Hayrullah Cengiz Ders Notu Makale 1

Transkript

Hayrullah Cengiz Ders Notu Makale 1
2014-2015 GÜZ DÖNEMİ
İSTANBUL TİCARET ÜNİVERSİTESİ
“KÜLTÜR VE İSTANBUL” REKTÖRLÜK DERSİ
Sütlüce 14 Ekim Salı 2014
Küçükyalı 17 Ekim Cuma 2014
Ayasofya Müzesi Müdürü Sayın Hayrullah Cengiz
"İstanbul'un Efsaneleri" Dersi
EFSANE NEDİR?
Efsaneler, hem tarih ilminde hem de halk biliminde (folklor) faydalanılan kaynaklardan biridir. Tarih ilmi
“Kaynakların Tasnifi”ni yaparken efsaneleri “Sözlü Kaynaklar” sınıfına dâhil etmiş ve sözlü kaynakları:
“menşe’i belli olan veya olmayan, fakat, ağızdan ağıza söylenerek gelen tarihî şiirler, hikâyeler, destanlar,
menkıbeler ve efsaneler vs. dir ki, bir kısmı daha sonra kaleme de alınmıştır. Fakat hiçbir zaman yazılı
kaynak olarak vücuda getirilmiş malzeme ölçüsünde güvenilir olamazlar. Bunlar, ancak yazılı kaynakların
bulunmadığı durumlarda veya onlara yardımcı olarak ve ihtiyatla kullanılma durumundadırlar” diye
tanımlamışlardır.
Halk bilimcileri ise efsane üzerinde ortak bir tanımda buluşamasalar da özetle:
“Kişi, yer ve olayları konu alan, inandırıcılık özelliğine sahip, çoğu zaman olağanüstülüklere yer veren,
belirli bir üsluba ve şekle bağlı olmayan, kaynaklarını genellikle geçmişin derinliklerinden alan kısa, yalın,
ağızdan ağıza aktarılan ortak (anonim) halk anlatılarıdır.
Efsanelerin konularını belirli bir olay, yer veya kişi oluşturur. Bu nedenle de efsanelerin ‘inandırıcılık’
özellikleri vardır. Konularına göre sınıflandırılırlar ve evrensel bir halk kültürü oluştururlar. Halk kültürünün
değerli miraslarından olan efsanelerin ayrıca, gelenek ve görenekleri korumak, insanlara ders vermek, konu
aldıkları olaylara, kişilere ve yerlere saygınlık kazandırmak, insanların iyiye, güzele yönelmelerini
sağlamak, yaşama umudunu ve sevincini artırmak gibi toplum yaşamında önemli işlevleri olduğu” üzerinde
hemfikirlik sağlamışlardır.
Efsane hakkında bu kısaca bilgileri verdikten sonra, İstanbul üzerinde de biraz konuşmak gerekir.
Efsanelerin geçtiği, yer aldığı İstanbul neresidir?
1
Bugün hâlâ ayakta olan tarihi surların içi, bizim konu edindiğimiz efsanelerin dönemindeki şehirdir. Bu
şehre bugünkü Galata, Pera (Beyoğlu), Üsküdar ve Kadıköy’ü ekleyebiliriz.
Peki İstanbul şehri niçin bu kadar önemlidir? Ve az sonra dinleyeceğiniz bir çok efsaneye niçin bu kadar
konu olmuştur?
Şimdi İstanbul hakkında bazı önemli kişilerin söylediklerini hatırlayalım.
Rus Çarı I. Petro (1672-1725)
“İstanbul şehrine hükmeden bütün dünyanın hakiki hükümdarı olacaktır.”
Fransız asker ve devlet adamı Napolean Bonaparte (1769-1821)
“Dünya tek bir devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu”
Edmondo De Amicis (amisis) (1846-1908) İtalyan romancı, hikâye yazarı ve şair. Ayrıca gezi kitapları ve
çocuk hikâyeleri ile tanınmıştır. “İstanbul (1874)” isimli hatıra kitabının yazarıdır.
“İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, diplomat ile tüccarın prenses ile gemicinin, Kuzeyli ve Güneylinin,
hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı evrensel ve son derece büyük bir güzelliktir. Bütün dünya, bu
kentin dünyanın en güzel yeri olduğu düşüncesindedir”
Alphonse de Lamartine (1790-1869) Fransız yazar, şair ve politikacı. Türk tarihi ve Türkiye izlenimlerini
“Doğuya Seyahat”, “Doğuya Yeni Seyahat” ve Türkiye Tarihi” adlı eserlerinde dile getirmiştir.
“Dünyaya son kere bakacaksın deseler bu bakışı İstanbul’un Çamlıca’sından isterdim.”
Bu örnekleri şüphesiz ki çoğaltmak mümkündür. Bir de bunlara İstanbul hakkında kaleme alınan şiir, şarkı,
türkü vb unsurları katarsak, İstanbul’un bir sevgi ile aşk ile hatta bir kıskançlık ile niçin bu kadar önemli bir
şehir olduğunu daha iyi kavramış oluruz.
Biz şimdi İstanbul efsanelerine dönelim. Ancak öncelikle bir tasnif yapmamız gerekmektedir.
2
Şöyle ki:
1- İstanbul’un Doğal Güzelliklerle İlgili Efsaneler
2- İstanbul’un Kuruluş Efsaneleri
3- İstanbul’un Fetih Efsaneleri
4- Mimari Eserlerle İlgili Efsaneler
5- İstanbul’un Semt Efsaneleri
6- İstanbul’un Evliya Efsaneleri
Konumuzu geçmeden önce hatırlatmak isterim ki, işleyeceğimiz efsanelerin mutlaka çeşitli varyantları
mevcuttur. Biz sadece tercih hakkımızı kullandık.
1- İstanbul’un Doğal Güzelliklerle İlgili Efsanelere Bir Örnek
İstanbul Boğazı
İskender Zülkarneyn dönemi tam olarak bilinmemektedir. Çeşitli rivayetler mevcuttur. Bazı araştırmacılar
İskenderi Zülkarneyn’in Hz. İbrahim döneminde yaşadığı konusunda hemfikir olmuşlardır. Ancak bu
peygamberinde kesin olarak hangi zamanda yaşadığı tam olarak bilinmemektedir.
Zülkarneyn bir hükümdardır ve çevresindeki neredeyse bütün devletleri ve kavimleri kendi hâkimiyeti altına
almıştır. Ancak bugünkü İzmir dolaylarında büyük bir kavim ve onun kraliçeliğini yapan Katerina, onun
hâkimiyeti altına girmemişlerdir.
Zülkarneyn bütün uğraşmalarına rağmen bu devlet üzerinde üstünlük kuramamıştır. Sonunda Zülkarneyn, bu
devletin harp gücünü ve diğer hususiyetlerini öğrenmek için tebdil-i kıyafet ederek bu ülkeye elçi olarak
gitmiştir.
3
Başkentlerindeki saraya ulaştığında saray muhafızlarına kendisinin Zülkarneyn’in elçisi olduğunu
söyleyerek, kraliçeye bir mektup takdim edeceğini bildirmiştir. Muhafızlar durumu kraliçeye bildirmiş, o da
elçiyi huzuruna davet etmiştir.
Elçi kılığındaki Zülkarneyn huzura gelince mektubu takdim ederken Kraliçe ile göz göze geldiğinde, kraliçe
aniden bir çığlık atarak, muhafızlara hemen bu elçinin yakalanmasını emretmiştir.
Zülkarneyn daha ne olduğunu anlamadan derdest edilmiş ve muhafızların kolları arasında kendini
bulmuştur. Kraliçe;
-- Sen elçi değil, İskender Zülkarneyn’in ta kendisisin,
demiş ve masasındaki bir tasviri İskender’e uzatarak:
-- Bu sen değil misin?
Demiştir. Meğer kraliçe kendisine düşman olan Zülkarneyn’in tasvirini bir yolunu bularak çizdirmiş ve
masasından da hiç ayırmamıştır.
Kraliçe daha sonra Zülkarneyn’e niçin ülkesine ve sarayına geldiğini sormuş, İskender’de kimliğinin artık
ortaya çıkmasından dolayı, buraya niçin geldiğini açıklamıştır. Kraliçe, kendisinin bir teklifinin olduğunu
eğer bunu kabul ederse onu serbest bırakacağını, aksi takdirde ise zindanlarında ölene kadar hapis kalacağını
uygun bir lisanla anlatmış.
İskender, böyle kötü bir duruma düşeceğini hiç tahmin etmediğinden, kraliçenin teklifinin ne olduğunu
sormuştur. Kraliçe;
-- Benim ülkem ve kavmim üzerine asker gönderip harp etmeyeceğinize dair yemin etmenizi istiyorum,
demiştir.
İskender bu teklifi kabul ederse intikamını alamayacağını, etmezse buraya habersiz geldiğinden kısa bir süre
içinde kendi devletinde karışıklıkların çıkacağı ve ölünceye kadar zindanlarda çürüyeceğini düşünerek:
-- Teklifinizi kabul ediyorum. Ülkene ve kavmine asker ile saldırmayacağıma yemin ediyorum, demiştir.
4
Bunun üzerine kraliçe İskender’i serbest bırakmış ve ülkesine sağ salim dönmesinde de yarımcı olmuştur.
Ancak Zülkarneyn, dönüşü esnasında Karadeniz ve Akdeniz’in yüksekliklerini ölçmüş ve Karadeniz’in daha
yüksek olduğunu tespit etmiştir.
İntikam ateşi ile yanan Zülkarneyn, ülkesine döner dönmez yolda kurgulamış olduğu planını hemen tatbikata
koymuş ve Karadeniz ile Akdeniz’in en yakın ve uygun yolun şimdiki İstanbul Boğazı olduğunu görerek,
burayı milyonlarca işçiye kazdırarak 3 yıl 13 günde Karadeniz’i Akdeniz üzerine taşırmıştır. Böylece dağlar
kadar yükselen azgın Karadeniz suları bütün Trakya ve Ege Denizi sahillerini su baskınlarına uğratarak,
Kraliçe Katerina’nın başta sarayı olmak üzere tüm ülkesini sular altında bırakmıştır. İntikamını bu şekilde
alan İskender aynı zamanda bugünkü İstanbul Boğazını da meydana getirmiştir.
2- İstanbul’un Kuruluş Efsaneleri
Hz. Süleyman Peygamber’in Kurduğu Şehir
Büyük Seyyah ve coğrafya bilimcisi Evliya Çelebi, Seyahatname isimli eserinde İstanbul’un kuruluşunun
Hz. Süleyman Peygamber tarafından yapıldığını söyler ve şöyle anlatır:
Hazreti Peygamber Efendimizin doğumundan 1600 yıl önce Hz. Süleyman, babası Hz Davut'dan sonra hem
hükümdar ve hem de Peygamber olmuştur. İnsanlara, iman etmiş cinlere, kuşlara ve vahşi hayvanlara
hükmetmektedir.
