ARTIK-DEĞER (Os

Transkript

ARTIK-DEĞER (Os
ORHAN HANÇERLİOĞLU’NUN
EKONOMİ VE FELSEFE SÖZLÜKLERİNDEN
EKO–404 KARŞILAŞTIRMALI İKTİSADÎ SİSTEMLER
DERSİ İÇİN KAVRAMLAR
V – 8.1
Bu notlardaki tanımlamalar Orhan
Hançerlioğlu’nun Ekonomi1 ve Felsefe2
Sözlüklerinden alınmıştır ve 1991 yılında dağılan
Sovyetler Birliği’nin resmî ideolojisi olan MarksistLeninist dünya görüşünü yansıtmaktadır.
Okuyucuların, buradaki tanımlamaların ve
değerlendirmelerin çağdaş iktisatçıların pek çoğu
tarafından paylaşılmadığını hatırda tutmaları
yerinde olur.
1
2
Orhan Hançerlioğlu (1986) Ekonomi Sözlüğü, 6’ncı basım, İstanbul: Remzi Yayınları
Orhan Hançerlioğlu (1989) Felsefe Sözlüğü, 7’nci basım, İstanbul: Remzi Yayınları
ALTYAPI: Bir toplumun sosyo-ekonomik temeli… Diyalektik ve tarihsel materyalizme
göre insanlığın ilk hareketi, insanların yaşayabilmek için yaptığı üretim hareketidir.
Hayvanlar doğada bulduklarıyla yaşarlar, insanlarsa yaşayabilmek için üretirler. Bu
üretim sürecinde insanlar arasında zorunlu ilişkiler kurulur. Altyapı, bu üretim
ilişkilerinin tümüdür. Üretim ilişkileri, toplumun ekonomik yapısını meydana getirir.
İnsanların bütün öteki davranışları, bu ilk insanca davranışlarının üstünde yükselirler.
İnsanlar önce yaşarlar, sonra yaşadıklarının düşüncelerini edinirler. Hem de nasıl
yaşıyorlarsa öyle düşünceler edinirler, bir kulübede bir saraydakinden başka türlü
düşünülür. Çiftçi, çiftçi gibi düşündüğünden çiftçi olmuş değildir, tersine, çiftçi
olduğu için çiftçi gibi düşünmektedir. Demek ki siyasal, hukuksal, dinsel, felsefesel,
estetik, ideolojik vb. üstyapı oluşumları hep bu altyapı oluşumuna göre biçimlenir.
Köleci üretim ilişkilerinin, yani köleci altyapının siyasal, hukuksal, ahlaksal vb.
düşünceleri köleci düzenin gereklerine uygun olarak; feodal üretim ilişkilerinin, yani
feodal altyapının siyasal, hukuksal, ahlaksal vb. düşünceleri feodal düzenin
gereklerine uygun olarak meydana gelir. Altyapı temel belirleyicidir, ama üstyapı da
altyapıyı etkiler ve değiştirir. Örneğin köleci üretim ilişkilerinde kapitalist hukukun,
kapitalist üretim ilişkilerinde feodal ahlakın gerçekleşmesi ve geçerliği olanaksızdır.
Metafiziğin sonsuz, saltık, her zaman ve her yerde geçerli sandığı üstyapı oluşumları
(Siyasal, hukuk, ahlak, din, vb.) altyapı oluşumuna uygun olarak hep değişmiştir ve
değişmektedir. Ne var ki bu değişmeler aynı hızda değildir. Altyapı değişirken üstyapı
kurumları daha bir süre devam eder. Bundan başka üstyapı kurumları bir türden
değildir. Örneğin kapitalist üretim ilişkilerinde siyasal, ahlaksal, felsefesel görüşler iki
uyuşturulamaz sınıfın karşıtlığını yansıtır. Proletaryanın siyasal, ahlaksal, felsefesel
görüşleriyle burjuvazinin siyasal, ahlaksal, felsefesel görüşleri sürekli olarak birbiriyle
çatışırlar. Toplumun ilerici yanının üstyapı oluşumları, altyapıyı etkiler ve değiştirir.
Buna karşı toplumun gerici yanının üstyapı oluşumları altyapının değişmesine karşı
koymaya çalışır, onu engellemeye ve durdurmaya çabalar. Altyapıyla üstyapıdaki
değişmelerin birbirine uygunluğu, ancak, sosyo-ekonomik bir biçimin başka bir
sosyo-ekonomik bir biçime dönüşmesiyle gerçekleşir. Altyapıyla üstyapının karşılıklı
etkileşimi üstüne tarihsel ve diyalektik materyalizmin kurucularından Engels, Joseph
Bloch’a, 21 Eylül 1890’da Londra’dan şunları yazmıştır: “Materyalist tarih görüşüne
göre, tarihin belirleyici etkeni, son çözümlemede, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden
üretimidir. Ama biri çıkar da bu deyişe, ekonomik etken tek belirleyici etkendir
anlamını yamamaya kalkışırsa onu soyutlaştırır ve saçmaya indirger. Ekonomik
altyapı etkendir ama ideolojik üstyapı da etkendir. Bütün bu etkenler, karşılıklı etki
halindedir. Ekonomik hareket, sonsuz rastlantılar arasında beliren bir zorunluluk gibi,
bu etkenler içinde kendi yolunu açar… Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz ama
bunu belirlenmiş öncüller ve koşullar içinde yapıyoruz. Bütün bu öncüller ve koşullar
içinde, son çözümlemede, belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal vb.
koşullar, hatta insan beyinlerine yapışan gelenekler bile, temel olmamakla beraber
bunda rol oynarlar… Yoksa Kuzey Almancasının ses uyumundaki değişikliği, gülünç
olmadan, ekonomik açıdan açıklamak mümkün değildir… Düşmanlarımızın
yadsımaya çalıştıkları başlıca ilkede direnmek zorundaydık. Bu yüzden karşılıklı
etkiye katılan bütün etkenlere layık oldukları yeri vermeye fırsat bulamadık”.
Altyapı’ya temel de denir. Bu temel, yani üretim ilişkileri insan bilincinden bağımsız
olarak kurulmuştur.
ALTYAPI (FS): Bir toplumun sosyo-ekonomik temeli… Diyalektik ve tarihsel
materyalizme insanlığın ilk hareketi, insanların yaşayabilmek için yaptığı üretim
hareketidir. Hayvanlar doğada bulduklarıyla yaşarlar, insanlar ise yaşayabilmek için
2
üretirler. Bu üretim sürecinde insanlar arasında zorunlu ilişkiler kurulur. Altyapı, bu
üretim ilişkilerinin tümüdür. Üretim ilişkileri, toplumun ekonomik yapısını meydana
getirir. İnsanların bütün öteki davranışları, bu ilk insanca davranışının üstünde
yükselirler. İnsanlar önce yaşarlar sonra yaşadıklarının düşüncelerini edinirler. Hem
de nasıl yaşıyorlarsa öyle düşünceler edinirler, bir kulübede bir saraydakinden başka
türlü düşünülür. Çiftçi, çiftçi gibi düşündüğünden çiftçi olmuş değildir, tersine, çiftçi
olduğu için çiftçi gibi düşünmektedir. Demek ki siyasal, hukuksal, dinsel, felsefesel,
estetik, ideolojik vb. üstyapı oluşumları hep alt yapı oluşumlarına göre biçimlenir.
Köleci üretim ilişkilerinin, yani köleci altyapının siyasal, hukuksal, ahlaksal vb.
düşünceleri köleci düzenin gereklerine uygun olarak; feodal üretim ilişkilerinin, yani
feodal altyapının siyasal, hukuksal, ahlaksal vb. düşünceleri feodal düzenin
gereklerine uygun olarak meydana gelir. Altyapı temel belirleyicidir, ama üstyapı da
altyapıyı etkiler ve değiştirir. Örneğin köleci üretim ilişkilerinde kapitalist hukukun,
kapitalist üretim ilişkilerinde feodal ahlakın gerçekleşmesi ve geçerliği olanaksızdır.
Metafiziğin sonsuz, saltık, her zaman ve her yerde geçerli sandığı üstyapı oluşumları
(siyasal, hukuk, ahlak, din vb.) altyapı oluşumuna uygun olarak hep değişmiştir ve
değişmektedir. Ne var ki bu değişmeler aynı hızda değildir, altyapı değişirken üstyapı
kurumları daha bir süre devam eder. Bundan başka üstyapı kurumları bir türden
değildir. Toplumun ilerici yanının üstyapı oluşumları, altyapıyı etkiler ve değiştirir.
Buna karşın toplumun gerici yanının üstyapı oluşumları altyapının değişmesine karşı
koymaya çalışır, onu engellemeye ve durdurmaya çabalar. Altyapı ile üstyapıdaki
değişmelerin birbirine uygunluğu, ancak, sosyo-ekonomik bir biçimin başka sosyoekonomik biçime dönüşmesiyle gerçekleşir.
ARTIK-DEĞER: Emekçilerin kendi emek güçlerinin değerini ürettikten sonra fazladan
ürettikleri değer... Diyalektik ekonomi terimidir, üretilen malların değeriyle bunların
üretimi için ödenen ücretlerin tutarı arasındaki farkı dile getirir. Diyalektik ekonomiye
göre kapitalist düzende bir malın değeri, onda billurlaşan insan emeğiyle belirlenir.
Kapitalist düzende insanın emek gücü de mallaşmıştır ve pazarda öteki mallar gibi
değiştirme değeriyle alınıp satılmaktadır. Her mal gibi insan-mal da değiştirme
değeriyle satın alınır ve kullanma değerinden yararlanılır. Bir malın değiştirme değeri,
onun yeniden üretim için gereken emek süresiyle belirlenir. İnsan-mal kendisini
yeniden üretecek − yani ertesi günü aynı güçle çalışabilecek bir duruma gelmek için
gereken ihtiyaçlarını gidermeye yetecek – bir süreden fazla çalıştırılmakla ayrıca bir
de artık-değer üretmektedir. Bu durumda, diyalektik ekonomiye göre, emekçiye
emeğinin karşılığı ödeniyormuş gibi gerçekte emek gücünün karşılığı ödenmektedir.
Örneğin sekiz saatlik bir çalışma süresinde, emekçinin kendisini yeniden üretmesi için
dört saatlik bir çalışma süresinin yeteceğini varsayarsak geriye kalan dört saatlik
çalışma süresi artık-değer üretimini gerçekleştirir. Bu örnekte emekçi ancak dört
saatlik emeğinin karşılığını ücret adı altında alarak geri kalan dört saatte ücretsiz
çalışmış olmaktadır. Çünkü her malın değeri gibi insan-malın da değiştirme değeri
kendisini yeniden üretmek için gerekli süreyle belirlenir. Örneğin yüz bin lira
değerindeki bir makine on yılda tükeniyor ve yerine bir yenisinin alınmasını
gerektiriyorsa her yıl on bin liralık değeri amorti ediyor ve böylelikle on yılda ancak
kendisini yeniden üretiyor demektir. Makine ve başkaca hiçbir üretim malı artık-değer
sağlamaz. Artık-değer sağlayan tek mal, insan-maldır. “Artık-değer üretimi, kapitalist
üretim biçiminin mutlak yasasıdır”. “Kapitalisti emek gücünü satın almaya götüren bu
malın sahip olduğu spesifik kullanma değeridir ki; bu da sadece bir değer kaynağı
olmasından değil, kendi sahip bulunduğu değerden daha fazla bir değer kaynağı
olmasından doğar”.
3
ARTIK DEĞER ORANI: Ödenmiş emekle ödenmemiş emek arasındaki oran… Artıkdeğer payı da denir. Ücretle artık değer arasındaki nispeti dile getirir.
ARTIK-ÜRÜN: Üreticilerin kendi tüketimlerine gerekenden çok ürettikleri ürün... Üretim
olanaklarının az ve sınırlı bulunduğu ilkel komünal toplumda insanlar ancak
varlıklarını sürdürebilecek, yani yaşayabilecek kadar üretebiliyorlardı, artık-ürün
yoktu. Üretim güçlerinin gelişmesiyle emeğin verimi arttı ve toplumun özel
mülkiyete, dolayısıyla da sınıflara bölünmesine yol açan artık-ürün elde edilmeye
başladı. Köleci toplumda gerçekleşen artık-ürün yeni ilişkiler gerçekleştirdi. Köleci
toplumda başlayan ve feodal toplumla kapitalist toplumda gelişen artık-ürün, tüm
sınıflı toplumları karakterize eder. Sosyo-ekonomik oluşumlar (köleci, feodal,
kapitalist), artık-ürünün elde ediliş biçimiyle belirlenmiştir. Örneğin feodal toplumda
artık-ürün açıkça görülür, çünkü zorunlu ürün elde edildikten sonra üreticilere
yaptırılan ek çalışmayla, yani angaryayla elde, edilir. Buna karşı kapitalist toplumda
artık-ürün, toplumsal ürünün içinde gizlenir ve görünmez. Artık-ürün, kapitalist
toplumda artık-değerin kaynağıdır.
BASİT YENİDEN ÜRETİM: Başlangıçtaki sermayeye eşit bir sermaye ile yapılan yeniden
üretim… Diyalektik ekonomi terimidir. Genişletilmiş yeniden üretim deyimi
karşılığında kullanılır. Yeniden üretim konusu, diyalektik ekonominin temel
bilgilerinden biridir. Üretim, insan yaşamında sürekli olması zorunlu bir olgudur.
İnsanlar sürekli olarak üretemezlerse yaşayamazlar. Kapitalizm düzeninde bu
sürekliliğin özel bir anlamı vardır. Kapitalist, elde ettiği artık-değerin tamamını kişisel
ihtiyaçlarına harcayarak üretim için daima başlangıçtaki sermayesine eşit bir sermaye
kullanırsa bu basit yeniden üretim olur. Ama böylesine basit bir yeniden üretim
kapitalizm düzeninde mümkün değildir. Sermayedar sürekli olarak işini genişletmek
ve artık-değerin daima çoğalan büyük bir bölümünü üretim sürecine katmak
zorundadır. Bu genişletilmiş yeniden üretimse kapitalizmin temel çelişmelerini
doğurur: “Üretim güçleri geliştikçe tüketim ilişkilerinin dar temeliyle daha keskin bir
çatışma haline girer”. Bu durum, üretimle tüketim arasındaki zorunlu dengesizliğin
başlıca kaynağıdır ki kapitalizmin temel çelişkilerinin çoğu bu dengesizliğin
ürünüdür. Bu anlayışa göre “sürekliliği içinde ve yeniden üretim olarak kapitalist
üretim süreci, ne yalnız mal ne de yalnız artık-değer üretir. O, bunlara ek olarak,
sermayedarla ücretli işçi arasındaki toplumsal ilişkiyi üretir ve ebedileştirir.”
BAŞLANGIÇTAKİ BİRİKİM: İlk birikim… Ünlü İngiliz iktisatçısı Adam Smith
tarafından kullanılmıştır. Adam Smith, kapitalizmin oluşmasını açıklamak için bir ilk
birikimin açıklanması gerektiğini sezmişti. Marx, Kapital’inde şöyle der: “Sermaye
birikimi artık-değerin varlığını, artık-değer kapitalist üretimin varlığını, kapitalist
üretim de üretimin varlığını ve üreticilerin elinde büyük sermaye ve emek gücü
kütlelerinin varlığını bir önkoşul olarak gerekli kılar. Bu dolanım, bir kısır döngüdür
Bundan ancak, kapitalist birikime öngelen ve kapitalist üretimin sonucu olacağı yerde
onun çıkış noktası olmuş bulunan, Adam Smith’in deyimiyle bir previous
accumulation tasarımlamakla kurtulunabilinir.”
BİLİMSEL SOSYALİZM: Karl Marx’ın Friedrich Engels’le birlikte bilimsel olarak
açıkladıkları sosyalizm öğretisi… Bu deyim Marksist sosyalizmi, öteki tüm sosyalizm
öğretilerinden, özellikle de ütopyacı ve gerici sosyalizmlerden ayırır. Marksizm’e
göre Marksist sosyalizm bilimseldir, çünkü toplumsal ve tarihsel yasalara dayanır ve
4
bu yasalarla açıklanır. Öteki sosyalizm öğretilerinin hiçbirinde bilimsellik yoktur:
Kimileri romantik düş ürünleridir, kimileri de kasıtlı saptırmalar ve yanıltmalardır.
BİRİNCİ KESİM: Üretim mallarının üretimi… Diyalektik ekonomi deyimidir ve tüketim
mallarının üretimi’ni dile getiren ikinci kesim deyimi karşılığında kullanılır. Kapitalist
iktisatçılar bu deyimi, tarım ve madencilik gibi temel üretim kesimini dile getirmek
için kullanırlar. Onlara göre ikinci kesim inşaat ve imalât sanayi; üçüncü kesim de
ulaştırma, turizm, büro hizmetleri vb. gibi ilk iki kesimin dışında kalan tüm işlerdir.
Bilimsel olan ayrım, diyalektik anlayışın ileri sürdüğü ayrımdır. Çünkü kapitalizmin
en büyük hastalığı olan krizlerin nedenini açıklar. Örneğin makine üretim malı,
ekmekse tüketim malıdır. Diyalektik ekonomide bu iki tür mal ve bunları üreten
kesimler titizlikle birbirinden ayrılmıştır. Düzenli bir ekonomide bu iki kesimin
birbiriyle dengeli olarak üretim yapması gerekir, bu dengenin bozulması kriz yaratır.
Diyalektik anlayışa göre kapitalizm bu dengeyi yapısı gereği kuramaz ve bu yüzden
de krize zorunlu olarak düşer. “Kapitalist üretimin gerçek sınırı bizzat sermayenin
kendisidir. Sermaye değerlendikçe üretimin hem başlangıcı hem sonu, hem nedeni
hem de amacı olur”. “Bütün krizlerin sonuç olarak nedeni, daima, kapitalist üretimin
üretim güçlerini sürekli olarak geliştirme zorunluluğuyla karşıt durumda bulunan
toplumun sınırlı tüketimidir”. Diyalektik anlayışa göre basit yeniden üretim için
birinci kesimdeki değişken sermaye ile artık-değerin toplamı, ikinci kesimin
değişmeyen sermayesine eşit olmalıdır. Bu durumda üretim, hiçbir krizle
karşılaşmaksızın kolaylıkla yenilenir. Ama bu ideal bir durumdur ve kapitalist
düzende hiçbir zaman gerçekleşemez. Kapitalizmde artık-değerin bir bölümü, üretimi
arttırmak için biriktirilir. Bu durumda da iki kesim arasında denge kurmak ve krize
düşmemek mümkündür. Bunun için de, yani genişletilmiş yeniden üretim için de,
birinci kesimdeki değişken sermaye ile artık-değer toplamının ikinci kesimdeki
değişmeyen sermayeden daha büyük olması gerekir. Örneğin birinci kesimde 4.000
(değişmeyen sermaye) + 1.000 (değişken sermaye) + 1.000 (artık-değer) = 6.000
üretim malına karşı ikinci kesimde 1.500 (değişmeyen sermaye) + 750 (değişken
sermaye) + 750 (artık-değer) = 3.000 tüketim malı olmalıdır. Buysa ancak plânlı bir
ekonomide mümkün olup kâr amacıyla düzenlenen kapitalist ekonomide kapitalizmin
yapısı gereği gerçekleşemez. Üretim malları, tüketim mallarını üretmek için üretilir.
Bu yüzden üretim malları hacmiyle tüketim malları hacmi arasında zorunlu bir ilişki
vardır. Tüketim malları üretimini gerekli sayıda tutabilmek için üretim mallarının
gerekli sayıda üretimi zorunludur. Diyelim ki çok otomobil (birinci kesim) ve az
benzin (ikinci kesim) üretildi, bu halde denge bozuktur ve birçok otomobil satılmadan
kalır. Öyleyse her iki kesimi dengeli kılabilmek için üretilen malların hem niceliğini,
hem de niteliğini göz önünde tutmak gerekir. İkinci kesimin birinci kesimden daha
yavaş büyümesi olgusu, sermayenin organik bileşimindeki artışa uygun düşer.
Diyalektikçi ekonomi bilgini Ernest Mandel şöyle demektedir: “Ekonomide daha
yüksek bir büyüme oranı sağlamak için üretim araçları sektörünün tüketim araçları
sektöründen daha hızlı büyümesi gerektiğini ileri süren kuram kaba bir anlayışsızlığa
dayanmaktadır, yeniden üretim şemalarının açıkça gösterdiği gibi, genişletilmiş
yeniden üretimi sağlamak için birikim oranının birinci sektörde ikinci sektördekinden
daha yüksek olması değil, birinci sektörde birikmiş mutlak meblağın (toplamın) ikinci
sektörde birikmiş mutlak meblağdan daha yüksek olması gerekmektedir” ve “hemen
hatırlatalım ki genişletilmiş kapitalist yeniden üretim şemaları mallar arasındaki
ilişkiyi değil, değer ilişkilerini yansıtır” (Traité d’Economie, bölüm XVI).
5
BURJUVA: Geçimini elleriyle çalışmadan sağlayan kentli… Kentlerde oturup elleriyle
çalışmadan geçimlerini sağlayan ve yoksul olmayan kentlileri dile getirir. Görüldüğü
gibi kentli ve kapitalist deyimlerinden farklı bir anlam taşır. Burjuva tipi, feodal
düzenin bağrında oluşmuş ve ticaret yaparak zenginleşmiştir. Çağımızda burjuva, ya
üretim araçlarına doğrudan ve dolaylı olarak sahiptir ya da çıkarı üretim araçları
sahipleriyle özdeştir. Bundan ötürü de bu deyim en büyük kapitalistlerden küçük
esnafa, serbest meslek sahiplerinden memurlara kadar elişi yapmadan geçinebilen tüm
kentlileri adlandırır. Üretim araçlarına ve büyük sermayeye sahip olanlarına büyük
burjuva, onların yönetici kadrolarını oluşturan büyük memurlarıyla varlıklı serbest
meslek sahiplerine orta burjuva, yoksul olmakla beraber ancak geçinebilen küçük
esnaf ve küçük tüccarlarla memurlara küçük burjuva denir.
BURJUVA SİYASAL EKONOMİSİ: Metafizik düşünce sistemine bağlı olan ekonomi
politik… Diyalektik düşünce sistemine bağlı olan ekonomi politik deyimi karşılığında
kullanılır. Birincisi kapitalizmi, ikincisi sosyalizmi savunur. Bu bakımdan
birbirleriyle tam karşıt anlayışlardır. Burjuva ekonomi politiği, öznel ve ruhbilimsel
bir yöntemle çalışır. Sosyalist ekonominin karşısında bulunan bütün ekonomi okulları,
sosyalistlerce bu adla nitelendirilir.
BURJUVAZİ: Burjuvalardan oluşan sınıf… Burjuvazi, büyük kapitalistten küçük esnafa ve
ekonomik güçleri paraya dayanan serbest meslek sahipleriyle bunların hizmetlerinde
çalışan geniş bir bürokrasi kadrosuna kadar çok çeşitli insan gruplarını kapsar. Oysa
bütün bunların ortak niteliği elişi yapmamak’tır. Bu ortak nitelik burjuva sınıfını,
köylü sınıfıyla işçi sınıfından ayırır. Burjuva sınıfı, tarihte devrimci bir rol oynamış ve
kimi yerde aristokrasiyle anlaşarak (İngiltere) kimi yerde de ihtilalle (Fransa) eski
düzeni yıkmış, bu düzenin yerine kendi düzenini getirmiştir. Din gücü de kendisini bu
yeni düzene uydurmak zorunda kalmıştır. Katoliklik yerini Protestanlığa bırakmıştır.
Kendi fabrikalarında ücretli işçi olarak çalıştırılmak üzere toprak köleliğiyle mücadele
etmiş (Amerika) ve toprak kölelerini azadlığa kavuşturmuştur. Korporasyon
hukukunun yasaklayıcı bütün kalıntılarını temizlemiş ve onun yerine şahıs hukukunu
getirmiştir.
DEĞER: İnsan emeği… Metafizik ekonomi anlayışına göre değer, bir şeyin faydasıdır.
Örneğin Adam Smith’e göre değer, bir malın başka malları satın alabilme gücüdür.
Değerin insan emeğinden doğduğunu ve mal üretimiyle ilgili tarihsel bir kategori
olduğunu diyalektik ekonomi anlayışı ortaya koymuştur. Bu anlayışa göre değer,
malda maddeleşmiş toplumsal emektir. Değerin, kullanma ve değiştirme işlemleriyle
ilgili iki yönü bulunduğunu binlerce yıl önce Aristoteles de görmüştü. Ekonomik
değer, kullanma değeri değil, değiştirme değeridir. Örneğin bir kunduracının somut
ekmeği kunduranın kullanma değerini yaratır, kullanma değeri kunduranın
kullanılmasıyla gerçekleşir ve kundura malının dolaşım sürecinde hiçbir rol oynamaz.
Kundura malının dolaşımı sürecinde rol oynayan sadece değiştirme değeridir. Bu
değeriyse belli bir toplumdaki bütün kunduracıların toplumsal ortalama soyut
emekleri belirler. Bir malın değeri, o malın üretilmesi için gereken toplumsal ortalama
emek miktarıyla belirlenir. Bu mal öteki maldan daha değerliyse, bu onun daha iyi
kullanımı olduğundan değil, bu mala öteki maldan daha çok emek harcandığı içindir.
Ancak bu emek, bir işçinin somut emeği değil, o malı üreten bütün işçilerin toplumsal
ortalama soyut emekleridir. Değiştirme sürecinde, yani mal pazarında, kullanma
değerleri gibi somut emeklerin de hiçbir rolü yoktur. Bir mal elbette bir kullanma
değeri taşıyacak ve elbette bir somut emeğin ürünü olacaktır. Ne var ki değiştirme
6
ilişkilerinde iki saatte yapılan bir kundurayla yarım saatte yapılan bir kundura aynı
fiyata satılır, pazarda geçerli olan toplumsal ortalama soyut emeğin değeridir.
Ekonomik değer kavramı, tarihsel süreçte değiştirme olayının başlamasıyla ortaya
çıkmıştır. Bir kimse kendisi giymek için bir kundura yaparsa onun kullanma değerini
gerçekleştirmiş olur, ama o kundurayı kendisine gerekli olan başka bir malı elde
etmek için değiştirme amacıyla yaparsa bu halde üretim işlemine yepyeni bir işlem,
bir değiştirme işlemi katmış demektir. Kullanma değerleri aynı olan mallar
değiştirilemezler, değiştirme işleminde geçerli olan kullanma değerinden başka bir
değer -değiştirme değeri-dir. Kimse bir kundura verip yerine başka bir kundura almaz,
bir kundura verip örneğin karşılığında bir kilo pirinç alır. Kullanma değerleri farklı
olan bu mallarda ortak olan şey, onların değiştirme değerleridir. Fiyat, değerin para
diliyle dile getirilişinden başka bir şey değildir. Fiyat, çeşitli piyasa etmenleriyle
yükselip alçalabilir; ama uzun bir sürede yapılan son çözümlemede bütün mallar
-fazla ve eksik fiyatlar birbirini götürerek- toplumsal ortalama emek değerleriyle
satılırlar.
DEĞER YASASI: Bir malın değerini, o malın üretimi için toplumsal olarak zorunlu olan
emek süresinin belirlediğini saptayan yasa… Diyalektik materyalist öğreti
kuramcılarınca ileri sürülmüş ve bilimsel olarak kanıtlanmış olan bu sosyo-ekonomik
yasa, kapitalist mal üretiminin tek düzenleyicisidir. Bu yasaya göre bir malın değeri, o
malı üretmek için toplumsal olarak gerekli emek süresiyle belirlenir.
DEĞİŞKEN SERMAYE: Sermayenin ücretlere ayrılan bölümü… Bu, klasik ekonominin
döner sermaye deyimiyle karıştırılmamalıdır. Ekonomi dilinde değişken sermaye,
sadece ücretlerdir. Çünkü sermayenin sadece ücretler bölümüdür ki üretim sürecinden
artık-değer üretmek suretiyle çoğalmış bir hacimle, yani değişerek çıkmaktadır.
Klasik ekonomi anlayışının döner sermaye deyimiyse ücretlerle birlikte hammaddeler,
yardımcı maddeler, ısıtma, aydınlatma harcamalarını da kapsar. Döner sermaye ile
duran sermaye ayrımı kârların hesaplanmasında önemlidir, ama değer üretimi olayını
gözlerden gizlemektedir. Değişken sermaye deyiminin karşılığı değişmeyen sermaye
deyimidir ki bu da klasik ekonominin sabit sermaye deyiminden farklı bir anlam taşır.
“Sermayenin, üretim araçları -yani hammaddeler, yardımcı maddeler ve iş âletlerihalini alan bölümü üretim sürecinde değer hacmini değiştirmez. Bunun için biz buna
sermayenin değişmeyen bölümü, ya da kısaca değişmeyen sermaye diyoruz.
Sermayenin işgücü haline giren bölümüyse, tersine, üterim sürecinde değerini
değiştirir. Sermayenin bu bölümü, öz değerine eşit bir değeri yeniden ürettikten sonra
üstelik kendisi de değişebilen ve az ya da çok miktarda olabilen bir artık-değer üretir.
Sermayenin bu bölümü, durmadan, değişmeyen hacimden değişen hacme dönüşür.
Bunun için biz buna sermayenin değişen bölümü ya da kısaca değişken sermaye
diyoruz”. Bu tanım, şu olayı dile getirmektedir: Binalara, makinelere, hammaddelere,
aydınlatma, ısıtma vb.’ne örneğin 100 lira yatırılmışsa sermayenin bu bölümü üretim
sürecinden ancak kendini üreterek ve gene 100 lira olarak çıkar, hacmi değişmez.
Çünkü bütün bu üretim araçları ancak kendi değerlerini üretirler, ürettikleri mala yeni
bir değer eklemezler. Örneğin 10 kuruşluk iplik hammaddesi kumaş haline
dönüşürken meydana getirilen bu üretime ancak kendi değeriyle, yani 10 kuruşluk
değerle katışır, 10 liralık bir makine eğer on yılda yıpranıyor ve on yıl sonunda bir
yenisiyle değiştiriliyorsa her yıl katıldığı üretime 1 liralık değerini geçiriyor demektir
ve on yıl sonunda ancak kendi değerini üretmiş olmaktadır. Aynı üretim sürecinde
emek gücü ücretlerine yatırılan 100 liraysa kendi değerini ürettikten başka örneğin 40
liralık da artık-değer üreterek 140 lira olarak çıkar, hacmi değişir. Değişmeyen ve
7
değişken terimlerinin kapsadığı anlam budur ve bu anlam özellikle sermayenin
organik bileşimi kavramının anlaşılması için önemlidir.
DEĞİŞMEYEN SERMAYE: Sermayenin üretim araçlarına harcanan ve üretim sürecinden
hacmi değişmeden çıkan bölümü…
DEĞİŞTİRME DEĞERİ: Bir malın ekonomik değeri… Kullanma değeri, yani, fayda
karşılığında kullanılır. Ekonomi dilinde değer demek, değiştirme demek, değiştirme
değeri demektir. Ekonomik değer kavramı tarihsel süreçte değiştirme olayı ile
meydana çıkmıştır. Değiştirme olayından önce değer söz konusu değildi, ürünlerin
sadece fizik niteliklerinden yararlanılırdı. Diyalektik ekonomi anlayışına göre
kapitalist bir biçimde üretilen ve piyasaya sürülen her nesne, bir kullanma değeriyle
bir değiştirme değeri taşır. Kullanma değeri olmayan hiçbir nesne değiştirilemez, ama
aynı kullanma değerine sahip olan nesneler de değiştirilemezler. Hiç kimse bir ton
buğdayı aynı nitelikte bir ton buğdayla değiştirmez, ama örneğin bir giyecekle
değiştirir, yani kullanma değeri başka bir nesneyle değiştirir. Değiştirebilmek için
kullanma değerinin farklı olması gereklidir. Öyleyse mallar hangi ortak yanlarına göre
değiştiriliyor? Bu ortak yan, bu temel, bir malın gerektirdiği emek miktarı’dır. Pazarda
birbirleriyle değiştirilenler eşit emek miktarlarıdır.
DİYALEKTİK EKONOMİ: Ekonomi sorunlarını diyalektik yöntemle çözümleme
anlayışı… Ekonomi sorunlarını metafizik yöntemle çözümleme anlayışını dilegetiren
metafizik ekonomi deyimi karşılığında kullanılır. Metafizik ve diyalektik, birbirine
tümüyle karşıt yapıda, iki dünya görüşüdür. Her ikisinin de felsefesel kaynağı antik
çağ Yunan düşüncesindedir. Metafizik, spekülatif olduğundan hızla gelişmiş ve insan
düşüncesine yirmi beş yüzyıl egemen olmuştur. Buna karşı diyalektik, bilimsel
olduğundan ancak bilimlerin gelişmesiyle gelişebilmiş ve temel yasaları 19’uncu
yüzyılın ikinci yarısında keşfedilmiştir. Doğa ve son çözümlemede doğanın ürünü
olan insan bilinci ve toplum, diyalektik olarak işlemektedir. Öyleyle doğasal, bilinçsel
ve toplumsal tüm olguların iç gerçeğini kavrayabilmek için, onları işleyiş
yöntemleriyle incelemek gerekir. Herhangi bir olguyu diyalektik yöntemle incelemek
demek, onu bütünselliği, bağımlılığı, çok yanlılığı, çelişmeleri, hareketliliği,
değişkenliği ve gelişkenliği içinde incelemek demektir. Metafizik inceleme ise bunun
tam tersidir ve olguları bütünlülüklerinden ayırıp soyutlayarak, durgun, değişmez ve
gelişmez olarak ele alır. Metafizik anlayış kavramlara kesin ve sonsuz anlamlar verir,
diyalektik anlayışta ise kavramlar ancak belli koşullar içinde belli anlamlar kazanır.
Bu anlamlar, sürekli olarak değişirler. Bundan başka diyalektik anlayışta ekonomi
temel bilgidir, insanlık tarihi hayvanı insan eden üretim hareketiyle – yani ekonomik
hareketle – başlamıştır. İnsanlar önce düşünüp sonra bu düşüncelerine uygun olarak
yaşamış değillerdir, tersine, önce yaşamış ve sonra bu yaşayışlarına uygun olan
düşünceler edinmişlerdir. Demek ki beşerî (insansal) düşünce ve ilişkiler, maddî ve
ekonomik temel ilişkilerle belirlenmiştir. Ne var ki bu, çoğunlukla yanlış anlaşıldığı
gibi, her şeyin ekonomi tarafından belirlendiği anlamını vermez. İnsanlar elbette
maddî ve ekonomik ilişkilerine uygun düşünceler edinmişlerdir, ama edindirdikleri
düşüncelerle de maddî ve ekonomik ilişkilerini etkileyip değiştirmişlerdir. Bir
diyalektik ustası şöyle der: “Bu etkenler, karşılıklı etki halindedir. Ekonomik hareket,
sonsuz rastlantılar arasında beliren bir zorunluluk gibi, bu etkenler içinde kendi
yolunu açar. Yoksa kuzey Almancasının ses uyumundaki değişikliği, gülünç olmadan,
ekonomik açıdan açıklamak elbette mümkün değildir. Kendi tarihimizi kendimiz
yapıyoruz, ama bunu belirlenmiş öncüller ve koşullar içinde son çözümlemede,
8
belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal vb. koşullar, hatta insan
beyinlerine yapışan gelenekler bile, temel olmamakla beraber, etkindirler”.
DİYALEKTİK MATERYALİZM (FS): Her türlü gelişmenin genel yasalarını saptayan
bilim... Bilimsel dünya görüşü, iki büyük öğretiden meydana gelmiştir: Tarihsel
materyalizm ve diyalektik materyalizm. Her iki öğreti de diyalektik bir bağımlılık
içindedir ve birbirini bütünler. Bundan başka ve aynı zamanda tarihsel gelişmeleri
içinde düşünsel felsefeyle uygusal bilimin bütün olumlu verileri de bu öğretilerde
bütünlenmiştir. “Çağdaş fizik doğum sancıları çekmekte ve diyalektik materyalizmi
doğurmaktadır”. Diyalektik materyalizm; doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel
bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini
meydana koyar. Bundan ötürüdür ki diyalektik ve materyalist’dir. Diyalektik “hareket
ve gelişme”, materyalizm “doğanın insan düşüncesinden bağımsız olarak varlığı”
anlamındadır. Tarihsel ve diyalektik materyalist öğreti, ham ve metafizik yapılı
diyalektikle ham ve metafizik yapılı materyalizmi aşıp yeni ve bilimsel birer anlam
kazanan diyalektikle materyalizmin bağımlılığını ortaya koymakla oluşmuştur. Bu
oluşma bilim ve felsefe tarihinde tek ve en büyük bir devrimdir. Bu oluşma sonucudur
ki doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olay ve olgular aydınlanmış, kolaylıkla anlaşılır
olmuş, gerçekler meydana çıkmıştır. Bu oluşma sonucudur ki bilim felsefeleşmiş ve
felsefe bilimselleşmiştir, bilim ve felsefe birbiriyle kaynaşarak tek ve bütün bir bilgi
olmuştur. Diyalektik materyalizm ile; idealizm olduğu kadar materyalizm de
aşılmıştır, metafizik olduğu kadar diyalektik de aşılmıştır, materyalizm
diyalektikleşirken diyalektik materyalistleşmiştir. Diyalektikle materyalizm arasındaki
bileşim, evrenin anlaşılmasını olduğu kadar değiştirilmesini de zorunlu ve olanaklı
kılmıştır. Bu yüzdendir ki diyalektik ve tarihsel materyalist öğreti hem bilimselfelsefesel bir kuram, hem de ve aynı zamanda bilimsel-felsefesel bir yöntemdir. Tek
ve biricik bilimsel dünya görüşü diyalektik materyalizmdir. Bu dünya görüşü
diyalektiktir; çünkü doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olaylara yaklaşma ve onları
inceleyip kavrama yöntemi diyalektiktir; bu dünya görüşü materyalisttir; çünkü
doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olayları yorumlayışı materyalisttir. Diyalektik
materyalizm, “bulunan doğa bilimsel sonuçlarla o sonuçlar üstünde düşünen düşünme
tarzının karşıtlığı yüzünden, öğrenciler kadar öğretmenleri ve okurlar kadar yazarları
da umutsuzluğa düşüren o sonsuz karışıklığa” son vermiştir. Diyalektik materyalizmin
bilimselliği, bilimsel verilere dayanmasından ve ancak bilimsel verilerle
biçimlenmesinden ileri gelir. Bilimseldir, çünkü bilimle çelişmez, tersine, bilimsel
sonuçlarla uygundur. Bilimseldir, çünkü evrene, fantastik peşin yargılarla değil,
evrene özgü gerçek ilişkileri çözümleyerek yaklaşır. Bilimseldir, çünkü evrenin
bilimle bilinebileceğini savunur. Bilimseldir, çünkü hiç bir boş- inanç ve gericilikle
bağdaşmaz. Görüldüğü gibi bu bilimsellik, kimilerinin sandığı gibi yakıştırılmış bir
bilimsellik değil, bilime dayanan ve bilimi savunan, bilimle güçlenen ve bilimin
gelişmesiyle oluşan bir kuramın gerçek bilimselliğidir. Gerek idealizmin ve gerek
ham materyalizmin bilimsel olmadıkları ise doğa bilimlerine ters düşen
kavramlarından ve yorumlarından kolaylıkla anlaşılır. “Bilimin her gelişmesinde
diyalektik materyalist bilgilerin geçerliliği yeniden denetlenmeli ve geliştirilmelidir”.
Diyalektik materyalizm, gelişme olgusunun genel yasalarının bilimi’dir, öylesine ki
bilimsel gelişme olgusunu bütün öğretiler içinde tek başına temsil eder. Her bilim,
gerçeğin farklı alanlarındaki gelişmesini ancak o alanlarda geçerli özel yasalara
bağlar, diyalektik materyalizm ise bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar. Bu
genel yasalar, kurgusal varsayımlar değil; bizzat doğanın, toplumun ve bilincin
işleyişinden çıkarılmış ve onlara uygulanarak, denetlenmiş ve doğrulukları saptanmış
9
bilimsel yasalardır. Bu yasalar, karşıtların birliği ve savaşı yasası, nicelikten niteliğe
ve nitelikten niceliğe geçiş yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası adlarıyla
anılırlar. Bu yasalar, evrende var olan her şeyin bizzat nasıl devinip geliştiğinin,
süreklilikte kesintinin ve karşıtlıkların birdenbire dönüşümlerle, nasıl aşıldığının,
eskinin yıkılıp yeninin nasıl oluştuğunun anahtarını verir. Diyalektik materyalizm,
hem bilme ve hem de yapmanın öğretisi olmakla, kuramla kılgının (teoriyle pratiğin)
bağımlığını da ortaya koymuştur. Teorisiz pratik ve pratiksiz teori olmaz. Pratik
teoriyle başarılı olabildiği gibi teori de pratikten yansır. Diyalektik materyalizmin
gereği gibi anlaşılması için yukarda sayılı üç genel yasayla madde, hareket, bilinç,
zaman ve uzay, oluş, yasa vb. gibi kavramların diyalektik materyalist tanımlarının ve
özel ve genel, içerik ve biçim, öz ve olgu, neden ve sonuç, zorunluluk ve rastlantı,
olanak ve gerçeklik, mantıksal ve tarihsel vb. gibi ulamların birbirleriyle olan sıkı
bağımlılıklarının, yansı kuramı adıyla anılan diyalektik materyalist bilgi kuramının ve
tarihsel materyalist öğretinin bilinmesi gerekir. Diyalektik materyalizmin bilinmesi,
bilimsel gelişmeyle sınırlı olarak, tüm olay ve olguların bilinmesi ve ilerde olacak
olanların da doğru olarak tahmin edilmesi demektir.
DİYALEKTİK YÖNTEM (FS): Diyalektik uygulama tekniği… Doğasal, toplumsal ve
bilinçsel bütün olgular diyalektik gelişme yasalarıyla oluşur. Öyleyse bu oluşmayı
anlamak için ona diyalektik yöntemle yaklaşmak zorunludur. Diyalektik, bu yüzden
gelişmenin yasası olduğu kadar, gerçekliği değiştirme yöntemidir. Çünkü oluşmanın
nasıl gerçekleştiği bilinince o oluşmayı nasıl incelemek ve o oluşmayı değiştirmek
için ne türlü davranmak gerektiği de bilinir. Herhangi bir olgunun incelenmesinde
diyalektik yöntemi kullanmak o olguya diyalektik bilgilerle bakmak demektir. Bu
bilgiler, metafizik ve mekanik bilgilerin tam karşıtı olan bilgilerdir. Diyalektik
kavrayış, çok yönlü bir kavrayıştır; bu yüzden de formüllere bağlanıp reçetelenemez.
