Psikanalitik bir perspektifin milliyetçiliği anlamaya yönelik imkânları

Transkript

Psikanalitik bir perspektifin milliyetçiliği anlamaya yönelik imkânları
Psikanalitik bir perspektifin milliyetçiliği
anlamaya yönelik imkânları
Harika Yücel
Önümüzdeki görev görünüm alanı içersinde insan olanın
çığlığına cevap verebilecek kamusal görme ve duyma usullerini tesis etmektir. Çünkü söz konusu alanda çığlığın izi, ya açgözlü bir
milliyetçiliği rasyonalize etmek için abartılı bir şekilde şişirilmekte, ya da tümüyle silinmektedir, ki iki seçenek de aynı yere çıkar
(Judith Butler, 2005a, s.149).
M
illiyetçilik kavramı, ulus-devletlerin ulus aşırı yapılanmalara
doğru gittiği günümüzde, geç modernizm/geç kapitalizm denilebilecek bir süreçte, üzerinde en çok tartışılan ve yeniden ta-
nımlanmaya çalışılan kavramlardan biri gibi görünüyor. Yeniden tanımlanmaya
çalışıldığı kadar yararlı/elverişli toplumsal/politik bir araç olup olmadığı ve milliyetçi ideolojilerden muaf bir toplum tahayyülünün imkânlılığı da epey kafa yorulan soru ve arayışları oluşturuyor. Geniş bir grubun “milli” denen bir sıfatla kendini/kimliğini tanımladığı bir toplumsal sürecin dışında imkânların olup olmadığını araştırmaya iten en önemli nedenin aynı zamanda etik bir alanı işgal ettiği
de söylenebilir; milliyetçi ideolojiler ve eğilimler tektipleştirici, dışlayıcı ve niha-
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
33
yetinde şiddet, işkence, savaş gibi insanlık suçlarına yol açan dinamiklere sahip
görünmektedir. Milliyetçiliği olumlu ve olumsuz olarak ayıran, yurtseverlik, ulusalcılık gibi adlarla ehlileştirip kendine mal etmeye çalışan çeşitli politik hareketler milliyetçi ideolojilerin homojenlik ideali adına baskıcı ve dışlayıcı potansiyelini kabul etmek istemeyebilir elbette. Toplumsal kimliğini ulus kavramı üzerinden tanımlamanın “diğerleri” diye bir kategoriyi doğrudan çağırmadığını ve
dolayısıyla milliyetçiliğin kendiliğinden bir dışlama potansiyeli taşımadığını ileri
süren yaklaşımlar ziyadesiyle var. Milliyetçilik elbette yekpare bir olgu değildir,
diğer bir deyişle belli özellikleri ve dinamikleri tanımlanabilen sınırları belli toplumsal/politik bir görüngü değildir, daha ziyade yeniden ve yeniden inşa edildiği
söylenebilir; ancak bu kabulün belli eğilimleri ve dinamikleri tanımlamaya da
engel teşkil etmediğini ileri sürebiliriz. Bu bağlamda, kavramın ya da görüngünün diğer sosyal bilimler kadar sosyal psikoloji ve uygulamalı psikanaliz alanlarında da ele alınan, belli milliyetçilik pratikleri üzerinden anlaşılmaya çalışılan
bir araştırma nesnesi olduğu söylenebilir.
Psikanalizin temel nesnesi psişe ya da bireyin iç dünyası olmakla beraber,
Freud’dan itibaren yapılageldiği gibi grup süreçlerini ve sosyal olguları anlamak
için de psikanaliz elverişli teorik imkânlara sahiptir. Yapısalcı toplumsal/politik
analizlerin çıkış noktası olarak ekonomik/toplumsal süreç ve ilişkiler, içinde yaşayan bireylerin ruhsallığını belirler ancak (bilinçli ve bilinçdışı) psişik süreçlerin de toplumsal olanı biçimlendirdiğini kabul ederek bu analizi çok katmanlı
hale getirmek mümkündür. Toplum ve birey (ya da kişi) ikilisini/ilişkisini kavrarken iki farklı kategori varsaymak ve belirlenimci bir öncelik atfetmek yerine
bireyin içinde toplumu ve toplumun içinde bireyi eşzamanlı olarak anlayabilmek
bu çerçeveye daha iyi oturuyor. Butler (2005b) çok yetkin toplumsal eleştirilerinde, iktidarın özneyi tamamıyla belirleyen bir mefhum olmadığını bize hatırlatırken aynı zamanda öznenin de iktidarı tek başına belirleyecek bir konum işgal
edemeyeceğini vurgulamaktadır. Konumuz bağlamında ele alırsak, birtakım
egemen kolektif söylemler ve bu söylemler içinde biçimlenen kolektif kimlik(ler)in toplumsal ve psişik olanın kesişme alanında şekillendiği ileri sürülebilir. Tabii, kimlik politikalarının açmazlarına düşmemek adına kimlikleri akış-
34
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
kan, kesintili ve konumsal olarak kavramak daha uygun görünüyor. Milli/ulusal
kimlikleri ve bunları şekillendiren milliyetçi politik söylemleri bu bakış açısıyla
kavramaya çalıştığımızı tekrara düşmek adına vurgulamakta fayda var.
Freud (1930), Civilization and Its Discontents (Uygarlığın Huzursuzluğu)
yapıtında, uygarlık süreci ile psişik gelişimin benzer bir yol izlediğini söyler; örneğin toplulukların da uygarlığın gelişiminde belirleyici olan bir üstbenlik geliştirdiğini
öne
sürer.