Mağrip diyarında Okyanus ortasında FERENDUZ adasında SİDON adında bir padişah vardır. Bu şahıs Hz.
Süleymen'a boyun eğmeyip onun getirdiği dini kabul etmemiştir. Bunun üzerine Hz. Süleyman kalabalık bir
orduyla Sidon üzerine gider ve onu yener. Adasını yerle bir eder, halkını köle edinir.
5
Bunlarla beraber Sidon'un periler kadar güzel kızını da kendisine eş olarak alır. Çünkü Hz Süleyman o anda
bekârdır. Belkıs vefat etmiştir. Sidon'un kızı ALİNE’yi bugünkü Yunanistan'a getirir. Ama kız şeytanın
aldatmacasıyla devamlı ağlamakta ve üzülmektedir. Hz. Süleyman sebebini sorunca:
“Ey Allah dostu, dilerim ki benim için burada büyük bir saray yaptırırsın, ben de geri kalan ömrümü orada
daima ibadetle geçiririm ve babamın bir de resmini yaptırırsan ona baktıkça teselli olurum.” der. Kızın bu
isteğini Hz. Süleyman kabul eder. “Temaşalık” adıyla bilinen sarayı yaptırır ve oradan ayrılır. Kendisi
bugünkü Sarayburnu denilen yere otağını kurar. Bir gece kalır. Suyunu ve havasının kendini dinçleştirdiğini
görür. Hemencecik orada büyük bir saray, köşkler ve bahçeler yaptırır. Ardından İstanbul için: “ Bu yerler
kıyamete kadar mamur ve bakımlı olsun” diyerek, hayır duasında bulunur. Kimi yorumculara göre
İstanbul'un bu kadar deprem ve yangın geçirmesine rağmen Hz. Süleyman'ın duası sebebiyle ayakta
durduğuna inanılmaktadır.
Bu arada meğer Aline, babasının resmini yaptırmakla gizlice putperestliğe özenmiştir. Süleyman Peygamber
tabi ki bunu duyar ve kızı öldürtür ve buradan da ayrılarak Kudüs'e döner ve orada babası Hz. Davut'un
başlattığı Mescid-i Aksa'yı bitirmeye gider. Rivayet odur ki işte bugünkü İstanbul’un ilk temelleri Hz.
Süleyman’ın Sarayburnu’na inşa ettirmiş olduğu bu sarayla başlamıştır.
İstanbul Şehrini Yeniden Kuran Yanko’nun Efsanesi
Evliya Çelebi üstadımız, İstanbul şehrinin Hz. Süleyman Peygamber’den sonraki en büyük kurucusu olarak
Madyan oğlu Yanko’nun ismini vermekte ve aşağıdaki notları aktarmaktadır:
Madyan oğlu Yanko, Hz. Adem'in yeryüzüne inişinden 4600 yıl sonra hükümdar olduğu ve İstanbul'u
yeniden inşa etmiştir. Yunanlıların ilk hükümdarlarından kabul edildiği ve eline geçirdiği serveti Hazreti
Süleyman'ın yapısı ve makamıdır diyerek İstanbul'un surunu yapmaya giriştiğini belirtir. Evliya bu kralın
neredeyse tüm şehri ve çevre kalelerini yaptırdığını ifade eder. Şöyleki; vezir Kantora'nın Yedikuleyi inşa
ettiğini, vezir Selvirha'nın Silivri kalesini, Vezir Burgazice Burgaz kalesini, Boğadoz vezir Bigados
Kelesini, Erekli vezir Ereğli kalesini, Terkozice vezir Terkos kalesiyle Çekmece Kalesini inşa ettiğini,
ayrıca Karadeniz kıyısındaki Yoroz adındaki patrik de Yoroz kalesini yaptırdığını söyler. Evliya
6
Çelebi az önce anlattığımız İskender Zülkarneyn’i İstanbul şehrinin aynı zamanda bir kurucusu olarak
gösterir, bazı isimler farklı da olsa İstanbul Boğazı hakkındaki bilgileri o da aşağı yukarı bizim anlattığımız
şekilde ifade eder. Ancak o, bu hükümdarın İstanbul'u tamir edip İrem bahçesine benzettikten sonra;
Peygamber Efendimizin doğumundan 882 sene önce vefat ettiğini, yine Peygamberimizin doğumundan 700
sene önce İstanbul’da büyük bir depremin meydana geldiğini, İstanbul baştanbaşa harap olmuş ve içindeki
yüzbinlerce insan ölmüş, hatta İstanbul bu depremden sonra 40 yıl harap kaldığı söylemektedir.
Evliya bu önce söylediğine inanmak, sonra muhasebe yapmak gerekir. Niçin derseniz, bir dönem abartması
ile meşhur olduğuna inanılan bu şahsiyetin aslında, güvenilir bir kaynak olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak tabi
ki, efsaneler onun da başkalarından duymuş olduğu sözlü rivayetlerdir ama mutlaka onun muhakemesinden
geçmiştir.
Megaralı Byzas’ın Efsanesi
İstanbul’un kuruluşu hakkında bilinen en meşhur efsane Megaralı Byzas’a aittir. Efsaneye göre, bugünkü
Yunanistan’daki Magaralılar öncülerinden Byzas, Dor kavminin bölgedeki baskılarından kurtulmak için,
yeni bir kent aramak veya kurmanın yollarını aramaya başlamışlar. O devirde sıkça rastlanan bir çözüm yolu
olarak en büyük kâhinleri olan Delfi kâhinine danışmaya karar vermişler. Kâhin onlara;
-- Kentinizi kuracağınız yer, körler ülkesinin tam karşısı olacak, der.
Bunun üzerine Megaralılar öncüleri Byzas’ın başkanlığında Körler Ülkesini aramaya başlarlar. Uzun uğraş
gösterirler. Tam ümitlerini yitirdikleri sırada Sarayburnu’na gelirler. Etrafı bakarlar, incelerler ve ömürleri
boyunca bu kadar güzel bir yer görmediklerine karar verirler. Ancak hâlâ kâhinin işaret ettiği Körler
Ülkesine daha varamamışlardır. Tam bu sırada karşı kıyıda bir yerleşim yeri görürler. İsminin
“KHALKEDONİA” yani Kadıköy olduğunu öğrenirler. Byzas bulunmuş olduğu yerin güzelliğinin
sarhoşluğu içerisinde karşı tarafı göstererek “bu insanlar kör mü, burası varken orada oturulur mu?” der.
Derken de kâhinin sözleri aklına gelir. Ve aradığı yeri bulduğuna hükmeder. Öyle ya bu kadar güzel bir yer
varken ve de tam karşılarında durur iken, ancak körler buranın güzelliğini göremez ve fark edemez diye bir
7
yorum yaparak, yeni kentlerini burada kurmaya karar verir. Kurucusunun adından dolayı “Byzas kenti”
anlamında “Byzantion” denilmiştir (M.Ö.660).
Ancak biliriz ki, fetihten evvelde sonra da İstanbul’un en bilinen ismi Konstantiniye’dir. Dolayısıyla Kral
Konstantin’in de efsanesi vardır.
Kral Konstantin Efsanesi
Bu kralın hikâyesini yine Evliya Çelebi’den öğreneceğiz. Çelebi’ye göre İstanbul’un dokuzuncu kurucusu
Kral Konstantin’dir.
Evliya, Konstantin'in önceleri Mecusi olduğunu, daha sonra Hristiyanlığı girince de ilk iş olarak İstanbul
surlarını inşa ettirdiğini yazar. İmparatorun Hristiyan olması ile ilgili de Yunan tarihlerini kaynak göstererek
şu hikâyeyi anlatır:
Konstantin önceleri çok günahkâr bir adammış. Allah buna ceza vermiş ve cüzzam hastası yapmış. Saçı,
sakalı, kaşı, kirpiği dökülmüş ve sonunda Şam cinine dönmüş. Bütün ülkelerden hekimler gelmiş ama
hastalığına bir çare bulamamışlar. Bunun üzerine Konstantin ülkesindeki hekimlere hastalığına çare
bulamazlar ise hepsini öldüreceğini bildirmiş. Hristiyanlığa düşman olan Mecusi hekimler; eğer sağlınıza
kavuşmak istiyorsanız, büyük bir havuz oluşturun. Havuzun içini henüz annesinin sütünü emen Hristiyan
bebeklerin kanıyla doldurun ve içine girin. Kırk gün boyunca taze bebek kanıyla bu işlemi yenileyin,
sonunda iyileşirsiniz, demişler.
Konstantin hemen üç bin bebek getirtmiş ve tam hepsini öldürürken
annelerin babaların feryat ve inlemeleri göklere çıkmış. Bu ağlamalar, Konstantin'e dokunmuş ve ben ne
kadar büyük bir caniyim ki bu Hristiyanlara böyle bir eziyet reva görüyorum diyerek pişman olmuş.
Ardından bütün çocukları ailelerine geri teslim ettirmiş.
Bütün bu Hristiyan anne-babalar büyük bir sevinçle Konstantin'in cüzzamdan kurtulması için Allah'a dua
etmişler. Tam bu sırada Konstantin'e bir uyku gelmiş, sarayına dönüp dinlenmeye çekilmiş. Rüyasında Hz.
İsa:
8
--- Ey Konstantin! Sen o masumlara merhamet ettin, cüzzamlı kalmayı, onları öldürmeye tercih ettin. Bu
hareketin Allah'ın hoşuna gitti ve seni cüzzamdan kurtarmaya karar verdi der ve bütün vücudunu sıvazlar.
Sonrada asasıyla dokunarak şimdi kalk ve sana bu hainliği yaptırtan Mecusi hekimleri öldür demiş.
Asasıyla dokununca Konstantin hemen uyanmış ve önce Hristiyanlık dinini kabul ettiğini ilan etmiş.
Sonrada o Mecusi hekimleri buldurtmuş ve huzura getirtmiş. Kendilerine ölüm fermanını iletmiş ve
gözlerinin önünde hemen öldürülmesini askerlerinden emretmiş. Ancak Mecusi hekimler:
-- Efendim tamam demiş, bizi öldürün ama bu kararı almanızın sebebini de bize söyleyin demişler.
Bunun üzerine Konstantin rüyasını anlatmış, bunun üzerine Mecusi hekimler şöyle demiş;
-- Efendim bizim gayemizde bebekleri öldürmek değildi. Sizin bebekleri öldürmeyeceğinizi biz de
biliyorduk. Fakat imparatorluğunuzun bütün hekimleri bir araya gelip de hastalığınıza bir çare bulamayınca
anladık ki, size günahsız ağızların dua etmesi gerekir. Bu yüzden sizden habersiz böyle bir karar aldık
deyince, Konstantin, hekimleri affetmiş.