Her şeyden önce metafizik ve mekanik düşünme alışkanlığından kurtulmak gerekir,
bunun için de diyalektiğin iyice bilinmesi başlıca koşuldur. “Doğayı, tarihi ya da
bilinçsel etkinliğimizi incelediğimiz zaman hiçbir şeyin olduğu gibi ve olduğu yerde
kalmadığını, her şeyin değişip geliştiğini görürüz. İlişkiler, tepkiler, değişimler ve
bilişimlerle karşılaşırız. Hem de bu tabloyu bir bütün olarak görürüz, hareket eden
nesneden çok harekete bakarız. Doğal diyalektikçi olan eski yunan filozoflarının
yaptığı da budur ve bunu dile getiren ilk düşünür de Herakleitos’tur. Ama genelliği
doğru olarak saptayan bu görüş, ayrıntıları açıklamaya yetmez. Ayrıntılar
açıklanmadıkça da bütün anlaşılamaz. Bu ayrıntıları açıklayabilmemiz için onları
doğal ve tarihsel ilişkilerinden koparıp ayırmamız, ayrı ayrı incelememiz gerekir.
Nitekim böyle yapıldı. Ama bu zorunlu soyutlama, doğal nesneleri ve süreçleri,
canlılıkları içinde değil, ölülükleri içinde inceleme alışkanlığı doğurdu. Bacon ile
Locke bu inceleme biçimini doğa bilimlerinden felsefeye aktarınca metafizik
düşünme yöntemi doğmuş oldu. Metafizikçi için nesneler ve onların insan zihnindeki
yansıları birbirinden ayrılmıştır, birbirlerinden ayrı olarak incelenmeleri gerekir: bir
şey ya vardır, ya da yoktur, bir şey hem kendisi hem de kendisinden başka bir şey
olamaz. Olumluyla olumsuz birbirlerini kesinlikle kovar, neden ile sonuç birbirlerine
karşı birer karşısav durumundadır. Metafizik düşünme yöntemi ilk bakışta çok açık
görünür, ne var ki araştırmanın geniş alanına açıldıkça belli bir alanda yeterli ve
gerekli olan bu yöntemin yetmezliği, tek yanlılığı, çözülmez çelişkilere düştüğü
meydana çıkar. Ayrı ayrı nesneleri incelerken onların arasındaki ilişkileri unutur,
hareketleriyle geçmişlerini ve geleceklerini görmez oluruz. Ağaçları tek tek
incelerken ormanı göremeyiz. Oysa her organik varlık her an hem aynıdır, hem de
aynı değildir. Her an dışardan sağlanmış maddeleri özümler ve başka maddeleri dışarı
10
atar, öyle ki her an kendisidir ve yine de kendisinden başka şeydir. Daha yakından
incelenince bir karşıtlığın iki ucunun, örneğin olumluyla olumsuzun, karşıt oldukları
kadar ayrılmaz ve karşıtlıklarına rağmen birbirleriyle iç içe olduklarını görürüz.
Bunun gibi nedenle sonucun ancak tek olaylarda geçerli kavramlar olduklarını oysa o
tek olayı evrenin bütünüyle olan genel ilişkisi içinde düşününce birbirleriyle
rastlaştıklarını ve sürekli olarak yer değiştirdiklerini; evrensel etki ve tepkiyi göz
önüne aldığımızda nedenle sonucun birbirine karıştığını, burada sonuç olan şeyin
orada neden ve orada neden olanın burada sonuç olduğunu anlarız. Böylesine
süreçlerin hiçbiri metafizik yöntemin çerçevesine giremez. Oysa diyalektik yöntemi,
nesneleri ve onların betimlenmelerini, düşünceleri; ilişkileri, sıralanmaları,
hareketleri, başlangıçları ve bitimleri içinde kavrar. Doğada hiç bir şey kalktığı yere
dönen bir çemberin değişmezliğinde devinmez, tersine, gerçek bir tarihsel evrimle
devinir. Yöntem belli bir amaca varma için izlenmesi gereken ilkeleri saptar. Doğru
düşünme ve doğru uygulama amacına da bunu sağlayabilecek bir yöntemle varılır.
Metafizik yöntem belli ve dar alanlarda bütünü parçalarında da tanımak için ya da
parçalarını da tanıyarak bütünü daha iyi tanımak için soyutlamanın gerekli bulunduğu
alanlarda geçerlidir. Bunun taban tabana karşıtı olan diyalektik yöntemi ise doğanın
işleyiş biçiminden çıkarılmıştır ve gerçekten bilmenin geniş alanlarında; doğanın ve
toplumun ve bilincin tüm olay ve olgularında geçerlidir. Diyalektik yöntemi
bilimseldir ve bilimlerin gelişmesiyle oluşmuştur. Metafizik yöntem ise kurgusaldır
ve kurgusal soyutlamalarla oluşmuş, hiçbir zaman da bilimlerle bağdaşamamıştır.
Diyalektik inceleme somuttan soyuta ve sonra yeniden somuta varan bir yol izler.
Diyalektik yöntem parçalarını da tanıyarak bütünü daha iyi tanımak için en soyuta
indiği evrede bile doğa ve son çözümlemede doğanın ürünü olan toplum ve insan
bilinci olay ve olgularını: 1. bütünsellikleri, 2. çok yanlılıkları, 3. bağımlılıkları, 4.
hareketsellikleri, 5. çelişmeleri, 6. değişkenlikleri, 7. gelişkenlikleri içinde inceler.
Diyalektik yöntemle inceleme önce bu olgu ve olayları tanıyıp bilmeyi, sonra da bu
doğru düşünmenin sonucu olarak doğru uygulamayı gerçekleştirir. Bilimsel veriler
göstermiştir ki doğa, toplum ve bilinç diyalektik olarak işlemektedir; öyleyse bunların
olay ve olgularını incelemek için bunlara aynı yöntemle, yani diyalektik bir düşünüşle
yaklaşmak gerekir. Diyalektik olarak işleyen doğa, toplum ve bilinç olaylarına onlara
ters düşen metafizik yöntemle yaklaşılamaz. Doğa, toplum ve bilinç olaylarını
diyalektik yöntemiyle tanımak, onlar üstünde düşünmek ve onları beşerî (insansal)
eylemle etkileyebilmek için: 1. Onları somut bütünlükleriyle ele almak gerekir.
Soyutlama, ancak onları parçalarında da tanıyarak bütünlüklerini daha iyi tanımak
için yapılır. Onların gerçek bilgisi bu soyutlamanın yeniden somutlanmasıyla elde
edilir. 2. Onları bütün yanlarıyla ele almak gerekir. Her olay ve olgu çok yanlıdır, tek
yanını tanımakla bütünü tanınamaz. 3. Onları bağımlılıkları içinde ele almak gerekir.
Her olay ve olgu, başkaca birçok olay ve olgularla bağımlıdır. Bu bağımlılıklarından
kopararak onu incelemek, onun tanınmasını olanaksız kılar. 4. Onları hareketlilikleri
içinde ele almak gerekir. Her olay ve olgu hareketseldir. Geçmişi, şimdisi ve sonrası
vardır. Bu her olay ve olgunun bir tarihi olduğunu dile getirir. Hiçbir olay ve olgu
geçmişinden koparılarak ve sonrasına bağlanmadan tanınamaz. 5. Onları çelişmeleri
içinde ele almak gerekir. Hareketselliği gerçekleştiren çelişmedir. Neyle, neden, nasıl
ve hangi yöne doğru çeliştiği bilinmeyen hiçbir olay ve olgu tanınamaz. 6. Onları
değişkenlikleri içinde ele almak gerekir. Tüm olay ve olgular kimi yavaş kimi hızlı
ama tümü de sürekli olarak değişirler. Bu değişkenlik, hareketselliğin zorunlu
sonucudur. Onları değişmez olarak ele almak tanınmalarını olanaksız kılar. 7. Onları
gelişkenlikleri içinde ele almak gerekir. Gelişme, hareket ve değişmenin zorunlu
sonucudur. Olay ve olguların değişmeleri basitten karmaşığa, alttan üste ya da
11
aşağıdan yukarıya, az gelişmişten daha gelişmişe doğru gelişen bir süreç izler. Onları
bu gelişmelerin dışında ve gelişmez olarak ele almak tanınmalarını olanaksız kılar. Bu
ilkeleri tersine çevirmekle metafizik yöntemin ilkeleri elde edilir ve metafizik
yöntemin geniş araştırmalardaki tüm yanılgılarının nedeni de kolaylıkla anlaşılmış
olur. Demek ki metafizik yöntem olay ve olguları bütünlüklerinden soyutlanmış
olarak, tek yanlı, bağımsız, hareketsiz, çelişmesiz, değişmesiz ve gelişmesiz bir
durumda ele alır ve öyle görür. Oysa olay ve olgular kesinlikle bir bütüne bağlı, çok
yanlı, başka olay ve olgularla bağımlı, hareketli, çelişmeli, değişmeli ve gelişimseldir.
Demek ki ve pek açık olarak metafizik yöntemin tutumu ve bu tutumun sonucunda
vardığı sonuçlar yanlıştır. Diyalektik yöntemi doğa, toplum ve bilinç olaylarını
tanımanın ve onların üstünde düşünmenin yöntemi olduğu kadar onları değiştirmenin
ve yeniden kurmanın da yöntemidir. Yöntemin bu niteliği, olguları bütünüyle tanıması
ve bilmesi sonucudur. Ancak bilinen değiştirilebilir, bilinmeyen değiştirilemez.
Bundan başka doğa, toplum ve bilinç olaylarını değiştirme işlemi bir bakıma
zorunludur da. Doğa, toplum ve bilincin bizzat kendileri her an bilinçli insan
pratiğiyle değiştirilmekte ve beşerî (insansal) yaşama daha elverişli biçimlere
dönüştürülmektedir. Değiştirmenin yöntemi olan diyalektik yöntem bu yüzden yenici
ve ilerici, bunun tam karşıtı olan değişmezliğin yöntemi metafizik yöntem ise bu
yüzden tutucu ve gericidir. Diyalektik yöntemi tüm inceleme ve gözlemlerinde
diyalektiğin üç temel yasasını (karşıtların birliği ve savaşı, nicelikten niteliğe ve
nitelikten niceliğe geçiş, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasalarını) daima göz
önünde tutar, onların bilgisiyle olay ve olgulara egemen olur.
DÜNYANIN PAYLAŞILMASI: Kapitalist üretimin emperyalizm aşamasında kapitalist
ülkelerin dünyayı aralarında bölüşmeleri... Dünyanın paylaşılması olayı 1873
ekonomik bunalımından sonra başlamıştır. Bu paylaşma, serbest rekabet
kapitalizminin tersine, tekelci kapitalizmin zorunlu gereğidir. Sermaye ihraç edilecek
sömürgeler elde etme zorunluluğu, hammadde kaynaklarını tekellere bağlamak ve
anavatan işçilerine sömürüden küçük bir pay ayırmak zorunluluğuna eklenmişti.
Sosyalist anlayışa göre sosyalizm çağındaki savaşların tek nedeni, dünyanın
paylaşılmasıdır. Bu paylaşma, önceleri geri kalmış ülkeleri doğrudan doğruya
sömürgeleştirmekle başlamış ve giderek bayrak dikme yerine ekonomik bağımlılık
biçimindeki yeni sömürgeciliğe dönüşmüştür. Dünyanın paylaşılması, gelişme farkları
yüzünden -ki kapitalizm bu gelişme farklarına dayanan bir düzendir- payının
arttırılmasını isteyenlerce sık sık tekrarlanmış ve dünya birçok kez yeniden
paylaşılmıştır. Son paylaşma 1939 ikinci Dünya Savaşı’yla gerçekleşmiştir. Bu
paylaşmalar, her zaman, kapitalist ülkelerin görünüşteki güçlerine uygun değildir.
Örneğin hiç de güçlü görünmedikleri halde Hollanda, Belçika, Portekiz vb. gibi
ülkeler büyük sömürge imparatorluklarına sahip olmuşlardır. Buna karşı yeni
sömürgecilik aşamasında bu ülkeler, büyük kapitalist ülkelere mal ve paraca
bağlanarak sömürge imparatorluklarıyla birlikte yarı sömürge durumuna
düşmüşlerdir. 20’nci yüzyılın ikinci yarısında eski anlamda sömürge hemen hiç
kalmamış gibidir. Günümüzde gelişmemiş küçük ülkeler yurtlarında kendi
bayraklarını dalgalandırmakta, oysa tümüyle bağımlı bir durumda bulunmaktadırlar.
DOĞU DESPOTİZMİ: Doğu buyrukçuluğu... Egemen sınıfın temsilcisi olarak devletin,
üretim koşullarına doğrudan doğruya el attığı Doğu toplumlarında gerçekleştirilen
yönetime 17’nci yüzyıldan beri Doğu despotizmi denmektedir. Bu sistemde artıkdeğer, vergi biçiminde, devletin elinde toplanır. Toplumsal otorite despotik bir biçime
dönüktür. Bu sistemde, bireylerin özel mülkiyeti yoktur, sadece kullanma hakları
12
vardır. Toprağın mülkiyeti devletindir. Bu gibi toplumlarda özel mülkiyet
bulunmadığı halde toplumsal gelişmenin gerçekleşmemesi kimi iktisatçıların dikkatini
çekmiş ve bu sistemin üretim biçimine Asya tipi üretim biçimi adı verilmiştir.
Sistemin incelenmesi, böylesine bir despotizmle gelişmenin bağdaşamayacağı
sonucunu vermiştir. Bu sistemde toplumun egemen sınıfı, despot’un yönetimi altında,
yönetici memurlardır. Tüccar, burada, bir devlet memuru olarak ortaya çıkar.
Devletçe alınan vergi, devleti temsil edenler yararına alınan toprak rantına dönüşür.
Toplumun fazladan çalışma yükümü, devlet angaryası adını almıştır. Bu sistemde
ticaret, bir pazar üretimi konusu değil, bir devlet gelişmesi ve savunması konusudur.
Burada birey, başka bir bireye tek başına bağlı değil, topluluk halinde kendilerinden
daha üstün bir azınlığa topluca bağlıdır. Bu sistemde köleciliği de devlet
gerçekleştirmektedir, üretimde çalışan köleler devletin malıdır. Yönetici zengin sınıfın
köleleri üretime katılmamaktadır. Üretimi kamçılayan hiçbir etken ve yatırım yoktur,
elde edilen gelir ya savunma araçlarına ya da zevk ve sefa âlemlerine harcanarak
çarçur edilmektedir. Buysa, toplumu, gelişme bir yana, günden güne daha kötüye
götürmektedir. Daha açık bir deyişle, böylesine bir sistemde, özel mülkiyetin yokluğu
kapitalist bir gelişmeye engel olmak bakımından daha kötü bir sonuç vermiştir. Çünkü
kapitalist gelişmede hemen herkes, en yoksulları bile genel gelişmeden az da olsa
paylarını alırlar. Ama Doğu despotizmi’nde ezilenler en kötü durumdadırlar ve Hint
paryaları gibi sürünmektedirler. İlkel toplumdan feodal topluma geçilmeden, böyle bir
sisteme dönüşülmesinin nedeni dış baskılarla, bir despot’u gerektiren iç çelişmelerin
kaçınılmaz biçimde çoğalmış olmasıdır.
EKONOMİK GELİŞME: Üretim biçimlerinin evrimi… Tarihsel süreçte her üretim
biçiminin (komünal, köleci, feodal ve kapitalist) evrimi, kendinden daha üstün yeni
bir üretim biçimine dönüşmekle sonuçlanmıştır. Bu deyim, ekonomik büyüme
deyimiyle yakın anlamlıdır.
EKONOMİK GELİŞME YASASI: Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uygunluk…
Her sosyo-ekonomik oluşumun kendine özgü yasaları vardır, ama bütün sosyoekonomik oluşumlarda geçerli olan genel ekonomik gelişme yasası, üretim güçleriyle
üretim ilişkileri arasındaki uygunluk yasası’dır. Bu genel yasa da, özel ekonomik
gelişme yasaları gibi, nesneldir; yani, insan iradesinden ve düşüncesinden
bağımsızdır, insanlarca bilinebilir ve kullanılabilir ama, değiştirilemez, yaratılamaz ve
yok edilemez. Bu genel ekonomik gelişme yasasına göre üretim güçleriyle üretim
ilişkileri arasındaki uygunluk sürdükçe ekonomik gelişme gerçekleşir. Ekonomik
gelişme önce üretici güçlerde, bunların içinde de ilkin üretim aletlerinde başlar. Daha
açık bir deyişle, önce üretim aletleri değişir ve gelişir. Üretim ilişkileri bu gelişmeyi
destekleyebilmek için bu değişme ve gelişmeye uygun olmalı, yani o da üretim
güçleriyle birlikte ve onlara uygun olarak değişmeli ve gelişmelidir. Üretim güçlerinin
değişmesi ve gelişmesi üretim ilişkilerinin değişmesi ve gelişmesini aşarsa –ki tarihsel
sürecin belli sosyo-ekonomik formasyonlarında böyle olmuştur– üretim ilişkileri
üretim güçlerinin gelişmesini engellemeye ve kösteklemeye başlar. Daha açık bir
deyişle, önce üretim güçlerinin gelişmesine destek olan üretim ilişkileri, sonra köstek
olur. Örneğin köleci düzende ilkin üretim güçleriyle üretim ilişkileri birbirine
uygundu ve düzen gittikçe gelişiyordu. Bu gelişme yeni üretim aletleri meydana
getirdi ve efendiyle köle arasındaki üretim ilişkileri bu yeni aletlerin kullanımına
köstek olmaya başladı. Köleler bu yeni ve pahalı üretim aletlerine hiçbir ilgi
duymuyorlar ve onları kırıyorlardı. Ekonomik gelişme bundan ötürü durdu ve
bunalım başladı. Bu çıkmazı çözümlemek için köleleri yeni aletlerle ilgilendirmek ve
13
sorumlu kılmak, yani, üretimden onlara da pay vermek gerekti. Böylelikle köleyle
efendi arasındaki üretim ilişkileri de değişmek zorunda kaldı ve köleci toplum yeni bir
sosyo-ekonomik formasyon olan feodalizme zorunlu olarak dönüştü. Köle, üretimden
az da olsa pay alan toprak kölesine dönüştüğü gibi köle sahibi efendi de toprak
kölesine pay veren toprak sahibi bey oldu. Bu yeni ilişkiler ekonomik gelişmeye yol
açtılar ve feodal düzeni bir süre geliştirdiler. Üretim güçleri hızla gelişmeye başladı
ve bu gelişme de daha yeni üretim ilişkilerini gerektirdi. Kapitalist düzene zorunlu
dönüşme de böylelikle gerçekleşti.
EKONOMİK YASALAR: Ekonomik olguların gelişmesini belirleyen zorunlu, nedensel ve
nesnel iç ilişkiler… Ekonomik olguların da yasalara bağlı bulunduğu keşfedilmiş ve
ekonomi böylelikle bilimselleşmiştir. Ekonomik yasalar’a geniş anlamda toplumsal
yasalar ya da tarihsel yasalar da denir. Toplumun gelişmesi, temelde, ekonomik
gelişmeye bağlıdır. Bu gelişmeyse, tarihin belli dönemlerindeki üretim sürecinde o
dönemlere özgü tekil, birkaç döneme özgü tikel ve tüm üretim sürecinde geçerli genel
yasalarla belirlenmiştir. Bundan ötürüdür ki ekonomik yasalar, aynı zamanda,
toplumsal ve tarihsel bir karakter taşırlar. Her sosyo-ekonomik formasyonun kendine
özgü yasaları vardır, örneğin artı-değer yasası sadece kapitalist üretim biçimine
özgüdür, öteki üretim biçimlerinde yoktur, tekil bir yasadır. Buna karşı sınıf savaşımı
yasası köleci, feodal ve kapitalist sosyo-ekonomik formasyonlarda geçerlidir, tikel bir
yasadır. Üretim ilişkilerinin üretim güçlerine uygunluğu yasası tüm üretim
biçimlerinde (ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist) işler, genel bir
yasadır. Bütün bunların üstünde ve tümünü kapsayan evrensel yasalar da vardır ki
doğada, toplumda ve bilinçte olmak üzere evrenin tüm alanlarında etkindirler. Bunlar
nicelikten niteliğe geçiş, olumsuzlamanın olumsuzlanması ve karşıtların birliği ve
savaşımı yasalarıdır. Tekil, tikel ve genel ekonomik yasalar son çözümlemede bu
evrensel yasaların güdümü altındadırlar. Belli üretim biçimlerine özgü tekil yasaların
kimileri temel ve kimileri de onlara bağlı olarak türev yasalardır. Türev yasalar, bir
temel yasadan türeyen ve o yasayı somutlaştıran yasalardır; temel yasanın egemen
olduğu tüm tikel alanlarda işlerler ve temel yasaya bağlı olmalarından ötürü bütün bu
tikel alanları birbirine bağlayıp somutlaştırırlar. Belli bir ekonomik alanı, o alanın
temel yasasına bağlı olan bir türev yasalar hiyerarşisi işletir. Örneğin kapitalist üretim
düzeninin temel yasası artık-değer yasasıdır. Ama bu temel yasanın türevleri olan
değer yasası, emek yasası, yeniden üretim yasası vb. kapitalist üretim biçiminin tikel
ekonomik olaylarını belirleyerek tüm kapitalist üretim biçiminde geçerli temel yasa
olan artık-değer yasasını bütünler ve somutlarlar. Türev yasalar, somut olaylara temel
yasalardan daha yakındırlar. Ekonomik süreç bu tekil, tikel ve genel ekonomik
yasalarla belirlenir. Ekonomik yasalar da, doğa yasaları gibi nesneldirler, yani insan
bilincinden ve iradesinden bağımsızdırlar. Ne var ki tüm toplumsal-tarihsel süreçte
olduğu gibi ekonomik yasaların işleyişinde de insan etkinliği büyük bir rol oynar.
İnsanlar bu yasaların bilgisine ve bilincine varmakla onları yönlendirebilirler,
yavaşlatıp hızlandırabilirler, daraltıp genişletebilirler. Yasaların nesnel karakteri,
insanların onlara etkin bir biçimde el atmalarını engellemez. Ekonomik yasalar,
birçok engellerle karşılaşsalar da, ergeç kendilerine işleyebilecekleri yolu açarlar.
Ama bu, ekonomik yasaların gereken yollarını kendiliklerinden açacağı anlamına
gelmez, yasaların işleyişinde çıkarları olan toplum güçlerini ergeç oluşturacakları ve
kendilerini işletebilecek bilinçli beşerî (insansal) etkinliği ergeç meydana getirecekleri
anlamına gelir. Doğa yasalarının kendiliğinden işlemeleriyle oluşan ve gelişen
evrende insanın varlaşmasıyla insan öğesi de bu sürece katılmış bulunmaktadır.
Bundan ötürüdür ki toplumsal-tarihsel-ekonomik yasaların işleyişinde, doğa
14
yasalarından farklı olarak, nesnel etmenlerin (objektif faktörlerin) işlemesine öznel
etmenler (sübjektif faktörler) de katılmıştır. İnsan bilincinden ve iradesinden bağımsız
nesnel etmenler (doğa koşulları, belli bir üretim düzeyi, gelişmenin doğrultusunda
beliren tarihsel ödevler vb.) ancak öznel etmenlerin (bireylerin, sınıfların, devletlerin
bilinçli etkinlikleri) işlemesiyle meydana çıkabilir. Belirleyici olan nesnel etmenlerdir,
ama bu nesnel etmenler öznel etmenlerin katkısı olmadan işleyemezler. Buna karşı
öznel etmenler de ancak nesnel etmenler hazır olduğunda bir rol oynayabilirler.
İnsansal katkı, doğanın kendiliğinden gelişmesine karşı, toplumsal gelişmenin temel
özelliğidir. Ne var ki beşerî (insansal) bilinçlilik, günümüzün bilimsel aydınlığından
önce kör bir bilinçlilikti. Toplumsal ve ekonomik gelişmenin yasaları bulunup
insanlarca kavranmadan önce onlara egemen olunamazdı. İnsanın kendi ürününün
kendine egemen olması ve onu köleleştirmesi bu yüzdendi. Bundan ötürüdür ki bu
kavrayıştan önceki insan bilinçliliği, kendiliğinden gelişmenin yönlendirdiği çok dar
ve bilgisiz bir bilinçlilikti. Bu tarihsel kendiliğindenliğin karşısında tarihin bilgili bir
bilinçle yaratılması çağı, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan büyük aydınlığın
ışığında olmuştur. Yüzyılımızın bilinçli insanları için artık bütün ekonomik-toplumsal
gerçekler apaçıktır. Bilgili bilinçlilikleriyle günümüz insanları artık nesnel yasaları
kendi mutlulukları doğrultusunda yönlendirebilirler. Nesnel yasaların kendiliğinden
işlemesiyle insan mutluluğunu ağlayacağını düşlemek, insan zekâsı olmaksızın,
örneğin, ampulün kendiliğinden oluşacağını düşlemekten farksızdır. İnsanlar nasıl
doğa yasalarının bilgisini edinerek Ay’a ayak basmayı başarmışlarsa, toplumsalekonomik yasaların bilgisini edinerek öylece kendi mutluluklarını yaratmayı da
başarabilirler.
EKONOMİ POLİTİK: Üretimin toplumsal yapısını inceleyen bilim… Ekonomi politik,
üretimin ve bölüşümün toplumsal ilişkilerini tarihsel gelişmeleri içinde inceler ve bu
bakımdan ekonomi değiminden çok farklı bir anlam taşır. Eski ekonomi üretim,
tüketim ve bölüşüm gibi ekonomik olayları insan ilişkilerinin dışında ve soyut olarak
incelerdi. 17’nci yüzyılda kullanılmaya başlayan ekonomi politik deyimi, Yunancadan
gelen oikonomia sözcüğüyle toplumsal örgüt anlamındaki politeia sözcüklerinden
yapılmıştır. Ekonomi politik, çeşitli gelişme aşamalarında üretimin ve bölüşümün özel
yasalarını araştırı ve bu özel yasalardan üretim ve bölüşümün genel yasalarını çıkarır.
Burjuva ekonomi politiği ve bilimsel ekonomi politik deyimleri de metafizik ve
diyalektik ekonomi anlayışlarını birbirinden ayırmak için kullanılmaktadır.
Sosyalistlerin burjuva ekonomi politiği adını verdikleri bilim, toplumsal değil,
bireysel ekonomik faaliyetleri inceler ve bunları her zaman ve her mekânda geçerli
sonsuz ve değişmez yasalara bağlamaya çalışır.
EMEK GÜCÜ: Çalışma yeteneği… Emek gücü, insanın canlı varlığında bulunan ve onun
herhangi bir kullanma değeri üretirken kullandığı fiziksel ve ussal yeteneklerinin
tümüdür. İnsanın ürünü, onun emek gücüyle elde edilir. Üretim sürecinde üretim
araçlarından yoksun bırakılan insan emek gücünü pazara çıkarmak ve satmak zorunda
kalmıştır. Emek gücü böylelikle mal durumuna dönüşür ve fiyatı da, onun yeniden
üretilmesi için gerekli zamanla belirlenen, değiştirme değeri olur. Oysa, pazardaki
bütün mallar gibi, değiştirme değeri ile satın alınan bu malın kullanma değeri’nden
yararlanılır. Ne var ki, emek gücünden başka bütün mallar kullanılırken yeni bir değer
yaratmadıkları halde emek gücü kullanılırken değer yaratmak gibi bir olağanüstülüğe
de sahiptir. Bunun nedeni, zaman öğesidir. Emek gücü de, kendisinin yeniden
üretilmesi için gerekli zaman süresiyle sınırlı olarak kullanılsaydı artık bir değer
yaratmazdı. Oysa, bir malı satın alanın onu dilediği gibi kullanmak hakkına
15
dayanılarak, emek gücü, kendisinin yeniden üretilmesi için sosyal olarak gerekli
zaman’dan daha uzun bir süre kullanılarak artık-değer üretir. Bir sütçü sütünü
satarken sütün değiştirme değerini alır ve sütün kullanma değerinden ayrılır, artık sütü
alan o sütü dilediği gibi kullanabilecektir. Emekçi de emek gücünü satarken onun
değiştirme değerini alır ve kullanma değerinden ayrılır, kapitalist de bu emek gücünün
kullanma değerini dilediği gibi kullanabilmektedir. Diyalektik anlayışın dile getirdiği
anlam budur. Bu anlayışa göre emek gücü de kendisinin yeniden üretilmesini için
gerekli zaman süresiyle sınırlı olarak kullanılsaydı artık-değer yaratmayacaktı.
EMPERYALİZM: Kapitalizmin tekelcilik aşaması… Eski sözcüklerde bir devletin
genişleme ve öteki devletlere egemen olma isteği biçiminde tanımlanan emperyalizm
deyimi ilkin 1880’lerde İngilizce olarak imparatorluk rejimi yandaşlarının öğretisi
anlamında kullanılmıştır. Sözcük olarak imparatorluk anlamındaki Latince imperium
deyiminden türemiştir, etimolojik kökü Hint-Avrupa dil grubunun elde etme
düşüncesini dile getiren per sözcüğüdür. Emperyalizm, gelişmiş bir kapitalizmdir.
Kapitalizmin temel niteliği olan serbest rekabet kendi zıddı olan tekelciliğe dönüşmüş
ve kapitalizmi daha yüksek ve gelişmiş bir ekonomik düzeye ulaştırmıştır. “Serbest
rekabet, kapitalizmin ve genel olarak mal üretiminin temel niteliğidir. Tekelcilikse
serbest rekabetin tam zıddıdır. Ne var ki serbest rekabet büyük ölçüde bir sanayi
yaratarak ve küçük sanayiyi saf dışı ederek, büyük tröstleri meydana getirip milyarları
kullanan bir düzine kadar bankanın sermayesini bunlarla birleştirip kaynaştırarak
tekeller haline dönüşmüştür”. Emperyalizm aşamasında sermaye ve kapitalist üretim
çok yüksek bir çizgide yoğunlaşarak tekelleri doğurmuştur. Banka sermayesi sanayi
sermayesiyle birleşerek finans kapital deyimiyle dile getirilen malî sermaye
doğmuştur. Bankerlerin ve sanayicilerin yerini banker-sanayici olan yeni bir kapitalist
tipi almıştır. Artık sanayi ürünleri yerine kapital ihraç edilmektedir. Uluslararası bir
nitelik kazanan kapitalizm, uluslararası tekeller kurup dünyayı paylaşmıştır.
Azgelişmişlik olgusu emperyalizmin ürünüdür. Çünkü kapitalizm ve onun yüksek
aşaması emperyalizm gelişme farklarına dayanan ekonomik bir sistemdir, kimi
ülkelerin olduklarından da daha geriye itilmeleri gerekir. Sosyalist ekonomi anlayışına
göre yüksek kârlar, yani emperyalist kârlar, çeşitli ülkelerdeki sermayenin organik
bileşimindeki farklardan oluşur.
FABİANCILIK: İngiliz reformculuğu… Londra’da Edward R. Pease tarafından 1883
yılında kurulan Fabian Derneği’nin güttüğü sözde sosyalizme Fabian sosyalizmi
denir. İngiltere’de kolektivizmin öncüsü sayılmıştır. Adını, Cunctator (Latince savaşı
ılımlı kılan) diye anılan ılımlı ve törebilimci politikacı Romalı Fabius’tan almıştır.
Amacı, Romalı Fabius’un ılımlı yöntemleriyle oportünist bir sosyalizmi
gerçekleştirmekti. Burjuva aydınlarınca desteklenen bu dernek, 1906 yılında İngiliz
İşçi Partisi’ni doğurdu. Bernard Shaw ve Wells gibi ünlü yazarlarla Sidney Webb,
Béatrice Webb, O. Lodge gibi ünlü iktisatçıların katıldıkları bu dernek 1889 yılında
Fabian Denemeleri’ni yayımladı. Sermayeyi ve sermayedarı toplum için gerekli
sayıyor, sınırsız kazançların kötü sonuçlarını engellemek için devletin işe el
koymasını öneriyordu. Fabiancılara göre sermayenin rolü toplum için yararlı ve
zorunludur, sermaye kapitalistin işçiden aldığı emek birikimi değildir. Kapitalist,
sanayi devriminde önemli bir görev başarmıştır ve bu yüzden de yarattığı değişim
değerinin büyük bir parçasına hak kazanmış bulunmaktadır. Ne var ki sanayinin
işletmesini bizzat yürütmediği ve onu zamanla ücretli işletmecilere bıraktığı için artık
hiçbir hakkı kalmamıştır. Toplum, zenginliğin yaratılması için bireyle her an işbirliği
yapan canlı bir varlık olarak ele alınmalıdır. Birey, toplumun yardımı olmadan tek
16
başına zenginlik yaratamaz. Gerçekte değeri yaratan da, ücreti ödeyen de toplumdur.
Örneğin yeni bir kent yapılması, yeni bir demiryolu döşenmesi toprağın değerini
arttırır. Toplum, değer yaratıcı olduğuna göre, kendi yarattığı değeri denetlemesi ve
ondan yararlanması gerekir. Marx’ın düşündüğü değişim değerinin dışında başka
değerler de vardır. Toprak bu değerlerden biridir. Toprağı değerlendiren, toplumun
toprak ihtiyacıdır. Bu yüzden toprak geliri olan rantın da topluma mal edilmesi
gerekir. Toprak sahipleri, kendilerinin değerlendirmedikleri toprak gelirini haksız
olarak almaktadırlar. Gelişme mekaniktir, kendiliğinden ve yavaş yavaş olur. Bu
yüzden bir parti kurulması bile gerekmez. Kapitalizm, nasıl olsa, küçük dönüşümlerle
derece derece sosyalizme dönüşecektir. Sınıf mücadelesi diye bir şey yoktur.
Fabiancıların toplum’dan anladıkları anlam devlet’tir, ekonomik sürecin dizginleri
daima devletin elinde bulunmalıdır. Fabiancılar İngiltere’de işçi koşullarının
düzeltlmesine çalışmışlar, Factory Act ve Trade Boards Act gibi yasalarla sağlık,
yaşlılık, işsizlik sigortalarının gerçekleştirilmesinde etken olmuşlardır. Sosyalizm
anlayışında Marx’a açıkça karşıdırlar. John Stuart Mill ve W. S. Jevons’un
düşüncelerini güderler. İşçi Partisi kurulduktan sonra bu partiye katıldılar ve bu parti
içinde eridiler. Fabiancılık 1938 yılında İşçi Partisi milletvekilleri tarafından kurulan
Yeni Fabian Araştırma Bürosu (New Fabian Research Bureau)’yla yeniden
canlandırılmaya çalışıldı. Alman tarihçisi Isaac Deutscher Silahsız Sosyalist adlı
yapıtında (Bk. Rasih Güran çevirisi, s.233) bunu şöyle anlatır: Trotskiy, kısa ve
keskin darbelerle Fabianizm’in sosyalist maskesini yüzünden atmış, muhafazakar ve
liberal geleneğe bağlılığını, bayatlığını, modası geçmişliğini, ampirik dar kafalılığını,
barış sahtekarlığını, monarşi ve imparatorluk karşısındaki fetişizmi açığa vurmuştu…
Fabianizm, bu saldırı karşısında uzun bir süre kendisini toparlayamadı”.
FEODALİZM: Toprak mülkiyetine ve toprak kölesi emeğine dayanan ekonomik düzen…
Tarihsel süreçte köleci üretim düzeninin zorunlu dönüşümüyle oluşmuştur ve sınıflı
toplum biçimlerinin ikincisidir. Özellikle 9’uncu yüzyıldan 13’üncü yüzyılın
ortalarına kadar en yoğun biçimiyle ortaçağ Avrupa’sına damgasını vuran bu düzene
bu adı yakıştıran 1727 yılında Conte de Boulainvilliers’dir, daha sonra Montesquieu
bu adı yaymıştır. Fransızlar özellikle feodalite deyimini kullanırlar. Türkçe yazımıyla
dilimizde de kullanılan feodalizm deyimi, Fransızcada feodal ıra (karakter) anlamını
dile getirir. Aynı sözcük Almanca, İngilizce ve İtalyancada Fransızcadaki feodalite
anlamını karşılar ki ortaçağın siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimi’ni dile getirir.
Fransızca Feodal deyimi fief sahibi demektir, bu da Osmanlıcada malikâne deyimiyle
dile getirilen yurtluğa sahip olan anlamındadır. Feodalite sözcüğü, Latince birtakım
askerlik hizmetlerini yerine getirmek şartıyla hükümdardan alınana toprak anlamına
gelen feodum sözcüğünden türetilmiştir. Senyör adı verilen bu asker toprak beyleri,
serf adı verilen toprak köylüsü üstünde birtakım haklara sahip bulunuyorlardı. Bu
düzenin ana karakteri, toprak beylerinin toprak üstündeki mülkiyet haklarıyla
belirlenmişti. Bu düzenin üretim ilişkileri, emeğinin veriminden serf’e bir pay ayırır.
Serf, yani toprak kölesi, ilkel köleden farklı olarak, toprağın ya da iş süresinin küçük
bir parçasında kendisi için çalışır. Böylelikle ödenmiş emekle ödenmemiş emek,
zaman ve mekânca birbirlerinden ayrılarak gün ışığına çıkmış bulunmaktadır. “Daha
düne kadar bütün Doğu Avrupa’da var olduğunu söyleyebileceğimiz biçimiyle toprak
kölesi (serf) olan köylüyü ele alalım. Bu köylü örneğin üç gün kendi tarlasında ya da
kendisine kiralanmış tarlada kendisi için çalışır. Üç gün de senyörünün malikânesinde
karşılıksız angarya yapar. Öyleyse burada ödenmiş emek’le ödenmemiş emek,
görünür bir biçimde, zaman ve mekân bakımından birbirlerinden ayrılmıştır” (Ücret,
Fiyat ve Kâr, çev. Erdoğan Başar, s. 67,68) Feodalite sözcüğü her ne kadar Türkçeye
17
Derebeylik sözcüğüyle çevrilmişse de, Osmanlı derebeylerinin durumu Batı
feodallerinden farklıdır, bizzat Engels, Osmanlı derebeylerini yarı feodal olarak
nitelemiştir. Engels, 22 Aralık tarihli mektubunda şöyle der: “Hiç şüphe yok ki serflik
ve toprağa bağımlılık, sadece ortaçağa özgü feodal bir biçim değil. Fatihlerin, toprağı,
yerli halka kendi hesaplarına işlettikleri her yerde buna rastlıyoruz… Eski Türk yarı
feodal sistemi’nin en yüksek anında bulunduğu sırada Türkiye’deki Hıristiyanların
durumu buna benzer bir durumdu”. Profesör Niyazi Berkes de bu konuda şöyle
demektedir: “Hükümdarın askeri gücü, mali darlığı yüzünden düştüğü için, mülkünün
birçok yerlerinde malikliği lafta kalmaya, yani toprak gelirlerini alamamaya başlıyor.
Yer yer sonradan derebeyi dediğimiz ve etimolojisini hala bugün de bilmediğimiz bir
adla tanınan Batı feodalinden farklı bir tip ortaya çıkıyor. Bunların bazıları mahallin
ayanı ve eşrafı, bazıları hükümete dirsek çeviren memurlar, bazıları bir yere yerleşmiş
muhassıl ve mültezimler. Derebeyini derebeyi yapan menşe değil, yaptığı şeydir.
Menşe bakımından geleneksel düzenin ayrı ayrı kategorilerinden gelmeleri
mümkündür. Bu sözcüğün menşeini bilmiyoruz, sözcükteki dere onun su işleriyle
ilgisi olan daha eski bir zümre adına mı delalet eder de sonraları Osmanlı tarihlerinde
çok çeşitli vasıflarla zikredilen bu tipe genel sıfat olmaya başlamıştır. Eski tarihçilerin
bunlardan, böyle çok çeşitli düzensiz şekilde sıfatlarla söz etmeleri bunların eski
düzende yerleri olmadığını gösterir; çünkü eski düzende her unsurun gayet belirli bir
adı ve tanımlaması vardı. Sırf koparabildiği gelirleri alabilmek için devlet bunları ister
istemez tanıyor… Derebeyi, Avrupa feodali değildir ve eğer belirli tarihsel şartlar
olsaydı mümkün olabilecek olan kapitalizmin gelişmesinin meydana gelmeyişinde
onun feodal değil, derebeyi olmasının büyük rolü vardır” (Doğan Avcıoğlu,
Türkiye’nin Düzeni, Ankara 1968, s. 35) Feodalizm ya da feodalite tarihsel süreçte
köleci toplumun dönüşmesiyle oluşmuş bulunan sosyo-ekonomik bir düzendir. Daha
sonra kendisi de kapitalizm tarafından dönüşüme uğratılmış ve yerini kapitalizme
bırakmıştır. Bu düzende egemen sınıf feodal beyler, bağımlı sınıf da köylülerdi.
Genellikle bütün ülkelerde görülmüş olan feodal düzen, köleci toplum düzenini
geçirmemiş ülkelerde ilkel komünal toplumun dağılmasından doğmuştur. Asker şefler
ve eski köleci soylular toprağı ellerine geçirmişler ve köylüleri köleleştirmişlerdir.
Feodal beyler arasında da belli bir sıra düzeni vardı, küçük toprak beyleri büyü toprak
beylerine bağlıydılar ve bu düzenin Tanrısal koruyucuları olan din adamları en yüksek
feodaller arasındaydı. Çin’de Konfüçyüs, Ortaçağ Avrupa’sında Aquino’lu Thomas
vb. gibi feodal düzen ideologları, ezilen halkın feodallere saygı göstermesini
sağlamak için ellerinden geleni yapmışlardır. Konfüçyus, “halk soylulara boyun
eğmelidir, küçük insanların üstün kişilere itaatsizliği kargaşalık yaratır.” der. Thomas,
toprak köleliğini onaylıyor “feodal sıra düzeni içinde toprak beyleri durumlarının
kendilerine verdiği servete sahip olmalı ve onu dilediğince kullanmalıdır” diyordu. Bu
düzende, ezilen çoğunluğun ezen azınlığa karşı verdiği savaş hep din savaşları
biçimindedir. Köylüler, kendilerini ezenlerden kurtuluşları için dinden medet
ummakta devam ediyor ve çeşitli mezhepler türüyordu. Katolik kilisesi ve engizisyon
bu başkaldırmaları ezmenin başlıca araçlarıydı. Thomas More ve Campanella gibi
büyük ütopyacılar da halkın çektiği büyük acıların zorunluluğu olarak feodal düzenin
ürünleridir. Köylü savaşları, feodal düzenin bütün tarihi boyunca sürmüştür. Feodal
ekonomik düzenin temel yasası bir artık-ürün elde edilmesidir. Bu artık-ürün
senyörün ve adamlarının ihtiyaçlarına harcanır. Feodal beyin malikânesi kapalı bir
ekonomik birimdir. Bu birim içinde kumaş dokunur, şarap yapılır, aletler ve silahlar
imal edilir. Ticaretin sınırları pek dardır, hemen hemen komşu malikânelerle
değiştirmelere inhisar eder. Bu değiştirme işlemlerinin dışında ziynet eşyaları
ihtiyacını da duyan senyörler, bunun karşılığını savaşlarda ele geçirdikleri altınla
18
ödemektedirler. Bu ekonomi, bir para ekonomisi değildir, artık-ürün ya ihtiyaçlara
harcanmakta ya da şarap, silah vb. ile değiştirilmektedir. Bu yüzdendir ki köle emeği
senyörü zenginleştirir ama hiçbir zaman bir kapitalist durumuna getirmez. Çünkü bu
üretim sürecinde bir para dolaşımı ve onun doğurduğu artık-değer yoktur. Para
ekonomisi ve kapitalizm, feodal üretim düzeninin bağrında oluşmuştur. Feodaliteyi
nasıl barbar akınları gerçekleştirmişse, kapitalizmin ilk tohumlarını atan burjuvaziyi
de Norman, Arap ve Macar akınları gerçekleştirmiştir. Bu akınlardan korunmak için,
dağınık yaşayan köle-köylüler toplanıp şehirleşmeye başlamışlar ve zamanla
senyörlerden birçok haklar kopararak burjuvalaşmışlardır (şehirlileşmişlerdir).
