Okul Gazetesi Mart 2013

Transkript

Okul Gazetesi Mart 2013
Kahraman ecdadımızın yazmış
olduğu en büyük destanlardan biri olan Çanakkale Deniz Zaferi’ni milletçe bir kez daha
kutlarken aziz vatan uğruna can veren şehitlerimizi saygıyla anıyoruz.
Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde olan bu savaş
I. Dünya Savaşı’nın da önemli bir cephesini oluşturmaktadır. Bir tarafta yıllardır süren savaşların etkisiyle yorgun ve yılgın, silahları eski ve yetersiz, ikmal
sistemi yok denecek kadar zayıf bir durumda olan
Osmanlı ordusu varken; diğer yanda güçlü sanayi ve
teknoloji ile beslenen benzeri görülmemiş bir gücün
timsali olan ve kolay zaferler peşinde koşan düşman
kuvvetleri vardı. Bu sebeple zamanın en güçlü deniz
filosu oluşturulmuştu. Çanakkale, denizden geçilecek ve imparatorluğun tüm direnme gücü kırılıp ülke
parçalanarak müşterek hedefe ulaşılacaktı. Asırlardır hükmettiği toprakları tek tek elden çıkaran, bitap
düşmüş Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanki hali
düşman kuvvetlerine zaferi yakın göstermekteydi.
Çanakkale sırtlarında savaş başladığında düşman
güçlerinde en modern kara ve deniz silahlarıyla 506
top namlusu mevcutken; bizim birliklerimizde sadece
72 top bulunmaktaydı. 506 güçlü toptan atılan korkunç mermiler boğazın iki yakasını toz-duman içerisinde bırakmıştı.
Çanakkale Zaferi’nde ilk taarruzu gerçekleştiren
Nusret mayın gemisidir. Elde kalan son 26 mayınla
8–9 Mart gecesi ustalıkla yapılan bir planlamayla
düşmanın kontrolü altındaki karanlık limanda gerçekleştirdiği mayın dökme harekâtı ile 24 saat içinde Marmara’da olacağı planlanan bir filoyu mağlup
ve perişan ederek geri püskürtmüştür. Çanakkale
Boğazı’nı denizden geçemeyeceğini anlayan düşmanın karadaki harekatı da başarısız olmuş ve kahraman Türk askeri düşman güçlerine “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” dedirtmiştir.
Böyle bir başarı sadece işgalcilerin güç ve gururunu değil, milletimizin makûs talihini de yenmiştir. Bu
çetin mücadelede düşman güçlerinin dikkate almadıkları bir nokta vardı. O da sadece silahlar değil,
onu kullanan insan ve iman gücüyle beslenen inançtı.
İşte Edremitli Seyit’in destanı: 270 kiloluk top mermilerini namluya sürerek böyle bir zaferin banileri arasında olmuştur.
Çanakkale Zaferi zor şartlar altında binlerce şehit verilerek kazanılmış mukaddes bir zafer olarak
tarihteki yerini alırken, kurtarıcı ve yüce kişiliği ile
gelecek yüzyılları aydınlatacak olan Mustafa Kemal
gibi bir güneşi ortaya çıkarması açısından da ayrı bir
önem arz etmektedir. Bizlere böyle bir zaferin gururunu yaşatan binlerce şehit ve gazilerimizi şükranla
anıyoruz. Şehitlerimizin ruhları şad olsun. Onlara verilecek en güzel hediyeyi veciz bir şekilde dile getiren
milli şairimizin şu iki dizesi ile noktalamak istiyoruz:
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber;
Sana agûşunu açmış duruyor peygamber.
Merve KAZDAL 10/E
Çanakkaleden Anılar
Dünyanın en kanlı muharebelerinin yaşandığı, binlerce insanın can verdiği, metrekareye 8.000 merminin düştüğü Çanakkale’de yaşanan dramatik olaylardan birkaçını sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Biz Buraya Yemek Yemeye Gelmedik;
Çanakkale Savaşlarında bir askerimiz yolunu kaybeder ve
İngiliz karargahına esir düşer.İngilizler onu alıp kendi yuvalandıkları yere götürürler.Orada kuş sütünden başka her
şey vardır.Çikolata,kahve,şeker,yağ,pirinç... Kısaca bizim o
günlerde milletçe kıtlığını çektiğimiz her şey.Kendisini ayartmak için ona derler ki ‘’Görüyorsun, burada her şey var.
Arkadaşlarını da kandır getir.Savaşın sonuna kadar artık ne
yaralanmak ne ölmek var.Yarın barış olunca sağ salim köyünüze dönersiniz.’’
Mehmetçiğin verdiği karşılık, bütün bir ordunun sağlam dipdiri maneviyatını tek başına ortaya koymaktır.O da şudur:
‘’Biz buraya yemek yemeye gelmedik.Dövüşmeye geldik.’’
Şehitler Alayı;
Anzak Kolordusu kuvvetlerine karşı koyan 27. Alay’ın birliklerine takviye olarak gelen 57. Alay’ın iki Taburu da şehit
olur. Fakat taarruz halinde olan Anzak kuvvetlerini durdururlar. Taarruz halinde olan çarpışmalar, siper muharebelerine dönmüş ve gece olmuştur. Son kalan taburu ile ertesi
sabah için hücum emri olan 57. Alay komutanı şu anda mezarının bulunduğu Bomba sırtı güney eteklerinden aşağıya
baktığında o sisli Nisan sabahı arazide yayılmış küme küme
beyazlıklar görür; tabur komutanını çağırarak sorar:
“Bunlar Ne?”
“Komutanım, onlar fecre az bir zaman kala emriniz ile hücuma geçecek erlerimizin iç çamaşırlarıdır.”