İyileştikten sonra da yaptığı ilk işlerden biri şehrin eskiyen surlarını güçlendirmek ve yeniden bir şehir inşa
etmek olmuştur.
3- İstanbul’un Fetih Efsaneleri
A) Akşemseddin ve Hızır Efsanesi
Efsaneye göre, Sultan II. Mehmed padişah olduğu ilk günlerde İstanbul’un (Konstantiniye) fethi konusunu
devlet ileri gelenleriyle istişare etmiş ancak neredeyse hiç kimse bu işe rıza göstermemiş hatta;
-- Hulefa-i Raşidin’e nasip olmayan fetih ancak Mehdi hazretlerine nasip olur, diyenler bile çıkmış. Fakat II.
Mehmed’in ak sakallı ay yüzlü hocası Akşemseddin:
-- Konstantiniye’yi Muhammed Han fethedecektir, demiş.
Devlet ricali bu söze pek rağbet etmeseler de, genç sultan hocasının bu sözlerine inanmış ve bu meseleyi
tekrar tekrar sordurtmuştur. Sonunda Akşemseddin:
9
-- Bu yılın Rebiyülevvel ayının yirminci günü (Miladi 29 Mayıs) Konstantiniye’nin şu kapılarından içeri
girilerek, fetih gerçekleşecek ve her yer ezan sesleriyle dolacak, demiştir.
Kuşatma sürerken Sultan II. Mehmet, bir ara Akşemseddin'i davet etme gereği duymuş. Fakat Akşemseddin
çadırında ibadet ettiği için talebeleri, elçileri çadıra bile yaklaştıramamışlar. Bunun üzerine Sultan II.
Mehmet onun çadırına gitmiş. Bir de ne görsün! Akşemseddin burada fetih için Allah'a yalvarmaktadır.
Sultan II. Mehmet, hocasını böyle görünce onu rahatsız etmek istememiş ve geri dönmüş. Kaleye bir bakmış
ki: İslam askeri surlara yürüyor. Önlerinde ak elbise (aba) giymiş bir taife surlara gelmektedir. Ardından
İslam askeri... Derken İstanbul fethedilmiş. Fetihten sonra Sultan II. Mehmet, Akşemseddin'e fethi nasıl
bildiğini sorunca
Akşemseddin:
-Kardeşim Hızır'la ilm-i ledünde (maneviyat ilminde/âleminde) Konstantiniye'nin fethini istihraç etmiştik.
Kale fethedildiği gün Hızır'ı gördüm; aba giymiş, velilerle askerin önünde surlara girmişti. Kalenin
fethinden sonra da Hızır kardeşim kale duvarının üzerine çıkmış; ayaklarını sarmış, oturuyordu, cevabını
vermiş.
B) Ya Vedûd Sultan Efsanesi
İsterseniz öncelikle kelimenin anlamından başlayalım. Ya Vedûd, Cenab-ı Allah’ın 99 isminden bir
tanesidir. Çok seven ve çok sevilen. İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve
dostluğu kazanılmaya biricik lâyık olan, demektir.
İstanbul, Sultan II. Mehmed’in ordusu tarafından her yönden kuşatılmıştır. Ancak fetih bir türlü
gerçekleşmemektedir. Sultan II. Mehmed, kuşatmanın neden o kadar uzun sürdüğünü ve Konstantiniye’nin
nasıl o kadar dayanabildiğini merak ediyor ve ordunun şeyhi olan Akşemseddin’e bunun sebebini soruyor.
Akşemseddin, Konstantiniye’de Ya Vedud
Sultan isminde çok inançlı birinin olduğunu ve
10
Konstantiniye’nin Osmanlıların eline düşmemesi için içten dua ettiğini anlatıyor. İstanbul’un fethinin ancak
Ya Vedud Sultan öldükten sonra gerçekleşeceğini söylüyor ve Ya Vedut Sultan’ın tam elli gün sonra
öleceğini bildiriyor Sultan Mehmet’e. Kuşatma gerçekten elli gün daha sürüyor.
Fatih Sultan Mehmed Ayasofya’yı dolaşırken Terler Direk’in önünde ilâhî bir nurun parladığını ve ilahi bir
nurdan mübarek bir vücudun kıbleye doğru yattığını görür. Cesedin göğsünde Yâ Vedûd ismi yazılıdır.
Orada bulunan veliler, bu kişinin İstanbul’un elli günde fetholmasına sebep olan kişi olduğunu söylerler.
Cesedi yıkamak istediklerinde Terlerdirek’ten “Merhum yıkanmıştır, hemen defnedin!” diye bir ses duyulur.
Bütün şeyhler Yâ Vedûd Sultan’ın mübarek cesedini tabuta koyup Şehitkapısı’nda defnetmek isterler.
Tabutu götürenler ellerinde olmadan Eminönü İskelesi’ne yönelirler. Bindikleri kayık kürek çekmeden ve
yelken açmadan şimşek hızıyla Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri yakınında durur. Tabut kayıktan çıkıp orada
kazılmış bir mezarda durur. Bu sırada kabirden “Yâ Vedûd” ismi duyulur. Cenazeye katılanlar bu şaşkınlık
içinde, Ya Vedud’u buraya defnederler.
C) Zuhurat Baba
İstanbul fethinin mutlu askerlerinden olan Zuhurat Baba’nın türbesi, Bakırköy’de kendi ismiyle anılan
semtte bulunmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi esnasında Bizanslılar bütün su kuyularını zehirleyince, savaşın en
yoğun şiddette yaşandığı anlarda, Osmanlı ordusu su ihtiyacını gideremeyip, susuzluk sorunuyla karşılaşır.
Su sıkıntısının artmaya başladığı anda sırtında su kırbası, elinde su tasları ile aksakallı, nur yüzlü bir kişi
ortaya çıkar. Bu kişiye askerler “aniden beliren” anlamında “Zuhurat Baba” diye seslenirler
Sırtındaki tek su kırbası ile koskaca ordunun susuzluğunu gideren bu mübarek zat, savaş sonunda şehid olur.
Kanlar içinde kalan aksakalı ile yerde yattığını ve elinde bıraktığı su kırbasından sanki bir pınarmış gibi
sürekli su akıttığını görürler. Bunun üzerine Zuhurat Baba’nın Allah dostu olduğunu, Müslüman Türk
ordusuna Allah tarafından gönderildiğini anlarlar ve şehid olduğu yere defnederler.
11
D) Cebe Ali
İstanbul'un fethinde bulunan büyük zatlardan biri de Cebe Ali'dir. Rivayetlere göre at çulundan bir cebe
(zırh) giydiği için bu ismi almıştır. Onun Mısır'da Sultan Kalavun'un şeyhi olduğu, İstanbul'un fethinde
bulunan o güzel askerlerden biri olmak için Anadolu'ya geldiği söylenir. Cebe Ali, fetih esnasında Osmanlı
ordusunda ekmekçibaşı olmuş; yüz binlerce kişinin ekmeğini tek bir fırından çıkararak büyük bir keramet
göstermiştir.
Efsaneye göre, Fatih Sultan Mehmet, gemileri karadan Haliç'e indirdiğinde Cebe Ali bu gemilere binmemiş
Yüzlerce müridiyle birlik te postlarını denize yayarak Haliç'i geçmiş. Surların önünde bu olayı gören
Bizanslılar kaçmaya başlamışlar. Böylece o, bugün kendi adıyla anılan Cibali semtindeki Cibali Kapısı'nın
bulunduğu yerden, yanındakilerle birlikte şehre girmiş. Ancak Cebe Ali böyle açık bir keramet gösterdiği
için burada şehid düşmüş.
E) Derya Ali Efendi
İstanbul'un fethinden bir gün önce; "Kuyularda su yok, çeşmeler akmıyor, ordu susuz kalacak" şeklinde bir
söylenti çıkmış. Bunu duyan Fatih Sultan Mehmet, hemen yanına sakabaşısı Ali Efendi'yi çağırmış. Ali
Efendi, padişahın huzuruna rahat bir şekilde gelip bir de tebessüm edince, Fatih Sultan Mehmet kızarak ona:
-Olup bitenden haberin yokmuş gibi duruyorsun Ali Efendi, demiş.
Ali Efendi yine tebessüm ederek:
-Suyumuz çok padişahım, demiş.
Fatih bu kez biraz daha kızarak:
-Hani su nerede, diye sormuş.
12
Fatih Sultan Mehmet'in artık çok kızdığını anlayan Ali Efendi, arkasındaki kırbayı (tulum) işaret ederek:
-İşte su burada padişahım, demiş.
Fatih Sultan Mehmet kırbaya bakınca içindeki ordunun bütün ihtiyacını karşılayacak olan suyu görmüş.
Bunun üzerine Ali Efendi'ye:
-Hadi ne duruyorsun? Suyu askerlerime dağıtıversene, demiş.
Ali Efendi yine güler yüz le:
-Sultanım! İşte suyumuz burada. Fakat askere fazla su vermekten çekiniyorum. Çünkü savaştıkça terliyorlar.
Her istediklerinde su versem hastalanırlar ve bundan dolayı zafer tehlikeye girer diye korkuyorum, demiş.
Fatih Sultan Mehmet, buna pek ikna olmamış. Çok sevdiği askerlerine hemen bu suyun ulaştırılmasını
istemiş. Bunun üzerine Ali Efendi sırtındaki kırbayı alıp yere çalmış. Kırbanın düştüğü yerden sular
fışkırmaya başlamış. Bu olaydan sonra da Ali Efendi'ye "Derya Ali Efendi" denmiş. Türbesi bugün İstanbul
Zeytinburnu Kazlıçeşme’dedir.
F) Yere Düşen İkona Efsanesi
Şehre yapılacak büyük bir hücumdan üç dört gün önce erkekler ve kadınlar Tanrının yardımına başvurarak
Meryem ikonasının önünde kurtuluş temennisi duaları okuyup sokaklarda dolaşırlarken bu ikona ortada
hiçbir sebep yokken, taşıyanların ellerinden yüzüstü yere düşmüş. Hazır bulunanlar bir ağızdan haykırıp
kaldırmaya çalıştılarsa da ikona kurşun gibi ağırlaşmış, yere yapışmış ve sanki yerden çekiliyormuş gibi
kaldırılması mümkün olmamış. Bir hayli uğraşmadan sonra ve halkın gönül yakıcı duaları, haykırışları
üzerine papazlar ve resmi tutmaya ehil olan kutsanmış kimseler ikonayı kaldırmayı başarıp taşıyanların
omuzlarına koymuşlar ve alay yoluna devam etmiş. Bu olağanüstü hal Bizans halkı arasında hayırlı bir haber
sayılmamış. Halkın kalbine korku ve dehşet düşmüş. Nitekim ikonayı taşıyan alay, öğle vakti tufan gibi bir
yağmura yakalanmış. Ardı arkası kesilmeyen şimşek, yıldırım ve dolu ile karışık olarak yağan yağmurun
şiddetinden, alaya dâhil olan halk ne bir adım ileri gidebilmiş ne de yerlerinde durabilmişler. Bütün bunlar
13
bir felaket olacağının işareti olarak görülmüş, olayın ertesi günü, çok yoğun bir sis sabahtan akşama kadar
bütün İstanbul'u sarmış. Bu durumun da Tanrı'nın bu şehre sırt çevirdiğine işaret ettiğine inanmışlar.
