Kontrast
Transkript
Kontrast
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır. Kontrast Fotoğraf Dergisi Sayı 20/ Kasım-Aralık 2010 4 Zamansız Fotoğraflar / Fotoğrafta Farklı Uygulamalar • 5 Usta İşi • 6 Kitaplık Özlem Eser • 7 İMece İlker Maga • 8 Doğa Fotoğrafçılığı Tarık Yurtgezer • 9 f/64 Özcan Yurdalan • 10 Söyleşi Fazlı Öztürk • 15 İnce Elek Altan Bal • 16 Dosya Konusu Disiplinlerarası Bir Disiplin Olarak Fotoğraf • 24 Söyleşi Orhan Cem Çetin • 27 Bakış Egzersizi Aytaç Togay • 28 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 30 Yurtdışı Haberler Özlem Dağ ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Kontrast Başlarken... Merhaba, Yeni ve fotoğraf adına dolu dolu olduğuna inandığımız bir sayıyla daha karşınızdayız. AFSAD adına ve ruhuna uygun bir yayın çıkarma adına harcadığımız emeklerin gerek dernek içinde gerekse dernek dışında takip ediliyor, inceleniyor ve iyi ya da kötü eleştiriliyor olması, bizleri her zaman son derece mutlu ediyor. Kontrast dergisi, önceki yıllarda olduğu gibi bu yeni yayın döneminde de gönüllülük esasıyla ama tüm ekip üyelerinin üstün gayreti ve profesyonel yaklaşımıyla çıkarılmaya devam ederken, zamanla azalsa ya da yeni isimlerle artsa da kemikleşen ekibin bu yayına sımsıkı sarılıyor olması, kadrodaki değişikliklerin hissedilmesinin karşısındaki en büyük engel galiba. Tüm bunlara rağmen, bazen ekibin kemikleşmiş kadrosunda kimi nedenlerle kopmalar da yaşanabiliyor. Kemik kadroda yaşanan bu eksilmedir işte ekibi her zaman derinden sarsan. Bizim için Şule Tüzül de işte öyle, kemik kadronun başındaki isimlerdendi. Özel sebeplerinden ötürü ve biliyoruz ki içinde bu dergiye dair sevgisi hiç azalmadan ayrılmak zorunda kaldı. Özellikle benim için en büyük destekçi olan, iş yükümü azaltmayı kendi sorumluluğu sayan, aldığı işi en kısa zamanda ve en iyi şekilde teslim eden; fotoğrafa sevdalı ve fotoğraf düşünürü olma yolunda emin adımlarla yol alan Sevgili Şule Tüzül’e, kendim ve tüm ekip arkadaşlarım adına, bize sağladığı tüm katkılar için ama en önemlisi o güzel kalbini, ruhunu bizlere açarak onu yakından tanımamızı sağladığı için sonsuz teşekkürler. “Bazen bir hazır nesne, bazen de özerk bir üretim biçimi olarak fotoğraf, bugün diğer sanat dalları ile iç içe girmiş ve bu birliktelikler, sanatçının kendisini daha özgür ifade edebileceği alanları yaratmıştır.” diyor Özlem Eser, “Disiplinlerarası Bir Disiplin Olarak Fotoğraf” isimli dosya konusunda. Ciddi bir okuma, geniş bir bakış açısı ve farklı disiplinlerden isimlerin buluştuğu bu çok özel dosya konumuzu keyifle okuyacağınızdan hiç şüphem yok. Emek, zaman ve bilgi birikimi ile hazırlanmış olan dosya konumuzun dışında bu sayımızda, derneğimiz AFSAD içinden, dernek adına gösterdiği emek, harcadığı zaman ve bilgi birikimiyle bir ismi buluşturuyoruz söyleşi bölümümüzde sizleri: Fazlı Öztürk. Ankaralı fotoğrafçıların, AFSAD’lıların ve fotoğraf dünyasını yakından takip edenlerin çok iyi bildiği bu ismin fotoğraf yolculuğunu, fotoğrafla yola çıkıp çevresini nasıl aydınlatmaya çalıştığını bulacaksınız bu ayki söyleşimizde. Geçtiğimiz ay derneğimiz adına çok önemli bir fotoğraf etkinliği gerçekleştirildi. AFSAD’lı fotoğrafçılar Macaristan’da sergi, söyleşi ve gösterileriyle Sopron kentine adlarını yazdırdılar. Son yıllarda Yönetim Kurulu’muzun üstün çabalarıyla yurt dışı etkinliklerle adını dünyaya duyurmaya başlayan AFSAD, bu etkinliğe Soyut ve Kompozit atölye sergileriyle katıldı. Etkinliği izlemek üzere ekiple birlikte Macaristan yollarına düşen arkadaşımız Özlem Dağ, izlenimlerini bu sayımızda bizlerle paylaşıyor. Köşe yazarlarımızdan Özcan Yurdalan, bu sayımızda, yakın geçmişe uzanarak fotoğrafın toplumsal yapımız içindeki durumuna dair son derece önemli bir analizde bulunuyor. Bir başka köşe yazarımız İlker Maga ise, yaratma eyleminin ideolojik konumu üzerine düşündürüyor yazısında. Altan Bal, fotoğrafa yeni başlayanlara sesleniyor ve onlara sunduğu yol haritasında eleştirilerini gizliyor. Bu sayımızda Yol Notları bölümünde ise “Frig Vadisi” ya da bir başka bilinir adıyla “Dağlık Frigya”ya doğru yola çıkıyoruz. Ülkemizin Kütahya, Afyon, Eskişehir illeri arasında kalan ve gezince gerek Friglere gerekse bu bölgeye olan ilgimi arttıran Frig Vadisi’nin son derece özet bir anlatımı aslında yazdıklarım. Her bir adımında sayfalarca yazılabilecek bir bölgeden kısa bir değerlendirme; belki sizleri yola döker ve peşine düşürür umuduyla. Bu ay Doğa Fotoğrafçılığı alanında usta bir ismi Tarık Yurtgezer’i ise Fotoğraf Dalları bölümümüzde ağırlıyoruz. Doğada sadece nasıl fotoğraf çekileceğine değil aynı zamanda hangi etik ve bilgi birikimi ile yola çıkılması gerektiğine ilişkin de bilgi veren bu yazıyı herkese tavsiye ederim. AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Gökhan BULUT Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Ceyda TAŞDELEN Yayın Yönetmeni Yardımcısı Grafik Tasarım Levent ÇAĞIN Özlem DAĞ Editörler Şirin AYDIN Kamuran FEYZİOĞLU Editör Yardımcıları Elçin POLAT Özlem ESER Özlem DAĞ Reklam ve Abone Sorumlusu Ufuk DURUMAN Yayın Kurulu Ceyda Taşdelen, Şule Tüzül, Şirin Aydın Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Büklüm Sok. No: 22/11 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara Tel: 0312 433 2310 Basım Tarihi: 01.07.2010 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: Fazlı Öztürk Fotoğraf dolu günler dilerim… Ceyda Taşdelen Yayın Yönetmeni Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Kontrast Mustafa Çağan: Fotoğrafı hobi olarak yapıyor; asıl mesleği Mühendislik. Kendisini fotoğrafa çekenin portre çalışmalar olduğunu çünkü insanın yüzünün insanı anlattığını söylüyor. Fotoğrafçı, porte fotoğrafının olmazsa olmazı olarak dokuyu görüyor; çünkü bunun fotoğrafı çekilen kişinin hikâyesini anlattığını düşünüyor. “Bilirsiniz işte, insanın yüzü içinden geçtiği yaşamın izlerini taşır; duygu ve ifade ise buna bütünlük kazandırır. Bu üçlüyü barındıran her portre fotoğrafı, izleyicisine o insanın hikâyesini anlatır.” diyor. Kontrast Zamansız Fotoğraflar HAZIRLAYAN: ELÇİN POLAT ispat amacıyla üretilmiş olabiliyor. “Fotoğrafta hiçbir şey gölgede kalmaz.” August Sander Doğası gereği, fotoğrafı gerçekliğinden emin olduğumuz dış dünyadan bağımsız düşünemeyiz. Fotoğrafçının tercihleri doğrultusunda gösterilmek istenen parça fotoğraflanarak izleyiciye sunulur. Bazı fotoğraflar yalnızca bakarak edindiğimiz bilgilerle açıklanamayacak kadar derinlikli olurken, bazıları yalnızca gerçeği Muybridge’in 1880’de gerçekleştirdiği “Horse in Motion” çalışması, insandaki göz yanılsamasını fotoğraf yoluyla ispatlayan bir çalışma. 1870’lerde Pasifik kıyılarında fotoğraf müfettişi olarak görev alan Muybridge, Stanford Üniversitesi’nin kurucusu ve aynı zamanda atlara düşkünlüğüyle tanınan Leland Stanford’la tanışır. Stanford tırıs koşan bir atın tüm ayaklarının havalandığına inanarak, böyle olmadığını düşünen bir arkadaşıyla bahse girer. Bunun ispatı için görevlendirilen Muybridge’e her türlü araştırma imkânı sağlanır. Muybridge önce toz kalkmasının önüne geçmek için kauçuk bir zemin hazırlar, sonra bu yolun arkasına, üzerinde numaralandırılmış yatay çizgiler bulunan beyaz bir kâğıt asar ve bu yöne bakan tam 12 fotoğraf makinesi yerleştirir. Fotoğraf makinelerini, at yol üzerinde ilerlerken fotoğrafların otomatik olarak çekileceği şekilde ayarlar. Fotoğraflar çekildikten sonra görülür ki tırıs ve sonraki aşamanın tam ortasında atın dört ayağı da aynı anda yerden kesilmektedir. Sonuçta Stanford bahsi kazanırken, eski zamanlarda yapılmış atlara ait resim ve heykellerin de doğru olmadığı ortaya çıkar. 1800’lerden günümüze, fotoğraftaki teknikler ve anlatım olanakları genişlemeye devam ederken, fotoğraf da bize dünyayı göstermeye devam ediyor. Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Yorum: ÖZLEM ESER Fotoğraf: ŞİRİN AYDIN GÜNEŞ BASKI TEKNİKLERİ Fotoğraf sanatçıları, yaratıcı ürünler vermek arzusuyla gerek çekim, gerekse baskı aşamasında estetik yönü ağır basan alternatif teknikler uygulamaya fotoğrafın ilk yıllarından itibaren başlamışlardır. Güneş baskı tekniği, kimyasal yöntemlerle fotoğrafın özünü bozmadan, resimsel özellikler de taşıyan özgün fotoğraf çalışmaları üretme biçimlerinden biri. Renk ve kontrast bakımından farklı sonuçlar veren tekniklerin içinde en popülerleri “Van Dyke”, “Cyanotype” ve “Gum Bichromat” olarak adlandırılıyor. Güneş baskı tekniğinin nasıl uygulanacağına gelince, amaca ve tekniğe uygun olarak belli oranda karıştırılan kimyasallar yarı emici bir malzeme üzerine fırça yardımıyla sürülerek ışığa duyarlı bir yüzey elde edilir. Bu yüzeyi, baskı yapana kadargüneş ışığından korumak gerekli tabii. Fotoğrafın, baskı boyutlarına uygun bir negatif filmi hazırlanır. Film, duyarlı yüzeyin üzerine yerleştirilerek güneş ışığında pozlandırılır ve son aşamada banyo edilerek kurutulur. Işığa duyarlı yüzeyin hazırlanmasında kullanılan kimyasal çözeltiler, pozlama ve banyo aşamalarındaki farklı uygulamalar ile “Van Dyke”, “Cyanotype” ve “Gum Bichromat” teknikleri gibi farklı görünümler taşırlar. Örneğin “Cyanotype” tekniğinde kullanılan kimyasallar potasyum ferri siyanür ve fer amonyum sitrat çözeltisidir. Negatifin güneş ışığında pozlanmasıyla ışık görmeyen kısımlar beyaz, ışık gören kısımlar cyan yani mavi renkte olur, mavi renk ağırlıklı bir görünüm oluşur. “Van Dyke” yönteminde gümüş nitrat, fer amonyum sitrat ve Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 tartarik asit gibi kimyasalların kullanılmasıyla kahverengi tonlarının ağırlıkta olduğu sonuçlara ulaşılır. “Gum Bichromat” tekniğinde ise, potasyum dichromat çözeltisi ve guaj boyanın karıştırılmasıyla hazırlanan karışım kağıda sürülerek kurutulur. Üst üste farklı renklerle yapılan baskılarla çok renkli görünümler elde edilebildiği gibi tek renkli, iki renkli baskılar da yapılabilir. Güneş baskı tekniğiyle resim kâğıdı, alçı, deri, tahta, kumaş gibi yüzeylere fotoğraf basılabilir. Fotoğraf sanatçısına estetik kaygıları ağırlıklı eserler üretme şansı veren ve yaratma özgürlüğü sunan “Güneş Baskı Teknikleri” 1840’lardan günümüze, fotoğrafa renkli görünümler kazandırmaya devam etmektedir. Kontrast Usta İşi BILL RAY (1936-) “ŞEVK” “Fotoğrafçılığın hedefi, bir şeyin ya da birinin belirli koşullar altında ve belirli bir anda nasıl göründüğünü açığa çıkarmak ve sonucu başkalarına aktarmaktır.” Bill Ray her zaman hareketin içinde olmak isterdi. National Geographic’te yarı zamanlı fotoğrafçı olarak New York’ta çalışmaya başladı. Genellikle ünlülerin fotoğraflarını çekmeye başladığında, Life dergisinin magazin departmanının editörü oldu. HAZIRLAYAN: ÖZLEM DAĞ 1964 yılında Life’ın özel bir projesi için Japonya’ya gitti. Life dergisi onu şaşırtıcı bir kararla Vietnam’a gönderdiğinde, pilotları daha alçaktan uçmaları için kışkırtmıştı. Ona şaşkınlıkla bakan pilota, “Lanet olsun, ben buraya ünlülerin fotoğrafını çekmeye gelmedim!” diye bağırarak, fotoğrafçılığa bakış açısını özetlemiş oldu. Life, onu “Bir Zamanlar Amerika’da Yaşam” isimli bir proje için 1974’de görevlendirdiğinde Ray, hâlâ bir füze deposunda fotoğraf çekmekle meşguldü. “Annem ölmüştü, aynı gün projeye başlamam gerekiyordu. Bu benim görevimdi.” diyen Ray, annesinin cenaze törenini Life için fotoğrafladı. Annesinin de bunun böyle olmasından mutlu olacağını söyledi. Bütün bu birikimlerini 400’ün üzerinde makalede ve fotoğrafçılık tarihi ve eleştirisi üzerine 15’ten fazla kitapta topladı. Üniversitelerdeki fotoğrafçılık kürsülerinde dersler verdi. Birçok fotoğrafı sergilendi, sergilenmeye devam ediyor... Peki, aşağıdaki fotoğrafın sizde uyandırdığı duygu nedir? Lütfen, görüş ve düşüncelerinizi [email protected] adresine göndererek bizimle paylaşın. Kontrast Kitaplık FOTOĞRAF VE TOPLUM GİSÈLE FREUND “Tarihin her ânında, dönemin politik özelliğine, düşünme tarzlarına ve zevklerine bağlı olarak farklı sanatsal anlatım biçimleri doğar. Zevk, insan doğasının bilinmeyen yönlerinin açığa çıkması değildir; toplumsal yapıyı belirleyen ve sınırları apaçık çizili olan yaşam koşullarına bağlı olarak biçimlenir.” diyerek söze başlar Gisèle Freund “Fotoğraf ve Toplum” adlı kitabının ilk bölümünde. Aslında bu iki cümle, kitabın sanki küçük bir özetidir. Bu ilk bölüm orjinalinde Gisele Freund’un 1936’da yayımlanan doktora tezine aittir. Daha sonra yazarın seminer çalışmalarını içeren bölümlerin eklenmesiyle genişletilerek, 1974’te yayımlanmıştır. Hazırlayan: ÖZLEM ESER olmuştur. Yazarının fotoğrafçı, sosyolog, sanat tarihçisi kimlikleri sayesinde çok güçlü bir içeriğe sahip olan Fotoğraf ve Toplum, üzerinden geçen 36 yıla rağmen halen sanat, toplumbilim ve fotoğraf öğrencileri için vazgeçilmez bir kaynak olma özelliğini sürdürmektedir ve sürdürecektir. Fotoğraf ve Toplum, 18. yüzyıldan kitabın ilk basım yılı olan 1974’e kadar geçen süreçte fotoğraf makinesini ve fotoğrafı tarihsel, toplumsal açıdan ve bir sanat eylemi olarak ele alır. İlerleyen bölümlerde dönemin sanatçılarının fotoğrafa karşı tavırlarını, basın ve kitle medyası içerisindeki yerini ve politik bir araç olarak fotoğrafı inceler. Fotoğrafı, sanatın geçirdiği evrim içerisindeki yerinin yanısıra, insanın varolduğu her alanda, toplumun önemli bir anlatım biçimi olarak inceler Freund. Sadece fotoğrafı değil, toplumsal yapının sanatın anlatım biçimleri üzerindeki etkisini anlatan bir başucu kitabıdır. Frankfurt Üniversitesi’nde sosyoloji ve sanat tarihi eğitimi alan ve daha sonra Sorbonne Üniversitesi’ndeki eğitimi sırasında Walter Benjamin ile tanışarak birlikte çalışan Freund’un Magnum Ajansı’yla yedi senelik bir birlikteliği Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 Kontrast İMece İlker Maga FOTOGRAFİK YARATI EYLEMENİN ANTİKAPİTALİST DURUŞU Yaratıcı, kapitalist insan tipinden uzak, hesapsız bir refleksle üreterek veren bir varlık olarak daha çok kadına, daha doğrusu anneye benzer. Yaratma eylemine bir de ideolojik açıdan bakılabilir mi? Fotoğraf yaratısı dahil tabiî. Yoksa yaratma eyleminin ideolojisi olmaz mı? Yaratma eylemi bir bütün süreç olarak, belki pek çok alandan çok daha kışkırtıcı ve cazip bir ideolojik alan. Evrende sadece insan üretir. Kültür yaratımı ise insanın en temiz yanını temsil eder. Yaratma eyleminin asıl gizemi, yaratıcısına yönelik genel merak, yine yaratıcının bilinen zor yanlarının temel kaynakları, onun iradesinden bağımsız anti-kapitalist duruşunda ve ürünlerinin insanlığın en zararsız, en temiz yanını temsil etmesinde yatmasın sakın? Sadece bir soru… Gerekli-gereksiz, insanî-gayri insanî olduğuna bakılmadan her şeyin tüketmek üzere üretildiği bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalist mekanizma içinde üretim, bilinmeyen bir yere yapılıyor. Üretilenin gerekli ve “yeni” olduğuna inandırmak, yalanla hayat bulan reklâmın görevi; kimilerinin medya, kimilerinin “büyük basın” dediği propaganda araçlarıyla bu görev yerine getiriliyor. Her şeyin tüketilmek üzere üretildiği dünyanın insanlarının tipik özelliği ise vermeye değil, almaya eğilimli olmaları. Büyük köy de denebilecek metropol hayatının hemen her alanı ekonomize edilmiş durumda; bu hayat içinde kimse “öylesi”ne iş yapmıyor. Bir işyerinin kârdan başka hedefi yok. Bir şirket bir yere fiyat teklifi geçerken de kârdan başka bir amaç taşımıyor. Pazar böyle işliyor. Kârın, pazarın etik yanını tartışmak, kapitalist ilişkilerin vardığı çirkin boyutu özetlemek değil burada asıl amacım, şu: Bir dükkânı açmak, bir yere fiyat vermek kârı amaçlarken, yaratma eylemi bütün bu kuralların dışında gelişiyor. Şairin, yazarın, ressamın, fotoğrafçının ya da bir bestecinin uykusunu bölüp çalışmalarının başına iten şey, esas itibariyle ondan kâr etmek değildir. Bu yaratıcı, üzerinde çalıştığı eserin ne kadar gelir getireceğini hesap etmez. Fotoğrafçıyı, akıp gitmekte olan anlardan birini kutusuna hapsetmek için bir konu peşine düşüren de asıl olarak ondan para kazanmak değildir. Kapitalist insan tipinde almak esasken, kültürel yaratma eyleminde vermek var. Bu özellikleriyle kültürel yaratma eylemi, bütün kapitalist ilişkilere ters bir süreç içinde gelişir. Bu yanıyla antikapitalist bir süreçtir. Yaratıcısı, siyasi duruşundan bağımsız, yaptığı her şey antikapitalist süreç içinde geliştiği için objektif olarak anti-kapitalisttir. Bazı alanlar vardır, meslek olamazlar. Bilim, meslek değildir. Politikacı ve aydın olmak da meslek değil, iç meslektir. Bilim ve politika, her homo-sapienste olması gereken iç meslektir; bilimi günlük hayatın alanlarına yaymak ve politik olmak meslek değil, bir yurttaşlık görevi olarak birer iç meslektir. Kültür üretimi ve aydınlatma görevi, ancak bu iki iç meslek üzerine inşa edilebilir. Siparişle yaptırılan işler ise burada anlatılanların tamamen dışında, ne kadar yaratıcı olursa olsun mesleki faaliyetlerdir. Bu nedenle kimsenin görevlendirmediği hâlde, sırf kendi bağımsız ve özgür iradesiyle bir konuda kendini sorumlu hissederek fotoğraf projeleri gerçekleştirmek, fotoğraf yaratısı içinde en değerli olanıdır. Diğer bütün yaratı alanlarında olduğu gibi fotoğrafçıyı başkalaştıran, kendine has bir tarz geliştirmesini sağlayan da asıl olarak burasıdır. Gerçekleştirdiği proje, tüm insanlığın en temiz yanı saydığımız kültür parçacıklarından biri olsa, yaratıcı projesinin insanlara ulaşması, yani insanlar tarafından paylaşılması için de en az o kadar çaba harcamalıdır. Çünkü insani kültür parçası ancak insana ulaştığında, ulaştığı yeri bir şekilde harekete geçirdiğinde asıl değerine ulaşır. İlker Maga, “Kadın İşi” dizisinden, Baca Temizleyicisi Tamara Heller Kontrast DOĞA FOTOĞRAFÇILIĞI YAZI VE FOTOĞRAFLAR: TARIK YURTGEZER Doğa fotoğrafçılığı, doğayı seven, doğaya ilgi duyan, doğada bulunmaktan keyif alan herkes için bulunmaz bir uğraş alanıdır. Doğa fotoğrafçısı olmak için yalnızca doğayı sevmek, doğaya ilgi duymak yetmez; doğayı bilmek ve onu içselleştirmek de gerekir. Doğayı bilmek; neyi, ne zaman, nerede çekeceğimizi bilmek anlamına gelir. Her bitkinin bir çiçeklenme zamanı vardır. Hele bazıları, yalnızca belli bölgelerde yetişir. Yine bazı hayvanlar belli bölgelerde ve yılın belli zamanlarında fotoğraflanabilir. Bu tür bilgilere sahip olmak önemlidir. Yani doğa fotoğrafı çekebilmek için sadece fotoğraf bilgisi yetmez. İnsan olarak kendimizi doğadan yukarıda bir yerde görmememiz gerektiği aşikârdır. “Doğadaki varlıklar insan için yaratılmışır ve insan doğayı kendi çıkarları doğrultusunda değiştirip dönüştürebilir” gibi bir düşünceye, değil doğa fotoğrafçısı, hiç bir aydın sahip olmamalıdır. Biz olmasak da doğa kendi varlığını sürdürebilir. Doğaya saygı içerisinde, onunla uyumlu bir şekilde, ona zarar vermeden yapılan bir fotoğrafçılık tarzı “doğa fotoğrafçılığı” adını alabilir. Doğayla barışık olmayan, bir örümcek görünce çığlık atan, paçalarına dikenler yapıştı diye hayıflanan fotoğrafçı arkadaşlara, fotoğrafın başka bir alanına yönelmelerini salık veririm. Peki, doğa fotoğrafı çekmek için objektifimizi hangi varlıklara yöneltmeliyiz. Adı üstünde, doğa fotoğrafının konusunu doğal varlıklar oluşturur. Hemen belirteyim; doğa, insanın ortaya koyduğu her kuruluşla -ki biz ona “kültür” diyoruz- karşıtlık içinde, kendi kendine var olan demektir. Yani doğal olan, kültürel olanın karşıtıdır. Doğa, kültüre karşıt olarak kendi kendine var olurken, kültür de “insanın kalıtımsal yolla getirmeyip doğaya kattığı her şey” olarak tanımlanır. Dolayısıyla doğa ve kültür kavramları arasında bir karşıtlık vardır. Bu karşıtlık bağlamında, kültürel ögeler doğa fotoğrafının konusu olamazlar. Yani yol, köprü gibi yapıların yanı sıra kültür bitkileri, evcil hayvanlar ve kültürel bir varlık olan insan da doğa fotoğrafının konusu dışındadır. Eğer içinde koyun sürüleri, ayçiçeği tarlaları olan bir fotoğraf size doğa fotoğrafı diye sunulursa kabul etmeyin! Bu fotoğraf ancak kır peyzajıdır. Doğa fotoğrafçısı, doğa ile fotoğraf bağlamında girdiği ilişkide iki farklı evreden geçer: Doğa fotoğrafçısının ilk evresi, karınca gibi çalıştığı toplayıcılık evresidir. Fotoğrafçı bu evrede doğada gördüğü hemen her şeyin fotoğrafını çeker. Sanki doğanın bir envanterini çıkarırcasına çalışır. Arşivini çiçek, böcek, kuş fotoğraflarıyla zenginleştirmek ister. Bunun için peşinde olduğu belli bir türün uzun yolculuklar yapar. Bir ters lale türü olan “ağlayan gelin”i çekmek için Hakkari dağlarına, “kara akbaba” çekmek için Soğuksu Milli Parkı’na gider. Bu evredeki doğa fotoğrafçısı, örneğin belli bir kelebek türünü fotoğrafladığı gibi, o türün Latince adını bile araştırıp öğrenir. Çektiği manzara fotoğrafları önemli, çok bilinen doğa alanlarından olmalıdır; örneğin Meke Gölü. Bu evrede çok sayıda fotoğraf çekip arşivini zenginleştiren fotoğrafçı bir süre sonra keyif almamaya başlar. Çünkü kendini tekrar etmeye başladığı duygusuna kapılır. Ayrıca doğadan aldığını olduğu gibi aktarmak artık onu tatmin etmez. Fotoğrafçı “Nasıl olur da doğayı herkesin gördüğü şekilde değil de farklı bir şekilde fotoğraflayabilirim?” diye sormaya başladığında, ikinci evreye yani bireşim (sentez) evresine girmiş demektir. Bu evrede fotoğrafçı bir arı gibi çalışır. Doğadan aldıklarını olduğu gibi aktarmaz; onlara, kendinden de bir şeyler katmaya başlar. Ortaya çıkan fotoğraf birebir aktarılan bir doğa değil, doğanın değiştirilerek (Photoshop’tan söz etmiyorum; çekim anında ışık, form ve hareketten yararlanılarak) bir anlamda yeniden yaratılmasıdır. Bu tür fotoğrafların nerede ve ne zaman çekildiği de önem taşımaz. Bu evrede çalışan doğa fotoğrafçısının çok özel bölgelere gitmesine gerek yoktur. Sıradan bir göl kıyısı bile, yine doğanın kendi güçleri kullanılarak sıradışı bir hâle getirilebilir. İşte bu, doğanın birebir aktarılması değil, doğanın, fotoğrafçının kendi duygularını da kattığı bir izleniminin fotoğraf aracılığıyla ortaya çıkarılmasıdır. Yazımızı bir soru ile bitirelim: Fotoğrafını çektiğiniz çiçeğe teşekkür ediyor musunuz? bulunduğu alanlara Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 Kontrast Özcan Yurdalan f/64 BİR ORTA SINIF MEŞGALESİNE DAİR ÖNERME Türkiye’de fotoğraf meraklılarının çoğaldığı 70’li yılların ikinci yarısında önemli bir toplumsal hareketlilik yaşanıyordu. 50’lerde başlayan ve giderek hızlanarak 60’larda yapısal hâle gelen kırdan kente göç, şehirlerin ekonomik, sosyo-kültürel dokusunda kalıcı dönüşümler yaratmaya başlamıştı. Fikir ve sanat ortamları bu hareketlilikten az ya da çok, mutlaka etkileniyordu; hararetli tartışmalar sürüyordu. Darbelere zemin hazırlayan karanlık planların tezgâhlandığı bu dönemde, politize olan orta sınıf mensupları arasında fotoğrafçılık yaygınlaşıyordu. Fotoğraf dükkanları çoğalmış, taksitle makine satılmaya başlamıştı. İstanbul’da yıllardır faaliyet gösteren İFSAK’ın yanı sıra Ankara’da kurulan AFSAD, ilk yılında “Türkiye’de Fotoğraf Sanatının Toplumsal İşlevi” başlıklı bir sempozyum düzenlemişti. Fotoğrafı toplumsal amaca yönelik bir medium, bir iletişim ve tanıklık aracı olarak değerlendiren kadrolar, fotografik görüntünün kültürel kökenlerini ve toplumsal değişime etkilerini merak ediyordu; bu konudaki farklı görüşleri değerlendirmek istiyordu. Fotoğraf ortamı bugünkünden farklıydı; düşünceye, fikre, yoruma, mânâlı tartışmaya önem verilen zamanlardı... Yazıya yukarıdaki cümlelerle girmemin nedeni, ne geçmişi yüceltmektir tahmin edersiniz ne de ham nostaljik duygulara kapılmış olmamdır. Maksadım, günümüzde hayli yaygın biçimde uygulanan ve tabiatıyla orta sınıfın boş vakit uğraşı hâline gelen yurdum fotoğrafçılığının bir makas değişikliği yapması, fotoğrafçıların dikkatini başka bir yere çevirmesi için küçük bir öneride bulunmaktır. Lakin bu öneriye geçmeden önce fotoğrafın yaygınlaşmaya başladığı günlerdeki zihniyet dünyasına göz atacak olursak, bu teknik kaydın “öteki hayatlara bakmak için varolduğu” anlayışının benimsendiğini söyleyebiliriz. Fotoğrafçılar, bugün olduğu gibi dün de var oluşlarını başka hayatlara tanık olmak üzere kurgulamışlardı. Memlekette de Cumhuriyetin ilk yıllarındaki durum pek farklı değildi. Halkevleri’nin organize ettiği gezilerde ressamlar ve fotoğrafçılar Anadolu’yu gezmeye, çizmeye, çekmeye başlamışlardı. Yeni merkez, yeniden tanımladığı topluma, adresi farklılaşmış taşraya, taşradaki öteki hayatlara bakıyordu. Lakin sonraki yıllarda bağımsız gidişler biçiminde devam eden bu tanıklık hayli yetersiz ve gerekli metodolojiden hayli yoksun olmalıydı ki o günlerden bugüne ulaşabilen kayda değer görsel bir dokümantasyon bulunmuyor. Sonraki dönemlerde de benzer tarzda çalışmaların devam ettiğini biliyoruz. Tıpkı elitlerin toplumu değiştirme misyonunun devam ettiğine dair sarsılmaz inanç gibi, fotoğrafçıların Turizm Bakanlığı afişi kıvamındaki kartpostal görüntülerinde de herhangi bir eksilme yok. Yaygın fotoğrafçılık anlayışı, toplumun elitlerine hâkim olan zihniyetin doğal yansıması olan içselleştirilmiş oryantalist bakışla biteviye egzotik Anadolu görüntüleri oluşturdu. Olabilir, belki de farklı coğrafyalara, değişik kültürlere, başka hayatlara bakan fotoğrafçının tek dili oryantalist dildir. Bundan başkası fotoğrafın boyunu aşar, kapasitesini zorlar; pekâlâ böyle düşünülebilir, tartışmaya değer bir konudur, ben de katılırım. Hatta argümanlarımı şu zeminlerde kurarım: Fotografik görüntünün oryantalist dokusunu çözümlemek için mesela oryantalist ressamların eserlerindeki konu seçimine, yaklaşıma, ışık, renk kullanımına, dile, yoruma vs. bakarım, onlarla karşılaştırırım. Ancak fotoğrafta oryantalist bakışın, resimdeki ya da yazıdaki oryantalist dilden daha ince bir analiz ve daha farklı enstrümanlar gerektirdiğini de ihmal etmem... Amacım, yakın dönem fotoğrafındaki oryantalist bakışı tartışmak değil. Ancak bu tartışma yapılmadığı için, hayatın gerçeğinden kopartılarak estetize edilmiş, hayali kılınmış imajlardan oluşan büyük bir sahte Türkiye görüntüleri toplamına sahibiz bugün. Dünya değişiyor, yeni teknik imkânlarla birlikte yeni algı kanalları, görme biçimleri, yorum mekanizmaları oluşuyor. Bilginin bölünüp katmanlaşması gibi bilinç ve farkındalıklar da çoğalıyor ve yaygınlaşıyor. Fotoğrafçıların başka hayatlara bakışı değişti, başka hayatları gösteriş biçimi de anlam değiştirdi. Fotoğraflanan hayatların sahiplerine karşı fotoğrafçının sorumluluğu büyüdü. Elbette bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kent yoksulları, gecekondular, kırsal hayat, köylüler, işçiler, dezavantajlı gruplar, ezilen sınıflar, cinsel tercihler fotoğraflanacak; ama buna kalkışmadan önce fotoğraf çekmeyi bilmek kadar hayata, toplumsal yapıya, sınıflara, kültürel dokuya, fikriyata, etiğe, siyasete dair yeterli donanıma sahip olmak gerektiği de benimsenecek. Fotoğrafçı tarafından o hayatlar araçsallaştırılmadan, o insanlar nesneleştirilmeden gösterilecek, problemli alanlara adil ve hakkaniyet içinde yaklaşmak ve sorumluluk duyarak fotoğraflamak değerli bulunacak. Lafı buraya getirdikten sonra yapacağım önerme az çok ortaya çıkmıştır sanırım. Günümüzde orta sınıfın eğlenceli uğraşlarından biri olan fotoğrafçılıkta küçük bir makas değişikliği olsa da “objektiflerini başkalarının hayatına çeviren fotoğrafçılar, biraz da kendi hayatlarına baksalar nasıl olur acaba?” diye düşünüyorum. Bugüne kadar ötekileri göstermeyi, o yaşamları estetize etmeyi ve biçimsel kaygılar içinde kalmayı tercih ettik. Ötekilerin görüntülerini üretmekle kalmadık, onları seyretmeyi de çok sevdik. Ortaya çıkan klişe görüntüler, kolay üretildiği gibi kolay tüketildi. Orta sınıf şimdiye kadar, kendi hayatını hemen hiç fotoğraflamadı. Kendi toplumsal çevremizle, kendi hayatımızın görsel tezahürleriyle ilgilenmedik. Kendimiz gibi görünenleri çekmedik. Ya gösterecek kayda değer bir şeyimiz olmadığından ve kendi yaşam alanlarımızı ilginç saymadığımızdan, ya bir şeyler saklamak istediğimizden, ya fotoğrafa dair ezberimizi bozamadığımızdan, ya tembelliğimizden, ya da yaratıcılık eksikliğimizden... Fotoğrafçılar bize kırları, dağları, köylüleri, kent yoksullarını gösterdikleri kadar; kendi iş ortamlarını, yaşam mekânlarını, evlerini, arkadaşlarını, sosyal alanlarını, yatak odalarını, boş vakitlerini, günlük alışkanlıklarını gösterseler... Şimdiye kadar yaşamayı aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz hayatlara baktık; onları fotoğraflayacak ve gösterecek kadar değerli bulduk. Ya kendi yaşadığımız hayatların fotoğraflanmaya değecek bir yanı yok mu acaba? Eğer öyleyse bakmaya, göstermeye bile değer bulmadığımız hayatı nasıl oluyor da yaşamaya değer buluyoruz? Hayatın anlamı ve değeri ile onu görünür kılmanın bir ilişkisi yoksa eğer, fotoğrafladığımız ötekilere aynı hakkı neden tanımıyoruz? Kontrast Söyleşi RÖPORTAJ: ELÇİN POLAT FOTOĞRAFLAR: FAZLI ÖZTÜRK “Fotoğraf benim için anlama, anlamlandırma ve anlatma yolculuğunda bir araç” Fazlı ÖZTÜRK “Fotoğraf öyle bİr şey kİ İnsanın hayatına İşleyen, İtİraz eden, İsyan eden, yanlışları değİştİrmek İsteyen bİr dİl.” Eskisinden yenisine neredeyse tüm AFSAD’lıların yakından tanıdığı bir isim o. Kime sorsanız “Fazlı Öztürk’ü nasıl bilirsin?” diye, ilk söyleyecekleri şey “paylaşımcı” olacaktır kesinlikle. 