ÖLÜR iNSAN, YAŞAR KEMAL!

Transkript

ÖLÜR iNSAN, YAŞAR KEMAL!
1
3MART2
01
5-SAYI
1
68
Ö
l
ü
rİ
n
s
a
n
,
Y
a
ş
a
rK
e
ma
l
!
T
u
r
u
n
c
u
n
u
ni
k
i
t
o
n
u
D
o
s
t
&J
o
n
g
ML
S
'
i
nY
e
n
i
Y
ı
l
d
ı
z
l
a
r
ı
Yayın Koordinatörü
Mehmet Ekici
İlker Yılmaz
Sezona 23 transfer yaparak başlayan, devre arasında da 2 transfer daha
ekleyen Trabzonspor’da şüphesiz en parlayan isim Mehmet Ekici. Bayern
altyapısından gümbür gümbür gelmesi beklenirken Werder Bremen’e
gittikten sonra da düşüşe geçen potansiyel yıldız adayı tekrar umut
vermeye başladı. Kariyerinin en verimli sezonunu geçiren Mehmet,
özellikle ceza sahası dışından attığı gollerle ön plana çıkıyor. Öyle ki bu
performansıyla Avrupa ligleri düzeyinde en iyi istatistiği yakaladı ve bu
duruma UEFA da dikkat kesilerek manşetine taşıdı. Hayatım Futbol
da 168. sayısında Mehmet Ekici’yi hem profil hem de taktiksel olarak
manşetine alıyor.
Yazarlar
Bahadır Bozkurt
Ebubekir Kaplan
Fırat Topal
Sercan Ergün
Serkan Akkoyun
Uğur Karakullukçu
Varol Döken
Bu sayıda ayrıca; geçtiğimiz hafta aramızdan ayrılan Yaşar Kemal’in
futbolla ilişkisini, milli takımımızın rakibi Hollanda’nın iki golcüsü Bas
Dost ve Luuk de Jong’un çekişmesini, yeni başlayan MLS sezonundaki
yıldızları, Kopenhag ve Fulham’daki futbol gezilerini bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#168 BU SAYIDA
Mehmet Ekici Özel
Hasat Zamanı!
Gol Ekici
Ölür İnsan, Yaşar Kemal
Yaşar Kemal’i anmak, yazan ve okuyan herkesin borcudur
Turuncunun İki Tonu
Kariyer adımları benzerlik taşıyan iki golcü bir anlamda da
birbirlerine rakipler
MLS’in Yeni Yıldızları
Kaka’dan Giovinco’ya, Altidore’dan David Villa’ya
Lampard’dan Gerrard’a
Geleneksel İngiliz Yemeği
İngilizlerin yemek kültürü futbol kültürlerine öyle zayıf ki
Parken’in Tozunu Aldık
Kopenhag’da ne yenir, ne içilir, København-Brondby
maçı nasıl izlenir?
Serkan Akkoyun
Profil HF168
ÖLÜR iNSAN, YAŞAR KEMAL!
Yaşar Kemal’i anmak, yazan ve okuyan herkesin borcudur. Hangi alanda üretirsen
üret; onun arkasından bir iki veda cümlesi kurmamak; bu eyleme ve ona ihanettir
“Yazdığı kitap, yazarın ölümsüzlüğünü yaratır”
Richard de Bury
Yabancılık hissi çok zordur. Büyük ihtimalle
öncesinde bir uzaklaşmanın sonucu olarak
meydana gelmiştir ve panzehri sadece bu
hissin bedeninizi sardığı yerde tanıdık bir
şeye ulaşmaktır. Tanıdık bir ses, tanıdık bir
görüntü; tanıdık bir şey işte. Kitap okumaya
yeni başlayan bir çocuk olarak girdiğim o yeni
dünyada yaşadığım yabancılık hissini içimden
söküp atmamı sağlayan, Adana’yı, Çukurova’yı,
yaşadığım yerlerin belki onlarca yıl önceki hali
de olsa isim isim tanımamı sağlayan satırların
yazarıydı Yaşar Kemal. Eğer onunla başlamış
olmasaydık okumaya, o dünyada yaşayacağımız
yabancılık hissi ile 30. sayfada kitabı kapatıp
tanıdık seslerin arasına karışacaktık. Yaşar Kemal
kelimelerinden tuttu bizi, çekti yarattığı dünyanın
içine. Şimdi o dünyadan birkaç satır, Yaşar
Kemal’e seslenme sırası bizde.
Hayatı hikâye, hikâyesi hayat
Toprağı bol olsun Yaşar Kemal, ailesi Van’dan
Adana’ya göç ettikten sonra doğmuş ve çok
zorluklar yaşamış. Babası gözünün önünde
öldürülmüş, peşine düştüğü ağıtları bulur da
âşık olup aç kalır diye annesi sazı yasaklamış,
Rus baskınından kaçıp geldikleri Adana’da
dilencilik yapmış, daha da neler neler. Al Gözüm
Seyreyle Salih kitabında anlattığı, Hacı Nusret’in
dükkânında gördüğü mavi oyuncağın hayaliyle
yanıp tutuşan Salih’ti belki onun çocukluğu.
Belki de Kuşlar da Gitti kitabında azat kuşlarının
hikâyesine sığınıp özgürce yaşama hayali
kuruyordu. Kim bilir belki de İnce Memed olmak
istiyordu da Bir Ada Hikâyesi’nin serisinde geçen
herhangi bir kayığa atlayıp herkesten, her şeyden
uzaklaşmak istiyordu. Bu kadar dert tasa,
edebiyat, siyaset, hapis hayatı, baskılar arasında
Yaşar Kemal’ın derdi futbol muydu peki? Onun
derdi değilse de biz fakirlerin derdi bu oldu. Yaşar
Kemal, futbolun neresinde duruyordu diye dert
edinip, düştük yollara işte…
Fenerbahçeli Yaşar Kemal
Yaşar Kemal’in hayatını Türkiye’nin siyasi gündemi
ve kendi sanatı oluşturuyordu diyebiliriz. Onun için
siyaset ve edebiyat bir bütündü ve Anadolu’nun
geçmişinden geleceğine kadar doğası, insanları,
tarihi gibi konularda kafa yormak asıl görevdi.
Bunu da yazarak insanlara naklediyordu. Bu
çalışma sürecinde hiçbir kere dahi olsa futbol için
kalem oynatmadı. En azından oynattıysa da bunu
gün yüzüne çıkarmadı. Ancak futbolla alakası vardı
ve o da bir futbol takımı taraftarıydı.
Sebebi bilinmemekle beraber Yaşar Kemal,
Fenerbahçeliydi. Hatta son dönemde Fenerbahçe
camiası ile bir arada görünmekten çekinmiyordu.
2011 yılında Fenerbahçe’nin takım halinde
düzenlediği bir yemek sırasında aynı mekânda
bulunan Yaşar Kemal, takımın ve o dönemki teknik
direktör Aykut Kocaman’ın bulunduğu masaya
giderek kısa bir sohbet dahi etmişti. Hatta o
sohbeti sayfalarına taşıyan Fenerbahçe Dergisi,
Yaşar Kemal’ın Aykut Kocaman’a “İnandığın yolda
devam et. Şampiyon olacağız” dediğini yazmıştı.
Spor yorumcusu Mert Aydın da FourFourTwo
dergisi için çalıştığı dönemde, Fenerbahçeli
olduğunu bildikleri Yaşar Kemal’le futbol
konuşmak için röportaj talep ettiklerini ancak
eşinin kendilerine, Yaşar Kemal’ın Fenerbahçeli
olduğunu doğrulayarak bu konularda mülakat
vermek istemediğini aktarmıştı. Diğer takım
taraftarı okuyucularının ve insanların kırılıp,
üzüleceği ihtimali dahi olan cümlelerin
okunmasını istemiyordu, kendi dev ama yüreği
minik efsane…
Hiç futbol konuşmazdı
Yaşar Kemal sadece basın aracılığıyla değil,
arkadaş ortamlarında da futbol konuşmayı
pek sevmiyordu. Örneğin, Çiçek Bar ya da Park
Cafe’de vakit geçirdiği dönemlerde arkadaşları
ile hiç futbol konuştuğuna şahit olunmamıştı.
Çoğunlukla siyaset ve edebiyat çevresinde geçen
konuşmalarda konuyu ne kendisi ne de onu
dinleyenler futbola getirmiyorlardı. Yaşar Kemal
kimliğinde futbol yok denecek kadar azdı. Onun
sayesinde çevirmenliğe başlayan ve bu alanda
önemli isimler arasına giren Kayhan Yükseler,
koyu bir Beşiktaş taraftarıydı ve Albay olarak
görev yaptığı dönemlerde 15 günde bir maç
izlemek için İstanbul’a gittiğini, maç çıkışı da
Yaşar Kemal’e uğradığını anlatıyordu. Yükseler,
“Saatlerce işçi sınıfı, sosyalizm, destanlar her şey
hakkında konuşurduk. Rus yazarlardan Çehov ve
Gogol’u çok beğenirdi. Maçtan geldiğimi bilirdi
ama hiç futbol sohbeti yapmazdı” diyerek bizlere
önemli bir bilgi veriyordu. Yine Yaşar Kemal’in çok
yakın dostlarından olan Orhan Kemal’in futbol
merakını göz önüne aldığımızda ikisinin ortak
hatıraları arasında hiçbir şekilde futbolun f’sinin
dahi kaleme alınmadığı sonucuna ulaşıyoruz.
Sadece sohbetlerinde değil, yazılarında da
futbola dair bir detaya ulaşmak güç. Sadece Peri
Bacaları: Bu Diyar Baştan Başa 3 adlı eserinde,
Adana’daki değişime dair gözlemlerini anlattığı
satırlarda şunları söylüyor bize: “Değişen de var:
İstasyonla Atatürk parkı arası villalarla dolmuş.
Kumluk derdik, çocuklar futbol oynarlardı.
Oraları da villalarla doldurmuşlar. Görülmeye değer.”
Onu okuyan futbolcular
Tek gözünü çocukken bir tarla yangınında
kaybeden, kalan gözüyle dünyayı bütün insanlardan
daha güzel gören Yaşar Kemal, yazdıkları ile iki gözü
olanların çoğunun görmediklerini de görmelerini
sağladı. Bunlar arasında futbolcular da vardı.
Ekseri tamamının okumakla işi olmadığı futbol
tayfasından iki isim, Yaşar Kemal’in adını zikrederek
kayıtlara girmişlerdi. Sahip olduğu arşivle özellikle
Türk futbolunun kara kutusu olan gazeteci Coşkun
Çelik, Kaçak Yayın dergisi için 2007 Haziran ayında
kaleme aldığı yazıda, Trabzonsporlu İskender
Günen’in şu sözlerine yer vermişti: “Dostoyevski’yi
severim. Özellikle Suç ve Ceza’sı benim hayatımda
önemli bir yere sahiptir. Defalarca okumuşumdur.
Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Yakup
Kadri gibi yazarları da okudum.” İskender’in dışında
Beşiktaş, Gençlerbirliği, Manisaspor gibi takımların
formasını giyen Ümit Bozkurt da aynı dergide
Aslan Özdemir’e Yaşar Kemal’le olan ilişkisini şu
şekilde anlatmıştı: “Okuduğum ilk kitap olarak
Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini hatırlıyorum şimdi.
Kim tavsiye etti bilmiyorum, belki de kendim
keşfetmişimdir. “ Ümit ayrıca, edebiyatçılardan
bir ilk 11 yapması istendiğinde de ‘orta sahayı iyi
tutmak lazım’ diyerek Yaşar Kemal’in ismini orta
sahanın ortasına yazmıştı.
Ne mutlu bana onu yazdım!
İnsan güzelden pay çıkarmaya çalışır ya; ben
de onunla aynı topraklarda doğup büyümüş
birisi olarak kendime bundan ne güzel paylar
çıkarıyorum ve onu okuyan bir yazar aday adayı
olarak bir vesileyle onu bu satırlarda anma şerefine
erişiyorum. Toprak olmayı öğütlemişti, demir
olursanız çürürsünüz derdi çünkü. İnsan gövdesi
kadar değil yüreği kadar yer kaplar bu dünyada diye
de eklerdi. Tüm dünya toprakları Yaşar Kemal’dir o
zaman. Bir daktilonun tuşlarına basarak atılabilecek
en güzel golleri attı, skoru belirledi ve gitti.
Ölür insan, Yaşar Kemal.
Uğur Karakullukçu
HASAT
ZAMANI!
Bayern Münih altyapısında
ve Louis van Gaal’in elinde
eğitimini alan, Bundesliga’da
tecrübelenen Mehmet
Ekici’nin performansını
Trabzonspor biçiyor.
Hasat sırası ise
Milli Takım’da…
Profil HF168
Futbol dünyasının en iyi okullarından birisi Bayern
Münih ise en iyi öğretmenlerden biri, belki de
eğitim konusunda gerçekten en iyisi Louis van
Gaal’dir. 2009’da Alman devinin başına geçen
Hollandalının elinden geçen ve bugün ‘yıldız’
sıfatıyla alınan birçok futbolcu bu öğretici sürecin
birebir şahidi konumundadır. Bu oyuncuların en
başında ise Bastian Schweinsteiger geliyor. Sol ve
sağ kanatta yıllarca görev yaptıktan sonra Bayern
seviyesi için yeterliliği sorgulanmaya başlanan
Scweni’yi iyi bir kanat oyunculuğundan alıp üst
düzey bir merkez orta sahaya dönüştüren isim
olan Van Gaal, bugünkü Bayern Münih ve Almanya
Milli Takımı başarısına doğrudan katkı vermiştir.
Van Gaal hocanın Schweinsteiger’in dışında
Bayern’de beğendiği ve merkez için düşündüğü
bir oyuncu daha vardı. Çok beğendiği bu ismi
altyapıdan bulan Hollandalı, oyuncuyu tutmak
için çok çaba gösterdi ama O, “Hocam bu sene
tecrübe kazanayım, seneye buraya süre almak için
geleyim” dedi. Van Gaal’i konuşmasıyla ikna eden,
2011/12 sezonu planları için adını tahtaya yazdıran
bu isim Mehmet Ekici’ydi.
7 yaşında adım attığı Bayern Münih altyapısında
eğitim alan Mehmet Ekici’nin kariyerinde Van
Gaal kadar etkili bir başka isim varsa o da Mehmet
Scholl’dür. Almanya ve Bayern Münih tarihinin
en değerli isimlerinden biri olan Türk asıllı efsane
ile genç adaşının yolları Bavyera ekibinin 3.Lig’de
mücadele eden amatör takımında kesişti.
Mehmet Ekici’yle çalışan ve ona şut tekniğinden
bir bukle kazandırmayı başaran Scholl, Bayern
Münih’in o dönemki teknik patronu Van Gaal’e
Ekici’yi tavsiye eden ve A takımla kampa gitme
fırsatını yaratan isimdir.
Van Gaal ‘Kal’ dedi ama…
Mehmet’in serüveninde önemli bir yer edinen
ve Van Gaal’den izin isteyip Nürnberg’e kiralık
gitmek istemesine yol açan Ocak 2010’da Dubai’de
yapılan o kampa 3 altyapı oyuncusu davet almıştı.
Mehmet Ekici, bugün Bordeaux forması giyen
Diego Contento ve dünyanın en iyi sol beklerinden
birine evrilen David Alaba. Bayern’in geleceğinde
yeri olduğu düşünülen bu 3 isim arasında yer alıp
Van Gaal gibi bir eğitmeni etkilemiş olan Mehmet,
2011’de Sport Bild’e verdiği röportajda bu durumu
itiraf edecek, “Onun döneminde profesyonel
sözleşme imzalamıştım. Bana kira dönüşü onun
kadrosunda, profesyonel takımda şans bulacağım
söylenmişti. Kalsaydı oynar mıydım? Zor soru,
belki de oynardım“ diyecekti.
Eğer Bayern Münih’te biraz daha kilometre
yapmış bir şekilde Van Gaal’le çalışabilse neler
yapacağı bilinmez ancak Mehmet’in hikâyesinin
farklı yazılmasında Hollandalının Almanya’dan
ayrılıp milli takım yolunu tutmasının da payı
var elbette. Bugün dünyanın en iyi sol bekleri
arasında gösterilen David Alaba’yla birlikte Bayern
A takımına terfi alan Mehmet, kiralık gittiği
Nürnberg’de aslında verimli bir dönem geçirdi.
Burada “En iyi arkadaşlarımdan biri” dediği, oda
arkadaşı olduğu bugünün Borussia Dortmund’lusu
İlkay Gündoğan ile iyi bir ikili olan Mehmet,
buradaki performansıyla Werder Bremen’e kesenin
ağzını açtırmış, 5 milyon euro gibi iyi bir parayı
gözden çıkarıp yatırım yapmasını sağlamıştı.
Scholl referansı 5 milyon euro
Bu büyük yatırımın arkasında ona referans olan
Mehmet Scholl’ün payı da büyüktü. Thomas
Schaaf’la sıkı bir dostluğa sahip olan Scholl,
Ekici’nin yeteneklerine güvenerek onun Schaaf’ın
idaresinde büyüyeceğini öngörüyordu. Daha
sonra Bild’e anlattığı şekliyle Schaaf’a, “Tekniği
mükemmele yakın. Ona her zaman güvenebilirsin.
Mesut Özil’le karşılaştırılıyor. Belki onun kadar
hızlı değil ama skora daha yatkın, farklı tipte
bir oyuncu. Senin takımında daha da gelişecek”
demişti efsane. Schaff’la yıllardır çalışan Werder
Bremen’de huzur bulacak ve tecrübelenip tekrar
Bayern seviyesine gelebilecekti Ekici. Micoud’nun
kariyer zirvesini yaşadığı, Diego’nun Porto’dan
sürgün edilmiş bir oyuncudan 25 milyon euro
bonservisle Juventus’a gidecek kadar parladığı,
Mesut Özil’in bir dünya yıldızına dönüştüğü
Bremen, Ekici için kağıt üstünde mükemmele
yakın bir kulüptü. Ne var ki Mehmet’in Almanya
kariyerindeki ikinci talihsiz kararın bu olacağı daha
sonra görülecekti.
Micoud, Diego, Mesut, Mehmet…
Yıllarca Bundesliga’nın cennet bahçelerinden
biri olan, lig tarihinin en uzun süreli teknik adam
birlikteliğine imza atmış olan Werder Bremen,
bugün de aynı şekilde devam ettiği çalkantılı bir
döneme giriş yaptı. Mesut’u, Diego’yu parlatan,
Micoud’yu coşturan sistemin çarkları dağılmış,
2013’te de Schaaf dönemi sona ermişti. Schaaf’ın
11 yaşında girdiği kulüpten 41 yıl sonra ayrılışı,
Mehmet’in tam da ona güvendiği ve ihtiyaç
duyduğu dönemde geldi. Bu kırılgan yapıda
özgüvenini çoktan yitirmiş olan Mehmet de
Bundesliga trenini kaçırdı. Performansı düşen ve
son sezonunda kesik yiyerek beklediğinden daha
az süre alan Mehmet’in Bremen’den ayrılma vakti
geçen yaz gelmişti. Almanya’nın kaybı Trabzon’un
kazancı olacaktı.
Geçen sene milli takım için adı geçse söyleyene
deli gözüyle bakılacak olan Mehmet Ekici, bugün
Süper Lig’in yıldız oyuncularından biri olarak
anılıyor. Trabzonspor’un hedeflerinden koptuğu
şu dönemde geleceğe ümitle bakmasını sağlayan
ümit ışığı olan Mehmet’in ektiklerini bordomavililer zevkle biçiyor. Görünen o ki Bayern
Münih’le başlayan, yanlış tercihlerle çıkmaza
sürüklenen Almanya kariyeri ona bambaşka bir
Türkiye kariyerinin kapılarını araladı. Belki de onun
ektiklerini hasat etme zamanı milli takıma
geldi bile…
Taktik Analiz HF168
Uğur Karakullukçu
GOL EKiCi
7 yaşında Bayern altyapısında başladığı macerasını Trabzonspor’da sürdüren
Mehmet Ekici, soyadının hakkını veriyor
Alıyor, veriyor, vuruyor, adrese teslim orta yapıyor…
Mehmet Ekici şu anda Türkiye Süper Ligi’nin
belki de en formda oyuncusu ve şüphesiz ki
yıldızlarından biri. Guus Hiddink ve Abdullah Avcı
döneminde Sercan Sararer ve Tunay Torun’la
birlikte “Verimsiz gurbetçi milliler grubu” içinde
etiketlenmiş olan Mehmet Ekici’nin bu muhteşem
performansının arka planında iki kelime yatıyor:
Özgüven ve sorumluluk…
7 yaşında adım attığı Bayern Münih altyapısında
klasik bir merkez orta saha olarak yetiştirilen
Mehmet Ekici, Mehmet Scholl yönetimindeki
Bayern amatör takımıyla vahşi doğaya atıldığında
eğitiminin aksine forvet arkası ve zaman zaman
sağ açık pozisyonunda daha yarıtıcı ve skorer bir
kimlikte oynatılmıştı. Zaten Trabzonspor öncesi
kariyerinin en golcü sezonunu da bu bölgede
yaşadı. O dönemki performansıyla Louis van Gaal’i
etkileyerek David Alaba ile birlikte Bayern Münih’le
devre arası kampına alınmasının altında yatan
en temel sebep de buydu. Mehmet, adaşının
takımında daha özgürdü ve kaleyi yoklamaktan,
gole yakın oynamaktan imtina etmiyordu.