G) Fatih Sultan Mehmed’e Verilen Tahta Kılıç Efsanesi
İstanbul kuşatıldığı zaman "Agapios" adındaki bir keşişin, Türklerin İstanbul'u almasını engelleyebilecek,
manevi yönü çok kuvvetli olan sembolik bir tahta kılıcı varmış. Kesiş, bu kılıcı Bizans İmparatoru
Konstantinos Paleologos'a götürerek bu kılıçla düşmanları olan Türkleri yok etmesini istemiş. Bizans
İmparatoru bu kılıcı alıp bakmış, tahtadan yapılmış bir kılıç olduğunu görünce öfkelenerek, "Benim elimde
Davut'un her savuruşta dört mızrak boyu uzayan olağanüstü kılıcı var. Bu tahta kılıç ne işe yarar !" diyerek
keşişi azarlamış. İmparatorun bu tutumuna çok üzülen keşiş bu sefer de Fatih Sultan Mehmet'in huzuruna
çıkmış, kılıcın manevi gücünü Padişah'a anlatmış, sonra kılıcı ona takdim etmiş. Genç padişah, kendisine
verilen bu manevi armağanı büyük bir sevinçle kabul etmiş. Bu kılıcın manevi gücüyle de İstanbul'u
fethetmeyi başarmış.
4- Mimari Eserlerle İlgili Efsaneler
İstanbul Camileri Etrafında Teşekkül Eden Efsaneler
Kuruluşundan itibaren İstanbul’un siluetini belirleyen en temel mimarî yapılar, ibadethaneler olmuştur.
Gerek Hıristiyanlık öncesi dönemde inşa edilen tapınakları, gerek Hıristiyan Bizans döneminde inşa edilen
kiliseleri, gerekse İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinden sonra inşa edilen görkemli camileri,
İstanbul’un mimarisini diğer dünya şehirlerinden ayıran önemli bir unsur olmuştur.
Fetihten sonra yapılan camiler İstanbul’un siluetini olduğu kadar dinî ve sosyal yapısını da değiştirmiş,
İstanbul’u “İslam-bol” haline getirmiştir. Toplumsal yapıyı derinden etkileyen, halk hayatını şekillendiren
bu kutsal mekânlara sözlü kültür geleneğimiz ve halk muhayyilesi de ilgisiz kalmamış, İstanbul camileri
14
etrafında pek çok efsane teşekkül etmiştir. Bu efsaneler hazinesinden küçük ama önemli bir kısmını şöyle
sıralayabiliriz.
Eyüp Sultan Camii
Ebû Eyyûb Hazretleri’nin Kabrinin Bulunuşu
Ebu Eyyûb Hazretleri, Emevîler döneminde İstanbul kuşatmasına katılmış ve hastalanarak vefat edince,
surlar dışındaki bugünkü yerine gömülmüştü. Ancak zamanla mezarın yeri kaybolmuştu.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, Akşemseddin Hazretleri’nden, Eyüb Sultan Hazretleri’nin
mezarının bulunmasını rica eder. Akşemsettin Hazretleri manevî keşif üzerine mezar yerini tespit eder ve
mezarın, biri başına, biri de ayak ucuna olmak üzere iki fidan dikip ertesi gün tekrar gelmek üzere ayrılır.
Fatih Sultan Mehmet Han, kalbinin mutmain olması için geceleyin bir adam göndererek, dalları yirmişer
adım güney tarafa çektirir ve kendi yüzüğünü de ilk işaret dallarının orta yerine gömdürür.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde Akşemsettin Hazretleri gelir ve “Dalların yeri değişmiş!” der. Doğruca
ağacın olduğu yere değil, bir gün önce tespit ettiği yere gider. Yüzüğünü padişaha iade eder.
Kabrin başından biraz kazılınca “Bu Halid b. Zeyd’in kabridir" manâsında yazılı bir taş çıkacağını haber
verir. Orası kazılır aynen dediği gibi çıkar.
Kendisine sorarlar: “Efendim o ağaçlarla ilgili neler söyleyeceksiniz?” Gülerek “İyi yapmışsınız o bölge de
Eyüp Sultan Hazretleri’nin yıkandığı yerdir.” der. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet Hazretleri:
“Zamanımda Akşemseddin gibi bir zatın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul’un fethinden dolayı
duyduğum sevinçten az değildir.” diyerek Allah’a şükretti. Mezar üzerine bir türbe ve yanına bir cami
yaptırır.
Fatih Camii
15
Fatih Sultan Mehmet ve Hızır
Fatih Cami ibadete açıldığı zaman, ilk cuma namazında Hızır Aleyhisselam camiye gelmiş ve camide
bulunan cemaatle tek tek musafaha etmiş. Musafaha sırası Fatih Sultan Mehmet’e geldiğinde, Fatih Sultan
Mehmet bu kişini Hızır Aleyhisselam olduğunu anlamış. Musafaha ederken Fatih, Hızır Aleyhisselam’ın
kolunu bırakmamış, “Senin kim olduğunun bütün cemaate ilan edeceğim.” demiş. Hızır Aleyhisselam da
Fatih’e: “Bunu sakın yapma.” demiş. Fatih Sultan Mehmed Han da: “Bir şartla senin kim olduğunu cemaate
açıklamam.” demiş. Hızır da “Neymiş şartın?” demiş. Fatih: “5 vakit namazın en az bir vaktini bu camide
kılacaksın.” demiş. Hızır Aleyhisselam da Fatih’in bu isteğini kabul etmiş. O günden sonra da Hızır
Aleyhisselam beş vaktin birini mutlaka Fatih Camisi’nde kılarmış.
Beyazıt Camii
Beyazıt Camii’nin Kıblesi
Beyazıt Camisi’nin temeline başlanırken, mimarbaşı:
— Padişahım, mihrabı nereye koyalım? diye sormuş, Sultan Beyazıt-ı veli mimara:
— Ayağımın üzerine bas demiş. Mimar, Sultan Beyazıt’ın ayağına basınca, birden Kâbe’yi karşısında
görmüş ve hemen Sultan Beyazıt’ın ayağına kapanmış. Mimar önce mihrabı yapmış. Sultan Beyazıt
mihrapta iki rekât namaz kılmış ve caminin tamamlanması için hayır dua etmiş.
Sultan II. Bayezid ve Deniz Kızı
Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Bayezid’e sofuluğundan ötürü “Bayezid-i Veli” yani Ermiş Bayezid
denirmiş. Halk inancı onu keramet sahibi bir ermiş olarak gösterir…
Sultan II. Bayezid, bir gün Boğaziçi’nde saltanat kadırgası ile dolaşırken denize ağ atan balıkçılara rastlar.
“Balık çok çıkar mı?” diye sorar.
“Baht işidir padişahım” derler.
16
“Benim bahtıma da bir ağ atın!” der.
Balıkçılar padişahın bahtına ağ atar, bir şey çıkmaz. Tekrar atarlar, yine boş. Nihayet üçüncü seferde ağın
içinden bir denizkızı çıkar. Sultan Bayezid:
“Bahtım olan bu kızı İstanbul’da gezdirin, nerede ne söylerse gelin bana haber verin!” der.
Denizkızını İstanbul’da gezdirirler. Bir meydanda gaipten haber veren ve “Ben define bulucusuyum” diyen
bir falcıyı görür, güler. Padişaha haber verirler. Sultan Bayezid:
“Orada niçin güldün, ey güzel bahtım?” diye sorar. Denizkızı:
“Ona güldüm ki padişahım.” der, “Bir adam define bulucusuyum diye çıkmış, oysa altında hazine vardır,
haberi yok.”
Kızın göstediği yeri kazarlar, bir koca mermer havuz dolusu altın bulunur. Her sikkenin üzerinde padişahın
tuğrası vardır. Sultan Bayezid, Beyazıt Camii’ni ve hayratını bu para ile yaptırır. İçinde altın sikkelerin
olduğu havuzun üstü hep açık durur, başına bekçi koymazmış. İnşaatta çalışan ustalara, kalfalara:
“Gündelik hakkınızı akşama gidin, oradan kendi elinizle alın” der.
Hakkından fazla alanın avucunda fazla aldığı altın, taş olur, havuza atınca yine altın olurmuş. Bu çalınamaz
altınlar için “Bayezid-i Veli kerameti” denirmiş…
Süleymaniye Camii
Süleymaniye’nin temel kazısı üç yıl sürer ve üç bin esir bu dönemde gece gündüz demeden çalışır.
Süleymaniye yavaş yavaş yükselmeye başlamıştır. Bu sırada Mimar Sinan temellerin oturması için inşaata
bir yıl kadar ara verme kararı alır. Bunun üzerine Sinan’ı çekemeyenler etrafta dedikodu yaymaya başlar:
“Ya Sinan bu camiyi bitiremeyecek, ya da hünkârın parası bu camiyi yaptırmaya yetmedi!” Bu söylentiler o
kadar yayılır ki İran Şahı Şâh Tahmasb’ın kulağına kadar ulaşır. Bunu duyan Şâh fırsattan istifade hemen
iri yakut ve zümrütlerin bulunduğu bir çekmeceyi, içine iliştirdiği “Bu mücevherler tez zamanda satıla…
Bizim de bu caminin harcında katkımız ola,” içerikli bir notla Kanuni Sultan Süleyman’a yollar. Padişah bu
17
davranışa çok içerler ve Sinan’ı yanına çağırtır: “Sinan bunları al. Dostumuz İran Şahı Şâh Tahmasb da
caminin harcına katkıda bulunmak istiyormuş. Bunları yollamış. Dileğini yerine getir bakalım,” der. Sinan
durumu hemen anlar ve bu çekmecede ne var ne yoksa herkesin gözü önünde taştan dev bir havanın içine
atar. Orada bulunanların şaşkın bakışları karşısında bunları döve döve toz haline getirir, harcın içine boca
eder ve minarelerden birinin yapımında kullanır. Güneş ışığında bu değerli taşlar pırıl pırıl parladığı için bu
minareye “cevahir” ya da “güneş minaresi” denilmiştir.
Süleymaniye Cami ve Bir Tas Yoğurt
Kanuni Sultan Süleyman İstanbul'daki Süleymaniye Camii'ni yaptırırken ustalara sıkı sıkı tembih ediyordu.