Şehirlerin doğuşu, ticari ve para ekonomisini geliştirmiştir.
FEODAL MÜLKİYET: Toprak kölelerinin emeğiyle değerlendirilen toprak mülkiyeti…
Feodal mülkiyet, mülkiyet tarihinin üçüncü biçimi olarak nitelenmiştir. Roma
fetihlerinin ve buna bağlı olarak tarımın yayılmasının hızlandığı çok daha geniş bir
alan üstünde ortaya çıkmaktadır. Geniş bir bölgeye dağılmış olan nüfusun seyrekliği,
kentlerin gelişmesine uygun bulunmadığı yerlerde, yeni bir mülkiyet biçimi olarak
feodal mülkiyet’i gelişmiştir. Bu mülkiyet biçiminde mülkiyeti emekleriyle
değerlendiren toprağa bağlı köylü (serf) sınıfıdır, kentlerde de buna paralel olarak
usta, esnaf ve tüccar loncalarında kalfa ve çırakların emekleri sömürülmektedir.
Feodal mülkiyet, rütbeye göre mülkiyet adıyla da adlandırılmıştır. “Üçüncü özel
mülkiyet biçimi, feodal ya da malikâne mülkiyetidir. Antik çağın siteden ve sitenin bir
avuç toprağından başlamış olmasına karşılık, ortaçağ köyden başlamıştır. Bu
başlangıç noktasının değişik olduğunu belirleyen şey, geniş bir alana dağılmış
bulunan ve fetihlerin de kayda değer ölçüde artışını sağlayamadığı nüfusun
seyrekliğidir… Çökmekte olan Roma imparatorluğunun son yüzyılları ve bu
imparatorluğunun barbarların istilasına uğrayışı bir miktar üretim güçlerinin tahribine
yol açtı; tarım azalmıştı, sanayi parasızlık yüzünden çürüme halindeydi, ticaret yavaş
yavaş yok olmuştu ya da şiddetle yasaklanmıştı, şehir ve köy nüfusu azalmıştı. Bu
şartlardan ve bu şartların belirlendiği fethin örgütlenme tarzından Cermen askeri
yasasının altında feodal mülkiyet gelişti. Tıpkı kabile mülkiyeti ya da komünal
mülkiyet gibi bu da bir komün üstünde kuruludur; ama doğrudan doğruya üretimde
bulunan sınıf, eski komünde olduğu gibi köleler değil, serfleşmiş küçük köylülerdir.
Feodalizm tam gelişmeye ulaşınca kasabalarda çatışma da ortaya çıkar. Toprak
mülkiyetinin hiyerarşik sistemi ve bununla ilgili olarak senyörlerin silahlı adamları,
soyluların serfler üstündeki egemenliğini sağladı. Bu feodal örgütlenme, eski komünal
mülkiyet kadar, boyunduruk altında tutulmuş bir sınıfa karşı kurulmuş bir ortaklıktı.
Ama üretim şartları değişik olduğu için, ortaklığın biçimi ve doğrudan doğruya
üreticiyle ilişki de değişikti. Toprak mülkiyetinin bu feodal örgütlenmesinin,
kasabalarda lonca mülkiyeti biçiminde, zanaatların feodal örgütlenmesi biçiminde bir
karşılığı vardı. Burada mülkiyet, başlıca birey olarak her kişinin emeği üstündeki
mülkiyetten ibaretti… Böylece feodal dönemde başlıca mülkiyet biçimi, bir yanda
serf emeğinin zincirle bağlı bulunduğu toprak mülkiyeti, öte yanda gündelikçilerin
emeğine hükmeden küçük sermayeli bireysel emekti. Her ikisinin de örgütlenmesini
belirleyen, üretimin sınırlı şartları: Toprağın küçük ölçüde ve ilkel olarak işlenmesi
ve sanayinin zanaat tipinde oluşuydu. Feodalizmin altın çağında pek az işbölümü
vardı. Her toprağın kendi içinde, şehir ile köy çelişkisi barınıyordu… Daha geniş
bölgelerin, feodal krallıklar olarak, gruplaşmaları, toprak sahibi soylular için olduğu
kadar kasabalılar için de zorunluluktu. Onun için egemen sınıfın örgütü olan
soyluların başında her yerde bir kral vardı” (Kapitalizm Öncesi Ekonomi Şekilleri,
Ankara 1967, s.137–139)
19
FEODAL ÜRETİM BİÇİMİ: Toprak mülkiyetine ve toprak kölesi emeğine dayanan üretim
biçimi… Bu üretim biçiminin ayırıcı niteliği: toprağın ya da iş süresinin belli bir
bölümünde kendisi için de çalışan ve buna bağlı olarak kullandığı üretim araçlarıyla
ilgilenen toprak kölesi emeğine dayanması, toprağın küçük ölçüde ve ilkel olarak
işlenmesi, sanayinin zanaat tipinde oluşudur. “Toplumsal tabakalar halinde
farklılaşma olayı açıkça görülmektedir. Ama köyde hükümran prenslerin, soyluların,
din adamlarının ve köylülerin farklılaşması; şehirlerdeyse usta, kalfa, çırak ve az bir
zaman sonra ortaya çıkan gündelikçilerin farklılaşması istisna edilecek olursa başkaca
önemli bir işbölümü ortaya çıkmamıştı. Tarımda küçük parçaların ayrı ayrı işlenmesi
ve bunun yanı sıra köyde ev sanayisinin bulunması dolayısıyla işbölümünün gelişmesi
güçleşmişti. Sanayideyse, belli bir zanaat içinde işbölümü olmadığı gibi, farklı
zanaatlar arasındaki işbölümü de pek az gelişmişti. Sanayi ve ticaretin birbirinden
ayrılması olayı, eski şehirlerde daha önceleri ortaya çıkmıştı, yeni şehirlerdeyse bu
ayrılma daha sonraları, yâni bu şehirler birbirleriyle karşılıklı ilişkiler kurdukları
zaman gelişti”. Bu üretim biçiminde toplumsal karşıtlık, bir yanda egemen sınıf
olarak toprak beyleri (senyörler) ve öbür yanda toprak köleleri (serfler) olarak uçlaştı.
Sömürü, kölelik rejiminde olduğu gibi ekonomi dışı baskıya dayanıyordu. Toprak
beylerinin silah gücü, toprak kölelerinin başkaldırmasını önlüyordu. Buna rağmen bu
evrede de büyük köylü ayaklanmaları olmuştur. Üstyapı (din, hukuk, eğitim, ideoloji
vb.), bu üretim biçimine göre biçimlenmiştir.
FİNANS KAPİTAL: Banka ve sanayi tekellerinin birleşmiş sermayesi… Kapitalizmin
emperyalizm aşaması finans kapitali çağıdır. Hilferding’in aynı adı taşıyan yapıtından
alınıp geliştirilen bu terimle kapitalizmin emperyalizm aşamasında bankalarla sanayi
sermayesinin kaynaşması dile getirilir. Bu aşamada bankacı ve sanayici tipleri,
banker-sanayici tipine dönüşmüştür. Bankalar sanayi şirketlerinin ve sanayi şirketleri
de bankaların hisse senetlerini satın alarak kaynaşmış ve çok güçlü bir finans kapital
meydana getirmişlerdir. Emperyalizmin dev tekellerinin sermayesi bu sermayedir. Bu
sermayenin dünya pazarlarına egemenliği, finans oligarşisinin egemenliğidir.
FİNANS OLİGARŞİSİ: Finans kapitalistleri azınlığın devletlere ve dünya pazarlarına
egemenliği… Fransızca oligarchie deyimi küçük bir azınlığın takım halindeki
egemenliğini dile getirir. Kapitalist üretim düzeninin emperyalizm aşamasında finans
sermayesiyle dev tekeller kurulmuş ve bu tekelleri ellerinde bulunduran çok küçük bir
azınlık, sadece ekonomik yaşama değil, devletlerin iç ve dış politikalarına da egemen
olmuştur. Bu güçlü azınlığa finans oligarşisi denir. Finans oligarşisi, devletleri nüfuzu
altında tutmakla da kalmaz, büyük kapitalist devletlerde görüldüğü gibi hükümetlerin
bizzat kurucusu ve fiili olarak başkan ve bakanlarıdır. Hükümetlerin politikası bu
oligarşinin çıkarlarına göre düzenlenir. Savaşlar, bu oligarşinin dünyayı yeniden
paylaşmak gereğini duydukları zaman yapılır. Bunun dışında da çok kârlı olan savaş
endüstrisinin sürümü için dünyanın birçok kesimlerinde soğuk ya da küçük savaşlar
sürdürülür.
FİYAT MEKANİZMASI: Kapitalist üretimde hangi malların, ne miktarda, nasıl ve kimler
için üretileceğini en doğru olarak saptayan hesap… Kapitalist ekonomide fiyat
mekanizması çok önemlidir ve en dikkatli hesap makinesi olarak nitelenir. Bu
anlayışa göre fiyat mekanizması, toplumda kaynakların dağılımını ve gelirin
bölüşümünü en doğru biçimde sağlar. Üreticiler fiyatlara göre üretirler, tüketiciler
fiyatlara göre tüketirler.
20
GEÇİM: Yaşamak için gerekli araçları sağlama işlemi… İnsanlar, her şeyden önce yaşamak
ve bunun için de yemek, içmek, barınmak vb. gibi ihtiyaçlarını karşılamak
zorundadırlar. Çünkü “insanlar önce yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih
yapabilsinler”. Bu yüzdendir ki insanların ilk ve temel faaliyetleri, ekonomik
faaliyettir. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin altyapı kavramıyla dile getirdiği
gerçek budur.
GENİŞLETİLMİŞ YENİDEN ÜRETİM: Artık-değerden bir bölümünün üretimin
arttırılmasına ayrılması halinde gerçekleşen üretim... Basit yeniden üretim deyimi
karşılığında kullanılır. “Artık-değerin sermayeden nasıl doğduğunu gördük. Şimdi
sermayenin artık-değerden nasıl doğduğunu göreceğiz. Artık-değer harcanacak yerde
avanse edildiği ve sermaye olarak kullanıldığı takdirde yeni bir sermaye teşekkül
ederek eskisine katılır. Bundan böyle birikiş, artık-değerin sermayeye dönüşmesiyle
sağlanır”. Örneğin 20,000 liralık artık-değer üreten 100,000 liralık bir sermaye
varsayalım. Bu artık-değerin 10,000 lirasını kapitalist kendi yaşamı için ayırsın. Öteki
10,000 lirasının örneğin 2,000 lirası değişen sermaye ve 8,000 lirası değişmeyen
sermaye olmak üzere tümünü sermaye yapsın. Artık-değer oranı % 100 olduğu
takdirde bu yeni sermaye 2,000 liralık artık-değer üretecek ve bu yeni artık-değer,
100,000 liralık sermayenin vermekte olduğu 20,000 liralık artık-değere eklenecektir.
Bu defa, kapitalistin gene 10,000 lirasını kendi ihtiyaçlarına ayırdığını varsayarsak,
12,000 liralık bir sermaye ile genişletilmiş üretim yeni artık-değerler verecek ve bu
genişleme böylece devam edecektir.
GEREKLİ EMEK: Emekçinin kendisini yeniden üretmek için harcadığı emek… Bu emek
gereklidir, çünkü üretim sürecine giren her mal gibi insan-mal olan emekçi de
kendisini yeniden üretmek zorundadır. Diyalektik ekonomi anlayışına göre kapitalist
üretim, sürekli bir üretim, yani bir yeniden üretimdir, durduğu an yok olur. Örneğin
bir kumaş üretiminde nasıl ip bitince yerine aynı ölçüde iplik sağlanması gerekirse
emek gücü bitince de yerine aynı ölçüde emek gücü sağlanması gerekir. Malın
kendisini üretmesi bu demek olduğu gibi, emekçinin kendisini üretmesi de bu
demektir. Hammadde malı kendisini üretime katıldığı miktarda geri getirerek üretir,
örneğin yüz bin liralık iplik mallaşıp satılınca yüz bin lirası geri gelir, bununla da aynı
miktarda iplik alınıp üretim sürecine sokulur. Çünkü nasıl yeni iplik üretim sürecine
sokulmadığı takdirde üretim durursa, yeni emek gücü de üretim sürecine sokulmadığı
takdirde üretim öylece durur. Yeni emek gücü demek işçinin ertesi işgününde aynı
güçle çalışmaya başlayabilmesi demektir. İşçinin ertesi gün aynı işgücüyle çalışmaya
başlayabilmesi için yemesi, içmesi, uyuması, giyinmesi, ısınması, barınması vb.
gereklidir. Bunları sağlamak için de emekçiye belli bir miktarda para gereklidir. İşte
işçiye ücret adı altında verilen para, bu paradır. İşçi ürettiği mala kattığı emek
gücünün bu değerini geri almak, yani gerekli emek süresinde çalışmak zorundadır.
Ama emek gücü biçimindeki insan-malın, dünyadaki bütün hammadde mallarından
farklı olarak, çok büyük bir önemli özelliği vardır: tüketilmekle hemen bitmez, bir
süre daha devam eder. Yüz bin liralık iplik, kumaş olup satılınca hemen yok olur, ama
yüz bin liralık emek gücü kumaş olup satılınca tümüyle yok olmaz, geriye bir süre
daha çalışabilecek emek gücü kalır. İşte bu gerekli emek süresi’nin dışındaki fazla
sürede çalıştırılan emek gücüdür ki, kendisini yeniden üretebilecek değerden daha
fazla bir değer, kapitalistlerin kâr adını verdikleri bir artı değer üretir. Bundan
ötürüdür ki yüz bin liralık iplik mallaşıp satılınca kapitaliste sadece kendi değerini
(yüz bin lira) getirdiği halde yüz bin liralık emek gücü mallaşıp satılınca kapitaliste
21
kendi değerinden çok fazlasını (örneğin gerekli emek süresinin bir katı kadar fazla
çalıştırılırsa iki yüz bin lira) getirir. Dünya üstünde insan-maldan başka hiçbir
hammadde malı yoktur ki kendisinin yeniden üretimi için gereken değerden fazla bir
değer, bir artık-değer getirsin. Kapitalizm, emek gücü denilen bu hammadde malından
doğmuştur.
GEREKLİ EMEK SÜRESİ: İşgününün, emekçinin kendisini yeniden üretmek için çalıştığı
bölümü… Bu çalışma süresinde emekçi, ertesi günü kendisini yeniden çalışabilecek
bir duruma getirecek olan değeri üretir, yani kendisini ertesi günü yeniden
çalışabilecek duruma getirmek için gerekli yemek, içmek, ısınmak, barınmak vb.
sağlayacak parayı kazanır.
GERİCİ SOSYALİZM: Sosyalizm adı altında sosyalizme direnen akımlar… Bilimsel
sosyalizm, kilise sosyalizmini, küçük burjuva sosyalizmini, Alman kürsü sosyalizmini
gerici sosyalizm deyimiyle niteler.
İKİNCİ KESİM: Tüketimde kullanılan malları üreten sanayi… Üretimde kullanılan malları
üreten sanayiyi dile getiren birinci sektör deyimi karşılığında kullanılır. Ekonomi
dilinde ikinci seksiyon deyimiyle de dile getirilen bu deyim ikinci kesim deyimiyle
özleştirilebilir. Sektörler kapitalist ekonomide büsbütün başka bir anlam taşırlar.
Kapitalist ekonomi dilinde tarım ve madencilik kesimine birinci sektör, inşaat ve
imalat sanayisi kesimine ikinci sektör, ulaştırma- ticaret- borsalar- bankacılık ve
eğlence sanayisi kesimine üçüncü sektör adları verilir. Gerçekte bu anlamlar bilim
dışıdır. Örneğin bir makine üretim malı, ekmek ise tüketim malıdır. Düzenli bir
ekonomide bu iki kesimin birbiri ile dengeli olarak üretim yapması gerekir, kapitalizm
bu dengeyi yapısı gereği kuramaz ve bu yüzden de krize zorunlu olarak düşer. “Bütün
krizlerin sonuç olarak nedeni, daima, kapitalist üretimin üretim güçlerini sürekli
olarak geliştirme zorunluluğuyla karşıt durumda bulunan toplumun sınırlı
tüketimidir”. Basit yeniden üretim için birinci kesimdeki değişken sermaye ile artıkdeğerin toplamı, ikinci kesimin değişmeyen sermayesine eşit olmalıdır. Bu durumda
üretim hiçbir krizle karşılaşmaksızın, kolaylıkla yenilenir. Ama bu ideal bir durumdur
ve kapitalist düzende hiçbir zaman gerçekleşmez. Kapitalizmde gerçek değerin bir
bölümü üretimi artırmak için biriktirilir. Bu durumda da iki kesim arasında denge
kurmak ve krize düşmemek mümkündür. Bunun için de, yani genişletilmiş yeniden
üretim için de, birinci kesimdeki değişken sermaye ile artık-değer toplamının ikinci
kesimdeki değişmeyen sermayeden daha büyük olması gerekir. Örneğin birinci
kesimde 4.000 ( değişmeyen sermaye) 1.000 (değişken sermaye ) + 1.000 (artıkdeğer) = 6.000 üretim malına karşı ikinci kesimde 1.500 (değişmeyen sermaye) + 750
( değişken sermaye ) + 750 (artık değer ) = 3.000 tüketim malı olmalıdır. Buysa ancak
planlı bir ekonomide mümkün olup kâr amacıyla düzenlenen kapitalist ekonomide –
kapitalizmin yapısı gereği – gerçekleşemez. Üretim malları, tüketim mallarını
üretmek için üretilir. Bu yüzden üretim malları hacmiyle tüketim malları hacmi
arasında zorunlu bir ilişki vardır. Tüketim malları üretimini gerekli sayıda tutabilmek
için üretim mallarının gerekli sayıda üretimi zorunludur. Diyelim ki çok otomobil
(birinci kesim) ve az benzin (ikinci kesim) üretildi, bu halde denge bozuktur ve birçok
otomobil satılmadan kalır. Öyleyse her iki kesimi dengeli kılabilmek için üretilen
malların hem niceliğini, hem de niteliğini göz önünde tutmak gerekir. İkinci kesimin
birinci kesimden daha yavaş büyümesi olgusu, sermayenin organik bileşimindeki
artışa uygun düşer.
22
İLK BİRİKİM: Artık değer üretimi için gereken ilk para ve mal… Ekonomi literatüründe
genellikle kısaca ilk birikim deyimiyle dile getirilir. Diyalektik ekonomi anlayışına
göre bu bir mülksüzleştirme işlemidir ve tarihsel süreçte kaba güç kullanarak zorla
gerçekleştirilmiştir. Paranın sermayeye dönüşmesi ve artık-değer yaratarak
yoğunlaşmaya başlaması için bir ilk birikim gerekliydi. Paranın tutumlu bir hayat
yaşamakla biriktirildiği ve bundan sonra sermaye olarak kullanıldığı yolundaki
metafizik sava karşı diyalektik ekonomi kuramı şöyle der: “İlk günahın İlahiyattaki
rolü ne ise ilk birikimin siyasal ekonomideki rolü de odur. Âdem baba elmayı aşırmış,
insan ırkı da günahı yüklenmiş. Günahın kaynağı, böylece, geçmişe ait bir masal gibi
anlatılır. Bunun gibi, bir zamanlar birbirinden farklı iki halk takımı varmış. Birinci
takım çok akıllı, çok tutumlu, çok çalışkan; ikinci takımsa çok budala, çok müsrif, çok
tembelmiş. Sonunda çalışkanlar takımı bütün zenginliklerin sahibi olmuş, tembel ve
ayyaş takımınaysa emeklerinden başka satacak bir şey kalmamış. İşte bu ilk günah
yüzündendir ki halkın büyük bir çoğunluğu ne kadar çalışırsa çalışsın emeklerinden
başka hiçbir şeye sahip olmamaya ve sonsuza kadar yoksul kalmaya mahkumdur.
Artık hiç çalışmayacak olan ötekilerse günden güne daha çok zenginleşeceklerdir. Bu
çocukça safsatalar tekrarlanır durur”. İlk birikim Hindistan’dan, Afrika’dan,
Amerikan yerlilerinden gasp edilen altınlarla ve özellikle İngiltere’de toprak kapama
yasalarıyla köylülerin topraklarının zorla gasp ekilmesiyle gerçekleştirilmiştir.
“Sermayenin ilk birikimi, yani tarihsel doğuşu nasıl olmuştur? Bu, sadece, üreticilerin
mülksüzleştirilmesi, yani sahibinin emeği üzerine dayalı olan özel mülkiyetin ortadan
kaldırılması anlamı taşır… Bireysel ve dağınık üretim araçlarının toplumsal olarak
temerküz etmiş üretim araçlarına dönüşmesi, büyük halk yığınlarının topraktan, geçim
araçlarından ve çalışma araçlarından yoksun kılınması, halk yığınlarının bu korkunç
mülksüzleştirilişi sermaye tarihinin başlangıcını teşkil eder. Böylelikle, çalışmayla
kazanılmış özel mülkiyetin yerine başkalarının çalışmasıyla kazanılan kapitalist özel
mülkiyet geçmiştir”. Ortaçağ İngiltere’si, yünlerini, Flarendres’in yünlü kumaş
üreticilerine satıyordu. Yün fiyatları yükselince İngiliz soyluları köylüleri
topraklarından kovarak tarlaları koyunları için otlak haline getirdiler. “Amerika’nın
gümüş ve altın alanlarının keşfi, yerlilerin köle durumuna sokulması, bunların
madenlere tıkılması ya da büsbütün yok edilmesi, Hindistan’da fetihlerin ve
yağmacılığın başlaması, Afrika’nın zenci avı için bir çeşit kapalı ticaret alanı haline
getirilmesi: İşte, ilk birikim yöntemleri bunlardır”.
İNGİLİZ ÜTOPYACI SOSYALİZMİ: İngiliz düşçü toplumculuğu… Mutlu düzenler
düşlemek geleneği, İngiliz düşünürü Thomas More’la başlamıştır. Asla
gerçekleştirilemeyecek düşünce anlamında kullanılan utopia sözcüğünü ortaya atan da
Thomas More’dur. More’un romanımsı bir denemeyle açtığı İngiliz ütopyacılığı
çığırı, değerli sosyalist Robert Owen’le son bulur. Ütopyacılığın ayırıcı niteliği,
sorunu, sağduyu ve adaleti egemen kılarak çözümlemek istemesidir. Ütopyacılık,
topluma, bilimsel açıdan değil, insan severlik açısından bakar. Bununla beraber
Owencilik bu bilimdışı düzenleme anlayışının çok ileri bir aşamasıdır. Socialism:
Utopian and Scientific adlı yapıtında Robert Owen’i öven Engels, “İngiltere’de
işçilerden yana her toplumsal davranışta ve her gerçek ilerlemede Robert Owen’in adı
anılır” der ve konuyu şu sözle bitirir: “Sosyalizmi bir bilim yapmak için, önce onun
gerçek bir tabana oturtulması gerekiyordu”.
İŞSİZLİK: Emekçilerin iş bulamamaları durumu… Klasik ekonomide “emek gücü
seviyesiyle istihdam seviyesi arasındaki fark” olarak tanımlanır. İşsizlik, kapitalist
üretim düzenine özgü bir toplum düzensizliğidir ve gerçekte bu düzenin kaçınılmaz
23
ve zorunlu sonucudur. Kapitalist üretim, yapısı gereği, sürekli gelişmek zorundadır ve
gelişir. Geliştikçe de sermayenin organik bileşimi giderek yükselir, bu yükseliş
zorunlu olarak birçok emekçiyi zorunlu olarak üretim dışına iter ve işsiz bırakır.
Kapitalist iktisatçılara göre bunun nedeni teknik ilerlemedir, teknik ilerleme iş
hacmini ilkin daraltıp sonra genişleterek durumu dengeler ve bu düzensizliği
kendinden onarır. “İktisatçıların yarattıkları bir dogmadır bu. Bunlara göre, sermaye
birikimi olarak ücretler yükselir. Yükselen ücretler işçi nüfusunun hızla çoğalmasının
nedeni olur. Bu çoğalış, emek piyasası yeniden dolup taşıncaya ve dolayısıyla
sermaye emek arzına oranla yetersiz bir miktara düşünceye kadar devam eder. Bu
durumda ücretler düşer ve madalyonun öteki yüzü söz konusu olmaya başlar.
Ücretlerin düşmesi sonucu olarak işçi nüfusu yavaş yavaş azalır ve sermaye işçi
nüfusuna oranla yavaş yavaş bollaşır… Böylece, yeniden emek arzının talebinden
daha düşük olacağı ücretlerin yeniden yükselmeye başlayacağı vb. bir durum
meydana gelir”. Emekçiler sermaye birikimini meydana getirmek suretiyle ve bunu
başardıkları ölçüde, kendi işsizliklerini bizzat yaratırlar. Çünkü “sermayenin birikme
gücünü sağlayan nedenlerle işgücünün boşta kalmasını gerektiren nedenler aynıdır’’.
Amerika başkanı Truman, bir demecinde, bu gerçeği şu sözlerle açıklamıştı: ‘‘İş
arayanların bulunması ekonominin sağlığı açısından daima iyi bir şeydir’’ (Bk.
L’Echo de la Bourse, 15.12.1959 tarihli nüshasında yayımlanan Truman’ın demeci).
Kimi kapitalist iktisatçılara ekonomicilere göre de “işsizliğin ortadan kalkması,
işçilerin ücretlerini aşırı derecede yükseltmelerine neden olur ve enflasyona yol
açar”(Bk. Economist dergisi, 20.8.1955 tarihli sayısı). Gerçekte işsizliği doğuran,
emek arzı ve talebindeki sürüm ve aramanın yasası değil, kapitalist üretimin kendi
içyapısıdır. Sermaye biriktikçe, yani çoğaldıkça sermayenin organik bileşimi çok hızlı
büyür, yani sermayenin küçük bir bölümü ücret halini alır ve büyük bölümü
değişmeyen sermayeye katılır. Bu, sermayenin organik bileşiminde, değişken sermaye
bölümünün değişmeyen sermaye bölümüne göre göreli bir azalmasıdır. Bundan
dolayıdır ki çok sayıda işçi sürekli olarak iş dışı kalır. İktisatçılara göre çeşitli işsizlik
türleri ayırt edilmiştir. İşsizlik, başlıca, toptan işsizlik ve bölümsel işsizlik olmak üzere
ikiye ayrılır. Toptan işsizlik emekçilerin işsiz ve ücretsiz kalma durumudur, bölümsel
işsizlik ise günlük ya da aylık iş süresinin kısıtlanmasını dile getirir ki ücreti kısıtlama
ölçüsünde azaltır. Bu ayırma, açık işsizlik ve gizli işsizlik ayrımına uygun düşer. Açık
işsizlik işçilerin iş bulamayıp işsiz kalmaları durumudur, gizli işsizlik ise emek
gücünün düşük verimlilik ve düşük ücretle çalıştırılması halindeki işsizliktir.
KAPİTALİST TOPLUM: Sermaye ile belirlenen toplum biçimi… Bu toplum biçimi
birbirine düşman sınıfların varlığını gerektirir. Ayrı birer sınıf halinde örgütlenmiş
kapitalist sınıf olmadan emekçi sınıfı ve emekçi sınıfı olmadan kapitalist sınıf ve
kapitalizm olamaz.
KAPİTALİST ÜRETİM BİÇİMİ: Üretim araçlarının özel mülkiyetiyle belirlenen ve artıkdeğer elde etmek amacını güden üretim… Bu üretim biçiminde üretim araçlarının
özel mülkiyetine sahip olmak ve onlardan yoksun bulunmakla beliren üretim ilişkileri
kendilerine uygun düşen paylaşımı belirler. Daha açık bir deyişle, üretim ilişkileri
hangi biçimdeyse paylaşım da zorunlu olarak ona uygun olur.
KAPİTALİZM: Sermayeye dayanan ve kâr amacı güden üretim düzeni... Tarihsel
materyalizme göre kapitalizm, tarihsel süreçte birbirlerinden toplumsal-ekonomik
yasalar gereğince zorunlu olarak türemiş beş üretim düzeninden dördüncüsü, üç sınıflı
toplumun da üçüncüsü ve sonuncudur. Üretim araçlarına sahip olanların üretim
24
araçlarından yoksun bırakılanlara egemenliği kölelik düzeniyle başlamış, feodal
düzenden geçerek son ve en büyük aşaması olan kapitalizme dönüşmüştür. Bu düzen,
17’nci yüzyılın sonlarına doğru oluşmuştur. Kapitalist düzeninde bütün üstyapı
kurumları, kapitalizmin gereklerine göre belirlenir. Bu düzenin güdücüsü kâr
etkenidir, bütün toplum mekanizması bu amaca göre düzenlenir. Bu düzenin
kaçınılmaz ve uyuşturulamaz çelişkisi de kapitalist-emekçi çelişkisidir. Çünkü
kapitalist, zorunlu olarak, en az geçim – en çok iş saati’ni gerçekleştirmeye çalışır. Bu
emekçiye verilecek ücretin mümkün olduğu kadar kısılması ve emekçiden alınacak
verimin mümkün olduğu kadar çoğaltılması demektir. Ama bunu gerçekleştirmek
belli bir çizgiden öteye mümkün değildir. Çünkü, emekçinin en az geçimiyle en çok
işi, gücüyle sınırlıdır; belli bir çizgiden daha çok çalışmaya gücü yetmeyeceği gibi,
belli bir çizgiden daha az yiyip içmekle de güçten düşer. Kapitalizm, tarihsel süreçte,
endüstri kapitalizminden finans kapitalizmine ve artık buradan tekel kapitalizmine
dönüşmüştür. Kapitalizmin bu yeni aşaması zorunlu olarak emperyalist bir
niteliktedir. Sermaye birikimiyle ilgili olarak sermayenin organik bileşimindeki
zorunlu büyüme tekelciliği ve emperyalizmi zorunlu kılmıştır. Kapitalizmin bu
aşamadaki gelişmesi sanayi ile tarım arasında, sanayiin çeşitli kolları arasında, bir
ülkenin çeşitli bölgeleri arasında ve çeşitli ülkeler arasında eşit olmayan gelişmeye
dayanır. Tarihsel materyalizme göre kapitalist üretim düzeninin uyuşturulamaz
çelişkisi bireysel olanla toplumsal olan arasındaki çatışmadır, üretim araçları bireysel
mülkiyette toplanırken emek toplumsallaşmıştır. Bu bakımdan üretim ilişkileri üretim
güçlerinin gelişmesine engel olmakta ve her ikisi arasındaki uyuşturulamaz çelişki
gittikçe keskinleşmektedir.
KÂR: Maliyet fiyatıyla satış fiyatı arasındaki fark… Farsçadır, konuşma dilinde alışveriş
işlerinin sağladığı para kazancı olarak tanımlanır. Diyalektik anlayışa göre kâr, artıkemekten elde edilen artık-değerdir ve kapitalist ekonominin hem amacı hem de
geliştirici gücüdür. Bu anlayışa göre, “üretimin miktarı, üretimle toplumsal ihtiyaçlar
arasındaki ilişkilere göre belirlenecek yerde, ödenmeyen emeğin genel olarak
gerçekleştirilen emek içindeki oranıyla –ya da kapitalistlerin diliyle söyleyecek
olursak kârla– belirlenir. Sonuç olarak kapitalist üretim biçimi, insan ihtiyaçlarının
giderilmesiyle değil, belli bir kârın gerçekleştirilmesiyle duruverir” ve “avanse edilen
toplam sermayenin zürriyeti olmak sıfatıyla artık-değer, kâr biçimini alır “.
Kapitalistin bu gerçeği görememesi, maliyet fiyatını malın değeri sanmasından ileri
gelir. Nitekim bu büyük yanılgıya ütopyacı Fransız sosyalisti Proudhon da düşmüştür.
Artık-değerin kattığı ek değer maliyet hesabına girmez, yani maliyet fiyatının içinde
artık-değerin kattığı ek değer yoktur. Üretim fiyatı, malın maliyet fiyatıyla artıkdeğerin toplamıdır. Bu gerçek görülemediği takdirde bir malın nasıl olup da maliyet
fiyatının üstünde satılabildiği asla anlaşılamaz. Satış fiyatı, pazarda, birbirinden farklı
olabilen üretim fiyatlarının ortalamasıyla teşekkül eder. Değer, böylece, ortalama kâr
halini alır. Bu durum, şöyle bir örnekle açıklanmaktadır: Toplam sermayeleri 100 olan
üç firma varsayalım. Diyelim ki birinci firma değişmeyen sermaye olarak –yani
binalara, makinelere, hammaddelere, ısıtma ve aydınlatmaya– 60 ve değişken
sermaye olarak – yani işçi ücretlerine 40 yatırdı. Artık-değer oranının da yüzde yüz
olduğunu varsayalım. Bu firma, ürettiği maldan 40 artık-değer elde edecek ve ürettiği
malın değeri –yani üretim fiyatı– değişmeyen ve değişen sermayelerle artık-değerin
toplamı olarak 140 olacaktır. Diyelim ki ikinci firma değişmeyen sermayeye 70,
değişken sermayeye 30 yatırdı. Bu firma da ürettiği maldan 30 artık-değer elde
edecek ve ürettiği malın değeri aynı toplamayla 130 olacaktır. Üçüncü firmanın da
değişmeyen sermayeye 80, değişken sermayeye 20 yatırdığını varsayalım; bunun elde
25
edeceği artık-değer 20 ve ürettiği malın değeri 120 olacaktır. Şimdi bu üç ayrı değerde
gerçekleşmiş olan aynı mal, pazarda ortalama satış fiyatı olan 130’a satılacaktır.
Böylece kâr da ortalanarak, mallarını, birinci firma değerinin altında, ikinci firma tam
değerinde, üçüncü firma değerinin üstünde sattığı halde her üç firma da yüzde 30 kâr
etmiş olacaktır. Görüldüğü gibi, en gelişmiş-yani değişmeyen sermayeye ayırdığı
sermaye payı en büyük olan-firma, azgelişmiş firmaların kârının bir bölümünü
böylelikle cebine indirmiş olmaktadır. Örneğimizde en gelişmiş firma üçüncü firmadır
ve toplam sermayesine oranla yüzde 20 artık-değer elde ettiğinden ötürü yüzde 20 kâr
etmesi gerekirken yüzde 30 kâr etmekte ve yüzde 40 kâr etmesi gerekirken yüzde 30
kâr eden en gelişmemiş firmanın (birinci firma) yüzde 10 kârına da sahip olmaktadır.
Belçikalı iktisatçı Ernest Mandel de şöyle demektedir: “Mülkiyetin özel biçimi kâr
etmeyi üretimin amacı, geliştirici gücü haline getirir; üretici güçlerin gelişmesine
düzensiz bir nitelik verir. Üretim, en acil gerçek ihtiyaçların karşılanması gerektiği
sektörlerde değil, en yüksek kârların sağlanabildiği sektörlerde gelişir.” (Ekonomi El
kitabı, Orhan Suda çevirisi, c.I, s.172). Kâr getiren işe kârlı ya da kârlı iş, kârdan
alınan paya kâr hissesi kârın paylaşılmasına kârın taksimi, bir işten kâr sağlamaya kâr
getirme denir. Kâr deyimi konuşma dilinde kazanç deyimiyle anlamdaş olarak da
kullanılmaktadır.
KÂR ORANI: Elde edilen toplam artık-değerin o üretimde yatırılan toplam mala oranı…
Örneğin bir girişimde sermayedarın 100.000 lira toplam sermaye harcadığını ve buna
karşı toplam 10 bin lira toplam artık-değer elde ettiğini varsayarsak bu örnekte kâr
oranı yüzde 10’dur. Değişmeyen sermayeyi C, değişken sermayeyi V, artık-değeri de
S ile gösterirsek kâr oranı S/(C+V)’dir. Artık değer oranı S/V’dir. Sermayenin
organik bileşimi C/V’dir. Sermayedar, kendi işletmesinden yaratılan artık-değerin,
yatırdığı sermayenin tümüne oranla sağlandığını kabul eder. İşte bu orana kâr oranı
denir. Kapitalist üretimde, özellikle enflasyon evrelerinde, bu kâr oranı devletçe
saptanmaya çalışılır. Buna kâr hadlerini tespit etmek işlemi denir. Enflasyon
evrelerinde hızlı fiyat artışları gerçekleştiğinden narh sistemi uygulanıp satış fiyatı
dondurulamaz, Bu yüzden kâr oranının sınırlaması düşünülür. Buysa, karışık maliyet
hesaplarının iyice incelenmesine bağlı olan, pek güç bir işlemdir. Denetlenmesi de
ayrı bir güçlük gösterir. Çeşitli işletmelerin ciroları birbirinden çok farklı olduğundan
hangi mala ne oranda kâr tanımak gerektiğinin saptanması da başka bir güçlüktür.
KÂR ORANIN DÜŞME EĞİLİMİ YASASI: Kapitalist ekonominin, değişmeyen
sermayenin artmasını ve ona oranla değişken sermayenin azalmasını gerektiren,
özünden zorunlu olarak doğan kâr oranının düşmesi… Bu eğilimi önce Ricardo
görmüş, ne var ki nedenini çözemeyerek Maltus’un tümüyle gerçek dışı olan nüfus
yasasına bağlamıştı. Şöyle diyordu: “Kâr, doğal olarak azalma eğilimi gösterir. Çünkü
sermayenin gelişmesiyle yaşamak için gerekli maddelerin artışı gittikçe daha çok
emeği gerektirir” (Principes de l’Economie Politique et de l’Impot, c. I, s. 108). Daha
sonra diyalektik öğreti bu eğilimin kapitalist üretimin özünden zorunlu olarak
doğduğunu tanıtladı. Bu öğretiye göre kapitalist rekabet, üretim tekniğinin durmadan
yenileştirilmesini gerektiriyordu. Bu yüzden de değişmeyen sermayenin payı
durmadan artıyor ve değişken sermaye ile –işçi ücretleri değişmese bile– aralarındaki
oran durmadan değişiyordu. Buysa artık-değerin, yani kârın zorunlu olarak
düşmesinin gerektirmekteydi. Çünkü kâr oranı, artık-değerin değişken ve değişmeyen
sermaye toplamına bölünmesine eşittir. Daha açık bir deyişle, artık-değeri –yani kâr
adı verilen ek değeri– sağlayan değişken sermaye –yani işçi ücretlerine harcanan
sermaye bölümü–dür. Bu bölüm, sermayenin gittikçe artan değişmeyen bölümüne
26
oranla gittikçe azalmakla kâr oranı da zorunlu olarak azalır. Kapitalist üretimde
üretim tekniğinin durmadan yenileşmesi zorunlu bulunduğundan değişmeyen
sermayeye yatırılan para durmadan artmaktadır. Bu halde değişken sermayeye
yatırılan para da bir miktar artsa ve böylelikle artık-değer çoğalsa bile kâr oranı düşer.
Bu durum şu örnekte açıkça görülecektir: diyelim ki toplam sermaye 100’dür, bunun
altmışı değişmeyen sermayeye ve kırkıda değişen sermayeye yatırılmıştır. Artık-değer
oranın da yüzde yüz olduğunu varsayalım. Bu yatırımdan 40 artık-değer elde edilecek
ve kâr oranı yüzde 40 olacaktır. Bir süre sonra üretim tekniğinin durmadan
yenileşmesi zorunluluğundan diyelim ki toplam sermaye 200’e çıkarılacaktır. Bunun
150’sinin değişmeyen sermayeye ve 50’sinin de değişken sermayeye yatırıldığını
varsayalım. Bu yatırımdan 50 artık değer elde edilecek ve kâr oranı yüzde 25
olacaktır. Görüldüğü gibi, artık-değer (yani, kâr) 40’tan 50’ye çıktığı halde kâr oranı
yüzde 40’tan yüzde 25’e düşmüş olmaktadır. Bu çözümün metafizik yöntemle neden
elde edilemeyeceği şöyle anlatılır: “Bu yasa son derece basit görünmektedir. Ama
böyle olduğu halde şimdiye kadar hiçbir ekonomist bunu keşfedememiştir. Onlar, bu
olayla karşılaştıklarında, birbiriyle çelişen düşünceler ileri sürdüler. Ama bu yasa,
kapitalist üretimde o kadar önemliydi ki, bunu Adam Smith’ten beri bütün ekonomi
politiğin çözmeye uğraştığı bir esrar saymak mümkündür. Öyle ki, Adam Smith’ten
beri bütün ekonomi okulları sadece bu konudaki varsayımlarının başkalığıyla
birbirlerinden ayrılmışlardır. Öbür yanda, günümüze kadar bütün ekonomi politiğin
değişmeyen sermayeyle değişen sermaye arasındaki fark çevresinde –bu farkı bir türlü
açıklamayı başaramadan- dönüp durduğu, hiçbir zaman artık-değeri kârdan ayrı
olarak, nede kârı bütün saflığı içinde, onu teşkil eden çeşitli öğelerden –sanayi ya da
ticaret kârı, faiz, toprak rantı gibi- ayırarak düşünmediği, sermayenin farklı organik
bileşimini ve dolayısıyla genel kâr oranın teşekkülünü asla bütün derinliğiyle
çözümleyemediği göz önüne alınırsa, onun bu yasayı neden bir türlü bulamadığı
anlaşılır”.
KARŞILIK (FS): Bir şeyin karşısına konulan…
1. Latince iki kat etmek anlamındaki duplicatio sözcüğünden türetilen bu terim,
skolastik mantıkla karşılığa karşılık anlamını dilegetirirdi. Artık kullanılmamaktadır.
Leibniz istisnanın istisnası anlamında da kullanılmıştır. Türçemizde yanıt sözcüğüyle
anlamdaş olarak kullanılmaktadır.
2. Fransızca opposé teriminin çevirisi olarak kullandığımız karşılık terimi, birbirine
düşman olmadan karşı olan anlamını dile getirir. Söz konusu olan birbirinin karşısına
konulma durumudur ve bu bakımdan karşıt’la çelişik terimlerinden ayrılmalı, onlarla
karıştırılmamalıdır. Bu anlamda karşılık deyimi, karşı deyimiyle anlamdaştır.
KARŞIT (FS): Birbirine düşmanlıkla karşı olan… Karşıt terimi, karşılık düşüncesine
düşmanlık terimini ekler. Örneğin yalın önerme deyimi karmaşık önerme deyiminin
karşılığıdır ama karşıtı değildir. Oysa ak deyimi kara deyiminin karşıtlıkla karşılığıdır.
Aristoteles, kategoryalar’ın da karşıt’ı, dört karşı olma durumundan biri olarak
saptadıktan sonra şöyle der: Ak, karanın akıdır denilmez, ama karanın karşıtıdır denir.
