ÖLÜR iNSAN, YAŞAR KEMAL!
Transkript
ÖLÜR iNSAN, YAŞAR KEMAL!
1 3MART2 01 5-SAYI 1 68 Ö l ü rİ n s a n , Y a ş a rK e ma l ! T u r u n c u n u ni k i t o n u D o s t &J o n g ML S ' i nY e n i Y ı l d ı z l a r ı Yayın Koordinatörü Mehmet Ekici İlker Yılmaz Sezona 23 transfer yaparak başlayan, devre arasında da 2 transfer daha ekleyen Trabzonspor’da şüphesiz en parlayan isim Mehmet Ekici. Bayern altyapısından gümbür gümbür gelmesi beklenirken Werder Bremen’e gittikten sonra da düşüşe geçen potansiyel yıldız adayı tekrar umut vermeye başladı. Kariyerinin en verimli sezonunu geçiren Mehmet, özellikle ceza sahası dışından attığı gollerle ön plana çıkıyor. Öyle ki bu performansıyla Avrupa ligleri düzeyinde en iyi istatistiği yakaladı ve bu duruma UEFA da dikkat kesilerek manşetine taşıdı. Hayatım Futbol da 168. sayısında Mehmet Ekici’yi hem profil hem de taktiksel olarak manşetine alıyor. Yazarlar Bahadır Bozkurt Ebubekir Kaplan Fırat Topal Sercan Ergün Serkan Akkoyun Uğur Karakullukçu Varol Döken Bu sayıda ayrıca; geçtiğimiz hafta aramızdan ayrılan Yaşar Kemal’in futbolla ilişkisini, milli takımımızın rakibi Hollanda’nın iki golcüsü Bas Dost ve Luuk de Jong’un çekişmesini, yeni başlayan MLS sezonundaki yıldızları, Kopenhag ve Fulham’daki futbol gezilerini bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #168 BU SAYIDA Mehmet Ekici Özel Hasat Zamanı! Gol Ekici Ölür İnsan, Yaşar Kemal Yaşar Kemal’i anmak, yazan ve okuyan herkesin borcudur Turuncunun İki Tonu Kariyer adımları benzerlik taşıyan iki golcü bir anlamda da birbirlerine rakipler MLS’in Yeni Yıldızları Kaka’dan Giovinco’ya, Altidore’dan David Villa’ya Lampard’dan Gerrard’a Geleneksel İngiliz Yemeği İngilizlerin yemek kültürü futbol kültürlerine öyle zayıf ki Parken’in Tozunu Aldık Kopenhag’da ne yenir, ne içilir, København-Brondby maçı nasıl izlenir? Serkan Akkoyun Profil HF168 ÖLÜR iNSAN, YAŞAR KEMAL! Yaşar Kemal’i anmak, yazan ve okuyan herkesin borcudur. Hangi alanda üretirsen üret; onun arkasından bir iki veda cümlesi kurmamak; bu eyleme ve ona ihanettir “Yazdığı kitap, yazarın ölümsüzlüğünü yaratır” Richard de Bury Yabancılık hissi çok zordur. Büyük ihtimalle öncesinde bir uzaklaşmanın sonucu olarak meydana gelmiştir ve panzehri sadece bu hissin bedeninizi sardığı yerde tanıdık bir şeye ulaşmaktır. Tanıdık bir ses, tanıdık bir görüntü; tanıdık bir şey işte. Kitap okumaya yeni başlayan bir çocuk olarak girdiğim o yeni dünyada yaşadığım yabancılık hissini içimden söküp atmamı sağlayan, Adana’yı, Çukurova’yı, yaşadığım yerlerin belki onlarca yıl önceki hali de olsa isim isim tanımamı sağlayan satırların yazarıydı Yaşar Kemal. Eğer onunla başlamış olmasaydık okumaya, o dünyada yaşayacağımız yabancılık hissi ile 30. sayfada kitabı kapatıp tanıdık seslerin arasına karışacaktık. Yaşar Kemal kelimelerinden tuttu bizi, çekti yarattığı dünyanın içine. Şimdi o dünyadan birkaç satır, Yaşar Kemal’e seslenme sırası bizde. Hayatı hikâye, hikâyesi hayat Toprağı bol olsun Yaşar Kemal, ailesi Van’dan Adana’ya göç ettikten sonra doğmuş ve çok zorluklar yaşamış. Babası gözünün önünde öldürülmüş, peşine düştüğü ağıtları bulur da âşık olup aç kalır diye annesi sazı yasaklamış, Rus baskınından kaçıp geldikleri Adana’da dilencilik yapmış, daha da neler neler. Al Gözüm Seyreyle Salih kitabında anlattığı, Hacı Nusret’in dükkânında gördüğü mavi oyuncağın hayaliyle yanıp tutuşan Salih’ti belki onun çocukluğu. Belki de Kuşlar da Gitti kitabında azat kuşlarının hikâyesine sığınıp özgürce yaşama hayali kuruyordu. Kim bilir belki de İnce Memed olmak istiyordu da Bir Ada Hikâyesi’nin serisinde geçen herhangi bir kayığa atlayıp herkesten, her şeyden uzaklaşmak istiyordu. Bu kadar dert tasa, edebiyat, siyaset, hapis hayatı, baskılar arasında Yaşar Kemal’ın derdi futbol muydu peki? Onun derdi değilse de biz fakirlerin derdi bu oldu. Yaşar Kemal, futbolun neresinde duruyordu diye dert edinip, düştük yollara işte… Fenerbahçeli Yaşar Kemal Yaşar Kemal’in hayatını Türkiye’nin siyasi gündemi ve kendi sanatı oluşturuyordu diyebiliriz. Onun için siyaset ve edebiyat bir bütündü ve Anadolu’nun geçmişinden geleceğine kadar doğası, insanları, tarihi gibi konularda kafa yormak asıl görevdi. Bunu da yazarak insanlara naklediyordu. Bu çalışma sürecinde hiçbir kere dahi olsa futbol için kalem oynatmadı. En azından oynattıysa da bunu gün yüzüne çıkarmadı. Ancak futbolla alakası vardı ve o da bir futbol takımı taraftarıydı. Sebebi bilinmemekle beraber Yaşar Kemal, Fenerbahçeliydi. Hatta son dönemde Fenerbahçe camiası ile bir arada görünmekten çekinmiyordu. 2011 yılında Fenerbahçe’nin takım halinde düzenlediği bir yemek sırasında aynı mekânda bulunan Yaşar Kemal, takımın ve o dönemki teknik direktör Aykut Kocaman’ın bulunduğu masaya giderek kısa bir sohbet dahi etmişti. Hatta o sohbeti sayfalarına taşıyan Fenerbahçe Dergisi, Yaşar Kemal’ın Aykut Kocaman’a “İnandığın yolda devam et. Şampiyon olacağız” dediğini yazmıştı. Spor yorumcusu Mert Aydın da FourFourTwo dergisi için çalıştığı dönemde, Fenerbahçeli olduğunu bildikleri Yaşar Kemal’le futbol konuşmak için röportaj talep ettiklerini ancak eşinin kendilerine, Yaşar Kemal’ın Fenerbahçeli olduğunu doğrulayarak bu konularda mülakat vermek istemediğini aktarmıştı. Diğer takım taraftarı okuyucularının ve insanların kırılıp, üzüleceği ihtimali dahi olan cümlelerin okunmasını istemiyordu, kendi dev ama yüreği minik efsane… Hiç futbol konuşmazdı Yaşar Kemal sadece basın aracılığıyla değil, arkadaş ortamlarında da futbol konuşmayı pek sevmiyordu. Örneğin, Çiçek Bar ya da Park Cafe’de vakit geçirdiği dönemlerde arkadaşları ile hiç futbol konuştuğuna şahit olunmamıştı. Çoğunlukla siyaset ve edebiyat çevresinde geçen konuşmalarda konuyu ne kendisi ne de onu dinleyenler futbola getirmiyorlardı. Yaşar Kemal kimliğinde futbol yok denecek kadar azdı. Onun sayesinde çevirmenliğe başlayan ve bu alanda önemli isimler arasına giren Kayhan Yükseler, koyu bir Beşiktaş taraftarıydı ve Albay olarak görev yaptığı dönemlerde 15 günde bir maç izlemek için İstanbul’a gittiğini, maç çıkışı da Yaşar Kemal’e uğradığını anlatıyordu. Yükseler, “Saatlerce işçi sınıfı, sosyalizm, destanlar her şey hakkında konuşurduk. Rus yazarlardan Çehov ve Gogol’u çok beğenirdi. Maçtan geldiğimi bilirdi ama hiç futbol sohbeti yapmazdı” diyerek bizlere önemli bir bilgi veriyordu. Yine Yaşar Kemal’in çok yakın dostlarından olan Orhan Kemal’in futbol merakını göz önüne aldığımızda ikisinin ortak hatıraları arasında hiçbir şekilde futbolun f’sinin dahi kaleme alınmadığı sonucuna ulaşıyoruz. Sadece sohbetlerinde değil, yazılarında da futbola dair bir detaya ulaşmak güç. Sadece Peri Bacaları: Bu Diyar Baştan Başa 3 adlı eserinde, Adana’daki değişime dair gözlemlerini anlattığı satırlarda şunları söylüyor bize: “Değişen de var: İstasyonla Atatürk parkı arası villalarla dolmuş. Kumluk derdik, çocuklar futbol oynarlardı. Oraları da villalarla doldurmuşlar. Görülmeye değer.” Onu okuyan futbolcular Tek gözünü çocukken bir tarla yangınında kaybeden, kalan gözüyle dünyayı bütün insanlardan daha güzel gören Yaşar Kemal, yazdıkları ile iki gözü olanların çoğunun görmediklerini de görmelerini sağladı. Bunlar arasında futbolcular da vardı. Ekseri tamamının okumakla işi olmadığı futbol tayfasından iki isim, Yaşar Kemal’in adını zikrederek kayıtlara girmişlerdi. Sahip olduğu arşivle özellikle Türk futbolunun kara kutusu olan gazeteci Coşkun Çelik, Kaçak Yayın dergisi için 2007 Haziran ayında kaleme aldığı yazıda, Trabzonsporlu İskender Günen’in şu sözlerine yer vermişti: “Dostoyevski’yi severim. Özellikle Suç ve Ceza’sı benim hayatımda önemli bir yere sahiptir. Defalarca okumuşumdur. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Yakup Kadri gibi yazarları da okudum.” İskender’in dışında Beşiktaş, Gençlerbirliği, Manisaspor gibi takımların formasını giyen Ümit Bozkurt da aynı dergide Aslan Özdemir’e Yaşar Kemal’le olan ilişkisini şu şekilde anlatmıştı: “Okuduğum ilk kitap olarak Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini hatırlıyorum şimdi. Kim tavsiye etti bilmiyorum, belki de kendim keşfetmişimdir. “ Ümit ayrıca, edebiyatçılardan bir ilk 11 yapması istendiğinde de ‘orta sahayı iyi tutmak lazım’ diyerek Yaşar Kemal’in ismini orta sahanın ortasına yazmıştı. Ne mutlu bana onu yazdım! İnsan güzelden pay çıkarmaya çalışır ya; ben de onunla aynı topraklarda doğup büyümüş birisi olarak kendime bundan ne güzel paylar çıkarıyorum ve onu okuyan bir yazar aday adayı olarak bir vesileyle onu bu satırlarda anma şerefine erişiyorum. Toprak olmayı öğütlemişti, demir olursanız çürürsünüz derdi çünkü. İnsan gövdesi kadar değil yüreği kadar yer kaplar bu dünyada diye de eklerdi. Tüm dünya toprakları Yaşar Kemal’dir o zaman. Bir daktilonun tuşlarına basarak atılabilecek en güzel golleri attı, skoru belirledi ve gitti. Ölür insan, Yaşar Kemal. Uğur Karakullukçu HASAT ZAMANI! Bayern Münih altyapısında ve Louis van Gaal’in elinde eğitimini alan, Bundesliga’da tecrübelenen Mehmet Ekici’nin performansını Trabzonspor biçiyor. Hasat sırası ise Milli Takım’da… Profil HF168 Futbol dünyasının en iyi okullarından birisi Bayern Münih ise en iyi öğretmenlerden biri, belki de eğitim konusunda gerçekten en iyisi Louis van Gaal’dir. 2009’da Alman devinin başına geçen Hollandalının elinden geçen ve bugün ‘yıldız’ sıfatıyla alınan birçok futbolcu bu öğretici sürecin birebir şahidi konumundadır. Bu oyuncuların en başında ise Bastian Schweinsteiger geliyor. Sol ve sağ kanatta yıllarca görev yaptıktan sonra Bayern seviyesi için yeterliliği sorgulanmaya başlanan Scweni’yi iyi bir kanat oyunculuğundan alıp üst düzey bir merkez orta sahaya dönüştüren isim olan Van Gaal, bugünkü Bayern Münih ve Almanya Milli Takımı başarısına doğrudan katkı vermiştir. Van Gaal hocanın Schweinsteiger’in dışında Bayern’de beğendiği ve merkez için düşündüğü bir oyuncu daha vardı. Çok beğendiği bu ismi altyapıdan bulan Hollandalı, oyuncuyu tutmak için çok çaba gösterdi ama O, “Hocam bu sene tecrübe kazanayım, seneye buraya süre almak için geleyim” dedi. Van Gaal’i konuşmasıyla ikna eden, 2011/12 sezonu planları için adını tahtaya yazdıran bu isim Mehmet Ekici’ydi. 7 yaşında adım attığı Bayern Münih altyapısında eğitim alan Mehmet Ekici’nin kariyerinde Van Gaal kadar etkili bir başka isim varsa o da Mehmet Scholl’dür. Almanya ve Bayern Münih tarihinin en değerli isimlerinden biri olan Türk asıllı efsane ile genç adaşının yolları Bavyera ekibinin 3.Lig’de mücadele eden amatör takımında kesişti. Mehmet Ekici’yle çalışan ve ona şut tekniğinden bir bukle kazandırmayı başaran Scholl, Bayern Münih’in o dönemki teknik patronu Van Gaal’e Ekici’yi tavsiye eden ve A takımla kampa gitme fırsatını yaratan isimdir. Van Gaal ‘Kal’ dedi ama… Mehmet’in serüveninde önemli bir yer edinen ve Van Gaal’den izin isteyip Nürnberg’e kiralık gitmek istemesine yol açan Ocak 2010’da Dubai’de yapılan o kampa 3 altyapı oyuncusu davet almıştı. Mehmet Ekici, bugün Bordeaux forması giyen Diego Contento ve dünyanın en iyi sol beklerinden birine evrilen David Alaba. Bayern’in geleceğinde yeri olduğu düşünülen bu 3 isim arasında yer alıp Van Gaal gibi bir eğitmeni etkilemiş olan Mehmet, 2011’de Sport Bild’e verdiği röportajda bu durumu itiraf edecek, “Onun döneminde profesyonel sözleşme imzalamıştım. Bana kira dönüşü onun kadrosunda, profesyonel takımda şans bulacağım söylenmişti. Kalsaydı oynar mıydım? Zor soru, belki de oynardım“ diyecekti. Eğer Bayern Münih’te biraz daha kilometre yapmış bir şekilde Van Gaal’le çalışabilse neler yapacağı bilinmez ancak Mehmet’in hikâyesinin farklı yazılmasında Hollandalının Almanya’dan ayrılıp milli takım yolunu tutmasının da payı var elbette. Bugün dünyanın en iyi sol bekleri arasında gösterilen David Alaba’yla birlikte Bayern A takımına terfi alan Mehmet, kiralık gittiği Nürnberg’de aslında verimli bir dönem geçirdi. Burada “En iyi arkadaşlarımdan biri” dediği, oda arkadaşı olduğu bugünün Borussia Dortmund’lusu İlkay Gündoğan ile iyi bir ikili olan Mehmet, buradaki performansıyla Werder Bremen’e kesenin ağzını açtırmış, 5 milyon euro gibi iyi bir parayı gözden çıkarıp yatırım yapmasını sağlamıştı. Scholl referansı 5 milyon euro Bu büyük yatırımın arkasında ona referans olan Mehmet Scholl’ün payı da büyüktü. Thomas Schaaf’la sıkı bir dostluğa sahip olan Scholl, Ekici’nin yeteneklerine güvenerek onun Schaaf’ın idaresinde büyüyeceğini öngörüyordu. Daha sonra Bild’e anlattığı şekliyle Schaaf’a, “Tekniği mükemmele yakın. Ona her zaman güvenebilirsin. Mesut Özil’le karşılaştırılıyor. Belki onun kadar hızlı değil ama skora daha yatkın, farklı tipte bir oyuncu. Senin takımında daha da gelişecek” demişti efsane. Schaff’la yıllardır çalışan Werder Bremen’de huzur bulacak ve tecrübelenip tekrar Bayern seviyesine gelebilecekti Ekici. Micoud’nun kariyer zirvesini yaşadığı, Diego’nun Porto’dan sürgün edilmiş bir oyuncudan 25 milyon euro bonservisle Juventus’a gidecek kadar parladığı, Mesut Özil’in bir dünya yıldızına dönüştüğü Bremen, Ekici için kağıt üstünde mükemmele yakın bir kulüptü. Ne var ki Mehmet’in Almanya kariyerindeki ikinci talihsiz kararın bu olacağı daha sonra görülecekti. Micoud, Diego, Mesut, Mehmet… Yıllarca Bundesliga’nın cennet bahçelerinden biri olan, lig tarihinin en uzun süreli teknik adam birlikteliğine imza atmış olan Werder Bremen, bugün de aynı şekilde devam ettiği çalkantılı bir döneme giriş yaptı. Mesut’u, Diego’yu parlatan, Micoud’yu coşturan sistemin çarkları dağılmış, 2013’te de Schaaf dönemi sona ermişti. Schaaf’ın 11 yaşında girdiği kulüpten 41 yıl sonra ayrılışı, Mehmet’in tam da ona güvendiği ve ihtiyaç duyduğu dönemde geldi. Bu kırılgan yapıda özgüvenini çoktan yitirmiş olan Mehmet de Bundesliga trenini kaçırdı. Performansı düşen ve son sezonunda kesik yiyerek beklediğinden daha az süre alan Mehmet’in Bremen’den ayrılma vakti geçen yaz gelmişti. Almanya’nın kaybı Trabzon’un kazancı olacaktı. Geçen sene milli takım için adı geçse söyleyene deli gözüyle bakılacak olan Mehmet Ekici, bugün Süper Lig’in yıldız oyuncularından biri olarak anılıyor. Trabzonspor’un hedeflerinden koptuğu şu dönemde geleceğe ümitle bakmasını sağlayan ümit ışığı olan Mehmet’in ektiklerini bordomavililer zevkle biçiyor. Görünen o ki Bayern Münih’le başlayan, yanlış tercihlerle çıkmaza sürüklenen Almanya kariyeri ona bambaşka bir Türkiye kariyerinin kapılarını araladı. Belki de onun ektiklerini hasat etme zamanı milli takıma geldi bile… Taktik Analiz HF168 Uğur Karakullukçu GOL EKiCi 7 yaşında Bayern altyapısında başladığı macerasını Trabzonspor’da sürdüren Mehmet Ekici, soyadının hakkını veriyor Alıyor, veriyor, vuruyor, adrese teslim orta yapıyor… Mehmet Ekici şu anda Türkiye Süper Ligi’nin belki de en formda oyuncusu ve şüphesiz ki yıldızlarından biri. Guus Hiddink ve Abdullah Avcı döneminde Sercan Sararer ve Tunay Torun’la birlikte “Verimsiz gurbetçi milliler grubu” içinde etiketlenmiş olan Mehmet Ekici’nin bu muhteşem performansının arka planında iki kelime yatıyor: Özgüven ve sorumluluk… 7 yaşında adım attığı Bayern Münih altyapısında klasik bir merkez orta saha olarak yetiştirilen Mehmet Ekici, Mehmet Scholl yönetimindeki Bayern amatör takımıyla vahşi doğaya atıldığında eğitiminin aksine forvet arkası ve zaman zaman sağ açık pozisyonunda daha yarıtıcı ve skorer bir kimlikte oynatılmıştı. Zaten Trabzonspor öncesi kariyerinin en golcü sezonunu da bu bölgede yaşadı. O dönemki performansıyla Louis van Gaal’i etkileyerek David Alaba ile birlikte Bayern Münih’le devre arası kampına alınmasının altında yatan en temel sebep de buydu. Mehmet, adaşının takımında daha özgürdü ve kaleyi yoklamaktan, gole yakın oynamaktan imtina etmiyordu. Van Gaal’in ‘kal’ isteğine karşın tecrübelenerek Bayern’e dönme arzusuyla Nürnberg’e gidişiyle birlikte Mehmet, Türkiye kariyeri öncesindeki en başarılı sezonunu geçirdi. Çoğunlukla tek forvetin arkasındaki 10 numara pozisyonunda oynayan Mehmet, zaman zaman sağ ve sol açığa da kaydırılsa da Bayern’de olduğu gibi hücum odaklı pas istasyonu rolünde oynuyordu. Trabzonspor öncesi en çok topla buluştuğu sezon da Nürnberg’de geçirdiği 2010/11 sezonuydu. Trabzon’daki üstlendiği rolün neredeyse aynısıydı ve takımın yaratıcı gücüydü. Dortmund 2 vs Bayern 2 24 Ekim 2009, Bayern (4-4-2) 10’dan derin forvete Bonservisiyle geçtiği Werder Bremen’de ise Mehmet’ten daha farklı bir role uyum sağlaması istendi. 