Diyordu ki: “Bu baki eserin sadece benim defterime kaydolmasını arzu ediyorum. Kimsenin bunun içinde
bir katkısı olmasını istemiyorum. Sakın ha kimseden bir şey kabul etmeyin!
Ustalar çalışıyor, cami, kubbe yükseliyor.
Karşıdan mahzun mahzun bir nine, ustaları ve o koca mabedi seyrediyor. İçinden de yardım hevesi duyuyor.
Fakat elinde avucunda hiçbir şeyi olmayan o nineciğin sadece iki keçisi var ve onların sütleriyle geçiniyor.
Düşünüyor: “Ey Allah'ım! Süleyman'a servet ve saltanat verdin. Senin uğrunda cami yapıyor. Bu fakir
kuluna bir şey vermedin. Ne edeyim ki ben senin rızanı kazanayım? Benim elimden öyle büyük işler
gelmez. Benim elimden sadece o ustalara bir tas yoğurt hediye etmek gelir.”
Gidiyor, ustalara müracaat ediyor: “Evladım, ben fakir bir kadınım. Ben cami yapamam. Ancak elimden bir
tas yoğurt hediye etmek gelir. Rica edeceğim bu yoğurdumu kabul edin.”
Ustalar Kanuni'nin tembihatı karşısında: “Hayır ana, kabul edemeyiz!” derler. Kadın ısrar eder. Ağlar sızlar:
“Ne olur oğul!” der. “Benim başka yapacak hayrım yoktur. Bu sadaka-i cariye içinde damla damla damlayan
bir yoğurdum olsun.” der.
Ustalar kadının bu yalvarışını ve sızlanmasını kıramazlar. Onun gönlünü hoş etmek için o bir tas yoğurdu
alır ve yerler. İçleri serinler.
18
Büyük hükümdar o gece rüyada, yaptığı hayrın tartıldığını görür. Koca Süleymaniye Camii, terazinin bir
kefesine konmuş tartılıyor. Allah'ın huzurunda ne değerdedir diye baha biçilecek. Kanuni bakıyor. Fakat ne
gariptir ki Koca Süleymaniye'yi taşıyan kefeye mukabil öbür kefeye bir tas yoğurt konmuş. Ama yoğurt öyle
ağır basıyor ki, yoğurdun konduğu kefe zeminde, öteki kefe ise yüksekte. Koca camiin değeri bir tas yoğurt
kadar bile yok.
Sabahleyin dehşet içinde uyanan Kanuni, doğruca ustaların yanına koşar: “Ne yaptınız siz öyle?” der.
Ustalar korku içinde anlatırlar: “Vallahi hükümdarımız, yaşlı bir nine geldi. Istırap içinde bize yalvardı. Biz
de ağlamasına tahammül edemedik bir tas yoğurt aldık, yedik.
Bunu duyan Kanuni, gördüğü rüyayı kederli olarak dile getirir: “Ben, âlem-i manada gördüm. O bir tas
yoğurt, niyet ve ihlâsından dolayı Allah katında Süleymaniye'den daha ağır tutuluyordu. Onun değeri ilahî
ölçüler içinde Süleymaniye Camii'nden daha da fazla geliyordu...”
Eğri Minare
Rivayete göre Süleymaniye Camii yapılırken birkaç çocuk minareye bakar ve içlerinden birisi: “Yahu
görüyor musunuz, minare eğri!” der. O sırada oradan geçen Mimar Sinan bu sözleri duyar ve çocuğun
yanına yaklaşarak: “Hakkın var, minare biraz eğri. Hemen bir urgan bulup, minareyi doğrultalım.” der.
Urganı minareye bağlatır ve güya düzeltiyormuş gibi işçilere çektirir. Sonra çocuğa dönerek: “Düzeldi mi
evlat?” diye sorar. Çocuk da: “Tamam Efendim, şimdi düzeldi" der. Olayı hayretle izleyen ve niçin böyle
yaptığını soran kalfalara Sinan: “Eğer böyle yapmasaydım, minarenin eğri olduğu inancı çocuğun bilincine
yerleşecek ve belki de bu çocuk ileride birçok kimseyi minarenin eğri olduğuna inandıracaktı” cevabını
verir.
Sultan Süleyman’ın Gördüğü Rüya
Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye Cami’nin inşasına karar verdiği zaman, bir gece rüyasında Hz.
Muhammed’i görür; Hz. Muhammed, ona camiin nereye yapılacağını göstermekten başka, camiin iç ve dış
19
unsurları hakkında da birtakım bilgiler verir: “Minberi şuraya, mihrabı şuraya, kürsüyü de şuraya yapınız,”
şeklinde ifade buyurur. Büyük bir heyecan ve sevinçle bu güzel rüyadan uyanan Sultan, sevinç gözyaşları
içinde Allah’a şükreder, sabah namazını kılar ve hemen Hz. Muhammed’in işaret ettiği yere giderek
Mimarbaşı Sinan’ı yanına çağırtıp, Sinan’a buraya bir cami yaptırmak istediğini söyler. Sinan’da bu teklifi
bekliyormuşçasına: “Sultanım! Cami’yi şu şekilde yaparız; mihrabı şurada, minberi şurada, kürsüsü de
şurada durur; şu kadar kubbesi, şu kadar camı, şu kadar da ayağı olur!” diyerek Kanuni’ye Hz.
Muhammed’in rüyasında söylediklerini aynen tekrarlar. Bunun üzerine Kanuni tebessüm ederek Mimar
Sinan’a bağırır ve: “Mimarbaşı! Benim rüyamdan haberli gibisin!” der. Mimar Sinan da aynı rüyayı
gördüğünü ifade edercesine:“Sultanım! Sizin dün geceki kutlu rüyanızda ben de oradaydım ve bir iki adım
gerinizden geliyordum!” diye karşılık verir. Bu durum karşısında sevinç ve heyecanı bir kat daha artan
Kanuni:“O halde bir an evvel caminin inşası başlasın!” diye ferman buyurur. Bu emri evvelden bekleyen
Mimarbaşı da, hiç zaman kaybetmeden hazırlıklarını tamamladı ve Şeyhülislam Ebüssuûd Efendi’nin temele
ilk taşı koymasıyla caminin inşasına başlanılır.
Süleymaniye Camisinin Akustiği
Süleymaniye Camisi’ni inşası yaklaşık olarak 7 yıl sürmüş ve sultan sabırsızlanmaya başlamıştır. Kanuni
artık inşaatın tamamlanmasını istemektedir. Bu sırada Sinan başka projelerle de uğraşmaktadır. Ancak usta
mimarın yeteneğini ve sultana olan yakınlığını çekemeyen çok, dedikodusunu yapan boldur. Bu
dedikodulardan biri bir gün Kanuni’nin kulağına çalınır, derler ki: “Sultanın mimarbaşısı başka işlerle
meşgul olmakta, keyif çatmakta, camisine mukayyet olmamakta!” Padişah bu duyduklarına sinirlenir ve bir
ikindi
vakti
camiye
gider.
Bu
sırada
Sinan
da
caminin
tam
ortasında
oturmuş
nargile
tüttürmektedir. Dedikoducuların lafları ile dolmuş olan Sultan, bu durum karşısında iyice köpürür ve
Sinan’a: “Bre Sinan, bu ne rezilliktir! Bu mübarek çatı altında inşaatla ilgileneceğine nargile ile keyif mi
çatıyorsun,” diye bağırır. Oysa Mimar Sinan’ın içtiği nargilede tömbeki yoktur. Fokurdattığı da sadece
sudur. Usta mimar, nargilenin sesini dinleyerek caminin akustiğini ölçmeye çalışıyor; mihraptaki imamın
sesini, aynı oranda bütün camiye nasıl yayabilirim diye hesap yapıyordur. Kanuni’de, Sinan’ın niyetini
anlamış, ustasını bağışlamıştır. Bu olay üzerine daha da sabırsızlanan Kanuni de der ki: “Bu bina ne zaman
20
bitecek; tez haber ver yoksa sen bilirsin.” Sinan bu sözler üzerine sakince: “Saadetlü hünkârım, iki ayda
tamam olacaktır,” der. Herkes şaşkınlık içindedir. Kimsenin aklı caminin bu kadar kısa sürede nasıl
bitebileceğine emrediyordur. Gerçekten cami, Sinan’ın da dediği gibi iki ay içinde biter. Kitabede inşaatın
evahir-i Zilhicce 964’te (Miladî 1557 Ekim ortaları) bittiği belirtilmektedir. Ressam Melchior Lorichs bu
tarihin 4 Ekim 1557 olduğunu söylemektedir. Açılışta tüm İstanbul heyecan içindedir. Binlerce insan
Süleymaniye’dedir. Koca Sinan caminin altın anahtarlarını Kanuni’ye uzatır. Kanuni önce anahtarları alır ve
yine Sinan’a geri verir: “Bu bina eylediğin Beytullah’ı sıtkı safa ve dua ile bizim değil senin açman evladır”
der. Sinan anahtarları alır, yerine takar ve çevirir. Bir anda kubbedeki 138 pencereden sızan ışığın yarattığı
ilahi görüntü gönüllere dolar.
Sultanahmet Camii
Altın Minareli Camii
Sultanahmet Camii, Türkiye'nin altı minareli ilk camisidir. Dönemin padişahı I. Ahmet, cami inşaatına
başlandığında Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’ya:
— Bu caminin minarelerini altından yap! diye buyurmuş.
Ancak cami inşaatı ilerledikçe minareleri kaplamada kullanılacak olan altının değeri padişahın bütçesini
fazlasıyla aşmış.
Bunun üzerine Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa camiyi altın değil de altı minareli inşa etmiş.
Padişah I. Ahmet, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’ya:— Neden caminin minarelerini altından değil de altı
yaptın, diye sormuş. Mimar, Padişah’ın üzülmemesi için bu emri güya, yanlış anlamış gibi görünerek:
— Padişah’ım, “Bu caminin minarelerini altı” yap diye siz emir vermiştiniz, bu yüzden altı yaptım, demiş ve
Padişah’ı üzmemiş.
Bu efsaneleri dinlediğimizde şu yorumları rahatlıkla yapabilmemiz gerekiyor:
21
Gerek tarihî ve gerekse mimarî özellikleri bakımından oldukça önemli bir yere sahip olan İstanbul
camilerine sözlü kültür geleneğimiz ilgisiz kalmamış, milletimiz bu camiler etrafında pek çok efsane
teşekkül ettirmiştir. Teşekkül eden efsanelere baktığımızda bunların daha çok dinî ve tarihî kökenlere sahip
olduklarını söyleyebiliriz.
İstanbul camileri etrafında teşekkül eden efsanelerin; daha çok bu camilerin bânileri ve mimarlarının tarihî
kişiliklerinin halk muhayyilesindeki aksinden doğduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tarihî
kişiliklerle birlikte İslâm dininin inanç temelleri de milletimizin muhayyilesinden katılan bazı olağanüstü
unsurlarla birleşerek bu camiler etrafında efsanelerin teşekkül etmesine yol açmıştır.