Van Gaal’in ‘kal’ isteğine karşın tecrübelenerek
Bayern’e dönme arzusuyla Nürnberg’e gidişiyle
birlikte Mehmet, Türkiye kariyeri öncesindeki
en başarılı sezonunu geçirdi. Çoğunlukla tek
forvetin arkasındaki 10 numara pozisyonunda
oynayan Mehmet, zaman zaman sağ ve sol
açığa da kaydırılsa da Bayern’de olduğu gibi
hücum odaklı pas istasyonu rolünde oynuyordu.
Trabzonspor öncesi en çok topla buluştuğu sezon
da Nürnberg’de geçirdiği 2010/11 sezonuydu.
Trabzon’daki üstlendiği rolün neredeyse aynısıydı
ve takımın yaratıcı gücüydü.
Dortmund 2 vs Bayern 2
24 Ekim 2009, Bayern (4-4-2)
10’dan derin forvete
Bonservisiyle geçtiği Werder Bremen’de ise
Mehmet’ten daha farklı bir role uyum sağlaması
istendi. 4-3-3’e yakınsayan takımda daha çok
3. bölgede topla buluşacak ve bu toplarda ya
gol pasıyla forvetleri görecek ya da şutla skor
üretecekti. Yani kısacası Werder Bremen, Mehmet
Ekici’ye bir Alex de Souza elbisesi giydirmek
istiyordu. Bu roldeki oyuncunun başarılı olması
arkasındaki orta sahanın performansına bağlıdır.
Bolca top alması ve bu topları servis yapması, gol
atması beklenen Mehmet, kariyerinin en az pasını
aldığı dönemi Bremen’de geçirdi.
Akışkan hücum geleneğiyle genellikle bu roldeki
oyuncularını parlatan Thomas Schaaf’ın Werder
Bremen’i Mehmet’in özelliklerini ön plana
çıkarmak yerine rakip savunmaların arasında
eriyip gitmesini sağladı. Scholl’un tavsiyesiyle
gittiği ve bir gün Bayern Münih’e döneceği
hayalini kuran Mehmet’in istediği en son şey
kaotik bir takımda gümbürtüye gelmek ve arka
planda kalmaktı. Üstelik daha önceki takımlarına
göre daha yüksek tempoda oynama arzusunda
olan Bremen’in bu tercihi onun zaman zaman
oyun içinde kaybolmasına ve defolarının ortaya
çıkmasına yol açtı. Ayrıca Bundesliga savunma
oyuncularına karşı orta sahada yüzü dönük karşı
karşıya oynamakla daha iç içe ve 3. bölgede
omuz omuza oynamak arasında ciddi bir fark
vardır. Özgüveni sarsılan, bunun yanı sıra hem
Bayern II hem de Nürnberg’e göre daha az fırsat
yakalayan Mehmet, rolüyle bütünleşemedi ve bir
‘derin forvet’ olamayacağını Bremen döneminde
gösterdi.
Türkiye’nin farkı
Trabzonspor’da Mehmet Ekici’nin tekrar zirveye
dönüşünde istediği ve daha önce başarılı olduğunu
gösterdiği role dönüşünün payı çok büyük. Dört
bir yanında pas opsiyonu olan 4-2-3-1’in merkezi
olmak Mehmet’i daha önce mutlu ettiği gibi
Nürnberg vs Schalke 04
2 Ekim 2010, Nürnberg (4-2-3-1)
Türkiye Ligi’nde temponun daha düşük olması
Bundesliga pratiğine alışmış bir oyuncu olarak
onun daha da parlamasına yol açtı. Zaman zaman
yüksek tempolu oyunlarda kaybolmaya müsait
olduğunu Bundesliga’daki Bremen döneminde
belli eden Mehmet, burada defolarını kapatıp
mükemmele yakın top tekniğini daha önce
olmadığı kadar gösterme şansı buldu. Özellikle
düşük tempolu maçlarda inisiyatif aldıkça
kendine güveni ve lig tecrübesi de artan Mehmet,
Türkiye’de fark yaratabilecek meziyetlerini daha da
ortaya koymaya başladı. Artık dillere pelesenk olan
frikik kullanma becerisinin yanı sıra faul alan, top
kapan, araya oynayan ve şut atan bir isim haline
de geldi.
25 yaşında olgunluk dönemine giren bir futbolcu
olarak Mehmet Ekici, dönemin Türkiye Teknik
Direktörü Guus Hiddink’i etkileyen meziyetlerini
performansa dönüştürmeyi öğrendi. Serbest vuruş
kullanma becerisini keskinleştirdi ve görünen
o ki bu silahını Avrupa çapında ölümcül bir
boyuta taşıma yolunda da ilerliyor. A Milli Takım
düzeyinde de önümüzdeki 10 yıllık dönemde
düzenli olarak var olabileceğinin sinyallerini veriyor.
Bu noktada benzer yeteneklere sahip olan ancak
daha kora kor oyunda var olabileceğini göstermiş,
yine Bundesliga patentli 4 yaş küçük bir rakibi var.
Arda Turan’ın geçmişte Galatasaray, bugün ise
Atletico Madrid’de kanat bölgesinde oynamaya
alışmış, melez bir oyun kurucu olduğunu
düşünürsek A Milli Takım’daki 10 numara rolü için
Hakan Çalhanoğlu’yla çekişecek.
Türk futbol tarihinin altın çağının ilk halkası olan
Euro 1996 katılımında Fatih Terim, Sergen Yalçın,
Hami Mandıralı ve Oğuz Çetin gibi forvet arkası
bölgesine seçkin seçeneklere sahipti. Üstelik
Mehmet Özdilek de kenarda kalmıştı. Euro 2008
sonrası serbest düşüşe geçen milli takımın “Arda
Turan ve diğerleri” kıvamından kurtulup bol
seçenekli bir hale dönüşüyor olması futbolumuzun
kazancı ve Mehmet Ekici de bu performansıyla bu
olumlu dönüşümün temel taşlarından biri…
Bahadır Bozkurt
Analiz HF168
TURUNCUNUN
iKi TONU
Hollanda Ligi’nin bol gol
atan ama Avrupa’nın
büyük liglerinde gölgede
kalan golcüler meşhurdur.
Bas Dost ve Luuk de Jong
aynı formayı giymeseler
de kariyer adımlarının
benzerlikleri onları bir
bakıma yarışa da sokuyor
2012 yaz transferi sezonunda Wolfsburg ve
Borussia Mönchengladbach, forvet hattını
güçlendirmek adına rotasını golcülerin diyarı
Hollanda Ligi’ne çevirdi. Wolfsburg, Bayern’e
transfer olan Mandzukic’in yerine Herenveen’den
Bas Dost’u transfer ederken, Mönchengladbach
ise Twente’den Luuk de Jong’u kadrosuna katarak,
Borussia Dortmund’un kadrosuna katılan Marco
Reus’un boşluğunu doldurmak adına harekete
geçti. Bu hareketlilik sonunda Wolfsburg hocası
Felix Magath’ın Almanya’ya getirdiği Bas Dost
koca bir açgözlülük olarak değerlendirilirken,
otoriteler Mönchengladbach’ın teknik direktörü
Lucien Favre’nin hamlesini tam isabet etmiş bir
transfer atışı olarak değerlendirdiler.
Bas Dost 2011/12 sezonunda Hollanda Ligi’nde
attığı 32 golle gol kralı olsa da, Hollanda Ligi’nin
“yanıltıcı golcü istatistiği” olarak değerlendirilir.
Bert van Marwijk Hollanda Milli Takımı’nı yeniden
yapılandırırken Hollandalı genç yetenekten
yararlanmayı düşünmemektedir. Hollanda Milli
Takım kadrosuna gol krallığı yarışında Bas Dost’un
ardından gelen Luuk de Jong’a forma şansı tanır.
Milli takıma kadar yükselen 25 gollü de Jong
transfer sezonunda Twente’nin kasasına 15 milyon
euro’yu koyarken, gol kralı Bas Dost Herenveen’e 8
milyon euro kazandırabilmişti. Bu transferde Bas
Dost’un değerini düşüren en büyük nedenlerden
bir tanesi, kulübü Herenveen’in 2008 sezonunda
astronomik bir fiyata Middlesbrough’a gönderdiği
gol kralı Afonso Alves’in “Ya Ya Ya Şa Şa Şa”
filmini anımsatan trajik sonudur. Alves, Hollanda
Ligi’ni kasıp kavurduktan sonra gittiği Premier
League ekibinde iki sezonda 10 gol atarak büyük
bir hayal kırıklığı yaratır, takımının lig düşmesinde
en büyük pay sahiplerinden bir tanesi olduğu
iddia edilerek günah keçisi ilan edilir. Herenveen
kulübünün, Avrupa piyasasındaki güveni ilk
büyük transferde derinden sarsılır. Ajax bu dönem
içerisinde Luis Suarez, Klaas Jan Huntelaar gibi
golcülerini başka ülkelere uğurlayıp, kasasını
doldururken, Herenveen’in kapısı uzun süre
çalmaz. Mavi-beyazlıların üzerindeki kara bulutları
dağıtan isimse gittiği her takımda transfer
rekorlarına ulaşan Felix Magath olur. Herenveen
Bas Dost için pazarlığı yüksek bir rakamdan
açamasa da Wolsfburg’tan iyi bir bonservis bedeli
kopartmayı başarır.
Bundesliga’da sürünen
iki Hollandalı
Felix Magath’lı Wolfsburg, Stuttgart
deplasmanında sezonu açar. Solda Ivica Olic,
sağda Vierinha, ortada Diego, forvette Bas Dost.
Hollandalı golcü ilk maçında gol atarak takımının
üç puan almasında başrolü oynar. Ligin ilerleyen
haftalarında işler ne Magath’ın ne de Bas Dost’un
istediği gibi gider. Yedinci haftada gelen Schalke
yenilgisi ile Magath’ın görevine son verilirken, 1989
doğumlu golcünün ağları sarsması için iki hafta
daha beklemesi gerekmektedir. Ligi inişli çıkışlı bir
grafikle sonlandıran Bas Dost 28 karşılaşmada 8
gol atarken, Wolfsburg için bu transferde korkulan
başa gelmiştir. Bas Dost vasat bir golcüden başka
bir şey değildir.
Öte yandan Bundesliga’ya gelen Luuk de Jong için
de işler pek iyi gitmez. Hollandalı golcü 8 maçta 2
gol bulur ve geçirdiği sakatlık nedeniyle sezonun
ilk yarısını kapatmak zorunda kalır. Lucien Favre,
De Camargo ve Mike Hanke gibi oyuncularını De
Jong’un yokluğunda kullanmak zorunda kalır.
Sezonun ikinci yarısıyla beraber 1990 doğumlu
golcü sahalara dönse de yine istenen olmaz,
beklenen aşamayı bir türlü gösteremez. 23 maçta
6 gol bulabilen Hollandalı oyuncu bir transfer
fiyaskosuna doğru emin adımlara ilerlemektedir.
