerine konduramamaktadırlar. Dilekçeler bir süre karakollarda, adliye dosyalarında dolaşır. Yüzbaşıya bir kuzu dolması, başkatibe bir hediye, savcıya bir akşam keyfi ve leğende el yıkanırken ucu düğümlü bir havlu sunmak.. Sorun bu kadar... Sorun bitmiştir sanmayın.. Ağa, işin kapanması için yaptığı harcama kadar, yürekliliği bu dereceye kadar, derebeyinden, mütegallibeden şikayete kadar vardıranların burunlarını ve kafalarını bir daha kalkmayacak biçimde kırmalıdır. Sorun sandığınızdan çok daha kolaydır. Olaydan iki buçuk yıl önce, falan köyde yine ağanın bezirganlarından falanın dükkanı soyulmuştur. O zamanki incelemede hiç kimseyi suçlayamayan bezirgan, artık hırsızın kim olduğunu eliyle koymuş gibi bilir: Köylüyü toprak almaya yönelten mendebur!.. Karakola bir ihbarcık.. Ansızın bir jandarma baskını. Köylünün damında nasılsa rengi tanınmayacak kadar eski bir yatak çarşafı bulunmuştur. Ve bezirgan efendi, bu çarşafın, dükkanından çalınan bezlere benzediğini hemen fark etmiştir: Gözönünde işlenen suç 146 YOL tamamdır! Köylü palas pandıras önce kazanın hapisanesine girer. Orada altı ay soruşturmanın sonucunu bekler. Ses yok. Altı ay sonra hazırlanan evrakı ile birlikte tutuklu olarak il ağır ceza mahkemesine sevk edilir. Orada daha kaç ay ya da kaç yıl sürüneceği belli değildir.'. İşin ikinci bölümü: bütün öteki kışkırtmaya uyanları hep birden, ortak bir suçla tepesi aşağı götürmektir. Fakat aksiliğe bakın ki, son yıllarda böyle on onbeş kişinin birden yaptığı bir suç ne gelmiş, ne de geçmiştir... Siz olsanız belki duralarsınız.. Ama ağayı kendiniz kadar "budala" mı zannettiniz? Onun her ayar ve derecede has danışmanları sağ olsunlar.. Bu adamlar, geceyansı uğradıkları tecavüzden hep birlikte şikayete gitmişlerdi ya.. Bundan güzel suç mu olur? Önce, içlerinden en kıtıpiyozları: "Resmi makaamatı işgal" maddesinden iki üç ay kodese atılır. Sonra, daha dişlileri, örneğin köyde muhtar vb. derecesinde olanları, bir gün falanın evinde filanın başkanlığı altında gizli bir toplantı yaparlarken görülmüşlerdir. Ağanın sadık ve profesyonel tanıklarından şu ve şu: o sırada birisi, tesadüfen açık duran pencerenin altından, öteki ikisi karşıki damdan, birisi de bacadan, toplantının gizli olmasına karşın, gürültülü bir biçimde alınan kararları kendi kulakları ile işitmiştirler. Lamı cimi yok, şu asi ve serkeş köylüler takımı, ağaya, hükümete, hocaya, seyide verdikleri yetmiyormuş gibi, bir de bilinen vatanhaini gizli bir dernek ad ve hesabına düzenli olarak para toplayıp göndermeye ve onunla sıkı temasta bulunmaya söz vermişlerdir. Haydi bakalım: doğru il hapisanesine.. iki koldan bütün asiler aynı cezaevinde toplanmışlardır... Mahkemeye çıkan topraksız köylülerden en dişlisi, mahkemede düzenli olarak bulunan ağanın damadı ile savcının "huzur"unda, bir daha değil hükümetten, Allahtan bile bir emir gelse, ağanın sözünden dışarı çıkmayacağına yemin eder. Usulen, devlet aygıtına, Kemalist hükümetin tarafsız adaletinin suratına bu balgamı farkında olmayarak tüküren köylü, dipçik darbeleriyle kapı dışarı edilir. Fakat, taş gediğini bulmuştur. Köylüler, aralarındaki anlaşmalarına karşın, birer ikişer, birbirlerinden gizli olarak, yalvarma mektuplarıyla ağaya sığınırlar ve yemin billah ile, ağanın kulu kalacaklarını, tek bu dar yerden kurtarılmalarını dua ederler. O zaman, ağanın küçük kardeşi baş savcıyı görmeye gelir. Ufak bir anlaşma., sorun bu kadar... Onbeş yirmi gün ara ile: "Suçlan sabit olamadığından", fakir köylülerin serbest bırakılmasına dair mahkeme karan çıkar. Şimdi, eskiden yalnız 8 lira vergi veren topraksız köylü, yine topraksız köylü olmasına karşın, yılda: 8 + 12 = 20 lira verir.. Ve toprak. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 147 ezelden beri olduğu gibi, bir daha, ortak kabul etmezcesine, ağanındır. Kemalizm, köylüye böyle toprak verdi! Ondan sonra, artık her gün bir facia okuduğumuza şaşabilir misiniz? A. 11.8.1931, Cumhuriyet (Batı Anadolu'dan): "360 köylü mahkemeye verildi".. "Karacabey Harasına ait otlağa tecavüz ederek tarla açmak ve zarar vermekten sanık Mustafakemalpaşa kazasının Azatlı köyünden., vb.." Hoş değil mi: tam "Mustafakemalpaşa kazasının", fakat hiçbir zaman "azatlı" olmayan, her zaman derebeyi + mütegalibe + sermayedar + burjuva dev letinin "köle"si bulunan köylülerinin., ne güzel tasviri... B. 10.8.1931, Cumhuriyet (Doğu Anadolu'dan): "Kayserinin Hacılar köyünden Hasanın karısı Nazende, bir su sorunundan (Görüyorsunuz ya, bi zim "tarih devrimcisi" "aydın ve düşünür insanlık"ın hakkı var. Bütün top lumsal olaylar fizik ve coğrafi nedenlerden çıkıyor: Su ve toprak gibi!..) çıkan kavga sonucunda köylülerden Hacı Mehmet (Biliyoruz: "Hacı", islam ilinde "bezirgan" anlamına gelir. Kabe'ye kadar gidip gelmek, yalnız para sahibi olmak değil, bir de seyahat anlamında, gezginci bulunmak demektir.) tarafından tabanca ile öldürülmüştür." C. 14.6.1931, (Orta Anadolu'dan): (gene Cumhuriyet gazetesinden) Konya köylerinden birinde bir tarla sorunundan dolayı aralarında kavga çıkan iki kadın ve beş erkek, sopa, bel, kürek, taş, kama ile birbirlerine saldırmışlar ve birbirlerini yaralamışlardır. Kadınların bacak ve kollarındaki yaralar ağırdır. Olayın suçluları jandarmalar tarafından yakalanarak Adliyeye teslim edilmişlerdir." Talmud'dan bir parça: "Nasılsınız, iyi misiniz, hoş musunuz? (Karagöz'ün: "Dolu musunuz, boş musunuz"unu unutuyor!) Hiçbir şey düşünmeyiniz. (Zaten, zavallı köylünün düşünecek takati kalmadı ki..) hiçbir işinizi merak etmeyiniz. Ağalar! Başınızda sizi kendinizden çok fazla düşünen Gazi babamızın kurduğu Cumhuriyet hükümetiniz varken, yarınınız bugününüzden çok daha iyi olacaktır." (Amin!) (s. 7) "Sizin her dediğinizi düşünen, tarla, mal, mülk, çift, çubuk sahibi ve mutlu olmanızı isteyen Gazi babamız (Köylünün babadan kalma anı ve önyargılarına ithaf!) ve onun kurduğu Türk Cumhuriyet devleti vardır. (O muhakkak ama, aksi gibi bu konuşma Kürt vatandaşlara ve miriyvolarına da yapılıyor!) Gazimizin ve Cumhuriyetimizin sayesinde sizin hiçbir sıkıntınız kalmayacak. Değil yalnız istediklerinize, akıllarınıza bile getirmediğiniz iyiliklere (Bu iyilikleri görmüştük..) kavuşacaksınız." (Amin!) (s. 5) "İşte ağalar! Hepimizin hayatını, namusunu, memleketimizin şerefini kurtaran Gazi babamızın sayesinde siz de mütegallibenin, derebeylerinin tutsaklığından kurtuluyorsunuz." (Amin! Amin!) (s. 6) "Şüphesiz Gazi babamızı tanırsınız." (s. 5) (Ona şüphe mi var!) "Gazi babamıza, Cumhuriyetimize daima dua edin, onları 148 YOL canla başla sevin." (Inşaallah!) (S. 11) "Çünkü zengin olmanıza, mutlu bir hayat geçirmenize yarayacak her şeye sahip bulunmanıza kesin olarak karar vermiştir." (Maaşallah, İnşallah! Amin! Ve min-el-rabb-ül-âlemîn!..)11 Bütün bu komedyalardan sonra, burjuvazi de işin aslına gelme gereğini duydu, 30.11.1931'de Ziraat Bankası'nın Yönetim Kurulunca alkışlarla karşılanan şöyle bir karar kabul edildi: "Birçok büyük çiftçimiz topraksızlıktan kazançlarının yarısını kaybediyorlar. Diğer taraftan birçok toprak sahibinin elinde işletemedikleri için gelir getirmeyen değersiz kalan büyük topraklar var. Bunların işletilmemesi yalnız sahipleri için değil, aynı zamanda ülke için de büyük zarardır." {Cumhuriyet) Yani, mülkleri alınan köylülüğün önünde, yarı-derebeyi ve tefecikapitalizmin toprağı o kadar büyüdü ki, bu toprak "sahiplerinin elinde işletemedikleri için (işletmedikleri değil, işletemedikleri için) gelir getirmiyor ve değersiz" kalıyor. Bu hem "sahipleri' hem "ülke için büyük zarardır". Küçük köylü söz konusu bile değil... Bu iş için banka imzası ve devlet teminatı altında 6 milyon liralık tahviller çıkarılacak.. Tahvillere %6 faiz verilecek ve toprağa muhtaç köylüden de %6,5 alınacak... Ziraat Bankası, resmen %9'u geçmeyen faiz değerine rağmen, %5 komisyon ve 2,5 işlem vergisi zammı ile %16,5'u bulan faizli kredisini, ancak tefeci-sermayenin ve ticaret kapitalistinin, bu %16,5'u %333,3'e çıkaran aracılığıyla köylüye, güç hal verebildiği halde, bu %6,5 gibi görülmedik ucuzluktaki faizle hangi topraksız köylüyü doyurmak istiyor? Tabii bir daha: büyük çiftlikçilerle köylüden "alacaklı olan" tefeci-sermayeyi ve tabii bu ikisinden pek farkı olmayan büyük toprak sahiplerini... Bu düşünce şöyle açıklanıyor: "Yarıcı ve ortakçılardan başka, ihracat maddeleri yetiştiren diğer toprak sahibi köylüler de, bu tahvillerden yararlanabilecekler, bankaya borçlanarak elde edecekleri tahvilleri alacaklılarına vererek borçlarının ağır faizlerini önemli oranda azalttıktan başka borcun kendisini de, daha uzun bir süre bağlamış olacaklardır. Büyük-çiftçiden alacaklı olanların da bu yol ile köylünün ödeme gücünün çok düştüğü ve birçok alacaklarının toplaması mümkün olmayan ve çürük bir hale geldiği bir sırada alacaklarını sağlamlaştırmak ve sabit bir faize bağlama olanağı bulacakları bellidir, (a.b.ç.) "Banka böyle toprağı, toprak sahiplerine uzun seneler sürekli ve belirli bir faiz getirecek tahviller karşılığında satın alarak yarıcı ortakçılara gerek11. Kemalizm havarilerinden Ulvi Dayı-Veli Amca: Köylülere Armağan, Diyarbakır Matbaası, 1929. MÜTTEFİK: KÖYLÜ sinimleri oranında dağıtacak." 149 Marx'in, burjuva devleti hakkında söylediğini, biz de burada tekrarlayalım: "- Güzel kazıyorsun koca köstebek!" IV. Kooperatif + Kredi = Ziraat Bankası: Türk burjuvazisinin ve Kemalizmin en büyük demagoji araçlarından biri de, "şapka devrimi" "tarih devrimi", "tasarruf devrimi" (Türkiye'de Yalova'da kaplıcalar eğlencesi yapmak bile bir devrimdir!) gibi "kooperatif devrimi"dir. 1929 senesi sonlarından başlayarak, Ziraat Bankası'nın patenti altında başlayan savaş budur. Tarım kredi kooperatiflerinin içyüzünü karakterize eden, Türkiye'de, Türk bilim adamlarından önce Türk köylüsü oldu.. Hem de bir kelimeyle... Kasabada davul zurna ile açılan kredi kooperatifi karşısında, köylüler, olan bitenin ne olduğunu bir kelimeyle anlattılar: "Köy bankası!" Gerçekten, kredi kooperatifleri, tefeci sermayenin köy şubesi, Ziraat Bankası'nın köyde tefeciliğe bir yavru doğurmasıdır. Finans-kapitalin köylere dal budak salması niçin? Özellikle Dünya Savaşından sonra, kapitalizmin genel bunalım dönemiyle birlikte başlayan ve onu derinleştiren etkenlerden biri de, şüphesiz, o zamana kadar nispeten "intacte" (el değmemiş olarak) kalan köylerin finans-kapital ile bulaşmasıdır. Bu bulaşmanın başlıca nedenleri şunlardır: 1- Geri ve sanayisi zayıf olan ülkelerde sanayi gelişimin gerektirdiği sonuçlar Türkiye için özellikle acele sermaye biriktirme işi ile iç pazar so runlu; 2- Tarımsal ürünlerin dış satımındaki güçlük yüzünden iç pazarı genişletmek zorunluluğu. Bu güçlükler arasında, özellikle uluslararası ilkmadde alıcı tröstlerin biricik cephesi karşısında tarım ülkelerinin, hele Türkiye'nin içerde tekel kuruluşu yapmak zorunluluğunda kalışı: Afyon kooperatifi gibi; 3- Tarımın sanayileşmesi: Yapay gübre, makine gücü, köylerin elektrikleştirilmesi.. Örneğin Ziraat Bankası, 9.9.1931'de Türk topraklarının tahlili ile birlikte gübre dağıtımı için Emperyal Kemikal Endüstri şirketi ile bir sözleşme yaptı. 4- Savaş demek, tarımsal ürün sıkıntılarının büyümesi demektir. Dünya Savaşı'nda Orta Avrupa'nın yenilmesi tarımsal ürün kıtlığına da yanır. Şu halde, finans-kapital hazretlerinin kırdaki ağını genişletmek ve çabası, aynı zamanda bir savaş hazırlığıdır da.. Genel olarak tarım kooperatifleri için kesin olan bu dört nokta, tarım 150 YOL kredi kooperatifleri için de doğrudur. Fakat bizdeki kredi kooperatiflerinde ana özellik, şiddetle ve hızla sermaye biriktirmek, şiddetle ve hızla bağımsız küçük köy mülkiyetlerini dağıtmak, köyde sınıf bölünmesini, farklılaşmasını son haddine götürmektir. Onun için kredi kooperatiflerinin en belli başlı rolü budur: Köylülük birer birer tefeciler tarafından mülklerinden oluyor; fakat tefecilik dağınık kaldıkça ve yeterli sermaye bulamadıkça, bu soygunu, sınıf olarak kapitalizmin bugün Türkiye'de beklediği derecede çabuk ve kolay baş edemeyecek.. O zaman finanskapitalin devlet üçüzünden en kodamanı ve bu işte en beceriklisi olan Ziraat Bankası'nın canlı yardımı, dağınık güçleri derler. Böylece, oluşan kredi kooperatifleri, başlarında yüce bir banka ve onun üstünde bütün Kemalist devlet aygıtı gelmek üzere, tüm Türkiye ölçüsünde örgütlenmiş, büyümüş ve güçlenmiş tefecilik demektir. Bütün emperyalist ülkelerde tarım kooperatifleri birkaç bankanın elindedir. Türkiye'de, bütün insanların bağımlı oldukları Allah gibi, bütün tarım kooperatiflerinin kul oldukları bir tek banka vardır: "Celle celalehü (yüceliğin yücelsin) Ziraat Bankası.. Bununla birlikte büyük çoğunluğunda tarım işleri gibi kooperatifler de doğrudan doğruya Ziraat Bankası'na bağlı olmasına karşın, istisnaları yok değildir. O zaman, Ziraat Bankası'nın ataerkil olması dolayısıyladır: Kooperatifler, Ziraat Bankası'nın yavrusu değil de torunudur. Yani bazı kooperatif sürüleri, Ziraat Bankası'nın doğurduğu ikinci derece ulusal bankacıkların kanadı altına sığınırlar. Bu ikinci "Ueberbrückunge Banken: aracı bankalar"a örnek, incir kooperatifçiliğini...12 ismi geçen Milli Aydın Bankası ile, Afyon Köy Sandığı olabilir... 1929 sonundan 1931 Ekim ayına kadar olan bir buçuk yıllık kooperatif çalışması içinde, dokuz bölgede bulunan Türkiye'de, Ziraat Bankası tarafından 311 kadar kredi kooperatifi, "1470 nolu yasa uyarınca" kuruldu.13 Kooperatiflerin fazla-ürün emdikleri köylerin sayısı 1.064'tür. Türkiye'de 40 bin küsur köy bulunduğuna göre Türk köylülüğü, sistemleşmiş örgütlü tefeciliğe, henüz İslamlığın şartınca kırkta birini veriyor demektir. Bununla birlikte burada da nicelikten çok nitelik sorundur. Kooperatif açmak için bankanın aradığı koşullar: mal üretimi, pazarın yakınlığı, pazara yol bulunup bulunmadığı, bir şirket ya da bankanın o çevrede şubesi olup olmadığı, faizin oranı, okur-yazarların oranı, Ziraat Bankası'na olan 12. Burada birkaç kelime okunamamıştır. 13. Buradaki ve daha aşağıdaki bilgiler: Ali Süreyya: "Türk Köylüsünün Kooperatifleştirilmesi"; Cumhuriyet, 11.11.931 makalesindedir. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 151 uzaklık, öğretmenin bulunup bulunmayışıdır. Onun için dokuz bölgeden yalnız üçünde biraz başarılı oldu: 2. Ege bölgesinde 122, 7. Karadeniz sahil kuşağında 68,1. Orta Anadolu (Ankara ve çevresi) bölgesinde 40 kooperatif kurabildi. Doğu illerini oluşturan 6. ve 8. bölgelerinde kooperatife girişilmedi bile. Yalnız 5. bölgede üç tane kadar oluştu, iki senelik gürültü patırtılara karşın bu gidiş kaplumbağa hızıdır. Ve kaplumbağa hızının anlamı, iki yıldan beri Türkiye'de büyük finans-kapital oligarşisinin devlet cesedi olan Ziraat Bankası ile, bankanın emrine girmek istemeyen kişisel tefecilik arasındaki mücadele ile açıklanır. Türkiye'de, nerede derebeyi artıkları egemense orada tarım kooperatifleri tutunamıyor. Nerede mütegallibe, tefeci arazi sahipliği egemense Ziraat Bankası onunla uzlaşmaya, yoksa çetin bir savaşıma girmeye zorunlu oluyor. Cumhuriyet'in ekonomi muhabiri Ali Süreyya, bu karşıtlığı şöyle anlatıyor: "Bizde, (diyor) kasaba ve köy az çok bir ekonomik birlik göstermekle birlikte, bu birlik içinde önemli bir çıkar karşıtlığı gizlidir. Bu karşıtlık kasabada oturup köyle ticari ilişkide bulunan mütegallibe ile onun ekonomik tutsaklığı altında çalışan köylü arasındadır. Köyde kooperatif hareketinin gelişimine karşı cephe alan toplumsal öğe, bu mütegallibeler topluluğudur ki, bunların bazen köylü üzerinde etkin olarak bölgelerinde kooperatif oluşumuna engel oldukları bile olmuştur. Bundan başka bazı bölgelerde yaygın bulunan yarıcılık da yarıcı üreticinin kooperatife girmesine ve toprak sahibi büyük çiftçi kooperatife girmekte çıkarı olmadığından dolayı kooperatifin oluşumuna engel olmaktadır." Sorun şudur: İki tefeciden hangisi, Ziraat Bankası mı, yoksa mütegallibe mi daha fazla çapul yapacak? Gerçi Kadrocuları bile küplere bindirecek derecede şiddetli bir dayanıklılık gösteren mütegallibelik, büyük finans-kapital canavarıyla çok kere boğaz boğaza geliyor. Fakat buna sermaye demişler. Tehlikeli bir rekabetle kârı düşürmektense, tekelci bir elele verişle, ganimeti paylaşmak, her zamankinden çok bugün bir zorunluluktur. Onun için, karşısındaki küçük rakiplerinin tutkun dayanıklılığını tehlikeli bulan Ziraat Bankası, bükemediği kolu öpmeyi tercih etmiştir. Onun için aralarındaki karşıtlık ve yarış ne olursa olsun, banka ile tefecilik, Türkiye çalışkan köylülüğünün postunu pay etmekte tamamıyla anlaşmış bulunuyorlar. Ve zaten böyle bir anlaşma olmadıkça, Ziraat Bankası'nın kooperatif açması da olanaksızdır. Bugün var olan kredi kooperatifleri, Ziraat Bankası ile bölgenin en hatırı sayılır tefecilerinin işbirliği çekirdekleridir. Kredi kooperatifçiliğinde Ege'den sonra ikinci gelen Kara- 152 YOL deniz bölgesinde gözlemde bulunan ve kredi kooperatiflerini Ziraat Bankası'nın "en büyük ve en ekonomik şaheseri" sayan şirketler komiseri bile işin dehşeti önünde ürkmüştür. Ve banka ile tefeci sermayenin nasıl biricik finans-kapital halinde kucaklaştıklarım şöyle anlatır: "Karadeniz sahil kuşağında kişisel olarak yaptığımız incelemelere göre; bu. kredi kooperatörleri kooperaturların tarım kredi kooperatifleri yasasının ekonomik değer ve gücünü anlamamalarından doğmamıştır. "Bu örgütlere -yerinmeyle de olsa açık biçimde sunacağız ki- köylünün büyük alacaklıları durumunda bulunan kapitalistler yol göstericiliği yapmışlardır. O yolla ki üreticilere; sınırlı olarak üretimi özendirmek amacıyla yapılmış olan kredileri kapitalist alacaklılar son santimine kadar sömürmenin yolunu bulmuşlar 've sömürmüşlerdir. O derecede ki yasa koyucularına çok vatani ve demokratik olan endişeleri yine kapitalist alacaklıların kasalarına hizmet etmekten fazla fayda verememiştir, (a.b.ç.) "Eğer falanca köyün falanca efendisine ya da ağasına verilen beş bin kuruş öküz, saban, gübre almak için verilmişse bu para sınırlı olarak bu amaçlara yerleştirilebilir. Alacaklı çalışması bu yolla donatılan borçlusunun ancak ürettiklerine başvurmalıdır." 14 Komiserin buraya kadar gevelediği köylücülüğünden değil, elbette.. O demek istiyor ki: "Parayı veren bankadır. Oysa ondan yararlanan tefecisermaye oluyor. Çünkü bankaya oranla ucuza sağladığı-parayla, bu sefer eskisinden kat kat fazlasıyla daha geniş tefeciliğini derinleştiriyor. Niçin para bankanın olduğu halde, üç dört kat kârı tefeciler etsin?.. Sonra, tefecisermaye bindiği dalı kesiyor: Bankanın parası ile, bankanın beş altı misli faiz almakla çalışkan köylüyü iflas ettiriyor. Böylece, bir gün gelecek, tefecilikle soyulacak bağımsız köylü kalmayacak., vb...." Daha aşağıda bu noktayı da açıyor: "Aslında borçlu üreticinin bünyesini güçlendirmek, alacaklının da durumunu sağlamlaştırmak demektir. Bu sonuç kapitalisti memnun etmelidir"i 15 Saka beyin buradaki bülbüllüğünde, "kapitalist"in ne olduğunu bir anlamamazlıktan gelme var. Konuşmayla köyde proleterleşmeyi durdururum gibilerden görünüyor. "Özellikle (diyor) bu kooperatiflerin idare mekanizmasında kapitalist tüccarların yer bulamaması gerekir (!). Bu nokta üzerinde ısrarla duracağız. "Gerçi bu kapitalistin de falanca köyde bağı, tarlası, çifti ve çubuğu olabilir. Fakat bu çiftliği tüccar marabası ile -yarıcısı ile demektir- yönetir 14. H. Tahsin - R. Saka: Sermaye Hareketi, s. 222-223. 15. H. Tahsin - R. Saka: A.g.e., s. 223. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 153 ve sömürür. Onun asıl işi bir köy değil, birçok köyleri ve bir değil birçok üretim kaynaklarını sermayesinin egemenliğine bağlamaktır. "Egemen sıfatı tüccar olanların kredi kooperatiflerinde rol almaları demek, Ziraat Bankası'nın toprak üreticilerine %9 faizle vereceği paraların %40 ve %50 ile köylüye mal olması demektir."16 (a.b.ç.) Buraya kadar olan açıklamalardan sonra şu iki sonuç çıkar: 1- "Köy Bankaları"nın sermayesi Banka'nın elindedir: Kooperatiflerin 1931 Ekim ayı sonuna kadar üstlenilen sermayesi 4.106.491 lira... Ziraat Bankası'nın kooperatiflere verdiği 3.255.950 lira.. Hemen %80 sermaye finans-kapitalin elinde. Bununla birlikte bizzat burjuvazinin yaptığı he saplar da: Kooperatifin kendi sermaye oranı Ziraat Bankası yardım oranı 1930 Temmuz % 31,24 % 68,76 1931 Temmuz %32,78 % 67,22 sermayenin 2/3'sinin Ziraat Bankası'na ait olduğunu gösterir. 2- "Köy Bankaları"nın yönetimi tefeci-kapilalistin elindedir: Bunu tek rar kanıtlamaya gerek kalmadı. Remzi Saka'nın kişisel gözlemince: Tarım kooperatiflerinde "köylünün büyük alacaklıları durumunda bulunan kapita listler yol göstericilik" ediyor. Organik bileşimi, tarım kredi kooperatiflerinin rolü, gördüğü iş ne olabilir? Elbette çalışkan köylüyü soymak ve küçük bağımsız köy mülkiyetlerini tefecilerin elinde toplamak.. Bu işlev başlıca şunlardan oluşmuştur: 1- Tefeciliği sistemleştirmek, yaymak, ağırlaştırmak: Kredi kooperatiflerinin tefecilikten başka bir şey yapmadıklarıı anlamak için, tek tek tefecilerle, köylümüzün "köy bankaları" dediği kooperatifleri karşılaştırmak yeterlidir. Bu karşılaştırmayı, bizzat burjuva yayınının söylemesi, bizi tarafgirlikten daha iyi kurtarır. Cumhuriyet okuyucularından "Bir Zât", 14.6.1931'de şöyle bir mektup yazıyor: "Demirci kooperatifi orada halıcılığın gelişimi için kurulmuştur. Fakat bugün maalesef kooperatifin yaptığı iş halkı ağır faizli borçlar altında ezmekten ve sonuç olarak borçluların varını yoğunu ellerinden almaktan ibarettir. Vurgunculuğun derecesini tanımlamak için şu iki örneği getireceğim. 16. H. Tahsin - R. Saha: A.g.e., s. 223. 154 YOL Kooperatiften 185 lira alan bir adamın borcu ağır faizlerden dolayı bir buçuk yılda 1170 liraya ulaşmıştır. 300 lira alan bir diğeri de 1000 lira verdiği halde borcunu kapatmamıştır. 70 lira borca karşı 140 lira ödemeyen bir diğeri daha 115 lira ödemeye mahkûm olmuştur. Hu yüzden büyük çiftçi güçsüzleşmiş, bazı ticarethaneler kapanmış, çift hayvanları satılmış, evler, tarlalar, bağlar, ev eşyası açık arttırmaya konulmuştur." Gazetecinin buna koyduğu ek notu da eklemezsem, levha tamamlanmamış olacak: "Hükümetimiz," diyor gazeteci, "kooperatifleri vatanımızın ekonomik gelişimine ulaşması için özendirmede ve korumakta , hatta bunların yerleşmelerine bütün gücüyle yardım etmekledir Anlaşılıyor ki Demirci Kooperatifi halıcılara ucuz faizle para vermek, onlara ilk maddeleri ucuza sağlamak gibi belli bir amaçtan sapmış ve olağan vurguncu sarraflar gibi borç vermelerle can yakmaya başlamıştır." "Bu durum karşısında biz sadece Çelebi böyle olur, bizde de kooperatif dediğin! diyoruz. Doğru değil mi?" Bu kıssadan çıkan hisse: tefeciler Demircı'ye pek uza k olmayan Tire'de, ayda %5-12 faiz alıyorlardı. Demirci'deki Tarım Kooreatifi, birbuçuk yılda 185 liraya karşılık 1170 lira alıyor. Yani bir yılda %333.3 faiz oluyor. Tefecinin aldığıysa, bir yılda %60 ile 144. Yani Ziraat Ban-kası'nın örgütlü tefeciliği, olağan şekilde tek başına tefecilerden %,200'e yakın daha fazla! Onun için: "Çelebi tefeciliğe taş çıkarır, bizde de koope-ratif dediğin!" 2-Birkaç tefeciyi kalınlaştırmak ve finans-kapitalistleştirmek: Tarım kooperatifi niçin sıradan tefecinin birkaç kat daha büyük bir tefeci olmuştur? Çünkü: 1) Kooperatif bir tefeci için değil, tefeci + banka ıçin tefecilik yapıyor. Önceleri tefeci birdi, şimdi katmerlendi; 2) Bundan başka, eskiden tefecilik bireysel kaldıkça, tefeci-bezirganlar arasında, devede kulak kabilinden de olsa bir küçük serbest rekabet vardı. Banka ile kaynaşan tefecilik, bütün Türkiye Sınırları içinde, tefeciliğin ayrıcalıklı tekelini eline aldı ve örgütlendi. Eskiden karşısında tefeciyi birey olarak bulan köylü; şimdi biricik bir bankanın ejder gövdesi halinde, o bankaya bağlı devlet aygıtının süngüsü, uçağı ve tüfeği ile doğrudan doğruya silahlanmış, 1470 nolu yasayla ülkenin bütün maddi ve manevi güçlerini emrinde tutan bir tefeci ile yüzyüzedir. Bu dünyanın hiçbir yerinde işitilmedik tefecilik sisteminden kimler yararlanıyor? Bundan önce özellikle beşiği Almanya olan tarım kredi kooperatiflerinin anlamını hatırlayalım: "Reifeisen" sistemi denen tarım kredi MÜTTEFİK: KÖYLÜ: 155 kooperatifleri, yoksul köylünün büyük toprak sahiplerine karşı korunması için Pastar isminde bir Almanın bağışladığı 6.000 Markla başlamış bir biçimdir. Rayfayzen sisteminde, kooperatifin işleri parasız yapılır ve faizin sürüm değeri, kooperatif üyesinin kararı ile belirlenir. Bizim tarım kredi kooperatiflerinin ne faiz aldıklarına, bizzat burjuva basınının diliyle bir örnek verdik. Şimdi kooperatifin bu müthiş tefeci kârından kimlerin yararlandığını araştıralım. Uzun boylu arayışlara gerek yok. 1470 numaralı yasa gereğince Ziraat Bankası'nın kooperatifler için hazırladığı sözleşmenin 74. maddesini okuyalım: "Ödenecek faizlerden başka bütün masrafların çıkarılmasından sonra gerçekleştirecek net kazanç aşağıdaki gibi dağıtılır: "% 50'si yedek sermaye; "% 15'i yönetim kuruluna; %10'u denetleme kuruluna; " % 35'inin % 15'i Memurlara, % 10'u denetleme gideri olarak Ziraat Bankasına." Yani, kârın %50'si bir kere doğru Ziraat Bankası'na (yedek sermayeye); ondan sonra bir %10'u daha, sanki ayrıca "Denetleme Kurulu yokmuş gibi, diş kirası denetleme gideri olarak (gene) Ziraat Bankası'na". Bir kelime ile kârın %60'ı Ziraat Bankası'na.. Geri kalan %40'ı da kooperatifi ellerinde tutan tefeciler "kadro"suna {4-5 yönetim kurulu üyesi + bir iki denetleme kurulu üyesi + üç dört memura)... Bu manzara karşısında, yine komünistlerin değil, özellikle en kalın burjuva basınının düşüncesini soralım. Cumhuriyet şöyle yanıt veriyor: "Hatasız denilebilir ki dünyanın hiçbir yerinde bu kadar bol keseden dağıtımlar yapılmamıştır." "Yönetim kurulu 3-4 kişiden oluşmuştur. Bunlara %15 vermek ve sonra bir de denetleme kuruluna pay ayırmak, bunlar yetmiyormuş gibi bir de memurlara %15 vermek çok gariptir. Aslında Bankanın aldığı %10 bu kontrol içindir."17 3- Köyde finans ve tefeci sermaye saltanatının tam diktatörlüğünü kurmak: Biliyoruz. Türkiye'de özel ve küçük sermayelerin alacakları için genellikle hapis cezası bir zaman o kadar çabuk uygulanamazdı. Fakat devletin ve hele devlet bankalarının alacakları için derhal köylünün kapısı önünde nesi var nesi yoksa arttırmaya çıkarılır, hemen toprağına Ziraat Bankası'nca haciz konulur ve köylünün kendisi de zindana götürülürdü. Tarım kooperatiflerinin dışında kalan tefeciler bu kötü ayrıcalıklı durumdan yararlanamadıkları halde, finans-kapitalle kaynaşan tefecilik ise, devle17. Burada sözü geçen "1470 no'lu yasa gereğince, Ziraat Bankası'nın kooperatifler 156 YOL tin bütün acımasız ayrıcalığını ve finans-kapitalin köydeki diktatörlüğünü canlandıran ve genişleten bir varlık haline gelir. Nitekim, sözde köylülüğün kurtuluşu şeklinde şişirilen son yasada, köylünün haczedilen toprağının, değerinin %70'inden aşağı fiyatla satılmaması da, yalnız özel borçlular için, o da birkaç yıl süreyle mümkün kılınmıştır, özel tefeciler, köylünün toprağını ele geçirmek için birkaç yıl bekletildiği halde Kemalist devlete ve finans-kapitale ait olan borçlar için, bir gün bile beklemek uygun değildir. Ziraat Bankası, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da, köylünün toprağını değerinden %70 aşağıya haraç mezat etmekte "kanunen" haklıdır. Fakat finans-kapitalin tarım kredi kooperatifleri aracılığıyla köyde gerçekleştirdiği ve uyguladığı diktatörlüğü salt şimdiye kadar saydıklarımdan ibaret sanmak çocukluk olur. Finans-kapital, köylerde, derebeyliğin çapulcu kaleleri gibi birer tarım kooperatif şatosu kurduktan sonra, artık yalnız ekonomik değil, mali oligarşinin bütün siyasal yönetimsel ve askeri aygıtlarıyla jandarma ve kolluk güçlerini de finanskapital tefeciliğinin emrinde % 333 tefeci faizi çekmekle kullanır. Hem devlet aygıtını, hem bankayı temsil eden köy bankası (tarım kredi kooperatifi) köyün ve kasabanın bütün küçük ve orta üreticilerini hegemonyası altına alır ve bu yolla tarımsal üretim çalışmasında "la-yüs'el amma yef' al"* bir küçük Allah olur. Tarım kredi kooperatiflerinin en çok tutunduğu İzmir yöresinde, faciaların nerelere kadar vardığını, "tarım kredi kooperatifi" yaldızı altında hangi gizli ve kara kuvvetin ne oyunlar çevirdiğini, bir kelime ile finans-kapital diktatörlüğünün ne oyunlar çevirdiğini, bir örnek,fakat yine burjuva basınının kaleme aldığı gibi bir örnek görelim. Konu şu: Aynı üreticiye tek tek tefeci-sermayedarlar da, Ziıaal Bankası ile kaynaşmış tefeci-sermayedarlık da ödünç veriyor, hattâ, Ziraat Bankası kooperatifinin alacağı 50 liraysa, öteki tefecilerin 200 ira kadar olabiliyor. Banka, bütün borçlu köylülerin, mallarını İzmir'de bir tek tüccara getirip satmalarını bildiriyor. Başkalarına satılmaması ve kaçırılmaması için bütün ürünlerin başına bekçiler diktiriyor. Yani ürün kalkmadım haciz, koyuyor ve bütün bölgenin jandarma, kolluk vb, güçlerine de, ait oldukları makamlar aracılığıyla, kooperatiflerin emrinde çalışmaları bildiriliiçin hazırladığı sözleşme" ve bu konuyla i l g i l i Cumhuriyet gazetesi sayısı bulunamamıştır. * Yaptığından dolayı sorgu suale uğramayan; Tanrının adamlarından biri (y.n.) MÜTTEFİK: KÖYLÜ 157 yor... Dağınık tefeci-ticaret sermayesini temsil eden hizmet, olduğu burjuva grubu adına, baklayı ağzından çıkarıyor. Aslını o anlatsın: "Ziraat Bankası tarafından bir merkeze bağlı yerlerdeki kuruluşlarına gönderilen bir genelgeden haberdar edildik, derin bir hayrete düştük. Banka bir merkeze bağlı yerlerdeki kooperatif şubeleri aracılığıyla kooperatiflere borçlu bulunan köylüye emir veriyor ve mallarını İzmir'de Sa-lepçizade Refik ve Hacı Mithat beylere göndermelerini ve bu kurum aracılığıyla sattırmalarını bildirmiş... Aynı zamanda ilgililer tarafından merkeze bağlı verilen emirlerde jandarma ve zabıtanın kooperatif kuruluşları emirlerini yerine getirmeleri ve onlara yardım etmeleri de bildirilmiştir, (a.b.ç.)" 1 8 İki gün sonra, tartışma kızışıyor. Ziraat Bankası müdürü, Hizmet başyazarına, bağlara banka tarafından bekçi dikilmediğini söylemek istiyor. Yazar, banka müdürüne, isterse birlikte arabaya binip yerinde incelemeye gitmeyi, orada bekçileri kendisine eliyle gösterebileceği cevabını veriyor. Banka müdürü kaçıyor. Fakat Hizmet gelmedi diyor. Hizmet yeniden yayında bulunuyor: Banka müdürü gelsin, birlikte inceleme yapalım. Ve açıklıyor: "Kooperatif elli lira alacağını garantiye almak için bağlara şimdiden bekçi oturtmuş ve ürünlerin başkasına satılmamasını böylece sağlamış"19... Burjuva yayını, bu çağdaş finans-kapital diktatörlüğüne itiraz ediyor: a- "Çünkü", diyor, "bu hareket, tekelin henüz ad verilmemiş bir şeklidir".. Bu kesin; Türklerin orijinalitesi de gerek. b- "Zabıtanın da", diye ekliyor, "böyle işlere karışmaya yetkisi yoktur. Alım, satım, borç davalarını ancak mahkemeler görürler... Kaş yapmak için göz feda edilemez." Yani, bu işin sonu sarpa sarabilir... 4- Son : Kapitalist düzen altında, genel olarak kooperatiflerin ve özellikle tarım kooperatiflerin sonu nedir? A. Kooperatiflerin sonu: Bir şeyin bitişi, çok kere başlangıcından kestirilebilir. Çünkü, bütün doğal ve toplumsal olgular yasa denilen uzun bir neden sonuç zincirine göre açılırlar. Tarım kredi kooperatiflerinin sonunu da, gördükleri işle önceden görmek mümkündür. Özellikle Türkiye'de, tarım kredi kooperatiflerinin iki büyük amacı vardır: 1- Köyde doğal ekonomiyi en feci bir şiddet ve hızla parçalayarak her ne pahasına olursa olsun sermaye biriktirmek; 2- Şehirde olduğu kadar köyde 18. Hizmet Gazetesi, 18.8.1930. 19. Hizmet Gazetesi, 20.8.1930. 158 YOL de finans-kapital saltanatının diktatörlüğünü kurmak.. Bu amaç ile işe girişen tarım kooperatifi, ilk fırsatta, yeterli derecede sermaye biriktirir biriktirmez, artık, zaten iğreti bir kokart gibi göğsünde taşıdığı "kooperatif sözünü de bir yana atarak, açıkça ve adıyla sanıyla finans-kapital olarak, örneğin bir banka ya da bir anonim şirket haline geçer. Bu son, kapitalist düzende kooperatifçiliğin ülküsüdür. Örneksiz kalmayalım: Denizli Şems-i Terakki Debbağat TA.Ş., önce bir alım-satım kooperatifiyken: "Kooperatif işlemlerinin genişlemesi anonime değişme önleminin alınması kanısını vermiştir." 20 Trakya Konserveciliği TA.Ş.: gene kooperatif azmanıdır. Tarım kredi kooperatiflerinin, bağlı oldukları üretim şubesine göre, aynı sonlara kavuşmasını beklemek yersizdir: Yukarıdaki açıklamalar, onun kooperatiflikle, isminden başka bir ilişkisi olmadığını yeteri kadar gösterir. Tarım kredi kooperatifleri, adı üstünde, tefeci kredi kuruluşu ve Türk köylüsünün verdiği karakteristik deyimiyle: "köy bankalarıdırlar. B. Sonuç: Artık, tarım kredi kooperatiflerinin sonucu bir bilmece değildir. Aşarın kaldırılması (aynıi verginin nakdi vergi haline geçirilmesi), köylüye toprak "dağıtımı", burjuva demokrasisi ne sonuç verdi ve verecekse, tarım kredi, "kooperatif devrimi" de aynı sonucu verecektir. Nerede kapitalist gelişim olursa, orada farklılaşma ve sınıf bölümü kaçınılmaz bir sonuçtur: 1- Rahat köylü: Kooperatiflerle onlara bağlı olan .ticaret ve üretim üyeliklerinde yönetim yerlerini ele geçirmekle: a) Hem yukarıda gördüğümüz gibi kârın (bankadan sonra) %40'ını emer; b) Hem de, ser mayesinin bolluğu sayesinde, çeşitli yeni üretim yöntemlerinden ve tek niğinden (rasyonalizasyon, standardizasyon) yararlanır. Bu yolla "koopera tif kapitalisti" "köy-kapitalisti" doğar. 2- Küçük köylü: Yeni sömürü yöntemleriyle; bankanın, kooperatifin, tefeci vb. kapitalistin baskısı ile, fazla ürünleri ile birlikte bağımsızlıklarını da gittikçe daha fazla yitirirler. Küçük köylü de, boynun da finans-kapitalin ağır zinciri, ya şehir ya da kırların proleter kitleleri arasına gelir katışır. V. Tarımda Burjuva Devletçiliği (Faşizm): Köy küçük mülkiyetlerinin şiddetle parçalanması, köylülüğün baş döndürücü bir hızla farklılaşması bazen burjuvazinin de gözlerini karartıyor. Onun için arasıra 20. H. Tahsin - R. Saka-.A.g.e., s. 370. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 159 moda olan "tarım mı, sanayi mi" sorunu öne sürülür, "tarihi durduran" Mussolinvari Donkişotluklar alır yürür. Türkiye'de her şeyden önce, tarımın temel olduğu çevresinde demagoji başlar. Belge mi istediniz: İtalya'da gereğinden fazla sanayileştirilmeye karşı olduğunu, ulusal ekonomide tarımın birinci yeri işgal edeceğini, sanayiye gelince bunun ikinci sıra ile yetinmek zorunda bulunduğunu söylemiştir. "Gerçekten sanayi üretimlerinin gelişimi fazla ve ucuz sermaye istiyor." Yunus durur mu: "Sanayi'nin," diye girişir, "hattâ Türkiye'de şimdilik hiç yeri yoktur ("Orijinal" demagojiler şu Yunus'a vergidir, vesselam..) demek uygun olur. Çünkü ülkemizde sanayinin muhtaç olduğu bir kredinin onda biri bile yoktur." Onun için, yaşasın tarımsal tefecilik sermayesi! Türkiye sürekli tarım ülkesi olarak kalmalıdır. Çünkü: "Bizzat kendi anlatıyor: Çiftlik ana kısmındaki tarlaların bazılarında buğdaylar Gazi'nin göğsünden yukarı çıkıyormuş. Bunu anlatırken Gazinin göğsü kabarıyordu. (Niçin mi diye soruyorsunuz?) Oradaki deneyler yarın (belki yarından da yakın..) bütün ülkeye uygulanacak da ondan"] Ve madem ki Gazi Çiftliğinde buğdaylar "Gazi'nin göğsünden yukarı çıkıyormuş", şu halde, eğer hâlâ bilmiyorsanız haber verelim ki, Mussolini bir şair ve Mustafa Kemal bir kimyagerdir. Bu şairle kimyager işitilmedik ortak bir maden bulmuşlardır: "Toprağın bolluk ve erdemi"! "İtalya'da Mussolini toprağın bolluk ve erdemini saklayan bir şair, Türkiye'de Mustafa Kemal Türk rahatlık ve mutluluğunun toprakta saklı bulunduğuna inanan bir kimyagerdir."21 Gazi tam iki yıl kadar sonra, şike tonda, yeni bir ince saz takımının ahengini oluşturmaya başladı. Yalnız bu seferkiler daha "cezri"dirler. Yani kökten, saman altından su yürütürler. "Gazi"nin yerine "devlet" ve "faşizm" kelimesindense "devrim" sözü tutum taşı olur. Kadrocu akım, hiç kimsenin yalanlayamayacağı gibi "devrim"in savunucusudur. Onun için "ihtilal" bitmiştir. Fakat "devrim" durmamıştır. Türkiye'de "devrim" demek "kişisel mülkiyet" demektir. Mülkiyetin en geniş simgesi ise köylülüktür. Köylülük "ulusal ekonominin sağlam temeli"dir.22 Fakat felakete bakın ki, bu temelin içine, her tarafını delik deşik eden tuhaf bir fare dadanmıştır: tefeci-sermaye... "Sağlam temel", bu yaman sıçanın, %900 keskin dişleri altında her gün biraz daha eriyip küçülmekte.. Şehirde olan şey: her şeye sahip bir avuç adamla, hiçbir şeyi bulunmayan büyük yığın bölünmesi, köyde de "derinleşir". O zaman "devrim"'in, yani 21. Yunus Nadi: Cumhuriyet başmakalesi, 6.7.1930 22. İ. Hüsrev: "Borçlanma Şekilleri," Kadro, No: 3, 1932. 160 YOL "mülkiyet"in çatırdamaya başlayışı bütün kulakları kirişte tutar. İşin en kötü yanı, tefeci-sermaye köylülüğün mülkiyetini alıp sermayeleştirirken, köyde çöken "devrim"in, "kişisel mülkiyet"in yenisini, "kapitalist mülkiyeti"ni şehirde güç sahibi yapmıyor. "Başka ülkelerde şehir ve kasabalarda biriken bu ulusal sermayeler, sanayiye, ticarete ya da diğer bir iş alanına aktığı halde, bizde, pek kârlı olan tefecilik alanında kullanılır."23 Yenisini kurmadan eskiyi yıkmak ise, "devrim"e yani "kişisel mülkiyet"e dokunabilir. O halde? Kadrocu bir buyrultuyla "köyü yeniden kurmak" gerekir. "Köyü yeniden kurmak"?.. Öf! Çiçeği burnunda parlağın parlağı söz. Fakat acaba ne demek isteniyor? Ondan önce, neden "köyü yeniden kurmak" istiyor? 1- "Ekonomi dengemiz" için: "Ulusal ekonominin sağlam temeli" aşındıkça, bu hal köylünün "alım ve ödeme olanağını gittikçe düşürmekte."24 2- "Devlet ekonomisinin emniyeti" için: Köylünün az alım olanağı, şehir burjuvazisi için iç pazarı ne kadar daraltıyorsa, ödeme olanağının düşmesi de, aynı derecede ve doğal olarak tefeci-sermayenin %900'üne do kunduğu gibi, burjuva devletinin ağır vergilerini her yıl 30-40 milyon açığa mahkûm ediyor: Şu halde Kadrocu'nun "devrim"i şu iki noktada özetlenir: 1- Burjuva ekonomisini güçlendirmek; 2- Burjuva devletini güçlendirmek.. "Gerçek piyasaya; gerek devlete nakdi ödeme gücünü öldüren olumsuz bir tekelci sermayesi..."nden25 yakınılmakta... Buraya kadar, kelimelerin tepesi taklak ya da üstü kapalı resmi geçit yapmalarına karşın, her şey kusursuzdur: Kuyruk-yalayıcılık, efendisine borçlu olduğu görevini canla başla yapmaya karar vermiş görünüyor. Hem de dünyanın en "devrim"ci sözleriyle.. Ama pandomima bundan sonra, bu görevin nasıl yapılacağında başlar.. "Köyü yeniden kurmak" nasıl olacak? 1- "Değerler köyde kalmalıdır": Hangi değerler? Küçük ve orta köylülükten soyulan ve "şehir ve kasabalarda biriken ulusal sermayeler".. İlk satırlardan beri yaptığım karşılaştırmayı, yine hatırlatmak zorunda kaldım: Bizim kuyrukçular, tarihen Çarlık Rusya'sındaki genel marksistlerle ekonomistlerin beş aşağı on yukarı karşılığıydı. Legal marksistler, 23. I. Hüsrev: "Toprak Rantı", Kadro, No: 4, 1932, s. 14. 24. I. Hüsrev: "Borçlunma Şekilleri", Kadro, No: 3, s. 34. 25. I. Hüsrev: "Toprak Rantı", Kadro, No: 4. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 161 Rus burjuvazisinin, bizim kuyrukçular gibi, köpekçesine hizmetine geçtiği günden başlayarak, Kadrocularınkine benzer bir biçimde köylü ile ilgilenmeye başladılar. Onlar, Rus köylüsünün orijinalliğinden söz ediyor ve "mir"leri, köy komünalarını olduğu gibi koruyarak, doğru sosyalizme gitmeyi bile va'z ediyorlardı. Bizim kuyruk-yalayıcılar da, küçük-burjuva içgüdüleri ile Türkiye köylüsünü kurcalar oldular. Gerçi bizimkiler, öyle ilkel komünizm artıklarına dair bir şeyler "keşf" etmiş değillerdir. Ama, Türkiye'de, dünyanın hiçbir yerinde rastlanılmayan bir orijinalite bulduklarına gerçekten inanırlar. Bu işitilmedik şey, ortakçılık, yarıcılık diye yaygın konuyu Türkiye'ye özgü bir şey sanmaktır. Rus legal marksistlerinden popülizmle kaynaşanları, Rus köylüsünün özelliklerini Rus toplumsal bünyesinin "temel direkleri" sayıyorlardı. Türk kuyruk-yalayıcıları da, varolan köy ilişkilerini "ulusal ekonominin sağlam temeli" buluyorlar. Bu "buluş", fatalman Rus legal marksist ve popülist ütopistlerinin tezlerine dayanıyor: Köyde statükoyu korumak! "Değerler köyde kalmalıdır." Çünkü, "tarımsal üretim ve değişim ilişkileri... ulusal ekonomi bünyemizin temelini oluşturan Türk köyü için kesinlikle kârlı ve verimli" değilmiş... Yani "tarımsal üretim ve değişim ilişkileri" köyde (kuyruk-yalayıcılar için "köy" kelimesi her şeyin üstünde başlı başına bir falanster kadar anlamlıdır. "Köylü" ise, onlara hiçbir şey söyleyemez.. Onun için, daima "köy" derler ve "köylü"yü, dillerini yakacakmış gibi ağızlarına almamaya özen gösterirler) doğal olarak ekonomi ilişkilerini şiddetle yıkıyor. Türkiye'de mülkiyetin en "sağlam temeli" olan köylülük, bu kadar çabuk mülkiyetinden olursa, "ekonomik dengemiz" altüst olabilir. Şu halde, bir kelimeyle, kuyruk-yalayıcı efendiler, kapitalizmin Türkiye'deki gelişimini, dünyanın her tarafında olduğundan bambaşka bir yönde yürütmeyi, kapitalizmi kapitalizmden başka bir şey yapmayı "talep" ediyorlar. 2- Devlet müdahalesi: Kuyruk-yalayıcılık gözlemliyor: "Köy"de "derin ve derhal devletin müdahalesini gerektiren bir ıstırap" var! Bu ıstırap "sağlam temeli" kemiren tefeci-sermaye sıçanından geliyor. Ve sıçanlar, yukarıda söylediğimiz gibi, biricik finans-kapitalin kapanına kolay kolay düşmemeye yeminli liberallerdir. Kuyruk-yalayıcılığın önerisi: bütün bu işlerini kendi ad ve hesaplarına becerenlere karşı, mali oligarşinin somut aygıtını koyuyor: devlet! Devlet, kuyruk-yalayıcılar için, tıpkı Gazi hazretleri gibi: "Efsanevi yaratıcı", "mesiha-yi vatan", (vatan mesihi) "Allah- 162 YOL ü teâlâ-yi vatan"dır. Devletin sınıfsal özelliği yoktur. O isterse her şeyi yaratır, dilerse bütün sınıf ilişkilerini "keenlemyekün" (hiç olmamış) durumuna koyar. Devlet müdahalesi nedir? "Köyün bugünkü terk edilmiş yapısından gelen borçlanma biçim ve eğilimlerini ve bunları besleyen koşulları, devletin planlı bir müdahale siyaseti içinde kökünden değiştirmektir." İşte "devrim" buradadır. Halbuki, kuyruk-yalayıcılar da pekâlâ biliyorlar ki, devlet var gücüyle müdahale ediyor. Ziraat Bankası, en büyük devlet bankası sıfatıyla, tefecisermayeyle uzlaşıyor. Ve onları tarım kredi kooperatifleriyle sinesine çekiyor. Tefeci-sermayenin köylerdeki etkisini, daha büyük sermayelerle, müthiş şekilde genişletiyor. "Köyün bugünkü terkedilmiş bünyesinden gelen borçlanma biçim ve eğilimlerini ve bunları gıdalandıran koşulları" yüceleştiriyor. "Planlı bir müdahale" mi isteniyor? Kim der ki bu tefeciliği ülküleştirme ve finans-kapitalleştirme "siyaseti" "plansız bir müdahale"dir? Ziraat Bankası, "merkeze bağlı yerlerdeki kooperatif şubeleri aracılığıyla kooperatiflere borçlu bulunan köylülere emir veriyor." "Aynı zamanda ilgililer tarafından merkeze bağlı yerlere verilen emirlerde jandarma ve zabıtanın kooperatif oluşturmaları emirlerini yerine getirmeleri ve onlara yardım etmeleri de bildirilmiştir."26.. İşte bütün kuyruk-yalayıcıların ağızlarının suyunu akıtacak derecede "planlı bir müdahale siyaseti"! Bu siyaset, "köyün bugünkü terk edilmiş bünyesi"ni "kökünden değiştirmekte" tefeciliğe taş çıkartmıyor mu? 3- Kuyrukçu ve Denetçi: Köyde kapitalist soygununu ve sınıf farklılaşmasını durdurmak için devlet müdahalesi gerekir.. Ya devlet müdahalesi için ne gerekir? Kuyruk-yalayıcılara göre, "Türk köyünde toprak rantı konusunu ülkenin her bölgesinde aldığı özel biçimlere göre incelemek gereklidir. Ancak bu yolla ("incelemek" yoluyla!..)dır ki ulusal ekonomimizin en önemli öğesini oluşturan köyün toprak işlerini ve bunların doğurduğu olumsuz sonuçları emin ve gerçekçiliğe uygun bir siyasetle düzene sokabiliriz." 27 Kuyruk-yalayıcılığın önerisini öğrendikten sonra, onun, burjuva safları arasında da, köy kitleleri için savurduğu demagojide de, "kuyrukçu ve denetçi" taktiğini bırakmadığı daha iyi anlaşılıyor. Köyde kapitalizmi durdurmak için devlet müdahalesi, devlet müdahalesini yapmak için "Türk köyünde toprak rantı konusunu ülkenin her bölgesine göre incelemek gerekir."... Ve bu"incelemeye kuyruk-yalayıcılık başlamıştır bile.. 26. Hizmet, 18.8.1930 27. I. Hüsrev: "Türkiye Köy İktisadiyatında Toprak Rantı", Kadro, No: 4, 1932. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 163 Kimbilir, ne kadar "inceleme"den sonra bir gün bir "devrim" yapacak, köyde kapitalist ilişkilerin bütün facialarını, kapitalizm sürecini devlet mucizesiyle durduracak.. O "inceleye" dursun, hoca bildiğini okuyor. Burjuvazi eylemsel olarak anlatıyor ki, bu köpekleşen demagoji de, ona gerekli bir "şey"dir. Ama "it ürür, kervan geçer." Devlet, mühadalesini, buğday alım satımını bile tekelleştirmeye kadar götürdü. Sınıf olarak burjuvazi aynı şekilde karşılık vermekte gecikmedi. Kuyruk-yalayıcıların en büyük savaşı, sanki tefeci-sermayeye karşı yapılıyor. Oysa aynı kuyrukyalayıcılığının örgütlediği Tarım Kongresi, bu noktada olduğu gibi, çeşitli alanlarda da, burjuvazinin çalışkan köylülüğe karşı ne tavır takındığını yeterli derecede gösterdi. Kuyruk-yalayıcıların sözleriyle işleri arasındaki ilişkiyi saptamak için, "Tarım Kongresi" adını alan şeyin yine bir burjuva yazarı tarafından karakteristiğini aktarayım: "Yılarca üreticilerin içinde çalışmış" adsız bir kişi, 25.1.1931 tarihli Cumhuriyet'tc bir Başmakale yayınlıyor. Onda özellikle şu iki nokta hakkında şunlar yazılıyor: 1- Kongreye katılan sınıflar: "Bir kere Kongrede tarım fen memurları vardı. Bu zümre hayli kalabalık olduğu için toplantılar, bazen tarım uzman larına özgü bilimsel bir kongre izlenimini kolaylıkla verebilirdi. Küçük çiftçi ve hattâ aracı çiftçi öğeleri, ya hiç yok ya da sınırlıydı. Genellikle büyük çiftçiler göze çarpıyordu. Fakat bunların da iki gruba ayrıldıkları ko lay görülebiliyordu: a) Yalnız çiftçilikle uğraşanlar; b) Ticaretle çiftçiliği bir araya toplamış bulunanlar.. Kongre'de üçüncü bir zümre de kuramsal ekonomistler grubuydu. Çeşitli okullara bağlı olan bu kuramsal ekono mistler, Kongre görüşmelerine az karıştılar." Yani Kongre'de, burjuva ekonomistleri ve fen memurları ile, çiftlik sahibi koca çiftçiler ve tefecisermayedarlar bulunuyor.. Ne orta, ne küçük köylülerden eser yok... 2- Kongrenin gördüğü iş: a) "Örneğin", diye aynı burjuva adsızı ekli yor, "tefeciye karşı zorlayıcı yasa önlemleri uygulanması düşüncesi de hara retle kabul edilmiş, tersine zorlayıcı önlemlerin iyi bir savunma silahı ol madığı düşüncesini savunan rapor da karşı çıkılmadan kabul edilmiştir." b) Üreticilerin dertlerine çare: "Kongre bu dertlere çare olmak üzere de, genellikle falan ya da filan ürünün borsalardaki satışı (tüccarları) ya da dışsatımı sırasında (dışsatım tüccarlarını) okka başına şu kadar ya da bu kadar para alıp bunlarla daha sonra üreticiye yardım etmeyi düşünüyor, büyük kararlar veriyordu. Almaya muhtaç olan üreticiye yardım için onu vermeye zorlamak da fazla sevginin özel bir cilvesi olsa gerekti!" 164 YOL c) Köylü için iş (25.1.1931 Kongre kararlarından): "Madde 1- Tarım alanındaki dere yataklarının temizlenmesinde hükümet köylülere parasal ve teknik yardımlar yapacak, köylüler de yükümlülük yoluyla bu temizliklerde beser onar gün çalışacaklardır." 28 Ancak, köyde sınıf bölünmesini durdurmak emeli, kuyrukyalayıcılardan çok önce, burjuvazinin bir kararı ve çalışması ile ortaya çıkmıştı. Kadro'nun 1932'de dolaylı olarak tavsiye ettiği gericiliği Türk burjuvazisi ve Kemalizmin tam iki yıl önce 19.4.1930'daki yayını yeteri derece açıkça yapıyor: Bir taraftan, karasabanın yerine kaplumbağa hızıyla pulluğu geçirmekle Ziraat Bankası'nı hoşnut ederken, öteden, traktör kullanmanın önüne bir sınır çizmenin ve geçmenin gerekliliğini kararlaştınyordu: 1- "Karasabanın belli bir süre zarfında kaldırılarak yerini pulluğa bırakmayı hükümet kendisine bir görev bilir." 2- "Traktör kullanımının belli oranlarla sınırlanması ve traktör satanlara da belli bir süre içinde gereksinimi sağlamaya zorunlu tutmak temelleri görüşülmektedir." 29 Doğrusu, bu haber sıralarında, traktörler için kabul edilen petrol bağışıklığı çevresindeki tartışma, petrolün yarı fiyatla satışının kalkmasına vardı. Altı ay sonra hükümet, traktör sahiplerine tazminat vererek, petrol kullanan traktörleri geri almaya başladı. Mazotla işleyen traktörler öneriliyordu. Böylece, tefecilikle yapılan savaşım, traktörlerle savaşım oluyordu. Somut olarak, burjuvazi, ülke ekonomisi bir isli kara tencereyse, yuvarlanmış, iki yıl sonra Kadro kapağını bulmuş demektir. 28. Son Posta. 29. Milliyet. PROLETARYA VE KÖYLÜ 1927 nüfus sayımına göre Türkiye'de 1.700.000 köylü ailesi ve 9.216.918 köylü nüfusu var. 1927'den 1932'ye kadar geçen beş yıl içinde, tefecilikle elele veren tefecilik yasaları, yöntemleri ve örgütleri, Türk köylü nüfusunu belki dünyanın pek az yerinde görülmüş bir şiddetle farklılaştırdı, proleterleştirdi. Onun için, 1927'de, nüfusun (13,6 milyon) %67'sini oluşturan köy nüfusu, 1931 yılında İktisat Bakanı'nın tahmin ettiği gibi en fazla %60 oranına kadar yükselebilir. Her yıl köylünün %1,5'u proleterleşse, 5 yılda %7'den fazla köylü, köylülükten çıkmış demektir. Fakat, biz yine 1927'deki nüfus sayımı ile 1928 tarım sayımını temel bilerek oran yürütelim. 19.4.1930 tarihli Milliyet, Türkiye'de 1,7 milyon köylü ailesinden 1.246.708'inin ortalama 25 dönüm tarım yaptığını söyledikten sonra, bu kadar aile tarafından ekilen toprak: "yıllık tarım yapılan toprağın ortalama %20'sini (Yanlıştır: %14,7'sini..) ve tarım yapılamayan toprağın da ortalama %9.5'ini (gene yanlıştır: %8.3'ünü olacak..) oluşturur." der; ve bu çıkardığı sonuçtan pek memnun görünerek hemen ekler: "Ülkemizde genel anlamda toprak sorunu 'bulunmadığı, çift hayvanat sayısı eksik ve ekim miktarı az olduğu gözlemlenmiştir.".. Çift hayvanının ve ekilen toprakların niçin az olduğunu biz de kendisine sormayalım. Yalnız, Türkiye'de "genel anlamda toprak sorunu" bulunup bulunmadığına dikkat edelim: Yapılan tahminlere göre (bir Alman profesörünce), Türkiye topraklarının özellikleri, yüzde olarak şöyle ayrılır: Ekilebilir toprak: %30; orman ve bataklık1: %20; çayır ve vadi: %30; dağlık ve ekilemez toprak: %12; bataklık: %2„ Milliyet'in 1929 tahminlerine göre Türkiye'de ekilen topraklar %5'tir. Eğer bu oranlar doğruysa, Türkiye'de ekilen toprak, ekilebilen toprağın 1/6'idir. Fakat biz bu oranlan bir an için unutalım. Bizzat burjuvazinin verdiği rakamlara gelelim. Burjuva basınına göre, Türkiye'de 212 milyon dönüm toprak ekilir; 149 milyon dönüm de ekilebilir toprak vardır. Toplam 361 milyon dönüm toprak.. Bu toprak köylülük arasında nasıl dağıtılıyor? Strateji planımız bakımından, köylülüğü şöyle üç bölüme ayırmak mümkündür: 1. Daha aşağıda "bataklık" aynca verilmektedir. Buradaki yüzde ile "orman ve baltalık!' kastedilmiş olsa gerekir. 166 YOL I. Topraksız ve Yoksul Köylü: 15,12,1930 tarihli Cumhuri-yet'te "Çiftçi Gözüyle" gerçekte" t e f e c i g ö z ü y l e o l a c a k ) başlıklı bir makalede bir makalede şöyle deniliyordu: "Evet, 14 milyon Türk'ün 9 mil yonu çiftçi ve ailesidir. Ama toprağa tohum gömüp ondan ekmek beklemek için paraya gereksinim vardır. Toprağı olmayan, dünyada mülk adına yalnız bir çalışma ve emeğe, sahip bulunan köylü çift için muhtaç olduğu parayı kredi ile alabilir. Oysa Türk çiftçisinin yüzde 70'i topraksızddır, evini k u r d u ğ u yer bile başkasınındır." Burada topraksız köylü %70 gösteriliyor Bu, belki, biraz biraz tefecilik gayretiyle abartmadır. Bununla birlikte Doğu illerinde, "mülksüz" denilen marabalar, mülksüzlüğe doğru son hızla yuvarlanan çeri çobanlar %80''i de geçer. Türkiye'nin en Batı illeri bulunan Ege bölgesinden Denizli ilinde, köylüde genellikle toprak yok. yarıcılık genel biçim. Muğla ilinde, gene "geniş ölçüde çiftlikler" egemen.. "Halk icarla tarım yapar "... Bu rakam ve olaylardan çıkan sonuca göre, Türkiye'de yoksul köylü ile ondan daha aşağı koşullarda yaşayan köy paryaları %70'leri geçer. Yoksul köylü deyince, Türkiye'de, hiç olmazsa 1(100) dönümden aşağı toprağı olan köylüyü hatırlıyoruz. Konya ovasında "küçük çiftçi" sayılanların toprağı 30 ile 80 dönümdür. Yine Türkiye'nin en Balı illerine bakarsak (1928 tarımsal sayım sonuçları): İzmir'de ortalama her köylüye 30-70; Denizli'de: 50-200; Muğla'da: 10-300; İsparta'da: 30-60; Burdur'da: 20-50 dönüm toprak düşüyor.2 Demek, çiftlikler ve tek tük orta köylüler dışında, yoksul köylüye ortalama 10-20-30 ve bazan 50 dönüm (I ile 3 hektar kadar) toprak kalıyor. "Köyde Sınıf İlişkileri" bölümünde, küçük köylülerden derebeyi köylülerine kadar olan bütün köy tabakalarının devrim müttefiki olabileceğini görmüştük. Şu halde köylülüğün bu %73'ü, tamamıyla devrimin başlıca yedek güçleri sırasındadır. II. Orta Köylüler: Türkiye'de orta köylü, diyelim ki Konya ovasında 100 ile 300 dönüm toprak sahibi olan köylülerdir. Devletin is kan siyasetinde ortalama 75-100-150 dönüm toprak veriliyor. Doğu ille rinde orta halli bir köylü ailesini geçindiren 150 dönümdür. Şu halde, orta köylü deyince, Türkiye'de 100-200 ve daha ortalama olarak 150 dönümlük toprağı olan köylü hatıra geliyor; 100 dönümden yukarı olan topraklar, za ten geçim düzeyi çok zavallı olan Türk köylüsünde orta halli bir aileyi geçindirebiliyor demek. III. Zengin Köylüler: Konya ovasında 300 ile 1000 dönüm top- MÜTTEFİK: KÖYLÜ rağı olanlardır. Fakat, hiç şüphesiz bu rakamlar pek görecedir. Örnek olarak, yine Ege bölgesine bakalım. İzmir ilindeki çiftlikler 1500'den 90.000 dönüme; Denizli'de: 10.000'den 100.000'e; Isparta'da: 5.000'den 20.000'e; Muğla'da: 300.000 dönüme kadar geniş alanları tutuyor. Doğuya doğru gittikçe 70, 80, 300 köyü olmakla ünlü ağalar; Burdur ilinde, "toprağın önemli bir kısmını" elinde tutan 20-30 kişi var. Orta köylü ile zengin köylülerin ne oranda bulundukları hakkında elde hiçbir belgemiz yok. Fakat şu eldeki rakamlara dayanarak şu iki sonucu çıkarmak mümkündür: 1- 1,25 milyon köylü ailesi: Köylü nüfusunun %73'ünü oluşturduğu halde, ekilen toprağın %14,7'sine ve ekilebilen toprağın da %8,3'üne, yu varlak hesap köylülerin 3/4 kadarı toprağın ancak onda birine sahip. 2- Yarım milyon köylü ailesi: Köylü nüfusunun %27'sini oluşturduğu halde, ekilen toprağın %85,3'üne ve ekilebilen toprağın da %91,7'sine, yuvarlak hesap köylülerin 1/4 kadarı toprağın onda dokuzuna sahip. Demek, köylülerin dörtte üçü muhakkak bizim.. dörtte birineyse, orta köylülük de dahil. Ve hiç şüphesiz, büyük çoğunluk. 50 bini bulduğu şüpheli olan büyük toprak ailesi ve mütegallibe bir tarafa bırakılırsa, köylülük de bu... Proletarya devrimi, bu köylülüğe ne verebilir? 1- Toprak: Türkiye'de ekilen ve ekilebilen en az 361.000.000 dönümden aşağı olmayan toprak var. Proletarya devrimi, bu toprağı, orta lama beşer kişilik gruplardan oluşan 1.700.000 aileye dağıtırsa, her köylü ailesine ortalama 213 dönüm düşer. Fakat orta köylü gereksinimini 200 dönüm kabul edersek, bütün köylülük, büyük sosyalist üretimi halinde birleşmeden önce ve birleşmek için böyle tesviyeye uğramış olur. Ve ayrıca, 15.000 tarım aletini bulan tarımsal teknikle işletmek üzere, ilk sovkhozlar için 25 milyon dönüm de kalmış olur. 2- Hayvan: Türkiye'de 9.360.394 baş büyük çiftlik hayvanı ve 24.011.320 baş küçük çiftlik hayvanı (kıl keçi, koyun, tiftik keçi) var. Bu rakamlara göre, ortalama olarak, her aileye: a) Büyük çiftlik hayvanı: 2 öküz, 1 binek ve yük hayvanı, 1 inek ol mak üzere 5-6 baş; b) Küçük davar: her aileye 7 keçi, 7 koyun olmak üzere 14 baş düşecek*..____________ * Türkiye'de davar az.. Fakat bu azlık elbette bir ihmalden ya da doğanın izin ver- 2. Mıntıkamızın Kitabı, s. 130-135. 167 168 YOL Türkiye'de toplumsal devrim, Türkiye çalışkan köylüsünün %75'ine, bir kalemde bunları verecek.. Fakat bu genel bir sonuçtur. Komunist Partisi bu amaç için çalışırken, köylü kitlelerin, proleterya ittfakına çekmek ve köylülüğün Komünist Partisi'ne karşı güvenini kökleştirmek için, salt böyle söz olarak kalınamaz. Köylülüğün yukarıdaki çözümlemelerden sonuç olarak çıkan küçük ve gündelik ıstıraplarından yürüyerek, köylü kitlelerinin en kişisel çıkarlarının bile, devrimci gerekliliğine dayandığını fiili olarak, somut sloganlar ve dıleklerle tanıtmalıdır. Ancak böyle "kılı kırka yararcasına", tutkun, yorulmak, bezmek nedir bilmez bir araştırma iledir ki, Türkiye'de işçi sınıfı ile köylülüğün devrimci ilişki ve ittifakı konusu aydınlatılmış olabilir. Türkiye köylü ve işçi sınıflarının ilişkisi deyince, elbette a n l aş ı l a n ; gelecek toplumsal ayaklanma kasırgasında, bu iki sınıfın bütün Türkiye ve dünya soyguncularına ve zulmüne karşı elele ve can cana vererek çarpışıp çarpışmayacakları; özellikle Türkiye çalışkan köylülüğünün proletarya saflarında başlıca yedek güç ve fiili müttefik olarak yürüyüp yürümeyeceği sorunudur. Buraya kadar dokunduğumuz noktalar: 1- Türkiye köylülüğünün statik görünüşü; 2- Türk burjuvazisinin köylülük üzerindeki demagojisi ve bu demagojinin fiyaskosu hakkındaydı. Bu üçüncü bölümde Türkiye işçi sınıfı ile köylülüğü birleştiren ve devrimcileştiren unsur ve etkenlerin bulunup bulunmadığını araştıracağız. Şimdiye kadar söylediklerimiz, zaten bu üçüncü noktayı kendiliğinden bir mantıklı sonuç gibi ortaya memesinden ileri gelmiyor. Hayvan kıtlığına kıran getiren şey, Türkiye'de her gün biraz daha şebekesini sağlamlaştıran kapitalist toplumsal düzeninin ta kendisidir. Kemalist burjuvazinin sahneye çıktığı günden beri, bir tür "hayvan katliamı"nı gerektiren nedenler arasında en önemlileri şu ikisidir: 1- Otlaksızlık: Eski köyler, ortak köy mülkiyetinden sayılan otlak ve ormanlarda, adeta bedava denecek kadar masrafsızca bol bol hayvan yetiştirirlerdi. Kapitalist mülkiyet yöntemiyle birlikte yavaş yavaş bu orman ve otlaklar, kalınlaşan kapitalist ya da tefecilerle hisse senedi şirketler ve devlet tarafından birer birer köylerden ko parılarak, hem hayvan, hem de insan facialarına yetmiş sahneler düzenlendi. 2- Ağır vergi: Biraz bütçe zorunluluğu ve epeyce de ticaret dengesini denk getirmek zoru, çift hayvanlarına ağır vergiler koymak için Cumhuriyet burjuvazisini çılgın karşılaştırmaya atabildi. Yoksul köylülünün ineği sayılan zavallı kıl keçiden 60 kuruş vergi alınması kararlaştırılırken ünlü Türkçü ve kendisini faydalı hayvanlardan sayan bir milletvekili, namusuna saldırılmış gibi haykınyor ve bu "muzır hayvan"dan 70 kuruş alınmasını teklif ediyordu. (Millet Meclisi, 29 Haziran 931). Bu yüzden köylü, davan bir yaşını doldurmadan yok pahasına elinden çıkanyor ve yılda yüzbinlerce baş dışsatım yapılırken, köylü tarlasına dökecek gübre bile bulamıyor. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 169 çıkarmıştı. Şimdi o mantıklı sonuçlan daha somut eğilimleriyle kısa bir resmi geçit ettirmek ve büyük hedefe, toplumsal devrime olan bağlarını mümkün olduğunca gerçek ve canlı dilek ve sloganlar şeklinde kurallaştırmak gereklidir. Yarınki yakın toplumsal devrimde, Türkiye çalışkan köylülüğü, Türkiye işçi sınıfı ile beraber gelecek ve dövüşecek mi? Bu soruya yanıt vermek için, şu genel kuralları gözönüne getirmek gerekir: 1- İki sınıfın ortak bir cephe tutmaları için ortak düşmanları bulunmalıdır; 2- Bu sınıflardan her biri, bu düşmanı yok edinceye kadar dövüşmeye yılmaz ve yüzgeri etmek nedir bilmezcesine eğilimli olmalıdır. Burada sözkonusu olan Türkiye çalışkan köylülüğüdür. Onun için bu bölümde özellikle şu üç konuyu araştıracağız: 1- Türkiye işçisi ile köylüsünün düşmanları aynı mıdır? 2- Türkiye işçi ve köylüleri bu ortak düşmanlara karşı kuramsal ve eylemsel olarak, fakat özellikle örgüt ve çalışma tekniği bakımından birleşme olanaklarına sahip midirler? 3- Türkiye çalışkan köylülüğü ortak düşman ve soygunculara karşı Türkiye işçisiyle elele verebilmek olanağını devrim ve ayaklanma alanında da gerçekleştirecek olgunlukta mıdır; başka bir deyişle, bugünkü Türkiye çalışkan köylülüğü devrimci akınlar yapabilir mi? Köylü devrimci midir? Bu üç soruya yalnız olaylardan ve burjuva yayınının dediklerinden yürüyerek yanıt vermeyi deneyeceğiz. Bu yolla verilecek yanıtlar, Türk proletaryası keşif-kolunun, ajitasyon + propaganda + örgüt üçüzünde elle tutulur unsurları derlemeye yarayabilirse, konumuzu aydınlatmış sayılabiliriz. a) Ortak Düşmanlar İşçi ve köylü sınıflarının düşmanları ortak mıdır? Evet. Bu "evet"in gücünü ve doğruluğunu kavramak için yalnızca bu ortak düşmanların adlarını saymak yeter. Türkiye'de çalışkan köylülüğün kanını ve canını emen, onu iliklerine kadar soyan düşmanlar kimlerdir? Aşağıdan yukarıya sırasıyla şunlar: 1- Derebeylik artıkları; 2- Tefeci-sermaye; 3- Finanskapital; 4- Kapitalist devlet.. Bugünkü dünya tarihinin devrim kaldıracını elinde tutan ve insanın insanı soyma sistemini ilk ve son kez olarak çelikten bir azimle kökünden yıkıp yeni bir insanlık rejimi kurmakla uğraşan dünya proletarya bütününün Türkiye parçası, Türkiye işçi sınıfı için, Türkiye köylülüğünün bu dört düşmanından büyük ve öz düşman 170 YOL düşünülebilir mi? Hayır. Fakat bu genel sonucu Türkiye'nin özelliği içinde belirlemek ve...3 etmezsek, sınıf ilişkilerinin softası konumunda kalabiliriz. Türkiye çalışkan köylüsü, Türkiye işçi sınıfının bu dört başlı can düşmanına gerçekten, hiç olmazsa aynı derecede, düşman mıdır? Düşmansa bu düşmanlığın derecesi nedir? Bu düşmanlık nerelere varır? Ve proletarya keşif koluna neyi esinletir? Sırasıyla görelim. Yalnız, yukarıda kısmen işaret ettiğimiz noktaları mümkün olduğunca en kısa bir iki örnek keseceğiz; işaret etmediklerimiz üstünde biraz daha dikkatle duracağız. A. Derebeylik Artıkları: Zulmü ve Ezişi: Ortaçağın bir özelliği, o dönemde ticaret kapitalisti olarak zenginleşen öğelerin, sonra sanki toplumsal atmosferin ağır basışına dayanamıyormuş gibi, akıcı parasını toprağa yatırarak toprak beyi ve derebeyi haline geçişindedir. Bu akım Türkiye'de de, en sinik bir burjuva toplumsal düzeninin en kışkırtıcı ilkelerine ve kamçılarına karşın henüz bu para beyliğinden derebeyliğine geçiş eğilmi durmamıştır. Özellikle küçük-burjuvazinin aydın denilen takımında bu eğilim şehirlerde bile egemendir.* Bu yüzden tefeci ve bezirgan sermaye ile derebeyi ilişkilerinin nerede başlayıp nerede bittiklerini keskin sınırla çizmek güçtür. Kemalizmin canla başla uğraştığı bir alan da bu derebeyleri mütegallibeleştirmekti. Ve gördük: Mütegallibe derebeyi artığı olduğu kadar, kapitalist tohumudur da. Toprak sorunu sırasında, derebeylik ile derebeyi artıklarının canlı örneklerini, bizzat Kemalizme yaltaklanan burjuva yazıcılarının ağzından dinlemiştik. Bu örnekler yalnız Doğu illerine özgü değildir. Burjuva yayınının "impermeable" (su geçirmez) mahkeme duvarından arasıra nasılsa sızan tek tük haberler, yeni yeni türeyen tarım kapitalistleriyle ekonomik ve ticari sermayenin köy ağaları ile olan savaşımından yansıyan sesler, bize derebeyi artıklarının bütün, Doğu ve Batı Türkiye'sinin köylerinde henüz egemen bir sistem olduğunu yeterli derecede tarafsızlıkla uyarır. Örneğin Milliyet'in son yıllarda Batı illerinin en uygar şehir 3. Bir kelime okunamadı. * Bir akşam gazetesi hesap ediyor: İstanbul'da 1931 ve 1932'de 300 apartman yapılmış; her biri 50 bin liradan, iki yılda istanbul'da rantla tıkınmak üzere 27 milyon Türk lirası taşa toprağa yatırılmış! Küçük-burjuva yapılı burjuva yaprağı "İster inan, ister inanma" diyor (Son Posta, 24.11.1932). Bu rakamın anlamı, Türkiye'de varolan büyük sermaye toplamının 50 milyona varmadığı hatırlanıldığı zaman daha iyi anlaşılır. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 171 çevrelerindeki köylerinde eşekle seyahat eden bir gezginci yazıcısı, hemen her köyde şöyle bir tatlı hatıra belirtiyor: "Misafirlik: Hüseyin Ağa bu köyün ileri gelenlerindendir ve Mücadele'de çok hizmeti geçmiştir. Buraya gelenler Hüseyin Ağanın hanesinde misafir edilerek ağırlanırlar. Ben hayvandan inerken Hüseyin Ağa elinde bir sülün avı olduğu halde koşarak yanıma geldi ve teşrif edeceğinizi önceden haber almıştım da çocukları ava göndermiştim.. Neyse bir sülün vurmuşlar, dedi. Ve beni konağına götürerek dinlenmemi sağladı."4 İşte yazıcının "22 hane ve 50 nüfusluk mutlu bir köy" dediği yerde bile "konağı" olan ve her gelen önemli adama "i'zaz ve ikram"da bulunan bir "ağa" vardır. Ve bu ağa köyün başı olduğu için, gören gözü, işiten kulağıdır da. Onun bilgisi dışında köyde kuş bile uçmaz. Nahiye müdürü ve karakol komutanı onun sağ ve sol eli durumundadır. Bir gün köye uğrayacak olan gelişigüzel bir gazeteci parçasını bile önceden haber alır ve ona göre tedbirli bulunur. Bu derebeyi artığı "ağa"lar, köyün dış ve iç ilişkilerinde, köylünün üzerinde her biçim ve araçla egemendirler. Derebeylik artıklarının köydeki egemenliğini kavramak için, ağanın şu dört alandaki gücüne birer örnekçik sunmak yeter: Toprak-üretim-değişim-işgücü.. 1- Ağa toprağa egemendir: Köyde siyasal gücü emrinde tutan ağanın kendine özgü biçim ve araçlarla hoşuna giden toprak ve mülkleri nasıl ele geçirmeyi bildiğini ve hattâ burjuva adaletinin yardımıyla köylüleri birbirine kırdırarak nasıl mülklerinden ettiğini ve kendine kul yaptığını az çok biliyoruz. Burada yalnızca, nasıl hattâ "Büyük Millet Meclisi"ne, "Bakanlar Kurulu" yani "Hükümet"e, ve sonunda "Cumhuriyet Adaleti"ne karşın, derebeylik artıklarının köylüye ait toprakları benimseyebildiğine, yine burjuva yayınından bir örnek: "l 807'de Ilgın ilçesinin lhsaniye köyüne yerleştirilen göçmenlere hükümet bir miktar toprak vermişti. Çukur olan bu toprak zaman aşımıyla sağlığa zarar verecek bir biçimde zararlı ve kokmuş bir hal almıştı. Köylü hem sağlıklarını korumak, hem de toprağını kurtarmak için bu bataklığı kurutmaya girişmişti, ti Yönetim Kurulu bu hakkı köylüye vermişti. Bataklığın kuruyan kısımları oldukça verimliydi. Kavun, karpuz ve diğer ürün çok güzel yetişiyordu. "Fakat bir süre sonra Beşareli bir kişi bu verimli toprağın, bu bataklığın kurutma hakkını her nasılsa(!) üstüne almıştı. "Beşareli'nin bu işlemi, Büyük Millet Meclisi'nin 20 Mart 1929 tarihli 4. Ragıp Kemal: "Muhabir Mektupları", Milliyet, 2.5.1932. 172 YOL lıir kararıyla ortadan kaldırılmış, toprak yine asıl sahipleri olan köylüye geri verilmişti. Köylü aralıksız çalışıyordu. Bugün burada bataklıktan eser kalmamıştır. GUI gülistan güzel bir bahçe oluşmuştur. "Büyük Millet Meclisinin kararına karşın Beşareli kişi bir gün arazinin üstüne bir domuz şeddi yaptırmıştı. Topraktan yapılan bu set toprak şekilleri ile yıkılıp gitmişti. Bu setin köylüler tarafından yıkıldığını ileri sürerek dava açan Beşareli davasında da başarılı olamadı. Cumhuriyet adaleti isteğini kabul etmedi. (Siz artık herifin vazgeçeceğim sanırsınız değil mi? Hayır, tersine.) Fakat bütün bu hikayelerden sonra (diye, şikayetçi, sözünü bitiriyor) Beşareli kişi bu araziyi mülk edinmek üzeredir. (Nasıl diye şaşacaksınız... Kolay:) Çünkü köylüler bu araziyi bu kişiye bırakmak durumunda kalmıştır... "İlgın ilçesinin Ihsaniye köyü halkından."5 Bu satırlara ekleyecek neyimiz kalıyor? Yalnız dikkat edin, şikayetçi köylü imzasını bile atamıyor. Korkuyor! Kimden? "Beşareli kişi"den! Ve bu korku tam bir yüzyılla bir çeyrek yüzyıldan (125 yıldan: 1807'den) beri aynen devam ediyor... 2- Ağa üretime ve iş araçlarına egemendir: Ziraat Bankası tefeciliği sistemleştirmek yoluyla köy üretimine başlı başına egemen olmak için istediği kadar tefecilerle sarmaş dolaş olsun ve yırtınsın dursun.. Köylüyü en sonunda ağanın kucağına atmaktan ve hattâ -"ister inan, ister inanma"köylüye ağayı aratmaktan başka bir sonuca varamamaktadır. Niçin? Bunu bizzat burjuvaziden öğrenelim. Cumhuriyet gazetesi 1931 yılının birinci mevsimi sonunda Ziraat Bankası hakkında bir anket açmıştı. Bu anketten şunları öğreniyoruz: "Çiftçilerimizin hemen %95'inin sermayesi yalnız arazisidir. Çift hayvanatından en küçük tarım malzemesine kadar hepsini Bankadan alacağı para ile sağlar. "6 Fakat sağlamasa da olur; dikkat edelim, önce bu "sağlar" diyen kişi "zürra" yani "agrarien" (kalın çiftçi)dir ve kendi ad ve hesabına söylüyor. Halbuki Ziraat Bankası, bu %95 köyü ancak "Şer'i zekat" yöntemince kırkta birine bile zor ödünç verecek kadar sermayelidir. Ziraat Bankası'nm sermayesinden 18-20 milyon kullanılır. (Aynı Derviş'in ifadesi). Zürra (koca çiftçi: tarım kapitalisti) takımı banka sermayesinin beş katı olmasını, 100 milyona çıkarılmasını istiyor. Fakat, bu ancak kendi topluluğunun gereksinimi için yetecek bir orandır. Bütün köylülüğe pay5. Son Posta, 1.9.1932. 6. Zürra Derviş Konya Ereğlisinden: Ziraat Bankası anketi, Cumhuriyet, 10.3.1931. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 173 laştırılsa, bir zamanki padişahın bir dilenciye dediği gibi, herkese bir pul bile zor düşer. Bunu da yine ankete verilmiş yanıtlardan çıkaralım. Bir başkası: "Köylümüz büyük çiftçisi çok yoksul; borçludur. Türkiye'de de bir tek Ziraat Bankası vardır. Bu bankanın bir ilçeye rastlayan 20 ile 50 bin lira sermayesi değil bir ilçenin, bir köyün bile gereksinimini karşılayacak derecede değildir. Nitekim Trabzon'un bir kazası olan Yomra dahilinde 10 kadar kooperatif oluşmuş, Ziraat Bankası'ndan 180 bin liradan fazla bir yardım görmemiştir ."7 Sonuç: En azıyla hareket edelim. Bir köye 20 bin lira hesap edilirse, Ziraat Bankası'nm 20 milyon sermayesi ancak 1000 köyün gereksinimine yeter. Türkiye'de 40.253 köy bulunduğuna göre, ...8 Türkiye Ziraat Bankası, köylünün ancak kırkta bir gereksinimine karşılıktır. Peki ya geri kalanların ihtiyacı? Madem ki Türkiye köylüsünün %95'inin topraktan başka hiçbir iş aracı yoktur ve bu %95'in, kırkta birden, ancak 2,5 kişisi Ziraat Bankası'ndan yardım alıyor, öteki 92,5 kişi kime kalıyor? Ağalara ve tefecilere.. Ağalar, derebeylik artığı olan üretim ilişkilerini nasıl sürdürüyorlar? Şöyle: "Örneğin, herhangi bir kasabanın ağaları o kasabaya bağlı köyler halkını kendilerine bağlayarak, Ziraat Bankası'nm göstermediği bir kolaylıkla, hiçbir güvenceye gerek görmeden tohum parası verir ve ekime bağlı maddeleri yetişecek ürünle değiştirmeye razı olurlar. Bu bekleme zamanı için yüksek bir kâr eklediği kesindir. Yaz kış demeyip gün doğmadan, gün batıncaya kadar çalışan zavallı çiftçimiz borçlandığı parayı ödemek için malını ucuzca satmaya mecbur oluyor.'"* Bir, Kütahyalı, Ziraat Bankası'nın, ağalar kadar olmadığın ve niçin o- lamadığını şöyle anlatıyor: "Banka birçok yönlerden dünkü köy ağasının yerini tamamıyla tutmalıdır. Köy ağası tohum verir, çift verir, tarla verir, güç parası verir ve bunların işini bilenleri sürüme, ekime, biçime kadar her işte nezaret eder."10 3- Ağa değiş-tokuşa egemen: Üretime egemen olan ağanın değiştokuşa egemen olması kendiliğinden çıkan ve anlaşılan mantıksal bir sonuçtur. Bu sonucu Kuzguncuklu Hakkı da pekala bildiriyordu: Ağanın verdiği iş araçlarına karşılık "bekleme zamanı için yüksek bir kar eklediği 7. Osman Cudi, Trabzon, Cumhuriyet, 31.3.1931. 8. Bir kelime okunamadı. 9. Hakkı, Kuzguncuk, Cumhuriyet, 16.3.1931. 10. Halil Kadri, Kütahya, Cumhuriyet, 18.3.1931. 174 YOL kesindir. Yaz kış demeyip gün doğmadan, gün batımına kadar çalışan zavallı çiftçimiz borçlandığı parayı ödcımk için malını ucuza satmaya zorunlu oluyor." Satmak, ucuza, yok pahasına sattırmak konusunda zor gücü yerinde olan ağa, sattırmamak ve hattâ köylünün ürünlerini ambarlarda çürütmek ve yakacak haline getirmek konusunda da ezici güç sahibidir. Mali-ticari sermayenin söz sahipliğini Milliyet sütunlarında yapan Ragıp Kemal, Edirne'deki (Doğu ya da Orta Anadolu'da değil) inceleme gezisinin notlarını, "Amerikan Eksport Tombakko"nun şu "timsah gözyaşları" ile taçlandırıyor: "Zürraın (Bizde henüz "agrarien" ile "paysan" birbirine karıştırılır durur. Fakat buradaki "zürra" şüphesiz çalışkan köylüden başkası değildir. Çünkü tarım burjuvazisi ağanın arkasında kolay kolay yürümüyor artık..) önüne düşen ve asalak geçinen bazı köy ağaları tütün şirketi temsilcilerini (Ki Ragıp Kemal bey de bu temsilcilerin temsilcisidir, tabii, köylünün değil..) ayaklarına kadar getirmek ve onlardan komisyon almak girişiminde bulunduklarından dolayı tütünlerin ambarlara zamanında gelmesini geciktirmektedir. Tülün şirketleriyse bu gibi tekliflere yanaşmayarak ve arada hiçbir aracı tanımayarak tütünlerin ambarlara getirilmesini ve doğrudan doğruya köylülerle ilişkiye geçerek ambarda satın alınmasını istiyorlar. Ağaların bu gibi inat ve ısrarlarından dolayı burada en iyi tütün çıkaran Arbaç köyünde 18.000 kilo tütün bozulmuştur. Bu köye 15.000 lira girecekken bu ağaların yüzünden 15 lira girmemiştir."11 Atalar söyler: "At teper, eşek teper, arada olan kuzu gibi köylüye olur." Derebeylik artıkları finans-kapital ile fazla-ürünü (köylünün kanını ve iliğini) emek hırsıyla çifteleşirken olan çalışkan köylüye olur.. 15.000 lira bekleyen köylü 15 lira bulamaz. Suç kimde? Tabii ne şirkette, ne ağada, Türkiye çalışkan köylülüğünün soyguncular karşısında elini kolunu bukağılayan Kemalist burjuvazinin faşist sermayedar sisteminde diyeceksiniz... Hayır: "Zürra haksızdır!" Şaşmayın, aynı burjuva "muhabir"i, yukarıda anlattığı hikayeyi çarçabuk, inanılmaz bir utanma kaygusuzluğû ile hemen unutuverir ve aynı satırların altına, bu "zürra haksızdır" başlığı altında şu satırları ekler!: "Burada zürradan bir kısmı tütünlerini pek fena işlemekledirler. Yüzlerce denk tütünün basıldığını ya da yandığını ve bunlardan ancak birkaç tanesi nin sağlam çıktığını tüccarların defterlerini inceleyerek anladım Tütün şirketleri buradaki tütünlerin hepsini satın almak için emir aldıktan halde 11. Ragıp Kemal: Edirne'den Muhabir MÜTTEFİK:KÖYLÜ 175 yazık ki tütünleri gübre halinde bulmaktadırlar. Ve bunları satarak ve gazyağı dökerek yakmaktadırlar! Bu yolla (67.000) kilo tütün yakılmıştır."12 Burjuva yazarı, bizzat köylülerin kendilerinden değil, "tüccarların defterlerinden inceleyerek" anlıyor ki "zürra (köylü) haksızdır." Çünkü "yüzlerce denk tütünün basıldığını ya da yandığını", "ağaların bu gibi inat ve ısrarlarından dolayı" meydana gelmiş bir tuhaflık değil, çarçabuk "zürraın bir kısmı"nın "tütünlerini pek fena işlemekte" olmalarının sonucu sayıyor. Ve şirketlerin, para vererek "gübre halinde" tütünleri satın aldıktan sonra, bütün bu gübreleri "gazyağı dökerek yakmak" yoluyla maytap oynamaktan zevk alacaklarına dair bir masalla develeri güldürmeye özeniyor.. Ne gerek, eğer şirketlerde öyle gazyağıyla yakacak kadar fazla para olsaydı, o paraları tütün haline değiş-tokuş etmeden ve uzak şehir ve köylere yorulmaksızın, İstanbul'un bir lüks meyhanesinde daha parlak şekilde alevlendirebilmezler miydi? 4- Ağa işgücüne egemen: Şehir beyefendilerinin "ağalık" hikayeleri, günlük ve ...13 her çeşit burjuva yapraklarını doldurur: Bir hizmetçi efendisini bırakıp kaçtı mıydı, mutlaka değerli bir gerdanlık, bir elmas yüzük, birkaç yüz lirayı da birlikte aşırmıştır! Kapitalizmin kültür kaleleri olan şehirlerin ortasındaki bu eşkiyalıkların, köylerde hatır ve hayale sığmazcasına daha şiddetli ve sık olacağını kestirmek güç değildir. Yalnız köyde, ağasını bırakıp kaçanlar, öyle şehirdekiler gibi "giran-baha" (değerli) şeyleri değil, örneğin gerdanlık yerine bir...14, yüzük yerine bir katır kolanı, lira yerine bir çift eski yemeni çalar kaçarlar. O zaman şehir polisinden hiç aşağı kalmayan köy jandarması, cumhuriyet adaleti ile elele verir ve yıllarca beş para ücretsiz işletilip soyulmaktan el aman deyip kaçan biçareyi, eğer ağasının malikanesinde kapitalist özgürlüğün çağdaş toprakbendi haline dönmeye razı olmazsa, eşitlikçi adaletin zindanında zincirbentliğe mahkûm eder. Köy gücünün talihi daima bu iki şıktan biridir. Eğer ağa, işi bu kadar kurnazca yoluna koymayı bekleyecek kadar sinirlerine hakim değilse, her toprakbendin sonunu, falan burjuva gazetesinin en sapa bir sayfasında, "Memleket Haberleri" sütununun köşeciğinde, büyük bir soğukkanlılıkla, şu iki buçuk satırcığa sıkıştırılmış buluruz: "İzmir'de bir cinayet: Bu sabah saat yedide Çiğli bölgesinde Aslan isminde bir çiftlik beyi vaktiyle çiftliğinde çalışmış olan rençber Adem'i dört kurşunla öldürmüştür. Cinayetin nedeni Adem'in önce çiftlikte çalışırken 12. Ragıp Kemal: a.g.e., Milliyet, 4.6.1932. 13. Bir kelime okunamadı. 14. Birkaç kelime okunamadı. YOl, 176 birdenbire işini bırakarak çekilmesi ve çiftlik sahibinin bu defa kendisiyle karşılaştığı, zaman hiddetine hakim olamamasıdır15. İşte, Türk kapitalist medeniyetinin cennetinde, hala Afrika ormanlarından farksızcasına, bıçaıe "Adem" oğullarını "Aslan"lar böyle parçalar parçalar.. Yalnız, şu farkla ki, burjuva cumhuriyetinin "AS" I , R "Adem" karşısına çıkmak küstahlığında bulunmak cesaretini gösterdiği zaman "hiddetine hakim" olamayınca, pençelerini ve dişlerini değil, tabancasını kullanıyor. İstanbul kahvelerinde sağlamca çakılara (silahlar yasak) diye el koyan ve :"Menemen, 26(H.M.) -Dün Menemen'in ( E m i r a l e m ) köyünde 14 tabanca ile 6 mavzer bulunmuş" gibiı kısa haberlerle, köylü halkı tamamıyla silahsız bırakmak için her gün Doğu ve Batı köylerinde işkenceli silah araştırmalarından örnek veren Türk Kemalist burjuvazisi, ortaçağ artığı "Aslan"larını böyle silahlı gezdirir. Hatta, yalnız "Aslan'ların kendileri değil, "köpek"lerini bile; hem de ya lnız çifte falan değil, şiddetle yasak olması gereken "mavzer" gibi savaş silahlarıyla yaşatır. Bu sözümüzün örneğini de, yine bir zavallı "Adem'in, yarıcı işgücü olan bir başka "Adem'in başına gelenden öğrenelim: "Ödemiş'le Toryanlı çiftliğinin sahibi Mustafa Efendi çiftliği yöneten ortakçısı Adem Efendiden alacağını toplamak üzere kendi adanlarından (Ağanın silahlı köpeklerinden!) Murat ve Hüsnü isminde iki kişiyi çi/tliğe göndermiş ve parayı mutlaka toplamalarını da kendilerine sıkı sıkıya tembih etmiş. Bu iki adam çiftliğe giderek Adem Efendiden parayı istemişler ve alamayacaklarını anlamışlardır. Bunun üzerine Murat, elindeki çifte tüfeği ile Adem Efendiyi öldürmüştür. Hüsnü de, kavgaya karışan, ölen Adem Efendinin eşinin üzerine atılarak boynundaki beş allın lirayı almış ve mavzerle zavallı kadını kolundan ağır suretle yaralamıştır."16 Bu gibi hallerin "ülkede bir anarşi yaratmak istemesinden", yani "rençber" yada "ortak" yani yarı-toprakbent işgücü ve yoksul köylü "Adem"lerin de bir gün canına tak deyip karşılık vermeye kalkışmasından korkan burjuva yazıcısı, köy ağalarına, adeta: "Maşa dururken, niye ateşi elle tutarsınız, behey gaafiller!" dercesine ve kapitalist (toplumsal düzenin) soygun yollarının rahatlık ve sağlığı adına haykırarak, şu uyarıda bulunuyor: "Herhangi bir kişi ne kadar açık bir şekilde hak sahibi olsa da kendi alacağını kendi gücüyle toplayamaz!" 15. Cumhuriyet, 6.8.1931 16. Cumhuriyet, 19.10.1931 MÜTTEFİK: KÖYLÜ 177 Yani, bu kadar jandarma, polis ve askeri ne güne besliyoruz? Halkı, burjuva devlet aygıtı aracılığıyla, yine halktan toplanmış adamlarla ezmek için.. A, ağalarım, kendi sınıfsal zulmünüzü böyle apaçık meydana vurmak akıllı bir iş değil. Türkiye'yi "çelişkisiz toplum" haline sokan burjuva adaleti "nelere kaadir değil..." Sonra ekliyor: "Bizde ise alacağını kendi zor bazusuna, kendi gücüne güvenerek borçlusunu yolda çevirenler, dövenler ve bir topluluk huzurunda onun şerefini ayak altına alanlar, almak isteyenler, hattâ öldürmek isteyenler ve öldürenler de vardır."17 Demek, Türkiye'de: "zor bazusu" ile yol çeviren + döven + söven + öldürenler = derebey artıkları var.. Tamam biz de bunu söyledik.. Başka bir şey demiyoruz. B. Tefeci Sermaye: Kemalist burjuvazinin güçlenmesi, bir kelimeyle tefeciliğin o kadar güçlenmesi oldu ki, burjuva yayınında bile, hele büyük bunalım yıllarında, adeta küçük mülkiyetlerin, geri mülkiyetlerin dehşetli parçalanış faciasından yansıyan yeni bir edebiyat doğmak üzeredir.* Tefeciliğin bugünkü dehşet ve gücünü bulmasında Kemalist 17. Cumhuriyet, 19.10.1931. * Fikirler dergisinde Asım İsmet isminde birisi yazıyor: "Toplumun tenyesi olan faizci tenye gibi birinci derecede kimliğini gizlemeye çalışır. Çünkü ayıplı işler yapar, onun için gizli yaşar. Dayanıksız ve toplum olarak zayıflamaya yüz tutmuş çevre onun bağlılık saltanat yeridir. Duyarsızdır; yere serdiği insan ıstırabı, yıktığı ailelerin yalvarması ve yetimlerin gözyaşı karşısında hiçbir üzüntü duymaz." İsmet: "Burada faizci" diye eklemeye gerek görüyor; "yasadışı iş yapan faizci ve tefeciler anlatılmak istenmiştir." Fakat, az önce yasadışı saydığı tefeciliğin, biraz aşağıda, Kemalist Türk burjuvazisinin örümcek ağı gibi yıllardan beri kurduğu kapitalist yasaları sayesinde yaşadığını şu halde tefeciliğin bugünkü kapitalisti yasalarının en doğal sonucu olduğunu, çelişki kaygusu nedir bilmeksizin hemencecik anlatıyor: "Ahlaksal bilinç görüşünden köpekten bin defa daha adi ve sefildir. Çünkü hiçbir köpeğin -kuduz dışında- ekmeğini yediği insanı ısırdığı duyulmuş değildir. Tefeci, hayatını borçlu olduğu yasayı çiğner ve içinde yaşadığı topluma her zaman kötülük eder. (a.b.ç.)" Daha aşağıda: "Tebessüm taşıyan maskeli yüzü, yardım emeliyle hareket ettiği düşüncesini telkin eden sözleri, çekingen tavrı, ve gücünü sezdiren hikayeleri, çevresinde dolaştırdığı araçları (a.b.ç.) ile, avını gördüğü zaman onu burnundan yakalamak isteyen ve onun için başka başka hareketler yapan kurt gibi amacını gizlemeye çalışır."..18 genel olarak sermayenin şu güzel betimlemesi gelir: "Onun dini erdemsizlik, amacı çıkar, düşüncesi sömürme, üstünlüğü duygusuzluktur. Yalnız yemek için yaşar, onun için hayvan gibidir. Hayatın bütün değerini paradan ibaret sanır; onun için öğrenim ve mevkii ne olursa olsun bilgisiz ve anormaldir.(!) Kelimelerin anlatamayacağı kadar bayağı ve iğrençtir." (Şon Posta, 3.11.1932) 18. Bir kelime okunamadı. 178 YOL burjuvazinin gösterdiği hizmet ve yararlık benzersizdir. Eskiden tefecilik daha çok Türk ve müslüman olmayan, yabancı sayılan öğelerin elindeydi. Ve bu öğeler, Islami ilişkilerin baskısı ve zaman zaman yinelenen derebeyi mülksüzleştirmelerinin sürekli sarsıntıları içinde, bugünkü (hayırlı halefleri kadar sakınmasız ve işitilmedik oranlara kolay kolay varamamışlardı. Türk Ocakları'nın tefeciliği uluslaştırmak konusundaki gayretinden sonra, Türk burjuvazisinin rakipsiz iktidar mevkii olan laik Kemalizm döneminde tefecilik yeni yasa ve önlemlerin gölgesinde aldı yürüdü. Küçük-burjuva naralı burjuva basını bile bunun farkındadır: "Eski rejim yıllarında, Türk toplumunda faizciliği, daha çok, yabancı renk taşıyan kişiler yapardı. Bunlar gittikten sonra, onların kimliğinde yetişmiş kişiler yapmaya başladı. Bunlar her sınıf rengini taşıyan, bencil ve anormal yaratıklardır.,"19 "Tefeci, girişimci köylü ile birlikte sahneye çıkmış ve onun sermaye gereksiniminden yüksek faizlerle kabarmış olan asalak bir toplumsal ekonomi süjesidir." 20 Bu iki ufak tanıklıktan kolayca anlaşıldığına göre, tefeciliğin bugünkü yaygaraları kopartan yokedici dehşeti Kcmalizmin tarihiyle atbaşı gidiyor. Yeni "rejim" ve "girişimci köylü" sözleri Kemalizm devridir. Onun için tefecilik de Kemalizmin "göbek adı"dır. Tuhaf! Kemalizm döneminde bir Murabaha Nizamnamesi var. Bunda ödüncün faizi, eğer hiçbir şey kararlaştırılmamışsa %5, kararlaştırılmışsa %9'dur. Bu Kemalizmin yasası değil midir? Evet yasasıdır. Fakal, genellikle burjuva yasalarından daha esnek ve özellikle sinmiş Kemalizm burjuvazisinden daha "fevk-al-kanun" (kanunlar üstü) (Eskişehir Nutku) ne vardır? Burjuva yasası faizi yılda en çok %9 olarak belirlediği halde, kapitalist rejim en resmi ve açıkça maliye kuruluşlarında bile, binhir hile ile bunu %12 ya da %15'e, halk için bu oranın da birkaç katına mükemmeldi ve kolaylıkla çıkarabilir. Bu gerçeği bizzat Kemalizmin söz sahibi basını söylesin: "Şimdi yürürlükte olan Murabaha Nizamnamesi gereğince düzenli faiz % 9 olarak belirlendiği halde ülkemizde faizin çok yüksek bir dereceyi bulması, hükümeti bu sorunu kökünden çözmeye yöneltmiştir "" Daha aşağıda: "Bu kuruluşlar ("borç verme işleriyle uğraşan kuruluşlar") içinde alınacak faizin ortalama sınırını bile belirleyeni yoktur. Faiz çok defa güvenceli ve 19. Asım İsmet: A.g.e., 20. İ. Hüsrev: "Türkiye Köy İktisadiyatında Borçlanma Şekilleri," Kadro, No:3, 31 32. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 179 güvencesiz olmasına göre, önemli farklar göstermektedir. Hele güvencesizlerde bu iş alacaklıların insafına kalmış gibidir." Bu insafa örnek: "Alacağı maaşı üç ay için yarı yarıya kırdıran yetimler dullar az değildir. Kişiler arasında yapılan ödünç almalarda alınan faiz, ayda %5'ten %10'a kadar değişmektedir." 22 Hükümetin "bu sorunu kökünden çözmek" için ne yaptığı bir yana dursun. Çünkü burjuva hükümetinin, bu yazıdan birkaç yıl sonra faizciler hakkında çıkardığı yeni talimatnameye soktuğu yeni madde, faizcilikle uğraşanların küçük sermayeli değil, büyücek sermayeli bulunması koşulundan başka bir şey olmadı. Yani hükümet tefeciliği biraz daha büyük ölçüye soktu. Bu ayar önlemleri bir yana bırakıp da, İstanbul gibi bir merkezde yapılan tefeciliğe bakarsak, orada faiz üç ayda %50, yani yılda (Ey %9 yasası neredesin?) %200'dür; ya da ayda %5-10 olduğuna göre yılda %60-120'dir! Demek burjuvazinin bütün yasalarına karşın tefecilik, ıssız köylerde değil, büyük ekonomi merkezlerinde bile ortalığı kasıp kavuruyor. Fakat! Sakın bu durum bir aksaklık, bir kaza ve kötü rastlantı olmasın? Bakalım bu işte Kemalizmin ve burjuvacıkların bir suçları var mı? Ne yapsınlar, onlar işte oldukça insancıl ve insaflı faiz nizamnameleri ve yasaları yapıyorlar; ama, gelgelelim, şu körolasıca "tenye" suratlı, "köpek"ten aşağı "cahil", "asalak", "anormal" v.b. (Burada beğendiğiniz kadar küfredebilmekte serbestsiniz!) faizci-murabahacı-tefeci hınzırları lâftan anlarlar mı? Bir köylü ya da küçük-burjuva anarşisinde gericilik var diye 40 kişiyi birden ipe çeken Kemalizm ise, "toplum için gericiden daha tehlikeli, daha çok zararlı"23 olan tefecilerin kılına dokunamayacak kadar yufka yüreklidir! İşte Kadro demagoglarından, Fikirler dergisi çığırtkanlarına, "dönekzade fırıldak" denen Hizmet gazetesinden, en bağlı ve ortodoks Kemalist Milliyet ve Cumhuriyet kullarına kadar bütün burjuva kalem uşaklarının bir telden çaldıkları nağme budur: "Tefecilikte Kemalizmin kusuru yoktur; hattâ Kemalizm tefecilikle mücadele bile eder; tefecilik bir belirtidir, bir hastalıktır!.." Ve sermayenin bütün kuyruk-yalayıcıları, bu nağmeyi tiz ya da pes perdeden öttükten sonra, maskaralıklarından umulmayan bir ciddiyeti genelev reklamlarının afişleri gibi suratlarına asarak, rengarenk iddialar ve çareler, teşhisler ve tedaviler doğururlar.. Tefecilik 21. Milliyet, 9.3. 1930. 22. Milliyet, 9.3.1930. 23. Asım İsmet: Cemiyeti Kemiren Mikrop", Fikirler. 180 YOL madem ki Kemalizmden ve Türkiye kapitalist toplumsal düzeninden ayrı, bambaşka, hattâ bu rejime karşı (tıpkı Serbest Fırka'nın Halk Partisi'ne "karşı" olduğu gibi, "karşı"!) bir "maraz"dır; o halde Kemalizm içinde ve Kemalizm aracılığıyla (Türkiye kapitalizmi içinde ve Türkiye kapitalizmi aracılığıyla) bu derde deva bulmak mümkündür! İşte, özellikle bu son sonuca varmış olmak içindir ki, bugünkü Türkiye kapitalist ilişkileri içinde tefeciliği gereksiz, ikinci derecede ve mukaddes-mübarek kapitalizme karışı bir şeymiş, hele, hiç de kapitalist ilişkilerinin temel öz yasalarından sızıp çıkmıyormuş gibi gösterme eğilimi bütün burjuva demagoglarının en çok havladıkları konu olmuştur. Bu demagoji örneklerini bir daha yineleyelim: a) Birinci derecede demagojiye örnek (Kadro): "Tefeci müteşebbis (yani sermayedar) köylü ile birlikte sahneye çıkmış" diyerek, önce tefeciliği Kemalizme bir güzel mal ettikten sonra, diyor ki: "Onun sermaye gereksiniminden yüksek faizlerle kabaran parazit (a.b.ç.) bir toplumsal ekonomi süjesidir."24 Ve Kadrocu demagoglar, isterik bir jestle tefeciliğe "parazit" balgamını yapıştırmakla, yaladıkları kuyruğu, kapitalist toplumsal düzenini temize çıkarmış kadar "devrimci" bir açıklama yaptıklarını sanırlar. Halbuki Kemalizmin bu adsız kahramanı "tefeci" kimdir? O tıpkı ismi var cismi yok şeytan ya da allah gibi bir şey mi ki, maddesinden, etinden, kemiğinden hiçbir kelimecik olsun söz edilmediği halde, durmadan "hayrından ve şerrinden" konuşuluyor? Türkiye kapitalist düzeni içinde herhalde toplumsal sınıf ve zümreler dışında ve insandan başka tefeci adlı bir madde yok.. Tefeci de, gene ya sen, ya ben, ya o, ya biz, ya siz, ya onlardır.. Şu halde kimdir? İşte konuyu böyle açık koyarsak görürüz ki, tefeci ya zeytin bahçeciklerini haraca bağlayan fabrikatör, ya köylüye bir verip beş yazan manifaturacı, ya birçok köyü kendine sözünü geçireceği bölge yapan fındık tüccarı, ya da devletin gücünü Acem kılıcı, nalıncı keseri gibi kullanarak toprak sahibi haline gelen serbest meslek erbabı.. Bir kelimeyle, tefeci ne orta ve yoksul köylü, ne işçi değil: 1- Bezirgan-tüccar-sanayici vb. kategorilerine ayrılan ve kadrocuların bol bol kuyruklarını yaladığı "haşmetlu kapitalistler sınıfı": 2- Köylünün kan ve can pazarlığında birkaç uşağını efendileştiren ve Kadrocuların bol bol meddahlığını, apolojisini 24.İ.Hüsrev: "Türkiye Köy İktisadiyatında Borçlanma Şekilleri", Kadro, No:3, s.31-32. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 181 yaptıkları (merhametli) kapitalist devleti".. Kısaca Kemalist burjuvazinin kendisidir. Şu halde demagoglar kimin evini soruyorlar? Tefeci asalettir. İnandık! Fakat, ey büyücü şarlatanlık, tuhaf softalar gibi bindiğin dalı kesmekte olduğunun hiç mi farkında değilsin? Asalak tefecidir demek asalak bezirgandır, asalak tüccardır, sanayicidir, kapitalist sınıfıdır, kapitalist devletdir ve nihayet asalak bütün bu asalaklığı "ideoloji ve demagoji"leştirme için yapmadık saçmalık bırakmayan sensin., demek değil midir? "Köy üreticisinin ödeme gücünü ve vergi ödeme iktidarını gittikçe eriten ekonomik bir hastalık halini almıştır."7-5 Kaldır ayağını, üzerine bastın: Sen, ey! Marksizmin gücünü demagoji borsasında vurgunculuk vesilesi yapan ayar sikofant, bu "ekonomik hastalık halini" alanın tefecilik olduğunu söylerken, maddece tarihte sermayenin doğuş öyküsünden hiçbir sözcük hatırlamıyor musun? Bu kadarcığı bilmen gerekmez mi ki, bu "ekonomik hastalık" dünyanın her yerinde "kapitalist toplumsal düzeni" denilen ucubeyi enikler? Ve sen bu doğuşun en sinik alkışlayıcısısın? Ve eğer tarihsel maddecilik yönteminde toplumsal olayları böyle hissiyat parçalayan doğa olaylarının terimleriyle ifade etmek caiz olsaydı, bugün içinde bulunduğumuz emperyalizm döneminde, yalnız tefecilik değil, tekmil kapitalizm, artık tahammül edilmez bir "asalak", sökülüp atılacak "ekonomik bir hastalık", operasyon bekleyen bir kangrendir.. Bunları elbet az çok bilirsin. Fakat, sen sanatını o yavuz hırsızlardan öğrendin ki: Yangından mal kaçırırken, "tutun hırsızı!" diye, birisini kovalanmış gibi yaparak sıvışmaya çabalarlar.. Boşuna, kaçamazsın.. b) İkinci derecede demagojiye örnek: "Bunlar (faizciler), her sınıf rengini taşıyan, bencil ve anormal mahluklardır." Bu, birinci derece demagojinin biraz daha sulandırılmış ve çiy renklerle boyanmış toyca yorumundan başka nedir? Yalnız, Fikirler dergisi, bütün bu toyluğu sayesinde, Kadro'nun dili altında duran bir gerçeği, bir olayı, daha gerçekçi bir şekilde açığa vuruyor: "Faizciler"in "her sınıf rengini" taşıdıklarını söylüyor. Şüphesiz bu "her sınıf", biricik kapitalist sınıfının "her zümresi" demektir. Yoksa tabii, çalışkan köylü ile işçi sınıfının faizci olacakları en geniş hayale sığmaz. Bu tatlısu küçük-burjuva radikalleri, bir an için Kadroculardan daha içten oluverince, Kadrocuları o kadar ıkındırıp sıkındıran "kabızlık" vez25. I. Hüsrev: "Türkiye Köy iktisadiyatında Toprak Rantı", Kadro, No: 4, s. 14. 182 YOL nindeki "devrim" palavrasının da, ne kepaze bir maske olduğunu ağızlarından kaçınveriyorlar. Fikirler dergisindeki makalenin son satırları şunlardır: "Çünkü faizci, toplum için, gericiler daha tehlikeli, daha çok zararlıdır. O, bazen devrimci ve toplumcu (a.b.