“Her bir vatan evladı şehit olmak için yıkanmış, temiz çamaşırlarını giymiş belki yaralı dönersek yıkayıp çalılıklara
serdiklerimizle değiştiririz ümidi o kahramanlarımıza nasip
olmamış. Su taşıyan erinden Alay komutanına kadar her
biri şehitlik mertebesine ererek tarihe şehitler alayı olarak
geçmiştir.”
Ziyaretçi Anzak Subay;
Yıl 1945. Arıburnu çıkartmasında (25 Nisan 1915) esir düşen iki Anzak subayından biri eşiyle, 30 yıl sonra harb ettiği bu toprakları ziyarete gelir. Çanakkale Harp sahaları
1945’de yasak bölgedir. İşte bu Anzak subayı Genelkurmay Başkanlığı’na müracaat ettiğinde onlara yardımcı olan
1915’in 57. Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey’in oğlu
Em. Hv. K. K. Orgeneral Tekin Arıburun o günlerde Genel-
kurmay Başkanlığında Hava Dairesi Komutanı’dır. O aileye üç gün izin alır. Onlardan tek ricası Çanakkale dönüşü
Ankara’ya tekrar gelip bir kahvesini içmeleridir.
Tekin Paşa babası şehit olduğu zaman 8 yaşında idi. Yıllardır baba özlemi ile yaşamakta idi. Anzak subayı üç gün
sonra Çanakkale’den eşi ile Ankara’ya döner. Tekin Paşa
onları karşılar ve evine götürür. Salona buyur eder, ikramda bulunmak için mutfağa gider. her şeyden habersiz olan
Tekin Paşa salondan İngilizce “bu komutan bizi esir almıştı” kelimelerini duyar. Babasının üniformalı, kalpaklı resmi
asılıdır. Tekin Paşa’ya da 30 yıldır babasının harp hatıraları
hayatta kalan arkadaşları tarafından anlatıla gelmektedir.
Hatıra olay:
Çıkartmada esir düşen iki Anzak Subayı, 57. Alay Komutanının çadırına getirilir. İkisi de tir tir titremektedir. Alay komutanı onlardan bilgi alabilmek için onlara ikramda bulunur. Üzerlerindeki tabanca, dürbün, İncil v.s. eşyaları alınır.
Fakat kendilerine başka hediyeler verilir. Titremeleri hala
devam etmektedir.
O güne kadar anlatılan hatıralar Tekin Paşa’da canlanır.
Hemen salondaki bir dolaptan fil dişi kaplı incili, tabancayı
ve dürbünü çıkarır.
Misafir “a, eşyalarım” der. Tekin Paşa sorar; “babamın çadırında neden saatlerce titrediniz?”.
Misafirin cevabı;
“bakın, bugün hayattayım. Diğer arkadaşım da Avustralya’da
yaşıyor. Babanız bize bir misafir gibi muamelede bulundu.
Bugünümüzü ona borçluyuz. Çadırındaki bu asil muameleden sonra hicap duydum. Bizzat babanıza söylemedim, fakat bizi esir alanlara işaretle anlatmıştım. Şimdi size burada
anlatıyorum:
Çıkartmadan bir gün önce, Limni adasında bizlere hitap
eden Ordu komutanı “sakın Türklere esir düşmeyin, belki
ölene kadar çarpışın, Türkler yamyamdır, sizi yerler” demişti. Bizler de o gün çadırda yenileceğimiz saati beklerken
Türklerle harp etmekle asil bir milleti yakından tanımış ve
vatanları için ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını görmüştük.”
Ebru BEKİROĞLU 10/E
BİR GEMİNİN HİKAYESİ
1911 İnşa edildi.
1913 Osmanlı donanmasına katıldı.
1915 Çanakkale Boğazı’na döşediği 26 mayınla
savaşın kazanılmasında büyük rol üstlendi.
1915-1918 Çanakkale’de ve İzmir’de mayın
döşedi.
1918 Mondros Ateşkesi’nden sonra İzmir ve civarında mayın çıkarmada kulanıldı.
15 Mayıs 1919 İzmir’in işgali sırasında İzmir’deydi.
1926-1927 yılları arasında Gölcük’te
yenilendi,1937 Nusrat olan ismi ‘’Yardım’’ olarak
değiştirildi.
1939 İsmi tekrar Nusrat olarak değiştirilip kömür
gemisi olarak kullanıldı.
1958 Askeri hizmetten terhis edildi.
1959 Müze yapılmak üzere Gölcük’e gönderildi.
1962 Özel şahsa satıldı
1962-1964 yılları arasında kuru yük gemisine
dönüştürüldü.
1983 Başka bir özel firmaya satıldı.İsmi ‘’Kaptan
Nusret’’ olarak değiştirildi.Mersin-Magosa arasında nakliye yapmaya başladı.
1990 Alabora olarak Mersin Limanı’nda battı.
1999 Gönüllüler tarafından su yüzüne çıkarıldı.
2001 Geminin orjinalliğinin kalmadığına dair bir
rapor yayınlandı.
2001 Geminin hurdaya ayrılması için girişim
başlatıldı.
2001 Tarsus Belediyesi,Mersin Yat Limanı’nda
çürüyen gemiye talip oldu.
2001 18 Mart’ta Tarsus Belediye Başkanı’na
Nusrat’ı kurtarma çabalarından dolayı Özel Yıldırımhan Okulları’nca ‘’Tarihe Vefa’’ ödülü verildi.
2002 Gemi,Kültür Bakanlığı’nca Tarsus
Belediyesi’ne verildi.
2002 Gemi üç parçaya bölündü.
2002 Gemi sudan çıkartılarak son ama en manalı
yolculuğuna başladı.Tarsus’a geldi.