4-3-3’e yakınsayan takımda daha çok 3. bölgede topla buluşacak ve bu toplarda ya gol pasıyla forvetleri görecek ya da şutla skor üretecekti. Yani kısacası Werder Bremen, Mehmet Ekici’ye bir Alex de Souza elbisesi giydirmek istiyordu. Bu roldeki oyuncunun başarılı olması arkasındaki orta sahanın performansına bağlıdır. Bolca top alması ve bu topları servis yapması, gol atması beklenen Mehmet, kariyerinin en az pasını aldığı dönemi Bremen’de geçirdi. Akışkan hücum geleneğiyle genellikle bu roldeki oyuncularını parlatan Thomas Schaaf’ın Werder Bremen’i Mehmet’in özelliklerini ön plana çıkarmak yerine rakip savunmaların arasında eriyip gitmesini sağladı. Scholl’un tavsiyesiyle gittiği ve bir gün Bayern Münih’e döneceği hayalini kuran Mehmet’in istediği en son şey kaotik bir takımda gümbürtüye gelmek ve arka planda kalmaktı. Üstelik daha önceki takımlarına göre daha yüksek tempoda oynama arzusunda olan Bremen’in bu tercihi onun zaman zaman oyun içinde kaybolmasına ve defolarının ortaya çıkmasına yol açtı. Ayrıca Bundesliga savunma oyuncularına karşı orta sahada yüzü dönük karşı karşıya oynamakla daha iç içe ve 3. bölgede omuz omuza oynamak arasında ciddi bir fark vardır. Özgüveni sarsılan, bunun yanı sıra hem Bayern II hem de Nürnberg’e göre daha az fırsat yakalayan Mehmet, rolüyle bütünleşemedi ve bir ‘derin forvet’ olamayacağını Bremen döneminde gösterdi. Türkiye’nin farkı Trabzonspor’da Mehmet Ekici’nin tekrar zirveye dönüşünde istediği ve daha önce başarılı olduğunu gösterdiği role dönüşünün payı çok büyük. Dört bir yanında pas opsiyonu olan 4-2-3-1’in merkezi olmak Mehmet’i daha önce mutlu ettiği gibi Nürnberg vs Schalke 04 2 Ekim 2010, Nürnberg (4-2-3-1) Türkiye Ligi’nde temponun daha düşük olması Bundesliga pratiğine alışmış bir oyuncu olarak onun daha da parlamasına yol açtı. Zaman zaman yüksek tempolu oyunlarda kaybolmaya müsait olduğunu Bundesliga’daki Bremen döneminde belli eden Mehmet, burada defolarını kapatıp mükemmele yakın top tekniğini daha önce olmadığı kadar gösterme şansı buldu. Özellikle düşük tempolu maçlarda inisiyatif aldıkça kendine güveni ve lig tecrübesi de artan Mehmet, Türkiye’de fark yaratabilecek meziyetlerini daha da ortaya koymaya başladı. Artık dillere pelesenk olan frikik kullanma becerisinin yanı sıra faul alan, top kapan, araya oynayan ve şut atan bir isim haline de geldi. 25 yaşında olgunluk dönemine giren bir futbolcu olarak Mehmet Ekici, dönemin Türkiye Teknik Direktörü Guus Hiddink’i etkileyen meziyetlerini performansa dönüştürmeyi öğrendi. Serbest vuruş kullanma becerisini keskinleştirdi ve görünen o ki bu silahını Avrupa çapında ölümcül bir boyuta taşıma yolunda da ilerliyor. A Milli Takım düzeyinde de önümüzdeki 10 yıllık dönemde düzenli olarak var olabileceğinin sinyallerini veriyor. Bu noktada benzer yeteneklere sahip olan ancak daha kora kor oyunda var olabileceğini göstermiş, yine Bundesliga patentli 4 yaş küçük bir rakibi var. Arda Turan’ın geçmişte Galatasaray, bugün ise Atletico Madrid’de kanat bölgesinde oynamaya alışmış, melez bir oyun kurucu olduğunu düşünürsek A Milli Takım’daki 10 numara rolü için Hakan Çalhanoğlu’yla çekişecek. Türk futbol tarihinin altın çağının ilk halkası olan Euro 1996 katılımında Fatih Terim, Sergen Yalçın, Hami Mandıralı ve Oğuz Çetin gibi forvet arkası bölgesine seçkin seçeneklere sahipti. Üstelik Mehmet Özdilek de kenarda kalmıştı. Euro 2008 sonrası serbest düşüşe geçen milli takımın “Arda Turan ve diğerleri” kıvamından kurtulup bol seçenekli bir hale dönüşüyor olması futbolumuzun kazancı ve Mehmet Ekici de bu performansıyla bu olumlu dönüşümün temel taşlarından biri… Bahadır Bozkurt Analiz HF168 TURUNCUNUN iKi TONU Hollanda Ligi’nin bol gol atan ama Avrupa’nın büyük liglerinde gölgede kalan golcüler meşhurdur. Bas Dost ve Luuk de Jong aynı formayı giymeseler de kariyer adımlarının benzerlikleri onları bir bakıma yarışa da sokuyor 2012 yaz transferi sezonunda Wolfsburg ve Borussia Mönchengladbach, forvet hattını güçlendirmek adına rotasını golcülerin diyarı Hollanda Ligi’ne çevirdi. Wolfsburg, Bayern’e transfer olan Mandzukic’in yerine Herenveen’den Bas Dost’u transfer ederken, Mönchengladbach ise Twente’den Luuk de Jong’u kadrosuna katarak, Borussia Dortmund’un kadrosuna katılan Marco Reus’un boşluğunu doldurmak adına harekete geçti. Bu hareketlilik sonunda Wolfsburg hocası Felix Magath’ın Almanya’ya getirdiği Bas Dost koca bir açgözlülük olarak değerlendirilirken, otoriteler Mönchengladbach’ın teknik direktörü Lucien Favre’nin hamlesini tam isabet etmiş bir transfer atışı olarak değerlendirdiler. Bas Dost 2011/12 sezonunda Hollanda Ligi’nde attığı 32 golle gol kralı olsa da, Hollanda Ligi’nin “yanıltıcı golcü istatistiği” olarak değerlendirilir. Bert van Marwijk Hollanda Milli Takımı’nı yeniden yapılandırırken Hollandalı genç yetenekten yararlanmayı düşünmemektedir. Hollanda Milli Takım kadrosuna gol krallığı yarışında Bas Dost’un ardından gelen Luuk de Jong’a forma şansı tanır. Milli takıma kadar yükselen 25 gollü de Jong transfer sezonunda Twente’nin kasasına 15 milyon euro’yu koyarken, gol kralı Bas Dost Herenveen’e 8 milyon euro kazandırabilmişti. Bu transferde Bas Dost’un değerini düşüren en büyük nedenlerden bir tanesi, kulübü Herenveen’in 2008 sezonunda astronomik bir fiyata Middlesbrough’a gönderdiği gol kralı Afonso Alves’in “Ya Ya Ya Şa Şa Şa” filmini anımsatan trajik sonudur. Alves, Hollanda Ligi’ni kasıp kavurduktan sonra gittiği Premier League ekibinde iki sezonda 10 gol atarak büyük bir hayal kırıklığı yaratır, takımının lig düşmesinde en büyük pay sahiplerinden bir tanesi olduğu iddia edilerek günah keçisi ilan edilir. Herenveen kulübünün, Avrupa piyasasındaki güveni ilk büyük transferde derinden sarsılır. Ajax bu dönem içerisinde Luis Suarez, Klaas Jan Huntelaar gibi golcülerini başka ülkelere uğurlayıp, kasasını doldururken, Herenveen’in kapısı uzun süre çalmaz. Mavi-beyazlıların üzerindeki kara bulutları dağıtan isimse gittiği her takımda transfer rekorlarına ulaşan Felix Magath olur. Herenveen Bas Dost için pazarlığı yüksek bir rakamdan açamasa da Wolsfburg’tan iyi bir bonservis bedeli kopartmayı başarır. Bundesliga’da sürünen iki Hollandalı Felix Magath’lı Wolfsburg, Stuttgart deplasmanında sezonu açar. Solda Ivica Olic, sağda Vierinha, ortada Diego, forvette Bas Dost. Hollandalı golcü ilk maçında gol atarak takımının üç puan almasında başrolü oynar. Ligin ilerleyen haftalarında işler ne Magath’ın ne de Bas Dost’un istediği gibi gider. Yedinci haftada gelen Schalke yenilgisi ile Magath’ın görevine son verilirken, 1989 doğumlu golcünün ağları sarsması için iki hafta daha beklemesi gerekmektedir. Ligi inişli çıkışlı bir grafikle sonlandıran Bas Dost 28 karşılaşmada 8 gol atarken, Wolfsburg için bu transferde korkulan başa gelmiştir. Bas Dost vasat bir golcüden başka bir şey değildir. Öte yandan Bundesliga’ya gelen Luuk de Jong için de işler pek iyi gitmez. Hollandalı golcü 8 maçta 2 gol bulur ve geçirdiği sakatlık nedeniyle sezonun ilk yarısını kapatmak zorunda kalır. Lucien Favre, De Camargo ve Mike Hanke gibi oyuncularını De Jong’un yokluğunda kullanmak zorunda kalır. Sezonun ikinci yarısıyla beraber 1990 doğumlu golcü sahalara dönse de yine istenen olmaz, beklenen aşamayı bir türlü gösteremez. 