ç.) göründüğü halde bile yine toplumun kanını içmekle yaşar." Hay, gidi "devrimciler, "toplum için gericilerden daha tehlikeli, daha çok zararlı" "devrimci"ler, hay!.. Peki, bütün bunlar bilindiği halde, Türk burjuvazisinin fikir kalpazanları niçin bu kadar tefeciliğin karşısındaymış gibi görünüyorlar? İki nedenden: 1- Geniş halk tabakaları arasında kapitalist toplumsal düzeni denilen soygun ve çapul düzenine karşı duyulan kini ve öcü, tefeci diye kuruntu haline getiren biçimsiz bir kategoriye aktarmak, suç kapitalist düzenin kendisinde değil, ille şu lanetlenmiş tefecilikte dedirtmek.. Bütün için parçayı feda gibi bir şey. 2- Her kapitalist düzende orta bir kâr ölçüsü vardır. Kapitalist yasalar bu kâr ölçüsünün bütün kapitalist zümreler için iyi kötü denk düşmesini, dengeli olmasını ister. Tefeciyse, aynı ikiyüzlü burjuva yasalarının ege men sınıflara daima mümkün bıraktığı illegalitesini son sınırına kadar sömürerek, çelişkili bir soygun sistemi kurar: Var olan yasalardan yararla nan bir kanunsuzlukla ortalama kâr ölçüsünün pek üstünde bir çapul ya par. Onun için, bu yüksek orandaki çapulu yapmaya öteki kapitalist zümreler, tefecinin dehşetli rekabeti ve nüfuzunu bazen "yasadışı" ilan eder; bazen tefeciliğe kavuşmak için can atar. Bu durum, bir hırsızın her kesin önünde hırsızlık hakkında uzun konferanslar verdiği halde, fırsat bu lur bulmaz hırsızlıktan geri kalmayışına benzer. Şu halde tefecilik aleytarlığı, kapitalist düzende bilinen "yasadışı rekabet" ile mücadele etmenin bir başka adıdır... Böylece Kemalist burjuvaziyle onun yardakçıları ve finoları bir taşla iki kuş vurmak kaygusundadırlar. Fakat, kapitalist düzen ve yasalarının içyüzü daima yüzsüzlüğü ve ikiyüzlülüğü demektir. Kitapta yazanla hayatta olanın birbirine karşıt oluşu en uç sınırını kapitalizmde bulur. Onun için, "sonradan görmc"liğin ve "zıpçıktılığın bütün rezaletlerini alnında taşıyan Kemalist burjuvazinin dediklerine değil, sistem olarak Türkiye'de yaptıklarına bakmak, her şeyde olduğu gibi, tefeciliğe atıp tutuşunda da saçmalığın derecesini anlamaya yeter. Kemalizmin tefecilikle ilişkisi nedir? Tarihçe olarak unutmayalım ki, Kemalizm, bir kelimeyle taşra tefeci- MÜTTEFIK:KÖYLÜ 183 liğinin sömürge kurtuluşuna kalkışan bir hareketidir. Doğuştan ve oluştan tefeci olan Kemalizm, yeni yeni kozalara girip kelebekleştikçe, gelişim yasalarının gereği, aslını inkâr aşamasına girmek üzeredir. Fakat o aşamada bulunuşuna karşın Kemalizm ne yaptı? Yukarıda tarım kredi kooperatifleri konusunda gördük. Bu sözüm yabana "kooperatifler (ya da köylünün deyişiyle "köy banka"ları) güya tefeciliğe karşı bir şeymiş gibi ilan edildi. Oysa örnekleriyle gördük; kredi kooperatifleri: 1- Büyük tefecilikle elele verdi; 2- Tefeciliği geniş ölçüde sistemleştirdi.. Onun için Kemalist burjuvazinin örümcek ağı gibi ülkenin dört bir yanına kurduğu kredi tuzağı, kredi şebekesi, doğrudan doğruya Kemalist devletin süngü gücüne dayanan ayrıcalıklı bir tefecilik sisteminden başka bir şey değildir. Fakat bu ayrıcalıklı "devlet tefeciliği"nin göbekbağı (habl-i sürrevi'si), hiç şüphesiz özel ve kişisel tefecik olup, devlet tefeciliği ile kişisel tefecilik karşılıklı olarak birbirini tutar ve doğururlar. Birbirini inkâr değil, tamamlarlar. Kemalist devlet tefeciliğiyle kişisel tefeciliğin birbirini nasıl doğurduğunu ve tamamladığını anlamak için burjuva yapraklarında yazılı birkaç örnekle görelim. Bu örneklerin daha iyi anlaşılması için, hepsinin de bir ağızdan söyledikleri şu iki noktayı önceden kaydedelim: 1- Türkiye'de kredi sürüm değeri: Birçok hileler yüzünden "Kemalist devlet tefeciliği" adını alacak derecede yüksektir (fazla faiz alır.) 2- Türkiye'de kredi: Ancak tefeci aracılığıyla birçok formalitelerle çalışkan köylüye verilir... Yani, zaten yüksek olan finans-kapital tefeciliği ve devlet tefeciliği, çalışkan köylüye (hattâ bazen köy sermayedarına bile!..) bu yükseklikteki bir faizle olsun, doğrudan doğruya para vermez; araya mutlaka kişisel tefeciliği aracı (mutavassıt) olarak sokar ve köylüye ancak bu kişisel tefecilik kanalıyla kredi sunar. Şu halde, kişisel ve devletçi tefecilikler, sıkı sıkıya elbirliği, işbirliği yapmış, hattâ bir tür bütün Türkiye (Pan-Türki) "kredi tröstü" halinde Türk köylüsüne karşı kredi sürüm değerinde "tarife-birliği" oluşturmuştur. Örnek 1- Genellikle Kredi: Eski İkdam'cı Ahmet Cevdet, Son Postaya gönderdiği bir "İkraz, İstikraz ve Faiz" makalesinde, "Acaba," diye soruyor, "neden bazı kuruluşlar borçlulardan yüzde on iki faiz alıyorlar ve bunun yalnız yüzde dokuzuna faiz deyip üçüne komisyon adını veriyorlar?" Oysa eski bir kurdun, bu ikiyüzlü hokkabazlığın nedenini pekala bilmesi gerekir. Yukarıda kayd ettiğimiz noktalardan birincisi: Düzenli faiz %9; 184 YOL oysa, devlet tefeciliği göbekbağıyla bağlandığı kişisel tefeciliğe şiddetle rekabet yapmamak için, faiz sürüm değerini yüksek tutmaya zorunludur. Bu sefer, artık resmen %9'dan fazla "faiz" isteyemeyince, "komisyon" adı altında aynı çapulu tekrarlıyor.. Nitekim bu amacı Ahmet Cevdet de daha aşağıda açığa vurduruyor: "Diyelim ki yüzde 12 faizle on bin lira borç alıyorsunuz. Ya sizin elinize 8.800 lira geçer, ya da on bin lirayı alabilmek için eksik kalan 1200 lirayı doldurmak için daha yüksek bir para almaya zorunlu oluyorsunuz. Dediğimiz gibi bundan amaç borçluyu yüksek bir borca sokmaktır, (a.b.ç.)" 100 lira almak için önce 12 ya da 15 lira vermek gerekir.. Meteliksiz köylü ve yoksul çalışkan bunu nasıl yapacak? Tefecisermayenin boyunduruğuna boynunu teslim etmek koşuluyla!.. Örnek II- Emniyet Sandığı: Emlak Bankası: 1- "En az faizle para veren Emniyet Sandığı ve Emlak. Bankası gibi kuruluşlar olduğu halde komisyonu, sigortası vb. harcaması ile birlikte (a.b.ç.) alınan senelik faiz yüzde (15)i buluyor." 26 Yani birinci nokta: Yüksek faiz.. 2- "Aslında buralardan borç para alanlar birinci derecede teminat göstermeye zorunlu olduklarından asıl ihtiyaç sahibi ister istemez tefecilik ve tefecilerin eline düşmektedir. (a.b.ç.)"27 Örnek III- Ziraat Bankası için: "Tüccar için banka faizleri söz konusu oluyor. Gerçekten bugün İtalya'da tüccar yüzde beşle para bulmaktadır. Buna karşılık Türkiye'de banka faizi yüzde 15-17'dir. Fakat ne yapsın o çiftçi ki yüzde on, yirmi, otuz, kırk faize ucuzluğundan dolayı hayret ediyor. (a.b.ç.) Tüccar şimdilik pekala 28 olabilir. Fakat çiftçinin olacak, duracak hali kalamamıştır." ("Dönekzade Fırıldak" yazıyor bunları). Demek Kemalist burjuvazi ve onun finans-kapitalistleşmiş devlet aygıtı, dedikleri ne olursa olsun, yaptıklarıyla tefeciliği kışkırtmaktan, beslemekten ve sistemleştirmekten başka bir şey yapmıyor. Şu halde Kemalizmin kredi sisteminden tefeciliğe çare ummak, sırtına pösteki giyen kurdun kuzu olacağını beklemekten farksızdır. Bütün köylülüğü çemberi içine almak için tefecilikle sistematik bir şekilde işbirliği yapan Ziraat Bankası'nın, Kemalist devlet bankası sıfatıyla, köylüyü tefecilerden ne kadar kurtaracağına da bir örnek: "Yalnız bir kalemden yirmi milyon kilo zahire ihraç eden bir kaza 26. Milliyet, 9.3.1930. 27. Milliyet, 9.3.1930. 28. Hizmet, 17.6.1929. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 185 halkının baştan başa zengin olması gerekirken ancak durum büsbütün aksinedir. Yüksek faizler yüzünden zavallı halk gırtlaklarına kadar borca batmışlardır! işte köylülerimiz bu yüzden bir takım vurgunu ve gaddar zenginlere esirdirler! Bunları bilmem ki nasıl kurtarmalıdır? (Halbuki Kadrocular pekala biliyorlar: "Devrimci" Kemalizm ile! Bununla birlikte, toy yazarın büyük bir acemilikle gözlemi şudur:) Bana (burada bir Ziraat Bankası açmalıdır) dediler. Fakat ben her yerde görüyorum ki Banka olan mahallelerde bile köylülerimiz aynı haldedirler! (Hoş değil mi? a.b.ç. Fakat burjuva yazarına bu kahramanca keşfi yaptırtan etken köylücülüğü değildir.) Ne yazık ki köylülerin bir çok kazançları varken her zaman vergilerini güçlükle ödemektedirler!" Burjuva yazarı, bu düpedüz görgüsünü kaydettikten, sonra, ne dese beğenirsiniz? Köylünün yaptığı "gereksiz" düğün masraflarına çatıyor, ve: "Köylülerimiz", diye ancak Kemalist burjuvazinin eli kalem tutanlarına has bir küstah ukalalıkla son sözünü söylüyor, "köylülerimiz, artık akıllarını başlarına toplamalıdırlar. Çünkü çağımız savurganlık çağı değil, tutumluluk çağıdırl "29 Kısaca, sermayedarlığın öncesiz süreci meydanda: 1) Tefecilik Kemalizmi doğurmuştur; 2) Kemalizm tefeciliği doğurmaktadır.. Ve bu karşılıklı-bağımlılık, Türk köyünün kırkta birinde kredi kooperatifi tefeciliği ve kırkta otuz dokuzunda öz tefecilik hüküm sürdüğü sürece, hüküm sürecektir. Kemalist burjuvazi ve onun bütün devlet aygıtı, bütün Türkiye ölçüsünde tefeciliği "millileştirmek-sisternleştirmek-genelleştirmek"ten başka bir şey yapmıyor. Kemalizmin köyde kurduğu biricik kredi sisteminin kuruluşu "Ziraat Bankası" için açılan ankete M.M. şöyle bir cevap veriyor: "Banka ziraat bankacılığından çok ancak emlak ve toprak üzerine para verir bir sarraf kuruluşu ve insaflı bir tekelcidir." Yani bizzat burjuva kalem tutarlarınca da Kemalizmin kredi sistemi "bir tefecidir". Yalnız bu kadar keskin bir hükümle çok ileri gittiğini anlayan kalem tutar, bu tefeciyi "insaflı" göstermek insafında bulunuyor. Oysa, Ziraat Bankası eğer "insaflı bir tefeci" bile olsaydı, köylünün insafsız tefecilere başvurmayacağı, basit bir ekonomi kuralı gereği olurdu. Ziraat Bankası ne kadar insafsız bir tefeci olmalıdır ki, köylü ona gideceğine, kişisel tefeciye koyununu teslim ediyor? Ziraat Bankası'nın (devlet tefeciliğinin), insafsızlıkta kişisel tefeciliğe taş çıkarttığını, aynı ankete verilen bir başka cevap söylesin: 29. Ragıp Kemal: "Muhabir Mektubu"; Milliyet, 3.1.1932. 186 YOL "Süre kısa olduğundan ödeme zamanında borcunu ödeyemeyen köylünün en büyük dayanak noktası olan öküzlerini banka satar. Köylü de bu yüzden birtakım vurguncu faizcilerin kucağına atılmaya mecbur oluyor." 3 0 Demek köylüyü tefecinin kucağına atan kemalist burjuvazinin kredi sistemidir. Çünkü: 1- Kişisel tefeciye karşı bir süre uğraşıp, hiç olmazsa zamanca az bir şey kazanan köylü, devlet tefeciliği ile yüzyüze gelir gelmez, karşısında, yıldırım hızıyla bütün devlet aygıtını en büyük mülksüzleştirici olarak bulur; 2) Kişisel tefeci çalışkan köylünün bütün mülkünü birden alamadığı halde, tefeci Kemalist devlet köylünün öküzüne kadar varını yoğunu hemen oracıkta haraç mezat eder. Köyde tefecilik başlıca iki şekilde başlar ve başlıca üç sonuç verir ve biter. Tefeciliğin iki şekli şudur: 1 - Nakdi Tefecilik (Para tefeciliği): Ziraat Kongresi raporlarından alınan rakamlar şöyle: Konya'da faiz %30-120; Aydın'da ayda %5 ila 10; Tire'de ayda %5-12 (bazen haftada %5 = yılda %900)dür. Oysa, köyde sınıf farklılaşmasının şiddetle hüküm sürdüğü ve Kemalizmin en tipik gelişim sahnelerinin biri olan Ege bölgesinde bu oranları birkaç kat fazla gösteren burjuva kalemleri var: " Ülkenin refah ve huzurunu bir sülük gibi emen bu öldürücü hastalık pek başıboş bırakılmış, daha doğrusu pek başıboş kalmıştır. Nihayet yüzde yirmi kazanabilen köylü yüzde iki bin faizle para alma durumunda bulundukça (a.b.ç.) bu ıstırabın dinmesi nasıl mümkün olur? "Bugün şu içinde bulunduğumuz mevsimde, iki ay için iki yüz liraya üç yüz lira faiz vermeden para bulup iş görme olanağı, yoktur. İzmir ki dahilin komisyoncusu durumundadır, yüzde yüzden aşağı para bulamazsa, dahilin halini siz hesap ediniz. Çiftçi bunların esiridir, üretici bunların sağmalıdır, ülke bunların keseleri hesabına çalışıyor, (a.b.ç. Şu esrarengiz "bunlar"ın, kimler olduğunu gazete "arife tarifi" gerektirmiyor.) Bu yıl bereket yılıdır diyoruz. Durum öyle oldukça, varsayınız ki geçen yılkinden beş kat fazla ürün alınsın, yaraya merhem olacak mıdır?" 31 Bu rakamlardan anlaşılan, bir yerde kapitalist ilişkiler ne kadar ilerlerse, tefecilik de o kadar şiddetleniyor. (Konya'da %30 olan Aydın'da %60).. 2- Ayni Tefecilik (Mal tefeciliği): Köylünün tüccar ya da fabrikacıdan aldığı malı ürünle ödeme zorunluluğundan doğar. Örnek "basma, köylüye 30. "Anketten Çıkan Netice", Cumhuriyet, 11.4.1931. 31.Hizmet, başmakale, İzmir, 17.6.1929. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 187 daima fiyatından üç dört kat fazlasına mal olur." Hele köylü vadesi dolduğunda borcunu ödeyemezse, bu tefecilik ertesi ya da daha ertesi yılın bazen bütün ürününü yutar ve köylünün ipliğini pazara çıkarır. "Katlama", "kıvırma", "hendekleme" de tefeciliğin "katmerlenme"sidir. Bu iki tür tefeciliğin sonu nereye varır? Birbirinden çıkan ve birbirini tamamlayan şu üç sonuca! 1- Sermaye nüfuzuna tekelci bağımlılık: Tefecinin ağına düşen köylülüğün bu ilk başına gelen haldir. Köylü, bağlandığı tefecisermayeden (tüccar, sanayici) başkasıyla olan ekonomik ilişkilerini keser. Anavatanın sömürgesi, finans-kapitalin nüfuz bölgeleri gibi, tefecisermayenin de genel "vatan" içinde özel vatanlaştırdığı nüfuz ülkeleri vardır. Ve orada yaşayan çalışkan, hattâ sömürgeci köylülük, bu tefecisermayenin uyruğu yarı-marabası halinde çalışır: "Ordu'da her tüccarın özel olarak satın aldığı köyler vardı . Bu köylerdeki üretici, fındığını sattığı tüccara bağlanmıştır." Tüccar köylüye sözüm yabana parasal yardım ve manevi nasihat vb. de bulunur. "Bundan ötürü bu bağlanma bir gelenek halini almış ve köylerin çoğu belirli tüccarların nüfuzu altına girmiştir." 32 Aydın'da: "Üretici, mutlaka ürününü avans aldığı tüccara vermeye zorunludur. Faizsiz kendisine para veren aracının bu iyiliğine karşı fiyat konusunda güvene değer birlik olarak düşünüldüğünden alış-verişte paranın faizi yüzde yüz ödenmiş olur. Aracı her işlemi kendisi yaptığı halde vize, simsariye, hammaliye, ardiye masraflarını fiyattan keserek üreticiye yükler. "33 Ege zeytin bölgelerinde: "Oysa gerçek durumda 100 ağaçtan aşağı ve yukarı ağacı olan zeytincilerin önemli bir kısmı, bağımsız zeytinciler olmaktan çıkmış, zeytinyağı fabrikatörlerine bağlanmışlardır." "Evvelce 2-4 sene olan kiralama süresi bugün on yıla çıkmıştır. Üretici, aldığı parayı derhal harcadığı için yeniden ağır koşullar altında borçlanıyor ve zeytinlikler üzerindeki mülkiyetini kaybediyor." a- Bu hal, sınıf olarak kapitalizmin, içinden tefeci bir zümre ya da bireylere karşı gelmesini gerektiren etkendir. Köylünün fazla ürününün soyuluşunu ve aşırılışını bütün kapitalist sınıf arasında normalize etmek için serbest pazar ilişkilerinde açık rekabet gereğini ortaya atar. Köylünün fazla ürününü emişte, tefecilik olanağı ve koşullarını sömüren kapitalist kişi ya da zümrelerin ayrıcalıklı "kıvırma" ve "katmerleme" kârı yerine, burjuva rejiminin kendi toplumsal, yönetsel yasalarıyla bütün kapitalist sınıfa 32. İ. Hüsrev: "Borçlanma Şekilleri," Kadro, No: 3, s. 33 33. İ. Hüsrev: "Borçlanma Şekilleri," Kadro, No: 3, s. 33 188 YOL yaygınlaştırılan ortalama kâr oranının geçmemeli, tefeciliğe çatar görünen yaygaralara neden olur. b- Fakat, Türk burjuvazisi, iktidara rakipsiz, olmak öyle bir zaman ve mekan koşulları içinde erişti ki, bu koşulların topuna tekelci kapitalizm, "emperyalizm, kapitalizmin son aşaması" denilir. Onun için, bu aşamada, bulunuş bile, Türkiye'de tarih açısından kapitalist sınıfın bütün zümrelerinin demokratik yöntemlerle olgunlaşmasına ve işletip soymasına engel oluyor. Ekonomide serbest rekabet neyse, siyasetle burjuva demokrasisi de odur. Türkiye kapitalizmi tekelci sermayenin gerek bunalım aşamasıyla birlikte "plein pouvoire" (tam iktidar) sahibi olduğu için; Türkiye'de "plein pouvoire", zorunlu olarak bütün kapitalist sınıfından çarçabuk tekelci finans-kapitalin eline geçecekti. Onun için bugün, Türkiye'de "yasa dışı rekabet" etrafında koparılan gürültü, serbest rekabetin can çekiştiğini ne kadar gösteriyorsa, "tek parti" için zar ve zorla dayatılan rejim de, herhangi bir demokrasi lâfının demagoji palavrasından ve Teşkilat-ı Esasiye şarlatanlığından başka bir şey olmadığını gösterir. İşte bu yüzdendir ki, birinci maddenin gerektirdiği kâr rayicini normalleştirmek zorunluluğuyla, bu değerin kaymağını bir zümre kapitalizminin avuçları arasında derleme zorunluluğu daima bu ikinci şıkkın galip çıktığı çatışma ve döğüşlere girişiyor. Onun için bir zümre kapitalizmi olan tefeciliğin, kapitalizmin sınıf yasalarına karşın çapulunda devam etmesi, iddia edildiği kadar "anormal" olmuyor. Tepişmeler boşa çıkıyor. Yalnız bir nokta kalıyor: Kapitalist sınıf adına Türkiye'de egemen olan sermaye "oligarşisi" finans-kapitaldir. Halbuki tefeci-sermaye adeta kapitalizm öncesi bir tiptir. Evet. Fakat Türkiye'nin, kapitalizm gelişimi bakımından "geri" bir ülke oluşu, orada, belki de Kadrocu-kuyrukçuların esin kaynağı olacak derecede "orijinal", böyle bir kombinezona yer veriyor: şehirde finans-kapital tekeli, köyde tefeci-sermaye tekeli.. Ve yukarıda, "tarım kredi kooperatifleri" konusunda gördüğümüz gibi, bu iki etken mali + tefeci sermaye, iyiden iyiye çiftleşmekte ve biricik finanskapitalistleşmektedir. 2- Mülkiyetinden olma (Ekspropriasyon): Tefeci-sermayenin köyde "nüfuz"u güçlendikçe, bu nüfuz köylüyü basit bağımlılığından ve mülkiyetinden kurtarır; mülksüzleştirir. Bu mantıksal sonuç Türkiye'nin dört bir tarafında, ve Kadrocuları "Ulusal ekonominin temeli direnç ve sağlamlığını yitiriyor" diye "transcendental" (samedani) küçük-burjuva patetizmiyle haykırtacak derecede bütün şiddet ve dehşetiyle "hükümerma" MÜTTEFİK: KÖYLÜ 189 (hüküm süren) oluyor: "Örneğin, faizin %120-600 olduğu Armutlu'da yüzbinlerce liralık bahçe, tarla gayet düşük bir para karşılığında tefecilere geçmiştir." "Giresun'da üreticilerin önemli bir kısmı, borçlarını ödeyemedikleri için bahçelerini tefecilere devretmişlerdir.. vb..." 34 3- Özgürlüğünden olma (İşgücünün köleleşmesi): Mülkiyetinden olan köylü, çok kere tek tük tarım aygıtıyla, seyyar esnaf gibi, yarıcı şeklinde iş bularak yaşamaya zorunlu kalır. Tefeci, ele geçirdiği topraktan toprakbende yakın sabit bir işgücü bulundurabilmek zorunluluğundadır. Yarıcı ya da ortakçı şeklindeki köylü işgücünü avlamak, tefeci için işten bile değildir. "Köylü, toprak sahibine, üretim amacıyla ya da herhangi bir şekilde borçlanmıştır. Bu borcu şu şekilde öder: Ürünün toplanmasında tohum ve diğer masraflar çıktıktan sonra ürün üçte bir ya da yarı yarıya paylaştırılırken ortakçı kendi hissesine düşen ürünü borcuna karşılık toprak sahibine verir ve elinde bir şey kalmaz. Yaşayabilmek için tekrar borçlanır. Genellikle büyük çiftliklerin yanında bulunan köylerin halkı, çiftlik topraklarında ortakçılık etmek zorunda kaldıklarından toprak sahiplerine bu şekilde borçlanmışlardır."35 Kadrocuların sadece "iş yüzünden borçlanma" deyiverdikleri, tefecisermayenin bu üçüncü tür sonucu, düpedüz köleliğin toprakbentlikle melezleşmiş Kemalist şeklinden başka nedir? "Bunun içindir ki bazı yasa koyucular, iş sözleşmesi için bir en çok had belirlerler. İşin serbest olduğu bütün kavimlerde, yasa, sözleşmenin bozulması koşullarını düzenler. Çeşitli ülkelerde, özellikle ayrılık savaşından önce Meksika'da, ve Couza ayaklanmasına kadar, hiç olmazsa pratikte ve uygulamada, Tuna eyaletlerinde, kölelik peonage adıyla örtbas ediliyordu. İş (işlemek) ile kurtulunmak gereken ve kuşaktan kuşağa uzayıp giden avanslar ile, tek başına işçi ve hattâ ailesi bile, gerçekte ve olayda başka kişilerin ve ailelerinin mülkiyeti (malı) haline gelir." Yine aynı nottan: "Maddi ve manevi ürün yetilerine ve çalışma olanaklarına gelince, ben bunların kullanılışını sınırlı bir zaman için, başkalarına (bir ayrıcalık gibi) bırakabilirim, çünkü, bu sınırlama içinde, onlar (faaliyet gücüm) benim bütünlüğüm ve genelliğimle bir dış ilişki kazanırlar. İş ve üretimin hepsi tarafından temsil edilen bütün zamanımı elimden çıkarmak (satmak) ile (iş ve üretim) cevherinin bütün mülkiyetini ve böylece genel çalışmamı, 34. 1. Hüsrev: "Borçlanma Şekilleri," Kadro, No: 3, s. 32. 35. 1. Hüsrev: "Borçlanma Şekilleri," Kadro, No: 3, s. 334 190 YOL MÜTTEFİK: KÖYLÜ 191 gerçekliğimi, kişiliğimi bir başkasına teslim etmiş olurum." 36 Tuna eyaletlerinde "péonage: geri çobanlık" adı altında ve Türkiye'de "iş yüzünden borçlanma" deyiminin maskesiyle "Örtbas edilen" kölelik, Kemalist burjuvazinin tefecilikte vardığı en son sınırdır. Fakat, işte bu son sınırdır ki, tefeciliği kapitalizmle en uzlaşmaz çelişki haline geçiriyor; "Ulusal ekonomimizin en sağlam temelini" kemiriyor. Çünkü kapitalizmi bütün öteki değişim ekonomilerden ayıran ve kapitalizm yapan şey, iş pazarında, özgür insan gücünün mal gibi alınıp satılabilmesidir. Oysa: "iş gücünü, sahibinin mal gibi satabilmesi için, o işgücünü elinde (emrinde) bulundurması ve bunun sonucunda işgücünün sahibi olması gerekir." 37 îşte, tefecilik sonuçlarından: birincisinde bağımlılık ve nüfuz bölgesi tekelinde uzlaşan; ikincisine, köylünün mülkiyetinden olmasına can-ı gönülden katılan Kemalist burjuvazinin, tefecilikle yalnız bu üçüncü noktada, serbest işgücünü paylaşma konusuda bıçak bıçağa gelmesi gerekir. Fakat, şehirlerde işsizlik en feci yoksulluk şeklinde sürünürken, tarım burjuvazisi, özellikle Trakya, Ege ve Adana bölgelerinde tarım iş-eli yoksulluğundan yakınıyor. 1931 İstanbul Ticaret Odası dergisi, büyük çiftlik sahiplerine, mısır yöntemi hakkında, çiftlikte küçük kulübelerde yerleştirilen demirbaş tarım işçisi kullanmayı öneriyor. Yani, bu önemli nokta üstünde bile, Kemalist burjuvazi, nakdi ücret yerine ayni ücret şeklini uygulayarak yarı-maraba, yarı-işçi bir tip yaratmak ve işgücünü bu yolda sömürmeye yarar görüyor. Onun için, bu işgücünün köleleşmesi de, ilk bakışta sanıldığı kadar, tefeci-sermaye grubunu bütün sermayeyle boğaz boğaza getirmiyor. Tersine ondan yararlanmayı araştırıyor. C. Finans-kapital: Türkiye tarımında kapitalist ilişkiler, "Türkiye'de Sermaye Birikişi"38 konusunda işaret ettiğimiz gibi, daha çok yabancı sermayenin dayattığı ilişkilerdir. Yabancı sermayenin, bütün sömürge ve yan sömürge ülkelerde kovaladığı amaç: 1- Türkiye'yi ilk madde ve yiyecek eşya kaynağı; 2- Batı sanayi mallarına pazar yapmaktı.. Meşrutiyet burjuvazisi, emperyalist dünyanın bu hedefini ideal derecesinde gerçekleştirmiş ve benimsemişti. Cumhuriyet burjuvazisi, kendi "ulusal" sınırları içinde kendi kendine yetme siyasetini kurmak için, Türkiye'nin yukarıdaki özelliklerinden birincisini tutmak ve ikincisini yıkmak zorunda 36. Marx-Engels: Werke, c. 23, s. 182. 37. Marx-Engels: Werke, c. 23, s. 182. 38. Bkz. Düşman Burjuvazi. kalmıştı. Kemalist burjuvazi, iç pazarı kendisiyle sınırlamak isterken; sermayenin istikrar ve esenliği, hattâ cazip hale getirilmesi için teknik bir zorunluluk ve ekonomik denge için bellibaşlı koşul olan tarım ürünlerinin dış satımı (çünkü Türkiye'de sanayi mallarının dış satımı diye bir şey kural dışıydı) sonunu var gücüyle kışkırtmaya çalışıyordu. Fakat bu yöntem, dünya finans-kapitalinin "misliyle mukabele"sini çağırmakta gecikmedi. Hele son dünya bunalımı, bu etki ve tepki süresini bütün şiddetiyle aceleleştirdi. O zaman, yani bugün, Türkiye tarımında ve dolayısıyla Türkiye köylü tabakaları içinde, finans-kapitalin şu iki başlı çalışması dikkate çarptı: I- Dış Finans-Kapital: Yabancı finans-kapitalin Türkiye'den alıcı olan kısmı, özellikle bunalım ilerlediği sürece, zaten öteden beri kurduğu potansiyel olarak tekeli fiili tekel şekline döktü, Türkiye'nin bellibaşlı dışsatım ürünleri, bu yolla aralarrrrrrında anlaşmış yabancı alıcılarla karşılaştı. Bu dış finans-kapitalin tröstleşme ve tekelleşme akımı, en tipik ve çevresinde en çok gürültü koparılan örneklerini tütün ve afyon ürünlerinde vermiştir. Fakat geri kalan bütün dışsatım ürünleri az ya da çok aynı etki ve sonuçlara uğramışlardır. Örnek: Tütün: 1- 1931 yılında tütün rekoltesi gayet nefis, stok mal yığılı.. Şu halde bütün yabancı şirketler, bütün bölgelerini aralarında paylaşırlar. 2- Karşılarında rakip bulunmadığı için, alımları istediği kadar geciktirirler: Borçlarının vadesi dolan köylü, ürününü bir an önce satmak için can atar; şirketler köylünün bu zaafından sonuna kadar yararlanırlar. Her yıl ağustos sonlarında alıma başlayan sözgelişi Tobacco şirketi, Akhisar gibi Türkiye'nin en güzel tütün merkezinde 5 Ekim'de tütün almaya başlar. 3- Finans-kapitalin binbir dalaveresinden biri de köylünün denk halinde satmak istediği tütünün gerektiğinde önemli bir kısmını ıskartaya çıkartmak hevesidir. Köylü bu "ıskarta"ya razı olmazsa (madem ki bir an önce satmaya zorunludur) şirket satın almaktan vazgeçebilir. vb.. Artık bu koşullarda fiyatlar %20-30 değil, %50-60-70 düşse şaşılabilir mi? Türk köylüsünün ürünü karşısında tekelci birlik yapan yabancı sermayeye karşı bir tek "ulusal" alıcı rakip çıkabilir: tütün tekeli. Fakat, Kemalist burjuvazinin her tekeli gibi, tütün tekeli de ancak sermayenin köpeğidir; o yalnız tüccarın elinde kalan stok tütünleri satın alabilir. Köylüye gelince, o Allahına yalvarabilir. II. İç Finans-Kapital: Türk ticaret burjuvazisi, dışsatım ürünlerini dış alıcılara karşı yok pahasına elden çıkardığını gördükçe, o da aynı yola 192 YOL başvurur. Bilmem tekrarlamaya gerek var mı? Dış finans-kapitalin büsbütün tröstleşmesi çok kere köylüden çok Türk burjuvazisinin de za rarına olur. Çünkü köylünün zaten kendi malı olacak bir ürünü yoktur. Ürün daha bitmeden kapitalistin eline geçmiştir*. Onun için bizde, burju va basınında görülen köylü konuları (Cumhuriyet başyazarı, -eski Türkçe'de bu başmuharrir "yaş muharrir" [Şârib-ül-leyli ve-n-nehar, gece gündüz içen] da okunabilirdi- köylü şerefine okuduğu o ateşli gazelleri kabilinden) hemen daima (bazen köy sermayesi adına olmak üzere) tüccar konularıdır. Onun için, dış finans-kapitalin gittikçe biricikleşen tekeline karşı, iç (ulusal) sermayenin de biricik cephesini, köylü elbette değil, yine bu başta ticaret sermayesi gerçekleştirebilir. Ve olan da budur. Fakat hiç unutmayalım. Bu iç ve ulusal tekelleşme, Kemalist burjuvazinin durma dan haykırdığı gibi, salt "dışa" karşı değildir. Hattâ dediğimiz finanskapital, biricik bir tekelcilik sıfatıyla dişlerine kadar örgütlü ve silahlıdır. Şu halde iç mali finans-kapitalin de39 -ne kadar saklamak isterse istesintıpkı dış finans-kapital gibi, yine ancak örgütsüz, dağınık ve şu halde kur banlık koyun durumunda oları çalışkan Türk köylülüğünü soymaktır. Çünkü ancak onu soyabilir. Çünkü "köpek köpeği (finans-kapital finanskapitali) ısırmaz." ' Şu halde iç tekelleşmenin şu iki özelliği kendiliğinden çıkar: 1- Tam finans-kapitalleşme; 2- Yabancı sermaye ile uzlaşma ve içli dışlı olma.. 1- Tam finans-kapitalleşme: Biliyoruz, finans-kapital demek, başta banka gelmek üzere bütün kodaman banka + sanayi + ticaret + tarım vb. sermayelerin, çalışkan kitleler karşısında biricik tekel cephesini kurmaları demektir. Türkiye'de başlıca dışsatım ürünleri, biliniyor, zahire-fındıkincir-üzüm-yaş sebze ve meyva-afyon-tütün-bazen zeytinyağı-pamuk.. Tütün tekeli aslında devlette, fakat yaprak tütün hemen tamamıyla yabancı sermayenin elindedir. Şu halde, tütün hakkında "bilineni ilam" etmeksizin, bütün öteki ürünlerden yalnız pamuk dışsatımı ve ticareti henüz tam bir tekel altına girmemiştir. Fakat o da "henüz ve tam" girmemiş.. Yoksa pamuğun ticareti de yarım bir tekel sınırlamasına uğramamış sayılamaz. Pamuğun başında da banka yoktur denemez. Sözgelimi 1) Adana pamuğu İzmir çevresinde satılamaz. 2) Ziraat ve İş Bankaları yavaş yavaş pamuk * "Buhrandan etkilenen, ürünü üreticiden yok pahasına alıp satmayan aracıdır. Gerçek üretici aslında ürününü gerçek fiyat düzeyinden pek aşağıya vermekte ve köyde bu yüzden gelirin düzeyi her zaman sıfırın altında kalmaktadır." (İsmail Hüsrev: Kadro No: 3, s. 34). 39. Burada "amacı" ya da benzeri bir kelime bulunması gerekirdi. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 193 üretimini ellerinde topluyorlar. Bununla beraber bugün görünürde bir "pamuk tekeli"nin bulunmayışında şu iki neden hatıra gelir: 1- Pamuk üretimini yapan küçük üretici ve orta köylü kalmamış gibidir. Büyük ölçüde pamuk üretimi genellikle tarım kapitalistlerinin elindedir. 2- Pamuk yerli malların ilk-maddesi olarak kullanılmakta ve iç pazarda harcaması için siyaset güdülmektedir. Tütün ve pamuktan sonra gelen hemen bütün dışsatım ürünleri, bütün bütüne finans-kapitalistleşmiş ya da finans-kapitalistleşmek üzeredir: a) Zahire + Fındık + Sebze: 1931 başlarında (Mayıs) yarım milyon sermayeli ve bütün Karadeniz, İstanbul kodaman tüccarlarını içine alan "İş Limited" dışsatımı şirketi kuruldu: Bütün İstanbul ve Karadeniz bölgelerinin, şimdilik bu üç ürünü dışarıya satacak. Kalın tüccarlar (Fortunzade, Şerifpaşazade, Ali Osmanzade, Ahmet Rüştüzade)ler. Şirketin başında, sermayenin yarısına sahip olan İş Bankası.. Amaç: Türk ürünlerinin ününü dünyaya tanıtmak! b) Afyon: 1925'teki Afyon Kongresi kararlarını Türkiye imza etme mişti; afyondan %2,5 işlem vergisi aldığını ve Türkiye'de afyon tarımı ve ticaretiyle dışsatımının serbest olduğunu bildirmişti. Bunalım çatar çatmaz uluslararası finans-kapitalin barışçı kalesi olan Cemiyet-i Akvam afyon sorununu parmağına doladı. Önce "bilimsel" incelemelerle işe başladı. Afyon kullananların, "hayatın acılığını unutmak" ve "çalışma ye teneklerini arttırmak"* isteyen zavallı sömürge ve yarı-sömürge işçileri olduğu gibi feci bir buluş yaptıktan sonra, asıl işçileri geldi. Hindistan'da 1927'de afyon sınırlaması yapılalı beri, öteki ülkeler rekabeti arttırmışlar. "Yasa dışı" ticaret almış yürümüş! Çin-Türkiye-İran üretimine denetim koymalı. Nihayet 1931 başında Cemiyet-i Akvam Türkiye'ye karşı mane vi bombardımanını yaylım ateş açtı: Türkiye afyon kaçakçılığını koruyormuş... Kemalizmin etekleri tutuşur. İhbarcı bir iki yabancı tutmaya çalışır. Bu kez bütün dünya afyon alıcılarını bir tröst halinde karşısında bulur: Teslim! 9.8.193l'de İktisat Bakanı afyon "kooperatifi" hakkında açıklamada bulunur: Ziraat Bankası başta (çünkü avans para ondan) 400500 bin üreticiyi ağları içine alan bir afyon karteli (Bunun Türkçe'si: "kooperatifi"dir!) kurulacak. Bu kartel, Ziraat Bankası'nın emrine uyabilir fakat devletleşemez, çünkü "kişinin değerini arttırmaz"mış.. "Bundan başka böyle bir kuruluş her bakımdan -gerek afyon tarımının, gerek ticaret ve ge* İstanbul Ticaret ve Sanayi Oda Mecmuası: 31 Şubat 1931, Cemiyet-i Akvam'ın Tetkikleri.. 194 YOL netlikle ekonominin düzeltim ve yükseltilmesi hükümetin korunmasından en büyük derecede yararlanır ve ortak (bu yabancı sermayeye ortak demektir..) çıkarların iyi idaresinin denetlemesi ve düzenlemesi en büyük semerelerini verir." (Mustafa Şeref) Böylece afyon da güçlü fınans-kapital hazretlerinin pençesine düşer. c) Tütün-Üzüm-İncir-Yaş Üzüm-Karpuz-Kavun: Ege bölgesinde kredi kooperatifleri ağlarını kuran Ziraat Bankası, şu saydığımız ürünleri üreten "İzmir'deki kredi kooperatifleri hissedarlarının üretimlerine iyi pazarlar sağlamak" için bir "satış kooperatifi" (hep kooperatif!) tüzüğü yapar ve İktisat Bakanlığı'na gönderir. (Gazeteler, 12.12.1931) d) Buğday: 1931 Temmuz'unun sonlarına doğru birdenbire buğday so runu bomba gibi patladı. Herkes düşen buğday fiyatları önünde tabii "köylü"ye acıyordu. Bununla birlikte Eskişehir'in yeni milletvekili ve ko daman tüccar zürraı Emin, buğdayı 4 kuruşa satacağına, hayvana yedirmeli ve iki üç ay sonra 8 kuruşa satmalı "derim ve böyle yapacağım" diyordu. Öne sürülen teklifler sınırsızdı: 1- Buğdayın kilosuna 2-3 kuruş derhal dışsatım primi vermeli. (Bu teklifi yapan Yunus Nadi, 19.7.1931 tari hinde "İstanbul'daki 300 fırının hiç olmazsa yarısı fazladır" diyerek, bu se fer ekmeği ucuzlatmak için bir çeşit vesika yöntemini öneriyordu..); 2- Değirmenler gene 2 kuruş vergiye tabi tutulsun ya da verimi %80'den %70'e insin (yani buğdayın sekizde biri Amerikan yöntemi mahvedilsin); 3- Ordu pirinç (yılda bir buçuk milyon) yiyeceğine bulgur yesin; 4- Hü kümet, her köylüyü bir miktar buğdayı depo etmeye zorunlu kılsın; 5- Zi raat Bankası (bir milyon Sterling borç alarak uluslararası Ziraat Bankası'na girmeye uğraşarak) avans versin; 6- Devlet bütün buğdayları satın alsın ve sabit bir fiyatla satsın (öteki Balkan ülkelerinde olduğu gibi)... Bütün bu hepsi birbirinden dilber teklifler, şüphesiz köylü için yapılmıyordu. Birçoklarının ağızlarından kaçırdıkları gibi, zaten köylü daha çoktan alacağını almış, satacağını satmıştı. Sorun şuydu: "Bu buğdaylar halen köylünün elinde durmakta ve para etmemektedir. Köylü tüccara borçludur. Harmanlar kalktığı için tüccar parasını istiyor ve şu ibir iki ay içinde icra yoluyla köylünün buğdaylarını yok pahasına sattıracaktır." (Ankara'ya giden Eskişehir heyetinin demeci, 24-7-31). Yani buğday para etmezse, bu "yok pahasına" satılacak buğdaylardan tüccar istediği kârı çekemeyecek; buğday artık köylünün elinde değil, tüccarın mülkiyetindedir. Ve para etmelidir. Nitekim aynı heyet, her senekinin aksine, "bu sene, diyor, fiyatlarda adeta panik vardır. Buğday işleriyle meşgul olan araçlar (köylü değil tüccar..) iflas ediyor." MÜTTEFİK: KÖYLÜ 195 Hattâ, en büyük çiftlik sahibi sıfatıyla, Gazi hazretleri bile işin farkındadırlar. İki gün sonra Eskişehir'den geçerken kıyameti koparan zahire tüccarından ziyanlı Hasan Efendiye: "Bu sene üretiminiz fazladır, bolluk mutlaktır. Bu, hiçbir zaman sıkıntı demek değildir," diye hikmet buyuruyorlardı. Bugün dünya bunalımından en az etkilenen Türk ulusudur. Yalnız şunu bilmek gerekir artık eskisi gibi genel savaş ticareti yapılamaz.* Ticarette çok kazanmak değil, sağlam ve temiz kazanmak kuralı egemendir." Ve eski nakarat bir daha: "Köylü hepimizin veliyy-i nimet imizdir. "40 "Veliyy-i nimetimiz" büyük köylü, büyük çiftlik sahibi efendimizin, finans-kapitalin bu ağır siklet şampiyonunun şu ufak tefek bezirgan ve tüccarlara nedir bunca ettiği "çin-i cebin" (kaş çatma), bunca sitem?.. Yarın gazetesi aleyhinde değme vesika ve şahitler toplattığı Eskişehir tefeciliğinin aylardan beri def ve dümbeleği haline gelen Cumhuriyet gazetesinin başyazarı, o günkü "yaşmakale"sinde yalnız şu kadarcılığını zırıldayabildi: "Bir memlekette kıtlık olduğu zaman işleri oluruna bırakmak nasıl durumu kurtaramıyorsa, dünyada bolluk olduğu zaman bile durum hemen bundan ibaret oluyor. "41 6.8.31'de İktisat Bakanı, burjuvaziye yanıt verir: 1- Vergi kesmek olanaksız ve "ahlâktan kaybetmek" olur; 2- Prim: çok veremeyince, hiç vermemeli; 3- Doğrudan satınalma ve stok yapma: "Bütün gücü büyük tüketim merkezlerine tahıl sevkedebilen alanlarda gücü büyük tüketim merkezlerine tahıl sevkedilebilen alanlarda toplanmalıdır." 1932 Mart'ında Ankara tarafından aynı terane gürültüye başladı: "Köylüyü paralandırmak!".. Paralandırmak mı? Niçin? Çünkü: "Köyün alıştığı, istediği ve alabildiği herhangi bir eşyanın sanayisi derhal kurulur ve gelişir."42 Gerçekten de Kemalizm sırtlanı köylüyü şöyle "paralamaya" girişir: İki gün sonra Ankara fırıncıları ekmeği 7,5'tan 8'e çıkarır. İstanbul'a evvelce günde gelen buğday 18-20 vagonken, şimdi 58-60 vagonu geçiyor. "Şimdiye kadar fazla stok bulundurmaktan, çok gelen şeylerden sakınan tüccar ve değirmenciler, son üç gündür ellerindeki stoku fazlalaştırmak için yoğun bir çaba harcamaktadırlar." "Köyden şehire doğru müthiş bir buğday * Daha nasıl düşünebilirdi ki, bu sözden altı ay sonra, kontenjan yoluyla, %35 kârla satılan ve %25 fiyat kırarak, yalnız 300.000 çuval fındıktan 3 milyon zarar getiren "Vesika ticareti"ni ba's-ü ba'd-el-mevte uğratacak (öldükten sonra diriltecek)tı.. 40. Cumhuriyet, 25.7.1931. 41. Yunus Nadi: "İktisadi Devlet", Cumhuriyet, 25.7.1931 42. Falih Rıfkı: "Türk Köyü", Hakimiyet-i Milliye, 6.3.1932. 196 YOL akını başlamıştır." 43 Geçen hafta içinde lttihad ve Şark Değirmenlerinin eylemleri birdenbire yükselmiş.. vb... Dikkat ediliyor, değil mi? Tüccar ve değirmenciler, köylü "paralanması" sorunu gazetelere yansımadan bir iki gün önce stoklarını fazlalaştırmaya başlamışlardır. Hele büyük hisse senetli (Ittihad ve Şark Değirmenleri gibi) şirketler bunu bir hafta önce haber almışlardır (Hisse senetleri yükselmiş)... îktisat Bakanı'nın dediği oldu: Ziraat Bankası şimdilik Ankara-SıvasAkşehir-Eskişehir-Balıkesir-Yerköy-Adana-Konya-Nazilli-Polatlı-İstanbulİzmir-Mersin-Samsun'da buğday alım merkezleri açıyor. (Gazeteler, 18.7.1932).. Sade şunu hatırlayalım: Türk köylü nüfusunun %60'ı buğday üretimiyle uğraşır. Fındık-afyon-tütün-buğday-incir-üzüm-zahire-meyva-sebze.. Bunlardan tütün Türkiye dışsatımının %60'ı, buğday Türkiye köy dışsatımının %60'ı... Tarım ülkesi Türkiye'de dışsatım ürünü olup da finans-kapitalin eline geçmemiş daha ne kaldı? Yumurta, aslında Karadeniz kodamanlarında; zeytinin başında evkaf külahı var, vb.. 2- Yabancı sermaye ile uzlaşma ve içli-dışlı olma: Buna en açık örneği, en önemli ihracat ürünü olan tütünden çıkaralım.* Burjuva basını harıl harıl yazıyor: "Tütün şirketlerinin aralarında anlaşarak üretici aleyhinde hareket"i yüzünden "Ödemiş'te yirmi gün önce 120'ye satılan tütün 60 kuruşa düşmüştür." Bu "ölesiye ve öldüresiye" "hal, alıcıların aralarında tütün bölgelerini bölmek şeklinde bir anlaşma yapmış olmalarının bir sonucudur." (22.10.1931). Ve herkes Tütün tekeline çatıyor: "Bizdeki bu tekel tütüncülüğümüze olsa olsa hizmet edebilir ve ona ancak bu koşulla katlanıtabilinir."" Fakat, Tütün tekelinin kılı bile kıpırdamıyor. Ve adeta, lisan-ı hal ile, kabahatin kendisine değil, Kemalist burjuvazinin ta kendisinde, Türkiye'de kapitalist toplumsal düzeninde olduğunu şöyle anlatıyor: Tütünlerin yok pahasına gitmesi, tekelin satın almamasından "Çok, köylünün yüksek faizlerle sağlamak zorunda kaldığı kredi vadelerinin gelip 43. Milliyet, 8/9.3.1932. * Öteki tekelleşmeler da bundan farksız.. Örneğin Afyon "kooperatifi" hakkında demeçte bulunan İktisat Bakanı, ikide birde şunları tekrarlıyordu: "Özellikle afyon üretimi için kurulmuş olan kartelin sermayeye iştirakini sağlayarak ham afyon satışının emniyet altına alınması" düşünülüyor. Kooperatif, "afyon fabrikaları karteli (yani yabancı finans-kapital) ile herhangi bir kombinezon içinde çıkar ortaklığı, ve işbirliği yapabilir." (Cumhuriyet, 9.8.1931). 44. Yenigün. 197 MÜTTEFİK: KÖYLÜ Nitekim aynı sütunun yazıcısı da bunu başka sözlerle tekrarlıyor: Tütün fiyatlarının düşmesi, "özellikle tütün üreticilerinin fazla arzda bulunmaları ve şirket uzmanlarına tütünlerini satınalması için adeta yalvarmalarıdır."... O sırada İzmir'e giden Halk Partisi Genel Sekreteri, tütün üretiminde, büyük üretim yerine, ortaçağa özgü küçük ekinci yöntemiyle ve köylünün çoluk çocuğuyla geceli günlü çalışmasını tavsiyeden daha uygununu görmedi. Açılan bir tartışmada, iki sene önce 200 kuruşa satılan tütün bugün 40 kuruşadır, diyen birisine şu yanıtı verdi: "Memleketimizde tütün çatması dolayısıyle sıkıntıya düşmesinde ibarettir." 45 ekimini sınırlamak bir gereklilik halini almıştır. Çünkü memlekette asıl tütün üretiminden çok önüne gelen tütün eken bir asalaklar, tüccarlar arazi sahibi olmadıkları halde yüksek faizlerle para sağlayarak ve işçi tutarak tütün ektirdiler. Tütünün maliyet fiyatı bu gibilere 70-80 kuruş, alçakgönüllü çalışkan tütün üreticisine de 30 kuruştur."*6 Tekel, şirketler tütün ürününü üstünde yakalayabildikleri zayıf köylünün sırtında iyice bıçak oynadıktan, bir ay sonra ...47 imdada yetişti, yetişmedi.. "Ama," diyor burjuva gazetesi, "iş işten geçtikten sonra. (Ve Tekel'in nasıl yetiştiğini anlıyoruz.) Nitekim geçen gün bir telgraf haberi Tekel İdaremizin Akhisar çevresinde 30-50 kuruş arasında (Yani şirketlerin hazırladıkları leşi gagalamak kabilinden..) alımda bulunduğunu haber veriyordu." (Cumhuriyet, 26.11.1931) Halk Partisi ile onun tekelci devleti, yabancı sermaye çapulu önünde böyle davrandı. Kemalist basının bu davranışı nasıl haklı çıkardığını merak eder misiniz?İşte: "Yer yer 150 kuruştan açılan fiyatlar gene yer yer ve birden bire 60-70 kuruşa, hattâ 50 kuruşa" tekerleniyor. Bu yabancı şirketlerin anlaşmasından ileri gelmiş: "İhtimal ki öyle bir anlaşma gerçekten vardır da. (Burjuva inanmamazlığa geliyor..) Fakat, bundan dolayı alıcı kumpanyalara ne diyebiliriz? Uygun buldukları bir durumdan kendi çıkarları hesabına yarar-lanmışlarsa bundan dolayı onların başına kakmaya hakkımız var mıdır? böyle bir başa kakmadan ne çıkar? Tersine biz muhterem müşterilerimiz olan bu alıcı kumpanyalarla daima hoş geçinmek zorundayız."48 Dünya savaşına kadar finans-kapital tarıma bu kadar sokulamamıştı, onu bu derece pençesine geçirememişti. Çünkü krediye karşı tarım ürünleri rehinlemek güçtü: 1- Çabuk bozuluyorlardı; 2- Pek çok 45. Cumhuriyet, 14.10.1931. 46. Recep: Nutuk, 25.10.1931. 47. Bir kelime okunamadı. 48. Yunus Nadi: Cumhuriyet başmakalesi, 26.11.1931. 198 YOL çeşitliydiler.. Fakat, dünya savaşı, emperyalist bozuşmalarda tarım ürünleri kıtlığının ne müthiş bir zaaf ve gedik oluşturduğunu kanıtladı. Savaştan sonra tarımsal sanayi özel bir önem ve gelişime kavuştu. Bu sayede: 1- Tarım ürünlerin bozulmadan korunması için yeni yeni soğuk hava, ambalaj vb. yollar, bulundu; 2- Fazla çeşitliliğine karşı standardize etmek çaresine başvuruldu. Özellikle Türkiye gibi sanayice geri ülkelerde iki bölüm büyük zorunluluklar türemekte gecikmedi: 1- Zayıf olan sanayiyi genişletmek için: Sermaye birikişi vb. zorunluluğuyla finans-kapitalin köydeki kanallarını derinleştirmek ve genişletmek gerekti. 2- Dünyanın en sanayici ülkelerinde bile tarım üretiminin kışkır tılması, tarımsal ürünlere dış pazarı yavaş yavaş tıkamaya başladı. Şu halde savaştan sonra finans-kapitalin tarımsal üretime sokulması için, bir zorunluluk, bir de olanak kendini dayattı: 1- Zorunluluk: Ulusal sanayiyi geliştirmek + tarımsal ürünlere karşı tıkanan dış pazara karşılık iç pazarı genişletmek zorunlulukları; 2- Olanak: Tarımsal ürünleri koruma + standardizasyon yoluyla kre diye elverişli bir mal haline getirmek olanakları.. Onun için yukarıda işaret ettiğimiz, tarımsal üretimi tekelleştirme süreci ile yanyana olarak bir sıra önlem ve kuruluşlar hazırlanmakta ve uygulanmaktadır. Finans-kapitalin bütün toplumsal ve ekonomik yapıya "vazıyed" edişi (el-atışı) ile birlikte tarım alanındaki yayılışı da, dışarıdan içeriye doğru şu basamaklarla oluyor: 1- Dış pazar için belli başlı uygulama, yukarıda saydığımız gibi, dış finans-kapital ile anlaşmak ve uzlaşmak; dışsatım işlerini mümkün mer tebe birkaç bankanın limited ya da anonim şirketlerinin elinde toplatmak; bir ticaret ofisi örgütlendirmek; uluslararası, şirketlere katılmak., vb... 2- İç pazar için, en ağır gümrüklerle (korumacılık) Milli İktisat ve Ta sarruf Cemiyeti'ni örgütlendirmek; yerli malı reklamı için yurtsever dok torlara üzümün etten daha gıdalı olduğu hakkında makaleler yazdırmak; ve incirden ileri gelen cilt hastalıkları hakkında hüküm yürütmek isteyen doktorları tövbe etmeye çağırmak., vb. 3- Tarımsal üretimi makulleştirmek: İşte, finans-kapitalin tarıma el atışının ilk koşulu budur. Onun için, her alanda olduğu gibi, bu alanda da Kemalist finans-kapital devleti "kaadir-i mutlak" (herşeye gücü yeter) rolünü oynar. Önce İş Limited, Mısır İş Limited gibi, dış ticareti te- MÜTTEFIK: KÖYLÜ 199 kelleştiren şirketlerle birlikte Meclis'e bir dizi yasa verilir. Bu yasalardan bir kısmı, fındıktan peynire kadar birçok tarım ürünlerinin dışsatımından önce dışsatıma yarayıp yaramayacağını incelemek ve hemen bütün dışsatım ürünlerini standardizasyona tabi tutmak.. 1932 yılında yeniden ortaya çıkarılan Tarım Bakanlığının biricik görevi, bu tarımsal üretimi finans-kapitalin "dişine dokunmayacak" şekilde makulleştirmekten ibarettir. Bir başka kısım yasalar da, tarımsal üretimi makulleştirmenin başka bir şekli olan, üretim bölgelerini uzmanlaştırma amacını güder. Bu yasalar, belirli tarımsal üretimleri belli bölgelerde yoğunlaştırmaya uğraşır. Örneğin, tütün üretimi, 1931 senesindeki fiyat krahından sonra 1932 yılında en aşağı yarı yarıya azaldığı halde, çıkarılan yeni yasayla elliye yakın bölgede tütün üretimi yasak ya da sınırlıydı. Tarım ürünlerini finans-kapitalin saltanatı altına sokmanın makulleştirme bölümüne girecek bir diğer önlem de tarımsal sigortadır. 1932 yılı sonlarına doğru, Fransız Ziraat Bankası'nın bilim danışmanı ve Union Sigorta Şirketi'nin müfettişi Armand Campanon, Türkiye hükümetine tarımsal sigorta hakkında rapor vermek üzere çağrıldı. Türkiye'de var olan bütün banker ve sigortacılarla uzun uzun görüşmeler yapan kişi, verdiği raporda şunları belirliyordu: 1- Ziraat + İş Bankalarının katılımıyla bir tarımsal sigorta şirketi yapmak; 2- Tahıl-pamuk-tütün-üzüm-incir gibi kolay bozulmaz ve standardizasyonu mümkün ürünleri zorunlu sigortaya tabi tutmak; 3- Hayvan gibi (standardizasyonu ve koruması bir sorun olan) tarımsal ürünleri istemli olarak sigortalamak.. 4- Tarımsal üretimi bizzat finans-kapitalin eli altına koymak: Türkiye tarımı eğer finans-kapital ile eşleştirilecek bir geline benzetilirse, üçüncü madde (makulleştirme) ile bu gelin hanımın tuvaleti, traşı, kıyafeti ve yasallığı gerdeğe girecek hale getiriliyor, demektir. Böylece ekonomik siyasal koşulları hazırlanan Türkiye tarımının da, bütün öteki üretim alanları gibi, öz bakımından biricik finans-kapital haline gelerek, biçim değiştirmesi (metamorfozu) için hiçbir engel bırakılmıyor demektir. Madem ki hazırlık tamamlanıyor, acaba tarımsal üretim finanskapitalin eli altına (kontrolü ya da bizzat yönetimi altına) nasıl giriyor? Finans-kapitalin kendisiyle finans-kapital devleti (yani hisse senetli şirketlerle Kemalist devlet aygıtı) birbirinden kolay kolay ayırt edilebilir mi? Finans-kapital döneminin yaradılışı gereği hayır! Onun için biz de böyle soyut ve yapay bir sınıflandırma yapmaktan, olayları oldukları gibi somut adlarıyla çağırmayı doğru buluyoruz. Onun için finans-kapitalin 200 YOL tarıma kol atmasını şu iki çeşit olayda ifade edebiliriz: 1- Tarım ya da sanayi şirketlerinin tarımı kontrol ve idare edişi; 2- Ziraat Bankası'nın tarımı eli altına alışı... Bu ikisinin ara yerinde duran genellikle çağdaş çiftlikleri (örneğin Gazi Çiftliklerini) şimdilik bir tarafa bırakıyoruz. Çünkü konunun karakteristiğini verecek olan bu iki noktadır. Fakat bu iki "nokta"dan birincisinin, şirketlerin içyüzünün yine gidip gidip sonunda ikinci noktaya, Ziraat Bankası'na dayandığını düşünürsek; şirketler sorununa yalnızca değinerek asıl Ziraat Bankası üzerinde biraz durmak gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar... Öyle edelim: Tarım ve Şirketler: Genel olarak şirketleri tarımla ilgilenmelerine göre ikiye bölmek mümkündür: 1- Tarım şirketleri; 2- Sanayi şirketleri.. Fakat finans-kapitalin "sınai"si ile "zirai"sini ayırmak, aslında bu çağda sanayiyle tarımsal üretim arasındaki çağdaş teknikçe bir ayrım yapmak kadar zordur. Çünkü tarımsal üretim sanayiden çıkar; ya da derece derece sanayi üretimine varır. Sanayi üretimi de ilk-madde bakımından tarıma doğru kol salar. Şu halde çağdaş teknikle üretimde tarımın nerede başlayıp sanayinin nerede bittiğini kestirmek sanıldığı kadar kolay bir iş değil.. Ama amaç bir fikir vermek olduğu için ayıralım: 1- Tarım Şirketleri: Sokuldukları alanlarda, gerek ekim ve çalışma ala nının genişliği, gerek çağdaş teknik ve donanım bakımından, kişisel kü çük üretimleri gölgede bırakacak derecede yüceleşiyorlar. Bir ufak ömek: Finike'de yakın zamanda kurulmuş bir pirinç şirketi var. Bütün Göksu çevresinde açtığı gayet geniş kanallarla bu şirket o bölgenin pirinç üretimini elinde tutar. Örneğin 1932 yılında bütün Finike'de ekilen toprak 26.588 dönümdür. Pirinç ekilen alan 8500 dönüm; ve bu pirinç ekiminin ise yalnız 1.000 dönümü kişisel ekincilere ait, geri kalan 7.500 dönüm şirket tarafından ekilir. Şu hesapla, Finike çevresindeki bütün toprak faaliyetinin hemen hemen üçte bir'i (%28,5'u) pirinç şirketinin elindedir. Ve şirketin ekim alanı kişisel pirinç ekiminin tam 7,5 mislidir. 2- Sanayi Şirketleri: Çağdaş sanayi çağdaş yöntem ve koşullarla üretilen ilk-madde istiyor. Küçük ve dağınık üreticiler bu gereksinime yanıt veremiyor. O zaman, sanayi şirketi, zorunlu olarak teknik ve hattâ kredi bakımından özel avanslarda bulunarak, ilk-madde üreticilerini kendi arabasına sıkı sıkıya bağlamaktan kârlı bir iş bulamıyor. Bu tur finans-kapital tarımcılığı klasik örneğini Kemalist burjuvazinin hayasızlık derecesinde şımarık ikizi olan Alpullu ve Uşak şeker şirketlerinde gösterir. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 201 Uşak şeker şirketi: İki milyona yakın sabit sermayesi olan bu şirket, tren hattı boyunca dört il ötesi, Uşak'tan hemen beş-altı yüz kilometre uzaklığa kadar olan bölgelerin köylerinde pancar ekimini örgütlendirmiş bulunuyor. Asıl ekim iki ilde (Kütahya ve Afyonkarahisar) Uşak ve Sincanlı çevresinde; yardımcı ekim (Bilecik-Eskişehir ve Kütahya illerine ait) Kütahya, İnönü, Bozöyük, Karaköy, Çukurhisar'da; ve Manisa iline ait Alaşehir'de de deneme ekimi yapılıyor. Son zamanda o da Alpullu şirketi gibi, pancar ekimi için makineden başka ekincilere tohum da sağlıyor. 1932 yılında fabrika müdürünün bildirdiğine göre49 55.000 dönümlük toprak ekiliyor. Ve 12.000 çiftçi aile bu işle uğraşıyor. Pancarın kilosunu 60 paraya satıyorlar. Alpullu şeker şirketi: Çerkesköy'den Edirne'ye kadar uzanan yüzbin dönümlük tarlalarda 50-60 bin nüfusa ekmek çıkaran 15 bin çiftçi ve işçi çalışıyor olduğunu gene fabrika müdürü özel davetiyle çağırdığı gazetecilere Söylüyor. Şirket "fabrikasının çalışmasını köylünün arzu ve çabalarına bırakmayarak pancar ticaretine egemen bir sistem kurmuş."50 Lüleburgaz'da "Sarımsaklı", Alpullu'da "Yapgiridi" çiftliklerini pancar ekimi için satın almıştır. Bu şirketlerin belli başlı rolü, ya bizzat çiftlik sahibi gibi tarımı kapitalistleştirmek, ya da köylüleri işçi kullanmaya zorlayarak köyde aynı sınıf farklılaşması sürecini kışkırtmaktır. Yalnız iki şeker şirketinin pancar işiyle 1/8 milyon köylü nüfusuyla ilgilidir. Ayrıca yılda her ekincinin 2 ile 20 gün süreyle 15 ile 20'şer çapacı kadın işçi kullandığı da düşünülürse, iki şirketin pancar ekimiyle uzaktan yakından, geçici ya da sürekli, fakat herhalde ilgili olan köy nüfusunun 1/4 milyondan aşağı olamayacağı, belki yarım milyonu bulacağı tahmin edilebilir. 9 milyon köy nüfusu içinde 1/36 ya da 1/18 önemsenmeyecek bir oran değildir. Tıpkı tütün şirketleri gibi, şeker şirketlerinin de bu nüfus üzerindeki, 10 lira avans vaadedip bir lira bile vermemek, ürünü 60 paradan satın ala cakken, bunu da çok görüp kötü maldır diye çürüğe çıkartmak vb. gibi manevraları, bu yarım milyon nüfusu, öteki sekiz buçuk milyondan hiçbir zaman daha şanslı yapmamakta, fakat düzenli olarak serbest işgücü haline doğru mülkiyetinden oldurmaktadır. İşin olumlu ve olumsuz yanı budur.* ____________ 49. Cumhuriyet, 15.12.1932. 50. H.Tahsin-R.Saka: Sermaye Hareketi, s.129. * Finans-kapitalin bu iki biçimde tanını eli altına alışı için aldığımız örnekler yalnızca örnektir. Aynı süreç oldukça bir çabuklukla, bütün öteki ve özellikle 202 YOL Finans-kapital kuruluşlarının köylüyü nasıl küçük mülkiyetinden edip serbest işgücü haline getirdiğine daha açık bir örnek de, 1930 yılında Kastamonu iç bölgesinin başına gelendir. Türkiye'nin en güçlü ve yüksek çağdaş teknikli Zingal Kereste Şirketi'ni bilmeyen yoktur. Bu güçlü finans-kapital, her zamanki gibi, kendi milletvekilleri aracılığıyla Mec-lis'ten bir yasa çıkartıyor. O sıra İnebolu'dan yazan Cumhuriyet yazan durumu açığa vuruyor: Kastamonu iç bölgesinde köylünün %80'i oduncudur. Fakat son zamanda kesime kesinlikle izin verilmiyor. (Neden? Onu, burjuva yazarı arayacak değildir.) Oysa o zamana kadar kötü geçimini kerestecilikle geçiren bu %80 köylünün tarım yapmasına elverişli bir toprak Kastamonu iç bölgesinde yokmuş. (Sanki böyle bir toprak bulunsaydı, onu Kemalist burjuvazi bedavadan köylüye dağıtacakmış gibi konuluyor sorun...) O halde? Sorun basittir: Bütün geçim araç ve olanaklarından özgür ve serbest hale gelen köylü, bir yandan Zingal Şirketi'ne, diğer yandan sahil boyunca ücretleri zaten yarı yarıya düşmüş olan maden işçisini büsbütün düşük bir ücretle çalışması için baskı yapacak serbest işgücü halinde finans-kapital şirketlerinin emri altına akın eder! O tarihte yalnız Kastamonu ilinin bütün nüfusu 335.601 kişi.. Bunun 35.601 kişisini şehir halkı sayarsak, 300 bin köylü nüfusu kalır. Burjuva yazarına göre, bu 300 bin köylünün %80'i, o zamanda ağaç kesmek yasak edildiği için işsiz ve güçsüz kalmıştır. Demek finans-kapital bir çırpıda 240 bin köylüyü aç bırakabiliyor. Ve bu durum yalnız Kastamonu iç bölgesine özgü kalmaz. Yuvarlak hesapla, tarımla ilgilenen sanayi ya da tarımsal her anonim şirket, 50 binden 250 bine kadar köy nüfusunu hükümranlığı altına alıyor demektir. Ziraat Bankası: "Ziraat Bankası üretim bünyemizin adeta belkemiğidir."51 Bu söz tarımsal "üretim bünyemiz" için belki bir örnek gibi doğrudur. Fakat toplum, organlar olmadığına ve sınıflı toplumda bütün değerler gibi Ziraat bankaları da öz itibarıyla egemen sınıfın malı olduğuna göre, Ziraat Bankası Türk burjuvazisi için bir "belkemiği" olabilir. Yoksa bütün toplum ve hele işçi ve köylü sınıfları bakımından, bugünkü biçim ve rolüyle, Ziraat Bankası çok daha başka benzetmelerle anlatılmaya değer. Ziraat Bankası, kuluçkaya yattığı yumurtaları ve yavrudışsatım ürünü veren tarım üretim alanları: örneğin zeytin, pamuk, üzüm, incir, fındık vb. çalışmaları için de doğrudur. 51. İrfan, Konya: Anket, Cumhuriyet, 11.3.1931. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 203 ları (burjuvazi) için hükmünü sürdüğü bütün ülkede herşeyi parçalayıp midesine indiren bir vampir, bir puhuya benzeyebilir. Bütün Türkiye köylülüğü içine süngülü nöbetçilerle koruma altına aldığı ağlarını kurmuş, köylülüğün nesi var nesi yoksa herşeyini yuvasına çeken mitolojik kocaman kara örümcekle karşılaştırılabilir. Fakat bu benzetiş ve karşılaştırmalar daha çok edebiyat olur. Ve bu finans-kapital kartalının gerçeği önünde epeyce masum ve çok sınırlı birer canavar sayılırlar. Ziraat Bankası asla yırtıcı bir ejder değildir. O, en basit ve bugün pek doğal ve sakin görünen anlamıyla yalnızca bir kapitalist bankadır. Ankete bütün yanıt verenler şu düşüncededirler: "Ziraat Bankası köylünün kendi sermayesiyle oluşmuş bir kurum ve anonim şirket olduğu halde köylünün ortalama bir yardım yapması gerekirken ne yazık ki son zamanlarda birçok koşul ve kısa bir vadeyle para vermesi yüzünden köylü zor ve üzücü bir duruma düşmüştür." "Bilindiği gibi çiftçilerin Ziraat Bankasından asıl şikayeti son yıllarda başlamıştır." (F. İlmi: Cumhuriyet, 6.3.1931) Yani Ziraat Bankası'nın bugünkü yamanlığı, cumhuriyet burjuvazisi ve Kemalizmle yanyana gelişir. Şu halde, Ziraat Bankası'nın ne olduğunu anlamak için, Banka'nın maddi tarihçesine kısa bir bakış gerekir. Tarihçe: Türk burjuvazisinin uyanış fermanı olan 18.3.1856 Islahat Fermanı, ilk uygulamasını Mithat Paşa aracılığıyla Tuna illerinde 1863 (1279) tarihinde kurulan "Memleket Menâfi' Sandıkları" ile buldu. Amaç, "Ülkenin üretici güçlerini" "zamanın ekonomik gereksinim ve koşullarına göre düzenlemek ve yoluna koymak..."52 Hemen aynı tarihte 28 Rebiülevvel 1867 tarihli Tüzüknâme, "Menâfi Sandıklarının öteki illere de yayılmasını duyurdu. Bu Tüzük ile sandıkların ismi kısaldı: "Memleket Sandıkları" oldu. Sandığın sermayesi şöyle oluşacaktı: Aslı "imece" usulüydü; yani miri ve hali topraktan her ev başına yarım dönüm bölünüyor, köylü haftada bir gün bu toprakta işliyor.. Alınan ürünler, ihtiyar heyetleri tarafından mal sandığına yatırılıyor.. Böylelikle, her kazanın sermayesi 200 altın lirayı buldu mu, kazada, sermayesi köylüye ait sayılan bir "memleket sandığı" açılıyordu... Fakat ağalar bu işten çabucak yararlanma yolunu buldular. Ve yoksul köylü için, özel derebeylerin toprakbentliğinden başka, bir de yeni devlet toprakbentliği aldı yürüdü: 52. H.Tahsin-R.Saka: A.g.e., s.71 204 YOL "İmece esası ağaların fazla çalışmamaları (Sanki ağalar hiç çalışırmış gibi söylüyor..) ve bütün fedakârlığı yoksullara yüklemeleri sonucu olarak bırakıldı ve (memleket sandıkları) sermayesinin vergi sistemiyle sağlanması yoluna gidildi. Ve her köylüden her çift öküze karşılık yarım kilo53 buğday alınması kararlaştırıldı." 54 Bu söyleyişe bakılırsa, adeta derebeylerin saltanatının neredeyse yoksul köylü koruyucusu olacağına inanmak gerekir. Oysa, kuşkusuz imecenin yerine mal vergisi geçirilmesi ağaların köylüyü çalıştırmasından ileri gelmiyordu. Çünkü zaten ağa ömründe çalışmayan, belki toprakbenti çalıştırmak ve soymakla geçinen bir yaratıktır. Ağa, çift öküzü başına verdiği yarım kileyi de, imecede olduğu gibi, toprakbent yoksul köylünün angaryasıyla elde etmiyor mu? Evet, bu ikinci önlemden asıl kasıt: 1- Yoksul köylünün işleyeceği boş toprağı yeni bir sömürü aracı ya da ağanın mülkü haline getirmek; 2- Alınan mal vergisini sabitleştirip yerleştirmekti.. Nitekim bu çift öküzü başına yarım kile, yoksul köylüden "belki üretiminin onda birinin alınması"55 sonucuna vardı. Ve bütün bunların hepsinin üstündeki amaç, kendiliğinden başlamış olan zayıf sınıf farklılaşması sürecini sistemleştirmek, köyde sermaye birikişini bilinçaltından bilince çıkartmaktan başka bir şey değildi. Nitekim sandıkların yönetimi ilçe kaymakamının başkanlık ettiği idare heyetince denetleniyor ve köylüye %12 faizle (gene de bugünkü Ziraat Bankası'ndan %4,5 daha az...) ödünç veriliyordu ve 20 yılda sandıkların sermayeleri olmamışa döndü. 1885 yılında işe baştan başlandı. "Memleket sandıklan" bu kez de "menâfi sandıklan" adını aldı. Bu ad daha anlamlıydı. Köylüye "ihtiyat", "tasarruf ve "karşılıklı yardım" "esaslarını" vermek için ondan önce "öşre" adıyla vergi halinde ve aşarla birlikte %1 alınmaya başlandı.. Fena alışveriş değildi: Köylünün ezeli değiş-tokuşu, madde verip "maneviyat" satınalma alınyazısı, Türk burjuvazisinin de şafağını attırıyordu. Nihayet, birkaç yıl sonra taş gediğine konuldu: 1888'de menâfi sandıklarının alacaklaına dayanan Ziraat Bankası boy gösterdi. Menâfi sandıklarının Ziraat Bankası'na varış nedeni, o zamana kadar: 1- Ekonomik gereksinim ve koşulların gözetilmemesi; 2- Hükümetin menâfi payını düzenli olarak sandıklara ödemeyişi; 3- "Sandıkların bilinçli bir değer halini" alamamasıymış... Artık alacakları için harekete geçen, dağınık 53. Buradaki "kilo" alıntının aslında da öyledir. Fakat biraz aşağıda da görüleceği gibi, "kilo" değil, "kile" olmalıydı. 54. H.Tahsin-R.Saka: A.g.e.. 55. H.Tahsin-R.Saka:/l.g.e.. s.72. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 205 "sandık"lar değil, adıyla sanıyla bankadır. Ve 1890, 1892, 1894, 1900 yıllarında bankanın alacakları için "tüzüğüne yeni yetkiler" katıldı. Alınan karara göre bankanın sermayesi 15 milyon lirayı buluncaya kadar menâfi hisseleri toplanacaktı. Bankanın göreceği işlemler: 1- Gayrı-menkul kefaletle borçalma; 2- "Tarıma bağlı" banka işlemleri; 3- Bazı dairelerin nakit işlerini "yürütme"; 4- Mevduat kabulü ve özel yönetimlerin veznedarlığını yerine getirme... Bu işlerden anlaşılacağı gibi, banka yalnız bir açıdan köylüyle ilgili: Gayrı-menkul karşılığında ödünç vermek.. Yani köylünün küçük mülklerini ellerinden almak.. Kalan bütün faaliyet, devlet bankacılığı sıfatıyla büyük burjuvazinin emrine hazır olmaktır. Bununla birlikte, köylüyle ilgili oluşuna göre Ziraat Bankası'nın geçirdiği gelişme aşamalarını, bizzat komünistlikle hiçbir ilgisi olmayanların dilinden öğrenmek hiç de fena olmaz. Cumhuriyet'in açtığı ankete yanıt verenlerden Mülhak Evkaf Mütevellisi F.İlmi Bey (anket, 6.3.1931), Ziraat Bankası'nın gelişim aşamalarını şöyle üçe ayırıyor: 1. Dönem (Bankanın kuruluşundan Meşrutiyet'e kadar): Yani köyde sermaye birikişinin başlangıcından Türkiye'de kapitalizmin iktidara res men gelişine kadar olan "bu süre içinde, bazı ayrıcalıktan başka, banka olanca güç ve sermayesiyle çiftçilere yardım amacını izlemekte ve yönetim kurullarında yerel tarım müdürü ya da memurlarının bulunması dolayısıyla bu yardımı çiftçinin asıl gereksinim zamanında yapmaktaydı." O zamanlar banka, %4 faizle aldığı parayı, köylüye %6 faizle ve bugünkü bankanın hayalinden geçmeyen uzun vadeyle ödünç veriyordu. Yani banka kurulduğu zaman, bugünkünden %10,5 daha az; başka bir deyişle, bugünkünün hemen hemen üçte biri kadar az bir faizle ödünç veriyordu. Bu düşük faize karşın, banka elde ettiği net kârın üçte ikisini "tarımın iyileştirilmesi ve yükseltilmesine harcamaktaydı." 2. Dönem (Meşrutiyetten bankanın hisse senetli şirket oluşuna kadar): Yani Meşrutiyet burjuvazisinin egemenliği sırasında.. Bir kelimeyle, Türk burjuvazisi iktidara gelir gelmez: 1- "Tarımın iyileştirilmesi ve yükseltilmesine muhtaç olan üçte bir temettü bankaya bırakılmış ve banka diğer banka işlemlerine girişerek yatırılan paraları diğer işlemlerde yalnız menâfi hissesinden birikmiş olan tarım sermayesini çiftçiye borç vermeye ve sermayenin sınırlı olması dolayısıyla borç vermede çok güçlük göstermeye ve yavaş yavaş amacından uzaklaşmaya başlamıştır." 2- Faiz: Yükselir+ %3 komisyonla katmerlenir. O zaman "çiftçi aldığı parayı ödeyemeyecek bir durumda kalmıştır." 2()6 YOL 3- Filoksera yasasına karşın bağcılara önceden yapılan "uzun vadeli borçlanmadan büsbütün vazgeçmiştir." 3. Dönem: (Anonim şirket oluşundan şimdiye kadar): Kemalist burjuvazi ekonomik iktidarını örgütler örgütlemez, yoksul Türk köylüsünün alınteri damlalarıyla biriken Ziraat Bankası'ndaki değerler, artık bir daha dönmemek üzere Türk kapitalizminin "el çabukluğu becerisi"yle cebine indirilmiş, yani tam "efradını cami, ağyarını mani" finans-kapital haline gelmiştir: "Diğer anonim şirketlerde olduğu gibi meydanda hisse senetleri olmadığı halde kanunen aldığı bu biçime göre örgütünü düzenleyerek ve genişleterek diğer mali kurumlar halini almıştır." Kemalist burjuvazinin Ziraat Bankası'nı uğrattığı bu "transfiguration"u* ile şu değişiklikler birleşir: 1- Tarım müdür ve memurları": "Yönetim kurullarından uzaklaştırılır"; 2- Ödünç kuşa döndürülür: "Uzun vadeli borç vermeler bir kat daha sınırlandırılmış ve tohumluk sağlanması vb. gibi gereksinime karşı zincirleme kefalet ile borç verme konusu bir kişiye otuz liraya kadar indirilmiştir." 3- Kâr: Ziraat Bankası'nın "hissedarlara faiz filan dağıtmadığı halde elde ettiği fazla kâr sermayesine oranla pek düşük" oluyor. Çünkü fazla memur ve bürokrasi, bankanın kârını da baltalıyor. Kısaca bu nefis gelişim ve değişimleri geçiren Ziraat Bankası bugün kimindir? Hissedarları kimdir? Sözde ve biri şimdiki durumda biri gelecekte (biri mevhum, kuruntuya dayanan, diğeri muhayyel, hayali) olmak üzere iki grup hissedarı vardır: 1- Mevhum hissedarlar: 1924 yılına kadar toplanan sermayenin hisse darları ilçelerin "manevi şahsiyet"leri; 2- Muhayyel hissedarlar: 1925 yılından sonra eski öşürün Ziraat Ban kası için alınan %2'si kalkacak, onun yerine arazi vergisinden bankaya otuzikide bir (yani nezaketen %3'ten fazla denilmiyor... Arazi vergisinin aşara oranla ne kadar arttığı bir başka sorun..) oranında bir pay alınacak; bu alınan "iane" (yardım) hisseleri 100 lirayı bulacak, o zaman "her mükellefe" yatırdıkları paraya göre adına yazılı hisse senetleri verilecek.. Bu "cek" ve "cak"lardan çıkan sonuç besbelli: Önce bankanın bugünkü hissedarları, tıpkı melekler gibi yemez, içmez ve iyi saatte olsunlar gibi elle tutulmaz ve gözle görünmez birer "manevi şahsiyet" halinde inceltilip yüceltiliyor. İkinci olarak, "her mükellefe" deniliyor. Fakat tabii "arazi vergisi" veren, yani toprak sahibi olan "mükelleflere, verdiği 100 lirayı * biçim değiştirme (y.n.) MÜTTEFİK:KÖYLÜ 207 buldukça hisse senedi verilecek.. Başka bir deyişle, Kemalizmin "devrimci" gölgesi altında, Ziraat Bankası'nm sermayesi büyük toprak sahibi hissedarların mülkiyeti haline dönüşecek... Az fena "devrim" mi? Fakat olmuş olacakla oyalanmayalım. Bugün Ziraat Bankası kimindir? Kuşkusuz Kemalist burjuvazinin adına, kapitalist devletin.. Daha elle tutulurcasına Ziraat Bankası'na kimlerin egemen olduğunu anlamak için, 30.11.1932 tarihinde, Ankara'da toplanan "Ziraat Bankası Genel Kurul Toplantısı"na gelen Genel Kurul delegelerinin toplumsal rolleri açısından şu kısa sınıflamaya bakmak yeter: 1- Toplanan delegelerden siyaset şefleri: 1- Başbakan (İsmet) + 2- Ma liye Bakanı (Abdülhâlik) + 3- Bayındırlık Bakanı (Hilmi) + 4- Tekeller Bakanı (Râ'na) + 5- Eski İktisat Bakanı (Mustafa Şeref) + 6- Meclis Başkanı (Kâzım) + 7- Halk Partisi Genel Sekreteri (Recep)... 2- Toplanan delegelerden milletvekilleri: Saymakla tükenmez... 52 bölgeden tam 83 milletvekili Ziraat Bankası'nm özel "Millet Meclisi"ni oluşturur... 3- Toplanan delegelerden serbest meslek erbabı: 10 kişi... 4- Sırf kapitalist: biri büyük çiftçi, diğeri tüccar olmak üzere 2 kişi... Yani, altmışı geçen il ve ilçeden toplanıp gelen "delegeler", Türk burjuvazisinin güvencesi Kemalist hükümet, Halk Partisi ve Halk Partisi Meclisi'nin hemen büyük bir kısmından ibarettir; ve yoksul köylüden metelik metelik biriken Ziraat Bankası, bu efendilerin yönetimi ve denetimi altında burjuvazinin mali kurumudur. Ve ilaç için olsun, banka temsilcileri içinde bir çalışkan köylü ve bir tek işçi yok! Kredi Faaliyeti: Banka kimindir? Gördük. Artık "banka kimin için çalışıyor" gibi bir sorgu açmak epeyce saçma olmaz mı ya? Elbet sahibi (Kemalist kapitalist sınıfı) için işleyecek... Bununla birlikte amacımız canlı olayları elle tutmaktır. Bu ikinci soruyu da yanıtsız bırakamayız. Ziraat Bankası Türkiye'nin en büyük yerli ulusal bankasıdır. Gerçek (yani tahsil olunmuş) sermaye itibarıyla diğer üç büyük bankadan EmlâkEytam ile Sanayi ve Maadin Bankası'ndan 4,5 kez ve İş Bankası'ndan tam 6 kez daha büyüktür. Sermaye itibarıyla birinciliği alan Ziraat Bankası, genel kredi konusunda değilse bile, tarımsal kredi konusunda da birinciliği hiçbir bankaya bırakmaz. 1929'da, Türkiye'nin en büyük bankası olan Osmanlı Bankası'nın 43 şubesi olduğu halde, Ziraat Bankası'nın 53 şubesi vardı. Ziraat Bankası'nın bütün Türkiye'yi ağları içine nasıl aldığını anlamak 208 YOL için küçük bir hesap yapalım: Türkiye'de 63 il var. Ziraat Bankası'nında 53 şubesi var. Eğer ortalama bir hesap kurmak için her Ziraat Bankası şubesini bir ilde sayarsak, Türkiye illerinin %84,1'inde Ziraat Bankası vardır. Türkiye'de 338 ilçe var. Ziraat Bankası'nın da 212 sandığı var. Eğer ortalama bir hesap kurmak için her Ziraat Bankası sandığını bir ilçede sayarsak, Türkiye ilçelerinin %62,7'sinde Ziraat Bankası vardır. Ziraat Bankası tefeci yuvaları olan ilçelere kadar şube ve sandık şeklinde sabit kuruluşlarla iniyor. Ve ilçenin aşağısı için köylerde tefecisermayeyle emek birliği yapıyor. Ya da 1.6.1930 tarihinde verilen bir "Çiftçiye Müjde"ye (Milliyet) bakılırsa, yeni çıkacak bir yasayla, Ziraat Bankası köylere ayrıca gezgin borç vericiler salacaktır.. Her neyse, orta bir hesap yaparsak, Türkiye'nin %75'inde Ziraat Bankası'nın bayrağı sallanıyor. Bu, kapitalist ilişkilerin geliştiği her bölgede Ziraat Bankası'nın parmağı var demektir. Yine kredi faaliyeti hakkında kabataslak bir fikir edinmek için, bilanço toplamlarına göre bir fikir edinelim. (Zaten uzun vadeyle iş görmesi gereken Sanayi ve Maadin Bankası da dahil olmak üzere, bütün Türkiye bankaları öz itibarıyla kısa vadeli ticaret kredisi bankalarıdır.) 1929 yılında, Sanayi ve Maadin Bankası bilanço toplamı 24,4; Emlâk ve Eytam Bankası'nınki 45,4 milyon, İş Bankası'nın 76 milyonken, Ziraat Bankası'nınki 253,3 milyondur. Yani bir tek Ziraat Bankası'nın bilanço toplamı, üç dev yerli-milli bankanın birden bilançolar toplamının iki katına yakın bulunuyor. Mevduat itibarıyla Ziraat Bankası'nın Türkiye'de bir tek eşi ve benzeri var: İş Bankası... Birisi tarım, diğeri (İş) sanayi alanında finans-kapitalistleşme sentezini gerçekleştirmekle yükümlü olan bu iki banka genellikle ticari mevduat bakımından atbaşı gitmektedir. İş Bankası'nın 1928'deki mevduatı 32,5 milyon lira, 1929'da 43,7; Ziraat Bankası'nın 1928'dc 27,9 milyon lira, 1929'da 55,3 milyon liradır. Bununla birlikte, ticari senetler cüzdanı bakımından Ziraat Bankası İş Bankası'nın elifi elifine iki katı bir varlıktır. 1929 yılında İş Bankası'nın ticari senetler cüzdanı 10,1 ve Ziraat Bankası'nın 20,2 milyon liraydı. Şu kısa karşılaştırmalardan anlaşılacağı gibi, Ziraat Bankası, bir yandan köy sömürüsünü sistemleştirirken, öte yandan bu görevinin doğal sonucu olarak, kasabalarda tefeci sermaye ile olduğu kadar, şehirlerde de katışıksız ticaret sermayesiyle içli dışlı olur. Ve zaten bu yüzdendir ki, son zamanlarda "çiftçi" adını alan tarım kapitalistlerinin sistematik ve acı MÜTTEFİK: KÖYLÜ 209 eleştirilerine uğrar durur. İşte bu eleştiriler dolayısıyla, burjuva basınında kıytırık ve köşeden olsun, Ziraat Bankası'nın içyüzüne ilişkin bazı itiraf ve açıklamalar çıkar.* * "ÇİFTÇİ ÇALIŞIYOR, FAKAT BİR TÜRLÜ KURTULAMIYOR: Batı Anadolu'nun tanım hayatı, bu yıl kötü sonuç veren rekolteler karşısında korkunç bir sona doğru yol almaktadır. Üreticileri yedi yıldan beri dinlediği öğütlere uydu; gösterilen yolu tuttu ve bu yıl büyük bir özveri sayesinde azami denecek bir rekolte elde etti; fakat geçen yılki borcundan tek santim bile eksiltemedi; geçen yılki hırkasına ancak bir yama daha ekledi; ekmek, tuz ve soğan gibi üç basit kalemden ibaret olan gıdasını iki kaleme indirdi. Durum neden böyle oldu? Bunun nedenleri iç ve dış olmak üzere pek çoktur; fakat başlıca nedenleri şunlardır: 1- Yapmak, üretmek yanında bir de satmak, tükettirmek işi vardır. Bu göz önüne alınmadı, yalnız üretim düşünüldü. Fakat tüketim yeteneği hesaba katılmadı. 2- Üretimin büyütülmesine karşılık, kredi genişletilmedi ve en düşük parayla en fazla üretim sistemi uygulandı. 3- Pazar sorunu düşünülmediği için, fazla üretimlerin harcanması yavaşladığı zaman, üreticiye yapılacak kredi yardımı için de program hazırlanmadı. Arzı artar ken, talebi azalan bir ürün; bu programın yokluğu yüzünden, maliyet fiyatından bile düşük fiyatlarla işlem gördü. 4- Ve... Felaket de bu sırada üreticinin harap kulübesi kapısı önüne geldi: Zaten dar olarak verilen kredinin pek kısa süresi bu sırada bittiğinden Ziraat Bankası senet içeriğinin ödenmesini istedi. İşte çiftçimizin durumu bugün bu pek kötü şekildedir. Suç, henüz bölümlere ayrılamayacak kadar geneldir, hattâ kısa vadeli kredisinin karşılığını almak için namuslu ve çalışkan çiftçinin kapısına haciz memurlarrıı gönderen Ziraat Bankası bile tek sorumlu değildir. Sorumluluk bu durumu hazırlayan sistemdedir: Tarım idareleri, birer bilim yerinden çok kırtasiye idareleridir; Ziraat bankaları da isminin gösterdiğine aykırı olarak birer "borç verme bankası"dırlar. Tarım idareleriyle Ziraat Bankası'nın böyle olması, doğrudan doğruya yöntem ve eğilimin gereğidir; bundan ötürü bütün bu yapılan yolsuz ve sonucu çirkin işler, kişisel olarak hiçbir kimseyi sorumlu tutmaz; hattâ... Çiftçinin kapısına haciz yaftasını yapıştırmayan Ziraat Bankası memuru görevini kötüye kullanmış olur! Memurların gayreti, iyiniyeti bu üzücü sonuçlan bir süre geciktirir. Fakat tamamen engelleyemez! Ziraat Bankası, kendi asıl tüzüğüyle, kişisel bir borç verme idaresinden farklı değildir; aradaki fark yalnız faiz miktanndadır. Diğer formaliteler hep aynıdır: Bir üretici, karşılığında paraya çevrilmesi kolay ve sağlam bir güvence, yani belli bir süreden sonra icra pençesine düşebilecek bir taşınmaz gösterdikten sonra her yerden para bulabilir ve üreticiyi yıkan sorunlar, herşeyden önce bu noktadan doğar ve başlar! Bunun içindir ki, tarımımızın geleceğini parlak görmek ve üreticiyi her geçen yıl ile bir derece daha yoksul göstermemek için Ziraat Bankası'nı kökünden değiştirmek, borç veren banka durumundan çıkarmak gerekir. 3-6 ay ve hattâ bir yıl vadeyle veri- 210 YOL Ziraat Bankasının içyüzüne ilişkin karakteristıkleri şu noktalar çevresinde derlemek mümkündür: 1- Banka Tefeciliği (Faiz): "Ziraat Bankası köylünün, büyük çiftçinin anası babası demektir ve onun tek koruyucusu olmalıdır." (Anket, 15.3.1931) görüşünde bulunan biri, bankayı şöyle karakterize ediyordu: "Banka, tarım bankacılığından çok, ancak emlâk ve toprak üzerine para verir bir sarraf kurulu ve insaflı bir tefecidir." Bu "insaflı tefeci"nin resmen aldığı faiz: %9 özellikle faiz+%5 komisyon+%2,5 işlem vergisi = %16,5'tur. Bu yalnız faiz formalitesidir. Köylü bu oranı bile rüyasında göremez. Bu noktayı az sonraya bırakarak, yalnız bu oran hakkında birkaç söz daha saptayalım. İzmir Hizmet başmakalesi: "Nihayet %20 kazanabilen köylü" diyordu, biz ekleyelim: Ziraat Bankası'na salt biçimsel faiz olarak%16,5 verirse, geri kalan %3,5 ile, yaşamak şöyle dursun, devlet vergilerini de değil ama, yalnız bilinen "yol parası"nı ödeyebilir mi? Ödemesi için köylünün yılda 300-400 lira kadar bir kazanç elde etmesi gerekirdi. Sözünü ettiğimiz ankete gelen yanıtlar, köylü gelirinin banka faizini ödeyemeyecek derecede yoksul olduğunu bildirme konusunda aynı düşüncededirler: "Tarımda nerede olsa çiftçi Banka'nın aldığı faizi sağlayacak kadar bir kâr elde edemez." (İrfan, Konya, ankete cevap) Bir başkası sorunu daha açık koyuyor: "Çiftçinin genellikle belini büken şey faizdir. Türkiye'nin hiçbir yeri, hiçbir toprağı özellikle tahıl tarımında- bankanın faizlerini ödeyecek bolluğa sahip değildir." (M. Raşid, İzmirli, ankete cevap, 20.3.1931) Onun için, hiç kuşkusuz yoksul köylü olmayan anket yanıtçıları, hep bir ağızdan bu banka tefeciliğine itiraz ediyorlar. Birisi soruyor: "Banka diğer anonim şirketler gibi hissedarânına temettü vermek zorundaysa bu hissedarlar kimlerdir? Hissedarlar bütün Türkiye çiftçileridir. (Kapitalist düzende bir şey herkesin oldu mu hiç kimsenin değildir: Ziraat Bankası da "bütün Türkiye" köylüsünün olduğu için hiçbir Türk köylüsünün -büyük çiftçi dışındadeğildir.) Çünkü bu sermaye çiftçinin emeğinden, çiftçinin her yıl banka adına ödediği paralardan oluşmuştur. Böyle olduğuna göre ise çiftçi bankadan hiç değilse büyük oranda para ucuzluğu görmelidir." (S. Nuri, Trakyalı, anket, 25.3.1931) Bir anketçi bankanın hiç olmazsa Kemalizmin "Medeni Kanunu"na olsun uymasını, burjuva yasalarının olsun len kredilerin tarımda önemli bir rolü yoktur, hattâ bu yöntem, bir yıl ürünün herhangi bir felakete uğraması nedeniyle çiftçinin tam bir iflasını bile gerektirir. O halde, Ziraat Bankası'nın yeni yüzü, yeni şekli, yeni rolü ne olmalıdır. Bunu da geleneksel makalemizde açıklamaya çalışacağız." (Cumhuriyet, 23.1.1933) MÜTTEFİK:KÖYLÜ 211 çerçevesinden çıkmamasını tavsiye ediyor: Banka diyor, faizi "hiç olmazsa Medeni Kanunumuzda yazılı orana indirmelidir. Bu indirimi yapmadıktan başka, bir de ayrıca komisyon almak çiftçimizi bir kat daha zarara sokmaktadır" (Hakkı, Kuzguncuk, anket, 16.31931) Köylü nihayet %20 mi kazanıyordu? İşte size, salt faiz bakımından bankanın bu kazancı tıpatıp yuttuğunu haykıran bir yanıt: "Ekonomimizin bugünkü çıplak görünüşünden diğer bankalarımızın da sorumluluğu vardır. Onlar da kârdan saydıkları milyonları, çiftçinin aleyhine yok etmişlerdir. Örneğin resmi ve düzenli faiz oranlarını komisyon, pul diyerek %17 ile %20'ye çıkarmışlardır ki, bu çok kâr etmek bankacılığı, başta çiftçiyi, sonra tüccarı ve üreticiyi yaralamaya yetmiştir." (Ahmet Muhtar, Kavalalı, Samsun, anket, 19.3.1931) Bütün bu şikayetler kimin için ve kimin tarafındandır? Hiç kuşkusuz tarım kapitalistleri için ve onların tarafından.. Fakat, her zamanki gibi, burjuva üslubunca, güya bütün çalışkan ve yoksul köylülük adına savaş açılıyormuş gibi gösteriliyor. Asıl köylünün Ziraat Bankası'ndan ne gördüğünü daha iyi anlamak için: a) Bankanın kimlere kredi açabildiğini, b) Bankanın hangi koşullar altında kredi açtığını aramamız ve bunun için de aynı adamları söyletmemiz gerekir... 2- Banka kimlere kredi açar? Banka iki şekilde kredi açıyor: 1- İpotek karşılığı, 2- Zincirleme kefalet ile.. Birinci maddeye göre Türk köylüsünün %70'i bankadan on para alamaz, çünkü topraksızdır. İkinci madde ise, ya gerçekleşmesi olanaksız bir hayal, ya da çalışkan köylüyü ağanın, büyük toprak sahibinin ve tefecinin kölesi yapan bir tuzaktır. Onun için Ziraat Bankası'ndan yoksul köylünün para alması, uygulamada tefeci-sermayenin aracılığıyla mümkündür. Bizzat burjuva kalemleri bankanın kimlerin ekmeğine yağ sürdüğünü şöyle yazarlar: 1- Kredi büyük mülk sahiplerine ve derebeyi artıklarına açılır: "Özetle diyebilirim ki, bankanın bugünkü durumu muhtaç çiftçiye yardımdan çok, ambarında zahiresi, emlâk ve mal geliri olanların işine yarıyor." (Hakkı, Kuzguncuk, anket, 16.3.1931) Bu yarı derebeyi, yarı-tefeci büyük toprak sahipleri aldıkları krediyi ne yapıyorlar? Ticaret ya da tekrar ödünçle yine çalışkan köylü sırtında tefeci satırı gibi kullanıyorlar: "Geniş toprak sahiplerine yapılan büyük ölçüdeki borç vermeler, genellikle borçlularca ticaret yollarından harcanmaktadır." (Cumhuriyet, 12.3.1931, ankete cevap) İkide birde, Ziraat Bankası'na borçların ertelenmesi diye bir gürültü kopar.* Sonra bankanın falan bölgede falan borçlulara erteleme lütfunda bu* "1930 yılı Temmuz'una kadar ipotekli ya da zincirleme kefalet ile borçlu olan 212 YOL lunduğu için, köylüye büyük bir mutluluk kapısı açtığı yaygaralarla duyurulur. Bu borçların kimlere ait olduğunu bir anketçi şöyle anlatıyor: "Büyük toprak sahibi olup fiilen tarımla uğraşmayarak toprağını kiraya veren ya da yarıcı yoluyla başkalarına işlettiren birçok kişi bankadan büyük miktarda borç para almışlar ve bu paraların bir kısmı harcandığından, bir kısmı da tarımsal konularda harcanmadığından borçlularda ödeme gücü bulunmadığından yıllardan beri toplanamamıştır." (Hüseyin, Saray kazasında zürra, 21.3.1931) 2- Banka özellikle ticaret ve genellikle tefeci sermayedarlarına kredi açar: Ziraat Bankası anketinin hemen her sayfasında şöyle bir çığlık kopar: "Ziraat Bankası köylü içindir, tüccar için değil!" Onun için tarım burjuvaları bile hiç olmazsa tüccarlar kadar krediye lâyık görülmelerini ister-ler: "Tüccara açılan kredi gibi emlâk üzerine köylüye de kredi açmalı." (İbrahim Tevfik, Hukuk Fakültesinden, 14.11931) "Çiftçinin kimlik ve güç incelemesini dikkate almayarak yalnız tütüncüye zincirleme kefalet ile tüccara para vermekte, has çiftçiyi ihmal etmektedir." (Ahmet Muhtar, Samsun, 19.3.1931) Hattâ günlük haberleri inceleyenler56, tüccar unsura, Ziraat Bankası kefaletsiz para bile verir: "Bursa 20, Özel Muhabirimizden... Buradaki Ziraat Bankası, bir tüccara kefaletsiz olarak yirmi bin lira kredi açmış, bu para zamanında ödenmediği için tüccarın mülkleri hacz edilmiş." Oysa tüccarın malı 7 bin lira açık vermiş! Ziraat Bankası'nın nasıl yaman bir tüccar bankası olduğunu ve nasıl yoksul ve çalışkan köylüyü tefeci soygununa ister istemez bağladığını, bir de tarım kapitalistleri adına demagoji yapan "Dönekzade"den dinleyelim: "Ziraat Bankası, isminin karşıladığı anlama karşın bugün 'efradını cami, ağyarını mâni' mükemmel bir tüccar bankasıdır. Ziraat Bankası artık tarımsal görevini bırakmış, işi şehirlerde kısa vadelerle tüccara borç para vermeye dökmüştür. Köylünün tek dayanağı, olması gereken bu banka ne yazık ki köylü için kaybolmuştur. Bu kayboluş vurgunculara ve faizci tüccarın borçların senelik toplamına ve borç ödeme gücüne göre beş yıla kadar erteleme hakkındaki Ziraat Bankası yönetim kurulu karan ortaklaşa onaylanarak, bu kararın genişletilmesine şimdilik gerek görülmedi. Faiz ve komisyonların indirimi hakkındaki tekliflere gelince, 1 Kasım 1933 tarihinden geçerli olmak ve zincirleme kefaletli ve ipotekli köylü borçlarının bin liraya kadar olanların faiz ve komisyon sının %9'u ve bin liradan yukansı için faiz ve komisyon sının %10'u geçmemek üzere işlem yapılmasına karar verildi." (1.12.1932) Buradaki gazete kupürü de elyazmalan arasında yeri belirsiz olarak bulunuyordu. Buraya dipnot olarak yerleştirilmesi uygun görüldü. 56. Burada "bilirler ki", "görürler ki" gibilerden bir kelimenin atlandığı anlaşılıyor. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 213 sülüklere meydanı boş bırakmıştır. Köylü bile bile ve kahrola kendisini faizcinin kucağına atıyor. Çünkü ismi kendi sanatını ifade eden bankadan para alamamaktadır. İstese vermiyorlar, imza koyacak bir tüccar bulsa nihayet üç ay için veriyorlar, (a.b.ç.) Üretici bu duruma da-yanamadığı gibi olsa bile içlerinde binde kaç şanslı senedine imza koyacak tüccar bulabilecektir? "Ziraat Bankası kuruluş amacından uzaklaşmakla ülkenin sinesinde esaslı bir yaranın açılmasına neden olmuştur. Bugün eline bin lira para alan köylere dağılıyor. Parasını köylünün eline hiçbir taraftan tatminine imkan bulunmayan ihtiyacından yararlanarak canavarca işletiyor. Yüz lirasına üç ay için beş yüz lira faiz istiyor ve alıyor. Bu durumdaki üretici değil üç kat, yirmi kat fazla ürün alsa gene hiç, gene hiçtir, öldürücü borcun altından imkanı yok kalkamaz. "Yapılacak iş Ziraat Bankalarını önceden olduğu gibi gerçek tarım bankası haline getirmektir. Ziraat Bankası üreticiye uzun vadelerle borç para vermedikçe, faizcilikle ne yapsak uğraşamayız." 57 İşin içyüzü bu olduktan sonra, artık istendiği kadar "Kur'an-ı Kerim" surelerine benzetmeler yapalım: "Krediyi çiftçi arasında ve Allah taksimi değil, kul taksimi ile dağıtmalı, yani (malı çok olana çok, az olana az, olmayana hiç) ile açıklayacağımız kâr kuruluşları kuralı uyarınca değil", "ta ki ülkede araçsızlık yüzünden çalışamayan kul, ırgatlıkla, yarıcılıkla ağa koltuğuna sığınan kul kalmasın." (Halil Kadri, Kütahya, anket, 18.3.1931) 3- Banka hangi koşullarla kredi açar: Ziraat Bankası'ndan para almak için yerine getirilmesi gereken koşulların çalışkan köylü için anlamı şunlardır: 1- Bankadan kredi alamamak; 2- Aldığı krediyi duman edip hiçe indirmek; 3- Borcu ödeyemeyince köylünün küçük mülkiyetinin ele geçirilmesi... Bu üç kaçınılmaz sonucun, sistem olarak Ziraat Bankası'ndan nasıl sızıp çıktığını görmek için, şu üç nokta hakkında ankete başvuralım: 1- Vade: Köylüye genellikle açılan kredi bir yılı geçmez. Bu basit önlemin nerelere dayandığını komünist olmayanlardan dinleyelim: a) Kısa vade köylünün ürününü yok pahasına haraç mezat eder. "Köylüye kısa vadeyle bir yıl için yapılan borç alma işlemleri köylüyü eziyor ve malını genellikle ucuzca, gerçek değerinden çok eksiğine sat maya, piyasaya zamansız mal sevketmeye zorunlu bırakıyor." (Faruk, zürradan, anket, 9.3.1931) b) Kısa ya da hileli vade (vadenin üründen önce bitmesi) köylüyü tefeciye ısmarlar ve açık artırmaya çıkarır. "Vadenin kısa olması do57. Zeynel Besim: Hizmet, 17.6.1929. 214 YOL layısıyla ödeme zamanında borcunu ödeyemeyen köylünün, en büyük dayanak noktası olan öküzlerini banka satar. Köylü de bu yüzden bir lakım vurguncu faizcilerin kucağına atılmaya zorunlu oluyor." (Anketten sonuçlar, 11.4.1931) Ziraat Bankası, ikide birde ettiği itirazlardan, kısa vadeli borç para vermeyi sermayesinin azlığıyla açıklar ve haklı göstermek ister. Oysa onun bu iddiasındaki sahtekârlığını ve suçunu ne derecelere kadar sistematikman yaptığını anlamak için şu iki soruyu sormak yeterlidir: a) Ziraat Bankası'nın sermayesi neden azdır? Biliyoruz: Ziraat Bankası "menâfi sandıkları"nın üstüne yatan bir kapitalist kuluçkası halinde kurulduğu zaman alınan karara göre, bankanın sermayesi 15 milyon lirayı buluncaya kadar menâfi hisseleri toplanacaktı. 1916 yılında bankanın sermayesi yılın hemen sondan iki rakamını, yanı 16 milyon lirayı buldu. Fakat bankanın menâfi hisselerini atıştırması bir son bulmadı. Ondan sonra ne oldu? "Lâ-yu'lem-ül-gayb-ullah!"58 Yalnız 1924 yılında, yani aradan sekiz yıl geçtikten sonra, Ziraat Bankası'nın tam finans-kapitalistleştiği, hisse senetli şirket olduğu tarihte, sermayesinin 30 milyon liralık "eshama münkasım" (hisselere bölünmüş) olduğunu öğreniyoruz. Ve bugün, bu sermaye hâlâ bu oranları bulamadı. Anketçilerden biri, Ziraat Bankası'nın bugünkü döner sermayesi 18-20 milyonsa, "çiftçilerimizin ancak beşte bir gereksinimini sağlayabilir" diyor ve ekliyor: "Çiftçilere hakkıyla yardım yapacaksa sermayesinin 100 milyon liraya çıkması şarttır." (Zürra Derviş, Konya Ereğlisinden, 10.3.1931) Bu rakamın hangi köylüyü ne dereceye kadar tatmin edeceğini bilmeyiz. Yalnız Halk Parti-si'nin iki üç yıldan beri programlarını donattığı: "Ziraat Bankası sermayesini yüz milyona çıkarma" gürültüsü bir "yem borusu" da olsa, yüz milyon liranın köylüyü mutluluğa kavuşturacağı hakkında bir iddiadır. Biz, bu kur ve yaygaraları bir yana bırakalım. 1916'da köylünün kan terinden soyulup toplanan banka sermayesi 15 milyon liraydı demek ne demektir? Daha 16 yıl önce, Türk köylüsünün bankaya verdiği haraç toplamı bugünkü parayla 150 milyondu demektir. Demek Türk köylüsü, bundan hemen yirmi yıl önce, Kemalist burjuvazinin temcit pilavı gibi halkın önüne ikide bir sürdüğü 100 milyonun bir buçuk katını tamamıyla ödemiştir... Şu halde bu para ne olmuştur? Nasıl olmuş da 150 milyon 58. "Lâ-yu'lem-ül-gayb-ullah": "Demokrasi: Türkiye Ekonomi ve Politikası Hakkında" broşürünün arkasında aynı sözlerin okunuşu ve anlamı şöyle verilmektedir: "Lâyalemülgaybiillallah: Bilinmezi bilen tek Allahtır." MÜTTEFİK:KÖYLÜ 215 1924 yılında 17,9 ve 1930 yılında 24 milyona, yani 1/7'sine düşmüştür?* Köylünün bankaya verdiği 7,5 liradan 6,5'u 8 yıl içinde kimlerin cebine girmiştir? Diyelim ki Osmanlı devletinden kopan ülkelerle birlikte Ziraat Bankası sermayesi de parçalanmıştır. Bu parçalanışı, yani Ziraat Bankası'nın bugünkü Türkiye'den ayrılan ülkelerde kalan sermayesi ne olabilir? Osmanlı borçlarının İmparatorluk'tan doğan çeşitli ülkeler arasında dağılımı bu oranı gösterebilir. Duyun-ü Umumiye borçlarından Türkiye'nin payına düşen hemen hemen toplam dörtte üçüdür (%62,2576,54). Şu halde, Ziraat Bankası'nın da savaştan kaybolan sermayesi dörtte bir oranında olması gerekir. O zaman, bankada, 1916'dan beri hiç başka "menâfi hissesi" birikmediği kabul edilse, bugün en aşağı 110 milyon liralık bir sermayenin bulunması gerekir. Şu halde, 90 milyonluk köylünün ödediği değerler deve olmuştur. Bu deve kimdir? Kemalist Türk burjuvazisi... b) Bu az olan sermaye bile köylüye veriliyor mu? Hayır. Çalışkan Türk köylüsünün otuz beş yılda, kırk yılda alınteriyle damla damla biriktirdiği yüzmilyonlar, bugünkü pısırık Türk burjuvazisinin palazlanması ve yaşaması uğruna harcandı. Fakat geri kalan 20 milyon kadarlık sermayesi olsun çalışkan köylünün imdadına yetişebiliyor mu? Hayır. Yukarıda gördüğümüz gibi, ancak tüccarın hamiliği altına giren köylüye ödünç var. Bu kapitaliste, hattâ kefaletsiz bile borç para verilir. Kapitalist iflas ediverdi mi, köylüden toplanan banka sermayesi bu zararı kapatmaya hazırdır: "Fabrika ve şirketlere uzun vadeyle katılımı ve özellikle mali itibara dayanmayan kredisini çektikten sonra iflas eden tüccar Küçük Osman'ın gördüğü zararı yatırılan paralarla değil, çiftçinin sermayesiyle ödüyor. Ve bu işlerden dolayı fazla memur çalıştırmaya ve birçok harcamaya katlanmak zorunda kalıyor." (Derviş, Konya Ereğlisinden zürra, 10.3.1931) 1929 yılında Ziraat Bankası, kimbilir yüzde kaçı doğrudan köylüye değil, tüccar ve kapitalist aracılığıyla olmak üzere, 27,1 milyon tarım için borç veriyor. Oysa aynı yıl içinde yalnız "nazım hesaplar" 32,9 milyon liradır. (Ve bu hesaplar Kemalist burjuvaziyle beraber sahneye çıkar.) "Borçlu cari hesaplar"la, "çeşitli borçlular" toplamı 21,4 milyon, "kabul ve kefaletten dolayı borçlular" ise 123,6 milyon liradır. Bu rakamlar çalışkan köylünün gerçek durumu hakkında hiçbir şey söylemese bile, hiç * "Muamelâtı şu şekilde genişleyen bankanın sermayesi 1916'da 15.000.000 liraya yükseltildi." (H.Tahsin-R. Saka: a.g.e., s.74) Yuvarlak hesap bir Türk altını bugün 10 lira ederse, 150 milyon bugünkü lira demektir... Ziraat Bankası'nın ödenmiş sermayesi 1924'te 17.924.000, 1930'da 24.244.900 liradır. 216 YOL olmazsa banka faaliyetinin salt sermaye emrinde olduğunu açıkça anlatmaz mı? Onun için, bir başka anketçi: "Bankanın" diyor, "asıl durumu düzeltilmedikçe, sermaye 100 milyona değil ya, 300 milyona çıkarılsa gene faydasızdır." 2- Kefalet: Ziraat Bankası'nın anladığı kefalet: 1- Zincirleme kefelat; 2Taşınmaz mal teminatlı (ipotekli) kefalettir: a) İpotekli kefalet: Yani toprak ve bina karşılığı ödünç verme Ziraat Bankası'nın ilk koşuludur. Fakat ipotek ödüncünün süresi bir yılı geçemez. Onun için bu tür kefalet, bir kelimeyle, önce, toprak sahibi olan (Türk köylüsünün ancak %30'u) için; ikinci olarak, salt mülksüzleştirme için, köylüyü topraksız bırakmak için... birebirdir. Gayrı-menkul teminat karşılığı para almaya kalkışmanın en doğal sonucu, bir süre daha tutuna bilmek için eldeki toprağı gözden çıkarmaktır. Bununla birlikte, bu alanda bile, Ziraat Bankası o kadar ince eler ve sık dokur ki, ondan kredi almak gibi bir maceraya kapılan köylü, serap peşinde koşan çöl gezginine döner. İki örnek: Notere bağlamak: "Kişiler arasında yapılan borçlanmalarda rehin olarak verilen gayrı-menkul mallar, alacaklı adına ipotek yapıldığı ve bununla yetinildiği halde, Ziraat Bankası borçluları bir de notere göndererek boşuna zaman kaybettirmektedir." (Dava Vekili Hüseyin, İlgaz, 9.3.1931) Tapu ve mahkeme oyunu: "Tapu senetlerinde bilinen her nedense mahalle hal kağıdına yazılmıyor. Tapu dairesi de bu noksanı gidermeden senet vermiyor. Ziraat Bankası elindeki genel karara göre işlem yapmıyor. Çünkü senette (iki yol arası) gibi bir mevki yazılıdır. Tapuya giden çiftçilere de, memurlar, mahkemeye giderek düzelttiriniz diyor. Bu köylü için en büyük bir zorluktur. Ya tapu dairesi kolaylıkla bu hal kağıtlarını düzeltmeli ya da Ziraat Bankası keşif yaptırmak ve mahalle hal kağıdına dayanarak para vermek çarelerini aramalıdır." (Anketten sonuçlar, 10.4.1931) b) Zincirleme kefalet: Bir ucu Ziraat Bankası'nın demir kasalarına bağlı, diğer ucu çalışkan köylünün ciğerine saplı, bütün halkalarına bir tefeci-sermayedarın asıldığı bir lanet zinciri...59 Türkiye'yi baştan başa sa rar ve yoksul halkı soyguna prangabent eder. Kemalizmin halkalarını her köyün boynuna geçirmek isteyen bir tefeci+banker kapitalistleri komplosudur. İpotekli kefalet çalışkan köylüyü teker teker ve perakende olarak mülksüzleştiriyor, mülkiyetinden ediyorsa, zincirleme kefalet bir köy halkını toptan soyar ve soğana çevirir. Bununla birlikte, bugün Ziraat Bankası'nın yaptığı tarımsal borç vermelerin ancak %20'si yani beşte biri 59. Bir kelime okunamadı. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 217 zincirleme kefaletle verilenidir. Oysa köylünün hemen 3/4'ü (%70) ancak böyle zincirleme kefaletle kredi bulabilecek durumdadır. Fakat, "çiftçiler topraklı, topraksız iki kısım olduğuna göre toprağı olmayanlara zincirleme kefaletle kredi yöntemi uygulanmalı." (Derviş, Konya Ereğlisi'nde zürra, 10.3.1931) tekliflerine karşın, çalışkan ve topraksız köylü Ziraat Bankası'ndan hiçbir şey beklememeye mahkûmdur. Bekleyemeyeceğini anlamak için iki örnek: a) Hiçbir yoksul köylü kendi borcu için bütün köyü kefilliğe razı ede mez: "Bankadan borçlanan bir çiftçiye oturduğu köy halkının zincirleme kefaletle kefil olması gerekir. Oysa bir köyde borcunu ödemeyen bir kişi yüzünden adeta o köy halkına boykot eder gibi borç hakkından yoksun bırakması asla doğru değildir. Banka hiç olmazsa para alacak çitfçiye otur duğu köyün manevi kişiliğinin, yani ihtiyar heyetinin kefaletiyle para ver melidir." (Hakkı, Kuzguncuk, 16.3.1931) b) Köylü bütün köyü kefil etse bile fiilen bankadan para alamaz, çünkü banka zincirleme kefaletle insana, ancak 30 liraya kadar ödünç lütfeder! "Zincirleme kefaletle verilecek para Ziraat Bankası yönetmeliği gereğince zamanında 30 altın lira olarak belirlenmiş olduğuna göre banka şimdiki halde otuz kağıt para diye vererek işin içinden çıkıyor." (M. Feyzi, 30.3.1931) 3- Kırtasiyecilik: Kapitalist düzen deyince, derebeylik kadar olmasa bile, ondan pek aşağı kalmayan bir hiyerarşiyle bürokrasi akla gelir. Bu sistemin hedefi: 1- Halk kitlelerini her türlü siyasal ve ekonomik aygıtlardan ayırmak ya da otomat haline getirmek; 2- Halkı dolambaçlı yollardan bir piramit dehlizlerinde kaybolurcasına şaşırtmak, asıl soygunu gözden saklamak ve keskin sonuçlara daha kolay zigzaglardan varmak... İşte Ziraat Bankası'nın bürokrasisi de aşağı yukarı budur: 1- Kapitalist ve büyük toprak sahibi sınıflarından olmayan aşağı tabakaları, o mübarek yardımından uzaklaştırmak; 2- Kazara bir köylü yukarıdaki Demokles'in (vade+kefalet) kılıcından kellesini kurtarıp da, nasılsa bir krediye kavuşacak olursa, onu kavuştuğuna kavuşacağına pişman etmek, aldığı borcu dört bir taraftan kırparak kuşa döndürmek... Türk burjuvazisinin kırtasiyeciliği, hattâ Ziraat Bankası'nda bile alaturka olmakla ayırt edilir. Yani çalışkan köylüye verilmeyen krediler, boş ve kârsız kalmasın diye olacak, bizzat bankanın memurları tarafından kullanılıyor: "Banka memurlarının eylemsel ya da dolaylı olarak ne ticaretle, ne de tarımla uğraşmalarına kesinlikle izin vermemeli ve memurlar kişisel ve özel etkenlerden tamamıyla uzak tutulmalı." (Saray kazası zürraından Hüseyin, 218 YOL 21.3.1931) Bu yolla ancak Kemalizme özgü bir "devrimci" "memur tefeciliği" yaratan Ziraat Bankası, krediye susayan Türk köylüsünü şöyle bunaltır: a) En berbat güçlüklerle köylüyü kredi almaktan caydırır. "Banka çiftçilere kolaylıkla para vermelidir. (Müracaat numarasına kayıt, genel kar ar, özel merkezden emir almak, iyi hal kağıdı düzenlemesi, muhtarın mühürü, vergi, noterin onayı) gibi çiftçi birçok zorlukla karşı karşıya bırakılmamalıdır. Oysa kişiler arasındaki ipotek işlemi bundan daha ko laydır." Banka "borç vermeye başlamadık, para yok dememeli." (Derviş, Konya Ereğlisi'nden zürra, 10.3.1931) Yani: 1- Banka tefeciden daha ağır koşullar gösteriyor; 2- Bu koşullara da boyun eğen köylüyü, bu sefer pişkinlik edip "borç vermeye başlamadık, para yok" diye baştan savıyor. b) Caymayacak köylüye verdiği ödüncü yolda harcatır. Birisi: "Çiftçiye" diyor, "bugünkü koşullar dahilinde borç para vermek kadar an lamsız bir şey olamaz," çünkü "bizde Ziraat Bankasından 50 lira almak is teyen bir çiftçi en aşağı 10 lira kadar masraf etmek zorundadır." (M.M., an ket. 15.3.1931) Hemen her anketçi haykırıyor: "Cumhuriyet çiftçisi sakat yöntemlerden, Babıali kırtasiyeciliğinden şikayetçidir." (Ahmet Muhtar, Samsun, 19.3.1931) Neden? Çünkü "Kırtasiye işleminin yani birçok kayıt kuydun kaldırılması. Köylü 100 lira alacağım diye 10-15 gün şehirde kalıp alacağı paranın 20 lirasını hattâ daha fazlasını zincirleme kefaletle senetler inin düzenlenmesi için noter ve otel masrafı yapmaktadır." (İbrahim Tevfik, Hukuk Fakültesinden, 14.3.1931) c) En sonunda köylüyü mülkünden ve üretim araçlarından açıkta bırakır. "Verilen para köylünün yarasına merhem olmuyor" diyor bir anketçi ve daha aşağıda verilen paranın, "köylünün yarasına merhem değil, belki öldürücü bir zehir olduğunu şöylece anlatıyor: "Parayı alabilmek için en değerli zamanından 3-4 gününü feda ediyor, işini gücünü bırakarak şehre gidiyor. Aldığı paranın bir kısmını şehirde harcıyor, geriye kalan diğer kısmını da asıl işine yeterli gelmediğinden onu da başka ihtiyacına harcıyor. Sonuçta üste borçlar kalıyor. Ödeme zamanı gelince, borcunu ödeme olanağı bulamayan çaresiz köylü tek dayanağı olan tarlasını ve öküzünü satarak borcunu veriyor." (Ahmet Reşit, zürradan, 14.3.1931) Yukarıda bankanın zincirleme kefaletle 30 lira verdiğini görmüştük (300 lira verecek yerde!..) Bu hesapça, köylü en aşağı aldığı paradan beşte birini zorunlu harcamaya harcadığına göre, çalışkan köylünün Ziraat Bankası'ndan alabileceği para 20-25 lirayı geçmeyecek demek. Öteki çalışmalarından: Bankanın doğrudan doğruya kredi çalışmasından sonra köylüyle ilgili olan gerek kredi, gerek başka gördüğü işler somut MÜTTEFİK:KÖYLÜ 219 isimleriyle şunlar olabilir: 1- Tarım kredi kooperatıflerı, 2- Tarım tekelle ri; 3- Tarımsal teknik "yardım"... 