Kontrast

Transkript

Kontrast
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır.
Kontrast
Fotoğraf Dergisi Sayı 20/ Kasım-Aralık 2010
4 Zamansız Fotoğraflar / Fotoğrafta Farklı Uygulamalar • 5 Usta İşi • 6 Kitaplık Özlem Eser • 7 İMece İlker Maga •
8 Doğa Fotoğrafçılığı Tarık Yurtgezer • 9 f/64 Özcan Yurdalan • 10 Söyleşi Fazlı Öztürk • 15 İnce Elek Altan Bal • 16
Dosya Konusu Disiplinlerarası Bir Disiplin Olarak Fotoğraf • 24 Söyleşi Orhan Cem Çetin • 27 Bakış Egzersizi Aytaç
Togay • 28 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 30 Yurtdışı Haberler Özlem Dağ
ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.
Kontrast
Başlarken...
Merhaba,
Yeni ve fotoğraf adına dolu dolu olduğuna inandığımız bir sayıyla daha
karşınızdayız. AFSAD adına ve ruhuna uygun bir yayın çıkarma adına
harcadığımız emeklerin gerek dernek içinde gerekse dernek dışında
takip ediliyor, inceleniyor ve iyi ya
da kötü eleştiriliyor olması, bizleri
her zaman son derece mutlu ediyor.
Kontrast dergisi, önceki yıllarda olduğu gibi bu yeni yayın döneminde
de gönüllülük esasıyla ama tüm ekip
üyelerinin üstün gayreti ve profesyonel yaklaşımıyla çıkarılmaya devam
ederken, zamanla azalsa ya da yeni
isimlerle artsa da kemikleşen ekibin
bu yayına sımsıkı sarılıyor olması,
kadrodaki değişikliklerin hissedilmesinin karşısındaki en büyük engel
galiba. Tüm bunlara rağmen, bazen
ekibin kemikleşmiş kadrosunda kimi
nedenlerle kopmalar da yaşanabiliyor. Kemik kadroda yaşanan bu eksilmedir işte ekibi her zaman derinden
sarsan. Bizim için Şule Tüzül de işte
öyle, kemik kadronun başındaki isimlerdendi. Özel sebeplerinden ötürü
ve biliyoruz ki içinde bu dergiye dair
sevgisi hiç azalmadan ayrılmak zorunda kaldı. Özellikle benim için en
büyük destekçi olan, iş yükümü azaltmayı kendi sorumluluğu sayan, aldığı
işi en kısa zamanda ve en iyi şekilde
teslim eden; fotoğrafa sevdalı ve fotoğraf düşünürü olma yolunda emin
adımlarla yol alan Sevgili Şule Tüzül’e, kendim ve tüm ekip arkadaşlarım
adına, bize sağladığı tüm katkılar için
ama en önemlisi o güzel kalbini, ruhunu bizlere açarak onu yakından
tanımamızı sağladığı için sonsuz teşekkürler.
“Bazen bir hazır nesne, bazen de özerk
bir üretim biçimi olarak fotoğraf, bugün diğer sanat dalları ile iç içe girmiş
ve bu birliktelikler, sanatçının kendisini daha özgür ifade edebileceği alanları yaratmıştır.” diyor Özlem Eser,
“Disiplinlerarası Bir Disiplin Olarak
Fotoğraf” isimli dosya konusunda.
Ciddi bir okuma, geniş bir bakış açısı
ve farklı disiplinlerden isimlerin buluştuğu bu çok özel dosya konumuzu
keyifle okuyacağınızdan hiç şüphem
yok. Emek, zaman ve bilgi birikimi ile
hazırlanmış olan dosya konumuzun
dışında bu sayımızda, derneğimiz AFSAD içinden, dernek adına gösterdiği
emek, harcadığı zaman ve bilgi birikimiyle bir ismi buluşturuyoruz söyleşi
bölümümüzde sizleri: Fazlı Öztürk.
Ankaralı fotoğrafçıların, AFSAD’lıların
ve fotoğraf dünyasını yakından takip
edenlerin çok iyi bildiği bu ismin fotoğraf yolculuğunu, fotoğrafla yola
çıkıp çevresini nasıl aydınlatmaya
çalıştığını bulacaksınız bu ayki söyleşimizde.
Geçtiğimiz ay derneğimiz adına çok
önemli bir fotoğraf etkinliği gerçekleştirildi. AFSAD’lı fotoğrafçılar Macaristan’da sergi, söyleşi ve gösterileriyle Sopron kentine adlarını yazdırdılar.
Son yıllarda Yönetim Kurulu’muzun
üstün çabalarıyla yurt dışı etkinliklerle adını dünyaya duyurmaya başlayan AFSAD, bu etkinliğe Soyut ve
Kompozit atölye sergileriyle katıldı.
Etkinliği izlemek üzere ekiple birlikte
Macaristan yollarına düşen arkadaşımız Özlem Dağ, izlenimlerini bu sayımızda bizlerle paylaşıyor.
Köşe yazarlarımızdan Özcan Yurdalan, bu sayımızda, yakın geçmişe uzanarak fotoğrafın toplumsal yapımız
içindeki durumuna dair son derece
önemli bir analizde bulunuyor. Bir
başka köşe yazarımız İlker Maga ise,
yaratma eyleminin ideolojik konumu üzerine düşündürüyor yazısında.
Altan Bal, fotoğrafa yeni başlayanlara sesleniyor ve onlara sunduğu yol
haritasında eleştirilerini gizliyor. Bu
sayımızda Yol Notları bölümünde ise
“Frig Vadisi” ya da bir başka bilinir
adıyla “Dağlık Frigya”ya doğru yola
çıkıyoruz. Ülkemizin Kütahya, Afyon,
Eskişehir illeri arasında kalan ve gezince gerek Friglere gerekse bu bölgeye olan ilgimi arttıran Frig Vadisi’nin
son derece özet bir anlatımı aslında
yazdıklarım. Her bir adımında sayfalarca yazılabilecek bir bölgeden kısa
bir değerlendirme; belki sizleri yola
döker ve peşine düşürür umuduyla.
Bu ay Doğa Fotoğrafçılığı alanında
usta bir ismi Tarık Yurtgezer’i ise Fotoğraf Dalları bölümümüzde ağırlıyoruz. Doğada sadece nasıl fotoğraf çekileceğine değil aynı zamanda hangi
etik ve bilgi birikimi ile yola çıkılması
gerektiğine ilişkin de bilgi veren bu
yazıyı herkese tavsiye ederim.
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Gökhan BULUT
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Ceyda TAŞDELEN
Yayın Yönetmeni Yardımcısı
Grafik Tasarım
Levent ÇAĞIN
Özlem DAĞ
Editörler
Şirin AYDIN
Kamuran FEYZİOĞLU
Editör Yardımcıları
Elçin POLAT
Özlem ESER
Özlem DAĞ
Reklam ve Abone Sorumlusu
Ufuk DURUMAN
Yayın Kurulu
Ceyda Taşdelen, Şule Tüzül, Şirin Aydın
Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Büklüm Sok. No: 22/11
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın
Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti.
Adres: Adakale Sok. 32/37
Kızılay - Ankara
Tel: 0312 433 2310
Basım Tarihi: 01.07.2010
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Kapak Fotoğrafı: Fazlı Öztürk
Fotoğraf dolu günler dilerim…
Ceyda Taşdelen
Yayın Yönetmeni
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,
makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon,
vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak
üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf
Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine
aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi
ortamda olursa olsun, materyalin tamamının
ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır.
Kontrast
Mustafa Çağan:
Fotoğrafı hobi olarak yapıyor; asıl mesleği Mühendislik. Kendisini fotoğrafa çekenin portre çalışmalar
olduğunu çünkü insanın yüzünün insanı anlattığını söylüyor.
Fotoğrafçı, porte fotoğrafının olmazsa olmazı olarak dokuyu görüyor; çünkü bunun fotoğrafı çekilen
kişinin hikâyesini anlattığını düşünüyor.
“Bilirsiniz işte, insanın yüzü içinden geçtiği yaşamın izlerini taşır; duygu ve ifade ise buna bütünlük
kazandırır. Bu üçlüyü barındıran her portre fotoğrafı, izleyicisine o insanın hikâyesini anlatır.” diyor.
Kontrast
Zamansız Fotoğraflar
HAZIRLAYAN: ELÇİN POLAT
ispat amacıyla üretilmiş olabiliyor.
“Fotoğrafta hiçbir şey gölgede kalmaz.”
August Sander
Doğası gereği, fotoğrafı gerçekliğinden emin olduğumuz
dış dünyadan bağımsız düşünemeyiz. Fotoğrafçının tercihleri
doğrultusunda gösterilmek istenen parça fotoğraflanarak izleyiciye
sunulur. Bazı fotoğraflar yalnızca bakarak edindiğimiz bilgilerle
açıklanamayacak kadar derinlikli olurken, bazıları yalnızca gerçeği
Muybridge’in 1880’de gerçekleştirdiği “Horse in Motion” çalışması,
insandaki göz yanılsamasını fotoğraf yoluyla ispatlayan bir çalışma.
1870’lerde Pasifik kıyılarında fotoğraf müfettişi olarak görev alan
Muybridge, Stanford Üniversitesi’nin kurucusu ve aynı zamanda atlara
düşkünlüğüyle tanınan Leland Stanford’la tanışır. Stanford tırıs koşan
bir atın tüm ayaklarının havalandığına inanarak, böyle olmadığını
düşünen bir arkadaşıyla bahse girer. Bunun ispatı için görevlendirilen
Muybridge’e her türlü araştırma imkânı sağlanır. Muybridge önce toz
kalkmasının önüne geçmek için kauçuk bir zemin hazırlar, sonra bu
yolun arkasına, üzerinde numaralandırılmış yatay çizgiler bulunan beyaz
bir kâğıt asar ve bu yöne bakan tam 12 fotoğraf makinesi yerleştirir.
Fotoğraf makinelerini, at yol üzerinde ilerlerken fotoğrafların otomatik
olarak çekileceği şekilde ayarlar. Fotoğraflar çekildikten sonra görülür
ki tırıs ve sonraki aşamanın tam ortasında atın dört ayağı da aynı anda
yerden kesilmektedir.
Sonuçta Stanford bahsi kazanırken, eski zamanlarda yapılmış atlara
ait resim ve heykellerin de doğru olmadığı ortaya çıkar.
1800’lerden günümüze, fotoğraftaki teknikler ve anlatım olanakları
genişlemeye devam ederken, fotoğraf da bize dünyayı göstermeye
devam ediyor.
Fotoğrafta Farklı
Uygulamalar
Yorum: ÖZLEM ESER
Fotoğraf: ŞİRİN AYDIN
GÜNEŞ BASKI TEKNİKLERİ
Fotoğraf sanatçıları, yaratıcı ürünler vermek arzusuyla gerek çekim,
gerekse baskı aşamasında estetik yönü ağır basan alternatif teknikler
uygulamaya fotoğrafın ilk yıllarından itibaren başlamışlardır. Güneş
baskı tekniği, kimyasal yöntemlerle fotoğrafın özünü bozmadan,
resimsel özellikler de taşıyan özgün fotoğraf çalışmaları üretme
biçimlerinden biri.
Renk ve kontrast bakımından farklı sonuçlar veren tekniklerin
içinde en popülerleri “Van Dyke”, “Cyanotype” ve “Gum Bichromat”
olarak adlandırılıyor. Güneş baskı tekniğinin nasıl uygulanacağına
gelince, amaca ve tekniğe uygun olarak belli oranda karıştırılan
kimyasallar yarı emici bir malzeme üzerine fırça yardımıyla sürülerek
ışığa duyarlı bir yüzey elde edilir. Bu yüzeyi, baskı yapana kadargüneş
ışığından korumak gerekli tabii. Fotoğrafın, baskı boyutlarına uygun
bir negatif filmi hazırlanır. Film, duyarlı yüzeyin üzerine yerleştirilerek
güneş ışığında pozlandırılır ve son aşamada banyo edilerek kurutulur.
Işığa duyarlı yüzeyin hazırlanmasında kullanılan kimyasal çözeltiler,
pozlama ve banyo aşamalarındaki farklı uygulamalar ile “Van Dyke”,
“Cyanotype” ve “Gum Bichromat” teknikleri gibi farklı görünümler
taşırlar. Örneğin “Cyanotype” tekniğinde kullanılan kimyasallar
potasyum ferri siyanür ve fer amonyum sitrat çözeltisidir. Negatifin
güneş ışığında pozlanmasıyla ışık görmeyen kısımlar beyaz, ışık gören
kısımlar cyan yani mavi renkte olur, mavi renk ağırlıklı bir görünüm
oluşur. “Van Dyke” yönteminde gümüş nitrat, fer amonyum sitrat ve
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
tartarik asit gibi kimyasalların kullanılmasıyla kahverengi tonlarının
ağırlıkta olduğu sonuçlara ulaşılır. “Gum Bichromat” tekniğinde
ise, potasyum dichromat çözeltisi ve guaj boyanın karıştırılmasıyla
hazırlanan karışım kağıda sürülerek kurutulur. Üst üste farklı renklerle
yapılan baskılarla çok renkli görünümler elde edilebildiği gibi tek
renkli, iki renkli baskılar da yapılabilir.
Güneş baskı tekniğiyle resim kâğıdı, alçı, deri, tahta, kumaş
gibi yüzeylere
fotoğraf basılabilir.
Fotoğraf
sanatçısına estetik
kaygıları ağırlıklı
eserler üretme
şansı veren ve
yaratma özgürlüğü
sunan “Güneş
Baskı Teknikleri”
1840’lardan
günümüze,
fotoğrafa renkli
görünümler
kazandırmaya
devam etmektedir.
Kontrast
Usta İşi
BILL RAY
(1936-)
“ŞEVK”
“Fotoğrafçılığın hedefi, bir şeyin ya da
birinin belirli koşullar altında ve belirli bir
anda nasıl göründüğünü açığa çıkarmak ve
sonucu başkalarına aktarmaktır.”
Bill Ray her zaman hareketin içinde
olmak isterdi.
National Geographic’te yarı zamanlı
fotoğrafçı olarak New York’ta çalışmaya
başladı. Genellikle ünlülerin fotoğraflarını çekmeye başladığında, Life dergisinin
magazin departmanının editörü oldu.
HAZIRLAYAN: ÖZLEM DAĞ
1964 yılında Life’ın özel bir projesi için
Japonya’ya gitti.
Life dergisi onu şaşırtıcı bir kararla
Vietnam’a gönderdiğinde, pilotları daha
alçaktan uçmaları için kışkırtmıştı. Ona
şaşkınlıkla bakan pilota, “Lanet olsun,
ben buraya ünlülerin fotoğrafını çekmeye
gelmedim!” diye bağırarak, fotoğrafçılığa
bakış açısını özetlemiş oldu.
Life, onu “Bir Zamanlar Amerika’da
Yaşam” isimli bir proje için 1974’de görevlendirdiğinde Ray, hâlâ bir füze deposunda fotoğraf
çekmekle meşguldü. “Annem
ölmüştü, aynı
gün projeye
başlamam
gerekiyordu.
Bu benim görevimdi.” diyen
Ray, annesinin
cenaze törenini Life için
fotoğrafladı.
Annesinin de
bunun böyle
olmasından
mutlu olacağını
söyledi.
Bütün
bu birikimlerini 400’ün
üzerinde makalede ve fotoğrafçılık tarihi
ve eleştirisi üzerine 15’ten fazla kitapta
topladı. Üniversitelerdeki fotoğrafçılık kürsülerinde dersler verdi. Birçok
fotoğrafı sergilendi, sergilenmeye devam
ediyor...
Peki, aşağıdaki fotoğrafın sizde uyandırdığı duygu nedir? Lütfen, görüş ve düşüncelerinizi [email protected] adresine
göndererek bizimle paylaşın.
Kontrast
Kitaplık
FOTOĞRAF VE
TOPLUM
GİSÈLE FREUND
“Tarihin her ânında, dönemin politik
özelliğine, düşünme tarzlarına ve zevklerine
bağlı olarak farklı sanatsal anlatım biçimleri
doğar. Zevk, insan doğasının bilinmeyen
yönlerinin açığa çıkması değildir; toplumsal
yapıyı belirleyen ve sınırları apaçık çizili olan
yaşam koşullarına bağlı olarak biçimlenir.”
diyerek söze başlar Gisèle Freund “Fotoğraf
ve Toplum” adlı kitabının ilk bölümünde.
Aslında bu iki cümle, kitabın sanki küçük
bir özetidir. Bu ilk bölüm orjinalinde
Gisele Freund’un 1936’da yayımlanan
doktora tezine aittir. Daha sonra yazarın
seminer çalışmalarını içeren bölümlerin
eklenmesiyle
genişletilerek,
1974’te
yayımlanmıştır.
Hazırlayan: ÖZLEM ESER
olmuştur. Yazarının fotoğrafçı, sosyolog,
sanat tarihçisi kimlikleri sayesinde çok güçlü
bir içeriğe sahip olan Fotoğraf ve Toplum,
üzerinden geçen 36 yıla rağmen halen
sanat, toplumbilim ve fotoğraf öğrencileri
için vazgeçilmez bir kaynak olma özelliğini
sürdürmektedir ve sürdürecektir.
Fotoğraf ve Toplum, 18. yüzyıldan
kitabın ilk basım yılı olan 1974’e kadar
geçen süreçte fotoğraf makinesini ve
fotoğrafı tarihsel, toplumsal açıdan ve
bir sanat eylemi olarak ele alır. İlerleyen
bölümlerde
dönemin
sanatçılarının
fotoğrafa karşı tavırlarını, basın ve kitle
medyası içerisindeki yerini ve politik bir
araç olarak fotoğrafı inceler. Fotoğrafı,
sanatın geçirdiği evrim içerisindeki yerinin
yanısıra, insanın varolduğu her alanda,
toplumun önemli bir anlatım biçimi
olarak inceler Freund. Sadece fotoğrafı
değil, toplumsal yapının sanatın anlatım
biçimleri üzerindeki etkisini anlatan bir
başucu kitabıdır.
Frankfurt Üniversitesi’nde sosyoloji
ve sanat tarihi eğitimi alan ve daha sonra
Sorbonne
Üniversitesi’ndeki
eğitimi
sırasında Walter Benjamin ile tanışarak
birlikte
çalışan
Freund’un
Magnum
Ajansı’yla yedi senelik bir birlikteliği
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
Kontrast
İMece
İlker Maga
FOTOGRAFİK YARATI EYLEMENİN ANTİKAPİTALİST DURUŞU
Yaratıcı, kapitalist insan tipinden uzak, hesapsız bir
refleksle üreterek veren bir varlık olarak daha çok kadına,
daha doğrusu anneye benzer.
Yaratma eylemine bir de ideolojik açıdan bakılabilir mi?
Fotoğraf yaratısı dahil tabiî.
Yoksa yaratma eyleminin ideolojisi olmaz mı? Yaratma
eylemi bir bütün süreç olarak, belki pek çok alandan çok
daha kışkırtıcı ve cazip bir ideolojik alan.