23 maçta 6 gol bulabilen Hollandalı oyuncu bir transfer fiyaskosuna doğru emin adımlara ilerlemektedir. Favre, sezon ortasında sakatlanan oyuncusunun bir şansı daha hak ettiğini düşünmektedir. Ertesi sezona da De Jong ile başlayan Favre, sezonun ilk yarısı sona erdiğinde “beterin de beteri” olduğunu tecrübe eder. De Jong 18 maçta gol bulamayınca Mönchengladbach ile yollar ayrılır. Son dönemde Bundesliga’dan transfer ettiği Demba Ba ve Pappis Cisse gibi golcülerden büyük verim alan Newcastle United, umduğunu bulamayan Hollandalıya kapılarını açarak, başına bir talih kuşu kondurur. Kaybolan sezon Öte yandan Bas Dost’un ikinci sezonu sakatlıklarla geçer, sezonun başında geçirdiği uzun sakatlığın ardından takıma on ikinci haftada katılabilen Hollandalı golcü sezonun ikinci yarısında bir daha sakatlanarak sezonu kapatır. Çıktığı 13 resmi maçta 4 gol bulan oyuncudan beklentiler epey düşük bir seviyeye gelmiştir. Her ne kadar Hollandalı golcüyü oynatmak istese de Dieter Hecking uzun süreli sakatlıklar nedeniyle istenen performansa ulaşamayan golcüsünün alternatiflerini transfer listesine yazmaktadır. Hecking oyun planlarında pivot santrafor görevi gösterecek, topu ayağında tutup takımının hızlı atağa çıkmasını sağlayacak bir oyuncuya ihtiyaç duymaktadır. Bas Dost’tun uzun sakatlıkları nedeniyle sezona Danimarkalı Niklas Bendtner’i transfer ederek başlayan Hecking, Bas Dost’u forvet yarışında üçüncü sıraya iter. De Bruyne, Perisic, Olic gibi oyuncuların performansıyla ayakta kalan Wolfsburg ligde ikinci sıraya kadar tırmanmayı başarırken bu başarıda ne Bendtner, ne de Dost pay sahibi olur. Bitti derken başlayan bir kariyer Bas Dost Wolfsburg kariyerinin sonuna geldiğini hissederek, kendisine yeni bir takım aramaya başlar. Formsuz golcü takımdan ayrılmak istese de yeni takım bulmak hiç kolay olmayacaktır. Fakat sezonun devre arasında Hecking’in kapısını çalan Hamburg temsilcileri kan kaybeden ekipleri için bir umut olarak eski oyuncuları Ivica Olic’i transfer etmek istediklerini belirtirler. Hecking bu transfere onay verince Bas Dost bir anda kendisini Bendtner ile forma yarışında bulur. Hecking de Bas Dost’un bu sezonu Wolfsburg’ta tamamlamasını ister ve başka bir takıma transfer olma isteğine onay vermez. Deneyimli teknik adamın bu isteği ve güveni Bas Dost için hayatının fırsatına dönüşür. Sezonun ikinci yarısında namağlup Bayern Münih’i evinde ağırlayan Wolfsburg, Bas Dost ve De Bruyne’nin muhteşem performansıyla “ebedi” lidere sahayı dar eder. 4 gollü fantastik galibiyetin ardından tüm spotlar Wolfsburg’un üzerine çevrilir. Yeşil-beyazlılar Andre Schrülle ile güçlendirdikleri kadrosuyla ve Bas Dost’un golleriyle ikinci yarının en iyi takımına dönüşür. Rus ruletine dönen 4-5’lik Leverkusen galibiyetinde Bas Dost 4 kez ağları sarsarken, 5-3’lük galibiyetinde Werder Bremen ağlarını iki kez havanladırmayı başarır. Sezonun ilk yarısında iki gol bulan Hollandalı golcü Bundesliga’nın ikinci yarısında 11 gol bularak gol krallığında iddialı bir konuma gelir. Portakal çiçeği Hecking’in güvenini boşa çıkartmayan Bas Dost, sürmanşetleri uzun bir süre daha meşgul edeceğe benziyor. Hollandalı golcü bu kadar iyi bir form grafiği yakalamışken tek korkusunun tekrar uzun bir sakatlık geçirmek olduğunu belirtiyor. En büyük isteği ise Van Gaal’in bir kere çağırıp, forma şansı vermediği Hollanda Milli Takımı’nda forma giymek. Guus Hiddink’in Türkiye milli maçı için açıkladığı aday kadroda yer alan Bas Dost için şu an her şey kusursuz ilerliyor. Öte yanda milli forma yarışında en büyük rakibi ise PSV’ye transfer olarak tekrar bol gol atmaya başlayan Luuk de Jong. Her iki futbolcu da bir kez daha çağrıldıkları aday kadroda artık vazgeçilmez olmak için büyük bir rekabetin içerisindeler. Çaresizlik içerisinde takımdan ayrılmayı düşünse de Wolfsburg’ta kalıp, savaşa kaldığı yerden devam eden Bas Dost, Bundesliga’yı sallamanın keyfini çıkartıyor. Daha önce Edin Dzeko, Mario Mandzukic gibi yıldızları elit oyuncu seviyesine çıkartan Wolfsburg, Bas Dost’a da güzel bir kariyer hazırlamanın eşiğine geldi. Şimdilik bu hikâyenin kazananları Hecking, Bas Dost ve Wolfsburg olarak görünüyor. Luuk de Jong ise bu çekişmede tekrar bildiği yerde, en iyi bildiği işi yaparak milli forma yarışını burun buruna götürüyor. Milli takımda en çok gol atan oyuncu olan Robin van Persie’nin gelecekteki halefleri için zorlu bir maraton yeniden başlıyor. Başlarda Klaas Jan Huntelaar’ın gölgesinde geçecek olan yarışta yılın sürprizi Bas Dost bir adım öne geçti. Ahmet Sercan Ergün Kuzey Amerika HF168 MLS’iN YENi YILDIZLARI ABD’de futbol, bir diğer adıyla Major League Soccer (MLS) yeni takımları ve yeni yıldızları ile şimdiden dikkatleri üzerine çekmiş durumda. Futbolseverlerin bir gözü de bu yıl Yeni Kıta’da, yıldız isimlerin mücadelesinde olacak Avrupa’da futbol sezonunun sonlarına doğru yaklaşırken başlayan MLS, son şampiyon Los Angeles Galaxy ve Chicago Fire arasında oynanan maç ile seyirciyle buluştu. Geçtiğimiz yıl 7 Aralık’ta sona eren ligi, Donovan ve Robbie Keane gibi yıldızların forma giydiği Los Angeles Galaxy kazanmıştı. Mart ayında başlayacak lig, konferans finalleri ve final maçıyla Aralık ayında son bulacak. New York ve Orlando şehirlerinin katılımıyla Doğu ve Batı konferansında toplam 20 takımın mücadele edeceği lig, kuruluşunun 20.yılında birçok yeni yıldıza ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Transfer döneminde Avrupa’dan önemli yıldızlar (Gerrard, Lampard, Giovinco, Villa, Diskerud, Kljestan gibi) ABD’nin yolunu tuttu. İşte karşınızda MLS’in yeni yıldızları: Sebastian Giovinco - Toronto FC ‘’Ha patladı, ha patlayacak’’ derken 28 yaşında ABD’nin yolunu tutan ‘’Atom Karınca’’ lakaplı oyuncu, kesintili Juventus kariyeri boyunca rotasyon oyuncusu olmaktan öteye gidemedi. Hızı ve dribling yeteneği ile oynadığı takımlarda zaman zaman savunmacıların korkulu rüyası olan İtalyan oyuncu artık ABD’de top koşturacak; aslında tam olarak ABD olmasa da. MLS’in Vancouver Whitecaps ve Montreal Impacts ile beraber 3 Kanadalısı’ndan biri olan Toronto FC’de top koşturacak olan Giovinco’nun performansı şimdiden merak konusu. Zira Parma kariyeri dışında İtalya’da beklenen etkiyi bırakamamış olan Torino doğumlu oyuncu için ABD, futbolun gün geçtikçe daha fazla izlendiği bir ülke olarak büyük bir şans. Kazandığı yıllık ücret ile (5 sezonluk kontrat karşılığı 35 milyon dolarlık sözleşme) en çok kazanan İtalyan oyuncu ünvanını alan yıldız oyuncu, MLS’in performansı merakla beklenen yıldızlarının başında geliyor. Jozy Altidore - Toronto FC 2006 yılında yapılan draft ile MLS kariyerine başlayan Jozy Altidore, henüz 17 yaşında New York MetroStars (şu an New York Red Bulls) formasını sırtına geçirdi. Performansı ile İspanyol ekibi Villarreal’in dikkatini çeken oyuncu, 2008 yazında İspanya’nın yolunu tuttu. Xerez ve Hull City’de başarısız iki kiralık dönem geçiren forvet oyuncusunun yolu, 2011’de Bursaspor ile Türkiye’ye bile düşmüştü. 2011 yılında Hollanda’nın AZ Alkmaar takımı ile anlaşan genç oyuncu, Eredivisie’de nihayet kendisinden beklenen performansı sergiledi. 67 maçta 39 gol kaydeden Altidore, Sunderland forması ile kendini yine Ada’da buldu. 42 maçta yalnızca bir gol kaydederek hayal kırıklığının ötesine geçen Altidore, yapılan bir anlaşma sonucu Jermain Defoe takası ile tekrar anavatanının yolunu tuttu. Milli Takım’da yaptıkları ile hala ABD seyircisinde kredisi olan 25 yaşındaki oyuncu artık Toronto FC forması ile MLS’te boy gösterecek. Yeni takım arkadaşı Giovinco ile hücumda yapacakları herkesin merak konusu olan Altidore, MLS’in bu sezonki dikkat çeken transferlerinden. (Bu yazı yazıldığı sırada Altidore, biri penaltıdan olmak üzere attığı iki golle takımı Toronto’ya Vancouver karşısında galibiyeti getiren isim oldu. İlk golün asisti de Giovinco’dan geldi) Sebastian Giovinco giymiş olması, tribünlere Latin nüfusun iç saha/dış saha farketmeksizin akın edeceğini şimdiden garanti ediyor. Fiziksel durumu ne kadar elverişli bilinmez ancak oyun aklı onu, MLS’in bu sezon ve daha sonrası için fark yaratacak oyuncusu yapacaktır. Zaten ilk maçında uzatma dakikalarında attığı beraberlik golü ile Orlando City’nin MLS tarihindeki ilk golünü kaydeden 33 yaşındaki oyuncu, ligin en büyük yıldızlarından biri. Jozy Altidore Kaka - Orlando City FC O şaşaalı günleri geride kalmış olabilir, ancak Kaka Leite kalite olarak hala MLS’in çok üzerinde bir oyuncu. En parlak dönemini 2003-2009 yılları arasında İtalya’da Milan forması ile geçiren oyuncunun parlak kariyeri, Los Galacticos forması altında geçirdiği sakatlıklarla sekteye uğradı. Geçen sezon Milan ile eski günlerini hatırlatan performanslara imza atan Kaka, MLS’in yeni ‘’franchising’’i Orlando City FC ile anlaştı. Dünya çapındaki ünü ve Brezilya Milli Takım forması Kaka David Villa Sanchez - New York City FC 3 La Liga, Şampiyonlar Ligi, Avrupa Şampiyonluğu ve elbette Dünya Kupası. Apoletinde bunlara ek olarak FIFA Dünya Kulüpler Kupası ve 3 İspanya Kupası -bunlardan ikisi Real Zaragoza ve Valencia formaları ile- bulunan yıldız oyuncu, MLS’in yeni sakinlerinden; belki de en dikkat çekeni. Barcelona ve Real Madrid’in arasından sıyrılarak 1996’dan beri ilk kez başkente lig şampiyonluğunu getiren Atletico Madrid forması ile iyi işler çıkaran David Villa’nın ABD’nin yolunu tutması kimilerince garip karşılandı. Zira 97 maçta attığı 59 golle İspanya Milli Takım tarihinin en golcü oyuncusu olan El Guaje lakaplı tecrübeli oyuncu, Avrupa’da hala istediği kontratı alabilecek formda olduğunu herkese gösterdi. Yine de kariyerinin sonuna yaklaşmış bir oyuncunun, kendi deyimiyle ‘’karşı konulamaz’’ bir projeye hayır demesi için herhangi bir sebep yoktu. 