2003 Altı Aylık bir çalışmanın ardından Tarsus
Belediyesi tarafından,anıt müze haline getirildi.
Nusrat Mayın Gemisi’nin Mersin’de çürüyerek hurdaya ayrılmasına razı olmayan Tarsus
halkına ve ‘’Nusrat orada çürürken, biz burda
rahat uyuyamazdık.’’ diyen Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz’a teşekkürler...
Umarız yitirilmeye yüz tutmuş nice tarihi hazinemiz de Nusrat kadar talihli olur.Nustar bugün
Tarsus’un girişinde Tarsus’un gururu olarak şehre
gelenleri karşılıyor.Adana’ya Mersin’e yolu düşenler Nusrat’ı unutmayınız lütfen ...
Berna BAYRAK 10/E
2
ATATÜRK VE ÇANAKKALE
Atatürk’ün Çanakkale’ye ilk gelişi, bilindiği gibi, Kurtuluş Savaşından
öncedir.
20 Ocak 1915′te, Tekirdağ Bölgesi’nde yeni kurulmakta olan 19. Tümen Komutanlığı’na tayin edildi. Atatürk, kısa sürede bu tümeni kurmuş,
25 Şubat 1915′te, savaşlara katılmak üzere Eceabat’a gelmiş, burada ikmal yaptıktan sonra 18 Nisan 1915′te Bigalı Köyü’ne gelerek bir köy evini
karargah yapmıştı.
Bir Hafta sonra savaş başlamış, Atatürk, Conkbayırı ve Arıburnu’nda
üstün düşman kuvvetlerine karşı, taarruz ve savunma savaşları yaparak,
kahramanlığı, cesareti ve kazandığı zaferlerle bütün dünyanın dikkatlerini üzerine toplamış, 1 Haziran 1915′te albaylığa yükseltilmişti.
8 Ağustos 1915′te Anafartalar Grubu Komutanlığı’na getirildikten hemen
sonra Conkbayırı’nda düşmanı denize dökmüş, Çanakkale’yi bir kere
daha kurtarmıştı. Çanakkale Zaferi’nden sonra, bir kahraman olarak 10
Aralık 1915′te İstanbul’a döndü.
Anafartalar Zaferi
İngilizler 6-7 Ağustos 1915’ te Arıburnu’nda yeniden saldırıya geçti ve
Suvla kıyılarına baskın halinde çıkarma yaptı. Mustafa Kemal’ in emriyle
başlatılan süngü hücumunun peşi sıra düşman, siperlerinde bastırıldı ve
ağır kayıplar verdirilerek geri püskürtüldü. Sonuçta Anafartalar Grubu
Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos’ ta Anafartalar Zaferi’ni kazanmış
oldu. Bu zaferi 17 Ağustos’ ta Kireçtepe, 21 Ağustos’ ta 2. Anafartalar zaferi takip etti. Başlangıçta 3 gün içinde Çanakkale Boğazı’nı geçeceklerini
sanan İtilaf Devletleri bunu başaramadığı gibi çok ağır kayıplar vermişti.
Bu savaşlar Mustafa Kemal’ in askeri deha ve yeteneklerini ortaya
çıkarması açısından büyük önem taşır. O, bu savaşları tarihin en çetin
savaşları olarak nitelemiştir. Savaş yorgunluklarına eklenen ağır bir sıtma
da bu sırada Mustafa Kemal’ i çok hırpaladı. Buna rağmen kesin sonucu
almadan Çanakkale’ den ayrılmak istemiyordu. 21 Ağustos savaşlarından
sonra bütün cephede saldırıya geçerek düşmanı denize dökmek istedi.
Bunun için ikmal ve desteğe gereksinimi vardı.
Fakat ordu komutanlığı “harcayacak tek bir erimiz bile yoktur” gerekçesiyle bu saldırıya izin vermedi. Bunun üzerine Mustafa Kemal grup
komutanlığından istifa etti. İstifası kabul edilmedi ve hava değişimine
çevrildi. Üzüntü içinde ve hasta olarak döndüğü İstanbul’ da İngilizlerin
bir gece sessizce Gelibolu yarımadasını boşaltıp çekildiklerini öğrendi (19
Aralık 1915). Mustafa Kemal’ in rütbesi artık albaydı.
Zeynep KOLCU 10/E
İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy
Mehmet Akif, İstanbul’un Sarıgüzel semtinde, Sarı Nasuh mahallesinde 1873 yılında dünyaya geldi. Babası, Îpek kasabasında
doğmuş Hoca Tahir Efendi, annesi ise Emine Şerife hanımdır. Babasına temizliğe olan fazla düşkünlüğünden dolayı Temiz Tahir Efendi
derler.
Tahir Efendi yeni doğan oğluna Ebced hesabı ile doğum yılını içine alan (Ragıf) adını koydu. Bu isim (Gerde) adlı bir nevi ekmek manasına geliyordu. Lâkin Osmanlı dilinde böyle bir isim yoktu. Bu yüzden zamanla babasının kendisine taktığı bu isim unutuldu ve (Akif)
e çevrildi. Akif dört yaşına basınca mahalle mektebine devama başladı. Mahalle mektebini bitirdikten sonra Fatih’te Emir-i Buharî’deki
mektebe devama başladı. Burayı da bitirdikten sonra Fatih Merkez
Rüştiyesine yazıldı.
Mehmet Akif’in olgunlaşmasında babasının tesiri fazladır. Arapçayı ve dine ait eserleri Mehmet Akif hep babasından öğrenmiştir.
Bu yüzden Mehmet Akif babası için “O benim hem babam, hem de
hocamdır. Ben hayatta ne öğrendi isem ondan öğrendir” demiştir.