Freud,
toplulukların
işleyişini
incelerken
kolektif
üstbenlikten sıkça bahseder, böyle bir üstbenliğin gelişiminin kolektif yaşamı,
uygarlık sürecini mümkün kıldığını söyler. Belli bir uygarlık döneminin
üstbenliği, ona göre tıpkı bireydeki gibi bir kökene sahiptir. Hatta Freud, bireylerde nevrozun varlığından nasıl bahsedebiliyorsak toplumlar için de bu yönde
bir teşhis koymanın ya da tanımlama yapmanın mümkün olabileceğini öne sürmeye kadar gider ama aynı zamanda kavramları, içinde geliştiği bağlamdan koparıp almanın tehlikelerine karşı da bizi uyarır. Aradan geçen yüzyıl içinde uygulamalı psikanalize yönelik eleştirilerin kaynağında da bu olagelmiştir; bireyi
anlamaya yönelik kavramların daha geniş toplulukları kavramak adına yanlış
bir şekilde genelleştirmeye maruz kaldığı. Ancak, kavramların sınırlı ve kapalı
açıklama alanları olduğunu öne sürmek ve geliştirildiği alanların dışında işe
koşmamak da düşünsel bir tutuculuğun işareti olarak görülebilir. O halde, kavramların özgün bir şekilde geliştirildiği bağlamlar göz önünde bulundurularak
toplumsal olanın karmaşıklığını anlamak adına kullanım alanlarını genişletmek
ve o sırada yeni kavramsallaştırmalar oluşturmak gayet anlaşılır görünmektedir.
Psikanalitik bir perspektifin toplumsal süreçleri anlamada nasıl yararlı
olabileceğine dair ipuçlarını Frosh’un (2001) yazdıklarında da bulabiliriz. Frosh,
sosyal, ekonomik ve politik bir analizin yanı sıra öznelliğin hesaba katılmadığı
sosyal açıklamaların yetersiz kalacağını, böyle bir çabanın ortada görünür herhangi bir amaç ya da mantıklı bir çıkarın söz konusu olmadığı durumları açıklamakta başarısız olacağını söyler. Frosh, öznellikten bahsederken bilinçdışı süreçlere de atıfta bulunur. Gerçekten de insanların milliyetçi söylemleri niye benimsediği konusunda Brown’un (2000) özetlediği en yaygın açıklamalar yeterli gel-
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
35
memektedir; buna göre milliyetçilik basitçe bir içgüdü, toplulukla kurulan ilksel
bir bağ, ortak menfaatler etrafında insanları harekete geçiren politik bir dayanak ya da modern dünyanın karmaşıklıkları karşısında daha basit önermeler
sunan bir ideolojidir. Soruları şu şekilde sorduğumuzda psişik açıklamalara duyulan ihtiyaç daha açıkça kendini göstermeye başlar: Neden gruplar ulus kimliğine yoğun bir aidiyet geliştirir, bu kimliği ülküleştirir ve bunun karşısında “diğerleri”ni tanımlayıp değersizleştirmeye çalışır? Neden diğerlerinden nefret eder
ve savaşlar çıkarır? Bu sorulara sosyal psikoloji disiplinin içinden getirilmeye
çalışılan cevaplar vardır. Örneğin sosyal kimlik kuramı, insanların olumlu bir
kendilik kimliği duyumuna ihtiyaç duyduğunu ve sosyal kimliklerin bu ihtiyacı
doyurduğunu öne sürer. Bu yaklaşıma göre, insanlar kendilerini tanımladıkları
gruba olumlu özellikler atfederken, diğer gruplara olumsuz birtakım özellikler
yükleme eğilimindedir. Milliyetçi tutumların çeşitli dereceleri, bu atıfların ne
oranda yapıldığına bağlı olarak değişir; bunun yanı sıra gruplar arası karşılaştırmalara sık başvurulduğu durumlarda olumlu iç grup algısı ve olumsuz dış
grup algısının daha güçlü olduğu görülmektedir (Tajfel & Turner, 1986). Tam da
bu noktada psikanalitik bir perspektif neden bireylerin kendilerini tanımladıkları gruplara olumlu özellikler yükleyip diğerlerine bu şekilde yaklaşmadığını anlamaya çalışır; bununla kalmaz, böyle bir eğilimin “doğal” olup olmadığını ve
bunun ötesinde bir ruhsal gerçekliğe yer olup olmadığını araştırmaya girişir.
Milliyetçiliği analiz etmeye yönelik bir çerçeve sunmadan önce, yapılmış
tanımlara bir göz atmak ve bir hareket noktası belirlemek yararlı olabilir.