7 numaralı forma ve kaptanlık pazubandı emanet edilen İspanyol yıldız “MLS’in gelişimine yardım etmek ve New York City’i ligin en iyi takımı yapmak istiyorum” diyerek de beklentileri karşılayacağının sinyalini verdi. Kaka ve onun lige gelişi ile beraber, stadyumlara Hispanik kökenli ve Latin nüfusun ilgisi kat ve kat artacaktır. New York gibi kozmopolit bir şehirde şayet futbola ilgi artacaksa, bu David Villa gibi yıldızların lige gelişi ile mümkün olacaktır. Frank Lampard - New York City FC & Steven Gerrard - Los Angeles Galaxy İki efsane yıldızı birlikte ele alıyoruz çünkü onlar MLS’e ancak Haziran ayında katılabilecekler. Aynı zamanda ligin yeni ekibi New York City’nin de sahibi olan Şeyh Mansur, Lampard’ı Chelsea’den kopararak ABD’ye getirdi. Lig yarışında Chelsea’yi amansız takibini sürdüren Maviler’de, Lampard’ın şu ana dek yadsınamaz bir katkısı oldu; bu yüzden de devre arası bitecek kiralık sözleşmesi sezon sonuna kadar uzatıldı. 37 yaşındaki yıldız oyuncu, MLS trenine rötarlı bineceklerden biri. Kariyeri boyunca Liverpool ve İngiltere Milli Takımı’ndan başka bir formayı sırtına geçirmemiş David Villa Sanchez bir oyuncu Steven Gerrard. Anfield efsanesi, 1998 yılından bugüne dek yaptıklarıyla Kop tribünlerinin unutulmuzları arasına girdi bile. İstanbul’da kazandıkları Şampiyonlar Ligi finali ise hala dün gibi akıllarda. Geçen sezon dramatik bir şekilde kaçan şampiyonluk, belki de onu çok sevdiği Liverpool şehrinden kopardı. ABD’nin yolunu birkaç yerel kupa şampiyonluğu ve 3 Premier Lig ikinciliği ile tutan Stevie’nin, Liverpool şehrinden kalbi buruk bir şekilde ayrıldığını söyleyebiliriz. Yine de onun ve Lampard’ın gelişi ile ABD’li futbolseverler, MLS tarihinde daha önce görülmemiş kalitede orta saha oyuncularını birlikte izleme şansı bulacaklar, Beckham bir istisna elbette. MLS’i, daha önce hiç olmadığı kadar şenlikli ve rekabetçi bir sezon bekliyor. Steven Gerrard Ebubekir Kaplan Maç Gezileri HF168 GELENEKSEL iNGiLiZ YEMEĞi İngilizler son bir yıl içinde zorlama da olsa “Traditional English Food” şeklinde bir konsept geliştirip bütün geleneksel mekanlarda standardize edilmiş bir menu eşliğinde sunmaya başlamışlar. Menüde et, patates ve bu ikilinin farklı kombinasyonları ile versiyonları yer alıyor, ha bir de bezelye türevleri. Ada’nın futbol sahalarındaki lezzeti tadanlar için fazlasıyla zayıf bir menü, hele ki Championship’in bol çeşitli, sürprizli, kalabalık menüsü ile kıyaslandığında Futbolun beşiği kabul edilen Ada’ya seyahat edip de futbol maçı izlemeden dönmek çok da kabul edilebilir bir davranış değil futbolu sevdiğini iddia eden birisi için. Biz de bu düstur doğrultusunda bir maç seçip seyahatimizin hakkını verelim istedik. Kraliçe’nin başkenti Londra’nın her köşesinde izlemeye değer, hikayesi bol bir maç bulmak mümkün. Hafta sonu Londra’da oynanacak maçları önümüze koyduk, elemeye başladık ve sonunda tercihimizi -bu kez biraz daha kalender davranarak- Fulham’dan yana kullandık. Londra’nın kalbur üstü Premier League takımları ve onların modernize edilmiş stadyumları artık sıradanlaştılar ama Fulham öyle değil, hala mütevazi stadı Craven Cottage’da maceralarla dolu varlığını nostaljik esintilerle sürdürmeye devam ediyor. Nitekim bu özel stadın adı da 18. Yüzyılın sonlarında yaşamış Lord Craven’ın hala tribünlerin köşesinde korunan sayfiye evi şeklinde tabir edebileceğimiz “cottage”ından geliyor, boşuna macera demiyoruz yani. Fulham semti Londra’nın güneybatısında, Chelsea ile Hammersmith arasında yer alıyor, Kensington ve Chelsea ile birlikte emlak fiyatlarının uçuşa geçtiği Londra’nın Nişantaşıvari semtlerinden biri olarak tanımlamak mümkün. Kings Road’un da başlangıç noktası kabul edilir ki bu da aynı şekilde bir Nişantaşı nişanesidir. Bu zengin ama alçakgönüllü semtin en ünlü takımı Fulham FC’nin tarihinde çok fazla zirve yok ama hep bir hareket var, Londra’nın en eski futbol kulübü olmasının yanında yabancı sermayenin de her zaman ilgi odağı olmuş bir kulüp. Prenses Diana’nın kabul görmemiş kayınpederi El-Fayed’in bir dönem kulübün sahibi olması da tarihteki önemli bir ayrıntı tabi. 2000’lerin başından itibaren Premier League’de El-Fayed’in de desteğiyle kalıcı bir yer edinen, 2010’da Kupa2’de finale çıkıp Atletico’ya kaybeden takım sonrasında el değiştiriyor ve Pakistanlı Khan’ın himayesine geçiyor. Geçtiğimiz sezon da yaptığı garip transferler ve aynı gariplikteki hoca tercihleri sonrası tekrar 2000 öncesi dönemlerine, Championship’e geri dönüyor. Şu anki görünüm itibariyle de tekrar yukarıya çıkması bir süre pek mümkün görünmüyor. Cem Uzan > El-Fayed Fulham takımının bizim ülkede karşılığı olabilecek takım bana gore İstanbulspor, sadık taraftar sayısı dışında neredeyse her konuda ortak yanları var. Büyük şehrin nisbeten küçük takımı, işadamlarının elinde sıçramalar yapmış, geri düşmüş, sempatiyle bakılmış, alternatif olmuş kendi halinde bir takım. Hal böyle olunca maça giderken giymem gereken formayı da İstanbulspor forması olarak seçiyorum. Yeraltından Notlar Evet artık maç gününe geçelim. Pazar günü erkenden kentin en güzel kahvaltı mekanlarından birinde karnımızı doyurma niyetiyle güne başlıyoruz. Londra’da özellikli bir mekana girebilmek için mutlaka sıra beklemeniz gerekiyor. Bu sıradan kurtulmanın tek yolu mekanın prime time saatleri dışında oraya uğramak. Kahvaltı mekanına ogleden sonra gitmek gibi mesela, bizim öyle bir lüksümüz yok, gitmemiz gereken bir maç var. O yüzden sıraya girip Brit gibi takılıyoruz yarım saat kadar. Sonrasında kahvaltı menümüz de pancake ve benzer Brit seçeneklerinden oluşuyor haliyle. Masada uzun uzun oturup “şefim bizim çayları tazeler misin” deme lüksümüz yok çünkü bizden sonra yerimize oturmak üzere bekleyen onlarca insan var hala sırada, vicdan sahibi Ortadoğu insanlarıyız, sohbeti kısa kesip kalkıyoruz. Londra’da nereye gitmek isterseniz isteyin, imdadınıza yetişen raylı bir araç mutlaka vardır. Hele ki Fulham gibi merkezi bir yere gidecekseniz metro en ideal seçenektir. Öyle yapıyoruz nitekim. Neredeyse son bir yıldır hafta sonları bazı hatlarda geçici çalışmalar yapılıyor, istikametimizde de bunlardan bir tanesi var, 3 aktarma ile yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuğun ardından London Bridge’den Putney Bridge’e ulaşmış olmayı umuyoruz. Hafta sonları Londra’nın yeraltı hatlarında çok sayıda taraftar trafiği oluyor. Her kesişim istasyonunda farklı bir taraftar grubuna rastlamak mümkün. Herhangi bir şiddet olayına şahit olmadık ama insanın olduğu yerde şiddet her zaman ihtimal dahilinde, gereksiz bir Batı güzellemesine girmenin lüzumu yok. Hava soğuk olduğu için formalı insan görmüyoruz çok fazla, formasını göstermek için montun üzerine forma giyen marjinal bir tiple de karşılaşmadık ancak bulunduğumuz trende taraftar tipli çok sayıda insandan oluşan bir grup var bunu anlayabiliyoruz, taraftar tipi diye de bir gerçek var bu arada, biz de yılların tecrübesi sayılırız, ilk görüşte teşhis ettik kendilerini. Bu gruba biraz yaklaşınca Cottage’a doğru gittiklerini anlıyoruz konuşmalardan ve sohbete yanlıyoruz ufaktan. “Evet biz de bugünlük Fulham taraftarıyız” gibi talihsiz bir açıklama yapıyorum, stada giden herkesin Fulham lehine saf tutacağını düşünerek. Manalı