1- Sözüm yabana kredi "kooperatiflerini (köylünün deyimiyle "köy bankaları"nı) gördük: Köyde tefeciliği finans-kapitalistleştirip sistemleştiriyorlardı. 2- Tarım tekellerine de yukarıda işaret ettik: Aşağı yukarı, Türkiye'de olan her büyük tekelde Ziraat Bankası'nın mübarek parmakcağızını bulma mak zaten olanaksız gibi. Ayrıntı içinde kaybolmamak ve tarımsal tekel lerde Ziraat Bankası'nın rolünü karakterize etmek için, bankanın en son, en büyük ve çevresinde en çok (2-3 yıl) yaygara kopartılan "girişim'i, bir ateşli burjuva yazarının "köylüyü paralandırma" diye farkında olmadan nükte doldurduğu deyimiyle anılan buğday tekeli hakkında iki kelimelik bir tanıklıktan söz edelim: Olanı, bir çalışkan köylü değil, yine bir tarım kapitalisti, kendine özgü anlatımıyla bize anlatsın: Kütahya'nın Dumlupınar çiftliğinden anlatılıyor: Banka zararına buğday almaz. Buğday siyaseti bankanın alacağına karşılık mal istemesinden ibarettir. Oysa köylü pazarda kendi malını kendisi satmak ister: "Gerçekten Ziraat Bankası'nın beş milyon liralık alacağına karşılık köylüden arpa ve buğday alması kararı çiftçiye hizmetten çok Ziraat Bankası'nın alacaklarını toplama noktasından gene çiftçi aleyhine verilmiş bir karar sayılabilir." Çünkü böyle bir karar: 1- Köylü için fiyatları düşürür; 2- Gelecekteki zararları köylüye yükler: "Ziraat Bankası'nın şubelerine gönderdiği talimatta satınalmaların şekli o derece hünerle düzenlenmiştir ki bunun uygulama alanındaki yararı yalnızca Ziraat Bankası'nın alacaklarını toplama yolunda bir hareket sayılabilir." İstasyon ve limanlara 5-6 saatlik uzaklıkta olan köylüler ürünü aynen, daha uzaktakiler ürünü ihtiyar heyetleri "marifetiyle" sattırarak para borcunu ayakcığıyla götürüp banka hazretlerinin eteklerine teslim edecek... Hem koşullar bununla biter cinsten değil: "Borca karşılık verilecek ürün her türlü yabancı maddelerden arınmış olacak"lır. Eğer köylü, banka ne zaman isterse o zaman, ürününü götürüp vermezse, ceza satırına boynu kıldan incedir. Nihayet, diyelim ki köylü yukarıdaki koşulları yerine getirerek ürününü bankaya getirdi, o zaman ne olacak? Basit: Tefecilerin Kemalist yöntemi uygulanacak: "Boşaltma, yükleme, taşıma, simsar, ambar ücretlerinden başka %25 amerj indirimiyle fiyatlar büsbütün düşecek ve yüz kuruşluk bir ürün elli kuruşa inecektir."* * Cumhuriyet, 30.8.1931. 10.3.1932 tarihli Milliyet, Ziraat Bankası'nın bu "köylüyü paralandırmak" "gazvesinin bilançosunu şu iki satırla özetliyor: "Geçen sene uygulamasına girişilen 220 YOL İşte banker Kemalizmin "köylüyü paralandırma"sı, böylece, onun elindeki 100 kuruşluk değerin yarısını çalması demek oluyormuş... "Bakisi düruğ-u bî-nihayet..."60 3- Teknik yardım: Ziraat Bankası'nın son moda "yardım"larından her gün kulaklarımızı dolduran ikisine örnek: a) Makine (pulluk) ve gübre dağıtmak: 30.5.1930 tarihli Ticaret Gazetesine (İzmir) göre Türkiye'de kendi içinde bütünlüğü olan bütün üretimlerden yalnız yarım milyonunda pulluk vardır. Şu halde daha 1,2 milyon köylü ailesine pulluk dağıtmak gerekir. O yıl yapılan tasarıyla Ziraat Bankası'na bu iş için 2 milyon liralık bir sermaye ayırıyor. Banka bu sermayeyi her yıl 500 bin lirayı geçmemek üzere "pulluk ve başka araçların sağlanmasında" harcayacak; ve sonra, yine her yıl köylüye 1 milyon liralık pulluk dağıtacak. (Görüyorsunuz ya... Ticaret Gazetesi bankanın yarım milyon lira harcayarak köylüye 1 milyon dağıtmasındaki karşıtlığı hiç aksatmadan yineleyiveriyor işte...) Köylü pullukları, Ticaret Gazetesi'm göre 10 ve Milliyet 'e göre (19.4.1930) 12 liraya satın alacak ve borcunu iki yılda ödeyecektir. Üç beş gün sonra (3.6.1930'da) Meclis'te işbu tasarı kabul edilirken öğreniyoruz ki, 1929 yılında 400 bin lirayla 4.000 pulluk alınmış! Yani pulluğun tanesi oldu 100 lira... Aynı günün Meclis tartışmaları içinde işin içyüzü biraz daha sırıtıyor: 1) Besim Atalay bey, satınalma kurullarına gene nasıl bir sürü para gi deceğini anlattıktan sonra "evvelce" diyor, "Bankanın getirttiği pulluklar köylü tarafından kabul edilmemiş"... Çünkü, bu pulluklar çok ağırdır. Türk köylüsünde onları çekecek hayvan yoktur. Bu yüzden pulluklar "elde kalmış ve kaybolmuş"... 2) Meclis'in seçim bülbüllerinden Rasih bey, "alışveriş konusunun Zi raat Bankası'na bırakılmasının doğru olmadığını, eğer amaç çiftçiye yardımsa, pulluk almaları için bu paranın doğrudan doğruya kendilerine ve rilmesini" {Milliyet) teklif ediyor ve nedenini şöyle anlatıyor: "Öteden beri görülen tecrübelerle anlaşıldığına göre genellikle bu gibi durumlarda modası geçmiş pulluklar da fazla fiyatlarla satınalınır."* şekil %1 derecede bile başarılı olmuş değildir. Bankaya kendiliğinden borçlu ya da borçsuz hiçbir köylü buğday getirmemiştir. Eğer Ziraat Bankası az bir miktar buğday toplayabildiyse, bunu da borçlu köylülerden zorla alabilmiştir ve bu aldığı buğdayı tekrar köylüye geri vermeye zorunlu kalmıştır. 60. Cumhuriyet, 30.8.1931. * Aynı tarihte pulluk sanayini teşvik için 1932 yılı bütçesine 400 bin lira konul- MÜTTEFIK:KÖYLÜ 221 Gübre için 23.3.1930'da "evrensel gübreci" Kali Sendikasının girişimlere başladığı anlaşılıyor. Bir yıl kadar sonra "Emperyal Kemikal Endüstri" şirketiyle İzmir Ziraat Bankası'nın bir sözleşme yaptıklarını öğreniyoruz."61 Bu örneklere göre, Kemalist burjuvazinin kredi canavarı köyde ...62 görevi olan çağdaş kapitalist tekniği bile bukağıladığını anlamak güç değildir... Ve kaplumbağa hızıyla yürüyen bazı önlemler, yabancı sermayeyle kuşkulu uzlaşmalardan ileriye geçemiyor. b) Tohum dağıtmak: Kredi kooperatiflerinin gözetimi altında ve ilaçlanmış olan tohumlukların kilosu 30 kuruştan köylüye satıldığını İzmir valisinin (19.4.1930) ve Meclis'in (3.6.1930) demeçlerinden öğrendiğimiz sıralarda, burjuva basınında şöyle bir öykü okuyoruz: Allah razı olsun Cumhuriyet hükümeti Türk köylüsüne kızılca tohumu sunmaya karar vermiş. "Bulgaristan'dan getirilerek o günkü piyasanın bir buçuk katı fiyatla köylüye dağıtılmış." O yıl tohum ekilir; kış hafif, yağmurlar bol gider. Herkes parlak sonucu beklerken, köylü örneğin yüz dönümlük bir tarladan ancak ve ancak on araba saman ele geçiriyor. Şikayetçi rakam veriyor: "Büyük bir ümitle 380.000 küsur kilo tohumluk almış, 11 milyon küsur kuruş borçlanmış olan halk kan ağlıyor." 63 Bu manzara karşısında Kemalist devletin ve Ziraat Bankası'nın ne yaptığı şikayetçinin feryadından epey anlaşılıyor. Fakat burjuva gazetesinin şikayetçiye verdiği yanıt ömürdür: "Şimdilik fazla görüş ileri sürmeden önce 'Keşan köylüsüne dağıtılan tohumluklar gerçekten bozuk muydu?' diye kısaca soruyoruz?" Bu galiba "kısaca" bir hata! Fakat hatanın 11 milyon zararı köylünün sırtına yükleniyor tabii... Sonuç=Soygun: Ziraat Bankası'nın tarihçesiyle gördüğü işleri böylece, gözümüzün önünden geçirttikten sonra varacağımız, daha doğrusu Ziraat Bankası'nın varacağı ve vardığı mantıksal sonuç kendiliğinden gün gibi aydın oluveriyor: Ekspropriasyon: mülksüzleştirme! masına karar verilir. Ayrıca pulluk yapanların pulluk başına en az %15 ikramiye verilecek... "Gümrük resmi olan demirden" 60 para ve çelikten 4 kuruş pullukçulara geri verilecek, iktisat Bakanı Şeref 200 bin pulluğu 3 milyon liraya hak ettireceğini temin ediyor... "Yiyin efendiler yiyin / Bu han-ı iştiha sizin."... 61. Son Posta, 9.9.1931. 62. Bir kelime okunamadı. 63. Cumhuriyet, 26.6.1930. 222 YOL Ve Kemalist burjuvazi de başka türlüsüne asla izin vermemeye kararını çoktan vermiştir. Türk kapitalistlerinin Ziraat Bankası hakkında ne düşündüklerine iki örnek: Ticaret kapitalistine göre: "Aynı zamanda banka tüccarla sürekli olarak ilgilenmek zorundadır. Çünkü yatırılan paraları köylüye verirse ödeme gücü ancak üretim mevsimiyle sınırlanmış olan çiftçiye dağıtılacak olan bu paranın gerektiğinde sahiplerine geri verilmesi mümkün olmayacak ve banka güçsüz bir duruma düşecek ya da hiç mevduat kabul etmemek zorunda kalacaktır. Bundan dolayı üreticilerimizi korurken, ülke üretimlerini yabancı paralara dağıtacak ve paraya çevirecek tüccarın gereksinim duyacağı krediyle de ilgilenme zorunluluğu vardır... Ziraat Bankası'ndan yapılan şikayetlerin kaynağını araştırırsak, çok kolaylıkla şu sonuca varırız: Ziraat Bankası dört beş yıl öncesine kadar orman, tapu vb. gibi resmi daireden başka bir şey değildi. Hattâ bankacılığın ne olduğunu para hareketlerinden doğacak kâr ve zararları ayırt edecek yöneticileri de yoktu. Cumhuriyet yönetimi bu bankayla da ilgilendi ve kapısında bir jandarma oturtup köylüyü saygı duruşuyla huzuruna giren ve para verirken verdiğinin %80'ini harcırah, keşif masrafı vb. diye alan eski çürümüş zihniyeti yıkıp, bankacılığın kafa, bilgi işi olduğunu anlattı ve Mithat Paşa merhumun çok temiz emellerle kurduğu bu yuvayı merhumun ruhunu şâd edecek asıl şekline geri döndürdü. Kuruluşun başına da bilgili bankacıları getirdi. Bu hareket doğal olarak gerçek gereksinim içinde olan köylüyü ne kadar sevindirmiş (!) ise önceki zamanlarda bankadan aldığını birkaç katı faizle zavallı yoksul köylünün kanını emip geçinen asalakları da o derece hayal kırıklığına uğratmış oldu. İnkâr kabul etmez bir gerçek vardır ki Ziraat Bankası bugün en çağdaş, en olgunlaşmış bankalar derecesinde bilimsel bir programla yürütmekte ve gücü dahilinde köylüyle ve köylüye ait işle ilgilenmektedir." (Osman Cudi, anket, 31.3.1931) Özetle, şu "dünyaların en iyisinde her şey daha iyidir"... Tarım kapitalistine göre: (Köy burjuvası sorunu daha açık ve keskin koyuyor): "Ziraat Bankası ne bir Darülaceze ve ne de bir hayır kurumu olmadığından yardımcı değil, tersine görevli olduğu görüşündeyim... Ziraat Bankası'nın oluşum amacı ve varlık gerekçesi bir yardım kurulu değil, doğrudan doğruya çiftçiliğe dayanan Türkiye tarımının gelişme ve canlanma işiyle yükümlü ve hattâ görevli bir varlık olduğunu kabul etmek daha doğrudur. Bu kadar önemli ve yüksek amaçla görevli olan Ziraat Bankası... gerçekten bankanın bu alanda bugüne kadar verimli bir çalışma ve hareket göstermediği bellidir... Herşeyden önce nesnel bir bakışla ilk maddeler ülkesi olan Türkiyemizin genel tarım durumu gözden geçirilmelidir... Ülkenin ürünü kalburdan geçirilir. Üstte kalan 1-2 madde ele alınır. Bilimsel MÜTTEFİK: KÖYLÜ 223 bir halaya düşmemek için bunlar incelettirilir. Bu son inceleme sonucunda banka görev ve işi başına geçer ve ülkenin tarımsal gücüne ve yeteneğine göre 1-2 bölgede önemli olandan başlar, önemlisine doğru yürür ve köylüyü geliştirmeye ve mutlu etmeye çalışır." Bu olursa: "Ziraat Bankası sermayesinin yarısıyla değil, hattâ dörtte bir derecesinde bir parayla ülkenin gereksinimi olan olumlu işleri başarabilir... Yoksa Ziraat Bankası sermaye ve kredisini şimdiye kadar olduğu gibi gelişigüzel köylüye yardım şeklinde kullanırsa sermayesi yüz milyon" olsa sıfır imiş! (Y. Ziya, Mersin, zürradan, 17.3.1931) Kısaca, Ziraat Bankası'nın görevi, salt tarım kapitalistlerini tekelleştirip Türkiye'yi bir ilk-madde kaynağı sömürge haline sevketmelidir. Yani kapitalistin "gelişigüzel zürraa yardım" kelimeleriyle nitelediği bugünkü Ziraat Bankası'nın, yukarıda epeyce gördüğümüz, çalışma ve niteliği, burjuvazice, çalışkan köylüden yana düzeltilmek şöyle dursun, anlaşılıyor ki köleleştirilecektir. Evet, "Ziraat Bankası ne bir Darülaceze ve ne de bir hayır kurumu" değil. Belki asıl olarak bir "ex" bankası, küçük mülk sahiplerini mülklerinden eden bir kuruluştur. 1927 yılında Ziraat Bankası'nın yaptığı "tarımsal borç verme"ler toplamı 20.375.000 TL'ydı. Bunun 14 milyon lirası, "gayrı-menkul teminat"; 4 milyonu "zincirleme kefalet' ve 2 milyonu "ürün ve mal kefaleti" karşılığında veriliyor. Yani Ziraat Bankası'nın ödünçleri %70 oranında mülk karşılığıdır. Bu ödünç şeklinin icra aracı olan hukuksal ilkeler nelerdir? 8.6.1930 tarihinde Meclis'te görüşülen ve Ziraat Bankası Kanunu'na katılan 6-7 maddelik bir yasa, tam "efradını cami, ağyarını mani" bir mülksüzleştirme yasasıdır. Bu yasanın dördüncü maddesine göre, köylünün ufak mülkiyeti şu merasimle elinden alınır: 1- Borcun vadesi dolduğu zaman bir ihbar yapılır. 2- Bir hafta sonra: "Ayrıca değer takdiri ve vaziyet merasimine bağlı olmaksızın banka tarafından bir ay süreyle açık arttırma yoluyla" satılığa çıkarılır. 3- Bundan bir ay sonra: "İsteyenine geçici olarak ihalesi yapılır ya da gerekince taşınmazın tasarruf hakkı satın alınır." Fakat nedense, mülk sa hibine bir ihbarname daha gönderilir. 4- İkinci ihbarnameden 15 gün sonra: "Borçluya bir gûna ihbar ve te bliğe gerek olmaksızın ipotekli taşınmazın isteklisi adına kayıt ve tescili için icra tarafından tapu idaresine başvuru yazısı yazılır..." Böylece 15 ile 40 günde, borçlunun tarlası ve ocağı olmamışa döner. Hele teminat menkul eşyaysa, (yasanın 5. maddesine göre): "Bir hafta- 224 YOL dan onbeş güne kadar olan bir süre ihbarnâme"ye cevap gelmezse, "bir hüküm verilmesine ve icra dairesine başvurmaya gerek kalmaksızın rehin edilmiş olan mallar piyasa değerine göre satılarak bedelinden masrafıyla birlikte alacak çekilir."64 Yani Kıymet Kanunu'nun hüküm sürdüğü Türk kapitalist toplumunda, Ziraat Bankası hazretlerine borçlananlar için, ne bir fiyat takdiri, ne de ayrıca yasa yolu (icra ve muhakeme kararı) söz konusu bile olmaksızın, mallarının ele geçirilmesi oldu bittiye getirilir. Türkiye'de pek az alacaklılar, Ziraat Bankası kadar "vereceğine atmaca, alacağına kartal" değildir. Ziraat Bankası borçlularına karşı tam bir "devekuşu" oyunu oynar: 1- Verirken "ulusal bir kurum"dur (kuştur: uçar gider, ele avuca sığmaz); 2- Alırken: "devlet alacaklı"dır (devedir: borçlunun üstüne bütün hörgücü ve kalıbıyla öyle bir çöker ki, eğer bu altında kalan yoksul bir köylüyse, devenin elinden canını zor kurtarır)... Başka herhangi bir alacaklının yapamadığını yapar: "Rehin karşılığında yapılan borç vermenin alınması için yalnız çiftçinin taşınmaz emlâkini değil, evindeki eşyasıyla çift hayvanlarına varıncaya kadar haczettirip sattırdığından", SıvasErzurum yolu üstünde "önemli miktarda tahıl yetiştiren" Zara gibi bütün ilçeleri çöle çevirir.65 Mülksüzleştirme bankasının sanatında ne derecelere kadar becerikli ve güçlü olduğunu anlamak için bir-iki rakam verelim: 1930 yılında: Kasım ayının 3'ünden 13'üne kadar geçen tam 10 gün içinde, Ziraat Bankası'nın yalnız İzmir şubesi tarafından yapılan zoralımlara aynı tarihlerde çıkan Yeni Asır gazetesinin ilanlarından iki örnek: 1- 3 Kasım'da: Tarla, bağ ve bahçe olmak üzere satılığa çıkarılan arazinin toplamı 6.750 dönüm, 47 evlek ve 2.507 arşındır (6.770 dönüm kadar). Bu yolla mülkleri ellerinden alınan ailelerin sayısı 76'dır. 2- 13 Kasım'da: Gene, satılığa çıkarılan 5,025 dönüm ve 39 evlektir. Mülksüzleştirilen aileler toplam 88'dir.* Sonuç: Ziraat Bankası'nın 53 şubesi vardır. Bunlardan yalnız bir tanesinde 10 gün içinde 164 köylü ailenin 11.800 dönüm kadar mülkü satılığa çıkarılıyor. Bir hesap yapalım: Bu faaliyeti yılın yalnız bir mevsimiyle (3 ayla) sınırlanmış sayarsak, yalnız İzmir şubesi, bir mevsimde 1476 aile64. Milliyet, 8.6.1930. 65. Son Posta, 1.10.1930. * Bu 164 zoralımdan yalnız 25 tanesinin genişliği 30 dönümden yukarıdır. Yani aile itibarıyla mülksüzleşenlerin %85'i yoksul köylü mertebesindedir. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 225 den 106.200 dönüm mülk zorla alacak. Başka bir deyişle, her aile beş kişiden hesaplanırsa, yalnız İzmir Ziraat Bankası'nın şubesi 66 üç ay süresince 7.380 kişi mülkiyetinden serbest açıkta-hazır işgücü olmaya aday kalacak ve banka, eğer arazinin dönümü ortalama 10 liradansa 1 milyon, 15 liradansa 1,5 milyon, 20 liradansa 2 milyon vb. liralık (bir dönüm en az 7, en çok 525 liradır!) bir zoralımda bulunacaktır, ki zaten Ziraat Bankası'nın yıllık net kârı da bu oranlarda (1,5 milyon) dolaştırılıyor. Unutmayalım: 1) Bu hesabı salt bir yılın üç ayı için yaptık; 2) Bankanın 53 şubesi vardır, biz yalnız bir tekinden (elbet en önemlilerinden birinden) örnek aldık... 1932 yılında: 2 yıl sonra, Temmuzun 5 günü süresince, Ziraat Bankası'nın satışa çıkardığı arazi ve binadan ibaret mülklerin tahmini değerlerini, Milliyet gazetesinin aynı tarihlerdeki ilanlarından özetleyerek alalım: 3.7.1932'de: 1 (İzmir) şubesinin satılığa çıkardığı toprak 10.578 dönümdür, tahmini değeri 165.970 liradır. 4.7.1932'de: 5 bankanın satılığa çıkardığı 104.404 liralık toprak ve bina... 5.7.1932'de: 1 banka şubesinin satılığa çıkardığı 3.800 liralık tahmini değerli mülk... 7.7.1932'de: 5 banka şubesinin satılığa çıkardığı (3.030 dönüm [Denizli şubesi] arazi hiç olmazsa 30 bin lira hesabıyla) toplam olarak 130.840 lira... Sonuç: Ortalama üç banka şubesi, Temmuz ayının ortalama beş günü içinde tahminen 405.014 lira değerindeki mülkleri haraç-mezat ediyor! Hesabı uzatırsak, ayda 1,5 milyon ve bir mevsimde 4 buçuk 5 milyonluk mülk sahiplerinden alınıp satılığa çıkarılıyor demek! D. Kapitalist Devlet: Köyde kapitalist devletin ne yaptığını anlamak isteyen finans-kapitale baksın! Finans-kapital devletinin finanskapitalin kendisinden kıl kadar farkı olmadığını elle tutmak isteyen, Ziraat Bankası'na baksın! Bu iki bakış bugünkü Kemalist devletin köylü kitleleriyle olan durumunu gün gibi aydın eder. Ve fazla söze yer bırakmaz... Fakat, biz yine anlatış yönteminden ayrılmamış olmak için, şu noktalar üstünde Kemalist devletin rollerine ilişkin bir-iki örnek verelim: 1- Kemalizmin genel köy siyaseti; 2- Vergi siyaseti; 3- Memur sataşması; 4- Finans-kapitalle ilişkisi... I- Genel Köy Siyaseti: 1- Genel Sorunlar: "Yavuz" İsmet Paşa, bilinen "parlak" nutuklarından birinde, hazineye ait toprağın köylüye satılmasını şöyle ifade ediyordu: "Bizim bu işten beklediğimiz topraksız 66. Burada "sayesinde" ya da benzeri bir kelime olması gerekirdi. 226 YOL köylüye kendi malı yapacağımız tarlasında çalışma olanağını hazırlamaktır." 67 Fakat çarçabuk ve tövbe edercesine ...68 du: "Bunun dışında büyük çiftlik işletmekte olan gayret ve servet sahiplerine dokunmak şöyle dursun, aksine olarak bunların da iyi çalıştıklarını ve kazandıklarını görmekten memnun oluruz (Alkışlar)." îşte Kemalizm köy demagojisini daima böyle yaptı: Daima yoksul köylü adına, topraksız köylü adına "yavuz" hırsız usulüyle "gulu gulu"lar koparırken, kuyruklarını yalayarak geçindiği "gayret ve servet sahiplerinin karşısında sanki bağımsız ve tarafsız bir nesneymiş gibi babahindi tavırları takındı. Bu demagojiye gerçekten inanmış bazı aydın küçükburjuvacıklarının bulunmadığı söylenemez. Nitekim, bir bunalım gününde laik CHP'nin "uç baba torik" cinsinden yalancı pehlivan Genel Sekreteri Recep bey İzmir'e gitmiş, İşçi Birliği delegelerini kabul edip Muradiye camii şerifini şereflendirdikten sonra, şu körolası bunalım hakkında şöyle bir monolog okumuştur: "Arkadaşlar! Yaşayan millet her gün dertli olan millettir. (Gülmeyin!) Sağlıklı adamın başı ağrır; ölü adamın başı ağrımaz. (Biraz da dinamizm felsefesi) Hayat durmadan değişikliklerle geçer. Bugünkü insanların zevki daima değişir. (Nihayet: "Edebiyat-ı Cedide ekonomisi"..) Bir yıl gülden hoşlanan diğer yıl karanfilden hoşlanır. Bu yolla ülkedeki dertleri zamanında araştırmak ve çözümlerini bulmak gereklidir." 69 Kahkahalar yerine alkış toplayan ve gazetecinin "çok düzgün bir ifade" bulduğu şu hoş monologun, o yukarıda söylediğimiz türden bir toy yumruk tarafından açılan şöyle bir soruyla tadı kaçırıldı: Salihlili Necmi bey: "Salihli'de 16.000 dönüm tutarındaki toprağı olan Birgen çiftliğinin içinde çalışanlara dağıtımıyla köylülerin yoksulluktan kurtarılmasını istemiş" bulundu. CHP'nin aslan gibi Genel Sekreteri hemen: "CHP'nin mülkiyet haklarını tanıyan bir kurum olduğunu açıklayarak" böyle toprak işlerinin "ancak bedel ödeyerek kamulaştırma yoluyla köylüye dağıtılabileceğini söylemiş" ve bunun da "bir bütçe sorunu" olduğunu yinelemiştir... Kemalizmin genel toprak ve köylü konusunu sermaye birikişinde bir sağmaldan başta türlü göremeyeceğini, insana insansız bir toplum hissini veren CHP'nin ünlü ve gizli kalmış "ulusal ekonomi programı", daha basit ve az hünerli kelimelerle şöyle saptar: 67. Milliyet, 2.11.1929. 68. Bir kelime okunamadı. 69. Cumhuriyet, 25.10.1931. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 227 "Madde 22- Son yazım Türkiye nüfusunun dokuz milyonunun geçimini tarımla aradığını göstermiştir. Ülkede üretimin artması ve değerlenmesi temel olarak ve herşeyden önce tarım alanında beklenebilir. Sanayi erbabının ve tüketim, ithalat tüccar ve aracılarının ve şehirlerin rahatlığı çoğunlukta olan çiftçilerin satın alma gücüne bağlıdır. Ulusal servetin artması ve birikecek fazla kazanç görülmesi tarımın verimli olması sayesinde hızla mümkündür. Hazinenin gücü ve devletin her ekonomik alanda ve genel hizmetlerde genişliğinin artması halkın vergi vermek gücüyle mümkündür."10 Bu maddenin dediği: 1- Sermayenin birikişi, sanayi+ ticaret vb. kapitalistlerinin "refahı" köylünün sırtından olacaktır; 2- Vergi verecek halk (ve halkın büyük çoğunluğunu oluşturan köylüler), süt veren inek gibi göz önünde bulundurulacaktır; 3- Köyde "verim"in (kapitalist ilişkilerin) gelişimi başanlacaktır. 2- İdare Siyaseti: İşte a- Köyü soymak + b- Köyde sınıf farklılaşması diye iki kelimeyle özetlenebilen Kemalizmin genel köy siyaseti, köy idaresini de aynen kendine uyduran bir ruhtur. Kemalizmin köydeki idare sisteminin ruhu "köy yasası"dır. Kemalist "devrimci"liğin ne olduğunu anlamak için, "memleketin efendisidir" dediği köylü için ve tam sermaye soygununun bostan korkuluğu olarak yaptığı bu köy yasasına ve tarihçesine bakmak yeter. Köy yasası ta 18.3.1340 tarihinde yapıldı. Aradan on yıl geçtiği halde bu köy yasası henüz Türk köylülerinin yarısında ancak uygulanabilmiştir. 21.3.1931 tarihli gazetelerde "köy yasası 39.720 köyden 22.885'inde uygulanmaktadır" deniliyordu. 23.6.1932 tarihinde, Meclis'te, İçişleri Bakanı'nın her zamanki o dekoratif suratı gibi ülkenin çehresini de sırıtış dolu ve güllük gülistanlık göstermek isteyen nutuklarından birinde, 40.253 köyden 22.685'inde köy yasasının uygulanabildiğini öğreniyoruz. Rakamların birbirini tutmazlığını ve ancak Kemalizm kadar ikiyüzlü bir burjuva anlayışına özgü olan bu bayağı ve kendi yasalarını on yılda ancak yarım (ve yamalak) uygulayışında kaplumbağa hızlı olduğu bilinen "devrimci"liği bir yana bırakalım. Şu köy yasası denilen şeyin ne olduğuna bakalım. Köy yasasının içinde az çok dağınık duran konuları şöyle bir sıraya dizerek gözden geçirebiliriz: Haraç: Köyde çağdaş haraç ve cizyenin iki adı var: 1- Salma; 2Ceza... 1- Salma: "Madde 16- Köy sınırı içinde yapılacak işler için para top-70. Cumhuriyet, 22.5.1930. 228 YOL lanması gerekirse, işbu yasanın buyruğu üzre, ihtiyar meclisinin hükmüyle köye salma salınır." Bu salma, tabii devlet vergilerinin dışındadır. Salmanın harcanacağı iki yer vardır: 1- "Köylünün isteğine bağlı olan": Bunun hakkında yasada bir madde olmadığı gibi, köylü isteğinin nasıl meydana çıkacağı da, aşağıda göreceğimiz gibi, bir ham rüyadır. 2- "Köylünün isteğine bağlı olmayan" harcamalar (Madde 18 ve 19): a) Köy muhtar, katip vb. adamlarının aylığı; b) "Köy adına yazılı ya da vakıf" mülklerin vergi+masrafları; c) Köyün zorunlu ya da ihtiyar meclisince zorunlu yapılmış işleri (burada mescit yapmaktan, köy sandığı için "bir ya da daha fazla tarla ektirerek ürünü imece yoluyla biçmek"e kadar herşey var). 2- Ceza: Yasanın 56. maddesi iki türlü ceza yazıyor: a) "Zorunlu işleri yapmayan köylüden ihtiyar meclisinin kararıyla haline göre bir kuruştan yüz kuruşa kadar ceza alınır." "Cezaya mahkûm olan adam o işten yine kaçarsa önceki ceza iki kat olarak alınır." b) Salmayı ödemeyen: "Salınan parayı ödemeyenlerden iki katı 66. maddeye göre alınır." Yani her iki yolla da haracı vermeyenin varı yoğu haraç mezat edilir. (Aşağıda göreceğiz.) Angarya: Kemalist burjuvazinin, Teşkilat-ı Esasiyesi şöyle der: "73. madde- İşkence, eziyet, zoralım ve angarya yasaktır." Fakat bu, bütün çalışkan halk için olduğu gibi, köylü için de değildir. Köyde angarya ebedidir. Yalnız Cumhuriyet burjuvazisinin angaryası "köy işleri" adını alır ve eskiden angaryayı derebeyi yaptırırken, bugün muhtarın şahsında somutlaşan Kemalist devlet dayatır: "Madde 43- İhtiyar Meclisi köy işlerini en fazla gerekli olandan başlayarak bir sıraya koyar ve biri yapılıp bittikten sonra sırasıyla hepsini köylüye gördürmeye çalışır." "Madde 44- ...Ve hangi işlerin köylü tarafından kendileri çalışarak doğrudan doğruya ve hangi işlerin parayla ya da ırgatla görülebileceğine karar verir." Acaba bu "köy işleri" neden angarya niteliğindedir? Çünkü her yurttaşın vermeye zorunlu olduğu devlet yükümlülüklerini ödettikten sonra, ayrıca köylünün sırtına yükletilen, devletin genellikle yapmayı üzerine aldığı şeyleri köylüye yaptırtılan şeylerdir. Bu "açık angarya"lardan bir-iki örnek: "Köyün zorunlu işleri" bölümünü gösteren köy yasasının 13. maddesinden aynen alalım: Köy Odası: Şehirde hükümet konağı bütçeden yapılır. Köydeki aynı şeyi köylü yapacaktır: "12- Köy meydanının bir tarafından ihtiyar meclisinin toplanıp köyün işlerini görüşmeleri için bir köy odası yapmak." Okul: Maarif vergisi alınır, fakat köy okulu yine köylüye "zorunlu" yaptırılır: "15- Köyde eğitim idarelerinin vereceği örneğe göre bir okul yapmak (yeniden yapılacaksa köyün en havadar bir tarafına yapılacak ve MÜTTEFİK: KÖYLÜ 229 okulun herhalde bir bahçesi bulunacaktır)." Mescit: Laik Kemalist cumhuriyetinin köy yasası, köyde afyon kaynağını, din binasını da, çalışkan köylünün sırtına bir angarya emeği şeklinde yükletir: "14- Köyde bir mescit yapmak." Yol: Bir yoksul köylüyle bir milyoner şehir kapitalisti, aynı onlarca liralık yol parasını verir. Fakat yollar yalnız ticaret ve sanayi burjuvazisinin işine yarayan yerlerde yapılır. Köylerde ve köy aralarındaki yollar, köylüye angarya olarak yaptırılır: "10- Her köyün bir başından öbür başına kadar çaprazlama iki yol yapmak (bu yollar köy meydanından geçecektir)." "11Köyün büyüklüğüne göre orta yerinde ve mümkün olmazsa kenarında bir meydan açmak." Bu iki tür "bayındırlık" işleri köyün içine aittir. Fakat köy dışındaki bütün yollar da köylünün angaryasıdır: "18- Köyden hükümet merkezine ya da komşu köylere giden yolların kendi sınırı içindeki kısmını yapmak ve onarmak ve yollar üzerindeki küçük hendek ve derelerin üstlerine köprü yapmak ve yol üzerinden gelip gitmeye zorluk verecek şeyleri kırmak, kaldırmak (bir yol üzerindeki işlerin köyden köy sınırının bittiği yere kadar olanı o köyündür)."... Borçlanma: Köylü borçlanırsa, "paraları vermeyenlere yirmibir gün zarfında borcunu vermesi için köy muhtarı tarafından haber gönderilir." (Madde 66) Veremedi: Köylünün evi talan edilir, önce taşınabilir nesi varsa onlar ve taşınabilir şeyleri yoksa taşınmazları "vali ya da kaymakam ya da nahiye müdürü"71 şöyle sattırılır: 1- Taşınabilir eşya: "2- Ev eşyasıyla bir yerden diğer bir yere nakledilebilen her tür eşya haciz gününden başlayarak üç gün içinde ihtiyar meclisinin gözü önünde ya da kasabada belediye aracılığıyla sattırılır." 2Taşınmaz eşya? "4- Haczedilen ve bir yerden diğer yere götürülemeyen mallar yirmi -gün süreyle açık arttırmaya çıkarılır. Bu süre bitince sürülen peyler yeterli görülürse on gün süreyle askıya alınır ve on gün bitince her kaç kuruşa çıkmışsa hükümetçe isteklisine devredilir." Yani borçlu köylünün eşyası, taşmabilirse (3) gün içinde ve taşmamazsa (30) gün içinde, hem de "her kaç kuruşa çıkmışsa" satılır. Oysa şehirde,tüccar arasında hükmü olan "icra ve iflas yasası" ile bir borç ödetme bazen senelerce uzayabilir. Avukat Ali Haydar bey: "İcra ve iflas yasası neden ülkemizin ihtiyacına uygun değildir?" başlığıyla Cumhuri-yet'te yazdığı bir dizi makalelerden birinde, bir borçludan hükümet aracılığıyla ne kadar günde alacağın alındığını, işgüzar bir avukat gibi evrakın peşinden aynlmaksızın kovalayarak gösteriyor ki,şehirde alacak ancak ve en az 168 günde toplanır.Ve "bu yazdıklarım" diyor, "tamamen 71. Burada "tarafından" ya da benzeri bir kelime bulunmalıydı. 230 YOL doğrudur.Hatta biraz da taraf tutarak. Binde bir alacaklı bu sonucu yüz altmış sekiz günde alabilir.Büyük çoğunluğu iki kat fazla süreye muhtaçtır."12 Bundan çıkan sonuç: Bir kapitalist köylüden 3 ile 30 günde alacağını alır.Fakat bir köylü şehir burjuvasından ancak 10 ile 100 kat daha fazla bir süre bekleyerek belki alabilir. Adalet: Kemalist burjuvazinin, her alanda olduğu gibi, adalet alanında da yoksul köylüyü tersine-efendileştirmekten (yani köleleştirmek) geri kalamayacağını, şimdiye kadar geçenlerden çıkarmak o kadar güç bir şey değildir .Burjuva yasaları ve mahkemeler ancak şehir ve köy zenginleri ve kapitalizmin genel çıkar ve sorunlarıyla uğraşır. 50 liraya kadar olan alacak ve verecekler (yani yoksul ve bizde orta köylünün davaları) köy muhtarı ile ihtiyar heyetinin elindedir. Hele 10 liraya kadar olan davaların (ki ağanın yanında bir yıl işleyen çoban ya da hizmetçinin alacağı çok kere bunu geçmez) "bir üst mahkemeye başvurarak hakkını aramak yoktur." (Madde 49). "Madde 51..Elli liraya kadar olan davalarda (elli lira dahildir) önce ihtiyar meclisine başvurulmadıkça hiçbir mahkemeye gidilemez." Fakat bütün bu koşul ve kayıtlar ancak köylü ve yoksul köylü içindir dedik.Nitekim köy yasası da, bunu açıkça belirtiyor ve tefeci sermayenin ayrıcalığını şöyle bildiriyor: "Madde 65 - işbu maddelerdeki hükümler bir köyün halkı arasındaki davalar ve anlaşmazlıklar içindir.Şehirlilerin köylerden ve köylülerin şehirlilerden olan davaları eskisi gibi mahkemede görülür".. Yani, tefeci sermayenin on para alacağı olsa, köylüyü şehre sürükleyebilir. İcra gücü: Bütün şu yukarıda saydığımız çalışmaların uygulayıcısı köy muhtarıdır. Muhtarı iki yılda köy derneği seçer. Hem öyle bir seçer ki: 1Aynı dernek ihtiyar meclisini ayrı ve muhtarı ayrı seçer.Yani, muhtar, bütün ihtiyar heyetinin hepsi kadar yetkilidir. 2- Ve hattâ bu seçiliş tarzında bile ihtiyar heyetinden daha üstün ve iyidir: "Madde 28 - Köy derneği birinci olarak köy muhtarını ve ondan sonra ihtiyar meclisi üyelerini seçer." Seçim: Eğer burjuvazinin işine gelirse, yukarıda dediğimiz gibi, köy derneği tarafından seçilir. Fakat, işe yaramayan muhtarı azletmek ve tayin etmek köylünün işi değildir: Önce seçimlerde kuzu gibi olmak birinci koşuldur: "Madde 31- Köy derneğinde seçim sırasında işi bozacak ya da geri 72. Cumhuriyet, 27.11.1930 MÜTTEFİK: KÖYLÜ 231 bırakacak olanlardan ve fenalık yapanlardan ilkinde yüz kuruştan beşyüz kuruşa kadar ceza parası alınır." Artık bu "fenalık"ın ne olabileceği devletin bileceği iştir. Köy derneği bir günde seçim yapar. Olmazsa, ertesi "ikinci dernekte de söz kesilemezse, muhtarın vereceği haberle köyün bağlı olduğu hükümet başkanı ya da memur edeceği kimse üç gün içinde köye gelir ve onun gözü önünde seçim yapılır." (Madde 31, İkinci fıkrası). Hele köy bir çiftlikse ve köylü tarım işçisiyse, güya "halkın ezildiği" görüldüğü zaman, "kaymakamın teklifi üzerine köy muhtarını ilin valisi seçer ve köye bildirir. Bu yoldan köy seçilmiş köy muhtarı tıpkı köylü tarafından seçilmiş köy muhtarına benzer (benzemese de olur!) ve onun bütün işlerini görür." Bütün bu enfes demokrasi yöntemleriyle yapılan "seçim"in ürünü, yeni muhtar, eğer burjuva devletinin hoşuna gitmezse - tıpkı yukarıdaki "fenalık"ın takdiri gibi bir kaymakam iradesiyle - muhtarın "iş görmediği" gerekçesiyle saf dışı bırakılması işten bile değildir:"Madde 41Kaymakam, köy muhtarının köy işlerini yapmadığını görürse (Sırf kaymakamın görmesine bağlı!) köy muhtarına bir uyarı gönderir. Bundan sonra iş görmediğini anlarsa köy derneğini toplar, başka bir köy muhtarı seçtirir. ("Seçmek" var, bir de "seçtirmek" var!) çıkarılan köy muhtarı gelecek seçimlerde yine seçilebilir.".. İş görüş: Yukarıdaki "seçim" biçiminden, muhtar denilen şahsın, Millet Meclisi'ni dolduran "milletvekilleri"nden hiç farksızcasına, hükümet tarafından mükemmelen atanmış bir "devlet memuru" olduğunu anlamak güç değil. Aslında köy yasası da bunu saklamıyor: "Madde 38- Köy muhtarına köy işlerini gördükleri zaman karşı gelen ve kötü söyleyenler devlet memuruna karşı koyanlar gibi ceza görürler." Bu milletvekili kadar "efradını cami, ağyarını mani" devlet memurlarının gördüğü iş, köyde cumhurbaşkanına vekillik gibi bir şeydir. Ve muhtar köy işlerinde kaymakamın emrinde bir küçük despot hükümdar demektir.* Söylemiştik. Köy derneği iki ayrı güç "seçiyor": 1- İhtiyar meclisi; 2Muhtar... Fakat dernek bu seçtiklerine köy işleri hakkında en ufak bir * MUHTAR SALTANATI: "Köylü Soruyor: Kimden kimi şikayet edelim? "Seydiköy'den birçok imzayla gönderiliyor: "Göksel afetlerden çok feci ve gerçekten acınacak bir duruma düşen bölgemizde halkı kendine oyuncak yapan muhtar efendileri yolsuzluklarından dolayı kime şikayet edelim ve bu şikayetlerimize kim yanıt verecektir, biz bunu bilmek ve anlamak istiyoruz. Muhtarlar bundan altı yıl önce bekçi temini adı altında her bir dönümden 17,5 kuruşar para toplattırılarak ve bu toplanan paradan da bekçilere üçer aylık ücret 232 YOL direktif veremez. O yalnızca seçer ya da seçtirtir. Şu halde köy işlerinde asıl köylü cansız "seçim aleti"dir. İhtiyar heyeti 8 ya da 12 kişiyse, ihtiyar heyetinden her biri, ancak köy nüfusunun sekizde bir ya da onikide birini temsil ettiği halde, yasal olarak, muhtar bütün köyü temsil eder... Hepsi bu kadar da değil: Muhtar köylüden başka devletin de temsilcisidir. Onun için köy muhtarı ihtiyar heyetinin kat kat üstündedir. Tıpkı cumhurbaşkanı gibi, köy muhtarının da silahlı adamı vardır ve Millet Meclisi nasıl silahlı adamların karşısında sıfıra yakınsa, ihtiyar heyeti de öyle, köyün silahlı adamı üzerinde pek uzaktan ve dolaylı olarak bir entipüften ve sade suya yetki iddiasında ancak bulunabilir. Korucular: "Madde 70-... köy muhtarının vereceği haber üzerine kaymakamın buyrultusuyla işe başlar." "Madde 72- Korucular köy muhtarının emri altındadır. Resmi işlerde onun her emrini tutmaya zorunludur." "Madde 73- Korucular silahlıdırlar. Kendilerine karşı gelenler jandarmaya karşı gelmiş gibi ceza görürler." Silah gücünü, devlet yetkilerini elinde tutan muhtarın karşısında, ihtiyar veriliyor. Geri kalan haklan güya halktan toplanmamıştır denilerek verilmiyor. Bekçiler bu durumda sızlanmakta haklıdırlar. Acaba bekçi ücreti niçin verilmiyor ve neden onların halk arasında ve başka yerlerde sızlanıp şikayetlerine meydan veriliyor? İkincisi: Sekiz yıldır yüce makamlara bin başvurudan sonra dağıtımı lütfen kararlaştırılan ve çevremiz hakkında şiddetle muhtaç bulunduğu zeytin ağaçlarındaki ürünler dışında sekiz yıldır halkın kirası altında ve tarlalar içinde bulunan zeytinliklerimizin toplanması için muhtar efendilerden belge almak gerektiğini tellal aracılığıyla ilanlarından anladık. Sebeb-i hikmetini önceden anlayamadığımız bu belge usulünün tekrar para toplamak için yeni» bir buluş olduğunu anlayınca her zaman böyle tuhaflıklar bulan muhtarlarımızın bu kurnazlığına asla hayret etmedik. 30-40 kuruş sınırında satılan tütünleriyle borcunu değil, fakat üretici harcamalarını karşılamayan köylü halkımızın durumu gerçekten çok endişe vericidir. Bize geçici olarak bir geçim sağlayacak olan ve bizi geçici bir zaman için mutlak bir açlık ve sefaletten kurtaracak olan bu hakkımızdan bin türlü zorluklar ortaya çıkarmasıyla yoksun bırakılmaktayız, şöyle ki: Muhtar efendilerin söz konusu durumlarına uymayan biz köylüler çoluk ve çocuğumuzun bu rutubetli ve biraz da soğuk havada titreyerek topladığı nafakamızın karşılığı zeytinlerimiz, bekçiler tarafından Seydiköyümüzün çevresinde yapılan bir ablukayla gayet kolaylıkla zorla alınmakta ve zeytin taşıyıcıları karakola sevkedile-rek tembihler ve öğütlerde bulunulmaktadır. İşte bu yolla zorla alınan zeytinler '10.000' kiloya tecavüz etmekte ve bunlar da ulu muhtarların deposuna mal edilmektedir. Bu yeni buluş durumları kolaylıkla uygulama alanı bulmak için daha iki bekçi eklenmiş, bu yolla halkın ağzından lokması alınmıştır ki: Biz şimdi kime şikayet edeceğimizi ve kimin şikayetlerimizi dinleyeceğini düşünüyoruz." (3.10.1930 tarihli bir gazete kupürü.) MÜTTEFİK: KÖYLÜ 233 heyeti, işin esnekliğini ve emniyet sübaplığını sağlamaya yarayan bir "hile-i şer'iye"den başka bir şey değildir. Nitekim ihtiyar heyetiyle muhtarın gördükleri işleri karşılaştırarak, burjuva devlet aygıtının ve kapitalist yasaların Türk köylüsüne hangi alanlarda ne verdiği bir daha anlaşılır: "İhtiyar Meclisinin göreceği işler" (Madde 44) beş fıkracıkta toplanır. Bu beş fıkradan 1., 4. ve 5. fıkralar salt köylüye angarya ve salınacak paraya aittir: "1-... Hangi işleri köylü"nün nasıl göreceğini, "4- Köylünün kaçar gün çalışacağını kestirir", her köylüye "5- ... Salınacak paranın ne olacağını keser." 2. fıkra: Köyde yapılacak bayındırlık işlerine yer satın almak; 3. fıkra, köylülere boş topraklan taksitle satmak... Bundan başka bir de köyde mahkeme ve davalara bakmak var... "Muhtarın göreceği işler", ikidir (Madde 35): "1- Devlet işleri; 2- Köy işleri". Muhtarın göreceği işlerin toplamı (devlet işi 16 fıkra + köy işi 7 fıkra + zorunlu köy işleri 37 fıkra + ihtiyari köy işi 31 fıkra ki toplam) 91 fıkradır. Bu işler arasında ilginç olarak: "Mahkeme mübaşirine ve jandarmaya görevinde kolaylık göstermek" (Madde 36/Fıkra 13); "Aranılan kişileri kağıdı getirenlere tutturmak" (36/14); "Tahsildarlara yol göstermek" (36/ 8); "Asker toplamak ve bakaya ve kaçakları hükümete haber vermek" (36/9); "Eşkiya"yı "haber vermek", "tutturmak" (36/10); "Köye gelip gidenlerin neden gelip gitmekte olduklarını anlamak ve bunlar içinde şüpheli adam ya da yabancılar görülürse hemen yakın karakola haber vermek" (36/ 6) gibi, "Köy işlerinde hem davacı, hem düşman olarak mahkemede bulunmak ve isterse mahkemeye diğer birini yerine (vekil) göndermektir." (37/7) ... e kadar türlüsü var... Yani köy yönetimi demek köy muhtarı demektir. Muhtar, ihtiyar heyetinden yirmi kat daha yetkili ve silahla kuvvetlidir. İhtiyar heyetinin muhtar üzerinde platonik bir hesap sormasından başka rolü ve etkisi yoktur. Muhtar doğrudan doğruya devlet aygıtının emrinde ve köylüye karşı bir rolde kullanılmaktadır. Tutuculuk: Kemalist burjuvazinin köy siyaseti, köyde göreneğe bağlılığı, tutuculuğu ve gericiliği kendi lehinde kullanmak niyetindedir. Türkiye'de 40 bin köyden 12 bini (içişleri bakanının Meclis demeci, 23.6.1932) 150 nüfustan aşağı... Bu köy sayısının üçte birinden fazlası için73, köy yasası şu hükmü yürütüyor: "Bu kabil köyler hiçbir köye bağlanmaz ve vali ya da kaymakam da hiçbir emir vermezse, eski göreneklerine göre işlerini yaparlar." (Köy yasası, Madde 89) Kanunlu 73. Köy sayısı 40.223... Köy yasası bunların 22.685'inde uygulanıyor. Şu halde 234 YOL köyde görülen davalarda da gene: "İhtiyar meclisi kendi örf ve adetlerine ve işe göre bir karar verirler." (Madde 50) Türk burjuvazisi Teşkilat-ı Esasiye'den ve mahkeme köy yasasında bu aynen kalıcıdır: "Tanığa kitaba el bastırarak yemin verilir." (Madde 61)... Yasa, köye seçtirip "müftünün buyrultusuyla tayin" ettirdiği imama da: "Köyce şimdiye kadar ne veriliyorsa yine o verilecektir" diyor. Sultan döneminden farkı: "Verilen şeyler ihtiyar meclisi aracılığıyla toplanır ve verilir." Ki imam da devletten ücret alır görünsün ve burjuvazi emrinde olsun. (Madde 83,85) 3- Teknik Siyaseti: İktidara geçen burjuvazinin bir rolü de köyde kapitalist tekniği genişletmektir. Kemalist burjuvazi "devrim palavraları" ...74 dursun, olayda, kırda ne yapıyor? Hiç olmazsa, vargücüyle kuvvetlendirdiği tefeciliği çağdaş teknikle donatmak istiyor mu? Tek tük Gazi Çiftlikleri yaygaraları bir yana bırakılırsa bütün tarım üretim alanında, bugün, Kemalizmin yaptığı, hele son dünya bunalımından beri tam bir tornistan ve teknik gericiliktir. Köy yasasının 14. maddesinde "yapılması köylünün isteğine bağlı olan işler" diye sayılan 31 maddelik faaliyet alanı, Kemalist burjuvazinin köyde kapitalist gelişim için aklından geçirdiklerini bize öğretiyor. Bu yasada: "15- Köylülerin giydiği giysileri köyde dokutmaya çalışmak", "23Bütün köy için bankadan para kaldırmak... ve bu paranın her yıl borçlarını toplayarak bankaya yatırmak" gibi tuhaf ya da enfes maddeler bir yana bırakılırsa, "ortaklaşa ark" (11), "ortaklaşa makina almak" (12), "ortaklaşa değirmen yapmak" (14), ürüne "değeriyle alıcı" bulmak (10) gibi işler de var. Fakat burjuvazi, "köyden hükümet merkezine ya da komşu köylere giden yollar"ı zorunlu olarak köylüye angarya saldığı halde, bu teknikleşme işini "köylünün isteğine" bırakıyor. Yani kendiliğindenci kör güçlere! Türkiye'ye ilk traktör, Dünya Savaşı sırasında Levazım Dairesi tarafından getirtilerek Çorlu, Lüleburgaz taraflarına verilir. Mütareke yıllarında Ziraat Bankası adına Maliye Bakanı tarafından getirtilir. Adana'da özel bir okul traktör işletme girişiminde bulunur. Cumhuriyet burjuvazisi balaylarını yaşarken köyde tekniğin zorunluluğunu düşünerek bazı yasa ve teşvikler yaptı. Fakat dünya bunalımı patlar patlamaz, Kemalizmi, proleterleşmenin şiddeti yüzünden bir korkudur aldı. Aslında sanayiye 17.538 köyde uygulanmıyor. "Köy sayısının 1/3'inden fazlası"ndan anlaşılması gereken bu rakamdır. 74. Bir kelime okunamadı. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 235 yasa ve teşvikler yaptı. Fakat dünya bunalımı patlar patlamaz, Kemalizmi, proleterleşmenin şiddeti yüzünden bir korkudur aldı. Aslında sanayiye gerekli olan serbest işgücü, finans-kapital+tefeci sermayenin ve dünya bunalımının yıkıntısıyla yeterli derecede geliyordu. Onun için bunalımın birinci yılından sonra, köylü teknikleşmesine karşı birdenbire, o zamana kadar traktör sahiplerine yarı fiyatla satılan petrollerin, gereksinimin %22'si oranında verilmesi hakkında bir karar çıktı. Aynı yıl Mayıs sonlarında yayınlanan ünlü "ulusal ekonomi programı"nda tarımsal teknik için yalnız bir maddecik vardı: "Madde 26- Tarım araçlarının en gerekli olan yenilerinin çiftçiye sağlanması ve sevdirilmesi gereklidir. Bu araçların başında pulluk gelir. Alınan bilgiye göre bugün çiftçilerimizin ancak üçte biri pulluk kullanır. Pulluk aynı emek ve zamanın verimini önemli oranda arttırma gücündedir." Dikkat edilirse traktörden tek kelime yok. Ve dünya dev gibi kombinelerle buğdayın kilosunu altmış paraya mal ederken, "devrimci" Kemalizmin traktör kelimesi hakkındaki bu sessizliği bir unutkanlık ya da rastlantı değildir. Nitekim 10.11.1930 tarihli Hizmet'le traktörlerin sahiplerinden geri alınacağı ve bunun için, traktörün kullanıldığı her yıl için % 10 indirilerek bedeli verileceği, örneğin 6-7 yıl kullanılan traktörün fiyatının %50'sinin ödeneceği haberi duyuruluyor. Nihayet 1931 Ekim sonlarında, 16.6.1931 yasasının 5. maddesine göre, yeniden traktör alacakların yasadan yararlanması yasak edildi. Tarımda çağdaş üretimi teşvikten cayan ve böylece kendi kendinin inkârına başlayan "devrimci" Kemalizm, bu ruh halini, Genel Sekreteri Recep'in diliyle, tarımda kapitalist üretim yerine küçük ve yoksul köylü üretimini tercih ederek, başka türlü ifade etmişti. Recep bey, toprak sahibi olmayanların tütün ekmesine ve işçi kullanmasına şöyle çatıyordu: "Ülkemizde tütün ekimi işlerini sınırlamak bir zorunluluk halini almıştır. Çünkü ülkede asıl tütün üreticisinden çok, önüne gelen tütün eken bir asalaklar, tüccarlar (Finans-kapital, serbest rekabetçi sermayeye ne çabuk ve ne kadar düşman oluverdi!) toprak sahibi olmadıkları halde yüksek faizlerle para sağlayarak ve işçi tutarak tütün ektirdiler. Tütünün maliyet fiyatı bu gibilere 7080 kuruş, mütevazi çalışkan tütün üreticisine de 30 kuruştur."75 Yani Kemalizm, tarımsal üretim alanında, Enverizmin Çanakkale'de yaptığını yapıyor: Düşmanın teknik gücüne karşı, Türkün canlı beden gücünü koyuyor. Finans-kapital üretim fiyatlarını düşürttükçe, o ücretli işçi çalıştırarak 80 kuruşa mal edeceğini, bir köylünün 5-6 nüfusluk 75. Recep Peker, 25.10.1931. 236 YOL bütün ailesini bedavaya çalıştırarak 30 kuruşa mal etmenin yolunu öneriyor! Çünkü köyde proleterler kitlesinin kabarmasından Kemalizm ölüm korkusu duyuyor. Yani Kemalizm, artık Türkiye'de üretici güçlerin gelişimine engel olan kötü bir akım haline girmiştir. II. Vergiler: Meşrutiyet burjuvazisinin maliye bülbülü vergiyi şöyle tanımlıyor: "Kişilerin ortak onayı varolmaksızın ve bazen karşıt görüşü olduğu halde, alınan ve vergi adına verilen para tutarı." Bu tanım, burjuvazinin vergi siyasetinin yalnız bir şeye dayandığını gösteriyor: zor! Köylüden alınan vergi deyince, rakamı yüzmilyonlarca lirayı bulan dolaylı vergileri (gümrükler, tekeller vb.) sayacak değiliz. Burada birer örnek olsun diye, yalnız doğrudan doğruya vergilerden en karakteristiklerine işaret etmek yeterlidir. Ondan sonra bir iki olayla da vergi alış şeklini nitelemek kalır... Doğrudan doğruya vergiler: Türk köylüsü için iki türlüdür: 1- Kitapta yazılan (yasal!) vergiler; 2- Kanunsuz vergiler... A- Kitapta yazan vergiler: Kanuni vergilere tip olarak şu dört vergiyi alalım: 1- Arazi; 2- Yol; 3- Sayım; 4- Köy değirmeni. 1- Arazi vergisi: Fabrikatör ve kapitalistlere prim ve muafiyetlerin en domuzuna derecelerini veren Kemalizm, köylüye de, büyük bir "devrim" saydığı aşar vergisini kaldırma lütfunda bulundu. Aşarı kaldırmanın ne olduğuna yukarıda işaret etmiştik. Burada aşarla arazi vergisinin ilişkisini birkaç örnekle saptayalım, arazi vergilerinin ne olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Cumhuriyet'in 1930 yılı sonunda açtığı vergiler anketinde, bizzat tarım burjuvalarının ağzından, aşar kaldırıldıktan sonra arazi vergisinin nasıl zehir zemberek bir şey olduğunu dinleyelim: 1912 yılında aşağı yukarı insaflı oranlar dahilinde bir gayrı-menkul "sayım"ı yapılıyor. Fakat Kemalizm, aşan kaldırdıktan sonra yeni baştan bir sayım yaptırıyor. Bu sayım hakkında ankete gelen yanıtlar şu bilgileri veriyor: Felaket "uzman olmayan, topraktan, toprağın yetiştirme gücünden anlamayan, konumunun durumunu takdir edemeyen sayım kurulları tarafından konulmuş olan değerlerin pek yüksek olmasındadır. Altın para 40 kuruş tahmin edilen bir dönüm tarlanın değerini on, hattâ onbeş kat arttırmaya bir şey denemezse de, kırk elli oranında değer kazanacak derecelerde canlandırıldığı hiçbir zaman iddia edilemez." (Anketten sonuçlar, 27.12.1930) Yani önce toprağın vergice değerleri 40-50 katı artıyor. Sonra iki yıl içinde arazi vergisi değerlerin binde 6'sından binde 10'una çıkarılıyor. Bu iki "devrim"in sonucunda ne oluyor? Kemalist burjuvazinin köylü "efendi"ye beş yılda yaptığı armağan, arazi vergisini (her yıl %1200 arttırarak) MÜTTEFİK: KÖYLÜ 237 60 katına çıkarmasıdır: "Arazi vergisi çiftçiye aşarı aratmaktadır. Bugünkü arazi vergisi 5 yıl öncesine oranla 60 kat fazladır." (11.1.1931) Yeni arazi vergisinin eski aşardan altmış kez daha ağır olmasıyla da iş bitmiyor: "Toprağı olanlar için bu vergi aşara bile rahmet okutacak derecede ağırdır. Çünkü rençber aşar vergisini ekebildiği toprak ve toplayabildiği ürün oranında verirdi. Yeni sayımsa, bütün toprak ekilmiş ve ürün alınmış gibi yapılan bir tahmine dayanır." (Talat, Kadıköy İskele Caddesi'nde, 27.11.1930) Köylü eksin ekmesin, ürünü ister afetlere yem olup sıfıra düşsün, altmış kat vergiyi Kemalizme ödeyecektir. Böyle bir verginin sonucu ne olur? Bunu bilmek için keramet sahibi olmaya gerek yok. Bununla birlikte yine burjuva basınına söz verelim: a) Brüt gelirin dörtte birini arazi vergisi alır: "(Arazi vergisi) çiftçiye aşar vergisini aratmaktadır. Çünkü aşar vergisi elde edilen ve üretilen ürün üzerinden sekizde 1 alınıyor, arazi vergisi olarak da bir dönüm tarlaya 7, nihayet 10 para isabet ediyordu. Yükümlü olduğun arazi vergisi beş yıl öncesine oranla altmış kat fazladır. Diğer bir deyişle brüt gelirin dörtte bi rini oluşturmaktadır." (M. Muhiddin, Kırklareli Arızbaba Çiftliği sahibi, 10.12.1930) Bu köy kapitalistince böyle, ya köylü için? b) Bütün ürünü arazi vergisi yutar: Arazi vergisi "eski aşardan fenadır. Çoğunluk vergiyi verebilmek için bütün ürününü satıyor." (Mehmed Emin, Amasyalıoğlu, Adapazarı, 27.11.1930) "Bugün arazi vergisi aşara rahmet okutacak derecede ağırdır. Çünkü aşar vergisi ekilen ve elde edilen, üretilebilen ürün üzerinden %8 alınıyor, arazi vergisi olarak da bir dönüm tarlaya yedi, nihayet on para isabet ediyordu. Bugünse öyle durumlara tanık oluyoruz ki, bazı rençber, çiftçi arazi vergisini verebilmek için bütün ürününü bile satmaya zorunlu oluyor." (Anketten sonuçlar, 27.12.1930) c) Arazi vergisi köylüyü mülkünden etmekle taçlanır: Bir anketçi yazıyor: "Bir arsam var. Yirmi yıldır 150 kuruş vergi veriyordum. İki yıldır bin kuruşa çıkartıldı. Bu parayı vermekten acizim. Birçok kere duyurdum. Dört yıldan beri uğraşıyorum. Alıcısı olmadığından satamıyorum. Vergisini vermekten aciz olduğum bu arsaya bina da yaptıramıyorum. Beş para yarar lanamadığım bir yer için ne diye vergi vereyim?" (Anketten sonuçlar, 27.12.1930) 2- Sayım vergisi: Güya yaman "indirim" yapıldığı yolunda pek çok şey söylendiği 1931-32 yılında bütçeye 9 milyon gelir sayım vergisinden katılmıştı. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Türkiye'de çift hayvanlarının ve davarın azlığı özellikle bu sayım vergisiyle açıklanabilir bir sorundur. Sayım vergisinin genellikle bütün burjuva vergileri gibi, kitapta bir 238 YOL gösterilip, hayatta iki yazılmasında ve alınmasındadır. Köylünün, hele ürünün iyi gitmediği yıllarda son kalan hayvanlarım da neden yok pahasına elden çıkarmaya ve boğazlamaya zorunlu olduğu, her günkü basın sütunlarını dolduran "Memleket Haberleri"ndendir. Anketçilerden Çorlulu "koyun sahibi" anlatıyor: 6 okkalık kuzuya 60 kuruş koyun vergisinden başka 45 kuruş da damga resmi alınırsa, kuzu beslemeye kimde güç kalır: "Bundan üç yıl önce ilçemiz dahilinde yüzbini aşkın koyun sayılırken, bugün bu sayı yarıdan fazla düşmüştür. Nedenleri vergilerin çok olmasıdır." (İzzet, Çorlu'da koyun sahiplerinden, 6.12.1930) Üç yılda hayvanların yarısı azalıyorsa, demek Kemalizmin vergi siyaseti yılda 6 hayvandan bir hayvanı mahvediyor. 3- Köy Değirmeni: Bir ufak köy değirmeni sahibi söylüyor: "Dört da var bir dam"dan 25-40 lira müsakkafat* vergisi alınıyor. Kâr vergisi 1925 yılında (Kemalizm henüz sahneye çıktığı gün) 12 lirayken, 1930'larda, Haziran'da alınan ilk taksite göre 120-180 lirayı buluyor. 5 yıllık Kema lizm saltanatı, kalın fabrikatörlerin enselerini yetmiş seksen milyon li ralık primlerle yağlarken, köylünün işiyle ilgili olan değirmencilik vergi sini 10-15 kat arttırıyor. Yani Kemalist burjuvazinin egemenliği altında geçen her yıl zarfında vergi 2-3 kat artıyor. 4- Yol Vergisi: Yukarıda saydığımız üç tip nihayet toprağı, davarı, değirmenciği olan köylüler içindir. Fakat, topraklı topraksız, Türk köylüsünün hepsinin birden elindeki son meteliğe kasteden en evrensel ve en kötü vergi tipi şu iki kelimeyle dile kolay gelen yol vergisidir. Yol vergisi, Allah-ü teâlânın ya da onun yeryüzündeki temsilcisi olan Kema list burjuva yasalarının ta kendisidir: Onun gözünde varsıl yoksul bütün köylü ya da yurttaşlar eşittir. Bir anketçi: "Yol vergisi yoksul varsıl için eşittir" dedikten sonra ekliyor: "Yol yapmak devletin genel görevlerinden olduğu için bu adla ayrıca bir vergi alınması fazladır... Bazı günlerini boş geçiren ve hele kış günlerinde büsbütün hareketsiz durmaya ve kazancından bir kısmını eritmeye mahkûm olan yüz kuruş yövmiyeli bir rençberin, kırk elli lira maaşlı bir memurun ya da herhangi bir iş adamının on lira vermesi bütün vergilerin koyulmasında gözönüne alınan (Acaba hangi vergileri kas tediyor? Mutlaka muamele vergisini!) güç ve olanak esasına taban tabana zıttır." (Mehmed Ali, Göztepe, 22.11.1930) Bir Kavalalı adeta "tefecilik edebiyatı"na benzetilecek bir yol vergisi * müsakkafat: Üzeri damla örtülü olan yerler (ev, han, değirmen, dükkan vb gibi), (y.n.) MÜTTEFİK: KÖYLÜ 239 edebiyatı yapıyor: "Cubi deresindeki çoban, Destek'teki yoksul köylü, Samsun'daki milyoner aynı on lirayı veriyorlar." Cumhuriyet'in anket sütunlarında "milletin belini büken vergilerin fazlalığı değil, yanlış gerçekleşmesidir" diyen otuzaltı puntoluk bir başlığın altında yazılan bu satırlar, yolların kimler için yapıldığını da söylüyor: "Yolları bozan zenginin, kamyon ve otomobilidir." (Ahmet Muhtar, Samsun'da Kavalalı, 24.11.1930) "Ünlü ekonomistlerimizden Dr. Celal Muhtar bey" de bu münasebetle pratik bir önlem önerisinde bulunur: "Yol bedeli pek ağırdır. Bir köylü 12 lirayı kolay kolay veremez. Çünkü arpanın kilosu 5 kuruştur. Köylü yol bedeli vermek için 240 kilo arpa satmalıdır. Bütün bu sorunları inceden inceye incelemek gerekir." (Anketten sonuçlar, 25.12.1930) "Bütün bu sorunlar"ın kaba sonucu nedir? İki şey: a) Birincisini bize bir Adapazarlı anlatsın: "İlimizde geçen yıl olduğu gibi bu yıl da yol vergisi 13 liradır. Hapisanemiz bugün bu vergiyi vere meyenlerle doludur. Sabahtan akşama kadar iş arayıp bulamayan birçok za vallı vergilerini verememişlerdir. Hattâ 13 liraya karşılık 10 lira verenler gene hapse maruz kalıyorlar." Yani birinci sonuç: zindan... b) İkinci sonuç angaryadır: Bir örnek: "İstanbul'un bütün ilçelerinde eski yıllara ait yol paralarının toplanmasına başlanılmıştır. Yalnız Çatalca köylerinde 1926, 1927 ve 1928 yıllarına ait yol paralarını vermeyen 8 bin köylü çıkmıştır. Bunlar yollarda çalışarak vergiyi ödeyeceklerini söylemişlerdir. Bu gibilerin her yıl için oniki gün çatışmaları gerekmekte dir. Fakat köylüler, şimdi çift zamanı olduğu için 36 gün aralıksız olarak yollarda çalıştıkları taktirde tarım işlerinin geri kalacağını söylemişlerdir." Bayındırlık baş mühendisi şu kararı verir: "Köylüler Nisan ayında 18 ve Mayıs ayında da 18 gün yollarda çalışacaklardır."16 Yani köylüye kendi köyü çevresindeki çeşitli yollan angarya yaptıktan sonra, rahat kalmıyor. Kemalist devlet aygıtı iki, üç, beş yıllık yol vergilerini biriktiriyor. Sonra, uzak bölgelerdeki büyük yollara birikmiş binlerce bedava işgücünü, yasa gücüyle gönderip otuz-kırk gün işletiyor. Şu ufak örneğe bakılırsa, yalnız Çatalca gibi bir ilçede ve hep geçmiş uzak yıllara özgü olarak sekiz bin "corveable" (angarya işletilen) çıkıyor. Çatalca'nın nüfusu 50.615 olduğuna göre, nüfusun altıda biri yol vergisi uğruna ağır hizmetlere mahkûmdur. Yaşasın Kemalizm! B- Kitapta yazılmayan vergiler: Tip: Tayyare Cemiyeti'nin vergisi 76. Milliyet, 2.4.1932. 240 YOL (buna "iane" diyorlar). Tayyare Cemiyeti'nin yasada yazılı olmayan bir tür sayım vergisini nasıl aldığını ve köyleri, eski zaman feodallerini aratırcasına ne biçim haraca bağladığını gösterirsek, başka kanunsuz vergilerden örnek getirmeye pek gerek kalmaz sanırız. Burjuva basınına nasıl geçebildiğine beraber şaşabileceğimiz örneği yine ankette okuyoruz: "Bundan başka çift hayvanlarının her birinden birer lira da tayyare ianesi alınıyor. Alım ve satım üzerinden aslında tayyare ianesi alındığına göre, artık köydeki çift hayvanlarından (Zavallı, hiç alınmasın diyemiyor, çünkü bizde iane verilmez, "alınır", hem de zorla, jandarma süngüsüyle alınır.) hiç olmazsa 20 kuruş alınmalıdır. Bundan başka Tayyare Cemiyeti örneğin bir köye 60 lira iane yazıyor. (Derebeyler ya da eski istila orduları da şu bizim "devrimci" Kemalizm gibi yapıyordu.) Halbuki bu iane yalnız köyün zürra kısmından alınıyor (yani haraç kapitalistlere değil köylüye, ezeli "haraç verici"ye kesiliyor), diğer ticaretle uğraşan daha zenginlerden alınmıyor." 77 Vergi alış tarzı: Şüphe yok ki bürokratik Kemalist devlet aygıtının karakteristik simgesidir. Bu şekil hakkında "Binbir Gece Masallarına taş çıkartacak ciltler doldurmak mümkündür. Biz burada bir, halktan verginin somut temsilcisini (tahsildarı), bir de, bizzat burjuva basınından vergi alışın soyut şeklini (tahsil tarzını) işitelim; vergi alınış şeklinin ne olduğu kendiliğinden gözlerde canlanır. 1- Vergi alan (Tahsildar): Kemahlı ve o bütün Doğu illerine özgü olan yılgın psikolojiyle adını bile açıkça koymaktan korkan "A" yazıyor: "Gazetenizde vergilerin ağırlığından söz ediyorsunuz. Bize kalırsa bu sorunu yalnız İstanbul halkına sormamalıdır. Bir defa da Anadolu çiftçilerinin halini, durumunu yakından incelemeli ve hangi vergilerin köylüye ağır geldiğini onlara sormalıdır. Bu noktada para toplama işinin hangi yolla yapıldığı da öğrenilmelidir. Anadolu'da bir köy tahsildarının bir kaymakam, bir şube başkanı kadar yetkisi vardır. Köy tahsildarı vergisini bir taksitte veremeyen köylüye eza cefa ettiği gibi, onun altındaki yatağını vb. de derhal açık arttırmaya çıkarır. Bu doğru bir hareket midir?" 78 Köylü, verginin canlı simgesine, tahsildara suç arıyor. Acaba suç kimde? Gerçekten arasıra şöyle: "Köylerde yapılacak hacizler: Köylerde yapılacak olan haciz işlemi yapılırken mutlaka muhtarların bulunması ve haczin, bunların huzurunda yapılması İçişleri Bakanlığından illere bildiril11. "Diyarbekir Muhabirimizden", Cumhuriyet, 26.11.1930. 78. Kemahlı A. imzalı anket yanıtı 22.11.1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkmıştır. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 241 79 mistir." gibi kısa haberlere bakılırsa iki şey öğreniliyor: 1- Sekiz on yıldan beri hükmü geçmesi gereken köy yasasının açıklığına karşın, demek tahsildar muhtara falan bile gerek bırakmaksızın köylüyü mülkünden ediyormuş; 2- Fakat bu telgraftan, Cumhuriyet merkezi hükümetinin bu işe razı olmadığı anlamı çıkmaz mı? Hayır. Çünkü yine bu telgraf, bize ayrıca iki şey daha öğretiyor: 1- Demek aşağı yukarı, Bakanlar Kurulu da köylerde tahsildar saltanatının ne olduğunu biliyormuş. (Hattâ Cumhurbaşkanı'nın kendisi, o sıra, Adana gezisinde tahsildarların gülsuyuyla yıkanmış pak şeyler olduklarını savunmuş ve şikayetçilerin vergi vermek istemeyen tembeller topluluğu olduklarını haykırmıştır...) Zaten başka türlü olması da akla sığamaz. 2- Kemalist devlet, işin ne kadar acıklı olduğunu bildiği halde ne yapmış? Ancak, anlaşılan artık mızrak çuvala girmez bir hale girdiği zaman, yalnızca soyut platonik kısa bir genelge göndermiş, bundan sonra "haciz işlemi yapılırken mutlaka muhtarların bulunması"nı tembihliyor. Oysa tahsildarların muhtarsız haciz ve açık arttırma yapması yasal değildir. Bu yasayı çiğnemiş adamları -burjuva yasalarının prestiji adına olsun- kulaklarından yakalayıp şöyle bir adalet pençesine veriyormuş gibi gösteriş yapmak olsun yok mu? Yine hayır. Burjuvazinin halktan korkusu yok. Ya da bir kere ok yaydan çıkmış. Burjuvazi ne olursa olsun durumu kurtarmak zorunda, "dengeli bütçe" masalını okumak gerekir. Oysa, aksi halde, yani tahsildarların nasılsa insaflı ve burjuva yasalarına olsun uyarcasına davrandıkları zaman, sorun böyle platonik uyarıların taban tabana zıddıyla çözümlenir. Örnek: "Vergileri tahsil etmeyen memurlar hakkında kovuşturma yapılacak: Tet-kik-i İtiraz Komisyonları kararıyla toplanması gerekli hale gelen vergileri yasal süresinde toplamayarak yükümlü tarafından kararın temyiz edilerek ortadan kaldırılması nedeninin ortaya çıkmasına olanak veren (Görüyorsunuz ya, Kemalizm, kendi yasalarına göre yurttaşların haklarını aramalarına, temyiz etmelerine "olanak veren") tahsil memurları hakkında adli ve inzibatı (yani eğer kitabına uydurulursa yasal, adli, uydurulamazsa idareten inzibati) kovuşturma yapılması Maliye Bakanlığından Defterdarlığa bildirilmiştir."80 Demek köylücükler gibi, Türkiye'deki maliye satırının, vergi giyotini79. Cumhuriyet, 3.2.1931. 80. Cumhuriyet, 24.1.1931. Ancak aynı tarihli Cumhuriyet gazetesinde bu habere rastlanmamıştır. Tarih hatası olsa gerek. YOL 242 nin vahşetini salt tahsildarların şahsına atfetmek bir şeyi açıklayamaz. Bu satır, bu giyotin, bizzat sistem olarak Kemalizmin (Cumhuriyet burjuvazisinin, CHP'nin) elinde bilinçle kullandığı bir sessiz katliam aracıdır. Bunu komünist olmayanlar da söylesin: 2- Vergi alış (tahsil): Türkiye fınans-kapitalinin o pek hoşuna giden "sistematik propaganda"cı Yunus Nadi'nin dostlarından birinin başına gelen olağan bir "tahsil" işlemi üzerine birbiri arkasından döşendiği bir dizi "sistematik" başmakaleler karşısındayız. Anlatıyor: "Tanıdıklardan biri aksam evine döndüğü, zaman orasını bir yasevi halinde bulmuş. Heyecanla bilgi isteyerek öğrenmiş ki, o gün vergi tahsil memurları gelmişler, vergi borcundan dolayı evin eşyasını haczetmişler, borcu ertesi günü öğleye kadar ödenmemiş olursa tam 24 saat sonra bu haczedilen eşyanın kaldırılıp götürüleceğini ve haraç mezat satılacağını söyleyerek çıkıp gitmişler." Ertesi günkü başmakale ("Gene O Mesele", 17.9.1931) aynı konuda "cesaret arzederken hırsızlığını söylemek" kabilinden günahlarını itiraf eder: "Bir işlem ki eğer haksızlığı varsa yükümlü yurttaşlara göre bunu yok ettirmeye hemen hemen olanak yoktur. Böyle uygulamada nihayet zulümle omuz öpüşecek kadar ezici bir toplama yöntemi olur mu?" diye sorduktan sonra, tıpkı Kemahlı A. gibi, Kemalist sistemi tahsildar kadar küçültmeye hevesleniyor: "Kanunlar ve talimatnameler küçük memurların elinde işte nihayet bazen böyle fiilen bu sonuçta karar kılabilmektedir." Fakat birdenbire, sanki bu saçmayı kendisi tekrarlamamış gibi, o burjuva şarlatanlığına özgü cesaret ve sıkılmazlıkla devam ediyor: "İnsafla şurasını da eklemeli ki suçu küçük memurlara da yükletemeyiz, orta memurlara da. Bu işin mekanizması şöyledir. (İyi dinleyelim, söyleyen bir burjuvadır, hem de şarap fıçısı gibi kaim bir burjuva.) Vergilerin toplanmasında gevşek davranmaya izin yoktur. Çünkü devletin düzenli yönetimi hazine hukukunun düzenli alınmasına bağlıdır. Herhangi küçük memur vergi toplanmasında biraz yavaş aldı mı, yükümlü bu durumdan kendi yararına yararlanarak o bütün bütün yavaş almaya gider. Onun için büyük mal memurları küçükleri sıkıştırırlar." Sonra Dünya Savaşı'nda Sivas Valisi Vehib Paşa'nın defterdarlara: "Filan tarihe kadar şu miktar para göndermezsen idam olunmak üzere kendin buraya gel!" yollu emirler verdiğini belirterek, hamdolsun bugün, Cumhuriyet burjuvazisinde böyle şeylerin olmadığına şükretmek gerektiğini belirtiyor: "Şimdi küçük memurlara para toplanması faaliyeti için idam tehditleri gönderilmez ama, tahsilat81. Yunun Nadi: "Gene O Mesele", 17.9.1931. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 243 ta gevşeklik herhalde görevden alınmayı gerektirir ve açıkça denilmiştir ki, haciz kararını 24 saat içinde icraya sevketmeyen şube memurları şiddetle sorumludurlar." Artık, burjuva basının da doğrulamasıyla, büyük ya da küçük memurların değil, soyguncu bir sistemin karşısındayız. En büyük ve en yüksek Kemalist devlet makamları, sistemin gerekleri karşısında sıfırdır. Onu da Yunus hazretleri tamamlasın: "Gene bu şıkta, sorundan şubenin bir derece yükseltilmesine ve hattâ Maliye Bakanlığına başvurduğumuzu varsayalım. Oralarda da aşağı yukarı aynı mantığı buluruz. Onlar da bir şube memurunun bu yoldaki herhangi bir işlemini bahane göstermekten sakınırlar, sonra şube memurları gevşerler diye korkarlar da onun için!"81 Uzun söze ne gerek... Yalnız burada dikkate değer son bir noktada az duralım. Vergi tiplerinden örneğin arazi vergisini alalım: Bu müthiş vergiden devlet hazinesine ne geliyor bilir misiniz? 1931-21 bütçesinde sayım vergisinden 9 milyon geldiği halde arazi vergisinden yalnız 4 milyon lira tahmin konulmuştu. Bu oldukça küçük rakama bakınca, insana adeta arazi vergisinin pek de o kadar müthiş olmadığı düşüncesi geliyor. Fakat bu işin görüntüsünden başka bir şey değildir. Bu, vergi alış şeklinin içyüzünü bütün çıplaklığıyla göze batıracak bir facianın komedi üslubuyla kaleme alınışıdır. Meclis'te (1931) vergiler konuşulurken, Cumhuriyet gazetesinde H.Z. imzalı, "Vergiler Nasıl Alınmalı" başlıklı bir yazı çıkıyor. Yazan, öz burjuvadır. Çiftlik sahiplerini savunurken, demagoji gereği çalışkan köylü örneklerini ağzından kaçırıyor: "Aynı duruma ("Çeşitli şehir ve köylerdeki toprak sahipleriyle temaslarda" bulunulmuş olduğunu daha yukarıda yazıyor) Eskişehir'in Karacaşehir köyündeki tarlalarda da rastladık. Savaştan önce değeri sekiz altın olan sekiz dönüm tarlaya üçyüz onaltı (yani kırk misline yakın) lira değer konacak olursa, tarım yapma, geçinme ve nihayet vergi verme gücü kalmayacağından mal sahiplerinin tarımı bıraktıklarını ve hayatlarını kurtarmak ve yaşamak için arabacılığa, gündeliğe, kısaca başka geçinme yollarına saptıklarını ve buna zorunlu olduklarını her zaman üzülerek görmekteyiz..." Fakat bu duruma üzülenlerin de gene bu duruma neden olanlar olduklarını aşağıda kaydediyor: "Gerçekte belirli olan süreye itiraz hakkınız var. Ülkenin gerçek bünyesini (yani kapitalist toplumsal düzeni demek ister galiba!) ve halkın durumunu (yani örgütsüzlüğünü ve zavallılığını olacak) iyi bilenlerce malum olduğu yönüyle (yani "söz aramızda" demeye getiriyor, burjuva yazarı) ve nihayet resmi dairelerde gene kendi kendimizden yaptığımız komisyonların (ağzı bal yemez mi böyle 244 YOL gerçekçi burjuvaların?) yüzlerce, binlerce kağıt ve müracaat ve dilekçelere koyduklarını gördüğümüz (yapılan itiraz geçerli görülmediğinden reddine karar verildi) klişesiyle işin içinden kurtulma alışkanlığı işi bu şekle getirmiş değil midir? O halde sorun çok derin ve önemli..." Bursa ilinin "otuz km.'yi geçmeyen" çiftlik sahipleri adına bizce bilinen bu şeyleri bildirme lütfunda bulunan hazret (H.Z.) yaman arazi vergisinden hazineye neden o kadarcık az bir kırıntının düşebildiğini, Bütçe Encümeni'nin karanlık dehlizlerinde kapalı geçen bir tartışmayı açıklamakla mükemmelen öğretiyor: "Bütçe Encümeninde durum tartışılırken, uzun süre valilik ve belediye başkanlığı yapmış, çok okumuş, incelemiş olan (yani üstünkörü değil, işin ıcığını cıcığım pekâlâ bilen) Erzurum milletvekili muhterem Aziz Bey, 'araziden vergiyi tümüyle kaldıralım. Yukarıda sayılan sakıncalara ek olarak (Artık o sakıncaların ne olduğu yazılmıyor!) değer tahmini için kurullar, itirazı incelemek için kurullar, konulan vergiyi toplamak için örgüt ve nihayet açık olmayan rakamlarla alınacak vergiye yakın bir sürü harcama yapılıyor. Bu yolla ulusun bünyesi (yani Kemalizmin prestiji, burjuva düzeninin dayandığı temeller) sarsılıyor. Bunu tümüyle kaldıralım da bu topraklardan çıkan ürünlerin satımında malın cinsine, çeşidine göre belli bir vergi alalım' temelini öneriyordu." 82 Bu satırlardan çıkan anlam besbelli: Bütün sermaye vergileri gibi arazi vergisi de yalnız Kemalist devletin hazinesini değil, fakat bir de ve en başta gelmek üzere, sınıf olarak burjuvaziyi besleyen yol ve şekillerle ve besleyecek nicelik ve nitelikte kurulmuş bir tuzaktır. III- Memur Karakteristiği ve Zulmü: "Böyle bir gecenin hayır umulur mu hiç sabahından?" Genel siyaseti ve vergi sistemi bu olan Kemalist devletin memur tipini zaten kendiliğinden anladık. Bağlı olduğu sistem bir soygun düzeni olduktan sonra, o sisteme adapte olamayacak parçalar zaten sistemin dışında kalmaya mahkûm değil midir? "Ya o deveyi güder, ya bu diyardan gider"... Kemalist devlet memurunun ne olduğunu bilmeyen köylü ve işçi düşünülemez. Biz burada bu bilinen şeyi duyurmaktan çok, şu iki nokta hakkında bizzat burjuva basınının dediklerini tanık tutarak dikkatli gözleme çağırmak istiyoruz: 1- Memur zulmü Kemalizmin legal ve illegal sistemidir: Binbir örnekten biri: Orman yasasını (Buradaki orman yasası, Kemalist inzibat güçlerinin eline düşen zavallı halktan kişilere, Teşkilat-ı Esasiye'nin yasakladığı işkence, dağ başlarında ve orman içlerindeki eşkiyaların korku82. "Arazi ve Müsakkafat Vergilerinin Tahrir Usulleri Niçin Ta'dile Muhtaçtır?", Cumhuriyet, 19.6.1931. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 245 suzluğu ve alçaklığıyla uygulanırken dayanılan memur argosuyla "orman yasası" değil, gerçek orman yasasıdır) ele alalım. Bu yasa köylüye çevre bataklıklardan ve ormanlardan intifa (kesme ve faydalanma) hakkını veriyor. Fakat tekelci sermayenin gelişimiyle birlikte Kemalizm bu yasanın uygulanmasını kendine özgü "çeteci" illegalitesiyle sıfıra indirmekte gecikmedi. O zaman dört bir yandan türlü şikayetler birer inilti halinde duyulmaya başladı: a) Bir burjuva gazetecinin şikayeti: Cumhuriyet'in gezginci yazar larından A. Fuat İnebolu'da, usulen şirin şehirden, "Milli Mücadelede çok hizmet etmiş" İlyas Kaptan denilen "mütevazi zat"ın otelinden söz ettik ten sonra: "Bu yörede (diyor) orman işlerinden ve orman memurlarından çok şikayet var! Özellikle köylünün intifa yasasından yararlanmasında memurlar çok güçlük gösteriyorlar. Çoğunlukla orman memurları her zaman şehir ve kasabalarda görülüyor." 83 Oysa, bu işin içyüzünü elbet yazar efendi de bi lir: Zingal Şirketi'nin çiçeği burnunda... O, kendisinden başkasına intifa hakkı tanımayan tekelci finans-kapitaldir. Yerel memurları çoktan emri altına almıştır. Yalnız bu emir henüz illegaldir. Onun için herkes me murlara çatıyor. Asıl küll'ü Kemalizmi unutup cüz ile (memurla) uğraşıyor. b) Birçok köylünün şikayeti: "Paşalar köyüyle diğer birkaç köy ihtiyar heyetleri... Bakanlığın dikkatini çekmek" için Cumhuriyet'e toplu bir mektup gönderiyorlar. Mektup aynen şöyledir (19.10.1930): "Bizler öteden beri geçimimizin büyük kısmını kerestecilikle sağlamaktayız. Geçen yıllar resimler kanunu ödenerek köylünün islediği zaman, intifa hakkı yasası gereğince kereste üretimi için ruhsat veriliyordu. Vergilerimizi vermekten aciziz. Çoluk çocuğumuz aç. Ticaret durgun. Ektiğimiz tohumları alamadık. Bu yıl bin türlü zorluk çıkarılarak, elinde parası köylülere altı aydan beri ruhsat verilmedi. Yapılacak birkaç köy okuluna ağaç verilmediğinden işimiz geciktiriliyor. (Yaşasın maarif vergisi) "İntifa hakkı yasasına dayanarak: 1- ilçemiz Orman idaresine ruhsat verilmesi için başvurduk ve yalvardık. Müdürden emir yok, olmaz dediler. 2Müdüre yalvardık. Bir sonuç çıkmadı. 3- 19.7.1930 tarihinde iktisat Bakanına telgrafla başvurduk. (Paşa köylülerimiz bu kadar başvuruyu göze alabilecek bahtiyar ve ender köylülerdendir.) Bakanın karşı telgrafında ruhsat için Bursa Orman Müdürüne yazıldı, başvurun denildi. 4- Halkın feryat ve şikayetlerine dayanamayarak Paşalar köyü muhtarı 13.9.1930 Çarşamba günü Bursa Orman Müdürünü makamında ziyaret etti ve halkın feryadını an83. A. Fuat: "Memlekette", Cumhuriyet, 27.11.1930. 246 YOL lattı. Bakanlıktan telgraf emrini gösterdi. 5- Karşılık olarak fen memurluğuna yazdım. Muayene raporları geldiği gibi derhal emir vereceğim dedi. 6- Birkaç gün sonra görevli olarak Muradiye, Sarnıç köyünde bulunan Müdür beye sözü geçen köy muhtarı heyeti ilçe fen ve muamelat memuru huzurunda: Beyefendi bu halkın durumu ne olacak, ruhsat verilecek mi deyince (tavşana kaç, tazıya tut diyen, kendinden büyüğü önünde yaltaklanan köpek, kendinden küçüğüne karşı saldıran yine köpek durumunu takınan memur utanmazlığıyla müdür) yanında bulunan fen memuruna darılarak neden halkı böyle sızlatıyorsun, derhal kesilecek yer raporlarını gönder, emir vereyim dedi. 7- Kış mevsimi yaklaştığından işin çabuk görülmesi için raporlar derhal düzenlenerek onaylanmak üzere ilçe muamelat memuruna gönderildi. Bu kez de başka bir şey bulunuyor. Ruhsat için emir verilmiyor, binlerce kişinin... vb..." Zavallı köylü, Kemalist devletin ancak ve yalnız kapitalist ve zengin devleti olduğunu adeta sezerek, bir yandan "neden böyle zaman geçiriliyor, ağızlar kullanılıyor" diye dalgayı yutmadığını söylemek isterken, yine öte yandan köylü saflığıyla "bu konuda Bakanın dikkatini" hem de bir burjuva gazetesinden dilekçeliyor! Evet, aradan bir iki ay geçmeden, aynı burjuva gazetesi sütunlarında, bu şikayetlere, Orman Genel Müdürünün diliyle şu yanıtı verdi: "Yeni yasa (orman yasası) ile ormanlardan herhangi bir kimsenin doğrudan doğruya intifaını yasaklıyor ve hiçbir kişinin kesinlikle kirala-masına izin vermiyoruz." 84 Böylece bir yıl önce gizli emirle memurlarını köylüye dadandıran Kemalizm, bir yıl sonra legalitesini aydınlığa çıkarıyor: Kesimi resmen yasaklıyor! 2- Memur zulmünden Kemalizme şikayet etmek, ölü gözünden yaş ummaktır: Köylü Kemalizmin kurbanlık koyunudur. Muhtarından ve köy katibinden mal müdürüne ve en yüksek memuruna kadar, Kemalist devlet aygıtının her öğesi için "köylünün malı deniz, yemeyen domuz"dur. Yine iki örnek verelim: a) Vergi hilelerine örnek: "Bir sahtekârlık: Feke (Özel)- Köylüye verilen makbuzlarda sahtekârlık yapıldığı hakkındaki şikayetler üzerine epey zamandan beri ve aralıklı olarak (işte Kemalizmin memurun görevini kötüye kullanmasına karşı kovuşturması hep böyledir: "Uzun zamandan beri ve aralıklı olarak"...) soruşturma yapılmaktaydı. Bu soruşturma sonucunda mal 84. Cumhuriyet, "24 Seneden Beri Mecliste Kalan Bir Kanun", 19.1.1931. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 247 müdürü, tahsil memuru ve evrak katibine işten el çektirilmiştir. Hazine zararının 20 bin lira kadar tuttuğu belirlenmiştir."*5 b) Köy idaresi hilelerine örnek: "Çok garip bir dolandırıcılık: iddialara göre bu kişiler (İzmir'in Şeydi köyüne bağlı Sande köyü muhtarı, katibi ve bir üyesi) köy halkından birçok kişiye köy sandığından onar lira borçlandıkları halde kırkar liralık senet almışlar ve köy sandığının hesaplarına kırkar lira verilmiş gibi kayıt etmişlerdir. Köylüler okuma-yazma bilmediğinden bu senetleri imza etmişlerdir." 86 Sonra burjuvazi köy sandıkları için ve Kemalizmden gelen herhangi bir girişime karşı köylüden şevk bekliyor.87 Burjuva basınının bu haberleri veriş şekline bakılırsa, memur soygunculuğunun ve zulmünün nedeni gelgeç ya da "köylünün bilgisizliği" yüzündendir. Oysa memur zulmü ve soygunu Kemalizmin kendisi kadar geniş bir sistem olduğu gibi, halkın bu zulümle mücadele edemeyişi, dövüşemeyişi de "bilgisizliğinden değil, bu zulüm sistemi karşısında eli kolu bağlanmış ve her alanda mahkûm kalmış olmasındandır. Bu noktayı da aydınlatacak bir küçük öyküyü bizzat burjuva basınından alarak uçsuz bucaksız memur sataşmaları konusunu kısa kesmiş olalım: "Çatalca"da bakkallık eden Mithat isminde bir genç, hükümetin manevi şahsiyetine hakaret etme suçuyla İstanbul Ağırceza Mahkemesine sevkedil-miştir. Soruşturma evrakına göre sanık beş yıl kadar Amerika'da bulunduktan sonra Çatalca'ya gelmiş, orada bir bakkal dükkanı açmış ve yeni harflerle de okuyup yazmayı öğrenmiştir. (Mahkeme adamcağıza yeni harfleri nasıl olup da öğrendiğini bile soruyor. Bakınız köyde yeni harfleri öğrenmenin insanın başına örebileceği çoraba...) Günün birinde Rızaoğlu Arslan isminde bir adam Mithat efendiye müracaat ederek Çatalca iskan işlerindeki yolsuzluktan söz açar ve iskan memurlarının zulmünden şikayet eder nitelikte Başbakanlığa bir mektup yazmasını rica etmiştir. Arslan söylemiş, Mithat efendi de bazı ağır kelimeleri içeren mektubu yazmıştır. "Bu mektup nasılsa (Anlaşılmayacak bir şey değil: İskan Dairesi Kemalist devlet sisteminin bir parçasıdır. Bu sistem kendi aleyhinde mektup değil, kuş uçurtmayacak kadar açıkgöz ve güçlüdür. "Nasılsa" değil, usulüyle) iskan memurlarının eline geçmiş, kendi aleyhlerinde şikayeti içeren bu ihbarnameyi adliyeye vermişlerdir. (Yani iskan memurları hem 85. Son Posta, 31.12.1930. 86. Son Posta, 31.12.1930. 87. Dr. H. Kıvılcımlı buraya dipnot işareti olarak bir yıldız koymuş, fakat dipnot yok... 248 YOL suçlu hem güçlüdür. Basit bir ihbar olduğuna göre, bu mektup hakkında kimseye danışmadan soruşturma yapacak makam ancak Başbakanlık olabilmeli ve asıl şikayet edilen konuya bakıldıktan sonra, gönderen hakkında şikayetin "usulsüzlüğü" burjuva yasalarınca soruşturulmak değil mi? Hayır. Şikayet konusu bir tarafa dursun...) Mithat efendi hakkında da hükümetin manevi şahsiyetini aşağılama davası açılmış (ve yalnız dava açmakla da kalınmamış, palas pandıras) Mithat efendi de tutuklanarak istanbul'a gönderilmiştir." İşte Kemalizm "memurlarının zulmünden şikayet" bile değil de, şikayeti yazmış olmak (Burası önemli: Köylüye, verdiği dilekçeye karşılık, makbuz için pul parası alındığı halde, makbuz verilmez. Memur saltanatı köylünün şikayetini yazanları boğmayı, Kemalist bir usûl sayar. Hattâ İç Anadolu'ya doğru ve Doğu illerinde, altında yazanın imzası bulunmadıkça köylüden dilekçe "kabul" edilmez), evet yazmış olmak bile "hükümetin manevi şahsiyetini tahkir" sayılır. Sen şikayetini daha postaya vermeden, şikayet ettiklerin senin yakana yapışırlar. Ondan sonra istersen Mithat efendi mahkemeden "müttefikan* beraat kararı" aladursun, "tutuklanarak" gönderildiği İstanbul'da, gönderilirken yollarda, gönderilmeden önce karakol izbelerinde yediği maddi manevi darbeler ve yuttuğu zehirler, ölünceye kadar Mithat efendinin akıl ve hayalinden çıkabilir mi? Sıkıysa, gel de "memur zulmünden şikayet" et bakalım. Belki bu şikayet yasağı, ufak memurların bir kusurudur sananlar olabilir. Bu ham ve saf rüyaya dalmaktan zevk alanlara değme kösler gibi toplumsal olaylar da ninni gibi gelebilir. Fakat biz, toplumsal ninniye gereksinimi olmayanlara, adetimiz üzere bir inkâr ve yok edilemez olay daha anlatalım: 1931 yılının Ekim sonlarına doğru Recep pehlivanı (CHP Genel Sekreterini) Manisa'da bir dinleyiciler yığınını "gül" ve "karanfil" traşına tutmuş buluruz. Türlü çeşit ömür tartışmalar sırasında bir köy muhtarı heyecana gelip kalkmış: "Ulusal emlâktan köy halkına dağıtılan ve bir kısmı işlenmez durumda olan arazinin taksitlerinin icra yoluyla toplanmasına kalkışıldığını ve kendilerine verilen arazide otlattıkları hayvanlar için ayrıca otlakiye adıyla para istediklerini ve bu yüzden köylünün çok üzücü bir durumda olduğunu söylemiş." Pehlivan sekreter, bu açıklama içinde bula bula dişe dokunur ne bulmuş bilir misiniz? Gazete muhabiri aynen yazıyor: "Köylünün Şura-yı Devlete yaptığı usulsüz müracaat"ı! Anladınız mı? Herif -siyasal bir parti sekreteri bile olsa- bütün alaturka politikacılar * müttefikan: birlikte (y.n.) MÜTTEFİK:KÖYLÜ 249 gibi, askerlikten yetiştiğini unutamamış ve tıpkı bir kur'a askerine ders verir gibi, hişerarşi sırasına uymak endişesiyle "köylü arkadaşa vali beye müracaat etmesini ve yasalar çerçevesinde inceleneceğini ve toplanacağını bildirmiştir."88 CHP'nin koca demagogu bu olduktan sonra, artık devlet memurunu varın karşılaştırın. IV. Kemalist Devlet ve Finans-Kapital: Finans-kapitalle köylünün ilişkilerini gördük. Türkiye'de devletin en büyük kapitalistlerinden biri olduğu ve finans-kapital (bankalar ve şirketler) ile içli dışlı bulunduğu düşünülürse, köylü karşısında finans-kapitalle onun devleti olan Kemalizmi birbirinden ayırmaya kalkışmak, etle tırnağı birbirinden koparmaktan daha güçtür. Şu halde, finans-kapital aynasına bakan orada Kemalist devletin ta kendisini pekâlâ tanıyabilir. Yalnız Ziraat ve Emlâk bankalarının birer devlet bankası olduklarını söylemek, köylüyle Türk finans-kapital devletinin dostluk derecesini yeterince açıklamış olmaktır. İsmet Paşa hükümetinin 1930'da -bilmem neden- hazırlamak zahmetinde bulunduğu ve sonu gelmeyen "ulusal ekonomi programı"nda köylü finans-kapital ilişkisini Kemalist devlet şöyle özetliyordu: "Madde 24- Tarım hayatının her alanında çiftçiyi ezen ağır yük kredi azlığı ve pahalılığıdır. Bu yüzden çiftçi yeni belgeler sağlayamıyor. Çalışmasının dayanıklı olduğu derecede ekemiyor. Ürününü koruyacak önlemleri yeterince alamıyor. Malını zamanında ve değeriyle satmak için sabredemiyor ve nihayet satışından ağır faiz yükünü çıkardıktan sonra güç geçinecek bir bedel sağlayabiliyor. Binde bir eline fazla para geçerse alacaklısından kurtarmak ve hayatın tek fırsatından iki gün yararlanma hırsıyla hemen onu harcamaktan kendini alamıyor. Genel hayatın ucuzluğa ister istemez gittiği ve gitmesi gereken yakın geleceklerde ürününün kendini geçindirmeme tehlikesi de vardır. Tarım kredisinde devletçe ivedi önlem aranması ve alınması gerekir. Bu önlem aslında Ziraat Bankası sermayesinin arttırılmasıdır. Ziraat Bankası 'nın sermayesinin yüz milyon liraya çıkarılması gerekir." Evet, daha neler "gerekli" değildir ki? 1930 yılı Mayısında çalınan bu yem borusunun üstünden kaç yıl ve kaç ay geçtiğini canı isteyen hesaplasın. Fakat Ziraat Bankası'nın ve onun milyonlarının ne olduğunu yukarıda yeteri derecede görmemiş miydik? Bir burjuva anketçi bile, banka bugünkü koşullarda kaldıkça "değil yüz milyon, üç yüz milyon sermayeli 88.Cumhuriyet, 25.10.1931. 250 YOL olsa" boşunadır dememiş miydi? Şu program satırlarına bakılınca, köylünün finans-kapital elinden, finans-kapital yavrusu haline gelen tefecinin elinden ne çektiğini pekâlâ bilir görünen Kemalizm, çalışkan Türk köylüsüne karşı ne tavır alıyor? Savurduğu palavralara değil de yaptığı işlere bakılırsa, buna ilişkin olarak şimdiye dek binbir örnek verdik. Sıralamaya uymuş olmak için, o binbir örnekten bir ikiciğini daha burada esirgememek gerekir: 1- Köyde finans-kapitale kuyruk hazırlamak (köy sandığı): Köy ya sasında "köylünün isteğine bağlı" bölümünün 14. maddesinde köy sandığı için şu kayıtlar var: "26- Her köyde köy sandığından bir ambar yaptırıp bu nun bir bölmesine harman zamanında herkesten köy adına ürünlerine göre birer miktar tahıl ödünç alınarak konulmak ve bu tahılı ihtiyacı olan köylülere yine köy- adına yemeklik ya da tohumluk olarak ödünç vermek ve her yıl ambarda artan tahılı yeni ürünle değiştirmek. "27- Her yıl köy adına bir ya da daha fazla tarla ektirerek ürününü imece yoluyla biçip elde ettikten ve gelecek yıl için tohumu ayırdıktan sonra artanını satarak parasını köy sandığına yatırmak." İlk bakışta pek zararsız ve masum görünen bu maddeler ancak "kitapta" yken böyle iyilik dileyici ve köylücü görünebilir. "Hayatta"ki uygulamasını bizzat burjuva basını söylesin: Tekirdağ'dan yazan muhabir: "Ülke dışında başlanmış olan hapishaneye 50.000 lira harcandığı halde öylece tamamlanmadan bırakılmış ve bunca paralar boşa gitmiştir... Hükümetin arkasında bütün daireleri birleştirmek için başlanan kısma 70 bin lira kadar harcanmışsa da tamamlanmadan bırakılmıştır" gibi güzel haberler verdiği "Mektup"unda köy yardım sandıklan hakkında şunları yazıyor: "Her ne kadar köylerde yardım sandıkları kuruluşu ve buna da sermaye sağlamak için bazı muhtarlara alınacak kısraklardan tay yetiştirilmesi kararlaştırılmışsa da, bu sermayeyi sağlamaktan halen aciz olan köylülere baskı yapılması hoş olmayan etki yapmış ve böyle yararlı bir girişim ters etki uyandırmıştır! Gerçekten gelecekte yararlı olması beklenen bir girişim şimdiki gereksinimin artmasına neden olmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Bundan ötürü bunun harman zamanına ertelenmesiyle daha pratik ve kestirme yoldan yürümek gerekir." Tarım kredi kooperatiflerinin jandarma ve silah gücüyle çıkardığı rezaletlere yukarıda işaret ettik. 2- Sanayi finans-kapitalinin oyunları: Gördük. Her şirkette bir ya da birkaç milletvekili vardı; bu sayede şirketler devletin, devlet şirketlerin öz malı halindedir. Sanayi şirketlerinden köylüyle ilgili olanları, örneğin ilk maddelerini köy ürünlerinden sağlayacak olanları, köylünün karşısında MÜTTEFİK:KÖYLÜ 251 özel sermaye olarak değil, Kemalizmin asker-banker-dükerler devletinin cesetleşmiş bir parçası olarak tavır alır. Örneğin, bir Çekoslovak grubu, Karacabey'de şeker fabrikası açacak. Hükümetle yaptığı sözleşmeye, gereken pancarı bizzat devletin sağlaması kaydını koyduruyor. Yani pancarı köylüye devlet güçleri bilinen yollarla zar zor ektirecek ve şirkete hazırlop istediğinden iyi koşullarda ilk maddeler sağlayacaktır. Hele devlet tekelleri gibi bizzat devletin finans-kapitalist sıfatına takındığı girişimlerde, artık köylünün işi tam anlamıyla "Allaha kalmış"tır. Bir örnek: "Ereğli 7 (UM.)- Patates, pancar ve mısır ürününün ispirto verimi çok yüksek olan Ereğli'de bir ispirto fabrikası kurulması Müskirat idaresince kararlaştırıldığından bu karar üzerine fazla ekim işi yapan çiftçinin ürünü elinde kalmıştır. Tekel idaresinin fabrika yapmak için teklif ettiği orandan çok fazla ürün sağlayan ve fabrikanın yapımına her türlü kolaylığı gösteren bu gayretli üreticilerin zararda bırakılmayarak vb."89 3- Tekelci ticari sermayenin oyunları: Özellikle ticaret ürünleri yetiştiren köylü, şirketlerle şirket devleti olan Kemalizmin elinde en berbat vurgunculuk konusudur. Tekelcinin finans-kapital devletinin köylü için ne olduğunu şimdiye kadar her fırsatta gördük. Bir devlet tekelinin örneğini verelim: Adana'nın Misis bucağından tütün ekincisi Abdullah Hasan Efendi yazıyor: "Tekel İdaresine tütünlerimizi verdik, fakat para konusuna gelince buradaki eksper bey istediğine para veriyor, istemediğine vermiyor. Ben yoksul bir köylüyüm. Bir yıl çabalayarak yetiştirdiği tütünlerin parasını alamayan bir köylü ne olur? Elbette aç ve sefil kalır. Bunu bilenler ve tütünlere iyi para verilmediğini görenler doğal olarak kaçakçılarla uyuşmaya zorunlu oluyorlar. Verdiğim tütün bu ülkenin en iyi tütünüyken değeri elli kuruş gibi cüzi bir şeydir. Tekel idaresi buradaki memurlarını insafa çağırmak ve onlara hükümetin birçok teklifini yerine getiren köylüye iyi davranmaları hakkında kesin emir vermelidir. Köylüye yazıktır."90 İşte bir "cesaret arzederken hırsızlığını söyleyen" daha {Cumhuriyet'in ilgili sütunu yazıyor): "İzmir gazeteleri Tekelden alınan şikayetlerle doludur. Bu haberlere, şikayetlere göre Akhisar tütüncüleri çok kötü bir duruma düşmüşlerdir. Buna da neden yabancı ülkelere satılmak üzere çeşitli tütün şirketleri tarafından satın alınan tütünlerin fiyatlarında yapılan insafsızca indirimdir. Bir parti tütünde sekiz on dengin çürüğe çıkarılmasıyla yapılan indirimle üreticinin 89. A.Fuat: Cumhuriyet, 8.6.1930. 90. Cumhuriyet, 27.11.1930. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 252 YOL canını çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü şirket eksperleri alacakları tütünleri daha zamanında tarlalarda görmüşler, beğenmişlerken, şimdi binbir bahaneyle bunların hattâ yüzde ellisini beğenmiyorlarmış. Asıl garibi köylünün gereksinimini, parasızlığını yakından bilen bu insafsız adamların tütün sahiplerine: İsterseniz paramızı veriniz, tütünlerinizi geriye alınız demeleridir. Bu şikayetlerden çıkarılan sonuç şu oluyor ki köylüyü koruyacak bir güç yoktur (Şunu bileydin) ve zavallı çiftçi kendi şansına bırakılmış muhtaç bir zümredir. (Sonra o zümreye burjuvaca neden "açındığı" anlatıyor) O zümre ki onun emeği dışarıya sevkedilecek ve ekonomik durumu yararımıza çevirecek ürünleri yetiştirmektir. O zümre ki bugün insafsız eksperler elinde bir şaşkına dönmüştür. (Sonra bilmezcesine soruluyor) Acaba bu eksperler kimlerdir? (Herhalde "Türk" olmayacaklar!) Hangi ulusa mensupturlar? (Bununla birlikte sermayenin milleti ve dini imanı olamayacağı yalnız doğal görülmüyor; nasıl karşılanılsa beğenirsiniz? Alkışlarla!) Bir adamın bağlı olduğu (Artık ulusa sanmazsınız ya!) kuruluşa iyi hizmet etmesini biz de alkışlarız. Fakat (Lahana turşusundan sonra biraz perhiz) yurttaşlarını merhametsizce ezenler, kırıp geçirenler bunu niye ve ne için yapıyorlar? (Allah Allah!.. Daha demin söyledin a efendim! Yalnız söyledin mi ya? "Alkışladın" bile a efendim: "Bağlı olduğu kuruluşa iyi hizmet" etmek için. Nihayet sade suya patetizm) Tütüncülerimizin kaderiyle istenildiği gibi ve insafsızca oynanacak, buna kimse ses çıkarmayacak mıdır diye SORUYORUZ?" 91 Zavallı kalem uşağı, efendisinin rahatladığı zamanlar çıkardığı gibi. belki epey gürültülü, fakat daima o kadar boş, sadece çirkin rüzgar, hava ve yel türünden bir ses çıkarıyor ve sonra yaptığının bir marifet olduğunu sanarak o aslana benzeyen kedi yavruları gibi miyavlıyor: "Soruyoruz!" diyor, başka böyle ses çıkaracak yok mu? Nasıl yok beyim, nasıl yok. Hem de burun direğini tuzla buz eden türden daha neleri var, neleri... Kemalist devlet aygıtının köylü "yurttaşlarını merhametsizce ezenler, kırıp geçirenler"e karşı çıkardığı seslere, işte dumanı üstünde bir örnek sana: Bir akşam gazetesinin baş sayfasının baş sütunlarında gözlüklü tilki ve sansar tipinde bir milletvekili resmi... Bu olayın kahramanı. Olay, dağınık köylüden tröst yapıp yok pahasına tütün alan yabancı şirketlerle, aynı bölgenin Türk nüfus ve halkı adına "Büyük îllet Meclisi"nde milletvekili olan birinin niteliğindedir. Olayın aslını gazeteci ağzından dinlemek daha hoş olacak: "İzmir, 8 (Özel)- Milletvekillerimizden biri bundan 20 gün önce tütün 91. Cumhuriyet, 5.12.1930. 253 bölgemizde inceleme yaparken (Bakın Kemalist milletvekilleri nasıl ve kimin için inceleme yapıyorlarmış) tütün satışımızı darbeleyebilecek (Yani ihtimal köylünün ürününü biraz fiyatlandıracak ve şirketlere biraz haddinden fazla kâr ettirmeyecek anlaşıla...) nitelikte bir haber almış, bu haberin soruşturmasını İktisat Bakanı Celal Bey'den rica etmiştir. Haberin niteliği şudur: İzmir bölgesi Ticaret Müdürü Saffet Bey, bu yıl tütün üretiminin az olduğunu dikkate alarak kaymakamlıklara birer yazı yazmış, tütün üretiminin azlığından söz ederek köylünün tütününü ucuz fiyatla elden çıkarmamasını bildirmiştir. (Bunu işitir işitmez) İktisat Bakanı Celal Bey, konuyu hemen Ticaret Müdürü Saffet Bey'den telgrafla sormuştur. Saffet Bey verdiği yanıtta, böyle bir işten haberi olmadığını ve durumun gazetelerle de yalanlandığını bildirmiştir. Diğer yandan tütün şirketleri, bir ticaret müdürünün bu öğütlerinden üzülmüşlerdir. Bir şirketin müdürü bugün bizzat Ticaret Müdürü Saffet Bey'i görerek: 'Çiftçinin elindeki tütünleri siz mi satın alacaksınız?' gibi bir soru sormuştur." Başlığında koskoca harflerle: "Bu emirin altına imza atan kimdir?.. Bir milletvekili inceleme yaparken dikkate değer bir olaya parmak bastı"... diye, facia sahnesinin heyecan damgasını vuran gazete, en sonunda aynı noktayı tekrar etmeyi unutmuyor: "Aldığım bilgiye göre, Bakanlık kaymakamlıklardan böyle bir yazının varolup olmadığını soracaktır -Adnan." 92 * * * Köylüyle asker-banker-düker93 Kemalizminin ilişkilerini bitirmeden önce, "çiftçi milletvekilleri" hakkında da iki söz harcamazsak, konunun dekoru tamamlanmamış sayılabilir. CHP halk demagojisini sağdan gelen "serbestçi", soldan gelen kızıl suçlamaları karşısında biraz daha tutundurabilmek için, Türkiye'de kendisine sadık, diline pek olmak şartıyla satın alınabilecek birkaç çiftçiyi, dört yıl için, Ankara'daki "İllet Meclisi" binasında boy göstermek ve hiç ses çıkarmadan arada sırada, verilen işarete göre el kaldırmak ya da kaldırmamak üzere kiralayabildi. Bu çiftçilerin sınıfsal ve zümresel durumları hakkında "susuş kumkuması" mutlaktır. Bununla birlikte, her ne olursa olsun, öyle sanıyorum ki, "Halt Partisi", ayda dört yüz lira maaşla, yoksulluğu bilincine yansıtmış böyle birkaç 92. Son Posta, 8.11.1932. 