Evrende sadece insan üretir. Kültür yaratımı ise insanın
en temiz yanını temsil eder. Yaratma eyleminin asıl gizemi,
yaratıcısına yönelik genel merak, yine yaratıcının bilinen
zor yanlarının temel kaynakları, onun iradesinden bağımsız
anti-kapitalist duruşunda ve ürünlerinin insanlığın en
zararsız, en temiz yanını temsil etmesinde yatmasın sakın?
Sadece bir soru…
Gerekli-gereksiz,
insanî-gayri
insanî
olduğuna
bakılmadan her şeyin tüketmek üzere üretildiği bir dünyada
yaşıyoruz. Kapitalist mekanizma içinde üretim, bilinmeyen
bir yere yapılıyor. Üretilenin gerekli ve “yeni” olduğuna
inandırmak, yalanla hayat bulan reklâmın görevi; kimilerinin
medya, kimilerinin “büyük basın” dediği propaganda
araçlarıyla bu görev yerine getiriliyor.
Her şeyin tüketilmek üzere üretildiği dünyanın
insanlarının tipik özelliği ise vermeye değil, almaya eğilimli
olmaları. Büyük köy de denebilecek metropol hayatının
hemen her alanı ekonomize edilmiş durumda; bu hayat
içinde kimse “öylesi”ne iş yapmıyor. Bir işyerinin kârdan
başka hedefi yok. Bir şirket bir yere fiyat teklifi geçerken de
kârdan başka bir amaç taşımıyor. Pazar böyle işliyor. Kârın,
pazarın etik yanını tartışmak, kapitalist ilişkilerin vardığı
çirkin boyutu özetlemek değil burada asıl amacım, şu:
Bir dükkânı açmak, bir yere fiyat vermek kârı amaçlarken,
yaratma eylemi bütün bu kuralların dışında gelişiyor.
Şairin, yazarın, ressamın, fotoğrafçının ya da bir
bestecinin uykusunu bölüp çalışmalarının başına iten
şey, esas itibariyle ondan kâr etmek değildir. Bu yaratıcı,
üzerinde çalıştığı eserin ne kadar gelir getireceğini
hesap etmez. Fotoğrafçıyı, akıp gitmekte olan anlardan
birini kutusuna
hapsetmek için
bir konu peşine
düşüren de asıl
olarak ondan para
kazanmak değildir.
Kapitalist insan
tipinde almak
esasken, kültürel
yaratma eyleminde
vermek var. Bu
özellikleriyle
kültürel yaratma
eylemi, bütün
kapitalist ilişkilere
ters bir süreç
içinde gelişir. Bu
yanıyla antikapitalist bir
süreçtir. Yaratıcısı,
siyasi duruşundan
bağımsız, yaptığı
her şey antikapitalist süreç
içinde geliştiği
için objektif olarak
anti-kapitalisttir.
Bazı alanlar vardır, meslek olamazlar. Bilim, meslek
değildir. Politikacı ve aydın olmak da meslek değil, iç
meslektir. Bilim ve politika, her homo-sapienste olması
gereken iç meslektir; bilimi günlük hayatın alanlarına
yaymak ve politik olmak meslek değil, bir yurttaşlık görevi
olarak birer iç meslektir. Kültür üretimi ve aydınlatma
görevi, ancak bu iki iç meslek üzerine inşa edilebilir.
Siparişle yaptırılan işler ise burada anlatılanların
tamamen dışında, ne kadar yaratıcı olursa olsun mesleki
faaliyetlerdir. Bu nedenle kimsenin görevlendirmediği hâlde,
sırf kendi bağımsız ve özgür iradesiyle bir konuda kendini
sorumlu hissederek fotoğraf projeleri gerçekleştirmek,
fotoğraf yaratısı içinde en değerli olanıdır. Diğer bütün
yaratı alanlarında olduğu gibi fotoğrafçıyı başkalaştıran,
kendine has bir tarz geliştirmesini sağlayan da asıl olarak
burasıdır. Gerçekleştirdiği proje, tüm insanlığın en temiz
yanı saydığımız kültür parçacıklarından biri olsa, yaratıcı
projesinin insanlara ulaşması, yani insanlar tarafından
paylaşılması için de en az o kadar çaba harcamalıdır. Çünkü
insani kültür parçası ancak insana ulaştığında, ulaştığı yeri
bir şekilde harekete geçirdiğinde asıl değerine ulaşır.
İlker Maga, “Kadın İşi” dizisinden, Baca Temizleyicisi
Tamara Heller
Kontrast
DOĞA FOTOĞRAFÇILIĞI
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: TARIK YURTGEZER
Doğa fotoğrafçılığı, doğayı seven, doğaya ilgi duyan, doğada
bulunmaktan keyif alan herkes için bulunmaz bir uğraş alanıdır.
Doğa fotoğrafçısı olmak için yalnızca doğayı sevmek, doğaya ilgi
duymak yetmez; doğayı bilmek ve onu içselleştirmek de gerekir.
Doğayı bilmek; neyi, ne zaman, nerede çekeceğimizi bilmek
anlamına gelir. Her bitkinin bir çiçeklenme zamanı vardır. Hele
bazıları, yalnızca belli bölgelerde yetişir. Yine bazı hayvanlar belli
bölgelerde ve yılın belli zamanlarında fotoğraflanabilir. Bu tür
bilgilere sahip olmak önemlidir. Yani doğa fotoğrafı çekebilmek
için sadece fotoğraf bilgisi yetmez.
İnsan olarak kendimizi doğadan yukarıda bir yerde
görmememiz gerektiği aşikârdır. “Doğadaki varlıklar insan
için yaratılmışır ve insan doğayı kendi çıkarları doğrultusunda
değiştirip dönüştürebilir” gibi bir düşünceye, değil doğa
fotoğrafçısı, hiç bir aydın sahip olmamalıdır. Biz olmasak da
doğa kendi varlığını sürdürebilir. Doğaya saygı içerisinde, onunla
uyumlu bir şekilde, ona zarar vermeden yapılan bir fotoğrafçılık
tarzı “doğa fotoğrafçılığı” adını alabilir. Doğayla barışık olmayan,
bir örümcek görünce çığlık atan, paçalarına dikenler yapıştı diye
hayıflanan fotoğrafçı arkadaşlara, fotoğrafın başka bir alanına
yönelmelerini salık veririm.
Peki, doğa fotoğrafı çekmek için objektifimizi hangi varlıklara
yöneltmeliyiz. Adı üstünde, doğa fotoğrafının konusunu doğal
varlıklar oluşturur. Hemen belirteyim; doğa, insanın ortaya
koyduğu her kuruluşla -ki biz ona “kültür” diyoruz- karşıtlık içinde,
kendi kendine var olan demektir. Yani doğal olan, kültürel olanın
karşıtıdır. Doğa, kültüre karşıt olarak kendi kendine var olurken,
kültür de “insanın kalıtımsal yolla getirmeyip doğaya kattığı her
şey” olarak tanımlanır. Dolayısıyla doğa ve kültür kavramları
arasında bir karşıtlık vardır. Bu karşıtlık bağlamında, kültürel ögeler
doğa fotoğrafının konusu olamazlar. Yani yol, köprü gibi yapıların
yanı sıra kültür bitkileri, evcil hayvanlar ve kültürel bir varlık olan
insan da doğa fotoğrafının konusu dışındadır. Eğer içinde koyun
sürüleri, ayçiçeği tarlaları olan bir fotoğraf size doğa fotoğrafı diye
sunulursa kabul etmeyin! Bu fotoğraf ancak kır peyzajıdır.
Doğa fotoğrafçısı, doğa ile fotoğraf bağlamında girdiği ilişkide
iki farklı evreden geçer: Doğa fotoğrafçısının ilk evresi, karınca gibi
çalıştığı toplayıcılık evresidir. Fotoğrafçı bu evrede doğada gördüğü
hemen her şeyin fotoğrafını çeker. Sanki doğanın bir envanterini
çıkarırcasına çalışır. Arşivini çiçek, böcek, kuş fotoğraflarıyla
zenginleştirmek ister. Bunun için peşinde olduğu belli bir türün
uzun yolculuklar yapar. Bir ters lale türü olan “ağlayan gelin”i
çekmek için Hakkari dağlarına, “kara akbaba” çekmek için Soğuksu
Milli Parkı’na gider. Bu evredeki doğa fotoğrafçısı, örneğin belli
bir kelebek türünü fotoğrafladığı gibi, o türün Latince adını bile
araştırıp öğrenir. Çektiği manzara fotoğrafları önemli, çok bilinen
doğa alanlarından olmalıdır; örneğin Meke Gölü.
Bu evrede çok sayıda fotoğraf çekip arşivini zenginleştiren
fotoğrafçı bir süre sonra keyif almamaya başlar. Çünkü kendini
tekrar etmeye başladığı duygusuna kapılır. Ayrıca doğadan aldığını
olduğu gibi aktarmak artık onu tatmin etmez.
Fotoğrafçı “Nasıl olur da doğayı herkesin gördüğü şekilde
değil de farklı bir şekilde fotoğraflayabilirim?” diye sormaya
başladığında, ikinci evreye yani bireşim (sentez) evresine girmiş
demektir. Bu evrede fotoğrafçı bir arı gibi çalışır. Doğadan
aldıklarını olduğu gibi aktarmaz; onlara, kendinden de bir şeyler
katmaya başlar. Ortaya çıkan fotoğraf birebir aktarılan bir doğa
değil, doğanın değiştirilerek (Photoshop’tan söz etmiyorum;
çekim anında ışık, form ve hareketten yararlanılarak) bir anlamda
yeniden yaratılmasıdır. Bu tür fotoğrafların nerede ve ne zaman
çekildiği de önem taşımaz.
Bu evrede çalışan doğa
fotoğrafçısının çok özel
bölgelere gitmesine gerek
yoktur. Sıradan bir göl kıyısı
bile, yine doğanın kendi
güçleri kullanılarak sıradışı
bir hâle getirilebilir. İşte bu,
doğanın birebir aktarılması
değil, doğanın, fotoğrafçının
kendi duygularını da
kattığı bir izleniminin
fotoğraf aracılığıyla ortaya
çıkarılmasıdır.
Yazımızı bir soru ile
bitirelim:
Fotoğrafını çektiğiniz
çiçeğe teşekkür ediyor
musunuz?
bulunduğu alanlara
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
Kontrast
Özcan Yurdalan
f/64
BİR ORTA SINIF MEŞGALESİNE
DAİR ÖNERME
Türkiye’de fotoğraf meraklılarının çoğaldığı 70’li yılların ikinci yarısında önemli bir toplumsal hareketlilik
yaşanıyordu. 50’lerde başlayan ve giderek hızlanarak
60’larda yapısal hâle gelen kırdan kente göç, şehirlerin
ekonomik, sosyo-kültürel dokusunda kalıcı dönüşümler
yaratmaya başlamıştı. Fikir ve sanat ortamları bu hareketlilikten az ya da çok, mutlaka etkileniyordu; hararetli
tartışmalar sürüyordu.
Darbelere zemin hazırlayan karanlık planların tezgâhlandığı bu dönemde, politize olan orta sınıf mensupları arasında fotoğrafçılık yaygınlaşıyordu. Fotoğraf
dükkanları çoğalmış, taksitle makine satılmaya başlamıştı. İstanbul’da yıllardır faaliyet gösteren İFSAK’ın
yanı sıra Ankara’da kurulan AFSAD, ilk yılında “Türkiye’de Fotoğraf Sanatının Toplumsal İşlevi” başlıklı bir
sempozyum düzenlemişti. Fotoğrafı toplumsal amaca
yönelik bir medium, bir iletişim ve tanıklık aracı olarak
değerlendiren kadrolar, fotografik görüntünün kültürel kökenlerini ve toplumsal değişime etkilerini merak
ediyordu; bu konudaki farklı görüşleri değerlendirmek
istiyordu. Fotoğraf ortamı bugünkünden farklıydı; düşünceye, fikre, yoruma, mânâlı tartışmaya önem verilen
zamanlardı...
Yazıya yukarıdaki cümlelerle girmemin nedeni, ne
geçmişi yüceltmektir tahmin edersiniz ne de ham nostaljik duygulara kapılmış olmamdır. Maksadım, günümüzde hayli yaygın biçimde uygulanan ve tabiatıyla
orta sınıfın boş vakit uğraşı hâline gelen yurdum fotoğrafçılığının bir makas değişikliği yapması, fotoğrafçıların dikkatini başka bir yere çevirmesi için küçük bir
öneride bulunmaktır.
Lakin bu öneriye geçmeden önce fotoğrafın yaygınlaşmaya başladığı günlerdeki zihniyet dünyasına göz
atacak olursak, bu teknik kaydın “öteki hayatlara bakmak
için varolduğu” anlayışının benimsendiğini söyleyebiliriz. Fotoğrafçılar, bugün olduğu gibi dün de var oluşlarını başka hayatlara tanık olmak üzere kurgulamışlardı.
Memlekette de Cumhuriyetin ilk yıllarındaki durum pek
farklı değildi. Halkevleri’nin organize ettiği gezilerde
ressamlar ve fotoğrafçılar Anadolu’yu gezmeye, çizmeye, çekmeye başlamışlardı. Yeni merkez, yeniden tanımladığı topluma, adresi farklılaşmış taşraya, taşradaki
öteki hayatlara bakıyordu. Lakin sonraki yıllarda bağımsız gidişler biçiminde devam eden bu tanıklık hayli yetersiz ve gerekli metodolojiden hayli yoksun olmalıydı
ki o günlerden bugüne ulaşabilen kayda değer görsel
bir dokümantasyon bulunmuyor. Sonraki dönemlerde
de benzer tarzda çalışmaların devam ettiğini biliyoruz.
Tıpkı elitlerin toplumu değiştirme misyonunun devam
ettiğine dair sarsılmaz inanç gibi, fotoğrafçıların Turizm
Bakanlığı afişi kıvamındaki kartpostal görüntülerinde
de herhangi bir eksilme yok.
Yaygın fotoğrafçılık anlayışı, toplumun elitlerine hâkim olan zihniyetin doğal yansıması olan içselleştirilmiş
oryantalist bakışla biteviye egzotik Anadolu görüntüleri
oluşturdu. Olabilir, belki de farklı coğrafyalara, değişik
kültürlere, başka hayatlara bakan fotoğrafçının tek dili
oryantalist dildir. Bundan başkası fotoğrafın boyunu
aşar, kapasitesini zorlar; pekâlâ böyle düşünülebilir,
tartışmaya değer bir konudur, ben de katılırım. Hatta
argümanlarımı şu zeminlerde kurarım: Fotografik görüntünün oryantalist dokusunu çözümlemek için mesela oryantalist ressamların eserlerindeki konu seçimine,
yaklaşıma, ışık, renk kullanımına, dile, yoruma vs. bakarım, onlarla karşılaştırırım. Ancak fotoğrafta oryantalist bakışın, resimdeki ya da yazıdaki oryantalist dilden
daha ince bir analiz ve daha farklı enstrümanlar gerektirdiğini de ihmal etmem...
Amacım, yakın dönem fotoğrafındaki oryantalist bakışı tartışmak değil. Ancak bu tartışma yapılmadığı için,
hayatın gerçeğinden kopartılarak estetize edilmiş, hayali kılınmış imajlardan oluşan büyük bir sahte Türkiye
görüntüleri toplamına sahibiz bugün.
Dünya değişiyor, yeni teknik imkânlarla birlikte yeni
algı kanalları, görme biçimleri, yorum mekanizmaları
oluşuyor. Bilginin bölünüp katmanlaşması gibi bilinç ve
farkındalıklar da çoğalıyor ve yaygınlaşıyor. Fotoğrafçıların başka hayatlara bakışı değişti, başka hayatları gösteriş biçimi de anlam değiştirdi. Fotoğraflanan hayatların sahiplerine karşı fotoğrafçının sorumluluğu büyüdü.
Elbette bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kent
yoksulları, gecekondular, kırsal hayat, köylüler, işçiler,
dezavantajlı gruplar, ezilen sınıflar, cinsel tercihler fotoğraflanacak; ama buna kalkışmadan önce fotoğraf
çekmeyi bilmek kadar hayata, toplumsal yapıya, sınıflara, kültürel dokuya, fikriyata, etiğe, siyasete dair yeterli donanıma sahip olmak gerektiği de benimsenecek.
Fotoğrafçı tarafından o hayatlar araçsallaştırılmadan,
o insanlar nesneleştirilmeden gösterilecek, problemli
alanlara adil ve hakkaniyet içinde yaklaşmak ve sorumluluk duyarak fotoğraflamak değerli bulunacak.
Lafı buraya getirdikten sonra yapacağım önerme az
çok ortaya çıkmıştır sanırım. Günümüzde orta sınıfın
eğlenceli uğraşlarından biri olan fotoğrafçılıkta küçük
bir makas değişikliği olsa da “objektiflerini başkalarının
hayatına çeviren fotoğrafçılar, biraz da kendi hayatlarına baksalar nasıl olur acaba?” diye düşünüyorum. Bugüne kadar ötekileri göstermeyi, o yaşamları estetize
etmeyi ve biçimsel kaygılar içinde kalmayı tercih ettik.
Ötekilerin görüntülerini üretmekle kalmadık, onları seyretmeyi de çok sevdik. Ortaya çıkan klişe görüntüler, kolay üretildiği gibi kolay tüketildi.
Orta sınıf şimdiye kadar, kendi hayatını hemen hiç
fotoğraflamadı. Kendi toplumsal çevremizle, kendi hayatımızın görsel tezahürleriyle ilgilenmedik. Kendimiz
gibi görünenleri çekmedik. Ya gösterecek kayda değer
bir şeyimiz olmadığından ve kendi yaşam alanlarımızı
ilginç saymadığımızdan, ya bir şeyler saklamak istediğimizden, ya fotoğrafa dair ezberimizi bozamadığımızdan,
ya tembelliğimizden, ya da yaratıcılık eksikliğimizden...
Fotoğrafçılar bize kırları, dağları, köylüleri, kent yoksullarını gösterdikleri kadar; kendi iş ortamlarını, yaşam
mekânlarını, evlerini, arkadaşlarını, sosyal alanlarını,
yatak odalarını, boş vakitlerini, günlük alışkanlıklarını
gösterseler...
Şimdiye kadar yaşamayı aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz hayatlara baktık; onları fotoğraflayacak ve
gösterecek kadar değerli bulduk. Ya kendi yaşadığımız
hayatların fotoğraflanmaya değecek bir yanı yok mu
acaba? Eğer öyleyse bakmaya, göstermeye bile değer
bulmadığımız hayatı nasıl oluyor da yaşamaya değer
buluyoruz? Hayatın anlamı ve değeri ile onu görünür
kılmanın bir ilişkisi yoksa eğer, fotoğrafladığımız ötekilere aynı hakkı neden tanımıyoruz?
Kontrast
Söyleşi
RÖPORTAJ: ELÇİN POLAT
FOTOĞRAFLAR: FAZLI ÖZTÜRK
“Fotoğraf benim için
anlama, anlamlandırma
ve anlatma
yolculuğunda bir araç”
Fazlı ÖZTÜRK
“Fotoğraf öyle bİr şey kİ İnsanın hayatına
İşleyen, İtİraz eden, İsyan eden, yanlışları
değİştİrmek İsteyen bİr dİl.”