gülüşmeleri görünce biraz geriliyorum ama Nottingham Forest taraftarı olmadığım sürece sıkıntı olmayacağını söylüyor gruptan birisi. Derby taraftarları olduklarını farkettiğim an tam da bu aralar. Brian Clough’u mu paylaşamadılar acaba diye geçiriyorum içimden, lafı fazla uzatmaya gerek yok bu dakikadan sonra diyerek yavaş yavaş vagonun diplerine doğru ilerliyorum. Road to Craven Cottage Putney Bridge’de trenden iniyoruz, maçın başlamasına yaklaşık bir buçuk saatlik bir zaman dilimi var, 15 dakika kadar yürüme mesafemiz olduğunu da göz önünde bulundurarak Cottage’a doğru ilerlemeye başlıyoruz. İstasyon civarında kalabalık oluşmaya başlamış, güvenliği sağlamak üzere de 2 atlı polis göze çarpıyor, İngiliz atlarının her birinin bizim TOMA büyüklüğünde olduğunu göz önüne alırsak caydırıcı olduklarını söyleyebiliriz. Stadyuma giderken sadece bir tane pub gözümüze çarpıyor, taraftarların çoğunlukta olduğunu söyleyelim, dışarıdan çekingen tavırlarla çektiğimiz fotoğraflara gülümseyip poz verdiklerini gördükten sonra bir kaç poz daha almaya cesaret ediyor ve yola devam ediyoruz. Londra’da bir yere gitmek istiyorsanız oraya giden bir tren vardır demiştik, yürüyerek bir yere gidecekseniz de mutlaka bir parka uğramak zorundasınız, biz de istasyondan stadyuma giden yolda doğal olarak bir parka uğruyoruz; Bishop’s Park. Parkın girişinde İngiliz usulü atıştırmalık satan abiler var, bir nevi tükürük köfteciler, sonrasında yeşillikler arasında uzunca bir yol. Bir yanda Thames nehri, bir yanda Fulham’ın muntazam konutları. Beşiktaş Çarşı’dan İnönü’ye giden yolun trafiğe kapalı olduğunu ve park olarak kullanıldığını düşünün, işte öyle bir şey. Cottage’ın eteklerine vardığımızda geniş bir yeşil alanda hocalar eşliğinde top oynayan çocukları görüyoruz, her yaş grubundan sayısız çoçuk belki de bir gün arkalarındaki stadyumda attıkları gol sonrası ayağa kalkan Johnny Haynes tribünlerini hayal ederek topun peşinden koşturup duruyorlar. “Bir ikisinin adını öğrensem de ileride yıldız olurlarsa -bu çocuğu ben keşfettim- hikayelerini anlatsam” şeklindeki teklifim komik karşılanıyor, bence çok mantıklıydı… Fulham’ı bilenler için söylüyorum; nehir tarafındaki kale! Artık Craven Cottage sınırları içerisindeyiz, maçın başlamasına yaklaşık bir saat var ve her iki takım taraftarları da tribünlerin sırtlarında maç saatini bekliyorlar. Kalabalığın arasından geçip internet üzerinden aldığımız biletlerin teslim edileceği bankoya geliyoruz. Biletimiz Putney End’den, stada adını veren yapının (cottage) hemen yanında, rakip taraftarla bir arada oturmayı planladığımız kale arkası tribün. Bu arada bilet fiyatlarına da değinmekte fayda var, kale arkaları 25 pound, ana tribünler 35 pound dolaylarında. Standart bir şekilde uygulanan kale arkasının 2-3 katı daha yüksek fiyatlar en azından sezonun bu bölümünde Cottage’a uğramamış. Biz de bu tercihler arasından hikayesi olan tribünü seçerek maç saatini beklemeye koyuluyoruz. Stadın ana tribünü Riverside sırtını Thames nehrine yaslamış vaziyette. Çeşitli kürek ve yelken takımları nehirde ilerlerken Fulham ve Derby taraftarları da içeceklerini bu manzaraya bakarak yudumlamakla meşguller. Stadyum içinde herhangi bir alkollü içecek satışı yok ancak stadın girişindeki satış noktalarında aynı zamanda sponsor olarak da yer alan alkollü içecek firmaları uzun kuyruklara satış yapıyor. Metroda karşılaştığımız Derby taraftarı grupla burada yeniden karşılaşıyoruz, sıcak sayılabilecek bir İngiliz selamı ile aramızdaki buzları eritiyoruz, tribünde yakın yerlerde oturacağız, daha bizden bir tabirle “yüzyüze bakacağız” olayı büyütmeye gerek yok. Japon turist edasıyla farklı kameralarımızla Thames’e, Riverside’a arkamızı dönüp fotoğraflarımızı çektikten sonra koltuklarımıza oturmak üzere içeriye adım atıyoruz. Herhangi bir üst arama, bozuk para bağışlama, kapaksız su şişesi taşıma gibi ritüellere tabi tutulmadan yerimize geçiyoruz. Maç başlamadan 15-20 dakika once tribünlerin ne kadar dolacağını, kimin baskın olacağını anlarsınız genelde, burada da Fulhamlıların takımı kapalı gişe oynatacakları belli oluyor ancak Cottage’ı inletecek gürültünün Derbylilerden geleceği de su götürmez bir gerçek. Burada Fulham taraftar profiline biraz değinmekte fayda var, mahalle sakini, beyaz yakalı, öğrenci, futbol sevgisini belli bir seviyede tutan efendi insanlar diye özetleyebiliriz sanırım. İahim Altınsay’ın da zamanında bu grubun bir parçası olduğunu belirtirsek kafalarda biraz daha şekillenmiş olur sanırım profil. Evet; sakin Fulhamlılar, tövbekar holiganları da bünyesinde barındırdığı hissedilen Derby taraftarları, stewardlar, İngiliz tribünlerinden çıkan o bildik homurtular, gri hava, ateş tuğlaları, nostaljik tribün, Thames Nehri, yeşillikler ve uzakta belli belirsiz döndüğü hissedilen bütün Westminister bölgesinin koruyucusu London Eye… Londra’da olduğunuzu hissettirecek şeylerin neredeyse hepsi var, yağmur dışında! Oyuncuların çıkış tünelinde belirmeleri ile birlikte yağmur damlaları da çimlerin üzerine düşmeye başlıyor, yaşasın! Putney End tribunü ile orijinal yapısı korunmuş, girişinde de adını aldığı efsanevi oyuncuları Johnny Haynes’in adını alan tribünün kesiştiği yere konumlanmış çıkış tüneli. Bulunduğumuz konum itibariyle normal bir tonda oyunculara seslensek bizi duymaları zor olmaz yani. Seslenebileceğimiz isimler arasında; eşofmanlarıyla sevdiğimiz kaleci Kiraly, Scott Parker, Bryan Ruiz, Rodallega, Dembele, Darren Bent gibi yakından tanıdığımız oyuncular var ancak oyuncuya bağırma olayını yirmili yaşların başında terkettiğimiz için seviyeli bir alkışla geçiştiriyoruz bu kısmı. Yağmurlu bir günde görmüştüm seni Maçın başlaması ile birlikte yağmur hızını artırıyor ve tribünlerin alt sıralarında yukarılara doğru minik bir hareket başlıyor. Derby taraftarlarının gerek stadın, gerekse Londra’nın atmosferiyle pek alakaları yok, tamamı ayakta ve seri bir şekilde oyunun içerisine tezahüratları ile dahil oluyorlar. Biz de bir iki kere Pınarbaşı girişiminde bulunuyoruz ama komik duruma düştüğümüzü farkettikten sonra vazgeçiyoruz bu çabadan. Derby County Championship’te lider konumdaydı bu maça çıkarken, Fulham ise alt sıralardan kurtulma çabasında, düşme potasının biraz üzerinde tutunmaya çalışıyor. Puan durumunun aksine maça hızlı başlayan ve daha kontrollü bir oyun sergileyen taraf Fulham oluyor. Parker’ın önderliğinde kanat akınlarıyla Derby kalesine hücum eden siyah beyazlılar ilk yarıyı da organize gollerle 2-0 önde tamamlıyorlar. Maçın devre arasında çay-kahve sırası oluşuyor hemen, gerekeni yapıyor ve sıraya girip kahvelerimizi alıyoruz. İkinci yarıdan çok fazla beklentimiz yok, belki hoca kulübede bekleyen Dembele’yi oyuna sokar, biraz hareket gelir. İkinci yarı beklediğimiz gibi düşük bir tempoda geçiyor. Maçta başka gol olmuyor ama son bölümde oyuna girip bizi sebepsiz yere sevindiren Dembele’nin direkten dönen güzel bir şutu var. Maçı Fulham 2-0 kazanıyor ve lig lideri Derby ağır bir darbe almış oluyor. Bu darbenin hemen yanıbaşımızdaki taraftarlar üzerindeki etkisine bakıyoruz, Derby malzemecisi de tünelden içeriye girene kadar alkışa devam edip usul usul tribune boşaltmaya başlıyorlar. Güzel hareketler bunlar diyerek hemen “bizde şöyleydi, şurada şöyle olurdu…” mealindeki kıyaslamalara girişiyoruz. Geleneksel İngiliz yemeği Evet maçı bitirdik, veda fotoğraflarımızı da çekip dönüşe geçelim. Veda fotoğraflarında üzerimdeki formayı anlamaya çalışan iki üç ufaklığa İnternet Mahir edasıyla ülke tanıtımına girip formayı ve İstanbulspor’u anlatmaya başlıyorum, saygılı saygılı dinliyorlar sağolsunlar, onlardan da Fulhamİstanbulspor benzerliği konusunda onay alıyorum tabi, bir nevi vatandaşa sorduk klişesi, işe yarıyoe. Ve dönüş yolu. Geliş yolunun tersi neredeyse, pek bir değişikliğe gerek yok. Kırmızı ışıkta karşıya geçen bir taraftar grubu dışında aynı süreci yaşıyoruz. Planımız Picadilly’e geçmek ve orada bir şeyler yedikten sonra biraz dinlenip gece dışarıya çıkacak enerjiyi bulabilmek. Çok farklı kültürlerin yiyecekleri ile büyümüş, onlarca farklı tadı aynı menüde bulabilen, yemek konusunda şanslı bir