Yüz yıllardır nesilden nesle anlatılagelen bu efsaneler, gerek İslâmiyet’in ortaya koyduğu ahlâkî değerlerin
halk arasında yayılarak davranış haline gelmesinde, gerek toplumsal hafızanın devamlılığında, gerekse
İstanbul’un “Müslüman Türk” şehri kimliğinin korunmasında çok önemli işlevlere sahip oldukları
görülmektedir.
Kız Kulesi Efsanesi
Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayıran boğazın Marmara Denizi’ne açılan tarafında, Üsküdar kıyısına 200
metre kadar mesafede denizin içinden bir kaya yükselir. İşte bunun üzerine yapılmış bulunan dört tarafı su
ile çevrili binanın adı “Kız Kulesi”dir.
İstanbul ve Boğaziçi’nden söz edilirken derhal akla gelen bu kulenin şimdiki binası, Üçüncü Ahmet
zamanında yapılmıştır. Mimari özellikleri itibariyle kule, deniz seviyesinde olup oldukça küçük bir kaledir.
Bugün etrafında (kuzeyde ve batıda üçer tane, güneyde ise bir tane olmak üzere) yedi adet mazgalı, doğu ve
güney tarafındaki iki adet kapısı vardır ve kule tepesinde pencereli ve etrafı balkonlu barok tarzı bir köşkü
bulunmaktadır.
Biz efsanesine başlayalım:
Kız Kulesi’nin ilk olarak ne zaman ve kimin tarafından inşa edildiği kesin olarak belli değildir. Kız
Kulesi’nin tarihi ile ilgili ilk bilinenler bir sürü efsanelerle karışık şeylerden ibarettir. Bunlardan birisi,
22
mitoloji kahramanlarından Leandros’un kulede bulunan sevgilisi Hero’ya kavuşmak üzere boğazı yüzerek
aşmaya denerken boğulduğu söylencesidir. Bu efsaneye göre Hero, Çanakkale Boğazı’nın Avrupa
yakasındaki Sestos kentinde yaşayan çok güzel bir genç kızdır. Karşı kıyıda yaşayan sevgilisi Leandros her
gece boğazı yüzerek geçer ve Kız Kulesi’nde yaşayan Hero ile buluşurdu. Hero da Kız Kulesi’nin fenerlerini
yakarak ona yol gösterirdi.
Yine bir gece sevgilisiyle buluşmak için yüzdüğünde korkunç bir fırtına çıkar. Fırtınadan dolayı Kız
Kulesi’nin ışıkları da sönünce Leandros yönünü bulamaz. Sonunda gücü tükenir ve dalgalara teslim olur.
Sevgilisinin öldüğünü öğrenen Hero’da denize atlayarak canına kıyar. Avrupalılar bu yüzden Kız Kulesi’ni
Leandros Kulesi (Tower of Leandros) diye anmışlardır.
Kuleyle ilgili ikinci efsane Bizans dönemine aittir. Söylenceye göre tek bir kız çocuğu olan Bizans kralına
kahinler, çocuğunun bir yılan tarafından sokulup öldürüleceğini söylerler. Kral, kızının bu yazgısını
önlemek için denizin ortasına büyük bir kule yaptırır ve kızını yaşaması için oraya yollar. Çünkü kral, hiçbir
yılanın yüzerek o kuleye ulaşamayacağını düşünmektedir.
Aradan yıllar geçer ve prenses büyür. Günün birinde kral, kızına yemesi için diğer yiyeceklerin yanında bir
sepet de üzüm yollar. Fakat nasıl girdiği bilinmez, bir yılan da sepete saklanmıştır. Prenses sepetin kapağını
açınca yılan elini sokuverir ve kız oracıkta ölür.
Kule hakkındaki bir diğer efsane ise Battal Gazi ile ilgilidir. Halife Harun Reşit İstanbul kuşatmasından bir
sonuç alamayınca ordusuyla birlikte geri döner. Battal Gazi ise geri dönmeyip Üsküdar kıyılarına yerleşir ve
orada bayındırlık işlerine girişir. Söylentiye göre Battal Gazi’nin geri dönmemesinin asıl nedeni ise Üsküdar
tekfurunun güzeller güzeli kızına aşık olmasıdır. Bizans İmparatoru Battal Gazi’nin bir sefer için Şam’a
gitmesinden faydalanarak denizin ortasına bir kule yaptırır ve Üsküdar tekfurunun kızını oraya hapseder.
Battal Gazi seferden dönünce kuleyi basar ve tekfurun kızı ile burada bulunan hazineleri alıp, Üsküdar
kıyısında bulunan atına atlayıp hızla oradan uzaklaşır. Eskilerin “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözünün buradan
türediğine inanılır.
Galata Kulesi Efsanesi
23
Bizanslılar’ın Megalos Pyrgos (Büyük Burç), Cenevizliler’in Christtea Turris (İsa Kulesi), olarak
adlandırdığı Galata Kulesi adını bağlı bulunduğu “Galata”dan alır. Galata adının nereden geldiği konusunda
çeşitli söylenceler vardır.
17. yüzyıl ünlü seyyahlarımızdan Evliya Çelebi Seyahatname’sinde; “Konstantiniyye Kalesi’nin ilk
yapıldığı zaman Galata tarafları çayırlık, havadar mahsuldar köylerle doluymuş. Köylüler bu bereketli
topraklarda hayvanlarını otlatır, onlardan sağdıkları sütleri de krala sunarlarmış. Bu süt son derece lezzetli
olduğundan buraların adına galata denilmiş. “Çünkü Yunan lisanında süte Galata derler” diye yazar.
Derin bilgisinden ötürü halk arasında Hezarfen (Hezar; Farsça kökenli bir sözcük olup 1000 anlamına gelir,
Hezarfen ise “bin fenli” (bilimli) yani “çok şey bilen” anlamına gelir.) olarak anılan 17. yüzyıl Türk bilgini
Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insanlardan biridir. 16231640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murat zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği
bilinmektedir.
İlk uçma denemelerinde, 10. yüzyıl Türk âlimlerinden İsmail Cevheri’ den ilham almıştır. Cevheri’nin
bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce
hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı’nda denemeler yapmıştır. Hezarfen
Ahmet Çelebi’nin, Leonardo da Vinci’nin kuşlar üzerinde yaptığı çalışmalardan da ilham aldığı
sanılmaktadır. Ayrıca, Leonardo Da Vinci’nin uçma konusundaki çalışmalarında kendinden çok önce bu
konuda araştırmalar yapan İsmail Cevheri’ den ilham aldığı sanılmaktadır.
Tarihi uçuşuna İstanbul’daki Galata Kulesi’nden başlamış ve İstanbul Boğazı’nı uçarak geçmeyi başarmıştır.
1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi’nden kuşkanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa
bırakan ve uçarak İstanbul Boğazını geçip 3358 metre ötede Üsküdar’da Doğancılar’a inen Hezarfen Ahmet
Çelebi, Türk havacılık tarihinin en ünlü isimlerinden biridir. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar
sadece Evliya Çelebi’nin Seyahatname‘sindeki ifadesinden ibarettir.
Bu olay Osmanlı Devletinde ve Avrupa’da büyük yankı bulmuş ve dönemin padişahı IV. Murat tarafından
da beğenilmiştir. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nden bu olayı seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce
24
çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi’ye göre “bir kese de altınla” sevindirmiş, ancak bu derece
bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, “Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne
murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil” diyerek onu Cezayir’e sürgün etmiştir.
Ahmet Çelebi orada vefat etmiştir.
Çemberlitaş Efsanesi
Çemberlitaş Sütünü MS. 330 yıllarında Bizans İmparatoru I. Konstantin onuruna, İstanbul’un yedi
tepesinden biri olan ve günümüzde Çemberlitaş olarak adlandırılan semtteki tepeye dikilmiş bir sütundur.
O zamanlar Valentius adında üstat bir müneccim varır. Yıldız ilminde gayet mahirdir. Konstantin ona
“şehrin ve tahtın talihini tuttur” dediğinde adam; “Bu şehir, taht ve saltanat senin nesline mübarek ve
bakidir, ta ki gemiler karadan yürüyünceye kadar” der.
Konstantin ve çevresindeki devlet adamları bu sözden “kıyamete kadar baki olunacağı” manasını çıkarır ve
memnun olurlar. Konstantin gidip sarayına yerleşir. M.S. 329’da Tavukpazarı’ndaki kırmızı dikilatş inşa
edilir. Bu taşın dikilme sebebi şudur; Konstantin’in validesi Helena, Kudüs’ü ziyarete gittiğinde orada
Kemame adlı bir kilise inşa ettirir. Hıristiyanlarda ona kendilerince mukaddes olan Hz. İsa’nın üzerine
gerildiği salibin parçalarını, ellerine ve ayaklarına vurulan mıhları ve bazı mucizelere ait eserleri getirip
verirler. O da, bunları alıp oğlu Konstantin’e hediye olarak götürür. Konstantin tazimle bunları alıp,
hazinesine saklar.
Zamanla kendisinden sonra gelecek hükümdarların bu mübarek eserlerin kadrini kıymetini bilmeyip saygıda
kusur edebilecekleri, bunun da büyük günah olacağı aklına gelir. Yerin altına taştan sağlam bir hücre inşa
edilmesini ve bu eserlerin oraya konulmasını emreder. Sonra da üzerine halen mevcut olan Dikilitaşı işaret
olması için yerleştirir.
Yedikule Hisarı
Bilindiği gibi Yedi Kule Zindanları 390 yılında imparator I. Theodosius tarafından inşa edilmiştir.
Kayıtlarda bu yapının devlet evraklarının saklandığı, yerli ve yabancı esirlerin hapsedildiği bir yapı olduğu
25
yazmaktadır. Ama kayıtlarda yazmayan bir efsane halk arasında dolaşır. Bu hikaye özellikle Osmanlı
İmparatorluğu’nun son yılları ile Türkiye cumhuriyetinin ilk 50 yılı süresince halk arasında yaygındı, fakat
günümüzde unutulmaya yüz tutmuştur, Hikayeyi bilenler çoğunlukla yaşlılar olup sayıları çok azdır.