Eskisinden yenisine neredeyse tüm AFSAD’lıların yakından tanıdığı bir isim o. Kime
sorsanız “Fazlı Öztürk’ü nasıl bilirsin?” diye,
ilk söyleyecekleri şey “paylaşımcı” olacaktır
kesinlikle. 2000 yılından bu yana sadece AFSAD’lı olmayan, derneği hayatının bir parçası
hem de önemli bir parçası olarak gören ve zamanının büyük kısmını dernek merkezinde ya
da dernek adına çalışmalar yaparak geçiren
çok değerli bir isim. Onun projelerinin ulaştığı
başarıların ardından şımarmasını, egosunun
kabarmasını, “oldum ben” demesini bekleyenler hep yanıldılar ve onu iyi tanıyanlar da bilirler ki hep yanılacaklar. Dernek bünyesinde
verdiği, akıl almaz bir enerjiye ve paylaşıma
dayalı eğitimleri dışında yürüttüğü sosyal
sorumluluk projelerinin yanı sıra TFSF Genel
Sekreterliği görevinde de kendini ve AFSAD’ı
başarıdan başarıya koşturan bu çok değerli
fotoğrafçı dostumuzu ve hocamızı kendi ağzından tanımanızı istedik…
Fotoğrafın hangi yönü, hayatınızın
önemli bir bölümünde var olmasını sağladı?
Konuya çok yönlü bakılabilir. Fotoğraf benim için anlama, anlamlandırma ve anlatma
yolculuğunda bir araç. Bu anlamda fotoğrafın
bana kattıkları çok değerli. İnsanlar genellikle
güzel fotoğrafın peşinden koşuyor ve bunu
önemsiyorlar. Oysa fotoğraf eylemini bir bütün olarak ele alırsak, deklanşöre basılan ve
güzel fotoğrafın elde edildiği ânın, fotoğrafın
olsa olsa yüzde 49’u olabileceğini düşünüyorum. Benim açımdan daha çok olsa da en az
yüzde 51’lik sürecinse konuya ait araştırmalar, önceden yapılan işleri incelemek, dünyada bu işlerin nasıl olduğunu öğrenme çabası
olduğunu düşünüyorum. Bu anlama çabası
sizi çok değiştiriyor ve geliştiriyor. Çekimden
önceki bu süreci çok önemsiyorum.
10
Kendinizi hangi fotoğraf türüne daha yakın hissediyorsunuz?
Fotoğraftaki sürece farklı insanlar farklı
açılardan yaklaşırlar. Her insan kendi hayat ve
fotoğraf algısına göre hangi tarza yakın duruyorsa onu ön plana çıkarır. Belgeselciler, bu
tarzın kendilerine kattıklarına bakarken, başka bir grup deneysel çalışmalarla adeta şiir
gibi fotoğraf yapma eyleminden bahseder.
Bir diğer grup doğa fotoğrafına kendini yakın
görüp, fotoğrafı doğayla bütünleşmenin, belki
de doğanın üzerinden kendini tanımanın bir
aracı olarak değerlendirebilir. Ben bunların
hepsini kaplayacak şekilde bakıyorum fotoğrafa. Yani bir tarza bağlanıp onun peşinden giden bir yapım yok ve bundan sonra da olacağını sanmıyorum; çünkü fotoğraf öyle bir şey
ki insanın hayatına işleyen, itiraz eden, isyan
eden, yanlışları değiştirmek isteyen bir dil. Diğer taraftan, fotoğraf hakikaten renklerin harmonisi, bazen estetik bir güzellik, bir uyum,
bazen düşünsel bir yolculuk, bazen deneysel
bir çaba ürünü. Böyleyken, ben fotoğrafın tek
bir alanına yönelirsem, kendimi büyük güzellikten mahrum etmiş gibi hissederim. Bu
bakışımın nedenlerinden birisi belki de şu an
AFSAD’da bulunduğum konumun bana açmış
olduğu ufuk ve benim kendi yaşam algımla ilgili. Bu yüzyılda bu konulara biraz daha geniş,
belki saçaklı bakmamız gerekiyor. Günümüzde bilimde bile her geçen gün doğru olduğunu sandıklarımızın eksik ya da yanlış olduğu
ortaya çıkarken, fotoğrafa dair kesin yargılarda, tanımlamalarda bulunmamız kanımca çok
yanlış olur.
Takip ettiğimiz fotoğrafçıların üretimlerini genellikle belli bir tarzı kullanarak yaptıklarını görüyoruz.
Fotoğrafta belli bir yere gelmiş insanların
çoğunun bir tarzı var. Bu da beraberinde başarıyı getiriyor ama ben fotoğrafa hiçbir zaman
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
başarı merkezli bakmadım, bakamıyorum. Fotoğraf benim için bir konuşma aracı olduğundan, anlatılmak istenen her neyse ona uygun
anlatım yöntemi seçilmeli diye düşünüyorum.
Örneğin boşluk, güven ya da yabancılaşma
gibi bir kavramı anlatırken –eğer belge amaçlı
bir çalışma değilse- kavrama uygun fotoğraflar aramaktansa, konuya uygun bir fotoğraf
disiplini kullanmak gerekir. Bu yüzden tek bir
alana bağlanıp kalamıyorum. Bu anlamda başarı denen şey benim için hiç olmayacak ama
başarı kavramını önemsemediğimi de çok
rahatlıkla söyleyebilirim. Ben bu dille konuşmayı seviyorum, nasıl insan anadilini severse,
benim için de fotoğraf böyle bir şey.
Belgesel bir çalışma olan “Ulus” projenizden bahseder misiniz?
Ulus, Ankara için çok özel bir semt. Aslında Ankara’nın oluşumundaki merkez...
Projenin zihnimde oluşumu, AFSAD’da
asistanlık yaptığım dönemlerde, şehir dışı gezilere gidemeyen kursiyerleri Ulus’a götürmemizle başladı. Bu geziler sırasında Ulus’un o
izbe, biraz dağınık, biraz terk edilmiş, kaderine bırakılmış hâli dikkatimi çekti. Düşünün ki
1. Meclis’in kapısında dilenci var, Cumhuriyet
Anıtı’nın önünde bir kadın kucağında çocuğuyla kendini pazarlıyor ama Ulus’u düşündüğümüzde, devrimlerin hayata geçirildiği, direnişin ve isyanın merkezi bir anlamda. Sonra
düşündüm, dünyanın başka kentlerinde, tarihsel açıdan bu kadar önemli olan yerler Ulus
gibi mi, diye. Hayır, hiçbiri böyle değil; hepsi
tertemiz ve koruma altında. Ben bu durumun
nedenini sorgularken, kafamda bazı düşünceler oluşmaya başladı ve araştırmaya, düşünmeye, okumaya başladım. Şunu çok önemsiyorum: Doğru soruyu sormak; ama burada
mesele doğru cevabı bulmak değil. Ben kendi
sorumun ve kendi yanıtımın peşindeydim. Boş
boş gezdim; arkadaşlarım bana ne yapıyorsun
diye sorarlardı, fotoğraf da çekmiyordum. Biriktiriyorum derdim, anlamaya çalışıyorum…
Biliyorum ki anlamadığın bir şeyi anlatamazsın. Bu süreçte Ulus’un bir sokağında örneğin
Ordulular oturuyordu, bir diğerinde Kastamonulular; bu insanlar dağlık köylerden göçle
gelmişlerdi. Sonra şunun farkına vardım: Ulu-
Kontrast
s’ta çok eskiden
beri
yaşayan
insan yok, bu
bir göç kültürü. Bu kültür sahiplenmemeyi
de getiriyor. Tek amaç var, yaşamak. Böyle
olduğunda diğer ihtiyaçlar ikinci plandadır.
İnsan en son kültürü, sanatı düşünür. Tüm
bunları gördükten sonra benim zihnimde şu
kavram oluştu: “Yeniden Ulus”. Sonrasında
bu ad çok kullanılır oldu. Konuyu biraz daha
derinleştirdiğimde “Yeniden Ulus” bana yetmedi. Projenin ana adı aynı kalmakla birlikte
“Devrim-karşı devrim diyalektiğinde Yeniden
Ulus” adını kullanmaya başladım. Sonrasında
fotoğraflama süreci benim için daha kolaydı;
çünkü nereden baktığımı öğrenmem gerekiyordu. 2005 yılında sunulan bir gösteriydi ve
içime sinen bir çalışma oldu. İkinci basamağına henüz başlamadım; umarım yakın zamanda
ona da başlayacağım.
Fotoğrafla olan kişisel yakınlığınız dışında eğitmenlik yönünüzden söz edersek,
bir eğitmen olarak fotoğraf(çılık) ne kadar
öğretilebilir bir alandır sizce?
Fotoğrafçılığın teknik kısmının öğretilmesinin hiç de zor olmadığını düşünüyorum; ben
6-8 yaş grubuyla da, 70-80 yaşlarında emeklilerle de derse girmiş biri olarak bunu söyleyebilirim. Elbette ki fizyolojik yaşın ya da
beden yapısının ya da kişinin ruh hâlinin bir
takım engel ya da avantajları olabiliyor ama
sonuçta biz bir tekniği anlatıyoruz. Önemli
olan o tekniği anlatmanın yanında, fotoğrafın
dilini anlatmak, etik değerlerden söz etmek.
Teknik kısmı çok basit; örtücü, diyafram, bunların fotoğraf üzerindeki etkileri, kompozisyon, kompozisyonun göreceliliği vs… Bunları
öğrettikten sonra geri kalan kısmın bireyin
kendisiyle ilgili bir süreç olduğunu düşünüyorum; çünkü birey zaten kendi entelektüel birikimini, yaşam algısını, yaşarken oluşturuyor
ve bir teknikle onları ifade etmenin yolunu
buluyor. Fotoğraf eğitiminin kolay olduğunu
düşünmekle birlikte, özen gösterilmezse çok
tehlikeli olabileceğini de düşünüyorum. Fotoğraf çok popüler bir dil olduğu için sadece
teknik eğitimin yeterli olmadığını, örneğin
etik konusunun mutlaka işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bilmem kaç bin lira vererek
alınmış bir makineye sahip olmanın sizi diğer
insanlardan üstün kılmadığını, onları çalışmanızın parçası olarak kullanma hakkınız olmadığını anlatmak gerekiyor. Sonuçta fotoğrafın
teknik kısmını öğrenmek çok kolay; belki bu
yönünden dolayı insanlar akın akın fotoğrafa
yöneliyor.
Teknik anlamda özel bir yetenek gerektirmiyor oluşu da etkili olabilir mi?
Elbette bir yetenek vardır da bu yetenek,
iyi fotoğrafçıyı diğerlerinden ayıran özelliktir. Şimdi şöyle bir tehlike var, -Sevgili Özcan
Yurdalan’ın geçen Kontrast’ta değindiği gibiilk eğitimini alanlar hemen sokağa çıkıyorlar,
varoşlarda fotoğraf çekip, paylaşım sitelerine bunları yüklüyorlar; sonra gelsin övgüler,
eleştiriler… Fotoğrafı çekilen kişi belki buna
izin vermiştir ya da beden diliyle buna karşı
gelmemiştir ama herhalde internette bunun
paylaşılacağından ya da altına alakasız bir
metnin yazılacağından haberli değildir. Bu tip
paylaşımlarda bireyin çok dikkatli olması gerekiyor. Eskiden böyle değildi. Eskiden, eğer
sizin fotoğraflarınız bir gösteri için kullanılacaksa, gösteri yapılan yerde, sergi açıyorsanız
sergi açtığınız yerde görünürdü. Günümüzde
fotoğrafın asıl tehlikesi de burada başlıyor.
İşin duyarlılıkla ilgili kısmını yalnızca söylemde bırakmıyor, çeşitli sosyal sorumluluk
projeleriyle hayata geçiriyorsunuz. Öncelikle
“Az Gören Çocuklarla Fotoğraf Eğitimi” projenizden bahsedelim. Bu projenin adeta bir
meydan okuma olduğunu söylemek yanlış
olmaz sanırım. Çalışmanın ortaya çıkışı ve hayata geçişi nasıl oldu bahseder misiniz?
Eğitimler sırasında fotoğrafın geniş kapsamlı bir yönü olduğunu fark ediyorduk. Başka
neler yapabiliriz derken, bir öğrencim Özürlüler İdaresi’nde çalışan bir arkadaşı olduğunu
ve onlarla çalışma konusunda ne düşündüğümü sordu. Sanırım 2005 yılıydı ve Başbakanlık Özürlüler İdaresi, o yıl ilk proje yarışmasını
açtı ve biz de bu yarışmaya “Bedensel Engelli
Çocuklarla Fotoğraf Eğitimi” projesiyle katıldık. Projeyi hayata geçireceğimiz zaman, bize
bütçenin olmadığı söylendi ve bu proje hayata geçemedi; ama bu sürecin şöyle bir etkisi
oldu, insanlar benim böyle çalışmalara yakın
olduğumu öğrenmiş oldular ve bir özel merkezden, az gören çocuklarla fotoğraf eğitimi
yapıp yapamayacağımızı sordular. Hemen
o anda evet bu denenmeli, diye düşündüm.
Yalnız şunu hemen belirtmeliyim, bu çalışmalarda sanat yapıyoruz gibi iddialarla yola
çıkılmadı asla. Zaten bırakın bu süreci, sürekli
yaptığımız eğitimlerde de sanat yapıldığı iddialarına itirazım var. Bu konuda Sontag’a katılıyorum: “Fotoğraf sanat değildir; fotoğrafla
sanat yapılabilir.” Ben bu işlerde sanat yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıyorum.
Dediğin o meydan okuma duygusuyla
araştırmaya başladım: “Az gören çocuklar
aslında nasıl görürler?” sorusuyla başladım.
Otofokus makinelerle çocukların görme sıkıntısının ortadan kaldırılabileceğini tespit ettim
ve daha sonra, makine sıkıntısının nasıl çözülebileceğine kafa yordum; çünkü çocukların
parası yoktu. Yaş grubu 9-12 idi ve her birinin
engel seviyesi farklıydı. Tüm bunları düşününce, aslında asıl sorun fotoğraf değildi elbette.
Onlara fotoğraf üzerinden diğerini tanıma, dış
dünyayla iletişim kurma yetisi kazandırma
yolunu açmaktı amaç. Fotoğrafın eşitleyen
yapısını çok önemsiyorum. Bir fotoğrafın engelli bir birey tarafından mı üretildiği, engeli
olmayan bir birey tarafından mı üretildiğinin
bir önemi yok. Bu ve diğer eğitimleri, öğretirken öğrenme yolculuğu olarak özetleyebilirim. Bir başkasının bu projeler hakkında ne
düşündüğünü hiç umursamıyorum. Ne kadar
iyi fotoğraf çıkıp çıkmadığı da benim için hiç
önemli değil; bizim hedefimiz bambaşka, tek
bir çocuğun gözündeki gülümseme, onun hayat yolculuğunda gözlediğim ufak bir gelişim
önemli.
Dünya Bankası Yaratıcı Fikirler Yarışması’nı kazanan “İşitme Engelli Gençlerle
Fotoğraf Eğitimi” projenizden bahsedelim.
11
Kontrast
Söyleşi
Altı aylık
bir süreci kapsayan bu projede fikrin ortaya
çıkışı, projelendirme aşaması… Bunlardan
söz eder misiniz?
Bu projenin önemli amaçlarından biri, çocuklara istihdam sağlamaktı. Foto muhabiri
olarak ya da stüdyolarda çalışarak hayatlarını
kazanabileceklerini düşünüyorduk; ama gelen öğrencilerin geneli lise öğrencisi oldukları için yaş problemleri vardı. Proje sonunda,
yaşı çalışma uygun olanlardan biri Akşam
Gazetesi’nde staj yaptı, ikisi grafik tasarım
alanında çalışma imkânı buldu. Bu süreçte
şunu gördük: İstihdam alanında belki de en
dezavantajlı grup işitme engelliler. Yaratıcılık
ihtiyaçtan doğar, derler ya biz de onların düğün fotoğrafı çekiminde yer alabileceklerini
düşündük; bu yıl onları bu alana yönlendirmeye çalışacağız.
Çalışmayı hayata geçirirken sizi en çok
zorlayan kısım ne oldu ya da zorlanacağınızı
düşündüğünüz hâlde rahat geçmesine şaşırdığınız bir durum oldu mu?
Teknik terimleri öğretmekte zorlanacağımızı düşünüyordum. Biz bütün eğitmenler ve
asistanlar işaret alfabesini öğrendik. Bu şekilde biz de kendimizi eğittik. Birçok derste, on
dakikalık bir sürede her öğrenci kendi asistanına işaret dilinde bir kelime öğretiyordu.
Böylece dengeli bir yapı kurmaya çalıştık.
Projelerinizde özgün eğitim teknikleri
geliştiriyorsunuz; her öğrenciye bir asistan
12
atanması gibi. Bu tip uygulamalarla makine alma zorunluluğu gibi
maddi sorunlar da ortadan kalıyor ve dışarıdan bakınca, gerçekten engellerin aşılabildiği hissini veriyor. Manevi anlamda siz de
beklediğiniz tatmini yaşıyor musunuz?
Bu projenin finansman desteği vardı Hollanda Büyükelçiliği’nden, ama koşulları şuydu: Demirbaş malzeme alamazsınız. Dolayısıyla bu bütçeyi makineye ayıramadık. Zaten
buna da yetmiyordu bütçe. Bir fotoğrafçının
en kıymetli varlığı makinesidir. Düşünün öyle
insanlar var ki hiç tanımadığı bir çocukla bir
araya geliyor ve dört ay boyunca kendi makinesini ona kullandırıyor. Üstelik makinenin
başına bir şey gelirse maddi bir karşılık alamayacağını biliyor. Altı aylık projenin dört ayı
fiili eğitim süreciydi. Sanırım Türkiye’de bu
konuda en deneyimli gruplardan biriyiz, hem
eğitmen hem de asistanlar olarak. İşitme engelli gençlerde soyut kavramların gelişmediğinin farkına vardık; çünkü soyutu anlamlandırmak ve anlatmak onlar için zor. Eğitimlerde
filmleri sessiz olarak izledik. Sessiz sinema
oynadık ama işaret dilini yasaklayarak. Hem
grup ruhu kurmaya hem de ödev verip bireysel çalışmaya yönlendirmeye çalıştık. Bizim
için hiçbir proje salt fotoğraf eğitimi olmuyor.
Nasıl fotoğraf bütün hayatı ilgilendiriyorsa,
bu eğitimler de hayatın tüm yönlerini kapsayacak şekilde oluyor.
Tüm bu çalışmalarınızın yanında Federasyon’da da aktif olarak görev alıyorsunuz. Hep bir Federasyon’un varlığından söz
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
edilir ama genel olarak işlevleri bilinmez.
Federasyon’un görevleri nelerdir ve sizin
federasyondaki göreviniz nedir bahseder
misiniz?
TFSF, Türkiye’deki üye derneklerin oluşumuyla uzun yıllar ve emekler sonrasında ortaya çıkmış bir oluşum. Görevi, Türk fotoğrafını
dünyaya tanıtmak, Türkiye’de fotoğraf örgütlülüğünü sağlamak, fotoğrafın etik değerlerinin oluşumuna katkı sunmak, fotoğrafçı ve
derneklere işbirliği imkânları sağlamak; kısacası ulusal ve uluslararası anlamda Türk fotoğrafını örgütleyip, onun sorunlarını ortadan
kaldırarak, onu daha ileriye taşımak.