Gellner, milliyetçiliği modern bir kavram olarak ele alır ve ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla eşzamanlı olarak tarihlendirir. Ona göre, aynı kültürü paylaşan kişilerden oluşan ulus anlayışına bağlı olarak milliyetçilik, kültür benzeşikliğini temel bir sosyal bağ olarak sürdürmeye çalışan politik bir ilkedir. Ancak bu, evrensel ve gerekli bir ilke olarak kavranmamalıdır. (Gellner, 1997a, 1997b). Milliyetçiliği modernizm ve kapitalizmin gelişimiyle bağlantılandıran Benedict Anderson
da (1991) ulusu hayali politik bir cemaat olarak görür. Milliyetçilik ve ırkçılık
birbirinden farklı kavramlardır ancak Balibar’ın (2000a, 2000b) öne sürdüğü gibi
milliyetçilikler ırkçılıkla, yeni-ırkçılıkla iç içe geçme eğilimindedir. Balibar, kül-
36
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
türel farklılıkların aşılamaz olduğunu öne süren ve kültürel homojenliğin
varolabileceğini varsayan yeni bir ırkçılıktan bahsetmektedir. Özbek’in (2005)
dikkat çektiği gibi bunun Türkiye bağlamında da tezahürleri görülmektedir, özellikle de Kürt hareketi ve Kürtlere yönelik tutumlarla bağlantılı olarak. Milliyetçiliğin açıkça ırkçı özellikler göstermeyen ancak faşizan eğilimler taşıyan biçimleri de vardır; örneğin Parla’nın (1993) öne sürdüğü üzere Türkiye’deki cumhuriyeti kuran resmi ideolojiye içkin milliyetçilik anlayışı yer yer otoriter ve faşizan
özellikler gösterebilmektedir; bunun ırkçı-milliyetçi sentezleri de tarih içinde
kendini ortaya koymuştur.
Şimdi, psikanalitik bir teorik çerçeveyi özetlemeye çalışabilir ve öncelikle
psikanalizin kimlik kavramına nasıl yaklaştığını inceleyebiliriz.
Psikanalitik teoride kimlik kavramı
Kimlik, başlangıçtan itibaren psikanalitik teori içinde tanımlanmış bir
kavram gibi görünmemektedir; daha ziyade benlik psikolojisi kuramcıları tarafından tanımlanmış ve ele alınmıştır. Dürtü kuramı açısından bakıldığında kimlik kavramı psiko-sosyal bir yapıya atıfta bulunur gibidir, psikanaliz ise psişik,
diğer deyişle iç/ruhsal gerçeklikle uğraşır; bu nedenle kavramın adına söz konusu metinlerde rastlamak zordur. Erikson kimlik kavramına teorisinde önemli bir
yer verir ve onun iki boyutunu tanımlar. Ona göre kimlik hem psişe içi bir boyuta
sahiptir, ki bu şekilde kişiye kalıcı bir aynılık duygusu sağlar, hem de ruhsallıklar arası boyutunda diğer kişilerle ve bir grupla birlikte paylaşılır; bu ikisi arasında ise karşılıklı bir ilişki vardır (Erikson, 1956). Bu kavrayışın yanı sıra, başka yazarlar tarafından kimliğin genel olarak şu iki boyutu vurgulanır; biri kişinin kendi içindeki benzerliklere odaklanır, bu durumda kimlik duyumu kişiye
tutarlılık ve aynılık duygusunu verir; diğeri de kendilik ve diğerleri arasındaki
farklılığı öne çıkarır, bu da kişinin biricikliğine atıfta bulunur (Grinberg and
Grinberg, 1974). Kimlik duyumunun oluşumu ötekinin varlığına gereksinir; hem
özdeşleşmek hem de farklılaşmak için. Sosyal/kolektif kimliği ve milliyetçi aidiyetleri bu bakış açısından ele alırsak, grupların baskın olarak özdeşleştikleri bir
kolektif kimliğin olduğu durumda grubun yeni üyelerinin de bu kimliği benim-
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
37
seme olasılığı yüksek olacaktır. Bu kolektif süreçlerde özdeşleşilen grup içindeki
benzerliklere dikkat edilip bu özellikler öne çıkarılırken, diğer grup ile benzemezlikler/farklılıklar bulma eğilimi kendini gösterecektir. Bu eğilim pek çok grup
süreci için geçerli olmakla birlikte grubun ve üyelerinin özdeşleşme ve farklılaşma ihtiyacının yoğunluğuna bağlı olarak değişecektir, ki bu da grup içi psişik
dinamikler ve süreçlerle ilintilidir.
Volkan’ın (1998) öne sürdüğü üzere, gruplar, çeşitli derecelerde kolektif
kimliği biçimlendiren belli ortak imgeler, temsiller ve idealler geliştirirler. Tüm
bunlar, Volkan’ın kavramıyla toplumun tüm üyelerinin ulaşabileceği paylaşılan
rezervuarları oluştururlar, ulusal düzeyde bir ülkenin bayrağı, anıtları ya da birtakım başka simgeleri bu rezervuarların görünür parçalarıdır. Toplumun üyelerinden bu imge, temsil ve ideallere duygusal yatırım yapmaları istenir. Aynı zamanda bir politik/ideolojik sistem içindeki çeşitli milliyetçi söylemler de bu imge,
temsil ve idealleri biçimlendirme eğilimindedirler; bunlara da “ulusal/milli” adını
vererek ülküleştirmeye (idealize etmeye) çalışırlar. Bunun sonucunda milli bir
kimlik oluşturmak hedeflenir. Genellikle milliyetçi söylemler tarafından, bu kimliğin toplumun tüm üyeleri tarafından sahiplenilmesi diğer bir deyişle bu kimlikle özdeşleşmeleri beklenir. Ancak aslında burada istenen, bir özdeşleşmeden
(identification) ziyade kimliğin içe yansıtılması (introjection) ya da bünyeye katılmasıdır (incorporation); özdeşleşme genel olarak daha olgun ve sofistike bir
psişik süreç gerektirir. Đçe yansıtmada çoğunlukla bir nesnenin özellikleri “iyi”
veya “kötü” olarak içe alınır, bir diğer deyişle nesne bir bütün olarak algılanmaz.