Efsaneye göre; zindanlara hapsedilen önemli esirler arasında bir pagan da bulunmaktaydı. Fakat ne zindan
görevlileri ne de diğer komutan vb. kişiler bu adamın bir pagan olduğunu bilmiyorlardı. Onu Avrupa
devletlerinde üst düzey devlet görevlisi bir misyoner sanıyorlardı. Bazı gardiyanlar ise onun casus olduğunu
söylemişlerdi. Ve bu yüzden ona türlü işkenceler yaptılar. Hatta işkenceleri abarttılar ve yeni işkence
yöntemleri bile denediler bu adamın üzerinde. Pagan ise kendini acıyla eğitmiş olduğundan dolayı acıya
dayanıklıydı ve ne işkencecilerin istediği itirafları yapıyor, ne de acı dolu çığlıklar atıyordu. Bu da
işkencenin dozunun yükselmesine sebep oluyordu her geçen gün. Sonunda pagan bu işkencelere daha fazla
dayanamadı, ama ölürken anlaşılmaz bir lisanda, arada antik Latince’ye benzer kelimeler kullanarak dua
tarzı sözler söyledi. Tabii kimse bu sözleri önemsememişti. Paganın cesedi ise umulmadık bir hızda eriyip
gitmişti.
Sonradan bu olaylar halkın kulağına gitti ve bazı insanlar paganın lanet okuduğunu anladılar. Ölen pagan,
orada işkence gören insanların ruhlarının, Mesihin dünyaya geldiği güne kadar zindanların içine ve
duvarlarına hapsolmasını, Mesihin geldiği gün ise; ruhların hesap sormak için serbest kalmasını dilemişti.
Mesihin dünyaya ayak bastığı gün, Yedi Kule Zindanları’nda işkence görüp ölen bütün insanların ruhları
serbest kalacak ve hasap soracaklardı. O yüzden Yedi Kule Zindanları’nda bazen çığlıklar ve hatta
Latinceye benzer bir lisanda söylenen sözler duyulur…
Rumeli Hisarı Efsanesi
İstanbul'un fethi bin yıllık Doğu Roma İmparatorluğu'nun da sonu olmuş, bir çağ kapanıp bir
yenisi
açılmıştı.
Yedinci
Tarihin
Osmanlı
padişahı
bu
çok
Sultan
önemli
II.
olayı,
Mehmet,
elbette
büyük
ki
efsanelere
dedesi
Yıldırım
de
konu
Bayezid'in
olmuştu...
yapmak
istediği, ancak 1402 Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesiyle başaramadığı bir işin üstesinden
gelmek
yakasında
ister.
İstanbul'u
yaptırdığı
fethetmek...
Güzelce
Hisar'ın,
Bu
yani
amaçla,
Yıldırım
bugünkü
26
adıyla
Bayezid'in
Boğaz'ın
Anadoluhisarı
Anadolu
semtinin
karşı
kıyısına bir hisar da kendisi yaptırtmak ister. Ama Boğaz'ın o yakası Türklerin elinde değildir
o tarihlerde. Ayrıca, Bizans ile görünüşte de olsa iyi komşuluk ilişkileri sürmektedir o yıllarda. Genç Türk
sultanı, bu ilişkiyi bozarak imparatoru kuşkulandırmak istemediği için, Boğaz'ın Rumeli yakasındaki küçük
bir toprak parçasını dostça dileklerle elde etmeyi tasarlamıştır. II. Mehmet, gizlice Müslüman olan bir
rahipten
aldığı
Rumeli
yakasındaki
mektuptan
kiliselerden
birinin
esinlenir.
papazıdır.
Şöyle
Rahip,
der
Osmanlı
Boğaz'ın
padişahına
yazdığı
mektupta;
"İstanbul'u fethedecek ulu emir sensin. Burada bir kale ve Akdeniz Boğazı'nda iki kale yapılıp, İstanbul'a iki
taraftan zahireye benzer şeylerin girmesine müsaade olunmadığı taktirde, şehirde kıtlık ve pahalılık olması
muhakkaktır.
Genç
Azametle
padişah
Karadeniz'deki
bu
Edirne'den
mektuba
Terkos
çok
kalesi
deniz
gibi
sevinir
ve
yöresine
ava
askerle
bu
İmparator
gider,
bizim
tarafı
Konstantin’in
ardından
da
de
İmparator
şereflendiriniz."
iznini
alarak
Konstantin
'e
avladıklarından göndererek dostluğunu gösterir. Padişah, hediye av hayvanları ile birlikte bir
istekte de bulunur imparatordan. Boğaz'ın Rumeli yakasında, hisarın bugün bulunduğu yerde
bir
av
köşkü
yapmak.
İmparator
Konstantin
bu
işten
kuşkulanır,
ama
doğrudan
"hayır" cevabı verip onun düşmanlığını da kazanmak istemez. Konstantinos, padişahı bu işten
vazgeçirmek için dolambaçlı bir yola başvurur, sonunda ve elçileriyle şöyle bir haber yollar;
"Eğer padişah bir sığır derisinin kapladığı alanı aşmayacak kadar bir çiftlik yaparsa kabul
ederim. Ama bir sığır derisinden fazla olursa iznim yoktur. Zira barışa aykırı olur bu iş."
II. Mehmet imparatorun teklifini ikiletmez. Kendisine mektup yazan papazın da önerisi ile
imparatorun göndermiş olduğu sığır derisini ince şeritler halinde dilim dilim güzelce kestirir,
sonrasında da şeritleri uç uca ekleyerek geniş bir alanı çevirir. Sınırları belirlenen bu alan içine de
Rumelihisarı'nı yaptırır. Plan o şekilde uygulanır ki, Anadoluhisarı tarafından karşı sahile bakıldığında, kufi
yazıyla "Mehmed" adı okunur hisarın planında. Hisar inşa edildiğini haber alan Konstantin, "Barışa aykırı
kale
padişahı,
yaptınız"
dilim
dilim
diyerek
kesilmiş
sığır
hemen
derisini
adamlarıyla.
27
krala
elçisini
gönderir
yollar.
elçinin
yanma
Osmanlı
kattığı
kendi
"İşte izninizle bir sığır derisi büyüklüğünde bir bina yaptık. Fazla yaptıysak yıkalım" der.
Bizans imparatorunun tüm çabalarına karşın, II. Mehmet Çanakkale Boğazı'nın iki yakasında
da
kale
yaptırarak,
Bizans'ın
tüm
lojistik
destek
kanallarım
kapatmış
olur.
Ve
Şehr-i
İstanbul'un zaptı giderek yaklaşır...
Kıztaşı Efsanesi
Fatih'te, İskenderpaşa Mahallesi'nin biraz yukarısında, meydan oluşturan yolların ağzında, İstanbulluların
"Kıztaşı" diye bildikleri, ünlü Marcianus (Markianos) anıt sütunu ile ilgili efsaneyi anlatacağım şimdi
sizlere.
Ayasofya'nın yapımı sırasında genç bir kız, efsane bu ya, sırtına yüklediği koca bir sütunla inşaat alanına
doğru gitmekteyken, aniden karşısına bir cin çıkmış ve kıza nereye gittiğini sormuş.
"Ayasofya diye bir kilise yapıldığını duydum. Çorbada benim de tuzum bulunsun diye bu sütunu oraya
götürüyorum" diye cini cevaplamış kız.
"Sen geç kalmışsın, kilise çoktan bitti. Sen o taşı aldığın yere bırak" diye kıza karşılık vermiş cin.
Kız üzülerek taşı aldığı yere dikine bırakmış, ancak içine de bir kuşku düşmüş. Kendi gözüyle kiliseyi
görmek için yola düşmüş genç kız. Ayasofya'ya varınca bir de ne görsün. İnşaat bitmek şöyle dursun, daha
yarılanmamış bile. O zaman genç kız cinin kendisini kandırdığını anlamış ve taşı geri almak için hemen geri
dönmüş.
Ne var ki, dikili duran taşı yerinden kıpırdatamamış. Çünkü genç kız, cinin sözüne uyup taşı bıraktığı için
tılsımlı gücünü kaybetmiş. İşte o gündür, bugündür bu sütun "Kıztaşı" olarak anılır olmuş.
Sizlere belki de en az Ayasofya hakkındaki efsanelerden bahsedeceğim. Çünkü Ayasofya’ya girince
çıkmasını bilmiyorum. Ancak bu konu hakkında yapılan son çalışmaları okumanızı istiyorum. Bir doktora
tezi çalışması olarak hazırlanan Ferhat Aslan’ın Ayasofya Efsaneleri.
28
Ayasofya Efsaneleri
Ayasofya’nın Planı ve İsimi Efsanesi
Ayasofya’nın inşaatı toprak seviyesine gelince, mimarlar kubbeleri ve dehlizleri nereye yerleştirecekleri
konusunda anlaşmazlığa düşmüşler ve planlardan hiç birisi imparatorun hoşuna gitmediği için inşaatı nasıl
sürdürebileceklerini bilememişler. Bu olayın üzerinden yedi gün geçmiş. Sekizinci gece imparator rüyasında
binanın üzerinde, elinde saf gümüş bir levhayla dolaşan, yeşil elbiseli bir melek görmüş; bu gümüş levhanın
üzerinde bir kilise planı varmış.
Meleği görünce Justinianus’un kafasında bir şimşek çakmış. “O gümüş levha benim elimde olsa ne iyi
olacaktı! Binayı o plana göre yapabilecektim!” diye düşünmüş. Bunu hayal ederken melek levhayı
Justinianus’un eline koymuş ve Justinianus’a: “İşte Ayasofya’nın inşaat planı. Kaderin levhasında çoktan
beri çizilmiş olarak duruyordu. Şimdi zamanı geldi ve onu getirdim.” demiş. Justinianus da meleğe;
“Ayasofya nedir?’ diye sormuş. Melek de Justinianus’a: “İnşa edeceğin bu kilisenin adı ilk günden beri
Ayasofya idi. Yunanca’da Ayasofya: “Tanrı’nın Evi” demektir ve aynı zamanda “Tanrı’nın sevgili
kullarının tapınağı” anlamına gelir.” demiş. Rüyadan uyanınca, bu meleğin Tanrı’nın bir habercisi olduğunu
ve kilisenin adının Tanrı tarafından konduğunu anlamış ve Tanrı’ya şükretmiş.