93. "Asker-banker-düker": "Junker"i Dr.H.Kıvılcımlı burada Fransızca "dük'ten türemiş "düker" şeklinde kullanmaktadır. Sonraki eserlerinde bu ifade, Almanca deyi miyle "asker-banker-junker" halini alır. 254 YOL yüz yoksul halk mankeni daha Türkiye'de bulmakta güçlük çekmez. Burada, işbu "çiftçi" milletvekillerinin görülmedik ve efaaliyetlerinden iki örnekcik vermekten fazla bu noktaya ayıracak zaman ve gücümüz yok: Örnek 1: "Sivas'ın çiftçi milletvekili Uygur köyünden Serveroğlu İsmail bey söz alarak ilk defa (Onun için olay harikuladedir!) kürsüye gelmiştir. Köylü olarak huzurunuzda bulunmaktan mutluyum. Saltanat dönemlerinde bir meclis kapısından bile baktırmazdı, demiş, (Böylece CHP demagojisine kandilli bir pat attıktan sonra) üzüntüsünden gözleri yaşarmış (Köylü ülkenin gerçekten "efendisi" oldu sanmış, ya da dokuz milyon çalışkan köylünün facialarını orada dindirdi ...94 mış), birçok milletvekilini de (Hayır, güldürmüş değil) ağlatmıştır. "İsmail bey söz almasının nedenini şöyle anlatmıştır: Yol yasası yapıldı, köylüler yol yaptırılmasında sekiz günden fazla çalıştırılmayacak deniliyor. Seçim bölgemde gördüm, onbeş gün çalıştırıyorlar. Köyümde köylüler işlerini güçlerini bırakmışlar. Bakan beyden rica ederim. Yasa ne emretmişse ona çalışsın." Zavallı köylü milletvekili farkında değil ki, köylünün 8 gün yalnız bütün devlet adına ve ondan başka, il meclis idarelerinin insafına göre böyle bir o kadar gün de yerel burjuvazinin gereksinimleri için angarya işlemesini yine "yasa emretmiş"tir ve o, bu kapitalist yasalarını böyle "îllet Meclisi" camekânında maskara edilen "gözü yaşlı, bağrı taşlı" canlı mankenidir. Fakat, sanki bütün bunları (Türk burjuva yasalarının esneklik ve ikiyüzlülüğünü, köylünün yılda kaç gün yol vergisi angaryası işlediğini) bilmiyormuş gibi pişkinliğe vuran Bayındırlık Bakanının yanıtı bu sorudan bir dirhem aşağı düşmez: "Bayındırlık Bakanı Hilmi Bey ismail Beyin (Beyden beye hüküm ki) söz konusu ettiği sorunu inceleyeceğini söylemiştir."95 Örnek 2: "Köprüköy'de Kütahya milletvekilleri (Bunlar salt burjuva milletvekilleridir) Hacı Mehmet ve Rasim Beyler trenden inerek köylülerle konuşuyorlardı. Ömer Ağa (Bu da güya köylü milletvekilidir...) yataklı vagonun (Galiba bu sıcak ve kuytu köşeciği kazara kaçmasın diye olacak) penceresinden aşağıdaki bu manzarayı (Sirkte cambaz seyreder gibi) seyrediyordu." Gazete muhabiri manzarayı böylece saptadıktan sonra devam ediyor: Gazetecinin köylüler dediği kafile içinden biri, anlaşılan Hacı Mehmet ve Rasim Bey ayarındaki CHP'nin salt burjuva milletvekillerinden ağzı yanmış olan memurcuklardan biri, son bir çaşnı değiştirmiş olmak 94. Bir kelime okunamadı. 95. Son Posta, 12.12.1932. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 255 için, "Halt Partisi"nin ...96 dığı "köylü" denilen milletvekillerinin birinden de ağzının payını almaya özeniyor. İşte kafes kuşu gibi yataklı vagonun penceresinde kurumlu bir tüneyiş tüneyen Halk Partisi'nin çiftçi milletvekiline yavaşça sokuldu. Ve gazetecinin deyimiyle, "Biraz üzüntülü bir tavırla, 'Epeyce zamandır maaş alamıyoruz' dedi. O gün Nisanın 24'üydü." Köylü milletvekilinin ne yanıt verdiğini tahmin edersiniz? Onu size bir komünist söylemesin. Söz gazetecinin: "Ömer Ağa yine o köylü ve çiftçi samimiyetiyle: 'Zaman geçmiştir de ondan yanıtını verdi." 91 (Öykünün anlaşılışında bir yanlışlık olmasın diye şunu açıkça belirtmeyi yararlı görüyorum: Son Posta'nın bu haberi, o Türkçe'de lafın pelesengi haline gelmiş sınırlı deyişle, yani kalın ve kırmızı harflerle bitirdiği "ister inan, ister inanma!" sütununda değildi.) B) Ortak Emek Birliği Zorunluluk ve Olanakları Buraya kadar gördüklerimiz, derebeylik artıkları+tefeci sermaye+finans-kapital+Kemalist devlet bloku, gerek çalışkan Türk köylüsünün, gerek Türkiye proletaryasının ortak düşmanıdır. Alınan örneklerden sonra bunda tereddüt kalamaz. Şimdi, Türkiye'de toplumsal değişimin keşif kolu olan işçi sınıfı, geniş çalışkan köylülüğe tam anlamıyla kılavuz olmak için hangi maddeler üstünde ortak dilek ve ittifak düğümünü sıkılaştıracak, onu araştıralım. Türkiye çalışkan köylülüğünün en büyük ve en tehlikeli can düşmanı Kemalizmdir. Kemalizm demek, derebeyi artıkları+tefeci sermaye+finanskapital+finans-kapital devleti bloğu akla gelir. Bu dört öğe birbirini tamamlayarak birbirinden ayırt edilemez bir bütün halinde kaynaşarak biricik Kemalizm sistemini yaratır. Türkiye'de Kemalizm yaşadıkça, bu dört başlı biricik soygun ve çapul canavarı köylülüğün canını ve kanını emecektir. Ve bu dört baştan biri diğerisiz olmaz. Zaten yukarıda gördüğümüz gibi, bu dört öğe birbirini doğurarak, birbirine aynı zamanda hem sonuç hem de neden olarak, birbirinden çıkar ve bir tek sistem oluştururlar. Sırasıyla, kısaca anımsamak için, gözümüzün önünden, bu dört öğenin nasıl bir tek vücut (Kemalizm) olduğunu şema halinde gösterelim: 96. Bir kelime okunamadı. 97. H.L., Kütahya muhabiri: Son Posta, 2.5.1932. 256 YOL 1- Ağa (derebeyi artığı): Çalışkan köylüye her türlü ödünç verdikçe yavaş yavaş bir tür aynî-tefecileşir. Kemalizm bu süreci körükler. 2- Tefeci: Çalışkan köylülerin mülklerini ele geçirdikçe büyük toprak sahibi olur ve büyük toprak sahibi sıfatıyla işgücünü sürekli olarak borçlu (kendine köle) ettikçe bir tür toprakbent sahibi olur, derebeyleşir. 3- Finans-kapital: Bankalar doğrudan doğruya köylüye değil, tefeci ser maye (tüccar, fabrikatör) aracılığıyla kredi açarak, tefeciliği yamanlaştırır ve genişletir; tefecilik, örneğin kredi kooperatifleri, yavru bankacıklar vb. yollarından bankalarla kaynaşarak finans-kapitalistleşir. 4- Devlet: Gördüğümüz gibi en büyük bankerdir. Örneğin, tefeciliği kredi kooperatifleriyle sistemleştiren ve köylüye ancak tefeci sermaye aracılığıyla ödünç veren Ziraat Bankası, köylünün emeğiyle biriktirilmiş devlet bankasıdır. Yalnız Ziraat Bankası'na bakmak Kemalist devlet aygıtının ne berbat bir tefeci ve finans-kapital aygıtı olduğunu görmek için yeterlidir. Hele bütün ağa+tefeci+banker bloğunu Türkiye'de egemen kılan ve hattâ bütün burjuva zümrelerini tatmin edecek kadar müthiş ve derin soygunu, bu zümrelerin "Kutsal İttifak"ı (biricik CHP) adına her gün biraz da keskinleştiren Kemalist devletin o "eşsiz" gaddarlığı, hayasız zulmü, yani Kemalist hukuk ilkeleri göz önüne getirilirse, Kemalist dev let aygıtının, ne dereceye kadar şu çok tuhaf tefeci sermaye+finanskapital+derebeyi artığı melezi için bir "biçilmiş kaftan" olduğu daha çabuk anlaşılır. Bu dört başlı biricik sermaye ejderi (Cumhuriyet burjuvazisi, Kemalizm) Türkiye'de egemen oldukça, çalışkan Türk köylüsünün sırtında çala satır ve çala kamçı yaşamaktan başka türlüsünü yapamaz. Bu dört başlı tek düşman, bu Kemalizm deccalı, kuşkusuz Türk burjuvazisinin dünya kapitalizminin kıyamet günlerinde dünyaya gelmesindendir, şu halde bir kıyamet, katastrof belirtisidir. Bu güneşe kar dayanmaz. Fakat Kemalizm "Ne vurursam kârdır" düşüncesiyle, "benden sonra tufan" diyor. Ve köylülük bu deccalın peşindedir. Çalışkan köylülüğü bu dört afetin topundan kurtarabilecek bir tek yol vardır: proletarya devrimi... Proletarya devrimi kazanılmadıkça Türk köylülüğü, ağanın, tefecinin, bankerin ve devletin sağmal ineğinden de daha beter maddi ve manevi zulmü altında inleyecektir. Türkiye köylüsü bu dört düşmana birden hücum etmeyi gözüne almadıkça, bu dört "yırtıcı kuş"un ömrünü çarçabuk tüketmedikçe bugünkü yoksulluğundan ve zavallığından kurtulamayacaktır. Bütün bunlar biliniyor ve iki kere iki eder dört. Fakat köylü kadar bu MÜTTEFİK:KÖYLÜ 257 dört başlı deccalın öz düşmanı olan Türkiye işçi sınıfı, çalışkan köylü sınıfıyla olan birleşmesinden bu temel nokta ve kuralı hiç unutmamakla birlikte, yüksek örgüt yeteneği+ileri tekniğin temsilcisi sıfatıyla bütün Türkiye ezilen halk kitlelerine kurtuluş kılavuzu olmak için, bu geniş ve karanlık tabakaları günün elle tutulur sorunlarından kolaydan karmaşığa, somuttan soyuta doğru aydınlatmak, bir tür siyasal terbiyeye geliştirmek zorunluluğundadır. Türkiye işçi sınıfı, bütün Türkiye yoksul halk tabakalarını kendine98 yapmak ve yarınki toplumsal devrim ve kurtuluş aşamasına yetiştirmek için, bu tabakalar arasında büyük patlama ve sıçrayış için siyasal ..." hızını biriktirmelidir. Bu biriktirişte ister istemez kitle pedagojisini, en kılı kırka yaran ayrıntıdan en çetin ayaklanma sorunlarına kadar usanmaz ve yılmaz ajitasyon+propagandayı planlaştırmak ve örgütlemek gerekir. Genel olarak toplumda "tek başına insan ya şeytan ya Allah"sa, özellikle sınıflı toplumda, hele bugünkü emperyalizm döneminde "tek başına sınıf ya şeytan ya Allah" olabilir. İşçi sınıfı bu iki bayat kuruntulun yerine toplumsal güçlere inanan ve sınıflar savaşını tarihin zembereği bilen bir sınıf olduğu için, geniş toplumsal siyasetini LeninciMarksizmin derslerinden yararlanarak kuruyor ve başarılı kılıyor. Türkiye işçisi de, karşısındaki gittikçe finans-kapitalistleşen Cumhuriyet burjuvazisi derebeyi artıklarından tefeci sermayeye kadar bütün soyguncular ve zalimlerle sıkı ve sistematik işbirliği, çapul birliği yaparken, Türkiye proletaryası da çalışkan ve mahkûm köylü tabakalarıyla kurtuluş el birliği yapmak için her olanağı ve her aracı tutacak ve yaratacaktır. Aksini hiçbir komünistin iddia edemeyeceği böyle bir düşünüşün hayattaki somut anlatım ve yaptırımlarını bulmak... işte görevimiz. Konuyu daha açık koyalım: Kemalizme, yani ağacı+tefeci+bankacı+devletçi Cumhuriyet burjuvazisine karşı çalışkan köylülüğü savunmak için ne yapmalı? Her kapitalizm gibi ve belki her kapitalizmden daha dehşetli bir şekilde, genellikle ufak mülkleri ve genellikle köylü mülkiyetini parçalayarak yutan, Kemalizmin tarihsel mülksüzleştirme rolü sürüyor ve sürecek. Tarımda teknik, bir sınıfın, kapitalist sınıfının elinde ve tekeli altında geliştikçe, zorunlu olarak köylünün ufak mülkiyeti, kollektif üretimin bereket ve mutluluğunu değil, kapitalist üretimin göreceli 98. Burada "müttefik" kelimesinin bulunması gerekirdi. 99. Bir kelime okunamadı. 258 YOL "pauperisme" (toplumun bir kısım insanlarını kasıp kavuran yoksulluk) ve felaketini getirecek şekilde ortadan kalkar. Kapitalizmde küçük mülklerin, büyük mülklüler tarafından, büyük kapitalist tarafından talan edilişini durdurmaya kalkmak, kuşkusuz belirli bir toplumdaki sınıf ilişkilerinin gerekleri yerine ütopizmi geçirmek demektir. Böyle bir akım karşısında işçi sınıfının köylü tabakalarına uzatılacak yardım eli, ancak çalışkan köylülüğü: 1- Her türlü ...100 çapul yüzünden uğradığı acılarda yalnız olmadığını, büyük dert ortağı işçi sınıfıyla aynı cephede bulunduğunu göstermek; 2- Bu acılara karşı ancak candan yoldaşı işçi sınıfıyla birlikte dövüşerek kısmen olsun ağrı ve sancıları hafifletmenin belki mümkün olduğunu fiili olarak öğretmek; 3- Fakat kapitalizmin toplumsal çerçevesi ve ilişkileri içinde kapanılıp kalındıkça acıların dinmesi değil, daima artması kaçınılmaz bir sonuç olduğuna göre, her türlü soygunu, insanın insanı işletmesi ve ezmesini kaldıracak olan biricik kurtuluş yolunun proletarya devrimi olduğuna olayları tanık göstererek inandırmak için olabilir. Onun için,. Türkiye proletaryası, Kemalist burjuvazinin "çelişkisiz toplum" gibi "keyif veren zehir"lerini ve yalanlarını ne kadar alçakcasına gülünç bulursa, köyde çağdaş tekniğe karşı aynı burjuvazinin gittikçe güçlenmekte olan gericiliğine de aynı derecede düşman ve karşıdır. Türkiye işçi sınıfının keşif kolu, Kemalist burjuvazinin "devrim lâf ebeliği, "devrimci" palavralar ardında gizlediği, tarım alanındaki derebeyi+tefeci statükosuna şiddetle saldırıp, tarımda çağdaş tekniğe karşı sinsi sinsi aldığı gerici önlemlerin maskesini amansızca düşürdüğü oranda, köye sınıf farklılaşmasıyla birlikte sınıf savaşını götüren ve köylülüğün medeniyet görmüş bezginliğini devrimci perspektiflere yönelten, köyde çağdaş üretici güçlerin gelişimine kuvvetle taraftardır. İşçi+köylü ittifakını siyasette gerçekleştirecek olan belirti ve araçları şu iki bölümde araştırabiliriz: 1- Çalışkan köylülüğün kısmi dilekleri; 2İşçi sınıfı ve köylü tabakaları arasındaki bağlar, Parti'nin köylü sorunundaki faaliyeti. I- Kısmi Dilekler: İki bölüme ayırabiliriz: A- Taktik Parolaları: gene iki grupturlar: 1. Ekonomik taktik parolaları arasında şunları sayabiliriz: a) Toprak: Kemalizm, topraksız köylüye toprak satıyor. Oysa bu topraklar aslında bugün topraksız duruma düşen köylülerin babalarından, dedelerinden ya da kendilerinden derebeyi zorbalığı ve tefeci soygunu yo100. Bir kelime okunamadı. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 259 luyla resmen gasp edilmiştir. Kemalizm kimin malını kime satıyor? Onun için: 1- Topraksız köylüye yapılan tefviz* işlemleri yasak edilmeli, yani toprak asıl sahipleri olan topraksızlara hiçbir karşılık alınmaksızın verilmelidir; 2- Şimdiye kadar köylüden tefviz dolayısıyla, toprak karşılığı alınmış olan bütün paralar santimine kadar tekrar köylüye geri verilmelidir. b) Teknik: Köyde çağdaş tekniği (CHP'nin beş on katı fazla fiyatla sattığı battal pulluklar şeklinde değil) en yüksek traktör ve kombineler şeklinde geliştirmek için: 1- Kapitalist ve fabrikatörlere bol bol "ikram" edilen, fakat halkın adeta derisini soyarak toplanan bütçeden "köy tekniği" adıyla özel bir bölüm ayırmak; 2- Bu ayrılan parayla köyü sana yileştirmek için, önce topraksız köylülerden, yarıcılardan, gündelikçilerden başlayarak orta köylüye doğru çıkmak üzere uygulanacak olan kollektif (ortak) bir plan belirlemek; 3- Gerek bütçeden ayrılan parayı, gerek kuru lacak planı yoksul ve orta köylülerin bağımsız sendikalarının ya da köylü komitelerinin emrinde hazırlamak ve uygulamak. c) Kredi: Köylünün emrine geçecek olan ve zaten köylünün alın teriyle biriken Ziraat Bankası'ndan: 1- Ödüncü yalnız yoksul ve orta ve çalışkan köylülere, tercihan büyük teknik alınmasına ayırmak (Köy kapi talistleri ve burjuvalar şehir bankalarından da ödünç bulabilirler); 2- Ça lışkan köylüye verilen ödünçlerde faizi %5-6 oranında belirlemek; 3- Zin cirleme kefaleti yasak etmek; 4- Genel olarak ödünç koşullarını, hele tefe ci sermayenin kredide aracılığını yasak etmek. d) Borç: Köyde borçlanma ve haciz işlemlerini şehirdekinden farklı ve mantığa uymayan hükümlerle yaptırmamak. e) Tekelci fiyatları kaldırmak.* 2. Siyasal taktik parolaları: a) Adalet: 1- Tefeciliğe karşı mahkemeler açıldığı zaman şehirli ve köylüyü aynı mahkemede yargılamak; 2- Köy* Tevfiz: Bir gayrı menkulü bedeli karşılığında birinin üstüne bırakma (y.n.) * Tekelci fiyatlara bir örnek: "İSTER İNAN, İSTER İNANMA! " İzmir gazetelerinin yazdığına göre Tire ve çevre köyler halkı Başbakanlığa, Millet Meclisi Başkanlığına, Ziraat Bankası'na telgraflarla başvurarak borçlarının ertelenmesini istemişlerdir. Telgraflarında gerekçe olmak üzere de şunu diyorlarmış: 'Zorunlu gereksinimlerimizi ucuz alsaydık borçlarımızı verebilirdik. Fakat 60 paralık gazı 30 kuruşa, 8 kuruşluk şekeri 60 kuruşa, 7 kuruşluk kahveyi 100 kuruşa, 20 paralık sigarayı 7 kuruşa, 20 kuruşluk içkiyi 300 kuruşa alıyoruz'." (21.9.1932) 260 YOL lülerin yargılandıkları mahkemelerde orta ve yoksul köylüden jüri heyetleri kurmak; 3- İşi mahkemeye düşen orta ve yoksul köylülerin savunmaları için devlet bütçesinden maaşları ödenen özel ...101 avukatları tutmak. b) Vergi: 1- Vergilerde mutlak eşitlik yerine herkesin gelirine göre vergi esasını kurmak ve bazı ağır vergilerden (örneğin yol vergisinden) yoksul köylüleri ayrı tutmak; 2- Dolaysız vergileri102 kaldırmak; 3- Yerel bütçeleri düzenleyecek tefeci memurlar yerine, en aşağı yandan bir fazlası yoksul ve orta köylüden oluşmuş halk heyetlerini (köy ve ilçe derneklerince seçilerek) kurmak; 4- Vergiler dışında, burjuvaca angarya ve haraç anlamına gelen aynî-nakdî ve bedenî yükümlülüklere bir son vermek; 5- Köylüden binbir vergi alacak yerde, gittikçe biricik bir vergi almaya doğru vergileri birleştirmek. c) Seçimler: Bir dereceli, doğrudan doğruya ve hiçbir müdahaleye meydan vermeyecek şekilde serbest olmalı. (Muhtarların, nüfus tezkerele rini toplamasından ibaret kalmamalı.) Bunun için, gizli açık, her partinin seçim günlerinde köylü içinde serbest propagandasına engel olacak önlemleri ve keyfi baskıları yok etmek. d) Eğitim: 1- Köylünün alnını damgalayan "Asyai mühür"ü, bilgi sizliği, alçakgönüllük, eşitsizlik duygusunu, yoksulluğu doğal sayma zih niyetini kökünden kaldıracak bir eğitim sistemi; 2- Köyde eğitim kurum ve binalarını köylünün sırtına yüklenecek yeni bir masraf şeklinden çıkarmak; 3- Her köye bir imam yerine bir öğretmen geçirmek ve köy öğretmenini tutmak. e) Memur: Jandarma, tahsildar ve memur zulmünün önüne geçmek için köy derneklerine ve meclislerine fiili yetkiler vermek ve köylüye zulüm yapanlar için özel köylü mahkemeleri açmak. f) Eşkiyaya karşı köylünün silahlanmasını geniş ölçüde kabul et mek. g) Köy işçisine iş yasası. B- Örgüt Biçimleri: Yukarıda söylenenlerin kitapta kalmaması, çalışkan köylünün yararlanacağı biçimde uygulanması için iki grup köylü örgütü zorunludur: 1. Ekonomik Örgütler: Bunları bir hiyerarşi halinde saptarsak, yukarıdan aşağıya şöyle gelirler: 101. Bir kelime okunamadı. 102. Buradaki "bilavasıta (dolaysız) vergileri kaldırmak" deyiminde kalem sürçmesi var herhalde. Doğrusu "bilvasıta (dolaylı) vergileri kaldırmak" olmalıydı. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 261 a) Köylü Sendikaları: Doğuda, Batıda, bütün Türkiye'nin her yanında ağaya+tefeci sermayeye+bankere karşı köylüyü savunacak biricik örgüt, yoksul ve orta, genel olarak çalışkan köylüyü içinde toplayacak, onu kültürel ve ekonomik alanlarda geliştirecek örgütlenme ancak köylü sendikaları olabilir.Türkiye köylüsünün dernek açma, emek ve zihin bir liği için derlenme hakkı tanınmalıdır. Böylece kurulacak köylü sendika ları, şu aşağıda sayılan ikinci derece örgütleri merkezileştirerek yönetecektir. b) Çalışkan Köylü Kooperatifleri: Burjuvazinin ve Ziraat Bankası'nın açtığı ve köylüleri tefeci sermayenin pençesine topluca esir et meye, köy çapulcularının ceplerini doldurmaya yarayan şekilde değil, köylünün içinden doğan, salt ortaklarının çıkarına yarayan, köylüyü finans-kapital şirketlerine, tefecilere ve ağalara karşı koruyan, köylünün faz la ürününü aracılara kaptırmayan, yalnız yoksul ve orta köylülerin ege men olduğu alım, satım ve bu sayede üretim kooperatifleri yaratmak. (Türkiye'nin gerikalmışlığı bu parolaya zıt değildir.) c) Ziraat Bankası Köylü Komiteleri: Ziraat Bankası herşeyden önce köylünün ve (zengin köylü aslında Banka'ya verdiği hisseyi yine yoksul köylüleri angarya çalıştırarak sağladığı için) yoksul ve orta çalışkan köylülerin malıdır. Oysa bugün şehir ve köy kapitalistlerine sermaye sağlamak, tefeciliği sistemleştirmekten başka köylüyle ilgisi kal mamıştır. Köylünün emeği köylüye dönmeli. Ziraat Bankası bir sürü bur juva milletvekili elinde, finans-kapital oyuncağı olmaktan çıkmalı. Köy dernekleri tarafından seçilen ve köy sendikalarının tamamlayıcı emekberaberi olan çalışkan köylü komiteleri her yerde, bankanın hissedar ve yönetim kurullarını oluşturmalı ve bankanın teknik memurları bu köylü komitelerinin emrinde bulunmalı. Böylece Ziraat Bankası kapitalist ve tüccar bankalığından köylü bankalığına geçmeli. d) Bilimsel Ziraatçılar Örgütü: Köyde tarımı görenekten kurtarmak için, devlet memuru halinde kırtasiyeci kalemlere kapanıp çürüyen ziraat teknisyenleri ve bilim adamlarını, köylü sendikalarının emrinde özel bir agronomlar örgütü haline sokmak ve köyde bilimsel ve çağdaş üretimi bu agronomlar sayesinde pratik bir şekilde ilerletmek. e) Teknik Tarım Örgütü: Yine köylü sendikalarına bağlı 1- Tarım makineleri istasyonları; 2- Tarım makinistleri evleri örgütlemek. 2. Yönetsel ve Siyasal Örgüt: a) Köylü Mahkemeleri: Burjuvazi nasıl istiklal Mahkemeleri ve ...103 Mahkemeleri kuruyorsa, tıpkı öyle 262 YOL çalışkan köylülüğün de köylü mahkemeleri kurulmalı. Bu mahkemeler şu sorunlarla uğraşırlar: 1- Tefecilik soygununa karşı; 2, Fazla toprak kiralarına karşı; 3- Derebeyi, seyid, şeyh, hoca, mütegallibenin maddi manevi baskılarına karşı bütün köylüyü korumak; 4- Tarım işçisinin çalışma koşullarına, süre, ücret davalarına bakmak (Köyde iş yasasını uygulamak). b) Köy Derneği: 1- Olağanüsüt toplantılar dışında, en aşağı yılda iki kez toplanmalıdır. 2- Bu toplantılarda bütün yerel sorunlar hakkında verili kararlar almalı ve köy meclisine direktif vermeli. 3- Köylünün üçte biri istediği zaman dernek olağanüstü toplantı yapabilmeli. 4- Köy derneklerinin, köylü sendikalarına koşut olarak, bütün Türkiye ölçüsünde birleşen bir merkezi bulunmalı. 5- Dernek toplantılarına devlet memurları karışmamalı. c) Köy Meclisi (İhtiyar Meclisi): 1- Her yıl köy derneği tarafından seçilmeli; 2- Meclis üyesi teker teker köy derneğine karşı sorumlu olmalı ve dernekçe daima geri çağrılabilir ve değiştirilebilir olmalı; 3- Meclis derneğin her toplantısında arada geçen zaman içindeki faaliyetinin hesabını vermeli. d) Köy Muhtarı: 1- Dernek tarafından ayrıca değil, bizzat derneğin seçtiği köy meclisi üyeleri tarafından ve kendi içlerinden seçilmeli; 2-Köy meclisi tarafından istenildiği anda değiştirilmeli; 3- Kaymakam ve devlet, köy derneği ve meclisi gibi muhtar seçimi, görevden alınması, 104 ...işlerine de asla karışmamalı. (Köyleri kaymakamlara yemlik etmemeli.) II. İşçi-Köylü Bağları: Komünist Parti'nin ilke ve taktik ve örgütlerini köylere götürecek; köylülüğün dilek, çıkar ve eğilimlerini Parti'ye getirecek; işçi sınıfıyla çalışkan köylülük arasında ilişki ve bağ kuracak araçlar, Lenin'in "doğal ulaşım" dediği araçlar bizde var mıdır ve nelerdir? Bunlardan yararlanarak köyde Parti'nin etkisi nasıl derinleştirilebilir? A "Doğal ulaşım" bağları ve yolları: Türkiye'de şehir proleteryasıyla köy çalışkanları arasında ve yine aynı anlama gelmek üzere;, Komünist Partisi ile köylü tabakaları arasında varolan bağlar şöylece sayılabilir: 1. Tarım Makinistleri: Rusya'da 1906 yılında 12.091 harman makinesi vardı. Türkiye'de, 1927'de yapılan tarımsal istatistiklere göre, 15.711 tarım makinesi vardır. Ortalama üç makineyi bir tarım makinisti kullanıyor varsayarsak, Türkiye'de, her mevsimde, şehirlerden köylere giden beş bin tarım makinisti olacak. Parti parolalarının ve örgütün köylere 104. Bir kelime okunamadı MÜTTEFİK:KÖYLÜ 263 götürülmesi için bu beş bin kişiden çok iyi yararlanılabilir. 2. Tarımla ilgilenen işçiler: Yılın bazı mevsimlerinde, tarım ürünlerini şehirlerde işleyen işçilerden binlercesi, aynı ürünlerin kırlardaki çeşitli işlemlerine götürülür ya da giderler. Örneğin Türkiye'de 150 binden fazla yaprak tütün işçisi var. Bunların her yıl onbinlercesi kışı köy işlerinde geçirmeye giderler. Fındık, incir, üzüm üretimlerinde de gene böyledir. Sistematik bir örgüt ve ajit-prop planı bu onbinlerce, Türkiye'nin bugünkü en devrimci işçisinden köylerde kaleler kurabilir. 3. Köylü ile ilgili işçiler: İlk madde üretimi için, çevrelerinde geniş bir tarımsal iç bölge (hinterland) yaratan büyük şirketler bütün yıl ya da yılın bir kısmında, sayıları binleri bulan işçileri çalıştırırlar. Şeker, ke reste, çırçır, ipek (koza yetiştirenlerle), halı (o sanayi ülkeleriyle), pamuk fabrikaları vb. hep böyle köylüyle yakından ve sıkı ilgi ve ilişkileri olan işçi yığınlarını çalıştırırlar. Türkiye'nin tarımsal görünümü işçi+köylü bağlarında bu mükemmel özellikleri de gizler. 4. Mevsimlik işçiler: Pamuk, maden işletme bölgeleri gibi, Türkiye'nin öyle alanları vardır ki, oralara her yıl belirli mevsimlerde, Anadölu'nun en orta ve en doğu bölgelerine kadar uzanan en ücra köşelerinden onbinlerle mevsimlik işçi akını gelir ve bu kalabalık yığınların gidiş ve gelişi bir deniz gibi sanayi proletaryasıyla iç ve sapa köylü dünyası arasında dalgalanır durur. Bildiriler için ne ele avuca sığmaz bir posta! 5. Nakil araçları işçileri: Türk burjuvazisi mal pazarlarını genişletmek için uzak demiryolları kuruyor. Demiryolu işçileri köylüyle sık sık ve yakından ilişki kurarlar. Zaten parti tarihçesinde ilk köy faaliye ti bu işçiler kanalıyla başlamıştır. Demiryollarını burjuvazi kadar biz de, sanayi mallarıyla birlikte sanayi ruhunu ve sanayi işçisinin ülküsünü, komünizmi yayma konusunda daha planlı bir biçimde "istismar" edebili riz. Yalnız nakliye araçları işçisini salt demiryolu işçileri sanmamalı. Örneğin, demiryollarının ulaşamadığı daha derin bölgelerde arı kovanı gibi işleyen bir şoförler şebekesi vardır ki, hareket edilmesi bilinirse, belki demiryolu işçisi kadar ya da daha fazla Parti'yi köylülere götürebilir. 6. Büyükçe bayındırlık girişimleri proletaryası: Yeni yapılan şoseler (örneğin Trabzon-İran transit yolu, merkezi şehirler arasındaki asfalt cad deler, hele...105 yol parası angaryaları), köprüler, sulama işleri, ...106 şehir 105. Bir kelime okunamadı. 106. Bir kelime okunamadı. 264 YOL inşaatı (Ankara gibi), demiryolu inşaatı... hiç olmazsa yüzde doksan kişileri durmadan değişen ve köylü tabakalarıyla içten içe bağlı büyük proleter orduları oluşturuyor. Bunlar ve bunlar aracılığıyla köylüler arasında Parti'nin büyük görevleri var. 7. Köylere sürülen işçiler: Polis yıllardan beri bazı devrimci işçileri kitle içinden "def olup gitme"ye zorluyor. Bu işçiler köyde mükemmel çekirdekler olabilirler. 8. Köye dönen işçiler: İç Anadolu'da birçok köy, yetişen nüfusu aç bırakır. Bu fazla nüfus yıllarca şehirlere, hattâ uzak ve yabancı ülkelere giderek çıraklık, işçilik yapar ve İş Bankası'nın ağzının suyunu akıtacak derecede yaman ve doğal bir yaşam ve birikim gücüyle bir miktar ak akçe biriktirir, sonra köylerine dönüp tarla ve ev sahibi olmaya kalkışırlar. Hele Doğu illerinde, hemen hemen adım başında, böyle ta Amerika'ya ka dar gitmiş, orada büyük grev hareketlerini, dağlar gibi yığılmış çelişik sa nayiyi görmüş, sonra bir avuç toprak için, köyünde boğazlaşmaya dönmüş eski işçiler sanıldığından çoktur. 9. Tarım işçileri: Nihayet, Partimizce çok ihmal edilmiş bu çok önemli kır proleterleri kitlesi, köyde komünizmin sarsılmaz temelini ata caklardır. 10. Barındırma ve değiş tokuş: işleri, sayısı ihmal edilemeyecek bir toplam tutan işçileri, köylerde "ikamete memur" etmiştir. Bunlar tohum rolünü oynayabilirler. Yalnız bu on koldan savaşacak ciddi ve tutkun bir devrim propaganda ve örgütü bile Türkiye'de Parti'nin köylü işini çarçabuk elle tutulur bir biçime ve lâyık olduğu düzeye yükseltecektir. Fakat, kuşkusuz, şehir proletaryasının devrimci hareketiyle köylülüğün ilgi ve ilişkileri bunlardan ibaret değildir. Daha sayılamayacak kadar binbir çeşit ve bir devrimcinin gözünden, elinden ve dilinden kaçamayacak nice fırsat, koşul ve araçlar bitmez tükenmezdir. Biz, devrim hareketiyle köylülüğü birbirinden bağlayan sayısız kanallardan belli başlı üç candamarını daha hatırlayalım: 11. Kültür yolu: Burjuvazinin yetişmiş işgücüne olan gereksinimi büyüdükçe, köy eğitimine de önem verecektir. Bu yol yalnız burjuvazinin ...107 propagandasına bırakılamaz. Zaten bir köy öğretmeninin emek, zahmet ve ona karşılık kazanç ve gelecek güvencesi itibarıyla bir sanayi işçisinden farkı, köyle şehir çalışkanlığı arasındaki farktan asla aşağı kal107. Bir kelime okunamadı. MÜTTEFİK KÖYLÜ 265 maz. Onun için öğretmen okulları, ilkokul öğretmenlerinin örgütlenmeleri, gençlik ve parti çalışması için bereketli birer toprak olabilirler. Halk Partisi'nin son zamanda çevirmek istediği köylücülük dolabı, köylüleri okutma girişimleri ayrıca göz önünde tutulacak konulardır. Hep burjuvazi bizi değil, biz de burjuvaziyi "istismar" etmeliyiz. Eğitimden başka köylünün dertleriyle ilgili öğeler köy hekimleri, köy ziraatçıları vb. araçlarından yararlanmak mümkündür. 12. Askerlik yolu: Ordu, bütün köylü gençliğini baskısı altından geçiren gayet geniş bir cenderedir. Burjuvazi orduda yalnız teknik (silah ve talim) bilgileri vermekle kalmaz, ayrıca köylülüğün tutucu ve batıl inançlara eğilimli psikolojisinden yararlanarak ona kapitalist düşüncelerin afyonunu, vatan millet, yasa kutsallığı, körü körüne uymak... gibi manevi hapları da yutturur. Köylü gençliğiyle aynı kışlada ve safta yaşayacak olan devrimci gençliğin görevi yalnız militarizmi yıkıcı değil, ayrıca Parti'nin köylü siyasetini ve örgütünü de yapıcı olmalıdır. 13. Haberleşme yolu: Posta-telgraf ve telefon işleri (hizmetliler, postacılar, haberleşme memurları vb.) yalnız burjuvazinin sınıfsal davalarında afyon kazanmakla kalmamalı, kendi sınıfları, proletarya için de özellikle Parti'yi köylülüğe doğru götürüşte kendilerinden beklenen görevi başarmalıdırlar. Bunun gibi, burjuva basınında, son zamanlarda sık sık görülen bir başlık da dikkate değer: "Köylerimize telefon!" Taşra burjuvazisinin elektirifikasyon çalışmasını kârlı buluşu, burjuva devlet aygıtının köyde büyüyen karşıtlıklara karşı yeni önlemler alışı her gün biraz daha artıyorken, elektrik yolundan elektrik dönemil olan komünizmin de ışığı saçılmalıdır. B- Köyde Parti gücünü büyütmek: için Türkiye'nin geri tarımsal özelliğini, hattâ gelişmeye başlayan sanayinin bile toprak içine ve toprak işine adeta göbekbağıyla bağlı olduğunu gözönünde tutarak, ona göre derhal önlemler almak ve burjuvaziden önce, ondan daha güçlü davranmak... Önlemlerden akla gelenler şunlardır: 1- Merkezi büro örgütü: Bürokratik bir kalabalık değil, her işimizde olduğu gibi, enerjiyi boşa götürmeyen, en rasyonel bir şekilde standartlaştıran az ve öz bir devrimci merkeziyet olacak. Bu merkezi büronun iki türlü işi varda: a) Dış işler: 1- Özellikle çevre, komşu ülkelerin köylü hareketini, bu 266 YOL harekette kardeş partilerin edindikleri deneyleri adım adım izlemek, özümlemek; 2- Genellikle bütün dünyada ve hele Sovyetler Birliği'nde köylü sorununu en geniş anlamıyla incelemek ve Türkiye'ye uygulanacak hale sokmak; 3- Dünyada ve çevrede varolan bütün devrimci, hattâ gereğinde istihbarat ve teknik ya da öğretici bilgiler almak için, salt ekonomik olan orta ve yoksul köylü örgütleriyle düzenli ilişkilere girişmek (Çin'den, Suriye'ye, Bulgaristan ya da Yunanistan'dan Kanada ya da Güney Amerika'ya kadar mümkün ilişkiler). b) İç işler: 1- Bütün köylü faaliyet ve örgütlerini merkezileştirerek yönetmek; 2- Yayın kurmak ve yaşatmak; 3- Köylü işler için kadro yetiştirmektir. 2- Yayın: Kurulacak sistematik bir ajit-prop planına göre, şimdilik gizli+düzenli+köylü dilli hiç olmazsa bir gazete örgütlemek. Biçimi ve üslubu yine hiç olmazsa şimdilik İşletme gazetesinden farksız olacak Kızıl Köylü gazetesinin konuları zorunlu olarak biraz daha geniş olacak: Dünyada, kapitalist dünyayla Sovyet köylüsünün hareket ve manzaraları karşılaştırılacak; bağımlı ve sömürge ülkelerde köylünün durumu bizimle karşılaştırılacak; Türkiye'de kapitalist gelişimin köydeki zorunlu sonuçları, Kemalizmin ağa-tefeci-banker-devlet sistemi olarak nitelikleri ve köylüyle olan ilişkileri, genel olarak burjuva devleti ile ucuz işçi-köylü hükümetinin köylü için olan özellikleri, Kemalist asker-banker-yunker diktatörlüğünün zulmüyle, proletarya demokrasisinin karşılaştırılması vb. üzerinde durulacak; nihayet kapitalist ya da derebeyi ilişkilerinin hüküm sürdüğü köylerde olan biteni en sadık bir fotoğraf makinesi gibi saptayarak organa gönderecek olan köylü muhabirler örgütü kurulacak. Gazete ezilen köylülüğe serbest ve devrimci kürsü olacak. 3- Örgüt: Hemen her ilçe ve bölge komitesinde, fakat özellikle yukarıda söylediğimiz, köylüyle işçi sınıfının doğal ulaşım bağları bulunan ilçe ve bölge komitelerinde: a) İlk zamanlarda, mutlaka her gündemde bir köylü maddesi bulundurmak ve köylü sorununun az çok tartışmak (Tabii bütün gündem ve tartışmaları salt köylü sorunuyla doldurmak istenildiği anlamı çıkarılmamalı, zemin ve zamana göre zorunluluk ve olanakları zorlama gereği anlaşılmalı); b) Köylü içinde faaliyet ve örgüt ilerledikçe, nihayet, salt köylü sorunu için, merkezi büronun onayıyla yerel bürolar örgütlemek. 4- Faaliyet: a) Teker teker her işçi: Komünist ya da sempatizan, köye giderken, mutlaka,Parti'ni köylü ajit-prop ilkeleri, köylü istatistik ve MÜTTEFİK:KÖYLÜ 267 inceleme yöntemleri, köylü gazetesi, bildiri vb. ile silahlandırılmış olarak yola çıkarılmalıdır. Hattâ, gereğinde köylüye temasa geçecekler için, belirli mevsimlerde, özel köylü ajit-prop ve örgütüyle konspirasyona ait ufak ve hızlandırılmış kurslar bile açılmalı. Ve köyden dönen her komünist ve sempatizandan, hattâ bilinçli işçiden hesap ya da bilgi istemek. b) Köyde sınıf ilişkileri: Köy proleteri, yarı proleter, yarıcı, küçük ekinci, orta köylü, rahat köylü, büyük toprak sahibi kategorileri ve bun ların birbirleriyle olan ilişkilerini incelemek (Bu incelemeler için örgüt yöntem ve konular hazırlayacaktır). c) İş koşulları: Köyde işçinin, tarım gündelikçisinin, mevsimlik işçinin, yarı proleterin ve marabanın çalışma, yaşama, mücadele vb. koşullarını görüşmek. d) Yardım: Köylerde sık sık görülen yoksulluk ve kıtlık bu nalımlarında işçi-köylü dayanışmasını canlandıracak işçi yardımlarını örgütlemek. e) Seçim: Köyde olan bütün dernek toplantılarına hazırlanmak, gerek muhtar, gerek ihtiyar heyeti, gerek milletvekili vb. seçimlerinde faaliyete geçmek. f) Köy idare ve örgütlerinde: Köyün mahkeme, köy sandığı, bekçi işi, ihtiyar meclisi kararları vb. hakkında, yoksul ve orta köylünün bakımını tutmak ve örgütlemek. g) Kemalizmle mücadele: Köylünün ağa-tefeci-banka-tahsildarjandarma ve memur ile olan mücadelesini incelemek ve bu mücadeleye kılavuz olmak. h) Harekette: Köylü içinde herhangi bir sorunda ortak hareket anlarında hareket komiteleri örgütlemek. ı) Şehirle ilgisi olan köylüleri: Örneğin mevsimlik işçiyi, yarı proleterleri, sanayi işçisini dernek örgütlerine almak. i) Tarım işçisini ekonomik ve siyasal alanda örgütlemek. j) Parti örgütü ve propagandasını köyde gerçekleştirmek. 5- Kadro: Bu örgüt ve hareket ilerledikçe Parti'nin kazanacağı ve yetiştireceği yeni güçlerle, özellikle köylü gençliği içinden yetişkin bir devrimciler aygıtını yaratmak... Parti'nin köylü hareketinin taçlanışı ve güçle yerleşmesi demektir. Köylü hareketinde Parti'nin rolünü daha iyi göze batırmak için Enter- 268 YOL MÜTTEFİK KÖYLÜ 269 Türkiye çalışkan köylülüğüyle Türkiye işçi sınıfının düşmanları ortaktır. Bu ortak düşmana karşı ancak bir işçi+köylü ittifakının ortak biricik cephesiyle karşı koymaktan başka çıkar yol yoktur. Bu yolda işçi sınıfıyla köylülüğün elele vermesi için olanaklar meydanda ve belki her ülkeden çok Türkiye'de boldur. Türkiye Komünist Partisi bu olanaklardan yararlanacak çağda ve güçtedir, hattâ bu çağı geçirmek üzeredir bile. Bugün köylü sorununa verilecek önem ne kadar büyük olursa, bu, Parti'nin öz güçlerini harcamak şöyle dursun, o kadar daha güçlendirerek, Parti yaylımını hızlandıracaktır. Çünkü Kemalist burjuvazinin köylü demagojisi çoktan topu attı, can çekişiyor. Köylü çevresinde çevrilen son halkevleri dolabı da, ya acı yıkılışları karşılaşmaya, ya da gülünç maskaralıklar halinde soysuzlaşmaya mahkûmdur. Çünkü bu demagoji dolabının kökü hayatta değil, çünkü Kemalizm köylülüğü, eşi görülmemiş bir dehşetle ve yırtıcılıkla soyduğu halde, köylülüğe karın doyurur bir tane bile veremeyecek haldedir. Bütün bu noktalar, az ya da çok, geçen satırlardan çıkarılabilir sonuçlardır. Son bir sorun kalıyor: Türkiye köylü tabakaları içinde mayalanan ve yarın oynayacağı büyük role olgunlaşan devrimci hız var mı? Lenin, Bolşevik Devrimi'nden önceki Rus köylüsünde devrimcilik özelliklerini araştırırken, başlıca şu dört nokta üstünde duruyordu: 1- Eğitim; 2- isyancılık; 3- Sık sık kıtlık; 4- Devlet karşıtı dinsel tarikatlar. Lenin bu dört özelliğin Rus köylüsünde varolduğunu gösterdikten sonra, bu köylülükle devrimci ruhun ve atılımın bulunduğunu söylemiş. Ve dostun düşmanın nihayet anlamaya zorunlu olduğu gibi, söylediği de çıkmıştı. Şu halde, biz, bir daha mutluyuz: Yol açıktır, yöntem elimizde şaşmaz bir çekiç gibi maddeleşmiştir. Köylülük Kemalizmin ezici zulmü altında kıvranıyor. Bu zulüm, çırpınan köylülüğün ruhunda ölü bir yılgınlık mı doğuruyor, yoksa, her canlı gerçeklikte olduğu gibi, gittikçe hareketleşen bir devrimci psikoloji mi yaratıyor? Bunu belirlemek için, Lenin'in otuz yıl önce koyduğu sorulara yanıt araştırmak yeter: 1- Eğitim: 1928'den itibaren Türkiye'de okuryazarlık baştan başladı. Merkez İstatistik Ofisi'ne göre 1929 yılında 400 binden fazla Arapça bilenler, 170 binden fazla okur-yazar olmayan, ki toplam 702.918 yurttaş; 1930'da 488.051 yurttaş yeni harfleri öğreniyor. Ondan sonraki millet mektepleri çalışması belirsiz, ya da "hiç olmamış gibi". Fakat, muhakkak ki yeni harflerden yalnız burjuvazi değil, biz de yararlanıyoruz. Yıllarca mescit rahlesinde tecvid kekeleyerek mankafa çıkan köylü çocuğu, yeni harfleri birkaç ayda söküyor. Yalnız küçük çocuğu değil, bizzat köylünün kendisi, yaşlı başlısı da, bütün 109. Bir kelime okunamadı. (*) Mutarred: Cemaati usandıracak derecede okumayı uzatan imam. (y.n) nasyonal'in Geniş İcra'sında, 2.4.1925 tarihinde kabul edilen tezlerin sonuçlarını aynen almaktan daha iyisini yapamayız: "59- Şimdiki tarihsel dönem, pek haklı olarak, yalnız proletaryanın geri tabakaları için değil, fakat bir de uçsuz bucaksız köylü kitleleri için işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki acımasız bir savaş dönemi olarak tanımlanabilir. Sonuç olarak, sınıf güçlerinin bu temel mevzilenmesini kavrayamayan komünist partileri, burjuvazi köylü kitlelerini kendine köle etmeyi başardığı taktirde proletarya hareketini tehdit edecek olan sınırsız tehlikeyi görmezler. "60- Köylü kitlelerini fethetmek için fiili bir çalışma olmaksızın komünist partilerinin Bolşevikleştirilmesinden sözetmek saçmadır. Komünist partileri içindeki Bolşevik-olmayan, hattâ Bolşevizm-düşmanı sapıklıklar, herşeyden önce tarım ve köylü davasıyla şimdiki sömürgelerde çalışma sorununun önemini kavramamakla ortaya çıkar. "61- Anlamak gerekir ki, bugüne bugün, yalnız iktidarı ele aldıktan sonra gerçekleştireceğimiz önlemler lehinde propaganda etmek söz konusu değil, hattâ pek az söz konusudur; bu köylüleri sermayeye karşı mücadeleye çekip götürmeye uygun günün ekonomik ve siyasal parolalarıyla köylüler üzerinde nüfuz sağlamak ve etki yaratmak için etkin ve fiili bir mücadeledir. "62- Komünist partileri köylerde ilk önce tarım proletaryası, mülksüzleşmiş gruplarla küçük köylüler üstüne dayanarak, daha şimdiden orta köylüleri tarafsızlaştırmak için güçlü, enerjik bir çalışmaya zorunludurlar. Orta köylünün ancak proletarya diktatörlüğünün sağlamlaştırılmasından sonra kesin olarak proletarya tarafına geçebileceği durumu ve şartları şimdiki ...109 işe karşı ihmalciliği asla haklı çıkaramaz. Olan olay şu ki, bu iş keskin ve alevlidir, bize eylemsizlik değil, tersine bütün güçlerimizin ayrı bir derecede gerginliğini öğretir. "63- Yalnız böyle bir siyaset komünist partisine devrimde proletaryanın zaferini ve proletarya diktatörlüğü zamanında sosyalizme doğru bir hareketin tek olası ve olanaklı temeli olan işçi sınıfıyla küçük tarım üreticileri arasındaki bloğu mümkün kılacaktır." C) Türk Köylüsünde Devrimci Hız Var mı? 270 YOL atımlık barutuna karşılık derebeyi artıklarının mutarred(*) gericilik propagandasına karşın ilk fırsatta yeni harflerin kolaylık çekiciliğine kapılıyor. Burjuvazi ilk yıllarda yılda bir milyona yakın verdiği ödemeleri artık veremiyor. Bununla birlikte beş yıl içinde Türkiye'de (1,5 milyon millet mektepleri ve serbest halk+0,5 milyon okullu+250 bin okul mezunu hesabıyla) 2,5 milyon kadar insanın okuyup yazma öğrendiği kabul edilir ve son eğitim çalışmaları ciddiye alınırsa, bugünkü Türkiye'de köylülüğün okuyup yazma ve öğrenim görme işi, herhalde devrimden önceki Çarlık Rusyasındakinden pek aşağı düşmez. Sınıf farklılaşmasının şiddeti, sinema ve reklam gücünün gittikçe büyümesi de hesaba katılırsa, Türk köylülüğünün yüzyıllardan beri beynini karartan kır nemelâzımcılığı ve kundluğu yerine, günden güne hassaslaşmakta olduğunu ve gözünü zorunlu olarak açmaya mecbur kaldığını teslim etmek gerekir. Şu halde çalışkan köylü, çevresinde olan bitenlerle her gün biraz daha ilgili olmaya, dünyanın bir dönüm yerinde, bir doğum sancısı içinde çalkandığını anlamaya başlıyor demektir. 2- İş ve Yaşayış Koşullarının Dayanılmazlığı: Bir sınıfta devrimci psikolojinin açık ifadesi, varolan rejimin taşınmaz, dayanılmaz bir yük olduğu şeklindedir. Türkiye çalışkan köylülüğünün iş ve yaşayış koşulları dayanılmaz bir halde midir? Evet. a- İş Koşulları: Çalışkan Türk köylüsü nasıl işliyor ve çalışıyor? Finans-kapital hazretlerine sorarsanız az çalışıyor. İşte size Kemalist burjuvazinin, köylü için, yeni harflerin erdeminden nasıl ve neden yararlanmak amacında olduğunu da öğretecek olan kısa bir habercik, bu az çalışmayı anlatsın: "Köylülere dağıtılan kitaplar: Ziraat Bankası, köylüyü aydınlatmak için açık bir dille yazılmış kitaplar bastırmıştır. (Hazırlanın, Kemalist burjuvazinin "harf devrimi" ile "dil devrimi"nin köydeki sonuçlarına: Banka kuşkusuz yeni harflerle ve "açık dille" sokuluyor köye) İstanbul Ziraat Bankası bu kitapları köylere dağıtmıştır. Kitaplarda köylülere yararlı bilgiler verilmektedir. (Belki siz bu "yararlı bilgiler"i merak etmişsinizdir. İşte o yararlı bilgiler:) Kitabın içinde büyük harflerle şu cümleler vardır: İyi ekiniz, çok çalışınız, malınızı temiz çıkarınız"110 Neden? Köylü iyi eksin, iyi çalışsın, temiz mal çıkarsın. Kime? Ziraat Bankası'nın demirden midelerine. Bankanın canı, köylünün bol ve güzel fazla ürünlerini yutmak, sonra birkaç yüz kalın kapitalistin işkembesine 110. Cumhuriyet, 24.1.1931 MÜTTEFİK: KÖYLÜ 271 bulamaç halinde tükürmek istiyor. Alâ, doğrusu bundan daha "yararlı bilgiler" can sağlığı. Yaşasın bizi bugünlere kavuşturan harf ve dil devrimleri! Fakat acaba şu duygusuz, demir yürekli ve demir pençeli, devlet sultalı "Ziraat" Bankası, zavallı Türk köylüsüne hitap ederken, hiç olmazsa çalışmak yönünden, hiç olmazsa yalan söylememezlik edebiliyor mu? Türk köylüsü çok çalışmıyor mu? Buna, şu "yararlı bilgiler"in çıkışından bir yıl kadar önce, yine bir burjuva yazıcısı, küçük-burjuva ütopistliğinden faşist "realpolitiker"ligine doğru soysuzlaşan bir koyu Kemalist yazar, farkında olmaksızın şu yanıtı veriyordu: "Bizde çalışmak kelimesinin ifade ettiği anlam durup dinlenmeden devamlı didinmedir. Türk köylüsü bir eşek yükü çalı çırpıyı toplayıp satmak için 24 saatini harcar ve 24 km. yol yürümeye katlanır. Bütün bir yıllık emeğinin randımanı beş on kile buğdayla birkaç avuç tuzdur. Anadolu'da yedi yaşından yetmiş yaşına kadar, hiç durmadan bir çalışma seferberliği vardır. Her ev bir karınca yuvası gibidir. Ama bir karıncanın kışlık zahiresi, emin olabiliriz ki (Kuyruğunu yaladığınız Kemalizm sayesinde) bir Türk köylüsünün biriktirdiği yıllık yiyeceğinden daha az değildir. (Demek Ziraat Bankası'nın hakkı var: Türk köylüsü bir karınca kadar çalışıyormuş!)"111 Bunu işitince, siz belki, milletvekili yazar beyin Kemalizmi kaldırmayı teklif etmesini beklersiniz. Çünkü Kemalizmin en sinik temsilcisi olan Ziraat Bankası, işte, bir yıl sonra köylüye dağıttığı "yararlı bilgi" sırasında "çok çalışınız!" emrini veriyor!.. Boşuna kuruntuya kapılmayın. "Asa"lı "aba"lı mistisizmden -Bolşevizmin tarihindeki siyasal anlamıyla- en sunturlu "ekonomizm"e kalkışan bu zat, bizim kuyrukçularla birlikte Kemalizmin en "karagömlekli" kuyruk yalayıcılarındandır. Ve amacı, sadece "rasyonel ekonomi"yi, kapitalist düzende çalışmanın her dakikasını -daha fazlası mümkün olmadığı içintam altmış saniye istismar ederek nefsini kurutan "rasyonizasyon"u yine Kemalizme reklam etmektir. Nitekim, "Çalışma tarzı (diyor) bozuk ya da düzensiz, sistemsiz olan ülkelerde üretimi arttırma girişimleri yüksek bir sıtma nöbeti sırasındaki depreşmelerimizi andırır ve sonuçları bize, eski Yunan mitolojisindeki Danaid'in fıçısı öyküsünü hatırlatır." Yani yazarın amacı Kemalist burjuvazi "Danaid'inin fıçısı"nı doldurmak, yani sermaye, biriktirmektir. Bununla birlikte, "söyleyene bakma, söyletene bak." Kemalist milletvekili de, sanki karşısında Ziraat Bankası varmış da, ona, 111. Yakup Kadri: "Asıl Savurganlık", Milliyet, 12.3.1930. 272 YOL MÜTTEFİK KÖYLÜ perde arkasından hitap eder gibi parlakça söylüyor: "Herhangi bir tutumlu ulustan daha tutumlu olan ve kanaatkârlıkta, zahmete dayanmakta, Çinli Kulileri geçen Türke varını saklamayı (Sözgelimi iş Bankası'na, kumbara falan şeklinde yatırmayı), azla geçinmeyi, (Sözgelişi yeni sanayi kapitalizminin stok mallarını sarfetmemeyi) ve güçlüklere katlanmayı tavsiye etmeyiniz, ona çalışmanın yöntemini öğretiniz. (Acaba nasıl? Odunu sırtında değil de, Yakup efendinin bastonu gibi elinde mi taşısın; yoksa "bir eşek yükü çalı çırpıyı" sırtında götürürken, eski Maliye Bakanı, şimdiki Meclis ikinci Başkanı beyefendiye barut rüşvetçileri tarafından sunulan cinsinden bir arabaya mı binsin? Her neyse...) Onu, her şeyden önce kendi enerjisini harcamaktan (Galiba çiftlik ya da fabrikada bir tayın ekmeğine işlememekten) koruyunuz! Onu iğneyle kuyu kazan bir talihsiz olmaktan kurtarınız." Kemalizm "nelere kadir değil"! Lâf sanki Yakup Kadri'nin ağzından Tanrının kulağına gitmiş. Bu yazının üstünden daha iki yıl geçmeden, Kemalizm yoksul Türk köylüsüne "çalışmanın yöntemini" öyle bir öğretiş öğretmiş ki, otuziki Osmanlı sultanının altı yüzyıllık saltanatları süresince görülmeyen harikalar, sekiz on yıllık Kemalizm altında birer mucize gibi doğmaya başladı. İşte sizi değil, esaretçi Tutankamon'u bile hayretlere düşürecek bir "çalışmanın yöntemi": "Polatlı (Gazi Çiftliklerinin kapı komşusudur) (Özel)- Kuşçu köyünde Koca Mehmet isminde çok güçlü bir adam vardır. Türk gibi kuvvetli' (bu kelimeleri biz ekliyoruz sanmayın) sözünün en canlı örneği olan Koca Mehmet yoksul bir adamdır. Bu yoksulluk Mehmed'in gücünü göstermesi için bir neden daha ortaya çıkarmıştır. (Ne güzel hikaye etme yöntemi değil mi?) Geçenlerde Mehmed'in çift öküzlerinden biri ölmüştür. Mehmed'in öküz almaya parası yoktur. (Tabii bu meteliksizliğin "Mehmed'in gücünü göstermesi için bir neden daha doğurmuş" olduğunu eklemeye gerek yok) Öküz alamadıkça da tek öküzle tarlayı süremeyecek ve toprağa ürününü (Tohumu demek istiyor anlaşılan) atamayacaktır. Mehrned bu endişeyle biraz düşünmüş ve nihayet tek öküzün yanına kendi geçmiş ve tam altmış dönüm tarlayı bu şekilde sürmüştür. (Ve gazeteci, harikanın akıllara hayret verici-liğini, ayrıca, herhalde "Türk gibi kuvvetli" sözünün doğruluğunu kanıtlamak için... Zavallı Türklerin ne hale geldikleri sorunuyla değil... Vurgulamayı gerekli görerek ekliyor:) Öküzün yanında koşulu olarak tarla sürmek kolay bir iş sanılmamalıdır. (Gerçekten bu işin kolay ya da zor olduğunu bir burjuvanın zeki özel muhabirden öğrenmeye elbet gereksinimi vardır.) 60 dönüm tarlanın toprağını öküze eş olarak (Ey şerefli Türk! Bil ki "Bir Türk dünyaya bedeldir") bir yandan bir yana devirmek şimdiye kadar 273 görülmemiş, işitilmemiş bir (yoksulluk aklınıza gelmesin) kuvvet örneğidir ve kuvvet rekorudur. "112 Böylece, Mısır'ın firavunları, canlı apisleri mabetlerde baş köşeye geçirmekle öküzleri bir tür insanlaştırıyorlardı; Kemalizm, çaresiz çalışkan köylülüğün "Türk gibi kuvvetli" olup olmamaktaki sabrını denemek için insanları öküzleştiriyor. Ne "devrim", ne "devrim"! Aradaki fark büsbütün büyük değil, firavunluk öküzü iyice besleyip semirttikten sonra güneşin kutsal çeşmesinde boğuyor ve mumyalayıp allahlaşürıyordu; Kemalizm köylü-insanı iyice soyup soğana çevirdikten sonra bankanın kutsal kasasında yoksulluk "örneği" ve "rekoru" şeklinde "memleketin efendisi" ilan ediyor. Fark, firavunluğun hiç olmazsa demagojide samimi oluşuna karşılık, Kemalizmin onda da sahtekâr oluşunda, firavunluk öküzü cidden Allah ilân ederken, Kemalizmin Türk köylüsüyle utanmadan aşık oynar gibi alay etmesindedir. Bir ufak fark da şu: Firavunluk öküzü özel olarak boyunduruktan kurtardıkça Allahlaşürıyordu; Kemalizm genel kural olarak çalışkanı boyundurukladıkça insanı öküzleştiriyor! "Tezatsız ve eşsiz millet" bu, şaka mı? b- Yaşayış koşulları: Türkiye köylüsünün üstüne Kemalizm güneşi doğdu doğalı, Türk köylüsünün içinde yuvarlandığı yoksulluk batağını burada tanımlamak, bu sayfalara sığdırmayı ummak aklımızdan geçmedi. Burada köylülüğün yaşayış koşullarının ne kadar dayanılmaz ve isyan ettirici bir hale geldiğine, burjuva basınına burjuva rekabeti yüzünden yansımış bir iki örneği vermekten başka bir şey yapmayacağız. Çalışkan Türk köylüsü için geçim facia oldu. Şu örnekler bunu göstermeye yeter: l- Türk köylüsü tuz bile bulamıyor: "Bir gazetede okuduk: Geçenlerde, gazeteler, hükümetin tuz resmini azaltma girişiminde bulunduğunu yazıyordu. Bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bu demektir ki, bizlerin şehirde masraf diye bir an aklımıza getirmediğimiz, önem bile vermediğimiz tuz, köylü için, belli başlı bir masraf kapısıdır. "Hattâ birçok köylü aylarca çalışıp biriktirebildiği parayla pazar yerine gittikleri zaman, bununla ancak tuz alırlar, köye dönerler. Köylü bunalımsız zamanlarda, genellikle pazaran tuzdan başka karısı için boncuk, basma, şeker kahve ve bazen petrol, biraz sabun alırdı. Ama, son bunalım üzerine, hemen her yerde, basmadan filan vazgeçti. Manifatura pazarındaki ardarda gelen iflaslara neden olan, bu durumdur. 112.Son Posta: Memleket Haberleri, 15.12.1932 274 YOL "Çünkü işitiyoruz ki, bazı köylüler şimdiki zamanda parasızlık yüzünden en gerekli gereksinimleri olan tuzu bile satın alamıyorlarmış. Biliyor musunuz ki a efendim, sahilde oturanlar, deniz suyunu, yemekte tuz yerine kullanıyorlar. İster inan, ister inanma!" 113 2- Türk köylüsü ot ve ahlat yiyor ve köyden başını alıp kaçıyor: Burjuvazi içinde ve dışındaki hoşnutsuzluğu boşaltmak için bir Serbest Fırka oyunu oynamak istemişti. Serbestlerin balaylarındayız. Köy demagojisi gerekli. İzmir gazeteleri bağırıyor. Gümüşhane milletvekili lider kuklası Meclis'te soruyor: "İzmir çevresinde bazı köy halkının ahlatla karnını doyurduğunu işittim. Bu doğru mudur? Doğruysa hükümet ne gibi önlemler almıştır?" Başbakan verdiği yanıtta köylülerin ahlat yediklerini, hattâ yerlerini yurtlarını bırakıp çevreye kaçıştıklarını mükemmelen tekzip ediyor: "Heyet açlık ve sefaletten bazı köylerin göç ettiklerine ilişkin haberi de incelemiş, köylülerden bazıları çiftlik sahipleriyle sözleşme yaparak Ödemiş ve civarında daha çok kazanmak için çalışmaya gitmişler... Anlaşılıyor ki bu köylerde o yörenin genel geçimine göre bir sıkıntı varmış. Fakat bu sıkıntının her cephede aşamaları bu sunduğumdan ibarettir. Açlık ve sefalet içinde ahlat yemekle hayatlarını geçirmeye zorunlu oldukları haberinin doğru olmadığı anlaşılıyor." Lider, bu yanıtı nasıl bulduğunu soranlara: "Paşanın açıklamasından anlaşılıyor ki, bunlar açlık ve sefaletle tamamen karşı karşıya değildir. Çok fena olmadığı (yani az fena olduğu) anlaşılan geçim darlığının hafifletilmesi için gereken önlemler alınmıştır." Zaten bu haberden bir gün önceki İzmir gazeteleri, köylünün yalnız ahlat değil, ot da yediğinin yazıldığını ve bunu yazanların mahkemeye verildiğini haber veriyorlardı: "Geçenlerde Yeni Asır gazetesi Değirmendere köyü içine giren köylerde pek çok halkın ahlat ve otla karın doyurduklarını yazmıştı." Vali soruşturmuş ve tekzip etmiş. "Fakat Yeni Asır gazetesi buna karşın ora halkının ot ve ahlatla beslendiğine ilişkin yayınını sürdürmüştü. (Artık bundan hoşnutsuzluk anlamı çıkardı!) Bu ısrar, il makamını tekzip etmek demekti... Kamuoyunu coşturucu nitelikte olan bu yayınların aleyhinde yasal soruşturma vb..." 3- Türk köylüsü açlıktan ölür: "Açlıktan ölenler: Batı Trakya'da, İskeçe'de çıkan Yeni Adım gazetesinde okuduğumuza göre, İskeçe'nin Pınarlık mahallesinde oturan yoksullardan Hüseyinoğlu Ali isminde bir ihtiyar parasız ve ekmeksiz kalmış, biraz para kazanmak için dağa odun kesmeye çıktığı zaman yarı yolda açlıktan ölmüştür." 4- Vahşet! Evet, Kemalizmin Türkiye'de bütün tırnaklarıyla tuttuğu 113. Son Posta, 13.12.1932 MÜTTEFİK: KÖYLÜ 275 kapitalist uygarlığı köylüyü tuz bile bulamamaya, ot yemeye, diyar diyar kaçmaya, nihayet açlıktan ölmeye mahkûm ettikten sonra, yaşamdan ve köyünden uzaklaştırdığı insanları toplumdan neden kaçırtmasın? Soygun medeniyetinin vahşetten daha gerçek ürünü olur mu? "Hayret! (Burjuva basını "hayret" ediyor! Hayret...) Konya'da iki vahşi adam bulundu: Konya içinde Seydişehir'in Dalayman köyünün Kızıltepe mevkiinde koyun ve keçilerini otlatmakta olan bir çobana iki vahşi adam saldırmıştır. Bu iki garip insanın izlerini takip eden köylüler kendilerini bulmuşlardır. Vahşiler ormanın orta kısımlarında karanlık ve korkunç bir mağarada bulunuyorlar. Fakat buraya girmeye kimse ceserat edememektedir. "Geniş ve uzun olduğu anlaşılan mağaranın içinde ihtimal ki bunların arkadaşları da vardır. İşte bu nokta köylüleri düşündürmekte, ormanın kuytuluğundaki gizli mağaranın kapısına bile kimse sokulamamaktadır. Kızıltepe civarındaki birkaç köyün halkı bu iki garip insanın olaydan önce iki üç kez kendi köyleri yakınlarında da görüldüğünü söylemişlerdir. Köylülerin görüş ve tahminlerine göre (vahşi ancak doğu illerinde bulunacağından!) iki vahşi Toros dağlarını izleyerek doğudan bu civara gelmişlerdir." 3- Doğal Afetler ve Sosyal Musibetler: Türk köylüsünün derdi katmerlidir. Hem derebeylikten arta kalan afetlerle bunalır, hem de kapitalizmin "aynı zamanda aşırı ve yetersizliğinden doğma en parçalayıcı katastroflarla ezilir. Doğal afetler: Genel afet (Kıtlık): Türk köylüsünün ezeli ve ebedi görünen konuğudur. Yalnız kıtlığın burjuva bilincine yansıması ve ülkede duyulusu ancak kapitalist ilişkilerin pek ilerlediği yerlerde patlak vermesiyle olasıdır. Kemalizmin sahneye tamamiyle egemen olduğu 1929 yılından beri hemen düzenli olarak her yıl kıtlık Orta Anadolu'yu kastı kavurdu. Hele 1927 yılında, artık Konya ovalarındaki köylü kitle halinde topraklarını bırakıp göç etmeye başlamış ve hattâ o yıl, İstanbul işçisinin felaketzede köylü kardeşlerine nafakalarından kesip yardım göndermeye kalkışmasına karşı, İstanbul Valisi: "Biz sağ oldukça, bu iskemleleri kimseye bırakmayız. Sizden gelecek yardımı bile istemeyiz" yanıtıyla Kemalizmin kıtlığa kurban giden köylüyü ne kadar düşündüğünü, Türkiye işçisine bir daha anlatmıştı. Tamam, Türk köylerinde kıtlık afeti biraz dinecek gibi olmaya yüz tutayım der demez, doğal afetin yerini, ona rahmet okutacak toplumsal kıyamet tuttu: 1929'dan beri buğday artık iç tüketime yetebilecek gibiydi, fakat Dünya Savaşı da patlamıştı. Kısmi afetler: Bir çıkışta bir kasabanın bütün ürünlerini kemiren sıçanlardan, birkaç ilin bütün tarlalarını biçen çekirgelere, İzmir Kemalpaşa bağlarını %60 zarara uğratan yumurta kadar doludan, Trabzon MÜTTEFİK: KÖYLÜ 276 YOL yöresinin sahilden 15 km. içerilere kadar fındıklarının %70'ini çürüten sel sularına (1931 Haziran başları); bir hafta içinde Bursa, Yenişehir, Trakya, Ankara, Kayseri, Amasya, Burdur, Ceyhan, İzmir... kısaca Batı Anadolu'nun birkaç yerinden başka bütün Türkiye'de her yeri basan, ürünleri sömüren sular... Türkiye'de her günün üzerinde bile durulmayan olaylarındandır. Zaten burjuvazi adeta köylülüğe karşı doğal afetlerin hep birden saldırmasını geceli gündüzlü Allahına yalvarmıyor mu? ...115 tekelciliğe karşın bir türlü yükseltemediği fiyatları, belki kıtlık yükseltir de birkaç bin tüccar ellerindeki stok vb. ürünlerle milyoner olurlar diye. Fakat toplum içinde olan biteni, hâlâ doğayla açıklamak epey düşündürücü olmaz mı? İşte iki ufak örnek: Adana'nın Ceyhanında: 765 dönüm ...116 "Bu yıl köylerin bazılarında tarla faresi görülmüş ve bu fareler 80 bin dönüm araziyi kaplamıştır. Bu 80 bin dönümün 22.400 dönümünde temizlik yapılmıştır. Temizlenemeyen alan 57.000 dönümdür. Ceyhan'ın su taşkınından 26 köyün ürünü yarar-lanılamayacak hale gelmiştir." 20. yüzyıl Türkiyesinde, bir ilçede herhalde onbinden fazla küçük köylüyü sıçanlar aç bırakıyor! 26 köy su baskınıyla sıfırı tüketiyor. Bu afetler önce hayvan ve ırmaklara bağlanıyor. Sonra, arada sızdırılan haberlerden anlaşılıyor ki, sel sulan, falan şirketin falan türlü çıkarı gereğidir. Ve bu facialar her yıl böyle "tekerrür" eder. Yukarıdaki haber 18.8.1931'deydi.117 Oysa bir yıl sonra, 15.12.1930 tarihinde aynı şey olmuştur: "Adana 14 (HM.)- 18 saatten beri devam eden şiddetli yağmurlar sonucunda Seyhan nehri taştı, şehri su bastı. Felaket görülmemiş derecededir... Mersin'de de yağmur aynı şekilde devam etmiş ve şehir su altında kalmıştır. Bu duruma göre Çukurova bütünüyle su içinde kalmıştır vb..." Demek alınyazısı mı? İzmir ve köylerinde: 1930 yılı Ekim ayının 24. ve 25. geceleri İzmir ve köylerini su basıyor. İlk bilanço: "İzmir'de bulunan ceset sayısı 109, yıkılan evler 690 ve yardıma muhtaç halk 2 bin kişidir." Doğaya yüklenen suçlarda insanların ve sınıfların rolü, nisbeten daha çağdaş olan bu şehrin afetinde biraz daha iyi anlaşılıyor. Kızılay İş Bankası ile elele veriyor. Ve on onbeş gün kadar bir yardıma kalkışıyor: "Konukevlerimizdekilerin yedirilip içirilmelerine on gün sonra son verilecektir." Fakat bu "İaşe" işçiler 115. Mürekkep lekesi olduğundan birkaç kelime okunamadı. 116. Bir kelime okunamadı. 117. 15.12.1930 tarihi doğrudur, ilgili gazete haberi bulunup karşılaştırma yapılmıştır. Bu durumda 18.8.1931 tarihinin yanlış olması gerekir. Çünkü 15.12.1930, 18.81931'den "bir yıl sonra" değil, bir yıldan fazla öncedir. 18.8.1931 olarak bildirilen haber bulunup gerekli karşılaştırma ve düzeltmeler yapılamamıştır. 277 için değildir. Nitekim aynı gazetelerde okuyoruz: "Ancak Kızılay tarafından yedirilip içirilenler... her gün işe giderek para kazananların iaşeden yararlanamayarak vb..." Yüzlerce insan ölüyor, binlercesi sokakta kalıyor. Valinin yayınladığı basılı resmi bildirinin başına iri harflerle şu kaydı geçiriyor: "Tanrı ulusu ve ülkeyi afetlerden korusun!" Laik Kemalist burjuvazinin ünlü valisi bu afyon hapından sonra hizmet ettiği kapitalist sınıfı için daha olumlu ve hiç de Allaha bırakılmamış ayrıntı veriyor. Örneğin bildiride şöyle kayıtlara rastlıyoruz: "Resmi ve özel kuruluşlarca sağlanmış olan birçok motorla çarşı alanındaki suların boşaltılmasına ve tüccarların tehlikeye düşen mallarının kurtarılmasına çalışılmıştır." "Tüccarların tehlikeye düşen mallarını" ne yapıp yapıp kurtaran Kemalist devlet aygıtı, suyun alıp sürükleyebileceği kadar küçük ve zayıf evlerde oturanlardan yüzlcrcesini ölümden kurtarmak için ne yapmıştır? On gün kadar sonra toplanan İzmir Belediye Meclisi'nde, Serbest ve Halk partilerinin çatışması yüzünden yansıyan tartışmalar bize anlatıyor ki, afetin nedenlerinden bir önemlisi de belediyedir ve hattâ halkın tehlikeyi haber verişi bile hükümete vız gelmiş... Nihayet afet zamanında yapılan "Tanrı... korusun!" palavrasından pek de ileri gitmemiş. Meclis üyelerinden bir avukat durumu şöyle saptıyordu: 1- Yağmurdan önceki d urum: "İddia ediliyor ki Melez çayında felaketin olması düşünülerek hiçbir şey yapılmış değildir. Damlacık'ta da aynı durum vardır... O zavallıların önceden yaptıkları başvuruya karşı, buraya şiddetli su gelmez yanıtı verilmiş..." 2- Yağmurlar basıldıktan sonra: "Cuma günü akşam saat dörde kadar yağan yağmurun 4,5 inç olduğunu ilgili kişiler söylediği halde, Fen Kurulunun bunu bilmemesine olanak yoktu. Ve Fen kurulunca alınması gereken önlemler alınmamıştır. Eğer orada Cumartesi sabahı ilgili bir iki memur bulunmuş olsaydı lağım işleyecek ve bu felaket bu duruma girmeyecekti." 118 Bu açıklama karşısında Belediye Başkanının yanıtı şu oldu: "Görüyorum ki söz ayağa düşmüştür. Mahallelerde söyleniyor." Ve CHP'nin üyelerinden Dr. Ethem Bey: "Hiç kimsede sorumluluk yoktur, yalnız seleflerin haleflere terkettiği yük vardır" diyordu. Oysa karşı tarafın söyledikleri böyle sözü kıvırtıp119 ... yer bırakmıyordu: Av. Cevdet Akömer: "Belediye Fen Kurulu seferberlik yapmamıştır. 118 Yeni Asır, 6.11.1930 119. Birkaç kelime okunamadı 278 YOL Damlacık deresinde yanlış tesisatlarla bu felaket arttırılmıştır.. Denilebilir ki bu bir cinayet olmuştur." Dr. Behçet Salih: "Kuşkusuz ki bu felakette İzmir Belediyesinin bir sorumluluk payı vardır, İzmir su yollarının birçok yerde işlemediğini gözümüzle gördük." Av. Şükrü : "Hastahane arkasında top arabası geçebilecek büyük bir lağım vardır. Bunun menfezi tıkanmış ve bu yüzden birkaç ev yıkılmıştır." Sonuçta, Başkanın dediği gibi: "Özellikle İzmir'deki su müteahhitlerinin de dahil edilerek bilimsel bir rapor alınması uygun görüldü. Toplumsal musibetler: Kısmi musibetlere örnek: Hastalık: Köylü aylarca tifodan kırılır. Bunu Allanın gazabı sanır. Hastalık ortalığa yayılır. Hiç sıkılmayan burjuva basını "belirsiz", "teşhis edilemez", "bilinmeyen" bir hastalıktan, o ikiyüzlü hayretleriyle uzun uzadıya söz ederler. Hattâ bir gün bir köylücü "vatan aşkı"yla bir dergide bu facialardan açık mektupla şikayet edecek olur olmaz palas pandıras adaletin huzurunda sorguya çekilir. Olayın doğruluğu hakkında köylü tanıklar göstermesi şiddetli nedenlerden sayılarak toplanmasıyla birlikte mahkûm edilir. Bu dram Kemalizm kurulalı beri Türk köylerini kendisine geniş sahne yapmıştır. Burjuvazi yalnız kırda kapitalist ilişkilerin geliştiği yerlerde bazı sağlık "mücadele"leri yapar görünür. Fakat köy kapitalistine bedava verdiği kininlerin tanesini yoksul köylüye 2 kuruşa satarak... Örneğin Manisa civarında sıtmayla mücadele edilir: "Eylül sonuna kadar sıtma bölgesinde muayene edilen yurttaşların miktarı 70 bin adedine ulaşmıştır. Bu miktarın içinden 22.966 kişinin sıtmalı ve 10.028 kişinin de dalaklı olduğu anlaşılmıştır." Yani muayene edilenlerin %52.8'i hastadır! 120 Sıtma mücadelesine bir başka örnek: "Susığırlık (Özel)- İki bucağı ve 42 parça köyü olan kazamızda Sıtma Mücadele Memurluğu yoktur. Daha önceden varolan sağlık memurluğu da kapatdmıştır. Oysa kaza içinde ve köylerinde şiddetli bir sıtma vardır ve halk sıtmadan etkilenmektedir. Halk kendi kendine sıtma mücadelesi yapmakta ve tanesi 2 kuruş gibi yüksek bir fiyatla satılan kinini kullanmaktadır. Oysa kininin de sağlıklı ve bilimsel koşullara uyulmadan kullanılması sağlığa uygun değildir. Sonra yoksul halk ve özellikle köylüler için tanesi 2 kuruşa kinin almak çok zor olmaktadır." 121 120. Burada ufak bir hata var. Hasta olanlar %47.2'dir, %52.8 oranı hasta olmayanlara aittir. Aradaki fark yürütülen uslamlamayı etkileyecek ölçüde değildir. 121. Son Posta, 28.11.1932 MÜTTEFİK: KÖYLÜ 279 Ve tabii köylü, hocanın üfürüğüyle sıtma bağlamaya, hurafelere inanmaya mahkûm olur. Genel musibet: Bunalım: Türk köylerinde dert "çifte telli" oynar, ortaçağ afetiyle, çağdaş musibet elele vermiş hora teper. Yunus, ağır vergileri haklı çıkarmaya122 bir başmakalesinde manzarayı şöyle betimliyor: "Bu yıkık ve dökük ülkeyi ayağa kaldırmak için uğraşılan son yıllarda ülkemizde iki şekilde görünen garip bir talihsizliğe uğradı: 1- Anadolu'da oldukça şiddetli üç dört kurak yılı geçirdik. Orta Anadolu'da adeta genel göçe benzeyen karışıklıklar oldu. İnsanlar bir lokma ekmek bulacakları yerlere taşındılar. Hayvanlar kısmen yok oldular, bir bölümü yok pahasına denilecek ucuz fiyatlarla elden çıkarıldı. 2- Kurak ve kıtlık yıllarını izleyen bolluk yıllarında ise bütün dünyada özellikle tarımsal ürünler üzerinde fazla üretimden dolayı müthiş bir bunalım oldu. Ürünler para etmedi. Bu bolluk bunalımı da tıpkı kuraklık ve kıtlık bunalımı gibi ekonomik yaşamı felce uğrattı, felce uğratmadıysa bile herhalde büyük zorluklar içinde bıraktı."123 Evet, çalışkan Türk köylüsünün başından, henüz kıtlık belası kalkmıştı ki, ona taş çıkartan dünya emperyalist bunalımı patlak verdi. Kemalist burjuvaziye oranla bunalım Türkiye'de hem var, hem yok. Gerçekten dünyanın en dehşetli koruma yöntemleriyle zırhlanan sanayi kapitalistleri için bunalım, işgücü ile ilk maddenin ucuzlaması yüzünden, bir nimet bile olmuştur. İç pazar tamamen tıkanıncaya kadar Türk sanayi sermayesi bu ayrıcalıklı durumundan yararlanacaktır. Büyük ticaret kapitalistleri de kontenjan, ihracat belgesi vb. gibi dalaverelerle aslan payından hissesini aldı. Ufak kapitalistlerle orta halliler için Türkiye finans-kapital güneşi altında kar gibi erimekten başka yapacak iş yoktur. Fakat köylü bakımından dünya bunalımı, bütün dünya geri ülkeleri gibi ve belki hepsinden çok yıkıcıydı. Burada son bunalım hakkında ayrıntılar verecek değiliz. Yalnız köylünün yetiştirdiği ürünün, köylü ekininin ne yaman bir değersizleşmeye doğru yuvarlandığına bir iki örnek verelim: 1930 bunalım yılında bir burjuva yazarına göre tarım ürünlerinin fiyatı %20-60 düşmüştür. (Ahmet Hamdi: Devlet Sermayedarlığı). 1931 yılında burjuva basınının ve Ticaret Ofisi'nin verdikleri ham rakamlara göre, pamuk fiyatları %15-38, incir %20, tiftik %20-36, tütün %43-62 vb. tarzında tekerlenmiştir. Yani iki yıllık bunalım Türkiye'de tarım ürünleri %40-122 derecesinde düşürmüştür. Türkiye köylüsünün yarıdan 122. Burada "giriştiği" ya da benzeri bir kelime eksiktir. 123. Cumhuriyet: "Hangi Vergiler ve Niçin Ağırdır?", 24.11.1930. YOL 280 fazlası buğday ekimiyle uğraşır. Buğday, o kalın toprak sahiplerinin enselerini yağlandıran ağır gümrük korumaları yüzünden 1929 Ocak ayında 17,87 kuruştu. 1932 Haziranında buğday fiyatları herşeye karşın aynı İstanbul piyasasında 5-6 kuruşa düştü. Yani 18 ay içinde124 buğday fiyatları %66,3-77,2 oranlarında düşmüştür. Fakat bu oranlar hiç kuşkusuz tüccar için böyledir. Köylü için usulen bu oranlan iki misli yapmak gerekir. Hattâ yalnız böyle nicel bir oranda da yetmez. Köylünün nitelik olarak da düştüğü acıklı durumu hesaba katmak gereklidir. Bunalımın çalışkan köylü için başlıca iki sonucuna değinelim: 1- Çalışma: Kemalizme göre bunalım köylüyü tembellikten kurtarmış ve daha çalışkan yapmıştır. Burjuvazi ağzı sulana sulana bunu anar: "Kemalpaşa köylülerinin çalışkanlığı: Kemalpaşa'nın Ulucak köyü halkı dışardan işçi getirtmeyerek masraflarını azaltmaya karar vermişler ve bu kararı uygulayarak köyün bütün tarlalarında, bağlarında, tütün işlerinde kadınlı erkekli çalışmışlardır. Buna ödül olarak (Siz de sanacaksınız ki Kemalizm köylüye bir şey verecek) köyde bir ilkokul inşası için köylü malzemeyi sağlayacak, il de inşaata gereken parayı verecektir." 125 İstanbul'un eski Şişmanlar Cemiyeti değerli üyelerinden "kanunşinaslığı"yla ünlü ve Türkiye'de burjuva yasalarının en sinik yüzüyle rezalete çevrildiği Doğu illeri Birinci Genel Müfettişlik kariyerine kayrılan, eski vali yardımcısı, şimdiki müfettiş yardımcısı Fazlı bey, başdanışmanlığa gitmeden önce, durup dururken valisi bulunduğu İzmir'i bir ziyaret etti. Doğu illerinde sömürülecek dünyanın en talihsiz Kürt paryalarına karşı yöntem öğrenmek için İzmir köylülerini gözden geçirdi. Dönüşünde şu insancıl haberi duyurdu: "Köylerde benim gördüğüme göre köylümüz sıkıntıdan kurtulma ve refaha kavuşma arif esindedir." Neden acaba diyeceksiniz? Şunun için ki: "Küçük üreticiler de büyükleri gibi işlerini işçiye yaptırarak kendileri aile fertleriyle birlikte işsiz kalmayı ve mallarının geliriyle geçinmeyi tercih ediyorlardı. Bu kez sıkıntının verdiği acı yüzünden (refaha kavuşuyorlar!) kendi işlerini kendi emekleriyle başarmak zorunda kaldılar ve bağlarını, tarlalarını çoluk çocuklarıyla imara koyuldular. Bu durum işlerindeki el, kol miktarını arttırmış ve işçi gündeliğini uygun bir miktara indirerek üretim masraflarının küçülmesine yaramıştır." 116 Türk burjuvazisi işin verimini böyle arttırıyor. 124. "18 ay" sözleri iki tarih arasındaki süreyi tutmuyor. 125. Cumhuriyet, 10.6.1931. 126. Milliyet, 5.6.1932. MÜTTEFİK KÖYLÜ 281 Yani: 1-0 zamana kadar yardımcı işgücüyle zahmetini az buçuk eksilten küçük köylülük, bunalımdan sonra "çoluk çocuklarıyla" birlikte tarlaya dökülüyor. 2- Bu durum "el, kol miktarını arttırmış", yani önceden ucuz tarım işçisi bulamayan kalın çiftçiler için, iş pazarında yok pahasına açıkta hazır işgücü gırla gidiyor. O zaman Fazlı Bey nasıl söylemesin: "İzmir civarı çiftçileri (Kalın köylü anlayın) refaha doğru en büyük adımı atmışlardır. "127 2- Kazanç: Bunalım sayesinde tembelliği bırakan Türk köylüsü acaba nasıl "refaha kavuşmuş"tu? Buğday fiyatlarının karşılaştırmaları bize iyi kötü bir fikir verebilir. Karşılaştırmaları bir komünist değil, gene kalınlığı kadar ünü de eksik olmayan bir her telden saz çalan kırkambar burjuva yapsın: "Canlandırılsın bir kere ki istanbul Tahıl Borsasında buğday fiyatı bugün altıı buçuktan sekiz buçuk kuruşa kadardır. Varsayalım Haymana ya da Konya ovalarından buraya gelinceye kadar bu malın mutlak üç kuruşluk masrafi olur. Birçok aracının kendine ayıracağı beş on paraları da hesap ederseniz, asıl üretici olan rençberin eline uzun bir yıl başında beklediği ürünün okkasından nihayet üç, üç buçuk kuruş kadar bir şey geçeceğini anlarsınız. Eğer bir rençber bin kilo, iki lıin kilo buğday üretmişse, bunu satarak alacağı para 30 ya da 60 liradan ibarettir, bir yıllık zahmet, bir yıllık ailenin geçim parası, ölen öküzün bedeli, biraz üst baş, vergi... hangi birine karşı?..." Bu makaleyle vergiler anketini açan ve gelen sorgusunun yanıtlarından davul zurna sesi beklediği muhakkak olan burjuva, bundan lam bir yıl sonra, "Geçen yıl bu önemli ve yaşamsal sorunu göz önüne alma durumumuz olmadı. Şimdi Meclis açılmıştır" diye, sınırlı prim tekliflerine başlangıç olmak üzere yine buğdayı ele alıyor: "İstanbul'da ekmeğin okkası beş kuruşa indi. Bunun anlamının ne olduğunu biliyorsunuz artık: Gerçek değeri 3,5-4 kuruş kadar bir şey olacak demek. Buğday fiyatına gelince, o da 100 para 3 kuruş kadar bir şey olmalı. Zaten Sencanköyü istasyonunda bizim gördüğümüz de buydu. Bize istasyonda yığılan buğdayın yarım kilesinin 35 kuruş olduğunu söylemişlerdi. Okkası 110 para demek. İstasyonlardan köylere gidinceye kadar bu fıatın 60-70 paraya ve nihayet 2 kuruşa olacağını pek kolay takdir edersiniz. "Biz biraz önceki fiyatlarla bir okka buğdayın ancak 40-50 çöplük bir kutu kibrit almaya yarayabileceğini söyleyerek bunu pek azımsıyorduk. Şimdi bir okka buğdayla bir kutu kibrit bile alınamayacağını görmekle hayrete düşmüş 127. Milliyet, 5.6.1932 282 YOL bulunuyoruz. Öyle ya, bir okka buğday 60-70 paraya, nihayet 2 kuruşadır. Bir kutu kibrit ise bilindiği gibi yüz parayadır. "Hele buğdayla şekeri karşılaştırmak akla zarar bir şeydir. Şimdi 56 kuruşa olan bir okka şekeri almak için galiba 28-30 okka kadar buğday vermek gerekecek! Türkiyemizde bunalımın ortaya çıkmasını özellikle eşya fiyatları arasındaki bu oransızlık ve karışıklık oluşturuyor."128 Demek, bin okka ürün alan köylünün eline 12,5 lira -yani yol vergisine zor yetecek bir para- iki bin okka buğday yetiştiren köylünün cebine 20 lira kadar bir şey geçecek. Tuzda, burjuva kalem cambazı, artık son bir karşılaştırma daha yapıyor. Yalnız ağzında "bir oransızlık ve karışıklık"tır geveliyor. Böyle üstü kapalı, yalnız dostlar arasında anlaşılır cinsten bir gizli faaliyet cümlesini, ondan bir yıl önce de sarfetmişti: "Bugün bütün dünyayla birlikte biz de fazla üründen, bir başka deyişle ürünün para etmemesinden dertliyiz. Ama bu para etmeyiş dünya piyasasına oranladır. Yoksa bizim çarşı pazarlarımızda okka gene dört yüz dirhem tartmakta devam ediyor." 129 Moruğun geviş getirdiği, ünlü "makas" konusudur: tarım ürünleri sıfıra doğru düşerken, sanayi ürünlerinin hiç oralı olmaması... Liman başkanına bakılırsa 1930 yılında tarım ürünlerinin fiyatça %20-60 düşüşüne karşılık sanayi ürünleri % 15-20 düşmüştür. Fakat bu rakamlar biraz da "şeyhin kendinden menkul kerameti " sayılabilir. Çünkü Ticaret Odası endekslerine göre 1930 Ağustosuna bakarak 1931 Ağustosunda giyecek ve ev eşyası (yani sanayi ürünleri) hiçbir değişiklik göstermediği halde, yiyecek ve içecekler (çoğunlukla tarım ürünleri, hem de İstanbul'da!) % 14 ucuzluyordu. Fakat son gümrük oyunlarından kolayca anlaşılabilir ki, Türkiye'de tarım ürünleri tepesi aşağıya yıldırım hızıyla düşerlerken, sanayi ürünleri, inmek şöyle dursun, tam tersine yavaş yavaş yükseliyorlardı. Nitekim 1931 Kasım ayının sonlarında genel olarak manifatura eşyasının fiyatları birden %20 artıvermişti. Fakat bu artış kuşkusuz toptan eşya alışverişi fiyatları içindir. Perakendeciler.yani halkın ve özellikle köylünün başvurduğu yerler,aynı tarihteki yayınlara göre 10 kuruşluk malı 15 kuruşa satıyorlardı. Yani toptan artışa karşılık perakende (gerçek fiyatlar) %50'ye kadar artabiliyor! Bunalım karşısında Türk köylüsünün bu durumunu bu bir iki düşünceden anlamak güç değildir. Bu duruma düşen köylünün sonu ne olur? ilk alacaklı - borçlu boğazlaşması, nihayet borçluların yukarıdan 128. Cumhuriyet, 12.11.1931 129. Yunus Nadi: "Zirai Buhran', 17.6.1930 MÜTTEFİK: KÖYLÜ 283 gördüğümüz şekillerde alacaklıların çağdaş köleleri haline düşmeleri... Fakat bugün milattan önceki Roma döneminde yaşamadığımızı hesaplayan burjuvazi bu sürecin dehşeti önünde telaşa düşmüş görünmeyi çok görmüyor. Bizzat eski Adalet Bakanı Mahmut Esat'ın şahsında ve İzmir'in CHP bülbülü Anadolu gazetesi sütunlarında, hep o "cesaret göstereyim derken hırsızlığını söyleyiş"lerine girişiyor. Önce alacaklı efendilerin insafına başvuruyor. Alacaklılar yanıt veriyorlar. "Borçlular hesaplı gitselerdi" diyorlar. O zaman "Halk Partisi"nin kuyruksuz aslanı sözlük anlamıyla "açıyor ağzını, yumuyor gözünü"! "Taş yürekli insanlar!" diye kükrüyor, "be hey taş yürekli insanlar! Öz Türk çalışkanları en aşağı on liralık bir dönüm toprağın sekiz kuruşa satılacağını nereden hesap edebilirlerdi? Alaşehir'de. En aşağı onbeş liralık otuz kırk yaşlarında zeytin ağaçlarının elli kuruşa düşeceğini nasıl düşünebilirlerdi? Bergama'da. En aşağı bir lira eden tütünün okkasının dört, halta iki kuruşa ineceğini nasıl kestirebilirlerdi? Kuşadası'nda, Akhisar'da ve her yerde. En aşağı onbeş yirmi kuruşa verilen incirin okkasının üç buçuk kuruştan elden çıkarılacağını nasıl anlayabilirlerdi. İzmir piyasasında: Afyonun, pamuğun ve fındığın masrafını bile koruyamayacağını nerede tahmin edebilirlerdi? Afyonkarahisar ve Karadeniz illerinde. Seksen bin liralık binaların altı yedi bin liraya satılacağını ve bunu taş yürekli insanların alabileceğini nasıl ve ne şekilde keşfedebilirler di? izmir'de. Bir ağıl sahibi, onbeş liralık gebe koyunlarının mezatta iki liraya, keçilerinin iki üç mecidiyeye yağmaya uğrayacağını aklından geçirebilir miydi? Sığır sahipleri üç ve beş yaşında sağmal ineklerinin, çiftinin yavrularıyla birlikte, yani dört parça sığır hayvanlarının, toplam onsekiz liraya verilebileceğini nereden görebilirdi? İzmir Kemer pazarında. (Nihayet köylü bunları bilemeyince) Bu halin farkına dünyada kim, hangi ulus varabildi? Hangi ulus bütün bu bunalım faciasını önceden anladı? Önceden önleyebildi? Söyler misiniz bize?"no Esat Çelebi üç şey demek istiyor: 1- Köylü bunalımın sonuçlarını nereden bilsin? Tabii Kemalizm altında köylü bunu değil, çok daha basit şeyleri de bilememeye mahkûmdur. 2- Hangi ulus bunalımı önceden gördü? Çelebi eğer ulus sözcüğünden salt burjuvaziyi ve onun kendi ayarındaki "alim"lerini anlıyorsa, gam yemesin, hiçbiri görmedi ve hattâ hepsi gösterildiği zaman bangır bangır inkâr etti. Yok bütün çalışkanlar ve onların düşünürleri de bu ulus sözcüğüne dahilseler, o zaman hatırlanması gerekir ki, her ulusun komünistleri, Komünist Enternasyonali ile birlikte, emperyalizmin 1914 130. Anadolu, 19.10.1932. 284 YOL dünya savaşından beri genel bunalıma girdiğini, Amerikanvari refahın ve göreli kapitalist istikrarın bugünkü uçsuz bucaksız dünya bunalımını doğuracağını çok zamandan beri her alanda ilân etmiş durmuşlardı. 3- Bunalımı kim önleyebildi? Acaba, Çelebi kimin önlemesini istiyor? Kapitalizmin mi? Kaldırsın ayağını, üstüne bastı! Çünkü kapitalizm kalkmadıkça bunalım kalkamaz. Bununla birlikte çok merak ettiyse, kendisine, yakından tanıması gereken, her türlü bunalımın kökünü kazıyan bir değil, birçok ulus topluluğu gösterelim: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği! Bundan iki gün önce aynı Çelebi, aynı konuya, yani köylünün müthiş borçluluğuna karşı, bütün oportünizmin diline doladığı basmakalıp teklifi öne sürüyordu: moratoryum! O "gece rüyasında, gündüz hülyasında" tapındığı tefeci sermayenin alacağını toplasın da, ne olursa ve nasıl olursa olsun... Örneğin borçları taksitlere ayırmalı, taksit aralarını toplamayı kolaylaştıracak biçimde düzenlemeli vb... Çelebicik: "Diyecekler ki" diye son mantık kozunu oynuyor: "Taksitlendirme derde deva olamaz. Yeterli değildir. (Ve o zaman şu "misket" yanıtı veriyor) Deriz ki: Pekâlâ. Daha iyisini siz bulunuz. Fakat yalnız şu korkunç durumdan üreticiyi, tüccarı, esnafı, sanayiciyi (ne işçi ne köylü yok; bizde "produc-teur: üretici", bilindiği gibi, "exploiteur: sömüren" karşılığıdır) kurtarınız. Çünkü (diye sesini yükseltiyor) bugün bunların çoğunluğu ("Bunlar" artık işçi ve köylüyle esnaf olacak...) yarı aç yarı tokturlar. Yarın?! (Artık binbir soru ve nida dizebilirsiniz...) "Yarın Almanya gibi, Macaristan gibi, İngiltere gibi, Avusturya gibi, hattâ Amerika gibi aç dalgaları gözükebilir."131 Eski Adalet Bakanı, Türkiye'de varolan ilişkilerin "daha iyisi"ne razı... Yalnız bir şeyin daha iyi olabilmesi için tüccarı ve sanayiciyi "şu acı durumdan" kurtarması şart. Yoksa, tüccarı ve sanayiciyi tepesi aşağı getirecek bir Bolşevik devrim, asla ve hâşâ! 4. İsyan Yeteneği: Türk köylüsünde isyan yeteneği var mı? İsyan nedir? "İsyan hareketin vardığı en yüksek şekildir. "Esasen isyan bütün ulusun hükümete verdiği en enerjik, en homojen ve tekdüze, en uygun cevabı değil midir?" 132 Köylünün bu en yüksek, en enerjik, homojen ve uygun hareket şekline varan, o şekli özleyen cevaplan hangileridir? Köylüde isyana yetenek ve birikiş unsurları nelerdir? Leninizmde, köylünün isyan yeteneği başlıca üç belirtiyle ortaya çıkar: 1- Hükümet karşıtı gizli tarikat131. Mahmut Esat: Anadolu, 18.10.1932. 132. Lenin: iki Taktik. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 285 lar, 2- Bireysel isyanlar, 3- Toplu isyan hareketleri. A- Gizli Tarikatlar: İslam medeniyeti çöl yollarından Suriye-IrakMısır cennetlerine kavuştuğu ve oralarda yerleştiği günden itibaren, sistemleşen bezirgan ekonomisi, sınıf farklılaşması, yapılan uçsuz bucaksız çapulun da yardımıyla, birdenbire son haddini buldu. Ve ikinci halifeden itibaren kopan bölünüş, gitgide her zümre ve sınıfa özgü akım ve tarikatlar biçiminde bölündü. İslamlığın işlerin yolunda gittiği dönemlerinde şiddetle hüküm süren sınıflar savaşı daima, zamanın egemen koşullan yüzünden mistik ifadesini çeşitli gizli açık tarikatlarda buldu. Bugün Türkiye'de hâlâ varlığını koruyan tarikatlar İslamlığın artık çöküş aşaması olan beşinci hicret yüzyılından beri gelen dönemde fışkınrlar. Genel olarak tarikatlar, toplumda egemen sınıfın egemen ideolojisi demek olan resmi dine karşı, hoşnutsuz halk tabakaları arasında filizlenen yeni ve özgün ideoloji eğilimleri ve örgütleridir. Egemen sınıflar, egemen ve resmi din gibi , bu tarikat akımlarını zaman zaman kendi nüfusları altında demagojik birer ağ gibi kullanmaya girişmişler ve hattâ bazen başarılı bile olmuşlardır. Fakat her dejenere olan tarikat, çarçabuk, pek çok kere kendi içinden birçok sürgün salarak dinmeyen hoşnutsuzluklara, yeni anlamlar verir 133... eski zamanın sınıflar savaşındaki, o Babil Kulesi'ni andırır karmakarışıklık, keskin sınırsızlık ve derin zaaf, o savaşların mistik ifadeleri olan tarikatlara da kendi damgasını basar. Tarikatlar da çok kere karışık, bilinmeyen ve zayıf akımlar halinde, bitmez tükenmez dal budaklar salarak zamanda ve mekânda devam ederler. Fakat tarikatlar, her zaman pasif birer esrar dayanıklılığı olarak kalmaz. Zaman zaman en kızıl isyancı liderler yetiştirerek, ezilen sınıfların bütün dileklerini bir atılımda gerçekleştirmek için ortalığı kana boyayan tarikatlar, İslam- Türk tarihinde kitapların yazdığından yüzler ve binlerce kez daha sık ve kuvvetle görünürler. Medine ve Mekke kapılarına kadar bütün Irak'ta yıllarca zafer kazanmış bir köle-işçi devleti kuran Karmıtilerden, Anadolu beylerbeyi (Karagöz) Paşayı bütün ordusuyla birlikte yok eden ve tarihlerde "Şeytan Kulu Vaka" denen geniş Anadolu ezilmişlerinin isyanını patlatan Karabıyık hamlesine kadar bütün ayaklanmalar, hep halkın içinde örgütlenen, onun dileklerinden esin ve hız alan gizli din tarikatlarının eseridir. Tarikatlar, bugün genellikle küçük-burjuva ve özellikle köylü gibi en zalim bir yazgının silindiri altında ezilip suyu çıkarılan sınıf ve tabakalar içinde 133. Bir kelime okunamadı YOL 286 yaşıyor. Özellikle kapitalist sömürücülüğün kasaplık koyunu haline gelen köylülük için, yeni bir hayat ve toplumsal düzen arama çaresizliği, kara cahillik koşullarının gübresi üstünde kuvvetle kol-salmış ve her türlü metafizik önyargıların esiri olarak kalmış olan köy psikolojisi içinde, ancak din ve tasavvufla peçelenmiş eğilim ve hareketler, tarikatlar doğabilir ve yaşayabilir. Kapitalist dünyanın her yanında ezilen köylü ıstırabını kutsal kıyafette görür ve göstermekten henüz kurtulamaz. Engels, ortaçağda, her türlü kültür, din adamlarının tekeli altında kaldığından, "siyasi ve toplumsal bütün devrimci mezhepleri" zorunlu olarak "ilahiyat sapkınlıkları" şeklinde göründüklerini ve sonuç olarak "varolan toplumsal kurumlar"ın "kutsal özelliklerini" alaşağı etmek zorunda kaldıklarını açıkladıktan sonra : "Derebeyliğe karşı (diyor) devrimci muhalefet, bütün ortaçağ boyunca sürer. Bu muhalefet, durum ve koşullara göre, bozan mistik şekilde, bazen açık sapkınlık biçiminde, bazen silahlı isyan şeklinde ifade bulur."134 Ortaçağda, gerek reformist burjuva ve gerekse devrimci köylü ve pleb muhalefetleri için doğru olan bu yargı, kapitalist düzendeki, hele derebeyi artıklarından tekelci sermayeye kadar her türlü soygunun biricik sistemi olan Kemalist burjuvazinin altındaki köylü için de aynen uygulanabilir. O zaman bütün kültür ilahiyatçıydı. Bugün örneğin Türkiye köylülüğünün ulaştığı tek kültür, Kemalist köy yasasının her köyde bir tanesine maaş bağlattığı Diyanet Başkanlığından buyrultulu imam efendiler aracılığıyla telkin edilen kötü ilahiyattan başka bir şey değildir. Onun için Türk köylüsünün soyguna ve zulme karşı protestosu: 1- İster istemez ilahiyatçı oluyor; 2- Herşeyden önce varolan kapitalist düzenin kutsal bir nesne olmadığını, belki bir küfür olduğunu ifade ediyor. Burada, Türkiye'de tarikatların tarihçesini değil, karakteristiğinden konumuza değeri bir parçasını ele aldık. Türkiye'de son zamanlarda yaşayan tarikatlar arasında salt yerel olanları bir yana bırakılırsa, en önemlisi iki tanedir: 1- Bektaşilik, 2- Nakşibendilik. Bu iki tarikatın bir özelliği de Türkistan'da doğması ve oradan Anadolu'ya gelmesidir. Yeniçeriliğin kaldırıldığı günden itibaren Bektaşilik en kanlı saldırılara uğradı. Ve bu yüzden adeta dağlara ve ormanlara kaçıp sığınmak zorunda kaldı. Bektaşiliğe yapılan bütün baskılara karşın "kızılbaşlık"ın hâlâ iç köylerde kuvvetle yaşadığına her gün bizzat burjuva basınında ikide bir rastlıyoruz: "Geçen Çarşamba günü Edirne merkez ilçesine bağlı Hızırağa köyündeki 134. Engels: Almanya'da Köylü Savaşları, s. 54-55. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 287 Kizılbaşlar aralarında başka köylerden gelen kadınlar olduğu halde Mustafa Murtaza, Ali Dede, Ali Abdullah ve Kadir Ali'nin Hüseyinoğlu Mustafa'nın evinde toplanması halkın dikkatini çekmiş ve gece ayin yapılan ev kuşatılmıştır. Kuşatıldıklarını anlayan kizılbaşlar telaşa düşmüşlerdir. İçlerinden Mustafa çifteyle köylüler üzerine derhal ateş etmiş ve sonuçta bir kişinin ölümüne ve iki kişinin yaralanmasına neden olmuştur. Olaya yetişen savcı işe elkoymuş ve onbeşi kadın olmak üzere 31 kişiyi tutuk-lamıştır. Kizılbaşlar sorgulanırken kadın erkek bir arada çırılçıplak oturmanın ayinin gereği olduğunu söylemişlerdir. Soruşturmaya devam edilmektedir.,"135 Nakşibendiye: Çin Türkistanı'nın Aksu şehrinin Sayram kasabasında doğmuş ve Yes'de yerleşmiş Ahmed Yesevî'den çıkan ikinci önemli tarikat da Nakşibendiliktir. Bu tarikatı Türkiye'ye getiren Zeyrek Müderrisi Alâeddin Tûsî ile birlikte Fatih'e gücenerek Türkistan'a kaçan Şeyh Abdullah İlâhîdir. "Bu zat aslen Kütahya'ya bağlı Simav kasabasına mensup bir köy halkındandır." Zaman zaman paşa ve beylerin eline geçen bu tarikattan Ahrariye, Nahibiye, Kasaniye, Müceddediye, Muradiye, Mazhariye, Melâmiye-i Nuriye, Camiye, Halidiye gibi kollar çıkmıştır. Kemalist burjuvazi tekkeleri kaldırmak zorunda kaldığı günden beri illegaliteye geçen Nakşibendilik, zorunlu olarak yoksul köylü ve yoksul halk tabakaları içinde gizlenmeye mecbur kaldı. Ve köylü içinde mehdiler tutunduracak, küçük-burjuva nitelikli isyanlar patlatacak kadar keskinleşti (Menemen Olayı gibi). "İzmir 15 (Özel)- Menemen divan-ı harbi önemli bir olayın soruşturmasıyla meşguldür. Bu sorun, Çanakkale'de ondört kişinin gizli bir örgüt kurarak hükümeti zorla devirme girişimlerine aittir. Ali Ulvi adında bir Kadiri şeyhinin çevresinde toplanan ondört kişi tutuklanarak Menemen'e getirilmiş bulunmaktadır. İfadeleri alınmış, çok önemli amaçlarla vatan aleyhine alınmış önlemlerle karşılaşılmıştır. Buradaki tutuklular Türkiye'nin yeni amentüsü diye bir şey de uydurmuşlardır."136 Son zamanda halk ve köylü arasında yayılmaya başlayan eski bir isim altında yeni bir tarikat belirdi: Bahailik! Gazetelerde sık sık okuyoruz. "Adana (Özel)- Önceki gece şehrimizde onbir kişilik bir Bahai tarikatı mensupları tutuklanmıştır. Bundan bir süre önce de zabıta tutuklananlardan 135. Cumhuriyet, 9.2.1931. 136. Cumhuriyet, 9.2.1931. Belirtilen tarihteki Cumhuriyet gazetesinde böyle bir ha bere rastlanamamıştır. Yalnız 16.2.1931 tarihli Son Posta gazetesi aynı haberi manşet olarak vermektedir. Haberde geçen isimler Son Posta ile karşılaştınlmıştır. Fakat ana metnin kontrolü yapılamamıştır. 288 YOL bazılarının evlerini araştırmış ve tarikata ait bir mühürle bazı kağıtlar bulmuştur." (Tutulanlar genellikle küçük-burjuvalardır.) . "Gazi Ayıntap (Özel)- Bahai tarikatına mensup olanlar tekrar tutuklanmışlar ve evraklarıyla birlikte Adana mahkemesine sevk edilmişlerdir. Bu tarikata mensup olup da Mersin ve Adana'da bulunanlar da tutuklanmışlardır. Hepsinin mahkemesi birden Adana'da görülecektir. İncelendikçe tarikatın yayılma alanı genişlemektedir. Tutuklananların ailelerinin de bu tarikata mensup oldukları açığa çıkmıştır."137 Fakat siyasal niteliği pek görülmeyen ve aydın ve cahil şehir küçükburjuvaları arasında kaldığı anlaşılan bu tarikata karşı Kemalist burjuvazi daima eldivenle hareket ediyor. Çünkü 27.11.1932 tarihinde sanıkların tutuksuz olarak mahkemelerinin yapılacağı öğreniliyor. Kısacası, köylülüğün zulme ve soyguna karşı dini direnci iki şekilde gözükür: 1- Gizli ve hükümet karşıtı tarikatlar; 2- Mehdi beklemek ve çıkarmak! Bugün Kemalist hükümetin türlü baskılarına karşın gizli ve düşman tarikatlar köyde yaşıyorlar. Çünkü köylü eziliyor, çünkü köylünün tanıdığı tek ideoloji, din ideolojisidir. Anadolu'nun en batı köyünden İran ve Sovyet sınırına dek dayanan bölgelere kadar şöyle bir temas olanağı bulan her insanın, her yoksul köylüden işittiği şudur: Köylü mehdi bekliyor! Onu bugünkü dünya azabından kurtaracak, yeryüzünde, beygirin üzengisi hizasına kadar kan döküldükten sonra, kurtla kuzuyu yanyana ve kardeş kardeş geçindirecek olan mehdiyi... Marksizmde (Engels'in kitabında) bu mehdi ve keramet sorununa değinilirken aşağı yukarı şu düşüncelere varılır.138 1- Mehdi düşüncesi varolan toplumsal ilişkilerin çözülüp dağılması anlamına gelir. Türkiye köylüsünün mehdi düşüncesi de, köylerde görülen müthiş sınıf farklılaşmasından başka neyi ifade eder? 2- Mehdi düşüncesi "afetlerin psikolojisi"dir. Bu afetlerin arasına bugünkü gibi ekonomik bunalımları da katarsak, kapitalizmin genel bu nalım döneminde Türk köylüsünün mehdi beklemesi daha kolay anlaşılır. Bunalımın halk hareketini doğurduğu biliniyor. Bu malumu ilâm etmek, "keramet" dediğimiz tanımı alır. 3- Mehdi ve keramet düşüncesi kitlelerin: a) Baskı ve zulme 137. Son Posta, 3.1.1933. 138. Engels'in Almanya'da Köylü Savaşları adlı kitabı. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 289 uğradığını; b) Sömürü baskısı altında ezildiğni; c) Bilgisizliğini gösterir. 4- Tasavvuf (mistisizm), mucize, keramet ve mehdi anlayışlarını nerede görürsek, orada kitlelerin kendi araçlarıyla davayı çözemediklerini anlarız. Şu bakımdan, Türkiye köylülüğüne, yukarıda söylediğimiz yollardan, kendi güç ve araçlarıyla, dünya devrimcisi işçi sınıfıyla elbirliği yaparak bu zulüm, soygun ve bilgisizlikten kurtulabileceğini öğretmek gerekir. 5- Köylülükteki mistik hareketin bir gün devrime varışı, zorunlu bir gelişimdir. Şu halde Türkiye proletaryası, geniş köylü tabakaları arasındaki derin hoşnutsuzluk psikolojisini, bütün mistisizmine karşın sezmeli ve bu psikolojinin mistik peçesini yırtarak, arkasında gizlenen gerçek devrimci ve isyancı çehresiyle tanışmalıdır. Köylü tarikatla yanlış bir yola girmiştir; fakat bu durum bile onun yolunu aradığını gösterir. Din, metafizik yöntemli fizik bir pratik siyasetti. Dini dünyadan ayıran burjuvazi, bir taşla iki kuş vuruyordu: 1- Hem derebeyi dininin burjuva afyonu haline getirmek için en büyük adımı atıyor; 2- Hem de din tarikatlarını, yani halkın ütopik devrimciliğini kırıyordu. Bugün Kemalizm, köylü içinde kaynayan ve doğan her hareketi "gericilik" ve bütün terör yollarını "devrim" diye damgalamakla neyi açıklayabiliyor? Hiçbir şeyi. Fakat biz, burjuvazinin damgalarına değil, olay ve gerçeklerin iç nedenlerine, maddeci determinizmine bakacağız. B- Bireysel İsyanlar: Köylü bireysel ve tek başına ekonomik ve küçük mülkiyet temsilcisidir. Onun toplumsal baskı ve zulme karşı mistik isyancılığı tarikatçılıksa, laik isyancılığı da çok kere tek başına silahı kapıp zalimi, her kimse, ağa -mütegallibe-tefeci-finans-kapital-devlet... kurşunlamaktır. Kendi işinde, bir insan huzuru ve rahatıyla yaşayan köylünün eşkiyalığa çıkması, kelleyi koltuğu altına almasıdır. Bir insanın kelleyi koltuğu altına almasını, salt canı ve keyfi öyle istedi diye açıklamak, ancak burjuva Büyük Millet Meclisi yasalarıyla ve yasalar "dairesinde" düşünmek için maaş alan kapitalist ideologlarının harcıdır. Ölümü göze almak, ancak hayatın cehennem olması yüzündendir. Köylü, artık bütün olanaksızlıklara katlanıp da en sonunda yine yaşama hakkından yoksun bırakıldığını gördüğü gün, o hakkı, tıpkı kapitalist devlet gibi, zorla ve şiddetle, silah gücüyle kazanmaya kalkışır. Yalnız köylünün bu işte en büyük kusuru, zaafı ve sınıf bilinçsizliğidir. Eşkıyalık, parçalanan orta sınıflardan köylüye özgü olan bir tür anarşistliktir; fakat kişisel üretim ve kişisel mülkiyet mahluku olan köylü 290 YOL bundan başka türlü savunma gücünü kişi olarak nasıl ve nereden bulsun? Önce olayları saptayalım: Bizde eşkiyalık var mı? O, objektif önünde kişner gibi sırıtan dekoratif İçişleri Bakanının bütçe görüşmeleri sırasında dünyaya duyurduğu konuşmalarıma bakılırsa, hâşâ! Türkiye'de şakilik -tıpkı komünistlik hakkında her tutuklamada söylendiği gibikökünden silinmiştir. Fakat taşra muhabirlerinden ayda yılda bir iki telgrafcağız alıp yayınlamak adetinde olan burjuva basının "memleket" sütunlarına bakmayı bilen, ya da Anadolu'da ne kadar az olursa olsun küçük bir yolculuk yapmış olan herkes bilir ki, Doğudan Batıya kadar bütün Türkiye'nin dağları anarşist köy isyancılarıyla doludur. Bir köylünün nasıl anarşik savunmaya giriştiğini, neden insan öldürdüğünü iki üç örnekle belirleyelim: 1- Mütegallibe-ağa ve tefeciye karşı: "Tarla yüzünden cinayet: Trabzon 29- Pazartesi günü Yomra'da tarla anlaşmazlığı yüzünden bir cinayet olmuştur. Kamil isminde bir köylü on yıl önce Amerika'ya gitmiş, orada çalışarak küçük bir servet sahibi olmuştur. Kamil ülkesine döndükten sonra bununla tarla almış, köyünde çifti çubuğuyla ilgilenmeye başlamıştır. Bu sırada Kamil'li komşusu Mustafa Ağa isminde bir ihtiyar arasında tarla konusunda anlaşmazlık çıkmıştır. Bu anlaşmazlık Pazartesi günü şiddetlenmiş ve kavga halini almıştır. Kamil bir aralık silahını çekerek Mustafa Ağanın üzerine ateş etmiş ve ihtiyarı öldürmüştür." 139 Ve bu cinayetler Anadolu köylerinde o kadar çoktur, köylünün işlediği suçların hemen yüzde doksandokuzu hep bu toprak kavgasındandır. 2- Finans-kapitale karşı: "Seferhisar cinayetinin ayrıntıları: Seferhisar 6Geri Tütün Şirketi satınalma müdürü Hüsameddin Beyin öldürülmesi olayını bildirmiştim. Katil Dersimin Gizliziyaret köyünden Cemaloğlu Kurt Mehmet'tir. Yaralananlar llüsamaddin Beyin şoförü Fahri ile köylü Hüseyin Ağa'dır. Hüsameddin Bey önceki gün Kurt Mehmed'in tütünlerini satınalmak için Seferhisar'a yarım saat uzaklıkta bulunan Camlı köyüne gitmiş, iki taraf pazarlık sonucunda sekiz balya tütünü kırk beş kuruştan satmak ve almak için anlaşmışlardır. Hüsamaddin Bey pazarlıktan sonra izmir'e gitmiş, dün tütüncülerin parasını vermek üzere tekrar köye gelmiş, bir kahvede Kurt Mehmed'le buluşmuştur. Konuşma sırasında Hüsameddin Bey dört balya tütünün ıskartaya çıkartılacağını söylemiş, Mehmed buna fena halde h iddetlenmiş, tabancasını çekerek Hüsamaddin Bey'e beş el ateş etmiştir. Kurşunlardan ikisi Hüsameddin Beyi öldürmüş, diğerleri şoför Fahri ile köylü Hüseyin Ağa'yı yaralamıştır. Bu olaya kahvede oturan 35 köylü tanık 139. Milliyet, 2.7.1932 MÜTTEFİK: KÖYLÜ 291 olmuşlardır. Katil izlenmektedir."140 Gazeteci efendiye bakılırsa, basit bir pazarlık sorunundan bir köylünün işi barbarlığa döktüğünü sanmak olanaksızdır. Fakat tek köylünün silaha sarılmak için ne acı iç mücadeleleri geçirdiğini ve ne berbat acılar altında ezildikten sonra insan öldürdüğünü anlamak için, her zaman ele geçmeyen bir fırsat sayarak, katilin ifadesini dinleyelim: "Hüsamettin Bey, diyor Kurt Mehmet, sekiz balya tütünümü satın aldı. %20 indirim yapılmasında anlaşmıştık. Hüsameddin Bey para vermek için geldiği zaman şirketin %20 indirimi kabul etmediğini ve daha fazla 'ıskonto yapacağını söyledi ve bana avans olarak biraz para verdi. Kendisine yalvardım. Paranın az olduğunu söyledim. 