Bünyeye katmada da genellikle kaybedilen bir nesnenin kaybının inkar edilerek
tamamen bünyeye alınması söz konusudur, nesne bünye tarafından herhangi bir
içsel dönüştürme işlemine tabi tutulmaz. Özdeşleşmede ise, nesneyi iyi ve kötü
yanlarıyla bir bütün olarak algılayan özne onun bazı özelliklerini benimseyip
kendi içsel süreçleriyle dönüştürür.
38
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
Yaygın olarak kullanılan savunma mekanizmaları
Milliyetçi eğilimler, değişen derecelerde de olsa kolektif kimliği genel olarak “tümden-iyi” olarak görme eğiliminde olduğu için, üyelerden de bu “tümdeniyi”yi benimsemeleri ve bağlılık geliştirmeleri istenir. Đyi ve kötünün bu ayırma
işlemine tabi tutulması sonucunda, “kötü” ve istenmeyen parçalar diğerine yansıtılır; kendinin saldırgan ve yıkıcı eğilimleri inkar edilerek bu saldırganlık diğerine yüklenir. Burada kullanılan savunma mekanizmaları yansıtma ve yansıtmacı özdeşimdir. Bu kavramlara teorisinde önemli bir yer veren, bilindiği gibi
Melanie Klein’dır. Saldırgan ve “kötü” parçalar diğerine yansıtıldığında, kontrol
edilmek istenen diğeri artık “kötü” olmuştur, yani kendiliğin saldırgan ve kötücül
kısımlarını taşıyan bir konuma gelmiştir. Bunun sonucunda ise zulmedici olarak
görülmeye başlanır ve onun tarafından kontrol edilme korkusu kendini gösterir.
Bu, bir nevi misilleme korkusudur (Klein, 1946).
Öne sürülebilir ki, milliyetçi söylemlerde sıkça rastlanan paranoid düşünceler, örneğin diğerinin kötü emelleri nedeniyle saldırıda bulunacağına dair beklenti ve korkular, bu mekanizmaların aşırı kullanımı sonucunda gelişmiştir. Aslında sıkça üretilen komplo teorilerinden bahsetmiş oluyoruz ve bu eğilimin
tümgüçlülük fantezileriyle de yakından bağlantısı olduğu söylenebilir. Butler
(2005a), 11 Eylül’deki saldırı olayını ele alırken A.B.D.’nin bu olayda büyük sorumluluğu olduğuna dair sıkça getirilen açıklamanın A.B.D.’yi tümgüçlü bir özne
olarak görmekle bağlantılı olduğunu dile getiririyor ve bu bağlamda paranoyanın
tümgüçlü fantezilerle bağlantılı olduğunu bize tekrar hatırlatıyor. Milliyetçi söylemlerde bu tümgüçlü fantezinin nasıl işlediğine göz atarsak, kendini ülküleştirerek “tümden-iyi” olarak görme eğiliminin, diğerinde haset duyguları uyandırdığına dair bir algılamayı beraberinde getirdiği görülebilir. Kendini bir arzu nesnesi olarak konumlandırmanın sonucu olarak diğerinde haset duygularını açığa
çıkarmış olma varsayımı, zaten yansıtma mekanizmasının bir ürünüdür.
Melanie Klein (1957/1975), arzu nesnesinin başka birine ait olduğu ve ona haz
verdiği varsayımı nedeniyle hissedilen öfkeyi haset olarak tanımlar. Haset bu
nedenle oldukça yıkıcı bir duygudur, ötekini bu hazdan mahrum etmek için ona
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
39
zarar vermek ister. Ötekinin hasetli olduğuna dair fantezinin, oldukça kibirli bir
varoluşa atıfta bulunduğu ileri sürülebilir. Zizek’in (2002) Lacancı bir bakış açısıyla dile getirdiği gibi, milli özdeşimlerde sadece “biz” diye tanımlanan öznenin
ulaşabileceği varsayılan bir “şey” vardır, ki diğeri buna ne sahiptir ne de onu
kavrayabilir ve tam da bu nedenle bu “şey” diğerlerinin tehdidine her zaman
açıktır. Bu “milli şey”, içinin sonradan doldurulabileceği bir mefhumdur, bizatihi
topluluk üyelerinin inancıyla varolmaktadır. Bu bakış açısını, diğerleri diye adlandırılan gruplarla kurulan ilişkiye taşıyarak şunu söyleyebiliriz: diğerlerinin
de sahip olduğu bir “şey” varsayılır ve bu “biz”de inkar edilmek istenen bir haset
yaratır. Milliyetçi söylemlerde sürekli değersizleştirilmeye çalışılan öteki, aynı
zamanda haset duyguları uyandırdığı için de böyle bir akıbete uğramaktadır.