Birinin olumlanması öbürünün yadsınmasını gerektirir; bir şey karaysa mutlaka ak
değildir. Ama birinin yadsınması öbürünün olumlanmasını gerektirmez; bir şey kara
değilse mutlaka ak olması gerekmez, örneğin sarı ya da kırmızı olabilir. Aristoteles,
bunu şöyle dile getirmiştir: “bütün hallerde bir orta terim vardır. Orta terim her iki
ucun yadsımasıyla tanımlanır: ne ak ne kara gibi”. Karşıt’ın bu orta terime, başka bir
deyişle üçüncü olasılığa yer vermesi, onu üçüncü olasılığa yer vermeyen çelişkiden
ayırır. Bunun için ak-kara terimleri karşıtlıkla karşı ve renkli renksiz terimleri
27
çelişiklikle karşıdırlar (Çünkü bir şey, renkli değilse mutlaka renksiz, renksiz değilse
mutlaka renklidir. Üçüncü olasılığa yer yoktur). Başka türlü söylersek, karşıt
terimlerden birinin olumlanması öbürünün yadsınmasını gerektirir, ama birinin
yadsınması öbürünün olumlanmasını gerektirmez (Çünkü bir şey, aksa mutlaka kara
değildir, ama ak değilse mutlaka kara olması gerekmez), buna karşı çelişik
terimlerden birinin yadsınması öbürünün olumlanmasını gerektirdiği gibi birinin
olumlanması da öbürünün yadsınmasını zorunlu olarak gerektirir.
KARŞITLARIN BİRLİĞİ VE SAVAŞIMI YASASI (FS): Diyalektik ve Tarihsel
materyalizmin saptadığı üç temel yasadan biri… Nicelikten niteliğe geçiş yasası ve
olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası ile birlikte doğanın, toplumun ve bilincin üç
evrensel yasasından biridir. Nesnel gerçeğin ve insan bilgisinin her alanında etkin ve
geçerlidir. Doğada, toplumda ve bilinçte tüm nesneler, olaylar ve süreçler içlerinde bir
karşıtlık (yani diyalektik iç çelişki) taşırlar, bu karşıtlık tüm hareket ve gelişmenin
kaynağıdır. Nesneler, olaylar ve süreçler bu karşıtlıkla devinir ve gelişirler. Bu
karşıtlıklar hem bir birlik (biri olmadan öbürü de olmaz), hem de bir savaşım (biri
öbürünü sürekli olarak dışındalar) içindedirler, birbirlerine geçişirler (biri öbürünü
sürekli olarak alt etme, onun yerine geçme eğilimindedir). Doğa, toplum ve bilinç bu
evrensel yasayla işler ve gelişir. Gelişme, bu savaşım sonucu, birliğin ortadan kalkıp
yerine yeni bir birliğin doğması demektir. Bundan ötürüdür ki karşıtların birliği geçici
(yani göreli, ilineksel, ikincil), karşıtların savaşımıysa sürekli (yani saltık, temel,
birincil)’dir. Bu yasadan ötürüdür ki eski, daima yerini yeni’ye bırakır. Doğada
örneğin yumurta bu yasayla civciv olur, toplumda örneğin feodalite bu yasayla
kapitalizm olur, bilinçte örneğin bilgi bu yasayla ilerler. Hareket ve gelişme,
karşıtların savaşımının sonucu olduğundan bu yasaya “diyalektiğin özü” denir.
Gerçekten de diyalektiğin yapısı bu birlik ve savaşımdır, diyalektik deyiminden
anlaşılması gereken bu birlik ve savaşımdır. Her nesne olay ve süreçte diyalektik
birlik ve savaşım içseldir, hiç bir dış etkiyi gerektirmez, yani dışsal bir etkinin sonucu
değildir. Kaldı ki diyalektik deyimi daima içsel olanı dile getirir; örneğin bir
meyvenin ağaçtan koparılması mekanik bir hareket, kendiliğinden olgunlaşıp düşmesi
diyalektik bir harekettir. Karşıtların birliği ve savaşımı da böylece diyalektik, yani
içseldir. Karşıtların birliği ve savaşımı yasası, hareketin ve gelişmenin
kendiliğindenliğini dile getirir.
KARŞITLARIN ÇELİŞMESİ (FS): Karşıtların birbirlerini dışındalamaları sonucu
meydana gelen çelişme… Karşıtların savaşımı deyimiyle anlamdaştır. Diyalektik ve
tarihsel materyalist felsefe dilinde karşıtlık, çelişkisel bir ilişkidir ve bundan ötürüde
çelişkisel deyimiyle eşanlamlıdır. Ne var ki bu diyalektik çelişmeyi mantıksal çelişme
ile asla karıştırmamak gerekir. Mantıksal çelişki tutarsızlık anlamındadır ve
düşüncelerdeki tutarsızlık dile getirir. Örneğin “bu şey hem artıdır hem de aynı
zamanda eksidir” dersek mantıksal olarak çelişkiye düşmüş oluruz. Ne var ki doğada
ve nesnel gerçeklikte bu böyle değildir. Örneğin “atom hem artı hem de eksidir”,
çünkü hem artı yüklü ve hem de aynı zamanda eksi yüklü parçalar taşır, bu bilimsel
bir gerçektir. Demek ki ustan ve düşünceden kaynaklanan biçimsel mantık
çelişmeleriyle doğadan ve gerçeklikten kaynaklanan diyalektik nesnel çelişmeleri
birbirinden ayırmak gerekir. Bunun nedeni ussal ve mantıksal olanın soyut, doğal ve
gerçek olanın ise somut oluşudur. Soyut olan donmuştur ve değişmez, bundan ötürü
de düşüncel bir yaprak hem yeşil ve hem de aynı zamanda sarı olamaz; buna karşı
somut olan hareketseldir ve değişir, bundan ötürüdür ki gerçek bir yaprak hem yeşil
ve hem de aynı zamanda sarı olabilir. Bundan ötürü metafizikçiler ve idealistler
28
çelişmenin düşünceye özgü bulunduğunu, doğada çelişme olamayacağını savlarlar.
Antik çağlı Zenon’dan çağdaş Amerikalı düşünür S. Hook’a kadar tüm metafiziğin ve
idealizmin süregelen savı budur. Metafizikçiler ve idealistler bu yanlış savlamayla da
yetinmezler, düşünsel soyutluğun hareketsizliğini ve değişmezliğini doğaya ve nesnel
gerçekliğe aktarırlar ve örneğin “tarih yinelemelerinden ibarettir”, ya da “güneşin
altında yeni bir şey yoktur” derler. Oysa tarih hiçbir zaman yinelenmediği gibi
güneşin altında da hiçbir zaman eski bir şey yoktur, her ikisi de her an yeni ve
yepyenidir. Çünkü doğal ve nesnel çelişme, her an eskiyi yok ederek yeniyi meydana
getiren bir çelişmedir. Çelişme terimi hem ussal ve hem de doğasal alanda kullanılır,
ne var ki her iki alanda ayrı şeyleri dile getirir.
KARŞITLIK (FS): Karşıtların niteliği… Karşıtlar arasındaki karşı olumu dile getirir.
Karşıtlık, birbirine karşı olup birbirlerini dışındalayan iki nesnel olgu ya da
düşüncenin, ilişkisidir. Nesnel olgular arasındaki, karşıtlıklar diyalektik karşıtlıklardır,
düşünceler arasındaki karşıtlıklarsa mantıksal karşıtlıklardır. Bu ikisini birbirine
karıştırmamak gerekir. Nesnel karşıtlıklar daima bir çelişki ilişkisi içinde bulunurlar,
yani hem birlik hem de savaşım içindedirler. Mantıksal karşıtlıklarsa birbirlerini
dışındalayan karşıt ya da çelişik kavram ve önermelerin karşıtlığıdır.
KEMALİZM: Teokratik düzenden olumlu bilime yönelme politikası… Kemalizm deyimi,
Atatürkçülük anlamında Batılılar tarafından ileri sürülmüş bir deyimdir. Batılılar,
ulusal kurtuluş savaşımızla başlayan büyük Türk devrimini bu adla nitelemişlerdir.
Türk lideri Mustafa Kemal Atatürk (1881–1938)’ün siyasal ve toplumsal görüşlerini
dile getirir. Atatürk dünya tarihinde ilk kez, kapitalizmin son aşaması emperyalizme
başkaldıran ve ulusal kurtuluş savaşı’nı gerçekleştiren insandır. Atatürk’ün başlattığı
ve başarıyla gerçekleştirdiği bu eylem, emperyalizmin boyunduruğunda yaşayan
bütün sömürülen uluslara örneklik etmiştir. Bundan ötürü Batılıların deyimiyle
Kemalizm ve bizim deyimimizle Atatürkçülük belli bir anlamda emperyalizme
başkaldırmayı ve ulusal kurtuluş savaşını gerçekleştirmeyi dile getirir. Başta Lenin
olmak üzere tüm sosyalist yazar ve düşünürler Mustafa Kemal Atatürk’ü ve
Atatürkçülüğü övmüşlerdir. Bağımsızlık savaşının kazanılmasından sonra Atatürk,
gerçek bir bilimsel anlayışla, hemen ülkenin ekonomi politikasını saptamaya yönelmiş
ve 1923 yılında İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi’ni toplamıştır. Atatürk’ün yedi
yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı düzen, yarı-sömürge ve yarı-feodal
bir üretim düzenidir. Osmanlı ekonomisinin yarı-feodal niteliği (bu terim, Osmanlı
üretimi için, 22 Aralık 1882 tarihli mektubunda Engels tarafından kullanılmıştır),
feodal toprak mülkiyetinin ve dolayısıyla siyasal feodalizmin hiçbir zaman Osmanlı
üretim düzeninde yer almamış bulunmasından gelmektedir. Osmanlı derebeyleri
hiçbir zaman Avrupa’nın feodal senyörleri niteliğini taşımadığı gibi Osmanlı köylüsü
de hiçbir zaman Batı feodalizminin serf’leri olmamıştır. Toprağın mülkiyeti, kimi
zamanda ve kimi yerde sembolik de olsa, daima devletin üstünde kalmış; tımar ve
zeamet adı verilen yöntemlerle sadece toprak ürününden belli bir ölçüde vergi alma
yetkisi toprak beylerine ve ağalarına bağışlanmıştır. Bu sistemde ticaret hiçbir zaman
gelişmemiş ve feodalizmin bağrında oluşup onu kapitalist üretime dönüştüren tüccar
sınıfı hiçbir zaman var olmamıştır. Bu sistemde ticaret, bir Pazar üretimi konusu değil,
bir devlet gelişmesi ve savunması konusudur. Egemen sınıf, feodal sınıf değil,
bürokrasi sınıfıdır. Toprakta çalışanlar da feodal sınıfın köleleri değil, devletin
kullarıdır. Tarihsel süreçte bu terimlerin çok ayrı gerçekleri yansıtan çok ayrı
anlamları vardır. Egemen sınıfın köleleri, üretime katılmamakta, saraylarda ve
köşklerde uşaklık etmektedirler. Üretimin pek küçük bir bölümü üreticilerin kendi
29
ihtiyaçları için ayrılmakta, büyük bir bölümü de tımar ve zeamet sahipleriyle devlet
arasında paylaşılmaktadır. Pazar üretimini gerçekleştirecek ve dolayısıyla tüccar
sınıfını oluşturacak en küçük bir etken yoktur. Devlet angaryasıyla elde edilen üretim
fazlası, ticaret pazarına değil, devletin savunma araçlarına ve zevk âlemlerine
harcanarak çarçur edilmektedir. Yarı-feodal deyiminin kapsadığı anlam budur. Böyle
bir sistemde toprak mülkiyetinin, özel kişilerin elinde değil, devletin elinde oluşu
kapitalist gelişmeye engel olmak bakımından çok daha kötü bir sonuç verir. Devlet,
varlığını, bütün gelirleriyle –zevk ve safa âlemlerinin dışında – ordusunu
güçlendirerek yeni fetihler ve dolayısıyla yeni gelir kaynakları elde etmekle ayakta
tutabilir. Yeni fetihlerle elde edilen yeni gelir kaynakları da aynı kısırdöngüye
girdiğinden daha yeni fetihler ve daha yeni gelir kaynakları gerekir. Bu fetihler,
güçlenmeye başlayan Batı burjuvazisi karşısında dikilinceye kadar, böyle sürüp gider.
Bu düzenin kendi sınırları dışında gelişen yeni bir genç düzenle çatışması ve bu
çatışma sonunda yıkılıp gitmesi kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlığın sonucu olarak Batı
emperyalizmi, onu yarı-sömürgelikten tam sömürgeliğe dönüştüreceği sırada tarihte
görülmemiş bir olayla karşılaşmış, her bakımdan bitmiş ve çökmüş bir ülkenin
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde şahlandığına ve dünyanın en güçlü
ordularına kafa tuttuğuna tanık olmuştur. Batı kapitalizmi ve onun en gelişmiş biçimi
olan emperyalizmi, tarihte ilk kez, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bağımsız
yaşama hakkını savunan topsuz tüfeksiz bir avuç çıplak insan karşısında yenilgiye
uğramıştır. Emperyalizmin yarı-sömürgeleştirip çökerttiği Osmanlı düzeninin
yıkıntıları üstünde kurulan yeni Türkiye’nin o günkü ekonomik durumunu, değerli
aydın Emin Türk Eliçin (1906 – 1966) şöyle anlatır: “42 bin köyü, 1000 kasabası ve
67 kentiyle, 750 bin kilometre karelik koskoca bir coğrafya parçasını kaplayan Türk
yurdunda son derece ilkel geçim şartları içinde yaşayan 12 milyonluk bir halk
oturmakta… Bir milli pazardan, bir milli ekonomiden eser bile yok… Tandır
çukurunda tezek yakan Orta Anadolu köylüsü Karadeniz kıyısında kömür
yakıldığından nasıl habersizse, Amerikan ve Romen buğdayı yiyen Karadeniz halkı
da dağların hemen ardındaki Sivas’ın bir buğday ambarı olduğunu bilmemekte.
Ekonomik ilişkiler bakımından İran ve Suriye, Erzurum’a İzmir’den çok daha yakın.
Bir yerde kıtlık olur, halk acından ölür; başka yerde yiyecekler çürür ya da hayvanlara
yedirilir… Dar geniş bütün hatları bir arada yalnız 4072 kilometrelik hepsi yabancı
malı bir demiryolu şebekesi, 18 bin 335 kilometre karelik bakımsız şosesi, birkaç
liman şehri arasında işleyen topu topu 72 bin tonilatoluk ufak bir teknesi vardır.
Cumhuriyetin daha ilk yılında dışarıya ancak 85 milyonluk mal satabilmiş, buna karşı
145 milyonluk mal alınmıştır, 60 milyon açıktır… Kağşamış birkaç askeri fabrika
sayılmazsa, iç pazarın ihtiyacına şöyle böyle yetecek hiçbir üretim dalı yok. İçerlek
köşelerde kalmış, tek tük el tezgâhları ortadan çekilmek için ilk araçla gelecek
yabancı ticaret mallarını beklemekte” (Bk. Eliçin, Kemalist Devrim İdeolojisi, İstanbul
1970, s. 268–273). Böylesine bir yıkıntının ortasında nasıl bir ekonomik politika
güdülecektir? Atatürk, bunu saptamak için, 1923 yılında, İzmir’de, Kazım Karabekir
Paşa’nın başkanlığında Türkiye İktisat Kongresi’ni toplamıştır. Şöyle demektedir:
“Bir milletin hayatıyla doğrudan doğruya ilgili olan ekonomisi, çöküşünün de
yükselişinin de nedenidir. Zamanımız bir ekonomi çağıdır. Kılıç kullanan kol yorulur,
ama saban kullanan kol yorulmaz, her gün daha çok güçlenir ve toprağına daha iyi
sahip olur. Osmanlı fatihleri her şeyden önce sabanın karşısında yenilerek çekildiler,
asıl felaket bu çeşit yenilgiden doğdu. Kılıçla zafer kazananlar yerlerini er geç sabanla
zafer kazananlara bırakmak zorunda kalırlar. Ulusal egemenlik, ekonomik
egemenlikle pekitilmelidir, yoksa kazanılan siyasi ve askeri başarılardan bir şey
çıkmaz. Halk çağı demek iktisat çağı demektir” (Bk. Şevket Süreyya Aydemir, Tek
30
Adam, c. III, s. 352). Bu çok doğru sözlere ayrıca şunları da ekleyerek ekonomik
tutumun siyasal sınırlarını çizmekte ve iktisat kongresine yol göstermektedir: “Biz
istiklalimizi emin bulundurmak için heyeti umumiyemizce bizi mahvetmek isteyen
emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece
mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız” (Bk. Tekinalp, Kemalizm,
İstanbul, 1936, s. 226). Kongrenin açış nutkunda da şunları söylemektedir:
“Zannolunmasın ki biz ecnebi sermayesine hasım bulunuyoruz. Hayır. Fakat mazide,
Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve
hükümet, ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her
millet gibi Türkiye de buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız” (Bk.
Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, İzmir 1923, Siyasal Bilgiler Fakültesi
yayını, Ankara 1968, s. 252 – 253). Ne yazık ki İktisat Kongresi’nin üyeleri,
Atatürk’ün bu güzel sözlerini anlayabilecek bir nitelikte değildi. Bu da iktisadi misak
adı altında verdikleri şu kararlardan bellidir: “ Hırsızlık, yalancılık, ikiyüzlülük ve
tembellik en büyük düşmanımızdır. Bağnazlıktan uzak bir dini bütünlükle çalışmak
her şeyde baş ilkemiz olacaktır. Türkler bilgiye ve kültüre âşıktır. Maarifi mukaddes
saydıklarından mevlidi şerifi ve kandil gününü aynı zamanda bir kitap günü olarak
kutlarlar. Türkler, hangi sınıf ve mesleklerden olurlarsa olsunlar, candan sevişirler.
Türk kadını ve kocası, çocuklarını, iktisadi misaka göre yetiştirir” (Bk. İktisadi Misak,
madde 6). Büyük Atatürk, bu kararları okuduğu zaman kim bilir nasıl acı acı gülmüş
ve “bu kafalarla bu işi nasıl başaracağım?” diye uzun uzun düşünmüş olmalıdır.
Atatürkçülüğün toplumsal hedefi, muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) deyimiyle dile
getirilmiştir. Yedi yüzyıllık bir Doğu geleneği içinde oluşan Osmanlı İmparatorluğu,
Atatürk’ün çabasıyla Batı modeline uygun bir Türkiye Cumhuriyetine
dönüştürülmüştür. Kemalizm’in en büyük başarısı her türlü tutuculuğa karşı çıkarak
ordu ve gençliğe ilericiliği aşılamak olmuştur. Şöyle der: “Bilim, daima ileriye ve
yeniliğe götürür. Bu, dönüşsüz bir nitelik olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı
daima ileriye ve yeniliğe uzun adımlarla yürümeye devam edecektir” (İkdam
Gazetesi, 1 Eylül 1925). Atatürk, devlet anlayışını altı ilkede toplamıştır. Bu altı ilke
şunlardır: Devrimcilik, laiklik, devletçilik, ulusçuluk, halkçılık, cumhuriyetçilik… Bu
ilkelerin tümü tutucu, teokratik, halka sırt çevirmiş bir Doğu despotizmine tepki
olarak ve gericiliğe tam karşı bulunan bir ilericilik açısından saptanmıştır. Bunun
içindir ki ilkelerin tümü ilericilik ilkesinde özetlenir. Atatürk “En gerçek yol gösterici,
bilimdir” (En hakiki mürşit ilimdir) demiştir. Bunun içindir ki Atatürkçülük bilimsel
olana yönelmek demektir. Atatürkçülüğün gerçek anlamı budur.
KENDİLİĞİNDENLİK (FS): İnsanların bilgili etkinlik ve denetimlerine dayanmayan
toplumsal-ekonomik gelişmenin niteliği… Doğa yasaları kendiliğinden işledikleri
halde toplumsal-ekonomik yasalar kendiliğinden işlemez. Toplumsal-ekonomik
yasaların işlemesi için insan etkinliği gereklidir. Doğa yasalarıyla toplumsalekonomik (tarihsel) yasalar arasındaki büyük ayrım buradadır. Toplumsal-ekonomik
yasalar da, doğa yasaları gibi, nesneldir; yani insan bilincinden ve iradesinden
bağımsızdır. İnsanlar bu yasaları yaratamazlar ve yok edemezler. Ama onları
işletecek ya da işlemlerine engel olacak koşulları hazırlarlar, böylelikle de bu nesnel
yasalara egemen olurlar. Ne var ki bu egemenlik, ancak nesnel ve zorunlu yasaların
bilgisini edinmekle gerçekleşebilir. Yasa bilinip kavranmadıkça ona egemen
olunamaz. İnsanlar, bilgisini edinmekle, değil nesnesi bizzat insan olan toplumsalekonomik yasalara, doğa yasalarına bile egemen olmuşlardır; örneğin yerçekimi
yasasının öğrenilmesiyle tonlarla ağırlığındaki bir uçak yerçekiminden kurtarılıp
havalandırılabilmiştir. Bunun gibi, insanlar, doğa yasalarına göre yıldırımın
31
düşmesine engel olamazlar ama tanıyıp ne olduğunu bilmekle yıldırımsavarlar
yaparak onu kendilerine zarar vermeyecek bir biçimde düşürebilirler. Yeni kuşaklar,
kendilerinden önceki kuşaklarca hazırlanmış olan toplumsal-ekonomik maddî
koşulların içinde doğarlar. Demek ki onların yaşamını belirleyecek olan bu maddî
koşullar onların irade ve isteklerinden bağımsızdır, yani nesnel ve zorunludur.
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu keyiflerine göre değil, içinde
bulundukları nesnel ve maddî koşulların zorunluluğu doğrultusunda yaparlar. İnsan,
nesnel yasalara bağlı bulunan eylemine öznel amaçlar katar, bu öznel amaçlarıyla da
nesnel yasaları yönlendirir. İnsanların istek ve amaçları kendiliğinden gerçekleşmez,
bunları gerçekleştirebilmek için bilgili ve etkin olmaları gerekir. İnsanların istek ve
amaçlarının kendiliğinden gerçekleşeceğini ileri sürmek, örneğin insan zekâsı
(Edison) olmaksızın ampulün kendiliğinden oluşacağını ileri sürmekten farksızdır.
Bundan ötürüdür ki tarihsel süreçte kendiliğindenlik ne kadar gerçek ve bilimselse,
nesnel ve maddî yasaların zorunluluğunu abartan kendiliğindencilik (spontaneizm) o
kadar gerçekdışı ve bilimdışıdır. İnsanlar 19’uncu yüzyılın ikinci yarısına kadar
toplumsal-ekonomik yasaları bilmiyorlar ve tanımıyorlardı. Bundan ötürüdür ki
günümüze kadar gelen toplumsal-ekonomik gelişme nesnel ve maddî yasaların
güdümü altında kendiliğinden olmuştur; insanlarca planlanamamış,
yönlendirilememiş, denetlenememiştir. İnsanın kendi ürününün kendine egemen
olması ve onu köleleştirmesi bu yüzdendir. İnsanlar bilgisizlikleri yüzünden kendi
tarihlerine egemen olamamışlar ve toplumsal-ekonomik gelişmelerini zorunlu olarak
tarihin nesnel akışına bırakmışlardır. Tarihsel süreçteki bütün toplumsal-ekonomik
oluşumlar (ilkel komünal üretim biçimi, köleci üretim biçimi, feodal üretim biçimi,
kapitalist üretim biçimi) insanların bilgili etkinliklerinin ve denetimlerinin dışında
kendiliğinden gerçekleşmiştir. Ama bu kendiliğindenlik, yukarda da önemle
belirttiğimiz gibi, doğa yasalarının kendiliğindenliği gibi değildir, insanların bilgisiz
etkinlikleriyle oluşan toplumsal-ekonomik yasaların kendiliğindendir. Yukarda da
belirttiğimiz gibi, toplumsal-ekonomik yasaların işleyişi, doğa yasalarından farklı
olarak, beşerî (insansal) etkinliği şart koşar. Çünkü toplumsal-ekonomik yasalar,
doğa yasaları gibi doğanın değil, insan toplumunun yasalarıdır ve bu yasaların nesnesi
doğa değil bizzat insandır. Evrende insanlar olmasaydı toplumsal-ekonomik yasalar
da olmazdı. Bundan ötürüdür ki toplumsal-ekonomik yasalar, doğa yasalarından
farklı olarak, iki yan taşırlar: І. Nesnel etmenler (doğa koşulları, belirli bir üretim
düzeyi), ІІ. Öznel etmenler (bireylerin, sınıfların, devletlerin bilinçli etkinlikleri).
İnsanların bilinç ve iradelerinden (isteklerinden, öznel amaçlarından) bağımsız olan
nesnel etmenler ancak öznel etmenlerin işlemesiyle meydana çıkabilirler. Buna karşı
öznel etmenler de ancak nesnel etmenlerin hazır olduğu zaman bir rol oynayabilirler.
Bu çift yanlılıkta temel ve belirleyici olan nesnel etmenlerdir, çünkü son
çözümlemede yukarda da açıkladığımız gibi, öznel etmenler de içinde bulundukları
nesnel koşullardan oluşurlar. İnsanların istek ve düşünceleri gökten zembille inmez,
içlerinde bulundukları maddî ve nesnel koşulların ürünüdür; her fırsatta
örneklediğimiz gibi çiftçi, çiftçi gibi düşündüğü için çiftçi olmuş değildir, çiftçi
olduğu için çiftçi gibi düşünür. İnsanların istek ve düşünceleri içlerinde bulundukları
nesnel ve maddî koşullardan yansır. Ne var ki bu nesnel ve maddî koşulların bilgisini
edinmekle, giderek onları daha derinden kavramakla bu düşünceler de insanların
çıkarları doğrultusunda büyük bir etkinlik kazanır, böylelikle de nesnel ve maddî
koşulları değiştirir. İşte bilgili etkinlikle bilgisiz kendiliğindenlik arasındaki büyük
fark budur. İnsanlar 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından beri toplumsal-ekonomik
gelişmenin bütün sırlarını öğrenmiş ve çözümlemiş bulunmaktadırlar. Demek ki artık
toplumsal-ekonomik yasalara egemen olabilirler, onları denetleyebilirler ve kendi
32
çıkarları doğrultusunda yönlendirebilirler. Toplumsal-ekonomik gelişmenin
kendiliğindenliği böylelikle son bulacaktır.
KOMPRADOR: Sömürücü yabancılarla işbirliği yaparak kendi ülkesinin sömürüsüne
katılan yerli... İspanyolcadır, satın alan anlamına gelir. Eskiden yabancı gemiler için
mal satın alan yerlileri adlandırırmış. Günümüzde geri bıraktırılmış ülkelerin çıkar
karşılığında kendi ülkesini emperyalist ülkelere sömürten yerlisini adlandırır.
KOMPRADOR BURJUVAZİ: Sömürücü yabancılarla işbirliği yaparak kendi ülkesinin
sömürüsüne katılan ve sanayileşmesine engel olan burjuva kesimi... Sanayi
burjuvazisi deyimi karşılığında kullanılır. Bu tip burjuvazi elindeki parayı sanayi
işinde kullanmaz, ya doğrudan doğruya ya da montaj sanayisi perdesi altında dış
ticarete yatırır. Emperyalist bankalarla işbirliği yapar, köylülüğün bağımlı tutulmasına
ve yerli sanayinin engellenmesine yardım eder. Geri kalmışlıktan kurtulmanın tek
yolu olan sanayileşmenin, tek engeli komprador burjuvazidir. Tefeci-tüccar olarak
rizikosuz, kolay ve rahat kazanç geri kalmış ülkelerdeki kimi burjuvaları bu yola
sürükler.
KÖLE: Emeğin verimliliğinin artmasıyla meydana çıkan insan mal... İnsanların kendi
tüketimleri için ürettikleri zamanlarda köle yoktu. Savaş esirleri fazladan bir boğaz
beslememek için öldürülüyordu. Zamanla geliştirilen üretim araçları emeğin
verimliliğini arttırdı ve insanlar tükettiklerinden fazlasını üretmeye başladılar. O
zaman, kendi tükettiğinden daha fazlasını üretebilen köle, yani insan-mal ortaya çıktı.
Köle, köleci düzenin ürünüdür. Bir bakıma insanın insanı sömürmesi sürüp gittiği
sürece her çağda var olmuştur, fakat daima nitelik değiştirmiştir. Bu bakımdan
köle’yi, feodal düzenin ürünü olan toprak kölesi’yle karıştırmamak gerekir. Köle
kavramı, tarihsel gelişimin belli bir evresine özgüdür, bu evre köleci toplum evresidir.
Köle, artı-ürün sağlar, fakat artık-değer sağlamaz, çünkü artı-değer sermayenin
varlaşmasıyla varlaşmıştır. Kölenin emeğinin ödenmiş bölümü bile ödenmemiş
görünür. Çünkü bir bakıma köleci, köleye hiçbir şey ödemez, ama köle yaşayabilmek
için işgücünün bir bölümünü kendi tüketimi için harcamış olmaktadır, bu yüzden de
işgücünün kendisini üretmeye yetecek karşılığı dolaylı olarak ona ödeniyor demektir.
Oysa, kölenin bütün emek gücü köle sahibine karşılıksız bırakılmış gibi görünür.
Aristoteles, ünlü yapıtı Politika’da şöyle demektedir: “İnsanlar da kendi aralarında,
bir ruh bir bedenden ve bir insan bir hayvandan ne kadar farklıysa, o ölçüde
farklıdırlar. En alt sırada olanlarda emek verimi, beden gücünün kullanımına dayanır.
Kaldı ki böyleleri de sadece bu işe yarar. Yaratılışları bakımından köledirler, köle
olarak yaratılmışlardır. Onlar için en iyisi bir efendinin egemenliği ve buyruğu altında
yaşamaktır” (Politique, Fransızca çeviri, kitap I, bölüm V, 1254 B, 16-20). Antikçağ
Yunan köleciliğinin büyük düşünürü Aristoteles, kölelerin çalışmaktan ayakta
duracak halleri kalmadığını bilmezlikten gelerek, köleleri bir çeşit hayvan olarak
nitelemekte ve dik durma yeteneğinden bile yoksun bulunduklarını söylemektedir
(İbid, 28). Köleci düzenin ürünü olan büyük dinler de Aristoteles’le aynı kanıdadır ve
köleliği bir tanrı vergisi olarak onaylamaktadırlar. Köleci düzende köle sağlamanın
başlıca üç kaynağı olmuştur: Savaş tutsakları, köle alım-satımı, toplumun yoksul
üyelerinin borçlarından ötürü köleleştirilmesi. Bu üç kaynaktan sağlanan köleler,
köleci üretim düzeninin üretici gücüydüler ve üretimin verimini ilkel komünal
toplumda hayal bile edilemeyecek ölçüde arttırıyorlardı. Köle sömürüsü de, daha
sonra gerçekleşecek olan sömürüler gibi, sömüren ve sömürülen iki sınıf arasındaki
çelişkileri gittikçe keskinleştirerek bir sınıf savaşımıyla biçimlenmiş ve çeşitli köle
33
ayaklanmaları (örneğin Spartakus), verimin artmasıyla hızla gelişen üretim araçlarının
özel bir bakım gerektirmesi gibi nedenlerin de eklenmesiyle, köleci düzeni feodal
düzene dönüşmüştür.
KÖLECİ TOPLUM: Köle emeği sömürüsüne dayanan toplum… Eşanlamda kölelik düzeni,
kölecilik düzeni, kölelik rejimi, köleci sistem, kölecilik deyimleri de kullanılmaktadır.
İlkel komünal toplum üretim araçlarının gelişmesiyle dağılmaya yüz tutmuştu. Taş ve
tahtadan araçlar yerlerini madensel araçlara bırakmışlardı, demirden ve bronzdan
sabanlar ve baltalar yapılmıştı. Tarım ve hayvancılık birbirinden ayrıldı ve ilk
toplumsal işbölümü gerçekleşti. Bu iki alan arasında değiştirme olayı başladı. Birlikte
çalışma gereksizleşti ve toplum her biri bağımsız birer ekonomi birimi olan ailelere
bölündü. Özel mülkiyet gerçekleşti ve sömürü olanakları açıldı. Araçlar özel mülk
olunca o araçların ürünleri de özel mülk oldu. Üretim güçlerindeki bu değişiklikler,
insanlar arasındaki ilişkilerde de (üretim ilişkilerinde) değişikliği gerektirmiş ve
emeğin verimliliğinin artması, ilkel komünal toplumu köleci topluma dönüştürmüştür.
İlkel komünal toplumda savaş tutsakları fazla bir boğaz beslememek için
öldürülürlerken, artık çalıştırılmakta ve çalışamayacak bir duruma gelince
öldürülmektedirler. İlkel komünal toplumun bağrında meydana gelen kölelik rejimi,
gittikçe güçlenerek Asya ve Afrika’da köleci toplumun oluşmasını gerçekleştirmiştir.
İlkin, köleler ilkel komünal toplumun kolektivist yapısına uygun olarak, bütün
toplumun malı sayılmışlardır. Bu evrede köle emeği üretimde önemli rol oynamıştır.
Kölelik rejimi, üretici güçlerin gelişmesiyle koşutlu olarak olgunlaşmıştır. Üretimin
artması el emeği talebini arttırmıştır. Bununla bağımlı olarak köleci devlet kurulmuş
ve yeni köleler elde etmek için büyük savaşlar gerekmiştir. Savaş gereği, köleci
devleti büsbütün geliştirmiştir. Karşılıklı diyalektik etkilerle oluşan yeni düzen eski
Afrika ve Asya’da en üstün aşamasına ulaşmıştır. İlk köleci devlet biçimleri, kabile
federasyonlarıdır. İlk köleci toplumlar, İ.Ö. 4’üncü bin yıldan başlayarak Sümer,
Akad, Babil, Asur, Hitit vb. gibi devletlerdir. Bunların son ve yetkin örnekleri
antikçağ Yunan ve Roma köleci toplumlarıdır.
KÖLECİ ÜRETİM BİÇİMİ: Köle emeğine dayanan ve ona ancak yaşayabileceği kadar bir
pay bırakarak artı-ürününe el konulan üretim biçimi… Bu deyim bir sınıfın tarımsal
emek gücünün en ilkel biçimine el konmasını dile getirir. Bu üretim biçiminde,
kölenin, işgücü değil bizzat kendisi maldır. Özel mülkiyet köle üstünde
gerçekleşmiştir. Efendi, nasıl bir tarlanın ya da öküzün sahibiyse, öylece kölenin de
sahibidir. Hindistan’daki kast düzeni köleleri iki ayaklı hayvan sayıyor, köleci
düzenin ideologlarından Romalı Varro İ.Ö. 1’inci yüzyılda onları üçe ayırdığı üretim
aletlerinden biri olarak tanımlıyordu. Varro’ya göre üç türlü üretim aleti vardı. Sessiz
aletler (arabalar), söz söylemeyen sesli aletler (hayvanlar), söz söyleyebilen sesli
aletler (köleler). “Köle üretiminin anorganik koşulu olarak hayvanlarla birlikte doğal
varlıkların arasına katılır ve kendisine toprağın bir parçası gözüyle bakılır”. Köleci
üretim düzeninin iki karşıt sınıfının (köle sahipleriyle kölelerin) dışında kendi
emekleriyle geçinmeye çalışan zanaatkâr ve köylü tabakaları yer almaktadır. Bu
üretim biçiminin bir başka özelliği de üretici sayısının olağanüstü artmış olmasıdır
(Örneğin Yunan sitelerinde özgür insanların oranları kölelere göre onda birdir). Köle
emeğinin yanında doğa güçlerinden (örneğin su ve rüzgâr gücünden) de
yararlanmaya başlanmıştır. Gerek tahılların işlenmesinde ve saklanmasında, gerek
kumaş ve deri yapımında büyük teknik ilerlemeler kaydedilmiştir. Bütün bu
gelişmeler, köle emeğinin gittikçe artan veriminin ürünleridir.
34
KÖLE EMEĞİ: Üretimi gerçekleştirmek için kölece harcanan emek… Bu emek köle
sahiplerinin ev işlerinde, tarlalarında, madenlerinde ve sanayi atölyelerinde
harcanırdı. Böylelikle kol emeği özgür insanlara layık görülmeyen aşağılık bir nitelik
kazandı. Köle emeğinin sahibi kölelerini besler ve barındırır. Demek ki köle adını
taşıyan insan-malın üretimiyle tüketimi arasındaki fark, köle sahibinin net kârıdır.
Kölelik ekonomisinin temeli köle emeğidir. Çalışmanın özgür insana layık olmayan
bir eylem sayılması, köleyi ve köle emeğini toplum için zorunlu kılmıştı. Kölecilik
çağının bütün düşünürleri, dinleri, yasaları kölenin doğal olduğunu bu yüzden kabul
ederler ve köleci düzeni sürdürmek için çeşitli öneriler ileri sürerler.
KÖLELİK: Kölenin niteliği… Bu mülkiyet özel mülkiyet konusu ve dolayısıyla insan-mal
olma niteliğidir. Kölelik rejiminde üretim ilişkilerinin temeli, yalnız üretim araçları
üstünde değil, aynı zamanda köle üstünde de özel mülkiyetin gerçekleşmesidir. Bu
durum tarihte ilk kez toplumu sınıf bölünmesi’ne uğratmıştır. Sınıf kavramı, köleci
toplumda oluşmuştur. Dinler, köleliği çeşitli biçimlerde desteklemişlerdir. Örneğin
Yahudilerin Tevrat’ında şöyle yazar: “Köleni yapabileceği işe sür, yapmazsa zincire
vur’’ ( Vaiz, XXIII, 24–28 ). “saman, değnek ve yük eşek içindir; emek, öğüt ve
çalışmaksa köle için” (ibid), “Köle için para ödediğini ve o kaçarsa para
kaybedeceğini hatırla” (ibid, 30, 31). İlk sömürü biçimi köle emeğinin sömürüsüdür.
Oysa bu pek güçlü bir sömürüydü. Bu sömürü, özellikle eski Yunan sitelerinde
ergasteries denilen işyerlerinde toplanan ve işbirliğiyle verimi artan kölelerin
emeğiyle gerçekleşiyordu. Mandel, Traite d’Economie adlı yapıtında şu örneği verir;
Ksenofon’un anlattığına göre İ.Ö. 5’inci yüzyılda bir kölenin fiyatı 180 – 200
drahmiymiş. Demosten, babasının mobilya ve bıçakçılık atölyelerindeki kölelerin,
günlük bütün masrafları çıktıktan sonra günde bir obol bıraktıklarını, bununsa yılda
50 drahmi ettiğini, köleyi satın almak için harcanan 200 drahmi ve on yılda 500
drahmi ettiğini, köleyi satın almak için harcanan 200 drahmi bundan çıkarılınca her
kölenin on yılda 300 drahmilik bir kazanç sağladığını hesap edermiş. (ibid, c.1,
s.101).
KRİZ: Tüketilemeyen üretimin doğurduğu ekonomik çöküntü... Krizlerin kapitalist üretim
düzeninin yapısından doğan kaçınılmaz bir hastalığı olduğu diyalektik ve tarihsel
materyalist öğreti tarafından keşfedilmiş ve açık seçik sergilenmiştir. Devresel
olmasının nedeni de, değişmeyen sermayenin devresel olarak yenilenmesi
zorunluluğudur. Kapitalist birikim yasasına göre üretim, tüketimden daha hızlı artmak
zorundadır. Kapitalizm öncesi krizler büsbütün başka nedenlerle olurdu. Savaşlar,
salgın hastalıklar, su baskınları, depremler vb. gibi doğal ve toplumsal çöküntüler
yüzünden tüm üretim azalırdı. Bundan ötürü de kapitalizm öncesi kriz, kullanma
değerlerinin noksan üretiminden doğan bir krizdi. Kapitalizm krizleriyse, bunun tam
tersine, değiştirme değerlerinin aşırı üretiminden doğan krizlerdir. “Malın ilk
başkalaşması, aynı zamanda hem satış hem alış olduğu için, bağımsız bir süreçtir.
Alıcı mala, satıcı da paraya – demek ki her an dolaşıma katılabilecek bir mala – sahip
olur. Hiç kimse bir başkası alıcı olmadan satıcı olamaz. Ama kendisi satıyor diye de
hiç kimse onun malına hemen alıcı olmak zorunda değildir. Dolaşım, ürün değişimini,
satış ve alış çelişmesi olarak parçalar ve ikiye ayırır. Bu iki bağımsız ve biri ötekine
karşıt sürecin bir bütünlük meydana getirmesi ve bu iç bütünlüğü ise dış çelişmeler
içinde hareket etmesi şu sonucu doğurur: Bir malın tam başkalaşmasının birbirini
tamamlayan bu iki evresi arasındaki zaman süresi çok uzayacak, satışla alış
arasındaki ayrılma çok açık ve belli bir hale gelecek olursa bunların arasındaki
bağımlılık, kendisini bir kriz yaratarak zorla ortaya koyar. Malın özünde var olan,
35
kullanım değeriyle değiştirme değeri arasındaki çelişme, özel emeğin aynı zamanda
kendisini toplumsal emek olarak ortaya koyması zorunluluğu, özel soyut emeğin aynı
zamanda genel soyut emek olması, doğal şeylerin bireyselleşmesi, kişilerin
nesnelleşmesi, işte bütün bu mala özgü çelişme ve zıtlıklar, malların başkalaşmaları
sırasında doğan çelişmelerde en gelişmiş hareket biçimlerini bulurlar. Bundan
ötürüdür ki bu hareket biçimlerinde kriz ihtimali, ama ancak ihtimal olarak, saklıdır.
Bu ihtimalin gerçekleşmesi, basit mal dolaşımı açısından henüz kendilerini
göstermeyen, uzun bir ilişkiler zincirinin varlığını gerektirir”. Krizin nedeni, kapitalist
üretimde gittikçe ve zorunlu olarak artan malların, halk tarafından gittikçe ve zorunlu
olarak satın alınamamasıdır. “Bütün krizlerin son nedeni, kapitalist üretimin, üretim
güçlerini – sanki bunların önünde toplumun mutlak tüketim yeteneğinden başka sınır
yokmuş gibi – geliştirme eğilimi karşısında halk yığınlarının yoksulluğu ve sınırlı
tüketimidir”. Kriz, çok üretilip az tüketilme olayından doğar, buysa kapitalist sistemin
zorunlu çelişkisidir. Para, belli ellerde toplandıkça öbür ellerde zorunlu olarak azalır.