Bunu özellikle sormak istedim çünkü sadece yarışmalar için varmış gibi bir izlenim
var birçok insanda…
Çok eleştirilen bir yapı… Benim görevim
genel sekreterlik. Ben federasyona girmeden
önce şunu biliyordum: En büyük eleştiri, yarışmalar federasyonu ithamıydı. Öncelikle
şunu söylemeliyim, federasyonun maddi gelir
kaynağı yok. Tek gelir kaynağı üye derneklerin aidatları ve yarışmalardan aldığı patronaj
ücreti. Türkiye’de federasyon olsa da yarışmalar yapılacak, olmasa da… Yarışma konusunda
federasyonun yaptığı şu: Birtakım standart ve
kriterler getirerek bunlara uyum sağlamak ve
seviyeyi yükseltmek. Son yıllarda federasyon
çatısı altında önemli çalışmalar var. Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılacak bir koordinasyonla
ilköğretimlerde ve liselerde fotoğraf kollarının kulüplerinin üye dernekler tarafından
Kontrast
Araç ve amaç
yer değiştirdiğinde, her şey tersine döner, insan esir olmaya başlar. Oysa okyanus olan insandır; edebiyat,
şiir, fotoğraf, sinema okyanusu besleyen nehirler, denizler gibidir. Onlardan birinin yokluğu okyanusu ortadan
kaldırmaz ama eksiltir.
desteklenmesi, öğretmenlere fotoğraf eğitimi verilerek çocuklara
verilecek eğitimin yükseltilmesi, uluslararası sergi değişimleri yapılması gibi... İnsanlar aslında federasyonun ne yaptığını çok bilmediklerinden şikayet ediyorlar ama derneklerin bile büyük kısmı böyle bir
çatının sorularına, taleplerine cevap vermiyor. Çok basit şeylerden
bahsediyorum; örneğin, şunu yazıyoruz: Ulusal anlamda sergilenmek
ya da Türkiye’yi temsil etmek üzere başvuruda kullanılmak üzere
derneğinizi temsil edeceğini düşündüğünüz sergi ya da gösterilerinizi gönderiniz. Derneklerden cevap dahi gelmiyor.
Türkiye’de kaç dernek federasyona bağlı?
Şu anda 24 dernek bulunuyor federasyona bağlı olarak. Tüm derneklerin üye olması gibi bir beklenti de yok zaten. Ayakta duran, bağımsız iş üretebilen,
gerçekten dernek
niteliğini kazanmış
ve federasyona katkı sunabilecek yapıda derneklerin bu
çatı altına alınması
önemli. Yoksa, “tabela dernek”lerin
bizim gözümüzde
bir önemi yok. Mesela telif hakları,
fotoğrafın
tescili
üzerine çalışmalarımız devam ediyor.
Kültür Bakanlığı’na
maddeler
dolusu
önerilerde bulunduk ama bunların
çok azı kabul edildi;
onlar da değiştirilerek kabul edildi.
Önümüzdeki
dönemde federasyon
daha merkezi, Ankara ya da İstanbul
gibi bir merkeze
gelecek; böyle olduğunda, hem operasyonel gücü hem
de diğer faaliyetleri
daha güçlü olacak-
tır diye düşünüyorum.
Kişisel olarak yarışmalara bakışınız nasıl?
Kişisel olarak yarışmalara katılmıyorum. Bireyin bir fotoğraf üzerinden başarı kazanmasını, değerlendirilmesini çok doğru bulmuyorum. Bir de her ne kadar yarışmalarda fotoğrafın izin haklarından
fotoğrafçı sorumludur gibi bir madde olsa da, özellikle çocukların,
yaşlıların, yoksulların fotoğraf karesinde olduğu çalışmalarda ben
inanmıyorum ki o fotoğrafı çekilen kişilerin o fotoğrafın yarışmada
birinci olduğundan, fotoğrafçının da oradan para kazandığından haberi olsun.
Bizim önerimiz fotoğrafın değil, fotoğrafçının değer bulduğu
yarışmaların ön plana çıkması; portfolyo merkezli, içinde bir düşün-
13
Kontrast
Söyleşi
Fotoğrafın eşitleyen
yapısını çok önemsiyorum. Bir fotoğrafın
engelli bir birey
tarafından mı üretildiği,
engeli olmayan bir
birey tarafından mı
üretildiğinin bir önemi
yok.
sel yapı barındıran. Bir çalışmamız var ama
hayata geçme ihtimali olur mu bilemiyorum.
TFSF kupası adı altında, artık jürilerde sadece üç beş fotoğrafçıdan oluşan bir jüri değil,
onun yerine fotoğrafla ilgilenen bir felsefeci,
bir sanat tarihçinin de içinde olacağı bir jüri
düşünüyoruz; çünkü fotoğraf tek katmanlı bir
yapı değil ve o yüzden hak ettiği yeri vermek
için de biraz farklı bakmak gerektiğine inanıyorum.
Eğitmenlik yapmanın kişisel üretim sürecini baskıladığı söylenir. Sizin için de bu
durum geçerli mi?
Kesinlikle geçerli. Genel olarak iyi bir
eğitmen, iyi bir sanatçı ya da uygulayıcı değildir kabulü vardır ve benim için de geçerli.
Çünkü ben bir şeyi yaparken tüm algım ve yüreğimle o işe odaklanıyorum. Eğitmenlik, paylaşımcı bir yapıyı gerektirir, özveri gerektirir.
Ben hiçbir çekim alanında fotoğraf çektiğimi
hatırlamıyorum. Hafta sonları öğrencileri çekime götürüyorum, hafta içi de eğitimlere girdiğimden zamanım olmuyor; ama şimdilerde
biraz heyecanlıyım, aklımda bir iki proje var,
umarım onlara çalışabilir olacağım. Önümüzdeki süreçte eğitim sürecini biraz azaltmayı
düşünüyorum; çünkü hem kendimi geliştirip
yeni yöntemler ortaya koymak, hem de bireysel üretime de biraz fırsat tanımak istiyorum.
Bireyin kendi yolculuğu bambaşka bir şey ve
insan buna ihtiyaç duyuyor. Eğitmenlik, yönetsel görevler vs. insanın üretkenliğini baskılıyor.
Fotoğraf, kişisel bir anlatım özünde… İnsanlar fotoğraflarını paylaşırken çekinceler
yaşayabiliyor; derslerinizde fotoğrafları değerlendirirken nelere dikkat ediyorsunuz?
Her şeyden önce bir fotoğrafta iyi olan bir
14
şey mutlaka vardır diye düşünüyorum. Ben
işe buradan başlıyorum. Biz Türkiye’de eleştiriyi biraz farklı algılıyoruz; iyi, güzel, çirkin,
kötü, doğru, yanlış gibi yargılamak olarak algılıyoruz. Hâlbuki bizim yapmamız gereken
şey –Terry Barret’ın söylediği gibi- fotoğrafı betimlemek ve yorumlamak. Işık ölçümü,
netlik, objektif seçimi ya da bakış açısı gibi
yerlerden bakmaya çalışıyorum. Daha sonra
fotoğrafı çeken kişiyle karşılıklı olarak konuşuyoruz; istediği etkiyi elde edebilmiş mi,
örneğin neden o açıyı ya da objektifi seçmiş
gibi. Böylesi daha çözümleyici oluyor bence;
hem biçim hem içerik açısından bakıyorum.
Öyle fotoğraflar var ki içerik önceliklidir, ona
göre bir başlangıç yapıyorsunuz, ama öyle
fotoğraflar da var ki biçim merkezli, onlarda
biçimden başlayıp içeriğe doğru geçiş yapıyorsunuz. Bütün bunları da grupla karşılıklı
konuşarak yapmaya çalışıyorum. Gruptan
beni zenginleştiren çok ilginç yaklaşımlar da
gelebiliyor ve bazen itirazlar da geliyor, kendi
yanılgılarımı görebiliyorum. Bu konu doğruları olan bir konu değil; o yüzden fotoğraf yorumlamak, çok dikkatli yapılması gereken bir
şey. Şuna da dikkat etmek lazım: Bazı kişiler
iyi bir fotoğrafçı olmayabilirler, belki fotoğraf
çekmeye devam etmeyebilirler ama fotoğraf
izleyicisi olacaklardır ki eğitim veren kurumların bunu da göz önüne alması gerekiyor.
Bresson’un “Fotoğraf bir yaşam biçimidir” ve “Fotoğraf hiçbir şeydir; beni ilgilendiren hayat” cümlelerini derslerde sık sık
kullanıyorsunuz. Siz kendi gri alanınızı nasıl
yarattınız?
Fotoğrafı seven birçok dostumdan “Fotoğraf benim için yaşamın amacı” sözünü duyardım. Benim için değildi ve bu konuda eksiğim
galiba diye düşünürdüm. Benim için hiçbir
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
zaman tek bir olgu yaşam amacı olamaz. Üstelik bunu söyleyenlerin birçoğu fotoğraftan
koptu ve uzaklaştı. Benim gözümde fotoğraf
bir araç. Araç ve amaç yer değiştirdiğinde, her
şey tersine döner, insan esir olmaya başlar.
Oysa okyanus olan insandır; edebiyat, şiir,
fotoğraf, sinema okyanusu besleyen nehirler,
denizler gibidir. Onlardan birinin yokluğu okyanusu ortadan kaldırmaz ama eksiltir. Benim
için de hayatta umutla umutsuzluk arasında
gidip gelen çok fazla gri var. Fotoğraf olmazsa
yoksullaşırım, eksilirim ama yok olmam.
Son olarak, hayata geçirilmeyi bekleyen
ne gibi projeleriniz var?
Engelli projelerimiz devam edecek, onları çok önemsiyorum ama o çalışmaları yeni
yetiştirdiğim eğitmen arkadaşlarıma devrediyorum; bu projeler benim varlığımla anlam
kazanmamalı. Ben bu projelerin hepsini Fazlı
Öztürk olarak yapabilirdim ama ben gittiğimde biten projeler olurdu. Oysa AFSAD projesi
olduğunda, ben gidersem, başka bir eğitmen
gelir ve projeyi devam ettirir düşüncesiyle
hareket ettim.
Bu yıl sokak hayvanlarıyla ilgili geniş kapsamlı bir çalışma düşünüyorum. Bir de eğer
izinlerini alabilirsek bir köyün belgesel çalışmasını yapacağız.
Kontrast
A
İNCE ELEK
ltan Bal
Fotoğraf Çekmeye Yeni
Başlayanlar İçin Rehber:
Fotoğraflarınızın Kelimenin Tam
Anlamıyla Sıradan Olması için Yapmanız Gerekenler
Fotoğraf çekmeye merak saran arkadaşlarımıza ve
fotoğraflarının nasıl daha “güzel” olacağını anlatan
fotoğrafçı ağabeylerimize her köşe başında rastlamak
mümkün. Kelli felli insanların, “hoca”sı olmakla ateşlenen birilerine fotoğraf dersi vermenin dayanılmaz çekiciliği bu ağabeylerin artmasına sebep oluyor. Ben de
güzel fotoğraf çekmeniz için yapmanız gerekenleri anlatmayı bu hocalara bırakarak, hobi düzeyinde fotoğraf
çekmeye yeni başlayan arkadaşlarımıza, fotoğraflarının
etkili ve akılda kalıcı olmaması için kısacası tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaratması için yapmanız gerekenlerden bahsetmek istiyorum.
İlk yapmanız gereken daha fotoğraf öğrenmeye
başlamadan önce, bütün markaların bütün modellerini
en ince ayrıntısına kadar ezberlemenizdir. O internet
sitesi senin, bu fotoğrafçı dükkanı benim gezip fotoğraf makineleri karşılaştırın; fotoğraf çekerken kesinlikle
kullanmayacağınız en ince ayrıntılarına kadar tüm makinelerin birbirinden farkını bilin.
Fotoğraflarınızın sıradan olması için bu yetmez. Fotoğraf çekmeye daha başlamadan “Canoncu-Nikoncu”
tartışmasına siz de girin. Etrafınızda fotoğraf çeken birileri varsa arayıp “Canon mu, Nikon mu?” diye sorun.
Eğer makineniz Canon’sa Nikon kullanlarla uzun uzun
geyik sohbeti yapın. Tersi de geçerli. Şimdiye kadar
makinelerle olan mücadeleniz bitmediyse, hemen fotoğraf paylaşım sitelerine girin ve orada beğendiğiniz
fotoğrafların sahiplerine mail atın ve kullandıkları makineleri, objektileri sorun. Hızınızı alamazsanız, okuyup
beğendiğiniz bir romanın yazarına mail atıp romanını
daktiloda mı yazdığını yoksa Word programını mı kullandığını hemen öğrenin. Aynı daktiloyu alırsanız aynı
romanı yazabileceğinizi etrafınızdakilere anlatın. Bir
sınıfta 40-50 kişinin olduğu bir fotoğraf kursuna başlayın. Fotoğraf kursunda size ders veren eğitmenlerin
fotografik yetkinliklerini, yaptıkları çalışmaları daha önceden hiç araştırmayın. Haftada birkaç gün bir derslikte
iki saat birilerini dinleyerek etkili fotoğraflar çekebileceğinize inanın. Derslerin dışında hiçbir çaba göstermeyin. Mesela size verilen ders notlarına hiç göz atmayın
ya da evde fotoğraf makinenize elinizi bile sürmeyin.
Fotoğraf makinesi fotoğraf kursuna götürülen bir nesne
olarak kalsın hayatınızda.
Fotoğraf albümlerine hiç bulaşmayın. Fotoğraf tarihinin tanınan fotoğrafçılarının kitaplarıyla zaman
kaybetmeyin. Onun yerine bloglar var. Onun yerine fotoğraf paylaşım siteleri var. Zaten Google’da ilk sırada
çıkmayan fotoğrafçıdan size ne…
Fotoğraf kursunda da size ders veren eğitmeninizi
Canon mu, Nikon mu sorularıyla boğun. Boğun ki size
fotoğraflarınızı olumlu yönde etkileyecek bir şeyler öğretmesini engelleyin.
Yine takip ettiğiniz temel fotoğrafçılık derslerinde
size anlatılanları, eğitmenin heyecanını yok edecek bir
ukalalıkla, bunları Photoshop’ta yaparız zaten deyin.
Photoshop’un tek başına yeterli olacağına inanın.
Fotoğrafla ilgilenmeye başladınız diye sanat dallarıyla ilgi alakayı kesin. Resim sergisi gezmeyin, film
izlemeyin. Tiyatro mu? O zaten çok yapay gelsin size. Sinema varken tiyatro ne ki? Kendi şehrinizde olan hiçbir
sanatsal etkinliği takip etmeyin. Onun yerine Photoshop çalışın. O daha önemli. Hatta hiçbir şey okumayın.
Sanat konulu kitapları “entel, dantel” işi bulun. Okumaya zaten zamanınız yoktur. Fotoğrafları çekip internete
yüklemek çok zamanınızı alıyordur eminim.
Teknik bilgilerin yeterli olduğuna inanın. İçerik ve
biçim hakkında hiç kafa yormayın. Birkaç ay o kalabalık
sınıfta derse gidip bir de dış çekim yaptığınızda gerekli olan her şeyi öğrendiğinize emin olun. 4-5 ay sonra
artık siz de ders verebilirsiniz. O kadar sabrınız yoksa
belgesel, düğün, şiirsel doğum fotoğrafçılığına hemen
başlayabilirsiniz. Facebook’taki isminizin yanına “photography” eklemeniz yeterli bunun için. Kurmaca, belgesel, şiirsel fotoğraf gibi hayal gücümüzü zorlayacak
tanımlamalar yaratıp en iyi fotoğraflarını da siz çekin.
Fotoğrafçının yalnız çalışması gerektiğini unutun.
Hemen kendinize bir grup edinin. Bu grubunuz en az
15-20 kişiden oluşsun. Her iki haftada bir haftasonu
yaşadığınız şehirdeki bir semti fotoğraf makinelerinizle
basın. Orada yaşayanların av hayvanı, kendinizin de avcı
olduğuna inanın. Hatta bunu sürekli tekrarlayın: “Ben
bir avcıyım!” Çekim gezilerinden eve döner dönmez,
çektiğiniz fotoğraflarınız içinden bir seçme yapmadan
her çektiğinizi hızlıca sitelere yükleyip sağa sola mail
atın ve arkadaşlarınızdan gelen “ellerine sağlık” ve “ışığın bol olsun” cümlelerine hiç üşenmeden cevap yazın.
Şimdiye kadar yapmadıysanız hemen hatırlatayım:
Bir yerlerde adınıza “photography” ekleyin grup kurun.
Ve geldik en önemli noktaya. Her yarışmaya hiç sektirmeden katılın. Jürileri araştırıp, hoşlandıkları türden
fotoğraflar gönderin. Eğer kazanamazsanız hemen şike
olduğundan bahsedin. Fotoğraf sergilerine gidip bunu
ben de çekerim deyin. İçinizden demeniz yetmez, arkadaşlarınıza da söyleyin. Hatta Photoshop bunlar, deyin.
Bir grup edinip, sürü hâlinde fotoğraf çekmeyi adet
edinin. Tekrarlıyorum çünkü fotoğraflarınızın tam bir
hayal kırıklığı olması için bu çok önemli.
Fotoğraflarınız umduğunuz gibi değilse, her bulduğunuz atölyeye gidin. Ama eğitmeni hakkında daha
önceden bilgi edinmeye çalışmayın. Belgesel Fotoğraf
Atölyesi düzenleyen birinin belgesel bir fotoğraf çalışması olup olmadığını hiç araştırmayın. Önemli olan
ağzının iyi laf yapması; size ne fotoğraflarından. Siz de
atölye boyunca hiç fotoğraf çekmeyin.
Fotoğrafın kuramsal yanıyla ilgili bir satır bile okumayın. Size makine karşılaştırmaları yapan parlak kağıda basılmış dergiler yeter de artar bile. Yeni çıkan makineleri takip etmeniz çok önemli. Bunu unutmayın. Sanki
fotoğraf makinesi fabrikası kuracakmış gibi yeni çıkan
her modeli takip edin.
Sizin ortalama fotoğraflarınızı çok iyi bulacak bir
grup edinin. Onlara ders vermeye başlayın onlarda size
“Hocam” desin. Her çektiğiniz fotoğrafı çok beğensinler. Ve en önemli aşamaya geldik. Siz de bir yerlerde
fotoğraf dersi vermeye başlayın. Sonra da sanat karın
doyurmuyor deyip, normal ücretlerinin dörtte bir fiyatına fotoğraf çekim işleri bulmaya çalışın.