Tam bu noktada, Türk milliyetçiliğinin Batı’yla karmaşık ilişkisinin uzun
tarihine bir gönderme yapabilir, Türkiye içindeki etnik gruplara yönelik milliyetçi tutumlara kısaca göz atabiliriz. “Batı” Türkiye’deki pek çok farklı milliyetçi
söylemde haset edilen öteki iken, Türkiye içindeki çeşitli etnik gruplar ise “biz”e
haset ettiği varsayılan ötekilerdir. “Batı”, gizliden gizliye kabul edilsin ya da inkar edilsin çoğu zaman bir arzu nesnesi iken, ikinci gruptakilerin haset edilecek
hiçbir yanı yoktur, tam aksine “biz” in sahip olduğu biricik şey nedeniyle onlar
“biz”e haset etmektedir. Öne sürülebilir ki, Batı’yla ilişkisinde ona öfke ve haset
duyan Türk milliyetçiliği onu kötü niyetli bir nesne olarak konumlandırmakta
ancak diğer yandan da “Batı”nın haset edilen değerlerini kendine katarak, bir
nevi “Batı” olarak, Kürt ve Arapları gelişmemiş ilan edebilmekte, kendini onlardan üstün görebilmektedir.
Bahsedilen savunma mekanizmalarının kullanımı genellikle çoklu ve
karmaşıktır. Üstelik, kendi milli kimliğini ülküleştiren farklı milliyetçi söylemlerin birbirini beslemesinin, çoğu zaman bu ortak kullanılan savunma mekanizmaları sayesinde mümkün olduğunu öne sürebiliriz. Her biri istenmeyen yanlarını
diğerine yansıtır ve diğerinden misilleme beklerken, bir anlamda da kendilerini
doğrulayan tutumlar ve eylemler içine girerler.
40
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
Rustin (1991) esasen ırkçı tutumları ele aldığı çalışmasında, bu savunma
mekanizmalarının aşırı kullanımı sonucunda düşünce süreçlerinde de ciddi bozulmaların olduğunu bize hatırlatır; bütünleştirilememiş parçaların yansıtma
yoluyla dışarı atılması sonucunda neyin “bizden” neyin “diğerinden” geldiğinin
karışma olasılığı yüksektir. Rustin, daha da ileri giderek ırkçılığın temelde gerçeklik ve hakikate yönelik büyük bir nefret beslediğini ifade eder; ırkçı atıflar
zaten akıl yürütmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmaz, çıkamaz, asıl kaynağı
duygusaldır. Düşünce ve duygulanımı ikilikçi bir bakış açısıyla birbirinden ayırmak bu bakış açısına uymaz, denilebilir ki duygulanımın yoğunluğu nedeniyle
gerçeklik testine tabi tutulamayan kanaatler söz konusudur. Milliyetçi tutumlarda da benzer bir psişik sürecin işlediği öne sürülebilir. Hatta pek çok milliyetçi söylemde, düşünmek yasaklanır. Türkiye’de düşünce suçlarına yönelik cezai
yaptırımlar ya da örneğin 301. maddenin varlığı bu bağlamda bir yere oturabilir.
Katı bir üstbenlik
“Tümden-iyi” parçalardan oluşmuş milli kimliğe göre kendini tanımlamak
istemeyen ya da bu kimliği oluşturan temsil ve ideallere mesafe koyup eleştirel
yaklaşan üyeler, diğer bir deyişle sözde kolektif olanın karşısında kendi bireyselliğiyle kalmaya çalışan kişiler tehdit olarak algılanır. Belli bir kolektif sözleşmenin tanımlanması ve buna Türkiye’de sık sık dile getirilen “milli ve manevi değerler” gibi sabit, kalıcı ve herkesi kuşatması beklenen bir atıfta bulunulması
oldukça emredicidir. Kolektif olana ilişkin bir tanımlama getirmenin bizatihi
kendisi buyurgan bir üst-tutumdur. Bu eğilim katı bir üstbenliğin varlığını düşündürür, itaat talep eden bir merci olarak katı bir üstbenlik. Başka bir durumda, üstbenliğin belirleyici ve baskın rolünü açığa çıkaran bir görüngü olarak da
anlaşılabilir. Üstbenlik, içe yansıtılan ya da içselleştirilen saldırganlık duygusundan türetilir ve vicdan görünümünü alır. Freud’un (1930) Uygarlığın Huzursuzluğu’nda belirttiği gibi, üstbenlik bir merci iken, vicdan diğer işlevlerinin yanı
sıra bu merciye yüklenen bir işlevdir; diğer bir deyişle üstbenlik ve vicdan bir ve
aynı şey değildir. Roussillon’a göre (1999/2002), topluluğun içinde yer alabilmek,
topluluğun yasasının içselleştirilebilmesiyle, diğer bir deyişle bir üst benliğin
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
41
oluşumu ile bağlantılıdır. Ancak katı bir üstbenlik gelişimi daha farklı bir seyir
izler. Ona göre toplumsallığa geçiş, topluluk yasasına boyun eğme anlamına gelmez. Bu yasanın tanınması ve daha sonra araya bir mesafe alarak birey olarak
kendini oluşturabilmek gerekir. Bunun gerçekleşebilmesi için ise topluluğun buna izin vermesi, daha uygun bir ifadeyle böyle bir alana olanak tanıması gerekecektir.
Milliyetçi söylemlerde çoğu zaman gözlenen şudur ki, kolektif vicdanı yönlendiren katı üstbenlik, bireysel düzeydeki vicdanın kendisinden farklı olmasına
tahammül edemez. Toplumun baskın özelliklerinden farklı bir yerde konumlanan bireysellik ve bireysel vicdan, ülküleştirilmiş temsiller ve idealler bütününe
bağlılığı talep eden narsisistik bir anlaşmayı tehdit ettiği için kabul edilemez. Bu
anlaşmayı tehdit edecek eğilimler dışlanma ve cezalandırmayla karşı karşıya
gelme tehdidi altındadır. Türkiye’deki milliyetçi söylemlere bakıldığında, özellikle de özcü/etnisist vurgu arttıkça bağlılık ve itaat talep eden katı bir üstbenliğin
kendini gösterdiği rahatlıkla ifade edilebilir. Ülküleştirilmiş temsiller ve idealler
bütününe gelecek farklı düşüncelere ya da eleştirilere tahammül edilememekte,
bireysellik genel olarak tehlikeli addedilmektedir.