2000 yılından bu yana sadece AFSAD’lı olmayan, derneği hayatının bir parçası hem de önemli bir parçası olarak gören ve zamanının büyük kısmını dernek merkezinde ya da dernek adına çalışmalar yaparak geçiren çok değerli bir isim. Onun projelerinin ulaştığı başarıların ardından şımarmasını, egosunun kabarmasını, “oldum ben” demesini bekleyenler hep yanıldılar ve onu iyi tanıyanlar da bilirler ki hep yanılacaklar. Dernek bünyesinde verdiği, akıl almaz bir enerjiye ve paylaşıma dayalı eğitimleri dışında yürüttüğü sosyal sorumluluk projelerinin yanı sıra TFSF Genel Sekreterliği görevinde de kendini ve AFSAD’ı başarıdan başarıya koşturan bu çok değerli fotoğrafçı dostumuzu ve hocamızı kendi ağzından tanımanızı istedik… Fotoğrafın hangi yönü, hayatınızın önemli bir bölümünde var olmasını sağladı? Konuya çok yönlü bakılabilir. Fotoğraf benim için anlama, anlamlandırma ve anlatma yolculuğunda bir araç. Bu anlamda fotoğrafın bana kattıkları çok değerli. İnsanlar genellikle güzel fotoğrafın peşinden koşuyor ve bunu önemsiyorlar. Oysa fotoğraf eylemini bir bütün olarak ele alırsak, deklanşöre basılan ve güzel fotoğrafın elde edildiği ânın, fotoğrafın olsa olsa yüzde 49’u olabileceğini düşünüyorum. Benim açımdan daha çok olsa da en az yüzde 51’lik sürecinse konuya ait araştırmalar, önceden yapılan işleri incelemek, dünyada bu işlerin nasıl olduğunu öğrenme çabası olduğunu düşünüyorum. Bu anlama çabası sizi çok değiştiriyor ve geliştiriyor. Çekimden önceki bu süreci çok önemsiyorum. 10 Kendinizi hangi fotoğraf türüne daha yakın hissediyorsunuz? Fotoğraftaki sürece farklı insanlar farklı açılardan yaklaşırlar. Her insan kendi hayat ve fotoğraf algısına göre hangi tarza yakın duruyorsa onu ön plana çıkarır. Belgeselciler, bu tarzın kendilerine kattıklarına bakarken, başka bir grup deneysel çalışmalarla adeta şiir gibi fotoğraf yapma eyleminden bahseder. Bir diğer grup doğa fotoğrafına kendini yakın görüp, fotoğrafı doğayla bütünleşmenin, belki de doğanın üzerinden kendini tanımanın bir aracı olarak değerlendirebilir. Ben bunların hepsini kaplayacak şekilde bakıyorum fotoğrafa. Yani bir tarza bağlanıp onun peşinden giden bir yapım yok ve bundan sonra da olacağını sanmıyorum; çünkü fotoğraf öyle bir şey ki insanın hayatına işleyen, itiraz eden, isyan eden, yanlışları değiştirmek isteyen bir dil. Diğer taraftan, fotoğraf hakikaten renklerin harmonisi, bazen estetik bir güzellik, bir uyum, bazen düşünsel bir yolculuk, bazen deneysel bir çaba ürünü. Böyleyken, ben fotoğrafın tek bir alanına yönelirsem, kendimi büyük güzellikten mahrum etmiş gibi hissederim. Bu bakışımın nedenlerinden birisi belki de şu an AFSAD’da bulunduğum konumun bana açmış olduğu ufuk ve benim kendi yaşam algımla ilgili. Bu yüzyılda bu konulara biraz daha geniş, belki saçaklı bakmamız gerekiyor. Günümüzde bilimde bile her geçen gün doğru olduğunu sandıklarımızın eksik ya da yanlış olduğu ortaya çıkarken, fotoğrafa dair kesin yargılarda, tanımlamalarda bulunmamız kanımca çok yanlış olur. Takip ettiğimiz fotoğrafçıların üretimlerini genellikle belli bir tarzı kullanarak yaptıklarını görüyoruz. Fotoğrafta belli bir yere gelmiş insanların çoğunun bir tarzı var. Bu da beraberinde başarıyı getiriyor ama ben fotoğrafa hiçbir zaman Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 başarı merkezli bakmadım, bakamıyorum. Fotoğraf benim için bir konuşma aracı olduğundan, anlatılmak istenen her neyse ona uygun anlatım yöntemi seçilmeli diye düşünüyorum. Örneğin boşluk, güven ya da yabancılaşma gibi bir kavramı anlatırken –eğer belge amaçlı bir çalışma değilse- kavrama uygun fotoğraflar aramaktansa, konuya uygun bir fotoğraf disiplini kullanmak gerekir. Bu yüzden tek bir alana bağlanıp kalamıyorum. Bu anlamda başarı denen şey benim için hiç olmayacak ama başarı kavramını önemsemediğimi de çok rahatlıkla söyleyebilirim. Ben bu dille konuşmayı seviyorum, nasıl insan anadilini severse, benim için de fotoğraf böyle bir şey. Belgesel bir çalışma olan “Ulus” projenizden bahseder misiniz? Ulus, Ankara için çok özel bir semt. Aslında Ankara’nın oluşumundaki merkez... Projenin zihnimde oluşumu, AFSAD’da asistanlık yaptığım dönemlerde, şehir dışı gezilere gidemeyen kursiyerleri Ulus’a götürmemizle başladı. Bu geziler sırasında Ulus’un o izbe, biraz dağınık, biraz terk edilmiş, kaderine bırakılmış hâli dikkatimi çekti. Düşünün ki 1. Meclis’in kapısında dilenci var, Cumhuriyet Anıtı’nın önünde bir kadın kucağında çocuğuyla kendini pazarlıyor ama Ulus’u düşündüğümüzde, devrimlerin hayata geçirildiği, direnişin ve isyanın merkezi bir anlamda. Sonra düşündüm, dünyanın başka kentlerinde, tarihsel açıdan bu kadar önemli olan yerler Ulus gibi mi, diye. Hayır, hiçbiri böyle değil; hepsi tertemiz ve koruma altında. Ben bu durumun nedenini sorgularken, kafamda bazı düşünceler oluşmaya başladı ve araştırmaya, düşünmeye, okumaya başladım. Şunu çok önemsiyorum: Doğru soruyu sormak; ama burada mesele doğru cevabı bulmak değil. Ben kendi sorumun ve kendi yanıtımın peşindeydim. Boş boş gezdim; arkadaşlarım bana ne yapıyorsun diye sorarlardı, fotoğraf da çekmiyordum. Biriktiriyorum derdim, anlamaya çalışıyorum… Biliyorum ki anlamadığın bir şeyi anlatamazsın. Bu süreçte Ulus’un bir sokağında örneğin Ordulular oturuyordu, bir diğerinde Kastamonulular; bu insanlar dağlık köylerden göçle gelmişlerdi. Sonra şunun farkına vardım: Ulu- Kontrast s’ta çok eskiden beri yaşayan insan yok, bu bir göç kültürü. Bu kültür sahiplenmemeyi de getiriyor. Tek amaç var, yaşamak. Böyle olduğunda diğer ihtiyaçlar ikinci plandadır. İnsan en son kültürü, sanatı düşünür. Tüm bunları gördükten sonra benim zihnimde şu kavram oluştu: “Yeniden Ulus”. Sonrasında bu ad çok kullanılır oldu. Konuyu biraz daha derinleştirdiğimde “Yeniden Ulus” bana yetmedi. Projenin ana adı aynı kalmakla birlikte “Devrim-karşı devrim diyalektiğinde Yeniden Ulus” adını kullanmaya başladım. Sonrasında fotoğraflama süreci benim için daha kolaydı; çünkü nereden baktığımı öğrenmem gerekiyordu. 2005 yılında sunulan bir gösteriydi ve içime sinen bir çalışma oldu. İkinci basamağına henüz başlamadım; umarım yakın zamanda ona da başlayacağım. Fotoğrafla olan kişisel yakınlığınız dışında eğitmenlik yönünüzden söz edersek, bir eğitmen olarak fotoğraf(çılık) ne kadar öğretilebilir bir alandır sizce? Fotoğrafçılığın teknik kısmının öğretilmesinin hiç de zor olmadığını düşünüyorum; ben 6-8 yaş grubuyla da, 70-80 yaşlarında emeklilerle de derse girmiş biri olarak bunu söyleyebilirim. Elbette ki fizyolojik yaşın ya da beden yapısının ya da kişinin ruh hâlinin bir takım engel ya da avantajları olabiliyor ama sonuçta biz bir tekniği anlatıyoruz. Önemli olan o tekniği anlatmanın yanında, fotoğrafın dilini anlatmak, etik değerlerden söz etmek. Teknik kısmı çok basit; örtücü, diyafram, bunların fotoğraf üzerindeki etkileri, kompozisyon, kompozisyonun göreceliliği vs… Bunları öğrettikten sonra geri kalan kısmın bireyin kendisiyle ilgili bir süreç olduğunu düşünüyorum; çünkü birey zaten kendi entelektüel birikimini, yaşam algısını, yaşarken oluşturuyor ve bir teknikle onları ifade etmenin yolunu buluyor. Fotoğraf eğitiminin kolay olduğunu düşünmekle birlikte, özen gösterilmezse çok tehlikeli olabileceğini de düşünüyorum. Fotoğraf çok popüler bir dil olduğu için sadece teknik eğitimin yeterli olmadığını, örneğin etik konusunun mutlaka işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bilmem kaç bin lira vererek alınmış bir makineye sahip olmanın sizi diğer insanlardan üstün kılmadığını, onları çalışmanızın parçası olarak kullanma hakkınız olmadığını anlatmak gerekiyor. Sonuçta fotoğrafın teknik kısmını öğrenmek çok kolay; belki bu yönünden dolayı insanlar akın akın fotoğrafa yöneliyor. Teknik anlamda özel bir yetenek gerektirmiyor oluşu da etkili olabilir mi? Elbette bir yetenek vardır da bu yetenek, iyi fotoğrafçıyı diğerlerinden ayıran özelliktir. Şimdi şöyle bir tehlike var, -Sevgili Özcan Yurdalan’ın geçen Kontrast’ta değindiği gibiilk eğitimini alanlar hemen sokağa çıkıyorlar, varoşlarda fotoğraf çekip, paylaşım sitelerine bunları yüklüyorlar; sonra gelsin övgüler, eleştiriler… Fotoğrafı çekilen kişi belki buna izin vermiştir ya da beden diliyle buna karşı gelmemiştir ama herhalde internette bunun paylaşılacağından ya da altına alakasız bir metnin yazılacağından haberli değildir. Bu tip paylaşımlarda bireyin çok dikkatli olması gerekiyor. Eskiden böyle değildi. Eskiden, eğer sizin fotoğraflarınız bir gösteri için kullanılacaksa, gösteri yapılan yerde, sergi açıyorsanız sergi açtığınız yerde görünürdü. Günümüzde fotoğrafın asıl tehlikesi de burada başlıyor. İşin duyarlılıkla ilgili kısmını yalnızca söylemde bırakmıyor, çeşitli sosyal sorumluluk projeleriyle hayata geçiriyorsunuz. Öncelikle “Az Gören Çocuklarla Fotoğraf Eğitimi” projenizden bahsedelim. Bu projenin adeta bir meydan okuma olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Çalışmanın ortaya çıkışı ve hayata geçişi nasıl oldu bahseder misiniz? Eğitimler sırasında fotoğrafın geniş kapsamlı bir yönü olduğunu fark ediyorduk. Başka neler yapabiliriz derken, bir öğrencim Özürlüler İdaresi’nde çalışan bir arkadaşı olduğunu ve onlarla çalışma konusunda ne düşündüğümü sordu. Sanırım 2005 yılıydı ve Başbakanlık Özürlüler İdaresi, o yıl ilk proje yarışmasını açtı ve biz de bu yarışmaya “Bedensel Engelli Çocuklarla Fotoğraf Eğitimi” projesiyle katıldık. Projeyi hayata geçireceğimiz zaman, bize bütçenin olmadığı söylendi ve bu proje hayata geçemedi; ama bu sürecin şöyle bir etkisi oldu, insanlar benim böyle çalışmalara yakın olduğumu öğrenmiş oldular ve bir özel merkezden, az gören çocuklarla fotoğraf eğitimi yapıp yapamayacağımızı sordular. Hemen o anda evet bu denenmeli, diye düşündüm. Yalnız şunu hemen belirtmeliyim, bu çalışmalarda sanat yapıyoruz gibi iddialarla yola çıkılmadı asla. Zaten bırakın bu süreci, sürekli yaptığımız eğitimlerde de sanat yapıldığı iddialarına itirazım var. Bu konuda Sontag’a katılıyorum: “Fotoğraf sanat değildir; fotoğrafla sanat yapılabilir.” Ben bu işlerde sanat yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıyorum. Dediğin o meydan okuma duygusuyla araştırmaya başladım: “Az gören çocuklar aslında nasıl görürler?” sorusuyla başladım. Otofokus makinelerle çocukların görme sıkıntısının ortadan kaldırılabileceğini tespit ettim ve daha sonra, makine sıkıntısının nasıl çözülebileceğine kafa yordum; çünkü çocukların parası yoktu. Yaş grubu 9-12 idi ve her birinin engel seviyesi farklıydı. Tüm bunları düşününce, aslında asıl sorun fotoğraf değildi elbette. Onlara fotoğraf üzerinden diğerini tanıma, dış dünyayla iletişim kurma yetisi kazandırma yolunu açmaktı amaç. Fotoğrafın eşitleyen yapısını çok önemsiyorum. Bir fotoğrafın engelli bir birey tarafından mı üretildiği, engeli olmayan bir birey tarafından mı üretildiğinin bir önemi yok. Bu ve diğer eğitimleri, öğretirken öğrenme yolculuğu olarak özetleyebilirim. Bir başkasının bu projeler hakkında ne düşündüğünü hiç umursamıyorum. Ne kadar iyi fotoğraf çıkıp çıkmadığı da benim için hiç önemli değil; bizim hedefimiz bambaşka, tek bir çocuğun gözündeki gülümseme, onun hayat yolculuğunda gözlediğim ufak bir gelişim önemli. Dünya Bankası Yaratıcı Fikirler Yarışması’nı kazanan “İşitme Engelli Gençlerle Fotoğraf Eğitimi” projenizden bahsedelim. 11 Kontrast Söyleşi Altı aylık bir süreci kapsayan bu projede fikrin ortaya çıkışı, projelendirme aşaması… Bunlardan söz eder misiniz? Bu projenin önemli amaçlarından biri, çocuklara istihdam sağlamaktı. Foto muhabiri olarak ya da stüdyolarda çalışarak hayatlarını kazanabileceklerini düşünüyorduk; ama gelen öğrencilerin geneli lise öğrencisi oldukları için yaş problemleri vardı. Proje sonunda, yaşı çalışma uygun olanlardan biri Akşam Gazetesi’nde staj yaptı, ikisi grafik tasarım alanında çalışma imkânı buldu. Bu süreçte şunu gördük: İstihdam alanında belki de en dezavantajlı grup işitme engelliler. Yaratıcılık ihtiyaçtan doğar, derler ya biz de onların düğün fotoğrafı çekiminde yer alabileceklerini düşündük; bu yıl onları bu alana yönlendirmeye çalışacağız. Çalışmayı hayata geçirirken sizi en çok zorlayan kısım ne oldu ya da zorlanacağınızı düşündüğünüz hâlde rahat geçmesine şaşırdığınız bir durum oldu mu? Teknik terimleri öğretmekte zorlanacağımızı düşünüyordum. Biz bütün eğitmenler ve asistanlar işaret alfabesini öğrendik. Bu şekilde biz de kendimizi eğittik. Birçok derste, on dakikalık bir sürede her öğrenci kendi asistanına işaret dilinde bir kelime öğretiyordu. Böylece dengeli bir yapı kurmaya çalıştık. Projelerinizde özgün eğitim teknikleri geliştiriyorsunuz; her öğrenciye bir asistan 12 atanması gibi. Bu tip uygulamalarla makine alma zorunluluğu gibi maddi sorunlar da ortadan kalıyor ve dışarıdan bakınca, gerçekten engellerin aşılabildiği hissini veriyor. Manevi anlamda siz de beklediğiniz tatmini yaşıyor musunuz? Bu projenin finansman desteği vardı Hollanda Büyükelçiliği’nden, ama koşulları şuydu: Demirbaş malzeme alamazsınız. Dolayısıyla bu bütçeyi makineye ayıramadık. Zaten buna da yetmiyordu bütçe. Bir fotoğrafçının en kıymetli varlığı makinesidir. Düşünün öyle insanlar var ki hiç tanımadığı bir çocukla bir araya geliyor ve dört ay boyunca kendi makinesini ona kullandırıyor. Üstelik makinenin başına bir şey gelirse maddi bir karşılık alamayacağını biliyor. Altı aylık projenin dört ayı fiili eğitim süreciydi. Sanırım Türkiye’de bu konuda en deneyimli gruplardan biriyiz, hem eğitmen hem de asistanlar olarak. İşitme engelli gençlerde soyut kavramların gelişmediğinin farkına vardık; çünkü soyutu anlamlandırmak ve anlatmak onlar için zor. Eğitimlerde filmleri sessiz olarak izledik. Sessiz sinema oynadık ama işaret dilini yasaklayarak. Hem grup ruhu kurmaya hem de ödev verip bireysel çalışmaya yönlendirmeye çalıştık. Bizim için hiçbir proje salt fotoğraf eğitimi olmuyor. Nasıl fotoğraf bütün hayatı ilgilendiriyorsa, bu eğitimler de hayatın tüm yönlerini kapsayacak şekilde oluyor. Tüm bu çalışmalarınızın yanında Federasyon’da da aktif olarak görev alıyorsunuz. Hep bir Federasyon’un varlığından söz Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 edilir ama genel olarak işlevleri bilinmez. Federasyon’un görevleri nelerdir ve sizin federasyondaki göreviniz nedir bahseder misiniz? TFSF, Türkiye’deki üye derneklerin oluşumuyla uzun yıllar ve emekler sonrasında ortaya çıkmış bir oluşum. Görevi, Türk fotoğrafını dünyaya tanıtmak, Türkiye’de fotoğraf örgütlülüğünü sağlamak, fotoğrafın etik değerlerinin oluşumuna katkı sunmak, fotoğrafçı ve derneklere işbirliği imkânları sağlamak; kısacası ulusal ve uluslararası anlamda Türk fotoğrafını örgütleyip, onun sorunlarını ortadan kaldırarak, onu daha ileriye taşımak. Bunu özellikle sormak istedim çünkü sadece yarışmalar için varmış gibi bir izlenim var birçok insanda… Çok eleştirilen bir yapı… Benim görevim genel sekreterlik. Ben federasyona girmeden önce şunu biliyordum: En büyük eleştiri, yarışmalar federasyonu ithamıydı. Öncelikle şunu söylemeliyim, federasyonun maddi gelir kaynağı yok. Tek gelir kaynağı üye derneklerin aidatları ve yarışmalardan aldığı patronaj ücreti. Türkiye’de federasyon olsa da yarışmalar yapılacak, olmasa da… Yarışma konusunda federasyonun yaptığı şu: Birtakım standart ve kriterler getirerek bunlara uyum sağlamak ve seviyeyi yükseltmek. Son yıllarda federasyon çatısı altında önemli çalışmalar var. Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılacak bir koordinasyonla ilköğretimlerde ve liselerde fotoğraf kollarının kulüplerinin üye dernekler tarafından Kontrast Araç ve amaç yer değiştirdiğinde, her şey tersine döner, insan esir olmaya başlar. Oysa okyanus olan insandır; edebiyat, şiir, fotoğraf, sinema okyanusu besleyen nehirler, denizler gibidir. Onlardan birinin yokluğu okyanusu ortadan kaldırmaz ama eksiltir. desteklenmesi, öğretmenlere fotoğraf eğitimi verilerek çocuklara verilecek eğitimin yükseltilmesi, uluslararası sergi değişimleri yapılması gibi... İnsanlar aslında federasyonun ne yaptığını çok bilmediklerinden şikayet ediyorlar ama derneklerin bile büyük kısmı böyle bir çatının sorularına, taleplerine cevap vermiyor. Çok basit şeylerden bahsediyorum; örneğin, şunu yazıyoruz: Ulusal anlamda sergilenmek ya da Türkiye’yi temsil etmek üzere başvuruda kullanılmak üzere derneğinizi temsil edeceğini düşündüğünüz sergi ya da gösterilerinizi gönderiniz. Derneklerden cevap dahi gelmiyor. Türkiye’de kaç dernek federasyona bağlı? Şu anda 24 dernek bulunuyor federasyona bağlı olarak. Tüm derneklerin üye olması gibi bir beklenti de yok zaten. Ayakta duran, bağımsız iş üretebilen, gerçekten dernek niteliğini kazanmış ve federasyona katkı sunabilecek yapıda derneklerin bu çatı altına alınması önemli. Yoksa, “tabela dernek”lerin bizim gözümüzde bir önemi yok. Mesela telif hakları, fotoğrafın tescili üzerine çalışmalarımız devam ediyor. Kültür Bakanlığı’na maddeler dolusu önerilerde bulunduk ama bunların çok azı kabul edildi; onlar da değiştirilerek kabul edildi. Önümüzdeki dönemde federasyon daha merkezi, Ankara ya da İstanbul gibi bir merkeze gelecek; böyle olduğunda, hem operasyonel gücü hem de diğer faaliyetleri daha güçlü olacak- tır diye düşünüyorum. Kişisel olarak yarışmalara bakışınız nasıl? Kişisel olarak yarışmalara katılmıyorum. Bireyin bir fotoğraf üzerinden başarı kazanmasını, değerlendirilmesini çok doğru bulmuyorum. Bir de her ne kadar yarışmalarda fotoğrafın izin haklarından fotoğrafçı sorumludur gibi bir madde olsa da, özellikle çocukların, yaşlıların, yoksulların fotoğraf karesinde olduğu çalışmalarda ben inanmıyorum ki o fotoğrafı çekilen kişilerin o fotoğrafın yarışmada birinci olduğundan, fotoğrafçının da oradan para kazandığından haberi olsun. Bizim önerimiz fotoğrafın değil, fotoğrafçının değer bulduğu yarışmaların ön plana çıkması; portfolyo merkezli, içinde bir düşün- 13 Kontrast Söyleşi Fotoğrafın eşitleyen yapısını çok önemsiyorum. Bir fotoğrafın engelli bir birey tarafından mı üretildiği, engeli olmayan bir birey tarafından mı üretildiğinin bir önemi yok. sel yapı barındıran. Bir çalışmamız var ama hayata geçme ihtimali olur mu bilemiyorum. TFSF kupası adı altında, artık jürilerde sadece üç beş fotoğrafçıdan oluşan bir jüri değil, onun yerine fotoğrafla ilgilenen bir felsefeci, bir sanat tarihçinin de içinde olacağı bir jüri düşünüyoruz; çünkü fotoğraf tek katmanlı bir yapı değil ve o yüzden hak ettiği yeri vermek için de biraz farklı bakmak gerektiğine inanıyorum. Eğitmenlik yapmanın kişisel üretim sürecini baskıladığı söylenir. Sizin için de bu durum geçerli mi? Kesinlikle geçerli. Genel olarak iyi bir eğitmen, iyi bir sanatçı ya da uygulayıcı değildir kabulü vardır ve benim için de geçerli. Çünkü ben bir şeyi yaparken tüm algım ve yüreğimle o işe odaklanıyorum. Eğitmenlik, paylaşımcı bir yapıyı gerektirir, özveri gerektirir. Ben hiçbir çekim alanında fotoğraf çektiğimi hatırlamıyorum. Hafta sonları öğrencileri çekime götürüyorum, hafta içi de eğitimlere girdiğimden zamanım olmuyor; ama şimdilerde biraz heyecanlıyım, aklımda bir iki proje var, umarım onlara çalışabilir olacağım. Önümüzdeki süreçte eğitim sürecini biraz azaltmayı düşünüyorum; çünkü hem kendimi geliştirip yeni yöntemler ortaya koymak, hem de bireysel üretime de biraz fırsat tanımak istiyorum. Bireyin kendi yolculuğu bambaşka bir şey ve insan buna ihtiyaç duyuyor. Eğitmenlik, yönetsel görevler vs. insanın üretkenliğini baskılıyor. Fotoğraf, kişisel bir anlatım özünde… İnsanlar fotoğraflarını paylaşırken çekinceler yaşayabiliyor; derslerinizde fotoğrafları değerlendirirken nelere dikkat ediyorsunuz? Her şeyden önce bir fotoğrafta iyi olan bir 14 şey mutlaka vardır diye düşünüyorum. Ben işe buradan başlıyorum. Biz Türkiye’de eleştiriyi biraz farklı algılıyoruz; iyi, güzel, çirkin, kötü, doğru, yanlış gibi yargılamak olarak algılıyoruz. Hâlbuki bizim yapmamız gereken şey –Terry Barret’ın söylediği gibi- fotoğrafı betimlemek ve yorumlamak. Işık ölçümü, netlik, objektif seçimi ya da bakış açısı gibi yerlerden bakmaya çalışıyorum. Daha sonra fotoğrafı çeken kişiyle karşılıklı olarak konuşuyoruz; istediği etkiyi elde edebilmiş mi, örneğin neden o açıyı ya da objektifi seçmiş gibi. Böylesi daha çözümleyici oluyor bence; hem biçim hem içerik açısından bakıyorum. Öyle fotoğraflar var ki içerik önceliklidir, ona göre bir başlangıç yapıyorsunuz, ama öyle fotoğraflar da var ki biçim merkezli, onlarda biçimden başlayıp içeriğe doğru geçiş yapıyorsunuz. Bütün bunları da grupla karşılıklı konuşarak yapmaya çalışıyorum. Gruptan beni zenginleştiren çok ilginç yaklaşımlar da gelebiliyor ve bazen itirazlar da geliyor, kendi yanılgılarımı görebiliyorum. Bu konu doğruları olan bir konu değil; o yüzden fotoğraf yorumlamak, çok dikkatli yapılması gereken bir şey. Şuna da dikkat etmek lazım: Bazı kişiler iyi bir fotoğrafçı olmayabilirler, belki fotoğraf çekmeye devam etmeyebilirler ama fotoğraf izleyicisi olacaklardır ki eğitim veren kurumların bunu da göz önüne alması gerekiyor. Bresson’un “Fotoğraf bir yaşam biçimidir” ve “Fotoğraf hiçbir şeydir; beni ilgilendiren hayat” cümlelerini derslerde sık sık kullanıyorsunuz. Siz kendi gri alanınızı nasıl yarattınız? Fotoğrafı seven birçok dostumdan “Fotoğraf benim için yaşamın amacı” sözünü duyardım. Benim için değildi ve bu konuda eksiğim galiba diye düşünürdüm. Benim için hiçbir Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 zaman tek bir olgu yaşam amacı olamaz. Üstelik bunu söyleyenlerin birçoğu fotoğraftan koptu ve uzaklaştı. Benim gözümde fotoğraf bir araç. Araç ve amaç yer değiştirdiğinde, her şey tersine döner, insan esir olmaya başlar. Oysa okyanus olan insandır; edebiyat, şiir, fotoğraf, sinema okyanusu besleyen nehirler, denizler gibidir. Onlardan birinin yokluğu okyanusu ortadan kaldırmaz ama eksiltir. Benim için de hayatta umutla umutsuzluk arasında gidip gelen çok fazla gri var. Fotoğraf olmazsa yoksullaşırım, eksilirim ama yok olmam. Son olarak, hayata geçirilmeyi bekleyen ne gibi projeleriniz var? Engelli projelerimiz devam edecek, onları çok önemsiyorum ama o çalışmaları yeni yetiştirdiğim eğitmen arkadaşlarıma devrediyorum; bu projeler benim varlığımla anlam kazanmamalı. Ben bu projelerin hepsini Fazlı Öztürk olarak yapabilirdim ama ben gittiğimde biten projeler olurdu. Oysa AFSAD projesi olduğunda, ben gidersem, başka bir eğitmen gelir ve projeyi devam ettirir düşüncesiyle hareket ettim. Bu yıl sokak hayvanlarıyla ilgili geniş kapsamlı bir çalışma düşünüyorum. Bir de eğer izinlerini alabilirsek bir köyün belgesel çalışmasını yapacağız. Kontrast A İNCE ELEK ltan Bal Fotoğraf Çekmeye Yeni Başlayanlar İçin Rehber: Fotoğraflarınızın Kelimenin Tam Anlamıyla Sıradan Olması için Yapmanız Gerekenler Fotoğraf çekmeye merak saran arkadaşlarımıza ve fotoğraflarının nasıl daha “güzel” olacağını anlatan fotoğrafçı ağabeylerimize her köşe başında rastlamak mümkün. Kelli felli insanların, “hoca”sı olmakla ateşlenen birilerine fotoğraf dersi vermenin dayanılmaz çekiciliği bu ağabeylerin artmasına sebep oluyor. Ben de güzel fotoğraf çekmeniz için yapmanız gerekenleri anlatmayı bu hocalara bırakarak, hobi düzeyinde fotoğraf çekmeye yeni başlayan arkadaşlarımıza, fotoğraflarının etkili ve akılda kalıcı olmaması için kısacası tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaratması için yapmanız gerekenlerden bahsetmek istiyorum. İlk yapmanız gereken daha fotoğraf öğrenmeye başlamadan önce, bütün markaların bütün modellerini en ince ayrıntısına kadar ezberlemenizdir. O internet sitesi senin, bu fotoğrafçı dükkanı benim gezip fotoğraf makineleri karşılaştırın; fotoğraf çekerken kesinlikle kullanmayacağınız en ince ayrıntılarına kadar tüm makinelerin birbirinden farkını bilin. Fotoğraflarınızın sıradan olması için bu yetmez. Fotoğraf çekmeye daha başlamadan “Canoncu-Nikoncu” tartışmasına siz de girin. Etrafınızda fotoğraf çeken birileri varsa arayıp “Canon mu, Nikon mu?” diye sorun. Eğer makineniz Canon’sa Nikon kullanlarla uzun uzun geyik sohbeti yapın. Tersi de geçerli. Şimdiye kadar makinelerle olan mücadeleniz bitmediyse, hemen fotoğraf paylaşım sitelerine girin ve orada beğendiğiniz fotoğrafların sahiplerine mail atın ve kullandıkları makineleri, objektileri sorun. Hızınızı alamazsanız, okuyup beğendiğiniz bir romanın yazarına mail atıp romanını daktiloda mı yazdığını yoksa Word programını mı kullandığını hemen öğrenin. Aynı daktiloyu alırsanız aynı romanı yazabileceğinizi etrafınızdakilere anlatın. Bir sınıfta 40-50 kişinin olduğu bir fotoğraf kursuna başlayın. Fotoğraf kursunda size ders veren eğitmenlerin fotografik yetkinliklerini, yaptıkları çalışmaları daha önceden hiç araştırmayın. Haftada birkaç gün bir derslikte iki saat birilerini dinleyerek etkili fotoğraflar çekebileceğinize inanın. Derslerin dışında hiçbir çaba göstermeyin. Mesela size verilen ders notlarına hiç göz atmayın ya da evde fotoğraf makinenize elinizi bile sürmeyin. Fotoğraf makinesi fotoğraf kursuna götürülen bir nesne olarak kalsın hayatınızda. Fotoğraf albümlerine hiç bulaşmayın. Fotoğraf tarihinin tanınan fotoğrafçılarının kitaplarıyla zaman kaybetmeyin. Onun yerine bloglar var. Onun yerine fotoğraf paylaşım siteleri var. Zaten Google’da ilk sırada çıkmayan fotoğrafçıdan size ne… Fotoğraf kursunda da size ders veren eğitmeninizi Canon mu, Nikon mu sorularıyla boğun. Boğun ki size fotoğraflarınızı olumlu yönde etkileyecek bir şeyler öğretmesini engelleyin. Yine takip ettiğiniz temel fotoğrafçılık derslerinde size anlatılanları, eğitmenin heyecanını yok edecek bir ukalalıkla, bunları Photoshop’ta yaparız zaten deyin. Photoshop’un tek başına yeterli olacağına inanın. Fotoğrafla ilgilenmeye başladınız diye sanat dallarıyla ilgi alakayı kesin. Resim sergisi gezmeyin, film izlemeyin. Tiyatro mu? O zaten çok yapay gelsin size. Sinema varken tiyatro ne ki? Kendi şehrinizde olan hiçbir sanatsal etkinliği takip etmeyin. Onun yerine Photoshop çalışın. O daha önemli. Hatta hiçbir şey okumayın. Sanat konulu kitapları “entel, dantel” işi bulun. Okumaya zaten zamanınız yoktur. Fotoğrafları çekip internete yüklemek çok zamanınızı alıyordur eminim. Teknik bilgilerin yeterli olduğuna inanın. İçerik ve biçim hakkında hiç kafa yormayın. Birkaç ay o kalabalık sınıfta derse gidip bir de dış çekim yaptığınızda gerekli olan her şeyi öğrendiğinize emin olun. 4-5 ay sonra artık siz de ders verebilirsiniz. O kadar sabrınız yoksa belgesel, düğün, şiirsel doğum fotoğrafçılığına hemen başlayabilirsiniz. Facebook’taki isminizin yanına “photography” eklemeniz yeterli bunun için. Kurmaca, belgesel, şiirsel fotoğraf gibi hayal gücümüzü zorlayacak tanımlamalar yaratıp en iyi fotoğraflarını da siz çekin. Fotoğrafçının yalnız çalışması gerektiğini unutun. Hemen kendinize bir grup edinin. Bu grubunuz en az 15-20 kişiden oluşsun. Her iki haftada bir haftasonu yaşadığınız şehirdeki bir semti fotoğraf makinelerinizle basın. Orada yaşayanların av hayvanı, kendinizin de avcı olduğuna inanın. Hatta bunu sürekli tekrarlayın: “Ben bir avcıyım!” Çekim gezilerinden eve döner dönmez, çektiğiniz fotoğraflarınız içinden bir seçme yapmadan her çektiğinizi hızlıca sitelere yükleyip sağa sola mail atın ve arkadaşlarınızdan gelen “ellerine sağlık” ve “ışığın bol olsun” cümlelerine hiç üşenmeden cevap yazın. Şimdiye kadar yapmadıysanız hemen hatırlatayım: Bir yerlerde adınıza “photography” ekleyin grup kurun. Ve geldik en önemli noktaya. Her yarışmaya hiç sektirmeden katılın. Jürileri araştırıp, hoşlandıkları türden fotoğraflar gönderin. Eğer kazanamazsanız hemen şike olduğundan bahsedin. Fotoğraf sergilerine gidip bunu ben de çekerim deyin. İçinizden demeniz yetmez, arkadaşlarınıza da söyleyin. Hatta Photoshop bunlar, deyin. Bir grup edinip, sürü hâlinde fotoğraf çekmeyi adet edinin. Tekrarlıyorum çünkü fotoğraflarınızın tam bir hayal kırıklığı olması için bu çok önemli. Fotoğraflarınız umduğunuz gibi değilse, her bulduğunuz atölyeye gidin. Ama eğitmeni hakkında daha önceden bilgi edinmeye çalışmayın. Belgesel Fotoğraf Atölyesi düzenleyen birinin belgesel bir fotoğraf çalışması olup olmadığını hiç araştırmayın. Önemli olan ağzının iyi laf yapması; size ne fotoğraflarından. Siz de atölye boyunca hiç fotoğraf çekmeyin. Fotoğrafın kuramsal yanıyla ilgili bir satır bile okumayın. Size makine karşılaştırmaları yapan parlak kağıda basılmış dergiler yeter de artar bile. Yeni çıkan makineleri takip etmeniz çok önemli. Bunu unutmayın. Sanki fotoğraf makinesi fabrikası kuracakmış gibi yeni çıkan her modeli takip edin. Sizin ortalama fotoğraflarınızı çok iyi bulacak bir grup edinin. Onlara ders vermeye başlayın onlarda size “Hocam” desin. Her çektiğiniz fotoğrafı çok beğensinler. Ve en önemli aşamaya geldik. Siz de bir yerlerde fotoğraf dersi vermeye başlayın. Sonra da sanat karın doyurmuyor deyip, normal ücretlerinin dörtte bir fiyatına fotoğraf çekim işleri bulmaya çalışın. Tüm bunları yaptıktan sonra fotoğraflarınız hâlâ sıradan değil de etkili ve akılda kalıcı ise lütfen beni bulun ve nasıl yaptığınızı bana da anlatın… 15 Kontrast Hazırlayan: ÖZLEM ESER DİSİPLİNLERARASI BİR DİSİPLİN OLARAK FOTOĞRAF 16 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 Kontrast Disciplinarum Libri X Romalı bilgin ve yazar Marcus Terentius Varro M.