Tüm bunları yaptıktan sonra fotoğraflarınız hâlâ sıradan değil de etkili ve akılda kalıcı ise lütfen beni bulun ve nasıl yaptığınızı bana da anlatın…
15
Kontrast
Hazırlayan: ÖZLEM ESER
DİSİPLİNLERARASI
BİR DİSİPLİN OLARAK
FOTOĞRAF
16
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
Kontrast
Disciplinarum Libri X
Romalı bilgin ve yazar Marcus Terentius Varro M.Ö. 1. yüzyılda Disciplinarum libri IX adlı eserini yazarken, bu eserin 21. yüzyılda bir
fotoğraf dergisinin dosya konusunda gündeme geleceğini düşünmemişti muhtemelen. Eser bugün kaybolmuş olduğu için Varro’nun disiplinlerarası bir disiplin olarak fotoğrafı tanımlayıp tanımlamadığını bilemiyoruz. Fakat bilgiyi yani bütünü parçalara ve kategorilere ayırarak disiplinlerin oluşumunun temellerini atmış ve böylece parçalarda (disiplinlerde) gözkamaştırıcı bir uzmanlaşma sürecini başlatmıştır.
Dosya konumuzda oluşturmaya çalıştığımız Disciplinarum libri X’un amacı ise, Varro’nun bilgiyi parçalara ayırmasıyla başlayan sürecin
ardından, diğer disiplinler içerisinde fotoğrafın bir disiplin olarak kendini tanımlamasını ve gelişim süreci içerisinde disiplinlerarası bir
disiplin olarak fotoğrafı incelemektir.
17
Kontrast
Fotoğraf resmettİğİ şeyİn İfade
ettİğİ anlamlar dışında resmettİğİ
şeyle İlgİlİ bİlgİlerİn bİr parçasıdır.” Levend Kılıç
M.Ö. 1. yüzyılda başlayan bilgideki uzmanlaşma ve alanların sınırlarını belirleme, yani kutuplaşma süreci, modernizm ile birlikte en yetkin hâline ulaşmıştır. Disiplinler yeni
bilgileri keşfetmenin ve yeni anlayışları üretmenin temel
mekanizması olarak görevlerini başarıyla yerine getirmişlerdir. Fakat, disipliner çalışmaların aşırı uzmanlaşma, genişlik
karşısında derinlik tercihi, bilgiyi parçalayarak bölümlere
ayırması ve bilgiyi bütünleştirememesi gibi güçlü ve zayıf
yönleri bulunan alanlar olması nedeniyle, karmaşık sorunların bazı yönlerinin ele alınıp çözüme kavuşturulmasında
zaman zaman büyük çaplı kesin çözüme ulaşmakta yetersiz kaldığı durumlar yaşanmıştır. Bu durum, disiplinlerarası
çalışmaların temelini oluşturan, birçok bilgi türünü biraraya
getirip sentezlenmeye götüren ve bütünleşik bir yaklaşımı
gerektirmiştir. Biyokimya, mikrobiyoloji, kimya mühendisliği,
iktisat, sosyoloji –ve de- fotoğraf, ortak ilgi alanlarına sahip
disiplinlerin sınırlarının kesiştiği düzlemlerde, disiplinlerarası bir evrim geçirerek doğmuş disiplinlerdir. Necdet Teymur’un deyimiyle “disiplinlerasılık bir ‘meyve salatası’, yani
zaten var olan değişik meyvelerden alınmış parçaların bir
araya getirildiği ve üzerine birazcık krema konularak oluşturulmuş yapay bir nesne değildir. Disiplinlerarasılık, yeni
‘meyve’ler düşünmeyi gerektiren bir düşünce tarzıdır.” (Teymur 1998: 274).
Kant ve Bacon olmak üzere tüm Aydınlanma felsefesi savunucularını ve de yaşamın
bir bütün olarak algılanmamasından kaynaklanan problemlerin söz konusu olmaya
başladığı anda da Aydınlanmacı Pozitivizme karşı ilk başkaldırıyı yaparak “insan” ve
“varoluş” kavramlarına öncelik kazandıran
gelişmenin başlamasında Nietzche’yi saygıyla anıyoruz.
Inventas Vitam Iuvat Excoluisse Per Artes, Virgil
(Buluşlar, sanat yoluyla güzelleştirilen hayatı genişletir.)
Virgil’e teşekkürler. Adeta fotoğrafı tarif etmiş.
Fotoğraf, bir grup çok yetenekli olmayan sanat meraklısının daha az yetenek ve daha az zaman gerektiren bir sanatsal üretim biçimi bulma çabasının bir ürünü olarak gelişimini sürdürmemiştir. M.Ö. 330’da Aristo’nun Problemata’da
Karanlık Kutu’dan ilk kez bahsetmesinin ardından Aristo’dan
İbnü’l Heysem’e, Mao Ti’den Leonardo Da Vinci’ye kadar Yunanlı, Çinli, Avrupalı ve Arap bilim adamları, sanatçılar ve
filozoflar yüzyıllar boyunca görüntünün iki boyutlu yüzey
üzerine düşürülmesi ve sabitlenmesi üzerine çalışmışlardır.
Bu çalışmalar, Rönesans’ın yenilikçi ve yaratıcı gücü ve ardından Sanayi Devrimi’nin getirdiği modernleşme süreci ile
oluşan yeni toplum düzeni, bilimler ve disiplinler dünyasındaki yeni düzenlemelerin etkisi birleşerek fotoğrafı insanlığın hizmetine sunmuştur. Bilim adamları ve sanatçılar,
yaptıkları çalışmalar ile sadece karanlık kutuyu geliştirme
Fotoğraf makinesinin
mekanizması
kaynaklarını
fizik,
kimya ve optikten,
yani bilimden alır.
Oluşumu
itibariyle
teknolojik bir üretim
biçimidir. Fotoğrafik
görüntü ise, resim ve
baskı teknikleri gibi
iki boyutlu yüzey üzerinde görüntü oluşturma tarzıdır. Fotoğraf, bilimin ve sanatın
bir alt disiplini olarak
değil, disiplinler arası
bir yol izleyerek konumunu
belirlemiş
ve özerk bir disiplin,
bir sanat disiplini ve
disiplinlerarası
bir
medium olarak günümüz kültür, bilim
ve sanat ortamındaki yerini almıştır. Bu
noktaya ulaşılan yolda bütünün parçalara
ayrılmasında Varro’yu,
özellikle
Immanuel
Fotoğraf: H. Irmak Soldamlı
18
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
Kontrast
“Fotoğraf, sanatsal anlatımın bİçİmsel olarak yüksek bİr tarzıdır kİ
bu onun resİm, şİİr ve heykel sanatları arasında yer almasını sağlar.
Fotoğraf özel bİr sezgİsel yaratıcılık yeteneğİnİ İşİn İçİnde kullanır.”
Misha Gordin
girişimleriyle kısıtlı kalmamış, erken yıllardan itibaren onu bir
araç olarak da kullanmışlardır.
Fotoğraf makinesi varlığını bilime borçlu; aynı zamanda
varlığı ile bilime hizmet eden teknolojik bir üretim biçimidir.
Mehmet Bayhan’ın üzerinde durduğu gibi, yılların her eylemi fotoğrafla iç içedir. İnsan, bedeninin beş duyu ile algılama
olanaklarıyla sınırlıdır ve sezgiler de yeterli olmayabilir. Bilimsel ve teknik çalışmalar, gerçeklerin büyük bir duyarlılıkla saptanmasını gerektirir. Bu gereksinmeyi karşılayacak bir
malzemedir fotoğraf makinesi. Atomik patlamalar veya çok
hızlı hareket eden makine parçaları, saniyede 20 milyon karelik hızlarla çalışan makinelerle fotoğraflanabilir. Tıpta kılcal
damarların içine kadar bakılabilir. Adli tıp ve polis fotoğrafı
birçok olayın belgelenmesini sağlar ve aydınlatılmasına yardımcı olur. Uydu fotoğrafları ile arkeolojik sit alanları saptanır
ve incelenir. Doğanın, bitkilerin, hayvanların gözlemlenmesinden spor ve şehirciliğe kadar her konuda özel fotografik
teknikler kullanılarak sonuca varılabilir.
Günümüzde ise, bilim ve teknoloji
sayesinde gelişen yeni imaj teknolojileri
ile fotoğraf, gerçekliği kaydetme sorumluluğunu ve sınırlarını aşmakta, fotoğrafta imaj ve gerçeklik kavramlarına yeni
bir boyut getirmektedir. Fotoğrafı tanık
olma ve temsil etme görevlerinden kurtaran yeni teknolojiler, yeni kavramsal
ve kuramsal çerçeveler, yeni bir görme
kültürü, yeni bir imaj devrimi, gerçekliğin yeni boyutlarını ve bilgi modellerini
gündeme getirmektedir.
Bonum Commune Communitatis
(Toplumun Ortak Çıkarı)
Daguerrotype ile sabitlenen görüntü, vakit kaybetmeden
insanlığın hizmetine girmiştir. Nesnel gerçekliği yansıtması\
daha doğrusu nesnel gerçekliğin görgü tanığı olması, belge
özelliğini vermiştir fotoğrafa. Levend Kılıç’ın fotoğrafın belge
özelliğine dair şu cümleleri önemlidir: “Herhangi bir şeyin fotoğrafı, o şey açısından fotoğrafın çekildiği mekan, durum ve
ânla ilgili bir belgedir. Belgeyi oluşturan fotoğrafı çekilen şey,
içerisinde bulunduğu mekan ve çevresindeki diğer nesneler
gibi birçok bilgiyi de içerir. Yani fotoğrafı çekilen şey belge
niteliği kazandığında, o fotoğrafın içindeki her bir detay da
kendi başına bilgi niteliği kazanır. Bu nedenle, bir şeyin fotoğrafı çekildiği zaman, o şey fotoğraf yoluyla belgelenmiş olur
ve bu belge sayısız bilgiyi içerir. Fotoğraf resmettiği şeyin ifade ettiği anlamlar dışında resmettiği şeyle ilgili bilgilerin bir
parçasıdır.” Toplumsal bilinç uyandırma ve bilgi aracı olma
gibi önemli alanlar, fotoğrafa ciddi sorumluluklar getirir ve
onu toplumun incelenmesi ve toplumsal değişme gibi alanların içine sokar. Bu noktada, doğum tarihleri ve gelişimleri
Fotoğraf: Murat Germen
19
Kontrast
Fotoğraf: Uğur Okçu
aşağı yukarı aynı tarihler olan sosyoloji ve sosyal bilimlerin
diğer disiplinlerini (tarih, felsefe, psikoloji, antropoloji, hukuk,
ekonomi, coğrafya, arkeoloji ve elbette sanat tarihi) fotoğrafla
vazgeçilmez bağları olan alanlar olarak ele almak gerekir
Gerek fotoğrafçılar, gerek sosyologlar toplulukları betimlemişler; göç, yoksulluk, ırk, toplumsal huzursuzluk gibi çağdaş
toplumsal sorunlarla ilgilenmişler, meslekler ve bu işlerle bağlantılı kurumlar üzerine çalışmışlardır. Fotoğrafçılar da en az
sosyologlar ya da kültür yorumcuları kadar, yeni toplumsal sınıfların yükselişlerine ya da toplumda unutulan gruplara dikkat
çekme konusunda hassastırlar. Merter Oral fotoğrafçıları “eli
fotoğraf makineli sosyologlar” olarak tanımlar. Amerika’daki
çocuk işçi ve göçmenleri belgeleyen ve sorunlara dikkat çeken
fotoğrafçı ve sosyolog Lewis Hine gibi.
Günümüzde fotoğraf, sosyal bilimler içerisinde artarak
önem kazanmaktadır. Gamze Toksoy bu konuda şunları söylüyor:
“Fotoğrafın sosyal bilimler içerisinde önem kazandığı tespitine katılıyorum. Ancak aslında bu bilgi, fotoğrafın sosyal bilimler içerisinde önem kazanmasından çok daha geniş bir tartışma
düzlemine işaret eder. O da sosyal bilimlerde disiplinlerarası
yaklaşımlardır. Özellikle 90’lardan sonra sadece fotoğrafik görüntüler değil, görsel alana konu olan bir çok farklı görüntü
üretme biçimlerinin sosyal bilimlerin araştırma ve uygulama
konuları arasında yoğun olarak yer almaya başlamasında, sosyal
bilimlerin klasik bilimsel argümanlarına yöneltilen eleştirilerin
20
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Farklı kanatlardan beslenen
eleştiriler, sosyal bilimlerin kurumlardaki yerleşik yapılarıyla
ürettikleri bilginin günümüz dünyasını açıklamaya yetmediği,
disiplinlere ayrışık bakışın sınıflandırıcı, kategorize edici, anlamaktan ve yorumdan uzak yaklaşımlar doğurduğu; oysa modern dünyanın değişen hızında yeni dinamikleri de değerlendirebilecek ve gündelik yaşamın bilgisiyle yoğrulabilecek teorik
ve metodolojik yaklaşımlara ihtiyacımız olduğu düşüncelerinde birleşmektedir. Bu yüzden, sosyal bilimlerin günümüz dünyasının ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte bilgi üretimi
için kendi dar sınırlarını aşması ve farklı disiplinlerle, yalnızca
o disiplinlerin bilgilerini alacak şekilde değil, çoğul bakışların
biraradalığını zorlayan, çoğul bilgi üretimini hedefleyen yerden
kapılarını aşması gerekmektedir. İşte gündelik yaşamımızda
önemli yeri olan fotografik görüntüler; gittikçe karmaşıklaşan
üretim ve dolaşım biçimleriyle, düşüncelerimizi, arzularımızı,
eylemliliklerimizi yönlendiren uyaranlar, araçlar olarak topluma dair önemli izler taşırlar ve modern toplumları anlama çabasında sosyal bilimlere farklı olanaklar yaratmaktadırlar.”
Yaşamı belgeleyen, toplumsal dinamikleri etkileyen bir unsur olması, fotoğrafın sanatla olan ilişkisini de güçlendirmektedir. İnsanın bireysel dünyasının sanat eserinin oluşumundaki
önemi kadar, toplumsal yaşamın yapısı ve toplumsal koşullar
da sanatı etkilemiş, dönemin sanat anlayışını oluşturmuştur.
Toplum ve insanla iç içe olan fotoğraf, sahip olduğu düşünsel
ve estetik yapısı nedeniyle bir belge, kanıt ve iletişim aracı olmasının yanı sıra sanatsal bir ifade aracıdır.
Kontrast
ma biçimleri belirler.” (Teymur 1998: 270) Sanat, kullandığı
farklı ifade araçları, malzeme ve tekniklerden dolayı resim, heykel, mimari, seramik ve fotoğraf gibi farklı disiplinlere ayrılmış
ve eserin üretiminde kullanılan malzemenin niteliği doğrultusunda her disiplinin dili ve kuramı oluşmuştur. Fotoğraf, günümüzde görsel veya plastik sanatlar olarak tanımlanan grupta yer
almaktadır.
Disiplinlerin oluşmasında iki tür çıktı vardır ve bu çıktılar
aynı zamanda kendi disiplinlerini oluştururlar. Bunların birincisi
disipliner “değerler”, ikincisi ise “diğerler”dir. Disipliner değerler, bazı nesneleri öne çıkararak onlara değer atfeder, diğer yandan da onların bazılarını bilgisel nesneye dönüştürerek onlara
değer verir; kavramsallaştırır ve disipliner nesne hâline getirir.
Disiplinler, bir de dışta bıraktıkları diğer nesnelerle “diğer”ler
yaratırlar. Bunlar, kesinlikle disiplinlerine almaya layık görmedikleri ve diğer disiplinlerin değer verip almış oldukları, yani
diğer disiplinlerin nesneleri olan “diğer”ler. Disiplinler kendi
değerlerini ve diğerlerini tanımlarken, diğerlerinin değerlerini
ve diğerlerini de yaratmış olurlar. Bu süreçler disiplin kavramlarını oluştururlar (Teymur 1998: 271). Bu bağlamda; bir sanat
disiplini olarak ele alındığında fotoğraf, tarih sahnesine çıktığı
ilk yıllarından itibaren, iki boyutlu yüzey üzerine resmetme biçimi olması ve kullandığı ortak kavramlar nedeniyle resimle yıllar
sürecek ilişkisine; yani diğerlerini ve değerlerini belirleme sürecine başlamıştır. Diğer taraftan, “disiplinlerarasılık” dediğimiz
kavram birbirleriyle yer yer örtüşen, çakışan, çelişen bir diğerler
alanıdır (Teymur 1998: 272). Bu noktada fotoğrafın, resmin yanısıra diğer sanat dalları ile arasındaki “diğer”lerini ve “değer”lerini belirleyerek kendini bir disiplin olarak tanımlamış ve resmin
yanısıra, tüm görsel, işitsel ve edebi disiplinlerle ilişki ve üretim
hâlinde olarak disiplinlerarası bir sanat disiplini olarak varlığını
ortaya koymuş olduğu görülür.
Ars Artis Gratia
(Sanat sanat içindir)
Neyseki konumuzun odak noktası “ars artis gratia” değil.
Aydınlanma Çağı ve modernleşme sürecinin 19. yüzyılda,
kültüre ve sanata yüklediği “Burada, Şimdi, Hemen” ilkesi sayesinde önem kazanan görsel izlenim, insana bağlı değerlerin
yeniden yorumlanması ve insanın kendisine olan güvenin artmasını sağlayan “hümanistik psikoloji” kuramı ile birleşmiştir.
Bu kuramın yaratıcılığı destekleyen özü, 19. yüzyılın “her şeyin,
ama her şeyin sanat konusu olabileceğini” vurgulaması gibi etkenlerin yanı sıra “bilgi”ye verilen önem, bilimsel bilgi ile sanatsal bilginin birlikteliği, fotoğrafın sanatla ilişkisini henüz erken
yıllarda bir araya getirmiştir. Diğer taraftan fotoğrafla eş zamanlı olarak ortaya çıkan, ilkeleri, çoğulculuğa ve eşitliğe dayanan
sosyoloji, fotoğrafın görsel bir sanat dalı olarak kabulüne zemin
hazırlamıştır.
Necdet Teymur’un söylediği gibi:
“Bilgilerin
türlerini
bir yandan onların
bağlamları,
nesneleri ve nesnelerinin
tanımı, diğer yandan
da üretilme, yeniden
üretilme ve kullanıl-
Fotoğraf ve resim ilişkisi, önceleri çekişme şeklinde olmuş;
fotoğrafın resmin karşısındaki duruşu bir tehdit olarak algılanmıştır. Zaman ilerledikçe, fotoğrafın gerçekliğin tanığı olma yükünü omuzlarına almasıyla resim özgürlüğünü kazanmıştır. Sontag’ın belirttiği gibi “Resim ve fotoğraf, barıştırılabilmeleri için
uygun bir toprak paylaşımına gitmeleri gereken ve potansiyel
olarak rekabetçi olan görüntü üretme ve çoğaltma sistemleri değildir. Fotoğraf başka bir düzeyde bir girişimdir.”
Fotoğrafın sanatsal bir üretim biçimi olduğunu düşünen erken dönem fotoğrafçılarından bazıları, konunun önemini kaybettiği, estetik endişelerin ön plana çıktığı resme öykünen “resimselcilik” üslubu ile nesnel gerçekliğin tanığı olmak zorunda
olmaksızın, resim gibi özerk bir sanat dalı olduğunu ikna etme
çabalarına girişmişlerdir. Alfred Stieglitz’in resimselcilik ile başlayan, fakat Paul Strand’ın fotoğrafı resmin etkisinden kurtarıp
kendine özgü estetiği olduğunu kabul eden anlayışının etkisiyle doğrudan fotoğrafa uzanan çalışmaları, fotoğrafın bir anlatım
aracı olarak kendi dinamiklerini de belirlemeye başladığının bir
göstergesidir.