Mehmet Akif, Fatih rüştiyesini bitirmiş ve mülkiye mektebinin
idadî kısmına yazılmıştır. Burada da üç yıl okuyarak şehadetnamesini
alan Mehmet Akif, bu sefer Mülkiye’nin yüksek kısmına devama başlamıştır. Daha sonra Halkalı’da ki sivil Baytar (Veteriner) mektebine
yatılı talebe olarak kaydolmuştur.
1888 senesinde girdiği bu baytar mektebinde Mehmet Akif hep
başarı ile sınıf geçmektedir. Bu sıralarda Orman mektebi talebelerinden Ispartalı Hakkı’nın ısrarıyla Fransızca dersleri almağa başlamıştır. 1893 de baytar mektebinden şehadetnamesini alan Mehmet
Akif mektepten birinci olarak mezun olmuştur. Mehmet Akif baytar mektebini bitirdiği yıl, yani 1893 de, Tophane-i Âmire veznedarı
Emin Beyin kızı İsmet hanımla evlenmiş ve Mehmet Akif’in İsmet
hanımdan iki kızı ile dört oğlu dünyaya gelmiştir.
Bunların yanı sıra kalemi çok kuvvetli bir şairdir Mehmet Akif.
Şair olduğu kadar bir dava adamıdır aynı zamanda. Şiirlerinde bazen
coşkun bir nehir gibidir, kabına sığmaz, haykırır. Bazen durgun bir
göl gibidir, vakarıyla sesini duyurmak ister. Çoğu zaman heyecanlıdır,
haksızlıklara dayanamaz, zulümleri önlemek ister.Sırf ödüllü olduğundan dolayı canından çok sevdiği milletine istiklal marşı yazmaktan geri durmuştur. Yoğun ısrarlar üzerine, istiklal marşından gelecek
olan ödülün bağış yapılması koşuluyla marş yazmayı kabul etmiştir.
Ve İstiklal Marşımız böylelikle ortaya çıkmıştır. Bu şiirini kahraman
Türk ordusuna hediye etmiş Safahat’ına almamıştır.
Yaşamı boyunca doğruluktan, erdemden hiç ayrılmamış; haksız-
Bunların bütün insanlara,bilhassa Müslümanlara karşı öyle husumetleri vardır ki,hiçbir suretle teskin edilmek imkanı yoktur.Sureta dinsiz geçinirler.Hürriyet-i vicdan diye kainatı aldatıp dururlar.
Hele biz Müslümanları,biz Şarklıları taassupla itham ederler dururlar.Heyhat! Dünyada bir mutaassıp millet varsa Avrupalılardır.
Gerçek,Avrupalılardan daha mutaassıp bir cemaat vardır ki o da
Amerikalılardır.Taassuptan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz, o da bizleriz.
BATILILARLA İŞBİRLİĞİ NASIL OLMALI?
İcabında Avrupalılarla birleşebiliriz.Ancak bu birleşme bize hiçbir
vakit onların ezeli ve ebedi düşmanımız olduğunu,her fırsattan
bil-istifade bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır.Yani vatanımızın ,dinimizin menfaati,ticaretimizin,
servetimizin refahımızın terakkisi namına icap ederse,mümkün
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’yaKaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.
lıklarla mücadele etmiştir. Her şiirinde mazlumların yanında olduğunu hissettirmiştir. Kurtuluş mücadelesini yürekten desteklemiş,
Cuma hutbelerinde verdiği vaazlarla halkı milli mücadele için yüreklendirmiştir. Ardından millet vekili olarak vatanına hizmet etmiştir.
Örnek kişiliğinin ve vatan sevgisinin tüm Türk gençliğine rehber olması dileğiyle vatan şairimizi en içten duygularımızla bir kez daha
anıyoruz.
Öznur YILMAZ 11/E
Mehmet Akif’inYazılarından Seçmeler
BATILILARIN TAASSUBU
Çanakkale Şehitlerine
olursa mütekabil , müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe
çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz.Ancak bu pazarlıklarda son
derece açıkgözlü bulunmamız lazım gerekir.
YABANCI OKULLAR MESELESİ
Biz ne hamiyetsiz adamlar,ne vazifesiz babalarız ki,mevcut mekteplerimizi işe yarar bir hale getirmek, yahut yeniden adamakıllı müesseseler yapmak tarafına hiç yanaşmıyoruz da istikbalin
hayalinden bile ürken birtakım yabancılara bırakıyoruz! Zengin,
orta halli, züğürt velhasıl hepimiz mektepsizlikten, hepimiz maarifsizlikten şikayet ediyoruz. Fakat hiç birimiz bu derdin çaresini
bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış, saatlerce süren
sukut canlarını sıkmış.’’Bir adam olsa da laf etsek’’ demişler.. Biz
de tıpkı böyleyiz. Milyonlarca herif bir yere toplanmışız. ’’Ah bir
sahib-i hayır çıksa da çocuklarımız için mektep açsa!’’ diyoruz.
S.Kübra YILDIZ 11/E
BİR GENÇLİK HATIRASI
Oğlu Emin Ersoy, babasının kendisine anlattığı, Halkalı’daki okulda geçen bir güreş müsabakasını şöyle naklediyor; ‘’Ermeni, bildiğin
gibi değil, dehşetli kuvvetli idi.Arkadaşlarımı çarçabuk altına alarak ezmesi öyle zoruma gidiyor, beni çileden çıkarıyordu ki, sana
anlatamam.Kendisi ile şaka mahiyetinde dahi olsun hiç tutuşmamıştık. Zira onun da gözü beni pek tutmuyordu.Cüsseden okkaca
kendisinden aşağı idim. Göz,hasmını tanır! O da bunları görüyor, hesap ediyor, benimle elense şakası bile yapmaya yanaşmıyordu.