'Beni mahvediyorsunuz' dedim. Dinlemedi. Hüsameddin Bey arabasına binip dönmek üzereyken ayaklarına kapandım: 'Hüsameddin Bey insaf et, borçlularım bekliyor' dedim. O da bana: 'Defol, ulan, kerata!' dedi. Ben de fena halde kızdım. Ve tabancamı çekerek ateş ettim. Olay sırasında orada bulunan köylülere sorunuz. Onlar da aynı ifadeyi vereceklerdir."141 3- Tefeci Kemalist devlete karşı: "Bir jandarma askeri görevi başında şehit edildi: Balıkesir ilinin Konak Pınarı ilçesinin Bayat köyünde bir facia meydana gelmiştir. Verilen bilgilere göre, bir haciz memuruyla bir jandarma askeri vergi toplanması için köyleri dolaşmışlar, Akça köyünden yol parasını vermeyen Adem Pehlivan adında birinin eşyalarını haczederek Bayat köyüne gitmişlerdir. Ertesi gün Bayat köyünde yemek yerken birdenbire kapı açılmış, eşyası haczedilen Adem Pehlivan, yanındaki iki arkadaşıyla içeriye girmiş ve derhal silahını çekerek jandarma askerini şehit etmiştir. Soyguncular kaçtıklarından yakalanmaları için izlenilmektedirler." 142 İşte böylece, Kemalizm halktan topladığı jandarma çocuklarını kutsal ve "devrimci" sistemi uğruna yine halka kırdırır. Ölen halktır. Burjuvazi için asayiş berkemaldir: "İzmir, 23 (Özel)- Değirmendere bucağının bir köyünde jandarma karakol komutanı ölü olarak bulunmuştur." vb... Bu böylece uzayıp gider. Fakat çok kere tersi olur: "Yasaya karşı gelen bir soyguncu: Vergi borcundan dolayı hakkında tutuklama emri olan, Amasra'nın Yukarı Sal köyünden Recepoğlu İbrahim, jandarma ve koruculara silahla karşı koyduğundan ölü olarak ele geçirilmiştir. Olay şöyle olmuştur: 31 Mayıs Salı günü tutuklama kararının infazı için köye giden bir jandarma, iki köy bekçisi ve muhtarla birlikte İbrahim'e kararı bildirmiş, bunun üzerine adı geçen kişi ağzına geleni 140. Cumhuriyet, 8.11.1931. 141. Cumhuriyet, 9.11.1931. 142. Son Posta, 29.8.1932 MÜTTEFİK: KÖYLÜ söylemeye başlamış ve birçok uyarıya karşın teslim olmayarak elindeki tüfekle ateş etmiştir. Saldırıya hedef olan köy bekçisi, yere yatarak kendini kurtarmıştır. İbrahim, bu kez de jandarmaya silahını yöneltmiş, fakat jandarmanın karşılık vermesiyle ölü olarak yere düşmüştür." 143 Bundan başka bir küçük olay daha verir bize gazeteci: "Bunlardan başka, ölen İbrahim'in, geçenlerde hapisten kaçarak sonradan ölü olarak elde edilen (Hep zavallı köylüler "elde ediliyorlar"...) Kara Hasanı 20 gün kadar dağda saklamış olduğu anlaşılmıştır." Yani köylü, anarşist savunucularını, eşkiyaları saklayacak kadar bir sınıf dayanışması da gösteriyor. Bütün bu örnekler, bize çalışkan Türk köylüsünün çok ezildiğini ve bu ezilişe karşı kendini silahla koruduğunu gösteriyor. Tarikat nasıl genellikle gerici özellikliyse, tıpkı öyle, köylünün bireysel isyanları da boş anarşilerdir. Fakat köylü neden anarşist olur? 1- Toplumsal zulmün daya-nılmazlığından; 2- Bu zulümle mücadelede örgütsüz ve yalnız kaldığından... Türk proletaryasına düşen göreve: 1- Kemalist sisteme karşı köylülükle elele vermek; 2- Köylülüğü dağınık anarşilerden kurtararak kollektif savaş için örgütlemek. C- Toplu isyan yeteneği: Fakat çalışkan köylülüğün, kendini savunmak için, salt mistik ve anarşik yollarda dövüştüğünü sanmak, emperyalizm çağındaki köylülüğün rolüne epeyce iftira atmaktır. Dünya olayları az ya da çok hızla bireysel, muhafazakâr köylülüğü de terbiye ediyor. Ve onda da, her gün biraz daha devamlı şekilde toplu hareket, isyan yeteneklerini uyandırıyor. Burjuva basınında zaman zaman damdan düşer gibi nereden geldiği, neye ait olduğu bilinmeyen ilginç haberlere rastlanır: "107 tutuklunun duruşması ertelendi: Adana, 14- Muradiye olayı suçundan tutuklu 107 kişinin yargılanmalarına ağır cezada devam edilmek istenmiş, fakat bu suçtan dolayı tutuklanarak yola çıkarılan beş kişinin henüz şehrimize getirilmedikleri anlaşıldığından ayın 25'ine kalmıştır." 144 Burada konumuz, Türkiye köylüsünde toplu hareket ve isyan yeteneğidir. Ondan sonra Türkiye'deki isyan hareketleriyle köylülüğün ilişkisine değinirsek, Türk köylüsünde devrimci hızın bulunup bulunmadığına son yanıtı vermiş oluruz. Önce, çalışkan Türk köylülüğünde toplu hareket ve siyasal dövüş yeteneği bulunduğunu belirtecek şu olayları sırasıyla ortaya koyalım: 1- Tefeci sermayeye karşı toplu saldırı: 1930 yılında Konya ovalarında 143. Milliyet, 11.6.1932. 144. Son Posta, 15.10.1932. 293 olan ve burjuva basınında tuhaf bir gericilik şiddeti gibi hayretlerle karşılanan, nasılsa açığa çıkarılmış bir olayı burada hatırlamamak mümkün değil. Orta Anadolu'da, Konya'nın falan köyünde bir gerici hoca var. Bir de köyle ilgisi muhakkak olan kasabada bir tefeci sermayedarın yeni yaptırdığı mükellef bir bina var. Hoca bir gece rüyasında bu tüccar evinin temellerine bir şeytanın gizlendiğini görüyor. Rüyayı köylüye anlatır anlatmaz, baltayı, nacağı, küreği kapan köylü tüccarın evine saldırıyor ve şeytanın gizli olduğu söylenilen temellerine kadar taş taş üstünde koymuyor. Kaymakam ve jandarma gücü yetişinceye kadar tefecinin evi yok olmuştur. Bu olayda, köylünün boş şeylere inancını bulanlar kim olursa olsun, olayın maddi çekirdeği tefeciye saldırıdan başka nedir? 2- Toprak sahipliğine karşı toplu saldın: İzmir'de çıkan Hürriyet gazetesinin baş sütunlarında, Sökeli Hüseyin Beyin başına gelen olay üstü kapalı tartışılarak Serbestçi bir gazeteye saldırıyor "Yılda yarım milyon liralık balık avlayacak güce sahip olan bu kişinin (Hep şaşalım bu güce: bir Sökeli bey yılda sanki tek başına yarım milyonu denizin dibinden çıkanyormuş!) aleyhinde köylüyü tahrik için yapılmış bazı tertiplerden söz etmiştik. Acaba amaç Sökeli Hüseyin Beye yapılmak istenen hareketi yavaş yavaş yayarak köylüleri toprak ve emlâk sahiplerinin aleyhinde kışkırtmak ve bu yolla ülkede bir hava yaratmak mıdır?" Bu imadan anlaşılıyor ki, Ege bölgesinde köylüler toprak sahiplerine karşı toplu bir harekete girişmişlerdir. Nitekim daha aşağıda bu nokta biraz daha açılıyor. "Söke'de Serçin köylülerinin toprak sorununu aynı sütunlarda (Yani Türk köylerinde ekmek bulamayan yurttaşların açlıktan kırıldığını yazan sütunlarda) okuduk. Okuduğumuz satırların ifadesi güya köylü hukukunun savunması şeklindeydi. Fakat köylünün hukukunu savunan satırların amacı, Sökeli Hüseyin Beyin arazisini köylüye yağma ettirmekten başka bir şey değildir! Ya!? (Diye birkaç karışlık bir hayret ağzını açıyor Hürriyet!) Demek oluyor ki şimdi de araziyi dağıtacağız. Bugün Hüseyin Beyin ve yarın Ahmet Efendi ile Mehmet Beyin arazilerini temiz ve namuslu köylülerimize göstererek, haydi ne duruyorsunuz işte arazi alın mı diyeceğiz, öylemi?" (12.12.1930) Ve burjuva yaprağı bu soruların dehşeti içinde "simsiyah bulutlar görüyoruz" diye titremeye başlıyor. Köylünün toprak sahipliğine karşı bu kendiliğinden saldırı, Türkiye'de günün sorunlarındandır. Yalnız, tek komünistin mahkemesini bile, kara çarlar gibi "gizli" olarak gerçekleştiren gölgesinden korkan Kemalizm.eğitimli maymuna çevirdiği 294 YOL burjuva basınında, pek ender ve gelgeç bazı anlarda ve nasılsa ağzından kaçırarak böyle haberler verir. İşte doğrudan doğruya devletleşmiş toprak sahipliğiyle çalışkan köylülük arasında bir ufak meydan savaşı minyatürü daha: "Toprak yüzünden facia: İzmir, 8 (Özel)- Buraya gelen son bir habere göre, Uşak kasabasının 10 km. ilerisindeki Aksa köyü halkıyla Uşak Belediye Başkanı Alâeddin Bey arasında bir olay meydana gelmiş, sonuçta dört kişi ağır ve hafif şekilde yaralanmış, 14 kişi de zabıta tarafından yakalanmıştır. (Bunu okuyunca insanın ister istemez bir köy halkına karşı koyan şu tek Alâeddin Bey kahramanına parmak ısıracağı geliyor. Fakat hikaye devam ettikçe anlaşılıyor ki, Alâeddin Bey tek değil, bütün Türk köylülüğüne karşı çıkan toprak sahipliğinin ve mütegallibeliğin temsilcisi Kemalist devletle kaynaşmış bir soyguncular sisteminin cesetleşişidir.) Olay hakkında verilen bilgiler şudur: Aksa köyü çevresinde 100 dönümlük bir arazi vardır. Köye ait olduğu iddia edilen bu araziye Uşak Belediye Başkanı Alâeddin Bey de kullanım iddiasındadır. (Görülüyor ya, her iki taraf da, yani hem köylü, hem toprak sahibi bir "iddia"cı konumundadır. Fakat) Köy halkı bu konuda Danıştaya başvurmuştur. (Yani bilinen "Halt Partisi" Genel Sekreterinin tam bu bölgelerde köylüye tavsiye etmiş olduğu Danıştaya başvurulur. Ama dikkat edelim, tek başına Alâeddin Bey değil, başvuran bütün bir köy halkıdır. Daha bu işlem biçiminden anlayıveriyoruz ki, tek başına bir Bey, bir köy halkından çok daha güçlüdür. Acaba neden? Çünkü) Belediye Başkanı Alâeddin Bey dün sabah onbirde jandarma komutanıyla birlikte köye giderek araziyi kazdırmaya başlamıştır. (Başka bir deyişle, köylüyü kırtasiye içinde kaybolmakta serbest bırakan mütegallibe, hattâ kendi yasalarının bile formalitesine metelik vermeksizin, Kemalist devlet aygıtının silahlı kuvvetini emrine alarak, bir emrivaki yapmaya başlıyor.) Bu sırada silahlar patlamış, Dingazoğlu Hüsnü adında bir köylü başından yaralanmıştır. (Yaralananlar hep köylü olduğuna göre silahları kimin patlattığı besbelli olduğu halde) Bu adamı yaralayan tabancanın Belediye Başkanı tarafından kullanıldığı şeklinde bir iddia (hep iddialar) derme-yan edilmiştir. Silahların etkisiyle dört kişi yaralanmıştır. Köy muhtarı, Adalet ve İçişleri Bakanlıklarına başvurmuştur -Adnan." 145 İşte Kemalizm köylü "efendi"sini böyle "sevgi ve saygıyla" selamlar! 3- Kemalist adalete saldırı: Halk ezilmiş olduğu için, her zaman, hattâ zorunlu olarak çağdaştır. Ve saldırılarını her zaman silahla değil, çok kere alaycı eleştiri silahıyla da yapar. İşte, Kemalizm sisteminin ağa+tefeci+ finans-kapital+devlet haltının yırtıcı soygununu ilke haline getiren sinik 145. Son Posta, 8.9.1932. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 295 burjuva adaletinin suratına dağdaki köylü eşkiya tarafından tükürülerek yapıştırılmış bir alay balgamı: "Küstah fesatçılar, Kozan köylerinde mahkeme kuran bir çete: Kozandan bildirildiğine göre Kadirli ilçesinde Müluk Hacı adında bir fesatçının yönettiği 67 kişilik bir çete (Ey resmi iyimserlik! Hiç Türkiye'de eşkiyalık olur mu? Tabii olmaz.* Fakat, bu çeteyi yönetenin "bir fesatçı" olduğuna bakılırsa, bu çete herhalde CHP çetesi, Kemalist bir çete olmayacak! Evet, 67 kişilik bir çete...) birkaç gün önce Akçeliuşağı köyünü basarak bakkal dükkanını soymuş ve bakkalın 400 lirasını almıştır. (Görüyoruz, çete köylüyü değil, köylünün kanını emen köy tefecisini soyuyor. Kemalizmden bir farkı da burada.) Haydutlar (Bakın bu "haydutların köylüye yaptığı işe...) bundan sonra aralarında bir de mahkeme kurarak dargın bir karı kocayı barıştırmışlar, bir köylünün noterden onaylı 100 liralık alacak senedini yırtmışlar ve köylülere bu tür küçük şeyler için hükümetin uğraştırılmamasını ve kendilerine başvurulmasını tavsiye ederek savuşmuşlardır. Bu küstah fesatçılar izlenmektedir." 146 Güzel değil mi? Kemalizmin o binbir formalitesi içinde köylüyü boğuntuya getiren adaletini ne hoş bir yalanlayış ve bütün Kemalizme ne "nazikane" bir ders! 4- Köy yönetimine saldırı: Kemalist muhtarın ne olduğunu gördük. Onun için köyde muhtar seçiminin önemini tekrarlayacak değiliz. İşte her yıl, her ay ve her gün köyde muhtar kavgası, sınıf kavgasının müzmin ve sağır bir iç savaşı biçiminde, Kemalizmin şerefine ocaklar söndürür: a) Orta Türkiye'de: "Kanlı muhtar seçimleri: Akşehir'de her yıl cinayet oluyor: Akşehir'den bildiriliyor. Burada muhtar seçimlerinde her yıl cinayetler olur. Bu yıl da böyle oldu. Konarı köyünden Ismailoğlu Abdullah ile aynı köyden İbrahimoğlu Salim ve iki arkadaşı arasında başlayan ağız kavgası, nihayet Abdullah'ın ölümüyle sonuçlanmış, katiller de hapse girmişlerdir. Şimdi dört aile ocağı kapanmıştır. Maktul eski muhtar İsa, ağa partisine bağlıdır. (Köyde partiler böyle anılıyor.) "Birinci olaydan bir gün sonra olmuştur. Eğrigöz köyünden eski muhtar İbrahim Çavuş taraftarı olduğunu öğrendiği zaman Abdullahoğlu Osman, yine muhtar seçimi konusundan dolayı aynı köyden Ahmetoğlu Kadirle kavga etmiş, Kadir Osman'ın yolunu beklemiş ve tabancayla göğsünden * Aynı haber üç ay sonra şöyle tekzip ediliyordu: "Tan gazetesinin uydurma haberi: (Ankara 22 (A.A.)- Tan gazetesinde Adana çevresindeki soyguncuların Kozan'ı elde ettiklerine ilişkin bir haber görülmüştür. Adana'de ne soyguncu vardır, ne de bir köye laldırılmıştır. Bu yakıştırma kesinlikle ve resmi olarak tekzip olunur." (23.9.1931 tarihli gazete kupürü.) 145. Cumhuriyet, 21.6.1931. 296 YOL vurmuştur. Yaralı ağır ve tehlikeli bir durumdadır. Böylece yine iki aile yuvası sönmüştür. "İkinci olaydan bir gün sonra Yalvac'ın Sücüllü köyünden Abdurrahma-noğlu Ramazan, kendi mahallesinden Hacı Haliloğlu Kamil ve Melekoğlu İbrahim tarafından kurşunlarla kafa ve bacağından vurularak ölmüş, kurşun beyninde kalmıştır."146 b) Batı Türkiye'de: "Muhtar seçimlerinde çatışma çıktı ve üç kişi yara landı: İzmir, 21- Bornova'nın Çiğli köyünde... muhtar seçiminde üç muhtar adayı vardır. Bunlar Lütfı, Müslih ve Osman efendiler adında üç kişidir. Bu üç kişinin de kendilerine göre taraftarları vardır. Seçim günü üçe ayrılan köylüler kendi adaylarını kazandırmak için ellerinden geleni yaptılar. Sonuçta Osman efendi Muhtar seçildi. Bir tarafta seçim çalışması sürerken diğer tarafta Osman efendinin muhtar olması için çalışan Rasim, Cemal ve Fahri adlarında üç kardeş sopa ve bıçakla yaralandı. İddiaya göre bu üç kardeş, Çiçekli köyü muhtar seçimlerinde oy sahibi olan Palamut köyü halkına oylarını kullanmama konusunda telkinde bulunmuşlardır. Bu üç ya ralı kardeşle birlikte, bu olayı hazırlayanlardan Müslih, Murat, Lütfı, Mu harrem, Idris, Kör Mehmet, Mustafa ve Yakup adlarındaki 8 kişi de seçimlere fesat karıştırmak maddesinden gözaltına alınmışlardır."147 c) Doğu Türkiye'de: "20 sanıklı bir yargılama: Malatya (Özel)- Geçen yıl Pütürge'nin Kızıluşağı köyünde muhtarlık konusundan dolayı kanlı bir olay çıkmış Hüseyin adında biri ölmüştü. Bu olayın yargılaması bitmiş, 20 sanıktan bir kısmı yedişer sene altışar ay hapse mahkûm edilmişlerdir. Diğer bir kısımsa beraat etmiştir."148 5- Kemalist devlet aygıtına saldırı: Köylü her fırsatta, asıl dişli düşmanının kim olduğunu ve ona nasıl saldırmak gerektiğini biliyor. İki örnek: a) Vergici Kemalizme saldırı: "Adana'da bir köy heyeti mahkûm oldu: Adana- Maliye tahsil memurlarının görevlerini yaptıkları sırada kendilerine karşı gelmek ve köy halkını ayaklandırmak suçlarından sanık bulunan Ka raisalı ilçesinin Barzama köyü muhtarı Ömer, ihtiyar heyetinden Ali Kahya, Abdullah ve İbrahim'in ağırceza mahkemesinde devam eden yargılamaları sona ermiş ve bunlar üçer ay ağır hapisle yüzer lira ağır para cezasına mahkûm olmuşlardır." b) Tekelci Kemalizme saldırı: Sukuta uğrayan ölü doğmuş Serbest Parti'nin son günlerindeyiz. "Büyük İllet Meclisi"nde beklenilmeyen bir 146. Milliyet, Memlekette, 3.4.1932. 147. Milliyet, Memlekette, 22.6.1932. 148. Son Posta, 4.9.1932. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 297 bora gibi geçen belediye seçimlerinde halkın kopardığı sağanağın muhasebesi yapılıyor. Serbest Fırka propagandasının halkı nerelere sürükleyebileceği anlatılıyor. Birçokları arasından bir örnek: Antalya'nın yağız bıyıklı ve yavuz bakışlı medreseli milletvekili Rasih bey ötmektedir: "Halkı zehirliyor. Gerçekten efendiler, bu tür propagandalar da olamaz. Vergiler kalkacak. Fethi Beyefendi aflarına güvenerek yalnız Ankara ile İstanbul arasında seyahat buyurmasınlar. Gitsinler bu propagandanın köylerin durumu üzerinde meydana getirdiği sonucu görsünler. (Frenklerin deyimiyle sic, aynen alıntı!) Orada tütün ve sigara kâğıdı kaçakçılığı olur. Tütün tekeli memuru hükümete başvurarak zabıta memuru alır gider. Köylü bunları görünce dışarıya çıkıyor. Genel kurul birden hem tütün memuruna hem jandarmaya saldırıyor. Böylece merkeze kadar kovalıyor."1*9 Bu kısa olaylar resmi geçidinden kolayca anlaşılıyor ki, Türkiye çalışkan köylülüğünde isyan hızı, devrimci olgunluk vardır. Ne gerek, o her gün isyan halindedir. Toprak sorununda, seçimlerde, siyasette her gün bireysel ya da toplumsal saldırılara kalkışıyor. Ağır vergilere, burjuva mahkemelerine, Kemalist jandarmaya karşı silaha sarılıyor. Köylülük boğazlaşıyor. Yalnız onun belini büken şey, en ilkel ve ekonomik nitelikte olsun bir örgütü olmayışı, burjuvazinin tırnaklarına kadar silahlı maddi manevi diktatörlüğü altında dağınık kalması, kendini yalnız saymasıdır. Buraya kadar geçen düşüncelerden sonra, Türkiye köylüsü devrimci midir sorusu kendiliğinden yanıtını bulmaz mı? Köylü isyan ediyor mu? Elbette. Kemalizm kurulalı beri yalnız Doğu illerini kasaphaneye çeviren isyanlar, dünyanın her yerinde kolay kolay görülür köylü hareketleri değildir. Evet Kemalizmin, Kurtuluş Savaşı'ndan beri ezberlediği ve aydın küçük-burjuva kuyrukçularının herşeyi yutmak ve sindirmek için kiralanmış kırkambar midelerine bir lök gibi indirdiği ve her gün her tür sayfalarında geviş getirdiği "devrimci lafebeliği"ne bakılırsa, Doğu, "karanlık kuyu" cinsinden bir facia piyesi ve salt bir gericilik batakhanesidir. Fakat boş lâfla hiçbir sorunun açıklanmadığını bilen insanlar için, Doğu isyanlarının maddi özü hiçbir zaman ne şeyhin sarığı, ne seyidin üfürüğü, ne derebeyin gösterişi değildir. Bütün bu etkenler sıfır değildirler. Fakat bu etkenlerin rol oynayabilmesi için maddi koşullar bulmaları gerekir. İşte 149. Meclis zabıtlarından aynen alan Cumhuriyet, 19.11.1930 298 YOL Doğu illerindeki isyanların temel nitelikleri, köylü isyanları oluşudur. Fakat biz bu her yıl şiddetle patlak veren ve her gün süreğen, dağınık bir biçimde sürüp giden köylü isyanlarının karakteristiğini burada yapmayacağız. Çünkü bu isyanlar genellikle köylü sorununu ve özel olarak milliyet konusunu ilgilendirir. Doğu isyanlarını, özellikleri bakımından milliyet konusuna bırakarak, burada yalnız Batı illerinde kopan bir isyan hareketinin köylüyle olan ilişkilerine kısaca değinelim. Yineleyelim, eğer Doğu illeri Türkiye sayılıyorsa -ki Kemalizm kadar biz de Doğu illerini Türkiye'den sayıyoruz- yalnız orada olan ve bitenler, Leninizmin tezine olumlu yanıt verir: Yani Türkiye'de sık sık köylü isyanları vardır ve şu halde Türkiye köylülüğü devrimcidir. Fakat bununla Batı illerini Doğudan pek aşağı saymayı aklımızdan geçirdiğimiz sanılmasın. Amacımız, Kemalist burjuvazinin en çok çağdaş geçindiği ve ekonomik olarak gelişmiş olduğu bölgelerde köylülüğün açık isyanla olan ilişkisini göze batırmaktır. Menemen olayını ele alıyoruz: Alacaklarını peşin ödeyelim: Burjuva ideologları ve Kemalist demagoglar karşımızda yedikleri arpa oranında şahlanıp kişneyebilirler. "Düşmanlarımızın diş gıcırdatması, dostlarımızın alkışlarından fazla hoşumuza gider." Onları telaşa düşürdüğümüz derecede tam yerine bastığımızı anlayacağımıza kendilerini temin ederiz. Menemen isyanı ya da olayı gerici bir hareket midir? Evet. Neden? Çünkü: 1- Yolunu ve hedefini şaşırmıştır; 2- Çünkü tarihi tersine yürütmek isteyenler tarafından yönetilmiştir; 3- Çünkü kitle hareketinden çok bir tür puçizm sapıtışıdır. Fakat bütün bu gerici kılığına karşın, bu hareket ve olay bize Türk köylülüğünün ayaklanmaya susayışını, ayaklanmayı tuttuğunu ve tutacağını, kır çalışkanlarının ruhunu gösteren bir ders olamaz mı? Olur ve olmuştur. Bugün kaç türlü gericilik var? 1- Büyük toprak sahipleriyle derebeyliğin gericiliği; 2- Tekelci sermayenin gericiliği (müdahalecilik ve derebeylikle birleşerek); 3- Küçük-burjuvazinin (sınıf dağılışı yüzünden)... Her üç türde de ortak olan, sınıfsal varlıklarının ölümcül olarak tehlikeye düştüğünü gören sınıfların eski hale dönme eğilimi ve kaderciliğidir. Menemen olayı bunlardan hangisine girer? Kuşkusuz üçüncü gruba. Menemen isyancılarının programları ve düşünceleri hakkında burjuva basınından bir şey öğrenilemedi. Fakat olay zorunlu olarak gizli kalamayan aşamalarından anlaşılıyor ki, Menemen olayı, tipik bir küçük-burjuva isyan hareketidir. Hareketin başında daha çok şehir küçük-burjuvalan ge- MÜTTEFIK:KÖYLÜ 299 liyor. Fakat olay, hattâ izama giden bir Yahudiye müslüman mehdisini alkışlatacak kadar karakteristik şehir küçük-burjuvazisine özgü görünmesine karşın, mahkemenin ve olayın gidişinden de anlaşılacağı gibi, köy küçük-burjuvalarının en önemli derecede katılımıyla oluşmuştur. Bizzat mehdi, eski Manisa Cumhuriyet Nikah Memurluğundan alınmış bir derviştir. Olayın öteki altı kahramanı sütçü, köy çerçisi, nalıncı, tatlıcı gibi esnaf... Harp Divanınca yargılanmaları istenen 122 sanık başlıca beş gruba bölünmüştür: 1- Elebaşılar (23 kişi); 2Tcşvik edenler (5 kişi); 3- Suça katılanlar (12 kişi); 4- Suçu haber vermeyenler (34 kişi); 5- Gizli tekke açanlar (27 kişi). Bunlardan 74 kişiyi bulan ilk dört kısımdan 11'i hoca ve derviş, yargılamadan anlaşılabildiği kadarıyla 20'si şehir küçük-burjuvası ve geri kalanlar da köylüdür. Şu hesapça, Harp Divanı sanıklarından %13'ü din adamı, %27'si şehir küçükburjuvası ve %60'ı ise köylüdür. Fakat dikkat edilirse 122 sanıktan yalnız 74'ünde bu oranı buluyoruz. Geri kalan ikinci derecedeki sanıkları da hesaba katarsak, olayla ilgili olan köylülerin sayısı bu %60'tan çok fazladır. Fakat elebaşı sayılan ve Harp Divanına 146 (idam) ile sevkedilen ilk 23 kişiden 9'u hoca, 9'u şehir küçük-burjuvasıdır. Elebaşılar arasında şehir küçük-burjuvasının fazlalığı, Menemen olayının "efradını cami, ağyarını mani" bir isyan değil, bir isyan hareketi olmasına bile engel oldu; hocaların çokluğu olaya dinsel tarikat özelliğini damgaladı. Menemen isyan girişiminin harekete geçirici gücü nedir? Dedik, genellikle orta sınıfların ve özellikle köylülüğün uğradığı şiddetli sınıfından olma, sınıf farklılaşmasıdır. Bu isyan girişiminden bizi burada ilgilendiren kısmı köylülükle ilgili ve ilişkilidir. Fakat buradaki köylü sorunu üstünde durmadan önce, iki kelime din kisvesi hakkında söyleyelim: İsyan girişiminin güdücüleri doğrudan doğruya ya da dolayısıyla Nakşibendilik tarikatı oldu. Neden bu tarikat oldu. Nakşibendilik evel ezel bir küçükburjuva muhalefeti özelliğini taşıdı, fakat herşeye hakim zehiriyle için için zehirlenmeyi bilen derebeylik, Nakşiliği de çarçabuk etkisi altına aldı. O kadar ki, bir ara İstanbul'da Zeyrek'e gelip yerleşen tarikatın Türkiye'deki temsilcisi, dervişlerin hoşnutsuzluğu üzerine, Rumeli'ye kaçmak zorunda kalmıştır: "Şeyh Abdullah Simav'da oturmaktan korkmuş, İstanbul'a gelerek gene Zeyrek Medresesine yerleşmişti. İstanbul'da paşadan, beyden, ağadan, efendiden birçok kişi Abdullah'ın çevresinde toplandıklarından dervişlerin rahatı kaçmıştır. Bunun üzerine E3vrenosoğlu Ahmed Bey, şeyhi Rumeli'de Vardar Yenicesi'ne çağırmıştır. Şeyh Abdullah orada 1491 yılında ölmüş ve Evre- YOL nosoğlu onun üzerine bir türbe yaptırmıştır." 150 Burjuvazi tekke muhalefetini ortadan kaldırmaya zorunlu olduktan sonra, Nakşilik, yukarıda da söylemiş olduğumuz gibi, artık köylerin karanlıklarına doğru çekilmeye başlamış ve köylüyle buluşmuştur. Nakşilik Menemen olayının neden ve nasıl başında bulunabilmişti? Bunu Nakşiliğin ilke ve kurallarındaki özelliklerde aramak ve bulmak mümkündür. Birçok küçük-burjuva tarikatı gibi Nakşibendilikte de şu üç özellik egemendir: 1- Küçük-burjuva kollektivite ve alçakgönüllülüğü: Yoksul halkı Nakşiliğe çeken başlıca çekicilik onun ekonomik demokratlığı, ruhsal Stoisyenliği ve kollektif görgüsüdür: "Nakşiler ağırbaşlı görünmeyi, yok sul yaşamayı bir tür erdem sayarlar... Çatal bıçak kullanmazlar. (Çatal bıçak kullanmayanlar için bunun psikolojik etkisi malum.) Yemekten önce elleri ni yıkarlar. Yerde yemek yerler. Sofrada sol ayak üzerine oturur, sağ ayak larını dik tutarlar. Yalnızca yemekten sakınırlar. Kırıntı yapmamak, ekmeği küçük lokmalar halinde koparmak, parmakları yalamak, yemekte su içmemek, bir bardak suyu bir defada bitirmemek şarttır." Burada mistik ve taassubçu gözüken üslup bir yana bırakılırsa, bütün bu "adap", yoksul halkın, özellikle köylünün yaşayış tarzının ifadesinden başka nedir? Bütün bu özellikler Nakşiliğin köyde neden sevilebildiğini gösterebilir. Fakat köylülüğü nasıl olup da harekete geçirebildiği şu iki son ilkeyle açıklanır: 2- Disiplin: "Şeyhin izni olmaksızın mürid özel ya da dini hayatında hiçbir iş yapamaz. Mürid şeyhin önünde yüksek sesle konuşamaz. İzin al madıkça konuya karışamaz. Şeyhin düşüncelerini eleştiremez (revizyonizm yasak!) ve şeyhe ait hiçbir şeyi kullanamaz." 3- Gizli çalışma: "Nakşiler, Bektaşiler gibi, sır tutmaya çok önem ve rirler. Nakşilerde sır söylemek emanete ihanet etmek gibi bir suçtur." 151 Menemen olayında, özellikle bu gizli çalışma yöntemlerinin türlü uygulamasını görüyoruz. Örneğin: "Silahlı adamların kendi aralarında özellikle Arapça konuştukları çevrede kulak verenlerin ne demek istediklerini anlamalarına engel olmuştur." Parola ve şifre Nakşiliğin gizli çalışmaya yarayan en önemli araçlarından biridir. İstanbul'daki tutuklamalara neden olarak: "Esat Efendinin imzasıyla parola şeklinde bazı haberleşme belgelerinin ele geçirilmiş olmasından ileri geldiği söylenmekte." "Şeyh Said isyanında Bergama'da bir şeyhin teşvik edici davranışlarından dolayı tutuklanması ve 150. Mehmed Ali Ayni. 151. Zikri: "Nakşilik ve Tarikatlar", Son Posta, 11.1.1931. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 301 evinin aranması gerekmiş ve yapılan aramalarda bazı şifrelere rastlanmıştır. Bu şifrelerin nereden geldiği sorulduğu zaman Bergama'daki Şeyh: 'Bu şifreler bizim İstanbul'da en büyük şeyhimiz olan Şeyh Said Efendiden gelmiştir. Onunla savaşımızı içerir' demiştir." İsyancılar, hattâ takma isimler alarak harekete geçmişlerdir: "Derviş Mehmet yardakçısına Eshab-ı Kehfin adlarını vermiştir.Yaralı Mehmed'in adını da Mernuç koymuştur." Mehmed Emin de Harp Divanındaki ifadesinde aynı şeyi tekrarlar: "Paşa köyüne geldik. Mehdi bize Eshab-ı Kehfin isimlerini verdi. Yanımızdaki köpeğimize de Kıtmîr diyordu." Bu üç özellik Nakşiliği bir küçük-burjuva isyanının başına geçirmeye yeterli değil midir? Şimdi böyle bir tarikatın kimlere dayandığına gelelim. Önce, olayın eli silahlı baskıncı çete kahramanları hep gençlerden seçilmiştir: "Gençlik olayını hazırlayan gericilerin hepsi 19-20 yaşlarındadır. Suçta yaşlarının getireceği hafifletici nedenlerden kazanmak istiyorlar." 152 Mehdi silahsız, diğerleri mavzer ve çifte fişeklikli, külahlı, cübbeli olarak Menemen'e geldikleri zaman, önceden ayarladıkları ...153 camiinden "tnnâ Fetahnâleke"* yazılı bayrağı alıyor ve halka "Ne duruyorsunuz. Sancağ-ı Şerif çıktı. Müslümanlar gelin, altında toplanın. Şeriat isteyelim" diye bağırıyorlar. İlk günkü burjuva basınına bakılırsa, halk bu davete olumsuz karşılık vermiş ve çekilmiştir. Oysa sonra zorunlu olarak ortaya çıkan ayrıntılar gösteriyor ki, tam tersine halk bu davete hemen olumlu yanıt vermiş, bu yüzden ürken jandarma yüzbaşısı, ne yapacaklarını soran kişilere, karakolun kapısını kilitledikten sonra: "Siz karışmayın. Buna akıllar ermez" yollu yanıt vererek kabuğuna büzülmüş, hattâ üzerlerine sevkedilen ilk müfreze, ilk Kubilay müfrezesinin askerleri, subaylarının kellesi uçurulduğu halde halkın arasında dağılıp gitmişler, bir yolla halkla kardeşleşmişler. Harp Divanı önünde Mehmed Emin'in ifadesi şöyledir: "Camide çok sayıda kişi bize katıldı." Nitekim aynı basın ertesi günü biraz daha başka türlü hikaye ediyorlar: Müezzinden bayrağı alan isyancılar "ortalığı gürültüye vermişler ve tekbir getirmeye başlamışlardır. Bu tekbir sesleri üzerine çevredeki evlerde bulunanlar hep dışarıya fırlamışlardır. Böylece hükümet çevresinde epeyce bir kalabalık toplanmış bulunuyordu." O sırada mehdi "duadan sonra demiştir ki: 'Ey ahali! Ben Mehdi-i Resulüm. Beni Peygamber gönderdi. Ortalık çok fena oldu. Biz 152. Cumhuriyet, 26.12.1930. 153. Bir kelime okunamadı. * Innâ Fetahnâleke: Biz senin için fethettik, (y.n.) 302 YOL şeriatı kurmaya geldik. Arkamızda bin kişi var'." Gazeteciye göre mehdinin bu konuşması karşısında "bir kısım halk gülmüş, bir kısmı da nefretle çekilmiştir." Fakat binbir rötuşla mahkemeye çıkarılan Küçük Hasan'ın ifadesinde bile hiç de böyle bir şey yok. Halk gülmemiş, nefretle çekilmemiş, hattâ tersine isyancıları alkışlamıştır bile. İdamdan kurtulma vaadiyle söyletilen Küçük Hasan olayı şöyle anlatıyor: "Meydanda üçyüz kişi kadar toplanmıştı. Sancağın altına, bizim yanımıza gelenler, bizimle zikredenler yüz kişi kadar vardı.Bu sırada bir jandarma çavuşu geldi. Mehdiye 'Ne istiyorsunuz?' dedi. O da 'Biz şeriat istiyoruz' yanıtını verdi. Çavuş 'Peki öyleyse komutana bildireyim' dedi, gitti. Komutan geldi, Mehdi Mehmet'le konuştular. Mehdi halka söylediklerini ona da tekrar etti ve 'Seni de imana getireceğiz' dedi. Halk alkışladı. Komutan bu durum karşısında tekrar dairesine çekildi. Sonra subayla asker geldi. Subay mehdinin yanına geldi. Yakalayıp götürmek istedi. Biraz çekiştiler. (Dikkat ediliyordur: Asker hiç işe karışmıyor!) Mehdi subayı vurdu. Subay giderken arkasından bir silah daha attılar. Aldığı yaradan subay hemen yere yuvarlandı. Mehdi ile Şamdan Mehmet arkasından gittiler. Mehdi geldi, çantadan bıçak alarak gitti. İçeride subayın başını kesmişler, başı cami avlusundaki taşın üstüne koydular. Askerler subay vurulunca gitmişlerdi. Kesik başı sancağın üstüne takmak istediler. İp aradılar, sarışın bir adam urgan getirdi, onunla bağladılar. Sonra tekrar asker geldi. Makineli tüfek işledi." Bir özel muhabir Kubilay olayını daha geniş anlatıyor: "Kubilay Beyle Derviş Mehmed'in arasında tartışma olurken yandaşlarından biri zavallı Ku-bilay'a ateş ederek yere düşürmüştür. Melun Derviş hemen Kubilay'ın başına çullanmış ve kamayla boğazından kesmeye başlamıştır. Hain herif subayımızı gavur niyetine kesmekte olduğundan şehit teğmen: 'Ben de müslümanım diyebilmiş. Fakat hunhar gerici: 'Asilerin sonu işte böyledir!' diye bağırarak gencin kafasını vücudundan ayırmış ve zavallı gencin kanını içerek: 'Kan haramdır ama bunun kanını içmek helaldir' diye söylenmiştir... Olay üzerine gönderilen jandarma müfrezesinin ardından Menemen'deki askeri birliklerden kuvvet geliyor ve halk şiddetle alkışlıyor. (Acaba kimi?) Bunun kendilerini takdir eden bir birlik övgüsü sayan fesatlar Vurun hainleri!' diye bağırmaya başlamışlarsa da subayın demir çemberi kendilerini kuşatınca işi anlamışlardır. Şakilerin bulunduğu Hasan Ağa Camii çevrilmişti. Çevreye haber vermek üzere minareden silah atan müezzininin ateşi üzerine şakiler de jandarmaya yaylım ateşe başlamışlardır. Teslim olmaları teklifine yanıt bile vermemişlerdir. Bu arada sahte Mehdi Mehmet: 'Korkmayın. Mehdi Resûlullah kurşunla ölmez. Bana kurşun geçmez. Dayanın.' diye avenesine kuvvet vermiştir. Silahlı çatışma sürüyordu. Şaki Derviş Mehmed de yere yuvarlandı. Fakat melun herif geberip gidiyordu, bir MÜTTEFİK: KÖYLÜ 303 yandan da bağırıyordu: 'Mehdi-i Rusûl ölmez, ona silah para etmez, kurşun işlemez!' Bu sözlerin sonunda da kan içinde canını teslim etti."154 Olay Doğu illerinin ıssız ve talihsiz köylerinde değil, Başbakan ismet'in Meclis konuşmasında söylediği gibi: "Menemen gibi ülkenin gerek bayındır ve özellikle bilgi bakımından ileri olan bir bölgesinde bu kurumlar nasıl işleyebiliyor? İşte hüzün veren budur." 155 Aynı Başbakan, aynı konuşmasında, Kemalizmin zulmü altında doğal tepkiler sayılacak olan bu durumu hiç beklemediğini ve Kemalizmin söyleye söyleye gerçekten "halkçı" bir sistem olduğuna, Kemalistlerin kendilerinin bile inanarak sonra bu tepkiler karşısında şaşa kaldıklarını şöyle açıklıyor: "Aynı zamanda dikkatimizi çekmiş olan şey, olayda hazır bulunan halkın ilk raporlara göre kayıtsız ve duygusuz bir halde seyirci kalmasıdır." Fakat sonradan gelen raporlar: "İzleyenlerden bir kısmının onaylayan bir psikoloji gösterdiğini ekliyordu... İlk çıkan gerçekler olayı yapan çetenin 10 günden beri böyle mehdilik düşüncesini yaydıklarını, düşmanlık saçtıklarını, sonra uğradıkları bazı köylerde silahlandıklarını, yardım gördüklerini ve Menemen şehrine daha önce keşfederek tertiple girdiklerini gösterdi... Daha önce Manisa'da iki üç aydan beri bir takım toplantılar sonucunda kararlaştırılmış, büyük şehirler arasındaki gidiş gelişler saptanmış, sonra bizzat Menemen şehri içinden bu çetenin geleceğini bilen ve onlar gelince kendilerine yardım için bir takım nedenler hazırladıklarını söyleyen adamlarla çerçevelenmiş." Bütün bunlar isyan hareketine halkın sempazitanlık derecesini, bizzat Kemalizmin diliyle söylüyor. Ve Başbakanı dehşetler içinde bırakan da budur. "Bu çevre (diyor Başbakan) ne kadar zehirlenmiş olmalı ki, insanların temyiz ve uslamlama yeteneğinden bu kadar aşağı dereceye düşsünler. Hikayesine dayanamadığımız manzaraların fiilen oluşumunu soğukkanlılıkla izleyebilsinler. Sonra devletin silahlı güçleri olaya çağrılmışken, güçlerin ellerindeki silahın hiç kuşku götürmez güçlerine muhakkak işletilmesine karşı bu kadar meydan okuyan bir psikoloji gösterebilmiştir." Yavuz Başbakan, bu ifadeleriyle, henüz yavuz bir asker olmaktan pek de ileriye geçemediğini anlatırcasına, halkın bu soğukkanlılığını ve Kemalizmin topuna tüfeğine karşı bu kadar meydan okuyuşunu, birkaç softa tarafından "zehirlenmiş" olmasıyla açıklıyor ve asıl temsil ettiği kapitalist 154. Cumhuriyet, 26.12.1930. 155. Meclis Nutku, Cumhuriyet, 2.1.1931. 304 YOL düzenin, Kemalizmin halkı bu hale sokmaktaki asıl olan rolünü aklının kenarından bile geçirmiyor. Ve hakkını pek yemeyelim: Geçirebilecek bir konumda da bulunmuyor. Buraya kadar olanlar hep genellikle "halk" arasında gibi gözüküyor. Biraz da özellikle köylülük içindeki manzaraya bir göz atalım: Olayın kahramanları, şehir küçük-burjuvalığı mesleğinde olmalarına karşın, genellikle asılları ve hattâ aileleri köylüdür. Mehdi ve arkadaşları Manisa'dan Menemen'e geliyorlar. İlk haberi veren basına göre isyancılar: "Olay gecesi dağ yollarından yürüyerek sabah namazında Menemen'e erişiyorlar." Manisa ile Menemen'in arası en aşağı 50 km (yani 10 saatlik) bir uzaklık. Fakat bu uzaklığı, mehdi takımı bir haydut çetesi gibi "dağ yollarından" aşarak bir gecede acele geçmiyor. Tersine, isyancılar 10 saatlik yolu 20-25 günde tüketiyorlar; yani bir propaganda grubu halinde bütün geçtikleri ve uğradıkları köyleri adeta isyan hazırlayarak yol alıyorlar. Yalnız Bozalan köyünde burjuva gazetelerine göre 4-5 gün kalındığı söyleniyor. Oysa olay hafif yaralı olan Mehmed Emin 10 gün zikredip bir gün oruç tutmaktan sözediyor. Mahkeme ifadelerinde Sarı Hasan "Paşa köyüne uğradık. Bozalan'a girdik. Bir hafta köyde kaldıktan sonra Çamlık'ta kaldık" diyor. Acaba Çamlık'ta ne kadar kalmışlar? Onu da Küçük Hasan tamamlıyor: 15 gün ... Şu halde isyancılar yalnız 15+7=22 gün kalmış olacaklar. Fakat Bozalan köyünden başka yolda birçok köye daha uğramışlardır. Ortalama 25 gün dersek, demek isyancılar bir aya yakın bir süre köylerde kalmışlardır. Köy yasasının bilinen özel maddesi: Köyde herhangi bir kuşkulu şahıs görülür görülmez muhtarca hükümete haber verilecektir. Oysa bizim isyancıları bizzat köy ihtiyar heyetleri koruyor ve konuk ediyorlar! Yalnız şu Manisa-Menemen gezisi, isyancıların köylüyle ne kadar sıkı fıkı ve meşgul olduklarını göstermeye yeter. Menemen isyancılarının köylüye ne dereceye kadar bağlı ve köy hoşnutsuzluğundan çıkma olduğunu ve köylünün isyanı ne kadar benimsediğini anlamak için şu noktalan, bizzat burjuva basınının dedikleriyle saptamak yeterlidir: 1- İsyandan önce köylüyle iletişim ve hazırlık: "Menemen'e gelen ge ricilerden Hasan İstanbul'a gidip orada gerekli kişilerle görüşmüştür ve gene bu Hasan Manisa ile Menemen arasında ve köylerde -seyyar satıcı sıfatıylamekik dokuyarak oradaki hazırlıklar için haberler götürüp getirmek görevini görmüştür." 2- İsyan için silah köylerden sağlanır: "Bu kuşkulu kişilerin günlerce köylerinde kalmalarını ihbar etmeyen bu köylüler de zan altındadırlar. MÜTTEFİK: KÖYLÜ 305 Şakilerin silah sağladıkları Paşa köyünden de 2 kişi tutuklanmıştır." 3- isyan yerinde gözcülük ve bağlantı yapan köylüdür: "Olaydan on onbeş gün önce Menemen çarşısında dolaşan iki köylü kadın, manifaturacı Akif Beyin mağazası önünden tereddütle geçerlerken alışveriş gerekçesiyle mağaza sahibine yaklaşırlar: Buralarda ne var ne yok diye sorarlar. Mağaza sahibi de 'hiç, hayırlar...' yanıtını verir. Kadınlar da: 'Ortalık karanlık, karışık görünüyor. Manisa'dan şeyhleri, dervişleri kovmuşlar!' derler. Akif Bey bu sözlerden hiçbir şey anlamadığından aldırmamışsa da bu olaydan sonra hatırlayarak hükümete ihbar etmiştir... Kadınların mehdinin son kaldığı köyden gözcü, haberci olarak gelmiş olmaları olasıdır. Fakat bu kadınları bulmak henüz mümkün olamamıştır." 4- İsyancılara köylü yataklık eder: Harp Divanı önünde isyan kahramanlarından Mehmed Emin şöyle ezberletilmiş bir ifade verirken, bu nok tayı da zorunlu olarak aydınlatıyordu: "Tekkede hocalardan öyle esinler aldık ki, emirleriyle kendimizi ateşe atacak hale geldik... Bozalan'a geldik. Ellerimizde kitaplardan hadisler okuyarak bilgisiz köylüleri aldatıyorduk. (burada "şaki" Mehmed Emin'le Başbakan Paşa aynı düşünceyi besliyorlar, ikisi de köylünün aldandığı inancındalar.) Emiralan Jandarma Karakolunu basmayı, oradan silah almayı düşündük. Sonra korktuk, köylüler çamlıkta kulübe yaptılar. On gün aralıksız orada zikrettik. Bir gün oruç tuttuk. Sonra Menemen'e geldik. Menemen'den Manisa'ya, Şam'a gidecek, tekkeleri açtıracaktık. Şam'da Mehdi Mehmed Isa ile görüşecekti." Daha önce gazeteler de yazmıştı: "Gericiler Manisa'yı terk ettikten sonra, önce Manisa'nın Bozalan köyüne giderek burada 4 gün (Rakamlara aldırmayın, burjuvazi doludizgin atacaktır) kalmışlar ve ihtiyar heyetine misafir olmuşlardır. Bu köyün ihtiyar heyeti hakkında da soruşturma başlamıştır. Oradan Menemen'in Çamiçi köyüne gelmişler ve kararlaştırılan günde geceleyin (elektrikler sönünce) erkenden yürüyüşe çıkarak seher vakti Menemen'e gelmişlerdir... Bozalan köyünden 70 kişi getirildi. Bunların dördü tutuklandı, diğerleri gözetim altındadır. Olayla ilgili kişilerin bu köyde akrabaları vardır. Bunlar hainlere yataklık yapmışlardır. Hainler bu köyde 7-8 gün kalmışlardır." 5- İsyan sırrını köylü kendiliğinden saklar: Köylü, isyan karşısında doğal bir gizli faaliyetçi gibi hareket eder. Eğer bir tek köylü, Kemalizme sadık olsaydı, bir ay kadar süreyle köylerde silahlı bir ajitasyon seli gibi korkusuzca ve herşeyi apaçık söyleyerek akan mehdiyi, bir köy karakolu na olsun gidip çıtlatacaktı. isyancılar, her geçtikleri yerde, önlerine gelene isyan koparmaya gittiklerini söylüyor, köy camilerinde halka isyan yapacaklannı vaiz ediyorlar -Kemalizm Türkiye'de kimlere dayandığını bir daha YOL 306 öğrensin!- hattâ bir köy muhtarı bile gidip hükümete bir imada olsun bulunmuyor. Bütün Türkiye çalışkan halkı Kemalizmi tanımıyor, yalnız köylü değil, bütün halk... İşte bir örnek: "Gericiler Manisa'dan Menemen'e gelirlerken Gediz nehrini bir kayıkla geçmişler ve kayıkçıya, şeriatı diriltmek istediklerini, eğer başarılı olurlarsa kendisine 200 lira maaşlı bir memuriyet bulacaklarını vaadetmişlerdir... Gerici fesatçıları Menemen'e gelmeden önce Kese köyüne uğrayarak Cuma namazı kılan halka vaaza başlamışlardır. Derviş Mehmet, elinde, silah, minbere çıkmış, yandaşlarına kapıyı pencereleri tutturmuş ve uydurma mehdi söze başlamış: 'Her taraf 70 bin kişiyle sarıldı, İzmir ve İstanbul'u da aldık. Öğleye kadar hepiniz bu bayrak altında toplanacaksınız. Yoksa mahvolursunuz!"156 Mehdinin kaç lira maaş vaadettiği, kaç bin kişiyle nerelerin zaptedildiğini söylediği bir yana dursun -bunlar sorunun niceliğidir- nitelikçe önemli olan, mehdinin gerek yolda rastladığı kişilere, gerek cami gibi insan toplantılarına daima günlerce, haftalarca önce isyandan sözetmiş ve Kemalizme bir kişicik olsun halktan dost çıkmamıştır. Bu yeter: Anlayana sivri sinek saz gelir, anlamayana davul zurna az gelir! Köylerde isyana hazırlanılıp hazırlanılmadığı hakkında bir sözcük bile işitilmedi. Fakat burjuvazinin bütün köyleri "güçlü müfrezeler"le sardığını duyduk. "Bozguncuların köylerde de kötü etkiler yapmış olmaları da ihtiyaten gözönüne alınarak köylere güçlü müfrezeler gönderilmiştir. Bununla birlikte (Ah, bu "bununla birlikte"ler!) halk bu gerici hareketten tamamen hoşnutsuzdur, (ister inan, ister inanma!)"157 *** Menemen olayı bize neleri söyledi? Bütün yukarıdaki olaylardan sonra, önce klasik Marksizmin köylü hakkında çok önce söylediklerini hatırlattı. Engels'in Almanya'da Köylü Savaşları'nı ne kadar üstünkörü olursa olsun, gözden geçirip de şöyle bir yana koyan için, köylü isyanlarında, köylülüğün hareket ve kalkışmasında şu iki grup olumlu ve olumsuz nitelikleri bir daha, derinden düşünmemesi olanaksızdır: 1- Köylülüğün isyanda olumlu yanları: Köylülük: a) Savaşçıdır; b) Yiğittir; c) Ölümden yılmaz; d) İyiye ve güzele inanır... Hattâ mehdiye bile inanır. Mehdi ve arkadaşlarının nasıl öldükleri ortada. 156. Cumhuriyet, 28.12.1930. 157. Cumhuriyet, 26.12.1930. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 307 2- Köylünün isyanda olumsuz yanları: Şu noktalarda toplanabilir: a) İkircilik: İsyanda tam enerjik bir hareket söz konusu olduğu za man, köylüyü bir tereddüttür alır. Acaba... Yapayım mı, yapmayayım mı? Ve tabii o yalpalarken düşman ...158 bulur: Atı alan Üsküdar'ı geçer. b) Anarşik dağınıklık: Köylü kayıtsız, nemelazımcıdır. Özel mülkiyetçidir. Hareketin tam bir toparlanma istediği anda, o adam sen de der, dağılır. Ortak hareket zorunluluğu dayattığı bir sırada, evi aklına ge liveren köylü, kirişi kırar. c) Efsanevilik: Köylü boş inançlara inanmaya hazırdır. Düşmana yaklaşıldığı zaman, yalan bir söylenti köylüyü dehşet içinde kalmaya ve paniğe götürebilir. d) Dirençsizlik: Zaferden hoşlanmayan sınıf yoktur. Fakat felaket karşısında soğukkanlılığı bırakmamak şarttır. Oysa köylü için kötü bir haber, dağılın borusudur. e) İhanet: Köylü isyanlarında sık sık görülen beladır. Köylüler ufak tefek düşmanlıkları yüzünden kolayca birbirlerini ele verirler. Köylü özel mülkiyete bağlı ve özel çıkarlarda ileri olduğu için, hareketin şefleri satın alınabilir. Bu yüzden hareket en güçlü zamanında cepheden yarılır. f) Bilinçsizlik: Asıl düşmanıyla bir birlik yaptı mı, asıl müttefiği olan köylüye159 saldırabilir. g) Bönlük: Köylü düşman galip gelir gelmez, onu tam bozguna ka dar kovalayacak yerde, onun anlaşma teklifine kapılır, düşmanla güya uzlaşır. O bu uzlaşmasında içtendir. Fakat bönlüğü yüzünden düşmana za man kazandırmaktan başka bir şey yapmamış olur: Düşman ilk fırsatta onu tepeler. Köylülüğün bütün bu olumsuz yanlarını Lenin bir kelimeyle özetlemişti: Sallanmak, bir uçtan bir uca gitmek. Çünkü küçük mülkiyet temsilcisi olan çalışkan köylü kendi idealiyle mantıksal sonuçlu komünizme kendiliğinden gidemediği gibi, kapitalist soyguna da dayanamaz. Bu bir uçtan diğer uca gidiş Menemen isyancılarında da aynen görüldü. Bizzat isyancıların tutuldukları andaki ruhsal durumlarıyla mahkeme önündeki ifadeleri buna küçük bir örnek olabilir: a) İlk tutuldukları zaman: Mehdinin "eshab-ı kehf'i idealleri uğruna ateş püsküren birer "fenâfillâh"tılar. Bu durumu gazeteler şöyle anlatıyorlardı: "Bu dört melunun (Getirilen iki fesatçı ve iki hain) kafası geri158. Bir kelime okunamadı. 159. Buradaki kelime "köylüye" değil, "işçiye" olmalıydı. 308 YOL ci din öğretisiyle öyle durmuştuk ve kendinden geçmiştik haline gelmiştir ki, sorguya çeken cumhuriyet savcısına 'Sen gavursun' diyor ve Tanrı yoluna eriştirmek için imana gelmeye davet ediyorlar. Yaralılardan biri öldürülen Derviş Mehmed'in mehdi olduğundan ve tekrar dirileceğinden sözederek: 'Gerçeği söyletmek için beni de ateşe atsanız Hazret-i İbrahim gibi yanmam' demektedir... Yaralılar ve diğer iki fesatçı dinden, imandan, peygamberden dem vurarak imansızların er geç belaya uğrayıp cezalarını göreceklerini, hutbe yapar gibi bağıra bağıra söylüyorlar. Bunlar particilik tanımadıklarını, şeriatın gerekli olduğunu ısrarla söylüyorlar. Yaralı eşkiya hayatının Kıtmîr denilen köpek tarafından kurtarılacağını söylemektedir." 160 b) Mahkeme önüne çıktıkları zaman: Aynı adamların, hemen hepsi de hocaların afyonuyla sersemlediklerini, aşağı yukarı aynı açıklıkla tekrarladılar. Hele "Zeki" Mehmed denileni bu konuda tüy dikti denilebilir. Harp Divanı "Başkanı Paşa Hazretleri, beş aydan beri ben de Mehdi Mehmed'in mensup olduğu Nakşibendi tarikatına katıldım. İçine girdikten sonra anladım ki bu tarikatların hepsi yalandan ibarettir... Mehdi beş aydan beri bize dünyayı göstermedi. Mehdinin vaazlarını dinleye dinleye mahvoldum. Günde bin defa söylemeye mecbur kaldım... Mehdi bizi rüyalarla aldatıyordu. Bir gün Hazret-i Muhammed'i gördüğünden sözetti ve bu yolla bizi kendisine çekti. Deliye döndüm. Bu tarikatların kaldırılmasını Cumhuriyet hükümetinden istirham ederim Paşa Hazretleri." 161 Genel karakterlerinde köylü isyanının bu özelliklerini hatırlatan Menemen olayı, hele isyan sanatında, hattâ binüçyüz yıl önceki taktiği bile lâyıkıyla sindirememiş görünüyor. Gerçekten adı Mehmed olan mehdi, tıpkı müslümanlığı kuran Muhammed gibi, silahsız, yanındaki silahlılara güvenerek sahneye çıkıyor. Oysa Muhammed bile ancak Kureyş'in kırk babayiğitini çevresine topladıktan sonra işi açığa vurmuştu. Makinalı tüfeğe karşı "kurşun tutmaz hamaylısı"yla çıkma düşüncesi Menemen olayındaki toyluğun derecesini gösterir. Bir başka örnek daha: Mehdi, çevresinde yüzlerce kişi topluyor. O sırada asker güçleri felce uğramıştır. Oysa o hâlâ konuşma ve ajitasyondan ileriye geçemiyor. Karakol ve komutanlar ötede sağ salim dururken o hükümet meydanında Sancak-ı Şerif açmakla meşgul. Buna benzer özellikler, yalnız Menemen olaycığına özgü kalmaz. En geniş kitle hareketlerini coşturan Doğu isyanlarında da aynı durumlar yinelenir durur. Bundan çıkan sonuç şudur: Türkiye'de belli başlı bir sınıf olmaktan 160. Cumhuriyet, 26.12.1930. 161. Son Posta, 17.1.1931. MÜTTEFİK:KÖYLÜ 309 çıkan ve salt bir gerici sınıf halinde olan köylülük, nicelik olarak ne kadar büyük olursa olsun, Türkiye'de bir nitelik değişikliğini kendi başına başaramaz. Bütün yiğitliğine, ölümü hiçe saymasına ve savaşçılığına karşın, sallantılı karakteri ve isyan sanatındaki geriliği yüzünden, toplumsal kurtuluşta en azimli ve en bağlaşık bir keşif kolunun kılavuzluğuna muhtaçtır. Bu keşif kolu, Türkiye proletaryası ve onun genelkurmayı olan Komünist Parti'dir. Türkiye köylüsü devrimcidir. Onun için devrimci hızını derebeyi artıklarının ve derebeyi ideolojisi olan din ütopilerinin nüfuzundan kurtarmak için yapılacak şey, köylülüğün ruhunu kazanmak ve ona keşif kolu olmaktır. *** Bu konuyu bitirmeden önce, son bir soru akla geliyor: Türk burjuvazisi köylülüğün devrimci hızı konusunda ne düşünüyor? Bu soruya kısaca yanıt vermek için konuyu Menemen olayı kadar küçültelim: Menemen olayından Kemalist burjuvazi ne ders aldı? Ne yaptıklarından bunu anlamak mümkün: Önce, Kemalist burjuvazi, her ölüm dönemine yaklaşan kapitalizm gibi, bir esnekliği artık kalmayan bu işin önüne geçmek için halka karşı terörünü arttırmaya karar verdi: 1- Derhal ordunun iç sorunlara nasıl karışacağı belirlendi. Bundan sonra, ordu geldi mi, halkın üzerine ateş açmaktan başka bir şey yapmayacaktır. İsmet, Menemen hakkındaki konuşmasında: "Bu yolla birçok olay, asker geldiği zaman onun müdahalesiyle genişlemeye meydan vermeden çözümlenir." 2- Olağanüstü mahkemeler ve bir yargılama usûlü kuruldu, adeta İstiklal Mahkemelerinin ölümsüzleştirilmesi gibi bir şey. Mazhar Müfit Bey: "Bugün (diyordu) gelecek için eldeki Vatana İhanet Yasası'nın yargılama yollarıyla ilgili maddelerinden yararlanılmalıdır. Celp ve davet gibi törenler yoktur. Bunların hükümleri M. Meclisi'nin onayını almak koşuluyla derhal yürürlüğe girer. Artık hükmün temyizi yoktur." 161 Bu teklifi kışkırtan Başbakanın düşüncesi şuydu: "O da, böyle olağanüstü olaylar olunca Adliye bir takım yöntemlerini kısaltarak özel bir davranış çizgisi izleyebilmelidir. Bunu da ayrıca incelettiriyoruz. Tabii elimizde bulunan olay için değil, geniş zamanda sakinlikle görüşülerek gelecekte her zaman 162. Meclis tutanakları, Cumhuriyet, 2.1.1931. 310 YOL Adliyenin elinde uygulamaya yarayacak bir belge bulunsun diye." 3- Basın yasasını yeni baştan sıkıştırmak: Gerçi, Başbakan, sözü edilen konuşmasında basın yasasına dokunulmayacağını vaadetmişti. Fakat Serbestçiler bu noktaya aynı Meclis'te değindikleri zaman bile gürültüler koptu. Ve çok geçmeden salt komünizm düşüncelerini yayınlamaya karşı üç yıla kadar hapis cezası kondu. Bütün bu önlemler hakkında, bütün burjuvazi -karşıt, taraftar-müttefikti. Yalnız, o zaman Meclis'te var olan Serbestçiler henüz "bağımsız" adını almamışlardı. Onun için CHP ile Serbest Fırka'nın Menemen olayından çıkardıkları dersler aynı değildi. Halk Partisi: ki ortodoks Kemalizmin cesedidir ve gerçek egemenliği en mutlak biçimiyle elinde tutar, Menemen olayı karşısında, "uygun bir dille" tövbe ve istiğfar demagojisinden daha çıkar yol bulamadı. Başbakanından Harp Divanı Başkanına ve basınına kadar, bütün Halk Partisi hep bir ağızdan güvence güvence üstüne veriyorlardı ki, Kemalizm müslümanlığı, dini asla inkâr etmez. Hattâ laik demek, dinsiz demek değildir. Örnekler: Başbakan Meclis Söylevi'nde şöyle diyordu: "Özgürlüğün başlangıcından beri izlediği devlet işlerini din islerinden ayırma çizgisi ihtimal ki bundan beş sekiz yıl önce dine karşı bir davranışmış gibi suçlama ve kargaşalıklara meydan verebilirdi. Çünkü bu suçlamaların asılsız olduğunu gösterecek en önemli ve en inandırıcı etken, yani zaman henüz geçmemişti." Zavallı Başbakancağız, Menemen isyanının dinin elden gitmesi yüzünden olduğuna basbayağı inanıvermiştir. Yavuz İsmet toplumsal sorunlar hakkında şöyle der: "Benim görüşüme göre örneğin bir toplumsal sorun bir gök kuramı olmakla birlikte, gerçek fiili bir sorundur..." Yani Kemalist topluluk ya bulutlar arasında dolaşır ya da en kötü ampirisizme kakılır kalır. Harp Divanı Başkanı: "Bir gazeteci arkadaşımız sanıklardan bazılarının kendilerini kurtarabilmek umuduyla şu savunma şeklini seçtiklerini belirlemiştir: 'Vallahi efendim... Ben namaz bile kılmıyorum. Oruç tutmadığıma dair tanıklarım vardır'." Halkın bu ifadesi karşısında bakın Kemalizme ne hal oluyor? Bu sözlerden tabii pek çok hayret eden Sıkıyönetim Harp Divanı Başkanı Mustafa Paşa'nın bu nedenle söylediği sözleri aynen burada da tekrar etmek yararsız değildir. Paşa demiş ki: "Biz camilerin kapısına 'içerisi yasak!' diye çifte nöbetçi mi diktik? Minarelerin kapılarını mı ördürdük? Müezzinler beş vakit namaz okuyor, MÜTTEFİK: KÖYLÜ 311 gürül gürül mukabele okuyor. Ramazanda loplar atılıyor. O halde dinin elden gittiğini söyleyenlerin ya gözleri kör ve kulakları sağır ya da onlar bu safsatayla bazı kötülükler yapmak istiyorlar."163 Burjuvazi de işin içinde iş olduğunu "gök kuramları" ile değil, kendiliğinden ampirizmiyle seziyor: "Dini alet ederek" gericiliğin kışkırtıl-dığını tekrarlayıp duruyor. Fakat onun bu düşüncesi daima bir yanlı kalmaya mahkûmdur. Kemalizm sanıyor ki (ya da sanmak zorundadır ki), isyanlar, üç beş sütü bozuk gericinin koskoca köylülüğü kandırıp peşinden sürüklemesiyle olur. Fakat bu koskoca köylülüğün bilimi yoksa, sağduyusu da kalmamış mı ki, iki üç gericiye inanıyor? Diyelim ki köylünün ne sağduyu, ne bilgisi "devrimci" Kemalizmi anlayamıyor ve şeyhlere inanıyor. İyi ama, bir şeye inanmak nedendir? Bu inanış neden insan yığınlarını elde silah kanlı çarpışmalara kadar sürüklüyor? Bunun aşağıda bir başka örneğine rastlayacağız.164 Sovyetler Birliği'nin mujiği Türk köylüsü kadar çarlığa ve kiliseye inanmış değil midir? Kızıl din düşmanlarını "din kitlelerin afyonudur" diye haykıran Bolşevik Partisi'ni ve rejimini hıristiyan, müslüman vb. çeşitli dinden insan kümeleri hâlâ aradan onlarca yıl geçtikten sonra niye isyanla karşılamıyorlar? Şu halde köylü "din elden gittiği" için ayaklanmıyor. Kemalizmin "sınıf körlüğü"ne, "sınıfsal miyopluk"a uğramamış olanlar için, köylü isyanlarında dinden başka nedenler aramak, kitlelerin kımıldanış ve akışında aldanmak ve kandırılmaktan başka etkenler bulma zorunluluğu meydanda değil midir? Demek halk kandırılmıyor, kanmaya muhtaçtır. Gazeteci: "Menemen yargılamasından çıkan sonuçlar" ünlü bir başmakalede önce şöyle bir soru-yanıt açıyor: "Nasıl kullanabiliyorlar? (Yani gericiler nasıl etkili oluyorlar?) Tabii halkın bilgisizliğine dayanarak." Sonra şöyle bir teklif yapıyor: "Din devletin değil, fakat halkın toplumsal gereksinimlerinin önemlilerindendir. Biz kimsenin inancına karışmamakla birlikte halkın din yolundaki gereksinimlerince kolaylıklara erişmesi için elden gelen yardımı yapmakla toplumsal bir görevi yerine getirmiş olacağız. Kendi haline bırakırsak, Şeyh Esat'ların ve Hoca İbrahim'lerin kendi bildikleri ve istedikleri yolda yapacakları işi devletin dikkat ve denetimiyle en iyi ve en doğru yolda halkın kendisine yaptırmak tabii en başarılısıdır. Din işlerini devlet örgütü içinde bulundurmaya ihtiyaç yoktur. Bir kısım vakıfların ayrılmasıyla din işlerini devletin gözetimine dahil bir topluluk işi haline koymak ve yalnız bütçede bu işlere bir yardım 163. Cumhuriyet, 8.2.1931. 164. Bak ihtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) 312 YOL kısmı bulundurmak yeterlidir. O zaman açıkça görülecektir ki laik cumhuriyet asla dinin karşısında değildir." 165 İşte Türk burjuvazisi, Kemalizm, CHP, bir yandan her kötülüğü dine yüklerken, öte yandan, bu dini kendi nüfuzu altına almayı ve kendi adına sömürmeyi düşünüyor. Kemalizm derebeyi afyonunu burjuva afyonu yapmakla, köylü isyanlarını durdurmak istiyor. Serbest Fırka: Burjuvazinin bu liberal kanadından o sırada kala kala bir tek tüy kalmıştı: Müderris Ağaoğlu Ahmet Bey. Bu kişi pir aşkına, liberalizmin Menemen olayı hakkındaki düşüncesini savunuyordu. Önce, bütün burjuva bilim adamları gibi bir istavroz üstüne istavroz çıkarıyor: "Muhterem arkadaşlar, asıl konuya geçmeden önce İsmet Paşa hazretlerinin buradaki açıklamalarından doğan duygularımızın açıklanmasına izin veriniz. Ben bu açıklamayı büyük bir zorunluluk ve derin bir saygıyla dinledim. Önünde büyük bir hoşnutlukla eğilir, hürmetini belirtirim vb..."166 Sonra yayvan bir patetizmi, gene usulen yürekler parçalayarak geviş getiriyor: "Menemen halkının bir Türk subay ve öğretmeninin başı kesilirken kayıtsız ve seyirci ve hattâ, denildiğine göre onaylar bir tavır alması, benim Türklüğümü ta derinden incitti." 161 Fakat ne de olsa, toy terörcülerden daha eski kurt. Bir avuç burjuvanın ve onun "Büyük İllet Meclisi"nin açacağı cepheden terörle, 14 milyon Türkiye halkının sonsuza dek güdülemeyeceğini hissediyor. Ve daha başka Önlemler arıyor: "Kendi kişisel çıkarlarımızı unutarak çalışmak gerekir. Eğer bunu yaparsak, bu yolla hükümetin yardımına koşarsak hükümetin önlemleri verimli olur. Yoksa bu önlemler idaridir. O devin kırk bin başı vardır. Bunun birisini ezersek diğeri çıkar. Asıl sorun o melun ruhu öldürmektir." 168 O zaman, peri masallarındaki hazinelerin tılsımlı anahtarını bulmuşcasına haykırıyor: "Türk kitlelerinin bu kadar ilkel bir halde kalmasında, Türk halkının bu 20. yüzyılda bu kadar vahşet içinde yaşamasında senin de, ey Türk aydını, bir sorumluluk payın yok mudur? Ve bütün o "karşı dağları ben yarattım" sanan aydın edasıyla ve Kemalist burjuvaziyi sakladığı siperin önündeki aydın hedefini ...169 tutarak, 165. Yunus Nadi, Cumhuriyet, 8.2.1931. 166. Meclis nutuklarından, Cumhuriyet, 2.1.1931. 167. Ağaoğlu Mehmet: "Menemen Hadisesi ve Münevverlerin Vazifesi", Son Posta, 12.1.1931. 168. Meclis Nutukları, Cumhuriyet, 2.1.1931. 169. Bir kelime okunamadı. MÜTTEFİK KÖYLÜ 313 her suçu, "Türk aydını"na yüklemeyi biricik çıkar yol buluyor: "Halkımız bu ortaçağ düşüncesiyle (diyor) en modern kurumlar arasına atıldı. Bu at-layış gerekliydi, çaresizdi, bundan başka kurtuluş çaresi yoktu. Fakat bir koşulla, halkı aydınlatmak, yeni kurumlara ısındırmak, onlara alıştırmak koYanişuluyla (Yani üfürükle... Oysa bu işi mehdi resulullahlar ve Derviş Meh-medler elbet daha iyi becermiyorlar mı?) Bu işi de yapma görevi afalayıp kalmışlardır! Gerçekten, hattâ Ağaoğlu'na çatanlar da dahil olmak üzere, birçok gazete uşağı, olaydan sonra hep bu nakaratı öttüler: Hep suç aydınlarda.. Rejim tertemizdir, Kemalizm zemzemle yıkanmıştır! Oysa şu sapına kadar aydın kuruntucularına verilecek yanıtı, aynı sütulardau, aynı suçlamaları yapan adam farkında olmadan veriyor. Diyor ki: "Bizim yanıbaşımızda Rusya'da başka ve pek önemli bir devrim yapıldı. 02 bakınız orada nasıl durmadan çalışıyorlar! Bir insan için Rus aydınlarının çalışma yöntemlerine, oluşturdukları eserlerin bolluğuna ve ciddiyetine hayret etmemek mümkün değildir. Bunlar gece gündüz hiç durmadan çalışmakladırlar. Hele halkı aydınlatma ve yeni temellere ısındırma konunundu gösterdikleri çaba ve sıkıntı her tür övgünün üstündedir! Gece gündüz herhangi zaman isterseniz açınız. Derhal Petrograd'dan, Moskova'dan, Kiev'den, Harkof'tan, Tiflis'ten, Baku'dan propaganda dalgaları çevreyi sarar! Her taraftan komünizmin filan temeli şudur, dört yıllık programın filan kısmı sudur, üretimin arttırılması için en başarılı yol falandır vb... bir dizi aydınlatma konularıdır! Biz ne yaptık, ne ettikl" İyi ama, profesör cenapları, "Rus aydınlarının" neden çalışkan ve Türk aydınlarının neden tembel ve silahsız olduklarının hiç mi nedeni yok? Bilmiyor musun ki, senin hâlâ Petrograd dediğin şehir, onbeş yıldan beri Leningrad olmuştur. Yani henüz Rusya demekten kurtulamadığın ülke, bugün Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'dir. Bir daha yani, 30 milyon Türkün -iki Türkiye'den fazlasının- da içinde bulunduğu Sovyetler Birliği'dir. Sovyetler ne demektir? Herhalde "aydınlar meclisi" değil, işçi+köylü Sovyetleri demektir. Ve işte, orada siyasal iktidar, bir avuç hazıryiyici ağa-tefeci-banker-dükerin elinde bulunmadığı o sizin "aydınlatılma"lardan sözettiğiniz köylülerle işçilerin elinde olduğu içindir ki. oranın aydınları, sizin gibi hazıryiyiciliğin demagoji batağında boğulup kalmıyorlar. Herhalde bilirsiniz, Sovyet Devrimi'ne daha ilk 170, "Menemen Hadisesi ve Münevverlerimizin Vazifesi", Son Posta, 12.1.1931. 314 YOL günden bugüne kadar geçen zaman içinde yapılmış bütün sabotajların başında "Rus aydınlan" bulunmuştur. Fakat silahlı işçi ve köylüler demek olan proletarya diktatörlüğü, bütün karşı-devrimcilikler gibi, aydın gericiliğini de kökünden temizleyecek kadar suyun başındadır. Onun için orada Sovyet aydınlığı paşalara övgü yazacak, insanın insanı çalıştırıp soyması önünde saygıyla eğilecek yerde, halkın maddi ve manevi gereksinimleri uğruna geceyi güne katmayı hem daha namuslu, hem daha zevkli bir çalışma biliyor. *** Köylü sorununda ilk sözü Marx söylemişti, son sözü Lenin bitirsin: "Şurası dupduru değil midir ki burada yalnız burjuvaziye karşı proletarya değil, fakat her demokratik devrimin fiili motoru olan 'aşağı' sınıflar sözkonusudur. Bu sınıflar, proletarya, gereksiz varlık koşulları küçük-burjuva olan şehirlerin ve kırların on milyonlarca yoksul insanlarıdır. Bu kitle içinden çoğu burjuvaziye aittir, bu kesin. Fakat şurası daha kesindir ki bu kitlenin çıkarı demokrasinin tam olarak işlemesini ısrarla ister ve bu kitle ne kadar aydmlatılırsa, elbet o kadar daha fazla bu tam demokrasi için dövüşecektir. Bir S.D. (Bolşevik) hiç kuşkusuz, küçük-burjuvazinin ekonomik ve siyasal çifte bağımlılığını asla unutmayacaktır. Hiçbir zaman sosyalizm için mücadele eden ayrı ve bağımsız bir örgüt zorunluluğunu unutmayacaktır. Fakat yine unutmayacaktır ki, bu kitlenin geçmişinden başka bir geleceği, boş inançlarından başka bir uslamlaması vardır ki, bunlar onu ileriye, devrimci demokratik diktatörlüğe doğru iter. Unutmayacaktır ki, ışık yalnız kitap değil, fakat bir de ve özellikle gözleri açan ve siyasal terbiyeyi yayıp dağıtan bizzat devrimin yürüyüşüdür."111 171. Lenin'den yapılan alıntının yeri saptanamamıştır. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN GİRİŞ Marx "başkalarını ezen halkın kendisi özgür olamaz" der. Bugünkü emperyalizm altında ileri ülkeler proletaryasının başına gelen de budur. Bugün bütün uygar kapitalist ülkelerde komünizme karşı sosyalizmi, sosyal-demokrasiyi, yani sömürgeci soygunla uzlaşmayı tutan halk, aynı zamanda kendisinin işletilip soyulmasını, yani sömürgeler gibi anavatanı da ezen şu köhne bir kabuk haline gelmiş kapitalist ilişkileri ve burjuvazinin her gün biraz daha zorba ve şiddetli egemenlik ve saltanatını, kendi başına bir süre daha bela etmekten başka bir şey yapmıyor. Sömürge, yarısömürge, bağımlı ülkeler adını başka ülkelerden çalınan fazla kârdan bir kemik parçası uman halklar, kendi kulluklarını efendiliğe benzeten, "hizmetçi" kullanan Doğu miriyvoları gibi, köleleşmenin derin çukurunda biraz daha bocalamaktan ileriye geçemiyorlar, çünkü köleleştirme sisteminin olası gediklerini kapatmış, yırtıklarını yamamış oluyorlar. Türkiye'de yabancı ve ezilen bir ulus varmıdır? "Tarih dcvrimcileri"ne sorarsanız adem evladı içinde bütün uygarlıkları yaralan uluslar, tıpkı Adem'in oğulları gibi bir asıldandır: Türk! Kuzey yönünden Alp dağlarına, Grönland'dan Antil adalarına kadar bütün dünya Türk tür!.. Fakat gözümüz gözümüz önündeki mistik ideo emperyalizm şakasını yeterli görerek işin somut gerçekliğine bakarsak, oldukça burjuva ve burjuva aydını kellesinin kelini kaşım kaşım kaşndıracak bir bambaşkalıkla karşılaşmamak olanaklı değildir. Nasıl, dünyadan geçtik, şu kayıtlı 10 milyon, nüfus sayımınca 13,5 milyon nüfuslu Tüıkiye'cikte bile mi, başka uluslar var? Bu küçükburjuva kendinden geçişini afokondan öldürecek olan böyle bir olasılık, kışkırtabileceği her türlü isteri krizlerine karşın, bir olasılık değil, canlı bir gerçekliktir. Ve zaten Çankaya Köşkü ile Yıldız Sarayı arasında, patırtılı ve teatral bir med-cezirle yalpavuran dünyayı saran son Türkçülük keşif ve teorileri, bu gerçeğin manevi iç zembereklerinden boşandırdığı Hegelyanist tepesi taklak bir itiraf cezbesinden başka bir şey midir? Ara sıra gazetelerde okursunuz. Bir özel muhabir, Giresun'un ötesindeki halkın Laz değil Türk olduğunu kanıtlamış olmak için Lazlığa şöyle bir pas atar: "Esasen mert (Aman Fransızlar duymasın!) cesur, 318 YOL doğuştan zeki, yetenekli, yurtsever, konuksever olan Lazların Türklerden tek farkları, özel bir dilleri olmasından ibarettir."1 Ya da "dil devrimi"ne ilişkin şöyle bir "hükm-i karakuşi" gözümüze çarpar: "Dörtyol'da Türkçe'den başka bir dil konuşmayacak: Dörtyol-Özel: Kaymakamlık tarafından genel yerlerde Türkçe'den başka bir dili konuşanlar hakkında şiddetli kovuşturma yapılarak ağır cezalar verileceği tellallarla ilan edildi."1 Kimbilir hangi matmazelden yüz bulamayan bir burjuva züppesinin aşk intikamı kadar farfara ve ömürsüz doğup ölen "vatandaş Türkçe konuş!" naralarını andıran bu tür sözde gerçekler, Türkiyemizin kuzeyini, güneyini, doğusunu ve batısını saran gerçekliklere karşı sıkılmış "yurtsever" kuburlardan başka bir şey midir? Fakat biz bunları ve buna benzer olayları, aşağı yukarı tüm Balkanlar'da ortak olan ünlü "azınlıklar" çıbanı varsayarak geçeceğiz. Konumuz, devrim strateji ve ilişkilerinde önemli bir yayılım açacak olan geniş, çalışkan, ezilen kitlelerdir. Bu nitelikte ezilen yığınlar Türkiye'de var mıdır? Evet, bu yığınların herkes anlamasın diye belirsiz ve esrarengiz ve anonim bir adı vardır: Doğu ya da Doğu illeri! Bu öyle karanlık bir tanımdır ki, Cumhuriyet burjuvazisi bugün ona istediği anlamı verir, onun beğendiği biçimlerde sunar; ve kimse ne Kemalizmin ne demek istediğini, ne denilmek istenenin ne olduğunu bir türlü anlayamaz. Fakat biz ne anonim şirketler Kemalizmiyiz, ne esrara inanan küçükburjuva aydınıyız. Onun için bu anonim esrar perdesini kaldırarak altında gözlenen "meduza başı"nı görmekten kılımız kımıldamaz. Ve eğer Lenin'in deyimiyle "Joli Marksistler" -yani burjuvazinin hoşafına giden "Marksistler"- olarak kalmak istemiyorsak, bu sorunu olduğu gibi koymaya, "anonim esrar perdesi" altındaki somut maddeyi, adıyla sanıyla çağırmaya zorunluyuz: Türkiye'deki Doğu sorunu ve Doğu illeri nesnesi bir milliyet davasıdırl Evet, Türkiye iç ve dış ilişkilerinde ve siyasetinde olduğu gibi, içeride ve dışarıda görünüşünde de "diyalektik" bir ülkedir. Şöyle ki, dışa karşı bağımlı durumundan kurtulamayan kapitalizm Türkiyesi, içe karşı ceber-rutlu, eski deyimle "müseltan ve mefnehum" bir süzerendir. Ünlü izafiyet teorisinin Türkiye'nin sosyal bünyesinde ortaya çıkışı yadırganmamalıdır: 1- Türkiye'nin kendisi, Doğunun su götürmez ezilen "Ulus'larından biridir. Buna inanmayan ve bunu bilmeyen kalmamıştır. Fakat: 1. I.Ferit: "Karadeniz Halkı", Cumhuriyet, 17.1.1933. 2. Son Posta, 23.9.1932. TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 319 2- Türkiye kendi içinde, örtbas edilemez bir, Doğunun ezen ulusudur. Buna inanan ve bunu bilense, sanıldığından pek azdır. Daha doğrusu bu ikinci şıkkı bilenler, belki yalnız mistik Kemalizmin kendisiyle, bir do özellikle "arabayı çeken" ve "bunu taşıyanlardır. İşin kaçmaya, iyiye yormaya gelir yanını kuyruk yalayıcılar bol bol arayabilirler. Bu olanın ciddiliğini biraz daha belirginleştirmekten başka şeye yaramaz. Dünyada Türkiye, Doğu ile Batıyı birbirinden ayıran boğaz ya da bağlayan köprüdür. Bu durumundan esin aldığı için mi nedir, Türkiye içinde bulunduğu emperyalist dünyaya pek benzer. Dünyanın yer yer ikiye bölünüşlerinden biri de, oldukça anlamsız olmakla birlikte, dört yöne göre bölünüşüdür. Herkesin ağzında dolaşır, yeryüzünde Doğu ve Batı diye iki zıt kutup var. Bunun gibi, bundan daha az anlamsız olmamak üzere, yine böyle bir bölünüş de Türkiye için ağızlarda dolaşır: Doğu illeri, Batı illeri. Bu kavramları anlamsız buluyoruz, çünkü Doğu ile Batı arasındaki zıtlık, sanki sosyal olayları salt iklim belirtileriyle açıklama gibi, bir yandan güneşin doğmasıyla öte yandan batmasından ileri geliyormuş gibi gösteriliyor. Bununla birlikte her zaman için "galat-ı meşhur lûgat-ı fasihten yeğdir."* Söze değil öze bakarsak, görürüz ki, dünya içinde bir "Doğulu" bir "Batılı"ya nasıl bakarsa, Türkiye içinde de Doğululuk ile Batılılık birbirlerini aynı gözle görürler. Batılının gözünde Doğulu yalnızca bir "vahşi"dir; bir Doğulu içinse Batılı bir "düşman"dır... Bu ne demek? Birinci olarak bu, şu demektir: Genellikle Batı ve Doğu iki ayrı cinsten bölge sayılıyor ve ne Batılı ne Doğulu sorunu sınıfsal bakımdan koymuyor. Oysa Doğuda da Batıda da insan yığınları, sınıf ve çelişkili birer toplum bireyleri olduklarına göre, ayrıca ikiye bölünürler: 1- Egemen sınıflar; 2- Ezilen sınıflar. Herhangi bir toplumda egemen sınıf, egemen kavrayışını en uzak kitlelere kadar yaydığı için, genellikle ağızlarda dolaşan ve kafaları kurcalayan anlamlar, basmakalıp terimlerden ibaret kalmaya mahkûm oluyor.. Gerçekte gerek Doğunun gerek Batının egemen sınıflarıyla egemen kavrayışları arasındaki karşıtlık ticari bir rekabet, "sen yeme, ben yiyeyim, senin olmasın, benim olsun" davasıdır. Sorunun içyüzünü böylece açığa vuramayan Doğu ve Batı egemen sınıfları, gün gibi aydın sorunları pandomim şekline sokuyorken, kendi aralarında, tekelci kapitalizmin suyunca, uzlaşma fırsatlarını hiç kaçırmıyorlar. İkinci olarak şu demektir ki, özellikle: 1 - Batıdaki ezilen sınıflar, egemen sınıfların sistematik propagandaları * yaygın yanlış, yaygın olmayan doğru sözden üstündür, (y.n.) YOL 320 altında, Doğulu hakkında yalnız bir şeyi öğrenebiliyorlar: Doğulu vahşidir! Neden vahşidir, nasıl vahşidir, yok. 2- Doğudaki ezilen sınıflar ise Batıdakilerin tamamen tersine, Batılının ne olduğunu etiyle, kemiğiyle, derisiyle, her gün duyuyor. Ve Batılıdan her yediği tekme, dipçik ve süngü önünde şu kanıyı kökleştiriyor: Batılı düşmandır! Hangi Batılı düşmandır, yok. İki taraf da sanıyor ki, gerek vahşilik, gerek düşmanlık anadan doğma bir huy, doğal, yaradılıştan gelen bir zorunluluktur. Tekrar edelim, bunu böyle sananlar, özellikle iki tarafın da geniş, çalışkan, ezilen sınıflarıdır. Yoksa gerek Doğunun, gerekse Batının egemen sınıfları, birbirlerinin ne kadar vahşi, ne derece uygar, ne biçim dost, ne tür düşman olduklarını domuz gibi bilip duruyorlardır. Buraya kadar söylediklerimizin aynı zamanda hem dünya içindeki, hem de Türkiye içindeki Doğu ve Batı, Doğulu ve Batılı için olduğunu eklemeye gerek var mı? İyi ama, bu Doğu ve Batı kelimeleri altında ne saklanıyor? Dünya içindeki Doğu ve Batı bölünüşü, öz sınıf bölünüşünün nasıl bir uzantısı, dalı budağı ise, Türkiye'deki Doğu ve Batı illeri bölünüşü, esas itibarıyla sınıf bölünüşünden doğar. Fakat daha özel anlamı, ezen ulusla ezilen ulusun ilişkisi oluşundadır. Biz Türkiyemizden ayrılmayalım. Türkiye'de Doğu ve Batı bölünüşü ulusallık* bakımından nedir? Daha açık koyalım. Batıda egemen ulus Türk olduğuna göre, Doğuda hangi uluslar ezilendir? *** Türkiye'de bugün Doğu illeri denilen yerin ne olduğunu göreceğiz. Bu Doğu illerinin evvel ezel, ünlü ya da bilinmeyen, her nasıl olursa olsun iki adı vardı: Ermenistan-Kürdistan. Buralara bizzat Osmanlı İmparatorluğu tarafından verilen isimler bunlardır. Bugünün haritasında böyle isimler bulunmamasına karşın, bu iki isimden anlaşılan, Doğu illerinde Ermeni ve Kürt uluslarının bulunup bulunmadığını araştırmak gerekecektir. Buracıkta, önce birincisine kısaca bir işaret edelim. Ermenilik Osmanlı tmparatorluğu'nda, Çarlık Rusyası ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üzerinde başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Doğu illerinde bir Ermenistan hükümeti ya da özerkliği * ulusallık: milliyet (y.n.) TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 321 kurup kurmamak sorunuydu. Bu soruna bir zamanlar "Şark Meselesi" denirdi. Osmanlı imparatorluğu derebeyi saltanat şeklini koruduğu sürece Doğu illerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha çok derebeyi klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklindeydi. 2- Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve istanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç Asya'ya taşımakla görevli bir küçükburjuva çoğunluğu üzerinde kurulmuş bezirganlık sistemi demekti. Emperyalist çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen Kürt-Ermeni karşıtlığı, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil vb. farklarından çok, adeta bu rejim farkından doğma bir derebeyi-burjuva karşıtlığı oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupasında geniş çapta rol oynayan müslüman-hıristiyan (derebeyi-burjuva) karşıtlığı, daha çok tarihsel ve konumsal koşullar yüzünden Doğu illerinde, Balkanlar'dakinin tersine, ikincilerin yenilgisiyle çözümlendi. Meşrutiyet burjuvazisi Doğu sorununun terörü altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış uluslar içinde -Balkanlar bir yana bırakılırsa- siyasal bilinç ve örgüte kavuşmuş en keskin istemler ileri süren yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi, Ermeni ulusçuluğuna* karşı da derebeylikle elele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet aygıtı yasadışı bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada ender görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk Meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla yararlananlar Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu. Bugün Ermeni sorunu deyince ne anlıyoruz? Verilen resmi rakamlara inanmak gerekirse, Ermenistan'da 900.000, Türkiye'de 75.000, Suriye'de 150.000, Yunanistan'da 35.000 kadar Ermeni vardır. Bugün Doğu illerinin "mesame"lcri içinde gizlenip kalmış Ermeni ırkından bir hayli insan var. Fakat bunlar, dinleriyle birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor ve egemen Kürt psikolojisi ve etkisi altında Kürtleşiyorlar. Doğu illerinde "dönme" sıfatıyla tanınan eski Ermeniler, adeta yaşamlarını kurtaranların * ulusçuluk: milliyetçiilik (y.n.) 322 YOL bir tür gönüllü köleliğini unutmak ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz unutmamış olmalarına karşın, eski anılarına karşı bir ölüm sessizliğiyle duyarlı olmak zorunluluğundadırlar. Birkaç kuşak sonra herşeyi unutmaya mahkûm olan bu "dönme" ler, bugün Doğu illerinin en yoksul demirbaş marabaları halinde, bugün bile zaten aralarında daha çok bir din farkı olan ve ırk ve kültürce aynı kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı doğal ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle kaynaşmış ve Ermeniden çok Kürtleşmiş bir durumdadır. Onun için bu dönmeleri Doğu illerinin Kürt toplumundan ayırmak oldukça yapay ve güç olacaktır. Bu artık Kürtleşmiş sayılabilecek olan Ermeniler dışındaki gerçek Ermenilere gelince, yukarıdaki rakamlar bunlar hakkında yeterli bir fikir verebilir. Genel olarak komünizm ve özel olarak Sovyet Devrimi, bütün uluslar davası gibi Ermenilik sorununu da fiilen çözmüş durumdadır. Bir defa sayıca Ermenilerin dörtte üçünden fazlası (%77,9) Ermenistan Sovyet Cumhuriyetine girmiştir. Böylece dünyada biricik işçi ve köylü devleti, Ermenilerin yurt sorununu kökünden çözmüş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet burjuvazisinin Sovyet devrimine yalnız bu sorunda borçlu olduğu huzur, bundan ibaret değildir. Komünizm ve Sovyetler devrimi, emperyalizmi sevindiren, komünizme ve Türkiye'nin başına bela olabilecek bir Ermeni sorununu tamamen tasfiye etme yolunda bulunuyor. Bu tasfiyenin yönünü çağdaş sınıf mücadelesi şöyle meydana çıkarıyor: A- Komünizmin Rolü: Ermeni ulusu ezilen olduğu kadar kahraman bir yığındır. Fakat kuşkusuz bu kahramanlık örnekleri içinde en büyük yararlığı gösteren, bütün değerlerin yaratıcısı olan sınıf, yani Ermeni çalışkanlarıdır. Ermeni proletaryası da, bütün ülkelerin işçi sınıfları gibi, sosyal sömürüden olduğu kadar, ulusal baskılardan da kurtulmuş yaşamak ülküsünü taşımakta haklıdır.) Onun için bütün yeryüzünde, bütün ulusal baskıların manivelası, yine ve daima sınıf zulmünün itici gücüyle işlemektedir.! Sınıf bilincine kavuşan her kitle gibi Ermeni proletaryası da, bütün zulümlere karşı girişilecek biricik mücadelenin sınıf savaşı olduğunu öğrenmiştir. Komünizm, Ermeni çalışkanlar sınıflarına madde ve manevi örneklerle göstermiştir ki, gerek ulusal gerek sosyal kurtuluşta, düşman sınıfların ve emperyalizmin oyuncağı olmamak için, gerçekçi ve dünya ölçüsünde bir görüş ufku ve Leninist bir taktik zorunludur. Bu taktikle Türk burjuvazisinin Ermeni halkına yaptığı zulmü unutmak sözkonusu bile değil. Fakat Türk burjuvazisinden alınacak en büyük inti- kamın, Türkiye çalışkan yığınlarıyla ve dünya proletaryasıyla elele vere- TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 323 rek, başta bizzat Ermeni burjuvazisi gelmek üzere Türkiye kapitalizmini, tüm dünya emperyalizmini tepesi aşağıya getirmek olduğunu unutmamak gereklidir. Bu bakışın, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti dışında kalmış Ermeni çalışkan sınıfları arasında günden güne yerleştiğine her gün yeni ve anlamlı örnekler görüyoruz. Ermeni proletaryasının bir Pilsudski Lehistanı kurmaya ne kadar düşman oldukları, emperyalizmin Ermeni yiğitliğini sömürmek için çevirmek istediği manevralar karşısında takındığı tavır ve açtığı kavgalarla besbelli oluyor. Eskiden beri Ermeni siyasi partileri iki önemli koldu: 1- Taşnakyanlar (Milliyetçi Ermeni örgütü); 2Hınçakyanlar (Sosyal-demokrat Ermeni örgütü). Dünya devrimleri çağında bütün sosyal-demokrat partilerde olduğu gibi, Ermeni sosyal demokrasisinde de sağ ve sol akımlar elbet olmuştur. Bu sayede bugün bir Ermeni komünistliği, Ermenistan dışında da gücünü hissettiriyor. Bunun en canlı örneklerini, Ermenistan dışında Ermeniliğin en kalabalık ve çokluk -sayıca resmen varolan Ermenilerin sekizde birinin (%12,9)- bulunduğu Suriye'de görüyoruz. O Suriye'de ki, Ermeni halkı oraya Türk burjuvazisi ile Kürt derebeylerinin kılıcından canını kurtarmak için kaçmıştı; orada Ermeni proletaryası, dünya proletaryasının bilinçli bir parçası olduğunu gösterircesine, sınıf niteliğini ulusal kinin üstünde tutmayı biliyor. Bugün Yakındoğu işçi sınıflarına örnek olacak bu sınıf bilincine, nasılsa burjuva basınına sızmış iki habercik tanık olsun: 1- Taşnakların Hınçaklara Saldırısı: "Suriye'den verilen haberlere göre Beyrut'ta Ezenak isminde çıkan, Taşnak Komitesi yanlısı bir gazete, Le Liban isminde diğer bir Ermeni gazetesi aleyhine önemli bir makale yazmıştır. Bu makalenin çıktığı günün akşamı Taşnaklar sözkonusu gazete yönetimini basmışlar, hurufatı dağıtmışlar ve malzemeleri tahrip etmişler. Mürettiplere ve yazarlara adamakıllı bir dayak atmışlardır." Doğruluk derece si belli olmayan bu haberin sonu şöyle bitiyor: "Le Liban gazetesi Hınçak Komitesine mensup olduğundan bu komiteye mensup Ermeni işçi Taşnaklara diş bilemekteymisler."3 2- Komünistlerin Taşnaklara Saldırısı: "Ermenistan bağımsızlığının 13. yıl dönümü münasebetiyle Beyrut'taki Ermenilerden Taşnak cemiyetine mensup olanlarla komünist Ermeniler arasında karşılıklı gösteriler olmuştur. Taşnakların bulundukları kilise komünistler tarafından taşa tutul muş, arbedede 3 kişi ölmüştür." B- Sovyet Devriminin Rolü: Ermenistan Cumhuriyeti dışında 3. Cumhuriyet, 2.12.1931. 324 YOL kalan Ermeniler arasındaki hoşnutsuzluğu emperyalizm, daima kendi tarafına yontan bir nalıncı keseri haline getirmeye uğraşmış ve uğraşmaktadır. Özellikle Irak, Suriye, Türkiye sınırları emperyalizmin bu türden tahriklerinin gerek ekonomik gerek siyasal çeşitlerine sahiptir. Bu bölgelerde Kürtlük gibi Ermenilik de, kimi Suriye, kimi Irak, kimi Kürt ulusal hareketlerine karşı Fransız ve İngiliz emperyalizmleri ve onların yerli uşakları tarafından -eski zamanda kale duvarlarını delmeye yarayan koçbaşı gibi- ikide birde kullanılır. Burjuva basınında sık sık şöyle haberlere rastlarız: "Halep, 21 (Özel)- Suriye içindeki Deyrizör'den son günlerde Hasiç kasabasına gönderilip yerleştirilen yüzelli kişilik silahlı bir Ermeni kafilesi kanlı bir isyan çıkarmıştır. Ermeniler kasabanın hükümet konağına hücum ederek, Suriye Cumhuriyet bayrağını indirmişler, sonra 'istiklal isteriz' diye bağırmışlar, yaygaralar koparmışlardır. Bu isyana önayak olanların birkaçı tutuklanmış, fakat az sonra Fransızların müdahalesi üzerine serbest bırakılmışlardır. Vb..."4 Ermeni burjuvazisinin bu tür gösterilerden ne beklediği bilinemez. Belki de onun amacı, Doğu illerinde öteden beri içinden tanıdığı ekonomik ilişkiler sürecinde rol oynamak, kaçakçılık ticaretini sistemleştirmektir. Bununla birlikte bu gösterilerden bizim anladığımız şu iki sonuçtur: 1- Ermeni halkını yok yere emperyalizmin damataşı ve safrası haline getirmek: Yukarıdaki Hasiç olayı, Fransa'nın Türkiye ile Suriye ...5 karşı oynadığı bir oyundur. Ondan bir yıl önce Irak hükümeti Irak Kürtlerine karşı, kuzey Irak'da (Musul ve Kerkük'de) "bir hıristiyan çoğunluğu vücuda getirmek" için "Kürt, Asuri, Ermeni kardeşliği fikri"ni ortaya atarken, gerçekte Kürt akınına Ermeni seddini siper etmekten başka ne yapıyordu? Yazık ki, orada ölenler hiç kuşkusuz Ermeni burjuvaları ve zenginleri değil, yine Ermeni fukarası ve işçisidir. 2- Kürt hareketine diken olmak: Gördük, Irak hükümeti Barzan Kürtlerinin önüne geçmek için Ermenileri kullanıyordu. Ağrı Dağı isyanı sırasında şöyle bir haber görülüyor: "Beyrut'tan Adana gazetelerine bildiril diğine göre, Taşnaklar tarafından Romanya, Bulgaristan, Fransa ve Yuna nistan'dan gelen temsilcilerin de katılımıyla Lübnan'ın Tecemdun köyünde bir toplantı yapmışlar, bu toplantıda kısaca, Kürt devriminin Ermeni yurdu davasına bağlı olup olmadığı sorunu ve diğer konular görüşülmüştür." 6 4. Son Posta, 22.9.1932. 5. Bir kelime okunamadı. 6. Cumhuriyet, 27.9.1930. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 325 Bu kısa haber bize gösteriyor ki, Ağrı olayı gibi ne olacağı büsbütün belirsiz ve ikinci derecede bir harekette Ermeni burjuvazisi, ortada ne fol ne yumurta olmamasına karşın paçaları sıvıyor. Yarın daha önemli bir harekette Kürt ve Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği bundan anlaşılmaz mı? Ermeni burjuvazisinin Taşnak Cemiyeti bu psikolojiyle her gün yeni bir macera aramaya ve biraz daha çok anarşiye ve nihilizme dökülmeye doğru gidiyor. Son zamanlarda Makedonya komitecileriyle de şansını denemeye varıyor. Uğurlar olsun. Bizi ilgilendiren Ermeni kapitalistleri ve emperyalizmin uşakları değil, Ermeni halkı, Ermeni proletaryasıdır. Sorunu bu açıdan koyarsak, hiç olmazsa Türkiye'nin bugünkü sınırlan içinde, salt bir Ermeni yoksul hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamıyla uzaktır. Başka bir deyişle, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik sorunu Türkiye içinde olanaksızdır. Türkiye'nin dışında ve komşularındaki Ermeniliğe gelince, yukarıda değindiğimiz Ermenilik ve komünizm noktası, Ermeni proletaryasıyla burada vermek istediğimiz Sovyetler Birliği'nin rolü, o sorunu da belli başlı bir taktik ya da strateji davası olmaktan çıkarıyor. Sovyetler Birliği, yıllardan beri bir barınak arayan mülteci Ermeni proletaryasına ve çalışkan halkına kucağını açtı ve özgür bir yurt sunuyor. Balkanlar'da, Suriye'de emperyalizmin kancık oyunlanna kurban gitmemeye lâyık olan Ermeni çalışkanlarını Sovyet vatandaşlığına çağırıyor. Bu çağrı olumlu ve açıktır, daha 1931 yılı sonlarında İstanbul'a Ermenistan Ticaret Komiseri Şahurdikyan bu iş için gelmişti. Gazeteler sorunu şöyle anlattılar: Sovyetler temsilcisi şurada burada "sık sık sınır olaylarına neden olan Ermenileri de Ermenistan'a götürmek için girişimde bulunacaktır. Gerek Suriye, gerekse Yunanistan'da bulunan Ermenilerin Batum'a kadar nakil masraflarını Cemiyet-i Akvam sağlamaktadır. Sevkedilecek genç Ermeni işçileri Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'da açılmış olan çeşitli fabrikalarda çalışma hakları 50 Rubleden 300 Rubleye kadar ücret alacaklardır."1 Bu sorunda da Kemalizm dünya proletaryasının ve Bolşevizmin bir daha elini öpsün der, asıl konumuza geçeriz. Yöntem ve Plan Şurası muhakkak ki ulusallık sorunu, Komintern'in olduğundan çok partimizin en zayıt cephesidir. Oysa dünya devrimleri çağında proletarya 7. Cumhuriyet, 8.11.1931. 326 YOL devriminin yarattığı yeni uluslararası dengeyle birlikte, geri ülkelerin ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketlerin proletarya devrimiyle olan ilişkileri, denilebilir ki 3. Enternasyonali ikinciden ayıran en önemli karakteristik noktalardan biridir. Diğer noktalardan biri de, Türkiye'nin kendisi bu ulusal kurtuluş hareketlerinden önemli bir tanesine sahne oldu. Fakat bu kurtuluş hareketi Kemalist burjuvazinin iktidar ve diktatörlüğü altına girdiği için, kapitalist niteliklerden ve çelişkilerden kurtulamadı. Ve kurtulamazdı da. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Türkiye dış ilişkilerinde ezilen bir ulus olmasına karşın iç ilişkilerinde ezen bir ulus rolünü oynamaktan geri kalmadı. Bugün Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var: Türklük-Kürtlük. Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz "Doğu illeri" sözcüğü altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu bir yoketme siyasetine uğratıldı. Kemalizmin bu sömürgeci, yoketme siyaseti, birçok tarihsel ve siyasal zorunluluklar yüzünden, uluslararası denge içinde bugüne kadar adeta tarafsız bir ilgi ya da ilgisizlikle görüldü. Hattâ belki emperyalizm Türkiye'nin bu "Doğu sorunu'na daha büyük bir ilgi göstermeyi, çeşitli manevralarına uygun buldu. Tarihsel ve siyasal nedenler arasında en önemlisi, Kemalizmin Doğu illerinde şimdiye kadar emperyalizmin oyuncağı olan derebeyi unsurlarla çarpışıyor görünebilmesi sayesindedir. Oysa derebeyliğin Kürdistan'da a- ' yaklandırdığı ya da ayaklandırabildiği yığınlar için sözkonusu olan şey, dini alet etmek ya da emperyalizme alet olmaktan çok, ekonomik ve ulusal baskıya karşı bir tepkiydi. Yani Kürt halkı zulüm denizine düşen herhangi bir insan gibi, emperyalizm ya da feodalizm yılanına sarılmaktan başka bir şey yapmıyordu. Bu ezilen halkı acıklı durumunda yalnız bırakmamak için onun özel durumunu incelemenin ve saptamanın zamanı artık gelmiş de geçmiştir. Çünkü bizzat "emperyalizme alet olan" zümreler bile, bu kitleler arasında artık salt dini kışkırtmalardan başka yöntemlerle propaganda ve hareket yaratma girişimindedirler. Bu ve buna benzer girişimler karşısında Kemalizmin şimdiye kadar aldığı tavır, şimdiden sonra da uygulayacağı yöntemler için de örnektir: Kanlı uslandırma seferleri -ilan edilmemiş sürekli sıkıyönetim- askeri yoketme siyaseti! Kemalizmin "Doğu illeri"ndeki yengin taktiği budur. Türkiye proletaryasıyla onun keşif kolu, bu militarist diktatörlükten aynı derecede bütün ezilenlerin bilinçli kılavuzu olmak zorundadır. Doğu illeri sorunu bir ulusallık sorunu olduğuna göre, sorunu bu bakımdan TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 327 araştırmakta -dünyada yeni devrim dalgalarının yakınlığı oranında- geri ve geç kaldığımız kesindir. Leninizmde ulusallık sorunu yöntemce soyut olmaktan çok somut bir davadır. Lenin ulusallık sorununu ele alıp incelerken tutulacak yöntemi şöyle tanımlar: "Varolan ilkeler sözle değil, fakat somut tarihsel durumun ve herşeyden önce ekonomik durumun açık tahlili; ezilen sınıfların, işçilerin, sömürülenlerin çıkarlarını, güdücü sınıfların çıkarlarından başka bir şey olmayan, ulusal denilen çıkarların genel kavranışından iyice ayırtmek gerekir. Gene, ezilen, bağımlı ve hukuk eşitliğinden yararlanmayan ulusları, ezen, sömüren, bütün haklara sahip olan uluslardan dikkat ve özenle ayırtetmek gerekir. Böylece yeryüzü nüfusunun büyük bir çoğunluğunun en zengin, ekonomik açıdan en ileri, küçük bir kapitalist uluslar azınlığı tarafından köleleştirilmesini, fınans-kapital ve emperyalizm dönemine özgü olan bu köleleştirmeyi, maskelemeyi dener. Demokratik burjuva yalanına karşı koymak gerekir." 8 Lenin'in bu metodolojik satırları, bize herhangi bir ulusallık sorununu nasıl koymak gerektiğini yeterince öğretiyor. Buna Leninizmin yine ulusallık sorunu hakkındaki öteki ilkelerini de eklersek, ulusallık sorununu araştırırken hangi noktalardan yürüyeceğimiz daha belli olur. Bu noktaları şöyle saptayabiliriz: 1- Ulusallık sorunu varolan ve mutlak ilkelere göre değil, somut: a) Tarihsel b) Özellikle ekonomik tahlillerle araştırılır. 2- Ulusallık sorununda egemen sınıflarla ezilen sınıfların (işletenlerle işleyenlerin) çıkarları birbirine karıştırılmamalıdır. 3- Ulusallık sorununda egemen ulusla ezilen ulusun (ezenlerle ezilen lerin) çıkarlarını iyice ayırtetmek gerekir. 4- Ulusallık sorununda demokratik burjuva palavralarını ulusal kurtu luş hareketinden ayırtetmek gerekir. Ya da Stalin'in dediği gibi, ulusallık sorunu reformla (Teşkilat-ı Esasiye ile) değil, devrimle çözümlenir. 5- Ulusallık sorunu özü gereği bir kitle sorunudur. Yani: a) Ortada bir ulus bulunmalı; b) Sorun, Lenin'in "horoz dövüşü" dediği ulus kavgaları değil, "halkın geniş kitleleri içinde bir tepki fışkırtır" olmalı. 6- Ulusallık sorununun şu söylenenlere göre aslı bir köylü sorunudur. Burjuva devrimleri çağında köylü hareketi, demokrasi devriminin bir parçasıydı. Fakat bugünkü proletarya devrimi çağında egemen ulus finanskapitali, ezilen ulusun özellikle köylüsünü soyup soğana çevirdiği için, köylü sorunu küçük-burjuva niteliğiyle egemen ulusa karşı bir ezilen ulus 8. Lenin: Bütün Eserleri, c.XXV, s.286. 328 YOL sorunu ve böylece de bir dünya devrimi sorunu olmuştur. 7- Ulusallık sorunu bir dünya devrimi sorunu olduğuna göre, olumlu ya da olumsuz niteliği, ancak dünya devrimine oran ve görecelilikle belirir. Girişte genel olarak açtığımız sorudan sonra vardığımız mantıksal sonuç şu oldu: Türkiye'nin içindeki Doğu sorunu genel olarak bir ulusallık sorunudur, özel olarak Kürt ulusallığı sorunudur. Sorun böylece durulaştırıldıktan sonra, araştırılacak konular aşağı yukarı şunlardır: 1- Türkiye'de bir Kürt ulusu var mı? 2- Sosyal olarak Kürt ulusu davası özü gereği bir köylü sorunu mu dur? 3- Kürt köylülüğü sömürge baskısı altında mıdır? 4- Kürt ulusu bu baskılara karşı ne gibi tepkiler gösteriyor? (Bu tepki lerde sınıfların rolü?) 5- Kürt ulusu davasının dünya devrimi ve Türkiye proletarya devri miyle ilişkileri nelerdir? Kürt Ulusallığı TARİHSEL DURUM Yunanlı Herodot, Kızılırmak'ın alt nehir yatağının batısına Kato-Asya derdi. Romalılar, Fırat sınırına kadar uzanan aynı bölgeyi Küçük Asya adıyla anarlardı. İşte bu aşağı ya da Küçük Asya denilen Anadolu'nun ötesi, bugün Doğu illeri dediğimiz yerdir. Gerek Yunan, gerekse Roma uygarlıkları tarafından Anadolu'dan ayrı tutulan bu ülke, Arap-İslam istilasına kadar Pers Imparatorluğu'nun elinde kaldı. 13. yüzyıl sonlarına doğru Selçukluların, 15. yüzyıl ortasından sonra Timur torunlarının hükmünde yaşadı (Akkoyunlular). Osmanlılar ilk kez Yavuz Sultan Selim döneminde İranlılarla yapılan Çaldıran Savaşı'ndan sonra, yani 16. yüzyılın son çeyreğine doğru, Diyarbakır ötesine kadar Kürdistan'ı ele geçirdiler. Fakat o bezirgan derebeyi istilacılığının içyüzü malûm, o zamanki devlet sınırlarında zapt ve istilanın anlamları, bugünkülere oranla adeta metafizik bir belirsizlik, görecelilik ve istikrarsızlık içindeydi. Onun için Osmanlı Imparatorluğu'nun Doğu ve Batı (İran ve Avusturya) arasında bitmez tükenmez zigzagları sırasında, Yavuz'dan çok sonra daha uzun süre, ta Sultan V. Murat dönemlerine kadar, Kürdistan'da İran derebeyleri ve şatoları hüküm sürdü. Kürdistan bölgesinin uzat tarihi gözönünden geçerken şu sonuçlar belli oluyor: 1- Kürdistan yaylası Anadolu'dan ayrı bir ülke olarak kalmıştır: Gerek Yunan uygarlığı, gerek Roma İmparatorluğu döneminde bu ayrılık ufak tefek farklarla aynen kaldı. Ondan sonra Bizans ve Pers devletlerinin doğal sınırları uzun süre hep Anadolu yaylasıyla Kürdistan yaylasının sınırları oldu. Roma uygarlığı gibi kadim imparatorlukların daha geç bir örneğinden başka bir şey olmayan Osmanlı İmparatorluğu içinde Kürdistan, Anadolu ile bilişikliğiyle, mağrur Acemlerden Türklere geçen yarı-bağımsız derebeylikler halinde sarp bir ada gibi kaldı. 2- Kürdistan yaylası dört yol ağzıdır: İslam Araplığı (ya da Arap bezir ganlığı) Irak'ta Basra ve Küfe karargâhlarını kurduktan sonra İran'ı zaptet mek isterken, Kürdistan düğümünü ele geçirmişti. Cevdet Paşa Muaviye'den kaçan İranlılar "...9 nam mevkide toplanmışlardı" diyor, "ki 9. Bir kelime okunamadı. 330 YOL buradan Pers ve Azerbaycan ve Dağıstan yolları ayrılıyor." Hattâ İranlılar "bir kere dağılırsak sonradan toplanamayız" der. Yüz bin ölü bırakıncaya kadar savunmada bulunmuşlardır. Fakat Kürdistan Doğuda, Hint, Çin, Orta Asya ve Rusya pazarlarına giden karayollarının başında değildi. O zamanki bilinen Batı, Avrupa dünyasının başlıca uğrakları olan Ak ve Karadeniz yollarının da iki koldan (Halep ve Trabzon'dan) uğrağıydı. Zaten Anadolu'nun sömürgeliğinin bir anlamı da buydu. 