Favre, sezon ortasında sakatlanan oyuncusunun
bir şansı daha hak ettiğini düşünmektedir. Ertesi
sezona da De Jong ile başlayan Favre, sezonun ilk
yarısı sona erdiğinde “beterin de beteri” olduğunu
tecrübe eder. De Jong 18 maçta gol bulamayınca
Mönchengladbach ile yollar ayrılır. Son dönemde
Bundesliga’dan transfer ettiği Demba Ba ve Pappis
Cisse gibi golcülerden büyük verim alan Newcastle
United, umduğunu bulamayan Hollandalıya
kapılarını açarak, başına bir talih kuşu kondurur.
Kaybolan sezon
Öte yandan Bas Dost’un ikinci sezonu sakatlıklarla
geçer, sezonun başında geçirdiği uzun sakatlığın
ardından takıma on ikinci haftada katılabilen
Hollandalı golcü sezonun ikinci yarısında bir
daha sakatlanarak sezonu kapatır. Çıktığı 13
resmi maçta 4 gol bulan oyuncudan beklentiler
epey düşük bir seviyeye gelmiştir. Her ne kadar
Hollandalı golcüyü oynatmak istese de Dieter
Hecking uzun süreli sakatlıklar nedeniyle
istenen performansa ulaşamayan golcüsünün
alternatiflerini transfer listesine yazmaktadır.
Hecking oyun planlarında pivot santrafor görevi
gösterecek, topu ayağında tutup takımının hızlı
atağa çıkmasını sağlayacak bir oyuncuya ihtiyaç
duymaktadır. Bas Dost’tun uzun sakatlıkları
nedeniyle sezona Danimarkalı Niklas Bendtner’i
transfer ederek başlayan Hecking, Bas Dost’u
forvet yarışında üçüncü sıraya iter. De Bruyne,
Perisic, Olic gibi oyuncuların performansıyla
ayakta kalan Wolfsburg ligde ikinci sıraya kadar
tırmanmayı başarırken bu başarıda ne Bendtner,
ne de Dost pay sahibi olur.
Bitti derken başlayan bir kariyer
Bas Dost Wolfsburg kariyerinin sonuna geldiğini
hissederek, kendisine yeni bir takım aramaya
başlar. Formsuz golcü takımdan ayrılmak istese de
yeni takım bulmak hiç kolay olmayacaktır. Fakat
sezonun devre arasında Hecking’in kapısını çalan
Hamburg temsilcileri kan kaybeden ekipleri için
bir umut olarak eski oyuncuları Ivica Olic’i transfer
etmek istediklerini belirtirler. Hecking bu transfere
onay verince Bas Dost bir anda kendisini Bendtner
ile forma yarışında bulur. Hecking de Bas Dost’un
bu sezonu Wolfsburg’ta tamamlamasını ister
ve başka bir takıma transfer olma isteğine onay
vermez. Deneyimli teknik adamın bu isteği ve
güveni Bas Dost için hayatının fırsatına dönüşür.
Sezonun ikinci yarısında namağlup Bayern Münih’i
evinde ağırlayan Wolfsburg, Bas Dost ve De
Bruyne’nin muhteşem performansıyla “ebedi”
lidere sahayı dar eder. 4 gollü fantastik galibiyetin
ardından tüm spotlar Wolfsburg’un üzerine çevrilir.
Yeşil-beyazlılar Andre Schrülle ile güçlendirdikleri
kadrosuyla ve Bas Dost’un golleriyle ikinci yarının
en iyi takımına dönüşür. Rus ruletine dönen
4-5’lik Leverkusen galibiyetinde Bas Dost 4 kez
ağları sarsarken, 5-3’lük galibiyetinde Werder
Bremen ağlarını iki kez havanladırmayı başarır.
Sezonun ilk yarısında iki gol bulan Hollandalı golcü
Bundesliga’nın ikinci yarısında 11 gol bularak gol
krallığında iddialı bir konuma gelir.
Portakal çiçeği
Hecking’in güvenini boşa çıkartmayan Bas Dost,
sürmanşetleri uzun bir süre daha meşgul edeceğe
benziyor. Hollandalı golcü bu kadar iyi bir form
grafiği yakalamışken tek korkusunun tekrar uzun
bir sakatlık geçirmek olduğunu belirtiyor. En büyük
isteği ise Van Gaal’in bir kere çağırıp, forma şansı
vermediği Hollanda Milli Takımı’nda forma giymek.
Guus Hiddink’in Türkiye milli maçı için açıkladığı
aday kadroda yer alan Bas Dost için şu an her şey
kusursuz ilerliyor. Öte yanda milli forma yarışında
en büyük rakibi ise PSV’ye transfer olarak tekrar
bol gol atmaya başlayan Luuk de Jong. Her iki
futbolcu da bir kez daha çağrıldıkları aday kadroda
artık vazgeçilmez olmak için büyük bir rekabetin
içerisindeler. Çaresizlik içerisinde takımdan
ayrılmayı düşünse de Wolfsburg’ta kalıp, savaşa
kaldığı yerden devam eden Bas Dost, Bundesliga’yı
sallamanın keyfini çıkartıyor. Daha önce Edin
Dzeko, Mario Mandzukic gibi yıldızları elit oyuncu
seviyesine çıkartan Wolfsburg, Bas Dost’a da güzel
bir kariyer hazırlamanın eşiğine geldi.
Şimdilik bu hikâyenin kazananları Hecking, Bas
Dost ve Wolfsburg olarak görünüyor. Luuk de
Jong ise bu çekişmede tekrar bildiği yerde, en iyi
bildiği işi yaparak milli forma yarışını burun buruna
götürüyor. Milli takımda en çok gol atan oyuncu
olan Robin van Persie’nin gelecekteki halefleri için
zorlu bir maraton yeniden başlıyor. Başlarda Klaas
Jan Huntelaar’ın gölgesinde geçecek olan yarışta
yılın sürprizi Bas Dost bir adım öne geçti.
Ahmet Sercan Ergün
Kuzey Amerika HF168
MLS’iN YENi YILDIZLARI
ABD’de futbol, bir diğer adıyla Major League Soccer (MLS) yeni takımları ve yeni
yıldızları ile şimdiden dikkatleri üzerine çekmiş durumda. Futbolseverlerin bir gözü
de bu yıl Yeni Kıta’da, yıldız isimlerin mücadelesinde olacak
Avrupa’da futbol sezonunun sonlarına doğru
yaklaşırken başlayan MLS, son şampiyon
Los Angeles Galaxy ve Chicago Fire arasında
oynanan maç ile seyirciyle buluştu. Geçtiğimiz
yıl 7 Aralık’ta sona eren ligi, Donovan ve Robbie
Keane gibi yıldızların forma giydiği Los Angeles
Galaxy kazanmıştı. Mart ayında başlayacak lig,
konferans finalleri ve final maçıyla Aralık ayında
son bulacak. New York ve Orlando şehirlerinin
katılımıyla Doğu ve Batı konferansında toplam
20 takımın mücadele edeceği lig, kuruluşunun
20.yılında birçok yeni yıldıza ev sahipliği yapmaya
hazırlanıyor. Transfer döneminde Avrupa’dan
önemli yıldızlar (Gerrard, Lampard, Giovinco, Villa,
Diskerud, Kljestan gibi) ABD’nin yolunu tuttu. İşte
karşınızda MLS’in yeni yıldızları:
Sebastian Giovinco - Toronto FC
‘’Ha patladı, ha patlayacak’’ derken 28 yaşında
ABD’nin yolunu tutan ‘’Atom Karınca’’ lakaplı
oyuncu, kesintili Juventus kariyeri boyunca
rotasyon oyuncusu olmaktan öteye gidemedi.
Hızı ve dribling yeteneği ile oynadığı takımlarda
zaman zaman savunmacıların korkulu rüyası
olan İtalyan oyuncu artık ABD’de top koşturacak;
aslında tam olarak ABD olmasa da. MLS’in
Vancouver Whitecaps ve Montreal Impacts ile
beraber 3 Kanadalısı’ndan biri olan Toronto FC’de
top koşturacak olan Giovinco’nun performansı
şimdiden merak konusu. Zira Parma kariyeri
dışında İtalya’da beklenen etkiyi bırakamamış olan
Torino doğumlu oyuncu için ABD, futbolun gün
geçtikçe daha fazla izlendiği bir ülke olarak büyük
bir şans. Kazandığı yıllık ücret ile (5 sezonluk
kontrat karşılığı 35 milyon dolarlık sözleşme) en
çok kazanan İtalyan oyuncu ünvanını alan yıldız
oyuncu, MLS’in performansı merakla beklenen
yıldızlarının başında geliyor.
Jozy Altidore - Toronto FC
2006 yılında yapılan draft ile MLS kariyerine
başlayan Jozy Altidore, henüz 17 yaşında New
York MetroStars (şu an New York Red Bulls)
formasını sırtına geçirdi. Performansı ile İspanyol
ekibi Villarreal’in dikkatini çeken oyuncu, 2008
yazında İspanya’nın yolunu tuttu. Xerez ve
Hull City’de başarısız iki kiralık dönem geçiren
forvet oyuncusunun yolu, 2011’de Bursaspor
ile Türkiye’ye bile düşmüştü. 2011 yılında
Hollanda’nın AZ Alkmaar takımı ile anlaşan
genç oyuncu, Eredivisie’de nihayet kendisinden
beklenen performansı sergiledi. 67 maçta 39
gol kaydeden Altidore, Sunderland forması ile
kendini yine Ada’da buldu. 42 maçta yalnızca bir
gol kaydederek hayal kırıklığının ötesine geçen
Altidore, yapılan bir anlaşma sonucu Jermain
Defoe takası ile tekrar anavatanının yolunu tuttu.
Milli Takım’da yaptıkları ile hala ABD seyircisinde
kredisi olan 25 yaşındaki oyuncu artık Toronto
FC forması ile MLS’te boy gösterecek. Yeni
takım arkadaşı Giovinco ile hücumda yapacakları
herkesin merak konusu olan Altidore, MLS’in bu
sezonki dikkat çeken transferlerinden. (Bu yazı
yazıldığı sırada Altidore, biri penaltıdan olmak
üzere attığı iki golle takımı Toronto’ya Vancouver
karşısında galibiyeti getiren isim oldu. İlk golün
asisti de Giovinco’dan geldi)
Sebastian Giovinco
giymiş olması, tribünlere Latin nüfusun iç
saha/dış saha farketmeksizin akın edeceğini
şimdiden garanti ediyor. Fiziksel durumu ne kadar
elverişli bilinmez ancak oyun aklı onu, MLS’in
bu sezon ve daha sonrası için fark yaratacak
oyuncusu yapacaktır. Zaten ilk maçında uzatma
dakikalarında attığı beraberlik golü ile Orlando
City’nin MLS tarihindeki ilk golünü kaydeden 33
yaşındaki oyuncu, ligin en büyük yıldızlarından biri.