‘’Bir gün hiç unutmam. Hüseyin Avni isminde Fatihli bir hemşerim ve benden bir sınıf aşağı bir arkadaşımla, Agop idman mahiyetinde güreş tutmuşlardı. İdman filan derken Avni’ye boyunduruk çekiyor.Şiddetli elenseleriyle çocuğu eziyor, pek müşkil vaziyetlere
sokuyordu. Nasıl oldu bilmiyorum. Avni, Agop’un çektiği şiddetli bir elense ile yüzükoyun yere kapandı. Ağzından, dişlerinden kan
boşanmaya başladı.
‘’O zaman artık dayanamadım.Gel Agop,dedim, birazda ikimiz idman tutalım. Tereddüt edemedi. Arkadaşlarımın intikamını almak
üzere Agop’u tek çapraza aldım. Meydan genişti. Belki on beş yirmi adım sürüdüm. Nihayet kavi rakibim tutunamadı. Elleri üzerine
yüzü koyun yere kapaklandı. Bu sefer, çok iyi kullandığım kündeye aldım. O koca Agop’u kaldırarak öyle bir çevirdim ve sırtını yere
getirdim ki bütün bunlar bir buçuk iki dakika içinde olmuştu.Ermeni ne olduğunu şaşırdı. Kıpkırmızı olmuş hala yerinde oturuyor,
önüne bakıyordu.
‘’İşte o zaman etrafı şiddetli bir alkış tufanı çınlattı. Agop’u tam manasıyla mağlup etmiştim. Hiç sesini çıkarmadı. Yavaş yavaş yerinden kalktı, kafası önünde kös kös mektebin kapısından içeriye girerek kayboldu.
‘’Bir riyaziye hocamız Ekrem Bey vardı.O da bu hadiseye şahit olanlar arasında idi. Muhterem ihtiyar o kadar sevinmiş, o kadar heyecanlanmış idi ki ‘’Yahu Agop’u kaldırdı, savurdu, attı. Agop kalkar mı ? diye bağırıyor, tuhaf tuhaf hareketler yapıyordu’’
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
Asım’ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif ERSOY
ALİ METİN KAZANCI RİZE LİSESİ
KÜLTÜR SANAT HABER GAZETESİ
Ali Metin Kazancı Rize Lisesi Adına
Sahibi: Ali KULECİ
Yayın Sorumlusu
Sezgin YILDIRIM (Edebiyat Öğretmeni)
Yazı İşleri
S. Kubra YILDIZ - Öznur YILMAZ - Ebru
BEKİROĞLU - Nida Nur BALCI
Berna BAYRAK - Zeynep KOLCU
Merve KAZDAL - Serpil KOPUZ - Gülşen TIĞCI
Her Zaman Bizimle Olacaklar
3
Onlar Türk Tiyatrosunun duayenleriydi. Aramızdan ayrılalı daha 1 yıl bile olmadan sanat camiasındaki eksiklikleri açıkça hissediliyor.
Kah gülen, kah ağlayan yüzleriyle yıllar boyu içimizi ısıtan büyük ustalarımıza Allah’tan rahmet diliyoruz.
BAYKAL KENT / 1943 – 2012
CÜNEYT TÜREL / 1942 - 2012
ERDOĞANTUNCEL/1935-2012
EKREM BORA / 1932 – 2012
GÜNGÖR DİLMEN / 1930 - 2012
EROL GÜNAYDIN /1933 - 2012
MERAL OKAY / 1959 - 2012
MÜŞFİK KENTER / 1932 - 2012
LEMAN ÇIDAMLI / 1932 - 2012
25 yıl boyunca Ferhan Şensoy’un
Ortaoyuncular kadrosunda sahneye
çıktı. 1963 yılından itibaren sinema
filmlerinde figüran olarak oynadı. Kalp
rahatsızlığı nedeniyle 7 Şubat 2012
tarihinde 69 yaşında vefat etti.
Yeşilçam’ın ünlü aktörü Ekrem Bora,
kalp yetmezliği nedeniyle 1 Nisan
2012’de tedavi gördüğü hastanede
hayatını kaybetti.
Ünlü senarist ve oyuncu Meral Okay, 9
Nisan 2012’de akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetti. 53 yaşında
aramızdan ayrılan Okay, Zincirlikuyu
Mezarlığı’na defnedildi.
Usta tiyatro ve sinema oyuncusu Cüneyt
Türel, 1 Mayıs 2012’de yaşama veda
etti. Kanser tedavisi gördüğü hastane
hayatını kaybeden Türel, Zincirlikuyu
Mezarlığı’na defnedildi.
Türk tiyatrosunun en önemli oyun
yazarlarından biri olan ve tiyatroya
“Midas’ın Kulakları” adlı oyunun da
arasında bulunduğu birçok eser kazandıran
Güngör Dilmen, 8 Temmuz 2012’de vefat
etti. 82 yaşında hayatını kaybeden Dilmen,
İzmir’de toprağa verildi
Efsanevi tiyatrocu Müşfik Kenter, tedavi
gördüğü hastanede solunum ve dolaşım
yetersizliği nedeniyle 15 Ağustos 2012’de
80 yaşında hayata veda etti.
Dünya Tiyatrolar Günü
Tüm dünyada her yıl Mart ayının son haftası Dünya Tiyatrolar Günü olarak kutlanıyor. Bu münasebetle gazete ekibi
olarak biz de bu sayımızda “Tiyatro” hakkında sizi biraz bilgilendirmek istiyoruz.
olayları oluş yoluyla gösteren bir sahne sanatı olan tiyatro
temelde, bir sahnede, seyirciler önünde oyunların sergilenmesi amacıyla
hazırlanmış gösteridir. Bu yönüyle
konuşma ve eyleme dayanan bir gösteri sanatı olarak da tanımlanabilir.