Yüksek bir kolektif benlik ideali
Milliyetçi söylemlerin şekillendiği grup süreçlerinde, yüksek ve katı bir kolektif benlik ideali de gelişir. Benlik ideali, içinde hiçbir hayal kırıklığı ya da
kaybın olmadığı narsisistik dünyadan çıkmak için yaratılan bir ideale gönderme
yapar; kaybedilen “mükemmelliği” bir nevi ikame eder. Benlik idealinin gelişimi
olağan bir süreçtir ancak ne kadar büyük ve katı olduğu, yaşam içerisinde ne
kadar belirleyici bir rolü olduğu önem kazanır. Freud’ a göre (1914/1964), benlik
ideali daha sonra üstbenliğin bir parçası haline gelecektir ve bireyler benlik idealini sıklıkla bir gruba yansıtacaklardır. Başka bir psikanalist, ChasseguetSmirgel (1985) benlik idealini Freud’un tanımladığı gibi tanımlar ancak onu görece özerk bir yapı gibi de ele alarak bu idealin üstbenlikten ayrı olarak varlığını
sürdürdüğünü öne sürer. Đdeolojik grupların hemen her zaman narsisistik bir
fanteziye sahip olduğunu ve ilksel mükemmellik durumuna geri dönme arzusuna
42
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
sahip olduklarını vurgular. Zizek’in (2002) bahsettiği “şey” mefhumu benzer bir
fanteziye atıfta bulunur gibidir. Freud ve Chasseguet-Smirgel’in kavramsallaştırmalarıyla devam edersek, her ikisinde de benlik idealinin narsisistik karakteri
vurgulanır ve utanç duygularının kaynağı bu idealde aranır. Benlik ideali gruba
yansıtıldığı gibi, grupların da kolektif bir ideal geliştirdiği öne sürülür. Bu ideal,
milliyetçi söylemlerde büyüklenmecilikle karakterize olabileceği gibi aynı zamanda eksiklik ve güçsüzlük duygularının inkarından sorumlu olabilir. Bir
tümgüçlülük eğilimiyle beraber giden böyle bir idealle özdeşleşmek ve bireysellikten vazgeçmek talep edilir. Bu noktada, bu idealle aşırı özdeşleşmek gerçekliğin çarpıtılmasına neden olabilir; çünkü gerçeklik, bir dereceye kadar yanılsamadan ibaret olan narsisistik anlaşmaya tehdit teşkil eder. Böyle bir idealle özdeşleşme, aynı zamanda kendi üzerinde düşünebilme, kendine eleştirel bakabilme ve etik değerlendirmeler yapabilmeyi de engelleyebilir. Grup üyeleri kendi
eylemlerinin sorumluluğunu gruba yükleyip, böylelikle etik birtakım kaygılardan
da kurtulmuş olur. Grup üyelerinin otorite ve itaat tutkusu, bu sayede bir nebze
anlaşılabilir. “Her şeyi vatanım için yaptım” demenin bireysel ve toplumsal düzlemlerde kabul görmesi ve takdir edilmesi mümkün olurken, bu yönde bir ifade
eylemlerin sonuçlarından duyulacak etik kaygıyı da bertaraf eder; toplumsal
düzlemde bir suçlama ve cezalandırmaya da sıklıkla maruz kalmaz.
Milliyetçi söylemlerde, benlik idealinin yansıtıldığı, diğer bir deyişle grubun benlik idealini temsil edecek bir lider de sıklıkla vardır; bu lidere sadakat ve
itaat edilmesi beklenir, eleştiriye tabi tutulması söz konusu bile değildir. Bu lider, grup üyelerinin özdeşleşebileceği ve onları kimlik kaybından koruyabilecek
biridir. Türkiye bağlamında, Mustafa Kemal Atatürk’ün böyle bir lider olduğunu
söylemek herhalde pek şaşırtıcı olmayacaktır. Onunla özdeşleşmek ve onun ilke
ve inkılaplarını kayıtsız şartsız benimsemek talep edilir ve toplumun pek çok
üyesi de gönüllü olarak bunu yerine getirir. Nazlı Ökten’in (2006) belirttiği gibi
siyasal/toplumsal talep ve şikayetler onun üzerinden ifade edilir, böylece Atatürk
siyasal bir meşrulaştırma aracı haline getirilir. Ona getirilecek yeni yorumlar ve
eleştiriler yasaklanır ve cezalandırılır; hatta bu suç yasalarca da tanımlanmıştır.