Jozy Altidore
Kaka - Orlando City FC
O şaşaalı günleri geride kalmış olabilir, ancak
Kaka Leite kalite olarak hala MLS’in çok üzerinde
bir oyuncu. En parlak dönemini 2003-2009
yılları arasında İtalya’da Milan forması ile geçiren
oyuncunun parlak kariyeri, Los Galacticos forması
altında geçirdiği sakatlıklarla sekteye uğradı.
Geçen sezon Milan ile eski günlerini hatırlatan
performanslara imza atan Kaka, MLS’in yeni
‘’franchising’’i Orlando City FC ile anlaştı. Dünya
çapındaki ünü ve Brezilya Milli Takım forması
Kaka
David Villa Sanchez - New York
City FC
3 La Liga, Şampiyonlar Ligi, Avrupa Şampiyonluğu
ve elbette Dünya Kupası. Apoletinde bunlara ek
olarak FIFA Dünya Kulüpler Kupası ve 3 İspanya
Kupası -bunlardan ikisi Real Zaragoza ve Valencia
formaları ile- bulunan yıldız oyuncu, MLS’in yeni
sakinlerinden; belki de en dikkat çekeni. Barcelona
ve Real Madrid’in arasından sıyrılarak 1996’dan
beri ilk kez başkente lig şampiyonluğunu getiren
Atletico Madrid forması ile iyi işler çıkaran David
Villa’nın ABD’nin yolunu tutması kimilerince garip
karşılandı. Zira 97 maçta attığı 59 golle İspanya
Milli Takım tarihinin en golcü oyuncusu olan El
Guaje lakaplı tecrübeli oyuncu, Avrupa’da hala
istediği kontratı alabilecek formda olduğunu
herkese gösterdi. Yine de kariyerinin sonuna
yaklaşmış bir oyuncunun, kendi deyimiyle ‘’karşı
konulamaz’’ bir projeye hayır demesi için herhangi
bir sebep yoktu. 7 numaralı forma ve kaptanlık
pazubandı emanet edilen İspanyol yıldız “MLS’in
gelişimine yardım etmek ve New York City’i
ligin en iyi takımı yapmak istiyorum” diyerek de
beklentileri karşılayacağının sinyalini verdi. Kaka ve
onun lige gelişi ile beraber, stadyumlara Hispanik
kökenli ve Latin nüfusun ilgisi kat ve kat artacaktır.
New York gibi kozmopolit bir şehirde şayet futbola
ilgi artacaksa, bu David Villa gibi yıldızların lige
gelişi ile mümkün olacaktır.
Frank Lampard - New York City
FC & Steven Gerrard - Los Angeles
Galaxy
İki efsane yıldızı birlikte ele alıyoruz çünkü onlar
MLS’e ancak Haziran ayında katılabilecekler. Aynı
zamanda ligin yeni ekibi New York City’nin de
sahibi olan Şeyh Mansur, Lampard’ı Chelsea’den
kopararak ABD’ye getirdi. Lig yarışında Chelsea’yi
amansız takibini sürdüren Maviler’de, Lampard’ın
şu ana dek yadsınamaz bir katkısı oldu; bu yüzden
de devre arası bitecek kiralık sözleşmesi sezon
sonuna kadar uzatıldı. 37 yaşındaki yıldız oyuncu,
MLS trenine rötarlı bineceklerden biri.
Kariyeri boyunca Liverpool ve İngiltere Milli
Takımı’ndan başka bir formayı sırtına geçirmemiş
David Villa Sanchez
bir oyuncu Steven Gerrard. Anfield efsanesi, 1998
yılından bugüne dek yaptıklarıyla Kop tribünlerinin
unutulmuzları arasına girdi bile. İstanbul’da
kazandıkları Şampiyonlar Ligi finali ise hala dün
gibi akıllarda. Geçen sezon dramatik bir şekilde
kaçan şampiyonluk, belki de onu çok sevdiği
Liverpool şehrinden kopardı. ABD’nin yolunu birkaç
yerel kupa şampiyonluğu ve 3 Premier Lig ikinciliği
ile tutan Stevie’nin, Liverpool şehrinden kalbi
buruk bir şekilde ayrıldığını söyleyebiliriz. Yine de
onun ve Lampard’ın gelişi ile ABD’li futbolseverler,
MLS tarihinde daha önce görülmemiş kalitede orta
saha oyuncularını birlikte izleme şansı bulacaklar,
Beckham bir istisna elbette. MLS’i, daha önce
hiç olmadığı kadar şenlikli ve rekabetçi bir sezon
bekliyor.
Steven Gerrard
Ebubekir Kaplan
Maç Gezileri HF168
GELENEKSEL iNGiLiZ YEMEĞi
İngilizler son bir yıl içinde zorlama da olsa “Traditional English Food” şeklinde
bir konsept geliştirip bütün geleneksel mekanlarda standardize edilmiş bir
menu eşliğinde sunmaya başlamışlar. Menüde et, patates ve bu ikilinin farklı
kombinasyonları ile versiyonları yer alıyor, ha bir de bezelye türevleri. Ada’nın futbol
sahalarındaki lezzeti tadanlar için fazlasıyla zayıf bir menü, hele ki Championship’in
bol çeşitli, sürprizli, kalabalık menüsü ile kıyaslandığında
Futbolun beşiği kabul edilen Ada’ya seyahat edip
de futbol maçı izlemeden dönmek çok da kabul
edilebilir bir davranış değil futbolu sevdiğini iddia
eden birisi için. Biz de bu düstur doğrultusunda
bir maç seçip seyahatimizin hakkını verelim
istedik. Kraliçe’nin başkenti Londra’nın her
köşesinde izlemeye değer, hikayesi bol bir
maç bulmak mümkün. Hafta sonu Londra’da
oynanacak maçları önümüze koyduk, elemeye
başladık ve sonunda tercihimizi -bu kez biraz
daha kalender davranarak- Fulham’dan yana
kullandık. Londra’nın kalbur üstü Premier
League takımları ve onların modernize edilmiş
stadyumları artık sıradanlaştılar ama Fulham
öyle değil, hala mütevazi stadı Craven Cottage’da
maceralarla dolu varlığını nostaljik esintilerle
sürdürmeye devam ediyor. Nitekim bu özel
stadın adı da 18. Yüzyılın sonlarında yaşamış
Lord Craven’ın hala tribünlerin köşesinde
korunan sayfiye evi şeklinde tabir edebileceğimiz
“cottage”ından geliyor, boşuna macera
demiyoruz yani.
Fulham semti Londra’nın güneybatısında, Chelsea
ile Hammersmith arasında yer alıyor, Kensington
ve Chelsea ile birlikte emlak fiyatlarının uçuşa
geçtiği Londra’nın Nişantaşıvari semtlerinden biri
olarak tanımlamak mümkün. Kings Road’un da
başlangıç noktası kabul edilir ki bu da aynı şekilde
bir Nişantaşı nişanesidir.
Bu zengin ama alçakgönüllü semtin en ünlü
takımı Fulham FC’nin tarihinde çok fazla zirve
yok ama hep bir hareket var, Londra’nın en
eski futbol kulübü olmasının yanında yabancı
sermayenin de her zaman ilgi odağı olmuş
bir kulüp. Prenses Diana’nın kabul görmemiş
kayınpederi El-Fayed’in bir dönem kulübün
sahibi olması da tarihteki önemli bir ayrıntı tabi.
2000’lerin başından itibaren Premier League’de
El-Fayed’in de desteğiyle kalıcı bir yer edinen,
2010’da Kupa2’de finale çıkıp Atletico’ya kaybeden
takım sonrasında el değiştiriyor ve Pakistanlı
Khan’ın himayesine geçiyor. Geçtiğimiz sezon da
yaptığı garip transferler ve aynı gariplikteki hoca
tercihleri sonrası tekrar 2000 öncesi dönemlerine,
Championship’e geri dönüyor. Şu anki görünüm
itibariyle de tekrar yukarıya çıkması bir süre pek
mümkün görünmüyor.
Cem Uzan > El-Fayed
Fulham takımının bizim ülkede karşılığı olabilecek
takım bana gore İstanbulspor, sadık taraftar sayısı
dışında neredeyse her konuda ortak yanları var.
Büyük şehrin nisbeten küçük takımı, işadamlarının
elinde sıçramalar yapmış, geri düşmüş, sempatiyle
bakılmış, alternatif olmuş kendi halinde bir takım.
Hal böyle olunca maça giderken giymem gereken
formayı da İstanbulspor forması olarak seçiyorum.
Yeraltından Notlar
Evet artık maç gününe geçelim.
Pazar günü erkenden kentin en güzel kahvaltı
mekanlarından birinde karnımızı doyurma niyetiyle
güne başlıyoruz. Londra’da özellikli bir mekana
girebilmek için mutlaka sıra beklemeniz gerekiyor.
Bu sıradan kurtulmanın tek yolu mekanın
prime time saatleri dışında oraya uğramak.
Kahvaltı mekanına ogleden sonra gitmek gibi
mesela, bizim öyle bir lüksümüz yok, gitmemiz
gereken bir maç var. O yüzden sıraya girip Brit
gibi takılıyoruz yarım saat kadar. Sonrasında
kahvaltı menümüz de pancake ve benzer Brit
seçeneklerinden oluşuyor haliyle. Masada uzun
uzun oturup “şefim bizim çayları tazeler misin”
deme lüksümüz yok çünkü bizden sonra yerimize
oturmak üzere bekleyen onlarca insan var hala
sırada, vicdan sahibi Ortadoğu insanlarıyız, sohbeti
kısa kesip kalkıyoruz. Londra’da nereye gitmek
isterseniz isteyin, imdadınıza yetişen raylı bir araç
mutlaka vardır. Hele ki Fulham gibi merkezi bir
yere gidecekseniz metro en ideal seçenektir. Öyle
yapıyoruz nitekim. Neredeyse son bir yıldır hafta
sonları bazı hatlarda geçici çalışmalar yapılıyor,
istikametimizde de bunlardan bir tanesi var, 3
aktarma ile yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuğun
ardından London Bridge’den Putney Bridge’e
ulaşmış olmayı umuyoruz.
Hafta sonları Londra’nın yeraltı hatlarında
çok sayıda taraftar trafiği oluyor. Her kesişim
istasyonunda farklı bir taraftar grubuna
rastlamak mümkün. Herhangi bir şiddet olayına
şahit olmadık ama insanın olduğu yerde şiddet
her zaman ihtimal dahilinde, gereksiz bir Batı
güzellemesine girmenin lüzumu yok. Hava soğuk
olduğu için formalı insan görmüyoruz çok fazla,
formasını göstermek için montun üzerine forma
giyen marjinal bir tiple de karşılaşmadık ancak
bulunduğumuz trende taraftar tipli çok sayıda
insandan oluşan bir grup var bunu anlayabiliyoruz,
taraftar tipi diye de bir gerçek var bu arada, biz de
yılların tecrübesi sayılırız, ilk görüşte teşhis ettik
kendilerini. Bu gruba biraz yaklaşınca Cottage’a
doğru gittiklerini anlıyoruz konuşmalardan ve
sohbete yanlıyoruz ufaktan. “Evet biz de bugünlük
Fulham taraftarıyız” gibi talihsiz bir açıklama
yapıyorum, stada giden herkesin Fulham lehine
saf tutacağını düşünerek. Manalı gülüşmeleri
görünce biraz geriliyorum ama Nottingham Forest
taraftarı olmadığım sürece sıkıntı olmayacağını
söylüyor gruptan birisi. Derby taraftarları
olduklarını farkettiğim an tam da bu aralar.