Yaygın hümanist bir deyişle tiyatro;
insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı olarak ifade edilir.
Tiyatro eserinin diğer türlerden en
önemli farkı; diğer edebi eserler okumak ve dinlemek için yazılmışken,
tiyatro oyununun sahnede seyirci
önünde oynanmasıdır. Değer ölçülerini, izleyenin kanaat ve anlayışlarından alır. Göze görünür bir karaktere sahip olması, canlı
olarak meydana geliş niteliğiyle toplum psikolojisine hitap
eder
Tiyatro terimi, Yunanca “theatron” sözcüğünden gelmektedir. Günümüzde çağdaş tiyatronun tarihi Yunan Mitolojisinde yer alan bağ bozumu tanrısı “Dyonisos”a kadar
uzanmaktadır. İlk tiyatro şenliği MÖ 534 yılında Atina’da
yapıldığını düşünürsek ne denli köklü bir sanat dalı ol-
duğunu anlayabiliriz. Zaman içerisinde Trajedi, Komedi,
Dram, opera, operet, bale, revü gibi farklı türleri ortaya çıkmış olsa da her daim en çok ilgi gören sanat dallarından
biri olmuştur.
Türkiye’de Modern Tiyatronun Tarihi
Tanzimattan önce Türkiye’de Geleneksel halk tiyatrosu ürünleri vardı. Karagöz, Meddah, Ortaoyunu ve köy seyirlik oyunlarının oluşturduğu geleneksel
tiyatro doğaçlamaya dayanıyordu ve
senaryosu, sahnesi, dekoru yoktu. Tanzimatla birlikte Şinasi’nin yazdığı Şair
Evlenmesi adlı oyun bizde tiyatronun
ilk örneğidir.Tanzimatın ilk yıllarında
tiyatro toplumu eğitmek için bir araç
kullanılmış; sonraları sanatsal bir
amaç edinmiştir.İlk zamanlarda İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem,
Abdülhak Hamit Tarhan gibi isimler tiyatro türünde eser
vermişlerdir.Ahmet Vefik Paşa, Moliere’den yaptığı çeviri ve uyarlamalarla tiyatroya büyük katkıda bulunmuştur.
İlerleyen yıllarda Muhsin Ertuğrul, Haldun Taner, Güngör
Dilmen ve daha birçok tiyatro yazarımız Türk tiyatrosunun
modernleşmesinde önemli adımlar atmışlardır.
Serpil KOPUZ
Türk televizyon tarihinin efsane dizilerinden ‘Bizimkiler’in Tahtakafa Raşit’i
Erdoğan Tuncel, 17 Eylül’de vefat etti
Usta tiyatro oyuncusu Erol Günaydın,
Acıbadem Kadıköy Hastanesi’nde
15 Ekim 2012’de kalp yetmezliği sonucunda vefat etti.
1974’te sinema filmi çekilen ve
televizyon dizisi olarak da ekranlara
gelen Kaynanalar adlı yapımda
canlandırdığı “Nuriye Kantar”
tiplemesiyle tanınır. Akciğer kanseri
nedeniyle bir süredir tedavi gören Leman Çıdamlı 80 yaşında vefat etti.
İnsanıyla Güzel Şehir: RİZE
Deniziyle güzel şehirler vardır dünyada. Aynı
şekilde ışıklarıyla, coşkusuyla; ya da ormanıyla doğal
güzellikleriyle… Türkiye’m ise her şeyiyle güzeldir.
Türkiye’m de Karadeniz, Karadeniz’de ise Rize.
Bambaşka özelliklerin yurdudur, sıcaklığın, bir nebze
huzurun.
Benim Rize’m yıllardır doğal güzellikleri ile eşsiz
tabiatıyla anılmıştır. Yeşilin bin bir tonunu barındıran
huzur dolu bir kalabalığın timsali devasa ormanlar,
cennetten bir köşe yaylalar, yaratıcının varlığını hissettiren yaşam kaynağı pınarlar… Tüm bunlar bir yerde (!)
gölgelemiştir Rize’nin insanını. Çetin ve değişken doğa
şartlarına kanaatkâr bir şekilde ayak uyduran, isyanını
halk oyunlarıyla ve hızlı ezgileriyle yansıtan Rizeli
değil midir bu şehri şehir yapan? Yarınını düşünmeden
elindekini, avucundakini dostuyla paylaşan düşkününe
yardım eden, imkânsızlıklar içinde kendine imkân
yaratan, misafirine kıymet veren insanlar değil midir
toprak parçasını özel hale getiren? Elbette onlardır.
KÜTÜPHANELER HAFTASI
Son yıllarda bir hayli ilerleyen ve bütün gençlerin ilgi alanına giren teknolojik cihazlar ve
bunların hepimizde en az birer tane olması ne yazık ki bizi her geçen gün kütüphanelerden
uzaklaştırıyor. Mart ayının son Pazartesisinin Kütüphaneler Günü olması dolayısıyla bu hassas
konuya bir kez daha değinmek istiyoruz. Çevremizde kolayca bulabileceğimiz kütüphanelerimizi sizlere tanıtmak istedik; ve “Gerçek Bilgi Kaynağımız Kütüphanelerdir” konulu yarışmada il
birincisi olan arkadaşımız Gülşen Tığcı’nın kompozisyonuna yer verdik.Teknolojinin ve değişen
yaşam algısının kütüphaneleri ve kitapları unutturmasına müsaade etmeyelim…
Başlıca Kütüphane Türleri
1) Milli Kütüphaneler:
Bu kütüphaneler, yerli yayınların tümünü, yurt dışında ülke üzerine yazılmış yayınların elden
geldiğince toplandığı kütüphanelerdir.