coğrafyadayız, bu şansın genel olarak Akdeniz’in kuzeyindeki ülkelerin tamamında olduğunu söylemek abartı olmaz. İngiltere’nin Akdeniz’e çok uzak bir ülke olduğunu konu yemeğe gelince bir kez daha anlıyoruz. Ülkenin en meşhur yemeği diye bir şey yok. Son bir yıl içinde zorlama da olsa “Traditional English Food” şeklinde bir konsept geliştirmişler ve geleneksel mekanlarda standardize edilmiş bir şekilde bu menüyü sunuyorlar müşterilere. Et, patates ve bu ikilinin farklı versiyonları ile bezelye türevleri. Sağlık olsun diyoruz tabi, ya bu menu ile idare ederiz ya da bu tercihi pas geçerek dünyanın herhangi bir ülkesinin mutlaka burada şubesi bulunan lezzetli bir restoranına gider karnımızı her şekilde doyururuz. Bu kadar rahat yorum yapabilmemizin arkasında bir doymuşluk da var tabi, Craven Cottage’ı yaşarken Ada’dan beklediğimiz lezzeti fazlasıyla aldık. Evet, biraz patates yeterli olacak gibi görünüyor. Bir sonraki öğünde buluşmak üzere, afiyet olsun. Fırat Topal Maç Gezileri HF168 PARKEN’iN TOZUNU ALDIK İskandinavya’nın eski şehirlerinden Kopenhag’da bira soslu bir derbi hikâyesi… København-Brondby mücadelesini yerinde izledik Danimarka deyince benim aklıma önce Michael ve Brian Laudrup kardeşler gelmez, büyük golcü Lord Nicklas Bendtner hiç gelmez, ama Mads Mikkelsen abimiz gelir (bu güzide aktörü Hannibal dizisiyle tanıyanlar direk çıksın sayfa kasıyor), Sidse Babett Knudsen ablamız gelir (hala Borgen isimli şaheseri izlemeyen varsa gitsin Arka Sokaklar’ın DVD setini alsın), hiç gelmezse 11-12 yaşında o zamanın parasıyla 1,5 milyon saydığım Lego korsan setinin bir parçası kaybolunca yaşadığım yıkım gelir. Tabii o zamanlar Danimarka’nın 65. yaşını kutlayan bu efsane firmanın dükkanlarında bugünkü gibi yedek parça bulunmazdı. Koskoca geminin top mermilerinden birisi kayboldu mu bittin, elinden gelse Tuzla’ya götürüp “usta şunu bir tersaneye çekelim” diyecek durumdasın ama nafile. Dolayısıyla Danimarka demek benim için nostalji demektir, melankoli demektir, zorla “kardeşle oyna” diye odama gönderilip güzelim Lego çiftliğini batıran komşunun zıpır oğlu Orçun demektir. Kopenhag dünyanın en medeni şehirlerinden bir tanesi. Oldukça düzenli, yaşam standartı yüksek ve vatandaşlarının sosyal olanakları kullanması için elinden geleni yapan anlayışın elinden çıkmış bir başkent. Elinize wi-fi seçeneğine sahip bir cihaz alıp sokakta yürüseniz dahi, herhangi bir kapalı alana girmeden internete bağlanabiliyorsunuz. Diğer türlü de durum farklı değil, Kopenhag’da trenlerde, otobüslerde, stadyumlarda ve hatta kiliselerde dahi wi-fi olanağı var. Ha soracaksınız “bize tavsiye eder misin?”, orada durup düşünürüm. Zira Kopenhag fena derecede “eski” görünen bir şehir. Ama tarihi olmak veya “medieval” olarak bilinen Orta Çağ dokusuna sahip şehir olmak başka bir şey, “eski” olmak başka bir şey. Kopenhag’da Prag veya Budapeşte gibi kentlerde görülen, köhne ve eski yapıların hoşluğu da mevcut değil, binalara resmen bakım ve canlılık gerekiyor. Zaten tesadüf müdür bilinmez, biz oradayken şehrin neredeyse dörtte birinde yollar, binalar ve kanalizasyonlar bakımdan geçiriliyordu. Hatta 1 günlüğüne kaçtığımız (bu lafa da ayrıca takılırım, nereye kaçıyorsun, bunun bir de başka versiyonu “hafta sonu kaçamağı”, hafta içi hapishane parmaklıkları ardında yaşadığını itiraf etmek gibi bir şey, şuna “gitmek” deyin yahu) Malmö bize daha sıcak, daha derli-toplu daha çekici bir şehir gibi geldi. Hazır yeri gelmişken söyleyelim, Kopenhag’a yolu düşenler bu küçük ama insanı sarmalayan kenti de görmeden geri dönmesinler. İki şehir arasında her 10 dakikada bir çalışan trenler sizi iki yanında maviliğin uzandığı, denizin ortasındaki Oresund Köprüsü’nden geçirerek 25 dakika süren bir yolculuğa çıkarıyor. Bir de tüyo verelim, İsveç Danimarka’dan daha hesaplı bir ülke. Danimarka’yı, Finlandiya’yı da içine kattığımız kuzeydeki 4 ülke içinde Norveç’ten sonra yaşamın en pahalı olduğu ülke konumuna oturtabiliriz. Spice Boys’un birası Carlsberg Futbol, hayatın önemli bir parçası olunca 168 yıllık bir geçmişi olan Carlsberg bira fabrikasının koridorlarında dolaştığınızda aklınıza ilk gelen maltın nasıl mayalandığı değil Liverpool’ın Robbie Fowler, Jamie Redknapp, Stan Collymore, David James ve Steve McManaman beşlisinden oluşan grubu, İngiliz basınının deyimiyle “Spice Boys” geliyor. Zira şampiyonluk kazanamasa da, Premier League’i, TRT-3’te yayınlanan Avrupa’dan Futbol programından tanıyan 80 kuşağının gönlünde yer etmiş o Liverpool nice efsane maç oynarken ve Fowler ile Collymore golleri sıralarken göğsünde Carlsberg reklamını taşıyordu. Carlsberg toplamda 18 yıl boyunca Liverpool’ın forma reklamıydı ve takım İstanbul’da Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazandığında da Danimarkalı biracıları gururlandırmıştı. Bugün firma Liverpool’ı kaybetse de ülke futbolunun lokomotifi FC København’ı halen elinde tutuyor. Biz müze koridorlarında turlarken aklımızda birkaç saat sonra tribünlerde yerimizi alacağımız FC København - Brøndby IF maçı, yani Kopenhag derbisi, nam-ı diğer The New Firm var. Stadyuma geçmeden önce iki takım hakkında kısa bir bilgi verelim. FC København henüz 23 yıllık geçmişi olan bir kulüp. 1992 yılında iki kulübün birleşmesi sonucunda kuruldular ki bunlardan bir tanesi, Kıta Avrupası’nın en eski kulübü, 1876’da kurulmuş, 1878’de futbol şubesini açmış Kjøbenhavns Boldklub’tu, diğeri de 1903 yılında kurulmuş olan Boldklubben 1903. Bu birleşme sonucu FC København 1992 yılında Kjøbenhavns Boldklub’u rezerv takımı haline getirirken Boldklubben 1903’ün de Danimarka Süper Ligi’nde mücadele etme lisansını elde etti. Daha sonra geçen 22 sezonda 10 şampiyonluk elde edip bunu 50 yılda başarabilen Brøndby’i şampiyonluk sayısında yakaladı. Tabii bu, iki kulüp arasında başkentte süren rekabetin giderek keskinleşmesini de beraberinde getirdi. FC København, başkentin merkezinde, iş adamlarının ve yüksek gelirli Kopenhag elitinin takımı haline gelirken, merkeze 13 kilometre uzaklıkta Kopenhag’ın batısındaki banliyölerde kurulmuş olan Brøndby semtinin takımı işçi sınıfında desteğini bulan bir kulüp haline geldi. 1992’de 1-1 biten ilk derbi ile başlayan maçlar serisinde iki ekip 90 kez karşı karşıya gelmiş ve bunların 41’ini FC København, 30’unu Brøndby kazanmış 19 maç da berabere bitmişti. Şehrin playboy takımının kurulmasından itibaren elde ettiği sıçramanın yanı sıra Brøndby, son 10 yıldır şampiyonluk yüzü görmüyor ve 50. yıllarını kutladıkları sezonda da mutlu sona ulaşamayacaklar. Sezon başında kendi altyapısından yetişen Daniel Agger, daha önce iki sezon takımın formasını giymiş Johan Elmander ve Finlandiyalı Teemu Pukki gibi Avrupa futbolunun tanınmış isimlerini kadrosuna katan Brøndby sezon ilerledikçe rakiplerinin gerisinde kaldı ve şampiyonluk yarışından erken uzaklaştı. FC København ise lider FC Midtjylland’ın 9 puan gerisinde ikinci sırada bulunuyor. Gol Leventcim gol Maç Parken Stadyumu’nda. Parken dedin mi orada duracaksın. Maç öncesi København hocası Ståle Solbakken soyunma odasında “Kadememiz tamam ileri gittiğimiz zaman da topa doğru hep beraber bam bam bam oynayacaz…oynadınız…..” diye taktik veriyor sanıyorum o derece. Hala bilmeyenler için söyleyelim Kopenhag’ın Parken Stadyumu Galatasaray’ın 2000 yılının 17 Mayıs’ında UEFA Kupası’nı kazandığı stadyum. Güzel bir tesadüf Parken de aynen Ali Sami Yen gibi otoyolun kenarında, şehir merkezi diyebileceğimiz bir muhitte. Şöyle tarif edelim, otobüsten indikten sonra 50 metre yürüyüp stadyumun içine girebilirsiniz. Karşılaştırmak için söylüyorum, örneğin bazı Alman stadyumlarında bu mesafe 200-300 metreyi bulabiliyor. Örneğin dergideki son gezi yazımız olan Lyon-PSG maçı için gittiğimiz Stade Gerland’a ulaşmak için metro çıkışında 5 dakika boyunca tabanvaya başvurmuştuk. Ev sahibi takımın taraftarları maç öncesinde dev pankartlı, meşaleli bir koreografi yapıyor. Hatta Danimarka için oldukça ateşli sayılacak bir şova dönüşüyor koreografi, zira kale arkasındaki tribünlerin en alt katında yakılan 30-40 adet meşale tribünün önünü tamamen duman kaplamasına sebep oluyor ve bir süre kale arkasını