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
43
Kolektif öykülerin işlevi
Milliyetçi söylemlerde idealize edilen milli kimliğin tarihsel travmalar ve
ülküleştirilen zaferlerle pekiştirilmeye çalışıldığını öne sürmek pek şaşırtıcı olmayacaktır. Geçmişte kazanılmış zaferler kolektif bellekte çoğu zaman mitleştirilerek canlı tutulmaya çalışılırken, tarihsel travmalar da benzer bir işleme tabi
tutulabilir (Volkan, 1998). Geniş grupların maruz kaldığı travmalar hem bilinç
hem de bilinçdışı düzeyde kolektif bellekte tutulurlar ve diğer kuşaklara her iki
düzeyde de aktarılırlar. Gruplar, bu travmatik yaşantıyı bilinçdışı bir inkar mekanizmasıyla yok saymaya ya da bastırmaya çalışabileceği gibi mağduriyetle özdeşleşme ya da en iyi durumda bu yaşantıyı duygusal bir işlemeye tabi tutma
yoluna gidebilirler. Bazı durumlarda travmatik yaşantıdan hiç bahsedilmezken,
bazen de travmatik anı tekrar ve tekrar anlatılır, yeni kuşaklara aktarılır. Toplumsal düzeyde canlı tutulmaya çalışılan bu travmatik yaşantı ve kolektif belleği
inşa eden anlatısı, kolektif kimlik için örgütleyici bir rol kazanır (Kestenbaum,
2003). Toplum içindeki egemen politik söylemler de bu belleğe dayalı olarak kendini yapılandırabilir ve konumlandırabilir. Her türlü durumda, travmatik olaya
dair anılar bu yaşantının yoğunluğundan dolayı çarpıtılabilir ve farklı şekilde
aktarılabilir, hatta fantezi ve gerçek birbirine karışabilir. Geçmişte maruz kalınan, yası tutulmuş veya tutulmayıp bastırılmış bu travmatik yaşantılar belli
sosyo-politik bağlamlarda milliyetçi söylemler tarafından yeniden aktive edilmeye çalışılabilir. Bu tür durumlarda, geçmişteki mağduriyet etrafında milli kimlik
güçlendirilmek istenir. Türkiye’deki milliyetçi söylemlerin Kurtuluş Savaşı öncesi koşullarına sıkça gönderme yaptığı, Sevr Anlaşması travmasına epey yüklendiği, bunu sürekli canlı tutmaya çalıştığı ve aynı zamanda yeni kuşakları mobilize etmek için de aktive ettiği rahatça söylenebilir.
Mevcut sosyo-politik yapıların değişmesini beraberinde getirecek koşullarda ya da toplumda umutsuzluk ve çaresizlik yaratabilecek birtakım durumlar
karşısında, gruplar, bireyler gibi, daha önceki gelişimsel örgütlenme düzeyine
gerileyebilirler; bu tür durumlarda milliyetçi söylemler güçlenme eğilimindedir.
Kristeva (1993), insanların toplumsal bir umutsuzluk ve çaresizlik hissi karşı-
44
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
sında, etnik veya milli kimliğe sarılmalarının ilksel cennete bir geri dönüş arzusu olduğu görüşünü paylaşır, bunu da narsisistik yanılsamaya geri dönüşün
öznelerarası dünyadan daha güvenilir olduğu şeklinde açıklar. Böyle bir gerileme
durumunda gruplar, tehdit hissini bir “düşman”a yönelterek ona karşı savaşmak
için seferberlik ilan edebilirler ya da kendilerini bu tehditten koruyacak güçlü bir
lidere gereksinim duyabilirler, bunu vaat eden söylemleri benimseyebilirler.
Bion’un (1959) kavramsallaştırmasıyla bu tür grupların savaş-ya-da-kaç varsayımına göre örgütlendiği söylenebilir. Kernberg’in (1998) vurguladığı üzere, bu
gruplarda gerçeklik çok basitleştirilebilir, oldukça basmakalıp bir düşünüş tarzı
ve “siyah-beyaz” düzeyde bir etik anlayış hakim olabilir. “Ya bizdensin ya onlardan”, “ya şu kutuptansın ya da bu kutuptan”, “ya vatanını seviyorsun ya da vatan hainisin” gibi daha da çoğaltılabilecek cümlelerde bu tür anlayışın izleri bulunabilir.
Bion’un kavramsallaştırmasını genişletmeye çalışan Turquet, bireylerin
yoğun uyaran ve tepki bombardımanına maruz kaldıkları yeni süreçlerde kimliklerini kaybedeceklerine ve yok olacaklarına dair kaygı yaşayabildiklerini ifade
eder. Bu tür durumlar neler olabilir? Mevcut düzeni herhangi bir biçimde tehdit
eden yeni sosyo-politik koşullar, örneğin Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci ya da
yoğun iç göçlerin beraberinde getirdiği yeni karşılaşmalar. Turquet’e göre böyle
bir durum karşısında kişiler kendilerini yalıtma ya da kendilerini güvende hissedecekleri bir homojen birlik yaratma eğilimi sergileyebilirler (Akt. Hopper,
2003). Frosh’un (2001) “teklik” arayışı olarak tanımladığı durum bu eğilimle benzerlik gösterir. Frosh bu arayışın regresif bir itki olduğunu hatırlatır ve genellikle de köktenci ideolojilerde yaygın olduğunu belirtir. “Biz”in dışında kalan “diğerleri”, bu birlik fantezisinin sürdürülmesine tehdit teşkil eder, kirlenme ve yozlaşma korkusu yaratır. Narsisistik dünya, çatışmanın ve hayal kırıklığının olmadığı, homojen bir dünya yanılsamasından ibarettir. Elbette bu narsisistik fanteziler çökmeye mahkumdur; bundan ise nefret edilen diğerinin sorumlu tutulma
ihtimali yüksektir. Böylece, milliyetçi tutumların ne kadar güçlü, dayanıklı ve
kendi kendini yeniden ve sürekli inşa eden dinamiklere sahip olduklarını anlamaya biraz daha yaklaşmış oluyoruz. Peki bu söylemlerin gücü nasıl kırılır?