a) Ankara Milli Kütüphanesi 1948 yılında kurulmuştur. 1934 yılında çıkarılmış olan “Derleme Kanunu” ile toplanmış
bütün dokümanlar. Milli Kütüphane’ye devredilmiştir. Bugün yüz binlerce ciltlik kitaplar, ayrıca el yazması kitaplar,
haritalar, atlaslar, notalar, tablolar, afişler, filmler, bu kütüphanede toplanmıştır.
b) izmir Milli Kütüphanesi; 1912 yılında kurulmuş, yeni binasında hizmet veriyor.
c) Beyazıt Devlet Kütüphanesi; 1882 de dönemin Milli Eğitim Bakanlığı eliyle kurulan bir kütüphanedir. Çok değerli
kitaplara sahiptir.
d) Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi; daha çok Büyük Millet Meclisi üyelerinin yararlandığı bir kütüphanedir.
Osmanlı dönemindeki basılı dokümanlar bu kütüphaneye aktarılmıştır.
2) Üniversite Kütüphaneleri:
Ülkemizde en eski üniversite kütüphanelerinden birisi, 1934’te yasal statüye kavuşturulmuş olan istanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’dir. Bundan başka eski ve zengin kitaplığa sahip Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi gelmektedir. Bu gün sayısı yetmişe varan üniversitelerimizin hepsinde kütüphane vardır. Bi çokları zengin kitaplıklarıyla
öğrencilerine hizmet veriyorlar
3) Halk Kütüphaneleri:
Bu kütüphanelerin çoğunluğu Kültür Bakanlığı emri altında çalışmaktadır. Her meslekten okuyucuya hizmet verirler,
yurt düzeyinde sayıları yüzün üzerindedir. Her kütüphanede olduğu gibi bu kütüphaneler de, halkımızın okuması,
bilgilenmesi için uğraşıyorlar.
4) Okul Kütüphaneleri:
Okullarda çalışan öğretmenlerin ve okuyan öğrencilerin her türlü gereksinimine açık olan kütüphanelerdir. Bu kütüphaneleri görevli öğretmenin sorumluluğunda öğrenciler yönetirler.
5) Özel Konulu Kütüphaneler:
Bu kütüphaneler, özel konuları içeren kitap ve dökümanların biriktirildiği kütüphanelerdir. Bu kütüphanelerden belirli
meslek sahipleri ve endüstri kuruluşları yararlanırlar.
Bunların dışında evlerde oluşturulan kitaplıklar gelir ki, onlardan ancak sahibi ile ev halkı yararlanır. Bu tür kitaplıklar
genelde ya halk kütüphanelerine ya da üniversite kütüphanelerine bağışlanırlar.
Berna BAYRAK
Rize insanıyla güzeldir, Rize insanıyla bir şehirdir.
Rizeli sıcaklığıyla bir vatandır. Doğası, denizi, suları,
taşları sadece insanını tamamlayan unsurlardır.
Büyük şairimiz Yahya Kemal’in “Bir Tepeden”
isimli şiiri İstanbul’u anlatır. Ama her okuduğumda
doğduğum şehir gelir aklıma…
“Nice revnaklı şehirler görülür dünyada
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan”
Benim için de efsunlu güzellik Rize’dir, Rizelidir. Huzur dolu tabiatı, eşsiz florası, coşkun akan
ırmakları, sıcakkanlı dostluklarıyla insanlarıdır. Asla
bozulmayacakmış gibi kurulan dostluklarıyla rahmeti
iliklerimize kadar hissedeceğimiz yağmurlarıyla baharda insanı sarhoş eden çay çiçeği kokularıyla ruhumu esir alan güzel şehir!
“Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan”
Berkay Deccaloğlu
Nâmağlup Şampiyon
Ali Metin Kazancı Rize Lisesi Erkek Futsal Takımı bu yıl düzenlenen turnuvada namağlup şampiyon oldu. Rakiplerini sırasıyla dize getiren ekibimiz final maçında Çayeli Vakıfbank Lisesi ile karşılaştı. Son derece zorlu geçen müsabakayı 3-2 kazanan takımımız il birinciliğine adını yazdırdı.
Okulumuzun kız futsal takımı ise başarılı mücadeleleriyle il ikincisi oldu.
Erkek Futbol takımımız da Rize’de il 2.si oldu. Tüm sporcu öğrencilerimize bundan sonraki mücadelelerinde başarılar diliyoruz.
Erkek Futsal Takımımız Şampiyonluk Kupasını Alırken
Sportif alanda Rize’nin en başarılı okullarından olan Ali Metin Kazancı Rize Lisesinin gelecek yıllarda başarı beklediği alanlardan biri de kros ve badminton. Son derece başarılı
koşular çıkaran kız kros takımımız il 2.si ve erkek kros takımımız ise il 3. Sü oldular. Kendilerini kutlarken henüz başlamamış olan Badminton turnuvasına hazırlanan takımımıza başarılar diliyoruz.
Kız Futsal Takımımız
Okulumuzda
Bir Dağcı
Gazetemizin Spor köşesinde bu ay dağcılık sporuna
gönül vermiş bir arkadaşımızı siz okuyucularımıza
daha yakından tanıtmak istiyoruz:
Muhammet Han Turaboğlu.