Ö. 1. yüzyılda Disciplinarum libri IX adlı eserini yazarken, bu eserin 21. yüzyılda bir fotoğraf dergisinin dosya konusunda gündeme geleceğini düşünmemişti muhtemelen. Eser bugün kaybolmuş olduğu için Varro’nun disiplinlerarası bir disiplin olarak fotoğrafı tanımlayıp tanımlamadığını bilemiyoruz. Fakat bilgiyi yani bütünü parçalara ve kategorilere ayırarak disiplinlerin oluşumunun temellerini atmış ve böylece parçalarda (disiplinlerde) gözkamaştırıcı bir uzmanlaşma sürecini başlatmıştır. Dosya konumuzda oluşturmaya çalıştığımız Disciplinarum libri X’un amacı ise, Varro’nun bilgiyi parçalara ayırmasıyla başlayan sürecin ardından, diğer disiplinler içerisinde fotoğrafın bir disiplin olarak kendini tanımlamasını ve gelişim süreci içerisinde disiplinlerarası bir disiplin olarak fotoğrafı incelemektir. 17 Kontrast Fotoğraf resmettİğİ şeyİn İfade ettİğİ anlamlar dışında resmettİğİ şeyle İlgİlİ bİlgİlerİn bİr parçasıdır.” Levend Kılıç M.Ö. 1. yüzyılda başlayan bilgideki uzmanlaşma ve alanların sınırlarını belirleme, yani kutuplaşma süreci, modernizm ile birlikte en yetkin hâline ulaşmıştır. Disiplinler yeni bilgileri keşfetmenin ve yeni anlayışları üretmenin temel mekanizması olarak görevlerini başarıyla yerine getirmişlerdir. Fakat, disipliner çalışmaların aşırı uzmanlaşma, genişlik karşısında derinlik tercihi, bilgiyi parçalayarak bölümlere ayırması ve bilgiyi bütünleştirememesi gibi güçlü ve zayıf yönleri bulunan alanlar olması nedeniyle, karmaşık sorunların bazı yönlerinin ele alınıp çözüme kavuşturulmasında zaman zaman büyük çaplı kesin çözüme ulaşmakta yetersiz kaldığı durumlar yaşanmıştır. Bu durum, disiplinlerarası çalışmaların temelini oluşturan, birçok bilgi türünü biraraya getirip sentezlenmeye götüren ve bütünleşik bir yaklaşımı gerektirmiştir. Biyokimya, mikrobiyoloji, kimya mühendisliği, iktisat, sosyoloji –ve de- fotoğraf, ortak ilgi alanlarına sahip disiplinlerin sınırlarının kesiştiği düzlemlerde, disiplinlerarası bir evrim geçirerek doğmuş disiplinlerdir. Necdet Teymur’un deyimiyle “disiplinlerasılık bir ‘meyve salatası’, yani zaten var olan değişik meyvelerden alınmış parçaların bir araya getirildiği ve üzerine birazcık krema konularak oluşturulmuş yapay bir nesne değildir. Disiplinlerarasılık, yeni ‘meyve’ler düşünmeyi gerektiren bir düşünce tarzıdır.” (Teymur 1998: 274). Kant ve Bacon olmak üzere tüm Aydınlanma felsefesi savunucularını ve de yaşamın bir bütün olarak algılanmamasından kaynaklanan problemlerin söz konusu olmaya başladığı anda da Aydınlanmacı Pozitivizme karşı ilk başkaldırıyı yaparak “insan” ve “varoluş” kavramlarına öncelik kazandıran gelişmenin başlamasında Nietzche’yi saygıyla anıyoruz. Inventas Vitam Iuvat Excoluisse Per Artes, Virgil (Buluşlar, sanat yoluyla güzelleştirilen hayatı genişletir.) Virgil’e teşekkürler. Adeta fotoğrafı tarif etmiş. Fotoğraf, bir grup çok yetenekli olmayan sanat meraklısının daha az yetenek ve daha az zaman gerektiren bir sanatsal üretim biçimi bulma çabasının bir ürünü olarak gelişimini sürdürmemiştir. M.Ö. 330’da Aristo’nun Problemata’da Karanlık Kutu’dan ilk kez bahsetmesinin ardından Aristo’dan İbnü’l Heysem’e, Mao Ti’den Leonardo Da Vinci’ye kadar Yunanlı, Çinli, Avrupalı ve Arap bilim adamları, sanatçılar ve filozoflar yüzyıllar boyunca görüntünün iki boyutlu yüzey üzerine düşürülmesi ve sabitlenmesi üzerine çalışmışlardır. Bu çalışmalar, Rönesans’ın yenilikçi ve yaratıcı gücü ve ardından Sanayi Devrimi’nin getirdiği modernleşme süreci ile oluşan yeni toplum düzeni, bilimler ve disiplinler dünyasındaki yeni düzenlemelerin etkisi birleşerek fotoğrafı insanlığın hizmetine sunmuştur. Bilim adamları ve sanatçılar, yaptıkları çalışmalar ile sadece karanlık kutuyu geliştirme Fotoğraf makinesinin mekanizması kaynaklarını fizik, kimya ve optikten, yani bilimden alır. Oluşumu itibariyle teknolojik bir üretim biçimidir. Fotoğrafik görüntü ise, resim ve baskı teknikleri gibi iki boyutlu yüzey üzerinde görüntü oluşturma tarzıdır. Fotoğraf, bilimin ve sanatın bir alt disiplini olarak değil, disiplinler arası bir yol izleyerek konumunu belirlemiş ve özerk bir disiplin, bir sanat disiplini ve disiplinlerarası bir medium olarak günümüz kültür, bilim ve sanat ortamındaki yerini almıştır. Bu noktaya ulaşılan yolda bütünün parçalara ayrılmasında Varro’yu, özellikle Immanuel Fotoğraf: H. Irmak Soldamlı 18 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 Kontrast “Fotoğraf, sanatsal anlatımın bİçİmsel olarak yüksek bİr tarzıdır kİ bu onun resİm, şİİr ve heykel sanatları arasında yer almasını sağlar. Fotoğraf özel bİr sezgİsel yaratıcılık yeteneğİnİ İşİn İçİnde kullanır.” Misha Gordin girişimleriyle kısıtlı kalmamış, erken yıllardan itibaren onu bir araç olarak da kullanmışlardır. Fotoğraf makinesi varlığını bilime borçlu; aynı zamanda varlığı ile bilime hizmet eden teknolojik bir üretim biçimidir. Mehmet Bayhan’ın üzerinde durduğu gibi, yılların her eylemi fotoğrafla iç içedir. İnsan, bedeninin beş duyu ile algılama olanaklarıyla sınırlıdır ve sezgiler de yeterli olmayabilir. Bilimsel ve teknik çalışmalar, gerçeklerin büyük bir duyarlılıkla saptanmasını gerektirir. Bu gereksinmeyi karşılayacak bir malzemedir fotoğraf makinesi. Atomik patlamalar veya çok hızlı hareket eden makine parçaları, saniyede 20 milyon karelik hızlarla çalışan makinelerle fotoğraflanabilir. Tıpta kılcal damarların içine kadar bakılabilir. Adli tıp ve polis fotoğrafı birçok olayın belgelenmesini sağlar ve aydınlatılmasına yardımcı olur. Uydu fotoğrafları ile arkeolojik sit alanları saptanır ve incelenir. Doğanın, bitkilerin, hayvanların gözlemlenmesinden spor ve şehirciliğe kadar her konuda özel fotografik teknikler kullanılarak sonuca varılabilir. Günümüzde ise, bilim ve teknoloji sayesinde gelişen yeni imaj teknolojileri ile fotoğraf, gerçekliği kaydetme sorumluluğunu ve sınırlarını aşmakta, fotoğrafta imaj ve gerçeklik kavramlarına yeni bir boyut getirmektedir. Fotoğrafı tanık olma ve temsil etme görevlerinden kurtaran yeni teknolojiler, yeni kavramsal ve kuramsal çerçeveler, yeni bir görme kültürü, yeni bir imaj devrimi, gerçekliğin yeni boyutlarını ve bilgi modellerini gündeme getirmektedir. Bonum Commune Communitatis (Toplumun Ortak Çıkarı) Daguerrotype ile sabitlenen görüntü, vakit kaybetmeden insanlığın hizmetine girmiştir. Nesnel gerçekliği yansıtması\ daha doğrusu nesnel gerçekliğin görgü tanığı olması, belge özelliğini vermiştir fotoğrafa. Levend Kılıç’ın fotoğrafın belge özelliğine dair şu cümleleri önemlidir: “Herhangi bir şeyin fotoğrafı, o şey açısından fotoğrafın çekildiği mekan, durum ve ânla ilgili bir belgedir. Belgeyi oluşturan fotoğrafı çekilen şey, içerisinde bulunduğu mekan ve çevresindeki diğer nesneler gibi birçok bilgiyi de içerir. Yani fotoğrafı çekilen şey belge niteliği kazandığında, o fotoğrafın içindeki her bir detay da kendi başına bilgi niteliği kazanır. Bu nedenle, bir şeyin fotoğrafı çekildiği zaman, o şey fotoğraf yoluyla belgelenmiş olur ve bu belge sayısız bilgiyi içerir. Fotoğraf resmettiği şeyin ifade ettiği anlamlar dışında resmettiği şeyle ilgili bilgilerin bir parçasıdır.” Toplumsal bilinç uyandırma ve bilgi aracı olma gibi önemli alanlar, fotoğrafa ciddi sorumluluklar getirir ve onu toplumun incelenmesi ve toplumsal değişme gibi alanların içine sokar. Bu noktada, doğum tarihleri ve gelişimleri Fotoğraf: Murat Germen 19 Kontrast Fotoğraf: Uğur Okçu aşağı yukarı aynı tarihler olan sosyoloji ve sosyal bilimlerin diğer disiplinlerini (tarih, felsefe, psikoloji, antropoloji, hukuk, ekonomi, coğrafya, arkeoloji ve elbette sanat tarihi) fotoğrafla vazgeçilmez bağları olan alanlar olarak ele almak gerekir Gerek fotoğrafçılar, gerek sosyologlar toplulukları betimlemişler; göç, yoksulluk, ırk, toplumsal huzursuzluk gibi çağdaş toplumsal sorunlarla ilgilenmişler, meslekler ve bu işlerle bağlantılı kurumlar üzerine çalışmışlardır. Fotoğrafçılar da en az sosyologlar ya da kültür yorumcuları kadar, yeni toplumsal sınıfların yükselişlerine ya da toplumda unutulan gruplara dikkat çekme konusunda hassastırlar. Merter Oral fotoğrafçıları “eli fotoğraf makineli sosyologlar” olarak tanımlar. Amerika’daki çocuk işçi ve göçmenleri belgeleyen ve sorunlara dikkat çeken fotoğrafçı ve sosyolog Lewis Hine gibi. Günümüzde fotoğraf, sosyal bilimler içerisinde artarak önem kazanmaktadır. Gamze Toksoy bu konuda şunları söylüyor: “Fotoğrafın sosyal bilimler içerisinde önem kazandığı tespitine katılıyorum. Ancak aslında bu bilgi, fotoğrafın sosyal bilimler içerisinde önem kazanmasından çok daha geniş bir tartışma düzlemine işaret eder. O da sosyal bilimlerde disiplinlerarası yaklaşımlardır. Özellikle 90’lardan sonra sadece fotoğrafik görüntüler değil, görsel alana konu olan bir çok farklı görüntü üretme biçimlerinin sosyal bilimlerin araştırma ve uygulama konuları arasında yoğun olarak yer almaya başlamasında, sosyal bilimlerin klasik bilimsel argümanlarına yöneltilen eleştirilerin 20 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Farklı kanatlardan beslenen eleştiriler, sosyal bilimlerin kurumlardaki yerleşik yapılarıyla ürettikleri bilginin günümüz dünyasını açıklamaya yetmediği, disiplinlere ayrışık bakışın sınıflandırıcı, kategorize edici, anlamaktan ve yorumdan uzak yaklaşımlar doğurduğu; oysa modern dünyanın değişen hızında yeni dinamikleri de değerlendirebilecek ve gündelik yaşamın bilgisiyle yoğrulabilecek teorik ve metodolojik yaklaşımlara ihtiyacımız olduğu düşüncelerinde birleşmektedir. Bu yüzden, sosyal bilimlerin günümüz dünyasının ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte bilgi üretimi için kendi dar sınırlarını aşması ve farklı disiplinlerle, yalnızca o disiplinlerin bilgilerini alacak şekilde değil, çoğul bakışların biraradalığını zorlayan, çoğul bilgi üretimini hedefleyen yerden kapılarını aşması gerekmektedir. İşte gündelik yaşamımızda önemli yeri olan fotografik görüntüler; gittikçe karmaşıklaşan üretim ve dolaşım biçimleriyle, düşüncelerimizi, arzularımızı, eylemliliklerimizi yönlendiren uyaranlar, araçlar olarak topluma dair önemli izler taşırlar ve modern toplumları anlama çabasında sosyal bilimlere farklı olanaklar yaratmaktadırlar.” Yaşamı belgeleyen, toplumsal dinamikleri etkileyen bir unsur olması, fotoğrafın sanatla olan ilişkisini de güçlendirmektedir. İnsanın bireysel dünyasının sanat eserinin oluşumundaki önemi kadar, toplumsal yaşamın yapısı ve toplumsal koşullar da sanatı etkilemiş, dönemin sanat anlayışını oluşturmuştur. Toplum ve insanla iç içe olan fotoğraf, sahip olduğu düşünsel ve estetik yapısı nedeniyle bir belge, kanıt ve iletişim aracı olmasının yanı sıra sanatsal bir ifade aracıdır. Kontrast ma biçimleri belirler.” (Teymur 1998: 270) Sanat, kullandığı farklı ifade araçları, malzeme ve tekniklerden dolayı resim, heykel, mimari, seramik ve fotoğraf gibi farklı disiplinlere ayrılmış ve eserin üretiminde kullanılan malzemenin niteliği doğrultusunda her disiplinin dili ve kuramı oluşmuştur. Fotoğraf, günümüzde görsel veya plastik sanatlar olarak tanımlanan grupta yer almaktadır. Disiplinlerin oluşmasında iki tür çıktı vardır ve bu çıktılar aynı zamanda kendi disiplinlerini oluştururlar. Bunların birincisi disipliner “değerler”, ikincisi ise “diğerler”dir. Disipliner değerler, bazı nesneleri öne çıkararak onlara değer atfeder, diğer yandan da onların bazılarını bilgisel nesneye dönüştürerek onlara değer verir; kavramsallaştırır ve disipliner nesne hâline getirir. Disiplinler, bir de dışta bıraktıkları diğer nesnelerle “diğer”ler yaratırlar. Bunlar, kesinlikle disiplinlerine almaya layık görmedikleri ve diğer disiplinlerin değer verip almış oldukları, yani diğer disiplinlerin nesneleri olan “diğer”ler. Disiplinler kendi değerlerini ve diğerlerini tanımlarken, diğerlerinin değerlerini ve diğerlerini de yaratmış olurlar. Bu süreçler disiplin kavramlarını oluştururlar (Teymur 1998: 271). Bu bağlamda; bir sanat disiplini olarak ele alındığında fotoğraf, tarih sahnesine çıktığı ilk yıllarından itibaren, iki boyutlu yüzey üzerine resmetme biçimi olması ve kullandığı ortak kavramlar nedeniyle resimle yıllar sürecek ilişkisine; yani diğerlerini ve değerlerini belirleme sürecine başlamıştır. Diğer taraftan, “disiplinlerarasılık” dediğimiz kavram birbirleriyle yer yer örtüşen, çakışan, çelişen bir diğerler alanıdır (Teymur 1998: 272). Bu noktada fotoğrafın, resmin yanısıra diğer sanat dalları ile arasındaki “diğer”lerini ve “değer”lerini belirleyerek kendini bir disiplin olarak tanımlamış ve resmin yanısıra, tüm görsel, işitsel ve edebi disiplinlerle ilişki ve üretim hâlinde olarak disiplinlerarası bir sanat disiplini olarak varlığını ortaya koymuş olduğu görülür. Ars Artis Gratia (Sanat sanat içindir) Neyseki konumuzun odak noktası “ars artis gratia” değil. Aydınlanma Çağı ve modernleşme sürecinin 19. yüzyılda, kültüre ve sanata yüklediği “Burada, Şimdi, Hemen” ilkesi sayesinde önem kazanan görsel izlenim, insana bağlı değerlerin yeniden yorumlanması ve insanın kendisine olan güvenin artmasını sağlayan “hümanistik psikoloji” kuramı ile birleşmiştir. Bu kuramın yaratıcılığı destekleyen özü, 19. yüzyılın “her şeyin, ama her şeyin sanat konusu olabileceğini” vurgulaması gibi etkenlerin yanı sıra “bilgi”ye verilen önem, bilimsel bilgi ile sanatsal bilginin birlikteliği, fotoğrafın sanatla ilişkisini henüz erken yıllarda bir araya getirmiştir. Diğer taraftan fotoğrafla eş zamanlı olarak ortaya çıkan, ilkeleri, çoğulculuğa ve eşitliğe dayanan sosyoloji, fotoğrafın görsel bir sanat dalı olarak kabulüne zemin hazırlamıştır. Necdet Teymur’un söylediği gibi: “Bilgilerin türlerini bir yandan onların bağlamları, nesneleri ve nesnelerinin tanımı, diğer yandan da üretilme, yeniden üretilme ve kullanıl- Fotoğraf ve resim ilişkisi, önceleri çekişme şeklinde olmuş; fotoğrafın resmin karşısındaki duruşu bir tehdit olarak algılanmıştır. Zaman ilerledikçe, fotoğrafın gerçekliğin tanığı olma yükünü omuzlarına almasıyla resim özgürlüğünü kazanmıştır. Sontag’ın belirttiği gibi “Resim ve fotoğraf, barıştırılabilmeleri için uygun bir toprak paylaşımına gitmeleri gereken ve potansiyel olarak rekabetçi olan görüntü üretme ve çoğaltma sistemleri değildir. Fotoğraf başka bir düzeyde bir girişimdir.” Fotoğrafın sanatsal bir üretim biçimi olduğunu düşünen erken dönem fotoğrafçılarından bazıları, konunun önemini kaybettiği, estetik endişelerin ön plana çıktığı resme öykünen “resimselcilik” üslubu ile nesnel gerçekliğin tanığı olmak zorunda olmaksızın, resim gibi özerk bir sanat dalı olduğunu ikna etme çabalarına girişmişlerdir. Alfred Stieglitz’in resimselcilik ile başlayan, fakat Paul Strand’ın fotoğrafı resmin etkisinden kurtarıp kendine özgü estetiği olduğunu kabul eden anlayışının etkisiyle doğrudan fotoğrafa uzanan çalışmaları, fotoğrafın bir anlatım aracı olarak