Brian Clough’u mu paylaşamadılar acaba diye
geçiriyorum içimden, lafı fazla uzatmaya gerek yok
bu dakikadan sonra diyerek yavaş yavaş vagonun
diplerine doğru ilerliyorum.
Road to Craven Cottage
Putney Bridge’de trenden iniyoruz, maçın
başlamasına yaklaşık bir buçuk saatlik bir zaman
dilimi var, 15 dakika kadar yürüme mesafemiz
olduğunu da göz önünde bulundurarak Cottage’a
doğru ilerlemeye başlıyoruz. İstasyon civarında
kalabalık oluşmaya başlamış, güvenliği sağlamak
üzere de 2 atlı polis göze çarpıyor, İngiliz
atlarının her birinin bizim TOMA büyüklüğünde
olduğunu göz önüne alırsak caydırıcı olduklarını
söyleyebiliriz. Stadyuma giderken sadece bir tane
pub gözümüze çarpıyor, taraftarların çoğunlukta
olduğunu söyleyelim, dışarıdan çekingen tavırlarla
çektiğimiz fotoğraflara gülümseyip poz verdiklerini
gördükten sonra bir kaç poz daha almaya cesaret
ediyor ve yola devam ediyoruz. Londra’da bir yere
gitmek istiyorsanız oraya giden bir tren vardır
demiştik, yürüyerek bir yere gidecekseniz de
mutlaka bir parka uğramak zorundasınız, biz de
istasyondan stadyuma giden yolda doğal olarak
bir parka uğruyoruz; Bishop’s Park. Parkın girişinde
İngiliz usulü atıştırmalık satan abiler var, bir nevi
tükürük köfteciler, sonrasında yeşillikler arasında
uzunca bir yol. Bir yanda Thames nehri, bir yanda
Fulham’ın muntazam konutları. Beşiktaş Çarşı’dan
İnönü’ye giden yolun trafiğe kapalı olduğunu ve
park olarak kullanıldığını düşünün, işte öyle bir şey.
Cottage’ın eteklerine vardığımızda geniş bir yeşil
alanda hocalar eşliğinde top oynayan çocukları
görüyoruz, her yaş grubundan sayısız çoçuk belki
de bir gün arkalarındaki stadyumda attıkları gol
sonrası ayağa kalkan Johnny Haynes tribünlerini
hayal ederek topun peşinden koşturup duruyorlar.
“Bir ikisinin adını öğrensem de ileride yıldız
olurlarsa -bu çocuğu ben keşfettim- hikayelerini
anlatsam” şeklindeki teklifim komik karşılanıyor,
bence çok mantıklıydı…
Fulham’ı bilenler için söylüyorum; nehir tarafındaki
kale!
Artık Craven Cottage sınırları içerisindeyiz, maçın
başlamasına yaklaşık bir saat var ve her iki takım
taraftarları da tribünlerin sırtlarında maç saatini
bekliyorlar. Kalabalığın arasından geçip internet
üzerinden aldığımız biletlerin teslim edileceği
bankoya geliyoruz. Biletimiz Putney End’den,
stada adını veren yapının (cottage) hemen
yanında, rakip taraftarla bir arada oturmayı
planladığımız kale arkası tribün. Bu arada bilet
fiyatlarına da değinmekte fayda var, kale arkaları
25 pound, ana tribünler 35 pound dolaylarında.
Standart bir şekilde uygulanan kale arkasının 2-3
katı daha yüksek fiyatlar en azından sezonun
bu bölümünde Cottage’a uğramamış. Biz de bu
tercihler arasından hikayesi olan tribünü seçerek
maç saatini beklemeye koyuluyoruz.
Stadın ana tribünü Riverside sırtını Thames
nehrine yaslamış vaziyette. Çeşitli kürek ve
yelken takımları nehirde ilerlerken Fulham ve
Derby taraftarları da içeceklerini bu manzaraya
bakarak yudumlamakla meşguller. Stadyum
içinde herhangi bir alkollü içecek satışı yok
ancak stadın girişindeki satış noktalarında aynı
zamanda sponsor olarak da yer alan alkollü içecek
firmaları uzun kuyruklara satış yapıyor. Metroda
karşılaştığımız Derby taraftarı grupla burada
yeniden karşılaşıyoruz, sıcak sayılabilecek bir İngiliz
selamı ile aramızdaki buzları eritiyoruz, tribünde
yakın yerlerde oturacağız, daha bizden bir tabirle
“yüzyüze bakacağız” olayı büyütmeye gerek yok.
Japon turist edasıyla farklı kameralarımızla
Thames’e, Riverside’a arkamızı dönüp
fotoğraflarımızı çektikten sonra koltuklarımıza
oturmak üzere içeriye adım atıyoruz. Herhangi
bir üst arama, bozuk para bağışlama, kapaksız
su şişesi taşıma gibi ritüellere tabi tutulmadan
yerimize geçiyoruz. Maç başlamadan 15-20
dakika once tribünlerin ne kadar dolacağını, kimin
baskın olacağını anlarsınız genelde, burada da
Fulhamlıların takımı kapalı gişe oynatacakları
belli oluyor ancak Cottage’ı inletecek gürültünün
Derbylilerden geleceği de su götürmez bir
gerçek. Burada Fulham taraftar profiline biraz
değinmekte fayda var, mahalle sakini, beyaz
yakalı, öğrenci, futbol sevgisini belli bir seviyede
tutan efendi insanlar diye özetleyebiliriz sanırım.
İahim Altınsay’ın da zamanında bu grubun bir
parçası olduğunu belirtirsek kafalarda biraz
daha şekillenmiş olur sanırım profil. Evet; sakin
Fulhamlılar, tövbekar holiganları da bünyesinde
barındırdığı hissedilen Derby taraftarları,
stewardlar, İngiliz tribünlerinden çıkan o bildik
homurtular, gri hava, ateş tuğlaları, nostaljik
tribün, Thames Nehri, yeşillikler ve uzakta belli
belirsiz döndüğü hissedilen bütün Westminister
bölgesinin koruyucusu London Eye… Londra’da
olduğunuzu hissettirecek şeylerin neredeyse hepsi
var, yağmur dışında! Oyuncuların çıkış tünelinde
belirmeleri ile birlikte yağmur damlaları da çimlerin
üzerine düşmeye başlıyor, yaşasın!
Putney End tribunü ile orijinal yapısı korunmuş,
girişinde de adını aldığı efsanevi oyuncuları Johnny
Haynes’in adını alan tribünün kesiştiği yere
konumlanmış çıkış tüneli. Bulunduğumuz konum
itibariyle normal bir tonda oyunculara seslensek
bizi duymaları zor olmaz yani. Seslenebileceğimiz
isimler arasında; eşofmanlarıyla sevdiğimiz
kaleci Kiraly, Scott Parker, Bryan Ruiz, Rodallega,
Dembele, Darren Bent gibi yakından tanıdığımız
oyuncular var ancak oyuncuya bağırma olayını
yirmili yaşların başında terkettiğimiz için seviyeli
bir alkışla geçiştiriyoruz bu kısmı.
Yağmurlu bir günde görmüştüm
seni
Maçın başlaması ile birlikte yağmur hızını artırıyor
ve tribünlerin alt sıralarında yukarılara doğru
minik bir hareket başlıyor. Derby taraftarlarının
gerek stadın, gerekse Londra’nın atmosferiyle
pek alakaları yok, tamamı ayakta ve seri bir
şekilde oyunun içerisine tezahüratları ile dahil
oluyorlar. Biz de bir iki kere Pınarbaşı girişiminde
bulunuyoruz ama komik duruma düştüğümüzü
farkettikten sonra vazgeçiyoruz bu çabadan.
Derby County Championship’te lider konumdaydı
bu maça çıkarken, Fulham ise alt sıralardan
kurtulma çabasında, düşme potasının biraz
üzerinde tutunmaya çalışıyor. Puan durumunun
aksine maça hızlı başlayan ve daha kontrollü bir
oyun sergileyen taraf Fulham oluyor. Parker’ın
önderliğinde kanat akınlarıyla Derby kalesine
hücum eden siyah beyazlılar ilk yarıyı da organize
gollerle 2-0 önde tamamlıyorlar. Maçın devre
arasında çay-kahve sırası oluşuyor hemen,
gerekeni yapıyor ve sıraya girip kahvelerimizi
alıyoruz. İkinci yarıdan çok fazla beklentimiz yok,
belki hoca kulübede bekleyen Dembele’yi oyuna
sokar, biraz hareket gelir. İkinci yarı beklediğimiz
gibi düşük bir tempoda geçiyor. Maçta başka
gol olmuyor ama son bölümde oyuna girip bizi
sebepsiz yere sevindiren Dembele’nin direkten
dönen güzel bir şutu var. Maçı Fulham 2-0
kazanıyor ve lig lideri Derby ağır bir darbe almış
oluyor. Bu darbenin hemen yanıbaşımızdaki
taraftarlar üzerindeki etkisine bakıyoruz, Derby
malzemecisi de tünelden içeriye girene kadar
alkışa devam edip usul usul tribune boşaltmaya
başlıyorlar. Güzel hareketler bunlar diyerek hemen
“bizde şöyleydi, şurada şöyle olurdu…” mealindeki
kıyaslamalara girişiyoruz.
Geleneksel İngiliz yemeği
Evet maçı bitirdik, veda fotoğraflarımızı da çekip
dönüşe geçelim. Veda fotoğraflarında üzerimdeki
formayı anlamaya çalışan iki üç ufaklığa İnternet
Mahir edasıyla ülke tanıtımına girip formayı ve
İstanbulspor’u anlatmaya başlıyorum, saygılı
saygılı dinliyorlar sağolsunlar, onlardan da Fulhamİstanbulspor benzerliği konusunda onay alıyorum
tabi, bir nevi vatandaşa sorduk klişesi, işe yarıyoe.