Halk yığınlarının tüketimi, ihtiyaçlarıyla değil, satın alma güçleriyle sınırlıdır. Bundan
ötürüdür ki her kapitalist yükselişi zorunlu olarak bir kapitalist alçalış kovalar. Bu
alçalış, yani kriz döneminde, savaşın her türlüsü zorunludur. Kumaş sanayisi silah
sanayisine dönüşür, buğday ve kahve yakıt olarak kullanılır, süt veren inekler kesilir,
yeni makineler hizmete konulmasın diye ihtira beratları satın alınır, birçok ürünler
denize dökülür, tarlalar yakılır ve fabrikalar yıkılır. Ve bütün bunların sonunda
kapitalist sistem yeni bir dengeye yönelir, krizlerin devresel karakterinin nedeni de
budur. Buna karşı metafizik düşünceli iktisatçılar krizlerin nedenlerini açıklamak için
usa aykırı ve gülünç kuramlar ileri sürmektedirler. Örneğin bunların en ünlülerinden
Stanley Jevons’a göre krizlerin nedeni güneş lekeleridir. Krizler her on yılda bir
zorunlu olarak tekrarlanır, çünkü her on yılda bir güneş üstünde lekeler meydana gelir
ve bundan ötürü doğa koşulları değişir. Güneş lekelerinden doğan sıcak dalgalar
üretimi çoğaltır. Ekonomik gelişme başlar ve yatırımlar artar, bunun sonucunda da
kriz meydana gelir. Bu kuramı ileri süren Prof. Stanley Jevons (1835–1882)
marjinalciliğin kurucularındandır ve çağdaş kapitalist ekonominin önemli
düşünürlerinden sayılmaktadır. Güneş lekeleri kuramı, birçok metafizik yapılı
iktisatçılar – özellikle Beveridge – tarafından savunulmuştur. Bu sözde bilimsel
kuram, iktisatçıların kapitalizmi savunmak için en akla hayale sığmaz varsayımları
bile ileri sürmekten çekinmediklerinin en belli kanıtlarından biridir. Belçikalı
ekonomi bilgini diyalektikçi Ernest Mandel şöyle demektedir: “Sermayenin devresel
hareketi ortalama kâr oranının eğimli düşüşünü sağlayan mekanizmadan başka bir şey
değildir, sistemin bu düşüşe karşı gösterdiği bir tepkidir. Bu tepki krizler sırasında
sermaye üretiminde harcanan emek niceliğinin toplumsal bakımdan gerekli emek
niceliğine, tek tek her mal değerinin toplumsal bakımdan belirlenmiş değere ve bu
malların içerdiği artık-değerin de ortalama kâra periyodik olarak uymasını sağlar.
Kapitalist üretim bilinçli olarak planlanmış ve örgütlenmiş bir üretim olmadığından
bu ayarlamalar önceden değil, sonradan yapılır. Bundan ötürü de şiddetli sarsıntılara
yol açar”( Mandel, Traite d’economie, bölüm XI). Kriz, devresel olarak şu evrelerden
geçer. Bu evreler ortalama kâr oranının evreleridir: 1. Ekonomik canlanma, 2. Refah,
3. Aşırı üretim, 4. Kriz ve çöküntü.
MARKSİZM: Alman düşünürleri Karl Marx ile Friedrich Engels’in diyalektik ve tarihsel
materyalist öğretileri… Alman düşünürleri Karl Marx (1818–1883) ve Friedrich
Engels (1820–1895)’in tarihsel ve diyalektik materyalizm öğretileri Marksizm adıyla
anılır. Marksizm, yüzyıllardan beri insan düşüncesini yöneten metafiziğin yerine
doğanın işleyiş yasası olan diyalektiği koyar. Diyalektik, böylelikle, insanın geçmişini
36
çözümleyecek ve geleceğine yön verecek eyleminde uygulayacağı bir yöntem
olmuştur. Bu yöntem, bütün bilimleri ve özellikle altyapıyı gerçekleştiren üretim
sürecini geniş çapta kapsamaktadır. Bu anlayışa göre insanlık tarihi, üretim süreciyle
belirlenen ve biçimlenen toplumsal-ekonomik oluşumların tarihidir. İnsanlar
yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler. Yaşayacak durumda olmak
demek, üretmek demektir. Marksist ekonomi Kapital adlı yapıtta verilmiştir. Yapıtın
birinci cildi (1867) Marx tarafından yazılmış, ikinci (1885) ve üçüncü (1894) ciltleri
Marx’ın ölümünden sonra bıraktığı notlardan Engels tarafından tamamlanmıştır.
Hilferding şöyle der: “Marx’ı kendisinden önceki bütün düşünürlerden ayıran,
sistemin temelindeki toplumsal kuram, yani tarihsel materyalizm görüşüdür. Bu
kuram, ekonomik kategorilerin aynı zamanda tarihsel kategoriler olduğunun
anlaşılmasını sağladığı için değil –çünkü bunun anlaşılması tek başına yeterli
değildir–, toplumsal yaşamı yöneten yasanın özünü de ortaya koyduğu için değerlidir.
Bu kuramla evrimin mekanizması keşfedilebilir; ekonomik kategorilerin nasıl
doğdukları, nasıl bir dönüşüm ve değişim geçirdikleri, nasıl ortadan kalktıkları ve
bütün bunların nasıl olduğu kanıtlanabilir” (Hilferding, Aus der Vorgeschichte der
Marxischen Oekonomi, in Die Neue Zeit, kitap 29, c. 2, s. 626). İncelemeci Max Beer
de şöyle yazmaktadır: “Kapital’i iyice anlayabilmek için şunları hatırda tutmak
zorunludur: 1. Marx, mutlak karakterde hiçbir tarif vermez. Sermaye, ücret, değer vb.
gibi kavramlar tarihsel kategorilerdir; yani belirli bir tarih dönemi için, öteki
dönemlerde olmayan, belli bir anlamları vardır. Örneğin değer kavramı, bazı
dönemlerde bir şeyin faydasını anlatabilir, başka dönemlerde bir nesnenin ya da bir
kişinin faziletiyle ya da güzelliğiyle belirlenebilir. Bu arada bugünkü toplumda değer,
Marx’ın bilimsel bir analizle emeğe irca ettiği üretimle belirlenmektedir. 2. Marx,
bilimsel yoldan keşfedilen prensipleri eşyanın kendi özü olarak görür. Örneğin, değer
teorik ifade, fiyat ise onun ampirik ifadesidir. Ampirik ifade şüphesiz teoriden
uzaklaşır, ama teorisiz anlaşılması da imkansızdır. 3. Marx, kapitalist ekonomik
süreci, politik ya da öteki bütün dış müdahalelerden arınmış olarak görür. Marx’ın
Kapital’de sözünü ettiği işçi mücadeleleri ve emeğin korunmasına değin kanunlar,
egemen sermayenin etkisini azaltmaktan çok, üretim güçlerinin gelişmesine yardım
eder. 4. Marx, kapitalist sınıfı her zaman tümüyle alır ve hiçbir zaman ayrı ayrı
kapitalistleri ele almaz” (Beer, Karl Marx, Şerif Hulusi ve Muvaffak Şeref çevirisi, s.
93–94). Marksist ekonomi anlayışı, Adam Smith ve özellikle David Ricardo gibi
büyük liberal ekonomi bilginlerinin attıkları tohumların geliştirilmesi ve
bilimselleştirilmesiyle oluşmuştur.
METAFİZİK EKONOMİ: Ekonomi sorunlarını metafizik düşünme yöntemiyle
çözümleme… Diyalektik ekonomi deyimi karşılığında kullanılır. Diyalektik ve
metafizik, birbirlerine tümüyle karşıt yapıda ayrı birer dünya görüşüdür. Metafizik
düşünce sistemi, insan düşüncesinin doğadan kopmasıyla başlamış ve günümüze
kadar süregelmiştir. Doğa üstünde düşünmeye başlayan insan, bilimin aynı hızla
ilerleyememesi nedeniyle, belli bir aşamada, düşüncesini doğa verileriyle denetlemek
ve patrikte de geçerli olup olmadığını denemek olanağından yoksun kaldığından fizik
olayların üstünde (metafizik) hayaller kurma yolunu bulmuştur. Fizik yapıda kalması
gereken insanın metafiziğe düşmesinin nedeni budur. Nesnelerin özünü kavrama
yolunda gerçeklerden kopmuş olarak ve sadece düşünce planında gerçekleşen
metafizik, modern bilimin doğuşuyla birlikte 17’nci yüzyılda kendine özgü bir
bilimsel yöntem olmuştur. İşte bu, diyalektik yöntemin tam karşıtı bulunan düşünme
ve araştırma yöntemine metafizik yöntem denir. Bu yöntemin başlıca niteliği nesne ve
olguların sadece bir yanını görmektir. Bu tek yanlılık, zorunlu olarak, bir öznelciliğin
37
ürünüdür. Çünkü bir başkası da aynı nesne ya da olgunun bir başka yanını görebilir ve
bilim nesnel, bütün insanlar için geçerli olma niteliğini yitirir. Bu tek yanlılık ve
öznelcilik, toplumsal koşullarda kimi toplumsal güçlerin çıkarlarını sağlamaya
eğilimlidir. Nesne ve olguları sadece bir yanından görmek, zorunlu olarak, onları,
bütünden kopmuş, bağımsız, donuk ve hareketsiz, çelişmesiz, değişmez ve gelişmez
olarak ele almayı gerektirir. İşte bütün bu nitelikler, diyalektik yöntemin tam karşıtı
olan düşünme yöntemi nitelikleridir. Tüketimsiz üretimi incelemek ya da üretimi hiç
düşünmeksizin değeri tüketim alanında aramak vb. metafizik ekonomi anlayışının
zorunlu ürünleridir. Ekonomik bir kategoriyi dondurmak, onu değişmesiz ve
gelişmesiz olarak her zaman ve her yerde geçerli saymak da bu yönteme özgü büyük
yanılgılardır. Bu yöntem, bilimsellikten yoksun spekülasyonu, krizin nedenlerini
güneş lekelerinde aramaya kadar vardırır. Değerin nesnel yanını görmezlikten gelerek
onu fayda ve ihtiyaç gibi bireysel, öznel ve psikolojik etkenlerle açıklamaya çalışır ve
bu yüzden değeri sadece bir kullanma niteliği sayarak antikçağda Aristoteles’in bile
farkına vardığı değiştirme değerini yadsır.
METAFİZİK YÖNTEM (FS): Metafizik düşünme ve uygulama tekniği... Metafizik düşünme, diyalektik düşünmenin tam karşıtı olarak, doğasal, bilinçsel ve toplumsal
nesne ve olguları; hareketsiz, bağımsız, çelişmesiz, değişmez ve gelişmez olarak
düşünmektir. Nitekim böylesine nesne ve olgular ne doğada, ne bilinçte, ne de
toplumda vardırlar ve ancak doğadışı’nda (metafizik alanda) varsayılabilirler.
Evrende her şey sürekli bir hareket, çelişme, değişme, gelişme içindedir ve birbirleriyle bağımlıdır. Doğayı, insanı ve toplumu bu doğasal işleyiş yasaları içinde ve
nesnel gerçekliklerine uygun olarak düşünmek ve incelemekse metafizik yöntem’in
tam karşıtı olan diyalektik yöntem’in düşünme ve uygulama tekniğidir. Metafizik
yöntem nesneleri “bir daha değişmemek üzere kesin ve son biçimiyle yapılmış gibi”
kabul eder ve kavramları kesin, her zaman ve her yerde geçerli olarak tanımlar. Oysa
nesneler gibi kavramlar da sürekli olarak çelişir, değişir ve gelişirler. Metafizik
kavramının kendisi bile tarihsel süreçte çeşitli değişiklikler geçirmiş ve çeşitli
anlamlarda kullanılmıştır. Açıkça görüldüğü gibi nesne, kavram ya da olay olsun;
herhangi bir olguyu sonsuzca geçerli olarak ele almak düşünme, inceleme ve
uygulama işlemlerini büyük yanılgılara düşürür. Metafizik yöntemin bütün yanılgıları
bu yüzdendir. Metafizik düşünce, insan düşüncesinin doğadan kopmasıyla başlamış
ve günümüze kadar sürüp gelmiştir. Ne var ki insan düşüncesinin bu serüveni tarihsel
süreçte zorunluydu. Doğa konusunda düşünmeye başlayan insan, bilimlerin aynı hızla
ilerleyememeleri yüzünden belli bir aşamada düşüncesini doğa verileriyle denetlemek
ve pratikte de geçerli olup olmadıklarını doğrulamak olanağından zorunlu olarak
yoksun bulunuyordu. Bunun içindir ki düşünce fizik’ ten kopmuş ve zorunlu olarak
metafizik hayaller kurma yolunu tutmuştur. Düşüncesini sürekli olarak fizik dünya ile
bağımlı tutarak geliştirme durumunda bulunan insanın bu zorunlu düşünsel serüveni,
modern bilimin doğuşuyla, 17’nci ve 18’inci yüzyıllarda kendine özgü bir bilimsel
yöntem olmaya dönüşmüştür. Çünkü, bilimlerin gelişmesi sırasında “doğabilimleri,
özellikle olguları toplamak, çeşitli nesne ve olayları tasvir etmek ve sınıflandırmak”
zorundaydı ve “bir nesneyi tasvir etmek için onu öteki nesnelerin topundan ayırmak
gerekiyordu. Olguları birbirinden ayrı olarak, evrensel bağlılıkları dışında ele almak
alışkanlığı buradan doğmuştur. Buysa nesnelerin gelişmesini, kaynaklarını görmeyi ve
kendilerinden farklı olan başka nesnelerden dönüşme yoluyla nasıl meydana
geldiklerini anlamayı olanaksız kılıyordu. İşte, nesneleri birbirlerinden ayrı olarak ve
gelişmeleri dışında ele alan metafizik yöntem böyle doğdu ve uzun bir süre insanların
bilinçlerine egemen olarak bilimsel düşünce alanında gelenekleşti”. Metafizik yöntem
38
günlük yaşamda ve bilimin aşağı derecelerinde az çok işe yaramış, ne var ki
gelişmenin karmaşık süreçlerini çözümlemeye yetmemiştir. Bundan başka kimi
toplumsal koşullarda kimi toplumsal güçlerin siyasal çıkarlarını korumaya da elverişli
ve yatkındır. Örneğin düzenin değişmemesini isteyenler hemen metafiziğe sarılırlar ve
metafiziğin bütün kurumlarını harekete geçirirler; çünkü metafiziğe göre var olan
düzen sonsuz geçerlidir, hep böyleydi ve hep böyle kalacaktır. Oluşmanın genel
yasalarının bilgisinden, yapısı gereği zorunlu olarak, yoksun bulunan metafizik;
geçmişi aydınlatamaz, bugünü anlayamaz ve geleceği önceden göremez. Var olan’ı
geçmişteki evrimi içinde çözümlemek, bugün neden böyle bulunduğunu anlamak ve
gelişmesinin etkin güdücülerine göre geleceğini tahmin etmek ancak diyalektik
yöntem’le mümkündür. Metafizik yöntemin araştırmada kullandığı araç, biçimsel
mantık’tır (özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü durumun olanaksızlığı). Bu mantıkla
metafizik birbirlerine sıkıca bağlıdırlar. Günümüzde, diyalektiğin büyük başarıları
karşısında, bütün metafizik ve idealist öğretilerin mantıkçılığa dönüşmelerinin nedeni
budur. Çünkü mantık ‘her şeyi kesinlikle sınıflandıran, kendi kendisiyle özdeş
görmemizi zorunlu kılan, sonra da bizi seçmek -ya evet, ya hayır demek- durumunda
bırakan ve iki karşıt durum arasında üçüncü bir olanak tanımayan bir araç, bir
düşünme yöntemidir’. Doğasal, bilinçsel ve toplumsal süreçlerin sayısız örnekleri
arasında herhangi birini seçersek bu mantığın şu sonucu zorunlu olarak doğurduğunu
görürüz: Demokrasi demokrasidir (Özdeşlik), demokrasi karşıtı bulunan diktatörlük
olamaz (Çelişmezlik) ya demokrasiyi ya da diktatörlüğü seçmek gerekir, bunların bir
arada bulunabilecekleri üçüncü bir durum yoktur (Üçüncü durumun olanaksızlığı);
Oysa burjuva demokrasileri gibi halk demokrasileri de kesin anlamıyla demokrasi
değildirler. Bu demokrasiler karşıtı bulunan diktatörlüğü de içerirler ve böylelikle
hem demokrasi, hem diktatörlük üçüncü durumunun içindedirler. Burjuva
demokrasileri burjuva sınıfı için demokrasi, öteki sınıflar için diktatörlük olduğu gibi
sosyalist halk demokrasileri de işçi sınıfı için demokrasi, burjuva sınıfı için
diktatörlüktür. Bu örnekte açıkça görüldüğü gibi, doğasal, bilinçsel ve toplumsal süreç
metafizik mantığın kesin’liğine hiç bir zaman uymamaktadır ve böylesine kesinlikler
daima gerçekdışıdır. Diyalektik dünya görüşüne bağlı incelemeciler metafizik
yöntem’in ayırt edici niteliklerini şöyle saptamışlardır: 1. Şeyler durağanlıkları,
özdeşlikleri içinde görülür; 2. Şeyler birbirinden ayrılır, karşılıklı ilişkilerinden
çözülür; 3. Şeyler arasında sonsuz bölmeler, aşılmaz duvarlar kurulur; 4. İki karşıt
şeyin aynı zamanda var olamayacağı ileri sürülerek karşıtlar birbirinin karşısına
konur. Bilimsel felsefenin ustalarından biri şöyle der: ‘Doğa, diyalektiğin deneme
tezgâhıdır ve modern doğa bilimi onuruna, onun bu deneme tezgâhı için her gün artan
zengin bir olgular hasadı sağlayarak, böylece doğada her şeyin son çözümlemede
metafizik olarak değil, diyalektik olarak olup bittiğini, doğanın durmadan yinelenen
bir çevrimin sonsuz tekdüzeliği içinde hareket etmeyen, gerçek bir tarih geçirdiğini
tanıtladığını söylemeliyiz. Burada, herkesten önce; bugünkü bütün organik doğanın,
bitkilerin, hayvanların ve dolayısıyla insanın da milyonlarca yıl süren bir evrim
sürecinin ürünü olduğunu tanıtlayarak doğanın metafizik anlayışı’na en büyük darbeyi
indirmiş bulunan Darwin'i anmak gerek’.
NİCEL FARKLILIK (FS): Benzerler arasındaki farklılık… Benzemeyenler arasındaki
farklılığı dile getiren nitel farklılık deyimi karşılığında kullanılır. Nicelik, herhangi bir
nesnenin, benzer ve bir türden parçalara ayrılabilmesindeki ya da bu parçalardan
birleşme yoluyla meydana gelmesindeki özelliğidir. Örneğin elmayla armut
arasındaki farklılık nitel, buna karşı üç kilo elmayla beş kilo elma arasındaki farklılık
niceldir.
39
NİCEL GELİŞME (FS): Nicelikçe çoğalma, büyüme ve serpilme… Nitelikçe çoğalma,
büyüme ve serpilmeyi dile getiren nitel gelişme deyimi karşılığında kullanılır.
Örneğin bir insanın boyunun uzayıp ağırlığının artması nicelikçe gelişme, bilgilenip
olgunlaşmasıysa nitelikçe gelişme gelişmedir. Diyalektik materyalist felsefede nicel
gelişme deyimi, gözle görülmeyen ve derece derece biriken gelişmeleri (birikimleri)
dile getirir ve nitel sıçrama deyimi karşılığında kullanılır.
NİCELİK (FS): Nesnenin ölçme konusu olan yanı… Diyalektik materyalist analiz nicelik’le
nitelik’in nesnel gerçeğin birbirinden ayrılmaz iki yanı olduğunu açıklamıştır. Nicelik
ile nitelik bağımlıdırlar, birbirlerine dönüştürülürler, ayrıştırılamazlar. Sadece nicel
ya da sadece nitel olan hiç bir şey yoktur. Soyut kavramlar bile bu bağlamdan
koparılamazlar. Örneğin üç (nicelik)ya kalemdir, ya insandır, ya elmadır (nitelik);
güzel (nitelik) ya az güzeldir, ya çok güzeldir, ya daha güzeldir (nicelik). Bilimsel
felsefenin bir ustası en soyut nicelik olan sayıların da bir niteliği bulunduğunu
göstermiştir: “16 sayısı sadece 16 tane 1’in toplamı değil, aynı zamanda 4’ün karesi
ve 2’nin dördüncü kuvvetidir. Temel sayılar, başka sayıların kendileriyle çarpımından
meydana gelen sayılara yeni ve kesin nitelikler verirler”. Her nesne ve olay, belli bir
nitelikle belli bir niceliğin birliğidir. Bu birliğin bozulması o nesne ya da olayı başka
bir nesne ya da olaya dönüştürür. Bir şeyin neyse o kalması için niteliksel yanıyla
niceliksel yanının belli bir oranda birleşmiş, dengeye girmiş olması gerekir. Örneğin
azotla oksijenin birleşiminden meydana gelmiş, ama birbirinden başka olan çok
sayıda madde vardır. İki azotun bir oksijenle birliği güldürücü bir gaz, iki azotun beş
oksijenle birliği katı bir kristaldir. Gazın gaz ve kristalin kristal olabilmesi için
niceliklerinin nitelikleri ile kurduğu dengenin bozulmaması gerekir. Bu dengenin
bozulması, örneğin dört oksijenin eklenmesi ya da çıkarılması, gazı kristale ve kristali
gaza dönüştürür. Bu dönüşme için, örneğimizde olduğu gibi niceliğin azalması ya da
çoğalması da herhalde gerekli değildir, niceliğin toplam olarak aynı kaldığı halde
birlikteki dengesel orantısını değiştirmesi de yeter. Örneğin ısıyı mekanik harekete ya
da mekanik hareketi ısıya çevirdiğimiz zaman nicelik toplam olarak aynı kaldığı halde
nitelik değişmektedir. Ne var ki ısıdan azalan nicelik harekete, ya da hareketten azalan
nicelik ısıya eklenmiştir. Demek ki bir nesnenin neyse o kalması için niteliği ile
niceliği arasındaki dengeyi koruması gerekir, bu denge bozuldu mu o nesne başka bir
nesne olur. Ne var ki bir nesnenin nitelik değiştirmesi için, son örneğimizde olduğu
gibi, toplam olarak değişmese bile, her halde bir nicelik değişimi gereklidir. “Nicelik
değişmesi olmaksızın Nitelik değişmesi mümkün değildir”. Nicelikle niteliğin bağımlı
birliğinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne ya da olayın az ya da çok sürekli bir
varlık biçimi vardır. Ve niceliksel olarak değişirken bu nitelik varlık bu niteliksel
varlık biçimini belli bir varlık sınırına kadar sürdürür. Niteliğin değişmesi için
niceliğin değişmesi zorunludur, ama her nicelik değişimi nitelik değişimini
gerektirmez. Niteliğin değişmesi için niceliğin belli bir sınırı aşacak derecede
değişmesi, yani belli bir nesne ya da olayın birliğinde nitelikle ilişkisel dengesini
bozacak kadar azalması ya da çoğalması gerekir. Örneğin 1-99 ısı dereceleri arasında
su niteliğinde olan iki hidrojenle bir oksijen 0 ısı derecesinde buz ve 100 ısı
derecesinde gaz niteliğine dönüşür. Bunun gibi, kapitalist bir toplumda sosyalistlerin
sayısı seçmen sayısının yarısına kadar çoğalsa da o toplumun kapitalist niteliğini
değiştirmez, seçim sınırı olan seçmen sayısının yarısını aşınca toplumun niteliği
değişir ve kapitalist toplum toplumcu toplum olur. Demek ki belli denge sınırını aşan
her nicelik değişimi bir nitelik değişimini zorunlu kılar. Ne var ki her nitelik değişimi
40
de yeni nicelik değişimlerine olanak sağlar. Hareketin ve gelişmenin temel yasası
budur.
NİCELİKTEN NİTELİĞE GEÇİŞ (FS): Gelişmenin, niceliksel değişmelerin niteliksel
değişmelere dönüşmesiyle gerçekleştiğini açıklayan yasa… Diyalektik materyalizmin
meydana koyduğu bu yasa, doğada, bilinçte ve toplumda alt olandan üst olana doğru
ilerlemenin hangi koşullar altında gerçekleştiğini açıklar. Bu nesnel yasaya göre her
türlü gelişme, nicelikçe birikmelerin zorunlu olarak nitelik değişimini gerektirmesiyle
gerçekleşir. Örneğin yüz dereceye kadar kaynatılan su nitelik değiştirip buhar olur,
bilgisi çoğalan tıp öğrencisi nitelik değiştirip hekim olur, gerekli oy sayısını bulan
milletvekili adayı nitelik değiştirip milletvekili olur vb… Bu nesnel ve evrensel yasa
evrim ve devrim deyimleriyle de dile getirilir. Evrim ve devrim, gelişmenin,
birbirlerine sıkıca bağımlı iki yanıdır. Gelişmenin gerçekleşebilmesi için bir yanda
nicelikçe birikmeler(evrim), öbür yanda nitelikçe değişmeler (devrim) gereklidir.
Evrimsel gelişme, zorunlu olarak, devrimsel gelişmeyi doğurur. Nicelikten niteliğe bu
geçiş, ani olarak, sıçrama’yla gerçekleşir. Örneğin 99 dereceye kadar niteliğini
sürdüren su bir dereceye niteliğini sürdüren su bir derece daha ısınmakla birdenbire
buhar, bin oy alması gereken ve 999 oya kadar aday niteliğini sürdüren kişi bir oy
daha almakla birdenbire milletvekili olur. Doğa, toplum ve bilinç bu yasayla devinir
ve gelişir. Gerçekleşen, eski’nin yok olarak yerini yeni’ye bırakmasıdır. Ne var ki bu
yeni, her gelişme sürecinde mutlaka eskiyle zıtlaşan bir yeni değildir. Yeni, kendinden
önceki aşamaya göre yeni olduğu halde, kendinden sonraki aşamaya göre eskidir.
Kimi yerde de yenileşmiş bulunduğu halde eski yapısını sürdürür. Örneğin iç
çelişmelerdeki nicel birikimin gerekli sınırı aştığı noktada kapitalizm emperyalizm
aşamasına sıçramıştır, ama gene de kapitalizm yapısını korumaktadır. Bu demektir ki
daha az yetkin bir yapıya göre niteliksel olan değişme, daha yetkin bir yapıya göre
nicelikseldir. Niceliksel değişmelerle niteliksel değişmeler de birbirlerine sıkıca
bağımlıdırlar, nicelik değişmeleri nitelik değişmelerini doğurduğu gibi nitelik
değişmeleri de nicelik değişmelerini doğurur. Örneğin yeni bir makine(nitelik) üretimi
artırır (nicelik) üretimin artması (nicelik) daha gelişmiş bir makineyi (nitelik)
gerektirir, daha gelişmiş bir makine de (nitelik) üretimi daha çok artırır (nicelik) vb..
Diyalektik materyalizmi gerçek anlamına kavuşturup nesnel gerçeklikten yansıyan
bilimsel ayrıntılarını saptadığı bu yasa, ilkin idealist bir yapıda Alman düşünürü
Hegel tarafından ileri sürülmüştür.
NİCELİKTEN NİTELİĞE GEÇİŞ YASASI (FS): Diyalektik ve tarihsel materyalizmin
saptadığı üç evrensel yasadan biri… Diyalektik ve tarihsel materyalizmin saptadığı bu
evrensel yasa da öbür karşıtların birliği ve savaşımı yasası’yla yadsımanın yadsıması
yasası gibi doğada, toplumda ve bilinçte; bunların tüm süreçlerinde geçerlidir, bu
yüzden evrenseldir. Gerçekte bu üç yasayı da keşfeden Alman düşünürü Hegel’dir,
ne var ki her üç yasayı da gizemselleştirmiş ve soyutlamıştır. Bu yasaları nesnel
gerçekliğin bir yansıması olarak gören ve saptayan diyalektik ve tarihsel materyalizm
olmuştur. Diyalektik materyalist felsefe bu üç evrensel yasayı nesnel gerçekliği
bilmenin ve onu dönüşüme uğratmanın yasaları olarak yeniden düzenlemiştir.
Özellikle bu yasaların toplumsal gelişmede değişen koşullara göre özgül biçimler
aldıklarının saptanması, tümüyle diyalektik materyalist felsefenin ürünüdür. Örneğin
niceliksel ve niteliksel değişmeler görelidir, kimi özellikler bakımından niteliksel olan
değişmeler başka özellikler bakımından niceliksel olabilir; kapitalizm tekelci
kapitalizme dönüşmüştür, bu değişme kimi özellikler bakımından da nitelikseldir,
ama kimi özellikler bakımından da nicelikseldir, çünkü kapitalizm niteliği
41
değişmemiştir. Bu örneklerde görüldüğü gibi bu evrensel yasanın çeşitli koşullardaki
çeşitli özgül biçimleri diyalektik materyalist felsefe tarafından incelenmiş ve
saptanmıştır. Bu yasa, kısaca, nicelikten niteliğe geçiş deyimiyle de nitelenir.
NİCELİK VE NİTELİK (FS): Nesnel gerçekliğin diyalektik materyalist felsefe tarafından
ortaya konan birbiriyle sıkıca bağımlı iki yani… Nesnel gerçeklik, belli bir nicelik ve
nitelik birliğidir. Sadece niceliksel hiçbir nesne olamayacağı gibi sadece niteliksel
hiçbir nesne de olamaz. Bir nesneyi, bir olguyu, bir olayı ya da bir süreci
anlayabilmek için onu hem niteliksel, hem de niceliksel yanıyla ele almak gerekir.
Demek ki söz konusu olan, idealistlerin ve metafizikçilerin yaptıkları gibi ya sadece
nicelikleri ya da sadece nitelikleri ele almak değil, mekanikçi materyalistlerin
yaptıkları gibi nitelikleri niceliklere indirgemek değil; niceliksel belirtici özelliklerle
niteliksel belirtici özellikler arasındaki diyalektik ilişkiyi görmek ve kavramaktır.
Niceliklerle nitelikler arasındaki bu sıkı ilişki, aynı zamanda hareketin kaynağını da
açıklar. Hareket herhangi bir nesne ya da olguya; idealistlerin, metafizikçilerin,
mekanikçi materyalistlerin sandıkları gibi dışardan verilmiş değil, içsel değişimlerinin
ve gelişmelerinin (yani, niceliksel birikimlerle niteliksel dönüşüme uğramalarının)
ürünüdür. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin kurucularından ve bilimsel felsefenin
ustalarından biri şöyle der: “Her değişiklik, niceliğin niteliğe dönüşümü, cisimde
bulanan şu ya da bu biçimdeki hareket miktarının nicel değişikliğinin bir sonucudur.
Fiziksel sabitler, hareketin nicel olarak artırılmasının ya da azaltılmasının ilgili cismin
durumunda nitel değişiklik sağladığı, yani niceliğin niteliğe dönüştüğü düğüm
noktalarından başka bir şey değildir.” Niceliği niteliğin karşısına koyan ve
aralarındaki bağımlılığı kavramayan metafizik görüşe karşı diyalektik görüş nicelikle
niteliğin koparılamaz sıkı bağımlılığını meydana koymuştur. Örneğin her nicelik bir
niteliği ve her nitelik bir niceliği karşılar. Üç sayısı, ya kalemdir ya insandır, ya
elmadır. Güzel niteliği, ya az güzeldir, ya çok güzeldir, ya daha güzeldir. Ne nicelik
ne de nitelik birbiriyle bağımlı kılınmadan hiçbir anlam vermezler. Örneğin her nesne
belli bir nicelikte sıvı, belli bir nicelikte katı ve belli bir nicelikte gazdır. Daha açık bir
deyişle her nesne, belli ısı derecelerine göre üç nitelikten birini alabilen, hem katı,
hem sıvı, hem gaz olan bir yapıdadır. Nesneleri, belli ısı derecelerine göre katı, sıvı,
ya da gaz niteliklerine bürüyen o nesnelerin içindeki atomların niceliksel
değişimleridir. Herhangi bir nesne, molekül sayısını değiştirmekle başka bir nesne
olur. Niceliksel değişmeler niteliksel değişmeleri meydana getirir. Doğada ve
toplumda her nitelik değişimi bir nicelik değişiminin ürünüdür. Buna karşı her nitelik
değişimi de nispi bir süreklilik görünüşü içinde yeni bir nitelik değişimine doğru yol
alan yeni bir nicelik değişimidir. Nicelik ve nitelik, nesnel gerçekliğin bağımlı iki
yanıdır. Niceliksiz nitelik olamayacağı gibi, niteliksiz nicelik de olamaz. Nicelikle
niteliğin ilişkisinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne niceliksel olarak değişirken
niteliğini sürdürür. Ancak niceliğin, nitelikle ilişkisel dengesini bozacak kadar
çoğalması ya da azalmasıdır ki yeni bir niteliğe geçiş sağlar.
NİTEL (FS): Nitelikle ilgili… Niteliksel deyimiyle anlamdaştır ve nicel deyimi karşılığında
kullanılır. Metafizik düşünce sisteminde önce bu iki deyim birbirine karşıt sayılmış,
sonra nitel niceliğe indirgenmiştir. Klasik mantıkta bilim öncesi bilgi betimsel
olduğundan ötürü nitel bilgi olarak tanımlanır ve nicel terimlerle belirtilemeyeni dile
getirir.
NİTEL ÇELİŞKİ (FS): İç karşıtlıklar arasında niteliksel karşıtlıktan doğan çelişki…
Diyalektik materyalist çelişkiyle Hegelci çelişkiyi birbirinden ayıran ve özellikle
42
karşıtların birliği ve savaşımı yasasında çelişkinin mekanik yorumunu meydana koyan
ve büyük yanılgıları önleyen çok önemli bir terimdir. Her çelişme karşıtların birliğini
ve savaşımını gerçekleştirmez, karşıtların birliğini ve savaşımını gerçekleştiren iç
karşıtlıklar arasında niteliksel karşıtlıktan doğan nitel çelişkidir. Bu çok önemli bilgi
göz önünde tutulmazsa karşıtlar arasındaki bağımlılık mekanik bir hareketliliğe
bürünür ve bir saatin rakkası gibi sürekli olarak iki karşıtlık arasında gidip gelir,
örneğin kapitalizm sosyalizme dönüştükten sonra sosyalizm de gene kapitalizme
dönüşür. Bunun gibi savaş barışa dönüşür, barış da gene savaşa dönüşür, demek ki
savaş sonsuzca sürüp gidecek ve insanlık savaştan kurtulamayacaktır. Oysa
kapitalizm sosyalizme dönüşür ama sosyalizm yeniden kapitalizme dönüşmez, savaş
barışa dönüşür ama barış yeniden savaşa dönüşmez. Çünkü bunların birliğini ve
savaşımını oluşturan soyut kavramsal karşıtlıkları değil, içsel ve niteliksel
karşıtlıklarıdır, yani iç karşıtlıkları arasında niteliksel karşıtlıktan doğan nitel
çelişki’leridir. Örneğin kapitalizm sosyalizmle karşıtlığından ötürü değil, kendi iç
nitel çelişki’sinin aşılmasından ötürü sosyalizme dönüşür. Sosyalizm ise yeniden
kapitalizme dönüşmez, çünkü onu oluşturan kapitalizmin iç nitel çelişkisi artık
aşılmıştır ve yok olmuştur. Daha açık bir deyişle, sosyalizmin içinde kapitalizmin iç
nitel çelişkisi yoktur ki onu yeniden kapitalizme dönüştürsün. Sosyalizmin iç nitel
çelişkileriyse onu yeniden kapitalizme dönüştürmez, tersine, bizzat kendisini araştırır
ve geliştirir. Bir olayın ya da sürecin karşıt gibi görünen yanlarının diyalektik
karşıtlığı temsil etmediği ve hele iç nitel çelişki’yle hiçbir ilişkisi bulunmadığı asla
unutulmamalıdır.
NİTELİK (FS): Nesnenin algılama konusu olan yanı… Diyalektik ve tarihsel materyalist
felsefede nitelik nesne ve olayların varlık biçimidir. Nesne ve olayları neyseler o
yapan, başka nesne ve olaylardan ayıran, onları sınırsızca ve sonsuzca çeşitlendiren
nitelik’leridir. Her nesne ve olayın niteliksel yanıyla bağımlı olarak bir de niceliksel
yanı vardır. Bundan ötürüdür ki nitelik ve nicelik birbiriyle bağımlıdır. Sadece nitel ya
da nicel olan hiçbir nesne ya da olay yoktur. Özdeş olan nesne ve olaylar arasında ki
farklar nicelik farkları (büyük ya da küçük elma, dilimlenmiş ya da bütün elma, üç ya
da beş elma vb.), özdeş olmayan nesne ve olaylar arasında ki farklar nitelik farkları
(insan, ağaç, kuş, taş vb.)’dır. Felsefesel nitelik kavramı, konuşma dilindeki nitelik
kavramı gibi bir değer yargısı taşımaz ve nesne ya da olayların özelliklerine
indirgenemez; yokluğu o nesne ya da olayı neyse o olmaktan çıkaracak olan, nesne ya
da olayın bütünsel öz yapısını dile getirir. Nicelik değişikliği bir nesne ya da olayı
belli bir sınıra kadar kendisi olmaktan çıkarmaz, bir elma dilimlere de bölünse gene
elmadır. Ama nitelik değişikliği bir nesne ya da olayı kendisi olmaktan çıkarır, bir
elma yüksek ısıda kaynatılıp eritilirse elma olmaktan çıkar. Demek ki niceliksel
değişme belli bir sınırda niteliksel değişmeyi gerektirir.
NİTELİKTEN NİCELİĞE GEÇİŞ (FS): Nicelikten niteliğe geçişle işlemeye başlayan
karşıt süreç… Bir nesnenin niteliksel değişikliği o nesnenin niceliksel değişikliğini
gerektirir. Bu gerçek, doğal olaylarda olduğu kadar toplum olaylarında da böyledir.
Örneğin, bir makine (nitelik) üretimi artırır (nicelik), üretimin artması da yeni bir
makineyi gerektirir (nicelikten niteliğe geçiş). Her devrim bir evrim sürecinde, her
evrim de bir devrim sürecinde gerçekleşir. Diyalektik anlayış, nitelikle niceliğin
karşılıklı ilişkileri içinde birbirlerine olan etki ve bağlılıklarını ortaya koymuştur.
OLUMSUZLAMANIN OLUMSUZLANMASI YASASI (FS): Diyalektik ve tarihsel
öğretinin açıkladığı üç büyük evrensel yasadan biri… Karşıtların birliği ve savaşımı
43
yasasıyla nicelikten niteliğe geçiş yasası adlarını taşıyan öteki evrensel yasalarla
birlikte olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası doğanın, bilincin ve toplumun
evriminde geçerli olan evrensel bir yasadır. Sonsuz ve sınırsız evrim, tüm evrende bu
üç yasanın işlemesiyle gerçekleşir. Her üç yasa da ilkin idealist bir açıdan ve
mantıksal düşence alanına özgü olmak üzere alman düşünürü Hegel tarafından ileri
sürülmüştür. Diyalektik ve tarihsel materyalist öğreti onu idealist yapısından çıkararak
maddî yaşama ve topluma uygulamış, evrenselleştirmiştir. Sonsuz ve sınırsız evrende
sonlu ve sınırlı olan nesne ve olaylar bu yasalarla doğar, büyür ve ölürler. Ne var ki
ölümleri de yeni bir doğumu sağlamak, yani genel gelişmeyi gerçekleştirmek içindir.
Her yeni eskir ve yerini daha yenisine bırakır. Eski’nin yerini yeni’ye bırakması
olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Çünkü eski, bir zamanlar yeniydi ve kendisinden
eski olanı olumsuzlayarak varlaşmış ve yeni olarak kendini meydana koymuştu.
Şimdiyse bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni olan tarafından
olumsuzlanmaktadır. Bundan ötürüdür ki “eski var oluş biçimleri olumsuzlanmadıkça
hiçbir alanda gelişme olmaz”. Olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası, karşıtların
birliği ve savaşımı yasasının doğal bir sonucudur. Evrende her nesne, olay ya da süreç
birbirilerini karşılıklı olarak yok etmeye çalışan çeşitli karşıt yönler ve eğilimler taşır.
Bu onların savaşımıdır. Ama bütün bu karşıt yönler ve eğilimler, aynı zamanda,
birbirleriyle sıkıca bağımlıdırlar, biri olmadan öbürü de olamaz. Bu da onların
birliğidir. Gelişme sürecinde yeninin eskiyi olumsuzlaması, karşıtlar arasındaki
çelişkilerin çözülmesinden ve aşılmasından başka bir şey değildir. Olumsuzlamanın
olumsuzlanması yasası, aynı zamanda nicelikten niteliğe geçiş yasasıyla da organik
bir bağlılık içindedir. Çünkü olumsuzlama, eski bir nitelikten yeni bir niteliğe geçiş
demektir ki bu da niceliksel birikimlerin gereken olgunluğa ulaştıkları zaman
sıçramayla gerçekleşir. Her yeni, eskinin bağrında ve onun olumlu bölüm ve
eğilimlerinden oluşur; bundan ötürüdür ki her yeni, aynı zamanda eskinin daha
yetkinleşmiş ve gelişmiş bulunan özelliklerini de taşır. Diyalektik olumsuzlamayı,
metafizik olumsuzlamayla karıştırmamak gerekir. Metafizik olumsuzlama eskinin
tümüyle yok olup gitmesidir, diyalektik olumsuzlama ise eskinin yerine eskinin
değerli yanlarının korunarak yeniye geçirilmesidir. Böyle olmasaydı gelişme
gerçekleşemezdi. Nitekim metafiziğe göre gelişme bir kısır döngüdür ve eskiye dönüş
yönündedir. Diyalektik gelişme anlayışı da gelişme sürecinde zaman zaman eskiye
dönüşlerin varlığını kabul eder; ne var ki son çözümlemede gelişme daima alttan üste,
basitten karmaşığa, aşağıdan yukarıya ve daha az gelişmişten daha çok gelişmişe
doğru ilerler. “Dünya tarihini, düz geriye dönüşsüz, büyük sıçramalarla hep ileriye
doğru giden bir devrim olarak görmek diyalektiğe ve bilime aykırı bir görüştür,
yanlıştır”. Geriye dönüşler her zaman olabilir, ama toplum son çözümlemede sürekli
bir ilerleyiş içindedir. Bir sosyo-ekonomik oluşum, daima, yerini, kendisinden daha
yetkin bir sosyo-ekonomik oluşuma bırakmıştır ve bırakacaktır. Gelişme
olumsuzlamanın olumsuzlanması aşamasında, daha önceki aşamaların olumlu özellik
ve eğilimlerini daha yetkin bir biçimde tekrarladığından, alttan üste doğru – örneğin
bir uzay gemisinin göğe doğru yükselişi gibi – dümdüz bir yol izlemez, sarmal
(helezonî, spiral) bir yol izler. Diyalektik olumsuzlama mekanik olumsuzlamadan da
titizlikle ayırt edilmelidir. Mekanik olumsuzlamada olumsuzlanan nesne bir dış
etkenle yok edilir, diyalektik olumsuzlamada ise onu ortadan kaldıran kendi iç
çelişkilerinin gelişimsel aşamasıdır. Örneğin bir böceğin üstüne ayağımızı bastırıp
öldürebiliriz, bu mekanik bir olumsuzlamadır; ama böcek yaşamını tamamlayıp
kendiliğinden ölür, bu diyalektik olumsuzlamadır. Mekanik olumsuzlama da birçok
durumlarda yararlı olabilir; örneğin zararlı böcekler bu yolla yok edilir, buğdaydan bu
44
yolla un ve ekmek yapılır. Olumsuzlamanın olumsuzlanması deyimi, dilimizde,
yadsımanın yadsınması deyimi ile de dile getirilir.