kendi dinamiklerini de belirlemeye başladığının bir göstergesidir. “Farklı derelerden su getİrmek, dİrekt olarak fotoğraf İle anılmayan alanlardan fotoğrafa katkı sağlamak, fotografİk İfadeye yenİ boyutlar kazandırabİlİyor.” Murat Germen 21 Kontrast leneksel görüntülerin değiştirilmesinde etkili olmuştur. Fotoğrafta müdahale, fotoğrafı resme benzetmek değil, soyut veya yarı soyut yeni fotoğraflar üretmeye yönelik yeni bir kaynak artık. Yeni teknikler sayesinde fotoğrafçılar, resimdeki gerçekliği tamamen bir kenara atarak netsizlik, hareketli görüntüler, çoklu pozlama gibi teknolojinin sağladığı olanakları yaratıcı bir biçimde kullanmışlardır. Modernizmin fotoğrafa en büyük katkılarından biri Bauhaus Okulu ve Heykel Sanatçısı Moholy-Nagy’dir. Fotoğraf yapısı itibariyle, Bauhaus’un sanat ve endüstriyi birleştirme felsefesi ile büyük yakınlık içerisinde olmuştur. Bu yıllarda fotoğrafçılık “tasarım sentezi”nin en önemli unsurlarından biridir. Tasarım sentezi, kullanılacak malzeme ile doğrudan deneyimde bulunarak, görsel problemlerin çözümünü öğrenmek ve malzemeyle doğrudan, deneysel bir ilişki kurma sonunda ortaya çıkacak yapıtlardan kuramlar geliştirmektir. Moholy-Nagy fotoğrafçılığı, araştırılması gereken, kendine özgü biçimsel sorunları olan demokrat ve katılımcı bir toplum sanatı olma potansiyelini içeren bir iletişim ortamı olarak görmüştür. Bauhaus, öğretisi çerçevesinde, farklı ortamların ve farklı malzemelerin birlikte kullanılmasına ağırlık veren, teknolojinin yeni buluşları karşısında, onları deneysel biçimlerde kullanmaya hazırlıklı biçim ve içerikte konuya kuramsal yaklaşabilen sanatçılar yetiştirmiştir. Moholy-Nagy’nin fotoğrafa en büyük katkısı, ilk kez fotoğrafçılığı kendi başına ayrı bir akademik disiplin olarak koruyabilmesi ve diğer sanat dallarınca ezilmeden gelişimini tamamlayabilmesini sağlamak olmuştur. Geleneksel sosyal değerler ve estetik akımları inkar eden yaklaşımı ile Marcel Duchamp’ın “hazır nesneleri” de fotoğraf sanatının gelişiminde etkili olmuştur. Bazen bİr hazır nesne, bazen de özerk bİr üretİm bİçİmİ olarak fotoğraf, bugün dİğer sanat dalları İle İçİçe gİrmİş ve bu bİrlİktelİkler, sanatçının kendİsİnİ daha özgür İfade edebİleceğİ alanları yaratmıştır. Dönemin toplumsal yaşamı, ekonomisi, bilim ve tekniklerdeki değişim ve gelişmelerin sanat anlayışını etkilemesi sonucu, sanatta yeni akım ve anlayışlar oluşmuştur. Her bir sanat disiplini kendi dili çerçevesinde bu akım ve anlayışları değerlendirip uygulamıştır. 19. yüzyılın sonlarında, özellikle izlenimcilik ile birlikte özgürlüğünü kazanan resim, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren modern sanat akımlarının yardımıyla yeni üretim süreçlerine girmiştir. Dinamizm, Kübizm, Fütürizm, Dadaizm ve Sürrealizm gibi sanat akımları, fotoğraf alanında da etkisini göstermiştir. Bu dönemde gelişen fotoğrafa müdahale teknikleri ge- Postmodernizm ile birlikte bireyin ve teknolojinin önem kazanması, kurallara başkaldırı, anlatım biçimlerinin serbestlik kazanması, geçmiş üretimlerin yeniden ele alınarak farklı stillerle bir araya getirilmesi ön plana çıkmıştır. Modernizm ile başlayan bilginin parçalanması süreci, Postmodernizim ile bütünleşme ve alanlar arasında geçiş sürecine girmiş ve disiplinlerarasındaki sınırlar erimeye başlamıştır. Postmodernizm, Marcel Duchamp’la başlayan ve Sürrealizm, Neo – Dada, Pop Sanat ve Kavramsal Sanat’la geliştirilen deneyler yapmayı sürdüren bir çizgidir. Sözkonusu bu süreçte yeni ifade biçimleriyle gerçekliğin yeniden üretimi ve estetik sınırların ortadan kalkması ile fotoğraf yeni temsil biçimleri kazanmış ve sanatsal üretim dünyasındaki yerinin önemi artmıştır. Postmodernist fotoğraf etkinliğinin en önemli özelliklerinden birisi, fotoğrafın diğer üretim biçimleriyle birlikte kullanılmaya başlanması olmuştur. Soyut sanata tepki olarak çıkan Pop Art hareketi sanatta günlük yaşama dönüşü esas almış, ifade aracı olarak kitle iletişiminde kullanılan klişeleri ve imgeleri kullanmıştır. Pop Art, tüketim dünyasının gerçeklerini yansıtan bir dizi gösterFotoğraf: Suderin Murat 22 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 Kontrast Fotoğraf: Şirin Aydın geye ilişkindir. Hazır nesne olarak kullanılan fotoğraf Pop Art’ın önemli ifade araçlarından biridir. Özellikle Andy Warhol, Robert Rauschenberg gibi sanatçılar fotoğrafı ve fotografik imgeleri çalışmalarında sıklıkla kullanmışlardır. 1960 sonrasında, sanatta öznelliğin ön plana çıkması ve sınırların ortadan kalkmasıyla farklı disiplinleri bir araya getiren çalışmalar görünür hâle gelmiştir. Happening, performans sanatı, kavramsal sanat, foto-realizm gibi yeni ifade biçimleri oluşmuştur. 19. yüzyıldan itibaren pek çok ressam doğrudan doğruya fotoğraf üzerinden çalışmıştır. Pop Art ve foto-realizmin birleşmesinden oluşan hareket ile birlikte tuallere kopya edilen fotoğraflar yine moda olmuştur. Magazin dergilerindeki fotoğrafları geniş tuallere kopya eden Malcolm Morley’in resimleri bu akıma iyi bir örnektir. Kendinden önce gelmiş birçok ressamın söylediklerini yine tekrarlar Morley: “Her şey sanatın işine yarayabilir; her şey sanata konu olabilir.” Foto-realizmi benimseyen pek çok sanatçı, çevrelerindeki dünyaya ait fotoğrafların bir parçasını alıp tuale aktarırlar ve oluşan imgenin denetimi altında resmi tamamlarlar. Foto-realizmin etkili olduğu diğer bir alan ise heykel sanatıdır. Duane Hanson ve John de Andrea gibi foto-realist heykel sanatçıları bu dalda ilginç örnekler vermişlerdir. Gerçek ile kurgu arasındaki sınırların sorgulanma sürecine girilmesiyle fotoğraf çeken sanatçılarla fotoğraf üreten sanatçılar birbirinden ayrılmıştır. Victor Burgin’in getirdiği ayrımla “anlam bulmak” ve “anlam kurmak” arasındaki fark, bugün geniş bir çerçeve içerisinde fotoğraf pratiğinin özünü oluşturmaktadır. Fotoğrafçıları iki kampa ayıran ve “belgeselci”-“deneyselci” ya da “an yakalayan”-“an kurgulayan” gibi tanımlarla gündeme gelen ayrımdan söz edilmeye başlandığı noktada yeni bir alana girilmiştir: “Fotoğraf Temelli İşler.” Aktarılanın çoğu zaman gösterilen olmadığını söyleyen ve fotografik görüntüye ilişkin beklentileri çarpıtarak kullanan fotoğraf temelli işler üreten sanatçılar arasında John Baldessari, Cindy Sherman, Thomas Demand ve Andreas Gursky gibi isimler sayılabilir. 1980’lerden itibaren Türkiye’de fotoğraf temelli işlerle fotoğraf, geleneksel görünümünden ayrılmaya başlamıştır. Şahin Kaygun’un resmi ve fotoğrafı birleştiren işleri, günümüzde ise Ahmet Öner Gezgin, Ahmet Elhan, Nazif Topçuoğlu, Orhan Cem Çetin gibi isimler fotoğrafta ve sanatta yeni alternatif arayışlar içerisinde olan, anlam bulmaktansa anlam kurgulamak peşinde olan isimlerdir. Kavramsal sanatın doğuşuyla birlikte disiplinler arasındaki sınırlar tamamen erimiştir. Kavramsal sanatın öncüsü olan Joseph Kosuth’un sanat anlayışında çıkış noktası Duchamp’ın “hazır nesneleri”dir. Kosuth, sanat ve kültürün bağlarını vurgulyarak kültürel bilinci ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Sanatçı, antropolojiyi örnek alarak, “antropolojikleşmiş” sanatın toplumu değiştirebileceğine inanır. “Cathexis” adlı çalışmasında, izleyicinin sanat anlayışının, geleneksel olarak resimle- re yüklediği anlamla belirlendiğini ve bu anlamın, izleyicinin başka seçenekleri görmesini engellediğini öne sürer; izleyicleri önce tanıdık bir duruma çeker, sonra beklenen anlamı çıkarma girişimlerini engeller. Cathexis 16.-19. yüzyıla ait geleneksel resimlerin, başaşağı edilmiş, bağlamından soyutlanmış fotoğrafa müdahalelerinden oluşur. “Hypercathexis”te ise kırpılmış fotokopileri, arkaik metin parçalarını, okunamayan yazıları ve tuğla duvarların fotoğraflarını biraraya getirmiştir. Fotağrafçılığa hiç ilgi duymadığını ve hiç fotoğraf çekmediğini belirten Kosuth, bununla birlikte fotoğrafı pek çok çalışmasında kullanmıştır. Kavramsal fotoğrafın önde gelen isimlerinden Misha Gordin, görüntüyü oluşturan en önemli unsurun ve güçlü bir fotoğrafın ana ve temel malzemesinin kavramlar olduğu düşüncesiyle eserlerini üretmiştir. Gordin, fotoğraf hakkında şunu söyler: “Fotoğraf, sanatsal anlatımın biçimsel olarak yüksek bir tarzıdır ki bu onun resim, şiir ve heykel sanatları arasında yer almasını sağlar. Fotoğraf özel bir sezgisel yaratıcılık yeteneğini işin içinde kullanır.” Sanat disiplinleri arasında erimeye başlayan sınırlar, “Güncel Sanat” ile tamamen kaybolmuştur. Fotoğraf, bir ifade aracı olmasının yanı sıra diğer dallardaki sanatçıların da kullandığı bir araç ve anlam kurucu bir nesne hâline gelmiştir. Boya ile, tuval ile yapılan sanatın dışında objelerle, nesnelerle, fotoğraflarla, dijital malzemelerle, videolarla ve elektronik sanat 23 Kontrast diye adlandırılan sanatın hepsi güncel sanatla yan yana gelmeye başlamıştır. “Güncel sanat, çeşitli malzemeleri ayrım yapmaksızın kullanan deneyselliği sürdüren bir sanattır.” der Ali Akay ve sanatın “malzemelerle yapılan bir refleksiyon” oluşunun güncel sanatı belirlediğini söyler. Bugün güncel sanat içinde sanatçı, kavramlarla değil malzemeyle düşünen biridir. Güncel sanat içinde bütün malzemeler iç içedir. Önceden belirlenmiş bir yönü yoktur. İçinde bir tür deneyselliğin oluşmakta olduğu, yeni arayışlar içindeki sanattır. Yeni malzeme kullanırken, deseni video ile kullanmak, tuvali fotoğrafla yenilemek, fotoğrafın üzerinden desenle, desenin üzerinden tekrar fotoğrafla çalışmak, bunları bir enstalasyonla birleştirmek ve bunun bir de videosunu yapmak, yahut fotoğrafta bir video yapıp videodan fotoğraf çıkartmak. Resim, müzik, edebiyat, fotoğraf, heykel bir aradadır. Özellikle enstalasyon sanatı içerisinde fotoğraf ve diğer mediumların iç içe kullanılmaya başlaması ve sanat disiplinleri arasındaki sınırların kalkmasıyla fotoğraf, sanatsal üretim araçlarının en önemlilerinden biri hâline gelmiştir. Bazen üretim ve ifade biçimi, bazen kayıt aracı ve bazen de enstalasyonları doğadan müzeye taşıyan bir araç hâline dönüştürmüştür. Fotoğrafın önde gelen isimlerinden Murat Germen’in konu hakkındaki düşünceleri çok önemlidir: “Disiplinlerarasılık kavramı sadece fotoğraf için değil herhangi bir yaratı alanı için çok önem taşıyor. Yaşadığımız topraklardaki kültürel gelenek dolayısı ile belli bir alanda ustalık her zaman çok önemsenen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Mamafih, sadece belli bir alanda uzmanlık sahibi olup diğer alanlara karşı ilgi besleyecek kadar bile zamanı olmamak da arzu edilebilecek bir durum değil. Buna çözüm olarak platformlar arası kavram transferi yapmak; aklın farklı bir şekilde çalışmasına, alışageldik süreç ve düşüncelerin dışına çıkılabilmesine, olaylara yeni bakış açısı sunulabilmesine, yeni estetikler önerilebilmesine katkıda bulunabiliyor. Farklı derelerden su getirmek, direkt olarak fotoğraf ile anılmayan alanlardan fotoğrafa katkı sağlamak, fotografik ifadeye yeni boyutlar kazandırabiliyor. Mimarlık, kent plancılığı gibi mesleklere olan yakınlık veya bu konularda daha önce edinilmiş bir eğitim; kentin, hacmin, fiziki yapının daha farklı bir şekilde algılanıp aktarılabilmesine zemin sağlarken, grafik tasarım tecrübesi fotoğrafta kompozisyonun bildik normların dışına çıkabilmesine yardımcı olabilir. Edebiyat alanında sahip olunan yazınsal bir yeti ise fotografçıyı öyküleri olan fotoğraf serileri yaratmak konusunda şüphesiz ki bir adım öne çıkarabilir. Mühendislik geçmişi olan bir fotoğrafçı ise, örneğin tipoloji veya zaman atlamalı (time lapse) fotografik görüntüleme konusunda gereken çalışma disiplinini vakfetmekte daha çok beceri sahibi olabilir. Bunun dışında, diğer alana ait bir kavramı soyutlayıp fotoğrafın içinde onu bambaşka bir bağlam ile yeniden kullanmak, yorumlamak özellikle güncel fotograf pratiği için sıklıkla başvurulan bir özgünlük elde etme yöntemi olarak değerlendirilebilir. Fotoğraf zengin bir ifade alanı. Son zamanlarda, görüntüleme teknolojilerindeki heyecan verici gelişmeler bu yelpazeyi daha da zenginleştirdi. Bu yelpazenin hakkını verebilmek, ifade ve içerik üretimini çeşitlendirmek için farklı disiplinlerin üretim süreçlerindeki kavram, teknik ve yöntemlerden faydalanmak, fotografa her zaman çok büyük katkı sağlayacaktır diye düşünüyorum.” Görüldüğü üzere, çağdaş sanat anlayışında ve sanatta yeni arayışlara girilen son yıllarda sanat eserinin hangi disipline ait olduğundan kullanılan malzeme ya da biçimden ziyade sanatçının neyi anlattığı önem kazanmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki bu durum, bir sanat disiplinin kendi içindeki olgunluğunu, tutarlılığını önemsiz hâle getirmemiş; tam tersine sanatçıyı hem klasik sanat disiplinlerine hakim olabilmek hem de bu sanat disiplini ile kendini sınırlamaksızın özgün üretimde bulunmak gibi bir şans vermiştir. Bazen bir hazır nesne, bazen de özerk bir üretim biçimi olarak fotoğraf, bugün diğer sanat dalları ile içiçe girmiş ve bu birliktelikler, sanatçının kendisini daha özgür ifade edebileceği alanları yaratmıştır. Fotoğraf: Emre İkizler 24 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 Kontrast Konuk Yazar Yrd.Doç.Dr.A.Beyhan Özdemir “Disiplinlerarası Bir Disiplin Olarak Fotoğraf” Alfred Stieglitz, 20.yüzyılın başında fotoğrafın sanat olduğu, resim ve heykel gibi sanatlarla birlikte kabul görmesi gerektiği konusundaki çabalarıyla fotoğrafı hakettiği yere getirmeyi başarmıştı. Stieglitz’in öncü çalışmalarıyla bir sanat olarak fotoğrafın varlığı kabul edilmiş ve kendine özgü anlatım olanaklarına kavuşturulmuştur. Fotoğrafı ortaya çıkaranların çalışmaları ve onu estetik açıdan ele alanların yaklaşımları, fotoğrafın kendine özgü bir dilyetisi kazanmasını, gelişmeye açık ve sınırsız anlatım olanaklarına sahip bir sanat alanı hâline gelmesini sağlamıştır. Fotoğrafın mucitleri, yaptıkları teknik deneyler, araştırmalar ve uygulamalar ile fotoğrafı, yaşamın vazgeçilmez bir parçası durumuna getirmiştir. Bir buluş olarak kabul edilmesiyle birlikte fotoğraf, resim sanatı ile zorlu bir yarış içine girmiş, dünyanın olduğu gibi aktarıldığı empresyonist resimlerden uzaklaşılmış, kulllanılan yeni ve farklı teknikler (biçim), işlenen konu kadar (içerik) önem kazanmıştır. 