3- Kürdistan yaylası her uygarlığın uğrağı oldu: Doğuyla Batı arasında deniz yollarının bilindiği dönemlerde, bu en büyük köprü rolünü oynayan bölge, zorunlu olarak bütün istilacı uygarlıkların gelip geçtiği bir kervansaray halini aldı. Bunu kanıtlamaya kalkışmak boşuna zahmettir. Yalnız karakteristik bir örnek: Eski Müzeler Müdürü Halil Bey Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuasında Amida isimli kitabın bibliyografyasını yaparken, Kara Amid (Diyarbekir) beldesinin İslamiyetten Osmanlılığın eline geçinceye kadar tam 23 hükümet görüp geçirdiğini kaydediyor. Osmanlı İmparatorluğu, bütün öteki imparatorluklar gibi, Kürdistan'ın sosyal bünyesinde herhangi bir değişiklik değildi. Yine daima ataerkil klan ve aşiret manzarasını koruyor. Yalnız Osmanlı İmparatorluğu adına, belirli yol uğraklarında yarı misafirhane, yarı devlet kılıklı şatolar kuran bazı resmi derebeyler, bu yollardan geçecek bezirgan kervanlarının, çevredeki aşiretlere karşı güvenliğini gözetiyordu. Bazen 20 saatlik yarı çaplı bir çember içindeki geniş bir ülke (bugünkü 5-10 Türk ili) içinde bulunan tüm aşiretler, imparatorluğun oradaki temsilcisi derebeye boyun eğerdi. Başlarından bir imparator gitmiş, diğeri gelmiş; bu, yerli aşiretlerin umurunda bile değildi. Onun için aşiretler üstünde saltanat sürmek, görünüşte bir ip cambazlığını becerebilmek demekti. Derebeyi Osmanlılığın son dönemlerine doğru Türk burjuvazisi adına, yabancı kapitalizmin dayattığı reformlarla yan yana, saltanat devletinin merkezileşmesi başladığı ve güçlendiği zamanlarda, Kürdistan'daki klan sisteminin kılı kımıldamadı. Hattâ Tanzimat-ı Hayriye sıralarında küçük derebeyliklerin "ilga" edilmesi, Kürdistan aşiretleri için bir felaketten çok, bir nimet olmuştur. Tam merkeziyelli bir devlet ağı kuruluncaya kadar, aşiretler daha başıboş ve serbest kalmışlardı. Meşrutiyet burjuvazisinin sahneye çıkışı, Kürdistan aşiret ulularının, ağa ve beylerinin ekmeğine yağ değil, kaymak sürmüştür. Söylediğimiz gibi Kürdistan'da ulusal uyanış, iç gelişme ve dış kışkırtmalarla büyüyen Ermeniliğin, tarihinde ender görülür bir ölçüde çapul edilmesi, bir sanatları da çapul olan ağa, bey ve ululan biraz daha TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 331 tombullaştırmak ve güçlendirmekten başka bir sonuç vermedi. Tarihin tersi cilvelerinden biri de Kürdistan yaylalarında gerçekleşti: Yalnız ekonomik temel üst katları etkilemez, üst katlar da hattâ aynı derecede ekonomik temeli etkilerler. Siyasal egemenliği elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi, Kürt aşiret ve beyleriyle elele vererek, daha yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin hemen hemen Türkiye'deki kökünü kazıyabilmiştir. Türk burjuvazisi birdenbire, koca Kürdistan'da yalnız Kürtlükle karşı karşıya kalıvermişti. Bereket versin, Osmanlı çorbasına henüz şalgamından turpuna kadar her nesne karıştırabiliyördu. Zaten Türklük bile, daha ancak Kürdistan'ın merkezinden gelmiş bir Kürt memurunun (Ziya Gökalp'in) derleyip toplamaya kalkıştığı ve Durkheim'dan saçmaladığı bir dayanışmacılık perdesi altında Türkçülük ideolojisiyle yeni uyanıyordu. Galiba olan basit bir değiştokuştu: Türklük, Kürtlüğe maddeten şişmanlama olanaklarını (Ermeni çapulunu ve katliamını) bağışlıyor, buna karşılık olarak Kürtlük de Türklüğe manen kabarma ideolojisini (Ziya Gökalp Türkçülüğünü) sunuyordu. Ateşkesle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nun zafer arabasından inmeye bir türlü razı olmayan Meşrutiyet burjuvazisi temsilcileri, hattâ hanedan temsilcilerinden daha kötü bir sonla olmamışa döner. Cumhuriyet burjuvazisi dünya proletarya devriminden aldığı hızla yeni yeni sahneye çıkarken, Bolşevik devriminin sınırlarında birkaç bekçi köpeği dikmek isteyen emperyalizm, bilinen Beyaz Ermenistan ve Beyaz Gürcistan gibi bir de Beyaz Kürdistan kurma amacındaydı. Asıl o zamanki Türkiye'nin belli başlı merkezlerinde Kürt aydınları tarafından, zayıf, kansız bir Kürtlük akım ve örgütü başgöstermişti. Kürtlük akımı, daha bu ilk taze uyanış dönemindeyken dünya ölçüsünde görüş yokluğuna, ya da sosyal bünyenin ağırlığına kurban gitti. 1- Dünya ölçüsünde görüş yokluğuna kurban gitti: Çünkü Türkiye'de kısaca "mütareke yılları" denilen dönem, dünyada açılan proletarya devrimleri çağının en dalgalı ve fırtınalı bir aşamasıydı. Dünya ölçüsünde bir görüş ufkuna sahip olabilen, hattâ dünyaya bile gerek yok, burnumuzun dibindeki Çarlığı deviren Bolşevik ülkelerinde olan biteni, ne kadar az olursa olsun fark eden herhangi bir siyasal akım, çarçabuk görüp anlayabilirdi ki, bugün dünyada rol oynayan en büyük güç dünya işçi sınıfının ideolojisi, komünizm ve Bolşevizmdi. Yeryüzünde herhangi bir geri ülkenin ulusal kurtuluşu ancak ve ancak bu büyük güçle elele verdiği zaman cidden ve sürekli olarak tutunabilir, olumlu bir rol oynayabilir. Şu halde 332 YOL eğer sözkonusu olan bir Kürt ulusal hareketiyse, bu hareketin biricik şaşmaz yolu vardı: komünizmle elele vermek. Yani yakın Sovyet devriminden hız ve yön almak... Yeni doğmuş Kürt ulusçuluğu bunu yapmadı. Oysa Türk burjuvazisi yaptı. 2- Sosyal bünyenin ve geçmişin ağırlığı altında ezildi kaldı: Kürdistan'm egemen ve yengin sosyal bünyesi, klan ve aşiret ululuğu ve beyliği sistemiydi. Bu sistem geleceği değil, geçmişi özleyebilirdi. O zaman geçmişe dört elle sarılmış: a) Türkiye'de saltanat; b) Dünyada emperyalizm vardı. Onun için Kürdistan'daki yengin nitelik bu ulusal ve uluslararası katmerli karşı-devrimin peşinden sürüklenmeye zorunlu oldu. Marksizmin temel ilkesini bir daha doğruluyor: Varlık düşünceyi saptıyordu. Eğer birinci şıktaki görüş ufkuna düşünce, ikinci şıktaki Kürdistan'm sosyal bünyesine varlık dersek, o düşünce kıtlığını bu varlığın baskısından başka hiçbir şey açıklamaz. Onun için biz o zamanki Kürtlük akımının temsilcilerini budalalıkla, kafasızlıkla suçlayacak kadar hayalperest olamayız. O bunalımlı dönemde bütün zırhlılarına, fiyakalı taburlarına, gayet camgöz ve paralı casus ve hafiyelerine karşın emperyalizm, ölüm titreyişleri geçiren şaşkın bir canavar haline dönmüştü. Onun Kürtlüğe, Ermeniliğe vb. o sırada gülümser görünüşü bile, ölüm dönemindeki bir tetanoslunun "rire hyppocratique: Hipokratik eziliş"inden, Sokratvari sırıtışından başka bir şey değildi. Bu sırıtış, ondan medet umanları pençesine geçirmek isteyen vahşi bir hayvanın hilekâr çehre oyunundan farksızdı. O zamanki Kürt ulusçuluğu bunu göremedi, fakat görüş ufkunu bu kadar daraltan şey zekâsızlığı ve yeteneksizliği değil, içinden doğduğu ve temsilcisi olmak istediği Kürdistan sosyal bünyesinin ruhuna yaptığı baskıydı. O zamanki Kürt ulusalcılığı, tarihsel durumu yüzünden kendisine hâlâ derebeyleri lider yaptı. Bir iskeletten farksız olan Sultanla uzlaştı. Hâlâ anavatanda patlayan işçi hareketi önünde vahşi hayvanlara özgü bir panik psikolojisine düşmüş emperyalizmden medet umdu. Anadolu'da daha bir depreşme ve toplaşma başlangıcı sezilmek üzereyken, Bedirhanilerden (Kâmran-Celadet-Cemil), halifenin gizliliğine dayanarak, İngiliz binbaşısı Noel ile birlikte, yanlarına aldıkları 15 Kürt atlısına yaslanarak,*"Malatya'ya savaş yoluyla girdikleri zaman Kürt bayrağını" çekmeye kalkışıyorlardı (Gazinin Nutku). Kürt ulusalcıları, ezilen Kürt miriyvolarının içine girerek Kürt köylülüğünü barut gibi ıhtılalcileştirecek devrim sloganları ve örgütleri yaratacak ve Anadolu köylülüğünün ulusal kur- TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 333 tuluşuyla eşit haklı ve ortak anti-emperyalist cepheli bir müttefik gibi kardeşleşecek yerde, sultanın ve musallat emperyalizmin, Anadolu'da yeni beliren ulusal harekete karşı aleti olma tehlikesine düştü. Malatya'da İngiliz binbaşısı ve onbeş Kürt atlısıyla Bedirhanileri karşılayan Mutasarrıf Bedirhani Halil ile Harput Valisi Galip yönetiminde Sivas Kongresi'ni bozmaya kalkışmak, ne yaptığını bilmemek, o zamanki taktiğe göre dosta kılıç çekip, düşmanın kucağına düşmekti. Kürtçüleri ölüm darbesiyle vuran etkenlerin başında şu iki neden gelir: 1- Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketinin özü gereği bir geniş çalışkan köylülük sorunu olduğunu bilememek, yani nesnel olarak kitleden kopmak. Oysa o ikiyüzlü Cumhuriyet burjuvazisi küllü ayıbıyla birlikte, hiç olmazsa palavra ve sahtekârca da olsa, bir "memleketin efendisi köylüdür" ikiyüzlülüğüyle Türk köylülüğünü aldatmak silahını kullanmıştı ve hâlâ da kullanıyor. 2- Öznel olarak Kürtçülüğün belini ortasından baltayla kıran ikinci önemli etken, onun örgütte de derebeyi artıklarına dayanması, ağa ve bey şeflerle ve kadrolarla iş görmeye kalkışmasıdır. Oysa bir Kürt aydınları ve köylülüğü bloğu pekâlâ olanaklı olabilirdi. Bu nesnel ve öznel etkenler yüzünden, İstanbul'da Mardin yoluyla gelen ve 13. Diyarbakır kolordusunun bir süvari alayına karşın olaysızca Malatya'ya karşılanarak giren Bedirhaniler, üçbuçuk subayın örgütlü müdahalesi önünde çil yavrusuna döndüler, 11 Eylülden sonra Erzurum Kongresi'nde bunlarla uzlaşmanın daha doğru olacağını söyleyen askeri örgütün Malatya cüzüne, Mustafa Kemal şu telgrafı çekiyordu: Urfa ve civarında İngiliz güçleri azlıktır. "Kürtlerin de sosyal olarak başarılı olsalar bile askeri güçler karşısında ne dereceye kadar başarılı olacaklarını takdir buyurursunuz." (Gazinin Nutku) Başka bir deyişle, Cumhuriyet burjuvazisi Kürt ağa ve beylerinin "sosyal olarak başarılı" olabileceklerini bile tahmin etmiyordu. Ve gerçekten de öyle oldu. Hemen hemen aynı tarihlerde, taşra burjuvazisi adına Mustafa Kemal Paşa, İstanbul burjuvazisi adına Bahriye Nazırı Salih Paşa, imzaladıkları 11 Eylül 1919 tarihli ikinci protokolde, makamı saltanat, hilafet hakkında bir sürü güvenceden sonra şu satırları imzalıyorlardı: "Kürtlerin bağımsızlık amacı görünüşü altında yapılmakta olan söylentilerin önüne geçme konusu görüşüldü." Artık ondan sonra, doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız, her Kürt hareketinin alnına ünlü damgalar basıldı durdu: 1- Karşı-devrimcidir; 2- Yabancı pa-rasıyladır. O zamanki durumu tahlil eden bir milletvekili, Sakarya'dan sonra Fransızlarla güney anlaşması biterken, Zalim Çavuş adında birinin 334 YOL Koçgiri taraflarındaki "talanını" şöyle açıklar: "Alişar namlı haydutlar... Dirlik, Refahiye, Kuruçay, Kemah çevresini birleştirerek özerklik verilmesi için telgraflar çekmiştir... Yabancı parası ve parmağı bu oyunu oynuyordu."10 Nicelikçe Kürtlük Türkiye Cumhuriyeti'nde Anadolu'nun ve Kuzey Karadeniz kıyılarının dışında bir "Doğu illeri" kavramı ve damgası var. 17 il sınırını içine alan bu bölgeye, rastlantıyı Allah saymayanlar için, herhalde bir kapris eseri olarak böyle bir ad takılmış sayılamaz. Bu bölge bir coğrafya bölünümünden ve kıtasından ibaret de değildir. Çünkü Kemalizm, güya genel bir yasa kisvesi altında oluşturduğu Genel Müfettişlikler oyununu yalnız bu bölgenin başına "Birinci Müfettişlik" adıyla oynadı. Ve herkesten iyi Kemalizm bilir ki, bu öyle kuru bir merkeziyet, yani genel işlerde halkın işlerini kolaylaştırmak vb. saçmaları gibi, bir burjuva devleti için boşuna masraflı olacak bir külfetten ileri gelmez. Birinci Müfettişlik, hâlâ halkının baş ucunda asılmış bir Demokles'in kılıcı, bir ilan edilmemiş köpekçe sıkıyönetim, bir en yırtıcı ebedi terördür. Bu nitelikler gözönünde tutulduktan sonra, bütün bu bölgenin önce bir ayırtedilişinin, sonra militarist bir zulüm sistemiyle yönetilişinin Kemalizmin keyfi ya da babasının hayrı için yapılmış ve yapılmakta olmadığı kolay anlaşılır. Doğu illeri bölgesinin asıl adı Kürdistan'dır ve bunun böyle olduğunu anlamak için, hattâ Doğu illerinin içlerine doğru Başbakanvari bir yolculuk yapmaya bile pek gerek yoktur. Türkiye Cumhuriyet atlasını açınız, şöyle kasaba adlarına bir göz gezdiriveriniz: "Dil devrimi"nin bu adları Türkçeleştirmek konusundaki bütün gayretlerine karşın, büyük çoğunluğunun sizin -yani Türklerin- anlayamayacağı bir dilden olduğunu hayretle görürsünüz: Hakkari-Van-Bitlis-Siirt-Mardin-Harput-Urfa-Malatya-Sivas vb... yalnızca il adları olan bu kelimelerin Türkçeyle bir ilgisi var mı? Gerçi belli olmaz, bakarsınız bir "tarih devrimcisi" çıkar, bize Atena'nın at-ana olduğunu öğrettiği gibi, örneğin Malatya'nın Türkçe malat-ye kelimelerinden, Mardin'in mert: erkek + inden (erkeğin oturduğu mağara sözlerinden), bilmem Siirt'in seyirtmek lâfından, yok Bitlis'in bitli İsa palavrasından geldiğini ve daha kimbilir neler Türkçeleştiriverir. Aslında il adları geçmişin birer yadigârı da sayılabilir. Fakat bir ülkenin hangi kavime ait olduğunu gösterecek asıl adlar, küçük kasabacık ve köy 10. Urfa milletvekili Şeref: "Birinci Millet Meclisi", 3.1.1932. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 335 adlarıdır. Biz gelişigüzel bir örnek olmak üzere, Başbakan İsmet Paşa'nın Büyük Millet Meclisi'nde temsil ettiği seçim bölgesini ve Doğu illerinin en Batı ilini, yani Malatya'yı ele alalım ve onun da köy adlarını değil de daha ikinci derecede olan ilçe ve bucak adlarını resmi devlet yıllığında görelim. Malatya ilinin sekiz ilçesiyle bucak merkezleri şunlardır: 1- Malatya: Merkezinde Porga, İspendre, Tahir, Kuzene, Kal'a; 2- Ariha ilçesinde: Sürgü, Levent, Guracık; 3- Arapgir ilçesinde: Şotik, Motmur; 4- Pütürge'nin: Keferdiz, Merdis, Tahsis, Sinan; 5- Eğin ilçesinde İlçi (sakın Lenin'in kökeni olmasın?), İnseti, Ağın Paşkeli; 6- Kâhta ilçesinde: Tokariz, Merdis, Alut, Sincik (Bremişe); 7- Adıyaman: Samsat, Kuyucak, Karıcık, Çalgan, Tut; 8- Hekimhan: Hasan Çelebi, Gelengeç. Bu durumda Cumhuriyet burjuvazisinin Doğu illeri dediği Kürdistan'ın bugünkü Türkiye sınırları içinde yeri, tuttuğu yer nedir? 1928 ve 1929 tarihli T.C. yıllığına göre: "Türkiye'nin kayıtlı genel nüfusu" 10.915.909 kişi; yüzölçümü 762.730 km2'dir. 17 Doğu ilinin (Erzincan, Erzurum, Elazığ, Urfa, Beyazıt, Bitlis, Hakkari, Diyarbakır, Siirt, Şebinkarahisar, Gaziantep, Kars, Gümüşhane, Mardin, Maraş, Malatya, Van) sözedilen devlet yıllığınca nüfusu 2.738.267 kişi ve yüzölçümü 251.131 km2'dir. Yani Doğu illeri Türkiye Cumhuriyeti'nin nüfusça %24,7'si, toprakça %32,8'i oranındadır. Yuvarlak hesap söylenecek olursa, Türkiye Cumhuriyeti'nce yarı resmi şekilde sınırları çizilen Kürdistan, bugünkü Türkiye'nin nüfusça dörtte biri, toprakça üçte biri demektir. Fakat bu oranlar kuşkusuz Türkiye içinde Kürt çoğunluğunu oluşturan iller için böyledir. Yoksa Kürt halkının bulunduğu bölgeler, bu 17 ilin sınırlarından çok daha geniştir. Batıda Sivas ve Adana, kuzeyde Ardahan ve Artvin illerinin sınırlarını aşar. Yukarıda Zalim Çavuş'un "talan" ettiği, Alişanların özerklik istedikleri bölgeler, kısmen Sivas iline dahildir. Doğu taraflarında seyahat eden bir Kürt düşmanı, Beyazıt ve Ağrı dağı bölgelerinde Kürtlerin salgınından söz ederken şunları yazıyor: "Fakat derebeylere zayıf düşmesi ve sonra da ilga edilmesi sonucunda Dicle sularında gezgin bir biçimde yaşayan bu Kürtler, buraları istila ederek ülkeyi çekirge saldırısına uğramış bir tarla gibi harap etmişlerdir! Ve tahribat çok derindir." Pek acıklı olarak devam etmektedir: "Kürtler buralarda da kalmamışlar, yavaş yavaş daha kuzeye, Kafkasya'ya sokulmuşlardır. Gürcistan sınırında, Ardahan'ın otlaklarında, hattâ Yalnız Çam geçidinde (Artvin ili) bile bunları aynı vahşilikle, kaba ahlâkla, aynı toplum örgütüyle görmekteyiz."11 11. Yusuf Mazhar: Ararat Eteklerinde, Cumhuriyet, 10.7.1930. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN Fakat Kürtlük deyince, onu yalnız Türkiye sınırları içine sığdırmak yeterli değil. Eski dünyada bugün Doğu ve Batı diye bir sınıflama nasıl olanaklıysa, tıpkı öyle iki Balkan vardır: 1- Batı Balkanları; 2- Doğu Balkanları... Batı Balkanlarını bilmeyenimiz yoktur. Genel olarak Balkanlar dediğimiz Avrupa kısmı. Fakat Asya Balkanları ya da Doğu Balkanları diye henüz adı konulmamış bir Balkanlar var ki, onun herkesçe belirli ve bilinen tek bir adı yok. Muz gibi yiyenin niyetine göre çeşni değiştiren birçok adı var. Bu Balkanlar, bugünkü Kürdistan'ın sınırları üstündedir. Avrupa Balkanları gibi, Asya Balkanlarının da, büyük ve tarihsel geçitliliği yüzünden, Kürt, Ermeni, Arap, Süryani vb. gibi birçok ırk ve kavim karmakarışık, içli dışlı, bir arada bulunurlar. Avrupa Balkanları gibi Asya Balkanlarında da bu Arap saçı haline gelen ırk ve uluslar, ikide birde çatışırlar, şu ya da bu yabancı devletin ad ve hesabına komiteciler yetiştirirler. Bir farkla ki, Asya Balkanlarında Doğululuk egemendir. Asyalılık mühürü bütün şiddetiyle hüküm sürer. İşte Kürtlük denince ve bu Asya Balkanlılığı içinde, oldukça türdeş bir ırk ve geçim birliği temsil eden bir nüfus anlaşılır. Kürt deyince yalnız Türkiye sınırları içinde bulunanlar hatırlanmamalı. Batı İran'da, Kuzey Irak'ta, hattâ Suriye'de de Kürtler vardır. Kürtlerin Kafkaslar'a kadar çıktığını yukarıda görmüştük. Ağrı* isyanı, Türkiye'ye karşı İran Kürtleri içinde hazırlandı; Ağrı isyanından, birkaç ay sonra başta Barzan şeyhi olmak üzere, Irak hükümetine karşı kışkırtılan Kürt hareketi Irak'ta patlamış ve yıllarca sürmüştür. Nitelikçe Kürtlük (Ulus Olarak) Niceliğine, miktar ve sayısına kısaca işaret ettiğimiz Kürtlük nitelikçe ne haldedir? Başka bir deyişle ulus olarak bir Kürtlük var mıdır? Bunu araştırmak için önce ulus denilen gerçekliğin: 1- Tarihsel; 2- İstikrarlı bir olay olduğunu hatırlamak gerekir. Sırasıyla soralım: 1- Kürtlük istikrarlı bir varlık mıdır? Evet. Kürdistan denilen bölgenin yüzyıllardan beri tanınmış sosyal özelliği ve bu bölgelerde oturan insan kümelerinin içinde belki en eski bir kavim olarak ("tarih devrimcileri" duymasın) Kürtlerin bulunuşu, bugün bir olay olan Kürtlük topluluğunda su götürmez bir istikrarın varolduğunu, Kürtlüğün bir fatih peşinde koşarak toplaşmış gelgeç bir kalabalık olmadığını, belki şimdi de dahil olmak üzere şimdiye kadar üstünden sel gibi aşıp geçen binbir fatihe karşın bir varlık olarak kaldığını kanıtlamaya yeterlidir. 2- Kürtlük tarihsel bir olay mıdır? Buna 337 da evet. Gerçekte Kürt kavmi ve Kürt aşiretler topluluğu, yüzyıllardan beri varoluşuna karşın, bağımsız bir Kürtlük, bir Kürt ulusu davası, ancak dünya proletarya devrimleri çağına karşılık gelen, Doğunun ezilen uluslarındaki ulusal uyanış tarihinden önce ciddi bir şekilde başlamış değildi. Osmanlı İmparatorluğun'da derebeyi sistemi galip geldiği sürece Kürdistan içlerinde Kürtlük akımı değil, aşiret gayreti egemendi. "Bağımsız Kürdistan" sözü, Kürtlüğün ulus olarak bir başka ulusa karşı konulusu, ancak yakın dönemin ve bugünün sorunudur. Tarihte Kürtlük olayından sözederken, bu böylece bilindikten sonra bilinen "ırk" tasarısını da unutmayalım. Türk burjuvazisi, o ender "tarih devrimciliği" hızıyla bütün "uygar" ulusların Türk olduklarını kanıtlarken, "vahşi" Kürtlerin de "irken" aslında Türk olduklarını ya da safkan Türkleri Kürrteşlirdiklerini ileri sürmekten geri kalmıyor. Adı geçen yazar bu noktaya şöyle değinir: "Yanımda aydın geçinen bir kişi vardı. Ev sahibinin durumunu görerek, 'Azeri Türkler burada Kürtlerin üzerinde ne derin etkiler yapıyorlar... bak adama! Bu Kürtten çok Türkü andırıyor' demişti. 'Zavallı şaşkına olayı tersine görmesi gerektiğini anlatamadım, Çünkü o bir Türkün Kürtieşebileceğini aklına sığdıramıyordu. Fakat gerçek böyleydi ve böyledir de."12 Tabii ciddi bir konuda "Kürtleşmiş" olanların hangi ırktan olduklarını anlamak, kan muayenesi yöntemlerine başvurmak ancak Kemalist ulusçuluğunun, o da nalıncı keseri türünden harcıdır. Oysa böyle bir yöntemin mantıksal sonucunu Anadolu Türklerine de uygulamaya kalkışmak gibi Kemalizm için tehlikeli, bizim için boşuna bir olasılık da vardır. O zaman kimlerin kanlarında nelerin bulunduğunu "Allah bilir"di. Fakat ulusun tarihsel ve sosyal bir kavram, ırkınsa doğal ve çevresel bir nitelik olduğunu bilenler için bu üzüntü ve yapmacıkların anlamı yoktur. Onun için biz insanların Kürtleşmiş ya da Türkleşmiş olduklarına değil, bugün sosyal olarak Kürt mü, Türk mü tanındığıyla yetineceğiz. Bu iki ana hat çizildikten' sonra ulusallık sorununun özelliklerini de arayalım. Ulus deyince somut olarak nasıl bir topluluk akla gelir: 1- Yurt birliği: 2- Öz dil birliği; 3- Kültür birliği; 4- Ekonomi birliğini tüm olarak temsil eden bir topluluk. Kürtler böyle bir topluluk mudur? Bakalım: 1- Yurt Birliği: Yukarıda geçen düşüncelerden sonra Kürtlerin, yüzyıllarca süre Anadolu'dan coğrafya açısından bağımsız, özel dünya yollarının geçit ve uğrağı olmuş, iklim ve doğaca az çok türdeş bir yurt içinde, bir arada yaşamış bir topluluk olduklarını kanıtlamaya gerek kal12. Yusuf Mazhar: A.g.y., 19.7.1930 338 YOL maz. 2- Öz Dil Birliği: Kürtçe, Türkçe ile taban tabana zıt bir dildir. Fakat acaba bütün Kürtlerce konuşulan biricik bir dil var mı? Burada şu iki noktayı unutmamak gerekir: a) Öz Dil Birliği: Ulusal bir birlikten sözederken, mutlak istisnasız dil birliği değil, öz dil birliği kastedilir. Bugün Kürdistan'ın bazı il merkezlerinde ekonomik çıkarları Türk burjuvazisiyle az çok uzlaşabilen bazı Kürt burjuvaları ile Kürt aydınları arasında Kürtçeden kozmopolit bir tiksiniş vardır. Bu durum hâlâ bugün bile Türkiye'nin kültür merkezinde yaşayan monşerleşmiş Türk burjuvalarında görülenden farksızdır. Fransızca ya da Fransızlaştınlmış Türkçe konuşmayı bir üstünlük sayan Türk burjuvaları, bir Anadolu Türklüğünün varlığını nasıl inkâr etmezse, tıpkı öyle, Doğu illerinin Türkleşmiş gözüken kocaman Kürt tüccar, müteahhit ve memurları da biricik bir Kürt dilinin varlığını yok edemez. Aslen ulus dili olarak dil birliği denince, geniş halk tabakalarının konuştuğu ana dil, öz dil akla gelir. Doğu illeri denilen Kürdistan'ın halk dili böyle bir dildir, b- Şive Farkları: Kürdistan'ın eski uygarlıklara uğrak bir dört yol ağzı oluşu, çok eski zamanlardan beri, burada ana hatlarında ortak biricik bir dilin doğmasına ve yaşamasına olanak tanımıştır. Fakat sosyal bünyenin hâlâ bugün bile yarı klan ve yarı derebeyi durumunda kalışı, çeşitli bölge ve zümrelerin Kürtçeleri arasında bazı farkların bulunmasını gerektiriyor. Ama bu farkları gereğinden fazla büyütmemeli; hele Türkiye gibi, önemli bir azınlığın en ufak kültürel varlığına bile tahammül edilemeyen bir ülkede, en belirsiz siyasal hareketin bağışlanmaz bir cinayet sayıldığı kısmında, bu farkları pek doğal bulmak gerekir. Bununla birlikte, çeşitli şiveler arasındaki farklar, herhangi bir Doğu ulusu içinde bulunabilecek farklardan daha büyük değildir. Yerinde inceleme yapmış olan yoldaşlarımızın verdikleri: bilgilere göre, Kürdistan'da ve Kürtler arasında, adeta birbirinden farklı iki dil gibi sayılan iki şive var: asıl Kürtçe, Zazaca... Oysa bu şiveler arasındaki belli başlı farklar, şu üç tür nüanstan ibarettir: 1- İkinci derecede harflerin değişimi: Örneğin bazı kelimelerin asıl Kürtçe'sinde p,g,d harfleri, Zazaca'sında sırasıyla c, t, b gibi harflere dönüşüyor. Ya da asıl Kürtçe denilen şivedeki e, i sesli harfleri Zazaca'nın ov-oy seslerine dönüyor. Bugünkü Türkçe, çeşitli il ve bölgelerde bu kadarcık değişikliklere uğramaz mı? Örneğin bir buğday kelimesini alalım. Bu kelime Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde yalnız herkesin bildiği şu şekillere girer: buğda, buğdey, buydey, boğday, buğday, bûdey. büyde vb... ö harfi sert g ya da y TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 339 harfine dönüyor ya da büsbütün kalkıyor, y harfi olmamışa dönüyor. Seslilerden u harfi û, o, ü; a harfi e oluyor. Fakat bütün bu değişiklikler, Türkiye'de bir Türk ulusu bulunmadığını gösterebilir mi? 2- Eklemelerin değişmesi: Örneğin asıl Kürtçe'de im, dim ile biten kelimeler Zazaca'da î, e eklemeleri ile bitiyor. İstanbul yöresindeki geliyorum, Anadolu'da ya aradan ru kaldırılarak geliyom ya da büsbütün tuhaf eklerle gelipdurum, gelippatırım biçimlerine girmez mi? 3- Başka dillerden gelme: Kürtçe'de en çok Farsça olmak üzere, batıya doğru gittikçe artan tek tük Türkçe ve güneye doğru indikçe Türkçe'den az fazlaca olmak üzere Arapça kelimelere rastlanır. Fakat yabancı kelimelerin binbir çeşidiyle dolu olan Türkçe, bu yönden Kürtçe'yi geride bile bırakır. Yalnız burada bir yön akla gelir. Tarihsel kökenlerine bakılırsa, Kürtler eski İranlı istilacıların, Kürdistan yerlileriyle kaynaşmasından doğma sayılır. Bu itibarla Kürtçe'de Farsça'nın büyük bir etkisi olabilir. Fakat fiillerinin bünyesine bakılacak olursa, Kürtçe köklerini ayrı bir dil saymak gerekir. Her ne olursa olsun, hattâ Kürtçe'nin Farsça'dan çıkma bir dal budak olduğu kabul edilse bile, bugünkü Kürtçe ayrı bir birliktir. Ve nasıl Azeri lehçesiyle Osmanlı Türkçesi bugün Azerbaycan ve Türkiye gibi iki başka ulus yurdunun gerçekliğine engel değilse, tıpkı bunun gibi, ailevi bağları uzanan bir Kürtçe de, bağımsız bir ulus dili olmaktan geri kalamaz. 3- Kültür Birliği: Kürtlerin kendilerine özgü bir zihniyeti, bir "ulusal ruh"u var mı? Kürtleri yakından tanıyan yoldaşlarımız bize, geri nitelikte de olsa, Kürtlerde güçlü bir karakter özelliği bulunduğunu anlatmışlar ve Kürtleri her tanıyan için bunu teslim etmeme olanağı bulunmadığı söylemişlerdi. Gerçekten Kürdistan'ın her yanında Kürtlüğe özgü ortak niteliklerin bulunduğunu, o kadar ki, bu niteliklerin burjuvazinin bile ödünü patlatacak kadar sağlam ve sarsılmaz olduğunu, bizzat burjuva yazıcıları da sıkıntıdan terleye terleye anlatırlar. Doğu illerindeki oldukça özgün incelemelerinde biricik olan Yusuf Mazhar anlatıyor: "Kafkasya'dan göç etmiş Dağıstanlı Türkler buraya yerleşmişler... Bunlardan Diyadin civarında Taşlı Çay köyü etrafına yerleştirilen 3-4 bin kişi, Kürtlerin zulmünden kurtulmak için, hemen bir aşiret oluşturarak onların birçok adetini aynen kabul edip izleyerek dört yanlarını saran bu ilkel insanlar arasında varlıklarını zorla ve kısmen koruyabilmişlerdir. Dağıstanlıların başkanı olan Murat beyle görüşmüştüm. Bunların, isteklerine göre geçindikleri, sakin yaşama ve az çok insani duygulara karşı Kürtlerin nasıl düşmaıâık beslediklerini bu adamın dilinden dinlemelidir? (Bu soru işaretini biz koymadık.) Bu saldırganlıklar Dağıstanlıları gereği gibi değiştirmiştir. Diğer 340 YOL Dağıstanlılar yerleştikleri başka bölgelerde, böyle oluşumlarla kendilerini savunamadıklarından Kürtlere yenilmişler, kaynaşmışlar, adeta asimile olmuşlardır. Bu olgunun ortaya çıkmasını her yerde görüyoruz. Hattâ Erzincanlı gibi güçlü bir Türk muhitinde (bakın o "güçlü Türk muhiti"ne...) il merkezinin geceleri ışıkları görünecek kadar yakınında bir köy halkı Kürtlerin saldırganlıklarından, zulmünden kurtulabilmek için Kürt olmaktan başka çare bulamamışlardır. Bu olay 20-30 yıl önce tamamlanmıştır. Bunu Erzincan'da bilenler hâlâ vardır. Eğer sorarsanız size Mecidiye köyünün, Geçit köyünün Kürtleştiğini söylerler. Şimdi isyanın görüldüğü bölgelerdeki köyler -Gümüştepe, Beyazıtağa, Kızılkaya, Karabulan vb... Hattâ asilerin reislerinden Kör Yusuf un oturduğu Soluksu gibi- Türk adları taşıdıkları halde buralarda bir tek Türk kalmamıştır."13 Gerçi bu itiraflarda, üretici güçlerin oldukça geri olduğu bir bölgede, insan kümelerinin nasıl çarçabuk daha ilkel örgüt şekillerine döndükleri de var. Fakat dikkat edilirse bu şekil değiştiriş, salt bir sosyal bünye değiştirişinden ibaret kalmıyor. Kürtlerin yalnız yaşayış biçimine, uyulmuyor, aynı zamanda olduğu gibi Kürt dilini ve kültürünü benimseyiş ve Kürtleşiş kendini gösteriyor. Bu örnekler Kürt kültürünün ve düşüncesinin oradaki yaşayış biçimlerinin de hızlıca yardımıyla ne kadar etkili olduğunu yeterince anlatır. Ve bu zihniyet bütün Kürdistan içinde az çok nüanslarıyla birlikte, ortak ve geneldir. Türk burjuvazisi Kürtlüğe karşı iki tür önlem kullanıyor: 1- Yerleştirme siyaseti; 2- Göç ettirme siyaseti... Rum ve Ermeni azınlıkları üstünde denenen ve Türk burjuvazisinin epey istediği gibi dönen bu siyaset, Kürtlüğe karşı tutunabilecek mi? Yani Kemalist burjuvazi Türkiye'nin üçte birine varan Kürtlüğü ortadan kaldırabilecek mi? Birinci önlem, yani yerleştirmeyle, bütün korumalara karşın ters sonuçlar elde edildiğini burjuvazi bizden iyi bilir. Doğu illerinde yerleştirilen göçmenler, hattâ il merkezlerine en yakın olan köylerde bile, ya Kürtleşip kayboluyor ya da geldiği gibi kaçmaya zorunlu kalıyor. Göç ve yok etme yöntemlerine gelince, ilk olarak ülkenin üçte birini bir yandan diğer yana kaldırıp atmak ne olanaklıdır, ne de burjuvazinin beklediğini verir. İkinci olarak ulu orta yoketmecilik özellikle şu kültür konusunu ilgilendiren önemli sonuçlar vermektedir. Kürt halkının cidden nesli boldur. Verdiği kurbanlar, ezen Türklüğe karşı ezilen bir Kürtlük varolduğu kanısını, tüm Kürdistan halkı içinde genelleştirmek, yaymak ve derinleştirmekten başka hiçbir ürün vermiyor. Şu halde, Türk burjuvazisinin egemenlik ve 13. Yusuf Mazhar: A.g.y.., 19.7.1930 TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 341 baskısının süre ve şiddetiyle doğru orantılı olarak Kürtlüğün düşüncesi ve kültürü genişleyecek ve türdeşleşecektir. Kürdistan halkının öyle bir "Kürt kafası" deyişi vardır ki, bu kafa ezildikçe büyüyen ve kesildikçe çoğalan masal devlerinin başlarına benzer. 4- Ekonomik Birlik: Tarihsel ulus gerçekliğinin oluşumu demek, özel anlamıyla bir ülkede kapitalizmin doğuşu demektir. Fakat bugün biz o çorak kapitalizm-öncesi dünyasında değil, emperyalizm dünyasındayız. Emperyalizmse değil kapitalizm-öncesi, değil kapitalizm, kapitalizmin de "çürüyüp dağılan" ve ölüm aşamasıdır. Emperyalizmin bu özelliğinin bir. ' ifadesi de, kapitalist ilişkiler çerçevesine sığmayacak kadar geniş ve evrensel bir ekonomik ağın tüm yeryüzünü sarmış olmasındadır. Şu halde daha sorunun somut içine girmeden önce, ayda ya da bir başka yıldızda bulunmadığına göre, Kürdistan'ın da yeryüzünde olduğunu, yani biricik dünya kapitalist ekonomisi içinde sayılabileceğini kabul etmek gerekir. Sorunu genellikten ve soyutluktan çekip çıkarırsak, bir ülkede ulusallık ilişkilerinin doğması, pazar ilişkilerinin o ülke ölçüsünde genişleyerek gelgeçlikten ve rastlantısallıktan kurtulması anlamına gelir: Kürdistan'da egemen üretim biçimi henüz ataerkil kapalı ekonomi olmaktan kurtulmuş değildir. Fakat bütün geri ülkelerde ortak olan bu nitelik, Kürdistan ölçüsünde geniş ve oldukça sürekli pazar ilişkilerinin doğmuş olmasını reddetmez. Onun için böyle pazar ilişkilerinin varolup olmadığını değil -çünkü vardır- fakat Kürdistan'a özgü, yani Türkiye'den az çok bağımsız bir pazar ilişkilerinin bulunup bulunmadığını saptamak yeterlidir. Kürdistan'ın kendisinin bağımsız pazar ilişkileriyle Anadolu'dan ayrı kalışını bize açıkça gösterecek iki su götürmez olay var: 1- Kaçakçılık; 2- Gümüş para... A) Kaçakçılık: Güney sınırlarındaki bitmez tükenmez çapul sahneleri, güney sınırlarına Türkiye'den kaçan Ermenilerin yerleşmesi, güney sınırlarına yakın Hoybon Kürt İstiklal Cemiyeti'nin karargâh kurması, güney sınırlarının bir kaçakçı karakolları zinciriyle kuşak gibi kuşatılması... İşte dört olay ki, Kemalist burjuvazi için tanımı gayet kolay birer sorun: vatanhainliği! Fakat biz biliyoruz ki, bir şeye sövmekle, o şey yok edilmiş olmaz. Haydi 250-300 kişilik çetelerle ikide birde Urfa ovalarında, davarını, devesini, sürüsünü "hat altına" götüren "çapul sahnelerini, genel olarak kaçakçılığa zemin hazırlayan keşif kolu saldırıları sayalım. Fakat diğer manevi saldırı tarafını, "Ermeni yurdu"nu, "Kürt bağımsızlığı"nı nereye bağlayacağız? Ya bu müthiş ve sistematik 342 YOL kaçakçılığın kendisi neden? Hiç kuşkusuz bütün bu sorguların topuna birden yanıt verebilecek olan şu "her yerde hazır ve nazır" "alim, semi basir", "lâşerike leh ve lâ nazire leh" olan pazar "celle celâlüh"* hazretleridir. Emperyalizmin Nusaybin hattını bıraktırmayan pazar, Ermeni ve Kürt ajitatörlerine sınır boyunca siper aldırtan pazar, Erzurum'dan ve Erzincan'dan kalkıp Gaziantep'te krediyle kaçak alışverişine gelenlerin kıblesi ve cazibesi pazar! Bu pazar Kürdistan pazarıdır ve Kürdistan pazarı bu pazardır. Kaçakçılığın en büyük nedeni kim ve nedir: 1- Kemalizm; 2- Kürdistan pazarı. a) Kemalizm: Evet şaşılacak bir şey yok. Kaçakçılığı en çok kovala yan gibi, en büyük davet eden de Kemalizmin ta kendisidir. Cumhuriyet burjuvazisinin çelişkileri bir değildir. İç pazarı tekelci ve tefeci sermayenin kurbanlık koyunu haline getiren ve bu müthiş bunalım yıllarında, dünyanın hiçbir yerinde görülmedik derecede yüksek tekelci fiyatları halka dayatarak hayatı ateş pahasına çeviren Kemalizm, kaçakçılığa en büyük yemi hazırlayan bir sistemdir. Nitekim bunu bir komünist değil, bizzat finans-kapital yayın organının en sunturlu başmakalesi de itiraf eder: "Öyle yapılmalı ki, o kadar geniş ve o kadar az mangayla sınırlanan bir ülkede, bir sınırın iki yanındaki halk, fiyatça oldukça farklı yaşam koşullarına tabi olmamalıdır. Yani varsayılan demiryollarının yürüdüğü aynı sahra üzerinde kurulmuş iki köy, örneğin şekeri biri okkası yirmi kuruşa, diğeriyse yetmiş kuruşa yemek zorunda kalmamalıdır. (Yani Kemalizm Türkiye'ye egemen ol mamalıdır gibi bir şey.) Yoksa ne yapılırsa yapılsın kaçakçılık önüne geçilemez olarak kalacaktır."14 b) Kürdistan pazarı: Tabii Türkiye'nin bütün sınırlarının "iki ta rafındaki halk, fiyatça oldukça farklı yaşam koşullarına tabi"dir. Oysa kaçak ticaretin normal alışveriş derecesine girdiği Doğu illerinde buna ne den yalnızca bir tek değildir. Belli başlı nedenlerin önünde burjuvazinin "o kadar geniş, o kadar az mangayla sınırlanmış" deyişinden de anlaşılacağı üzere, Kürdistan pazarının, İç Anadolu'dan çok doğal ve tarihsel nedenlerle Suriye'ye bağlı oluşu gelir. Sözgelimi: a) Trablus, Nizip, Besni, Malatya; b) Saraypınarı, Suruç, Siverek, Elazığ; c) Resulayn, Viranşehir, Diyarbekir, Osmaniye, Palu, Kiğı, Erzincan vb. yollarıyla ta Karadeniz yayla larına (belki oradan İstanbul'a) ve Erzurum, Kars yaylalarına, Van gölünün ötelerine kadar sistematik olarak işleyen kaçakçılık, kervanlarını yüzyıllardan beri geçtikleri yerlerden geçirmekten başka bir iş yapmıyor. * yüceliğin yücelsin, görüp anlayan, ortağı ve benzeri olmayan (y.n.) 14. Milliyet, 10.12.1931. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 343 Cumhuriyet burjuvazisi, Fevzipaşa-Diyarbekir hattıyla Ergani Bakır Madeni şirketini sevindirdiği kadar, kaçakçılığı da yerindirmek ve bütün ordularının "tedip seferlerine, gezici-sabit jandarma ve it sürüsü gibi milis kıtalarının yoketme terörüne karşın, henüz yabancısı ve uzağı kaldığı Kürdistan pazarını fethetmek istiyor. "Kaçakçılar" dizisinin yazarı diyor ki: "Fakat Trablus Türk demiryolu son bir yıl içinde kaçakçılığa oldukça ket vurmuştur. Trablus, Nizip-Besni yoluyla en çok kaçağını Malatya'ya sokardı. Malatya demiryolu, Malatya pazarında kaçağı sınırladı. Doğuya giden demiryolları kaçakçılığa, fesatçılığa karşı çekilmiş bir kılıçtır."15 Bu kılıç Kürdistan pazarının geleneksel ve doğal bağlarını ne dereceye kadar kesip atacak? Bunu zaman gösterecektir. Hattâ gösteriyor bile. Özel kaçakçılık mahkemelerine, gümrük ordularına karşın, burjuva basınında şanlı bir zafer gibi bir haftada, falan yerde şu kadar kaçak eşyaya el konulması "kervanın yürüdüğü"nü gösteriyor. Güneyde Yakalanan Kaçakçılar ve Kaçak Eşya "Ankara 8 (a.a.)- Bu ayın ilk haftası içinde gümrük muhafaza kıtaları tarafından güney sınırımızda 40 kaçak olayı izlenmiş ve 4 yaralı, 43 kaçakçı yakalanmıştır. Bu olaylarda beş bin kiloya yakın kaçak gümrük eşyası ve otuz bin adet sigara kağıdı, üç silah, otuz dört kilo esrar, kırk hayvan elde edilmiştir" (9.2.1933) Fevzipaşa'da Yakalanan Kaçak Eşya "Fevzipaşa 24- Halep'ten kaçak eşyayla gelmekte olan 20-25 kişilik bir kafile sınırda muhafızlarla çatışmış ve eşyaları bırakıp kaçmışlardır. İçlerinden bir tanesi yakalanmıştır. Burada mağazalarında kaçak eşya bulunduran iki tüccar hapse mahkûm olmuştur." (Mart 1933) Neden? Çünkü biz, sosyal koşulların doğaya üstün geleceğine inananlardanız, fakat hele şu anarşik, kapitalizm düzeninde insan iradelerini oyuncak haline getiren pazar ilişkileri, hele Kürdistan gibi asırlık gelenek* "Diğer taraftan Suriye'den Ayıntaplılann çok fazla sayıda kaçak eşya ithali gümrüklü malın satışını tamamen durdurmuştur. Bu durum karşısında tüccar şaşkın bir hale gelmiştir. Kaçakçılık o kadar çoğalmıştır ki, burası adeta bir transit merkezi halini almıştır. Halep'den getirilen mallar, Sivas, Zile, Tokat, Merzifon, Niksar kaçakçıları tarafından o bölgeye ve Samsun ve Erzurum'a kadar getirilmektedir. Kaçakçılık yüzünden Haleb'e kaçakçılar tarafından her gün binlerce altın aşırılıyor. Buna karşılık ihracat yapılamıyor." (Ali Nihal: "Elbistan'da Vaziyet-i İktisadiye", Cumhuriyet, 22.11.1930. 15. Neşir Hakkı: "Kaçakçılar", Milliyet, 24.2.1931. 344 YOL lerine doğal kolaylıkları temel yapmış bir bölgede, sanıldığından fazla hükmünü sürdürecektir. Sonra demiryolunun çektiğini yapay kılıç ne kadar saf çelikten olursa olsun, acaba Doğu illerine, örneğin Bursa ipeğini, hiçbir zaman kaçak yapay ipeğin iki katı fiyatına olsun taşıyıp getirebilecek midir? Hayır. Doğu illeri ya da Kürdistan etrafında kopan ekonomik ve siyasal fırtınalarda emperyalizmin hiç mi rolü yoktur? Aksine çok büyük rolü vardır. Kuşkusuz o kadar ucuza sürülen metalar onun üretim fazlasıdır. Hattâ emperyalizm yalnız stoklarını boşaltmakla da kalmıyor, kaçak ticaretinin merkezlerini de sanayi girişimleriyle yükseltiyor. Sözgelişi Antakya ve İskenderun'da onbinlerce Ermeninin birleştiklerini ve yer yer bayındır kasabacıklar kurduklarını anlatan "Kaçakçılar" yazarı diyor ki: "Buralar sınıra uzaktır. Fakat kaçak malı işleyen tezgahlar buralara kurulur." Bol bol yetiştirilen metalarını kaçak depolarından sınır boyundaki askeri garnizonlar arkasında güvence altına alan emperyalizmdir. Güney demiryollarında harıl harıl kaçak mal taşıtarak zenginleşen emperyalizmdir. Karşılık olarak Türk mallarına oldukça ağır gümrükler ve nakliye tarifeleri basarak, kıtlık çeken Suriye'ye Türk buğdayı yerine Amerikan buğdayı yedirten, yine emperyalizmdir. Örneklerini hep burjuvazi versin: "Güney treni kaçak taşıyan, kaçak ticaretinden kazanan bir hat oluyor... Saraypınarı istasyonunun meydanı, yüzlerce buğday çuvalıyla doluydu. Suriye buğdaya, ekmeğe muhtaçtı. Fransızlar yönetimindeki güney demiryolunun Türk tarım ürünlerini çok pahalıya taşıyan tarifesi, gümrüklere konan ağır rüsum, Türk malını ta Amerika'dan getiriyor fakat komşu malını yiyemiyordu." Fakat emperyalizm daima emperyalizmdir. Onun evrendeki hedefi, yasal-yasadışı çapuldur. Şu halde, bu yanıp yakınmalar niye? Burada ibretle görülecek olan sorun, emperyalizmin talanı değil, onu bilmeyen yok; bu talanın Kürdistan sınırlarında neden bu kadar elverişli zemin bulduğudur. Bu niçinin iki nedeni var: a) Manevi (siyasal) neden: Türkiye'de genel olarak kapitalist düzen ve özel olarak bu düzenin Kürdistan'daki baskısı, kaçakçılığın ideolojik ve psikolojik haklı çıkarılışını gerektirir. Gerçekten de Türkiye'de düzen kapitalizm olunca, Kürdistanlıların da Batı illerindeki burjuvalar gibi fazla kâr peşinde koşmasında "ayıp" ya da "günah" aranabilir mi? Sonra Kürdistan'da her gün çeşitli ve yasadışı -evet burjuva yasalarının bile yasallığı dışında- soygundan ve çapuldan başka yaptığı hiçbir şey yokken, bu ezilen bölge nüfusundan Cumhuriyet burjuvazisinin çıkarlarına balta vurma hırsı ve arzusu nasıl silinebilir? "Vatanhainliği" güzel... Fakat bu TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 345 Batı illeri burjuvalarının malikanesi demek olan "vatan"da, genel olarak Doğu illerinin uyruk ve kul yerine konulmaktan ve hakaret görmekten başka ne mevki ve çıkarı vardır? Onun için "Kaçakçılar" yazarında okuyoruz: "Fakat bugün Ermeni Resulayn, kaçak kullanmayı bir vatan ihaneti olarak görmeyenlerin yüzünden büyüdü büyüdü. Bu kaçakçı ocağı da, bugün 350 dükkanlı, şöyle böyle iki yüz evli bir çöl kasabası oldu." Gerçekten yazıcı burada bilerek ya da bilmeyerek, Kürdistan halkındaki, Doğu illerinin kafasında ve yüreğindeki ideoloji ve psikolojiyi okumuş oluyor. Bir Doğu illi "kaçak kullanmayı bir vatanhainliği" değil, belki bir intikam borcu, bir öçalma sayıyor. Nitekim, yakalanmış bir kaçakçı hakkında, şu satırlar çiziştiriliyor: "Sattığı malın %50'sini ödeyerek almıştı. Korkusu yoktu. Gene dönse kendisine kredi açarlardı. Fakat bu kez nasılsa tutulmuştu, kaçakçılık şanına, kaçakçılık onuruna leke sürülmüştü." (Dikkat! Yani Doğu illi, kaçakçılığı "ihanet" değil, bir "şan" ve "onur" sayıyor. Artık bol bol dua edebiliriz.) "Viranşehirli kaçakçı bütün ülkeyi viran etmek için her seferinde 40 altın, 50 altın çalarak yurduna ihanet ediyor, bunu ne günah ne ayıp sayıyordu. (Makyavelist siyasetin nerelerinde emekliyor bu küçük-burjuvacık?) Biz önce bununla, bu düşünceyle mücadele edeceğiz." Oysa bir burjuvazinin, hele Kemalist burjuvazinin asla "mücadele" edemeyeceği, etse bile hep şapa oturacağı şey, tam da bu "düşünce" değil midir? b) Maddi (ekonomik) neden: Hep yukarıdan başlıyoruz. Önce manevi ve siyasal nedenlerden sözettik. Bu tümevarımsal bir yöntem. Yoksa zaten böyle nedenlerden sözediş bile, onları açıklayacak tarihsel maddeci temellerin bulunduğunu göstermekten başka bir şey ifade etmez. Doğu illide neden böyle bir "vatanhainliği" hareketini şan ve onur bilen ideoloji ve psikoloji yayılmıştır? Bu boğazı sıkılan bir insanın psikolojisi olduğu kadar, göbek bağı kesilen bir çocuğun debelenmesine de benzer. Bu ruhsal durumun derin bir etkeni de, Doğu illerinin bağımsız Kürdistan pazarı oluşundadır. Bunu bize burjuva diliyle söyleyecek, biri Kürdistan'ın en batı, diğeri en doğu bölgelerine ait iki örnek: Batıdan örnek: "Elbistan'da ekonomik durum: Ülkenin ekonomik durumunun almış olduğu acıklı halini sunmak isterim. Elbistan (Doğu illerinin en batısı olan Maraş'ın en kuzey noktası) tahılı bol ve Suriye'ye yapacağı, davar, döşeme denilen kilim ve birçok ilk madde sevk ve ihraç eden, oldukça önemli bir kasabadır. Burası eskiden bütün ithalatıın Halep'ten yapardı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra İstanbul ve Mersin'den yapmaya başla- 346 YOL mıştır."16 Doğudan örnek: "Eskiden İskenderun, ta Van'a kadar Doğunun iskelesiy-di. Bugün demiryoluyla Malatya'ya bağlı olan Mersin onunla rekabet ediyor, fakat İskenderun bugün bizim için kaçak limanıdır."11 Bu iki örnek bize Kürdistan pazarının, hâlâ Anadolu'dan ayrı çıkış kapısı olan bir birliği temsil ettiğini göstermez mi? Yunus Nadi efendi, emperyalizmden sınır dostluğu ve "iyiniyet" gördük mü diye sorduğu bir başmakalesinde: "Şimdiye kadar hayır (diyor). Mandater Fransa ile imzalanan sözleşmenin açıklıkla belirtmesine karşın, hayır. Tam tersine, kaçakçılığın ve güvenliksizliğin resmi ellerle teşvik e-diliyor gibi olduğunu varsaydıracak bir durum yargılamasında bulunmaktan kurtulamadık ve kurtulamıyoruz." Fakat daha aşağıda emperyalizmin neden bu "teşvik"lerinde başarılı olduğunu farkında olmadan ağzından kaçırıyor: "Türkiye'den çıkıp gitmiş olan Ermeni mültecileri Türk sınırları boyunca sıralamaktaki amacı, her şeyden önce dostane görmeye olanak var mıdır?" Yani emperyalizm kaçakçı karakollarını "Türk sınırları boyunca sıralamak" için herşeyden önce varolan maddi durumdan ve unsurlardan yararlanıyor. Gerçekten, dikkat edilecek olursa, bütün kaçakçılık sistemi, hep Kürdistan'ın eski kurtları tarafından görülür. Örnekler: "Süryani Mardinli Yorgi, buranın (Meydan Akbez'in) baş kaçakçısıdır. Halep'deki garnizonun müteahhit i diye tanınır. İstihbarat işleriyle de çokça ilgilidir derler."19 Yani eski Kürdistanlı, şimdi Kürdistan sınırında kaçakçılık ederken, hem müteahhitlik, hem casusluk şeklinde emperyalizmle el eledir. "Arap pınarı haftada onbeş vagon kaçak sarf eder. Bu kârlı sürüm noktasını önce çuvalyırtan Onhannis Taşcıyan keşfetmiştir. Bu Suruç'da (yani Urfa ilinde) doğma Ermeni, eski Taşnaklardan. Dayandığı çete sermayesinden yararlanarak vb..." 20 "Kulhacı ve Arslantaşı, Serap pınarının tali depolarıdır. Kulhacı'da Melik Ahmet ve Hain Bozan, Arslan Taşı'nda Hırço bu Ermenilerin aracıdır. Bunlar bizim topraklarımızdaki akrabaları aracılığıyla çokça kaçak sokmuşlardır... Türkiye haritası içinde adam gibi yaşamaya zorunlu kılınan babaları İbrahim paşa denen ünlü şakinin (demek ki taşradan da ünlü şaki yetişirmiş!) dönemini Cumhuriyet zamanında da yaşatmasına izin verilme16. 17. 18. 19. 20. Ali Nihat: "Elbistan'da...", Cumhuriyet, 22.11.1930. N. Hakkı: a.g.y. Y.Nadi: "Cenup Hudutlarımızın Arkasında Neler Oluyor", Cumhuriyet, 18.12.1931. N. Hakkı: a.g.y. N. Hakkı: a.g.y. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 347 yen Milli aşireti sergerdelerinden Halil ve avenesi buradaki Ermeni kaçakçılarla el ele ve haşhaşadır... Mardinli Şeyh-ül Buruz, Viranşehirli Agopoğlu Şükrü, Viranşehirli Mirço, tenekeci Bogos, Mardinli İş, Liceli Haço, Halepli Ebu Ahmed, buranın en ünlü kaçakçısıdır (burası ta Erzincan'a kadar mal süren Resulâyn). Bir Haleplinin dışında diğerleri Kürdistanlı... Akçakale'nin egemeni baş kaçakçı Ekber Ekberyan'dır. Büyük sermaye, geniş kredi bunun elindedir. Akçakale, Urfa dan (Doğu ilinden) kaçan Ermenilerin, çetelerin, Suriye'nin dört bir yanında toplanan Taşnak döküntülerinin karargâhıdır. "21 Emperyalizmin siyaseten durgun göründüğü günlerde, ekonomik ve sistematik olarak kullandığı olanaklar: 1- Bağımsız Kürdistan pazarı; 2- Bu pazarın eski etkinleridir. Bizim bu ilginç manzaradan çıkaracağımız sonuç, ne Kemalizmin nasıl bir kapanda kuyruğunun kıstırılmış olduğu, ne emperyalizmin İskenderun ve Antakya'yı elinden bırakmakla Cumhuriyet burjuvazisine oynadığı oyun ve aradaki kördövüşü değil, yalnızca bu konumuzu ilgilendiren olaydır. Doğu illeri ekonomik olarak bağımsız bir pazardır. Ya da Türkiye'den çok ve Anadolu'dan fazla Suriye ile bağlıdır. Bu pazarı sömüren emperyalizm, hattâ gelin alayı şeklindeki mahfelerle* kaçak eşya sokmanın hünerini, yani yerel koşul ve ilişkilerin ıcığını, cıcığını bilen Kürdistan pazarının eski etkenlerini kullanıyor. 2- Gümüş Para: Kaçakçılık denilen perdenin arkasında nasıl Kürdistan ekonomik birliğini temsil eden bir bağımsız pazar ilişkilerinin tepkisi gizliyse, gümüş para tekerleklerinin üstünde yürüyen de, Doğu illerinin kendine özgü değişim ilişkileridir. Bu gümüş para gerçekliği, biraz da ataerkil ekonominin kapalı ve defineci özelliğiyle ilgilidir. Fakat aslında Doğu illerinin gümüş parası, Doğu illerinin kaçakçılığından kıl kadar ayırtedilemez. Kaçakçılık+gümüş para+Doğu pazarı üçüzü, Kürdistan'ın ekonomik dininin "teslis"inden başka bir şey değildir. Şu 21. N. Hakkı: a.g.y. * "Urfa'yı iyi tanıyan bu hainler buranın büyük servetini emmek için her hileyi düşünmüşlerdir. "Birkaç ay önce, Urfa'nın Harran kapısı önünde bir gelin alayı görülür. Telli pullu bir deve, üzerinde bir mahfe, etrafta kalabalık. "Bu muazzam gelin alayı merasimle Urfa'ya girerken, bir zabıta memurunun gözüne güneydeki Ermenilerle çok teması olan bir kaçakçı uşağı göze çarpar. Polis aralarına sokulur, mahfeyi incelemeye başlar. Kaçakçılar yakalanacaklarını anlayınca her biri bir yana kaçarlar. Gelin ve devesi ortada kalır. Başıboş çöle dönen deveyi yakalarlar. Bir de ne görsünler? Allayıp pullayıp ülkeye soktukları gelin, kaçak ot ipek, kaçak bez, kaçak lavanta, kaçak kauçuktan başka bir şey değilmiş." (N.Hakkı: a.g.y.) YOL 348 halde gümüş para olayına değinirken ve v». İmlik I ttmıll eden "teslis" üçüzünün bir köşesine dokunmuş olmaktan başka birşey yapmış olmuyoruz. Bağımsız Doğu pazarı "mlı'Su, gümüş para MİİİİH »inlini "oğlu"dur. Kaçakçılık da, bu oğııluıı şu I.mı ılnnviiılıtk ı «loğıifiıtlııt I »lııılı Kili, kim ki kaçakçılık der, gümüş para ilci ve I >n|tn | H İ / H H dm I Ihluhııı ııı kovuk ve Suriye'ye sürümsüzlük yüzünden "nlııır, uhlıı|tıı m ıklt lııtlr inlen n(S/ ölmeye başlayan, 26 hemen gümüş parayı söyler "iı,ıi,ı !•„,,H4, rinde olduğu gibi madeni para geçmekledir " KlInlhlılll pıi/ıZZMI, Hlle-İH (Itıftlll bir tepkiyle Kemalizmin Alkilimi, yanı ('ııı ■ 1 lıttı t s <■ l puiıiDim ıııııılnnııdııu içeri uğratmıyor. Ve hattâ sınırları dışında bile kovalıyor .Şu kapitalist düzenin ...22lerine bakın ki, evrenin Türklüğünü kanıtlamaya kalkıy or ve sonra Türklüğü, karşıki dağlarla birlikte yarattığına inanan K e m a l i z m , Ü l k e n i n yarısında hâlâ sultanların tuğralarıyla süsln kıtıtı*^ ve mecidıyenin I n ı ı ı ı ı ı n a s ı u ı , on yıllık atıp tutmalarına karşın bııj'.ıın yoııne/lıfte gelnıek-h'iı lni'jka ı l l ı lü s ü n ü yapamıyor. Kürdistan içinde, (' ıııııhııııyel but jııvazisi-ııiıı ve ııiıııtı bekçisi Kemalizmin nasıl bir "yabancı" say ıldığını, on sadık V ıılit İllini elsin: "llilindiği gibi sınır illerimizde ve genellikle eski doğu \nihitilu {,ı>\'iı>\ihde dilin, mecidiye ve bunların aksamı geçiyor. Para biri-ııtiiHirin ,ı,lm,ı İmiıihııdıi 'not' diyorlar ve tıpkı yabancı döviz gibi yabancı it ,t«r/ hu i)lt>mr lıihl tutuluyor. Bütün alışverişler madeni para üzerinden .'.' İtil t-•>lilMM ı4l)H*<H*4t .M '...... MİIIH a>l< Mılnmıl Uitl,,n 19 MIH Sosyal İlişkiler ve Köylülük SINIFLAR Doğu illerinin "namuslu" bir istatistiğini bulmak hayaldir. Bununla birlikte, burjuva basının verdiği rakamlara göre (Milliyet, 7.1.1931) son nüfus sayımında, Doğu illerinde 2.673.478 kişide 1.798.888'ine "mesleksizler ya da mesleği bilinmeyenler" deniyor. Doğu illeri nüfusunun %67,60'ını (yani üçte ikisinden fazlasını) oluşturan bu kategori içinde, hiç kuşkusuz bütün varolan sınıfların aşıntı ve döküntülerinden tortulaşmış "declase"Ier (sınıftan kopmuş, sınıfsızlar) önemli bir miktar tutar. Bunlar arasında çeri çobanlıktan artmış, serserileşmeye kadar varmış, yarı dilenci, yarı lümpen unsurlar çoğunluğu tutar. İş Bankası'nın yönetim kurulu başkanı, Trabzon-İran karayolundan sözederken, Kemalist "halkçı" demagoglara özgü bir "suret-i haktan" görünüşle Doğu illeri halkını şöyle tanımlıyordu: "Bu yol öyle bir bölgeden geçecek ki, onun halkı bugün işsiz, güçsüz ve muzdarip, yazgısına ilenen bir durumda bulunuyor."1 işte Doğu illeri nüfusunun bu üçte ikisinden fazlasını oluşturanları içinde çoğu -biz diyelim nüfusun yarısına yakını, siz deyin yarısından fazlası- bu "işsiz, güçsüz ve muzdarip, yazgısına ilenen bir durumda" olan insanlardır. Bir devrim kıyametinde olumlu rollere kadar ve belki daha çok olumsuz rolü ağır basabilecek olan ve sanayi işsizlerinden farkı, ilkelliğiyle tam "lümpen proletarya"dır. Çoğunluğunun şehirde değil de kırlarda dağınık bulunmasıyla ayırtedilebilecek olan bu zümreye bu kadarcık işaret etmekle yetineceğiz. Bu yalnız "işsiz, güçsüz ve muzdarip" insanlık, kuşkusuz sosyal kökleri asla derinleştirilmemiş olan yerel ayaklanmalarda ve isyanlarda, amaçsız ve disiplinsiz bırakıldıkları oranda, bozguncu rolünü oynamıştır. Elle tutulur amaçlı ve demir disiplin bir sosyal devrimde bile, bu zümreler, dağınık, güdülmesi köylüden çok daha güç bir anarşi unsuru olabilir. Biz, Doğu illerinin üretim süreci içinde aktif rol oynayan unsurlara gelelim. Yine burjuvazinin verdiği rakamlara göre, bir "meslek" sahibi 1. Milliyet, 21.2.1932. 350 YOL diye gösterilen zümrelerin toplamı 873.673 kişi olarak gösteriliyor. Öz nüfusu temsil edenleri bunlar sayacak olursak, bu toplam içindeki sınıf ve zümrelere bölünüşleri şöyle ayrılıyor: 1- Ziraatçılar: 753.406; 2- Sanayi erbabı: 37.453; 3- Ticaretle uğraşanlar: 33.404; 4- Çeşitli meslek erbabı: 25.228; 5- Serbest meslek erbabı: 6.689; 6- PTT'ciler: 7.646; 7- Memur: 9.847; 8- Yargıçlar: 917... Bu rakamlar sınıf ilişkileri açısından sınıflandırılacak olursa şu sonuçlar elde edilir: 1- Köylülük; 2- Diğer sınıf ve zümreler... Ve bu iki cephenin karşılaştırılmasında, köylülüğün 0999999 adeta tek parça ve ulu bir kitle halinde yükseldiği ve tüm nüfusun %86.24'ünü kapladığı anlaşılır. Doğu illerinin onda dokuzuna yaklaşan bu büyük yığının gözden geçirilmesini biraz, daha aşağıya bırakarak, burada ona "karşı" koyduğumuz "diğer sınıf ve zümrelere bakalım. Bunlar içinde başlıca şu zümreler var: 1- Şehir ve kasaba küçük-burjuvaları; 2- Tefeci, ticaret sermayedarları; 3- Aydınlar ve devlet memurları. Bunların Türk burjuvazisiyle ilişkilerine göre kısaca bölünüşlerine bakalım: l- Şehir Küçük-burjuvaları: Bunları "sanayi", "ticaret" ve "çeşitli meslek" erbabı denilenler arasında aramak gerekir. Sanayi erbabı nüfusun %4,28'i, ticaret erbabı %3,82'si, çeşitli meslek erbabı %2,88'i olarak gösteriliyor. Biliyoruz ki, Doğu illerinde lam kapitalist sanayi denilecek bir şey henüz gelişmiş değildir. Şu halde, istatistikte "sanayi erbabı" diye gösterilen sınıf, yalnız ve tamamen "zanaatkârlar" diye bildiğimiz küçükburjuvalardır. Ticaretle uğraşanlar yukarıdaki sayısına göre %3.82'dir. Fakat bunlar, küçük-burjuva ve sermayedarlardan çok, adeta prekapitalist ekonominin bezirgan ilişkilerini temsil eden ve doğal ekonominin çevresinde birikmiş, onu kurt gibi kemiren küçük tacirler, çerçiler, ufak dükkancılardan ibarettirler. Bunların %3,82'den %2'si şehir küçük-burjuvaları sırasına girebilir. Çeşitli meslek erbabından da hiç olmazsa %2,88'den %1'inin bu şehir küçük-burjuvalığı kategorisine girdiğini kabul edecek olursak, şehir küçük-burjuvalarının nüfusa oranı %7,25'i bulur. Demek Doğu illerinde, köylülük d ı ş ı n d a k i sınıf ve zümreler toplamının yarısından hayli fazlası bu şehir küçük burjuvalarıdır. Bunların, Türk burjuvazisiyle genel olarak ezilen sınıflar arasında buluna-cağı biliniyor. Fakat Türk burjuvazisine karşı bu Doğu illeri küçük şehir burjuvalarının dostluğu ve düşmanlığı şöyle Imı/ili'imlılliı 1- Türk burjuvazisiyle çıkar bi/lıkiflif>l I »i'ichuyllk H|iiHİıbvi VP HİM ettikçe, şehir kiiçük-huı jııvn/ısıııııı, kııtuılıı dıı MUM, lıll m)t|l#tlt) flldon TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 351 gidiyor demektir. Fakat Türk burjuvazisinin genişleyen devlet sistemi, Doğu illeri şehir küçük-burjuvalanna kalabalık bir asker, jandarma ve memur müşterileri kazandırıyor. Hem de bu yeni müşteriler herhalde derebeyler kadar "az saygın" bir ödeyici değildir. 2- Türk burjuvazisiyle çıkar karşıtlığı: Türkiye'de kapitalist sanayi Batı illerine tekelleştirilmekte devam ediyor. Batıda sanayinin gelişimi, Doğu şehir küçük-burjuvalarına, hele küçük zanaatkarlara ekmek bırakmaz. Bütün kapitalist ülkelerde orta sınıfların başına gelen budur. Fakat Doğu illerinde şehir küçük-burjuvalarının başına gelen, bu normal gelişim .akıbetlerinden daha beterdir. Çünkü kapitalist gelişimin ilerlediği ülkelerde, aşınan ve dökülen şehir küçük-burjuvaları için, gelişen yeni ve ileri sanayide, mutlak olmasa bile, göreli oranlar dahilinde bir iş güç bulmak 0lanaklıdır. Oysa Doğu illiler için bu olanak iki bakımdan sınırlıdır: a) Bir kere Türkiye'de gelişecek sanayi, burjuvazinin yordamınca ve ülkenin yaylımıncadır. Sanayice bu kadar geriliğine karşın, daha bugünden, birçok üretim dalında burjuvazi yeni fabrikalar açılmaması ta leplerini ileri sürmeye başlamıştır. Şu halde, Türkiye ölçüsünde, geniş bir işgücü talebi, bütün aşınan orta tabakalar arzını kapatacak kadar olamıyor. b) Ondan sonra, genel olarak Türkiye için bu yetersizlik kesinken, so run özel olarak Doğu illerine uygulanırsa, yetersizliğin yokluk derecesine doğru düştüğü kolay anlaşılır. Çünkü burjuvazi, Doğu illerinde Kürt pro letaryası yaratmamak için olduğu kadar, Batı sanayini tehlikeli bir rakiple boğuşturmamak için de, oralarda da genel olarak sanayi gelişimini -tek tük finans-kapital gerekleri bir yana bırakılırsa- adeta sistematik olarak men ediyor. c) Son olarak, burjuva devletinin ekonomik, mali ve siyasal zulmü bu tabakaları büsbütün tedirgin eder. Bu durumda Doğu illeri şehir küçükburjuvalarının sonu ne olabilir? Başta sınıfından olmak (deklaselik) gel mek üzere, özellikle proleterleşmekten çok, köylüleşmeye doğru bir geri çekilme... Onun için ekonomik olarak bile Doğu şehir küçük-burjuvaları, demokratik bir devrim hızına -bu hız onun dükkancığını talan etmeye var madıkça- bile karşı koymaz; belki hız başarılı olduğu oranda, devrimin senden, benden gürültücü ve coşkulu taraftarı olur. Onun için, şehir küçük-burjuvaları, şehir burjuvalarından çok, zaten organik olarak içli dışlı bulundukları Doğu köylülüğüne bağlı ve eğilimlidirler. 2- Aydınlar: Daha çok "çeşitli meslek erbabı" ile memurlar ve "serbest meslek erbabı" arasında aranmalıdır. Önce, serbest meslek erbabının 352 YOL TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN %90'ı ve belki daha fazlası, memurların da hiç olmazsa %75'i yerli aydınlardır. Çeşitli meslek erbabının da, yine en aşağı şehir küçükburjuvaları dışında, %1,88'inden %1,5'u da Doğu illeri aydınlarından sayılabilir. Bu tahminlere göre, serbest meslek %0,68 + çeşitli meslek %1,5 + memur %1,59 = %3,77... Yani meslek sahibi Doğu illiler içinde %3-3,5 kadar bir aydın toplamı bulmak olanaklı. Bu aydınlar içinde kuşku yok ki, hattâ mutlak çoğunluğu bile tam bir orta eğitim görmüş sayılamazlar. Onun için bilgi ufukları, belki bir şehir küçük-burjuvazisininki kadar bile pek denemez. Ne çare ki, bunlar, özellikle memurluk gibi ve buna benzer durumlara -koyunun bulunmadığı yerlerde keçiye Abdurrahman Çelebi rütbesi verilişi gibi- bir geçtiler mi, çarçabuk kendilerini etraflarını saran halk tabakalarından yüksek görmeye özenirler. Geçim biçimleri bir sanayi işçisininki kadar bile olmadığı halde, halkın sırtından geçindikleri bilinçlerine yansıyarak, onları birer "kabaramazsın kel Fatma", birer "le dinden vaniteaux"* haline getirir. Doğu illeri aydınlarını Türk burjuvasinin zafer arabasına bağlayan etkenler şu iki kategoride toplanabilir: a) Manevi Bağlar: Bütün bu aydınlar, istisnasızca, Türk okullarında eğitim görürler. Çünkü Türk burjuvazisi, Kürtlük azınlığının kültür ge reksinimini değil, varlığını bile "yemin billah" ile inkâr eder. Türk kültürünün mutlak etkisi altında yetişen bu aydınlar içinde, Kürtlüğü "Batı" burjuvaları gibi bir vahşilik olarak görmek modadır. Doğulu aydınlardan, hele yüksek eğitim görmüşleriyle büyük şehirlerde oturanlar arasında Kürtlüğünü hiç olmazsa açıkça kabul edenleri parmakla gösterilebilir. Onun için görünüşte olsun, bu aydınlar içinde çoğunluğa yakın bir oranı "Türkleşmiş" gözükürler. b) Maddi Bağlar: Ekonomik olarak bu aydınlar çalışkan Kürt köylülüğünün Kemalist burjuvazi tarafından çapulunda hazır bulunur ve aracı olurlar. "Bal tutan parmağını yalar." Değil Doğu illerinde, Batı ille rinde bile, "mukaddes ve mübarek" burjuva kurumlarının en ufak eleştirisini suç gözüyle gören ve sorumluluk kelimesinin yalnızca finanskapitale karşı tanındığı ve halk için tuti kuşundan daha bilinmez olduğu Türkiye'de, Kemalizm aslanının parçaladığı Kürt köylülüğü ve yoksul halkı bedeninden dökülen kırık kırsıklar, Kürt aydın tilkilerinin de karnını doyurmaya yarar. Bununla birlikte, bu genel karakteristiğe karşın, türdeş olmayan Kürt * kendini beğenmiş, (y.n.) 353 aydınlarını şu iki kategoriye ayırmak gerekir: a) Üst zümre aydınlar: Bunlar, ya serbest meslekler (özellikle doktor luk ve avukatlık) gibi çıkarları burjuva zenginliğiyle sıkı sıkıya bağlı ve zaten ancak "hali vakti yerinde" olan sınıf ve zümreler içinden çıkabilmiş zumrelerdir; ya da ta bizzat derebeylik ve tefeci sermayenin kasaba ve şehirlerde yerel yönetimlerde temsilciliğini ve halka karşı savunuculuğunu yapan önemli mevkileri tutmuş yarım yamalak aydınlardır. Bunların ezici çoğunluğu "corrompu" (satın alınmış, bozuk) unsurlar, siyasal ve ekono mik olarak "tok" yaratıklardır. Oxford Üniversitesi'nde yetişmiş bir Hint li, Entelicens Servisin bayrağı altına sığınan bir Gandici, bu yüksek taba ka Kürt aydınlarının ideoloji ve psikolojisine akrabadır. İsterlerse suratlarına dilini pek az bildikleri Kürtlük yerine, kültürüyle yetiştikleri Türklüğün maskesini geçirirler ve ağalarının ya da efendilerinin bir işaretiyle Mustafa Kemal'den çok Kemalist geçinirler. Vatan ve millet adına, falan olayı yürekleri parçalayan telgraflarla kınarlar. Bunlarda Doğu illilik adına kalan şey, hemen hemen bir Batılı kadar olamamaya boynunu teslim etmiş, Doğunun "aşağı"lığını tevekkülle kabul eylemiş karanlık bir alçakgönüllülük, korkak bir siniklik ve kişiliksizlikten ibarettir. Amaçları olabildiğince kabarmaktır. Bereket versin ki bu zümre, niceliği derecesinde nitelikçe büyük değildir.* b) Alt zümre aydınları: Bunlar daha çok halk içinden, orta halli köylülerden ya da deklase küçük asillerden gelirler. Bunların "alt zümre" oluşları, aydınlık derecelerinden çok, Kürdistan'ın alt tabakalarına yakınlıkları gereğiyledir. Yoksa alt zümre aydınları içinde, mutlaka "üst zümre" aydınlarından daha az bilgili, daha az görüş ufuklu insanlar vardır anlamına gelmez. Alt zümre aydınlar, üst zümrenin "açıkça" * Islanbul Halkevi'nde "Maraş'm Kurtuluş Günü" kutlanıyor. "Törende Gaziantep Kahramanı Kılıç Ali Bey coşkun bir nutuk" söylüyor. Bu nutkun "coşkun" denilen yanı, kuşkusuz şu melodramatik "Gazi"nin Allahlaştırılışı olacak: "O kimdir? O... yeterlidir... bu... Onu bilmeyen yoktur! Ona tarihlerin üstünde insanlara, insanca yaşamak zaferi derim. O, Gazi demektir." Fakat bizi, "müthiş bir alkış tufanı içinde" söylenen bu "Ali Cengiz oyunu"ndan tok, arada sessiz sedasız geçiştirilen ve gürültüye kaynayan, Doğu illeri aydınlığının Kemalizmle ilişkisine dair, bizzat bir Kemalist meddahın ağzından çıkmış iki başka satırcık daha ilgilendirdi O (eski müslümanlar Allaha "hû" derlerdi, yani "O"; Kema-list i n mistisizminde "O" Gazi'dir) kılıcıyla birlikte Maraş'a gittiği zaman bir şeyler görememiş olacak ki, bizim "kahraman" Kılıç'ın söylevinde: "Son yolculuğu sırasında Maraş'ta azlığı dikkat çeken bir yeni gençlik gördüğünü ve üzüldüğünü" öğreniyoruz.. Tırnak içindeki sözler aynen (Cumhuriyet, 12.2.1933). 354 YOL söylemediğini söyler. Türklüğü üstüne almaz, Kürtlüğünü açıkça söyler. Bunlardan Kürtlüğe karşı en berbat sömürge zihniyetini uygulayanlar vardır; fakat onlarda bile bu uygulamanın haksızlığına, yanlışlığına ait için için bir kanı vardır. Yalnız bu kanısını açığa vurmaz. Zaten vursa bile, ilk olarak olan biteni açıklayabilmek için elinde hiçbir belirli, bilinen ölçü yoktur. İkinci olarak, bu olanların kaçınılmazlığını, o Doğu kaderciliğiyle felsefeleştirmiştir. Bu felsefe alt zümre aydınını bir kabus gibi sarmış, savaş cephesinin boğucu gazları gibi ezmiş ve sersemletmiş bulunuyor. Üst zümre aydını silik ve sahte bir mangır gibi kişiliksizdir. Alt zümre aydını aman vermez bir sel baskınına uğramış insanlar gibi sarılıp tutunacak bir saman çöpü bulamaz. Bazen can havliyle kişiliğini kurtarmak için yanındaki felaket arkadaşlarının boğazına, fakat pek de istemeyerek sarılır; için için kaynayan hoşnutsuzluklarını boşaltacak yer bulamaz. Bu iki kutup arasındaki fark neden? Buna yukarıda da işaret ettik: 1- Üst zümre aydını: Türk burjuvazisinin çapulunda yaptığı omuz daşlığını ödüllendirir. Kemalist sistem sayesinde komprador vurgunculuk la, yavaş yavaş önce az çok para sahibi olur. Sonra bu parayla Kemalist tümlüğün bir parçası olan tefeci sermayedar haline gelir. Tefeci sermaye darlıktan toprak sahipliğine geçmek, üst zümre aydını için yeryüzünün bi ricik ülküsüdür. Şu halde bu zümre kendiliğinden aşağı halk tabakalarına değil, üst tabakalarına ve Kürdistan'ın burjuva unsurlarına yakındır. "Gözü yukanda"dır. 2- Alt zümre aydını: Hürriyet'le yapılan resmi çapul-soygun ve "yağma Hasan'ın böreği"nden aldığı ufak payla, maaşının ve kazancının yetersizliğini ve açığını ancak kapatabilir. Onun için "yükselmek", tefeci ve toprak sahibi olmak uzak bir seraptır. O seraba kavuşmak istemez değil, ama kavuşamayacağını da bilmez değil. Hattâ yoksul Kürt halkının soyuluşunda ufak bir aksaklık, onu, gösterişli işlere bayılan Kemalizmin, "güya suistimal mücadelesi"ne yem bile edebilir. Onun için, alt zümre aydını, burjuva unsurlarından çok, yoksul halka yakındır. Yalnız Kemalizmin, halkla kendi arasına gerdiği yapay ...2 "Çin şeddini" kendiliğinden anlayabilecek manevi hamlesi henüz yoktur. Gözleri aşağıda başı düşüktür. Bu iki zümrenin sınırlarında dolaşan iki tipin melezi "geçit unsurları" bulunduğunu eklemeye gerek var mı? Doğu illeri aydınlığının sayıca azlığına karşın önemi neresindedir? Cumhuriyet burjuvazisinin yerli halkı ezip soyuşunda maddi manevi aracı ve alet 2. Bir kelime okunamadı. TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 355 oluşunda... Hiç unutmamalı ki, Kemalizm Doğu illerinde siyasal örgütünü bu aydınları avlayabildiği oranda güçlendirir. Ve manevi nüfuzunu aynı zümrelerle propaganda eder. Şu halde Kemalizm Doğudaki temelini iki direğe dayıyorsa, direklerden birisi bu aydınlardır. Cumhuriyet burjuvazisi Doğuda iki bacakla yürüyorsa, bacağın bir tanesi aydınlardır. 3- Burjuvalar: Doğu illerinde burjuva unsurları var mı? Var. Bu unsurların zümreleri nelerdir? Doğu illerinin klasik anlamıyla "burjuva"dan çok, "burjuvalaşan" unsurlar içinde egemen tip, ticaret sermayedarı ile tefeci sermayedardır. Bu iki başlıca kategoriden sonra gelenler finanskapitalistler ve en belli belirsiz olanlar da sanayi kapitalistleridir. Sanayi sermayesi burada hâlâ koza döneminde el imalathanesi aşamasındadır. Banka sermayesi Batıdaki rolüne Doğuda da girişmek üzeredir. Geç gelmesine karşın bölgenin bütün sivrilmiş kapitalistlerini biricik finans-kapital kampında derlemek ve Türk burjuvazisinin kasalarıyla bağlayarak, İş ve devlet bankalarının uydusu durumuna getirmek girişimindedir. Burjuva unsurların oranı %1-1,5 civarında. Doğu illerinin burjuvalaşma sürecine uyan unsurlar başlıca şu üç kökten gelir: 1- Ağalardan, 2- Tüccarlardan, 3- Aydınlardan. 1- Aydınlardan: Nasıl geldiğini bölümünde anlattık. Bunlar müte ahhitlikten genel hizmetler denilen şekle kadar çeşitlidirler. 2- Ağalardan geliş: Ağa deyince çoğunlukla derebeyi ve derebeyi artığı toprak ve emlâk sahipleriyle çok az ve seyrek olarak da bazı kalın ve refah içindeki köylüleri anlatmak istiyoruz. Bunlar kısmen kendiliklerinden, kısmen Kemalizmin yönetsel ve siyasal önlemleriyle yavaş yavaş ölüler halinde kalan topraklarını, yine kısmen çın çın öten gönüller çeken çil akçeye çeviriyor ve akçeleri işletmenin kapitalistçe yollarını, bazen arama dan bile buluyorlar. Daha çok rantiye kapitalizme eğilim gösteriyorlar: tarım burjuvaları. 3- Tüccarlar: Bu zümreye: a) İşi küçükten büyüten bezirganlar, mani faturacılar vb. azmanları, bir sözcükle özellikle tüccarlar; b) Katırcılar (büyük ya da küçük bir tür ticaret kervancıları); c) Kaçakçı tüccarları girer. Bu üç grupta burjuvalaşan unsurları, ilişki ve ilgilerine göre halkla Kemalizm arasında dizersek, Kemalizme en yakın olanların başında aydınlıktan gelme burjuvalar, sonra ağalıktan gelmeler, en sonra da üçüncü zümre gelir. Üçüncü zümre içinde de, yine Kemalizmle en çok çelişki içinde olanlar, tersine hizadakiler, yani aşağıdan yukarıya önce kaçakçılar, sonra katırcılar, sonunda özellikle tüccarlardır. 356 YOL Kategori gereğince tanımları şu olan, Doğu illerinin burjuvalaşmış unsurları içinde yukarıdaki stratejik sınıflama, daha çok yatay olarak bir bölümdür. Oysa yalnız böyle bir sınıflama da yetmez. Ayrıca dikey olarak da bir sınıflama yapmak gerekir. Yani aşağıdan yukarıya doğru da tabakaları ayırtetmek gerekir. Başka bir deyişle, bu üç kategori içinde küçük kapitalistlerle daha kalın ve kodamanları aynı çıkar ve düşünceli değildirler Genel kural olarak denilebilir ki, burjuvalaşan unsurlar içinde daha büyük olan sermayeliler, daha küçük sermayelilerden çok Türk burjuvazisiyle emek birliği ve sömürü beraberliği kurmuşlardır. a- Burjuvalaşmış aydınlar, eskiden beri bağlı oldukları Kemalist devlet aygıtıyla içli dışlıdır. Onun için Türk burjuvazisi ile hemen hemen sızıltısız bir klik halinde bulunur. Henüz Türk burjuvazisiyle ciddi bir uyuşmazlık sorunu yok gibi. b- Burjuvalaşmış ağaların Kemalizmle bir geçmişte, bir gelecekte olmak üzere iki mız noktası vardır. Bu kategori hoşnutsuzdur, çünkü: 1Geçmişteki ve aslındaki sınıfın izlerini psikolojisinde taşır; 2- Şimdiki durumda ve gelecekte, Kemalist burjuvazinin sinir sistemi demek olan finans-kapital, şebekesini büyüttükçe, bu zümrenin çokça bir kısmına karşı tefeci sermayeyle başlamış olan karşıtlık gibi çatışmalara uğrayacaktır. Bu zümreden ...3 tarım kapitalisti olma becerisini gösterenlere karşıysa, Türk burjuvazisinin çoktan güveni kalkmıştır. Doğu illerinde tarımın makineleşmesi değil, ilerlemesi bile Kemalizme dokunuyor. Onun için oralardaki traktörleşme girişimleri, her zaman sözle verilen vaatlere karşın, bürokrat faaliyet içinde boğuntuya getiriliyor. Ve sadakati su götürmez unsurlar buluncaya kadar örnek çiftlikten öteye geçemiyor. Bu yüzden bu zümre burjuvalaşmış Doğu illileri içindeki tepkiler, "ulusal" denilen öz burjuva eğiliminden çok, "karşı-devrim" denilen geriye özlem biçiminde kalıyor. c- Üçüncü kategorinin üç türü içinde Kürdistan- tarihi ve ekonomik koşulları bakımından en ortodoksu, burjuva temsilcisi katırcılar oluyor. Bunlar kaçakçılıkla da bulaşır, özellikle tüccarlık da yaparlar. Fakat içlerinde Kemalizmin mutemedi olan milletvekillerinden en hoyrat pîranlara kadar gayet farklı, fakat Kürdistan burjuvazisinin bütün özelliklerini temsil eden tipler yetişir. Kürdistan'ın iç köylerine doğru dal budak salan değiş-tokuş ilişkilerinin temsilcileri, özellikle bu üçüncü kategori tüccarlardır. Bunun3. Bir kelime okunamadı. la birlikte, bunlar iç köylerde de henüz bağımsız birer güç şeklinde gözükmüyorlar. Özellikle aşiretler arasında ticaret yapabilmek için, ya aşiret başlarıyla tanışmış ya da oranın yerlisi olmak gereklidir. Talandan kurtulabilmek ve serbestçe ticaret yapabilmek için klasik koşul, ağanın akrabası olmaktır. Yoksa doğrudan doğruya aşiret içine girmek bir serüven olur. Ağa zaten sorulursa malı satmaz. Fakat perakende mal satmaz, yoksa yıllık ürününün fazlasını toptan satışa çıkartmaz değil. Bu satışlar gibi, genel olarak şehirle köy arasındaki değiş-tokuş, hele aşiretlerin asıl sosyal bünyeyi oluşturdukları bölgelerde -ki bu bölgeler Kürdistan'ın büyük bir kısmını tutar- hep ağayla içli dışlı hısım akraba olmuş tüccarlar tarafından olur. O zaman ağanın adamları aynı zamanda tüccarın koruyucuları olur. Bu tüccarların çoğunluğu, oldukça sermaye biriktirebilirse, toprağa döner. Köy tefecisi, üretici güçleri az çok geliştirmiş toprak sahibi ve tarım kapitalizminin rüşvetleri olur, bazen de ağalaşmaya kadar giderler. Bunlar Türk burjuvazisinden çok Kürt köylülüğüne ve Batı illeri pazarlarından çok Suriye pazarına bağımlıdırlar. Sıkıyönetimde ağalan gölgede bırakmak ve ağır ekonomik ve mali baskılarla bütün varlığına baçtan çok ortak çıkarak ekonomik ve siyasetçe zulmüne uğradıkları Kemalizme candan düşmandırlar. Bununla birlikte, derebeyi artığı ilişkilerle de daha dost sayılamazlar. Onun için "ehveni şer"dirler. Köylülük Oranları Doğu illeri nüfusunun onda birini bulan bu sınıf ve zümrelerden sonra Doğu illerinde koskoca bir "köylülük" kütlesi var demiştik. Bu büyük yığın içinde farklılaşma eğilimi ne olursa olsun, egemen ilişkiler henüz klan ve derebeyi ilişkileri olduğu için, köylülük deyince, burjuvazinin "tarımcı" dediği sözcüğün altında gizlenen bey ve ağalığı bir yana bırakınca, geri kalan tüm toprak üreticilerini gözönüne getirmek olanaklıdır. Biliniyor, derebeylik Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat-ı Hayriye'den beri resmen "ilga edilmiş"tir. Fakat bu ilga ancak derebeyliğin kendi kendine lavedilecek haline geldiği, zayıfladığı yerler için ve merkezi derebeylik namına yapılmıştı. Kürdistan derebeyliği olduğu gibi kalmıştı. Nitekim Gülhane Hümayunundan çok sonra, 19. yüzyılın ikinci yarısını geçtikten sonr?. 1855'lerde eski "kesim",yani derebeyi aidatı yerine de merkeziyetli sayılan aşar konulabilmişti ki, bu şekil de, doğal ekonomiyi "tekerrür" ettirme düzeninden başka bir şey değildi. Cumhuriyet burjuvazisi de "yaşı benzemesin" dedeleri gibi, yani Tanzimatçı burjuvazi gibi, de- TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN rebeyliği bir daha ilga etti. Fakat ekonomik gerçeklikler, o Büyük Millet Meclisi duvarlarından geçmeyen ferman okumalarla değil, ancak geniş kitlelerin kollektif hamleleriyle etkilenebildiğine ve Kemalist burjuvaziyse herhangi bir kitle hareketinden evvel ezel ödü patlar bir nesne olduğuna göre, bu seferki ilga da İsmet Paşa'nın sık sık başvurduğu "zaman" hazretlerinin keyfine bırakıldı. Başka bir deyişle, şapka devrimi, dil devrimi, din devrimi, tarih devrimi diye bütün burjuva reformlarını davul zurnayla ilan ederek kamuoyunu boşlamamayı güden Kemalizm, burnu dibinde ülkenin üçte birini (ve belki yarısından fazlasını) ahtapot gibi sarmış derebeyi ve artıkları ilişkilerini gençliğe ve kütlelere hedef göstererek, demokratik burjuva devriminin en zorunlu görevlerini olsun başarmayı tehlikeli bir oyun bildi. İşte onun için, tam kapitalizm gelişiminde, gayet farklılaşmış çeşitli zümre ve kategorilere, ta tarım burjuvazisinden, tarım proletaryasına kadar karşıt kutuplar arasında sıralanan tabakalara bölünen köylülük, Doğu illerinin yarı-derebeyi ve yarı-klan egemen sistemi içinde, henüz birçok tabakanın tohum halindeki amalgamı gibi,henüz tekdüze ve bütün görülen bir yığın görünüşünü kaybetmemiştir. Fakat hele burjuvazinin tarımcı diye andığı büyük %86,24 oranı içindeki bütün insanların bir makastan çıkma çıkarlı, biricik bir hamur oluşturdukları sanılmamalı. Tersine köy nüfusu deyince, bunu da ikiye bölmek gereklidir: 1- Genel olarak bey ve ağa denilen sınıf; 2- Ezilen köylülük. Ancak böyle bir ikiye parçalanıştan sonradır ki, iki belli başlı sınıf gözümüze çarpar. Ve o zaman köylülük deyince, ufak tefek farklılıklara karşın egemen beyliğe ve ağalığa karşı, genel çıkarları ortak biricik bir köylülük sınıfı gün gibi aydın ve belli olur. Bu iki sınıfı ayrı ayrı incelerken, aynı zamanda her ikisinin karşılıklı ilişkilerine de değinelim: 1- Beylik ve Ağalık (Aşiret): Kürdistan sosyal bünyesindeki egemen sistem ortaçağa özgü ve "efradını cami ağyarını mani" bir derebeylik/feodalizm sayılamaz. Ezberden yargı verileceğine, olana yakından bakılacak olursa ta Urfa, Malatya'dan Erzurum, Van, Erzincan'a kadar uzanan bölgelerde aşiret sisteminin egemen olduğu görülür. Derebeylik Kürdistan tarihinde de yer tutmuştur. Fakat orada derebeyliği temsil eden, ancak eski Türk ve İran egemenlikleri olmuştur. O egemenlikler zamanında, Kürdistan'ın belli başlı tümsekleri ve kervan uğrakları üstünde kurulmuş karalı beyazlı yalçın kaleler türemiştir. Fakat bu derebeylikler, aşiretlerin bünyesinde kendi damgalarını sağlayamamaksızın, aşiretlerin üstünde adeta zeytinyağının su üstünde kalışı gibi kalmışlardır. Yağ 359 dökülür ya da yanar yanmaz, eski saltanatların kandili sönmüş, fakat kandilin dibindeki su olduğu gibi kalmıştır denilebilir. Fakat uzun yıllar ve belki de yüzyıllarca yan yana ve alt alta-üst üste yaşamış olan ortodoks derebeyi sistemiyle aşiret sistemi arasında, hiçbir ilişki ya da müdahale olmamıştır demek, soyutlamanın cıvıttırılması olur. Kandilin içinde yanan zeytinyağı bittikten sonraki su, kandile yağ konmadan önceki suya nasıl hiç benzemezse ve yanan yağdan sonra birçok kirli ve zehirli leke ve mundarlıklar yadigâr kalmışsa, tıpkı öyle Kürdistan aşiret sistemi de, gelmiş geçmiş derebeylerden bir dizi artıklarla rengini, saflığını kaybetmişti. Aşirete aşiretliğini kaybettiren bir yön de, kapitalizmde ve kapitalizmin son aşamasında bulunuşundadır. Onun için beylik ve ağalık sözcükleri altında tanımlanan aşiret sistemi, bugünkü Kürdistan'da sosyal organizmanın hücresi demek olan klan şeklinin derebeyleşmiş ve burjuva düzenindeki örneğidir. Onun için bu sisteme deyim yerindeyse "feodaloklan" demek daha doğru olur. Aşiretin ekonomik temeli yer yer ufak tefek değişiklikler gösterir. Özü doğal ekonomi kalmak üzere aşirette çobanlıktan kervan ticaretçiliğine kadar, adeta doğal bir evrim sürecinin basamak basamak aşamalarına rastlanılır. Aşiret arasında köylülüğün ağalara, ağaların beylere bağımlı oluşu gibi bir hiyerarşi yardır. Fakat bu hiyerarşi bağı, hiç de derebeylikteki kadar güçlü ve devamlı değildir. Örneğin Dersim'den Ararat'lara kadar uzanan, ne ismi ne cismi bugün bilinmeyen bazı kabile taslaklarına bağlı, Sadi, İzal, Haran, Haydaran, Demenek, Alan, Haryan gibi aşiretler var. Bunlardan bazılarının arasındaki kişisel hısım akrabalık gibi bağları bir yana bırakılırsa -çünkü başka aşiretten kadın alan davar almış gibidir- hemen her aşiret, hattâ bazı yerlilerin deyimince "mutlak surette hür"dür. Aşiretlerin ekonomik etkinlikleri özü itibarıyla oldukça ilkel bir kara saban bozuntusuyla tarımdır.Hattâ pek çok iç köylerde hâlâ kadim kölelik döneminin el değirmenleri hüküm sürer. İşte bize, doğal ekononimin aile işbölümüne ufak bir örnekle başlayan kısa bir manzara: "Bir konağın önünde çardağın ilerisinde (Yazar, Çaldıran'dan taş ormanı 'Gireler'in kıyısında Haydaranlı aşiretinin merkezi Soluksu köyünde misafirdir) üç kadın vardı ki, birisi hamur yoğuruyor, ikincisi bunu kalın bir yufka yapıyor, üçüncüsü de yufkayı altta ateş yanan bir saç üzerinde pişiriyor. Yufkanın hamuru darı ve arpa karışımının düz taş altında elle ezilmesinden oluşan bir unla yapılmıştı ki, bu haliyle bir kepek peltesine benziyordu. (Bu Kürtler tahılı değirmende öğütmeyi bilmezler)." 4 4. Yusuf Mazhar: "Ararat Eteklerinde", Cumhuriyet, 207.1930. 360 YOL Üretici güçlerin bu derece ilkel olduğu yerlerde barınacak binalar, genellikle Çal Karmitilerinin kulübelerinden farksız bir çamur tümseği, Kürtlerin giydikleri kavuk külahlara benzer yuvarlak ya da damlı kulübelerden ibarettir.İç düzenleri yeraltı deliklerinden oluşur. Aynı gezgin yazar bir aşiret reisinin "konak"ını şöyle betimler: "Bu (konak) uygar yerlerde içinde hayvan bile bağlanmayacak kadar karanlık, nemli, havasız bir yeraltıydı. Eğer Haydaranlı aşiretinden bir Kürde İstanbul sokağında rasgelir sorarsanız, Soluksu'daki Haydaranlı aşiret reisinin bu konağını (Karnak) sarayı gibi betimleyerek kendisine yalandan ibaret bir gurur yapar." Aşiretin geçim çekirdeği budur. Fakat bu yer "ortalama"dır. Aşiret geçiminin iki ucundan biri çobanlıkta, diğeri bezirganlıktadır. Sürmeli Çukur'da dolaşan Yusuf Mazhar, bize çobanlık biçiminin egemen bulunduğu yerlerden birini gösteriyor: "Buralar eskiden çok bayındırmış... Fakat şimdi çoğu aşiret beylerinin ve beylere güvenen köy ağalarının malı olan koyun sürülerinden ibaret bir servete sahiptir ki bunlar alanın beslemeye ve yetiştirmeye uygun olduğu miktarın pek altındadır." Marx Kapital'inde, ilk değiş-tokuşun göçebe kabileler arasında ve toplu bir şekilde başladığını söyler. Kürdistan'ın kışın Suriye ve Irak'a, yazın Erzurum yaylalarına doğru inip çıkan çoban ve göçebe aşiretleri, buranın ücra köşelerindeki değiş-tokuşlarda önemli etkendirler. Kemalizm bile, bunlara aralıksız güneye mal satmalarını ve oradan para getirmelerini tavsiye ederek o yolda döviz bekler. Bir tür kervan bezirganlığı yapan bu göçebe aşiretler, kuşkusuz kollektif alışveriş temsilcisidirler. Ve kaçakçılıkta büyük bir rol oynarlar. Bu bakımdan Kemalist burjuvaziyle, adeta her gün silahlı mücadele durumunda kalırlar. Birbirlerini yemeleri, Kemalizmi rahat bırakmalarına neden olur. Böyle bir ekonomi üstünde kurulacak sosyal örgütün biçimi biliniyor. Toplum ekonomisi çobanlıktan tarıma geçerken, toplumun niteliği de artık ilkel komünizme veda eder. Anahanlığın masum ve yumuşak insan ilişkilerinden, babahanlık döneminin zorbalığına ve ilk sınıflı toplumun diktatörlüğüne dönüşür. Bu dönemde babahan hep ve ruh, öteki bireyler hiç ya da madde haline gelir. İşte Kürdistan aşiretlerindeki ağanın niteliği, bu derebeyinden çok babahan ve ulu bencilliğine yakındır. Yusuf Mazhar uğradığı yerlerde gördüğü babahanları şöyle anlatır: "Aşiret başkanları bunların güç odağıdır.... Kuzey bölgesinde Kürd bireysel kazanç sahibidir. Fakat kazandığı, başkanın emrindedir. Bu nedenle TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 361 başkanlar aşirette nüfuza sahiptirler... Başkanların bu gücü bazı durumlarda aşiretin önemli ve (siyasal) işlerinin parayla görülmesini de sağlamaya yetiyor. (Nitekim burjuvazi bunu epey kullanıyor.) Aşirette bireysel hak yalnız beydedir. Diğer halkın hakkı beyin nefsinden kaynaklanır." Onun için de ağanın evi, hattâ köyü, babahanın türbesi kadar kutsaldır. Yukarıda bir konak betimlenmişti. "Burası kör Hüseyin paşanın kardeşi Yusuf beyin evi ve Haydaranlı aşiretinin ocağıymış. Haydaranlı aşiretine mensup Kürtlerin gözünde bu köy ve konağa büyük bir saygı beslenil-miştir." Hemen bütün davalarda, bu tür bir başkanın hüküm sahibi olması doğal değil midir? Oysa burjuva yazarı bu sonucu görünce şaşakalıyor: "Hayret edilecek (diyor) -ya da nedenleri derinliğine incelenecek- halen bir köylünün uğradığı bir tecavüzden dolayı aşiret başkanına başvurmasıdır. Kesinlik kazanmayan olaylar hükümetin bilgisi dışında bırakılır. Bazen kesin olaylarda bile hükümetin haberi olmaz." Bu metinden de anlaşılacağı gibi, hattâ "kesin olaylar"ın bile hükümete yansıması için, olay faillerinin başka aşirete kaçması gereklidir. Yoksa aynı aşiret içinde hükümete yer verilmez. Bu ekonomik ve sosyal "havayi nesimi" içinde yaşayan halkta yaygın bir "ulu" -ya da Kürdistan halkının ağzından, Türk basınının kurtarıcı karşılığı olarak hiç düşmeyen- "sahip" gereği düşüncesi kendiliğinden anlaşılır. Adı geçen gezginci yazar, kendisini düşman aşiret sınırından geçiren ağanın silahlı adamlarından biriyle konuşuyor. Bu adam Celali mültecisiymiş. "Bugün (diye devam ediyor yazar) en büyük endişesini, iki aşiretin barışması halinde kendisini eski aşiretinin intikamına terk edecekleri oluşturuyordu. Ben dedim ki, bu kadar korkuyorsun, daha uzaklara git. İnsan çalıştıktan sonra her yerde yaşayabilir, istersen seni Hasankale'ye göndereyim... Orada daha çok çalışmadan, bundan iyi geçinirsin; gönül rahatın da olur. Kürt delikanlısı söylediğim sözü kafasının içinde bir süre evirip çevirdikten sonra geçirdiği hayattan ayrılmayacağını anlattı. Türkçe'yi iyi bilen biri: 'Beyefendi... Biz oralarda yapamayız. Bizim beyimiz olmazsa halimizi kim sorar? Bize kim sahip olur? Elimizden kaza çıkarsa bizi kim arkalar?' dedi." Burjuva basınının bütün maaşlı burjuva ve küçük-burjuvacıkların Mustafa Kemal hakkında, başka sözcüklerle de olsa buna benzer serenatları yapanlardan ayrı gayrı olmayan yazarcık, Kürt delikanlısının bu sosyal olarak doğal ideoloji ve psikolojisini şöyle betimliyor: "Bunlarda bağımsızlık ve özgürlük duyguları temelinden yok ve ruhları özsaygıdan uzak." Kürdistan aşiretlerinin, ataerkil bünyesini belli eden gelenekgöreneklere karakteristik bir örnek de, kadının konumudur. Bir kızı seven 362 363 YOL oğlanın babası, kızın ailesine bir kişi gönderir, söz alırsa bu kez yine oğlan tarafından birkaç kişi giderek kızın babasıyla pazarlığa girişir. Yoksullar için bin, orta halliler için 5 bin, ağalar içinse 15 bin kuruş (gümüş) para kadar bir "kalınt" (yani başlık) kesilir. Sonra bir yemeni ya da seccade gibi bir "dilbağı" (nişan) bağlandı mı, artık kız satılmıştır. Kıza kimse karışamaz. Düğün hazırlığı bitince oğlanın babası "mum dağıtır", atlılar gider, kızı alır getirirler. (Arada söylemiş olalım ki, burada asıl nikah "seyit"lerin yaptığıdır. Hükümete, ünlü sözcüğüyle, "muhbir-i sadık" düşman tarafından ihbar edilmezse, evlenmenin tescili mescili yoktur.) Böylece satılan kızın yeni sahibi kocasıdır. Koca satın aldığı karısını öldürmek de dahil olmak üzere .öldürmeye kadar cezalandırmakta haklıdır, kimse karışamaz. Yalnız kızı öldürdüğü zaman, babasına "kızın kanını" öder (yani bir miktar para ya da birkaç dönüm toprak verir) ve sorun kapanır gider. Ortaçağ Avrupasmda da iki tür derebeylik vardı: 1- Fani, 2- Ruhani... Kürdistan'daki ağalık için de böyle bir betimleme yapmak olanaklıdır: 1- Seyitlik ve şıhlık (ruhani), 2- Asıl ağalık (fani). Seyitler (Türkçe "efendi", "sahip"ler) özel deyimiyle "din hizmetlileri"dir. Ve ağalığa oranla bağımsızlıkları tamdır. Bunların adeta Avrupa'daki keşişlere karşılık gelen "talib"leri, yani bir tür "ruhani koruyucu"ları, bir de müridleri vardır. Bu müridler ağadan, halktan ve herkesten olabilir. Seyidin bir tür ümmeti ya da uyruğudurlar. Seyitler mezhepçe İmam Cafer'i Muhammet'ten üstün tutan bir tür Bektaşi babalandır. Hattâ daha önce seyid kabilelerinden en büyük (Seyit Sabun'a) birkaç yıl bir kere "niyaz" (bir tür ruhani bâc) götürürlermiş. Bunlar namaz kıldırmaz; namazı "Türklere ait" bir sorun sayarlar. Bugün Doğu illerinde tanınan yalnız üç seyit kabilesi vardır, ki bunlar da hiyerarşilerine göre: Seyit Sabun, Baba Mansur ve Kırışan'dır. Hişerarşi küçüğün büyüğüne "niyaz" (din cezbesi) verişiyle maddeleşir. Seyitlik aşiret klanının kapalı kastlığını ideolojileştiren ve dinleştiren örgüttür. Sözgelimi seyit ancak seyitle evlenebilir. Kürtle, talibiyle evlenemez. Fakat seyidin talibi de başka dinden adamla evlenemez. (Hele Ermeni ile evlenirse telin, afaroz edilir.) İşte adeta bir tür ağalık üstüne ağalık demek olan seyitlikle, asıl dünyevi ve fani ağalık arasında ekonomik ve siyasal, nüfuz bakımından bir rekabet kolayca alevlenebilirdi. O zamana kadar pusuda yatan bu rekabet, Şeyh Sait isyanıyla birlikte, epey ilginç bir biçim aldı. Ve bir zamanlar Meşrutiyet burjuvazisi ile el ele vererek Ermeniliği mülksüzleştiren Kürdistan ağaları, Şeyh Sait isyanında da, eze- li doğaları gereği cumhuriyet burjuvazisiyle birleşerek, seyitliği mülksüzlcştirmeye giriştiler. Görünüşte Zazalara karşı Dersim Kürtleri çıkıyordu. Fakat işin daha derinliğinde bu maddi ağalıkla manevi ağalığın çarpışması da gizliydi. Kemalizm dini dogmalar biçiminde Türklüğe düşmanlık geleneğini devam ettiren seyitliği ve tekkeleri bu şekilde yasak etmiştir. Bu yasağın bütün burjuva yasakları gibi içyüzünü araştırmak uzun sürer. Yalnız şurası unutulmamalı ki, bugün seyitlik, yalnızca kendi biçiminde yarı yasadışılığa geçmiş olmaktan başka türlü etkilenmiş gözükmüyor. İç Kürt köylerinde bütün tören ve örgütüyle olduğu gibi yaşıyor. Yukarıda söylediğimiz seyit kabileleri, seyit kabileleridir. Yalnız daha önce olduğu gibi, şimdi Bektaş-ı Veli'ye niyaz götürülmüyor. O kadar... Hâlâ ta Kars'a ve Gula'ya kadar "devr"e giden seyitler vardır. Hattâ bunlar arasında hükümetin eline nasılsa düşmüş bazıları, yolda tekrar kaçırtılacak kadar nüfuzlar bile yaşarlar. 2- Köylülük: Burada Kürdistan nüfusunun hiç kuşkusuz onda sekizini oluşturan büyük yığına doğrudan doğruya değiniyoruz. Fakat köylülük deyince onun ağalıkla ilişkisini temel olarak alıyoruz. Tezimiz de bu. Kürdistan köylülüğü deyince, başlıca dört tip gözönüne gelir: 1- Doğrudan ağa yönetimindeki köyler; 2- Serbest (muhtarla yönetilen) köyler; 3- "Ameliye"ler; 4- İskân edilen köylüler. a) İskân edilmiş köylüler: Türk burjuvazisinin özellikle il merkezlerine, yani devlet nüfuzunun az çok duyulduğu yakın yerlere, özellikle kadim Osmanlı Avrupasından ayartarak ya da değiş-tokuş şeklinde zorla yerinden yurdundan ederek sürüklediği ve buralarda iskân ederek, aklınca Türk kültürünü yayma aracı yapmak istediği Türk köylü kolonileri var. Bunlar tipik köylüdürler. Fakat önce iskân edildikleri köylerin ortak şikayetleri, sonra Kemalizm yasalarının bilinen esnekliği yüzünden, bunlara vadedilen muafiyet yılları çoğu zaman sakatlanır. Onun için bu unsurlar, zaten azınlık oluşturdukları bu bölgelerde, ayrıcalıklı ve yabancı durumlann çevrelerinde uyandırdığı düşmanlığın da katılmasıyla, ekonomik olarak tutunmaya zaman bulamadan, bir tür "harcanır"lar. Aslen Kürtlüğün ve çevredeki doğal ve sosyal koşulların müthiş asimilasyon etkisi bu Türk kolonilerini hemen ufaltır. Ve en sonunda, ya ortadan bir birlik ve bütünlük olarak kaldırır, ya da aşiretleştirerek yine Kürtleştirir. Yusuf Mazhar, Sürmeli Çukur'u betimlerken şöyle diyor: "Köyler seyrek ve harap, nüfus azdır... Köylerin halkı Kürtleşmiş Azeri Türkleridir ve her köy bir aşirete bağlı olduğundan, o aşiretin baskısından ve diğer aşiretlerin de saldırısından korunmuş kalır." Bu bakımdan Doğu illerinin bu tip köylülüğü, Türk burjuvazisi için bir dayanak olmaktan uzaktır. Pek yeni iskân edildikleri bazı yörelerde, olsa olsa, Şeyh Sait isyanında örneklerine rastgelindiği gibi bu unsurlar Kürtlerle birlikte silah depolarını yağma ederek küçük mülklerinde olan biteni beklemekten ve ender olasılıklarla da bozguna uğrayan Türk hükümetine görece bir geri çekilme noktası oluşturmaktan başka rol oynayamazlar. b) "Ameliye"ler: Doğu illerinin köy ekonomisi çehresine damgasını vuran en özgün ve herhangi bir sosyal altüstlükte önemli bir yedek güç oluşturacak olan zümre, bu Türkçe'deki amele sözcüğünün karşılığı olan "ameliye"ler yığınıdır. Bunlar belki yukarıda sözü geçen serseri-dilenci, koy lümpenleri kadar yoksul ve devrimci ruhludurlar. Ve köy lümpenlerinden farkları, üretici ve yaratıcılıklarını inanılmaz bir dayanıklılıkla korumuş olmalarıdır. Ameliyeler ya hiç toprağı»olmayan, ya da devede kulak kabilinden, hiçbir zaman ne kendisini ne de hele ailesini geçindiremeyecek kadar küçük bir toprağı olan, onun için bir tür tarım işçiliğiyle geçimini sağlayan, köy üreticileridir. Ameliyeler, dünyanın en yoksul insanlarıdır. Kürdistan'ın paryası konumundadırlar. Bunların sayısı, hele tarım mevsimlerinde, Kürdistan üretici köylüsünün yarısı ve yarısından fazlası oranında büyüktür. Çünkü, gerek küçük ekinci konumunda, fakat ağalığa bağımlı olan, ya da doğrudan doğruya beyin toprağında maraba (miriyvo) sıfatıyla işleyen her köylünün yanında, ya sürekli, hattâ bazen kaydı hayat şartıyla adeta çiftlik uşağı, ter oğlanı gibi, ya da geçici, yani bir mevsimlik, birden çok fazla sayıda böyle ameliyeler çalışır.Köylü konusunda da işaret ettiğimiz bu unsurlar, özellikle Kürdistan'ın en kalabalık unsurlarıdır. Tarım işçilerinden farkları: İşgüçlerini henüz kapitaliste değil, ağanın yarı toprağında yarı kiracısı olan miriyvoya satmasıdır. Marabadan farkı: Yalnız toprak yokluğunda değil, en ufak bir üretim aracı da bulunmayışındadır. Bununla birlikte, miriyvo ve asıl tarım işçileriyle Kürdistan'ın ameliyeleri, ırgatları, hizmetkârları arasındaki fark bu kadar bile keskince konamaz. Çünkü bazen ameliyelik yapanın da, dediğimiz gibi, "öldürmeyip süründüren" bir toprak parçacığı şeklen bulunabilir. Sonra miriyvo demek, mutlaka toprağı bulunmadığı halde, öküz, saban gibi, üretim aracı bulu- TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 365 nan bir üretici demek değildir. Çünkü öyle miriyvolar vardır ki, ne toprağı ne aleti ne de öküzü yoktur. Bütün bunları ağasından ya da beyinden alır. Ve ürünün de şeklen üçte ikisini mal sahibine verir. Bu köylüler iç Kürdistan'da miriyvoların çoğunluğunu oluştururlar. Bunları hangi zümreye koymalı? Tam toprakbent mi, yoksa taşınabilir üretim araçlı maraba mı, ya da ameliye mi saymalı? Bunların Doğu illeri bakımından ortak özellikleri, aşiretin babahan ilişkilerinden süreğen ve uzun bir farklılaşma süreciyle yavaş yavaş değişime uğratılarak çıkagelen ve ortak klan mülkiyelinin parçalanmasıyla doğan karşıtlıklara bağlı oluşlanndadır. *** Bu iki zümre köylülükten sonra, Kürdistan'da iki tür köy var demiştik: 1- Ağanın yönetimindeki köyler, 2- Serbest köyler. Fakat ağanın yönetimindeki köyler de ayrıca iki türdür: a) Ağanın köyü, b) Ağa yönetimindeki köy. Başka bir deyişle, üç tür köy var: 1- Ağanın köyü: Ağanın tapu mülküdür. 2- Ağanın yönetimindeki köy: Sözde toprağı ekenlere ait olan, fakat derebeyin patenti altında bulunan köy. 3- Serbest köy: Yani muhtarla yönetilen ve güya ağanın karışmadığı köy... Gerçekte bu üç tür köy de bugün fiilen Kürdistan ağa-bcylerinin emrindedir. Ya aradaki fark nedir? Bunu anlamak için kadim ekonomi şekillerinden kapitalist ekonomiye doğru başlayan eğilimlerin köylerde ortaya çıkardığı sonuçlan hatırlamak yeterlidir. Bu sonuçları göz önünde canlandırmak için şu iki süreci tekrarlayalım: 1-Derebeylikte: Avrupa derebeyliği, toprağında köylüyü sömürürken yeni yöntemlere başvurmuştu. Derebeylik görmüş ve anlamıştı ki, köylü toprakbent olarak, çalıştığı toprakta fazla yaratıcılığa önem vermiyor ve kendinin olmayan toprağın tükenişini kayıtsızlıkla karşılıyor. Oysa bu köylüde, ola ki yanılsama kabilinden olsa, bir şeye ve bir toprağa sahip oluş hırsı uyandırıldı mı, köylünün çalışma çabası ve üretim yeteneği öncekinden çok fazla artıyor. O zaman (11. yüzyıldan sonra) derebeyliklerin yanında "censive" edilen, yani haraç ya da cizye veren komünler doğmaya başlıyor. Komünler ya da köyler: 1- Bir soylu tarafından bir takım soysuzlara verilmiş tasarruf alanlarıdır. 2- Bu alanlarda oturanlar, derebeyin şahsından çok makamına bir oens, cizye ya da haraç verirler. Derebeyler bu alışverişte kârlı olacaklardır. Çünkü, haraç veren köylüler eskisinin iki katı çalışmaya başlamışlardı. Oysa eskisinden pek fazla bir 366 YOL farkla yaşamadıkları halde, derebeyine daha çok haraç verebiliyorlardı. Çünkü bütün artık ürünler her zaman derebeyine aitti. 2- Klanın dağılması: Özellikle Marx tarafından İngiltere'de sermaye birikişi sırasındaki köy olaylarının saptanış şekillerinde buna ilişkin pek çok örnek gösterilmiştir. Çözülmeye başlayan klanın o zamana kadar ortak olan mülkiyeti ortaklığını kaybetmeye başlar. Fakat bu kaybediş senyörlerin lehinde olur. Klanın sıradan bireylerinin o zamana kadar tanınmış bir kişisel mülkleri olmadığı için klan kodamanları fırsatı kaçırmazlar. Topraklarının sınırlarındaki küçük mülkleri de birer birer çitle ördürerek kendi sınırlan içine alırlar. Buna engel olmanın ne olanağı ne de sonucu vardır. Ve eski klan uluları yeni toprak sahipleri haline gelir. İşte bugünkü Kürdistan köylülüğü içinde olan biteni kavramak için bu iki süreci bir anda düşünmek gereklidir. Bugünkü Kürdistan, aşağı yukarı bu iki tür sürecin aynı zamanda sarmaş dolaş olarak hüküm sürdüğü bir alandır. Kürdistan sosyal bünyesinin bu özelliğini bildikten sonra artık ora köylülüğünün ve köylerinin niteliği daha kolay anlaşılır: 1- Ağanın köyü: Aşiretin ortak topraklarının aşiret kodamanları ta rafından şahsen benimsenilişi ve zorla gasp edilişidir. Köylü konusunda bir ağanın hangi yöntemlerle köylünün topraklarını zaptettiğini bizzat burjuva yazarlarından okumuştuk. Bugün ağa zulmüyle kıvranan birçok miriyvonun ağzından dinlersiniz: Şu kadar yıl önce falan mezra, baba larının ve filan komşularının mülküymüş. Kürdistan ağalığı hâlâ bugün bile, Kemalist burjuvaziyle el ele vermiş, bazı köylüye toprak dağıtma pa lavralarına karşın, ağa ve bey mülkiyetini yoğunlaştırmak faaliyetindedir. Toprağını elde edemediğini bir başkasına vurdurur; malını alır; vuran da dağa çıkar. Madem ki burada köylü artık ağanın toprak-bendi demektir. Gerçi toprağa demirbaşlanış bugün "yasal olarak" kaldırılmıştır. Fakat sosyal olarak değil... Yukarıda Yusuf Mazhar'la "sahipsiz" olamayan Kürt deli-kanlısının konuşması "aşiretbentlik"e bir örnektir. 