OSMANLI EKONOMİSİ: Yarı-feodal üretim düzeyi... Yarı-feodal deyimi, Osmanlı üretim
düzenini nitelemek için tarihsel ve diyalektik materyalist öğretinin kurucularından
Friedrich Engels tarafından kullanılmıştır. Yarı-feodal deyimi, feodal toprak
mülkiyetinin ve siyasal feodalizmin hiçbir zaman Osmanlı üretim düzeninde yer
almamış oluğunu dile getirir (Bk. Engels’in 22 Aralık 1882 tarihli mektubu). Osmanlı
derebeyleri Avrupa’nın feodal senyörleri niteliğini taşımadığı gibi Osmanlı köylüsü
de Batı feodalizminin serfleri olmamıştır. Toprağın mülkiyeti, kimi zaman ve yerde
sembolik de olsa, daima devletin üstünde kalmış; tımar ve zeamet adı verilen
yöntemlerle sadece toprak ürününden belli bir ölçüde vergi alma yetkisi toprak
beylerine ve ağalarına bağışlanmıştır. Bu sistemde ticaret hiçbir zaman gelişmemiş ve
feodalizmin bağrında oluşup onu kapitalist üretime dönüştüren tüccar sınıfı hiçbir
zaman var olamamıştır. Bu sistemde ticaret, bir Pazar üretimi konusu değil, bir devlet
gelişmesi ve savunması konusudur. Egemen sınıf, feodal sınıf değil, bürokrasi
sınıfıdır. Toprakta çalışanlar da, feodal sınıfın köleleri değil, devletin kullarıdır.
Tarihsel süreçte bu terimlerin çok ayrı gerçekleri yansıtan çok ayrı anlamları vardır.
Egemen sınıfın köleleri üretime katılmamakta, saraylarda ve köşklerde uşaklık
etmektedirler. Üretimin pek küçük bir bölümü üreticilerin kendi ihtiyaçları için
ayrılmakta, büyük bölümü tımar ve zeamet sahipleriyle devlet arasında
paylaşılmaktadır. Pazar üretimini gerçekleştirecek ve dolayısıyla tüccar sınıfını
oluşturacak en küçük bir etken yoktur. Devlet angaryasıyla elde edilen üretim fazlası,
ticaret pazarlarına değil, devletin savunma araçlarına ve zevk âlemlerine harcanarak
çarçur edilmektedir. Yarı-feodal deyiminin kapsadığı anlam budur. Böyle bir sistemde
toprak mülkiyetinin, özel kişilerin elinde değil devletin elinde oluşu kapitalist
gelişmeye engel olmak bakımından çok daha kötü bir sonuç verir. Devlet, varlığını,
bütün gelirleriyle –zevk ve safa âlemlerinin dışında– ordusunu güçlendirerek yeni
fetihler ve dolayısıyla yeni gelir kaynakları elde etmekle ayakta tutabilir. Yeni
fetihlerle elde edilen yeni gelir kaynakları da aynı kısır-döngüye girdiğinden daha
yeni fetihler ve daha yeni gelir kaynakları gerekir. Bu fetihler, güçlenmeye başlayan
Batı burjuvazisi karşısına dikilinceye kadar, böylece sürüp gider. Bu düzenin, kendi
sınırları dışında gelişen yeni bir genç düzenle çatışması ve bu çatışma sonunda yıkılıp
gitmesi kaçınılmazdır.
PLANCILIK: Üretimi tüketim gereksinimlerine göre düzenleme… Planlama, birbirlerine
tam karşıt anlamda olarak, kapitalist planlama ve sosyalist planlama olmak üzere iki
kampta gerçekleşmiştir. Kapitalist planlama, sermayeyi geliştirmek ve bunalımlara
engel olmak amacı içinde yapısal planlama ve konjonktürel planlama olmak üzere
ikiye ayrılır. Diyalektik ekonomi anlayışına göre kapitalist planlama özel sermayenin
yararına, sosyalist planlama kamunun yararına göre düzenlenir. Bütünsel gelişme
amacıyla yapılan planlama, bir bakıma, temel yasası gelişme farklarına dayanan
kapitalist üretimle kökten çelişiktir. Çünkü kapitalist üretimin genel yasası,
başkalarının zararından kâr etmektir. Kapitalist planlamayı ilk önerenlerden biri
Amerikalı iktisatçı W.C.Mitchell (1874–1948)’dir. Devletin işsizliği önlemek için
kapitalist bir plan yapması gerektiğini önerenlerden biri de İngiliz iktisatçısı John
Maynard Keynes’tir. Bunları izleyen Rosenstein-Rodan, Chenery, Nurkse gibi
iktisatçılar da ekonomik kararların bir merkezden alınması ve bir plana bağlanması
gerektiğini, piyasa fiyatlarının mevcut durumu yansıtmakla beraber geleceği haber
vermediklerini ve bu bakımdan yatırımların gerekli koordinasyonunu
45
sağlayamayacaklarını, merkezleştirilmiş bir yatırım planlamasına gidilmesinin her
bakımdan zorunlu bulunduğunu savunmuşlardır. Ne var ki özel sektörün bu plana
uymaya nasıl zorlanacağı ayrı bir güçlük yaratmaktadır. Bu güçlüğü çözebilmek için
çeşitli maliye, dış ticaret, para ve kredi politikaları önerilmiştir. Bununla beraber
kapitalist planın özel sektör için emredici değil, sadece yol gösterici olması
istenmiştir. Plan düşüncesinin kapitalist kesimde İkinci Dünya Savaşına doğru ve
savaş ekonomisiyle ilgili başlamasına karşı -örneğin Fransa’da ilk planlama 1947’de
yapılmıştır- sosyalist planlama 1920’lerde oluşmaya başlamış ve 1928’de uygulamaya
geçilmiştir. Bunalımlara engel olmak amacını güden kapitalist planlamaya karşı
bunalımsız bir ekonomi olan sosyalizmin planı toplumun bütünsel gelişmesi amacını
güder. Belçikalı iktisatçı Ernest Mandel şöyle der, “Burjuvazi planlamayı, ancak kâr
saikini tehlikeye düşürmediği, ekonomik hayatın tümünü kapsamadığı, kâr için
yapılan üretim yerini ihtiyaç için yapılan üretim alamadığı ölçüde kabul eder ve
uygular” (Mandel, Ekonomi Elkitabı, Orhan Suda çevirisi, c.II, s. 279). İngiliz
iktisatçısı John Strachey, 1945 seçimlerinden önce, İngiliz işçi partisinin tutumunu
halka anlatmak için yazdığı küçük bir kitapta sosyalist planlamayı, bilimsel terimleri
bir yana bırakarak, herkesin anlayacağı bir dille şöyle açıklamaktadır: “Kapitalist
sistemde üretim kâr amacı gözetilerek yapılır. Kâr düzenleyicisi ortadan kalkınca ne
üreteceğimizi bize bildirecek başka bir düzenleyici bulmamız gerekir. İşte bu
düzenleyici planlamadır. Her yıl ne gibi eşyanın, ne miktar üretileceğini o bize
bildirir. Planlama kurulu, bütün ulusun ihtiyaçlarının toplamını saptar, öbür yandan da
yurdun üretim kaynaklarının tümünü deftere geçirir. Sorun, Bu ikisini birbirine denk
getirmektir. Planlama kurulu üretim için gereken bütün işçileri, makineleri, binaları,
hammaddeleri vb. gereken işlere göre düzenler. Bu iş zordur, ama bunu yapmamak
yapmaktan daha kolay değildir. Hem biz bunu, başımız sıkıştığı için, savaş içinde
kapitalist düzenimizde yapmadık mı? Savaşta başarıyla yaptığımızı barışta neden
yapmayalım?”
SAĞCILIK: Ekonomik açıdan mevcut üretim düzeninin olduğu gibi kalmasını isteyen
tutum…
SAİNT-SİMONCULUK: Fransız iktisatçı Saint -Simon’un ütopyacı sosyalizmi... Fransız
iktisatçısı Claude Henri de Rouvroy Comte de Saint-Simon (1760–1825), idealist ve
metafizik yapısına rağmen, toplumsal evrimi, sınıf savaşımının bu toplumsal evrimin
itici gücü olduğunu ve sınıf farklarının da özel mülkiyetten doğduğunu görmüş ve
açıklamıştır. Toplumun kendi çağındaki yapısı (Bk. Parabol kuramı) ve geleceğin
sanayi toplumunun nasıl kurulacağı üstünde, ütopik ama ilginç düşünceler ileri
sürmüştür. Bilimsel olarak olumlu bir toplum kurulması önerisi, o sıralarda ona
kâtiplik etmekte olan geleceğin ünlü olgucusu (pozitivisti) Auguste Comte’u
etkilemiştir. İnsanın insan tarafından sömürülmesi ortadan kalkmalıdır, diyordu. Ama
bunu gerçekleştirmek için ileri sürdüğü öneriler bilimsellikten uzaktı. Yeni-platoncu
bir seçkinler yönetimi anlayışıyla toplumun endüstriyeller dediği işverenler, tüccarlar,
bankerlerle birlikte işçileri de kapsayan karma bir sınıf tarafından yönetilmesini
istiyordu. Hıristiyanlığın -Hıristiyanlarca çoktan bırakılmış olan- yoksulluk
felsefesini, kendi deyimiyle “en yoksul ve en kalabalık sınıf”ın kalkınmasına
uyguluyor ve bunun yeni Hıristiyanlıkla mümkün olabileceğini ileri sürüyordu. Bu
bakımdan Saint-Simonculuk, idealist sosyalizm ya da ülkücü sosyalizm adlarıyla da
anılır. Kapitalist müteşebbisin kârını haklı buluyor, ancak faiz ve rantın birer sömürü
olduğunu söylüyordu. Üretim araçları mülkiyetini kabul etmekte, ancak bunun yetkin
ellerde toplanmasını istemekteydi. Saint-Simonculuk akımında izdaşları onun bu
46
düşüncesini doğru bulmayarak üretim araçları üstündeki özel mülkiyeti bütünüyle bir
sömürü aracı saymışlardır. Saint -Simonculuğa prodüktivizm de denir. Çünkü üretim
araçları üstünde organizatör otorite saydığı devlet bunları en verimli olanlara
dağıtacaktır. Saint-Simon, böylelikle “herkese yeteneğine göre” ilkesini önermektedir.
Verimli üretimden herkes bu üretime katılmasıyla orantılı olan payını alacaktır.
Enfantin, Bazard vb. gibi Saint-Simoncular, kimi yerde ustalarını eleştirmişler, kimi
yerde de düşçülükte ustalarını kat kat geride bırakmışlardır. Saint-Simon bütün
ütopyacılığına rağmen çağını geniş çapta etkilemiş bir düşünürdür. Engels onun için:
“Büyük Fransız Devrimi’ni soylular, burjuvalar ve yoksullar arasında geçen bir
mücadele olarak görmek gerçekten dâhiyane bir kavrayıştır. Politikanın üretim
biliminden başka bir şey olmadığını ve ilerde ekonominin içinde eriyeceğini
görmüştür. Onda, sonraki sosyalistlerin ileri sürdükleri düşüncelerin -doğrudan
doğruya ekonomik düşünceler dışında- hemen tümünü içinde taşıyan dâhiyane bir
kavrayış genişliği vardı” der.
SANAYİ DEVRİMİ: Kapitalizmde buhar ve makineleşmeyle gerçekleşen büyük aşama...
Sanayi devrimi anlamını dile getiren İng. industrial revolution deyimi, İngiliz
ekonomicisi Arnold Toynbee (1852–1883, tarihçi Toynbee’nin yeğeni) tarafından
ileri sürülmüştür. XVIII. yüzyılda gerçekleşen ve bu yüzyıla damgasını vuran bu
devrim, geniş çapta makineleşmenin ürünüdür. Birçok yazarlar, bu devrimin, 1760
yılında hazırlandığını ileri sürerler. Çünkü 1757 Plassey savaşıyla Hindistan’ın
İngiltere tarafından yağmalanması başlamış bulunuyordu. Bengal’de ele geçirilen
ganimetler Londra’ya gelmeye başlamıştı. 1759 yılında İngiltere bankası ilk kez 10 ve
16 dolarlık kâğıt paralar ihraç etmiştir. İngiltere’nin 1757–1780 yılları arasında
Hindistan’dan 40 milyon sterlin sağladığı hesaplanmıştır (Bk. Brooks Adams, La Loi
de la Civilisation et de la Decadence, s. 375–380). 1770 yılında İngiltere’nin yıllık ek
değeri sanayi alanında 24.5 milyon sterlindir. 1770–1780 yıllan arasında Batı
Hindistan’ın köle emeği de İngiltere’ye ayrıca bir 40 milyon sterlin daha sağlamış
bulunmaktadır. Bu süre içinde sadece Doğu ve Batı Hindistan’dan sağlanan gelirler
doğmakta olan İngiliz sanayisinin disponibl birikim fonunu iki mislinden fazla
artırmıştır (Bk. H. V. Wisemann, A Short History of the British West Indies, s. 50).
Ekonomiciler, genellikle sanayi devrimini üç döneme ayırırlar ve birinci sanayi
devrimi adını verdikleri dönemi 1774 yılında James Watt’ın buhar makinesini
buluşuyla başlatırlar, ikinci sanayi devrimi 1869 yılında Gramme makinesi buluşuyla
ve üçüncü sanayi devrimi de İkinci Dünya Savaşı sonunda bilgisayar ve otomasyon
kullanımıyla başlatılmaktadır. Friedrich Engels: “Sanayi devriminin, toplumu,
burjuvalar ve emekçiler olarak bölmesinin ilk sonuçları nelerdir?” sorusuna şu
karşılığı verir: “Birincisi, makine emeğinin ucuzluğu nedeniyle sanayi ürünlerinin
fiyatları son derece ucuzladı ve el emeğine dayanan eski sanayi düzeni tümüyle
yıkıldı. Bunun sonucu olarak da sömürülen ülkelerin gözleri zorla açtırılmış oldu. Bu
ülkeler, İngiltere’nin ucuz mallarını aldılar ve kendi el emekçilerini yok olmaya
bıraktılar. Böylece binlerce yıldır hiçbir ilerleme göstermemiş olan ülkeler, örneğin
Hindistan ve Çin, devrime yönelmiş oldu. Büyük sanayi, böylece, dünyanın tüm
küçük yerel pazarlarını dünya pazarına katarak dünyanın bütün halklarını birbirleriyle
ilişki içine sokmuş oldu. Artık, bir ülkede olan her şey öteki ülkelerde de yankılar
uyandıracaktır. İkincisi, sanayi devrimi burjuva sınıfını zengin ederek egemen sınıf
durumuna getirmiştir. Bunun sonucu olarak da aristokrasiyi, lonca ustalarını ve
bunları temsil eden saltık monarşiyi yok etme yoluna sokmuştur. Monarşilerin
yerlerini burjuva hükümetler almaktadır. Üçüncüsü, sanayi devrimi burjuvazi yine
ölçüde yaratmışsa aynı ölçüde proletaryayı da yaratmıştır. Çünkü proletaryanın
47
çoğalması ve büyümesi, burjuva sermayesinin çoğalması ve büyümesiyle bağımlıdır”.
Engels, “sanayi devriminin öteki sonuçları nelerdir?” sorusuna da özetle “bunalım”
karşılığını verir.
SERMAYE: Artık değer elde etmek için kullanılan para ve mal… Sermaye deyimi,
ilkçağlarda faiz karşılığı olarak ödünç verilen para ve malı dile getiriyordu. Çağdaş
medeni hukukta da bu anlamda kullanılmakta ve anapara’yı dile getirmektedir. Klasik
ekonomide, elde edilmiş olan her türlü serveti dile getirir, gelir elde etmek için
işletilebilecek her türlü mal ve paradır. Ticaret hukukunda, bir girişime ya da ortaklığa
yatırılan her türlü mal ve parayı dile getirir. Anonim şirketlerde üç anlamda
kullanılmaktadır: 1. Şirketin kuruluşu sırasında kurucuların ya da ortakların vermeyi
yükümlendikleri para ve her türlü hakları dile getirir, 2. Ortaklık statüsünde dile
getirilen ve birbirine eşit paylara bölünmüş olan önceden saptanmış saymaca
sermayeyi dile getirir. 3. Şirketin kullanılan ya da kullanılmaya hazır (fiili) varlığını
dile getirir. Gerçekte sermaye, birikmiş insan emeği’dir. Sermaye, kapitalist düzene
özgü bir kavramdır ve dile getirdiği üretim araçlarıyla para ancak artık-değer
yaratmak için kullanılmakla sermaye niteliğini kazanırlar. Yoksa bir ailenin kötü
günler için biriktirdiği para, başını sokmak için aldığı ev, bir köylünün bizzat ekip
biçtiği toprak sermaye değildir; bütün bunlar ancak artık-değer üretmek için
kullanılırsa sermayeye dönüşürler. Sermaye; kapitalist düzende, bir toplumsal
ilişkidir. Her sermaye iki bölümden meydana gelir: Makine, hammadde, bina, aletler
gibi üretim araçlarına yatırılan değişmeyen bölüm ve emek gücünün alınmasına
harcanan değişken bölüm.
SERMAYE BİRİKİMİ: Artık-değerin tüketilmeyen bölümünün sermayeye eklenmesi
yoluyla gerçekleşen birikim… Diyalektik ekonomi anlayışına göre artık-değerin ilk
birikim’e eklenmesi sermaye birikimi’ni gerçekleştirir. Kapitalist, emek gücünü
yeniden üretmesi için gereken zamandan daha çok çalıştırdığı emekçinin emeğinden
artık-değer elde eder. Bunun bir parçasını da sermayesine ekler. Sermaye çoğaldıkça
daha çok emekçi çalıştırır, daha çok emekçi çalıştırdıkça da sermayesine daha çok
artık-değer eklenir. Sermaye, böylece, gittikçe büyüyen bir süreçle birikir.
SERMAYE BİRİKİMİNİN GENEL YASASI: Sermayenin artması oranında işsizliğin de
artacağını ileri süren yasa… Tarihsel materyalist öğretinin ileri sürdüğü bu yasaya
göre “sermayenin genişleyici gücünün gelişmesini sağlayan nedenlerle emek gücünün
boşta kalmasına yol açan nedenler aynıdır”. Bu anlayışa göre sermayenin gelişmesi,
sermayeyi yaratanların işsizliği temeline dayanır.
SERMAYENİN İLK BİRİKİMİ: Kapitalist üretime geçilebilmesi için zorunlu bulunan
öncel zenginlik… Kapitalist üretime geçilmesi için, zenginliklerin kimi ellerde
toplanması ve kimi ellerin de emek gücü haline dönüştürülmesi gerekiyordu. Tarihsel
materyalizme göre bu olay, özellikle İngiltere ve Fransa’da, köylülerin soylular
tarafından zorla topraklarından atılarak mülksüzleştirilmeleri sonucunda
gerçekleşmiştir. Böylelikle hem sermayeye dönüştürülecek gerekli para, hem de
emekçi orduları sağlanmıştır.
SERMAYENİN MERKEZİLEŞMESİ: Sermayenin giderek daha az sayıda ellerde
toplanma eğilimi… Rekabetle ezilen küçük sermayenin ortadan kalkması ve zorunlu
olarak büyük sermayeye katılmasıyla gerçekleşir. Kapitalizmin çelişmeleri gereği bu
süreç zorunludur. Nitekim kapitalizmin gittikçe tekelleşmesi, bu yasayı
48
doğrulamaktadır. Toplumsal sermaye, fizikte olduğu gibi, önce bir itme hareketiyle
bireysel sermayelere ayrılır. Sonra da bunun tam karşıtı olan bir çekme hareketiyle
birbirini çeker ve gittikçe az sayıda ellerde toplanmaya başlar. “Bu dönüşüm süreci,
eski toplumu tepeden tırnağa kadar çözüp ayırır ayırmaz, emekçiler proletaryaya ve
onlara ait iş araçları sermayeye çevrilir çevrilmez, kapitalist üretim biçimi kendi
ayakları üzerinde duracak hale gelir gelmez, emeğin daha geniş ölçüde
toplumsallaşması, toprakla öteki üretim araçlarının toplumsal olarak ve dolayısıyla
ortak üretim araçları olarak geniş ölçüde kullanılan üretim araçları haline
dönüştürülmesi ve özel mülk sahiplerinin daha çok mülksüzleştirilmesi yeni bir biçim
alır. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretim düzeninin kendi iç yasalarının işlemesiyle,
sermayenin merkezileşmesi olarak gerçekleşir”.
SERMAYENİN ORGANİK BİLEŞİMİ: Sermayenin değişmeyen bölümüyle değişen
bölümü arasındaki oran... Sermayenin organik bileşiminin çözümlenmesi, özellikle
geri bırakılmış ülke ve firmaların, gelişmiş ülke ve firmalarca, gelişmelerine yardım
etmek şöyle dursun, nasıl büsbütün geriye itildiklerini matematik kesinlikle saptayan
ve gösteren çok önemli bir bulgudur. Kapitalist üretim düzeni, gelişme farklarına
dayanan düzendir. Firmalar ve ülkeler arasındaki gelişme farkları da sermayenin
organik bileşimindeki değişikliklerden doğar. Her sermaye bir değişen, bir de
değişmeyen bölümden meydana gelir. Makineler, binalar, hammaddeler, ısıtma ve
aydınlatma masrafları vb. gibi emekçi ücretleri dışındaki bütün harcamalara yatırılan
sermaye değişmeyen sermaye’dir; çünkü üretim sürecinden çoğalmadan, yani
değişmeden çıkar. Dokunan bir kumaşa katılan on liralık iplik, üretim süreci sonunda
gene on liralık ipliktir. On yılda eskiyen bin liralık bir makine her yıl üretimine yüz
liralık eskimesini katıyor ve üretim süreci sonunda her yıl yüz lira amorti ederek on
yılda sadece kendisini üretiyor ve başkaca hiçbir değer sağlamıyordur. Sadece emekçi
ücretlerine ayrılan sermaye bölümü değişken sermaye’dir, çünkü üretim sürecinden
artık-değer yaratarak, yani çoğalarak ve değişerek çıkar. “Sermayenin, üretim araçları,
yani hammaddeler, yardımcı maddeler ve iş aletleri halini alan bölümü, üretim süreci
boyunca değer hacmini değiştiremez. Bunun için biz buna, sermayenin değişmeyen
bölümü ya da kısaca değişmeyen sermaye diyoruz. Sermayenin emek gücü haline
girmiş bölümü ise, tersine, üretim süreci boyunca değerini değiştirir. Sermayenin bu
bölümü, öz değerine eş bir değeri yeniden ürettikten başka, üstelik, kendisi de
değişebilen ve az ya da çok olabilen artık-değer üretir. Sermayenin bu bölümü,
durmaksızın, değişmeyen hacimden değişen hacme dönüşür. Bunun için biz buna,
sermayenin değişen bölümü ya da kısaca değişen sermaye diyoruz”. Değişken
sermayenin getirdiği ek değer (artık-değer, kapitalist deyimle: kâr), büyük parçası
değişmeyen sermayeye (örneğin makinelere, hammaddelere) olmak üzere toplam
sermayeye katılır. Çünkü gelişmemiş ülke ya da firmanın yarattığı değerden de pay
alacak olan gelişmişlik rantı ancak bu yolla sağlanabilir. Bunun nasıl olduğu şu
örnekte açıkça görülür: Diyelim biri gelişmiş, öbürü geri kalmış iki ülke ya da firma
üretimlerine yüzer liralık sermaye yatırıyorlar. Gelişmişin makinesi çok, geri kalmışın
da işçisi çok. Artık-değer oranının yüzde yüz olduğunu (yani işçilerin dört saat
kendilerini üretmek, dört saat de artık-değer üretmek üzere sekiz saat çalıştıklarını)
varsayalım. Diyelim gelişmiş ülke ya da fabrikanın elde ettiği malın üretim değeri 80
(değişmeyen sermaye) + 20 (değişken sermaye) + 20 (değişken sermaye oranında
elde edilen artık-değer) = 120 ( malın üretim değeri) olsun. Buna karşı gelişmemiş bir
fabrika ya da ülkenin üretim değeri 20 + 80 + 80 = 180 olsun. Bu örnekte gelişmemiş
fabrikanın üretimi 80, gelişmiş fabrikanın üretimi 20 artık-değer, yani kâr
sağlayacaktır. Ne var ki her iki fabrikanın malı pazarda ortalama satış değeriyle (120
49
+ 180) / 2 = 150’ye satılır. Böylece gelişmemiş fabrika ya da ülkenin yarattığı
değerden 30’u gelişmiş fabrika ya da ülkenin kasasına akar. Bu demektir ki
gelişmişlik gelişmemişliğin varlığıyla mümkündür ve gelişmemişlik gelişmişliğin
zorunlu koşuludur.
SERMAYENİN YOĞUNLAŞMASI: Artık-değerin bir bölümünün katılmasıyla sermayenin
gittikçe büyümesi… Bu büyüme, sermayenin merkezileşmesi’yle ilişkilidir. Sermaye,
yoğunlaştıkça, gitgide daha az sayıda ellerde toplanır. Sermaye birikimi yasası da bu
yoğunlaşma ve merkezileşmeyi açıklar. Genel olarak bu böyle olduğu gibi özel olarak
da böyledir. Daha açık bir deyişle sermaye, genel olarak yoğunlaşıp daha az ellerde
toplanma eğilimi gösterdiği gibi her sermaye biriminde de yoğunlaşır. Bireysel
sermayeler de büyürler ve büyüdükçe de birbirlerini çekerler ve birbirlerini
değiştirirler. Bu, sermayenin yapısı gereğidir. Sermaye durmadan çoğalma
eğilimindedir. Çünkü sermayenin çoğalması kapitalist gelişmeyi sağladığı gibi
kapitalist gelişme de sermayeyi çoğaltır ve yani yoğunlaştırır. Sermaye kimi zaman
bölünebilir, dağıtılabilir; ama ana eğilimi durmaksızın birikme ve yoğunlaşma
yolundadır.
SINIF: Tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeninde üretim araçlarıyla ilişkileri
bakımından çıkar ortaklığıyla birleşmiş insan kümesi... Sınıf, tarihsel bir olgudur ve
üretim araçları üstünde özel mülkiyetin elde edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Tarihsel
süreçte sınıflı toplum, üç sosyo-ekonomik yapı içinde gerçekleşmiştir: Köleci, feodal
ve kapitalist. İlk sınıflar köle sahipleri sınıfı’yla köle sınıfı’dır. Köleci toplumda
oluşan bu sınıflar feodal toplumda toprak sahipleri sınıfı’yla toprak köleleri sınıfı’na
dönüşmüştür. Feodal toplumun bağrında oluşan kapitalist sınıfı’yla emekçi sınıfı da
kapitalist üretim düzenini oluşturmuştur. Sınıf niteliği taşımayan birleşik insan
kümelerine de (örneğin memurlar, aydınlar, serbest meslek sahipleri, esnaf vb.) küme
(zümre) denir. Bunlar her çeşit sınıftan olabilirler ve aralarında sadece mesleksel
olarak (yani üretim araçlarıyla ilişkileri bakımından değil) çıkar birliği vardır, temel
çıkarları bağlı bulundukları sınıfın çıkarlarıdır, bundan ötürü de aralarında sadece
mesleksel bir birlik vardır, sınıfsal bir birlik yoktur. Sınıflı toplumların tarihi, bu
sınıfların sürekli olarak çekişmelerinin tarihidir. Çekişme, sadece sınıfsal karşıtlıktan
doğmaz, sınıfsal ilericilikten ve gericilikten de doğar. Örneğin bir öncekine göre
ilerici olan toprak sahipleri sınıfı köle sahipleri sınıfıyla, kapitalist sınıf hem köleci
sınıfıyla (örneğin Amerika’nın kuzey-güney savaşları) hem de toprak sahipleri
sınıfıyla (örneğin anamalcı toprak reformu) çekişir.
SOLCULUK: Çeşitli anlayış ve ölçülerde devrimcilik tutumu… Temel anlamında, mevcut
ekonomik düzenin değişmesini ve ileriye doğru dönüştürülmesini isteyen tutumu dile
getirir. Mevcut ekonomik düzenin olduğu gibi kalmasını isteyen tutumu dile getiren
sağcılık deyimi karşılığında kullanılır. Her iki deyim de 1789 Fransız Devrimi’nin
ürünüdür. Devrimden sonra kurulan Mecliste egemenliği ele geçiren devrimci burjuva
sınıfı temsilcileri solda, tutucu (muhafazakâr) toprak sahipleri sınıfı temsilcileri sağda
oturmuşlardı.
SOSYALİST HIRİSTİYANLIK: Katolik inançlarını sosyalizm açısından yorumlayan
Hıristiyanlık… Ütopyacı ve bilimdışı sosyalizmin dinsel öğütleriyle gerçek
sosyalizme yönelik gelişmeden alıkoyma amacını güder. Bu çabaya son yüzyılda
Katolikliğin en büyük otoritesi olan papalar da katılmaktadırlar. Yayımladıkları çeşitli
genelgelerle eşitsizliklerin giderilmesini, emekçilere daha yüksek bir yaşama seviyesi
50
sağlanmasını, yoksullara şefkat gösterilmesini ve yardım edilmesini, hatta üretim
araçları üstündeki özel mülkiyetin hafifletilmesini önermektedirler. Sosyalizmin
bilimsel yanını ya hiç bilmezler, ya da görmezlikten gelirler. Çoğunlukla sosyalizmi,
yoksullara şefkat ve merhamet düzeni sanırlar; amaçları, sosyalizm değil,
Hıristiyanlığın yayılmasıdır. Hıristiyanca bir sosyalizmi önerenler arasında Philippe
Buchez, Mainz piskoposu Von Ketteler, Frantz Hitze, kardinal Manning gibi din
adamları ve Le Play, Le Tour du Pin, Albert de Mun gibi düşünürler vardır. Örneğin
Le Play, liberalizmi yererek insanlığın ıslaha muhtaç bulunduğunu, bunu da ancak
kilise otoritesinin gerçekleştirebileceğini ileri sürer. Le Tour du Pin, korporasyonlar
kurularak üretime çeki düzen verilmesini önerir. Albert de Mun, sınıf kavgasının
yerine patron-işçi işbirliğinin geçirilmesini öğütler.
SOSYALİST MÜLKİYET: Üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin kaldırılmasıyla
gerçekleşen tüketim araçları mülkiyeti… Sosyalist ekonomi anlayışına göre
sosyalizm, üretim araçları üstündeki özel mülkiyeti kamuya mal etmekle tüketim
araçları üstündeki mülkiyeti gerçekleştirir. Üretim araçları özel mülkiyetteyse bu
araçların ürettiği tüketim araçları da o özel mülkiyete ait olur. Bu bakımdan, mülkiyeti
yok eden sosyalizm değil, kapitalizmdir. Asıl özel mülkiyet, pek küçük bir azınlığın
üretim araçlarına sahip olmakla tüketim araçlarına da sahip olduğu kapitalizmin
aşılmasıyla gerçekleşir. Böylelikle bütün insanlar gittikçe daha çok tüketim araçlarına
sahip olmak olanağına kavuşurlar. Bu olanak, bütün toplumun el ve işbirliğiyle
çalışarak gerçekleştirecekleri çok hızlı gelişmesiyle elde edilir.
SOSYALİST PLANLAMA: Toplumun ihtiyaçlarını gidermek ve bütünsel gelişmeyi
sağlamak amacıyla yapılan planlama… Sosyalist anlayışa göre kapitalistin kârını ve
gelişmesini sağlamak amacıyla yapılan kapitalist planlama deyimi karşılığında
kullanılır. Planlama, önceliği gerektiren üretimi gerçekleştirmek için ekonomik
faaliyetlerin güç birliğine ve dengeli çalışmaya sokulmasıdır. Bu, teknik bir
koordinasyondur. Sosyalist planlamanın amacı topluma mal ve hizmet bolluğu
sağlamaktır. Mal ve hizmet bolluğu deyimi eğitim, sağlık, spor, kültür ve eğlence
olanaklarını kapsar. Gerçekte plansız bir ekonomi olan ve kâr etmek amacıyla
gerçekleştirilen kapitalist üretim, dengesiz bir gelişmeyle gerekmeyenleri de
gerektiğinden çok üretmekle insan gücünü boşuna harcamakta ve toplumsal geliri
israf etmektedir. Kapitalist üretimde fiyatları düşürmemek için çok üretilen birçok
malların denize döküldüğü ve yakıldığı sık sık görülmüştür. Sosyalist planlama, arzı
ve talebi disipline alır ve dengeye sokar. Üretim, toplam üretimde hiçbir azalma
olmaksızın, belli malların üretimlerin de değişiklik yapmak suretiyle düzeltilir.
Toplam üretimin azalmaması, toplam tüketimin azalmaması demektir. Ne var ki
toplumun ilaç ve ekmek ihtiyacı giderilmeden güzellik kremi ve lüks otomobil
üretimine girişilmez. Ama bu ilaç ve ekmek ihtiyacı giderildikten sonra o güzellik
kremlerinin ve lüks otomobillerin çok daha güzelleştiricileri ve lüksleri de yapılabilir.
Sosyalist planlamanın temeli, öncelikle gerçekleştirilecek amaçlara erişebilmek için
mevcut kaynakların gereken büyüme oranını sağlayacak biçimde dağılımını
düzenlemektir.
SOSYALİST PROTESTANLIK: Protestanlık inançlarını sosyalizm açısından yorumlayan
Hıristiyanlık… Ilımlı reformlar ve yatıştırıcı tedbirlerle toplumsal gerginliğin
azaltılması çabalarına, kimi Katolikler gibi, kimi Protestanlar da katılmıştır. Örneğin
İngiltere’de 19’uncu yüzyılın ortalarına doğru Protestanlar Hıristiyan Sosyalizm adlı
bir gazete çıkardılar; amaçları, Hıristiyanlığı sosyalistleştirmek değil, sosyalizmi ve
51
işçileri Hıristiyanlaştırmaktı. Bir de Emekçi Birliklerini Teşvik Derneği kurdular;
işçilerin tüketim kooperatiflerini kurmasını öneriyorlar, bir yandan da üretim araçları
üstündeki mülkiyetin sözünü etmeksizin toprak mülkiyetinin düzeltilmesini
istiyorlardı. Gerçekte bu istekler, işçi istekleriymiş gibi ileri sürülen burjuva
isteklerinden başka bir şey değildi. 20’nci yüzyılda 1’inci Dünya Savaşı’ndan sonra
Manchester Psikoposu W. Temple’in öncülüğü ile kiliseler arası bir sosyalizasyon
konferansı toplandı. Bu konferansta üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin
devamına karar verilmekle beraber bankalara hücum edildi ve sanayinin yeniden
düzenlenmesi istendi, bankaların ve çok büyüyerek ezici bir güç haline girmiş
bulunan işletmelerin devletleştirilmesi önerildi. 19’uncu yüzyıl Almanya’sında
Protestan papazı Rudholf Todt, Hıristiyanlık temeli üstünde kurulmuş bir devlet
sosyalizmini öneriyordu. Todt’un öncülük ettiği bu hareket sonraları ikiye ayrıldı, bir
kolundan Sosyalist Hıristiyan Partisi meydana geldi ve öbür kolu Protestan papazları
Naumann ve Göhre’nin önderliğinde Sosyal Demokrat Partisi’ne katılmaya çalıştı.
20’nci yüzyılda Protestan papazları Dinci Sosyalist Birliği’ni kurdular. Fransız
Protestanları arasında da buna benzer pek çok sosyalist hareketler de gelişmişti.
Örneğin, 1887 yılında Charles Gide’in önderliği altında Protestan Sosyal İnceleme ve
Eylem Birliği, 1908 yılında P. Passy’nin önderliğinde Sosyalist Hıristiyanlar Birliği,
Protestanlığın pratikte gerçekleşmesini isteyen Sosyal Hizmet Okulu Hareketi gibi bir
takım Protestan dernekleri din temeli üstünde oportünist bir sosyalizm önermişlerdi.
SOSYALİST REKABET: Olağanüstü başarıları değerlendirerek çalışmanın teşvik edilmesi
ve yarıştırılması… Sosyalist anlayışa göre daha fazla para kazanmak amacını güden
kapitalist rekabet deyimi karşılığında kullanılır. Sosyalist rekabet, çalışma niteliğinin
geliştirilmesi ve emeğin üretkenliğinin arttırılması amacını güder. Kapitalist üretimin
kıran kırana rekabet anlayışı ile ilgisi yoktur. Kapitalist rekabet başkalarının zararı
üzerine kuruludur, sosyalist rekabet ise toplumun yararında temellenir. Maddî ve
manevî teşvik unsurlarını taşır.
SOSYALİST SANAYİLEŞME: Topyekûn makineleşme… Çiftçiliği de içine alan bütün
üretim alanlarının makineleşmesi, sosyalizmin amacıdır. Böylelikle insana gördürülen
ağır işler makinelere gördürülecektir. İnsanların bu gibi işlerden mümkün olduğu
kadar hızla kurtularak zamanlarını beşerî (insansal) ve kültürel faaliyetlere
harcamaları gerekir. Sosyalist anlayışa göre asıl beşerî faaliyet, bütün ağır işleri
makinelere gördürerek o makinelerin daha iyi işlemesini ve doğanın daha verimli
kılınmasını sağlayacak olan yaratıcı faaliyettir. İnsan doğa tarafından yönetilen değil,
tersine, doğayı yöneten bir varlıktır. Asıl insanlık bu amaca eriştikten sonra
başlayacaktır. O zaman, bugünkü uygarlığımıza insanlık öncesi denecektir. Çalışma,
insan için, katlanmak zorunda bulunduğu bir yük değil, mutlu yaşamanın vazgeçilmez
bir koşulu olacaktır. İnsan, çalışmak zorunda bulunduğu için değil, çalışmamazlık
edemeyeceği için çalışacaktır. Hem de bu çalışma doğaya gördürebileceği işler de
değil, beşerî (insansal) ve bilinçsel yaratıcı faaliyetlerde gerçekleşecektir. Kapitalist
üretimde insanların bir bölümünün özel mülkiyeti altında bulunan ve ancak bu oranla
sınırlı olarak gelişebilen makineler, bütün insanlığın hizmetine girecek hızla ve
sınırsızca gelişecektir.
SOSYALİST TİCARET: Devlet eliyle yapılan dağıtım… Ticaret, kapitalist üretimde bir
dağıtım aracıdır. Sosyalist üretimde dağıtım, devlet eliyle yapılır. Sosyalist
iktisatçılara göre kapitalist üretimden sosyalist üretime dönüşme evresinde ticaret
ilişkileri hemen yok olmaz. Dış ticaret hemen devletleştirilir, iç ticaret sınırlı olarak
52
daha bir süre devam eder. Çünkü her üretim biçiminin kendine özgü bir dağıtım
biçimi vardır. Sosyalist devlet kendi ürettiklerini kendi dağıtım merkezlerinde dağıtır,
bireysel üretime bıraktıklarını da pazarda dağıttırır. Piyasa ilişkileri, üretimin
bütünüyle toplumsallaşacağı zamana kadar zorunludur. Bilimsel zorunluluk taşıyan
bir süre için sadece toptancı ve yarı-toptancı gibi aracıları ortadan kaldırmak, fiyatları
devlet eliyle saptamak mümkündür. Nasıl kapitalist üretimde feodal ilişkiler daha bir
süre devam etmişse, öylece sosyalist üretimde de kapitalist ilişkiler daha bir süre
devam edecektir.
SOSYALİST ÜCRET: Bireyin topluma verdiğiyle bağlı kalmaksızın toplumun bireye
sağladığı olanakların tümü… Ücret, bir insanın emek gücü karşılığının paraca dile
getirilişidir. Sosyalist iktisatçılara göre sosyalist ücret kavramı, kapitalist ekonomideki
ücret kavramından çok daha geniş bir anlam kapsar. Sosyalist ekonominin geçiş
döneminde de ücret vardır, emek gücünün niceliğine ve niteliğine göre verilir. Ama
bu ücret, kapitalist üretimdeki gibi bireysel bir ücret değil, paraca dile getirilenin çok
daha fazlasını kapsayan toplumsal bir ücrettir. Bedava eğitim, bedava tiyatro ve
sinema, bedava konser vb. gibi toplumun bütününce finanse edilen birçok parasız
olanaklar sosyalist ücret kavramının kapsamı içindedir.
SOSYALİZM: Kapitalist üretim düzeninin aşılmasıyla gerçekleşen üretim ve toplum
düzeni… Tarihsel materyalizm öğretisine göre sosyalizm, emeğin gittikçe
toplumsallaşmasına karşı üretim araçları mülkiyetinin gittikçe bireyselleşmesi
çelişmesini taşıyan kapitalist düzeni aşılarak gerçekleşir. Bu aşma, kapitalist üretim
düzeninin olumsuz yanını yok ederken olumlu yanını muhafaza eder ve daha üstün bir
aşamaya dönüştürür. İnsanlık, köstekleyici çelişmenin ortadan kalkmasıyla, yeni bir
hız ve güçle gelişmeye başlar. Bu çelişmenin aşılması, genel olarak mülkiyetin
ortadan kalkmasını değil, sadece mülkiyetin kapitalist üretime özgü biçiminin, üretim
araçları üstündeki özel mülkiyetin ortadan kalkmasını gerektirir. Çünkü insan aletsiz
çalışamaz. Çalışma aletleri özel mülkiyet konusu olunca, çalışmanın verimi de bu
aletleri ellerinde bulunduranların özel mülkiyeti konusu olur. Çalışma aletleri topluma
mal edilmekle çalışmanın verimi de topluma mal edilir. Tarihsel süreçte köleci üretim
düzeni sadece köle sahiplerini, feodal üretim düzeni sadece toprak sahiplerini,
kapitalist üretim düzeni sadece üretim araçları sahiplerini geliştirmiştir. Kaldı ki bu
gelişmeler de olumsuz gelişmelerdir, çünkü bir insanın bireysel gelişmesi ancak bütün
insanlığın toplumsal gelişmesiyle mümkündür. Sosyalist üretim düzeni, fiyat
mekanizmasıyla değil, plan mekanizmasıyla işler. Sermayedarın kâr etmesi için değil,
insanların ihtiyaçlarının giderilmesi için üretilir. Üretim, bütünüyle, kapitalistin
geleceğine değil, insanlığın geleceğine yönelir. Bilim ve kültür çok büyük bir hızla
gelişir. Nedenleri ortadan kalkacağı için savaşlar, israflar ve her türlü kötülükler de
ortadan kalkar.
SOSYO-EKONOMİK OLUŞUM: Toplumun üretim ilişkileriyle belirlenen yapısı…
Tarihsel materyalist öğretinin en önemli kavramlarından biridir. Tarihsel süreçte bu
oluşumlar ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve
sosyalist toplum olmak üzere birbirlerinden dönüşerek sıralanmışlardır.