20.yüzyılın ilk yirmi yılında yer alan bütün modern sanat akımları, gerçekçi fikirleri ortadan kaldırmayı amaçlayarak farklı sanatsal üretimler için kendine özgü kuralları olan yapıtlar ortaya çıkarmışlardır. Örneğin; Dinamizm, Kübizm, Fütürizm, Dadaizm, Ekspresyonizm ve Sürrealizm gibi akımlar içerisinde fotoğraf, çeşitli deneylerden ve denemelerden geçirilmiştir. Dönemin sanatçıları, “görsel deney” yapmak fikrinden yola çıkarak, görüntü üretiminde; fotogram, optik bozmalar, solarizasyon, kolaj, florataj, fotomontaj yöntemleri gibi fotoğrafa müdahalelerle geleneksel görüntülerin değiştirilmesinde etkili oldular. Amaçları fotoğrafı resme benzetmek değil, soyut veya yarı soyut yeni fotoğraflar üretmeye yarar yeni bir kaynak oluşturmaktı. Sanatçıların birçoğu keşfedilen yeni işlemlerin inceliklerini öğrenip resimdeki gerçekliği tamamen bir kenara atarak, netsizlik, hareketli görüntüler, çoklu pozlama gibi fotoğraf makinesi teknolojisinin sağladığı olanakları yaratıcı bir biçimde kullanmışlardı. Fotoğraf sanatı açısından da en farklı sanat akımı ve olağanüstü bir düş kurma makinesi olan Sürrealizm, hergün gördüğümüz bir şeyin anlamını aşacak güçte bir şeyler yaratma isteğini ortaya koyan bir akımdır. Sürrealistler, sanatın hiçbir zaman uyanık aklın bir ürünü olamayacağını, “aklın yalnızca bilimi verebileceğini, sanatı ise akıldışının oluşturabileceğini” savunmuşlardır. Bu nedenle sürrealistler, bilinçdışının derinliğindeki şeylerin ortaya çıkabileceği akıl durumlarını aramaya başlamışlardır. Sürrealist sanatın dünyası, bilinçaltının karanlık dünyasıdır. Bilinçaltı dünyasının, bilinçli bir sanat etkinliğiyle değil, akıl ve iradenin işe karışamadığı bir “otomatizm” içinde ortaya çıkabileceğine inanılır. Bilinçaltında yer alan sürrealist görüntüler, hayaller ve fantezilere dayanıp, maksimum gerçeklik ve ayrıntı ile ifadelendirilir. Bu ifadelendirme biçimi ise, fotoğrafı disiplinlerarası bir disiplin olabilecek en uygun medya hâline getirmiştir. “Disiplin” kavramı, kendine özgü eğitim altyapısı, yöntemleri ve içeriği olan ve herhangi bir alanda yeni bilgi üretebileceğini ve sözkonusu alanda daha ileri düzeyde bilgiler geliştirilebileceğini kanıtlamış bir araştırma alanına verilen isimdir. Her disiplinin kendine özgü doktrini, profesyonel dili, terminolojisi, entellektüel öncüleri ve takipçileri bulunur. “Disiplinlerarası” teriminin sözlük anlamı ise, iki veya daha fazla akademik disiplinin ya da inceleme alanının birleştirilmesi ya da kapsanmasıdır. Kısa bir tanım yapmak gerekirse, “disiplinlerarası” kavram olarak, bir veya daha fazla disiplini birleştirmek ve kapsamak anlamına gelir. Toplumsal değişimler, sosyal, kültürel gelişmeler ve teknik ilerlemeler, sanat alanındaki yeni tavırlar, fotoğraf sanatını da etkilemekte gecikmemiştir. Bu etkileşim, fotoğrafın türlerini, konularını ve tekniklerini değişime uğratmış, fotoğrafta uygulanan teknik, estetik ve ideolojik amaçlı müdahale yöntemleri, fotoğrafın kendine özgü dilinin oluşmasını sağlayarak, anlatım olanaklarının sınırsızlığının farkına varılmıştır. Günümüzün teknik olanaklarıyla da fotoğrafa müdahale anlayışı yeni bir boyut kazanmıştır. Dijital teknolojisinin zaman içerisindeki gelişimi ve sağladığı olanaklarla fotoğrafik dil, yeni anlatım olanakları kazanmış ve fotoğrafta yeni estetik arayışlar zorunlu hâle gelmiştir. Böylece değişen teknik ve toplumsal koşullar, fotoğrafa müdahalede ideolojik müdahalenin etkisinin azalmasına, dolayısıyla teknik ve estetik müdahale yöntemlerinin daha fazla uygulanmasına olanak tanımıştır. Çalışmalarında müdahale yöntemlerini olabildiğince kullanan fotoğrafçılar, fotoğraf sanatı ile diğer sanatlar arasında bir ilişki kurmuşlar ve sanat dallarıyla bütünleşmeye en yatkın araçlardan birinin fotoğraf olduğunu göstermişlerdir. Yenilikçi sanatçılar, yapıtlarında kullandıkları yöntemlerle, fotoğrafın dilinin yeni biçimler kazanmasını sağlamış ve klasik “fotoğraf çekmek” eylemini “fotoğraf yapmak” kavramına dönüştürmüşlerdir. Bu da çok disiplinli bakış tercihini zorunlu kılmakta, sanatçıların kendi alanlarına en yakın sanat dallarını yapıtlarını üretmedeki düşünce dünyalarının bir sonucunda oluşmaktadır. Ve bu çok yönlü düşünce de “merak etmeden” gerçekleşmemektedir. Fotoğraf, kendine özgü kuralları olan, toplumda ve sanat alanında geçerliliğini koruyabilen bir sanat olarak, çağdaş sanatların içinde yerini almıştır. Sanatların birbirinden bağımsız olmadığı, sanatın artık tek başına ele alınmamaya başladığı günümüzde fotoğraf sanatı da diğer sanatlarla birlikte kullanılmaktadır. Çünkü fotoğraf, başlı başına bir materyaldir. Yani malzeme ve teknik olarak çeşitli biçimlerde kullanılabilme özelliğine sahiptir. Fotoğraf, sadece mekanik ve teknik bir işlem değil, onun da ötesinde diğer sanat dallarıyla bütünleşmeye en yatkın etkinliklerden birisidir. Bütün sanatlar arasında bir ilişki vardır ve bu ilişki, farklı sanat alanlarında kullanılan teknikler yoluyla her bir sanat alanının gelişimini, yaratılan eserleri ve birbirleri arasındaki bağları etkiler. Artık sanat dalları arasındaki sınırlar giderek yok olmaya başlamış, farklı sanat dallarının kaynaşmasından da yeni sanat alanları (video, bilgisayar animasyonları, mixed media vs.) ortaya çıkmıştır. Teknik açıdan sanatçı yeterli olduğu halde, enerjisinin çoğunu “fikir üretme”ye ayırır. Buradaki asıl nokta “sanatçının ne söylemesi gerektiği ve bunu nasıl söylediğidir”. Sanat çalışmasının özgünlüğü ister şiirde, ister fotoğrafta, ister resimde olsun, istenenin özgünlüğüne ve onun nasıl anlatıldığına işaret eder. Çağdaş fotoğraf sanatında, teknik olanakların yanısıra anlatım olanaklarının da sınırları aşılmaktadır. Bu aşamada fotoğraf sanatının gelişimini estetik olarak ele almak, fotoğrafik dilyetisinin evrimini değerlendirmek, insanın dünyaya bakışı ve perspektifinin gelişmesi açısından evrensel bir öneme sa- 25 Kontrast hiptir. Bunun en önemli kaynaklarından birisi de fotoğraf ve fotoğrafın diğer sanatlarla olan disiplinlerarası etkileşim ve paylaşımıdır. Yrd.Doç.Dr.A.Beyhan Özdemir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü Bşk. [email protected] 26 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 Yararlanılan Kaynaklar: A.Beyhan Özdemir, “Fotoğrafik Dilyetisinin Evrimi Bağlamında Müdahale Sorunsalı” (Yayınlanmamış Doktora Tezi), DEÜ SBE, İzmir, 1996 J.T. Klein, Interdisiplinarity: History, Theory, and Practice, Detroit, Michigan: Wayne State University Press. 1990 Nazan-Mazhar İpşiroğlu, Sanatta Devrim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991 http://www.fotografya.gen.tr/issue-14/uzaklardan_14_index.htm http://www.arkitera.com/k247-disiplinlerarasilik---cokdisiplinlilik.html Kontrast BAKIŞ EGZERSİZİ Aynadan Taşan Hayat Mekân, bilinen bir yer: İstanbul Beyoğlu’nda bir berber salonu. Sol alt köşede salon sahibinin karaltısı, sağ tarafta fotoğrafın hemen hemen üçte ikisini kaplayan bir ayna, aynadan yansıyan ise akıp giden hayat… Fotoğrafın sahibi, Magnum Photos’un ünlü belgesel fotoğrafçısı Alex Webb. Bundan önce daha çok Meksika - Amerika Birleşik Devletleri sınırında yaşanan insan ticaretini konu alan “Crossings” serisi (ve kitabı) ile tanıdığımız, portfolyosunda Haiti’den Samoa’ya, Paraguay’dan Azerbaycan’a kadar dünyanın birçok sıcak noktasında çalışan bir belgeselci / sokak fotoğrafçısı. Fotoğrafa geri dönelim: Alex Webb bu fotoğrafı, daha sonra “İstanbul: City of a Hundred Names” isimli kitabını da çıkardığı, İstanbul projesi için çekmiş. Panel için geldiği Türkiye’de yaptığı bir röportajda, proje için sorulan bir soruya cevap olarak şunları söylemiş: “Ben uyarıma geldiği gibi fotoğraf çekiyorum. Nasıl ve neyi fotoğraflayacağıma dair kararlarım bütünüyle entelektüel değil, bir yanıyla da duygusal ve sezgisel kararlardır. Bu kararlar, çoklukla fotoğraf çektiğim anda ortaya çıkar. Görürsünüz ve tepki verirsiniz; çoğunlukla da neden tepki verdiğinizi, neden belirli bir zamanda ve neden belirli bir biçimde tepki verdiğinizi bütünüyle sözcüklerle açıklayamazsınız.”¹ Fotoğrafa bakınca, Webb’in söyledikleri anlam kazanmaya başlıyor. Ülkemizdeki yaygın görsel üretim kriterlerine göre pek de fazla itibar görmeyecek olan bu fotoğraf, dikkat edildiğinde şehri ve sokağı belgelemeyi kendisine yol edinmiş büyük bir çoğunluğa izinden gidilecek ipuçları sunuyor. Webb, sokağın kalbine inmiş, bizim / bizden olan bir berber dükkânında deklanşöre basmış. Dükkân sahibi belki kendi portresini çektirdiğini düşünürken, Webb ortamda bulunan aynalardan sokağın topoğrafyasını çıkarmaya başlamış. Elinde çantası ile muhtemelen işe giden bir kadın, bir taburede oturup gelip geçeni seyretmekte olan genç bir çocuk, bir büfe, bir internet salonu, bir cafe, çay masaları, tabureler, tabelalar... Alex Webb’in yukarıda yazılı sözlerinin içinde yer alan “uyarına geldiği gibi fotoğraf çekmek” düşüncesi, sanatçının diğer fotoğraflarında olduğu gibi bu fotoğrafta da kendini açığa çıkarıyor. Onun gibi birçok belgesel ve sokak fotoğrafçısının yaptığı gibi görüntüye herhangi bir müdahalesi yok. Makinesi gözünde, uygun ânı bekliyor ve o ânı gördüğünde, deklanşöre basıyor. Fotoğrafın tam ortasında bulunan üç kişinin (kadın, Yazı ve fotoğraf: Aytaç Togay taburede oturan çocuk ve siyah kazaklı kız) görüntüde birbiri üzerine binmemesi, dükkândaki büyük aynanın altında bulunan ve müşteriye ense tıraşını göstermek için kullanılan küçük aynanın yansımasında başka bir insanın yakalanması, bu ânın ne denli usta bir göz tarafından tespit edildiğini bizlere hissettiriyor. Dükkân sahibi müşteri koltuğunda poz vererek fotoğrafta bir leke olarak yer alırken, sanatçı elindeki geniş açı lensin nimetlerinden faydalanarak, karenin alt kısmına iç mekânı, aynalara da hayatı yerleştiriveriyor. Fotoğraf, sanatçının klasik olmuş tarzı ile yine renkli. Ancak dijital çağın gösterişli, abartılı keskinlikte ve saturasyonda olmayan görüntüsü, ülkemizdeki fotoğraf komünitelerinde “günün fotoğrafı” dahi olamayacak şekilde algılanmaya çok müsait(!) Alex Webb, artık altı doldurulamadan, içinde sanatçıya dair ipuçları barındırmadan çekilmiş ve bir imaj bombardımanı hâline dönüşmüş olan fotoğraflarla dolu bu dünyada bize bir şeyleri çok usta bir şekilde anlatıyor aslında. Yıllar boyu doğuya akın eden batılı fotoğrafçıların, insanların görsel hafızalarına kazıdıkları doğunun o “mistik, oryantalist, acımaya / acındırmaya müsait” karelerinin yerine, hayatın kalbine inip “uyarına gelerek” fotoğraf çekiyor. Bu kimi zaman gittiği ülkede bir berber salonu olurken, kimi zaman bir türbede dua eden insan, başka bir zaman yeni bir hayat için sınırı geçmeye çalışan insanların hayatları oluyor. Fakat her neresi olursa olsun Webb, sahip olduğu dünya görüşü, sanat altyapısı ve çektiği fotoğraflarla bizleri uzaktan baktığımız hayatların içine çekmekle kalmayıp, izleyenlere üretmek için sanatçının söyleyecek sözleri olmadan üretmesinin her hangi bir anlam taşımayacağını fotoğraflarında açık yüreklilikle gösteriyor. Dipnot: 1. Ö. Yaren, Alex Webb Röportajı, http://www.fotomuhabiri. com, Ekim 2005 27 Kontrast Yol Notları Ceyda Taşdelen DAĞLIK FRİGYA’NIN GİZEMLİ TOPRAKLARINDA Bir anda belirdiler tarih sahnesinde. Geçtikleri yollarda bir iz ya da yazı bırakmadan, aniden ortaya çıktılar Anadolu’da. Çok çalıştılar sarı toprakları yeşile, dağı taşı anıta çevirmek için. Yayıldıkları dağlık araziden büyük bir krallık ve tarih yarattılar. Efsanelere adlarını yazdırdılar, dağlara inandıklarını kazıdılar. Geldikleri gibi aniden ortadan yok oldular ve arkalarında hâlâ bilinmeyen bir dil ve anıtlarını bıraktılar. Binlerce yıl önce Anadolu’ya gelip Anadolulu olan, Dağlık Frigya’nın sakinleri Friglerden başkası değildiler onlar… Anadolu’ya nasıl geldikleri hususunda, Heredotos ve Strabon gibi iki büyük antikçağ tarihçisinin yazılarına başvuran araştırmacılar, Troia ve Gordion’da yapılan son dönem kazılarından elde edilen bulguları da birleştirerek, Friglerin, Makedonyalıların komşuları oldukları dönemde Brygler olarak anıldıkları sonucuna ulaştılar. Tam olarak kesin olmasa da Friglerin, Makedonya ve Trakya’dan göç ederek gelen Thrak boylarından birisi oldukları düşünülüyor. Thrak göçleri, MÖ 1200 yıllarında başlamış ve yaklaşık 400 yıl sürmüştü. Hitit İmparatorluğu’nun yıkılışı, Thrak boylarının yayılışına ivme kazandırmış, Troia ve çevresini ele geçiren Frigler, zamanla Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Friglerin Dağlık Frigya’nın hâkim halkı hâline gelmesi ise MÖ 750 yıllarına tarihlendi. Bugün Afyon, Eskişehir ve Kütahya arasında kalan Dağlık Frigya, 1993 yılında, 1. Derece Arkeolojik ve Doğal SİT alanı ilan edildi. İki Büyük Kral: Gordion ve Midas Frig tarihinde, herkesin iyi kötü bildiği iki önemli kral söz konusudur: Gordion ve Midas. Frig Ülkesi başkenti, günümüzde Polatlı yakınlarında bulunan Gordion’a adını veren Kral Gordion ve eşek kulakları ile tuttuğu her şeyi altına çevirme efsaneleriyle bilinen, oğlu Kral Midas… Bu efsaneler Kral Midas’a aslında hak ettiğinden çok farklı, küçültücü bir ün kazandırıyor. İnsan bu topraklarda gezdikçe ve yaptıklarını öğrendikçe buna çok daha emin oluyor. Başkent Gordion ve Sivrihisar yakınlarındaki Pessinus, bulundukları yerler açısından, Dağlık Frigya denilen halkın yerleşim alanının biraz dışında yer almaktadırlar. Pessinus, Friglerin Ana Tanrıçası Matar Kubileya’ya (Kibele) adanmış kutsal bir yerleşim yeriydi ve burada sadece rahipler yaşardı. Gordion ise idari ve ticari işlerin yürütüldüğü, özellikle Kral Midas döneminde mimari ve sanatsal anlamda oldukça gelişen bir kent olarak varlık gösterdi. Kent, içinde bulunan saray ve surlar, mezarlar, evler ve diğer kalıntılarla Frigler hakkında pek çok bilgiyi bulundurmaktadır günümüzde. Ünlü Kral Yolu da Gordion üzerinden geçmektedir ve bu yol Sardes Antik Kenti’nde sona erer. Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi altın yapmaktan kurtulduğu Paktolos Irmağı (Gediz Nehri) da Sardes Antik Kenti’nden geçmekte ve Sardes’in ırmaktan akan altınla zenginleşmesi efsanesi ile kesişmektedir. Gordion’dan günümüze ulaşan en önemli yapı ise Kral Midas’ın mezarı olduğu düşünülen tümülüs mezarıdır. Dağı Taşı Anıta, Boz Toprakları Yeşile Çeviren Bir Halk Dönemin önemli tanrıçalarından Kibele’ye, bu bölgede 28 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 neredeyse tek Tanrı gibi tapınılıyor; yaşamın kaynağı, doğurganlığın ve bereketin sahibi olduğuna inanılıyordu. Matar Kubileya’ya duydukları sevgi ve bağlılıkla ruhlarında var olan sanatkârlığı birleştirerek; dağa, taşa ve hatta orman içlerine yaptıkları tapınaklarda benzersiz çalışmalara imza attılar, sanatlarını konuşturdular. Frigler, Dağlık Frigya topraklarında yaşamayı durduk yere seçmemişti elbette. Tarım ve hayvancılıkta başarılı bir halk olan Frigler, buralarda bulunan alüvyonlu toprakları fark etmişlerdi. Friglerin her ne kadar Thrak boylarından olduğu düşünülse de yerleştikleri alanda bir önceki uygarlık Hitit uygarlığıydı ve kendi kültürlerini getirdikleri kadar Hititlerin kültürlerinden de etkilendikleri, arkeologların buluntularında göze çarpmaktadır. Frigya’da halk, Dağlık Frigya bölgesinde, ahşap ve kerpiçten yapılma evlerde yaşarlardı. Bu nedenle, kayalar üzerine kazarak bugüne ulaşmasını sağladıkları tapınaklar varlığını sürdürürken, Friglerin evlerinden doğru düzgün iz bile kalmamıştır. Gordion kentinde yapılan kazılarda, devlet yöneticileri ve rahiplerin dışında bu kentlerde oturan aydın, tacir ve zanaatkârların ise taştan veya tahta çerçeve içine yerleştirilen tuğlalardan inşa edilen evlerde ikamet ettikleri görülmüştür. Bir İnanç ve Yerleşim Merkezi: Yazılıkaya Vadisi “Yazılıkaya Vadisi”, Dağlık Frigya’da bulunan inanç ve yerleşim merkezidir. Eskişehir il sınırları içerisinde bulunan Yazılıkaya Vadisi, Frigler tarafından yapılmış kaya anıtlarının en büyük ve etkileyicilerine ev sahipliği yapar. Yazılıkaya Anıtı’nın önceleri Kral Midas’ın mezarı olduğu sanılıyordu ama daha sonra Tanrıça Kibele için yapılmış bir tapınak olduğu anlaşılmıştır. Anıt üzerinde yer alan yazıtın anlamı, Frig dilinin henüz çözülememesi nedeniyle bilinmemektedir. Görkeminin dışında anıt, üzerinde bulunan muhteşem taş işçiliği ile de göz kamaştırmaktadır. Yazılıkaya Anıtı dışında, bu bölgenin “Yazılıkaya Kibele İnanç Merkezi” olarak anılmasının sebebi, bölgenin daha pek çok kaya anıtı ve bunları koruyan kalelere de ev sahipliği yapmasıdır. Bunlar arasında; Yazılıkaya Anıtı yanında bulunan Kırk Göz Kale ile Yazılıkaya Köyü merkezinden okları takip ederek bulabileceğiniz Küçük Yazılıkaya, Gerdek Kaya Anıtsal Mezarı, Doğanlı Kale, Hamamkaya, Deveboynu Kaya, Bitmemiş Anıt ve Antik Yol gelmektedir. Kontrast Doğanın ve İnsanın Eliyle İşlenen Kayalar Eskişehir il sınırları içinde bulunan bir diğer vadi ise “Yapıldak Vadi”dir. Yapıldak Asar Kale ve doğanın sanatkârlığı ile şekillenen kayaların arasında bulunan kaya mezarı, Friglerin şaşkınlık yaratan eserleri arasındadır. Dağlık Frigya içinde bulunan vadilerden bir diğeri ise “Kümbet Vadisi” olarak adlandırılmaktadır. Vadi, biri Frig dönemi diğeri Selçuklu dönemi eseri olan iki farklı yapıyı birbirine çok yakın alanlarda barındırmaktadır. Bunlardan birisi Himmet Baba Türbesi’dir. MS 1229 yılı yapımı Selçuklu dönemi eseridir. Frig sanatının önemli figürleri arasında bulunan aslan işlemeli mabet ise salon mezar tarzında yapılmıştır. Üzerinde yer alan üçgen alınlıkta bulunan iki aslan, birbirine doğru yürürken tasvir edilmiştir. Eskişehir il sınırları içinde yer alan diğer vadiler ise şu şekilde sıralanabilir: Kaya mezarlarının bulunduğu Asmainler Saklı Vadi, kaya yerleşimleri ve mezarlarıyla Zahran Vadisi, tümülüsleri ve Sivrikaya Anıtsal Açık Hava Tapınağı ile Porsuk Vadisi. Afyon-Döğer beldesi yakınlarında bulunan Alasma Peri Bacaları ve Kaya Yerleşimleri, kaya mezarları, anıtları, peri bacaları ve kaya yerleşimleriyle insanın aklına ister istemez Kapadokya’yı getiriyor. Vadi aşağısında bulunan kaya yerleşimlerine ulaşmak için peri bacaları arasında yapılacak keyifli bir yolculuk sizleri bekliyor olacak. Memeç Kaya Yerleşimi de Döğer beldesi yakınlarında bulunan bir başka önemli alandır. Yoldan hiç sapmadan devam ettiğinizde çıkan tabelalar sizi Emre Gölü’ne doğru yönlendirecektir. Emre Gölü, doğa ile tarihin birleştiği muhteşem bir manzara ile sizleri karşılayacak. Doğal kaya oluşumlarıyla bile göl, son derece etkileyici bir görsellik sunarken bir de üstüne kaya mezarları eklenince, insanın dönesi gelmiyor. Ayrıca, Emre Gölü’ne doğru giderken, “Aslankaya-Kapıkaya” yazan tabelayı takip ettiğinizde, Afyon il sınırları içinde yer alan en etkileyici açıkhava tapınaklarından birisini kaçırmamış olursunuz. Aslankaya Anıtı, ön yüzündeki işlemeler ve özellikle arka yüzünde bulunan şaha kalkmış aslan kabartmasıyla Friglere duyacağınız hayranlığı bir kat daha arttıracak, emin olun. Adını Mezar Üçlerkayası Odalarından Alan katacak eserler arasındadır. Önünde yeni dönem mezarlıklarının da yer aldığı, Aslanlı Kilise ve Aslanlı Mezar olarak adlandırılan kaya yapıları ise en ilginç eserler olarak görülmektedir. Bu eserlerin koruma altında olmaması, yıpranmaya açık bırakılmış olmaları ise tarih meraklılarını üzecek sonuçları beraberinde getirmiştir. Seydiler Kasabası ise Kırkinler, Seydiler Kalesi, Karakaya Peribacaları ve kaya yerleşimleri ile Dağlık Frigya’nın gezilmeyi bekleyen diğer eserlerini barındıran kasabalarımızdandır. Makedonların Brigler dediği, Anadolu kültürüyle yoğrularak Frigler olan bu insanlar, çalışkan, üretken ve inançlı bir toplum yapısı bıraktılar arkalarında. Sırlarla, gizlerle, hâlâ açıklanmayı bekleyen soru işaretleriyle dolu bir kültür bırakıp, tarihin sayfalarındaki yerlerini aldılar. Tarih sayfalarını aralamak, bilinmeyen bir dille, büyüleyici eserlerle karşılaşmak, görsel bir şölen içinde fotoğraf yolculuğu yapmak ve en önemlisi Anadolu’nun bu zengin hazinesini tanımak için sizleri bekliyor Dağlık Frigya. Nasıl Gidilir: Bu bölgeye özel aracınızla ulaşmak dışında bir şansınız yok. Aracınızın dağlık ve toprak araziye sürülebilir bir araç olması, gezinizi kolaylaştıracaktır. Yanınıza Almadan Yola Çıkmayın: Oldukça geniş bir alana yayılmış olan bu bölgeyi gezebilmek için il kültür müdürlüklerinden harita edinmenizi ve internet üzerinden kapsamlı araştırma yapmanızı öneririm. Yeterli tabela sisteminin olmaması nedeniyle zorluk yaşamamak için bu bölgeye özel haritalardan edinmeniz şart. Spor ayakkabı, spor kıyafetler ve fotoğraf makinesi olmazsa olmazlardan. Nerede Konaklanır: En az üç gün ayırarak gezebileceğiniz bu bölgede gezeceğiniz yerleri planlayarak, o bölgelere en yakın şehirlerde konaklayabilirsiniz. Bölge içinde bulunan köy ve kasabalarda konaklama imkânı mevcut değil. Kaynaklar: Heredotos, “Tarih”, Alfa Yayınları, 2007 Bilge Umar, “Phrygia”, İnkılap Yayınları, 2008 Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası – İlk Çağ”, Cilt 1, Say Yayınları, 1998 Kolektif, “Friglerin Gizemli Uygarlığı Sergi Katalogu”, YKY, 2007 Homeros, “İlyada”, Can Yayınları, 2006 Kolektif, “Dağlık Frigya” broşürü, Eskişehir İl Kültür ve Turizm Yayınları www.frigvadisi.org Köy: Afyon il sınırlarında bulunan Üçlerkayası Köyü, ismini köyün girişinde bulunan ve yan yana dizilmiş gibi duran üç mezar odasından almaktadır. Ayrıca, köyün yukarılarında bulunan Frig döneminden kalma kaya yerleşimleri ve sarnıç da görülmeye değer. Ayazini beldesi ise Hitit, Frig, Roma ve Bizans gibi farklı medeniyetlerin eserlerini bir arada barındıran ve Hıristiyanlığın gelişmesinde rol oynamış bir kasabadır. Günümüzde Ayazini halkı, tarihî yapılarla iç içe olan evlerinde yaşamaya devam etmektedir. Bu tarihle yoğrulmuş beldede, mezar odaları, kiliseler ve şapeller, gezinize renk 29 Kontrast Yurtdışı Haberler Yazı ve fotoğrafLAR: ÖZLEM DAĞ Ankara’dan Macaristan’a Uzanan Fotoğraf Köprüsü: AFSAD Her şeyden önce, bir ekip olabilmek vardı aslında işin özünde... Tam da bunu anlamaktan geçiyordu başarının sırrına ulaşmanın yolu... 20-25 Ekim tarihleri arasında Macaristan’ın Sopron kentinde, AFSADSopron Fotoklub işbirliğiyle düzenlenen fotoğraf etkinliğinde bulunma fırsatını yakaladığımda, fotoğrafla dolu dolu geçecek günlerden habersizdim. Son yıllarda Türk fotoğrafçılığının yurtdışında tanınmasında büyük yol kateden AFSAD, bu kez de Macaristan yollarındaydı... Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Viyana Havaalanı’nda, yüzlerinde sıcak tebessümle bizi Nagy Attila ve eşi Agi karşıladı. Hep birlikte Sopron’a doğru hareket ederken herkesin üzerine biraz yorgunluktan, biraz da çekingenlikten derin bir sessizlik çökmüştü. Ve Sopron... Macaristan’ın bu nezih, mütevazı ve büyüleyici şehri soğuk havaya inat, sıcacık bir misafirperverlikle kucaklamıştı bizi. Evler, insanlar, yollar... Her şey bize yabancıydı aslında, aynı havayı soluyor olmanın sunduğu işbirliğine ortaklık etsek de... Hemen ertesi gün başladı sergi hazırlıkları... Sergi, Sopron’un tarihi kültür merkezi Liszt Ferenc Conference&Cultural Centre’da gerçekleşecekti. Yapılacak öyle çok iş vardı ki; fotoğrafların sergiye hazırlanması, gümrükte bekleyen fotoğrafların alınması, yer düzenlemeleri, fotoğrafların asılması, gösterilerin ayarlanması... Arı gibi çalışıyordu herkes; öyle düzenli, öyle istekli çalışan bir ekip vardı ki karşımda insanların eğer isterlerse bütün hırslarından, bütün önyargılarından sıyrılabileceğini gördüm bir kez daha. Herkes Türk fotoğrafçılığı adına, orada yüklendikleri misyonun farkındalığıyla asılıyordu küreklere... 30 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010 Kimi zaman espriler uçuşuyordu havada, kimi zaman da fotoğraflar. Orada tanıştığımız Sopronlu fotoğrafçılar ile birlikte oluşan sıcak ortamda, havada uçuşan esprilerle hazırlandı ekip sergiye. Öyle sıcak karşılanmıştık ki orada bir an bile yabancı hissetmedik, sanki kırk yıllık arkadaşlar gibi... Ortak paydamız belliydi aslında: Fotoğraf... Sonraları şehir gezisinde bizlere eşlik ederken, kendi portfolyolarını gösterirken, fotoğraflarımıza yorumlar yaparken de bu ortak payda etrafında pekişti arkadaşlıklar... Ve sergi günü... Nasıl bir telaş; nasıl bir heyecan… Büyüleyici bir salon vardı karşımda... Bir tarafta AFSAD Kompozit Atölye’nin ezber bozan yaratımları, diğer tarafta ise Soyut Atölye’nin bir adım öne çıkan fotoğrafları ile gerçekten gurur verici, eşsiz bir fotoğraf sergisi duruyordu karşımda. Sergi önce Sopron Kültür Müdürlüğü Başkanı’nın konuşmasıyla, daha sonra da sırayla AFSAD Başkanı Gökhan Bulut, AFSAD Kompozit Atölye Eğitmeni Cengiz Engin ve Nagy Attila’nın konuşmalarıyla açıldı. Küçük bir kokteylden sonra gezilen sergi salonu, oradaki herkesi etkilemeyi başardı. Sopronlu fotoğrafçılar, büyük bir merak ve ilgiyle, zaman zaman da kıskanç gözlerle incelediler fotoğrafları. Atölye hocaları Gökhan Bulut ve Cengiz Engin’den hemen hemen her fotoğraf ile ilgili bilgi almak için yarıştılar. Türk fotoğrafçılığının ulaştığı nokta şaşırtmıştı herkesi. Bir ara Gökhan Bulut’un yanına yaklaşıp sordum: “Hocam, bu manzaraya bakarak AFSAD’ın günden güne büyüyen uluslararası işbirliklerinin derneğe ve Türk fotoğrafçılığına katkısı nedir sizce?” “2009 yılından bu yana yoğunlaşan çalışmalarla AFSAD; Almanya, Avusturya, KKTC, Macaristan ve Yunanistan olmak üzere beş ülke, yedi şehirdeki önemli galeri ve kültür merkezlerinde toplam dokuz sergi, altı gösteri ve üç panel/ Kontrast söyleşi gerçekleştirdi. Bunun dışında Çin’den gelen iki ayrı delegasyona, Filistin, Bosna ve Rusya’dan gelen fotoğrafçı ve önemli fotoğraf örgütü yöneticilerine ev sahipliği yaptı. Tüm bunlar, özellikle atölye eğitimlerinin disipline edilişi ile gelişen fotoğrafik çizgiyi uluslararası aktivitelere dönüştürerek, ülke dışında AFSAD’ın ve ülke fotoğrafının daha bilinir kılınması çabalarıdır. Bu noktada, gidilen yerlerde alınan olumlu tepkiler, satış başarıları ve ilişkilerde yakalanılan ilerlemelerle önemli bir yol alındığını söyleyebilirim. Henüz emekleme devresi olarak değerlendirebileceğimiz ve kişisel ilişkilerle yürütülebilen bu çalışmaların, önümüzdeki yıllara altyapı oluşturduğunu düşünerek, uluslar arası fotoğraf ve sanat camiasında AFSAD ve ülke fotoğrafının temsiline katkı verecek kurumsallaşan niteliklere dönüşmesi hedeflemektedir. Uzun vadede amaç, yurtdışı sanat örgütlenmeleri ve fotoğrafının içerisinde güçlü bir ‘Türkiye Fotoğrafı’ başlığı açabilmektir. Ülkemiz fotoğrafı, bu güne kadar, değerli fotoğrafçıların, önemli ve bireysel başarılarıyla yurtdışında anılmıştır ama yeni değerler ortaya çıkarmak, aktiviteleri geliştirmek ve uluslararası camiada bilinir olup güç kazanmak için kurumsallaşan ilişkilere ihtiyaç vardır. 106 yıldır faaliyet gösteren Sopron Fotoklub’ın desteğini görerek, Macaristan gibi sinema ve fotoğraf sanatı adına önemli bir kariyeri olan ülkede bu etkinliğin yapılması da tüm bu bahsettiğim düşünceye katkı sağlamak adınadır.” Bu sırada sohbetimize Cengiz Engin de katıldı. “Sopron’da gerçekleştirilen bu etkinliğin amacı ve size katkıları hakkındaki sizin gözlemleriniz neler?” diye sordum onu da yakalamışken. Bir an bile düşünmeden cevap verdi: “Sopron’da gerçekleşen etkinlik, her şeyden önce dernek olarak AFSAD’ı, AFSAD çatısı altında gerçekleşen fotografik üretimleri ve AFSAD üyelerini yurtdışında da tanıtmayı amaçlayan, yabancı fotoğrafçılarla ortak projeler ortaya çıkartmak amacıyla yüzyüze tanışmayı ve karşılıklı planlar yapmayı hedefleyen, temelde bir dernek etkinliği idi. Gerek Soyut ve Kompozit atölyelere ait sergi fotoğraflarının, gerek sergi açılışı sırasında ve sonrasında tekrar edilen gösterilerin, gerekse de dernek üyesi olarak Macaristan’a giden 12 kişilik ekibin, AFSAD’ı ve Türk fotoğrafçılığını son derece başarıyla temsil ettiğini söylemem gerekir. Sopron Fotoğraf Kulübü üyeleri tarafından ekibe gösterilen dostluk ve evsahipliğinin, AFSAD fotoğraflarına gösterilen ilginin nedeninin büyük ölçüde fotoğrafların ve fotoğrafçıların temsil yeterliliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Beni kişisel olarak memnun eden başka bir konu da şu oldu: 1990’lı yıllarda, bırakın Türkiye genelini, Ankara’daki sanat galerilerinde bile fotoğraf sergileri neredeyse hiç yer bulamıyordu. Sopron’da aynı sergi mekânını paylaştığımız Soyut Atölye eğitmeni sevgili dostum Gökhan Bulut’la, 1997-1998 arasındaki iki yıl boyunca Ankara’da AFSAD’lı fotoğrafçılara sergi mekânı oluşturabilmek amacıyla ON Sineması’nın kafe bölümünde fotoğraf sergileri organize etmiştik. Aradan geçen zamandan sonra, bugün geldiğimiz noktada AFSAD’lı fotoğrafçıların ürünlerini Ankara’nın birçok galerisinde, yurtiçindeki birçok şehirde ve hatta artık yurtdışındaki birçok ülkede sergilenirken görebiliyoruz.” derken Cengiz Hoca’nın gözlerinin içi gülüyordu. Dr. Nagy Attila ve Sopron Kültür Müdürü László Sass da Türk fotoğrafçıları ile yapılan bu ortak işbirliğinden duydukları memnuniyeti, fotoğrafların başarısının göz kamaştırdığını, her iki ülke fotoğrafçılarının da birbirlerinden öğrenecekleri çok şey olduğunu, fotoğraf odaklı bu etkinliklerin sürmesini temenni ettiklerini belirttiler. Gösterileri de büyük bir keyifle izlediler. Gecenin sonunda herkes bir Türk fotoğrafçısı olmanın haklı gururunu yaşıyordu. Bir fotoğrafçı olmak, sadece belli, dar kalıpların arasına sıkışıp kalmak değildi. Aynı fotoğraf dilini konuşan herkesle uyum içinde, “fotoğrafçı” ortak kimliği altında buluşup başarılı karelere imza atabilmekti; hırslardan, oyunlardan sıyrılarak... Markası, modeli, teknik özelliği ne olursa olsun dünyaya arkasından baktığımız vizörler aynı, ortaya çıkan kareler ise çok farklıydı... Bu farklılıklardı zaten bizi çeşitlendiren... Her şeyden önce, bir ekip olabilmek vardı aslında başarının özünde... 31 Kontrast 32 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Kasım-Aralık 2010