2- Ağanın yönetimindeki köyler: Yani bütün yönetsel yetkileri ve uy gulama güçleri ağanın elinde toplanmış olan, ağaya doğrudan doğruya bağımlı köyler. Bunlar adeta, Avrupa'daki 11. yüzyıldan sonra beliren komünle ağanın mülkiyeti arasında bir geçiş tipidir. Yani tam "komün sensitive" bile değildir. Çünkü köylünün kişisel mülkiyeti bile henüz res men olsun tam sayılamaz. Yani hem bireyin tasarrufu var, hem de eski klanın ortak mülkiyeti tanınır. Bu şekle yukarıda sözü geçen gezginci ya zar da rastlıyor ve onu şöyle karakterize ediyor: TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 367 "Güneyde olduğu gibi buralarda köylüler beylerin hesabına çalışmazlar... Herkesin kendine mahsus çifti, çubuğu, hayvanı, toprağı vardır... (Biraz da lahana turşusuna buyurun) Buralarda Kürtleşme olayı (yazara göre klan sistemi demek Kürtlük demektir!) halkı bireysel tasarruf eğiliminden yalıtacak kadar eski değildi ve ekonomik etkenler bu olayda doğrudan doğruya etkili olmamışlardır. (Anlamı şairin karnında...) Fakat herkesin bireysel olarak sahip olduğu tasarruf hakkının aşiret başkanına zorunlu olarak ait oluşu vardır. Aşiret başkanı gelenekle belirli sınırlar çerçevesinde çoğunlukla her kişinin tahammül edebileceğini bildiği bir derecede bu hakka katılır... Fakat katılım biçimi dolambaçlı ve bazen zalimce bir aldatmacadan ibarettir. Ve kişinin tahammül derecesi de son sınırdır. Bu nedenle köylüler çok yoksuldur..." Serbest köyler: Tekrarlamaya gerek yok ki, bunları adı "serbest köy"dür, sanı "la communa censitive"in aşağı yukarı kendisidir. Ondan farkı ortaçağ komünlerinin ortodoks derebeyi ilişkileri içinde, bizim serbest köyümüzün ise dünya kapitalizminin emperyalizm aşamasında bulunuşundadır. Serbest köylerde mülkiyet daha çok kişiye malolmuş durumdadır. Köyün yönetimi de resmen burjuva düzenini hoşnut kılacak şekildedir. Muhtarla yönetilir. Fakat bu görünüşle böbürlenecek kadar Kemalist olmaya olayın tahammülü yoktur: Ağalığın da kendine göre Kemalizm kadar bir esnekliği vardır. Kemalizmin arasıra yaptığı seçim komedyaları kadar ağanın da demokrasi tuluatında aktörlük yapamayacağını sanmayın. Adet yerini bulsun diye herkesle birlikte Kemalizmin şu "serbest köy"lerinin de bir muhtar ve bir de idare heyeti seçilir. Fakat seçilen muhtar ve heyet ağanın adamlarından başkası olamaz. Bu biçim ağanın arayıp da bulamadığıdır. Kürdistan köylüsünü dinlerseniz, size ağaların uzak köyleri kendiliklerinden serbest bıraktıklarını anlatırlar. Gerçekten ağanın bu biçimden kaybettiği şey çok azdır, fakat kazandığı o kadar az değildir. Çünkü bu kez haraç vermeyen köylü yoktur. Haraç alındıktan sonraysa, köylünün serbest, yani daha çok çalışır olması daha kârlı bir iştir. Ondan sonra ağa, Kemalizm ve kısmen de çalışkan köylülükle (çalışkan köylülükle "kısmen", çünkü manevralarının içyüzünü bilmeyecek köylü yok gibidir) kendi arasına su geçirmez bir perde germiştir. Köyde olan biten ağanın direktifi altındadır. Fakat bu olan bitende ağa için bir "sorumluluk" yanı ortada bulunamaz. Böylece ağa ezeli deve kuşu masalını oynar. İşle Kürdistan köyleri bu sistem altında yaşar. Bu köylerde yaşayan ya da zulüm gören köylüler, ya önce işaret ettiğimiz ameliyeler, ya yarattığı TCIRKİYE'DE ULUSAL SORUN 368 YOL ürünün üçte ikisini ağaya ve yarısını Kemalist devlete veren miriyvolar, ya da adı "serbest" haraç veren, vergi veren, vermezse ağanın, jandarmanın, tahsildarın talanına uğrayan serbest, "özgür" köylülerdir. Bu üç tipin arasında tabiri caizse "kıl kadar fark yoktur". Çünkü bugün özgür köylü olanın yarın miriyvolaşması ve öbür gün ameliye haline gelmesi, Kemalizmin sayesinde yasalaşmış ya da bilinen demagojinin özel deyimiyle "tedvin edilmiş" bulunur. Kürdistan köylülüğünün bu tarafta daha çok ağalıkla olan ilişkilerinin hepsine birden değiniyoruz. Fakat Kürdistan ağalığıyla Kemalizmi birbirinden ayırmak ne kadar zor!.. Kürdistan'da bugün, ağalığın köylülük üzerinde yaptıklarını birer birer saymak ve her sayışta ve olanda Kemaliz min elini ve boyunu bosunu görmemek olanaksızdır. Batıda olduğu gibi Doğuda da Kemalizm ile ağalık biricik soygun dünyasında -arz küresinde olduğu gibi- iki karşıt kutup halinde kendiliğinden bulunur. Evet kapitalizmle derebey-klan sistemi birbirinin taban tabana karşıtı olabilir. Fakat bugünkü emperyalist dünya içinde karşıtların birliği adeta diyalektik bir zorunlu kural hükmüne gelmemiş midir? Onun için, ağalığın daha özel ve üstyapısal niteliklerini daha aşağıdaki özel konusuna bırakarak, burada ağalığın ve aşiret sisteminin Kürdistan köylülüğü üzerindeki klasik ekonomik baskısına son bir kez daha işaret edelim. Haraç ve cizyeden söz ettiğimizi anlamak için çarpım tablosuna gerek yok. Kürdistan köylülüğünden -Kemalist burjuvazi değil- ağalık ve beylik kaç türlü haraç ve bac alır? Kaç türlü ağalık varsa, o kadar türlü... Kaç türlü ağalık vardır? İki türlü: a) Ruhani ağalık (seyitlik, niyaz): Burjuvazi dinin dünyayla ilgisini oldukça inceltir ve yüceltir ve Türkçe'deki bilinen anlamıyla bu inceltilişi tam "tatlı selemen" haline getirdikten sonra ilahi tevekküle susayanlara sunar. Feodal dinin bu kadar inceliğine ve maskelenmeye gereksinimi yoktur. Gerçi o biraz, Fransızların melodram, bizim ortaoyunu dediğimiz kılık kıyafette sahneye çıkar. Ama hiç olmazsa Türkçe ezan gibi "devrimci" dramlara da kalkışmaz. İstediğini mistik bir şaklabanlıkla açıkça ister. Alacağını aldıktan sonra, kapitalist ekonominin, sivrisinekten yağ çıkartan "artı-değer" aşısına karşılık, bezirganlığın eşdeğer yasasına uyarak aldığına karşılık "hiçbir şey" de olsa, bari sanılan "bir şey" verir. Kürdistanımızın seyitleri işte bu ikinci kategori dindaşlardandır. Kürdistan seyiti, Kemalist tahsildarlar gibi her ay başında değil, yılda bir kerecik ve makineli tüfek taşıyan jandarmayla değil, dağarcığını taşıyan eşeğiyle bir- 369 likte "devr"e çıkar. Ettiği niyaz, aldığı niyazdır. Ve türbesinde "çırağı" yaktığı için, ahiretini aydınlatmak isteyenlerden "çıralık" derler, toplanır. Ruhani ağalarımız ahiret ticaretinde bir aldıkları bir de sattıkları ve yine aldıkları çıralık ve niyazın talipleri seyitlerini görmeye gelirler. Seyit ve eşeğiyle karşılaşınca seyitin önünde "rükû"ya varırlar ve eşeğini öperler. Seyit dualı bir "gülbank"dır çeker. Esseyidin ayağını öpen bahşişini önüne bırakır; bu alınan niyazdır. "Çıralık" bir "aminle toplanır. Tören cuma geceleri olur. Seyit müridlerinden üç telli bir tamburayı eline alır. Köylüleri önünde diz çöker. Yer yer "şeriat yolu"ndan vaaz eder. Bu yol kara kaplı "buyruk"da yazılır. Sonra tabii gelsin çıralık çeyrek ya da mecidiyeleri. Verdikleri cennet, gördünüz mü bir kere... Öyle burjuva dininde olduğu gibi septik bir cennet değil, somut, şu kadar gümüş kuruşluk bir cennet. Artık cennetin anahtarı (yani gümüş kuruş), günahkâr müridin işlediği suçun derecesince pahalıdır. Tabii bütün "ruhani" sistemler gibi seyitliğin ruhani alışverişi de bundan ibaret kalamaz. Doğdun, öldün, hastalandın, sağ kaldın, evlendin, boşandın, seyit efendinin "nefesi" seninledir. Doğu illilerin "manevi baskı" dedikleri bu ahret soygunu, sözün kısası, şu maddi dünyanın en ilişilmeyen noktalarını bile Meryem ananın bikrine döndürür. Yalnız Meryem'in kızlığına dokunan amcası hazretleri testereli bir ceza çekmeye uğradığı halde seyitlerimizin her marifeti "Allah karim", "mecidiye" ile ödenir. Örneğin hiç kimse şeyh ya da seyitten izin almadıkça evlenemez. Toprakta "söz" onundur. Kemalizm seyitlikle mücadele ediyor mu? Elbette... Hattâ halka cennet satıyor, gizli ayin yapıyor, manevi baskısını arttırıyor diye, şeyh ya da seyit aleyhinde ihbarda bulunan rakiplerini "suçu sabit olmadığından", "ihbar vaki"i yapanları iftiracı sıfatıyla adaletin pençesine teslim ederek... Bilmem bizim üniversite "pire-fesörleri ya da presörfeleri", ünlü yat borusu çalan bilgiçlikleri ölçüsünde bir "Kürdistaniyat" icat edebilmiş ve orada buna benzer örnekleri "kül halinde" ve enine boyuna incelemişler midir? Yalnız, şu tarihsel maddeciliğin dayattığı ekonomik determinizme bakın ki, tıpkı ortaçağ derebeyliğinin ruhanileri gibi, bizim seyitler de, Şeyh Sait isyanının olmasına kadar bir tür afaroz bile uygularlarmış. Ve afaroz edilenin seyiti kendisine yanaşamaz, kapısı önüne taş diker ve halktan da kimse oraya yaklaşamaz olurmuş. "Lanetli" din dışı sayıldığına göre, ölünce müslüman mezarlığına kabul edilmez ve bu durum 15-18-28 yıl sürermiş. Gam yemeyin, melunluğunuza "şu kadar" parayı bulabilen olursa "buyruk"tan bu işten kurtuluş yolunu çıkarırlarmış... b) Fani ağalık (beylik, haraç): İster bağımlı isterse serbest olsun, haraç 370 YOL vermeyen köylü yoktur. Haraç, ya aynî olur, ya da nakdî. Aynî vergide, örneğin ağa bir köye gider, halkı toplar, hepsine özel takdir ve değerlendirmesine göre bir keçi, öküz, yatak vb. gibi keser, biçer ve alır. Nakdî vergi de adamına göre 200'den 700'e kadar madeni (gümüş) kuruş kadar. Ağanın en az aldığı haraç 10-50-100 gümüş kuruştur. Pek alamadığı derecede yoksul olanlar da var. (Kemalizmden farkı, Kemalist burjuvazi milyonerden de, hasırı olmayan Kürt paryasından da aynı yol vergisini alır. Kapitalist adalet ve eşitliği, derebeyi baçları ile böyle boy ölçüşür.) Haraç yılda en çok üç kez alınır. Ve beyin hükmünün (tahsildarın hükmü "misillu") temyizi yoktur ve itiraz edilemez. Ağalar, 1933'de Türkçe'ye çevrilen Hükümdar'ı ömürlerinde ellerine almamış oldukları halde, sosyal-doğal yetenekleriyle en kusursuz Makyavelizm pratisyenleridir: "Bu nedenle köylüler pek yoksuldur. Bu düşüncenin sonucu köylüleri bey ve ağalara bütün bütün bağımlı kılmak oluyor... Beyin hesabına köylü şakilik eder ve aşiret anlaşmazlıklarında onun emriyle yaşamını feda eder. Hükümete karşı bey namına yalan söyler ve itaat etmemeye çalışır." Derebey-klan ağalık ve beyliğinin geniş alanı içinde, geçmişin bu taşınmaz yüküyle yan yana, Kemalizmin mali ve siyasal boyunduruğu+pazar ilişkilerinin kemirici tahribatı+bu ilişkilerin oldukça geliştiği yerlerde tefeci sermayenin çapulu vb., özel bölümlerinde incelenmeye değer ve köylülüğü inleten ayrı zulüm koşullarıdır. Bu konuyu kapatmadan önce biz, biri Doğu illeri köylülüğüne özgü, diğeri tüm Türkiye köylülüğünde ortak olan iki küçük noktaya kısaca işaret ederek, Kemalizmin etkisini özel bölümüne bırakacağız: 1- Kürdistan'a özgü pazar ilişkilerinde: Bir örnek: Kürdistan'ın dolaşım aracı gümüş paradır. Bugün dünyada en istikrarsız ve dalavereli para demek olan gümüş paranın bir adı da sömürge parası olsa gerek. Gümüş para bu yönüyle Türk ve Kürt burjuvalarının Kürdistan köylülüğüne ne çorap ördüklerini anlamak için, son bunalım yılları sırasında, gümüş paranın kağıt parayla olan eşdeğerindeki inip çıkmaları hatırlamak gereklidir. Bir kez genel kural olarak, köylünün ürünlerini sattığı mevsimlerde gümüş paranın fiatı dörtte bir oranına kadar düşer. Ve tersine köylü devlet borçlarını, vergileri ödeyeceği tarihlerde, bu sorunların kurtluğunda baro- TÜrKlYE'DE ULUSAL SORUN 371 metre haline gelen yerel tüccarlann şaşılacak duyarlılıklan ve manevraları sayesinde hemen kağıt para çıkar ve gümüş para bir çeyrek derecesinde alçalır. Böylece Kürdistan köylülüğü, elindeki paranın alım gücü yarı yarıya düştüğü halde, her şeyin tam eşitçe olduğuna kanar ve bu kârlı köy ajitasyonunda yağlanan daima bu şehir burjuvalarıdır. Bununla birlikte, bu yarı yarıya ziyan, kambiyo piyasasında döviz bulabilenler içindir.İç köylerde, Kürdistan köylüsünün varı tahsildarın insafına bağlıdır. Doğu illerinde bir kağıt lira 28-30 gümüş kuruş ederken, köylü tahsildara bir liralık vergisini 3 mecidiyeden (yani 60 gümüş kuruştan) hesaplayarak verir. O zaman köylünün aldanışı %25 ya da % 50 iken %100'ü bulur çıkar. Kaçakçılık ve onunla mücadelenin doğurduğu zikzaklar gibi öteki inip çıkmalar ayrı konudur. Bu tür özel zikzaklardan sonra, gümüş paranın bir de genel eğrisi gelir. Son dünya bunalımının ilk 1930 yılı ile 1932'lerdeki kağıt ve gümüş paranın denkliğini ve çeşitli ürünlerinde bu oranlarla karşılaştırmasını göz önüne getirirsek, Kürdistan köylüsünün, yalnız bu "görünmez" işlem nedeniyle ne derecelere kadar soyulduğu daha aydın bir şekilde gözükür. 1930 yılında bir kağıt para 20 ile 28 gümüş kuruş arasındaydı. 1932'de 58-60 gümüş kuruşa çıktı. Böylelikle önce bir hamlede Türkiye'nin eğer yarı değilse -bir Siirt milletvekiline göre ülkenin yarısında gümüş para akar- hiç olmazsa üçte birinde, küçük köylülüğün kıyıda köşede kara gün için saklayabildiği beş on akçeceğizi daha önce 100 ederse bugün 50 etmeye başladı. Fakat facia bu kadarla bitse yine iyi. Bir de bu paranın gerçek alım gücü ve köylü bütçesinde açtığı gediği anlamamız için pazardaki eşya fiyatlarına bakalım. Rastgele, köylünün en çok aldığı ve sattığı iki metayı elimize alalım: 1930'da yağın okkası 30 kuruşken, 1932'de 33 kuruştur, oysa basma 1930'da 5-6 kuruşken, 1932'de 13 kuruşu buluyor. Bu rakamlardan ne anlaşılır? Şu anlaşılıyor ki, paranın alım gücü %50 düştüğü halde, köylü kendi ürününü ancak %10 kadar fiyatlandırabiliyor. Çünkü o alışverişinde fiyat birimi olarak gümüş parayı tanır. Gümüş paraysa her zaman aynı 30 kuruş olarak görünüyor. Fakat madalyonun ters yüzü büsbütün başka şekildedir: Köylü önce 100 kuruşa aldığı malzemeyi şimdi ortalama 250 kuruşa alıyor, diğer bir deyişle köylünün sattığı ürün onda bir oranında arttığı halde, satın aldığı sanayi ürünleri iki mislini bulmuştur!.. Ve hazin olan şu ki, köylü bu müthiş altüstlüğün rakamını olsun eliyle yakalayalamaz bir halde, ıstırabının bilinçaltını patlatan kızgınlığı ve gerginliği altında eziliyor. 2Kürdistan'a özgü olmayan kapitalist ilişkilerde: Ağalığın büyük 372 YOL toprak sahipliğinden tefeci sermayedarlığa doğru geliştiği bölgelerde, tefeci sermayeyle köylülük arasında bütün ilişkiler aynen ve aslına uygun bir şekilde ve belki aslından da daha feci tarzlarda alır yürür. Tefeci sermayenin hattâ büyük toprak sahiplerine bile musallat olmaya başladığı bölgelerde, ağalığın yayın organları ya da yeni icra ve iflas yasalarından şikayetçi olan tefeci-ticaret sermayedarları temsilcileri tarafından sızan olaylar Doğu illerini de sarmaya başladığını gösterir. İki kısa örnek: Elbistan'da: "Tüccar köylüye kredi üzerine işlem yapar, alacağını hasılat zamanı alır. İhracat yapılamıyor, durumun en kötüsü, köylüye kredi üzerine işlem yapılmaması ve köylünün ürününün para etmemesidir. En iyi unun okkası bir kuruş madeni paradır." 5 Urfa'da: "Ekonomik durum: Bölgemizden Suriye'ye ihracatımız geçen yıla oranla fazladır. (Yukarıdaki "ihracat yapılamıyor" diyordu.) Köylü tarlasını ekmiş sayılır. Yalnız tahıl ihracatı az olduğundan fiyat çok düşüktür. Buğdayın kilosu altı yedi kuruştur. (Yukarıdaki unun okkası 1 gümüş, yani 2 kuruş ile yüz paradır diyordu! Her neyse...) Yalnız şikayet edilecek bir nokta varsa köylünün tefeciler elinde inlemesidir. (Sonra asıl amacı ekliyor.) Köylü demekle yalnız çifte yapışan ekinci değil, tarımla (çiftine yapışmadan) uğraşan toprak sahipleri de aynı durumdadır. Bunu sürekli olarak Milli gazetede yayınlamıştım. %25 ile 75 faiz veren ekinciler vardır. Hapis cezasının kalkması bunların korunmasına yeterli değildir. Çünkü tefecilerin ikinci yıl para vermemesi onlar için daha kötü bir ceza olur. Bunlar zincirleme ve ard arda borç altında kıvranan ve tefeciler adına çalışan ve kazanan biçarelerdir." 6 Sosyal durum ve felaketlerle, doğal afetleri burada tekrarlamak uzun sürer.* İşçi Sınıfı ve Köylülük Buraya kadar geçen açıklamalar, bundan sonra gelecek olanların da göstereceği gibi Kürdistan içinde eğer bir ulusal baskı ve bir ulusçuluk sorunu varsa, bu sorun özünde köylü sorunundan başka bir şey olamayacağı5. Cumhuriyet, 22.11.1930. ' 6. Urfa Milli gazete sahibi: Cumhuriyet, 26.12.1930. * "DOĞUDA KURAKLIK Mardin 23- Civardaki Harran ilçesi tamamen, Sürüş, Viranşehir ilçeleriyle diğer bir kısım köylerin mezraları kısmen kuraklıktan kurumuştur. Hattâ hayvanların yemesi için de ot yetişmemiştir. Bu yöre köylüleri Siverek, Diyarbakır taraflarına doğru hayvanlarıyla birlikte nakletmektedirler. Bu köylüler, köylerini geçici olarak terketmişlerdir. Geçenlerde de Suriye'deki bir kısım köylüler gene otsuzluk yüzünden bizim araziye nakletmişlerdir." TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 373 m yeterince gösterir. Kürdistan'da proleterleşen unsurlar, genellikle bir tür "Kürt paryası" adını almaya layık olan ve ora nüfusunun içinde önemli bir toplam tutan başlıca ameliyelerdir. Bunlara köy plebleri, "aşiret tarım isçileri" de denilebilir. Pek büyük bir toplam tutmadığı muhakkak olan ev sanayiyle el imalathaneleri işçileri, nakliye işçileri (sürücüler, demiryolu işçileri vb.), şehir işçileri (fırın, elektrik, hamal ve hele inşaat, yapı islileri, un ve kereste fabrikaları işçileri) sayıları ve oranı, herhalde Doğu illerindeki burjuvalaşmış ve burjuva unsurlardan birkaç katı fazla bir toplamı tutarlar. Son Fevzi Paşa-Malatya-Ergani-Diyarbakır hattı, ErzurumSivas hattı, Sivas-Samsun hattıyla buna benzer bayındırlık işleri, hele Ergani bakır madeni gibi, Türk burjuvazisinin son zamanlarda büyük bir önem vermeye başladığı ihraç işletmeleri, Kürdistan'da bugünden yarına varlığını hissettirecek büyük yoğunluklu ve güçlü bir Kürt proletaryasının kitlesini hazırlamak üzeredir. Kürdistan yoksul halkının kara yazgısını değiştirmekte keşif kolu rolünü oynayabileceği su götürmeyen Kürt işçileri bugün henüz "kendi içinde sınıf" konumundadır. Batıda olduğu gibi Doğuda da işçi sınıfının niteliği ve niceliği hakkında, Kemalist burjuvazinin "susuş kumkuması" mutlaktır. Onun için tam ve doğru rakam üzerinde düşünmenin olanağı yok. Fakat Doğu illerinde az çok inceleme yapabilmiş yoldaşların gözlemlerine bakılırsa, oralarda hiç olmazsa aydınlar derecesinde, yani %3 kadar küçük büyük sanayi, nakliye, maden işçileri bulunduğunu kabul etmek zorunluluktur. Tabii şehir küçükburjuvazisi dediğimiz esnaf üreticiler arasındaki ünlü deyimiyle "bin yıllığı bir kuruşa" çalışan çırak-işçileri bu oranın içine almıyoruz. Buraya kadar geçen rakamlardan yuvarlak hesap bir sonuç çıkartmak istersek Doğu illerindeki sınıfların kitlece oranlan şöyledir: Ezilen köylülük %85, diğer küçük-burjuvalar %7, şehir proleterleri %1,5, orta ve büyük ağalar ve beyler %1,5, aydınlar %2, şehir burjuvaları %0,5. İşte Kürdistan'da, herhangi bir strateji planında rol oynayabilecek sınıfların birbirleriyle olan oranları aşağı yukarı ve yuvarlak hesap bu rakamlarla gösterilebilir. Şehir burjuvalarının toprak kapitalisti denecek unsurları 200 kişide bir kişi olarak gösteriliyor, ki az değil, belki çoktur bile. Şehir küçük-burjuvalarını %7 olarak gösteriyoruz. Yukarıdaki araştırmamızda, bunları %7,25 buluyorduk. Kuşkusuz her iki oran da oldukça yüksektir. Yukarıda yinelediğimiz gibi, eğer şehir küçükburjuvalaının işlettikleri çırakları bu orandan ayıracak olursak, asıl 374 YOL küçük-burjuvaların oranı belki de %5, hattâ %4'lere kadar düşebilir. Fakat yine, burada bile bile bir örnek: Doğu illeri çıraklarının henüz geleneksel babahan zihniyetinde ve esnaf psikolojisiyle dolu olduklarını varsayarak, bu çırakları da esnaf, şehir küçük-burjuvası sayıyoruz. %86,5 olarak gösterilen tarımcılar içinde yalnız %85'ini köylülük, %1,5'unu ağalık ve beylik saymak lehinde bir oran olur. Aydınlara gelince yukarıdaki araştırmamızda, bunları %3-3,5 bulmuştuk. Fakat bunlardan bir kısmını Türkleşmiş, diğer kısmının da Kemalist devlet aygıtına köpekçe bağlanmış entegre olduğunu göz önüne getirirsek, gerçek Kürt aydınlarının %2'yi geçmeyeceğini teslim etmek gerekir. Bu yuvarlak oranlara göre, devrim stratejisinde rol oynayacak sınıflar hangileridir ve bu sınıflar arasındaki ilişkiler nasıl olabilir? Herşeyden önce, Kürdistan devrimi ulusal bir zulümden kurtuluş olduğuna göre, köy küçük-burjuvazisinin, yani ezilen köylülüğün devrimidir. Fakat emperyalizm döneminde, her sosyal devrim zorunlu olarak dünya proletarya devrimiyle tek bir cephe kurarak yaşayabileceği için, bütün bu tür devrimlerin olduğu ülkelerde, proleterler ne kadar azınlıkta olurlarsa olsunlar, devrimci rollerini oynamaya çağrılıdırlar. Genel kural olarak konulan aynı sorunu buradaki özelliği içinde inceleyelim. Nüfusun %85'ini oluşturan ezilen Kürt köylülüğü herhangi bir devrimde hangi sınıflarla müttefik olabilir? Kürdistan'ın şimdiye kadar geçirdiği ayaklanma ve devrim deneyimlerine bakalım. Kürt köylülüğü başlıca iki sınıfın rehberliği altında iki önemli ayaklanma yapmış görünüyor: 1- Şeyh Sait ayaklanması, 2- Ağrı ayaklanması... Şeyh Sait ayaklanmasında Kürt köylülüğü doğrudan doğruya ve belli başlı sınıf olarak, ruhani ve fani bey ve ağalarının rehberliğini kabul etti. Fiyaskonun kanlı sonucu Kürt köylülüğü için müthiş bir ders ve ceza oldu. Ağrı ayaklanması daha çok bu ağa ve beylerle burjuva devrimcilerinin "ulusal" denilen damgasını taşır. Ondaki yıkılış da, Kürt köylülüğünün hâlâ iliklerini sızlatan bir uğursuzluk oldu. Şu halde, Kürdistan ezilen köylülüğünü kurtarmak konusunda Kürt ağa ve beylerinin ve Kürt burjuvazisinin bu işte ne becerebildikleri meydandadır. Kürt ağalarıyla Kürt burjuvaları kozlarını oynadılar. Şimdi Kürt köylülüğü, her ikisinin rehberliğine karşı olan güvenini derinden derine kaybetmiştir. Geriye kim kalıyor? Kürt köylülüğü kendisine, hangi sınıflan müttefik ve yol gösterici bulabilir? Çünkü bu kadar örgütsüz, bu kadar cahil ve dağınık bırakılmış büyük bir yığın, kendisine sadık ve candan bir müttefik ve yol gösterici sınıf bulamadıkça başarılı ve mantıksal sonuçlu TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 375 bir mücadeleye ve zafere kavuşamaz. Derebeylik ve ağalık bu rolden bilfiil itildiğine göre, Kürdistan'da Kürt köylülüğünün kurtuluş mücadelesinde yol gösterici ve müttefik olacak hangi sınıflar kalıyor? Aydınlarla proleterler. Kürt proletaryası ne kadar yeni, siyasal mücadelede deneyimsiz ve örgütsüz olursa olsun, Kürdistan köylülüğüne yol gösterici olmaya aday mıdır? Evet, biz Kürt proletaryasının bu adaylığını yalnız nicelik oranı bakımından kestirebiliriz. Birisi (burjuvazi) %0,5, diğeri (beyler, ağalar) %1,5 gibi oranlarda olan iki sınıf, köylülüğü ayaklanmaya sürükleyebildi. %1,5 gibi bir oranla, nicelikçe gerek Kürt ağa ve beyler sınıfı, gerek Kürt burjuvazisi sınıfından ayrı ayrı hiç de aşağı kalmayan Kürt proletaryası vardır. Eğer bu sınıf örgütçü ve mücadeleci yeteneğini geliştirerek Kürt aydınlarının ve de özellikle ve hele köy sadık ameliye aydının çıkarını ve emek birlikteliğini sağlayabilirse, Kürdistan'ın bağımsız siyasal ve sosyal kurtuluş mücadelesinde, Kürt köylülüğünün en aldanmaz ve en yetenekli yoldaşı olabilir. Böylece Kürdistan'da Kemalist burjuvaziye ve kısmen Kemalizmle sarmaş dolaş olmuş Kürt burjuvazisine, Kürt ağalığına karşı, Kürt köylülüğü+Kürt proletaryası+Kürt aydınları... Kürdistan devriminin stratejik ilişkileri böyle olabilir. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN SÖMÜRGE SİYASETİ TBMM'nin yamacında ve başkanının arkasında asılı duran büyük bir levhada şöyle yazarmış: "Hakimiyet milletindir"; biz görmedik... Doğu illerinin ta Kızılırmak vadilerinden Ağrı yamaçlarına kadar uzanan alnına şöyle bir yafta yapıştırılmıştır: "Hakimiyet jandarmanındır..." Bunu gözümüzle görüyoruz. Fakat bir gün, sahtekârlığı sevmeyen bir el, her iki levha ya da yaftayı alıp da tersine çevirecek olursa görülür ki, her ikisinin de arkasında daha iri ve gerçek harflerle yazılan ve asıl olan şey budur: "Hakimiyet burjuvazinindir". Bunun böyle oluşu, Türk burjuvazisinin orada henüz aldatabildiği çalışkan Türk kütleleri, kısmen ulus demagojisiyle intihara uysallaştırabilmesi; burada (yani Doğuda) ise Kürtlüğü Türk ulusu yapmanın olanaksızlığı yüzünden soygununu, düpedüz ve açıkça yalnız "süngü" gücüne dayanarak yapmaya zorunlu tutulması yüzündendir. 1931 sonlarına doğru, dekoratif sırıtışında Fransız devlet adamlarına özgülük bulunan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Doğu illerinde teftiş gezisine çıkarken, okuyoruz: "Teftiş gezisi adet olmuş turlardan biridir. Bununla birlikte, çevrenin özelliği, devamlı endişeyi gerektiren o yörede doğal durumun geri dönüşü hakkında yakından bir gözlemi getirecektir."1 Siyasette bir "çevrenin özelliği devamlı endişeyi gerektirir" neden olur? O yöredeki insan kitlelerinin tümünü saran derin bir hoşnutsuzluk bulunduğu için... On yıllık Cumhuriyet rejimine karşın, Türk burjuvazisi neden hâlâ "devamlı endişe" üzeredir? Nasıl oluyor da, derin hoşnutsuzluğu giderilemedi? Orada "doğal durumun geri dönüşü" hakkında gözlemde bulunamadı? Türk burjuvazisini "o yörede" sıkan nedir? Yukarıda araştırdık, orada bir Kürt ulusu var. Bu ulus aslı gereğince geniş köylü tabakalarının kurtuluş hamlesine vurulan darbelerle, her gün kabarıyor. Sorunun ulusal ve onun da başlıca köylü sorunu olduğu anlaşıldıktan sonra, sıra bu ülkenin "endişeyi gerektiren özelliğini" görmeye ve Türk burjuvazisinin burada belirli "doğal durumun geri dönüşü" hakkında ne yaptığını anlamaya gelir. Bir daha, şeyleri adıyla çağıralım: Türk burjuvazisi, bir zamanlar ilân ettiği gibi Kürt ulusunu kardeş mi sayıyor, yoksa ona en berbat sömürge yöntemlerini mi uyguluyor? Yukarıdan beri olan sözün gelişi ikinci şıkkı 7. Cumhuriyet, 27.10.1931. 377 oluşturabilirdi. Derhal ağalar yerlerine döndürüldüler. Ve o zaman Köylülere Armağan broşüründe bazı eli kalem tutanların yazmaktan sakınamadıkları facialar faslı başladı. Bununla birlikte, Kemalist burjuvazi bir kere nasılsa bozuştuğu ağalığa karşı Kürdistan'da kendini tutacak unsurlar yaratmak gereğini hissetti. İskân siyaseti yetemezdi. "Köylüye toprak" en parlak bir yem borusu olabilirdi. Ve boru çalındı. Birinci sahne: Burjuvazi hesaplamıştır. Kürdistan ağalarını modern toprak sahipleri ve tefeci sermayedarlar haline getirecek. Örneğin Fransa; 1902 yılında 5.702.752 köylü ailesi içinde 300 hektardan fazla toprağı olan en büyük toprak sahipleri 4.280 kişi kadardı. Burjuvazi de büyük toprak sahipleri için aşağı yukarı bu oranı yeterli gördü. Örneğin 3.010 dönüm (334 küsur hektarlık) toprak Kürt bey ve ağalarına bırakılacak, ağaların fazla toprakları hükümetin güvencesi altında, topraksız köylüye zırnık para, satılacak. Kemalist burjuvazi bunu ciddi bir plan dahilinde değil, en çok gücünü hissettireceği tek tük bölgelerde, şöyle bir deneme tarzında yapmaya girişti. Sözgelimi kaymakamla genel müfettiş yardımcısı köye giderek bir ilân verdi. "Marabalar ya toprak satın alın, ya da sizi süreceğiz!" İlk bakışta dehşetli "halkçı" gözüken bu ilânın, biraz düşününce ne pis ve zalim bir burjuva yöntemi olduğu kolayca anlaşılabilir. Burjuvazi, bir zaman gezmeye götürdüğü ağalığı tekrar, hem bu kez daha tehlikeli ve fena olarak köylünün başına musallat ediyor. Onunla siyasal ve yönetsel alanda birleşiyor. Sonra köylüye dönüp, ağadan korkmayın, sattığı toprakları satın alın diyor. Fakat ağa uzun sözü sevmez. Kısaca haber verir: Benim toprağım "yılan kemiğidir, yiyenin boğazında kalır". Köylü, herşeye razıdır, tek bir avuç toprağı olsun... Ağaya şu teklifi yapar: Hükümete vereceğim 20 yıllık taksidi 5 yılda ödeyelim, geri kalan 15 yılda aynı taksitleri bir daha ağaya ödeyelim... Fakat burada henüz "kuram" aşamasındayız. İkinci sahne: Jandarma yüzbaşısınla katip efendi kayıt ve tescil işlemlerini yapmak ve köylüye toprak "dağıtmak" üzere gelirler. Katip efendi zaten ağanın amcasının oğludur. Ağanın evine konuklattırılır. Bir kuzu dolması ziyafetinde toprak paylaştırılır: a) Ağanın alacağı 3.010 dönüm yerine 30.100 dönüm ayrılır (defterde yazan üç bindir, ama saklanan toprak bunun on katı fazladır); b) Ağanın bütün karısı, kardeşi, oğlu, kızı, kısrağı ayrıca birer tapuyla bu dağıtımdan hisselerini alırlar. Öyle ya, ağanın yalnız şahsına üç bin dönüm değil miydi? c) Ağanın toprakları o kadar geniştir ki, bu dağıtımdan sonra da satılığa çıkarılacak, zaten ağanın 378 YOL söyler. Şu halde, bugün Kürdistan'da sömürge yöntemlerinin uygulandığını nelerden anlayabiliriz? Başlıca üç noktadan: 1- Ağalıkla uzlaşması; 2- Ekonomik yöntemleri; 3- Siyasal yöntemleri... Ağalıkla Uzlaşma Avrupa kapitalistleri, geri Doğu ülkelerine saldırdıkları zaman, oradaki büyük derebeyi saltanatlarını tahrip ve yağma etmişlerdi. Bugünkü emperyalizm döneminin kapitalizmi, eskiden yok ede ede, dinamitleye dinamitleye ufaladığı derebeylik üstünde bugün yeni bir saltanat kurmaktadır. Bu saltanat finans-kapitalin derebey süzerenliği tacıyla taçlanışı demektir. Gerçekten bugün, Avrupa emperyalistlerinin sömürge siyasetlerindeki yönetim biçimleri, yerli derebeylerle el ele vermekle niteliklenir. Son demine gelen her sınıf gibi, kapitalizm de mazide yapışacak tutanak arar. Sözgelimi Hindistan sömürgesinde topraktan intifa ve yararlanma hakkı derebeyi devletinin tekelindedir. Anavatan sermayesine, toprak vergisi yerine yıllık "redevance" veren "zemindar"lar ya da "tağlukdarlar"dır. İran, Fas, Mısır vb. de emperyalizm, koca toprak sahiplerinin yerli örgütlerini kullanarak toprak rantını yakalar. Öte yandan en ilkel yaşama araçlarından yoksun kalan çalışkan köylülük, aç ve aylak geniş bir kır nüfusu halindedir. Ülkede tek tük ve serpilmiş bir halde bulunan yerli sanayiler, fazla kır nüfusu ememez ve bu nüfus göç edecek, yerinden kıpırdayacak halde değildir. O zaman çalışkan sömürge köylülüğü zemindarların ebedi serfleri, toprakbentleri, paryaları haline gelirler. Şu halde, bir ülkede yabancı kapitalizmin yerli derebeylik ve artıklarıyla el ele vermesi, bir sözcükle o ülkenin sömürgeleşmesi demektir. Doğu illerinde, Türk burjuvazisiyle Kürt ağalığı arasında bir uzlaşma ve elbirliği var mı? Var. Bunu şu üç bakımdan kısaca gözden geçirmek yeterlidir: 1- Toprak sorunu; 2- Yönetim; 3- Mahkeme... 1- Toprak Sorunu: Türk burjuvazisi tüm Türkiye hakkında olduğu gibi, Doğu köylüsü için de toprak vaadinde bulundu. Şeyh Sait ayaklanması üzerine, Kürt ağalarından bir kısmını Batı illerinde gezmeye götürdüğü zaman, Kürt köylülüğü o halka özgü olan doğal ve devrimci güdüsüyle ağaların topraklarına sessizce el koymaya başladı. Kürdistan köylülüğünün bu durumu, adeta bir an için toprağı kişisel mülk olmaktan çıkartmış gibiydi. Oysa Kemalist burjuvazinin amacı, böyle korkunç bir manzaraya seyirci kalmak değildi. Aslında ağa nüfusunun kırılmaya yüz tutması halk arasında her türlü zulme karşı bir ayaklanma yeteneği de TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 379 oluşturabilirdi. Derhal ağalar yerlerine döndürüldüler. Ve o zaman Köylülere Armağan -broşüründe bazı eli kalem tutanların yazmaktan sakınamadıklan facialar faslı başladı. Bununla birlikte, Kemalist burjuvazi bir kere nasılsa bozuştuğu ağalığa karşı Kürdistan'da kendini tutacak unsurlar yaratmak gereğini hissetti. İskân siyaseti yetemezdi. "Köylüye toprak" en parlak bir yem borusu olabilirdi. Ve boru çalındı. Birinci sahne: Burjuvazi hesaplamıştır. Kürdistan ağalarını modern toprak sahipleri ve tefeci sermayedarlar haline getirecek. Örneğin Fransa; 1902 yılında 5.702.752 köylü ailesi içinde 300 hektardan fazla toprağı olan en büyük toprak sahipleri 4.280 kişi kadardı. Burjuvazi de büyük toprak sahipleri için aşağı yukarı bu oranı yeterli gördü. Örneğin 3.010 dönüm (334 küsur hektarlık) toprak Kürt bey ve ağalarına bırakılacak, ağaların fazla toprakları hükümetin güvencesi altında, topraksız köylüye zırnık para, satılacak. Kemalist burjuvazi bunu ciddi bir plan dahilinde değil, en çok gücünü hissettireceği tek tük bölgelerde, şöyle bir deneme tarzında yapmaya girişti. Sözgelimi kaymakamla genel müfettiş yardımcısı köye giderek bir ilân verdi. "Marabalar ya toprak satın alın, ya da sizi süreceğiz!" İlk bakışta dehşetli "halkçı" gözüken bu ilânın, biraz düşününce ne pis ve zalim bir burjuva yöntemi olduğu kolayca anlaşılabilir. Burjuvazi, bir zaman gezmeye götürdüğü ağalığı tekrar, hem bu kez daha tehlikeli ve fena olarak köylünün başına musallat ediyor. Onunla siyasal ve yönetsel alanda birleşiyor. Sonra köylüye dönüp, ağadan korkmayın, sattığı topraklan satın alın diyor. Fakat ağa uzun sözü sevmez. Kısaca haber verir: Benim toprağım "yılan kemiğidir, yiyenin boğazında kalır". Köylü, herşeye razıdır, tek bir avuç toprağı olsun... Ağaya şu teklifi yapar: Hükümete vereceğim 20 yıllık taksidi 5 yılda ödeyelim, geri kalan 15 yılda aynı taksitleri bir daha ağaya ödeyelim... Fakat burada henüz "kuram" aşamasındayız. İkinci sahne: Jandarma yüzbaşısıyla katip efendi kayıt ve tescil işlemlerini yapmak ve köylüye toprak "dağıtmak" üzere gelirler. Katip efendi zaten ağanın amcasının oğludur. Ağanın evine konuklattırılır. Bir kuzu dolması ziyafetinde toprak paylaştırılır: a) Ağanın alacağı 3.010 dönüm yerine 30.100 dönüm ayrılır (defterde yazan üç bindir, ama saklanan toprak bunun on katı fazladır); b) Ağanın bütün karısı, kardeşi, oğlu, kızı, kısrağı ayrıca birer tapuyla bu dağıtımdan hisselerini alırlar. Öyle ya, ağanın yalnız şahsına üç bin dönüm değil miydi? c) Ağanın topraklan o kadar geniştir ki, bu dağıtımdan sonra da satılığa çıkarılacak, zaten ağanın 380 YOL da pek işine yaramayan, en çorağından bir miktar toprak kalmıştır. İşte köylüye dağıtılacak (yani parayla satılacak) toprak budur. Bu toprak satılır. Ama kime, önce ağanın adamlarına... Yani gene ağaya.. Artık büyük dağıtımdan sonra da, daha bir kısımcık toprak kaldıysa, yukarıdaki tehditlere karşın, gözü kararmış köylülere nihayet satılır... Ameliyata girdik. Ve Kemalist devlet aygıtıyla Kürdistan ağalığını, ziyafet sofrasının başında kucak kucağa "toprak devrimi" yaparlarken buluyoruz. Üçüncü Sahne: Ağanın amcasının oğlu her topraksız köylüye 50 dönüm yazar, fakat köylüye verilen gerçek tarla 30 dönümü geçmez. Ağa yalnız burada %40 ilk çapulunu, Kemalist devlet aygıtı sayesinde yapmıştır. Bununla birlikte, köylü buna da razıdır. Karşılığı 20 yılda birleşik faiz biçiminde ödenecek. Bir köylünün ortalama ne vereceğini hesaplayalım: 8 lira devlete vergi (bu işte devletin amacı da bu... Çünkü bunu ağadan alamıyordu) + 12 lira da ağaya toprak parası, yani 20 lira nakit olarak ödenecek. Buğdayın okkasını 2 kuruşa satabilen mutlu. Bir köylünün bu parayı bulabilmesi için demek bin okka ürün elde etmesi gereklidir. 1931 yılında Diyarbakır örnek çiftliğinde ortalama bir dönümden 67 kilo ürün alınıyordu. Bizim köylümüz ortalama 50 okka dönümden alsa, 30 dönümden 1500 okka buğday alacak demektir. Şimdi bir başka hesaba geçelim: Biliniyor, aşar 4-5 yıldır kaldırılmıştır. Bu sorun hakkında bir Kürdistan köylüsüyle Kemalist yargıç arasında şöyle bir konuşma geçer: "Yargıç: Ağanın aşarını neden veriyorsunuz? idare meclisi kararı var, %2'den fazla vermeyin!.. Köylü: Öyle ama... O şehir çevresindeki köyler için. Bizim köyde olmaz..." Köyde olan şudur: Köylü aşar olarak l,25+10+"noksan ard" 2/10 + tohum 3/10 = 6,25/10 ürünü, yani yukarıdaki 1500 okka. buğdayın 937,5 okkasını bu üç yere yatıracak, elinde kalan 562,5 okkadır. Bunu yesin mi satsın mı? Toprak alan köylünün tam 50 dönümü de olsa ve 50'sinden de buğday alsa ve ürün hiçbir kaza belaya uğramadan tam verimle hasat edilse 2500 okka eder. Bunun 1537,5 okkasından geri kalan tam 1000 kilo buğday bile olmayacak. Vergiyle toprak taksidini vermek için bu buğdayı satabilirse ne yiyecek? Sonunda yalvara yakara toprağını ağaya satmayacak ya da bırakıp bir yana kaçmayacak mı? Dördüncü Sahne: Bir ağa, şu maskara "toprak dağıtımı"nı onaylayan muhtarın, şu kadar bin liralık harmanını yaktırır. Cumhuriyet burjuva adaletini istediği vicdani ve maddi, bütün subut ve kanı unsurlarını bir çırpıda hazırediveren ağa, aynı muhtarı hırsızlık suçuyla da ayrıca 5 TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 381 günlük yerdeki cezaevine iletir iletmez, o zamana kadar toprak alma törenini bekleyen bütün köylüler, noterdeki sözleşmeyi imzalamaya gitmekten vazgeçerler: Ağanın toprağı gerçekten yılan kemiğidir. Köylünün de boğazında kalmıştır. Bununla birlikte adalet yerini bulmuştur: Kemalizmin köylüye "toprak dağıttığının" kanıtını mı istiyorsunuz? Bütün ismi noter defterine geçmiş olan köylüler her yıl düzenli olarak 20 lira toprak için veriyorlar. Hem de bu toprak kendisinin değil, eskisi gibi bilfiil ağanındır. Toprağı benimseme cesaretini gösteren tek tük küstahlara gelince, bir gece ağanın adamları tarafından evlerinde basılır, birkaç kadın ve çocuk ölüsü yanında bütün erkekler yaralı düşer ve olanca malları yağma edip götürülür... Yine hem de, ortada ne tanık var ne de kanıt!... Ezeli Sahne: Kapitalist, sermaye biriktirişinde ne kadar doymazsa, ağa da toprak hırsında o kadar sınırsızdır. Kemalist burjuvazi, basmakalıp düşlerine devam ededursun, ağa doymak nedir bilmez genişleme hırsını çeşitli kanallardan tatmine uğraşır. Bunun için iki yol vardır: 1- Feodal yöntemler: Meşe sürterek tarla çalmak: bir köyde daha önce hepsi hepsi 42 tarla varken, sonradan ağanın 105 tarlası meydana gelir. Ağa verimli bir toprağa göz mü dikti, o topraklar üzerindeki köylüleri bir birine düşürür; arada birisi vurulur, diğeri "katil" sıfatıyla Kemalist adale tin pençesine... Kurtulmasının bir tek yolu var: Toprağını ağaya devrede rek, onun hazırlatacağı çeşitli ihtiyar heyeti iyihal kağıtları, uydurma jandarma zabıt varakaları ve yalancı tanıklarla kurtulmak. Toprak ağanın elindedir. Dünyada ağanın bilmediği ve bulamadığı hile mi yok!.. Örneğin falan suyun başında, bir köylücüğün atasının atasından kalma ağaçlık, bereketli bir bağı var. Sınırları yıllardan beri biliniyor. Bir gece ağanın adamları bağa girerler. Bütün asmalar yere kadar köklerinden yolunur. Peşinden toprağın üzerinden bir sürgü geçirilir. Ertesi gün bakan, orada dün ağaçlık bayındır bir bağın varolduğuna ilişkin bir iz bile göremez. Ağa toprağa arpa ektirmiştir. Sınırlar, ağanın toprağıyla kaynaşmıştır. Artık eski bağ sahibi, eceline susadıysa tırtıllara dilekçe vermeye gitsin. 2- Kapitalist yöntemler: Meşrutiyet burjuvazisinin Ermeni talanından beri yeni yöntemler, salt bürokrat yöntemler olmuştur. Tapu memurları ağanın ya akrabaları ya da adamıdır. Ermeniler kesilirken hükümetin müttefiki olan ağalar, derhal varolan bütün Ermeni mallarını bedavadan üzerlerine yazdırıvermişlerdi. Hâlâ bugün Doğu illerinde birkaç "terkedil miş mülkler" denilen -Fikret'in deyimiyle- "han-ı yağma" vardır. Her gün biraz kabaran ağa bunları bir "üslub-u hakimaney"le sınırları içine alır. 382 YOL Böyle yapamazsa, Kemalizm tarafından ağaya eksiltmeyle müzayedeye çıkarılır. Kullanılmayan yerin üstünde yıllardan beri yerleşmiş, ev, bağ, bahçe yapmış, tarla açmış yoksul ve çalışkan köylüler doludur. Onların ruhu bile duymadan ağanın malı oluverir. Bundan da ömürleri var! Bir köyde Türkçe bilen, İstanbul kaldırımı çiğnemiş vb. nitelikte yeni bir ağa türer. Bir gün bu yeni ağa, karakol komutanı ve iki süngülü jandarmayla gelir; hiçbir şeyden haberi olmayan güzelce bir tarlanın önceki sahibi köylüye çık der... Bre aman... Köylü neden çıkacağını sorar. Ağa, elinde o toprağın kendisine, şu hiçbir şeyden haberi olmayan sahibi tarafından satıldığınıbütün yasal belge ve yollarla kanıtlar. Deliller, şaşalayan köylünün suratına çarpılır. Çaresiz, köylü valiliğe koşar. Tapu memuru, herşeyin yasal olduğunu ve işlemin tamam olduğunu bildirir. Ve sonra galiba oldukça acıdığı için, köylünün kulağına fısıldar: "Bu işlemlerin sahte olduğunu biz biliyoruz ama, ne. çare herif bir kere tanık kanıt bulup mahkemede hak kazanmış. Sona valiye gelip çatmış. Sizi kim dinleyecek. Hiç yorulmayın..." Ve köylü son meteliğiyle satın aldığı silaha sarılarak dağa çıkar. O zaman Kemalizmden şu unvanı kazanır: canavar eşkiya!.. Tarih nasıl bir "tekerrür" olmasın! Yıllardan beri Kemalizmin köylüye toprak "dağıttığı" bir bölgeden bakın ne "hoş seda"lar geliyor: "Palu'da halk kitleleri büyük toprak ve emlâk sahipleri adına çalışmaktadır. Hükümetin son zamanlardaki ünlü faaliyeti, bey ve ağa yetiştirmeye uygun bir anormal tasarruf yöntemi yerine çok makul önlemlerin uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Böylece halk ağa ve beyden kurtulunca toprak ve sahibi olunca hükümete karşı özverisi artmış olacaktır. (Bununla birlikte, 1928-29'dan beri beş yıldır Kemalizmin güya toprak sorunuyla uğraştığı bu yerde sözün sonu şöyle gelir:) Palu kasabası halkından hiç kimse yoktur ki bir köy sahibi olmasın. En önemli toprak ve emlâk Cemşit beyin ailesinden olay beylerin elindedir."8 2- Yönetim: Yukarıdaki "toprak sorunu" sistem olarak Kemalizm ile Kürt ağalığı arasındaki gizli uzlaşmanın derecesini ve derinliğini yeterince gösterir. Bir kere olayları küçük memurların yolsuzluğu saymak da safdilliğin daniskası olur. Özü gereği bu sorun şöyle konulabilir: Uluslararası burjuvazi, burjuva devriminin bir parçası ve zorunluluğu olduğu halde toprak mülkiyetini kaldırarak toprağı ulusallıştıramadı ve çalışkan sınıfların artı-değerlerini büyük rantiye toprak sahipleriyle paylaşmaya razı oldu; tek, "özel mülkiyet"in kutsallığına söz konmasın diye. Bizim 8. B. Turgud: "Şeyh Said ve Şark Derebeyliğinin Beldes ı Olun Palu'nun Tarihçesi", Son Posta, 1.11.1933. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 383 ulusal burjuvazi, yani Kemalizm de, ikide birde hırlaştığı ve tepiştiği Doğu derebeyliğini, bütün gösterişlerine ve prestijini koruma zorunluluğuna karşın atamadı ve ezilen Kürt köylülüğünün ek-ürünlerini Doğu ağa ve beyleriyle paylaşmak zorunda kaldı; tek, kapitalizm öncesi ilişkilerden kurtulacak olan Doğu illerinde herhangi bir ulusal hareket olmasın dive... Sorunun içyüzü bu olunca, Doğu ağalığıyla Kemalist burjuvazinin sarmaş dolaşlığında anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur. Nitekim Kemalist devlet aygıtının en küçük hademesinden en büyük erkânına kadar, ağalıkla yapılan uzlaşmada çeşit çeşit kahramanlara rastgelmek için Doğu illerini bilenlerle iki sözcük konuşmak yeterlidir. O zaman öğrenilir ki, bir haraca çıkışta, bütün köylünün evindeki çuval sicimine kadar derleyip toplayarak konağına getiren ve köylünün getirdiği yağlar için küp müp yetmeyince bir bina kadar saçtan hazineler yapan Erzincanlı Mustafa ağa, Kemalist devlet aygıtının en önemli temel direği olan İsmet paşayı oğluna kirve etmiştir!.. Ağalar 1927'den beri yoksul Kürt halkı üstündeki egemenliklerini yeni yöntemlerle başarmaya başladılar. Yine eskisi gibi silahlı adamları var, fakat jandarma karakollarıyla da gayet sıkı, özel ve yarı-resmi bağları vardır. Bu silah farkı bakımından böyle... Fakat köylüye karşı bütün ağalar TBMM'ne kadar etkili olmayı bilirler ve bütün burjuva devlet aygıtıyla bütünleşmişlerdir. Şimdi Kürt ağaları da birçok işlerini Türk tefecisi gibi, Kemalist devleti maşa gibi kullanarak becermeye yavaş yavaş alışıyor. Tabii karşılık olarak, Kemalizm de birçok işini ağanın himmetiyle başarır. Gerçi ara sıra ortaya çıkan çekinilmez çarpışmalarda sık sık genç jandarmalar harcanır. Ama buna karşılık da, cumhuriyet hükümeti eline düşen ağalan epeyce "sağar". Kapitalizm düzeninde, aynı zümre kapitalistler arasında bile olabilen bu gibi rekabet türünden olaylar bir yana bırakılırsa, her türlü karşılıklarıyla birlikte Doğu ağalığı ve Kemalizm aynı ip üstünde oynayan iki cambazdır. Unutmamalı ki, bu anlaşmada beraberlik aynı sınıfların zümreleri arasında değil, birbirine oldukça zıt iki ayrı sınıf arasındadır. Onun için, bugünkü Türkiye ile Yunanistan dostluğuna, TürkYunan uluslarının kardeşliğine benzer. Basit uyuşmalardan fazlası, bu beraberlikten beklenemez. Ama tam birlik yoktur diye, bir uzlaşma da yoktur denemez. Ağalıkla Kemalizm arasındaki uzlaşma -ister dostça ister düşmanca olsun- vardır. Örnek: Genel olarak yönetimde: "Beyleri" en çok kuşkulandıran şey halkın hükümetle temas etmesidir. Bu teması önlemek için her çareye -384 YOL başvururlar. "Hükümetin isteklerini o kadar çabuklukla imza ederler ki egemen olmayan bazı yönetim memurları bundaki kolaylıktan vazgeçemiyorlar." "Tahsildar vergiyi mükelleften istemez. Mübaşir adliyenin emrini almadan tebliğ edemez. Bir şey incelenecekse halka sorulmaz... vb." 9 Bir burjuva yazarından daha fazla ne söylemesi istenebilir: Vergiyi ağa toplar, Kemalist adaletin nüfuzunu ağa temsil eder, jandarma işi ağanın üstündedir vb... Tahsildar, mübaşir, savcı hep ağayla el ele vererek çalışırlar. Hem bu söylendiği gibi "bazı yönetim memurları"na özgü değildir. Doğu illerinde en ufak bir işin hakkından gelmek isteyen memur ne kadar büyük ve küçük olursa olsun, ağaların haremine girmeye ve beylerle senli benli olmaya zorunludur. Yoksa en kısa zamanda ayağının altı karpuz kabuğu oluverir!.. Hem bu, tekrar edelim, salt yerel memurlara özgü de değildir. En büyük devlet büyükleri de önemli bir iş için "halka sorulmasına" olanak bırakmaz. Örneğin "Malazgird 16 (AA.)- İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Hozat'ta kasaba halkını, gelen aşiret mensuplarını kabul etmiştir. Halk ve aşiret mensupları hükümetin kurtarıcı elini bu bölgeye uzatarak cumhuriyetin feyzlerinden yararlanma olanağını rica etmişlerdir.."10 Burjuva vekilinin halkı ve aşiret mensuplarının kabul edişinin anlamını bugün Türkiye'de anlamayacak tek adam yoktur. Hozat kasabası, yukarıda atlı geçen Palu kasabası gibi, her biri birkaç köy sahibi olan "halk" ile doludur. Aşiret namına bir bakan görmeye gelenlerin kimler olacağını tekrarlamayalım. Şu halde İçişleri Bakanı da, ağalarla büyük toprak sahiplerini "kabul" etmiş ve onlarla konuşmuştur. Eğitimde: "Kaymikeyim" (bu Kürdistan'daki kaymakamın telaffuzudur) bir öğretmen getireceği zaman hangi köye verilmesi gerektiğini ağadan sorar. Ağa köye devletin gönderdiği bir öğretmeni sokmak istemez. Fakat hayır da demez. Öyle bir köy gösterir ki, orada din dersi istemeyen asi kızılbaşlar oturur. Tabii öğretmen köye varır varmaz, kızılca kıyamet kopar ve hoca ardına bakmadan sıvışır. O zaman ağa kaymakama şu gerçeği söyler: "Canım bu meretlerin çocuklarını okutayım da yarın çocuklarımın burnuna mı dikilsinler?" Ve zaten Genel Müfettişten "Kürtleri okutup da Kürdistan'da bir Arnavutluk mu yapalım!" kararını bellemiş olan kaymakamın düşüncesi de başka yoldan beyler ve ağalarınkiyle birleşir. Onun için bu Kürt sorununun acı hatıraları arasında şöyle öykülere rastgelirsiniz: Bir maraba çocuğu nasılsa erkekli kızlı ağa çocuklarının kafilesine karışarak birlikte ders almak becerisinde bulunur. 9. Yusuf Mazhar: a.g.y., Cumhuriyet, 22.7.1930. 10. Cumhuriyet, 17.11.1931. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 385 Belki de yaşamsal bir önem gören çocuk, ağazadelerin bir yılda öğrendiğini, devam ettiği bir ay içinde kavrar. Durumu öğrenen ağa sınıfı teftişe gelir. Bu durumu gözleriyle görünce -kendilerinkinden yaşça çok küçük olan- maraba yavrusunu "namahrem kızlar"la (önceden bir ay hiç sesini çıkartmamışken şimdi) bir arada okutmayı namusça uygun bulmaz. Öğretmenin kulağına "ne yapalım ağa emretti" diye fısıldayarak çocuğu sınıftan uğratır... Babası öğretmene itiraz edecek olur, aynı yanıtın tedhişçi darbesi!.. Çapul: Orneblili Şeref "Birinci Millet Meclisi" hatıratında, Doğu illerinde Dersim hakkında şöyle bir tasvir yapar: "Bu yerler, bu dağlar ve bu taşlıklar fesat, eşkiyahk, cahil ve gaflet ocaklarıdır. Burada yaşayan insanlar ilkel adamlardır. Bir taş kovuğunun içinde, başını bu taşa dayayarak yüz bin yıl önce yaşamış ataları gibi, hâlâ o örneği gösterip duruyor. Bunun yalnız birkaç yüz sözcü/dük bir dili ve eline öldürmek için şeyhin, beyin verdiği tüfeği vardır, işte bunlar bu dağların sakinleridir. Becerileri de yalnız adam öldürmek ve rastgelen köyü, insanı, kervanı soymak ve hepsini götürüp müemmine, şeyhe, seyite vermektir."11 Aşiretler talanadır. Bu kesin, fakat Marx'ın Kapital'inde Roma için dediği gibi, sonsuza dek yeniden oluşan talan edilecek bir şey bulamaksızın talan yapılamaz. Zaten aşiretler en çok birbirlerini talan ederler. Yalnız talanla geçinen üç milyon nüfusu tasvir etmek, hem ağanın, hem Kcmalizmin ayrı ayrı talan ettiği çalışkan Kürt miriyvolarım İş Bankası'nın hissedarları yerine koymaktan farklı mıdır? Onun için Kürtlerin "yalnız öldürmek ve rastgelen köyü, esnaf kervanı soymak" ile değil, belki maraba olarak beye haraç, Kemalizme vergi vermekten canı çıkıncaya kadar çalışmakla geçindiğini hatırdan çıkarmak için cumhuriyet burjuvazisinin atadığı milletvekili olmak gerekir. Burada doğru söylenen yön, Kürt fukarasının, çapul edilen şeylerin hepsini müemmine, şeyhe, seyite götürdüğüdür. Ama sorun buracıkta ve böyle bitmez. Talanı örgütleyen ağadır. "Kolbaşı'ların emrinde hareket eden birer kolla yolları kestirir. Davarları çevirtir vb... Talandan gelen metaların gayet az bir kısmını kolbaşıya, bir iki gönül okşayıcı sözcüğü de adamlarına bağışlar. Geri kalan eşyanın oldukça büyük bir kısmını yüksek mülkiye ve jandarma memurlarına ayırır. Ağalarla kaymikayimin arasındaki mektuplaşmalara bir göz atan, çok kere Kemalist devlet aygıtıyla ağalık arasındaki sıkı dayanışma ve özelleşme derecesi karşısında gözlerine inanamaz. Bazı mektuplarında kaymikayim, ağaya aşırdığı koyunları kendisine 11. Orneblili Şeref: Milliyet, 2.1.1932. 386 YOL gönderirse, şimdiye kadar olduğu gibi sorunu kapatacağım, yoksa bu kez işin pek açığa çıkması yüzünden fena edeceğini bildirir. Bu gibi omuzdaşlıklar, talan yapan ağadan daha baskın birine ait mallar için yazıya dökülür. 3- Burjuva Adaleti: Cumhuriyet döneminde Karagözle Hacivat heyetine sokulan o Lanifrel, o ulus adına yargılayan savcı, Batı illerinde oldukça, perde kurup şem'a yakar ve bu perdenin arkasında oynarlar. Doğu illerinde ne perde ne de şem'aya gerek yoktur. Gerçi heybetleri orada da hayal gölgesi şahıslardan farksızdır. Ama oyunları, Batı illerinin komünist mahkemelerinden farksızcasına, hattâ ona taş çıkartırcasına ve ortaoyunvari perdesiz merdesizdir. Burjuva adaleti, dünyanın pek az yerinde, Kürdistan'da olduğu kadar sinik ve maskesiz sırıtır. Kemalist burjuvazi Doğu illerinde yalnız subaylarına güvenir. Çünkü orada fiilen egemen güç jandarma ve askerdir. Fakat bu asker ve jandarmayla adalet arasında su sızdırmaz bir emek beraberliği var. Kemalizm derebeyliğin -hasbelkaderbükemediği elini öper görünürken, ısırma siyasetini uyguluyor ve jandarma+savcı blokunu siyasete mihver yapıyor. Ağalığı devrimci yöntemlerle yok edemeyeceğini ve yok etmek istemediğini hisseden Kemalizm, o kendiliğindenci ve bilinçsiz burjuva kaderciliğiyle Doğu illerinin geleceğini, kendisinin de pek iyi anlayamadığı, fakat akıntıya kapılmışcasına uymaya zorunlu olduğu bir "yavaş gelişim" siyasetine bel bağlamış görmekten hoşlanmıyor. İşte Doğu illerinin "adalet"i bu burjuva "yavaş gelişim"ciliğinin tam ete kemiğe bürünüşüdür. Ağalığı asla ürkütmeden eritmek! Bu görev jandarmayla adalet arasında paylaşılmıştır. Adaletin bu öz rolü, onu bazen kutsal kitaplarda betimlenen Allah kadar mutlak yetkili, Bazen leblebicinin çırağı ya da ağanın keloğlanı, lokanta garsonu kadar. emre amade" kılar. Ağalığın sorumsuzluğuyla kapitalizmin "idare-i maslahatçılığı" Kemalist adaletin karakteristiğidir. Belli bazı sınırlar içinde, nasıl adamlarına dayanan derebeyi, başka hiçbir güç ve sorumluluktan korkmaksızın dilediğini yaparsa, erlerine emir veren subay, mübaşirlerine "hüküm ki" diyen yargıç -burjuvaziye karşı hiçbir hesap verme sorumluluğu olmadığı oranda- yaptıklarından dolayı sorgu suale uğramayan Allahdır. "Hak gücündür" kavramının ne olduğunu gözüyle görmek ve eliyle tutmak isteyen, Doğu illerine gitsin. Orada öyle "hakkım" diye haykıran ağalar vardır ki, gözlerinin madeni parıltısında, bu "hak"kının adalet huzurunda kaç altına alınıp satıldığını öğrenmekten daha kolay hiçbir şey yoktur. Onun için burada "hakkım" TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 387 diye bağırabilen mutlaka güçlü sayılır ve haklı değil, güçlü olduğunu zanla saygı görür. İşte bu tür bir adaletin, yoksul Kürdistan halkıyla temasa geçişi cidden acıklıdır. Doğu illeri "zorunlu hizmet"i süresince, emekliliğinin sağlayamayacağı bir dünyalık hazırlığını amaç bilen Kemalist adalet, temsilcilerle bukalemun gibi her dönemin rengine girmekte ve her tür soyguna uymakta örneksiz olan derebeylik, "hem ye hem yedir" sloganıyla bir kere el ele verdiler miydi, artık Kürt fukarasının başına gelen düşünülsün... Anayasanın yasakladığı "işkence, eziyet, angarya" Kürdistan halkının uğradıkları yanında pek hafif deyimlerdir. Doğu illerinde burjuva adaletinin hummalı etkinliği hakkında bir fikir edinmek için, şu iki ilginç olayı biraz düşünmek yeterlidir: 1- 1933 yılı başlarında bir İstanbul akşam gazetesi, İstanbul'da her bin nüfusa bir avukat düştüğünü yazıyordu. Oysa Doğu illerinin, merkez ilçelerinde biz diyelim her yüz, siz deyin her on kişiye bedel bir avukat bulunabilir. Orada öyle şehirler vardır ki, çarşısında varolan dükkanların yarısı avukat ve arzuhalci dükkanıdır. Bunların ticareti adalet alımsatımıdır. 2- Dil devrimcileri ne kadar sevinseler yeridir: Kürdistan halkı adaletin resmi dili sayesinde epey Türkçe öğrenmiştir. Fakat Kürt köylüsünün öğrendiği Türkçe, insanı güldürmekle ağlatmak arasında şaşkın bırakacak derecede ibret parçalayıcıdır. Halkın en çok bildiği "bilgi" ve "Türkçe" hep adliye hileleri, mahkeme oyanları ve adliyece deyim ve terimleridir: Türkçe su ve ekmek istemesini bile bilmeyen öyle köylüler vardır ki, bize "merkumum raporunda darp âsâri müşare ve ilh" tarzında bir mahkeme zabitinin bütün cümlelerini tekrarlayabilirler. Bu şiddetli adalet süreci, bu Kemalist adliye değirmeni hava için dönmüyor. Kürdistan yoksul halkının kemiklerini öğütüyor. Birkaç örnek: Tefeci örneği: Köylü ağadan 3000 kuruş senetle ödünç alır. 1000 kuruşunu arada öder. Tam ürün zamanında ağa 2000 kuruşunu ister, oysa köylü hemen o dakika ödeyecek durumda değil. Ağa, köylüye ceza olarak bu kez önce aldığı 1000 kuruşu da inkâr ederek -çünkü ağa köylüyü her kazığa bağlar, ama köylü ağadan verdiği 1000 kuruşa karşılık imza isteyemez, ağa için bu hakarettir!- icraya 3000 kuruş alacaklı gibi başvurur. Soruna tanık var ama, kim ağanın aleyhinde tanıklık edebilir? Zaten köylü kendini toplamaya zaman bulamadan "adalet" tarladaki ürüne haciz koymuştur bile... 388 YOL TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN Derebeyi: Herhangi bir işten içerlediği köylünün tarlasını, ağa söktürür ve adamlarına kendi tohumlarını attırır. Aç kalan köylü ağayı şikayet etmeyi göze alacak babayiğitlerden ise bir dilekçeyle kaza mahkemesine başvurur. Kaç dilekçe verirse hepsi de sistematik olarak kaybolur. Çünkü mahkeme başkatibi ağanın akrabasıdır, savcı gizli ve sadık dostudur. Aradan yıllar geçer, bir tek yurdundan olan köylü, oldu olacak bari ağaya bir şey yapabilir miyim diye tekrar başvurur... Fakat geç kaldın Tatar ağası: Üç yıl önce olan olay, son tecil yasası gereğince olmamış sayılır. Kemalist adaletle şu kadar madeni altına uyuşan ağa, herhangi bir köylüyü istediği gibi mahkûm ya da beraat ettirme gücündedir. İsterse beraat ettirir, ağanın kardeşi ya da damadı, yargıçlara bir ziyafet çeker. Ya da bir gece savcı beyi evinde özel olarak ziyarette bulunur. "Filan adamı bana bağışlayın" dedi mi, sanık ya da tutuklunun suçu hakkında "vicdani kanı" oluşması olanağı yoktur. Ufak bir formalite hazırlığından sonra "suç sabit olmadığından" adı geçenin beraatine gidilir. İster mahkûm ettirir: "Bey bizim olmazsa hatırımızı kim sorar? Bize kim sahip olur! Elimizden bir kaza çıkarsa bize kim arka çıkar?" Doğu illerinde tanıklık, para akçesi 5 mecidiyeden 15 mecidiyeye kadar değişen alınır satılır bir metadır. "Davasının cürmü bilir!" Ağanın emrinden az bir sapıtma, yoksul Kürt köylüsü için ölümlerden ölüm beğenmeyi gerektirir. Bir hırsızlık, bir yaralama, bir katil vb. isnatları olmamış suçu iki kere iki dört edercesine, Cumhuriyette burjuva adaletinin dilediği tanık ve kanıtlarıyla birlikte hazırlanıverir. Ertesi günü jandarma onbaşısı gerekli olan zabıt varakasını düzenler. Ağanın muhtar ve yönetim kurulu ilân ilmühaberlerini mühürler ve hemen cumhuriyet savcısının tutuklama müzekkeresi kesilir. Aylarca tutukluluk ve yıllarca mahkûmiyet elde bir... Bu Kemalizm+ağalık ittifakı karşısında Kürdistan köylüsü, burjuva kaldırım şairlerinin ve satılık basının yazarlarının beceremedikleri edebiyatları yaratır: "Yoncamı damıma kaldırsam, çoluğum çocuğumla yakılacağımı bilirim, (iyi anlatmıyor, hükümetçe satılan bir toprağın yoncasını biçen miriyvo) Tarlada bıraktım, cayır cayır yakıldı. Kime şikayet edersin... Ağa, marabanın köpeği demirimi yedi dese, inanırlar. Biz ağanın köpeği ekmeğimizi, pekmezimizi, elimizi yedi aman desek, 'yalan söylüyorsunuz ağanın köpeği toktur' cevabını verirler..." İşte Kemalist adaletin Kürt köylüsü ağzıyla tanımı: Adalet madem köylünün ağaya ait demiri yediğini kabul eder. Çünkü ağa bu yalanını mecidiyelerle tuttuğu tanıklara kanıtlayacak yasa yollarını elinde tutar. Ağa köylünün marabaya ait ekmeği yiyebileceğini işitmek bile istemez. 389 Marabanın bütün duaları adalet gözünde "kul mücerret" kalır.* Yalnız bu adalet sermayesi "faslında" kapitalist Kemalizm ağalığı kul-lanayım derken, ağalık Kemalizmi öyle bir kullanır ki, "adalet" hanımefendi, Galata yosmasının vizitesi en aşağı olanlardan da aşağı düşer. Örneğin, ağa düşmanını çerisine (silahlı adamına) vurdurur. Düşman da bir ağaysa "arayanı" vardır. Şu halde adalet gayrete gelecektir. Kim vurdu? Ağanın adamlarından biri... Hangisi olduğunu bir ağa bir de vuranın kendisi (ve tahminen köylünün deyimiyle bir de Allah) bilir. Onbaşıyla ağa tutanak belgesinde anlaşırlar. Ağa her gün sırtında sadist zevkini sopayla tatmin ettiği miriyvolanndan en şapşalını jandarmaya ve adaletin pençesine teslim eder. Memo yerine Azvo'yu tutuklattırır. Çünkü Memo yine yarınki, ertesi günkü talanda ya da düşmanla kavgada eli silah tutan bir güçtür. Azzo ise insanlığı çiğnene çiğnene toprağın demirbaş bir davarı halinde hayvanlaştırılmış sayısız miriyvolarından biridir. Azzo adaletin cübbeli ve külahlı huzurunda mahşer gününün terazisini ve zebanilerini görmüş gibi ne diyeceğini çoktan şaşırmıştır. Sorulan şeylere ya gülmek ya da ağlamakla yanıt verir. Bereket pek de aklı yerinde görülmediği için Azzo mahkûm edilemez. O zaman ağa bir taşla birçok kuş vurmuştur: En kötü miriyvosunu bile kaybetmedikten başka, cinayeti güme getirmiş, çerisini cezadan kurtarmış ve Kemalizm sayesinde nüfuzunu iki kat etmiştir. Yok mahkeme bir grubu mahkûm ederse, adam sende günde beş altı birey başka aşiretlerden kaçıp ağanın himayesine sığınmıyor mu? Ağasına feda olsun kuzular... Kuzuların parasını verdi ağa!.. Bu kısa açıklamadan kolayca anlaşılabilir ki, Doğu illerinde ağanın bütün erkanıyla varolması ve yeni koşullara uyması, yeni soygun biçimlerini talim etmekten başka bir değişiklik tanımaması ancak Kemalizmin silahlı silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Bilinemez belki * Bilmem burjuva cumhuriyetinin hangi yasasının hangi maddesinde yazılıdır ya da yazılı değildir. Yalnız her Doğu ilinin, her Kürt yoksulunun kulağında küpe gibi taşıdığı bir suç vardır: "makam"ı işgal suçu! Bir maraba, herhangi biçimde verdiği dilekçelerin yürümediğini, davalarının adalet önünde kaybedildiğini vb. gördükten sonra hâlâ inat eder, ayak direr ve şikayetine devam ederse derhal makamı işgal suçuyla gözaltına alınır. Sıkıysa şikayet et! 390 YOL Kemalizmin Doğu illerinde varolması da karşılık olarak ancak ağalığın silahlı silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Çünkü marabalar ve yoksul köylüler arasında ağaya ya da beye karşı direnmek isteyen en ufak bir hareket üzerine ağa derhal ilçeyi, ili, hattâ daha sonra TBMM'ni haberdar eder. Köylü isyan girişimindedir. O zaman bütün jandarmalar, çevre askeri kolları, uçaklar kıpırdamak isteyen köylülüğü olduğu yerde dondurur. Hükümete karşı koymak becerisini gösteren herhangi bir isyan hareketinde derhal Kemalizmden maaş alan sadık ağalarla milis kuvvetleri ezilen Kürt halkının çevresini sarar. Kemalizm "tam name-i hazreti şehriyarına" mevlut okutarak halk hareketi kışkırtmaya kalktığı zaman, bu karşı devrimi besleyişini çalışkan Türk köylüsünün dindarlığına yüklediği gibi, Kürdistan'da ağalıkla ve köylerle kapalı ittifakını da Doğu illeri nüfusunun gericiliğiyle açıklamaktan hoşlanır. Gerçekte Kemalizm kurtuluş savaşı sırasında nasıl geniş ve demokratik bir köylü hareketinden korktuğu için saltanatı sonuna kadar Sultanın biz/al kendisi çekilip gidinceye kadar halka karşı bir kalkan gibi kullandıysa, tıpkı bunun gibi, bugün de Kürdistan'da gene geniş ve demokratik bir köylü hareketinin varabileceği aşamalardan ödü patladığı için, Kiirdİstan yoksul halkına karşı ağalığı ve beyliği kalkan gibi kullanıyor ve Kürtlüğün derebeyce parçalanışından kapitalist egemenlik çapulu adına uçsuz bucaksız bir zevk alıyor. Kürt yoksul halkı da Kemalizmin her gün sırtında oynayan satırıyla pratik bir şekilde öğretmiştir ki, Kemalizm Doğu illerinde derebeyi ve derebeyi artıklarıyla müttefiktir. Onun için cumhuriyet burjuvazisinin ara sıra kürsü yüksekliğinden derebeyliğe karşı sözde savurduğu palavralara asla kulak asmıyor. Ağalığa karşı mücadeleye geçtiği gün karşısında bütün yırtıcılığıyla Kemalist devlet aygıtını bulacağını biliyor. Onun için ağalığı kaldırayım derken daha zalim ve katmerli bir uçuruma yuvarlanma tehlikesine düşmekten korkar. Şimdiye kadar geçen deneyimler, cumhuriyet burjuvazisinin sömürgeleştirdiği Kürdistan'da, derebeyliği tuttuğundan başka bir şeyi kanıtlamamışım Adı geçen burjuva yazarı bile bir yerde bunu oldukça açık bir şekilde şöyle itiraf ediyor: "Bu alanda yaşayan halkın sürdüğü hayattan daha emin, daha mutlu bir yaşam varolabileceğine inanmadıkları şüphesizdir. Onlarda böyle bir kanı vardır. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktan (yani ağadan kurtulayım derken, hem ağa hem sermayenin tuzağına uğramaktan) korkar lar." 12___________________ 12. Yusuf Mazhar: a.g.y.. Cumhuriyet, 12.7.1930. I TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 391 Aynı yazar "bu duyguyu, bu kanıyı eski dönem"lerin doğurduğunu söylüyor ve "Cumhuriyet de düzeltecektir" diyor. Ama buraya kadar olan örnek ve açıklamalarımız bile burjuva "cumhuriyet"inin bu "belirtileri" ne dereceye kadar ve nasıl "düzelttiğini" yeterince göstermez mi? Ekonomik Sömürü Doğu illeri meyva (üzüm ve kayısı vb.), hayvansal ürünler (yağ, süt, deri, yün), otlu ürünler (pirinç, patates vb.) açısından bereketli tarımsal bir bölgedir. Bugün doğal ekonominin buradaki genişliğine ışık tutacak şekilde hemen her ilde pamuk ve kenevir yetişir. Bununla birlikte bazı bölgelerinde tütün ve afyon, hattâ incir, zeytin ve kereste de pazara çıkarılabilir. Fakat Doğu illerinin sömürge ekonomisine özellikle elverişli olan varlığı, zengin ilk madde kaynaklarıyla dolu oluşudur. Yeraltında gömülü duran madenler arasında kurşun, gümüşlü kurşun, demir ve kükürt gibi Türkiye'nin başka yerlerinde bulunanlardan başka, o kadar sık rastlanılmayan çinko, kırmızı boya, tuz, şap, sünger taşı gibi madenler hesaba katılacak zenginliklerdir. Ama Doğu illerinde özellikle modern sanayide, hattâ bunalıma karşın önlemlerini ve pazardaki değerlerini kolay kolay kaybetmeyen bakır, manganez, kalayla altın, gümüş gibi değerli madenlerin, özellikle kömür, petrol adlı enerji kaynaklarıyla yan yana duruşu, bu bölgedeki ilk madde hazinelerinin anlamını büsbütün canlandırır. Doğu illerinin ekonomik bakımdan üzerinde durulacak bir üçüncü niteliği, boş işgücü kaynağı olabilmesidir. Bu bölgelerin ekonomik gerçeğine karşın nüfus hayatiyeti, tarihsel etkenlerle kısmi bir güç gösterir. Bunu anlamak için, Doğu illeriyle Batı illeri arasında doğum, ölüm ve nüfus itibarıyla kısa bir karşılaştırma yapmak yeter. T.C. Devlet Yıllığı (1928-29) adlı resmi kitabın rakamlarını alalım. Elazığ, Beyazıt, Hakkâri, Diyarbakır, Gaziantep, Van dışında olmak üzere 11 Doğu ilinde bir yıl içinde doğanlar 46.589, ölenler 18.864 kişidir. Yani doğanlar ölenlerden ikibuçuk kez (%247,8) daha fazladır. Bu doğum ve ölümleri nüfusa oranlarsak, doğumlar nüfusun (11 ilin nüfus toplamı 1.914.167 olduğuna göre) %2,48'i, ölümlerse %0,98'i oranındadır. Nüfus toplamları (Doğuda 11 ilde 1,9 milyonken) 1.592.366 kişi olan 7 ilde doğanlar 33.148 iken, ölenler 20.876'dır. Bu ilde (İzmir, Manisa, Edime, İsparta, İçel, Burdur, Bolu) doğum ölümün ancak bir buçuk katı, %158,7'dir. Başka bir deyişle ve yuvarlak hesap, Batıda yılda 3 kişi doğarsa, 2 kişi ölür, oysa Doğu illerinde yılda 5 kişi doğduğu halde ancak 2 kişi ölüyor. Başka bir deyişle nüfus 392 YOL Batı illerinde yılda birden az fazla artıyorsa, Doğu illerinde hemen üçe yakın artıyordur. Doğu illerinde doğumlar daha çok, ölenler daha az. Batı illerinde, Doğuya oranla doğumlar daha az, ölümler daha çoktur. Onun için Doğu illerinde her yıl nüfus %1,50 arttığı halde 7 Batı ilinde aynı yıl içinde nüfus ancak %0,67 oranında artıyor. Doğuda nüfus her yıl Batıdan iki buçuk-üç kat fazla artıyor. İşte Türk burjuvazisi Doğu illerini ve Kürdistan'ı, bu üç noktadan sömürge yöntemleriyle sömürüyor: 1- Tüketim ilk maddesi; 2- Üretim ilk maddesi; 3- İşgücü... Bunlara bir dördüncüsü olarak maliyenin satırını da eklersek, Türk burjuvazisinin Kürdistan'ı ekonomik olarak ezişine az çok dikkate değer örnekler bulunmuş olur. Bugün sömürge deyince ne anlıyoruz? Anavatan finans-kapitalinin emrinde tutulan tekeller ve açık metalar pazarı ve ilk madde kaynağı olan, siyasal olarak bağımlı bir ülke. Finans-kapitalin anavatanı, sömürge ülkenin sürekli tarımsal kalmasını, bu pazar ve ilk madde kaynağını elinden kaçırmamak ister. Şu halde bir bölgenin sömürge durumunda tutulduğu, bir sözcükle o bölgede sanayi gelişimin siyasal amaçlarla durdurulmasından anlaşılır. Türk burjuvazisi Doğu illerinde böyle bir amaç izliyor mu? Evet. Türkiye finans-kapitalinin organı Doğu hakkındaki yazıda ne TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 393 satırların üstünden bir yıldan fazla zaman geçtikten sonra, devlet sanayisi karşısındanda telaşa düşen Türk burjuvazisine güvence vermek için Gazi ile eski İş Bankası Müdürü, İktisat Bakanı Celal, batı ve güney illerinde tura çıktıkları zaman, Celal Balıkesir Ticaret Odası'ndaki söyleşisinde: "Yeni tesis edilecek fabrikalardan bir kısmımn Doğu illerinde tesis edileceğini, çünkü bu konudaki ilkenin dengeli bir ekonomi sistemi olduğunu söylemiştir."14 tartışacak değiliz. Yalnız bundan iki şey anlıyoruz: 1- Sekiz on yıllık cumhuriyet burjuvazisi henüz Doğu illerinde düzen ve emniyeti tamamen "kurup geliştirdiğine" kendisi de ikna değildir. 2- Fakat bu düzen kurulursa, Doğuda "siyasal ve ekonomik iyileştirmeler" yapacaktır. Dikkat ediyorsunuz, Batı illerinde neredeyse Yalova'daki Gazi tesislerine "Yalova sefası devrimi" diyecek kadar her değişikliğin adına "devrim" diyen Kemalizm, Doğuda bu kelimeyi ağzına almaktan korkuyor. Yalnızca masum ve çekingen bir iyileştirme. Hattâ bu kelimenin bile Kürtçe gazetelerde Türkçesinden değil, Fransızcası olan "reform "dan söz ediyor. Bu reformlar neler olabilir? Eğer köylüye bu "toprak dağıtımı" (bazı ağaların fazla toprağını satmak) ise bunun, "düzen ve emniyet'in hemen hemen gerçekleşmiş sayıldığını o 1931 tarihlerinde, Doğu illerindeki örnekleriyle yukarıda görmüştük. Ondan başkaysa acaba nedir? Yukarıdaki Fakat burjuvazinin sözüne değil, özüne; palavrasına değil, yaptığı işe bakmak Bolşeviklerin adetidir. Önce İktisat Bakanı beyefendinin bu sözü söylediği yer bile Türkiye'nin Batı ilidir. Eğer bu sözü Diyarbakır'da söylemiş olsaydı, bir derece anlamlı olabilirdi. İkinci olarak, aynı adam ve Gazi bu "inceleme gezi"lerinde Doğu illerinin en batı tarafında Adana sınırındaki Gazi Ayıntab'ın ötesinde, hattâ şöyle resmi bir "inceleme" yapar olsun görünmediler. Söyledikleri söze karşın gezilerinin çizdiği sınır Doğu illerini Batı illerinden ayıran sınırdır. Bu da gösteriyor ki, Türk burjuvazisi Kürdistan'ı sanayileştirmeye gelmiyor. Bu gelmeyişini, özellikle daha aşikâr bir şekilde göze batıran olay şudur: 1932 yılında Sovyetler Birliği'nin verdiği 16 milyonluk krediyle, Türkiye'de dokuma ve şeker sanayi kurulacak. Sovyet uzmanları Türkiye'ninkilerle birleşiyor, ülkede inceleme yapacaklar. Fakat bu incelemenin alanı, Gazi hazretlerinin inceleme alanıyla tıpatıp aynı geliyor. Uzmanlar -hattâ yerel talep ve ısrarlara karşın- Doğu illerini dışarda bırakan bir sınır içinde incelemede bulunurlar. Yani "yeni tesis edilecek fabrikalardan bir kısmının Doğu illerinde tesis edileceği", olan bitene göre, İktisat Bakanının uydurduğu bir lâftır. Hattâ Sivas'ta bile bir şeker fabrikası açmak isteyen Çekoslovaklara izin verilmedi (Bunda İş Bankası'nın rolü de ayrı tabii). Kemalizm her konuda Doğu illerinin sanayice ve hattâ ekonomik olarak ilerlemesine engeldir. Cumhuriyet burjuvazisi için Doğu illeri, ekonomi dışı bir bölgedir. Kemalizmin Türkiye'de sermaye biriktirmek için, son yıllarda oldukça gürültüyle ortaya attığı kooperatifçiliği bile Doğu illerine çok gördüğü göz önüne getirilirse, Doğu illeri hakkında ne düşündüğü açıkça anlaşılır. Birinci Genel Müfettiş Macaristan'dan M. Canadi adında birini getirterek, diktatörü olduğu 9 ilde inceleme yaptırıyor. Bu uzmanın yazdığı kitap, buralara kooperatifin zararlı geleceğini anlatmış! 1932 yılı ortalarına doğru Millet Meclisi'ndeki "bağımsız" İzmir milletvekili bu kitaba dayanarak, Türkiye'de kooperatifçiliğin "zararlı" olduğunu, Halk Partisi'nin yanlış yolda yürüdüğünü iddia ediyor. Halk Partisi genel sekreterinin yanıtı şu 13. Economic Orient, 16.9.1931, s.444. 14. Son Posta, 22.1.1933. diyor: "Her toplumsal reformun birinci aşaması hemen hemen gerçekleştirilmiş sayabileceğimiz düzen ve emniyetin kurulması ve geliştirilmesidir."13 "Düzen ve emniyet" için mi reform gerek, yoksa reform için mi düzen ve emniyet? Bunu 394 YOL oldu: "Uzmanın söz ettiği bazı illerimizde bugün derhal tarımsal kooperatifler yapılması olanağını bana sormuş olsalardı, ben de bu kitabı okuyarak aynı yorumda bulunurdum." 15 Ekonomik reform yapılmaz, çünkü "düzen ve emniyet hemen hemen gerçekleşmiş", yani henüz gerçekleşmemiştir. Kooperatifler hemen yapılmaz. Çünkü her halde düzen ve emniyet yok! Hangi demagojide bu kadarlık kaypaklık bulunmaz? Uzman, kooperatif "zararlıdır, Halk Partisi "olanaksız"dır diye yorumlar. Oysa her ikisinin de anlamı, hattâ burjuvazinin kendisi için bile, köylü kitlelerini daha yakından ve örgütlü şekilde soymak ve sermaye biriktirmek için bir nimet olan, kooperatif kadar her rejime uyabilen esnek bir oluşumu, Kemalizmin on, yıldan sonra hâlâ Kürdistan'da uygulamaktan korktuğudur. Türk burjuvazisi Kürdistan'da ve Doğu illerinde her türlü ekonomik örgütü binbir ihtiyatla karşılıyor, çünkü ekonomik olarak orasını sömürgeleştirmek, siyasal olarak orada Kürtlük davasını uyandırmamak istiyor. Örneğin Kürdistan'da fabrikalar açılırsa bir Kürt sanayi proletaryası merkezileşecek, bu proletarya ekonomik ve ulusal baskıya karşı Kürt burjuva ve ağalarını gölgede bırakırcasına harekete geçebilecektir. Kürdistan'da tarım kooperatifleri kurulursa ağalığın karşısında dağınık ve yenik inleyen Kürt köylülüğü içinde sınıf farklılaşması ve bunun sonuçlarıyla birlikte örgütlü direniş belirir ve bu direniş yeteneği Kemalizmin işine gelmez. Kemalizmin Doğu illerindeki ekonomi siyasetini anlamak için şu kısa noktaları gözönünde tutalım: 1- Finans-Kapital: Kemalist burjuvazi Doğu illerini layıkıyla sömürebilmek için iki şeye muhtaçtır: a) Orada kendisine müttefik hazırlamak; b) Oralarda kendisine ekonomik örgüt ve kuruluşlar kurmak. Bu iki işi bildiğimiz gibi dünyanın bütün sömürgeci anavatan egemen sınıfları öteden beri uygularlar. Bu iki kuşu vuracak bir tek taş vardır: finans-kapital hazretleri. Finans-kapital sayesinde Kemalizm şu sonuçları elde edebilir: a) Yerel değerleri finans-kapitalistleştirmek, b) Finanskapitalle kaynaşan değerlere bağlı sınıf ve zümreleri Kemalizmin kuyruğuna takmak, c) Belli başlı değişim merkezleri demek olan il merkezlerini bu finans-kapitalin nüfuz ve sömürüsüne uygun gelecek şekilde bezemek ve her türlü girişimi finans-kapital emrinde toplamak, d) Tarımı finans-kapitalin emrine sokmak vb... Herhangi bir anavatan herhangi bir sümürgede bu birbirinden çıkan sonuçlan bir şebeke gibi yayamadıkça tutunamaz. 15. Meclis zabıtları, Cumhuriyet, 27.6.1932. TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 395 a) Yerel değerleri finans-kapitalistleştirme: Ağrı dağı ayaklanması temizlendikten sonra, Türk burjuvazisi yalnız zor ve şiddetle işlerin yürüyemeyeceğini, Doğu illerinin ekonomi mekanizmasında rol oynayacak bir sistem kurmanın zorunluluğunu daha iyi anladı. Ve ondan sonra yavaş yavaş Doğu illerindeki dağınık servet billurlarını, kendi devlet aygıtının koyacağı finans-kapitalin çevresinde derlemeye girişti. Bu örgütün başında, Doğu illerinin içinde özellikle özel bir terör sistemini uyguladığı ve koyu Kürdistan egemenliğinde bulunan, Birinci Genel Müfettişlik bölgesinin dokuz ilini biricik bir bankanın altında toplamak gelir. Bunu doğrulayan haberler, 1931'den beri başladığı halde ancak 1932'de asıl biçimini buldu: "9 Doğu ili kendi aralarında bir banka açıyorlar: Diyarbakır (özel)- Genel Müfettişlik bölgesi içindeki 9 ilin katılımıyla Diyarbakır'da bir yardım bankası açılıyor. Diyarbakır özel yönetim bütçesinden 15.000, Mardin de 6000 lirayla hissedar kaydolunmuştur. Diğer iller özel yönetimleri de bütçelerinin mali açıdan izin verdiği ölçüde tahsisat vermişlerdir." 16 "Diyarbakır'da 300 bin lira sermayeli bir banka kuruldu: Diyarbakır (özel)Birinci Genel Müfettişlik bölgesine giren Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Mardin, Siirt, Muş, Hakkâri, Beyazıt, Van illeri özel yönetimleriyle bazı kişilerin katılımı sonucunda 300 bin lira sermayeli bir Yardım Bankası kurulması kararlaştırılmıştır."11 Bu iki kısa haber açıktır: Devlet (özel yönetim) baş mayayı (sermayeyi) tohum gibi atıyor. Ve bu ilk tohum çevresinde tıpkı doyum halindeki bir şeker eriyiğine atılmış billurun çevresinde olduğu gibi, çorak dağınık servetler (bazı kişilerin katılımı) billurlaşıyor. Avrupa'daki büyük kapitalistlerin yaptıklarını bizde Kemalist devlet aygıtı yapıyor. Tabii bu Doğu Bankası ya da Yardım Bankası Cumhuriyet burjuvazisinin kodaman bankalarından birinin patenti altında. Fakat yine tabii, bu kısa haberler içinde onun görünmez varlığını sezmek olanaksızdır. b) Yerel sınıf ve zümrelerden müttefik derlemek: Türk burjuvazisinin Doğu illerinde dayandığı sınıf ve zümreler hangileridir? Biliniyor, başta büyük toprak sahipleriyle koca müteahhitler gelmek üzere, genel olarak burjuvalaşan ve burjuvalaştıkça kozmopolitleşerek Türkleşen zümreler ve sonunda iskân edilenlerden tutunabilen ve sivrilen bazı Türk aileleri... Yukarıda banka sermayesine katıldıkları belirtilen "bazı kişiler" daha önce Kemalizmin ağalıktan tefeci toprak sahipliğine doğru geliştirmeye uğraştı16. Son Posta, 26.10.1932. 17. Son Posta, 3.11.1932. 396 TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 397 YOL ğı kişilerle, devlet hazinesinin kurdu haline gelmiş, burjuvalaşmış unsurlarda-. Nitekim burjuva gazetesi de belirtiyor: "Bu banka iskân edilen göçmenlere, köylülere, çiftçilere), emlâk sahiplerine, sanayi erbabına kredi verecektir." 300 bin liralık bir sermayeyle hangi sanayi erbabına yardım edebileceğini sonraya bırakalım. Fakat burada açık bir şekilde gözüken özellik Kürdistan'ın tarım sınıflarıyla olan bağlantıydı. Adı geçen çiftçi tarım sermayedarı ve emlâk sahibi de toprak sahibi olduğuna göre, banka özellikle bu iki sınıfı içine alacak ve bunların gücünü kendi gücü yapacak bir kuruluştur. Ya köylü? Evet köylüye de "kredi" verilecek, fakat tıpkı Ziraat Bankası'nın Batıda yaptığı türden, tarım kapitalizmiyle büyük toprak sahiplerinin tefeciliğini sistemleştirerek, tarım kapitalistleri aracılığıyla köylüyü tefecilerle tepeleyerek. O zaman Kemalizmin görüşüne göre, Doğuyla Batının arasındaki fark, yalnızca Batıda tefecilik denilen şeyin, Doğuda "talancılık" adını almasından ibaret kalacaktır! Böylece Doğu illerinde finans-kapital hazretleri yerleşip yerel servetleri finans-kapitalleştirerek kökleştikten (kendine sömürü müttefikleri bulduktan) sonra ne yapacak? Türk burjuvazisi, Türkçe'deki tiryaki sözünce "kör kardeş" gibi bunu "kendinden bilir"... Kemalizm Türkiye'de evvel ezel işlemiş bulunan emperyalizmden hayli ders almıştır. Emperyalizm, Türkiye'ye dal budaklarını saldıktan sonra ne yapmıştı? Bu finanskapitalin sayesinde: a) Türkiye merkezi şehirlerde bayındırlık ve imar işlerinin ayrıcalıklarını üzerine almak; b) Türkiye'nin tarımsal ürünlerini ticaretin kodamanları elinde tekelleştirmek. Dün emperyalizmin Türkiye hakkında uyguladığı yöntemleri bugün Cumhuriyet burjuvazisi Kürdistan'a aynen uygulamaktan başka bir şey yapmıyor. c) İmar ve bayındırlık ayrıcalıklarını zaptetmek: Doğu illerinde burjuvalaşan unsurlar, özellikle son zamanlarda bütün gücü şehir imarı ve bayındırlık işlerine verdiler. Yeni binalarla sağlam ve devamlı bir rant sağlamak; bir şehrin bütün burjuva üretimlerini bir darbede paramparça ederek, o kısım üretimi birdenbire dünkü ağazade toprak sahibiyle müteahhit vb. kodamanın eline geçirmek (örneğin bir şehrin bütün küçük ve serbest fırınlarını kapattırdıktan sonra, açılan değirmen fabrikasına bağlı birkaç fırınla ve yalnız fabrika unundan yapılmasına izin verilen ekmekle bütün şehrin ekmek gereksinimi tekelleştirmek başlıca biçimlerden biridir); belediye bütçesiyle uyuşarak şehrin aydınlatma işini bir elektrik santralcıhğıyla bir elde toplamak vb. işte finans-kapital canavarının deyim yerindeyse kendisine "yuva" yapışı Doğu illerinde böyle gelişip devam ediyor. Yardım Bankası'nı haber veren fıkra şöyle bitiyordu: "Toprak sahipleriyle köylüye kredi açacak olan bu banka özel yönetim ve belediyelerin yapamadığı (yani finans-kapitalin yapmakta çıkar gördüğü) bayındırlık işlerini de yaparak Genel Müfettişlik bölgesinde ekonomik hareketlerin gelişimine etken olacaktır." 18 Bankanın önemli bir hedefi de "bayındırlık işleri" oluyor. Burjuva diyaleküğiyle güya belediye ve özel yönetimlerin yapamadıkları işleri yapmayı üzerine alıyor. Oysa bizzat şu bankanın sermayesinde en büyük ve ilk hissedarlar bu belediye ve özel yönetimlerden başka kimdir? Kemalizm burada da kapitalist yetiştiriyor. Fakat bu kapitalistleri, tıpkı yabancı kapitalistler gibi resmi devlet sermayelerinin beraberliğinde ve bir tür denetiminde yetiştiriyor. Ta ki kendi çıkarlarına sadıklaştırsın... Bu imar ve bayındırlık ayrıcalığı ve tekelleri ekonomik yapı cüzlerinin karşılıklı doğa yasası yüzünden elbette tek tük bazı istisna gelişimlere kapı açıyor. Fakat, bu sanayi ne kadar kapitalist nitelikte olursa olsun, her zaman Batı illerindeki Türk burjuvazisinin temel sanayisiyle rekabet edebilecek türden olamaz. d) Tarımsal ürünleri tekelleştirmek: Osmanlı İmparatorluğu'nda, Türkiye'nin tarımsal ürünlerinin ihracı tamamen yabancı finans-kapitalin elinde toplanmıştı. Cumhuriyet burjuvazisi bu ticareti yavaş yavaş ve kısmen eline geçirmekle uğraşıyor. Bununla birlikte, büyük ölçüde tarımsal ürünlerin ihracatı bugün hâlâ yabancı finans-kapitalin tekelindedir. Doğu illerinin tarımsal ürünleri de bugün Türk finans-kapitalinin elinde tekelleştirilmektedir. Hattâ bu yalnız yukarıdaki bankayla değil, belki onu gölgede bırakacak derecede büyük bir sermaye kitlesiyle yapılıyor. 1931 yılında bu konuda başlanan girişim belki Türkiye'nin tüm yerli Türk ticaret gruplarını gölgede bırakacak büyüklüktedir. "Doğu illeri ürünleri: Trabzon 16 (AA.)- Doğu illeri hayvanatı ile yumurta ve meyvelerini tat ve tazeliğini koruyarak ihraç edecek düzenek kurmak üzere bir milyon (iş sınırı yarım milyondur!) lira sermayeli bir şirket kurma girişiminde bulunulmuştur. Bu şirkete hükümetin 200 bin lirayla katılacağı, Trabzon'un 200 bin, Erzurum'un 300 bin lirayla dahil olacakları ve diğer kasabaların da toplam 300 bin lira sağlayacakları sözü verilmiştir." 19 16. yüzyıl Avrupasının "Doğu Hindistan Kumpanyaları"nın bir min18. Son Posta, 26.10.1932. 19. Cumhuriyet, 18.6.1931. 398 YOL yatürünü andıran bu türden finans-kapital birikişleri açıkça yazılıp çizildiği gibi, bütün merkezi devlet, yerel yönetim ve belediyelerle en kodaman Karadeniz banker ve tüccarlarını, en büyük emlâk ve toprak sahiplerini birbirleriyle hal ve hamur ederek, Doğu illerinden Batıya doğru yuvarlanan, yuvarlandıkça ezip çiğnediği, bünyesi içine aldığı küçük mülkleri yuta yuta gelen, geldikçe şişmanlayan, büyüten, dağlaşan tam efradını cami, ağyarını mani adıyla sanıyla bir finans-kapital çığıdır. 2- Pazar ve İlk Madde: Türkiye'de 1927 sanayiyi teşvik yasasıyla gelişmeye başlayan sanayi şubeleri hemen hemen kasa yöntemine eriştiler sayılabilir. Ağır sanayinin Türkiye'de kurulacağını beklemeyi, mucizeye inananlara bırakalım. Son zamana kadar iç pazara yetmez görünen şeker ve dokuma sanayi de, bu yıllar içinde İş Bankası île Çeklerin açacakları şeker, Sovyetlerin gönderdikleri dokuma fabrikalarıyla artık Türkiye pazarını dolduracak demektir. Bazı üretim kollan artık varolan ve açık Türkiye pazarlarını doldurmuş, dışarıda pazar aramaya kalkışmış durumdadır. Türkiye'ye yeni pazarlar gerek, yoksa olmaz! Bu yeni pazarları nereden bulacak? Kendisine şimdiye kadar yan bakan Kürdi stan içlerinde az çok yarı kapalı bir ekonomiye bağlı duran Doğu illerinde... Bu bir. İkincisi: Türkiye şu aşın üretimle "sık nefes"liğe uğramış emperyalizm döneminde, dünya pazarına mamul sanayi eşyası çıkarıp satmaya kalkışacak kadar Donkişotluğu olanaklı görmüyor. Onun için sanayi üretici güçlerini kendi kabuğu içinde kendi yağıyla kavrulacak çaptan ileri götüremeyeceğini biliyor. Onun için Doğu illerine ve Kürdistan'a oranla bu bakımdan kul geçinen Türkiye burjuvazisi, dünya pazan ilişkilerinde emperyalizme ister istemez bağımlıdır. Türkiye'nin bu bağımlılığı bugün siyasal alanda azalmış görülmesine karşın, ekonomik olarak devam etmekten geri kalmamıştır. Bu bağımlılığın ifadesi Türkiye'nin dünya pazarına ancak tarım ürünleriyle ilk maddeleri ihraç edebilmesidir. Kürdistan ve Doğu illeri yukarıda işaret ettiğimiz gibi zengin değerde maden damarlarıyla doludur. Dünya bunalımı tarımsal ürünlerini yok pahasına indirdiği zaman, yeni ihracat metaları olarak bu yeraltı ilk maddelerinden fiyat tutacakların işletilmesi, büsbütün emrivaki oldu. Örneğin Kars'ın Kağızman taraflarında 3 milyon altın liralık toz altın madeniyle zenginlik derecesinin sınırı bile henüz çizilemeyen Ergani taraflarındaki bakır ve gene altın madenleri, Türk burjuvazisinin iştahını bütün şiddetiyle kamçılamaktan geri kalamazdı. Hele maden işlerinin müteahhitliğini üstüne almış İş Bankası'nın eski genel müdürü yeni İktisat Bakanlığına geleli beri madencilik TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 399 perspektifi büsbütün arttı. Madenlerden alınan resim %1'e indirildi. Patlayıcı maddeler madencilere maliyet farklarıyla sağlandı vb... Başında Deutsche Disemto Bank'ın bulunduğu Otavi Nord Deutsche Raffinerie Metallgesellschaft -Otto Wollff Hirsch Kupfer firmalarından mürekkebi güçlü bir Alman grubu, yan yarıya Türk- Alman hisseli bir sendika oluşturarak Ergani'de faaliyete hazırlandı. Herhangi emperyalist bir ülke sömürgelerinde pazar ilişkilerini genişletmek ve orada gömülü duran yeraltı hazinelerini işletmek için ne yapar? Önce bundan önceki finanskapital kısmında gördüklerimizi, sonra da iç pazarları açmak ve yeraltlarını karıştırmak için zorunlu olan diğer tesisleri kurar. Bu tesislerin başında ne gelir? Anavatan mallarını içeriye, ilk maddeleri dışanya taşıyacak araçlar. Bunların başında da: demiryolları! İşte İsmet Paşa hükümetinin finanskapital şebekesinden sonra "ülkeyi demir ağlarla örmek" siyaseti de, ekonomi politik açısından bu anlama gelir. Samsun-Sivas, Ankara-Sivas demiryollarının inşası, Toros ve Mersin-Adana hatlannın hükümetçe satın alınması, ayrıca adı geçen Kağızman'a kol atacak olan Sivas-Erzurum, diğeri Fevzi Paşa-Malatya çizgisiyle Ergani bakır madeninden geçecek ve Van gölünün petrol kaynaklarına doğru uzanacak olan iki demiryolunun başlangıçtandır. İstanbul'a kamyon satın almak üzere gelen Van ve Siirt bölgesi bayındırlık işleri müteahhidi tüccardan Nuri Bey, nakliye siyaseti ve anlamını şu satırlarla özetliyor: "O tarafın bütün derdi, bundan önce de gereksinimi ulaşımsızlıktır. Halk eski hükümetlerin kötülüklerinin cezasını çekmektedir. Her türlü tarımsal faaliyete uygun olan bu yerlerde emeğinin hiçbir karşılığını alamadığı için mutsuz olup, fazla üretime gayret etmemekte ve ürününün kazancını görmemektedir. Hizan ve çevresinde geniş fındık bahçeleri bile bulunduğunu söylediğim zaman beni hayretle dinliyorlar. Siirt'ten tahıl, yağ vb. sevkine olanak mı vardır? İhracat istasyonu olan Mardin'e bir günlük yol olduğu halde, bir ton eşyanın kamyonla nakil ücreti 90 liradır. Benim Mersin'den 34 liraya aldığım bir ton çimentonun, yerine nakli 300 liraya mal olmuştur. Artık durumu siz karşılaştırın. Görevim dolayısıyla dolaşıyorum. Anadolu çok doğurgandır. Araç olsa, rakip ülkelerle rekabetimiz işten bile değildir. Ülkeyi canlandıracak, aziz İsmet paşanın yol ve araç nakliye siyasetidir. " 20 Bir Türk burjuvasının, bütün Türk burjuvazisi adına Kürdistan'da su-lanışı, bundan başka türlü ifade edilebilir miydi? Türk burjuvazisinin Kürdistan'da bütün derdi ne Birinci Müfettişlik terörü, ne jandarma saltana20. Cumhuriyet, 26.9.1930. 400 YOL ti, ne ağa baskısı asla değil, yalnızca "yol gereksinimi"dir. Oysa, harika ağzından çıkan sözler besbelli ediyor ki, bu "gereksinim" ancak oralarda, müteahhitlikle resmen ve ticaretle özel olarak yoksul Kürdistan halkını sömürge çapuluna uğratmak için uğraşan Türk burjuvazisinin "bütün derdi"dir: 1) Çünkü o yerlerde "geniş fındık bahçeleri" ne kadar "her türlü tarımsal faaliyete uygun"dur. 2) Çünkü 150 km.lik mesafede (Siirt-Mardin) taşınacak Kürdistan tarım ürünlerinin tonuna 90 lira gibi ağır bir masrafı veren kodaman Türk tüccarları, istediğinden âlâ ve süper normal bir kârı tıkırına tamamen koyamaz. 3) Çünkü Türkiye'yi haraca kesen İstanbul'un yarı yabancı, yarı yerli büyük çimento şirketleri, çimentolarını Doğu illeri pazarına fiyatının on katı kadar bir nakliye masrafıyla gönderdikçe, Kürdistan pazarını layıkıyla tekelleştirmiş ve sömürmüş sayılamaz. Sözünü ettiğimiz Alman-Türk finans grubunun Ergani sendikası, bakır madenini Sinop ya da Mersin limanına nakil ettirmenin yerine -tarih öncesinden beri olduğu gibi- develerle taşımaya kalkarsa yayan kalır, vb... Buraya kadar söylediklerimizden ne çıktı? Türk burjuvazisinin Kürdistan pazarını açmak ve soymak için, orada genel olarak bayındırlık işlerini ve özel olarak ulaşım araçlarını geliştirmesi, zifafa girecek damadın suratını usturalatmaya razı olması gibi şart ve zorunluluk olduğu değil mi? Nitekim bir müteahhit ve tüccar Türk kapitalisti, "o tarafın bütün derdi yol gereksinimi ve ulaşımsızlıktır" demedi mi? Bu açıklamanın tek mantıksal sonucu olarak, Kürdistan'da ekonomik sömürüsünü güçlendirmek isteyen Türk burjuvazisinin orada hiç olmazsa yol faaliyetini canlandırması ve güçlendirmesi gerekmez mi? Evet, oysa aslında bizzat kendisi, geri bir ülkede bulunan Türkiye sermayesi bu noktada bile son finans-kapital gruplarının (örneğin Ergani bakır madeni şirketinin) sığınmaları dışında, hattâ bu "yol gereksinimi"ni tatmin etmekte bile Kürdistanı da ilerletmemek için sistematik bir plan izler. Bunu anlamak için Kemalizmin bir Doğu illerinde, bir de Batı illerinde izlediği yol siyasetini, bizzat kendi resmi belgelerinin verdiği rakamlarla kısaca karşılaştırmak yeter. Karşılaştırmanın orantılı olması için Batı illeri içinde özel ve genel gelirleri, genel olarak Doğu illerindekilerle eşit olanlarını seçtik. Karşılaştırmaya girecek olan illerden, 1- Doğu illeri: Erzin- 401 TÜKKİYEDE ULUSAL SORUN can, Erzurum, Elazığ, Urfa, Beyazit, Bitlis, Diyarbekir, Siirt, Şebin Karahisar, Ayıntap, Kars, Gümüşhane, Maraş, Malatya, Van olmak üzere 15 ildir. 2- Batı illeri iki gruptur: a) Sağlam şose oranını arayacaklarımız: Edirne, İçel, Burdur; b) Yeni inşa edilmekte Olan şose oranını arayacaklarımız: Edirne, İçel, Bolu illeridir. Bunların önce her birinin yüzölçümlerine oranla bir, bir de özel gelirlerine oranla varolan yollarının yüzdesini bulmak ve sonra bu varolan yollar içinde sağlam olanların oranıyla yapılmakta olan yolların oranını saptamak için, sözü edilen devlet tebliğinden aldığımız rakamları derleyelim: 15 Doğu ili Yüzölçümü Özel gelir toplamı (TL) Varolan yolun uzunluğu Sağlam şose Yeni yol 222.501 7.24-5.622 8.225+992 2.702+192 864+885 Tekrar edelim, karşılaştırma için aldığımız Batı illerini. büyük gelirli ot„-rr.a i^ir, olrl.? Edirne, İçel, Burdur 24.025 1.443.162 1.519+455 754+649 - Edime, İçel, Bolu 22.795 1.697.911 2.125+427 1.066+201 K."H,M' n^;:.;: olmayanlardan seçtik. Örneğin dört Batı ili içinde özel geliri en çok olan Edirne'nin özel geliri 728.264 liradır. Diğer biri 600 bin küsur ve öteki ikisi 300 bin küsur lira özel gelirli illerdir. Doğu illeri içinde ise, yalnız Malatya'nın özel geliri 1.209.870 lira, Diyarbakır'ın 720.268 lira Erzurum'un 694.720 lira vb. dir. Ne hacet, biz bütün 15 Doğu ilini birden üç Batı iliyle karşılaştırıyoruz. Yüzölçümü itibarıyla a grubu (Edirne, İçel, Burdur) 15 Doğu ilinin %10.7'si, b grubu %10,2'si; özel gelir bakımından a grubu 15 Doğu ilinin %19,9'u, b grubu (Edirne, İçel, Bolu) %23,3'ü oranındadır. Bunları yuvarlak hesaba çevirelim: Şu 15 Doğu ili diğer 3 Batı ilinin yüzölçümce on katı, özel gelirce beş katı oranından daha büyüktür. Türk burjuvazisinin Bolşevizmden öğrenip kullanmaya özendirdiği sözcükler pek çoktur. Fakat Bolşevizmle Türk kapitalizmi arasında, temelden birbirine zıt iki rejim farkı olduğu için orada doğru olan sözler, çok kere bizim burjuvazinin ağzında, halkı kandırmaya yarayan modern birer yalan şeklini alır. Örneğin, yukarıdaki müteahhit tüccar, Doğu illerindeki "yolsuzluğu", "eski hükümetlerin kötülükleri" ile açıklıyor. Acaba bu söz doğru mu? Yani saltanat dönemi Batı illerinde fazla yol yaptırarak, Doğu 402 YOL illerini büsbütün ihmal etmiş midir? Bunu olaylar ve rakamlarla araştıralım: Gerçekten kilometre kareye düşen genel yol uzunluğu 15 Doğu ilinde ortalama 36,6 m., a grubu Batı illerinde 63,2 m. (km. falan değil ha!) ve b grubu Batı illerindeyse 93,2 m.dir. Bu rakamlara bakınca, kilometre kare başına, Doğu illerine oranla a grubunda iki katı, b grubunda üç katı fazla yol gözüküyor. Ve bu oran göz önünde tutulunca, denilebilir ki, saltanat hükümeti Doğu illerine bir yol yaptırdıysa a grubu illerine 2, b grubu illerine 3 yol yaptırmıştır. Çünkü kuşkusuz varolan yolların toplam uzunluğu eskiden kalmadır. Fakat biz sorunu bir ilin yüzölçümü itibarıyla değil, o ilin zenginlik derecesini gösteren, örneğin özel geliri itibarıyla koymaya zorunluyuz. Yani gerek Osmanlı İmparatorluğu döneminde, gerek bugünkü Cumhuriyet burjuvazisi döneminde bir ilde yapılabilecek yol, o ilin genişliği hesaba katılarak değil, ekonomik gelişme derecesine bakılarak yapılabilirdi. Ekonomik gelişmeye delil olaraksa, elimizde bir ilin özel gelirinden başkası yok. Daha doğrusu, devlet bir ilden ne kadar para alırsa, o ile de o kadar yol yapabilir varsayıyoruz. (Demiryolu hatları bunun dışında.) İşte yukarıdaki oranlan her ilin özel gelirine oranla tekrarlayacak olursak, şu rakamları elde ederiz.. Her ilden alınan özel gelirin birer lirası başına ne kadar uzunlukta yol düşüyor? 