SÖMÜRGE: Bağımsızlığını yitirmiş ve başka bir ülkenin malı olmuş ülke… Değer
kaynakları sömürülen ülke anlamındadır. Başka bir ülkenin malı olmak demek, o
ülkenin yararına üretim yapmak ve kendi üretiminden yararlanma hakkını yitirmek
demektir.
53
SÖMÜRÜ: Bir bölüm insanların başka bir bölüm insanları çalıştırarak onların emeğine el
koyması... Sosyalist ekonomi anlayışına göre köleci, feodal ve anamalcı düzenlerin
tarihi, bir sömürü tarihidir. Çünkü toplumların üretimini üretim araçlarından yoksun
bırakılmış olanlar gerçekleştirir. Bunları ürettikleri artık-değerse üretim araçlarına
sahip çıkanların cebine girer. Bu, üretim araçlarının onu kullanacak olan emekten
ayrıldığı bir üretim düzeninde zorunlu bir sonuçtur. İnsan, alet yapmak ve yaptığı aleti
kullanmakla insanlaşmış, hayvan türünden koparak gelişmeye başlamıştır. İnsan, bir
alete -yani, üretim aracına- sahip olmadan üretemez. Bir insanın başka bir insana
egemen olabilmesi ve onu köleleştirebilmesi sadece onu üretim aracından yoksun
bırakmasıyla mümkündür. Kendisini bir başkası için kesin olarak gerekli kılamayan
insan, onu hiçbir zaman köleleştiremez. Bu kesin gerekliliğin de tek yolu,
köleleştireceğini üretim aracından yoksun bırakarak o üretim aracına sahip çıkmaktır.
Fransız düşünürü Jean-Jacques Rousseau, Eşitlik Üstüne Söylev adlı ünlü yapıtında
şöyle der: “Bir toprağın çevresine kazıklar çakıp burası benimdir, demeye cesaret
eden ve etrafında buna inanacak kadar budalalar bulan ilk insan bugünkü
uygarlığımızın atasıdır. Kazıkları çekip atarak öteki insanlara, bu adamı dinlemeyiniz,
meyvelerin herkesin olduğunu ve toprağın hiç kimsenin olmadığını unutursanız
mahvolursunuz, diyebilecek bir adam, insanlığı ne kadar suçlardan, savaşlardan,
yoksulluk ve acılardan korumuş olurdu”.
TARİH (FS): Geçmişte neler olup bittiğini araştıran ve inceleyen bilim… Bilmek anlamına
gelen Yunanca historein deyiminden türetilmiştir. Konuşma dilinde geçmiş zaman
anlamını dile getirir. Zamansal akış içinde gerçekleşen olaylar olarak tanımlanır.
Terim olarak tarih bilimi demektir. Bir anlamda tarih; bir olayın gününü, ayını ve
yılını bildiren bir deyimdir. Tarih, bilimsel bir niteliğe, 19’uncu yüzyılda tarihsel
materyalizm öğretisiyle kavuşmuştur. Tarihin doğal-yasalı süreç olduğu bu öğretiyle
tanıtlanmıştır. Tarihsel ve diyalektik materyalizm öğretisinden önce tarih, ya doğaüstü
güçlerce yönetilen ya da büyük insanların rastlantısal olarak ve keyiflerine göre
biçimlendirdikleri bir olaylar dizisi olarak görülüyordu. Bununla beraber, tarihin
doğal bir süreç olduğunu sezen tarihçiler de çıkmıştır. Başta Arap bilgini İbni Haldun
olmak üzere A. Thierry, F. Guizot, F. Mignet gibi 1930–1840 restorasyon dönemi
Fransız tarihçileri bunlardandır. Ne var ki hiç biri sorunun köküne inememiştir ve
idealist bir düzeyde yüzeysel gözlemlerle yetinmek zorunda kalmışlardır. Tarihsel ve
diyalektik materyalizm öncesi tarih bilimine tümüyle idealist tarih görüşü egemendir.
Örneğin Hegel, tarihi, insan bilincinden üstün bir tümel bilincin yön verişiyle açıklar.
Çağdaş İngiliz tarihçisi Toynbee’ye göre de “tarih, tanrısal bir planın
gerçekleşmesidir”. Gerçekte tarih, doğal ve toplumsal gelişme süreci’dir. Toplum
tarihi, doğa tarihinden farklı olarak, insanlarca yapılır. Ne var ki tarihi yapan insanlar,
idealist tarih anlayışında ileri sürüldüğü gibi önder kişiler değil, üretim faaliyetlerinde
bulunan halk yığınlarıdır. “Tarihin ilk temel koşulunu, yani insanların tarih
yapabilmeleri için yaşamaları gerektiği koşulunu ileri sürmekle işe başlamalıyız.
Yaşam, her şeyden önce yemek, içmek, giyinmek, barınmak vb. demektir. Demek ki
ilk tarihsel eylem, bu gereksinimleri karşılayan araçların, yani maddî yaşamın
kendisinin üretilmesidir. Bu, binlerce yıl önce olduğu gibi bugün de insan yaşamını
sürdürmek için her günün her saatinde yerine getirilmesi gereken tarihsel bir
eylemdir, tüm tarihin temel bir olgusudur… Demek ki daha ilk baştan insanların
birbirleriyle maddî bir bağlantı içinde oldukları ve bu bağlantının insanların
gereksinimleri ve üretim tarzlarınca belirlendiği ve insanlar kadar eski olduğu bir
gerçektir. Bu bağlantı, durmadan yeni biçimlere girerek her türlü siyasal ve dinsel
54
saçmalıklardan bağımsız bir tarih ortaya koymaktır… Bugüne kadar tarihin bu gerçek
temeli ya göz önüne alınmamış, ya da tarihin gelişmesinin ilgilendirmeyen bir konu
sayılmıştır. Bu yüzden de tarih, her zaman, mutlaka kendi dışında bir ölçüte göre
yazılmıştır. Buna karşılık gerçekten tarihsel olan ne varsa tarih dışına itilmiştir.
Bundan ötürü de tarih de tarihte sadece prenslerle devletlerin siyasal eylemleri, dinsel
ya da başka türden kurumsal kavgalar görülebilmiştir… Gerçekte, tarihteki tüm
çalışmaların kaynağı, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir”. Tarih
“kendi amaçlarına ulaşmaya çalışan insan faaliyetlerinden başka hiçbir şey değildir”.
Tarihi insanlar yapar, ama görüldüğü gibi bunu keyiflerine göre yapamazlar. İnsanlar
üretim güçleri ve üretim ilişkileriyle belirlenirler. Üretim güçleri ve üretim
ilişkileriyse kendilerinden önceki kuşaklarca hazırlanmıştır. İnsanlar, diledikleri bir
ortamda değil, böylesine zorunlu bir ortamda doğarlar. İçinde gözlerini açtıkları
ortamın, kendilerinden önce varlaşmış yasalarına uymak zorundadırlar. Bundan
ötürüdür ki insanlık tarihi, insanlar tarafından yapıldığı halde, yasalı ve yani nesnel bir
süreçtir. Ama insanlar amaçlı faaliyetleriyle, kendilerinden bağımsız olan bu nesnel
süreci etkileyip değiştirebilirler. O zaman, mevcut ortam yeni bir ortama ve mevcut
nesnel yasalar da yeni nesnel yasalara dönüşür. İnsanlık tarihi, toplumsal-ekonomik
formasyonların değişim ve dönüşüm tarihidir.
TARİHSEL MATERYALİZM: Toplumsal ve ekonomik gelişmenin yasalarını saptayan
kuram... Alman düşünürleri Karl Marx’la Friedrich Engels’in birlikte oluşturdukları
bu kurama göre, insanlar arasında kurulan bütün ilişkilerin temeli maddîdir. İnsanlar
önce yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler. Yaşayacak durumda
olmak demek: yemek, içmek, barınmak vb. demektir. Demek ki yaşamlarının
toplumsal üretimi içinde insanlar, iradelerinin dışında zorunlu ilişkiler kurarlar. Bu
ilişkiler, üretim tarzlarının zorunlu ilişkileridir. Bu ilişkilerin bütünü, toplumun
ekonomik yapısını meydana getirir. İnsanların varlıklarını belirleyen şey bilinçleri
değildir, tersine, insanların toplumsal varlıklarıdır ki bilinçlerini belirler. Bu ilişkiler
nasıl ebedî olmayıp tarihsel ve gelip geçiciyseler, onların soyut dile getirilişleri olan
düşünceler ve kategoriler de tarihsel ve gelip geçicidirler. Yeni üretim güçleri (yani,
başta insan olmak üzere üretimde kullandığı toprak, her türlü alet ve bilgiler) kazanan
insanlar, tarih boyunca, üretim tarzlarını ve bundan ötürü de üretim ilişkilerini
değiştirmişlerdir. İnsanlık tarihi, üretim güçlerinde ve ona bağlı olarak üretim
tarzlarında ve bundan ötürü de üretim ilişkilerinde meydana gelen bu gelişimsel
dönüşmelerle oluşmuştur. Üretim gücünün artması ve değişmesi nasıl üretim tarzlarını
ve ilişkilerini değiştirmişse, böylece, bunlardan meydana gelen düşünce ve
kategorileri de değiştirmiştir. Çağdaş kapitalist üretim biçimi ve bundan doğan üretim
ilişkileri, böylesine tarihsel bir gelişim ve dönüşme sonunda, ilkel komünal üretim
biçiminin köleci üretim biçimine, köleci üretim biçiminin feodal üretim biçimine,
feodal üretim biçiminin de kapitalist üretim biçimine dönüşmesiyle meydana
gelmiştir. O da, ötekiler gibi, bütün üstyapılarıyla birlikte, ebedî olmayıp tarihseldir
ve gelip geçicidir. Bütün bu tarihsel dönemlerde göreli süreklilik, üretim güçleriyle
üretim ilişkilerinin birbirine uygun düşmeleriyle sağlanır. Bu süreklilik, zamanla,
üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasında başlayan uyuşturulamaz çelişmenin
aşılmasıyla bozulur. O zaman toplum yeni bir üretim tarzına dönüşür ve bu yeni tarza
uygun düşecek yeni üretim ilişkileri kurar. Kapitalizm da nasıl böylesine bir
dönüşmeyle, tarihsel ve zorunlu bir gelişmenin sonucu olarak gerçekleşmişse, öylece,
tarihsel ve zorunlu bir gelişmenin sonucu olan sosyalizme dönüşecektir. Çünkü
kapitalizmin temel çelişkisi, emeğin gittikçe toplumsallaşmasına karşı üretim araçları
üstündeki özel mülkiyetin gittikçe bireyselleşmesidir. Demek ki bu çelişmenin
55
aşılması, üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin de, tıpkı emek gibi,
toplumsallaşmasıyla gerçekleşecektir. Bu aşamada, insanlık tarihine hükmetmiş olan
dış güçlerin tümü insanların egemenliği altına girecektir. Ancak bu aşamadan sonradır
ki insanlar, kendi tarihlerini kendileri yaratacaklardır. Bu aşama, insanlık öncesi
çağı’nı insanlık çağı’na dönüştürecektir.
TARİHSEL MATERYALİZM (FS): Toplumsal gelişmenin maddî temele dayandığını
tanıtlayan öğreti... Tarihsel materyalizm öğretisi, tarihi diyalektik yöntemle
inceleyerek, toplumsal gelişmenin nesnel ve maddî temele dayandığını meydana
çıkarmış ve tanıtlamıştır. Tarihsel materyalizme gelinceye kadar tarih, metafizik ve
bireyci açılardan ruhsal bir temele dayandırılarak açıklanmaya çalışılıyordu. Bu
açılara göre tarih ya tanrı işi, ya tanrısal-doğasal bir planın gerçekleşmesi, ya evrensel
ruhun güdümü, ya da üstün insanların düşüncelerinin ürünüdür. Bu çeşitli deyimlerin
tümü, nesnel ya da öznel bir ruhçuluğu dile getirmekteydiler. Onlara göre toplumsal
gelişmenin tek sözle ruhsal bir etkiydi. Buysa doğrulanamayan bir varsayımdı.
Metafizik görüş açık ve kesin bir ruhçuluğa, bireyci görüş gizli ve dolaylı bir
ruhçuluğa dayanıyordu. Metafiziğe göre savaşları tanrı yaptırıyordu, bu düzeyde
insanların kaderlerine boyun eğmekten başka yapabilecekleri hiç bir şey yoktu.
Bireyciliğe göre savaşları birey (üstün kişi ya da üstün düşünce) yaptırıyordu, bu
durumda da insan topluluklarının kaderlerine boyun eğmekten başka yapabilecekleri
hiç bir şey yoktu. Her iki karşılık da kolay ve rahat, tarihsel olayların kendilikleri
(mahiyet) incelenmeden verilmiş karşılıklardı. Metafizik ve bireyci öğretiler tarihsel
olayların kendiliklerini inceleyemezlerdi, çünkü onlara göre kendilikler bilinemezdi.
Metafizik ve bireyci anlayışa göre kendilik ruh’tur ve ruh yapı olarak bilinemez bir
şeydir. İşte materyalizm bu temel görüşte ağırlığını koymakta ve tarihi de bu temel
görüşe uygun olarak çözümlemektedir. Kendilik madde’dir ve maddî yapı olarak
bilinebilir bir şeydir... Tarihsel materyalizme göre tarihsel olayların ya da eşdeyişle
toplumsal gelişmenin nedeni maddî bir nedendir; tarihi tanrı (metafizik düşünce) ya
da üstün insan (bireyci düşünce) değil, insanlar (toplum) yapar. İnsanların
düşüncelerinin (fikir) altında sınıflar ve sınıf çatışmaları yatmaktadır. “İnsanlar
yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler”. Yaşayacak durumda olmak
demek; yemek, içmek, giyinmek, barınmak için ekonomik eylemde bulunmak
demektir. Düşünceleri meydana getiren bu ekonomik eylemlerdir. Çiftçi, çiftçice
düşündüğünden çiftçi olmuş değildir, çiftçi olduğu için çiftçi gibi düşünmektedir.
Ama bu tarihsel zorunluluk hiç bir zaman bireyin (fert, kişi) etkinliğini engelleyemez.
Çiftçi, çiftçi gibi düşünmek zorundadır ama çiftçi gibi düşünerek içinde yaşadığı
ortam ve koşulları etkiler ve değiştirir. Eğer böyle olmasaydı diyalektik düşüncenin
vardığı sonuç da, metafizik ve bireyci düşüncelerin vardıkları sonuçlar gibi, kör bir
kadercilikten başka bir şey olmazdı. Tarihsel materyalizmin açıklanmasında
genellikle yanlış anlaşılan bu nokta çok önemlidir. Diyalektik anlayış, bu karşılıklı
etki (karşılıklı eylem, interaction) anlayışıdır. Doğasal ve toplumsal bütün fenomenler
hem etkilenir hem etkiler. Doğasal gelişmenin belli bir noktasında insan ve bilinç
oluşmuştur. Artık bilinçli insan da doğasal diyalektiğe katılmış ve kendi tarihini bizzat
kendisi yapmaya başlamış bulunmaktadır. Bilinçli insan, kendisini değiştiren ve
oluşturan koşulları, karşı etkisiyle değiştirmekte ve oluşturmaktadır. Toplumsal bilinç
biçimleri üretim ilişkilerine bağlıdırlar ama bir yandan da o üretim ilişkilerini
etkilemekte ve değiştirmektedirler. Üretim ilişkileri alt yapıdır; üst yapıyı meydana
getiren siyasal, dinsel, kültürel bütün değerler altyapıca belirlenir. Ama üstyapı da,
altyapıyı belirler ve değiştirir. Bu oluşma, neden-sonuç zincirinde sıralanan mekanik
bir oluşma değil, karşılıklı etkiyi kapsayan diyalektik bir oluşmadır. İnsanların tarihi
56
de aynı diyalektik oluşun içindedir ve karşılıklı etkilerin çatışmasıyla gelişmektedir.
Tarihte büyük adamların ortaya çıkışı da bu tarihsel gerekirciliğin (tarihsel
determinizm) zorunluluğudur. Onları meydana çıkaran, onlara karşı duyulan
toplumsal gereksinmedir. Tarihte, ne zaman bir lider gereksinmişse o lider hemen
bulunmuştur. Her sınıf liderini kendi toplumsal yapısından çıkarmış ve kendi yapısına
uygun bir biçimde belirlemiştir. Büyük adamın ya da liderin rolü, kendi toplumunun
koşullarının gerektirdiği doğrultuda belirmiştir. Tarihin gözlenmesi ve incelenmesi bu
savı doğrulamakta ve yasalaştırmaktadır. Kişi, toplumsal koşulların gerektirdiği
zaman ve gerektirdiği biçimde Sezarlaşır. Sezarlaşınca da Sezar gibi düşünmeye
başlar ve Sezarca etkiler. Metafiziğin ileri sürdüğü gibi Sezarca düşünce gökten inmiş
ya da kendi kendine oluşmuş değildir Sezarca düşünce, Sezarlığı gerektiren koşulların
ürünüdür... Tarihsel materyalizm, sosyal evrimin genel yasalarının bilimidir. Tarih,
materyalist diyalektik incelemeyle bilimselleşmiş ve olağanlıklar yığını ya da kader
çizgisi olmaktan kurtularak tüm toplumsal yaşamda geçerli yasa’lara kavuşmuştur. Bu
yasalar şunlardır: Toplumun temeli, üretim biçimidir (üretim biçimi, insanların
yaşamak için gereksedikleri bütün şeyleri elde etme biçimidir). İnsanların çeşitli değer
ölçülerini kapsayan üstyapı, bu temelce belirlenir (insan, bu temel belirlenişle belli bir
kültüre, ideolojiye psikolojiye varır). Belli bir doğrultudaki toplumsal gelişme, üretim
ilişkilerinin üretim güçlerine uygunluğu sırasınca ve süresince mümkündür, üretim
ilişkileri üretim güçlerine köstek olmaya başladıkları zaman değişme
(transformasyon) zorunludur. Üretim biçimi, insanlar arasındaki üretim ilişkileriyle
üretim güçlerinin (üretim güçleri; insan, toprak, hammaddeler, makine, alet, edinilmiş
bilgiler ve benzerleridir) birbirlerine olan karşılıklı etkileriyle belirlenir. Bu karşılıklı
etkiler birbirlerini köstekleyebilirler (örneğin köleci üretim biçiminde fazla üretim
yeni ve pahalı aletler meydana getirdi, köle sahipleri bu pahalı aletleri işin sonucuna
hiç bir ilgi duymayan kölelerin ellerine veremez oldular, üretim ilişkisi üretim gücünü
köstekledi ve köleci üretim biçimi zorunlu olarak feodal üretim biçimine dönüştü).
Toplumsal yasalar, insan bilincinden bağımsız bir tarihsel zorunluluğa bağlıdır; ancak
bu tarihsel zorunluluk insanların eylemlerinden doğan bir zorunluluktur, insan
etkisinden bağımsız bir zorunluluk değildir. Daha açık bir deyişle örneğin köleci
üretim biçiminden feodal üretim biçimine geçiş, geceden sonra gündüzün oluşu gibi
insan dışı bir olgu değil, insan eyleminin meydana getirdiği bir olgudur. Pek açıktır ki
insan olmasa toplumsal olay olmaz, toplumsal olay olmayınca toplumsal yasa
belirmezdi. Yasalarıyla birlikte toplumsallık ya da tarih, bizatihî insancalık demektir.
Tarihsel materyalizm öğretisi, diyalektik materyalizm öğretisiyle sımsıkı bağımlıdır
ve birbirinden ayrılamaz. Toplumsal olayların gerçek nedenlerini açıklamak ve
ideolojik olayları bu nedenlerle bağımlı kılmakla yeni ve açık bir dünya görüşü
getirmiştir. Doğa ve toplum bütünlüğü bu dünya görüşünün başlıca niteliğidir.
Toplumun da, doğa gibi, kendine özgü nesnel yasalarla geliştiği ve bu yasaların da,
doğa yasaları gibi, zorunlu bulunduğu tarihsel materyalizmle meydana konmuştur. Bu
yasaların işleyişinde nesnel etmenle öznel etmenin kopmaz bağımlılığı gün ışığına
çıkmıştır ki bu ancak diyalektik bir anlayışla kavranabilirdi.
TARİHSEL YASALAR (FS): Tarihsel gelişmeyi belirleyen nesnel ve zorunlu iç bağlılıklar
düzeni... Toplumsal yasalar deyimiyle anlamdaştır. Tarihsel zorunluluk deyimiyle de
dile getirilir. Herhangi bir şey öyle olmak zorundaysa o şeyde yasalılık var demektir.
Toplumsal gelişme de zorunlu olarak gerçekleşir, demek ki yasalıdır. Tarihsel yasalar,
insan bilincinden ve iradesinden bağımsızdır. Daha açık bir deyişle insanlar bu
yasaları ne ortadan kaldırabilir, ne de yenilerini yaratabilirler. Ama bu yasaları
keşfedebilirler ve böylelikle tarihin akışına etken olabilirler. İnsanın özgürlüğü, bu
57
nesnel yasaları bilip tanıması ve onları kendi yararına kullanabilmesidir. Tarihsel
yasalar insanın bilinçli etkinliğini dışındalamazlar, tam tersine, beşerî (insansal)
etkinliği zorunlu olarak içerirler. Çünkü insanlar yoksa hiç bir toplumsal yasa da
yoktur. Düşünceler gökten zembille inmezler ya da insan beyninde kendi kendilerine
varlaşmazlar. Düşünce, insanın maddî yaşamının bilinçsel yansımasıdır. Önce
yaşanılır, sonra bu yaşanılanın düşünceleri edinilir. Ama düşünce, bir kez varlaştı mı,
“yığınları etkisi altına alarak maddî güçler haline gelir”. Evet, tarihin, insan
düşüncesinden bağımsız nesnel yasaları vardır. Ama bu nesnel etmenlerin
işleyebilmesi için öznel etmenin, yani insanların bilinçli etkinliklerinin işe karışması
gerekir. Ne var ki öznel etmenler, gerekli nesnel etmenlerin (yani nesnel koşulların)
hazır olduğu zaman işe karışabilirler ve etkin bir rol oynayabilirler. Örneğin FransızRus savaşı, Rusya’nın karlı stepleri yerine Afrika çölünde (nesnel etmen) yapılsaydı,
insanın bilinçli etkinliği (öznel etmen) orada kar fırtınaları oluşturamazdı. Ama Rusya
steplerinde kar fırtınaları başlayınca (nesnel etmen), insanların bilinçli etkinliği (öznel
etmen) işe karıştı ve Napoléon ordularını darmadağın etti. Ne var ki General
Kutuzov’un bilinçli etkinliği (öznel etmen) işe karışmamış olsaydı, sadece kar
fırtınaları (nesnel etmen) Napoléon ordularını yenik düşüremezdi. Tarihsel ya da
toplumsal yasalar, beşerî (insansal) etkinliğin genel yönelişini belirler. Örneğin bir
toplumun gelişmesi için, üretim ilişkilerinin üretim güçleriyle uygunluğu gerekir. Bu,
tarihsel ve toplumsal bir yasadır. Üretim ilişkileriyle üretim güçleri arasındaki
uygunluk bozulmuş ve üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesini
destekleyecekleri yerde kösteklemeye başlamışlarsa, insanlar ne etseler toplumlarını
geliştiremezler. Ne var ki tarihsel ve toplumsal yasalar da ne etseler, insansal etkinlik
olmaksızın bu uygunluğu kendiliklerinden sağlayamazlar. İnsansal etki, tarihsel
yasanın doğrultusunda işe karışırsa toplum değişime uğrar ve bu uygunluk yeniden
sağlanır. Ama toplum da artık eski toplum olmaktan çıkar ve yepyeni bir toplum olur
(Örneğin köleci bir toplumken feodal bir toplum olur). Bu konuda altı çizilmesi
gereken bir bilgi de şudur: Tarihsel ve toplumsal yasaların her türlü engellere rağmen
ergeç kendilerine bir yol açacakları söylenir. Burada söylenmek istenen, bu yasaların
gerekli değişimleri insansal etki olmadan kendi kendilerine gerçekleştirecekleri değil,
ergeç bu yasaların uygulanmasında çıkarı olan toplum güçlerinin oluşacağı ve nesnel
yasaları bilinçli etkenlikleriyle işletebilecekleri gerçeğidir. Yoksa toplumsal yasalar,
insansal etkinlik olmaksızın, asla kendiliklerinden işleyemezler ve kendilerine
işleyebilme yolu açamazlar. İnsansal etkinlik, sadece bu yasaları işletmekle kalmaz,
tarihin zorunlu yürüyüşünü hızlandırır ve gerçekleşecek yeniliğin doğum sancılarını
hafifletir. Toplumun yöneticileri arasında tarihin nesnel yasalarına karşı çıkanlar
olmuştur. Alman’ların Hitler’i bunun en yeni örneklerinden biridir. Ama görüldüğü
gibi Hitler de tarihin nesnel yasalarına yenilmiştir, çünkü hiç bir insan tarihin
tekerleklerini tersine döndüremez. Anlamdaş olarak kullanıldıkları halde tarihsel
yasalar deyiminin toplumsal yasalar deyiminden daha özgül bir anlamı da vardır, belli
toplumsal yasaların belli tarihsel bir kesime özgü bulunduklarını da dile getirir.
TEMEL ÇELİŞKİ (FS): Bir olguda tüm öteki çelişkileri belirleyen çelişki… Bir olgu ya da
olayda çeşitli ve sayısız çelişkiler vardır, ama bunlardan sadece biri temel çelişki’dir.
Tüm öteki çelişkiler onunla belirlenir. Örneğin kimyasal bir süreçte temel çelişki
atomların birleşmesi ve ayrışmasıdır, biyolojik bir süreçte temel çelişki
katabolizmayla anabolizma çelişkisidir. Diyalektik materyalist felsefe dilinde,
belirlenen tüm öteki çelişkilere ikincil çelişkiler denir.
58
TEMEL İLİŞKİLER (FS): Üretim ilişkileri… İnsanlar arasında çeşitli ve sayısız ilişkiler
vardır, ama bunların içinde sadece biri belirleyici ilişkidir. Üretim ilişkileri, insan
bilincinden ve isteğinden bağımsız olarak var olan ve maddî üretim sürecinde insanlar
arasında biçimlenen maddî ilişkilerdir. Bu ilişkiler olmadan hiçbir toplumsal ilişki
olamaz.
TOPLUM: Belli bir üretim biçimiyle belirlenen örgütlü insan topluluğu… Toplum deyimiyle
dile getirilen insan topluluğu, belli bir ekonomik altyapıyla belirlenmiş belli üstyapı
kurumlarına sahip olan sosyo-ekonomik bir biçimlenmedir. İdealist anlayışta birey
olarak insan karşılığında kullanılırsa da diyalektik anlayış onu bireyle bağımlı kılar.
Birey olarak insan, ancak toplumsal ilişkileriyle varlaşır. Bireysiz toplum
olamayacağı gibi toplumsuz da birey olmaz. İdealist felsefede toplumdan soyutlanan
ve toplumun karşısına konulan(onunla zıtlaştıran) birey, diyalektik felsefede
toplumsal ilişkilerinin bir bütünüdür. İdealist anlayış bireyle toplumu uzlaşmaz olarak
görür ve uzlaştırma yolları önerir. Oysa birey, toplumla uzlaşmaz değil, tam tersine,
toplumsuz var olamaz. Bireyin öznel yanı nesnel (toplumsal) yanından ayrılamaz.
Uzlaşmayan çıkarlar bireyle toplum arasında değil toplumun bir bölümüyle öbür
bölümü arasındadır: “Toplum sadece bir bireyler yığını değildir, bu bireylerin
birbirleri karşısındaki yerini gösteren ilişkilerin toplamıdır. O, toplum içinde ve
toplum dolayısıyla bir köledir. Toplum, insanı insan olarak ortaya koyduğu gibi,
kendisi de onun tarafından ortaya konur’’. Amerikalı ekonomici Th. Cooper de
Lectures on the Elements of Political Economy (1826) adlı yapıtında şöyle der:
“Toplum denen bütüne, sözcüklerden nesne yapanların zihninden başka hiçbir yerde
bulunmayan nitelikler giydirilmiştir. Ekonomi politikte bu kadar çok güçlüklere ve
yanlışlara yol açan şey budur”.
TOPLUMSAL OLARAK ZORUNLU EMEK: Bir mal birimi üretmek için toplumsal
olarak gerekli süre… Her üreticiye özgü edimsel emek süresini dile getiren edimsel
emek süresi (fiilî mesai müddeti) deyimi karşılığında kullanılır. Diyelim bir çift
kundurayı kunduracı Hasan altı saatte, kunduracı Hüseyin beş saatte, eski aygıtlarla
çalışan bir kundura fabrikası iki saatte, yeni bir fabrika yarım saatte üretiyor. Bu
saatler her birine özgü edimsel emek süreleridir. Ama aynı nitelikte varsaydığımız
bütün bu kunduralar pazarda aynı fiyata satılır. Daha somut örneklemek için şöyle
diyelim: Belli bir pazarda bir çift kunduraya bir kilo kahve veriliyor. Bütün bu
kunduralar, ister yarım saatte üretilmiş olsun, bir kilo kahveyle değiştirilecektir,
demek ki eşit değer taşımaktadır. Bu örnekten pek açık olarak şu sonuç çıkar: Demek
ki toplumsal olarak gerekli bir emek süresi var. Bu süre, ortalama üretim koşullarında,
ortalama bir emek yoğunluğu olan süredir, yani toplumsal ortalama’dır. Bireysel
emek süresi, Pazar fiyatları aracılığıyla kendiliğinden, bu toplumsal olarak zorunlu
emek süresine indirgenir.
ÜRETİM ALETLERİ: Emek araçlarının emek nesnelerini doğrudan doğruya dönüşüme
uğratan bölümü… İş aletleri ya da emek aletleri de denir. İnsanın üretebilmesi için
emek nesneleri ve emek araçları gerekir. Örneğin buğday üreteceğiz diyelim. Buğdayı
üretmek için toprağımız ve tohumumuz (emek nesnesi), ayrıca bir de sabanımız
(emek aracı) olmalı. Yoksa üretemeyiz. Emek araçları deyimi, aletler ve makineler
gibi emek nesnelerini doğrudan doğruya (yani, araçsız olarak) dönüşüme uğratan
üretim aletleri’ni kapsadığı gibi binalar, yollar, kanallar, taşıtlar, vb. gibi emek
nesnelerini dolaylı olarak dönüşüme uğratan araçları da kapsar. Bundan ötürü üretim
aletleri deyimi, emek araçlarının özgül bir bölümünü, emek nesnelerini dolaysız
59
olarak etkileyen bölümünü dile getirir. Üretim aletleri, avadanlıklar (duvarcının
malası, dülgerin testeresi vb. gibi bir işi yapmada ya da onarmada kullanılan aygıtlar)
ile makinelerden ibarettir. Bunlar, insanın emeğiyle emek nesnesi arasında dolaysız
olarak iş görürler. Toplumun evrimiyle birlikte üretim aletleri de evrimleşir, sayıları
ve türleri artar, nitelikçe zenginleşir. İlk insanların taş aletlerinden günümüzün
gelişmiş makinelerine gelinceye kadar çok uzun bir tarihsel evrim süreci izlenmiştir.
Üretim aletleri ilkin bireysel bir nitelik taşıyorlardı (yani, bireylerce kullanılıyorlardı)
,bu uzun evrim süreci sonunda ve kapitalist üretim düzeninde toplumsallaşmışlardır
(yani, birçok emekçilerin ortak emeğiyle kullanılabilmektedirler). Buna karşı, ilkin
toplumun ortak malıydılar, bu evrim süreci sonunda bireysel mülkiyet altına
girmişlerdir. Emek araçları’nın ve emek araçlarının bir bölümü olduğu üretim
araçları’nın ve son çözümlenmede üretim araçlarının da bir bölümü olduğu üretim
güçleri’nin belli bir bölümü bulunan üretim aletleri (daha açık bir deyişle; üretim
aletleri emek araçlarının, emek araçları üretim güçlerinin bir bölümüdür), üretim
güçlerinin en hızlı ve kesintisiz evrimleşen devrimci öğesidir. Bundan ötürüdür ki
herhangi bir sosyo-ekonomik düzeni sürekli kılan üretim güçleriyle üretim
ilişkilerinin uygunluğu yasası gereğince bu uygunluğu bozan ve üretim ilişkilerinin
yavaş evrimini geride bırakarak yeni bir sosyo-ekonomik düzen dönüşümüne yol açan
en devrimci öğe (üretim güçlerinin en devrimci öğesi) üretim aletleri’dir. Bundan
ötürüdür ki üretim aletlerinin evrimi, toplumsal gelişmenin temel itici gücüdür.
Üretim aletlerinin evrimiyle toplumun evrimi, karşılıklı bir etkileşim içindedirler;
toplumun evrimi üretim aletlerini geliştirirken üretim aletlerinin gelişmesi de toplumu
geliştirir.
ÜRETİM ARACI: Üretim yapabilmek için gerekli araç… İnsanlar üretim araçlarını doğada
hazır buldular. Toprağın kendisi bizzat bir üretim aracıydı. Sonra, taş ve sopa gibi
doğada buldukları hazır üretim araçlarını kullandılar. Bu buluşlar insan toplumunu
geliştirdi, ne var ki toplum gelişince bu doğal araçlar yetmedi. O zaman araç üretmeye
başladılar. “Üretim aracı, daha şimdiden emek ürünü olduğuna göre, yani mülkiyete
temel olan öğe emek tarafından yaratıldığına göre, komün, ilkel biçimiyle kalamazdı.
Bu mülkiyet biçimine dayanan komün, daha şimdiden üretilmiş ikincil bir şey olarak,
emekçinin kendisi tarafından yaratılmış bir şey olarak görünmektedir”.
ÜRETİM ARAÇLARI: İnsanın üretime geçebilmesi için gerekli bulunan araçların tümü…
İnsan emeğinin üretime girişebilmek için muhtaç bulunduğu emek nesneleri ile emek
araçlarını kapsar. İnsanın üretime başlayabilmek için her şeyden önce emeğiyle
etkileyip değiştirebileceği nesnelere ihtiyaç vardır. Bu nesnelerin başında insan eli
değmemiş ilkel biçimiyle doğa gelir. Doğanın ayırt edici özelliği insandan bağımsız
oluşudur. İnsan doğayı üretmemiş, tersine, onun bağrından çıkmakla kendi varlığının
önkoşulu olarak hazır bulmuştur. Doğa, bir üretim nesnesi olarak bizzat hazır
bulunduğu gibi taş, sopa vb. gibi ilk emek araçlarını da bağrında bulundurmaktadır.
Ne var ki bütün bu nesne ve araçlar bir dereceye kadar yeterlidir. Üretim, bu ilkel
yapısıyla belli bir aşamaya eriştikten sonra emek ya da üretim nesneleriyle özel olarak
hazırlanmış üretim araçlarını gerektirir. Bu gelişme aşamasından sonra gerekli emek
nesneleri ve emek araçları insan tarafından üretilmiştir, yani bu nesne ve araçlar da
artık beşerî (insansal) üretimin ürünü olmuşlardır. Artık insan daha gelişmiş bir
üretime girişebilmek için maden, pamuk, iplik, vb. gibi emek nesneleriyle balta,
kürek, saban, vb. gibi emek araçlarını bizzat üretmeye başlamıştır. İnsan, kendisi
tarafından üretilen ilk iş aleti’ne böylelikle sahip olmuştur. Bundan ötürü insan “alet
yapan hayvan” olarak tanımlanır. İnsanın doğaya karşı, elleri ve dişleriyle yaptığı
60
amansız ilkel mücadelenin sonucu olan bu nitelik, insanı insan eden bir niteliktir.
Gittikçe gelişmekte olan üretim, nesnelerle aletlerden başka araçları da gerektirmiş;
binalar, yollar, kanallar, köprüler, taşıtlar vb. yapılmıştır. İşte, insanın derece derece
gelişen üretimi için gerekli bütün bu araçların tümü, üretim araçları deyimiyle dile
getirilmiştir. Görüldüğü gibi, insan doğayı teknik dönüşüm (üretim)’e uğratmak için
başta doğanın kendisi olmak üzere, dayanıklı ve dayanıksız, birçok araçlar
kullanmıştır. Üretim araçları deyimi, bu genel anlamı dışında özel olarak da sadece
dayanıklı, yani bir kullanışta tükenmeyen araçları dilegetirir. Demek ki çok önemli
terimler olarak, emek nesnelerini doğrudan doğruya etkileyerek dönüşüme uğratan
üretim aletleri’yle emek nesnelerini dolaylı olarak dönüşüme uğratan binalar, yollar,
taşıtlar gibi üretimsel etkenler emek araçları’nı oluşturur. Emek araçlarıyla emek
nesneleri, üretim araçları’nı oluşturur. Üretim araçlarıyla onları kullanacak insan ve
bilgisi üretim güçleri’ni oluşturur. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri, üretim tarzı’nı
oluşturur. Üretim tarzı da toplumsal-ekonomik oluşum’u gerçekleştirir. Bu terimlerin
her biri, kendinden önceki tüm terimleri kapsar ve içerir. Üretim araçları deyiminin
karşısında tüketim araçları deyimi yer alır. Ama bu iki deyimi birbirinden ayıran
işlevsel bir ölçüttür: kasaplık öküz tüketim aracıdır ama sabana koşulan öküz üretim
aracıdır, evi aydınlatan elektrik tüketim aracıdır ama makineyi çalıştıran elektrik
tüketim aracıdır.
ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ: İnsanın üretim yapabilmesi için gerekli araçların
üretilmesi… Tüketim araçları üretimi deyimiyle birlikte diyalektik ekonominin en
önemli terimlerindendir. Toplumsal üretimi bu iki kesime ayırmadıkça yeniden üretim
yasalarının açıklanması olanaksızdır. Üretim araçları üretimine birinci kesim, tüketim
araçları üretimine ikinci kesim denir.
ÜRETİM DÜZENİ: Tarihsel süreçte oluşmuş üretme yöntemlerinden her biri... Friedrich
Engels “toplumsal nitelik kazanmış olan üretici güçlerle bireysel olarak kalmış
bulunan üretim biçimleri arasındaki çatışma (üretim düzeniyle mülkiyet düzeni
arasındaki çatışma) nedendir?” diye sorar ve bu soruyu şöyle yanıtlar: “Ortaçağda,
emekçilerin kendi üretim araçlarındaki özel mülkiyetine dayanan küçük üretim;
toprakta, özgür ya da serf olan küçük çiftçilerin tarımı; şehirlerde, loncalarda
örgütlenmiş el zanaatçılığı genellikle yürürlükteydi. İş araçları (toprak, tarımsal araç
ve gereçler, ilişkiler, avadanlıklar) tek tek kişilerin, tek işçinin kullanılmasına adapte
olmuş iş araçlarıydı ve bu yüzden de zorunlu olarak küçük, önemsiz ve sınırlıydı.
Ama işte bu yüzden, genellikle, hepsi de üreticinin kendisinindi. Bu dağınık, sınırlı
üretim araçlarını bir araya toplamak, genişletmek ve onları o günün güçlü üretim
kaldıraçlarına (manivelalarına) dönüştürmek, kesinlikle, kapitalist üretim ve onu
gerekli kılan burjuvazinin tarihsel rolüydü. Ama burjuvazi, bu cüce üretim araçlarını,
onları aynı zamanda bireysel üretim araçları olmaktan çıkarıp insanların ancak
ortaklaşa (elbirliğiyle) işletebileceği toplumsal üretim araçları haline getirmeden,
büyük üretici güçlere dönüştüremezdi. Çıkrığın, el tezgâhının, demirci çekicinin
yerine iplik makinesi, mekanik tezgâh, buharlı çekiç kondu. Bireysel işliğin
(atölyenin) yerini yüzlerce, binlerce işçinin işbirliğini gerektiren fabrika aldı. Üretim
araçları gibi üretimin kendisi de bir bireysel işlemler serisinden bir toplumsal işlemler
serisine, ürünler bireysel ürünlerden toplumsal ürünlere dönüştü. Artık fabrikalardan
çıkan iplik kumaş, madeni eşya tamamlanmadan önce ardarda ellerinden geçtiği
birçok işçinin ortak ürünüydü. Bu işçilerin hiçbiri; bunu ben yaptım, bu benim
ürünümdür, diyemezdi. Ama belli bir toplumda, yavaş yavaş ve önceden düşünülmüş
bir plana dayanmadan emekleyen kendiliğinden işbölümü üretiminin temel biçimiyse,
61
orada, ürünlerin karşılıklı değişimi, alım-satımı tek tek üreticilerin çeşitli ihtiyaçlarını
giderebilecek duruma getiren metalar biçimini alır. Ortaçağdaki durum buydu.
Örneğin köylü tarımsal ürününü zanaatçıya satıyor ve ondan elişi ürünler satın
alıyordu. Bu tek tek (bireysel) üreticiler toplumuna yeni bir üretim tarzı girdi.
Toplumun bütününde başat olan kendiliğinden ve hiçbir plana dayanmadan ve fabrika
içinde örgütlenmiş yeni bir iş bölümü belirdi. Bireysel üretimin yanı başında
toplumsal üretim ortaya çıktı. Her ikisinin de ürünleri aynı pazarda ve bu yüzden, hiç
değilse yaklaşık olarak eşit fiyatlara satıldı. Ama belirli bir plana dayanan örgüt,
kendiliğinden olmuş iş bölümünden daha güçlüydü. Bireylerin ortaklaşmasından
(kolektifleşmesinden) doğan toplumsal güçle çalışan fabrikalar, mallarını tek
başlarına çalışan küçük üreticilerden çok daha ucuza üretiyorlardı. Bireysel üretim,
bütün alanlarda yenildi. Toplumsallaştırılmış üretim, eski üretim yöntemlerinin
hepsini baştan aşağı değiştirdi. Ama onun devrimci karakteri aynı zamanda, öylesine
az anlaşılıyordu ki tersine, meta üretimini arttırmanın ve geliştirmenin bir aracı olarak
tanıtılıyordu. Toplumsal üretim ortaya çıktığı zaman meta üretimi ve değişimi için
belirli araçları, ticaret sermayesini, zanaatçılığı, ücretli işi hazır olarak buldu ve bol
bol kullandı. Böylece, toplumsallaştırılmış üretim kendini yeni bir meta üretimi biçimi
olarak tanıtmakla birlikte, onun yarattığı şartlardan eski mal edinme biçimlerinin tam
geçerlikte kalması ve onun ürünlerine de uygulanması doğal bir şeydi. Meta üretimini
evriminin ortaçağ aşamasında emeğin ürünün kimin olacağı sorunu ortaya çıkarmazdı.