Ve dönüş yolu. Geliş yolunun tersi neredeyse, pek
bir değişikliğe gerek yok. Kırmızı ışıkta karşıya
geçen bir taraftar grubu dışında aynı süreci
yaşıyoruz. Planımız Picadilly’e geçmek ve orada bir
şeyler yedikten sonra biraz dinlenip gece dışarıya
çıkacak enerjiyi bulabilmek. Çok farklı kültürlerin
yiyecekleri ile büyümüş, onlarca farklı tadı aynı
menüde bulabilen, yemek konusunda şanslı bir
coğrafyadayız, bu şansın genel olarak Akdeniz’in
kuzeyindeki ülkelerin tamamında olduğunu
söylemek abartı olmaz. İngiltere’nin Akdeniz’e
çok uzak bir ülke olduğunu konu yemeğe gelince
bir kez daha anlıyoruz. Ülkenin en meşhur
yemeği diye bir şey yok. Son bir yıl içinde zorlama
da olsa “Traditional English Food” şeklinde bir
konsept geliştirmişler ve geleneksel mekanlarda
standardize edilmiş bir şekilde bu menüyü
sunuyorlar müşterilere. Et, patates ve bu ikilinin
farklı versiyonları ile bezelye türevleri. Sağlık
olsun diyoruz tabi, ya bu menu ile idare ederiz
ya da bu tercihi pas geçerek dünyanın herhangi
bir ülkesinin mutlaka burada şubesi bulunan
lezzetli bir restoranına gider karnımızı her şekilde
doyururuz. Bu kadar rahat yorum yapabilmemizin
arkasında bir doymuşluk da var tabi, Craven
Cottage’ı yaşarken Ada’dan beklediğimiz lezzeti
fazlasıyla aldık. Evet, biraz patates yeterli olacak
gibi görünüyor.
Bir sonraki öğünde buluşmak üzere, afiyet olsun.
Fırat Topal
Maç Gezileri HF168
PARKEN’iN TOZUNU ALDIK
İskandinavya’nın eski şehirlerinden Kopenhag’da bira soslu bir derbi hikâyesi…
København-Brondby mücadelesini yerinde izledik
Danimarka deyince benim aklıma önce Michael
ve Brian Laudrup kardeşler gelmez, büyük golcü
Lord Nicklas Bendtner hiç gelmez, ama Mads
Mikkelsen abimiz gelir (bu güzide aktörü Hannibal
dizisiyle tanıyanlar direk çıksın sayfa kasıyor), Sidse
Babett Knudsen ablamız gelir (hala Borgen isimli
şaheseri izlemeyen varsa gitsin Arka Sokaklar’ın
DVD setini alsın), hiç gelmezse 11-12 yaşında o
zamanın parasıyla 1,5 milyon saydığım Lego
korsan setinin bir parçası kaybolunca yaşadığım
yıkım gelir. Tabii o zamanlar Danimarka’nın 65.
yaşını kutlayan bu efsane firmanın dükkanlarında
bugünkü gibi yedek parça bulunmazdı. Koskoca
geminin top mermilerinden birisi kayboldu mu
bittin, elinden gelse Tuzla’ya götürüp “usta şunu bir
tersaneye çekelim” diyecek durumdasın ama nafile.
Dolayısıyla Danimarka demek benim için nostalji
demektir, melankoli demektir, zorla “kardeşle
oyna” diye odama gönderilip güzelim Lego çiftliğini
batıran komşunun zıpır oğlu Orçun demektir.
Kopenhag dünyanın en medeni şehirlerinden bir
tanesi. Oldukça düzenli, yaşam standartı yüksek
ve vatandaşlarının sosyal olanakları kullanması
için elinden geleni yapan anlayışın elinden çıkmış
bir başkent. Elinize wi-fi seçeneğine sahip bir cihaz
alıp sokakta yürüseniz dahi, herhangi bir kapalı
alana girmeden internete bağlanabiliyorsunuz.
Diğer türlü de durum farklı değil, Kopenhag’da
trenlerde, otobüslerde, stadyumlarda ve
hatta kiliselerde dahi wi-fi olanağı var. Ha
soracaksınız “bize tavsiye eder misin?”, orada
durup düşünürüm. Zira Kopenhag fena derecede
“eski” görünen bir şehir. Ama tarihi olmak veya
“medieval” olarak bilinen Orta Çağ dokusuna sahip
şehir olmak başka bir şey, “eski” olmak başka
bir şey. Kopenhag’da Prag veya Budapeşte gibi
kentlerde görülen, köhne ve eski yapıların hoşluğu
da mevcut değil, binalara resmen bakım ve canlılık
gerekiyor. Zaten tesadüf müdür bilinmez, biz
oradayken şehrin neredeyse dörtte birinde yollar,
binalar ve kanalizasyonlar bakımdan geçiriliyordu.
Hatta 1 günlüğüne kaçtığımız (bu lafa da ayrıca
takılırım, nereye kaçıyorsun, bunun bir de başka
versiyonu “hafta sonu kaçamağı”, hafta içi
hapishane parmaklıkları ardında yaşadığını itiraf
etmek gibi bir şey, şuna “gitmek” deyin yahu)
Malmö bize daha sıcak, daha derli-toplu daha
çekici bir şehir gibi geldi. Hazır yeri gelmişken
söyleyelim, Kopenhag’a yolu düşenler bu küçük
ama insanı sarmalayan kenti de görmeden geri
dönmesinler. İki şehir arasında her 10 dakikada bir
çalışan trenler sizi iki yanında maviliğin uzandığı,
denizin ortasındaki Oresund Köprüsü’nden
geçirerek 25 dakika süren bir yolculuğa çıkarıyor.
Bir de tüyo verelim, İsveç Danimarka’dan daha
hesaplı bir ülke. Danimarka’yı, Finlandiya’yı da
içine kattığımız kuzeydeki 4 ülke içinde Norveç’ten
sonra yaşamın en pahalı olduğu ülke konumuna
oturtabiliriz.
Spice Boys’un birası Carlsberg
Futbol, hayatın önemli bir parçası olunca 168
yıllık bir geçmişi olan Carlsberg bira fabrikasının
koridorlarında dolaştığınızda aklınıza ilk gelen
maltın nasıl mayalandığı değil Liverpool’ın
Robbie Fowler, Jamie Redknapp, Stan Collymore,
David James ve Steve McManaman beşlisinden
oluşan grubu, İngiliz basınının deyimiyle “Spice
Boys” geliyor. Zira şampiyonluk kazanamasa
da, Premier League’i, TRT-3’te yayınlanan
Avrupa’dan Futbol programından tanıyan 80
kuşağının gönlünde yer etmiş o Liverpool nice
efsane maç oynarken ve Fowler ile Collymore
golleri sıralarken göğsünde Carlsberg reklamını
taşıyordu. Carlsberg toplamda 18 yıl boyunca
Liverpool’ın forma reklamıydı ve takım İstanbul’da
Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazandığında
da Danimarkalı biracıları gururlandırmıştı. Bugün
firma Liverpool’ı kaybetse de ülke futbolunun
lokomotifi FC København’ı halen elinde tutuyor.
Biz müze koridorlarında turlarken aklımızda
birkaç saat sonra tribünlerde yerimizi alacağımız
FC København - Brøndby IF maçı, yani Kopenhag
derbisi, nam-ı diğer The New Firm var.
Stadyuma geçmeden önce iki takım hakkında
kısa bir bilgi verelim. FC København henüz
23 yıllık geçmişi olan bir kulüp. 1992 yılında
iki kulübün birleşmesi sonucunda kuruldular
ki bunlardan bir tanesi, Kıta Avrupası’nın en
eski kulübü, 1876’da kurulmuş, 1878’de futbol
şubesini açmış Kjøbenhavns Boldklub’tu, diğeri
de 1903 yılında kurulmuş olan Boldklubben 1903.
Bu birleşme sonucu FC København 1992 yılında
Kjøbenhavns Boldklub’u rezerv takımı haline
getirirken Boldklubben 1903’ün de Danimarka
Süper Ligi’nde mücadele etme lisansını elde etti.
Daha sonra geçen 22 sezonda 10 şampiyonluk
elde edip bunu 50 yılda başarabilen Brøndby’i
şampiyonluk sayısında yakaladı. Tabii bu, iki
kulüp arasında başkentte süren rekabetin giderek
keskinleşmesini de beraberinde getirdi. FC
København, başkentin merkezinde, iş adamlarının
ve yüksek gelirli Kopenhag elitinin takımı
haline gelirken, merkeze 13 kilometre uzaklıkta
Kopenhag’ın batısındaki banliyölerde kurulmuş
olan Brøndby semtinin takımı işçi sınıfında
desteğini bulan bir kulüp haline geldi. 1992’de 1-1
biten ilk derbi ile başlayan maçlar serisinde iki ekip
90 kez karşı karşıya gelmiş ve bunların 41’ini FC
København, 30’unu Brøndby kazanmış 19 maç
da berabere bitmişti. Şehrin playboy takımının
kurulmasından itibaren elde ettiği sıçramanın
yanı sıra Brøndby, son 10 yıldır şampiyonluk yüzü
görmüyor ve 50. yıllarını kutladıkları sezonda
da mutlu sona ulaşamayacaklar. Sezon başında
kendi altyapısından yetişen Daniel Agger, daha
önce iki sezon takımın formasını giymiş Johan
Elmander ve Finlandiyalı Teemu Pukki gibi Avrupa
futbolunun tanınmış isimlerini kadrosuna katan
Brøndby sezon ilerledikçe rakiplerinin gerisinde
kaldı ve şampiyonluk yarışından erken uzaklaştı.
FC København ise lider FC Midtjylland’ın 9 puan
gerisinde ikinci sırada bulunuyor.
Gol Leventcim gol
Maç Parken Stadyumu’nda. Parken dedin mi
orada duracaksın. Maç öncesi København hocası
Ståle Solbakken soyunma odasında “Kadememiz
tamam ileri gittiğimiz zaman da topa doğru hep
beraber bam bam bam oynayacaz…oynadınız…..”
diye taktik veriyor sanıyorum o derece. Hala
bilmeyenler için söyleyelim Kopenhag’ın Parken
Stadyumu Galatasaray’ın 2000 yılının 17
Mayıs’ında UEFA Kupası’nı kazandığı stadyum.
Güzel bir tesadüf Parken de aynen Ali Sami
Yen gibi otoyolun kenarında, şehir merkezi
diyebileceğimiz bir muhitte. Şöyle tarif edelim,
otobüsten indikten sonra 50 metre yürüyüp
stadyumun içine girebilirsiniz. Karşılaştırmak için
söylüyorum, örneğin bazı Alman stadyumlarında
bu mesafe 200-300 metreyi bulabiliyor. Örneğin
dergideki son gezi yazımız olan Lyon-PSG maçı
için gittiğimiz Stade Gerland’a ulaşmak için
metro çıkışında 5 dakika boyunca tabanvaya
başvurmuştuk.
Ev sahibi takımın taraftarları maç öncesinde
dev pankartlı, meşaleli bir koreografi yapıyor.
Hatta Danimarka için oldukça ateşli sayılacak bir
şova dönüşüyor koreografi, zira kale arkasındaki
tribünlerin en alt katında yakılan 30-40 adet
meşale tribünün önünü tamamen duman
kaplamasına sebep oluyor ve bir süre kale arkasını
göremiyoruz. Deplasmana aşağı yukarı 2-3 bin
seyirciyle gelen Brøndby de (Brøndby ultraları
son 2 derbi deplasmanına gitmediler) meşale ve
bayraklarla destekli ufak bir şov yapıyor.