göremiyoruz. Deplasmana aşağı yukarı 2-3 bin seyirciyle gelen Brøndby de (Brøndby ultraları son 2 derbi deplasmanına gitmediler) meşale ve bayraklarla destekli ufak bir şov yapıyor. Maçın başlangıcından itibaren dikkatimizi çeken şey, FC København’ın forvet hattı. Reinhard Saftig döneminde Galatasaray’ın forvet hattında Hakan Şükür-Saffet Sancaklı ikilisi oynardı, hatta bir ara rahmetli Sedat Balkanlı’nın da kornerlerde ileri çıkışına atıf yaparak gazeteler “Galatasaray’ın her korneri penaltı gibi” başlıklarını atmıştı. Ama tabii Saffet-Hakan ikilisi rakip kalecilerden çok Galatasaraylıların sağlığını tehdit edince Saftig her maç son dakikalarda Arif Erdem’i oyuna sokup gol aramak zorunda kaldı ki, Arif’in o yıllardaki lakabı “Joker Arif” oldu. FC København’ın forvet hattında da böyle iki arkadaş var. 1.90’lık Nicolai Jørgensen ve 1.93’lük Andreas Cornelius. Özellikle bu ikinci arkadaşı nasıl tarif etsem bilemiyorum. Tipte Breaking Bad’deki Todd Alquist’e boy/ yetenek oranında Andreas Wagenhaus’a benzeyen bu arkadaş hangi potensiyeli görülerek şampiyonluğa oynayan bir takımın forvetine yerleştirildi kestiremiyorum, ama Danimarka Lord Bendtner’den kötü forvetler de üretebiliyormuş bunu anladım. Hatta kendisinin 8 kere ulusal takım forması giymişliği de var. Gerçi Bendtner’in de 64 kez aynı formayı giydiği düşünülürse durum anlaşılabilir. Maçın ilk devresi Brøndby forvetlerinin kaleciyle karşı karşıya harcadığı 2 fırsatla golsüz berabere bitecekmiş gibi görünürken (Daniel Agger ilk yarım saat biterken sakatlık geçirdiğinden oyundan çıktı) København’ın Ganalı orta saha cengaveri Daniel Amartey, 43. dakikada ceza sahası ön çizgisinde pusuya yattığı pozisyonda önüne düşen topa müthiş bir zamanlamayla vuruyor ve top Brøndby kalesinin doksanına yapışıyor. Anlayacağınız kalede değil Lukas Hradecky, değil Şımaykıl bütün Maykılların gelse kurtaramayacağı bir top daha. Youtube’da “Amartey’in Hradecky’e attığı golü” arayın nerelere geleceksiniz görün. O sene bu sene mi? İkinci devrenin hemen başında maç boyunca uyuyan Pukki, ceza sahasını hafiften karıştırıyor ve devre arasında Brøndby tribününün yaktığı meşaleler sebebiyle København ceza sahasına sinen dumanların arasından süper kahraman gibi fırlayan Paraguaylı José Ariel Núñez durumu 1-1’e getiriyor. Deplasman tribünü gözünün önünde cereyan eden bu olaylar sonrası sahaya girmeye yelteniyor, ama tribünün önündeki güvenlik görevlileri bir anda 5’e katlandığı için başarısız oluyorlar. Zaten bu hengame sırasında da aşağıya indikleri gibi koltuklarına geri dönüyorlar, zira bizim kule forvetlerden daha bir futbolcuya benzeyeni, Jørgensen kornerden gelen topa arka direkte kafayı yapıştırıp takımını tekrar öne geçiriyor. Kalan yarım saat Brøndby’nin tekrar beraberliği yakalama çabasıyla geçiyor ama hücum yükü, o gün sahada gezen Pukki’ye kalınca bu pek mümkün olmuyor, zira Johan Elmander 1 hafta önce oynanan FC Midtjylland maçında kırmızı kart gördüğü için cezalı. Maçın 90. dakikasında, Solbakken’in tamamen rakibi hırpalamak için sahada tuttuğu kamikaze karakterli orta saha oyuncusu kaptan Thomas Delaney, rakip ceza sahasına girip uzak köşeye harika bir hediye bırakıyor ve derbinin sonucunu belirliyor: 3-1. Delaney, İrlanda-Birleşik Amerika kökenli bir oyuncu olmasına rağmen Danimarka ulusal takımında forma giyiyor ve henüz 23 yaşında kapanlık seviyesine yükselmiş bir oyuncu. The New Firm’den maç bitiminde ayrılırken Brøndby taraftarlarının yüzüne bakıyorum. “Hani o sene bu seneydi beyler” diye yaşlı gözlerle birbirlerine bakıyorlar. Zira, rakiplerini Parken’de 8 senedir yenemiyorlar. Ben ise otele seğirtiyorum, zira benim de kafamda “o sene bu sene mi?” sorusu var, sadece 2 saat sonra başlayacak bir başka derbi için. Ama günün sonunda Brøndby taraftarları ile kader arkadaşı oluyoruz. Hep beraber bir Danimarka barına gidip Bergen’den ‘Kader Diyemezsin Sen Kendin Ettin’ şarkısını söylüyoruz… Nereye söylüyoruz, 50’lik biranın fiyatı 10 euro. Marketten Tuborg alıp otelde efkarlanıyoruz. Nasıl yaptın zalim sen bana bunu… Maç Bahane HF168 Varol Döken GÜÇLÜ OLAN AYAKTA KALIR Sizlere daha önce bu köşede kuruluşunu www. hayatimfutbol.com/baskilar-bizi-yildiramaz ve son haberlerini www.hayatimfutbol.com/ son-baskidan-son-haberler geçtiğimiz amatör futbol takımımız Son Baskı ile olan yolculuğumuz devam ediyor. Özellikle Ocak ayı ile birlikte maç takvimimiz bayağı bir sıklaştı. Artık nerdeyse haftada bir hazırlık maçımız var. Efendi Lig’e hazır olmak için çıktığımız bu yolda artık neye hazırlandığımızı da unuttuk. Zaten önemli olan amatör hevesimizi korumak, karda kışta, yağmurda, siste sahaya en az 11 kişi çıkabilmek. Biz takım olarak bunu başardık, bu da şu an bizim için en büyük başarı. Yenile yenile yenmeyi öğreniyoruz Ziya Doğan katenaçyosu ile aldığımız beraberlik ve 1-0’lık ilk galibiyetimizden sonra bu hafta 2. galibiyetimizi de aldık. Ancak yukarıda da değindiğim gibi Son Baskı’nın bize bir galibiyetten daha fazla kazandırdıkları var. Geçen hafta oynadığımız maçta bunu bir kez daha gördük. Zorlu hava koşulları, trafik, ulaşım sıkıntısı, uzayan mesailer, evde bekleyen eşler ve çocuklar gibi birçok olumsuz şarta rağmen saat 23’teki maçta da sahaya 11 kişi+3 yedekle çıkmayı başardık. Sahaya 11 kişi çıktığınızda zaten bir şeyleri başarmış oluyorsunuz. Skor sonraki iş, skor işin tuzu biberi… Ayakta kal, gerisi gelir Rakibimiz Kadir Has Üniversitesi öğrencilerinin kurduğu Hasanpaşa’ydı. Bu maçta, ilk defa Puma’nın yenilenen evoPOWER 1.2 FG kramponlarını denedim. Amatör futbol sevdalıları iyi bilir ki, bu tür maçlarda galibiyetin anahtarı 90 dakika boyunca ayakta kalmaktan geçer. Bunun için de sadece fizik kondisyon yetmez, ayaklarınızın da sizi taşıması gerekir. Suni çimde oynadığımız için kramponların önemi gerçekten çok büyük. İşte Puma evoPOWER böylesi maçlarda, böyle sahalarda sizi sonuna kadar taşıyacak, ayakta tutacak bir ayakkabı. Sağ açık olarak başladığım Son Baskı kariyerim, bazen sağ bek ama çoğunlukla stoper olarak devam ediyor. Yaşım ve kondisyonum dolayısıyla en işe yaradığım mevki defansın ortası diyebilirim. Rakipler güçlü, rakip forvetlerin top hakimiyeti, tekniği, futbol bilgisi benden iyi. O yüzden onlarla savaşmak için tek şansım dişe diş mücadele etmek. Mücadelenin birinci şartı ise güçlü bir şekilde ayakta kalmak. EvoPOWER’ları ayağıma ilk geçirdiğimde birinci aşamayı tamamladığımı hissettim. Ayakkabının hafifliği, yumuşak mikrofiber Adaptlite üst malzemesinin verdiği destek ve hareket özgürlüğü ile ayaklarıma istediğim gibi hükmedebildim. Sanki çıplak ayakla oynadım tüm maç. Üst kısmı uzunlamasına kaplayan GripTex diye bir malzeme var. Hem yağışlı hem de normal havalarda topun kavrayışını artırıyor. Bu maç oldukça işime yaradı, yağmurlu bir havada da mutlaka deneyeceğim. Stoper oynuyorsan, topu defanstan güçlü ama kontrollü bir şekilde uzaklaştırmak önemli. Defansın arkasına atılan toplarda bunu sık sık yaşadım. Başta biraz sorun yaşasam da oynadıkça açıldım. Maç ilerledikçe evoPOWER’ların ayağımda olduğunu bile unuttum. Hele sağ taç çizgi kenarında kayarak girdiğim bir pozisyon vardı ki, topu rakipten tereyağından kıl çeker gibi aldım. Bu tip pozisyonlarda ayakkabının önemini bir kez daha anlıyorsun. Ne yapalım, gol atamayınca biz de bunları anlatıyoruz (selam Serkan:) Maçı 8-2 kazandık. Bir defans oyuncusu olarak üstüme düşeni yaptığımı söyleyebilirim zira 2 gol bu tür amatör maçlar için gayet iyi. Rakibimiz ilk defa büyük sahaya çıkıyordu, o yüzden skor çok normal, ileride daha iyi olacaklardır. Beraber Isınmak kazanmanın yarısıdır. oynadıkça, birbirini tanıdıkça, bir takım olmayı başardıkça alınan keyif ve dolayısıyla galibiyet sayısı artıyor. Zemheriden sonrası bahar aylar Son Baskı olarak en zor günleri atlattık. Önümüz bahar. Havalar güzelleştikçe, günler uzadıkça maçlar çok daha keyifli hale gelecek. Bu yaşlarda böylesine spor yapma imkânı bulmak, hele ki böyle güzel arkadaşların arasında olmak benim açımdan gerçekten çok değerli. Kazanmak-kaybetmekten önce bunu düşünüyorum, gerisi yavaş yavaş geliyor zaten. GE-Lİ-YOR-UZ! Müthiş sol Puma’mla yapıştırdım.