Erkek Futbol Takımımız
Kros İl 2.si Merve Kalafat
Okulumuzun Kültürel Başarıları
Vergi Konulu Ödül Alan Karikatür
Mart ayı içerisinde önemli gün ve haftalarla ilgili il genelinde yapılan kompozisyon ve resim yarışmalarında birçok arkadaşımız derece aldı. “1-7 Mart Deprem Haftası” münasebetiyle düzenlenen
kompozisyon yarışmasında 11-E sınıfı öğrencimiz Semiha Kübra Yıldız “Depremle Yıkılmayalım” başlıklı eseriyle 3. oldu. Yine “2 Mart
Rize’nin Kurtuluşu” dolayısıyla düzenlenen yarışmada 12E sınıfından Berkay Deccaloğlu “İnsanıyla Güzel Şehir” başlıklı eseriyle 2.
olurken aynı sınıfta okuyan İsmail Bekiroğlu da “Geç Olmadan”
başlıklı eseriyle 3. oldu. Kütüphane konulu kompozisyon yarışmasında 12-B sınıfı öğrencisi Gülşen Tığcı 1. olurken 10-E sınıfı öğrencisi Ebru Bekiroğlu da 3. oldu.11 D sınıfında okuyan Şeydanur Köse
“Vergi” konulu resim yarışmasında il 3.sü oldu. Şeyda arkadaşımıza
hediyesi il defterdarlığı yetkilileri ve Milli Eğitim Şube Müdürleri tarafından verildi. Arkadaşlarımızın başarılarının devamını dilerken,
önümüzdeki hafta kutlanacak olan Kütüphaneler Haftası dolayısıyla “Gerçek Dostlarımız” adlı kompozisyonu sizlerle paylaşıyoruz.
GERÇEK DOSTLARIMIZ
Bazı zamanlar,insanoğlu sığınacak bir liman arar, dünyadaki ve çevredeki sıkıntılardan. Dinlenebileceği, kederlerini unutacağı, huzur
bulacağı, yalnızlık içinde çoğalacağı mekanlar arar. Orhan Veli’yle,
Necip Fazıl’la, Özdemir Asaf’la ve daha niceleriyle çoğalabileceği
mekanlar…Bu mekanların kütüphaneler olduğu sanırım anlaşılmıştır.
Kapıyı açıp girdiğim her kütüphanede kendimi en rahat hissetti 12 F sınıfında okuyan ve bu yıl mezun olacak ğim ortama,yani evime girmiş gibi olurum. Fakat benim evim sınırlı
olan arkadaşımız geçtiğimiz yaz Gürcistan’daki Kaz- kişilere ait, küçük bir evdir. Kütüphane ise sayılamayacak kadar çok
bek Dağı’na bir tırmanış gerçekleştirdi. Zirvede KDRK hayatı barındıran bize en yakın unutulmaz; aynı zamanda en uzak
( Kaçkar Dağcılık ve Rafting Kulübü) ve Türk bayrağı- karakterle birlikte yaşam sunan kocaman bir evdir. En büyük özelliği
nı gururla açan Muhammet Han Turaboğlu’na biz burada bulunan her karakterin, her kitabın bize bir şeyler öğretme
yeteneğine sahip olmasıdır. Yer yüzünde kütüphaneler gibi bir mede bundan böyle başarılı tırmanışlar diliyoruz.
“Gürcistan topraklarında yükselen ve Doğu kan daha yoktur ki ziyaretçilere daima bir şeyler öğretme ve onu geliştirme görevini üstleniyor olsun.
Kafkasya’nın en yüksek doruğu olan Kazbek Dağı
Kütüphaneler kendilerini sevenler için bir terapi merkezi gibi5047 metre yüksekliğinde. Aleksandr Puşkin’in ve dir. İçeriyi aydınlatan güneş ışığıyla birlikte ruhumuza işleyen kağıt
Lermontov’un şiirlerine de konu olmuş olan Kazbek kokusu, insana dinginlik veren sessizlik yıllanmış kitapların sararan
Dağı Tırmanış için dağcılık sporunu sevenlere birçok yapraklarında bizi hülyalara daldıran satırlar ve daha sayamayacaadrenalin vaat ediyor.”
ğım bir çok sebep var bunun için. Bu kadar kalabalıkken çıt çıkarmayacak kadar da kendilerini ziyaret edenlere karşı saygılı. Çünkü
kütüphanelerimiz ruhumuza hitap eden yerlerdir. Onlarla ruhumuz
arasında gizli bir bağ vardır ki bazen tarif edip yazıya dökmekte zorlanırız; tıpkı şimdi olduğu gibi.
Bazen bir karikatür hatırlarım
kütüphaneye gittiğimde. Özellikle
de ne okuyacağını
seç meye çalışırken. Kütüphane
raflarının
karşısında
dururken
kendisine el açan,
onu kendisine var
gücüyle
çeken,
ilgiye muhtaç kitapların anlatıldığı
karikatür. Sanki
hepsi bana yalvarıyor, hepsi okumam için kendisini raftan almamı bekliyor. Kitapların bu isteğine
tek başıma cevap veremeyeceğim, hatta kütüphanelerin yerini unutmaya başlayan toplumumuzla cevap veremeyeceğimiz çok aşikar.
Victor Hugo, ”Kütüphane kurmak tapınak kurmak kadar kutsaldır” diyor. Tapınacak kimse olmayınca, tapınağın nasıl bir önemi olmuyorsa aynı şekilde okuyan
olmayınca da kütüphanelerin önemi olmuyor ne yazık
ki. Nasıl mabetlere gidip kalbimizi manevi duygularla
dolduruyorsak artık kütüphaneleri de kendimize ilim
irfan kaynağı belirleyip ruhumuzu doyuralım.Unutmayalım, kütüphaneler bizleri bekliyor ve her yerden
daha fazla ilgiyi hak ediyorlar.
Gülşen Tığcı