“Farklı derelerden su getİrmek, dİrekt
olarak fotoğraf İle anılmayan alanlardan fotoğrafa katkı sağlamak, fotografİk İfadeye yenİ boyutlar kazandırabİlİyor.” Murat Germen
21
Kontrast
leneksel görüntülerin
değiştirilmesinde etkili olmuştur. Fotoğrafta müdahale, fotoğrafı resme benzetmek
değil, soyut veya yarı
soyut yeni fotoğraflar
üretmeye yönelik yeni
bir kaynak artık. Yeni
teknikler sayesinde fotoğrafçılar, resimdeki
gerçekliği tamamen bir
kenara atarak netsizlik,
hareketli görüntüler,
çoklu pozlama gibi
teknolojinin sağladığı olanakları yaratıcı bir biçimde kullanmışlardır. Modernizmin fotoğrafa en büyük katkılarından biri
Bauhaus Okulu ve Heykel Sanatçısı Moholy-Nagy’dir. Fotoğraf
yapısı itibariyle, Bauhaus’un sanat ve endüstriyi birleştirme
felsefesi ile büyük yakınlık içerisinde olmuştur. Bu yıllarda
fotoğrafçılık “tasarım sentezi”nin en önemli unsurlarından
biridir. Tasarım sentezi, kullanılacak malzeme ile doğrudan
deneyimde bulunarak, görsel problemlerin çözümünü öğrenmek ve malzemeyle doğrudan, deneysel bir ilişki kurma
sonunda ortaya çıkacak yapıtlardan kuramlar
geliştirmektir. Moholy-Nagy fotoğrafçılığı, araştırılması gereken, kendine özgü biçimsel sorunları olan demokrat ve katılımcı bir toplum sanatı
olma potansiyelini içeren bir iletişim ortamı olarak görmüştür. Bauhaus, öğretisi çerçevesinde,
farklı ortamların ve farklı malzemelerin birlikte
kullanılmasına ağırlık veren, teknolojinin yeni
buluşları karşısında, onları deneysel biçimlerde
kullanmaya hazırlıklı biçim ve içerikte konuya
kuramsal yaklaşabilen sanatçılar yetiştirmiştir.
Moholy-Nagy’nin fotoğrafa en büyük katkısı, ilk
kez fotoğrafçılığı kendi başına ayrı bir akademik
disiplin olarak koruyabilmesi ve diğer sanat dallarınca ezilmeden gelişimini tamamlayabilmesini
sağlamak olmuştur. Geleneksel sosyal değerler
ve estetik akımları inkar eden yaklaşımı ile Marcel Duchamp’ın “hazır nesneleri” de fotoğraf sanatının gelişiminde etkili olmuştur.
Bazen bİr hazır nesne, bazen de özerk
bİr üretİm bİçİmİ olarak fotoğraf, bugün dİğer sanat dalları İle İçİçe gİrmİş
ve bu bİrlİktelİkler, sanatçının kendİsİnİ
daha özgür İfade edebİleceğİ alanları
yaratmıştır.
Dönemin toplumsal yaşamı, ekonomisi, bilim ve tekniklerdeki değişim ve gelişmelerin sanat anlayışını etkilemesi
sonucu, sanatta yeni akım ve anlayışlar oluşmuştur. Her bir
sanat disiplini kendi dili çerçevesinde bu akım ve anlayışları
değerlendirip uygulamıştır. 19. yüzyılın sonlarında, özellikle
izlenimcilik ile birlikte özgürlüğünü kazanan resim, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren modern sanat akımlarının yardımıyla yeni üretim süreçlerine girmiştir. Dinamizm, Kübizm,
Fütürizm, Dadaizm ve Sürrealizm gibi sanat akımları, fotoğraf
alanında da etkisini göstermiştir. Bu dönemde gelişen fotoğrafa müdahale teknikleri ge-
Postmodernizm ile birlikte bireyin ve teknolojinin önem kazanması, kurallara başkaldırı, anlatım biçimlerinin serbestlik kazanması, geçmiş
üretimlerin yeniden ele alınarak farklı stillerle
bir araya getirilmesi ön plana çıkmıştır. Modernizm ile başlayan bilginin parçalanması süreci,
Postmodernizim ile bütünleşme ve alanlar arasında geçiş sürecine girmiş ve disiplinlerarasındaki sınırlar erimeye başlamıştır. Postmodernizm,
Marcel Duchamp’la başlayan ve Sürrealizm, Neo –
Dada, Pop Sanat ve Kavramsal Sanat’la geliştirilen
deneyler yapmayı sürdüren bir çizgidir. Sözkonusu bu süreçte yeni ifade biçimleriyle gerçekliğin
yeniden üretimi ve estetik sınırların ortadan kalkması ile fotoğraf yeni temsil biçimleri kazanmış
ve sanatsal üretim dünyasındaki yerinin önemi
artmıştır. Postmodernist fotoğraf etkinliğinin en
önemli özelliklerinden birisi, fotoğrafın diğer üretim biçimleriyle birlikte kullanılmaya başlanması
olmuştur. Soyut sanata tepki olarak çıkan Pop Art
hareketi sanatta günlük yaşama dönüşü esas almış, ifade aracı olarak kitle iletişiminde kullanılan
klişeleri ve imgeleri kullanmıştır. Pop Art, tüketim
dünyasının gerçeklerini yansıtan bir dizi gösterFotoğraf: Suderin Murat
22
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
Kontrast
Fotoğraf: Şirin Aydın
geye ilişkindir. Hazır nesne olarak kullanılan fotoğraf Pop Art’ın önemli ifade
araçlarından biridir. Özellikle Andy Warhol, Robert Rauschenberg gibi sanatçılar fotoğrafı ve fotografik imgeleri çalışmalarında sıklıkla kullanmışlardır.
1960 sonrasında, sanatta öznelliğin
ön plana çıkması ve sınırların ortadan
kalkmasıyla farklı disiplinleri bir araya
getiren çalışmalar görünür hâle gelmiştir. Happening, performans sanatı,
kavramsal sanat, foto-realizm gibi yeni
ifade biçimleri oluşmuştur. 19. yüzyıldan itibaren pek çok ressam doğrudan
doğruya fotoğraf üzerinden çalışmıştır.
Pop Art ve foto-realizmin birleşmesinden oluşan hareket ile birlikte tuallere
kopya edilen fotoğraflar yine moda olmuştur. Magazin dergilerindeki fotoğrafları geniş tuallere kopya eden Malcolm Morley’in resimleri bu akıma iyi bir
örnektir. Kendinden önce gelmiş birçok
ressamın söylediklerini yine tekrarlar
Morley: “Her şey sanatın işine yarayabilir; her şey sanata konu olabilir.” Foto-realizmi benimseyen pek çok sanatçı, çevrelerindeki dünyaya ait fotoğrafların bir
parçasını alıp tuale aktarırlar ve oluşan
imgenin denetimi altında resmi tamamlarlar. Foto-realizmin etkili olduğu diğer
bir alan ise heykel sanatıdır. Duane Hanson ve John de Andrea gibi foto-realist
heykel sanatçıları bu dalda ilginç örnekler vermişlerdir.
Gerçek ile kurgu arasındaki sınırların
sorgulanma sürecine girilmesiyle fotoğraf çeken sanatçılarla fotoğraf üreten
sanatçılar birbirinden ayrılmıştır. Victor
Burgin’in getirdiği ayrımla “anlam bulmak” ve “anlam kurmak” arasındaki fark,
bugün geniş bir çerçeve içerisinde fotoğraf pratiğinin özünü oluşturmaktadır. Fotoğrafçıları iki kampa
ayıran ve “belgeselci”-“deneyselci” ya da “an yakalayan”-“an
kurgulayan” gibi tanımlarla gündeme gelen ayrımdan söz edilmeye başlandığı noktada yeni bir alana girilmiştir: “Fotoğraf
Temelli İşler.” Aktarılanın çoğu zaman gösterilen olmadığını
söyleyen ve fotografik görüntüye ilişkin beklentileri çarpıtarak kullanan fotoğraf temelli işler üreten sanatçılar arasında
John Baldessari, Cindy Sherman, Thomas Demand ve Andreas
Gursky gibi isimler sayılabilir. 1980’lerden itibaren Türkiye’de fotoğraf temelli işlerle fotoğraf, geleneksel görünümünden ayrılmaya başlamıştır. Şahin Kaygun’un resmi ve fotoğrafı
birleştiren işleri, günümüzde ise Ahmet Öner Gezgin, Ahmet
Elhan, Nazif Topçuoğlu, Orhan Cem Çetin gibi isimler fotoğrafta ve sanatta yeni alternatif arayışlar içerisinde olan, anlam
bulmaktansa anlam kurgulamak peşinde olan isimlerdir.
Kavramsal sanatın doğuşuyla birlikte disiplinler arasındaki sınırlar tamamen erimiştir. Kavramsal sanatın öncüsü olan
Joseph Kosuth’un sanat anlayışında çıkış noktası Duchamp’ın
“hazır nesneleri”dir. Kosuth, sanat ve kültürün bağlarını vurgulyarak kültürel bilinci ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Sanatçı, antropolojiyi örnek alarak, “antropolojikleşmiş” sanatın
toplumu değiştirebileceğine inanır. “Cathexis” adlı çalışmasında, izleyicinin sanat anlayışının, geleneksel olarak resimle-
re yüklediği anlamla belirlendiğini ve bu anlamın, izleyicinin
başka seçenekleri görmesini engellediğini öne sürer; izleyicleri önce tanıdık bir duruma çeker, sonra beklenen anlamı çıkarma girişimlerini engeller. Cathexis 16.-19. yüzyıla ait geleneksel resimlerin, başaşağı edilmiş, bağlamından soyutlanmış
fotoğrafa müdahalelerinden oluşur. “Hypercathexis”te ise
kırpılmış fotokopileri, arkaik metin parçalarını, okunamayan
yazıları ve tuğla duvarların fotoğraflarını biraraya getirmiştir.
Fotağrafçılığa hiç ilgi duymadığını ve hiç fotoğraf çekmediğini
belirten Kosuth, bununla birlikte fotoğrafı pek çok çalışmasında kullanmıştır. Kavramsal fotoğrafın önde gelen isimlerinden
Misha Gordin, görüntüyü oluşturan en önemli unsurun ve güçlü bir fotoğrafın ana ve temel malzemesinin kavramlar olduğu
düşüncesiyle eserlerini üretmiştir. Gordin, fotoğraf hakkında
şunu söyler: “Fotoğraf, sanatsal anlatımın biçimsel olarak yüksek bir tarzıdır ki bu onun resim, şiir ve heykel sanatları arasında yer almasını sağlar. Fotoğraf özel bir sezgisel yaratıcılık
yeteneğini işin içinde kullanır.”
Sanat disiplinleri arasında erimeye başlayan sınırlar, “Güncel Sanat” ile tamamen kaybolmuştur. Fotoğraf, bir ifade aracı
olmasının yanı sıra diğer dallardaki sanatçıların da kullandığı
bir araç ve anlam kurucu bir nesne hâline gelmiştir. Boya ile,
tuval ile yapılan sanatın dışında objelerle, nesnelerle, fotoğraflarla, dijital malzemelerle, videolarla ve elektronik sanat
23
Kontrast
diye adlandırılan sanatın hepsi güncel sanatla yan yana gelmeye başlamıştır. “Güncel sanat, çeşitli malzemeleri ayrım
yapmaksızın kullanan deneyselliği sürdüren bir sanattır.”
der Ali Akay ve sanatın “malzemelerle yapılan bir refleksiyon” oluşunun güncel sanatı belirlediğini söyler. Bugün
güncel sanat içinde sanatçı, kavramlarla değil malzemeyle
düşünen biridir. Güncel sanat içinde bütün malzemeler iç
içedir. Önceden belirlenmiş bir yönü yoktur. İçinde bir tür
deneyselliğin oluşmakta olduğu, yeni arayışlar içindeki sanattır. Yeni malzeme kullanırken, deseni video ile kullanmak, tuvali fotoğrafla yenilemek, fotoğrafın üzerinden desenle, desenin üzerinden tekrar fotoğrafla çalışmak, bunları
bir enstalasyonla birleştirmek ve bunun bir de videosunu
yapmak, yahut fotoğrafta bir video yapıp videodan fotoğraf çıkartmak. Resim, müzik, edebiyat, fotoğraf, heykel bir
aradadır. Özellikle enstalasyon sanatı içerisinde fotoğraf ve
diğer mediumların iç içe kullanılmaya başlaması ve sanat
disiplinleri arasındaki sınırların kalkmasıyla fotoğraf, sanatsal üretim araçlarının en önemlilerinden biri hâline gelmiştir. Bazen üretim ve ifade biçimi, bazen kayıt aracı ve bazen
de enstalasyonları doğadan müzeye taşıyan bir araç hâline
dönüştürmüştür.
Fotoğrafın önde gelen isimlerinden Murat Germen’in
konu hakkındaki düşünceleri çok önemlidir:
“Disiplinlerarasılık kavramı sadece fotoğraf için değil
herhangi bir yaratı alanı için çok önem taşıyor. Yaşadığımız
topraklardaki kültürel gelenek dolayısı ile belli bir alanda
ustalık her zaman çok önemsenen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Mamafih, sadece belli bir alanda uzmanlık sahibi
olup diğer alanlara karşı ilgi besleyecek kadar bile zamanı
olmamak da arzu edilebilecek bir durum değil. Buna çözüm
olarak platformlar arası kavram transferi yapmak; aklın farklı bir şekilde çalışmasına, alışageldik süreç ve düşüncelerin
dışına çıkılabilmesine, olaylara yeni bakış açısı sunulabilmesine, yeni estetikler önerilebilmesine katkıda bulunabiliyor. Farklı derelerden su getirmek, direkt olarak fotoğraf
ile anılmayan alanlardan fotoğrafa katkı sağlamak, fotografik ifadeye yeni boyutlar kazandırabiliyor. Mimarlık, kent
plancılığı gibi mesleklere olan yakınlık veya bu konularda
daha önce edinilmiş bir eğitim; kentin, hacmin, fiziki yapının daha farklı bir şekilde algılanıp aktarılabilmesine zemin
sağlarken, grafik tasarım tecrübesi fotoğrafta kompozisyonun bildik normların dışına çıkabilmesine yardımcı olabilir.
Edebiyat alanında sahip olunan yazınsal bir yeti ise fotografçıyı öyküleri olan fotoğraf serileri yaratmak konusunda
şüphesiz ki bir adım öne çıkarabilir. Mühendislik geçmişi
olan bir fotoğrafçı ise, örneğin tipoloji veya zaman atlamalı
(time lapse) fotografik görüntüleme konusunda gereken çalışma disiplinini vakfetmekte daha çok beceri sahibi olabilir.
Bunun dışında, diğer alana ait bir kavramı soyutlayıp fotoğrafın içinde onu bambaşka bir bağlam
ile yeniden kullanmak, yorumlamak
özellikle güncel fotograf pratiği için
sıklıkla başvurulan bir özgünlük elde
etme yöntemi olarak değerlendirilebilir. Fotoğraf zengin bir ifade alanı. Son
zamanlarda, görüntüleme teknolojilerindeki heyecan verici gelişmeler bu
yelpazeyi daha da zenginleştirdi. Bu
yelpazenin hakkını verebilmek, ifade
ve içerik üretimini çeşitlendirmek için
farklı disiplinlerin üretim süreçlerindeki kavram, teknik ve yöntemlerden
faydalanmak, fotografa her zaman çok
büyük katkı sağlayacaktır diye düşünüyorum.”
Görüldüğü üzere, çağdaş sanat
anlayışında ve sanatta yeni arayışlara
girilen son yıllarda sanat eserinin hangi disipline ait olduğundan kullanılan
malzeme ya da biçimden ziyade sanatçının neyi anlattığı önem kazanmıştır.
Ancak belirtmek gerekir ki bu durum,
bir sanat disiplinin kendi içindeki olgunluğunu, tutarlılığını önemsiz hâle
getirmemiş; tam tersine sanatçıyı hem
klasik sanat disiplinlerine hakim olabilmek hem de bu sanat disiplini ile
kendini sınırlamaksızın özgün üretimde bulunmak gibi bir şans vermiştir.
Bazen bir hazır nesne, bazen de özerk
bir üretim biçimi olarak fotoğraf, bugün diğer sanat dalları ile içiçe girmiş
ve bu birliktelikler, sanatçının kendisini
daha özgür ifade edebileceği alanları
yaratmıştır.
Fotoğraf: Emre İkizler
24
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
Kontrast
Konuk Yazar
Yrd.Doç.Dr.A.Beyhan Özdemir
“Disiplinlerarası Bir Disiplin
Olarak Fotoğraf”
Alfred Stieglitz, 20.yüzyılın başında fotoğrafın sanat olduğu, resim ve heykel gibi sanatlarla birlikte kabul görmesi gerektiği konusundaki çabalarıyla fotoğrafı hakettiği yere
getirmeyi başarmıştı. Stieglitz’in öncü çalışmalarıyla bir sanat
olarak fotoğrafın varlığı kabul edilmiş ve kendine özgü anlatım olanaklarına kavuşturulmuştur. Fotoğrafı ortaya çıkaranların çalışmaları ve onu estetik açıdan ele alanların yaklaşımları, fotoğrafın kendine özgü bir dilyetisi kazanmasını,
gelişmeye açık ve sınırsız anlatım olanaklarına sahip bir sanat
alanı hâline gelmesini sağlamıştır. Fotoğrafın mucitleri, yaptıkları teknik deneyler, araştırmalar ve uygulamalar ile fotoğrafı, yaşamın vazgeçilmez bir parçası durumuna getirmiştir.
Bir buluş olarak kabul edilmesiyle birlikte fotoğraf, resim
sanatı ile zorlu bir yarış içine girmiş, dünyanın olduğu gibi
aktarıldığı empresyonist resimlerden uzaklaşılmış, kulllanılan yeni ve farklı teknikler (biçim), işlenen konu kadar (içerik)
önem kazanmıştır. 20.yüzyılın ilk yirmi yılında yer alan bütün
modern sanat akımları, gerçekçi fikirleri ortadan kaldırmayı
amaçlayarak farklı sanatsal üretimler için kendine özgü kuralları olan yapıtlar ortaya çıkarmışlardır. Örneğin; Dinamizm,
Kübizm, Fütürizm, Dadaizm, Ekspresyonizm ve Sürrealizm gibi
akımlar içerisinde fotoğraf, çeşitli deneylerden ve denemelerden geçirilmiştir.
Dönemin sanatçıları, “görsel deney” yapmak fikrinden
yola çıkarak, görüntü üretiminde; fotogram, optik bozmalar,
solarizasyon, kolaj, florataj, fotomontaj yöntemleri gibi fotoğrafa müdahalelerle geleneksel görüntülerin değiştirilmesinde etkili oldular. Amaçları fotoğrafı resme benzetmek değil,
soyut veya yarı soyut yeni fotoğraflar üretmeye yarar yeni bir
kaynak oluşturmaktı. Sanatçıların birçoğu keşfedilen yeni işlemlerin inceliklerini öğrenip resimdeki gerçekliği tamamen
bir kenara atarak, netsizlik, hareketli görüntüler, çoklu pozlama gibi fotoğraf makinesi teknolojisinin sağladığı olanakları
yaratıcı bir biçimde kullanmışlardı.