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
45
Uzun ve sabırlı bir mücadele gibi görünüyor. Yazının başında Judith Butler’den
alıntıladığımız öneriyle başlayabiliriz belki de.
Kaynakça
Balibar (2000a). Irkçılık ve milliyetçilik (N. Ökten, Çev.). S. Dolanaoğlu &
S. Sökmen (Ed.), Irk ulus sınıf: Belirsiz kimlikler içinde (ss. 50-87). Đstanbul:
Ayrıntı.
Balibar (2000b). Bir “yeni-ırkçılık” var mı? (N. Ökten, Çev.). S. Dolanaoğlu
& S. Sökmen (Ed.), Irk ulus sınıf: Belirsiz kimlikler içinde (ss. 25-38). Đstanbul:
Ayrıntı.
Bion, W. R. (1959). Experiences in groups and other papers [Elektronik
versiyon]. Psychoanalytic Electronic Publishing, 1-191.
Brown, D. (2000). Contemporary nationalism : Civic, ethnocultural, and
multicultural politics. New York: Routledge.
Butler, J. (2005a). Kırılgan hayat: Yasın ve şiddetin gücü (B. Ertür, Çev.).
Đstanbul: Metis.
Butler, J. (2005b). Đktidarın psişik yaşamı: Tabiyet üzerine notlar (F. Tütüncü, Çev.). Đstanbul: Metis.
Chasseguet-Smirgel, J. (1985). The ego ideal: A psychoanalytic essay on the
malady of the ideal (P. Barrows, Çev.). London: Free Association Books.
Erikson, E. H. (1956). The problem of ego identity. Journal of the American
Psychoanalytic Association, 4, 56-121.
Freud, S. (1930). Civilization and its discontents. In J. Strachey (Ed. &
Çev.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud
(Cilt 21, ss. 57-146). London: The Hogarth Press.
46
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
Freud, S. (1964). On narcissism: An introduction. In J. Strachey (Ed. &
Çev.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud
(Cilt 1, ss. 67-102). London: The Hogarth Press. (Orjinal çalışma 1914’te
yayınlanmıştır).
Frosh, S. (2001). Psychoanalysis, identity and citizenship. N. Stevenson
(Ed.), Culture and citizenship içinde (ss. 62-73). London: Sage Publications.
Grinberg, L., & Grinberg, R. (1974). The problem of identity and the psychoanalytical process. International Review of Psycho-Analysis, 1, 499-507.
Hopper, E. (2003). Traumatic experience in the unconscious life of groups: A
theoretical and clinical study of traumatic experience and false reparation [Elektronik versiyon]. Philedelphia: Jessica Kingsley Publishers.
Kernberg, O. F. (1998). Ideology, conflict, and leadership in groups and organizations. New Haven: Yale University Press.
Kestenbaum, C. J. (2003). Memory, narrative and the search for identity in
psychoanalytic psychotherapy: a second chance. Journal of American Academy of
Psychoanalysis, 31, 647-661.
Klein, M. (1946). Notes on some schizoid mechanisms. International Journal of Psycho-Analysis, 27, 99-110.
Klein, M. (1975). Envy and gratitude. M. M. R. Han (Ed.), Envy and gratitude and other works 1946–1963 içinde (ss. 176-235). [The International PsychoAnalytical Library, 104, 1-346 Elektronik versiyonundan]. (Orjinal çalışma
1957’de yayınlanmıştır).
Kristava, J. (1993). Nations without nationalism. New York: Columbia
University Press.
Ökten, N. (2006). Ölümsüz bir Ölüm, sonsuz bir yas: Türkiye’de 10 Kasım.
E. Özyürek (Ed.), Hatırladıklarıyla ve unuttuklarıyla Türkiye’nin toplumsal hafızası (2. baskı.) içinde (ss. 325-346). Đstanbul: Đletişim.
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009
47
Parla, T. (1993). Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de korporatizm (F. Üstel & S. Yücesoy, Ed.) Đstanbul: Đletişim.
Rousillon, R. (2002). Topluluk karşısında tek başına olma yeteneği (Y. Aksu, Çev.). B. Habip (Ed.), Bensizbiz: Topluluk zihniyetinin psikanalizi içinde (ss.
323-344). Đstanbul: Đthaki. (Orjinal çalışma 1999’da yayınlanmıştır).
Rustin, M. (1991). The good society and the inner world: Psychoanalysis,
politics and culture. London: Verso.
Tajfel, H., & Turner, J. C. (1986). The social identity theory of inter-group
behavior. S. Worchel and L. W. Austin (ed.), Psychology of Intergroup Relations
içinde (ss. 7-24). Chigago: Nelson-Hall.
Volkan, V. D. (1998). Bloodlines: From ethnic pride to ethnic terrorism.
Colorado: Westview Press.
Zizek, S. (2002). Milletinin keyfini çıkar: Kendinmiş gibi! B. Somay & T.
Birkan (Haz). Kırılgan temas: Slavoj Zizek’ten seçme yazılar içinde (ss. 211-258).
Đstanbul: Metis.
Teşekkür: Yüksek lisans tezim bağlamında kaleme aldığım bu makaleye
katkısı için Murat Paker’in adını anmak isterim.