Genellikle tek kişi olan üretici, ürününü gene kendi el işi olan hammaddeden, kendi
araçlarıyla kendisinin ya da ailesinin el emeğiyle üretiliyordu. Onun için, yeni ürünü
mal edinmesine hiçbir ihtiyaç yoktu. Ürün, doğal olarak, bütünüyle onundu. Ürün
üzerindeki mülkiyet, bundan ötürü, onun kendi emeğine dayanıyordu. Başkasının
yardımına başvurulan yerde bile bu, genellikle az önemliydi ve genellikle ücretten
başka bir şeyle ödeniyordu. Loncalı çıraklar ve kalfalar, doyurulmak ve
barındırılmaktan çok, kendi başlarına buyruk ustalar (zanaatçılar) olabilmeleri için
öğrenmek amacıyla çalışıyorlardı. Bu sırada üretim araçları ve üreticiler, bütün
atölyelerde ve yapımevlerinde (manifaktürlerde) toplanıyor, gerçekten
toplumsallaştırılmış üretim araçlarına ve toplumsallaştırılmış üreticilere
dönüşüyorlardı. Ama toplumsallaştırılmış üreticilerle üretim araçları ve onların
ürünleri, bu değişiklikten sonra hala daha önceki gibi, yani bireylerin üretim araçları
ve ürünleri gibi işlem görüyordu. O zamana kadar iş araçlarının sahibi ürünü mal
edinmişti, çünkü ürün onun ürünüydü ve başkalarının yardımı istisnaydı. Şimdiyse iş
araçlarının sahibi, ürün artık onun ürünü olmayıp başkalarının ürünü olduğu halde,
ürünü kendisine mal etmekteydi. Böylelikle, artık toplumsal olarak üretilen ürünleri,
üretim araçlarını gerçekten kullananlar ve metaları gerçekten üretenler değil,
kapitalistler mal ediniyordu. Üretim araçları ve ürünün kendisi, aslında,
toplumsallaşmıştı; ama bireylerin özel ürünü ve bundan dolayı herkesin kendi
ürününe sahip olmasını ve pazara göndermesini ön şart koşan eski mal edinme
biçimine bağlı kalınıyordu. Üretim tarzı, ikincinin dayandığı şartı ortadan kaldırmakla
birlikte, mal edinmenin bu biçimine bağlı kalıyordu. Yeni üretim tarzına kapitalist
karakterini veren bu çelişki, bugünkü toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların hepsinin
çekirdeğini içermektedir. Yeni üretim tarzının bütün önemli üretim alanlarındaki ve
bütün imalatçı ülkelerdeki üstünlüğü arttığı oranda, bireysel üretim önemsiz bir hale
geldi ve toplumsallaştırılmış üretimle kapitalist mal edinmenin bağdaşmazlığı o
oranda gün ışığına çıktı”.
ÜRETİM GÜÇLERİ: Üretim araçlarıyla onları kullanacak insan ve bilgisi… Üretici güçler
ya da toplumsal üretici güçler de denir. Bununla birlikte üretici güçler deyimini
62
sadece insan’a özgü kılan tanımlar da vardır. (Örneğin Bk. Materyalist Felsefe
Sözlüğü, Aziz Çalışlar çevirisi, Sosyal Yayınlar 1972, s.484. Şöyle tanımlanıyor:
Üretim usullerine, üretim tecrübesine ve iş itiyatlarına sahip bulunanlar. Üretici
güçler, insanların, maddî zenginlik üretmek için kullanılan objeler ile tabiat
kuvvetleri karşısında aldıkları tavrı ifade eder). Jean Baby, Principes Fondamentaux
d’Economie Politique adlı yapıtında şöyle der: “Üretim güçleri ya da toplumun üretici
güçleri deyiminden ne anlamalıyız? İlkin maddi servetlerin üretimine yarayan üretim
araçları; aletler, avadanlıklar, makineler, hammaddeler, fabrikalar, binalar vb. Sonra
da bu üretim güçlerini kullanan insanlar. Üretim güçlerine bir de üretimi yapanların
bilinci demek olan ansal öğeyi eklemek gerekir. Gerçekten de üretim yapabilmek için
teknik bilgilere, üretim deneyine ve iş alışkanlıklarına gerek vardır. Bu ansal öğe de
toplumun üretici güçlerindendir. Demek oluyor ki üretim güçleri; üretim araçlarını,
insanları ve üretim deneyini kapsar”. “Üretim güçleri, üretimin, üretim tarzının bir
yüzüdür. Üretimin, üretim tarzının öteki yüzü, insanların üretim süreci içinde
birbirleriyle olan ilişkileri, insanlar arasındaki üretim ilişkileri’dir”. En önemli ya da
temel üretim gücü, kuşkusuz, insanlardır. Çünkü onlar olmayınca, üretim araçları
hiçbir işe yaramazdı. Ama insan, belli bir üretim aracına bağlı değildir. Taştan,
sopadan saban ve traktöre kadar çeşitli üretim araçlarını birbirinin yerine koyarak
üretimi gerçekleştirmiştir. Üretim toplumsal bir olgu olduğuna göre ana üretim gücü
olan insanlar arasındaki ilişkiler de, yani üretim ilişkileri de büyük çapta değer
kazanır. “Maddî servetleri üretmek için işledikleri doğayla savaşımlarında insanlar,
bir başlarına ve birbirlerinden ayrılmış bireyler değillerdir, ortaklaşa kümeler halinde
birleşerek üretebilirler. Bundan ötürü üretim, hangi koşullar içinde olursa olsun,
daima toplumsal bir üretimdir”. Bir toplumun üretim güçlerinin ne ölçüde gelişmiş
olduğu, en açık biçimde, işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır. Her yeni
üretim gücü, örneğin yeni toprakların üretime açılması gibi sadece nicelik bakımından
bir artışı söz konusu olmamak koşuluyla, işbölümünü biraz daha geliştirir… Bu iş
bölümü ve işbirliği biçiminin bizzat kendisi de bir üretim gücüdür. Dahası, insanların
kullanabildikleri üretim güçlerinin toplamı, toplumun karakterini belirler. Demek ki
insanlık tarihi, her zaman, üretim ve değişimin (mübadelenin) tarihiyle bir arada
incelenmeli ve açıklanmalıdır. Sürekli olarak sayıları ve bununla orantılı
gereksinimleri artan insanların yapabilecekleri tek şey, sürekli olarak üretimi
geliştirmektir. Üretimin gelişmesi nesnel bir zorunluluk, bir toplum yasasıdır.
İnsanlar, üretimini geliştirmeden yaşayamazlar. Üretimsel gelişme sürecindeyse ilk
gelişen üretim güçleri, bunların içinde de en hızlı gelişen, üretim araçları’dır. Daha
az çalışmayla daha çok verim elde edebilmek için insanlar sürekli olarak üretim
araçlarını geliştirirler, sürekli olarak daha yetkinlerini meydana koyarlar. Üretim
ilişkileri ise bu hızlı gelişmeye hiçbir zaman ayak uyduramaz, köhner, kokuşur ve dev
adımlarıyla ilerleyen üretim güçlerinin ayaklarına takılarak onları kösteklemeye
başlar. İşte dönüşüm bu yüzden zorunlu olur ve ilerlemiş üretim güçleri köhnemiş
üretim ilişkilerini yıkıp devirerek kendilerine uygun yeni üretim ilişkileri oluştururlar.
Tarihsel süreçteki tüm toplumların başına gelen budur.
ÜRETİM İLİŞKİLERİ: Üretim sürecinde insanlar arasında kurulan ilişkilerin tümü…
Ekonomik ilişkiler de denir. “Üretim, ilişkilerin varlığını şart koşar. Bu ilişkilerin
biçimini belirleyen de gene üretimdir”. Üretim ilişkileri, insan bilincinden ve
isteklerinden bağımsız, nesnel ilişkilerdir. Bir toplumun üretim biçimi, birbirinden
ayrılmaz ama birbirleriyle çelişkiye de düşebilen, üretim ilişkileri ile üretim
güçlerinden oluşur, “üretim biçiminin bir yüzü üretim güçleriyse, öbür yüzü de üretim
ilişkileridir”. Bu temel üretimsel ilişkiler, tüm öteki ilişkileri de belirleyerek
63
kendilerine uydururlar. “İnsanlar, yapmakta oldukları toplumsal üretimde, belli ve
kaçınılmaz ilişkilere girerler. Bu üretim ilişkileri, maddî üretim güçlerinin belli bir
aşamasına uygun düşer. Üretim ilişkileri, toplumun ekonomik yapısını oluşturur.
Hukuksal ve siyasal tüm üstyapı kuruluşları bu temelin üstünde yükselir. Maddî
yaşamın üretiliş biçimi toplumsal, siyasal ve dinsel yaşam süreçlerinin genel niteliğini
belirler. İnsanların yaşamlarını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini
belirleyen yaşamlarıdır. Üretim ilişkileri, hukuksal dilde mülkiyet ilişkileri adını alır.
Gelişmesinin belli aşamasında toplumun üretim güçleri, o zamana kadar içinde
işledikleri üretim ilişkileriyle (ya da hukuksal dille söylersek, mülkiyet ilişkileriyle)
çatışmaya başlar. O zaman üretim ya da mülkiyet ilişkileri, üretim güçlerinin
geliştirici destekleyicisi olmaktan çıkıp engelleyicisi köstekleyicisi olur. Bu halde,
toplumsal dönüşüm kaçınılmazdır. Ekonomik temelin değişmesiyle üstyapı kurumları
da değişmeye başlar”. Mülkiyet ilişkilerinden başka bir şey olmayan üretim ilişkileri,
toplumun; üstünde hukuksal, siyasal, dinsel, ideolojik vb. üstyapısının oluştuğu,
ekonomik altyapıyı oluşturur. “İnsanlar, üretim sürecinde, sadece doğayla ilişki
kurmazlar, birbirleriyle de ilişki kurarlar. Üretim, ancak, belli bir biçimde birlikte
çalışmak ve etkinliklerini karşılıklı olarak değiştirmek yoluyla yapılır. Doğayla olan
ilişki, yani üretim, bu toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşir. İnsanların toplumsal
ilişkileri, doğal olarak, üretim araçlarının niteliğine bağlıdır. Nasıl bir silahın keşfiyle
bir ordunun örgütlenişi değişirse yeni bir üretim aracının ortaya çıkışıyla da öylece
toplumun örgütlenişi, yani üretim ilişkileri değişir. İnsanların üretim yaparken
giriştikleri toplumsal üretim ilişkileri; maddî üretim araçlarının, üretim güçlerinin
değişmesine uygun olarak değişir ve gelişir. İlkel komünal toplum, köleci toplum,
feodal toplum ve kapitalist toplum böylesine birer üretim ilişkileri bütünleridir ve her
biri insanlık tarihinin ayrı bir gelişme aşamasını dile getirir. Kapital (sermaye) de bir
toplumsal üretim ilişkisidir. Kapitali oluşturan çalışma araçları, hammaddeler belli
toplumsal koşullar altında ve belli toplumsal ilişkiler içinde kullanılmaktadır”. Üretim
ilişkilerinin üretim güçlerine uygun düşmesi gerektiği, yoksa toplumsal dönüşmenin
kaçınılmaz olacağı yolundaki toplumsal ve nesnel yasa, tüm insanlık tarihinin
içyüzünü ve gelişme nedenini açıklamıştır. Bu yasaya göre, herhangi bir üretim
biçiminde bulunan bir toplumun gelişebilmesi için üretim güçleriyle üretim
ilişkilerinin birbirlerine uygun düşmesi zorunludur. Zamanla bu uygunluk bozulur ve
üretim ilişkileri mevcut durumlarını muhafazaya çalışırken üretim güçleri gittikçe
gelişerek onlarla çelişmeye başlar. Üretim güçleri gelişerek değişmekle üretim
ilişkilerini de zorunlu olarak değiştirirler. Üretim ilişkilerinin üretim güçleriyle
çelişkili bağlantısında, devrimci öğe üretim güçleridir. Önce onlar değişir. Üretim
ilişkileri, onların değişimine ayak uydurmak zorundadır. Çünkü üretim güçleriyle
üretim ilişkileri, her zaman, çözülmez bir birlik içinde var olmuş ve gelişmişlerdir.
Çelişkilerin aşılması ve bu birliğin yeniden kurulması gerekir. Bu birlik olmazsa,
toplum da olmaz , “toplumun anatomisi, ekonomisiyle başlar”. “Üretimin toplumsal
biçimi ne olursa olsun üretim güçleriyle üretim ilişkileri her zaman için bu biçimin
öğeleri (unsurları) olarak yerlerini korurlar. Ne var ki birbirlerinden ayrıldıkları
durumlarda, bu öğelerden herhangi biri, tek başına, ancak potansiyel olarak böyledir.
Üretimin sürdürülebilmesi için bu öğelerin birleşmeleri gerekir. Bu birliğin sağlandığı
her özel biçim, toplum yapısındaki değişik ekonomik çağları birbirinden ayırt eder “.
Tarihsel süreçte beş temel üretim ilişkisi tipi gerçekleşmiştir. İlkel komünal üretim
ilişkisi, köleci üretim ilişkisi, feodal üretim ilişkisi, kapitalist üretim ilişkisi, sosyalist
üretim ilişkisi.
64
ÜRETİM KRİZİ : Tüketimden çok üretmekten doğan bunalım… Bundan ötürü aşırı üretim
krizi de da denir. Üretim krizinin bilimsel nedeni çözümlenmiş ve açıklanmıştır.
Üretim krizlerini nedenlerini açıklama amacını güden metafizik kuramlar tümüyle
bilimdışıdır. Bu bilimdışı kuramların arasında açıkça saçma ve gülünç olanları da
vardır ki çağdaş ekonominin en ünlü bilginlerince ileri sürülmüştür. Örneğin
Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter’e göre – iktisatçı Hansen de bu düşüncededir
– ekonomik krizleri icatlar doğurur. Teknik bir yenilik önce ekonominin gelişmesini
sağlarsa da bir süre sonra bu yenilik nedeniyle artan üretim, tüketim hacmiyle gerekli
dengesini yitirir, ekonomik kriz başlar. Eşit saçmalık ve gülünçlükteki bir başka
kurama göre de krizler her on yılda bir zorunlu olarak tekrarlanır, çünkü her on yılda
bir güneş üstünde lekeler meydana gelir ve bundan ötürü doğa koşulları değişir.
Güneş lekelerinden doğan sıcak dalgaları üretimi çoğaltır. Ekonomik gelişme başlar
ve yatırımlar artar, bunun sonucunda da kriz meydana gelir. Bu kuramı ileri süren
Profesör Stanley Jevons (1835–1882) marjinalciliğin kurucularındandır ve çağdaş
kapitalist ekonominin önemli düşünürlerinden sayılmaktadır. Güneş lekeleri kuramı,
birçok metafizik yapılı iktisatçılar – özellikle Beveridge – tarafından savunulmuştur.
Oysa krizler, kapitalist üretimin zorunlu hastalığıdır. Devresel olmasının nedeni de,
değişmeyen sermayenin devresel olarak yenilenmesi zorunluluğudur. Kapitalist
birikim yasasına göre üretim, tüketimden daha hızlı artmak zorundadır. Kapitalizm
öncesi bunalımlar büsbütün başka nedenlerle olurdu. Savaşlar, salgın hastalıklar, su
baskınları, depremler vb. gibi doğal ve toplumsal çöküntüler yüzünden tüm üretim
azalırdı. Bundan ötürü de kapitalizm öncesi kriz, kullanma değerlerinin noksan
üretiminden doğan bir bunalımdı. Kapitalizm krizleri ise, bunun tam tersine,
değiştirme değerlerinin aşırı üretiminden doğan bir bunalımdır. Tüketime yetecek
olandan daha çok üretilen mallar piyasada satılamaz, yani değiştirme değerini
gerçekleştiremez ve zorunlu iflaslar kapitalist düzeni altüst eder. Kapitalizmin bu
çelişkisi daha açık bir deyişle, üretimin büyük ölçüde gelişmesiyle tüketimin daha
sınırlı gelişmesi arasındaki çelişkidir. Birinci seksiyonla (üretim malları üretimi),
ikinci seksiyon (tüketim malları üretimi) arasındaki dengenin bozulması krizin tek ve
açık nedenidir. Bu, sermayenin organik bileşiminin artmasından ve kâr oranının
düşmesinden ötürü üretimde gerçekleşen bir anarşidir. Belçikalı ekonomi bilgini
Ernest Mandel şöyle demektedir: “Sermayenin devresel hareketi ortalama kâr
oranının eğilimli düşüşünü sağlayan mekanizmadan başka bir şey değildir, sistemin
bu düşüşe karşı gösterdiği bir tepkidir. Bu tepki krizler sırasında sermayenin değerini
yitirmesinde belirir. Krizler, mal üretiminde harcanan emek niceliğinin toplumsal
bakımdan gerekli emek niceliğine, tek tek her mal değerinin toplumsal bakımdan
belirlenmiş değere ve bu malların içerdiği artık değerin de ortalama kâra periyodik
olarak uymasını sağlar. Kapitalist üretim bilinçli olarak planlanmış ve örgütlenmiş bir
üretim olmadığından, bu ayarlamalar önceden değil, sonradan yapılır. Bundan ötürü
de şiddetli sarsıntılara yol açar” (Mandel, Traité d’Économie, bölüm ХІ). Kriz,
devresel olarak şu evrelerden geçer. Bu evreler kâr oranının evreleridir: 1. Ekonomik
canlanma, 2. Refah, 3. Aşırı üretim, 4. Kriz ve çöküntü. Kapitalist üretim düzeninde
sürekli olarak üretim artışını körükleyen, kapitalist üretimin temel yasası gereğince,
her an daha çok kâr elde etme zorunluluğudur. Bundan başka, üretim araçları
üretiminin her an daha çok genişlemesi de her türlü genişletilmiş üretimin ekonomik
yasasıdır, üretim araçları üretimini her an arttırmadan hiçbir genişletilmiş üretim
yapılamaz. Toplumsal sermayenin yalın yeniden-üretimiyle genişletilmiş yenidenüretimin çözümü, birinci ve ikinci sektörün içindeki çeşitli dallar arasında
gerçekleşmesi gereken canlılığın ancak üretim krizleriyle sağlanabildiğini gösterir.
65
Kapitalist yeniden-üretime özgü uyuşturulamaz karşıtlıklar yüzünden aşırı üretim
krizleri kaçınılmazdır ve önlenemez.
ÜRETİM TARZI: Toplumun tarihsel olarak oluşturduğu ve geliştirdiği üretme ve
dolayısıyla yaşama yöntemlerinden her biri… Üretim biçimi deyimiyle anlamdaş
olarak kullanılıyorsa da her iki terim arasında, küçük de olsa, bir anlam ayrılığı vardır.
“İnsanların yaşama araçlarını üretim biçimleri, daha önce hazır buldukları ve yeniden
üretmek zorunda kaldıkları yaşama koşullarına bağlıdır. Üretim tarzı’nı sadece
bireylerin fizik varlığının yeniden üretilmesi olarak görmemek gerekir. Bu üretim
tarzı, daha çok, bu bireylerin etkinliklerinin belli bir yöntem’idir, yaşamlarını dile
getirişlerinin belli bir yöntem’idir, belli bir yaşama yöntemi’dir. İnsanların yaşamlarını
dile getirme biçemleri (üslupları) onların ne olduklarını kesinlikle gösterir. Demek ki
insanların şöyle ya da böyle olmaları, üretim yöntemlerinin şöyle ya da böyle
olmasına tıpatıp uyar, ürettikleri şeye uyduğu gibi bu şeyi üretiş biçimleri’ne de uyar.
Öyleyse insanların ne oldukları, onların üretimlerinin maddî koşullarına bağlıdır”.
ÜSTYAPI: Altyapıyla belirlenen her türlü bilinçsel etkinlikler… Diyalektik ekonomi
dilinde altyapı deyimi karşılığında kullanılır. “İnsanların maddî yaşamları
bilinçleriyle değil, bilinçleri maddî yaşamlarıyla belirlenir”. Bundan ötürüdür ki
maddî yaşam altyapı, bilinçsel yaşamsa üstyapıdır. İnsan bilinci de toplumsal bir
üründür. İnsanlar yaşamaları için gerekli araçları ürettikleri gibi siyasal, felsefesel,
dinsel, hukuksal, ahlaksal vb. düşünce ve kurumları da üretirler. Ama bütün bu
üretimlerin temeli maddî üretimdir. İnsanlar önce üretip sonra yaşamazlar, önce
yaşayıp sonra bu yaşayışlarına uygun düşünceler edinirler ve bu düşüncelere uygun
yapılar kurarlar. Örneğin köleci üretim biçimi kölelik ahlakını, köle dinini ve köleci
devlet düzenini üretmiştir. Belli bir biçimde üreten insanlar zorunlu olarak belli bir
toplumsal ve siyasal ilişkiler içine girerler. Düşünsel ve toplumsal üstyapı, belli
kişilerin yaşama sürecinden çıkıp gelişir. İnsan düşündüğü gibi yaşayamaz, yaşadığı
gibi düşünür. Çiftçi, çiftçi gibi düşündüğü için çiftçi olmuş değildir; çiftçi olduğu için,
çiftçi gibi düşünmektedir. Ama çiftçi gibi düşündüğü için de çiftçilik koşullarını
etkiler ve değiştirir. İnsan yaşamı, alt ve üstyapının karşılıklı etkileriyle oluşur, gelişir
ve kurumlar, insan iradesinden bağımsız ve zorunlu olarak, bu temelin üstünde
yükselirler. Bundan ötürüdür ki altyapı değiştirilmeden üstyapı değiştirilemez ve
altyapıyı olduğu gibi bırakarak doğrudan üstyapı değişikliklerine yönelen bütün
düzeltme çabaları sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Çiftçinin düşüncesi değiştirilmekle
çiftçilik koşulları değiştirilemez, ancak çiftçilik koşulları değiştirilmekle çiftçinin
düşüncesi değiştirilebilir. Hukuk, ahlak, din, siyasal vb. bütün üstyapı kurumları
ekonomik altyapıya sımsıkı bağlıdır ve altyapının gerektirdiği zorunlu kurumlardır.
Ancak çiftçi olmak çiftçi gibi düşünmeyi gerektirir, ama çiftçi gibi düşünmek de
çiftçiliği oluşturur, yani altyapı üstyapıyı belirlerken üstyapı da altyapıyı belirler.
Gelişme süreci, karşılıklı etkilerle (etkileşimlerle, enteraksiyon’larla) oluşur. Tarihsel
süreçte her sosyo-ekonomik yapının üretimsel temeliyle belirlenen kendine özgü
üstyapısı olmuştur. Örneğin köleci düzenin hukuku köle sahiplerinin, feodal düzenin
hukuku toprak sahiplerinin haklarını korumuştur. Bununla beraber üstyapı
kurumlarının altyapıya bağımlılıkları yanında özerklikleri de vardır. Bu özerklikleri
altyapıyı değiştirme çabasında belirir. Altyapıyla üstyapının diyalektik etkileşiminde
temel olan altyapıdır, kültürel üstyapı altyapı tarafından belirlenir. Çünkü insanların
varlık koşulları olan, ilk ve vazgeçilmez eylemleri ekonomik eylemleridir, “insanlar
önce yaşayabilecek durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler”; yaşayacak durumda
olmak demek yemek, içmek, giyinmek, barınmak vb. demektir ki, tek sözle üretimsel
66
eylemde, ekonomik eylemde bulunmak demektir. Üstyapı’nın birçok özellikleri
vardır. İlkin, pek karmaşık gibi görünür: Bir yanda maddî yaşamın siyasal ve
hukuksal kurumları (Devlet, hükümetler, meclisler, her türlü yönetim örgenleri, polis,
mahkemeler, hapishaneler vb.) yer alırken öbür yanda tinsel yaşamın düşünsel ve
toplumsal ilişkileri (ahlak, din, sanat, ideoloji, hukuk vb.) yer alır. Bu karmaşıklığın
meydana getirdiği bütün, sanki bağımsızmış ve özerkmiş gibi görünür. Ne var ki bu
görünüş tümüyle aldatıcıdır. Çünkü altyapıdaki köksel değişmenin bir süre sonra
üstyapıyı altüst ettiği kolaylıkla görülür. Gerçekte üstyapı, bağımsız ve özerk
olmadığı gibi, bir türden (mütecanis) de değildir. Her üstyapıda üç ayrı bölüm vardır:
Göçüp gitmiş olan üstyapının kalıntısı olan bölüm (örneğin kapitalist düzenin
üstyapısında feodal düzenin kalıntısı olan üstyapı kurumları), egemen durumda
bulunan üstyapı bölümü (örneğin kapitalist düzenin kapitalist üstyapı kurumları),
filizlenmekte olan geleceğin üstyapısının öncü bölümü (örneğin kapitalist düzenin
üstyapısında filizlenen sosyalist üstyapı kurumları). Bu bölümlere egemen olan,
elbette, var bulunan düzenin egemen sınıfının üstyapısıdır. Bundan ötürüdür ki
egemen üstyapı altyapıyı etkileyip düzenin sürdürmeye çalışır. Ne var ki insanlar,
düzensizliklerin bilincine de yine bu üstyapı düzeyinde varırlar. Bu yüzden,
toplumların evrimini sanki üstyapı yönetiyormuş gibi görünür. Düşüncelerin,
kavramların ve bilincin üretimi, başlangıçta, insanların maddî faaliyeti ve maddî
ilişkileriyle iç içedir. Düşünme ve insanlar arasındaki zihinsel alışveriş bu düzeyde
insanların maddî davranışlarının açık dışa vuruşu olarak görünür. Bir halkın siyasal,
hukuk, ahlak, din, metafizik vb. dilinde dile gelişini bulan zihin üretimi de aynıdır.
Kavramlarını, düşüncelerini vb. insanlar üretirler; yani, sahip oldukları üretim
güçlerinin ve bunlara uygun düşen üretim ilişkilerinin belli bir gelişimiyle şartlanmış
gerçek, faal insanlar üretirler. Bilinç, hiçbir zaman bilinçli var oluştan başka bir şey
olamaz; insanların var oluşlarıysa onların maddî yaşama süreçleridir. Eğer insanlar ve
koşulları, ideolojide camera obscura (görüntüyü baş aşağı yansıtan bir orta çağ
aygıtı)’da olduğu gibi baş aşağı görünüyorsa, bu, insanların tarihsel yaşama
süreçlerinin bir sonucudur. Bu ideolojiler, insanların maddî yaşama süreçlerinden
yansıyan soyutlamalardır. Demek ki ahlak, din, metafizik vb. ile bunlara uygun düşen
bilinç biçimleri sözde bağımsız görünüşlerini artık koruyamazlar. Çünkü bunların ne
tarihleri ve ne de gelişmeleri vardır, insanlar maddî üretimlerini ve maddî ilişkilerini
geliştirmekle düşüncelerini ve düşüncelerinin çeşitli ürünlerini de geliştirirler. Yaşam
bilinçle belirlenmez, tersine, bilinç yaşamla belirlenir.
ÜSTYAPI (FS): Altyapıyla belirlenen düşünceler, kurumlar ve her türlü bilinçsel ürünler…
Tarihsel materyalizm dilinde altyapı ya da temel deyimleriyle birlikte kullanılır.
Altyapı deyimi üretim ilişkilerini dile getirir. Bu temelce belirlenen üstyapı din,
siyasa, hukuk, sanat, ahlak, felsefe, ideoloji vb. gibi her türlü düşünce biçimlerini ve
bunların doğurduğu kurum ve örgenlikleri kapsar. Kültürel üstyapı, ekonomik altyapı
tarafından belirlenir. Çünkü insanların ilk ve vazgeçilmez. Eylemleri ekonomik
eylemlerdir. “insanlar önce yaşayacak durumda olmalılar ki tarih yapabilsinler”.
İnsanlar ne tür bir ekonomik yapı içindeyseler o türlü bir düşünüş ve yaşama biçimi
içindedirler. “Bir kulübede bir saraydakinden başka türlü düşünülür”. Bir çiftçi, çiftçi
gibi düşündüğü için çiftçi olmuş değil, çiftçi olduğu için çiftçi gibi düşünmüştür.
Ancak, çiftçi olmak çiftçi gibi düşünmeyi gerektirir, ama çiftçi gibi düşünmek de
çiftçiliği oluşturur, yani altyapı üstyapıyı belirlerken üstyapı da altyapıyı belirler.
Gelişme süreci karşılıklı etkilerle oluşur. Tarihsel süreçte her sosyo-ekonomik yapının
üretimsel temeliyle belirlenen kendine özgü bir üstyapısı olmuştur. Örneğin köleci
düzenin hukuku toprak sahiplerinin haklarını korumuştur. Bununla beraber üstyapı
67
kurumlarının altyapıya bağımlılıkları yanında özerklikleri de vardır. Bu özerklikleri
altyapı değiştirme çabasında belirir.
ÜTOPYACI SOSYALİZM: Bilimsel olmayan sosyalizm öğretileri… Özellikle Fourier,
Saint-Simon, Robert Owen gibi düşünürlerin sosyalizm anlayışları bu adla anılır. Ne
var ki ekonominin temel kavramları diyalektik bir çözümlemeyle bilimsel bir
gerçekliğe kavuşturulmadıkça sosyalizm önerileri hayalcilik planında kalmak
zorundaydı. Toplumsal düzensizliğe çare arayan ve altyapıyı bilimsel olarak
çözümleyemeyen düşünürler, idealist düşünce yapıları içinde zorunlu olarak üstyapı
düzeltmeleri düşlemekteydiler. Ama bu düşçü araştırmalar, ekonomik düzensizliğin
sağlam bir eleştirisini yapmışlar ve zaman zaman bilimsel gerçeklere parlak sezişlerle
yaklaşmışlardır. Nasıl kimya bilimi ütopyacı bir simya, astronomi bilimi ütopyacı bir
astroloji evresi geçirmek zorunda kalmışsa bilimsel sosyalizm de öylece ütopyacı bir
sosyalizm evresi geçirmek zorunda kalmıştır. Ütopyacı sosyalizm deyimi küçümseyici
bir anlam taşımaz, sadece sosyalist düşüncenin evriminde zorunlu bir evreyi
adlandırır. Ne var ki ütopyacı sosyalizm bilimsel sosyalizmin üç büyük kaynağından
biri olduğu halde, bilimsel sosyalizm ütopyacı sosyalizmle de savaşmak ve onu
çürütmek zorundaydı. Bu zorunluluk, evrensel diyalektik yasaların zorunluluğudur.
Her gelişen, kendisini geliştireni, yok etmekle gerçekleşebilir. Ütopyacı sosyalizme
yönelen bilimsel eleştiriler, onun büyük önemine duyulan saygıyı zerrece
eksiltmeksizin, sadece bu zorunluluğu dile getirirler.
YASA: Evrensel gelişmeyi belirleyen zorunlu, nedensel ve nesnel iç ilişki… Hukuk
açısından yasa kavramı, toplumsal ilişkileri düzenlemek için devletçe konulmuş
kuralları dile getirir. Bu kuralları temellendiren devlet yapısını kuran ilkelere de
anayasa denir. Yasa da, devlet ve hukuk gibi tarihsel bir olgudur. Bir zamanlar yoktu,
ilkel komünal toplumda kamu düzeni, gelenek ve göreneklerle, tüm toplumun ortak
çıkarlarını temsil eden yaşlıların etkisi ile sağlanırdı. Toplumun yapısı, köleci üretim
düzenine dönüşmekle devlet, hukuk ve yasa gereği duyuldu. Köle sahipleri
azınlıktaydılar. Büyük çoğunluğu oluşturan kölelerden korkuyorlardı. Onları
çalıştırmak ve baskı altında tutabilmek için silahlı bir örgüt kurmak ve kurallar
koymak zorunluluğunu duydular. Devlet, hukuk ve yasa böylelikle doğdu. Hukuk,
devletçe konulmuş kamusal davranış kurallarını düzenleme aracıdır ve belli bir
toplumun siyasal düzenini koruma amacını taşar. Tarihsel süreçteki ilk yasalar
(örneğin Hamurabi Yasası) kölelerin çalıştırılmasına ve köle mülkiyetinin
korunmasına ilişkin yasalardır. Özellikle köleci üretim düzeninde ortaya çıkan özel
mülkiyet kurumu da, korunabilmek için, belli kuralları yani yasaları getirmiştir.
İnsanların yaptıkları bu yasalar dışında yasa kavramı bilimsel açıdan evrenin işleyiş
kurallarını dile getirir. İnorganik ve organik doğa; bilinç ve toplum; tek sözle tüm
evren bu nesnel (insan düşüncesinden ve iradesinden bağımsız) yasaların
zorunluluğuyla işler ve gelişir. Yasalar bu bakımdan belli türlere ayrılır. İlkin evrenin
tümünde (yani bir taşın, bir bitkinin yaşamından toplumun yaşamına kadar tüm
evrensel alanlarda) geçerli evrensel yasalar vardır. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında
keşfedilen bu yasalar 3 tanedir. Karşıtların birliği ve savaşımı yasası,
olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası, nicelikten niteliğe geçiş yasası. Genel, tikel
ve türev tüm yasalar bu üç evrensel yasanın güdümü altındadır. Toplumsal ekonomik
süreçlerin gelişmesinde örneğin köle-köle sahibi hem bir birlik hem de bir karşıtlıktır.
Biri olmadan öbürü de olmaz, ama biri öbürü ile sürekli olarak savaşır, bu savaşımın
sonunda da köleci toplum gelişerek feodal topluma dönüşür. Köleci toplum kendinden
önceki toplumsal-ekonomik oluşum olan ilkel komünal toplumu olumsuzlayarak
68
oluşmuştur. Ne var ki kendisi de feodal toplum tarafından olumsuzlanmıştır. Köleci
düzenin iç çelişkileri ilkin nicelikçe çoğalmış ve olgunluk noktasına gelince topluma
nitelik değiştirterek köleci üretim biçimini feodal üretim biçimine dönüştürmüştür. Bu
evresel yasaların dışında fizikteki Ohm yasası ve toplumsal-ekonomik süreçlerdeki
sınıf savaşımı yasası gibi tek ya da az sayıdaki olgularda geçerli olan tikel yasalar
vardır. Örneğin sınıf savaşımı yasası tarihsel süreçte gerçekleşmiş olan 5 toplumsalekonomik formasyonun (komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist) sadece üçünde
(köleci, feodal, kapitalist) geçerlidir, öbür ikisinde (komünal, sosyalist) sınıflar
bulunmadığından işlemez. Fizikteki erkenin sakınımı yasası ve toplumsal-ekonomik
süreçlerdeki üretim güçlerinin üretim ilişkilerine uygunluğu yasası gibi çok sayıdaki
olgularda geçerli olan yasalara da genel yasalar denir. Örneğin üretim güçlerinin
üretim ilişkilerine uygunluğu yasası tarihsel süreçteki tüm sosyo-ekonomik
formasyonlarda geçerlidir. Yukarda belirttiğimiz üç evrensel yasanın dışındaki bütün
yasalar özel yasalar’dır, her biri kendi alanına özgüdür ve öbür alanlarda geçersizdir.
Örneğin fizik yasaları toplumsal-ekonomik süreçlerde geçerli olmadığı gibi,
toplumsal-ekonomik yasalar da biyolojik süreçlerde geçersizdir. Hiçbir yasa kendi
alanından başka bir alana indirgenemez. Metafizik ve idealist düşence sisteminin
büyük yanılgısı örneğin sosyal Darvincilikte olduğu gibi, bunları birbirine karıştırmak
olmuştur. Biyolojik Darvinciliği topluma uygulamaya kalkışmak ya açık bir
kasıtlılığın ya da bilimsel bilgiden yoksulluğun ürünüdür. Bir başka bakımdan da
yasalar temel yasalar ile türev yasalar olmak üzere ikiye ayrılır. Türev yasalar, bir
temel yasadan türeyen ve o yasayı somutlaştıran yasalardır. Türev yasalar temel
yasanın egemen olduğu tüm tikel alanlarda işlerler ve temel yasaya bağımlı
olduklarından ötürü bütün bu tikel alanları birbirine bağlayıp somutlaştırırlar.
Herhangi bir alanı o alanın temel yasasına bağımlı olan bir türev yasalar hiyerarşisi
işletir. Türev yasa somut olaylara temel yasadan daha yakındır. Örneğin, kapitalist
üretim biçiminin temel yasası artık-değer yasasıdır. Ama bu temel yasanın türevleri
olan değer yasası, emek yasası, yeniden üretim yasası vb. kapitalist üretim biçiminin
tikel olaylarını işleterek tüm kapitalist düzende geçerli temel yasa olan artık-değer
yasasını bütünlerler ve somutlarlar. Yasalar, olgular arasındaki nesnel, nedensel ve
zorunlu iç ilişkileri yansıtırlar. Yasalılık bilimin temelidir. Bütün bilimlerde olduğu
gibi ekonomi biliminin de yasaları bulunmasaydı, ekonomi bir bilim olmazdı.
YEDEK SANAYİ ORDUSU: Tekniğin gelişmesiyle iş alanları dışına itilen emekçiler…
Aynı anlamda nispî artık nüfus ya da nispî aşırı nüfus deyimleri de kullanılmıştır.
Tarihsel materyalizme göre kapitalist üretim yapısı gereği sürekli olarak gelişmek
zorundadır, çünkü büyük kârlar gelişme farklarından doğar. Gelişmiş olan,
gelişmemiş olanın kârını da paylaşır. Bu bakımdan sermayenin organik bileşimi
sürekli ve hızlı olarak büyür, değişmeyen sermaye -yani makine ve binalara harcanan
sermaye- değişken sermayeye -yani işçi ücretlerine harcanan sermayeye- oranla
durmadan artar. Bu teknik ilerleme işçileri iş alanlarının dışına iterek yedek sanayi
ordusunu ya da nispî artık nüfusu meydana getirir. İşsiz bırakılan bu nüfus, bizzat
kendi kendini de çoğaltır. Çünkü, çalışmayan işçiler çalışan işçilere rekabet
edeceğinden işçi ücretlerini düşürürler, çalışan işçiler işlerini korumak ve yerlerinde
kalmak için ya iş gününü uzatmak ya da emeklerini yoğunlaştırmak zorunda kalırlar.
Bu da yeni emek güçlerinin işten çıkarılmaları sonucu doğurur. İşgününü uzatmak ya
da emeği yoğunlaştırmak yoluyla beş işçiye yaptırabileceği bir işte hiçbir patron sekiz
işçi tutmaz, işçilerden üçüne yol verir. Bundan başka sermayedarlar ilerleyen teknik
sayesinde kadın ve çocukları da kullanmaya başlarlar, bu da birçok işçilerin işsiz
kalmalarına sebep olur. Okula gitmesi gereken çocuk ve çocuk doğurup büyütmesi
69
gereken kadın, çalışması gereken erkek işçinin yerini alır; çünkü hiçbir patron ucuz
ücretli bir çocuğa işlettirebileceği bir makine için daha büyük ücretli erkek işçi
kullanmaz. Birbirini karşılıklı olarak etkileyen bütün bu nedenlerle yedek sanayi
ordusu bizzat kendi kendisini de büyütmekte devam eder.
YENİDEN ÜRETİM: Üretimin süreklilik niteliği… Üretim her an yenilenen bir süreçtir.
Kapitalist üretimse kâr amacı güttüğünde özellikle böyledir. Üretimin sonunda elde
edilen artık-değerin bir bölümü yeniden üretime yatırılır. Artık-değerin tümünün
kişisel gereksinimler için harcanarak üretime başlangıçtaki ana malla devam
edilmesine basit yeniden üretim, artık değerin bütünü kişisel gereksinimler için
harcanmayarak bir bölümünün yeni üretime yatırılmasına ve böylelikle üretimin
genişlemesine genişletilmiş yeniden üretim denir. Basit yeniden üretim olağan bir
durum değildir, olağanüstü hallerde gerçekleşebilir. Kapitalizm öncesi üretim
biçimlerinde bile, durgunluk devreleri dışında, toplumun gelişebilmesi için üretim
daima geliştirilmiştir. İlkel toplumlarda örneğin yiyecek maddelerinin biriktirilmesi
bile genişletilmiş bir yeniden üretimi dile getirir. Kapitalist üretim biçiminin ayırt
edici özelliği ise, üretimin sürekli olarak genişletilmesi, yani toplumsal artık-ürünün
üretici bir biçimde tüketilmesidir. Ne var ki genişleyen bir üretimin bunalımlara
düşmeden sürüp gidebilmesi için: 1. Üretim süreci boyunca kullanılmış üretim
mallarının yenilenmesi için gerekli üretim mallarıyla iş gücünün devamını sağlayacak
tüketim mallarının üretilmesi, 2. Bu üretim mallarıyla tüketim mallarının değerlerini
gerçekleştirebilecek satın alma gücünün yaratılması, 3. Bu satın alma gücünün de hem
üretim malları hem tüketim malları bakımından arz ve talep arasında bir denge
sağlayacak biçimde dağıtılması şarttır. Diyalektik anlayışa göre kapitalist üretimin
yapısal çelişkisi bu şartları zorunlu olarak gerçekleştirememesindendir. Kapitalist
üretim bu şartları gerçekleştiremez, çünkü yapısı gereği üretimi ancak satın alma
gücünü daraltarak genişletmektedir. Satın alma gücünün kapitalist dağıtımı, üretim
malları üreten sektörle tüketim malları üreten sektörde, arz ve talebi hiçbir zaman
eşitleyemez. Kapitalist üretimde krizlere düşülmesinin nedeni budur. Kapitalist
üretimde sermayenin organik bileşimi hızla büyür; yani sermayenin makine, bina,
ham madde vb. ayrılan bölümü (değişmeyen sermaye) işçi üreticilerine ayrılan
bölümüne (değişken sermaye) oranla hızla artar. Kapitalist üretim çarkı, yapısı gereği,
bu yasayla işler: sermaye birikimi kapitalist gelişmeyi, kapitalist gelişme sermaye
birikimi hızlandırır. Bunun zorunlu sonucu üretimin hızla artmasına karşı tüketimin
sınırlandırılmasıdır. Böylesine bir dengesizlikte kriz kaçınılmazdır. Diyalektik
ekonomi, basit ve genişletilmiş yenilen üretimin işleyiş yasalarını saptamıştır.
Yeniden üretim şemaları adı verilen şemalarda açıklanan bu yasalar kısaca şudur:
Basit yeniden üretimin gerçekleştirilebilmesi için üretim malları üreten sektördeki
değişken sermaye ile artık-değer toplamının tüketim malları üreten sektördeki
değişmeyen sermayeye eşit olması, genişletilmiş yeniden üretimin gerçekleşebilmesi
için üretim malları üreten sektördeki değişken sermaye ile artık-değer toplamının
tüketim malları üreten sektördeki değişmeyen sermayeden büyük olması gerektir.
Diyalektik ekonomi anlayışına göre bu yasalar, çok önemli şu iki gerçeği gün ışığına
çıkarmaktadır: 1. Genişletilmiş yeniden üretimin aşırı üretime ve dolayısıyla bunalıma
düşülmeden gerçekleşebilmesi için her sektörde üretilen malların miktar, mahiyet ve
değer hacimlerinin önceden saptanması ve bilinmesi şarttır, aksi halde kriz
kaçınılmazdır, buysa kapitalist üretimin yapısı gereği mümkün değildir, demek ki
kapitalist üretimde kriz kaçınılmazdır. 2. Her sektördeki malların miktar, mahiyet ve
değer hacimlerinin önceden saptanması ve bilinmesi ancak sosyalist plancılıkla ve
70
sosyalist ekonomide mümkündür. Demek ki krizsiz bir üretim ancak sosyalist
ekonomide gerçekleşebilir.
71

Benzer belgeler