Fotoğraf sanatı açısından da en farklı sanat akımı ve olağanüstü bir düş kurma makinesi olan Sürrealizm, hergün gördüğümüz bir şeyin anlamını aşacak güçte bir şeyler yaratma
isteğini ortaya koyan bir akımdır. Sürrealistler, sanatın hiçbir
zaman uyanık aklın bir ürünü olamayacağını, “aklın yalnızca
bilimi verebileceğini, sanatı ise akıldışının oluşturabileceğini”
savunmuşlardır. Bu nedenle sürrealistler, bilinçdışının derinliğindeki şeylerin ortaya çıkabileceği akıl durumlarını aramaya
başlamışlardır. Sürrealist sanatın dünyası, bilinçaltının karanlık dünyasıdır. Bilinçaltı dünyasının, bilinçli bir sanat etkinliğiyle değil, akıl ve iradenin işe karışamadığı bir “otomatizm”
içinde ortaya çıkabileceğine inanılır. Bilinçaltında yer alan
sürrealist görüntüler, hayaller ve fantezilere dayanıp, maksimum gerçeklik ve ayrıntı ile ifadelendirilir. Bu ifadelendirme
biçimi ise, fotoğrafı disiplinlerarası bir disiplin olabilecek en
uygun medya hâline getirmiştir.
“Disiplin” kavramı, kendine özgü eğitim altyapısı, yöntemleri ve içeriği olan ve herhangi bir alanda yeni bilgi üretebileceğini ve sözkonusu alanda daha ileri düzeyde bilgiler
geliştirilebileceğini kanıtlamış bir araştırma alanına verilen
isimdir. Her disiplinin kendine özgü doktrini, profesyonel dili,
terminolojisi, entellektüel öncüleri ve takipçileri bulunur.
“Disiplinlerarası” teriminin sözlük anlamı ise, iki veya daha
fazla akademik disiplinin ya da inceleme alanının birleştirilmesi ya da kapsanmasıdır. Kısa bir tanım yapmak gerekirse,
“disiplinlerarası” kavram olarak, bir veya daha fazla disiplini
birleştirmek ve kapsamak anlamına gelir.
Toplumsal değişimler, sosyal, kültürel gelişmeler ve teknik
ilerlemeler, sanat alanındaki yeni tavırlar, fotoğraf sanatını da
etkilemekte gecikmemiştir. Bu etkileşim, fotoğrafın türlerini,
konularını ve tekniklerini değişime uğratmış, fotoğrafta uygulanan teknik, estetik ve ideolojik amaçlı müdahale yöntemleri, fotoğrafın kendine özgü dilinin oluşmasını sağlayarak,
anlatım olanaklarının sınırsızlığının farkına varılmıştır. Günümüzün teknik olanaklarıyla da fotoğrafa müdahale anlayışı
yeni bir boyut kazanmıştır. Dijital teknolojisinin zaman içerisindeki gelişimi ve sağladığı olanaklarla fotoğrafik dil, yeni
anlatım olanakları kazanmış ve fotoğrafta yeni estetik arayışlar zorunlu hâle gelmiştir. Böylece değişen teknik ve toplumsal koşullar, fotoğrafa müdahalede ideolojik müdahalenin
etkisinin azalmasına, dolayısıyla teknik ve estetik müdahale
yöntemlerinin daha fazla uygulanmasına olanak tanımıştır.
Çalışmalarında müdahale yöntemlerini olabildiğince kullanan fotoğrafçılar, fotoğraf sanatı ile diğer sanatlar arasında bir ilişki kurmuşlar ve sanat dallarıyla bütünleşmeye en
yatkın araçlardan birinin fotoğraf olduğunu göstermişlerdir.
Yenilikçi sanatçılar, yapıtlarında kullandıkları yöntemlerle, fotoğrafın dilinin yeni biçimler kazanmasını sağlamış ve klasik
“fotoğraf çekmek” eylemini “fotoğraf yapmak” kavramına dönüştürmüşlerdir. Bu da çok disiplinli bakış tercihini zorunlu
kılmakta, sanatçıların kendi alanlarına en yakın sanat dallarını
yapıtlarını üretmedeki düşünce dünyalarının bir sonucunda
oluşmaktadır. Ve bu çok yönlü düşünce de “merak etmeden”
gerçekleşmemektedir.
Fotoğraf, kendine özgü kuralları olan, toplumda ve sanat
alanında geçerliliğini koruyabilen bir sanat olarak, çağdaş sanatların içinde yerini almıştır. Sanatların birbirinden bağımsız
olmadığı, sanatın artık tek başına ele alınmamaya başladığı
günümüzde fotoğraf sanatı da diğer sanatlarla birlikte kullanılmaktadır. Çünkü fotoğraf, başlı başına bir materyaldir.
Yani malzeme ve teknik olarak çeşitli biçimlerde kullanılabilme özelliğine sahiptir. Fotoğraf, sadece mekanik ve teknik
bir işlem değil, onun da ötesinde diğer sanat dallarıyla bütünleşmeye en yatkın etkinliklerden birisidir. Bütün sanatlar
arasında bir ilişki vardır ve bu ilişki, farklı sanat alanlarında
kullanılan teknikler yoluyla her bir sanat alanının gelişimini,
yaratılan eserleri ve birbirleri arasındaki bağları etkiler. Artık
sanat dalları arasındaki sınırlar giderek yok olmaya başlamış,
farklı sanat dallarının kaynaşmasından da yeni sanat alanları
(video, bilgisayar animasyonları, mixed media vs.) ortaya çıkmıştır. Teknik açıdan sanatçı yeterli olduğu halde, enerjisinin
çoğunu “fikir üretme”ye ayırır. Buradaki asıl nokta “sanatçının
ne söylemesi gerektiği ve bunu nasıl söylediğidir”. Sanat çalışmasının özgünlüğü ister şiirde, ister fotoğrafta, ister resimde olsun, istenenin özgünlüğüne ve onun nasıl anlatıldığına
işaret eder.
Çağdaş fotoğraf sanatında, teknik olanakların yanısıra anlatım olanaklarının da sınırları aşılmaktadır. Bu aşamada fotoğraf sanatının gelişimini estetik olarak ele almak, fotoğrafik
dilyetisinin evrimini değerlendirmek, insanın dünyaya bakışı
ve perspektifinin gelişmesi açısından evrensel bir öneme sa-
25
Kontrast
hiptir. Bunun en önemli kaynaklarından birisi de fotoğraf ve
fotoğrafın diğer sanatlarla olan disiplinlerarası etkileşim ve
paylaşımıdır.
Yrd.Doç.Dr.A.Beyhan Özdemir
Dokuz Eylül Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi
Fotoğraf Bölümü Bşk.
[email protected]
26
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
Yararlanılan Kaynaklar:
A.Beyhan Özdemir, “Fotoğrafik Dilyetisinin Evrimi Bağlamında Müdahale Sorunsalı”
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), DEÜ SBE, İzmir, 1996
J.T. Klein, Interdisiplinarity: History, Theory, and Practice,
Detroit, Michigan: Wayne State
University Press. 1990
Nazan-Mazhar İpşiroğlu, Sanatta Devrim, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1991
http://www.fotografya.gen.tr/issue-14/uzaklardan_14_index.htm
http://www.arkitera.com/k247-disiplinlerarasilik---cokdisiplinlilik.html
Kontrast
BAKIŞ EGZERSİZİ
Aynadan Taşan Hayat
Mekân, bilinen bir yer: İstanbul Beyoğlu’nda bir berber
salonu. Sol alt köşede salon sahibinin karaltısı, sağ tarafta
fotoğrafın hemen hemen üçte ikisini kaplayan bir ayna,
aynadan yansıyan ise akıp giden hayat…
Fotoğrafın sahibi, Magnum Photos’un ünlü belgesel
fotoğrafçısı Alex Webb. Bundan önce daha çok Meksika
- Amerika Birleşik Devletleri sınırında yaşanan insan
ticaretini konu alan “Crossings” serisi (ve kitabı) ile
tanıdığımız,
portfolyosunda
Haiti’den
Samoa’ya,
Paraguay’dan Azerbaycan’a kadar dünyanın birçok sıcak
noktasında çalışan bir belgeselci / sokak fotoğrafçısı.
Fotoğrafa geri dönelim: Alex Webb bu fotoğrafı, daha
sonra “İstanbul: City of a Hundred Names” isimli kitabını
da çıkardığı, İstanbul projesi için çekmiş. Panel için geldiği
Türkiye’de yaptığı bir röportajda, proje için sorulan bir
soruya cevap olarak şunları söylemiş:
“Ben uyarıma geldiği gibi fotoğraf çekiyorum. Nasıl
ve neyi fotoğraflayacağıma dair kararlarım bütünüyle
entelektüel değil, bir yanıyla da duygusal ve sezgisel
kararlardır. Bu kararlar, çoklukla fotoğraf çektiğim anda
ortaya çıkar. Görürsünüz ve tepki verirsiniz; çoğunlukla
da neden tepki verdiğinizi, neden belirli bir zamanda
ve neden belirli bir biçimde tepki verdiğinizi bütünüyle
sözcüklerle açıklayamazsınız.”¹
Fotoğrafa bakınca, Webb’in söyledikleri anlam
kazanmaya başlıyor. Ülkemizdeki yaygın görsel üretim
kriterlerine göre pek de fazla itibar görmeyecek olan bu
fotoğraf, dikkat edildiğinde şehri ve sokağı belgelemeyi
kendisine yol edinmiş büyük bir çoğunluğa izinden
gidilecek ipuçları sunuyor. Webb, sokağın kalbine inmiş,
bizim / bizden olan bir berber dükkânında deklanşöre
basmış. Dükkân sahibi belki kendi portresini çektirdiğini
düşünürken, Webb ortamda bulunan aynalardan sokağın
topoğrafyasını çıkarmaya başlamış. Elinde çantası ile
muhtemelen işe giden bir kadın, bir taburede oturup
gelip geçeni seyretmekte olan genç bir çocuk, bir büfe, bir
internet salonu, bir cafe,
çay masaları, tabureler,
tabelalar...
Alex
Webb’in
yukarıda
yazılı
sözlerinin içinde yer
alan “uyarına geldiği
gibi fotoğraf çekmek”
düşüncesi,
sanatçının
diğer
fotoğraflarında
olduğu
gibi
bu
fotoğrafta da kendini
açığa çıkarıyor. Onun
gibi birçok belgesel ve
sokak
fotoğrafçısının
yaptığı gibi görüntüye
herhangi bir müdahalesi
yok. Makinesi gözünde,
uygun
ânı
bekliyor
ve o ânı gördüğünde,
deklanşöre
basıyor.
Fotoğrafın tam ortasında
bulunan üç kişinin (kadın,
Yazı ve fotoğraf: Aytaç Togay
taburede oturan çocuk ve siyah kazaklı kız) görüntüde
birbiri üzerine binmemesi, dükkândaki büyük aynanın
altında bulunan ve müşteriye ense tıraşını göstermek için
kullanılan küçük aynanın yansımasında başka bir insanın
yakalanması, bu ânın ne denli usta bir göz tarafından
tespit edildiğini bizlere hissettiriyor. Dükkân sahibi
müşteri koltuğunda poz vererek fotoğrafta bir leke olarak
yer alırken, sanatçı elindeki geniş açı lensin nimetlerinden
faydalanarak, karenin alt kısmına iç mekânı, aynalara
da hayatı yerleştiriveriyor. Fotoğraf, sanatçının klasik
olmuş tarzı ile yine renkli. Ancak dijital çağın gösterişli,
abartılı keskinlikte ve saturasyonda olmayan görüntüsü,
ülkemizdeki fotoğraf komünitelerinde “günün fotoğrafı”
dahi olamayacak şekilde algılanmaya çok müsait(!)
Alex Webb, artık altı doldurulamadan, içinde
sanatçıya dair ipuçları barındırmadan çekilmiş ve bir
imaj bombardımanı hâline dönüşmüş olan fotoğraflarla
dolu bu dünyada bize bir şeyleri çok usta bir şekilde
anlatıyor aslında. Yıllar boyu doğuya akın eden batılı
fotoğrafçıların, insanların görsel hafızalarına kazıdıkları
doğunun o “mistik, oryantalist, acımaya / acındırmaya
müsait” karelerinin yerine, hayatın kalbine inip “uyarına
gelerek” fotoğraf çekiyor. Bu kimi zaman gittiği ülkede bir
berber salonu olurken, kimi zaman bir türbede dua eden
insan, başka bir zaman yeni bir hayat için sınırı geçmeye
çalışan insanların hayatları oluyor. Fakat her neresi olursa
olsun Webb, sahip olduğu dünya görüşü, sanat altyapısı
ve çektiği fotoğraflarla bizleri uzaktan baktığımız
hayatların içine çekmekle kalmayıp, izleyenlere üretmek
için sanatçının söyleyecek sözleri olmadan üretmesinin
her hangi bir anlam taşımayacağını fotoğraflarında açık
yüreklilikle gösteriyor.
Dipnot:
1. Ö. Yaren, Alex Webb Röportajı, http://www.fotomuhabiri.
com, Ekim 2005
27
Kontrast
Yol Notları
Ceyda Taşdelen
DAĞLIK FRİGYA’NIN GİZEMLİ
TOPRAKLARINDA
Bir anda belirdiler tarih
sahnesinde. Geçtikleri yollarda
bir iz ya da yazı bırakmadan,
aniden ortaya çıktılar
Anadolu’da. Çok çalıştılar sarı
toprakları yeşile, dağı taşı
anıta çevirmek için. Yayıldıkları
dağlık araziden büyük bir krallık
ve tarih yarattılar. Efsanelere
adlarını yazdırdılar, dağlara
inandıklarını kazıdılar. Geldikleri
gibi aniden ortadan yok oldular
ve arkalarında hâlâ bilinmeyen
bir dil ve anıtlarını bıraktılar.
Binlerce yıl önce Anadolu’ya
gelip Anadolulu olan, Dağlık
Frigya’nın sakinleri Friglerden
başkası değildiler onlar…
Anadolu’ya nasıl geldikleri
hususunda, Heredotos
ve Strabon gibi iki büyük
antikçağ tarihçisinin yazılarına
başvuran araştırmacılar,
Troia ve Gordion’da yapılan
son dönem kazılarından
elde edilen bulguları da
birleştirerek, Friglerin,
Makedonyalıların komşuları oldukları dönemde Brygler olarak
anıldıkları sonucuna ulaştılar. Tam olarak kesin olmasa da
Friglerin, Makedonya ve Trakya’dan göç ederek gelen Thrak
boylarından birisi oldukları düşünülüyor. Thrak göçleri, MÖ
1200 yıllarında başlamış ve yaklaşık 400 yıl sürmüştü. Hitit
İmparatorluğu’nun yıkılışı, Thrak boylarının yayılışına ivme
kazandırmış, Troia ve çevresini ele geçiren Frigler, zamanla
Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Friglerin
Dağlık Frigya’nın hâkim halkı hâline gelmesi ise MÖ 750
yıllarına tarihlendi.
Bugün Afyon, Eskişehir ve Kütahya arasında kalan Dağlık
Frigya, 1993 yılında, 1. Derece Arkeolojik ve Doğal SİT alanı
ilan edildi.
İki Büyük Kral: Gordion ve Midas
Frig tarihinde, herkesin iyi kötü bildiği iki önemli kral
söz konusudur: Gordion ve Midas. Frig Ülkesi başkenti,
günümüzde Polatlı yakınlarında bulunan Gordion’a adını
veren Kral Gordion ve eşek kulakları ile tuttuğu her şeyi altına
çevirme efsaneleriyle bilinen, oğlu Kral Midas… Bu efsaneler
Kral Midas’a aslında hak ettiğinden çok farklı, küçültücü bir
ün kazandırıyor. İnsan bu topraklarda gezdikçe ve yaptıklarını
öğrendikçe buna çok daha emin oluyor.
Başkent Gordion ve Sivrihisar yakınlarındaki Pessinus,
bulundukları yerler açısından, Dağlık Frigya denilen halkın
yerleşim alanının biraz dışında yer almaktadırlar. Pessinus,
Friglerin Ana Tanrıçası Matar Kubileya’ya (Kibele) adanmış
kutsal bir yerleşim yeriydi ve burada sadece rahipler yaşardı.
Gordion ise idari ve ticari işlerin yürütüldüğü, özellikle Kral
Midas döneminde mimari ve sanatsal anlamda oldukça
gelişen bir kent olarak varlık gösterdi. Kent, içinde bulunan
saray ve surlar, mezarlar, evler ve diğer kalıntılarla Frigler
hakkında pek çok bilgiyi bulundurmaktadır günümüzde. Ünlü
Kral Yolu da Gordion üzerinden geçmektedir ve bu yol Sardes
Antik Kenti’nde sona erer. Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi
altın yapmaktan kurtulduğu Paktolos Irmağı (Gediz Nehri) da
Sardes Antik Kenti’nden geçmekte ve Sardes’in ırmaktan akan
altınla zenginleşmesi efsanesi ile kesişmektedir. Gordion’dan
günümüze ulaşan en önemli yapı ise Kral Midas’ın mezarı
olduğu düşünülen tümülüs mezarıdır.
Dağı Taşı Anıta, Boz Toprakları Yeşile Çeviren Bir Halk
Dönemin önemli tanrıçalarından Kibele’ye, bu bölgede
28
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
neredeyse tek Tanrı gibi tapınılıyor; yaşamın kaynağı,
doğurganlığın ve bereketin sahibi olduğuna inanılıyordu.
Matar Kubileya’ya duydukları sevgi ve bağlılıkla ruhlarında
var olan sanatkârlığı birleştirerek; dağa, taşa ve hatta orman
içlerine yaptıkları tapınaklarda benzersiz çalışmalara imza
attılar, sanatlarını konuşturdular. Frigler, Dağlık Frigya
topraklarında yaşamayı durduk yere seçmemişti elbette.
Tarım ve hayvancılıkta başarılı bir halk olan Frigler, buralarda
bulunan alüvyonlu toprakları fark etmişlerdi.
Friglerin her ne kadar Thrak boylarından olduğu düşünülse
de yerleştikleri alanda bir önceki uygarlık Hitit uygarlığıydı ve
kendi kültürlerini getirdikleri kadar Hititlerin kültürlerinden
de etkilendikleri, arkeologların buluntularında göze
çarpmaktadır.
Frigya’da halk, Dağlık Frigya bölgesinde, ahşap ve kerpiçten
yapılma evlerde yaşarlardı. Bu nedenle, kayalar üzerine kazarak
bugüne ulaşmasını sağladıkları tapınaklar varlığını sürdürürken,
Friglerin evlerinden doğru düzgün iz bile kalmamıştır. Gordion
kentinde yapılan kazılarda, devlet yöneticileri ve rahiplerin
dışında bu kentlerde oturan aydın, tacir ve zanaatkârların ise
taştan veya tahta çerçeve içine yerleştirilen tuğlalardan inşa
edilen evlerde ikamet ettikleri görülmüştür.