Maçın başlangıcından itibaren dikkatimizi çeken
şey, FC København’ın forvet hattı. Reinhard Saftig
döneminde Galatasaray’ın forvet hattında Hakan
Şükür-Saffet Sancaklı ikilisi oynardı, hatta bir ara
rahmetli Sedat Balkanlı’nın da kornerlerde ileri
çıkışına atıf yaparak gazeteler “Galatasaray’ın
her korneri penaltı gibi” başlıklarını atmıştı. Ama
tabii Saffet-Hakan ikilisi rakip kalecilerden çok
Galatasaraylıların sağlığını tehdit edince Saftig
her maç son dakikalarda Arif Erdem’i oyuna sokup
gol aramak zorunda kaldı ki, Arif’in o yıllardaki
lakabı “Joker Arif” oldu. FC København’ın forvet
hattında da böyle iki arkadaş var. 1.90’lık Nicolai
Jørgensen ve 1.93’lük Andreas Cornelius. Özellikle
bu ikinci arkadaşı nasıl tarif etsem bilemiyorum.
Tipte Breaking Bad’deki Todd Alquist’e boy/
yetenek oranında Andreas Wagenhaus’a
benzeyen bu arkadaş hangi potensiyeli görülerek
şampiyonluğa oynayan bir takımın forvetine
yerleştirildi kestiremiyorum, ama Danimarka Lord
Bendtner’den kötü forvetler de üretebiliyormuş
bunu anladım. Hatta kendisinin 8 kere ulusal
takım forması giymişliği de var. Gerçi Bendtner’in
de 64 kez aynı formayı giydiği düşünülürse durum
anlaşılabilir.
Maçın ilk devresi Brøndby forvetlerinin kaleciyle
karşı karşıya harcadığı 2 fırsatla golsüz berabere
bitecekmiş gibi görünürken (Daniel Agger ilk yarım
saat biterken sakatlık geçirdiğinden oyundan çıktı)
København’ın Ganalı orta saha cengaveri Daniel
Amartey, 43. dakikada ceza sahası ön çizgisinde
pusuya yattığı pozisyonda önüne düşen topa
müthiş bir zamanlamayla vuruyor ve top Brøndby
kalesinin doksanına yapışıyor. Anlayacağınız
kalede değil Lukas Hradecky, değil Şımaykıl bütün
Maykılların gelse kurtaramayacağı bir top daha.
Youtube’da “Amartey’in Hradecky’e attığı golü”
arayın nerelere geleceksiniz görün.
O sene bu sene mi?
İkinci devrenin hemen başında maç boyunca
uyuyan Pukki, ceza sahasını hafiften karıştırıyor
ve devre arasında Brøndby tribününün yaktığı
meşaleler sebebiyle København ceza sahasına
sinen dumanların arasından süper kahraman gibi
fırlayan Paraguaylı José Ariel Núñez durumu 1-1’e
getiriyor. Deplasman tribünü gözünün önünde
cereyan eden bu olaylar sonrası sahaya girmeye
yelteniyor, ama tribünün önündeki güvenlik
görevlileri bir anda 5’e katlandığı için başarısız
oluyorlar. Zaten bu hengame sırasında da aşağıya
indikleri gibi koltuklarına geri dönüyorlar, zira bizim
kule forvetlerden daha bir futbolcuya benzeyeni,
Jørgensen kornerden gelen topa arka direkte
kafayı yapıştırıp takımını tekrar öne geçiriyor.
Kalan yarım saat Brøndby’nin tekrar beraberliği
yakalama çabasıyla geçiyor ama hücum yükü,
o gün sahada gezen Pukki’ye kalınca bu pek
mümkün olmuyor, zira Johan Elmander 1 hafta
önce oynanan FC Midtjylland maçında kırmızı
kart gördüğü için cezalı. Maçın 90. dakikasında,
Solbakken’in tamamen rakibi hırpalamak için
sahada tuttuğu kamikaze karakterli orta saha
oyuncusu kaptan Thomas Delaney, rakip ceza
sahasına girip uzak köşeye harika bir hediye
bırakıyor ve derbinin sonucunu belirliyor: 3-1.
Delaney, İrlanda-Birleşik Amerika kökenli bir
oyuncu olmasına rağmen Danimarka ulusal
takımında forma giyiyor ve henüz 23 yaşında
kapanlık seviyesine yükselmiş bir oyuncu.
The New Firm’den maç bitiminde ayrılırken
Brøndby taraftarlarının yüzüne bakıyorum. “Hani
o sene bu seneydi beyler” diye yaşlı gözlerle
birbirlerine bakıyorlar. Zira, rakiplerini Parken’de 8
senedir yenemiyorlar. Ben ise otele seğirtiyorum,
zira benim de kafamda “o sene bu sene mi?”
sorusu var, sadece 2 saat sonra başlayacak bir
başka derbi için. Ama günün sonunda Brøndby
taraftarları ile kader arkadaşı oluyoruz. Hep
beraber bir Danimarka barına gidip Bergen’den
‘Kader Diyemezsin Sen Kendin Ettin’ şarkısını
söylüyoruz… Nereye söylüyoruz, 50’lik biranın
fiyatı 10 euro. Marketten Tuborg alıp otelde
efkarlanıyoruz. Nasıl yaptın zalim sen bana bunu…
Maç Bahane HF168
Varol Döken
GÜÇLÜ OLAN
AYAKTA KALIR
Sizlere daha önce bu köşede kuruluşunu www.
hayatimfutbol.com/baskilar-bizi-yildiramaz
ve son haberlerini www.hayatimfutbol.com/
son-baskidan-son-haberler geçtiğimiz amatör
futbol takımımız Son Baskı ile olan yolculuğumuz
devam ediyor. Özellikle Ocak ayı ile birlikte maç
takvimimiz bayağı bir sıklaştı. Artık nerdeyse
haftada bir hazırlık maçımız var. Efendi Lig’e
hazır olmak için çıktığımız bu yolda artık neye
hazırlandığımızı da unuttuk. Zaten önemli
olan amatör hevesimizi korumak, karda kışta,
yağmurda, siste sahaya en az 11 kişi çıkabilmek.
Biz takım olarak bunu başardık, bu da şu an bizim
için en büyük başarı.
Yenile yenile yenmeyi öğreniyoruz
Ziya Doğan katenaçyosu ile aldığımız beraberlik
ve 1-0’lık ilk galibiyetimizden sonra bu hafta
2. galibiyetimizi de aldık. Ancak yukarıda da
değindiğim gibi Son Baskı’nın bize bir galibiyetten
daha fazla kazandırdıkları var.
Geçen hafta oynadığımız maçta bunu bir kez
daha gördük. Zorlu hava koşulları, trafik, ulaşım
sıkıntısı, uzayan mesailer, evde bekleyen eşler ve
çocuklar gibi birçok olumsuz şarta rağmen saat
23’teki maçta da sahaya 11 kişi+3 yedekle çıkmayı
başardık. Sahaya 11 kişi çıktığınızda zaten bir
şeyleri başarmış oluyorsunuz. Skor sonraki iş, skor
işin tuzu biberi…
Ayakta kal, gerisi gelir
Rakibimiz Kadir Has Üniversitesi öğrencilerinin
kurduğu Hasanpaşa’ydı. Bu maçta, ilk defa
Puma’nın yenilenen evoPOWER 1.2 FG
kramponlarını denedim. Amatör futbol sevdalıları
iyi bilir ki, bu tür maçlarda galibiyetin anahtarı
90 dakika boyunca ayakta kalmaktan geçer.
Bunun için de sadece fizik kondisyon yetmez,
ayaklarınızın da sizi taşıması gerekir. Suni çimde
oynadığımız için kramponların önemi gerçekten
çok büyük. İşte Puma evoPOWER böylesi
maçlarda, böyle sahalarda sizi sonuna kadar
taşıyacak, ayakta tutacak bir ayakkabı.
Sağ açık olarak başladığım Son Baskı kariyerim,
bazen sağ bek ama çoğunlukla stoper olarak
devam ediyor. Yaşım ve kondisyonum dolayısıyla
en işe yaradığım mevki defansın ortası diyebilirim.
Rakipler güçlü, rakip forvetlerin top hakimiyeti,
tekniği, futbol bilgisi benden iyi. O yüzden onlarla
savaşmak için tek şansım dişe diş mücadele
etmek. Mücadelenin birinci şartı ise güçlü bir
şekilde ayakta kalmak.
EvoPOWER’ları ayağıma ilk geçirdiğimde birinci
aşamayı tamamladığımı hissettim. Ayakkabının
hafifliği, yumuşak mikrofiber Adaptlite üst
malzemesinin verdiği destek ve hareket özgürlüğü
ile ayaklarıma istediğim gibi hükmedebildim.
Sanki çıplak ayakla oynadım tüm maç. Üst kısmı
uzunlamasına kaplayan GripTex diye bir malzeme
var. Hem yağışlı hem de normal havalarda topun
kavrayışını artırıyor. Bu maç oldukça işime yaradı,
yağmurlu bir havada da mutlaka deneyeceğim.
Stoper oynuyorsan, topu defanstan güçlü ama
kontrollü bir şekilde uzaklaştırmak önemli.
Defansın arkasına atılan toplarda bunu sık sık
yaşadım. Başta biraz sorun yaşasam da oynadıkça
açıldım. Maç ilerledikçe evoPOWER’ların ayağımda
olduğunu bile unuttum. Hele sağ taç çizgi
kenarında kayarak girdiğim bir pozisyon vardı ki,
topu rakipten tereyağından kıl çeker gibi aldım.
Bu tip pozisyonlarda ayakkabının önemini bir kez
daha anlıyorsun. Ne yapalım, gol atamayınca biz
de bunları anlatıyoruz (selam Serkan:)
Maçı 8-2 kazandık. Bir defans oyuncusu olarak
üstüme düşeni yaptığımı söyleyebilirim zira 2 gol
bu tür amatör maçlar için gayet iyi. Rakibimiz
ilk defa büyük sahaya çıkıyordu, o yüzden skor
çok normal, ileride daha iyi olacaklardır. Beraber
Isınmak kazanmanın yarısıdır.
oynadıkça, birbirini tanıdıkça, bir takım olmayı
başardıkça alınan keyif ve dolayısıyla galibiyet
sayısı artıyor.
Zemheriden sonrası bahar aylar
Son Baskı olarak en zor günleri atlattık. Önümüz
bahar. Havalar güzelleştikçe, günler uzadıkça
maçlar çok daha keyifli hale gelecek. Bu yaşlarda
böylesine spor yapma imkânı bulmak, hele ki böyle
güzel arkadaşların arasında olmak benim açımdan
gerçekten çok değerli. Kazanmak-kaybetmekten
önce bunu düşünüyorum, gerisi yavaş yavaş
geliyor zaten.
GE-Lİ-YOR-UZ!
Müthiş sol Puma’mla yapıştırdım.

Benzer belgeler