15 Doğu ilindeki tüm özel gelir toplamının her lirası başına varolan bütün yollardan, düşen yol uzunluğu 1,1 m.dir. (Yani Doğu illerinde her özel gelir lirası başına 1 metre 10 cm.lik yol düşüyor.) A grubunda her özel gelir lirasına 1,05; b grubuna 1,2... Bu oranlara göre. Eğer varolan Türkiye illerinin yollan genellikle saltanat döneminden kalmış varsayılırsa, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, aşağı yukarı gerek Doğu, gerekse Batı illerinde yapılan yolların uzunluğu her ilin özel gelirine göre, her ilin zenginliğiyle doğru orantılıymış. Şu halde, "eski hükümetleri" ne savunmayı ne de suçlamayı düşünmeksizin diyebiliriz ki, imparatorluk her ile gücünce vermiş... Fakat acaba Cumhuriyet burjuvazisi de böyle mi yapmıştır? Yoksa Doğu illeri üvey il, Batı illeri öz il mi sayılmıştır? Bu soruya yanıt vermek için şu iki noktayı araştıralım: 1- "Eski hükümet'lerden ne kadar yol kalmışsa kalmış, fakat Cumhuriyet hükümetleri bu yolları Doğu illerinde ne dereceye kadar ve Batı illerinde ne oranda koruyabilmiştir? Başka bir deyişle, varolan yollar içinde sağlam şoselerin oranı Doğuda ne kadar, Batıda ne kadar? Bunu bulursak, TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 403 Cumhuriyet burjuvazisinin Doğu illerini mi, yoksa Batı illerini mi daha çok gözettiği anlaşılır. 2- Her ilde yeniden yapılmakta olan yollar ne orandadır? Eğer Doğu illerinde yeniden inşa edilen yollar Batı illerinde yeniden inşa edilenlerle aynı orandaysa, sorun yoktur. Cumhuriyet burjuvazisi her iki tarafta da aynı bayındırlık siyaseti izliyordur. Aksi halde sorun da terstir. Sağlam yolların oranı: 15 Doğu ilinde kilometre kareye düşen sağlam yol 12,2 m.; a grubu Batı illerinde kilometre kareye düşen yol 31,4 m.dir. Fakat bir de özel gelire göre bakalım. Her lira başına 15 Doğu ilinde düşen yol 0,3 m., oysa a grubunda 0,5 m.dir. 15 Doğu ilinde varolan bütün yollara oranla sağlam kalan yollar %32,8, a grubunda sağlam yollar bütün yolların %49,1'idir. Yani yuvarlak hesap edilirse sağlam kalan yollar Doğu illerinde hemen hemen üçte bir, Batı illerinde hemen hemen yarı yarıyadır. Bu hesapça varolan yollardan korunanların durumu Batıda Doğudan %40 daha fazladır. Başka bir deyişle, Kemalizm Batı illerinin yollarına, Doğu illeri yollarından hemen hemen iki katı kadar daha fazla dikkat ve özen göstermiştir. Bütün Doğu illerini değil de özel geliri, a grubu Batı illerinin özel gelirinin (1,4 milyon) hemen aynı olan üç Doğu ilindeki sağlam yolların bütün yollara oranını araştırırsak (bu üç Doğu ili Diyarbakır, Van, Erzincan'dır ve özel gelirleri toplamı 1.428.186 liradır) a grubu illerinde sağlam şosenin oranı %49,1 olduğu halde, 3 Doğu ilindeki sağlam şosenin (tabii varolan yollar toplamına) oranı %15,9 olarak bulunur. Yeniden inşa edilen yollar: 15 Doğu ilinde yeniden yapılan yollar kilometre başına 3,8 m.dir. B grubundaysa kilometre başına 47,7 m. yeniden yol yapılmaktadır. Özel gelirin bir lirası başına Doğu illerinde 0,1 m., b grubu Batı illerinde 0,7 m.lik yol yapılıyor. Yani Kemalizm Batı illerinde Doğu illerine oranla 7 kat fazla yeniden yol yaptırıyor. Oysa her iki kısım illerden de aynı miktar para topluyor! 15 Doğu ilinde, varolan yolların uzunluğuna oranla yapılan yolların uzunluğu %10,5'dir. B grubu 3 Bat ilinde bu oran %50,6'dır. Yani Kemalizm Doğu illerine onda bir oranında yeni yol eklediği halde, Batı illerine yarı yarıya yeni yollar katmaktadır. Tekrar edelim. Bu oranlar, Kemalizmin topladığı özel gelir bakımından aynı gelirde olan Batı ve Doğu illeri içindir. Yeniden yol yapma konusunda, Kemalizmin Doğu illerini ne kadar geri bıraktığını anlamak için 15 Doğu ilinin toprakça onda biri ve özel gelirce de beşte biri oranında küçük olan 8 Batı ilinde yapılan yeni yol- 404 YOL ların rakamlarına bir göz atmak yeter. 15 Doğu ilinde yeniden 864+885 kilometrelik yol yapıldığı halde, 3 Batı ilinde 1066+201 kilometrelik yol yapılıyor. Yani 3 Batı ilinde kendisinden 5-10 katı büyük olan 15 Doğu ilinden %12,3 (eksik değil) fazla yeniden yol yapılmaktadır!... Bu oranları bulmak için asıl rakamları bizzat Kemalizmin resmi yayınından alıyoruz. Şu kısa karşılaştırmalarla varabileceğimiz genel sonuç şudur: 1- Kemalizm Doğu illerine, hattâ sömürü için zorunlu olan yol yapma konusunda bile geri bir sömürge işlemi yapıyor. 2- Bu siyaset Kemalizmin tarihiyle birlikte başlar. Kemalizm Kürdistan'ı layıkıyla soyabilmek için, oranın tarımsal ürün ve ilk maddelerini tefeci fiyatlarıyla yok pahasına çekebilmek ve kendi sanayi ürünlerini orada pazarlayabilmek için hiç olmazsa, bütün emperyalist anavatanların sömürgelerinde yaptıkları kadar olsun. Doğu illerinin yollarını düzeltmeye zorunludur. Kürdistan'ın kapalı ekonomisini parçalamak için bundan daha doğal bir zorunluluk yoktur. Ne çare ki Kürdistan aslında "kendisi muhtaç-ı himmet bir dede" durumunda olan Türk finans-kapitali gibi, piç bir kapitalizmin sömürgesıdiı. Onun için orada Kemalizmin uyguladığı ekonomik yöntemleı, hatta normal bir sömürgecilik bile değil de adeta bir sömürgecilık altı, en aşağı sömürgeciliktir. 3- Maliye Satırı: "İla maşallah" Kemalizmin maliye siyasetinin ne ayar bir nesne olduğunu burada tekrarlayacak değiliz... Zaten Kemalist devlet aygıtının Türk köylüsüne uyguladığı sistem, bugünkü Hint ve Çin köylüsünün başındaki satırdan farksız değil... Burada iki sözcükle kaydetmek istediğimiz şey, Kemalist devlet aygıtının Kürdistan ve Doğu illeri üstündeki baskısında, genel olarak köylülüğü soyuşundaki başka özelliklerden birkaçını hatırlatmaktır. A- Kitapta yazılı vergiler (sözde yasal vergiler): Bunlardaki bir nicelik bir de nitelik bakımından özelliklere kısaca değinelim: a) Nicelikçe vergiler: Vergiler Kemalizm sahneye çıkalı beri en aşağı on katına çıkarılmıştır! Aşar genellikle Doğu illerinin iç köylerinde sözde kalkmıştır. Gerçekte, eskiden nasıl sekizde bir aşar alınıyorsa, bugün de aynen -on katına çıkarılmış arazi vergisinden başka ürünün sekiz katı vergi olarak alınıyor. Yol parası Batı illerinde 10-12 lirayı geçmediği halde Doğu illerinde 15 lirayı bulur. Aşağıda göreceğimiz nedenler yüzünden, toprağın verimli ya da verimsiz. olması da hesaba katılmaz. Ortalama on dönüm (yani bir hektardan iki donüm fazla) toprağı olan bu köylü, her tür verginin toplamı olarak yılda 70 lira vermeye zorunludur. Dönüm başına TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 405 7 lira!... Fakat verginin niceliğini, bir veren köylü bir de allah (yani pazar) bilir. Çünkü Doğu illerinde geçerli para gümüştür. Yukarıda kaydettiğimiz gibi, gümüşün piyasası zemin ve zamana göre oynar. Ortalama olarak Kürdistan'da bir liranın 30 kuruş olduğu tarihlerde tahsildar köylüden 1 lira için 3 mecidiye (yani 60 kuruş) alır. Kürdistan köylüsünün bu yük altından nasıl kalkacağını sormayın. Çünkü bu kalkma, doğrudan doğruya kalkışır. Yani bireysel ya da kolleklif ayaklanma şeklinde olagelir... b) Nitelikçe vergiler: Vergilerin niteliği deyince şu üç özellik derhal göze çarpar: 1- Modern cizye: Geçmiş derebeyi bezirgan saltanatlarının zamanında merkezi vergiler, derebeyi yöntemiyle bireysel güce göre perakende değil, bir ağa ya da reisin hükmündeki topluluğa toptan bir cizye şeklinde biçilirdi. Bugün Kemalizm de genel olarak Doğu illerinde yerel özellikle re uyarlayarak, bu cizye yöntemini modernleştirmiştir. Dönüm kavramı zaten Kürdistan halkı için meçhuldür. Onun için vergiler dönüm başına değil, genel olarak bucak başına kesilir. Tabii bu toptan verginin çalışkan Kürdistan köylüsü içinde hangi ellerle ve ne şekilde paylaştırıldığı kendi liğinden anlaşılır. 2- Modern talan: Vergiler Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre halk tan üç taksitte alınırlar. Oysa Doğu illerinde -Türk polisinin bilinen deyi miyle- orman yasası egemendir. Onun için vergiler tahsildarın işine geldi ği zamanda ve bir kerede alınır. O zaman hürriyet edebiyatçılarının, ünlü demagojilerinde sultan zaptiyesinin köylüyü lalan edişine ilişkin çizilen sahneler, Cumhuriyet burjuvazisinin Kemalist jandarma ve tahsildarı tara fından harfi harfine "temsil" edilir. Köylünün nesi var, nesi yoksa, yalağı, çanağı, çömleği, davarı ve herşeyi gaspedilerek haraç mezat olunur. Buna "modern talan" adı verilemez mi? Doğu ilinin vergiler anketine verdiği yanıtını bir daha okuyalım: "Gazetenizde vergilerin ağırlığından söz ediyorsu nuz. Bize kalırsa, bu sorunu yalnız İstanbul halkına sormamalıdır. Bir kez de Ana dolu çiftçilerinin durumunu incelemeli ve hangi vergilerin köylüye ağır geldiğini onlara sormalıdır. Bu anlamda tahsilatın ne şekilde yapıldığı da öğretilmelidir. Anadolu'da bir köy tahsildarının bir kaymakam, bir şube başkanı kadar yetkisi vardır. Köy tahsildarı vergisini bir taksitte vermeyen köylüye eza cefa ettiği gibi, onun altındaki yatağını vb. de derhal açık arttırmaya çıkarır. Bu doğru bir hare ket midir?" 21 c) Vergi sahtekârlıkları: Yukarıdaki vergi sisteminin baltası al21. Kemahlı A.: "Vegiler Hakkında Anket", Cumhuriyet, 22.11.1930. 406 YOL tında köylü ne yapar? Ya isyan eder dağa çıkar, ya da ezilip mahvolur. Fakat mahvolmak istemeyen köylünün boğazına geçireceği son bir cankurtaran vardır ki, onun boynunu son kez olarak boyunduruklamaktan başka bir sonuç vermez. Hele... Evet, köylü son bir çare olarak tahsildarla anlaşmayı ve vereceği verginin yarısını tahsildara, rüşvet vererek, öteki yarısından kurtulmayı dener. Batı illerinde, yoksul köylü için ehveni şer bir çare olan bu yöntem, özellikle Doğu illerinde bütün facialarını oynar. Bir örnek: Muço'nun 50 koyunu var. Yalnız 20'sini yazdırır. Aksiliğe bakın ki -o her Doğu illinin başında, kapitalist düzenden ve ağalıktan başka, bu iki sistemin musallat ve yadigârı sıfatıyla eksik olmayan- bir "düşman ketim"i tahsildara haber verir. Tahsildar gelir. 30 koyundan üçer lira alacak olsa 90 lira eder. Muço bu parayı rüyasında görmemiştir. Tahsildarla uzlaşmaktan başka çaresi yok. Uzlaşır; 30 değil 9 koyun çalınmış yazılır ve bu 9 koyun için 27 lira resmi vergi verir. Geri kalan 21 koyun için köylü tahsildara 2 mecidiye altını+15 kağıt para, yani 25 lira kadar bir rüşvet verir. Sözde uzlaşılır. Fakat az zaman .sonra aynı-tahsildar, aldığı rüşveti az görür. Daha ister. Köylü veremeyince, geri kalan 21 çalınmış koyunun 63 lira vergisini talep eder. Bu ani darbeden şaşalayan köylü şaşkınlığını katmerleyen bilgisizliği yüzünden Surunu savcıya anlatır. O tahsildara rüşvet verdiğini bir dilekçeyle bildirmesini söyler. Dilekçe verilir verilmez, köylü hapishanededir. Rüşvet alan tahsildar serbest gezdiği halde, köylü rüşvet verdiği için zindanda!.. B- Kitabında yazılmayan vergiler (sözde yasadışı vergiler): Öncekilere "sözde yasal" dedik, bunlara da "sözde yasadışı" diyoruz; çünkü "yasal" dediğimiz vergilerin gerek nicelik gerek niteliğinde öyle antikalıklar var ki bunlar hiçbir kitapta yazmaz. Şu halde yasadışı dediğimiz vergiler öyle ulu orta, gelişigüzel ve açık saçık istenir ve alınır ki, değme yasal vergilerini her devlet bu kadar zorbalık ve şiddetle tahsile kalkışamaz. Onun için bunlara yasal da desek olur. Bir sözcükle Kemalizme göre, zaten her alanda olduğu gibi vergilerde de yasalla yasadışının sınırı, derebeyi sınırları gibi bir şeydir. O sınırlarda dünyanın en vahşi çapulları, saldırıları haklara ulaşır. Kitapta yazılmayan vergilere örnekler çoktur. Biz burada iki örnek verelim: Sürekli baç (tayyare vergisi): Emperyalist işgal orduları, soydukları sömürgelere ayrıca kendi masraflarını da ödetirler. Türkiye halkı gibi ve ondan pek fazlasıyla da çaresiz Kürdistan halkı Doğu illerini kasıp kavu- TÜRKİYEDEULUSALSORUN 407 ran asker ve jandarma masrafını taşır; fakat sorun bununla bitmez. Kürt paryaları, ikide bir başlarına bomba yağdıran uçaklara en çok ve sonsuz haraç verici olmak gibi acıklı bir talihe çatmışlardır. Ortaçağ Avrupasında, kafile kafile oradan oraya dolaşan bir serseri dilenciler tipi ve sınıfı saptanır. Kürdistan'ın da herhangi bir horoz ötmez gün batmaz kasabacığına uğrarsanız orada ilk gözünüze çarpan şey, her mahalleden fışkınp çıkan, süngülü asker bölüklerinden sonra bu "serseri-dilenci"lerdir. Yalnız Kurdistan'daki serseri-dilencilik biri resmi, diğeri gayrı resmi olmak üzere iki türdür: 1- Gayrı resmi dilencilik: Bilindiği gibi "mesleksizler ya da mesleği bilinmeyenler" grubudur. Bunlar şu zavallı ülkenin zavallılığının canlı sürü halinde sürünüşüdür. 2- Resmi dilencilik: Ya da "eli bayraklı dilencilik" Tayyare Cemiyeti'nin sanatıdır. Her Kürt kasabacığında jandarma karakoluyla yan yana ya da alt alta üst üste, önünde bir ay yıldızlı bayrak sarkan "Türk Tayyare Cemiyeti" levhası görülür. Bunu ortaçağın serseri dilenciliklerine benzetmiştik. Fakat örgüt ve soygun yönünden Tayyare Cemiyeti, her tepede bir şato kurmuş, yanında silahlı adamları yatan bir derebeyi ya da bütün geçitleri tutmuş, Zaloğlu Rüstem tipinde bir eşkiyaya daha çok benzer. Çevre köyler Kemalizm sayesinde Tayyare Cemiyeti'nin uyruklarıyla yerleştirilmiştir. Bu kez köylünün bütün ürünlerinin ve hayvanlarının %l,i, ister istemez Tayyare Cemiyeti'nindir. Ondan başka örneğin her çift hayvanından bir lira "tayyare ianesi" almak ya da haraç isteyen derebeyi, kurtulma parası isteyen eşkiyanın da Tayyare Cemiyeti'nin de Tanzimat-ı Hayriye döneminden beri kaldırılmış olan "kesim"e benzer şekilde köy başına şu kadar lira hükmi karakuşisini savurmak ve bunu köyde, zengininden, tüccarından değil -çünkü bunlar Kemalizmin güya müttefikleridir- yoksul halktan sızdırmak her günün "olağan" genel işlerindendir. Bir başka Doğu ilinin nasılsa çıkabilmiş sesini bir başka kez daha dinlemek sırasıdır. "...Bundan başka çift hayvanlarının her birinden bir lirayla tayyare ianesi alınıyor. Alım ve satım üzerinden aslında tayyare ianesi alındığına göre artık köydeki çift hayvanlarından hiç olmazsa 20 kuruş alınmalıdır. Bundan başka Tayyare Cemiyeti örneğin bir köye 60 lira iane yazıyor. Oysa bu iane yalnız köyün zürra kısmından almıyor. Diğer ticaretle uğraşan daha zenginlerden alınmıyor."22 Nöbet nöbet baç: Kürt ilinin bir adı da "isyan illeri" olmuştur. Şimdiye kadar daima başarısızlıkla sonuçlanmış isyanlarda Kemalizmin gönderdiği uslandırma seferleri, Kürt halkını bir koyun sürüsünü kurdun parçalayışından daha yırtıcı militarist bir terörle, eline geçen Kürtleri yere 22. Diyarbakır muhabirinden: Vergiler anketine cevap, Cumhuriyet, 26.11.1930. 408 YOL kadar dişler, sonra sefer masrafı yaptım diye aynı bölgeler halkından eski zamandaki feodal iftarlarında verildiği gibi "diş kirası" alır. Yani isyanın masrafını da ayrıca açlıktan yıkılan köylere ödetir. Bu söylediğimiz de bir komünistin sözüyle kalmasın. Bakın Türk finanskapitali -kimse anlamasın diye- gençliği "vatandaş Türkçe konuş" palavrasıyla sokağa uğratmasına karşın, kendisi "Fransızca konuştuğu" zaman bu "diş kirasından nasıl söz eder? Konu, durmadan açık veren bütçenin dengesidir. Açıkların nasıl kapandığını anlatmaktadır. Finans-kapitalin Fransızca organı tamamen şöyle der: "Bununla birlikte, (Ağrı dağı) fitne hareketinin önlenmesi gibi, önceden görülmez bir tür mesai vardır ki, ancak ve aynı ilin bütçesinin başka fasılları üstünden gerçekleştirilebilecek ekonomilerle sağlanabilirlerdi. Yapılmış olması gereken de budur." 23 Siyasal Baskı "Vurun tutulmayın, s..n, s..... n!"... Bütün eski Babıali, yeni Ankara Caddesi ile Taş Han'ın terbiyeli maymununa çevrilmiş edebiyatçı küçükburjuvaları, bütün "münevver ve mütefekkir insanlık" gibi katmer katmer utanca düşüp bazı işlerde sıkıntıdan dökündükleri gül kokulu ter içinde boğulsunlar. Haber haberdir. Sonra, haber verelim ki bunu yalnızca "aslına sadık" biçimde yansıtmaktan başka kast ve günahımız yoktur. Bu slogan Kürdistan'ın başına modern bir Atilalık kesilmiş olan Birinci Genel Müfettişlik tarafından aynen, bütün muhafız, subay, jandarma ve asker kıtalarına "yasadışı" olarak tamim edilen paroladır! Kemalizm "ordular ilk hedefiniz Akdeniz" dedikten sonra, bütün "vatan" da tekmil Türk burjuvazisini toplayan Halk Partisi'nin bayrağı üstüne, halka karşı çekilmiş Kemalist yatağanın üstüne, her göze görünmez casus mürekkebiyle yazılan bu yukarıdaki slogan, tüm ağa, tefeci, finafıs-kapitalist, kalın memur blokuna hitaben söylenmiş, bu yurdu biz sizin için fethettik dogması ile yan yana dizilmedi mi? Kemalizmin bayrağı bu iki sloganı da sentetize eden bir "Gâve" (demirci Kawa)dır. Yalnız Ankara'da dalgalanan bu bayrağın üstündeki sloganlardan "biz senin için fethettik" nasıl Batı illeri tarafından gözükürse, Doğu illerinin tarafına bakan Kemalist bayrağın yüzündeyse, "vurun tutulmayın!" vb. parolası yanar. Onun için "vurun tutulmayın vb." sloganını Kürdistan'da gerçekleştiren Birinci Genel Müfettişlik, o bölgedeki Kemalist siyasetin maskesiz cisimlenişidir; Kürdistan'da uygulanan' sömürge siyasetinin özüdür. 23. L'Economiste d'Orient, 10.1.1931. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 409 Genel Müfettişlik 1926 yılından beri teröre başlayan Kemalizmin Ülkede tutunabilmek için gerekli bölgelerde uygulanabilecek sürekli terör aracını el altında bulundurmak için "yasa"yla yasallaştırdığı sömürgeci, militarist diktatörlüğe dayanan bir kurumdur. Kürdistan'da 1927 sonlarında ilk kez uygulandı. İçişleri Bakanı müfettişliğin yalnız Kürdistan'a özgü kalmasını, aradan beş altı yıl geçtikten sonra şöyle açıklamak istemişti: para bulamadığından, adam bulunmadığından! "Bütçede karşılığı olmadığı için yalnız Doğu bölgesinde uygulanmıştır. Mitfettişi bulunmadığı için yalnız Doğu bölgesinde uygulanmıştı." 24 Oysa biraz daha aşağıda, "Birinci (sanki ikincisi varmış gibi) Genel Müfettişliğin ödeneği Kürdistan'da uygulanışının!" oranın genel ve özel yönelimi için bir zorunluluk olduğunu aynı demeçte okuyoruz: I - Genci yönetim zorunluluğu: "Bu doğrudan doğruya genel yönetime ve emniyet ve asayiş sorununa ait olan bir özelliktir ki, aslında Genel Müfettişliğin kurulmasında asıl amacı oluşturan özellik de bu olmuştur." Nitekim daha yukarıda bu asayiş sorununu daha somut olarak şöyle koyuyordu: "Genel Müfettişlik Doğuya girmeden önce Doğuda 30 ile 40 kişi arasında değişen on çete vardı ve Ağrı dağında 2000 silahlı çete alay-ları mevcuttu. Güney sınırlarımız akın diyarları gibi saldırıya maruzdu." 2- Özel yönetim zorunluluğu: Finans-kapitale "yuva eşelemek"te "Genel Müfettişlik özel yönetimi mesailerinde de illerin mesaisini birleştirdiler, karakollar yaparak yolların düzen ve emniyetini sağladılar. Bayındırlık işlerine başlandı. Ülkede hiçbir fabrika yokken un fabrikaları açtırıldı. Elektrikler yaptırıldı. Doğu illerimizde de Batıdaki gibi bayındırlık faaliyeti başladı. Diyarbakır'ın eski halini bilen varsa, şimdi aradaki farkı takdirle görür. Osmaniye, Elazığ da öyledir. Van'da da bayındırlık faaliyeti başlamıştır. Van bir şehir haline gelmek üzeredir. Van'ın en büyük yoksunluğu nüfusudur. Nüfus olmayınca doğal olarak bayındırlık da geç olur." Bu açıklamadan bir daha anlaşılıyor ki, Birinci Müfettişlik yönetiminin Doğuda iki amacı var: 1- Finans-kapitale yuva yapmak; 2- Bu yuvayı güvence altına almak. Nitekim sütunlar doldurarak İçişleri Bakanının demecinden de Kürdistan'da ezilen bir köylülük olduğundan, bu köylülüğün derebeylikle olan ilişkisine ve Cumhuriyet burjuvazisinin Kürt köylülüğü hakkında düşündüklerine ilişkin tek bir satır değil, kelime bile yoktur. Ezilen Kürt halkı hakkında İçişleri Bakanının ağzından dökülen sözler şunlardır: asiler, şakiler, çeteler, eşkiyalar... yola getirmek, amansız bir takip, birer birer yok etmek, bir tek nefer kalmayıncaya kadar 24. Şükrü Kaya: Meclis'te gensoruya yanıt, Cumhuriyet, 26.6.1932. 410 YOL hepsini tepelemek vb... Sonra hiç sıkılmadan sürek avından söz eden bir avcı iştahıyla ağzı sulana sulana, Kemalizmin Kürdistan siyasetinden söz eden aynı Bakan, bilinen burjuva tersliğiyle Doğu illerinde "bayındırlık" olması için nüfus istiyor, "nüfus" için "bayındırlık" değil. Tıpkı yün satabilmek için kırpılacak koyun sürüsü isteyen burjuva gibi... Doğu illerinde özellikle Birinci Genel Müfettişliğe bağımlı olan bölgede Çin-Japon savaşı gibi, ilân edilmemiş bir sıkıyönetim kasırgası ortalığı kasıp kavurur. Yayın adına eksiltme ilanlarını yayınlama koşulunu yerine getiren tek tük il gazetelerinden başka hemen hemen hiçbir şey yoktur. Diyarbakır'da köylü ağalara Gazi'nin mucizelerini sayıklamaya yarayan tek tük övgü broşürleri, Birinci Genel Müfettişliğin ağalık içinde kalan ajitasyonunu yazar. Urfa'da çıkan bir gazete, doğrudan doğruya demagojik bir perde altında büyük toprak sahipliğinin yayın organlığını yapar. Bir sözcükle, burada hattâ Batı illerindeki basın derecesinde, hiç olmazsa kapitalist unsurların bir tür özeleştirisini beceren araçlar da yoktur. Çünkü Türk burjuvazisi Kürt ağalığına güvenemez. Hattâ güven değil, tahammül bile edemez. Halk Partisi bütün ağa, tefeci, finans-kapitalist, hattâ kısmen de aydın sınıflarının en "mezhebi geniş" blokunu tekelleştirmiştir. Onun dışında yasal bir parti değil, hattâ "müştakilvari" bir eleştiri bile Kemalizmin tüylerini kirpi gibi diken diken eder. Batıda böyle diken üstünde oturan cumhuriyet burjuvazisi, Doğu illerinde değil siyasal, hattâ kooperatif kadar kansız bir ekonomik oluşumu (bizde kollektif şirket ya da geçici kredi kooperatiflerini) bile "zararlı" bulur. Halkın en ufak bir şikayeti en kötü bürokratlıktan yoketme tehditlerine kadar her tür ve tarzda bastırılır. Bir köylü bir dilekçe yazdırsa, onun köşesine kimin tarafından yazıldığını gösterecek bir imza kondurmaya zorunludur. Ta ki, gereğinde yazan bulunup pişman edilsin, ya da derdini yazdıracak adam bulamasın... Kürdistan'da yazılan her dilekçe için mutlaka bir katı fidye ve iki katı da posta masrafı alınır. Bu yüzden dilekçe verebilmek için, o Doğu illerinde pek ender rastlanabilen türden, cebinde 2-3 lira bulunan bir adam olmak şarttır. Yoksul, halktan bir Kürt için bütün bu töreni yerine getirmek, "ilgili makama" bir dilekçe vermek için yeterli değildir. Eğer dilekçe hoşa gitmez bir şikayetse, kayıt ve posta ücretlerinin alınmasına karşın sepete atılır. Çünkü güya numara vermek için burjuva demokrasisinin icat ettiği kayıt işlemi adeti, Doğu illeri için göstermeliktir. Hiçbir köylü, TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 411 verdiği dilekçenin kayıt numarasını hiçbir zaman öğrenemez. Yani damga resminin geliri artsın diye, düzenlice en masum dilekleri bildiren dilekçeler bile beş on defa tekrarlanmadıkça yerini bulmaz. Kayıp olurlar. Fakat bir sorunun herhangi bir memurcuğa dokunur şekil aldığı görülmesin. Eğer şikayet eden köylü ve halktan biriyse, şikayet derhal boğulur. Ve şikayetçi hiç ummadığı bir taraftan en beklemediği bir darbeyle sersemleşir. Şikayet etliğine ve edeceğine bin kere pişman olur. Çünkü bütün Kürdistan memurlarının en büyüğünden en küçüğüne kadar nasıl bir hiyerarşileri varsa, tıpkı bunun gibi uyulması zorunlu olan bir gizli anlaşmaları, halka karşı adeta işaretle anlaşan harikulade bir birleşik cepheleri ve memur dayanışması vardır. Bu açıklamayı neden kaydettik? Türk burjuvazisinin, en aşağı sömürge işlemine uğrattığı Kürdistan halkına, hattâ kendi kapitalist yasalarının saptadığı yurttaş halklarını bile yasak ettiğini hatırlatmak için. Yoksa bütün Kemalizm yönetiminde şu iki nokta asıldır: 1- Şikayet eden ağa ya da burjuva ve (bu ikisinin yararına karşıt olma mak koşuluyla) aydınsa, dilekçe yöntemi hiçbir arızaya uğramaksızın rolünü oynar. Halktan bir bireyin dilekçesi, aylar ve yıllarca süründükten sonra, bir hasır altında can verir. 2- Fakat varsayalım ki, Kürdistan halkından birinin dilekçesi "yüksek makam"a ulaştı... Ne olacak? Millet Meclisi'nin daima yaptığı gibi önce "ait olduğu vekalete", oradan "Birinci Genel Müfettişliğe", oradan il, ilçe, bucak aracılığıyla sonunda mutlaka, halkın şikayetçi olduğu memurun ya da onun arkadaşının eline geçecek değil mi? Millet Meclisi'nin talep ettiği ajitasyonu kendisinden şikayeti bulunan memurluk ya da o memurluğun bağlı olduğu ağalık yapmayacak mı? Bu kadar tehlikeli bir maceraya hangi zavallı köylü katlanabilir? İşte bütün bunlar s Doğu illerinde zorunlu hizmete gönderilen ya da gönderilmeyen öyle bir memur tipi yaratmıştır ki, Senegal ya da Çin Hindi'ndeki Fransız memuru, bunun yanında belki de insaflı kalır. Bu yüzden Kürdistan'da herşeyb bir gizlilik havası içinde akar. Ağa memurla, memur burjuvaziyle koklaşa koklaşa, kulaktan ağıza ya da bir romanın adı gibi "dudaktan kalbe" fiskos ederek işler pişirilir. Doğu memuru oldukça kârlı bir yağmadadır. Yavaş yavaş aşınan eski bir sosyal yapı üstünde aşındıran yasayı temsil eder ve incelerken, Doğu illeri memuru, hem yasayı, hem de aşınan rejimi kemire kemire yaşayan bir sansar gibi işler. Arada, burjuva yasası tam burjuva memurunu ve burjuva memuru da tam burjuva yasasını kara tencerenin yuvarlanıp isli kapağını buluşu gibi bulmuştur. Ke- 412 YOL TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN malizm bu efendilere, göze görünmeden yanık sesle şu öğüdünü vermiştir: "Yiyin efendiler, yiyin! Bu han-ı iştiha sizin. Yiyin doyuncaya, çatlayıncaya, patlayıncaya değin." Ne eleştiri, ne teftiş, ne şikayet, ne soru ne de yanıt! Savaşa girmiş bir ordunun bireyleri -Doğu memuruna oranlabelki yaptıklarından daha çok "sorumlu"durlar. Kemalizm sermaye biriktiriyor! Hiç şikayet, hiç teftiş, hiç sorumluluk olmuyor mu? E, devede kulak kabilinden oluyor. Fakat bunlar: 1- Ya büyük ağalarla burjuvaların ahbap çavuşvari şikayetleri; 2- Ya da bu "han-ı yağma sofrası"nda öteki memurlarla gizlilik dayanışmasını bozanlara karşı omuzdaşlaşmış memurların ortak boykotu cezalandırma şeklinde oluyor. Ki bu da pek ender ve istisna hallerden sayılır. Kemalizm Doğu ili memurluğunu o kadar başı boş bırakmıştırki, bu resmi klik bazen bindiği dalı kesen yobaz-lar kadar küçük çıkarları içinde boğulur. Ve kapitalist düzen için şaşılmayacak biçimde, bizzat dayandığı sistemi ve devlet iktidarını tehli-keye düşürür. Şeyh Sait ayaklanmasında Doğu illerinin idare-i maslahatçı memuru az hızlandırıcı rolü oynamamıştır. Zaten her zaman oynadığı öz rol de budur. Bir örnek: Diyarbakırlı mı ne? Herhalde Türk burjuvazisinin i .' kendi kültürüyle idealize edebildiği ender aydınlardan biri, öğretmen Meh-met Emin şeyhlerin ayaklanma kararlaştırdıklarını vali Cemal'e söyler. Vali böyle bir şey yoktur ve olamaz der. Mehmet Emin işi İçişleri Ba- kanına yansıtacak kadar ileri gider. Bakanlık validen sorar. Valilik aynı yanıtı tekrarlar. Öğretmen durmaz, bir daha Bakanlığa başvurur. Bu ısrarı gören vali -galiba "makamı işgal" maddesini inceleyerek- öğretmeni yaka- ladığı gibi hapse atar! Fakat gafletin kabağı gene öğretmenin başında pat- lar. İlk ayaklanmada darağacına çekilen vali değil, Mehmet Emin'dir. Sivil örgütü bu olan Kemalist devlet aygıtını, jandarma ve hele asker yöntemlerini düşünmek olanaklıdır. Yol kesmek yalnız eşkiya ve ağaların harcı değildir. Şehir ortasında bile, bir jandarma eri, istediği Kürdü, istediği angarya için çevirir. Askerlerin bir önemli kazanç kaynağı da tenha sokaklarda rastgeldikleri kimseden anlamadığı türlü evrak istemek, genellikle böyle "uygar" törenden şaşalayan Kürt köylüsünü bir iyi patakladıktan sonra, birkaç mecidiye ya da kuruşunu alarak, lütfen serbest bırakmaktır. En büyük şehir ortasında oynanan bu sahnelerden sonra, köydeki jandarmanın yaptıklari ya da yapabilecekleri uzun facia destan- larını doldurur. Kürdistan halkının dilinde jandarmanın adı "yumurtacı"dır. Bir müfreze herhangi bir ajitasyona ya da takibe çıkmasın. Artık önüne gelen köy halkı, bilsin bilmesin -büyük ağaların buyruğuyla- çala kırbaç 413 mavzer falakasıyla birer birer işkenceden geçirilir. İşin daha kötü tarafı, Kürdistan köylerini bir afet gibi saran müfrezelerin bu işkenceleri uyguladıktan sonra, ayrıca izzet ve ikram görme haklarındandır. Dayağı yiyen köylü, yumurtasını, sütünü, ekmeğini, davarını da bu istilacılara yedirmek zorundadır. Karakol jandarmasının sosyal ve yönetsel bütün sorunlarda mutlak bir iktidarı vardır. Köyde karakolla köy ağası el ele işlerler,Ağa, soygununu jandarma aracılığıyla yaptırtır. Miriyvolarını karakola sevketmekle sindirir. Karakol bir kimse hakkında ağanın işaret ettiği şekilde bir tutanak düzenledi mi, artık o belgenin hükmünü bozacak yeryüzünde hiçbir güç yoktur. Büyük Millet Meclisi köylerdeki soruşturmasını jandarma aracılığıyla yaptırır. Karakol soruşturmayı isterse yapar, isterse yapmaz. Daima istediği şekilde yapar. Karakol bir Kürdü öldürmeye kadar yetkilidir. Kaçtı vurdum der, sorun kalmaz. K emalizm, köyde ağalıkla en güzel sentezlerinden birisini oluşturan ve temsil eden karakol düzenini siyasal ve sosyal alanda bırakmaz. Karakol yalnız Kemalizmle ağalığın soygununa alet olmakla kalmaz, bizzat karakolun kendisi de, çeyre köylerin kaymağını sömüren" bir soyguncudur. Jandarmalar arasında karakola gitmek bir tür kârlı şanstır. 1- Nöbet yok, sorumluluk yok vb... 2- Masraf da yok: "Karakoldakiler on para harcamazlar", para arttırırlar. Kemer yaparlar. Yaşasın "yumurtacı"lık!... Asker bastığı yerde ot bitirmeyerek, bütün kuşkulandığı köyleri gazyağıyla yakmak için jandarmaya yardımcılıkla görevlidir. Örneğin, bir köyün eşkiya yataklığı ettiğinden kuşkulandı mı, köyün çevresi bombalı ve makinalı tüfekli müfrezelerle sarılır, içeridekilere çıkmaları için kısa bir süre verildikten sonra, yağlı paçavralarla ve gaz dökerek, köyün bütün canlı ve cansız mevcuduyla birlikte dumanı havaya savrulur. Tekrarlamaya bilmem gerek var mı? Köylü köyünde yalnız canını kurtarabilirse kurtarır, İçişleri Bakanı "Türkiye hakkında eskiden beri etkili olmuş dingin bir düşünce vardır" başlangıcıyla, yukarıda söylediğini yani nüfuz azlığını, aşağıda reddetmek ve örneğin Belçika'ya oranla Türkiye nüfusunun az olmadığını ve azalmadığını kanıtlamak için, bu Türkiye'de "dağ taş var, oysa Belçika'da dağ taş çöl gibi bir şey yoktur." diye ancak Kemalist demagojide görülen "anlamı şairin karnında" dedikleri cinsten bir cevher yumurtladığı meclis demecinde, Kürdistan Birinci Genel Müfettişliğinin ordu, jandarma el ele vererek başardığı önemli faaliyetlerden birini de şöyle anlatıyor: "Genel Müfettişin iyiliklerinden birisi de orada 1. Dünya Savaşı ve ateşkes zamanından kalan silahları toplayabilmesidir. Bilirsiniz ki bir yılda yalnız Mardin ilinde 9 bin mavzer toplanmıştır. Bunlar Genel 414 YOL Müfettişliğin örgütün çalışmasını birleştirip düzenleyen doğru görüşleri sonucudur. Kuşkusuz ordumuzun 8. kolordu komutanlığının ve subaylarının (asker yoktur) yüksek görüşleri ve başarıları başta gelen etkenlerdir. Bu bahaneyle oralarda yurt ve cumhuriyet için çalışanlara minnet sunmak ve kutsal kanlarını dökenleri rahmetle anmak görevimdir." Burjuvazi ne zaman iktidarını sağlamlaştırdıysa, o zaman daima halk kitlelerinin silahlarını toplar. Engels'in Fransız devrimleri örneklerinde sınıf ilişkileri için çıkardığı bu sonuç, bizde ulusal azınlıklara karşı aynen tekrarlanan ezeli yöntemdir. Osmanlı İmparatorluğu, sağlığında Balkan uluslarına ve azınlıklarına bu yöntemi uygulamıştı. Cumhuriyet burjuva zisi, aynı yöntemi bugün Doğu illeri halkının üstünde hükmettiriyor. Rumeli azınlıklarına nasıl belli olmasın diye, kum torbalarıyla dövüle dövüle kan kusturulduğunu, her türlü işkence ve baskı altında ölüm su nulduğunu bugün iktidarda güdücü rol oynayan Kemalistlerden çoğu iyi bilirler. Bu bildiklerini, bu gibi zulümlerin ekilmesiyle hangi kinlerin biçildiğini ve sonucun nereye vardığını hiç düşünmeden, Kürdistan'da bir i daha deniyorlar. Bu işler söylendiği kadar basit değildir. Bir ilden bir yılda 9 bin mavzer toplamak için hiç olmazsa 20-30 bin kişiyi sıra dayağından geçirmek gerekir. Hele o illerde henüz sınıf mücadelesi doğrudan doğruya ve ulu orta silah mücadelesi, sosyal ilişkiler silah ilişkisi şeklinde olagel mektir. Zaten İçişleri Bakanı da, sorunun içyüzüne dokunuyor. "Başta... 8. ordu komutanlarının, subaylarının yüksek görüşleri"ni getiriyor. Çünkü silah gücü ancak silah gücüyle kalkar ve silah ancak silahla zaptedilir. Silahların çarpışmasından hangi gerçek şimşeklerinin çıktığını bugün baştakiler bile sormaz. Nitekim "evvel emirde vatan ve cumhuri yet için çarpışanlar"dan söz eden Bakan beyefendi, bu demeci 1932 yılı or talarında yaptığına göre, bugün ezilen Kürdistan'ın başında yanan sinsi ve bitmez tükenmez iç savaş yangınını yeterince anlatmış oluyor. Bakan beyefendi aynı zamanda "kefen soyucu" burjuva ikiyüzlüğüne özgü parlak sözlerle ve bir mezar talkıncısının görevini yapan soğukkanlılığıyla din üfürükçülüğünü taklit ediyor; "kutsal kanlarını dökenleri rahmetle anıyor". Bu yobazca ifadeyi siz Kürdistan'daki anlamıyla düşünün. Bir asker için on Kürt köylüsünü, bir subay için on Kürt köyünü yok eden Kemalist burjuvazi, elbette "kanlarını dökenleri rahmetle anmakla" kalmıyor, yoksul Türk çocuklarını, ezilen Kürdıstan halkıyla boğaz; laştıran, akan kanları sermayeleştiren Kemalizm, iki tarafta da gaddar kinleri, kanlı hınçları vargüçle kışkırtarak bu sayede Kürtlüğü "yoketme"ye uğraşıyor. ........ 415 TÜRKİYE'DEULUSALSORUN Bürokrasi cenderesi, jandarma terörü, yalınkılıç ordu saldırısı... İşte Kürdistan'da Türk burjuvazisinin sömürge siyaseti... Bürokrasi-jandarmaordu zulüm üçüzünün oluşturduğu temel üstünde yükselen Kemalist siyasetin birkaç özelliğini daha saptayalım: 1- Ağalıkla ilişki: Kürdistan'da patlayan her ayaklanmadan sonra Türk burjuvazisi ağalığa karşı yeni bir tehdit savurur. Çünkü hisseder ki patlayan kanlıkavga içinde Türkler Kürtlerle boğuştuğu kadar birbirinden başka iki rejim de boğazlaşır. Fakat hiçbir zaman yerine getirilmeyen ve getirilemeyecek olan bu taktik tehditler ortalığın yatıştırılmasıyla birlikte unutulur. Yine Kemalizm ağalıkla sarmaş dolaş yaşar. Ve bir daha herkes "yavaş gelişim"e ısmarlanır. 1925 Şeyh Sait ayaklanmasından sonra bir kısım ele başı ağalar Batı illerine sürüldü. Fakat çok geçmeden ağalar kâh kendi iradeleriyle savaşarak, kâh Kemalizmin iznine dayanarak aşiretlerinin başına döndüler. 1936 Ağrı dağı ayaklanması sırasında burjuva basını aynı teraneyi tutturdu: "Hükümetimiz yerel ve yönetsel önlemler almakla meşguldür. Aşiretler ortadan kaldırılmış, reislerin adamları dağıtılmış, topraklar halka dağıtılmıştır. Bundan sonra reisler 500 dönümden fazla toprağa sahip olamayacaklardır. Toprak sahibi edilen köylüye, krediyle tohumluk dağıtılmaktadır." 25 Fakat bütün bu "nikbin onamalara karşın, aşiretler dipdiridir ve ağalık ayak üstünde, eli kırbaçlıdır. Çünkü Kemalizm, sınıf ilişkilerine doğrudan doğruya bağlı olan hiçbir sosyal sorunda "halkçı" olainadı. Yani burjuva demokrasisini kuramadı. Ve daima gerçek devrimci yöntemlerden ödü patladı. Bu belki herkesin külahım*dolduran yaygaralara zıt gelir. Fakat zaten zıtlıkların gereği buradadır. Aşiret arazisi denilen şey, yukarıda da söylediğimiz gibi, aşiret ağasının özel mülkü değildir. Klanın ortak mülkiyeti, babahan sisteminden derebeyi ilişkilerine kadar uzanan bir dizi dejenere rönesansa uğramış ve aşirette bir zaman herkesin olan toprak yavaş yavaş ağaların malı haline sokulmuştur. Toprağın ağa malı haline gelişi, Osmanlı İmpaçratorluğu'nda sultanlar tarafından başlamış ve Türk burjuvazisiyle birlikte tam kıvamını bulmuştur. Sultanlar bazı işlerine yarayan reislere fermanla şu kadar köyü peşkeş çekmişlerdir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu'nda bu gibi peşkeşler genellikle tımar ve zeamet yöntemlerinde olduğu gibi toprağı belirli kişilere mutlak olarak mülk etmezdi. Mülkiyetten çok bir tür kullanım, hattâ yönetici kullanım hakkı verilirdi. Türk burjuvazisi, kapitalist yasalarla birlikte, padişahların ağalara verdikleri bu kullanım hakkını özel mülkiyet hakkına çevirmekte 21. Cumhuriyet, 27.7.1930. 416 YOL gecikmedi. Nitekim, yüz milyonlarca ufak mülk, daha hâlâ son zamanlara kadar bir dizi formaliteden sonra, böyle kapanın elinde kalırcasına kişilere mülkleştirilmiyor mu? Şu halde hattâ hukuksal olarak bile, aşiret toprağı ağanın hiçbir zaman malı olmamıştır. Burjuvazi istese, hıçbır "yasal", engele çarpmadan toprak mülkiyetini çalışkan köylülere mal edebilir. Fakat "istemek yapabilmektir". Türk burjuvazisiyse bunu yapamaz. Bunu yapamayınca pek âlâ tam tersini yapabilir. Nitekim, Doğu illerinde son kadastro çalışmalarıyla yaptığı da budur: ağaların özel mülkiyetlerini sağlamlaştırmak! Kemalizmin ağalığa yaptığı bu hizmete karşılık ağalık da yavaş yavaş büyük toprak sahipliğine (500 dönüm lâftır, aslı 3.010 dönümdür) doğru gelişirken, yeni "örtünme" yöntemlerine başvuruyor. Eskisi kadar açık saçık gezmiyor. Ağalığın Kemalizmle bu son uzlaşma manevrası şu iki taktik ile belli olur: a) Tesettür (Örtünme): Batıda Kemalizm nasıl Türkiye'de "kapitalist"lerin ve "sınıfların bulunmadığını yemini billahla tekrar ediyorsa tıpkı öyle, Doğuda da ağalık artık herkesin bir olduğunu, ağa-maraba kal madığını hayrete değer bir "incclik"le doğrular durur. Sınıf savaşının en kesin ve son aşamalarına kavuştuğu çağımızda, bu modern taktik, son savaş yöntemlerinin demagojisinde Kemalizmle ağalığın iyi anlaştığını göstermez mi? b) Maşa kullanma: Eskiden ağalık kendi hükmünü yürütmek için bir sürü silahlı adam ve uyruk kullanmaya ve tabii bunların masrafına katlan maya zorunluydu. Kemalizmle anlaşalı beri, artık bu gibi külfetlere yer kalmamıştır. Ağa toprak sahipliğine dönüşmeyi göze alabildiği oranda, halkı soymakta, ağalığın hoyrat işlemlerinden daha nazik dolambaçlı ve şaşırtıcı yöntemler, ağaya eskisinden daha uygun soygunlar sağlar. Onun için Kemalizm döneminin ağaları, eskilerinden daha az masrafla daha çok soygun yapabiliyorlar. Başka bir deyişle kendi elleriyle ateşi tutacak yerde, Kemalist paşaların maşasıyla yakalıyorlar. Sürgünden geldikten sonra ağa köylüden öteberi istedi, herhangi bir çapul yapmaya girişti de baş edemedi mi, karakolla çoktan anlaşmıştır: Tehdit, iftira, yalancı tanık vb. ile biraz geç de olsa, hiç de güç olmayan yoldan amacına kavuşur. 2- Göç Ettirme ve Yerleştirme: Fakat Kemalizm yediği ekmek gibi biliyor ki, Kürt ağalığıyla el ele vermek, asla Türk mütegallibesi ve tefeciliğiyle uzlaşmak kadar istikrarlı ve emin bir şey değildir. Gittikçe "ulusal" ve tek olan Kürdistan hareketleri bazen, hele küçük ağaları çoğu kez peşinden sürükler. Zaten ağalık da kendi beslediği silahlı adamlarla, TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 417 maaşını Türk burjuvazisinden alan jandarmanın arasındaki farkın farkında olmuyor değildir. Onun için Kürdistan'da sosyal ve siyasal karışıklıklar alevlendikçe, Türk burjuvazisinin başvurduğu bir başka çare de göç ettirme ve yerleştirme siyasetidir. Örneğin daha Ağrı ayaklanması bastırılırken ve ayaklanma haberleri sütununda bu konulara rastlarız: "Ankara 30 (telgrafla)- Hükümet Doğuda genel bir temizlik yapmaya karar vermiştir, iskân edilmemiş hiçbir aşiret bırakılmayacak, göçebeliği tamamen kaldıracak, bu kitle arasında devlete karşı olanlar uslandırılacaklardır. Böylece kabile hayatı Doğu yöresinde son günlerini yaşıyor. Türkiye tek bir düzen çevresinde toplanmış fesattan arındırılmış namuslu yurttaşların ülkesi olacaktır." 26 Böyle ömür hayaller gazete sütunlarındaki kadar hayatta da kolay ilân edilip uygulansaydı ne iyi oluverirdi. Ne çare ki parlak haberle gözleri kamaşan burjuva kalem uşaklarına karşın evdeki pazar burjuva çarşısına asla uyamaz. Nitekim, ondan sonra göç ettirme ve yerleştirme hakkında ne yapıldığını aynı basının sütunlarında izlerseniz, yılda bir habere zor rastlarsınız. Yukarıdaki haber 1930'da yazılmıştı: "(1931) Ankara 3 (A.A.)- İran sınırımızın doğusunda gezgin bir kabile durumunda olan Halikanlı aşiretine bağlı 405 aile Batı illerinde yerleşmek Üzere ülkemize göç ederek hükümetimize başvurmuştur. Hükümet bu aşiret üyelerinin Batı illerine yerleştirilmesini kararlaştırılmıştır." "Trabzon 17Batı illerinde yerleştirilecek olan Halikanlı aşiretinden bin kişi bugün Anafarta vapuruyla sevk edilmişlerdir." "(1932) Dün şehrimize Adana yoluyla ve trenle 9 aile getirilmiştir. Bu şehre getirilen bu aileler, elli kişilik bir toplam tutmaktadır. Bu ailelerin Çanakkale bölgesinde yerleştirilmesine karar verilmiştir." İşte bu kadardır ol hikâyet... 1931'de daha bin kişi göç ettirilip yerleştirildikten sonra 1932'de ancak 50 kişiyi buluyoruz.'.. Neden? Tabii bunda, göç ettirme ve yerleştirme işlerinin oldukça masraflı olması gibi nedenler de var. Fakat başta gelen neden, hiç kuşkusuz bu yöntemlerin burjuva sömürü hedeflerine aykırı düşüşündedir. Gerçekten de kapitalist, aletleri değil, canlı aletleri sömürür. Türk burjuvazisi de Kürdistan'ın dağını taşını değil, oradaki ezilen ve canlı halk kitlelerini soyabilir. Böyle herhangi bir göç siyaseti sürdükçe, Kürdistan'ın ıssızlaşması, orada sömurülecek çalışkan insan yığınlarının yokluğu boş yere masrafa karşılık karın yokluğu gibi ters bir sonuç Türk burjuvazisini hemen korkutmuştur. Nitekim 1931 sonundan beri göç ettirme ve yerleştirme hareketi 26. Cumhuriyet, 31.7.1930. 418 YOL durdurulmuştur. Çünkü İş Bankası'nın yönetim kurulu başkanının gezisi nedeniyle Türkiye finans-kapitali de, aynı yılın sonlarında bu noktayı şöyle saptamıştır: "Hükümet bu kabilelerden bir miktarını Ege Anadolusunda yerleştirmektedir. Eğer bu göçmenlerin yerine derhal gecikmeksizin yeni göçmenler geçirilmezse, bu bölgeler nüfus yokluğuna ve ıssızlığa ısmarlanacak, ki hiç de ekonomik bir gelişme olmayacaktır."21 Demek Kemalist burjuvazi, gerek ağalıkla mücadeleyi gerek göç ettirme ve yerleştirme siyasetini başaramamaya mahkûm olmuştur. Ağalıkla Türk burjuvazisinin bütün boy ölçüşme girişimleri zorunlu olarak uzlaşmaya varmıştır. Artık Kemalizmden bu ülkede ciddi bir ağa karşıtlığı beklenemez. Göç ettirme siyaseti de gördüğümüz gibi, mali ve sosyal nedenlerle tutunamaz. Bilindiği gibi, önce Kemalizm mali güç gereğiyle sürekli bir "ekonomik" göç ettirme siyasetine devam edemez. Parası yoktur. Fakat hepsi bu kadar değildir. Araya belki bu mali yokluktan daha önemli olan sosyal nedenler karışır da. Kürdistan halkının ne müthiş bir asimilasyon yeteneği olduğunu, içine aldığı bütün yabancı insanları nasıl hemen hazmedip Kürtleştirdiğini burjuvazi de bizim kadar bilir. Aşiret topluluğunun Kürt köylülüğü ruhunda öyle derin bir etkisi vardır ki, Doğu ıllerinde yerleştirilen Türk göçmenler ya su içindeki zeytinyağı damlası gibi çevre Kürtlükten soyutlanmaya -ki bunun uzun süre sürmesinden daha olanaksız hiçbir şey yoktur- ya da çevresiyle ilişkiye girdiği oranda eriyip birliğini kaybetmeye zorunludur. Bir Kürt erkeği bir Türk kızıyla evlense, Türk kızı girdiği ailenin hemen ayırtedilemez bir parçası olduğu ve Kürtleştiği halde, Türk erkeğin aldığı Kürt kızı, hiçbir zaman Türk ailesiyle ham ve hamur olamaz ve daima ana baba evinin Kürtlüğünü temsil eden ve bunu başarıyla yapan bir parçası olarak kalır. Bu klan ve aşiret sisteminin müthiş kollektivitesinin, dağınık aile sistemlerinden çok daha güçlü ve etkili olduğunu gösterir. Madem ki ağalık uzlaşmaya, göç ettirme ve yerleştirme sonuçsuzluğa mahkûmdur, şu halde Türk burjuvazisi ne yapabilir? Sonucu karanlık bir yotetme, baskı ve asimilasyon siyasetine girmek... İşte Kemalizmin Kürdistan'daki sömürge siyasetindeki bu üç yönteme de bir değinelim: 3- Yoketme Siyaseti: Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlarda çok denediği yoketme siyasetini, meşrutiyet burjuvazisi, "Doğu Balkanları"nda Ermenilere karşı uyguladı. Bunu uygulayan İttihat ve Terakki Fır27. Economiste d'Orient, 10.12.1931, s.444. TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 419 kası öncüleri, yaptıklarının hesabını sonra bir bir kanlarıyla ödemelerine karşın, az çok başarılı olmuşlardı. Fakat meşrutiyet burjuvazisi, yukarıda belirtiğimiz gibi, bu siyasetinde kendi başına yalnızca uslandırma seferleriyle herhangi terörist Genel Müfettişlik baskısı altında değil, Kürdistan'da iki karşıt sosyal gücü çarpıştırarak ve görünüşte "millet" değil "ümmet" ilkesine dayanan Osmanlı saltanatı sayesinde müslüman Kürtlüğü Hıristiyan Ermeniliğe, gerçekte tefeci düzenini kapitalist ilişkilere saldırtarak başarılı olabilmişti. Bugün Kürdistan'da açıkça bir Kürt toplumu var. Ve Kürtler başka unsurları hızla asimile ediyor, emiyor. Sosyal rejim bakımından, eski derebeyi klan sistemini kemiren kapitalist ilişkiler var. Yani ortada bir şeyin karşıtı ve çarpışması var, fakat bu seferki karşıtlık kapitalist ilişkilerin lehinde gelişmek zorunluluğunda olduğu için, Kürdistan'da Kemalizmin ekonomik çapulu sürdüğü oranda ve bu çapulla doğru orantılı olarak, bir Kürt ulusu akımı ve hareketi büyüyecektir. Bu tarihsel bir zorunluluktur. Şu halde bir adliyecinin komünistler hakkında söylediği gibi, bu iş vurdukça tozuyacaktır. Bununla birlikte Kemalizm fani kan dolu çeşmeden bir kere içmiştir. Artık "başın alamaz bela yağmurundan"... Ayaklanmalardan sonra başlayan uslandırma seferleri, şu kadar kilometre mesafe içinde karşılaşılan bütün köyleri ateşe vermek ve kaçmaya girişen köylüleri dere içlerinde bire kadar kurşuna dizmek şeklinde sürer. Ayaklanma hareketinden sonra, çok kere ikinci ayaklanmaya kadar, ayaklanmayla doğrudan doğruya bağlı çete hareketleri dönemi açılır. Örneğin Şeyh Sait ayaklanmasından sonrası için İçişleri Bakanı şöyle diyordu: "Genel Müfettişlik Doğuya girmeden önce Doğuda 30 ile 40 kişi arasında değişen 100 tane çete vardı. Ağrı dağından 200 silahlı çete alayı mevcuttu." Bunlara karşı iki kategori önlem alınır: 1- Tecil yasasıyla enselemek: Birçok tehlikeli unsur Kemalist burjuvazinin bu "yasal" vaadine inanmaya hazırdır. İçişleri Bakanı "Bu yasa sayesinde Doğuda ve Güneyde birçok asi aşiret sığındı, birçok çete dağdan indi. Bugün onlar da ülkenin sadık birer evladı olarak ülkeye hizmet etmektedirler. Bir kısmının yola ettirilmesi böyle idari olmuştur." diyor. Fakat aldanıp da tecil yasasına inamın ve köye dönenlerden çoğu, bugün değilse yarın, herhangi sıradan bir bahaneyle, bazen de hiç nedensiz ansızın yolda vurdurulur, ya da hapiste çürütülür. 2Doğrudan terör ilanı: Doğu illerinde ortodoks Kemalizm budur. Zaten Kürt gencinin de er geç sonu budur. İçişleri Bakanı: "Diğer bir kısmı hakkında amansız bir takip başladı. Bunların içinde çok ünlü olanları vardı; ilk akla Yado, Resul vb. gelir. Bu eşkiyalar da Erzurum'a kadar gele- 420 YOL biliyorlardı. Bunlar son nefesine varıncaya kadar birer birer yok edildi. Bunca Şeyh Sait'in döküntülerinderni. Bunlar da yok edilmiştir. En sonra Şeyh T ahir denilen adamın ceddi öldürüldü." Biliriz ki, eşkiya genellikle köylünün varolan rejimden çektiği zulme karşı yaptığı tepkidir. Gerçekte elebaşılar dağıtılmak istenen "ruhani megalo"dan, şeyhlerden, seyitlerden, hattâ ağalardan pek çoğuydu. Fakat bunlar ayaklanmalarını köylünün derin hoşnutsuzluğu aleyhine dayanarak yapabiliyorlardı. Onun için Kürt köylülüğü, dağa çıkanları bütün dünya köylülüğü gibi korur. besler ve bakar. Şu halde yapılan "yoketme" hareketleri yalnız şeyhlerin cesetleriyle sınırlı kalmıyordu. Tersine yukarıda jandarma ve asker seferleri hakkında işaret ettiğimiz şekillerin en kötüleri, çalışkan ve ezilen Kürt köylülüğünün can ve kanıyla oynuyordu. Bugün hâlâ da oynuyor. Ve galiba Kemalizmin ömrü oldukça da oynayacaktır.* Türk burjuvazisi görünüşte emperyalizme karşı kopardığı sahte yaygaralarda "Doğunun ezilen ulusları"nın hakkında harıl harıl secde ettiği halde, nedense bu hakkı Kürt ulusuna teslim etmek şöyle dursun, yeryüzünde Kürt ulusu diye bir şeyin varlığını işitmek bile istemiyor. Fakat adıyla sanıyla bir ulus öyle Kemalizmin sandığı kadar kolay örtbas edilemeyeceği için, cumhuriyet burjuvazisi vargücünü böyle ayaklanma ve ayaklanma arkasından gelen ayaklanma döküntüleri ve çete savaşları fırsatlarını hiç kaçırmayarak, bu ulusu yoketmeye veriyor. Ve dağınık Kürt köylüsünü büsbütün parçalayan budur. Ağalık içindeyken kopardığı her umutsuz hareketi vahşi bir zevkle de karşılamıyor değil. Ve her harekette binlerce ve onbinlerce ezilen Kürt köylüsünü mahvetmeyi lezzetle ilân ediyor. Ağrı dağı sancısı tuttuğu sıra şöyle haberlere rastlıyorduk: "Büyük Ağrı'nın sisten görünmeyen yüksek zirvelerinde dehşetli kar fırtınaları vardır. Ordumuz bütün Doğu yöresinde tam bir demir pençe şeklinde egemendir. Hele hareket alanına yakın olan yerlerde kuş bile uçurulmuyor." (31.7.1930) İçişleri Bakanı aynı sorunu daha açık, bir iftiharla tekrarlıyordu: "Ağrı dağı ayaklanması 1930'da olmuştur. Onun ayrıntıları burada çok anlatıldı. Ağrı dağının etkenleri tamamen yokedildi. Edilmeyenler de kaçtı. Fakat bu yıl kışın Ağrı'dan İran'a kaçanlar mevsimin sıfırın altında 35-40 derece soğuk yaptığı bir sırada Ağrı'dan içeri girdiler. Oraya memur olan askerlerimiz Ağrı'nın ta tepesine kadar çıkarak ve soğukluk içinde bir tek asker kalmayıncaya kadar hepsini tepelediler." 28 Kemalizm bize dişlerini gösteren bu gülüşle sorabilir: Ne yapalım? A28. Cumhuriyet, 26.6.1932. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 421 yaklanmacılara karşı başka türlü hareket edilemez. Çeteleri bastırmak zorunluluktur. Yaşın yanında kuru da yanar, emperyalizmin parayla avladığı seyitlere, şeyhlere meydanı bıraksaydık, Kürdistan'ı bir İngiliz, Fransız ya da İtalyan sömürgesi yaptırsaydık, daha mı devrimci hareket etmiş olurduk? Zaten Kemalizmin her zaman söylediği de budur. Fakat biz de kendisine şunları soralım: Biryerde geniş halk tabakalarını ayaklandıran isyan nedensiz olurmu? Doğuillerindeki isyanların nedeni sadece ağalığın gerici hamlesi ve yabancı parmağı yüzünden olabilirmi? Eğer ortada ezilen geniş halk tabakaları olmasa o tabakaların Yerinden oynatılmasına olanak var mıdır? Şu halde isyanların böyle devam edebilmesinde kim asıl rolü oynar? Şeyh Sait ayaklanmasına yalnızca karşı-devrimcidir diyelim. Ya son Ağrı dağı sorunu da öyle mi? Bu sorulardan sonra ayaklanmaların en büyük nedeninin Kemalizm olduğu daha kapsamlıca anlaşılır. Bunu aşağıya bırakalım. Kürdistan'da köylü devriminin birharfini bile ağzına almayan, Doğuya demokratik burjuva devrimini büsbütün yasak eden, buna karşılık Kürt ağalığıyla el ele vererek Kürdistan'ı ekonomik ve siya-salolarak sömürgeleştiren Cumhuriyet burjuvazisi elbette Doğu ayaklan-malarındaki konumunu herkesten daha iyi bilir. Bu ayaklanmaları yapanlar belli olabilir, fakat bu ayaklanmayı kışkırtan Kemalizmdir. Çünkü Kemalizmin iktidarından önce, Kürdistan'da böyle kapsamlı ayaklanmalar yoktu. Ve Kemalist sistemin kuruluşundan onlarca yol geçtikten sonradır ki, Kürdistan Doğunun Balkanı ve ayaklanma bölgesi, ateş ülkesi haline geldi. Ayaklanmanın içyüzü bulunduktan sonra, artık uslandırma seferlerinin uygulanması, eşkiya örgütü, Birinci Genel Müfettişliğin donanımı vb. yoketme şekillerindeki vahşet, zulüm ve canavarlığın anlamı ancak kapitalist düzenin doğası olarak açıklanabilir. Bununla birlikte, biz cumhuriyet burjuvazisinin Doğuda sistematik yoketme siyasetini nasıl örgütlediğine dönelim. Ağrı dağı (1930) isyanından sonra, Birinci Genel Müfettişliğin şahsında Kemalizm, Kürdistan ağalığıyla yeni ve fiili bir anlaşma yaptı: milis örgütü!.. Büyük ağalığın küçük ağalara ve tüm Kemalizmle uzlaşmış ağalığın devlet aygıtıyla birlikte Kürdistan yoksul halkına karşı çete örgütü bir milis hareketidir. Ağrı dağı ayaklanmasıyla birlikte yeni bir biçime giren Kürdistan ayaklanması Türk burjuvazisine karşı-devrimle (ağalıkla) daha sıkı elbirliği yaparak, halk hareketine karşı yeni yönternler kullanmanın zorunluluğunu öğretti. Bu yöntem Kürdistan halkını birbirine kırdırtmak ve daha az jandarma ve asker harcatma yönünden de tasarrufa elverişliydi. 422 YOL Ve Kemalizme hiçbir masrafa mal olmuyordu. Yalnız Kürdistan halkının sırtından geçinen asalaklarla silahlı çapulcuların sayısını arttırıyordu. Cumhuriyet burjuvazisi, milis örgütüne yalnız silah ve cephane verir; milisin geçimi büyük ağaların ambarlarından, yani Kürdistan çalışkan köylüsünün sırtından çıkar. Yönetimi, hükümet denetimi altında, büyük ağaların kol başları ve bazen yakın akrabaları tarafından olur. Onun için Ağrı dağı ayaklanmasının üstünden iki ay geçmeden, Birinci Genel Müfettişlik Urfa'nın Milli Gazetesi'ne. şu demeci veriyordu: "Halkımızın cumhuriyete fiilen gösterdiği bağlılık ve sadakati her zaman minnetle anabilirim. Doğu illerimize dış gerici saldırı hareketlerine karşı, savunmak üzere halkın rekabet edercesine, milis örgütüne dahil olmaları ve canlı hareket ve eserleriyle bunu kanıtlamaları inkâr edilemez. Urfa'da olduğu gibi diğer Doğu illerinde de milis örgütü kurulmuştur." 29 Doğu illerinde milis örgütü eskiden jandarma ve askerin yaptığını daha derin ve geniş ölçüde yaptıkça, halka karşı uygulanan zulüm yöntemleri, milis örgütünde artık burjuva bireyciliğinden çıkmış, tam derebeyi kollektivitesi biçimine gir-miştir. Malum kapitalist düzende bir suçtan ancak o suçu işleyen sorumludur. Her koyun kendi bacağından asılır. Fakat Doğu illerinde bu tür düzen hiç olmamış gibidir. Bir suç işleyeni ele geçirmek isteyen Kemalizm, birkaç jandarmayla birlikte bir koyun sürüsü kadar kalabalık ağa milisini suçlunun köyüne saldırtır. Köyde suçlunun çoluk çocuğu, anası, babası, karısı, kardeşleri ve uzak yakın bütün akrabası silahlı bir çember içine alınarak, dağlara çıkılır. Yolda kadın ve çocuklara istenilen rezalet ve hakaret yapılır. Zaten çoğu zaman bu işe sevkedilen milisler hükümetin aradığı adamın ayrıca kişisel olarak, yani ağa tarafından "düşmanı"dırlar. Düşmanlarının çoluk çocuğunu ele geçiren bu cahil insanlar gerek hükümete ve ağaya yaranmakta gerekse -ve en çok- ellerine düşen kurbanlardan azami yaran çekebilmek amacıyla bir tür insan "sürek avı"na beraberce sürükledikleri mazlumları yolda bin türlü işkence ve hakarete uğratırlar. Bu zavallı kadın ve çocukları da neden peşlerine alıyorlar diyeceksiniz... Basit; facianın büyüklüğü önünde dağa çıkanın artık ölümü göze alıp da karısını kızını bu halde görmektense, teslim olmayı göze alması için. Çoluk çocuk dağdan dağa sürüklenip parçalanması, masum "terör" kurbanlarının her gün canlarına tak deyip, istenilen adamı teslime razı olmaları ve kendi candan sevdiklerini pusuya düşürmekte, ağalık ve Kemalizmle el ele vermeleri için yine bir üçüncü nokta diğerlerinden hiç de daha az suçlu değildir. Belki çok kere o özel kin, maddi zorunluluklar 29. Cumhuriyet, 24.10.1930. TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 423 yüzünden daha önemlidir. Bilen biliyor... Milisler ağanın Kemalizme hizmet ettirdikleridir. Birinci Genel Müfettişin "her zaman minnetle andıdığı" bağlılık ve "iyiniyet" ağaların bu hizmetinden başka bir şey değildir. Eh! Milisler melek değildir. Yer içerler, ağaysa silahlı adamlarını adeti üzere çapulla geçindirir. Şu halde izlenen adamların -ki tekrar edelim, bunlar hemen hemen her zaman ağanın özel düşmanlarıdır- evini barkını güya arama bahanesiyle altüst etmek, hısım akrabasından işe elverişli ne var ne yoksa hepsini birden talan etmek. Ağanın parasal gücü için olduğu kadar, milislerin geçimi, maaşı için de gereklidir. Yoksa "babası hayrına" hiç kimse hizmet etmez değil mi? Milisin bu söylediğimiz birinci bölüm faaliyetini, jandarma ve asker de pek âlâ yapabiliyordu. Ve gene de yapar. Milisin bu tür faaliyette nitelikçe olmaktan çok, nicelikçe rolü vardır. Yani yapılan iş hep aynıdır, yalnız milisin araya karışmasıyla bu iş birkaç katı büyümüş ve ağırlaşmıştır. Çünkü özel kin bakımından, zaten eskiden de, jandarmanın çoluk çocuğunu peşlerine takıp orman orman gezdirdikleri, o çevrede o adama düşman olan ağaların işaret ettikleri kişilerdi. Eskiden ağanın Kemalizmle birlikte ezmek istediği kişilerin çoluk çocuğu jandarma ve askerlere yağma ettiriliyordu. Şimdi bu işi jandarmayla birlikte milisler, daha çok ve daha sistemli bir şekilde yapıyorlar. Fark bu. Fakat Kemalizmin hiçbir zaman yapamadığı bir şey var ki, milislerin önemli özelliklerinden biri, bu şeyi yapabilmelerindedir. Milislerin bu ikinci görevleri, baştan ağanın yararı adına ve iradesi altında, Kemalizm için bir tür casusluk rolünü oynamalarıdır. Köyde en küçük bir hareketi doğmadan ağaya haber vermek, kuşkulu kişilerin bütün hareketlerini geceli gündüzlü izlemek konusunda Kemalizm diz boyu altın dökse, milislerden aldığı hizmeti ödeyemez. Onun için, Kemalizm için Kürdistan ağalığı tıpkı Emniyet'in birinci şubeleri kadar kutsaldır ve Kürt ağalığı+Türk burjuvazisi "kutsal ittifakı" altın değerindedir. Kemalizm Doğuda süngü üstünde oturuyor. Eğer yapmış olduğu yasalarla Kürdistan'da yaşamaya kalksa, öldüğü gündür. Kemalizmin bütün işlerinde egemen olan ruh, yani "fevk'al kanun" yaşama ruhu, özellikle Doğu illerinin yoketme siyasetinde en köpekçe ucubelerini enikler. Zulüm ve yoketme güçlerinin eline düşen Kürt köylüsünün ölüm dirimleri yeni sistemin elindedir. 1- Tutulduğu köyden hapishaneye kadar olan yolda Kürt köylüsünü yaşamına ağa egemendir, isterse adamlarından birine ya da jandarmaya küçük bir işaret verir. Sevkedilirken Kürt bir derenin içinde kurşuna dizilir. 2- İkinci ölüm yolu, bir hapishaneden diğer 424 YOL hapishaneye giden yoldur. Ağa tutuklanan adamı öldürmek istemez, ya da o yetkisi sınırlanmışsa, hapishaneye gelen sanık, evrakla birlikte başka bir mahkemeye nakledilir. Bu Kemalist adaletin hükmüdür. Bu kez yokedilmek istenen Kürt köylüsü iki hapishane arasındaki yolda, kaçtı diye bal-öldürtülür. Bu ikinci yoketme yöntemi, bu ilk komünist 15'leri Karadeniz'de baltalayan yöntem bildiğimiz gibi Kemalizm kadar eskidir. Fakat Kemalizm bu yöntemi Kürdistan'da uyguladığı kadar, belki hiçbir yerde klasikleştirmemiştir. Örneğin elli kişilik bir kafile, üç kol halinde, ya da üç otobüsle yola çıkarılır. Yolda birinin jandarmaları nedense yorulur ve dinlenmek için geri kalır. Ya da bir kamyonun lastiği patlar. Sonra bir daha artık geri kalan kafilenin adını işiten olmaz. Ve yalnız, bütün ezilen kütleler arasında dehşetle uyanık duran, uyumayan gizli çalışma sayesinde kulaktan kulağa yayılır. Bazen terör olsun diye, bile bile resmi makamlar tarafından şu şekilde duyurulur: "Yolda kaçmaya kalkışanlar, jandarmalar tarafından ölü olarak ele geçirilmişlerdir." Oysa ayaklarından boyunlarına kadar zincir ve kelepçe içinde perçinlenen çaresiz yaratıkların değil kaçacak, yerlerinden kıpırdayacak halleri yoktur. Kısacası isyan zamanında, Kemalizm ne kadar Kürt köylüsü öldürebilirsem kârdır der. Normal zamanlarda da binbir baskıyla suçladığı Kürt köylülerini, kaçaksa evini köyünü yıkar, ele geçerse nakilde kaçtı diye vurur ve bu "amansız" yoketme siyaseti, Doğu illerinde bir Kürtlük bulunmadığı ve bulunamayacağını kanıtlamak için uğraşır. Milis örgütü bu yoketme siyasetini derinleştirir. Ekonomik sömürü ve siyasal-sosyal Baskı ağalığın ve Kemalizmin "temizleyemediği" çaresizleri birbirine kırdırır, hapishaneler dolar. Salt toprak sorunu yüzünden, Kemalizmin çözemediği ve çözemeyeceği bu sosyal dava yüzünden, Kürdistan halkının birbirini'ne kadar yediğini ve Kemalist sosyal ve siyasal rejimin bu açıdan ne kadar-verimli olduğunu görmek için bir Doğu ve bir de Batı hapishanelerindeki "katil" mahkûm oranlarını yapmak yeter. Bir Doğu, bir de Batı hapishanesinde mahkûmlar toplamına göre, katillerin sayısı, bize Kemalizmin Doğu illerinde sömürü ve zulüm rejimi olarak ne kadar ağır bastığını, gösterebilir.îstanbul hapishanesinde krizden çok uzak dönemlerde 1340 yılında katiller hukuk mahkûmlarının %8,9'unu geçmez. 1341'de bu oran %7,9 a düşmüştür. Yani kapitalizm geliştikçe, İstanbul'da hırsızlık vb. gibi adi suçların oranı katillere oranla artar. Oysa Doğu illerinde dünya bunalımının ortasında 396 tutuklunun 222'si katildir, yani %54-60! Doğu illerinde Batı illerinden 6-7 kat fazla insan öldürenler var. TÜRKİYE'DEULUSAL 425 istanbul'da bir kişiye karşılık Doğu illerinde 6-7 kişi ölürse bunda sosyal düzenin ağırlığından başka hangi neden aranabilir? Sosyal yapının kendi ağırlığından başka Türk burjuvazisinin ekonomik sömürü ye siyasal baskı altında sömürge zulümlerinin her türüne uğrayan Kürdistan halkı bu yoketme siyasetine karşı kaç türlü tepki gösterir? Özellikle şu iki şekilde: 1- Köy yakıp dağa çıkmak: Örneğin, falan kazanın falan köylerinden 15 kişi uğradıkları zulümden kurtulmak için kendi-evlerini yakıp dağa çıkar. Hattâ başkalarını da beraber gelmeye teşvik etmek için diğer evler den de birkaçını ateşe verirler. Diğer köylüler dağa çıkmaz, fakat arkadan bir tabur asker gelir. Her iki köye de ateş açılır. 7 kişi ölür, köylü de karşılığında ateş açmaya zorunlu olur ve çoluk-çocuğu silahlarıyla birlikte dağa çıkar. Cumhuriyet ordusu her iki köyü ta temelinden cayır cayır ya kar. İşte Kürdistan'ın her köyünde her gün işitilen öykü... 2- "Tırtıllara dilekçe" vermek: Kürdistan'da şikayetin ne demek olduğunu yukarıda gördük. Burada bunlardan birini, az çok karakteristik bir şekilde, gerek halkın acı derecesini, gerekse bu acının Kemalizm, bürokrasisinden karşılanış tarzını burjuva diliyle anlatılmış bir şekilde saptayalım. Ağrı dağı isyanından sonra, genelkurmay başkanı Fevzi Paşa Doğuda... (Halk mübareği bir şey sanıyor): "Savur kadınlarının Fevzi Paşaya şikayetleri: Savur'dan bildirildiğine göre genelkurmay başkanı Fevzi Paşa refaketinde birinci genel müfettiş ibrahim Taliğ, Mardin valisi Talat beyler olduğu halde Savur'a gitmiş arabasından hükümet konağına inerken bir takım köylü kadınlar 'yanıyoruz el aman diye feryat ederek adı geçene dilekçeler vermişlerdir. Bu dilekçelerde bazı kişilerden zulüm gördükleri iddia ve kaymakam Osman Sabri beyden zımnen şikayet edilmekteydi."30 Buradaki zalim "kişiler" tahmin edilebileceği gibi ağalıkla milis örgütüdür. Ve halk bu arada kaymakamı da (Kemalist devlet aygıtının temsilcisi sıfatıyla) bu işin yanında biliyor. Fakat bildiğini açıkça söyleyemeyeceği için "zımnen" anlatıyor. Bütün bu şikayetin burjuva basını için anlamı, kuru bir "iddia"dan ibarettir. Bu "yanıyoruz el aman" haykırışına Kemalist üçlü (Kemal, İsmet, Fevzi Paşalar) den biri nasıl karşılık verir? Aynı burjuva gazetesine göre jşöyle; "Fevzi paşa, dilekçeleri okuduktan sonra İbrahim Tali beye vermiş, o da herhangi bir haksızlığa yer verilmeyeceğini dilekçecilere bildirmiştir." Yani Türkçe'deki ünlü deyimiyle "it ite, it de kuyruğuna" buyurur... Milis suistimali hakkındaysa, Birinci Genel Müfettişliğin ne düşündü10. Cumhuriyet, 18.10.1930. 426 YOL TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 427 ğü, yukarıdaki olaydan 6 gün sonraki demecinden belli olur. "Kimliği meçhul birkaç imzayla dilekçenin casus raporlarına, ihbarlarına benzeyen bu başvuruda Urfa milislerinin güvenliği ihlal eden hareketlerinden söz edilerek şehir dışında yapılmış bir öldürme olayına işaretle gereksiz olan-örgütün kaldırılması isteği dile getiriliyor. Bu suçlama tamamen gerçek dışıdır. Mazbut bir şekilde olan örgüt mensuplarından güvenlik ve asayişi ihlal eden hiçbir hareket, şimdiye dek hiçbir olay olmadığı hükümetçe bilinmektedir." 4- Baskı: Gerek kültür, gerekse yönetim yönünden, Kemalizmin Kürdistan'da izlediği amaç, orada bir Kürt halkının varlığını inkâr etmek, bu varlığı her konuda yok etmek, ezmek ve susturmaktır. Yönetsel ve kültürel niteliğin hedefi budur. Yönetsel baskı: Ağrı dağı ayaklanmasından sonra, Cumhuriyet burjuvazisi yeni bir belediyeler yasası yaptı. Bu yasa meşrutiyet burjuvazisinin düzenlediği eski yasayı bile fazla demokrat buluyor ve belediyenin yönetme gücünü, yani lâfta değil işte belediyeyi fiilen hükümetin emrine veriyor. Burjuvazi Türk işçisinin gücünü hissettirdiği büyük şehirlerden özellikle İstanbul'da bunu uyguladı. Fakat bu konunun asıl yaman uygulanışı Kürdistan'da oldu. Bugün Birinci Genel Müfettişliğe bağlı 9 ilin hemen bütün ilçelerinde seçilme ile bir belediye başkanı yoktur. Kürdistan'da Türk burjuvazisinin doğrudan doğruya etkisi altında tutabildiği birkaç il merkezi dışında tutulursa, geri kalan her belediyenin fiili yönetimini o bölgenin hükümet başkanı elinde tutar. Her kaymakam aynı zamanda bütün muhtar, millet meclisi vb. seçimlerini yaptıran belediye başkanıdır da... Dikkat edilirse Doğu illeriyle Batı illerinde aynı belediye yasasının uygulaması birbirinin zıttıdır. Batıda vali belediye başkanıdır. Yani büyük şehirlerin belediyesi Kemalist devlet aygıtının demokrasi tanımaz bir parçasıdır. Çünkü Batı illerinde belediye yasasının pratik hedefi Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketidir. Doğuda belediye başkanı kaymakam, yani daha çok büyük olmayan kasabaların belediyesi, Kemalist devlet aygıtının bir parçasıdır. Çünkü Doğu illerinde belediye yasasının pratik hedefi Kürdistan halkının isyancı harekettir. Nitelik yönünden Doğuyla Batı arasında bu fark var. Fakat nicelik yönünden belediye yönetiminde büsbütün terörist yöntem, ancak Doğu illerine özgüdür. Hiç kuşkusuz Hindistan sömürgesinde emperyalizm bu konuda geniş yetkiler tanımıştır. Çünkü anavatan o sömürgenin toprak sahipleri ve burjuvalarıyla çok daha ileri yöntemler sayesinde bir ittifak kurmuştur. Oysa Türk burjuvazisi Kürdistan sömürgesinde uygulamaya zorunlu kaldığı bar- bar sömürgecilik yüzünden henüz müttefiki bulunan ...31 ağalıkla bile pek ısınmış bir halde değildir. Onun için tıpkı hükümet karşısında, hattâ Büyük Millet Meclisi gibi, kaymakam karşısında belediye meclisinin de ismi var cismi yoktur. Onun için Kürdistan devlet aygıtı bakımından jandarmayla tahsildarların üstünde ve Genel Müfettişlikle valilerin altında diktatör kaymakamlarda-. Doğu illerinde yerel yönetim lâftır. Herşey militarist ve terörist Kemalizmin en zorbaca emir ve yasaklamasına bağımlı tutulur. Ağrı ayaklanmasından sonra Doğu illeri belediyeleri hakkında gazetelerde, sık sık şöyle telgraflar okumaya başladık: "Van, Malatya, Siirt, Erciş Beşiri belediyelerine vali ve kaymakam bakacak."32 Aynı tarihten önce Cumhuriyet'te çıkan bir liste, Kürdistan'ın hemen bütün ilçelerinde belediyeleri kaymakamların eline geçirtiyordu: "Ankara 16 (telefonla)Beyazıt, Hakkari il merkezleri belediye başkanlığı valiler, Sinan, Lice, Kuik, Muradiye, Saray, Başkale, Şitak, Palu, Malazgirt, Geban, Nazimiye, Diyadin, Puzluca, Tutak, Soruç, Sivere, Viranşehir, Gerze, Çapakçur, Mutki, Pervazi, Bulanık, Varto, Şemdinan, Beytülşebab ilçelerinin belediye başkanlıkları kaygıakamlar tarafından yapılacaktır." 33 Kültürel baskı: Bir Doğu ili (Siirt) milletvekili ve İş Bankası kodamanı olan Milliyet baş yazarı Mahmut "Şark ve Cenup Vilayetlerimizi Hususi bir İdareye mi Tabi Tutuyoruz?" başlıklı bir baş makalede bize Doğu illerinin genç aydın tabakalarına işleyen şu haberi veriyor: "Yazık ki Doğu ve Güney illerimizin halkı arasında çirkin, yalan birçok düşünce ve kanı yayılmış. Bu uydurma şeyleri, en akıllı geçinen bazı gençler ve aydınlar da kazanmış. Güya hükümetin bu yöre halkına karşı özel bir düşüncesi varmış!.. Bu halkı, hele Kürtleri okutmamak, onları sonsuz bir karanlık içinde bırakmak düşüncesindeymiş! En kötü memurları bu bölgeye gönderiyormuş. En önemlisi liseler açılmıyormuş." İşte İş Bankası'nın ve Halk Partisi'nin güvenilir Doğu milletvekili Doğu ve Güney illeri gezisinden bu izlenimlerle dönüyor... Milletvekili Mahmut "bu ve buna benzer birçok" şeyi "iftira" diye nitelendiriyor. Bu sözü işitince siz de kendi kendinize hayret edebilirsiniz. Acaba hangisi iftira? Yoksa Kemalizm Doğu illerinin Kürt çoğunluğunun mahallerinde, Kürtlüğün kültürel haklarını mı tanıyor? Hayır. Kemalizm, değil Kürtlüğün kültürel haklarını, varlığını bile tanımaz. İşte aynı yazı Söylesin: "Gerçek şu ki, hükümetin bu bölge halkı için gizli ve özel bir po31. Dört kelime okunamadı. 32. Milliyet, 9.3.1931. 33. Cumhuriyet, 17.11.1930. 428 YOL litikası yoktur. Onun gözünde Türk vatanı küldür (yani Kürdistan diye bir şey yok!) yurttaşları ayrı ayrı işlemlere tabi tutmak (galiba Türke Türk, Kürte Kürt demek) Cumhuriyet yönetiminin parolasına uymaz. Aslında böyle bir yol ihtiyarları için ortada bir neden de yoktur. (Çünkü...) karşımızda Türkten başka ırklara mensup olduğunu iddia edenler var mı? (Hemen hemen varsa boyunu görelim gibi bir şey.) Tam tersine bu bölgede herkes Türk ulusu, Türk kültürü istiyor." Siirt milletvekili Kürdistan'da Türkten başka ırk düşünemiyor. Oysa Anadolu'da bile Türkün dışında az mı ırk vardır? Fakat sözkonusu olan ırk mı ya? Kültür bugün bir ırkın mı, yoksa ulusun mu niteliğidir? Aynı ırktan sayılan Balkanlarla Türkler, bugün ulus olarak farklı kültürden değil midir? Şu halde Kürdistan'da bir ırk değil, bir ulus olarak Kürtlük var mı yok mu onu arayacağız... Bunu ise yukarıda aradık ve bulduk: Doğu illerinde, köylü sorununa dayanan bir Kürt ulusu davası vardır. Türk burjuvazisi bu ulusun kültürel hakkını tanıyor mu? Hayır. Değil bu ulus ve kültür hakkı, hattâ "Türkten başka ırk"ların bulunabileceği bile olanaksızdır. Şu halde, Kemalizm Kürdistan'da bal gibi sömürge siyaseti \zliyor. Çünkü bir ulusun en ilkel haklarından olan kültür hakkını tanımıyor. Başka bir nokta daha var: İngiltere Mısır'da, Hindistan'da, Güney Afrika'da ve Kanada'da İngilizce'yi elinden geldiği kadar çok yaymak ister. Hattâ bu İngiliz sömürgeleri içinde halkı yalnız İngilizce konuşanları bile vardır. Anavatan sömürgeyi kendisine daha iyi bağımlı kılabilmek için onu kültürel tutsaklığı altına almaya da uğraşır. Hattâ sömürge siyasetinin ekonomiden sonra gelen önemli bir genişleme koşulu da bu kültür etkinliğini kökleştirmektir. Bugün, Doğu illerinin pek azında konuşulan Türkçe, Fransızların Tunus ve Suriye sömürgelerinde konuşulan Fransızca'ya oranla daha azdır. Anavatan ezdiği uluslar içinde kendisine satın alacağı sınıf ve unsurları kendi kültürüyle yetiştirdiği oranda sadık kul yapabilir. Tıpkı bunun gibi, Türk burjuvazisinin de Kürdistan'da Türk kültürünü yayması, Türk okulu açması sömürge siyasetinin alfabesidir. Siirt milletvekili de "aslında böyle bir yol ihtiyarı için bir neden de yoktur" derken, bunu kastediyor. Yani Kürdistan'da Türk kültürünü yaymamak için ortada bir neden yoktur. Oysa olaylar, olaylardır. "Son istatistiklere göre Diyarbakır ve Erzurum beldesi en az maarif bölgelerdir." 34 Neden? Siirt milletvekili bu nedeni aklınca bize veriyor: "Etkinin başlıca nedeni bütçe darlığıdır. "Bu Kemalist ve temsilci milletvekilini her zaman bu büt34. Cumhuriyet, 8.10.1930. TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 429 çc darhğıyla ikna edebilir. Fakat az çok siyaset ve sosyolojiyle temasa geçenler bunu yutabilir mi? Bolşevik devrimi zamanında hiç olmazsa bugünkü Kürdistan kadar geri olan bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti hakkında herhangi bir tarafsız fikir yürütmek için Kemalist basında yazılabilenlerden bir örnek okuyalım: "1919-1921 tarihlerinde Ermenistan okullarında öğrencilerin toplamı 47 bindi. Şimdi 217 bin kişiye ulaşmıştır. Ermenistan'da 9 yüksekokul vardır ki, bunların öğrencileri 8 bindir. Teknik okullar ve işçi üniversiteleriyle birlikte yüksekokul öğrencisi 32 bine ulaşıyor. Ermenistan'da Ermeni ve azınlık dillerindeki kitaplar olağanüstü çoğalmıştır. Ermenistan'daki Türk ve Kürt azınlıkların yararına çok iş 35 yapılmışır. Bu ulusal azınlıklar için ayrıca okul şebekeleri vardır." İşte, ulusal baskı, sömürge siyaseti gütmeyen bir sistemde kültürün gelişmesi böyle olur ve azınlıklar böyle haklandırılır. Boğulmaz... Yoksa herşeyi "bütçe"yle açıklamaya malum bürokrasi kafasıyla özenirse, Maliye Bakanlığına verilecek bir işaretle daha nelere kadir olunmazdı? "Tekrar. ediyorum (diyor Siirt milletvekili) bu halkta ayrılık eğilimleri yoktur. Türk camiasından ayrı bir durumda yaşama isteği hiçbir ilçede yer tutmuş değildir. Kürtlük adına söz söyleyenleri ve ajitasyon yapanları buralarda herkese karşı kınıyorum." Ancak "amin" sesleriyle karşılanabilecek olan böyle "resmi onaylar" isyan ocaklığından Doğu Balkanları şekline giren Kürdistan hesabına gülünç derecede kuru avuntular değil midir? Bir tek halk muhtarının, bir tek köylü belediye üyesinin, bir tek Kürt milletvekilinin, bir tek yerel bağımsız ve halka tercüman olan gazetenin bulunmadığı Kürdistan içlerinde Kürtlük adına söz söyleyenleri lanetleyen bulunur mu? Elbette, Kürdistan'da Kemalizmle uzlaşan büyük ağalık ne güne kalmış!.. Çünkü ağalık, zaten ekonomik ve sosyal bakımdan daha yüksek bir aşamayı temsil eden ulus kavramının taban tabana zıttıdır. Zaten Kürdistan'da Kemaliz-min ağalıkla ittifakının bir anlamı da bu değil midir? Ağaların uyruğu ha-linde yaşayan insan yığınları, bir ulus örgütünce birleşmiş insanlardan daha kolayca yabancı bir ulusal baskıya razı olmazmı? Maraba kendisine ağa denilen "sahib"i tanır. Onun için Kürt ağasının Türk beyi diye bir sa-hibi bulunmasını bile doğal görür. Hele kendi sahibinin Türk ya da Kürt olması bir toprakbent için en sonra düşünülecek konulardandır. Böyle kuzuyu kim kırpmaz? Bu baskı sistemlerine karşın Kürdistan'da bir ayrılık eğilimi, hem de denize düşenin yılana sarılmasından daha kötü psikolojiler yaratan bir ayrılık eğilimi egemendir, geneldir, müthiştir. Ve Kemalizmin 35. Cumhuriyet, 27.1.1933. 430 YOL orada, hattâ kendi kültürünü bile yaymaktan çekinmesinin birinci nedeni, o bütçe mütçe değil, bu korkudur. O zaman şu satırları daha iyi anlayabiliyoruz: "Aslında bir devletin herhangi bir halk kitlesini hattâ kendisinden ayrı bir ırktan olsa bile, kör cahil bırakarak yönetmeye kalkışması çoktan iflas etmiştir." Evet, bir sömürgeci ülke "kendisinden ayrı ırktan" olan sömürgelerine bile kendi kültürünün yengisini saldırtır. Fakat o bizim Kemalist burjuvazi için değil... Birinci Genel Müfettişliğin topladığı gizli bir konferansımsı toplantıda, Kemalist memurlar, oybirliğiyle şu sonuca varmışlardı: "Kürtleri okutalım da, başımıza yeni Arnavutluk belası mı açalım!.." Ne gerek, Kürdistan halkı bütün bunları bilmese bile, gözünün önünde olan biteni görmeyecek kadar kör müdür? Bugün Kürdistan'da yaşayan Kemalizm, her gün Siirt milletvekilinin söylediği gibi "yeni kurumlar kurmak" şöyle dursun, İstanbul'un her ilçesinde bir iki yeni lise açılırken, Kürdistan'daki orta okulları, öğretmen okullarını birer birer kapatmakta, bütçe varlığının bütün oyunlarını Doğu illerine yüklemekten geri kalmıyor. Liseler Silvan sınırından Doğuya geçirilmiyor. "Ne çare ki, her insanda tam bir inceleme ve mantık gücünün varlığını varsayamayız, halkın aklı daha çok gözünde ve kulağındadır." Bu satırları biz değil, aynı "sadakatlu" Siirt milletvekili TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 431 Sovyet yönetiminin ilk yıldaki işi onbinlerce Ermeniyi açlıktan ve ölmekten kurtarmak, ona Rusya'dan erzak ve tohumluk getirmek olmuştur. Sovyet yönetiminden önce Ermenistan'da sanayi yok gibidir. Tarımsal üretimin değeri daha ancak yirmi milyon ruble tutuyordu, oysa Ermenistan'da sonradan yaratılan sanayi 1931'de 78 milyon ve 1932'de 144 milyon rublelik imalat sağlamıştır. Bu sanayide 60 bin amele çalışıyor. Erivan, Leninakan ve kara kilisede yeni sanayi merkezi kurulmuştur. Bundan başka muazzam pamuk, kimyevi malzeme ve makina fabrikaları kurulmuştur. Ülkenin elektrik donanımı hızla ilerlemiştir. Erivan ve Leninakan çevresinde muazzam sulama düzeneği yapılmıştır. Drogar'da yapılan elektrik fabrikası bir ay önce açılmıştır. Bu fabrika 22.500 kilovat elektrik üretmektedir. 1919'da Ermenistan elektrik donanımı, ancak 450 kilovat elektrik üretiyordu. Şimdiyse bu miktar 36 bin kilovata çıkmıştır. Ermenistan'da tarım bile sanayi gibi çok ilerlemiştir. Sovyet yönetiminden önce Ermenistan'da ekilen alan ancak 82 bin hektardı, Şimdi 400 bin hektara çıkmıştır. Bunun 30 bin hektarına pamuk ekilmektedir. 125 bin hektar arazi kanallarla sulanmaktadır. Ermenistan'daki tarım alanının %40'ını kollektif, yani ortak çiftçilikler oluşturmaktadır. Zamanında Ermenistan geri kalmış bir tarım ülkesiyken, şimdi ileri bir sanayi ve tarım yurdu olmuştur." 36 Tamam! Biz de bunu söylemedik mi? Ateş olmayan yerden duman çıkar mı? İş Kemalist burjuvaziye "Doğu illerini sömürge yaptın!" demekte değil, bu denilene Kürdistan halkını inandırmaktadır. Doğu illeri buna hemen inanıyor. Çünkü Siirt milletvekilinin de farkında olmadan ağzından kaçırdığı gibi, halk söylenen lâftan çok kendi gözüne ve kulağına inanır! Lâftan ne çıkar? Örneğin bugün, eski müslüman ağalarının İstanbul'da tortulaşan döküntülerine, asi bir soygun ve çapul özlemine tutulan birisi, Ermenistan Cumhuriyeti Sovyetler'in sömürgesidir demeye kalkışsa, buna develer de gülmez mi? Neden? Çünkü rakamlar ortada. Bolşevizm tohumları Ermenistan'da 12 yıl içinde okul öğrencisinin sayısını %461,7 (dört buçuk katından fazla) arttırmıştır. Türk burjuvazisi Kürdistan'ı gerilikle istediği kadar suçlayabilir. Yukarıdaki kültürel gelişimin ekonomik temelini bence bizzat Türk basını Ermenistan iç ve dış savaşlar geçirdi ve ancak 1923'lerden sonra kendine geldi. Şu durumda Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt da, neden aynı sürede Sovyet Cumhuriyeti Ermenistanı hiç bulunmayan sanayi üretimini 144 milyona, elektriği 78 katına, tarım ekinini dört beş katına, yalnız kanallarla sulanan toprağı eskiden ekilmiş toprağın hemen bir buçuk katına yükselttiği halde, Kemalist Cumhuriyet Kürdistan'da yapa yapa iki un fabrikası açarak ekmeğin okkasını İstanbul'dakinden bir buçuk katı fazlasına yükseltmekten başka bir halt edemedi? Çünkü Kemalizm, Kürdistan'ı bir sömürge, hem de barbarca ezilen ve soyulan bir sömürge yapmıştır. Böyle bir sömürgede, yerli halkın ulusal varlığını bile inkâr eden Kemalizm, hiç orada kültür gelişimine hizmet edebilir mi? 5. Asimilasyon: Türk burjuvazisi göç ettirme, yerleştirme ve yoketme siyasetleriyle bir yandan aşındırmaya uğraştığı Kürtlüğü, yalnız bu yolla tüketme olanaksızlığını gördü. O zaman, yani son zamanlarda şu son iki yöntemi de kahredici bir şekilde uygulama ve geliştirme gereğini hissetti: a) Yönetsel, kültürel baskı siyaseti; b) Asimilasyon siyaseti. Kemalizmin öteden beri diline doladığı nakarat hep bu "Kürtçe'nin buralarda yaygınlaşmasının (Kürdistan'da Kürtçe'nin yaygınlaşmasının!) nedenle- bile bize öğretebilir: "Sovyet devleti Ermenistan'da ağır bir yük almıştır. 36. Cumhuriyet, 27.1.1933. yazıyor. Ve makalesini şöyle bitiriyor: "Eğer halk, kendileriyle sürekli temas halinde olduğu, memurlar aleyhinde bir şikayet konusu bulamazsa, hainlerin yapmak istediği her türlü suçlama ve iftiralar doğal olarak etkisiz kalır." 432 YOL ri büsbütün başkadır. Bu nedenler arasında eski saltanat yönetiminin ihmalini, kayıtsızlığını en başta kaydetmek gerekir."37 "Bu hareketler (Kürt isyanları) eskiden ekilen tohumların sonucudur. Vaktiyle ekilen fırtına tohumları bugün bize yıldırımlar biçtiriyor. Bunlar geçmişin kötülükleridir. Eğer o hareketleri yapanlara Türk oldukları anlatılsaydı bu üzücü olaylar olmazdı. Genel Müfettişlik atanmasına gerçekten inanıyorum." 38 Fakat bu nakarat bile o Kemalizmin pek şaklabanca becerdiği "cesaret gösterirken hırsızlığını söyleme"lerinden biri değil mi? "Ah! O kör olası Osmanlı İmparatorluğu" denilmek isteniyor. "Neden bu Kürdistan'ı Türkleştirmemişler?" Ne yapalım beyler, sizin bugün dünyayı "Türkleştirme" arzunuz ne kadar zorunluysa, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün ırk ve kavimleri "ümmetleştirmek ya da uyruklaştirmak" ile yetinmesi de o kadar tarihsel bir zorunluluktu. Çünkü Kemalizm kapitalizm düzenidir; Osmanlılık derebeyi düzeniydi. Kemalizmde evet olan Osmanlılıkta hayır olacaktı. Kapitalizmin ak dediğine derebeylik kara diyecekti vb... Yok eğer cumhuriyet burjuvazisinden şikayetler varsa ondan da yanasınız. Daha ne yapsındı? Bu İttihat ve Terakkiciler ki, sizi bugün uzlaştığımız Kürt ağalığından çok daha tehlikeli bir rakip olan Ermeni sermayedarlarının ulusallık davasından kurtarmıştır. İş olacağına varır. Meşrutiyet burjuvazisinin Ermeniliğe atabildiği satırı şimdi siz Kürtlüğün sırtında deniyorsunuz. Her tarihsel dönem kendi yasasını yürütür, fakat her dönem tarihseldir; gelir geçer ve geçince de yargısını bir daha dönmemek üzere geçirip götürür. Ama nasıl oluyor da, bu beyler Kürdistan'da Türkten ayrı bir birliğin olmadığını kanıtlamaya yeterli gelecek olan Kürtçe'nin yaygınlaştırılmasını olsun saklamayı unutmuyorlar. Bu peşinden anlam çelişkisini sürükleyip götürmez mi? Her neyse, bu işte etekleri tutuşan Türk burjuvazisinin bir kere gözü kararmıştır. Onun için Doğu sorununda daha büyük karşıtlıklar için çırpınmaktan kurtulamayacaktır. Doğu illerinde Türk kültürünü yaymak için en ilkel önlem orada okullar açmaktır, oysa bir yerde okul açmak ola ki yabancı kokusunu taşıyan da olsa, o yer halkının kültür düzeyini az çok yükseltir. Zulmün fırtınalar kopardığı bir ülkedeyse herhangi bir tür kültür ışığının aydınlığı gözleri açabilir, ezilenlerin kurtuluşuna yeni ufuklar açabilir. Ne malum. Türklüğün akımı için baş ideoloğu yetiştirebilen Kürdistan'ın, bir gün kendidüşünürünü de yaratmayacağı? O kadar olanaksızmıdır? Ne yapmalı? İşte Türk Burjuvâzisini kıvrandıran soru.."Kültür gücüyle yapama37. Siirt milletvekili: Milliyet, 21.1.1931. 38. Şükrü Kaya: Meclis söylevi, Cumhuriyet, 26.6.1932. TÜRKİYE'DE ULUSAL SORUN 433 yacağını anlayan Kemalizm, yasa zoruyla ve parlak nutukların terörüyle asimilasyon siyasetine girişiyor. Kültürel asimilasyon yumuşak, okşayıcı yöntemlerle "sızma siyaseti"dir. Oysa Kemalizm bu siyasette bile militarist asker-banker-yunker zılgıtından ayrılamıyor. Kemalizmin Kürdistan'da-ki yeni asimilasyon siyasetine iki örnek: a) Parlak uygulama tehditleri: Başbakan İsmet Paşa 1932 yılının sonlarında Doğu illeri gezisinden döndüğü zaman, bütün Türkiye aydın ve küçük-burjuvalarının yüreklerini hop hop hoplatacak ve ağız sularını zırıl zırıl akıtacak türden parlak birer nutuk attılar. Bu nutukta bir kere: "Sonra dahası var; nefsimize güvenerek söyleyebiliriz ki, Türkiye'ye düşen işlerin ana ve temel esaslarının ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz" diye epey (bravo sesleri, şiddetli alkışlar) dırladıktan sonra, ta aşağıda "çok sevineceğimiz, mağrur olacağımız gibi abartmayla ifade edici önlemlerden kaçınmak için durumumuzu endişe etmeyeceğimiz bir durum şeklinde ifade ediyorum." Bu tekerlemeler arasındaki "durumumuzu endişe" etmek, Türkiye'ye ait işlerin "ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz" kekelemeleri, üstlerindeki yaldızlardan çırılçıplak edilirse, "korkmayın yahu! Ne korkuyorsunuz, korkacak bir şey yok, korkumuzu hiç olmazsa kimseye çaktırmayalım vb." gibi palavracı avuntulardan başka bir anlama gelmez. Gerçekten İsmet Paşanın ağzında gevelediğinin "ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz." Bu kesin ama, paşamız lahana tur-şusuyla perhizi birlikte önerecek kadar acemi doktorluklara kalkarsa, bunun ne olduğunu "doğru olarak" anlamak için Kemalist burjuvaziden diplomalı Türk olmaya gerek kaldı mı? Örneğin Türküm diyen anonim şirketler gibi, Kürdüm diyen Türk yurttaşlarımız içinde de, lahana turşusuyla perhizin yan yanalığından çıkan şiir ve edebiyat dolu karşıtlığı kaldıracaklar bulunmaz mı? Perhiz: "Ülkenin güvenliği, asayişi, yurttaşların güveni, yasaların yazılı olduğu gibi uygulanması ve bütün yurdun Türk ulusunda, Türk devletinde ısınmış ve kaynaşmış olması düşüncesiyle her yıl bir öncekinden gözle görülecek, elle tutulacak kadar açık, ileri, güçlüdür (alkışlar). Ülkenin doğusunda ve batısında dört köşesini her yıl hiç olmazsa bir iki kez dolaşırız. Bu yıl Doğu illerinde birçok yer gezdim. Yurttaşın Türk ulusuna ve Türk devletine olan bağlılığı ve Türk devletinin Türk yasalarının yurdun her köşesinde yürürlükte olma nüfuz ve gücü açık bir şekilde göze çarpmaktadır."219 Lahana turşusu: Daha aşağıda "Belki bugün de bazı yerler için sıkıntı 39. İsmet Paşa Hazretleri: Cumhuriyet, 21.11.1932. 434 YOL sanılabilir. Özellikle bu kelimeyle söyledim, ama yakın bir zamanda, çünkü yılların çoğu yüzde yetmişi, sekseni, doksanı gitmiştir. Yakın bir zamanda ülkenin her yanında ulusal işlerin aynı şekilde görülmesi, Ankara'da olduğu kadar doğal bir durum olacaktır. Bu yıl yolculuklarımdan iki önemli izlenimle döndüm. Biri yurttaşların Türk devletinde kendisini ilgili görme duygusu çok gelişmiş ve çok kaynaşmış bir durumdadır. Diğeri bizim ulusal düşüncemizde ve iç siyasette gereken önlemleri hem zaman geçirmeden, hem doğru olarak bulmakta isabet ettiğimizin yıllarla sürekli olarak güçlenmesidir." Önce "yasaların yazılı olduğu gibi uygulanmasını" açık, ileri, güçlü ve daha bilmem nasıl görüyor? Sonra "yakın bir zamanda ülkenin her yanından ulusal işlerin aynı şekilde görülmesi" umudunu "olacaktır" gelecek sayfasıyla vaad ediyor. Bu görüş ve vaad ediş bize bir şey gösteriyor: "Yasaların yazılı olduğu gibi" ya da "ülkenin her yanında... aynı şekilde" uygulanması "yüzde yetmiş, seksen, doksan" lâftan ibarettir. Kemalist başbakan "resmen, alenen ve açık, ileri, güçlü" bir şekilde ilân ediyor ki, Türk burjuvazisinin kitapta yazılan yasalarıyla hayatta olan uygulaması arasında "ülkenin batısında, doğusunda, dört köşesinde" dağlar kadar fark vardır. Neden? Çünkü: "Hiç kuşku yoktur ki, Cumhuriyet Türkiyesinin bütün geçmiş dönemlerden en esaslı farklarından birisi de ulusal bir devlet olmasıdır. Türkiye'nin Türkün devleti ve yurdu olmasıdır. (Bravo sesleri, alkışlar) Bütün geçmiş yüzyıllardan bir anda görülen ve daima görülecek olan esaslı bir farkımız budur. Bu ülke Türkiye'dir. Burada yaşayan Türkler ve Türk yurtseverliği ve Türk ulusçuluğu bu ülkenin yönetiminde, yazgısında etkili ve egemendir. (Bir daha bravo sesleri, alkışlar)" Bu nutuk emperyalizme karşı söylenmiyor. Zaten bugün Türkiye'de hangi yabancı sermaye Türk kılığına girmedi, yurttaş olmadı? Nutkun bu "önemli" anlamını anlayabilmek için "olayı izler halde" almak, başbakanın onu Kürdistan gezisinden döner dönmez söylediğini asla unutmamak gerekir. O zaman kolayca kavranılır ki "Türk yasaları ancak Türkler içindir. Türk olmayan bahtsızlara yasaların yazılı olduğu gibi uygulanması" sözkonusu olamaz. "Cumhuriyet Türkiyesinin bütün geçmiş dönemlerden en esaslı farklarından birisi" de budur. Zavallı Kürdistan köylüsü, müşkül bir durumda kaldıkça, daima şunu telkin etmekte geri kalmaz: "Biz Kürdük, vahşiyük". Türk burjuvazisi ise ona "vahşi" olduğunu kabul ettirmiştir, fakat "Kürt" olduğunu asla unutturamamıştır. Şu halde bu büyük çalışkan halk kitleleri, Kürdistan denilen yerlerde oturdukça, Kürt zihniyeti ve Kürt diliyle yaşadıkça "bu ülkenin yönetiminin yazgısında etkili ve egemen" TÜRKİYE'DEULUSALSORUN 435 olamayacaktır. Çünkü "Türk" değildir. Başka hiçbir şey değil, bütün alınyazısı anadan Kürt olarak doğmuş ve öyle yaşamış olmaktır. Ve Türkiye Cumhuriyeti altında Kürtler "yönetim ve yazgıca" mahkûmdurlar. Başbakanın nutku bunu söylüyor... Çare? Türkleşmek... Nasıl? Başbakan "kolay" diyor ve Kürtlerin Türkleşmesi için şu reçeteyi veriyor: "Türk ulusalcısı ve Türk yurttaşı olmak için, bu ülkede yaşayan herhangi bir bireyden anormal hiçbir şey istemiyoruz. Türk olmayı sevmek ve Türk olmayı kabul etmek, Türk ulusuna mensup olmanın verdiği bütün haklara sahip olmak için yeterlidir. (Bravo sesleri, alkışlar) Yasal durum böyledir. İçyüzümüzde samimi olan kanımız ve durumumuz böyledir. (Al bir daha: Bravo sesleri, alkışlar) Doğuda ve Batıda ülkenin her yanında dolaştığımız zaman kendisinin Türk olduğunu bilen, kabul eden herhangi bir yurttaşın her Türkün sahip olduğu haklardan herhangi birinden yoksun kalması endişesine izin vermedim. Herkesi inandırdım ki, Türk olmayı gurur duyulacak bir özellik olarak yürekten kabul eden ve böyle çalışan yurttaş benim gibi, benim bütün hukukum gibi her hakka sahip olmak için bütün nedenlere sahiptir. Bu kanımı her yerde söyledim ve bu sözlerimde oldukça içtenim. Böyle biryönetim ve zihniyetin devletin ulusal devlet ve Türk devleti olmasındaki Esasları ancak güçlendirir! Onun artmasına, genişlemesine ve yükselmesine hizmet eder. (Nihayet şiddetli alkışlar)" İsmet Paşa'ya göre -"tarih devrim-cileri"nin o derin safsatalarına karşın- Türkiye'de yaşayan herhangi bir bireyin yurttaş haklarının tanınması için ona yalnız "Türk olmayı kabul" etmesi değil, aynı zamanda "Türk olmayı sev"mesi, "Türk olmayı gurur duyulacak bir özellik olarak yürekten kabul etmesi" gerekir ve yeter. Müslümanlıkta bir "eşhedü enlâ ilahe illahlah..." cümlesi "ümmedi mu-hammed" işlemi görmek için yeterlidir, fakat Kemalizm daha "gerçekçi"dir. "Türk olmayı kabul" ettim diyenin bir de yüreğini muayene ediyor. Doğru mu, değil mi diye... Oysa bunun olanağı var mı? Bir Fransız kapitalisti, Türkiye'ye yatırdığı sermayesini dış kapitalistlerin rekabetinden korumak için, belki Kemalizmden çok Kemalizm ve Türk yanlısı olabilir. Hattâ isterse dinini dilini bile değiştirebilir. İsterse, yani bunda bir kâr görürse... Ki gerçekten bugün Türkiye'de çalışan herhangi Fransız sermayesinin, dünyanın hiçbir yanında görmediği bir kâr içinde çalkalandığı kesin olduğuna göre, Türkiye'deki bütün yabancı kapitalistleri birer T.A.Ş. olmaktan başka yararlı bir yol bulamamıştır da... Onun için yürekten Türktürler. Ama Kürdistan çalışkan ve yoksul halkı için iş böyle mi? Hayır. Tersine, Türk olmak ne kadar "gurur duyulacak bir özellik" olursa olsun, maddi yoksulluğun ve acının dehşetlisine Türk burjuvazisi- 436 YOL nin çapulu yüzünden uğramış bulunan Kürt köylüsü öyle manevi bir "özellik"i yürekten kabul istese, kendini zorlasa da edemez. Çünkü bunda bir yararı yoktur ve olamaz da. Çünkü Kürt köylüsü "Türküm" de dese, bu yürekten kabul ettiğini de söylese, bir sömürge köylüsü gibi ezilecektir. O zaman, ona din değiştirmekte bin kere daha güç olan ulus değiştirilmesi önerildikçe, Kürt köylülüğü de yüreğine sokmamak isteyen bir yılan görmüş gibi ürkecek ve Türklükten nefreti, "vagon-li" şirketinin muhabbetinden besbeter olacaktır. Yavuz Paşa'nın verdiği bu "önemli nutkun" üstünden en az iki buçuk ay gibi kısa bir zaman geçmemişti ki, burjuva basının birinci sayfasının birinci sütunlarında, üstünde tipik Kürt köylüsü giyimli birçok insanın bulanık resmini taşıyan şöyle bir haber okuyoruz: "Ulusal bir nüfus siyaseti izlenmesi arifesindeyiz: Ankara (Özel)- İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanıp geçen yıl hükümet tarafından Millet Meclisine sunulan iskân yasası taslağı, çok olasıdır ki, Meclis'in sonbahar oturumunda tartışma konularından birini oluştursun. Derin bir inceleme ürünü olan bir taslak programla çalışmak için hazırlanmış değerli bir projedir. Bu projenin yasallaşması ile emperyalist saltanatın ülkede bıraktığı temelsiz miraslardan bir tanesi daha kökünden yıkılmış olacaktır. Halifeliğin Osmanlılara' geçişi, mezhep gayret ve mücadeleleri, müslümanlığın camia yerine geçmesi tslamlaşan nüfus kitlelerini ve halkı müslüman olan ülkü nüfusunu Türklüğü temsile engel oluşturuyordu. "Kanuni Süleyman yasalarıyla Türk kültürüne benzemeyen bazı zümrelere eski zeamet örgütünde bazı onarımlar ve biçimler yaratılarak ayrıcalıklar tanınıyor; hattâ bu ayrıcalıklar aşiret başkanlarına, beylerine verilmekle kalmıyor, voyvodolara da tanınıyordu ki, bunların tasfiyesi Osmanlı saltanatının dura dura, eriye eriye tamamen dağılışına kadar sürmüştü. Artık normal bir sistem içinde ulusal yapımızı korumaya, sağlamlaştırmaya, ulusal kültürümüze ve çağdaş uygarlığa daha çok uyum sağlamaları istenmiş olan nüfus kütleleri üzerinde verimli bir şekilde devlet eliyle işlemeye, Türk nüfusunu nitelik ve nicelikçe geliştirmeye, bir nüfus siyaseti izlemeye karar verilmiştir. Yeni nüfus yasası projesi, bu amacı sağlayacak bütün esasları içermektedir."40 40. Son Posta, 4.2.1933. TEPKİLER Sosyal Psikoloji Kürdistan halkı ve özellikle Kürt köylülüğü ekonomik olarak klanfeodal sisteminde yaşıyor. Fakat bu sistem kapitalist ve bezirgan ekonomilerle de içli dışlıdır: Derebeyi-Bezirgan-Kapitalist... Bu dört tür ekonomik ilişkinin arapsaçı olduğu bu ülkede, bir de ayrıca sömürgecilik denilen yaman kamçının şakladığını tasarlayalım; artık her zaman ekonominin dört başlı bir canavar gibi şahlandığını ve Doğu köylülüğünü bütün sosyal ve siyasal ilişkilerinde ne kadar şaşkına döndürdüğünü, ne derece antipatileştiğini tahmin edebiliriz. Böyle bir ekonomi ve sosyal yapının içinde, Kürdistan halkını saracak psikolojide aynı derecede kargaşalıklar olacaktır. Bu psikolojide egemen nitelik babahan sistemine dayanmaktır. Fakat babahan psikolojisinin de derebeyi psikolojisine dejenere oluşu, sonra bu soysuzlaşmış psikolojiye -çürüyüp dökülünce ve çözülüp dağılma özelliklerini damgalayan- bezirgan+kapitalist mikrobunun bir kere girmiş olması, zavallı Kürdistan köylülüğünde iler tutar bir sosyal psikoloji bırakmamıştır. Kuşkusuz bütün bu dört tür sosyal psikoloji özü itibarıyla egemen psikoloji, yani egemen sınıf psikolojisidir. Fakat egemen sınıfların bu soysuzlaştırıcı psikolojisine karşı çıkan alt ve ezilen yığınların psikolojisi de özü itibarıyla maraba psikolojisinden sıyrılamamıştır. Kuşkusuz son ekonomik gelişmeler, gittikçe bir Kürdistan proletaryasının bağımsız psikolojisine doğru manevi gelişmeleri de kışkırtacaktır. Fakat bugün için Kürdistan halkının topyekün psikolojisi en köpekçe değiş-tokuş psikolojiyle soysuzlaştırılmış babahan+yarı toprak kölesi psikolojisidir. Bu psikolojinin başında bütü