Bir İnanç ve Yerleşim Merkezi: Yazılıkaya Vadisi
“Yazılıkaya Vadisi”, Dağlık Frigya’da bulunan inanç ve
yerleşim merkezidir. Eskişehir il sınırları içerisinde bulunan
Yazılıkaya Vadisi, Frigler tarafından yapılmış kaya anıtlarının
en büyük ve etkileyicilerine ev sahipliği yapar. Yazılıkaya
Anıtı’nın önceleri Kral Midas’ın mezarı olduğu sanılıyordu ama
daha sonra Tanrıça Kibele için yapılmış bir tapınak olduğu
anlaşılmıştır. Anıt üzerinde yer alan yazıtın anlamı, Frig dilinin
henüz çözülememesi nedeniyle bilinmemektedir. Görkeminin
dışında anıt, üzerinde bulunan muhteşem taş işçiliği ile de
göz kamaştırmaktadır. Yazılıkaya Anıtı dışında, bu bölgenin
“Yazılıkaya Kibele İnanç Merkezi” olarak anılmasının sebebi,
bölgenin daha pek çok kaya anıtı ve bunları koruyan kalelere
de ev sahipliği yapmasıdır. Bunlar arasında; Yazılıkaya Anıtı
yanında bulunan Kırk Göz Kale ile Yazılıkaya Köyü merkezinden
okları takip ederek bulabileceğiniz Küçük Yazılıkaya, Gerdek
Kaya Anıtsal Mezarı, Doğanlı Kale, Hamamkaya, Deveboynu
Kaya, Bitmemiş Anıt ve Antik Yol gelmektedir.
Kontrast
Doğanın ve İnsanın Eliyle İşlenen Kayalar
Eskişehir il sınırları içinde bulunan bir diğer vadi ise “Yapıldak
Vadi”dir. Yapıldak Asar Kale ve doğanın sanatkârlığı ile şekillenen
kayaların arasında bulunan kaya mezarı, Friglerin şaşkınlık yaratan
eserleri arasındadır.
Dağlık Frigya içinde bulunan vadilerden bir diğeri ise
“Kümbet Vadisi” olarak adlandırılmaktadır. Vadi, biri Frig dönemi
diğeri Selçuklu dönemi eseri olan iki farklı yapıyı birbirine çok
yakın alanlarda barındırmaktadır. Bunlardan birisi Himmet
Baba Türbesi’dir. MS 1229 yılı yapımı Selçuklu dönemi eseridir.
Frig sanatının önemli figürleri arasında bulunan aslan işlemeli
mabet ise salon mezar tarzında yapılmıştır. Üzerinde yer alan
üçgen alınlıkta bulunan iki aslan, birbirine doğru yürürken tasvir
edilmiştir.
Eskişehir il sınırları içinde yer alan diğer vadiler ise şu şekilde
sıralanabilir: Kaya mezarlarının bulunduğu Asmainler Saklı Vadi,
kaya yerleşimleri ve mezarlarıyla Zahran Vadisi, tümülüsleri ve
Sivrikaya Anıtsal Açık Hava Tapınağı ile Porsuk Vadisi.
Afyon-Döğer beldesi yakınlarında bulunan Alasma Peri
Bacaları ve Kaya Yerleşimleri, kaya mezarları, anıtları, peri bacaları
ve kaya yerleşimleriyle insanın aklına ister istemez Kapadokya’yı
getiriyor. Vadi aşağısında bulunan kaya yerleşimlerine ulaşmak için
peri bacaları arasında yapılacak keyifli bir yolculuk sizleri bekliyor
olacak. Memeç Kaya Yerleşimi de Döğer beldesi yakınlarında
bulunan bir başka önemli alandır. Yoldan hiç sapmadan
devam ettiğinizde çıkan tabelalar sizi Emre Gölü’ne doğru
yönlendirecektir. Emre Gölü, doğa ile tarihin birleştiği muhteşem
bir manzara ile sizleri karşılayacak. Doğal kaya oluşumlarıyla bile
göl, son derece etkileyici bir görsellik sunarken bir de üstüne
kaya mezarları eklenince, insanın dönesi gelmiyor. Ayrıca, Emre
Gölü’ne doğru giderken, “Aslankaya-Kapıkaya” yazan tabelayı
takip ettiğinizde, Afyon il sınırları içinde yer alan en etkileyici
açıkhava tapınaklarından birisini kaçırmamış
olursunuz. Aslankaya Anıtı, ön yüzündeki işlemeler
ve özellikle arka yüzünde bulunan şaha kalkmış
aslan kabartmasıyla Friglere duyacağınız hayranlığı
bir kat daha arttıracak, emin olun.
Adını Mezar
Üçlerkayası
Odalarından
Alan
katacak eserler arasındadır. Önünde
yeni dönem mezarlıklarının da
yer aldığı, Aslanlı Kilise ve Aslanlı
Mezar olarak adlandırılan kaya
yapıları ise en ilginç eserler olarak
görülmektedir. Bu eserlerin koruma
altında olmaması, yıpranmaya
açık bırakılmış olmaları ise tarih
meraklılarını üzecek sonuçları
beraberinde getirmiştir. Seydiler
Kasabası ise Kırkinler, Seydiler
Kalesi, Karakaya Peribacaları ve kaya
yerleşimleri ile Dağlık Frigya’nın
gezilmeyi bekleyen diğer eserlerini
barındıran kasabalarımızdandır.
Makedonların Brigler dediği,
Anadolu kültürüyle yoğrularak
Frigler olan bu insanlar, çalışkan,
üretken ve inançlı bir toplum yapısı
bıraktılar
arkalarında.
Sırlarla,
gizlerle, hâlâ açıklanmayı bekleyen
soru işaretleriyle dolu bir kültür
bırakıp,
tarihin
sayfalarındaki
yerlerini aldılar. Tarih sayfalarını
aralamak, bilinmeyen bir dille,
büyüleyici eserlerle karşılaşmak, görsel bir şölen içinde fotoğraf
yolculuğu yapmak ve en önemlisi Anadolu’nun bu zengin
hazinesini tanımak için sizleri bekliyor Dağlık Frigya.
Nasıl Gidilir: Bu bölgeye özel aracınızla ulaşmak dışında bir
şansınız yok. Aracınızın dağlık ve toprak araziye sürülebilir bir
araç olması, gezinizi kolaylaştıracaktır.
Yanınıza Almadan Yola Çıkmayın: Oldukça geniş bir alana
yayılmış olan bu bölgeyi gezebilmek için il kültür müdürlüklerinden
harita edinmenizi ve internet üzerinden kapsamlı araştırma
yapmanızı öneririm. Yeterli tabela sisteminin olmaması nedeniyle
zorluk yaşamamak için bu bölgeye özel haritalardan edinmeniz
şart. Spor ayakkabı, spor kıyafetler ve fotoğraf makinesi olmazsa
olmazlardan.
Nerede Konaklanır: En az üç gün ayırarak gezebileceğiniz
bu bölgede gezeceğiniz yerleri planlayarak, o bölgelere en yakın
şehirlerde konaklayabilirsiniz. Bölge içinde bulunan köy ve
kasabalarda konaklama imkânı mevcut değil.
Kaynaklar:
Heredotos, “Tarih”, Alfa Yayınları, 2007
Bilge Umar, “Phrygia”, İnkılap Yayınları, 2008
Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası – İlk Çağ”, Cilt 1, Say
Yayınları, 1998
Kolektif, “Friglerin Gizemli Uygarlığı Sergi Katalogu”, YKY, 2007
Homeros, “İlyada”, Can Yayınları, 2006
Kolektif, “Dağlık Frigya” broşürü, Eskişehir İl Kültür ve Turizm Yayınları
www.frigvadisi.org
Köy:
Afyon il sınırlarında bulunan Üçlerkayası Köyü,
ismini köyün girişinde bulunan ve yan yana dizilmiş
gibi duran üç mezar odasından almaktadır. Ayrıca,
köyün yukarılarında bulunan Frig döneminden
kalma kaya yerleşimleri ve sarnıç da görülmeye
değer. Ayazini beldesi ise Hitit, Frig, Roma ve
Bizans gibi farklı medeniyetlerin eserlerini bir
arada barındıran ve Hıristiyanlığın gelişmesinde rol
oynamış bir kasabadır. Günümüzde Ayazini halkı,
tarihî yapılarla iç içe olan evlerinde yaşamaya
devam etmektedir. Bu tarihle yoğrulmuş beldede,
mezar odaları, kiliseler ve şapeller, gezinize renk
29
Kontrast
Yurtdışı Haberler
Yazı ve fotoğrafLAR:
ÖZLEM DAĞ
Ankara’dan Macaristan’a
Uzanan Fotoğraf Köprüsü:
AFSAD
Her şeyden önce, bir ekip olabilmek
vardı aslında işin özünde... Tam da bunu
anlamaktan geçiyordu başarının sırrına
ulaşmanın yolu...
20-25 Ekim tarihleri arasında
Macaristan’ın Sopron kentinde, AFSADSopron Fotoklub işbirliğiyle düzenlenen
fotoğraf etkinliğinde bulunma fırsatını
yakaladığımda, fotoğrafla dolu dolu
geçecek günlerden habersizdim. Son
yıllarda Türk fotoğrafçılığının yurtdışında
tanınmasında büyük yol kateden AFSAD,
bu kez de Macaristan yollarındaydı...
Uzun ve yorucu bir yolculuktan
sonra Viyana Havaalanı’nda, yüzlerinde
sıcak tebessümle bizi Nagy Attila ve
eşi Agi karşıladı. Hep birlikte Sopron’a
doğru hareket ederken herkesin üzerine biraz yorgunluktan,
biraz da çekingenlikten derin bir sessizlik çökmüştü.
Ve Sopron...
Macaristan’ın bu nezih, mütevazı ve büyüleyici şehri
soğuk havaya inat, sıcacık bir misafirperverlikle kucaklamıştı
bizi. Evler, insanlar, yollar... Her şey bize yabancıydı aslında,
aynı havayı soluyor olmanın sunduğu işbirliğine ortaklık
etsek de...
Hemen ertesi gün başladı sergi hazırlıkları...
Sergi, Sopron’un tarihi kültür merkezi Liszt Ferenc
Conference&Cultural Centre’da gerçekleşecekti. Yapılacak
öyle çok iş vardı ki; fotoğrafların sergiye hazırlanması,
gümrükte bekleyen fotoğrafların alınması, yer düzenlemeleri,
fotoğrafların asılması, gösterilerin ayarlanması... Arı gibi
çalışıyordu herkes; öyle düzenli, öyle istekli çalışan bir
ekip vardı ki karşımda insanların eğer isterlerse bütün
hırslarından, bütün önyargılarından sıyrılabileceğini
gördüm bir kez daha. Herkes Türk fotoğrafçılığı adına, orada
yüklendikleri misyonun farkındalığıyla asılıyordu küreklere...
30
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010
Kimi zaman espriler uçuşuyordu havada, kimi zaman da
fotoğraflar. Orada tanıştığımız Sopronlu fotoğrafçılar ile
birlikte oluşan sıcak ortamda, havada uçuşan esprilerle
hazırlandı ekip sergiye. Öyle sıcak karşılanmıştık ki orada
bir an bile yabancı hissetmedik, sanki kırk yıllık arkadaşlar
gibi... Ortak paydamız belliydi aslında: Fotoğraf... Sonraları
şehir gezisinde bizlere eşlik ederken, kendi portfolyolarını
gösterirken, fotoğraflarımıza yorumlar yaparken de bu ortak
payda etrafında pekişti arkadaşlıklar...
Ve sergi günü...
Nasıl bir telaş; nasıl bir heyecan… Büyüleyici bir salon
vardı karşımda... Bir tarafta AFSAD Kompozit Atölye’nin
ezber bozan yaratımları, diğer tarafta ise Soyut Atölye’nin
bir adım öne çıkan fotoğrafları ile gerçekten gurur verici,
eşsiz bir fotoğraf sergisi duruyordu karşımda. Sergi önce
Sopron Kültür Müdürlüğü Başkanı’nın konuşmasıyla, daha
sonra da sırayla AFSAD Başkanı Gökhan Bulut, AFSAD
Kompozit Atölye Eğitmeni Cengiz Engin ve Nagy Attila’nın
konuşmalarıyla açıldı. Küçük bir kokteylden sonra gezilen
sergi salonu, oradaki herkesi etkilemeyi başardı. Sopronlu
fotoğrafçılar, büyük bir merak ve
ilgiyle, zaman zaman da kıskanç
gözlerle incelediler fotoğrafları.
Atölye hocaları Gökhan Bulut
ve Cengiz Engin’den hemen
hemen her fotoğraf ile ilgili
bilgi almak için yarıştılar. Türk
fotoğrafçılığının ulaştığı nokta
şaşırtmıştı herkesi.
Bir ara Gökhan Bulut’un
yanına
yaklaşıp
sordum:
“Hocam, bu manzaraya bakarak
AFSAD’ın günden güne büyüyen
uluslararası
işbirliklerinin
derneğe ve Türk fotoğrafçılığına
katkısı nedir sizce?”
“2009 yılından bu yana
yoğunlaşan çalışmalarla AFSAD;
Almanya,
Avusturya,
KKTC,
Macaristan
ve
Yunanistan
olmak üzere beş ülke, yedi
şehirdeki önemli galeri ve kültür
merkezlerinde toplam dokuz
sergi, altı gösteri ve üç panel/
Kontrast
söyleşi gerçekleştirdi. Bunun dışında Çin’den gelen iki ayrı
delegasyona, Filistin, Bosna ve Rusya’dan gelen fotoğrafçı ve
önemli fotoğraf örgütü yöneticilerine ev sahipliği yaptı. Tüm
bunlar, özellikle atölye eğitimlerinin disipline edilişi ile gelişen
fotoğrafik çizgiyi uluslararası aktivitelere dönüştürerek, ülke
dışında AFSAD’ın ve ülke fotoğrafının daha bilinir kılınması
çabalarıdır. Bu noktada, gidilen yerlerde alınan olumlu tepkiler,
satış başarıları ve ilişkilerde yakalanılan ilerlemelerle önemli
bir yol alındığını söyleyebilirim. Henüz emekleme devresi olarak
değerlendirebileceğimiz ve kişisel ilişkilerle yürütülebilen
bu çalışmaların, önümüzdeki yıllara altyapı oluşturduğunu
düşünerek, uluslar arası fotoğraf ve sanat camiasında AFSAD
ve ülke fotoğrafının temsiline katkı verecek kurumsallaşan
niteliklere dönüşmesi hedeflemektedir. Uzun vadede amaç,
yurtdışı sanat örgütlenmeleri ve fotoğrafının içerisinde güçlü
bir ‘Türkiye Fotoğrafı’ başlığı açabilmektir. Ülkemiz fotoğrafı,
bu güne kadar, değerli fotoğrafçıların, önemli ve bireysel
başarılarıyla yurtdışında anılmıştır ama yeni değerler ortaya
çıkarmak, aktiviteleri geliştirmek ve uluslararası camiada
bilinir olup güç kazanmak için kurumsallaşan ilişkilere
ihtiyaç vardır. 106 yıldır faaliyet gösteren Sopron Fotoklub’ın
desteğini görerek, Macaristan gibi sinema ve fotoğraf sanatı
adına önemli bir kariyeri olan ülkede bu etkinliğin yapılması
da tüm bu bahsettiğim düşünceye katkı sağlamak adınadır.”
Bu sırada sohbetimize Cengiz Engin de katıldı. “Sopron’da
gerçekleştirilen bu etkinliğin amacı ve size katkıları hakkındaki
sizin gözlemleriniz neler?” diye sordum onu da yakalamışken.
Bir an bile düşünmeden cevap verdi:
“Sopron’da gerçekleşen etkinlik, her şeyden önce dernek
olarak AFSAD’ı, AFSAD çatısı altında gerçekleşen fotografik
üretimleri ve AFSAD üyelerini yurtdışında da tanıtmayı
amaçlayan, yabancı fotoğrafçılarla ortak projeler ortaya
çıkartmak amacıyla yüzyüze tanışmayı ve karşılıklı planlar
yapmayı hedefleyen, temelde bir dernek etkinliği idi. Gerek
Soyut ve Kompozit atölyelere ait sergi fotoğraflarının, gerek
sergi açılışı sırasında ve sonrasında tekrar edilen gösterilerin,
gerekse de dernek üyesi olarak Macaristan’a giden 12 kişilik
ekibin, AFSAD’ı ve Türk fotoğrafçılığını son derece başarıyla
temsil ettiğini söylemem gerekir. Sopron Fotoğraf Kulübü
üyeleri tarafından ekibe gösterilen dostluk ve evsahipliğinin,
AFSAD fotoğraflarına gösterilen ilginin nedeninin büyük
ölçüde fotoğrafların ve fotoğrafçıların temsil yeterliliğinden
kaynaklandığını düşünüyorum.
Beni kişisel olarak memnun eden başka bir konu da şu
oldu: 1990’lı yıllarda, bırakın Türkiye genelini, Ankara’daki
sanat galerilerinde bile fotoğraf sergileri neredeyse hiç yer
bulamıyordu. Sopron’da aynı sergi mekânını paylaştığımız
Soyut Atölye eğitmeni sevgili dostum Gökhan Bulut’la,
1997-1998 arasındaki iki yıl boyunca Ankara’da AFSAD’lı
fotoğrafçılara sergi mekânı oluşturabilmek amacıyla ON
Sineması’nın kafe bölümünde fotoğraf sergileri organize
etmiştik.
Aradan geçen zamandan sonra, bugün geldiğimiz
noktada AFSAD’lı fotoğrafçıların ürünlerini Ankara’nın
birçok galerisinde, yurtiçindeki birçok şehirde ve hatta artık
yurtdışındaki birçok ülkede sergilenirken görebiliyoruz.”
derken Cengiz Hoca’nın gözlerinin içi gülüyordu.
Dr. Nagy Attila ve Sopron Kültür Müdürü László Sass da
Türk fotoğrafçıları ile yapılan bu ortak işbirliğinden duydukları
memnuniyeti, fotoğrafların başarısının göz kamaştırdığını,
her iki ülke fotoğrafçılarının da birbirlerinden öğrenecekleri
çok şey olduğunu, fotoğraf odaklı bu etkinliklerin sürmesini
temenni ettiklerini belirttiler.
Gösterileri de büyük bir keyifle
izlediler.
Gecenin sonunda herkes bir
Türk fotoğrafçısı olmanın haklı
gururunu yaşıyordu. Bir fotoğrafçı
olmak, sadece belli, dar kalıpların
arasına sıkışıp kalmak değildi.
Aynı fotoğraf dilini konuşan
herkesle uyum içinde, “fotoğrafçı”
ortak kimliği altında buluşup
başarılı karelere imza atabilmekti;
hırslardan, oyunlardan sıyrılarak...
Markası, modeli, teknik özelliği ne
olursa olsun dünyaya arkasından
baktığımız vizörler aynı, ortaya
çıkan kareler ise çok farklıydı...
Bu farklılıklardı zaten bizi
çeşitlendiren...
Her şeyden önce, bir ekip
olabilmek vardı aslında başarının
özünde...
31
Kontrast
32
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010

Benzer belgeler