İmparator bu kutsal rüyadan uyanır uyanmaz hemen mimar İsidoros’u çağırtmak üzere haberciler
göndermiş. Aynı gece, Tanrı’nın inayetiyle İsidoros da aynı rüyayı görmüş. İsidoros rüyasından uyandığında
zihninde levhadaki plan varmış. Planı unutmamak için hemen kâğıda geçirmeye koyulmuş, henüz
bitirememiş ki İmparator’un habercileri gelmişler. Planı tamamlar tamamlamaz, İmparator’un yanına gitmiş,
ona önce saygılarını, sonra da planı sunmuş. İmparator bu planın rüyasındaki planın aynısı olduğunu görmüş
ve çok şaşırmış. Başını eğmiş ve bir süre sonra: “Bu planın aslını nerede buldun?” diye sormuş. Mimar
rüyasında gördüklerini ve duyduklarını anlatmış. Her ikisi de çok şaşırmışlar. Sabah olunca, keyfi yerinde
olan Justinianus soylular ve yapı ustalarıyla birlikte inşaat yerine gelmiş ve İsidoros’a levhayı getirmesini
söylemiş. Plan hepsinin hoşuna gitmiş ve oybirliğiyle onaylamışlar. Binanın temellerini bu plana göre
çizmişler. Sonra İmparator: “Biliniz ki bu kilisenin adı ve planı bize öbür dünyadan gönderildi” demiş. Hem
29
İmparator, hem İsidoros rüyada gördüklerini ve duyduklarını anlatmışlar. Kilisenin adı o günden beri,
“Ayasofya” olarak kalmış
Hz. Muhammed’in tükürüğü Ayasofya’yı koruyor
Bizans sanatı konusunda sayılı uzmanlardan İngiliz Anthony White’ın aktardığına göre, Hz. Muhammed’in
peygamber olduğu dönemde Ayasofya’nın küçük kubbelerinden biri çöküyor. Tamiratta başarısız olan
Bizanslılar, Peygamber’e elçi gönderiyor ve “Yeniden yerine oturtabilmek için ne yapmalı?” diye
soruyorlar. Hz. Peygamber özel taşlar, kum ve bir de kap içinde kendi tükürüğünü gönderiyor. Tükürük
harca karıştırılıyor. O kubbeye bir daha hiçbir şey olmuyor.
Terler Direk
Bu sütunun neden terlediğiyle ilgili hem Bizans döneminde hem de Osmanlı döneminde pek çok efsane
teşekkül ettirilmiştir. Bizans döneminde anlatılanlara göre: Ayasofya yaptırılırken Aziz Georgios diye
önemli bir Hıristiyan azizi vardır. Bu aziz insanların hastalıklarına elleriyle derman olmaktadır.
Ayasofya'nın yapımı bittikten sonra bu aziz, Ayasofya'ya gelen insanlara yardımcı olmak maksadıyla
iyileştirici güçlerini terleyen sütuna aktarmıştır. O günden sonra bu sütuna değen bütün hastalar şifa
bulmuşlar. Osmanlı döneminde var olan efsaneye Seyahatname'sinde yer veren Evliya Çelebi'ye göre ise;
Terler Direk'in temelinde tılsımlı bir definenin olduğu söylenir. Başka bir söylentide "Kalede kuşatılmış olan
Yâvedûd Sultan'ın yakıcı âhının sıcaklığından hâlen terler" denmektedir. Bir söylentide ise "Hz. Risâlet'in
tükürüğüyle yapılan harç bu sütunun altında karıldığı için hâlâ onun rutubeti etkisinden terler."
denilmektedir.
OKUMA LİSTESİ
30
Görebildiğimiz kadarıyla bu konudaki ilk eser, Abdulkadir İnan’ın çeşitli konulardaki
makalelerinin bir araya toplandığı “Makaleler ve İncelemeler” adlı eseridir. İnan’ın bu eserinde efsanelerle
ilgili olarak üç makale yer almıştır.
Pertev Naili Boratav, “100 Soruda Türk Halk Edebiyatı” adlı eserinde efsaneleri müstakil bir
bölümde ele alıp incelemiştir. Boratav bu eserinde efsane türü, tasnifleri ve diğer türlerle münasebeti
üzerinde durmuştur.
Boratav, “100 Soruda Türk Folkloru” adlı eserinde de efsaneler hakkında bilgi vermiştir. Bu eserde
insanlar, hayvanlar ve yerler hakkında oluşmuş olan inanış ve töreler hakkında bilgi verilirken efsanelerden
de söz edilmiştir.
Türk efsaneleri üzerinde yapılan en önemli çalışmalardan biri Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in
hazırlamış olduğu “Türk Mitolojisi” adlı eserdir
Ögel, bu eserinde İslamiyet öncesi oluşan Türk efsane ve destanlarından metinler seçip incelemiş,
bunlar üzerinde ilmî münakaşalar yapmıştır.
Sedat Veyis Örnek, “100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane” adlı eserinde efsaneleri de ele
alıp incelemiştir. Örnek, bu eserinde ilkel kavimlerdeki inanç ve kültler üzerinde durmuştur.
Şükrü Elçin, “Halk Edebiyatına Giriş” adlı eserinde efsane ve menkıbeyi tarif ettikten sonra
çeşitlerinden söz etmiştir. Eserde 21 efsane metni de yer almıştır.
Ahmet Yaşar Ocak, “Bektaşî Menakıpnamelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri” adlı eserinde 8
menakıpnameyi ele alarak incelemiştir. Eserin giriş bölümünde ateş, tabiat ve Gök-Tanrı kültleri hakkında
bilgiler verilmiştir. Ocak, Bektaşî menakıpnamelerindeki motifleri menşeleri itibariyle tahlil etmiştir.
Ocak’ın bu konudaki ikinci eseri, “Türk Halk İnançlarında ve edebiyatında Evliya Menkıbeleri”dir.
Eserde, “veli kavramı”, “veli kültü”, “menkıbe” ve “keramet” gibi kavramlar ele alınıp geniş olarak
incelenmiştir. Üç bölüm olan eser, efsaneler için oldukça mühim bir kaynaktır.
“İslam-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü” adlı eser, Ocak’ın bu konudaki üçüncü
çalışmasıdır. Ocak, bu eserinde Hızır motifini değişik yönleriyle ele alıp incelemiştir.
31
Ocak, bu konudaki son çalışması olan “Türk Folklorunda Kesik Baş” adlı eserinde “kesik baş” motifi
hakkında bilgiler vermiştir. Kesik baş motifinin efsane, destan, masal ve hikâyelerdeki görünüşünden söz
etmiştir.
Ali Öztürk, “Türk Anonim Edebiyatı” adlı eserinde efsane bahsini geniş olarak ele alıp incelemiştir.
Öztürk, efsanenin tarifi, hususiyetleri ve anlatım kuralları üzerinde durmuştur. Bu eserde efsaneler dört grup
halinde ele alınmıştır.
Abdulkadir İnan, “Tarihte ve Bugün Şamanizm” adlı önemli çalışmasında Türklerdeki Şamanist
inançtan bahsederken efsanelere de müracaat etmiştir
Hikmet Tanyu, “Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri” adlı eserinde Ankara ve çevresindeki
ziyaret yerleri hakkında bilgi verirken efsanelerden de söz etmiştir. Tanyu’nun bu konudaki ikinci çalışması
“Türklerde Taşla ilgili İnançlar” adlı eseridir. Bu eserde taş kültü değişik yönleriyle tanıtılmıştır. Eserde yer
yer taşlarla ilgili efsanelerden örnekler de verilmiştir.
Kemâl Yüce, doktora tezi olarak hazırladığı “Saltukname’de Tarihî, Dinî ve Efsanevî Unsurlar” adlı
eserinde Sarı Saltukla ilgili efsanevî unsurlardan da söz etmiştir.
Mehmet Kaplan, “Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 3. Tip Tahlilleri” adlı çalışmasında “gazi”
ve “veli” tiplerini ele alarak incelemiştir.
Saim Sakaoğlu, efsanelerle ilgili olan makalelerini toplayarak “Efsane Araştırmaları” adıyla
yayımlamıştır. Bu eserde Türkiye dışındaki Türklerden efsane örnekleri de yer almıştır.
Efsanelerle ilgili bu ilmî kitapların yanında sadece metin neşrinden ibaret olan kitaplar da vardır. Bu
kitaplarda efsane metinleri ya olduğu gibi yani derlendikleri halleriyle veya işlenmiş olarak yer almışlardır.
Bu eserleri yayın tarihlerine göre kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:
Osman Beyatlı, “Bergama’dan Efsaneler, Âdetler, İstanbul 1941.
H. Narmk Orkun, “Türk Efsaneleri”, İstanbul 1943.
Ali Rıza Önder, “Yaşayan Anadolu Efsaneleri”, Kayseri 1955.
C. Şakir Kabaağaçlı, “Anadolu Efsaneleri”, İstanbul 1957.
Malik Aksel, “Anadolu Halk Resimleri”, İstanbul 1960.
Mehmet Önder, “Konya Efsaneleri”, Konya 1963.
32
Cemil Cahit Güzelbey, “Gaziantep Evliyaları”, Gaziantep 1964.
Selma Aktan, “Hakiki Anadolu Efsaneleri”, II c, Adana 1965.
Mehmet Önder, “Anadolu Efsaneleri”, Ankara 1966.
E. Behnan Şapolyo, “Türk Efsaneleri”, İstanbul 1966.
Murat Uraz, “Türk Mitolojisi”, İstanbul 1967.
Fehmi Anlaroğlu, “Dilden Dile Nesilden Nesile Anadolu Efsaneleri”, Ankara 1968.
Mehmet Önder, “Efsane ve Hikâyeleriyle Anadolu Şehir Adları”, Ankara 1969.
Mehmet Önder, “Bitmez Tükenmez Anadolu (Hikâyeleri, Efsaneleri ve Destanlarıyla)”, Ankara
1970.
Ünver Nasrattınoğlu, “Afyonkarahisar Efsaneleri”, Ankara 1973.
M. Necati Sepetçiouğlu, “Türk-İslam Efsaneleri”, İstanbul 1975.
İsmail Hakkı Acar, “Zara Folkloru”, Sivas 1975.
Efsane Derlemeleri, İstanbul 1975.
Saim
Sakaoğlu
“101
Anadolu
Efsanesi”,
İstanbul
1976,
2.b.
Ankara
1989.
Ali Püsküllüoğlu, Efsaneler, Ankara 1982.
Nezihe Araz, “Anadolu Evliyaları”, İstanbul 1984.
Hatice Gülensoy, “Tunceli’de Munzur Efsanesi”, Ankara 1986.
“Efsanelerimiz” “(İnönü Üniversitesi Efsane Derleme Yarışması), Malatya 1988.
Sabahattin Çankaya, “Elif ile Yusuf; Bir Kadirli Efsanesi”, İstanbul 1982.
Mehmet Önder, “Efsane, Destan ve Öyküleriyle Anadolu Kentleri”, İstanbul 1989.
Ahmet Kabaklı, “Ejderha Taşı”, İstanbul 1991.
Hatice Gülensoy, “Tunceli’de Elti Hatun Efsanesi”, İstanbul 1992.
Mehmet Önder, “Aldı Sözü Anadolu”, Ankara 1992.
Bunların yanında halk edebiyatı ve folklorla ilgili çeşitli kaynaklarda efsane metni yayımlanmıştır.
33

Benzer belgeler

hayrullah_cengiz_dersnotu1_İstanbul_Efsaneleri

hayrullah_cengiz_dersnotu1_İstanbul_Efsaneleri İstanbul, Sultan II. Mehmed’in ordusu tarafından her yönden kuşatılmıştır. Ancak fetih bir türlü gerçekleşmemektedir. Sultan II. Mehmed, kuşatmanın neden o kadar uzun sürdüğünü ve Konstantiniye’nin...

Detaylı