Şebgir Dergisi 2. sayı

Transkript

Şebgir Dergisi 2. sayı
Fıtrat
Mehmet BORA
Bukalemun
Kaan YILDIZ
Yaşının Hakkını Veren Çocuklar
Ozan DİLEK
Kazım Koyuncu
Hasan ŞAHİNTÜRK
Sevilla’ya mı Serenat
Sevilla’da mı Serenat
Ayhan Işık
İ.Şükran YORULMAZ
Yelda ÜLKER
4
8
14
20
26
30
Bugünkü Dersinizde Korkacaksınız-Yelda ÜLKER- 32
Yunus Emre’de Öğreti-Sait KÜÇÜK- 37
Ömer Ferit Kam- Barbaros KUZEY- 40
Şiirler- 42
Kitabiyat-Mirza ELEKBER- 46
ŞEBGİR’İN YOLCULUĞU DEVAM EDİYOR
Künye:
Dergi Sorumlusu:
Bekir Sıddık KOÇ
Genel Yayın Yön.:
Hasan ŞAHİNTÜRK
Dergi Genel Editörü:
Mehmet BORA
Redaktör:
Zehra DEMİRKALE
Kapak Tasarım:
İnci ÖĞRETMENOĞLU
Dergi Tasarımı:
Mehmet BORA
Yazım Kurulu:
Kaan YILDIZ
Sait KÜÇÜK
Yelda ÜLKER
Ozan DİLEK
Barbaros KUZEY
Hasan ŞAHİNTÜRK
Mehmet BORA
Serniviskar
İlayda Ş.YORULMAZ
T.TİNÂZÎ
Gülrika
www.sebgir.com
[email protected]
fb/ sebgirdergisi
insta/sebgirdergisi
Şebgir, okuyucularından
aldığı ilhamla, ikinci sayısını
sizlerle buluşturuyor. Her
geçen gün kalbinin ve
aklının estiği güzel diyarlara
göç eden bir kervan misali,
geçtiği yerlerde heybesine
sizlerle buluşturacağı şiirler
dolduruyor. Sözler işitiyor, size duyurmak
istiyor. Tarihin derinliklerine iniyor, yüzler
görüyor sizinle tanıştırmak için onların koluna
giriyor. Edebiyat mecmualarını, sinema
arşivlerini karıştırıyor sizlerle bulduklarını
buluşturmak istiyor. Şebgir, bir gece kuşu
gibi şehirlerin üzerinde kanat açıp süzülürken
günümüzün sorunlarıyla hemhal olacak dostlar
arıyor. Bu sayısında çocukların gözyaşlarını,
tebessüme çevirmek için neler yapabilirize lafı
getirip, aramızdan şarkılar söyleyip ayrılan şair
yüreklileri özlediğini dile getirip, özlemlerini
sizinle paylaşıyor.
Şebgir, Soma’da kaybettiklerimizi anıyor. Bir
kanadı Sevilla’da bir kanadı Halep’de alıp verdiği
soluklardan ürettiklerini, kanat çırparken
gördüklerini, Sevilla’yı ve Suriye’nin çocuklarını
anlatıyor. Yunus’u ve bize anlatmak istediklerini
görün, duyun, okuyun diyor. Şebgir aşık oluyor,
şiir yazıyor. Aşkını, sevgisini, hasretini sizlerle
paylaşıyor.
Son olarak Şebgir, sizlere kadife bir kalpten
aldığı ilhamla tekrar, rengarenk bir selam
yolluyor ve üçüncü sayısında sizlerle yine
buluşabilmek adına gecelerini sözlere, şiirlere,
şarkılara ve dualara harcayacağını vadediyor.
Fıtrat
OAKS
12 Aralık 1866, Oaks, İngiltere. 361 işçi öldü.
Mehmet BORA
Okuyacağınız iki hikaye birbirinden tamamen bağımsız
ve tamamen farklı şartlar altında yaşanmış olayları,
tamamen hayal ürünü betimlemeler, diyaloglar ve
isimleri içermektedir. Ancak olayın süreci ile yaşam
şartları tamamen gerçek olup, Soma hikayesindeki kısa
konuşmalar mahkemede anlatılanların alıntılarıdır.
Hikayede siyasi hiçbir şeye değinilmemiş, tamamen insani
duygular ile yazılmıştır. İnsani onlarca başka unsura
ise hiç değinilmemiştir. Oaks hikayesinin uzunluğu, o
dönemin daha az bilinmesinden ve mutlaka uzun uzun
tahayyül edilmesi gerektiğinden kaynaklanmaktadır.
4
Çocuk, babasının eve gelmesini bekliyordu. Koşup, boynuna
atlamak için mi? Hayır. Çocuk 14
yaşındaydı. Babasının boynuna
atlamak için çok büyümüş, kazık
kadar adam olmuştu. Babası
sanatçı ruhluydu, çocuğunun
adını William koymuştu ve tıpkı
Shakespeare’in arkadaşları gibi
o da oğluna “Will” diye sesleniyordu. Bir yandan da bu söz ona
geleceği hatırlatıyor, “O benim
geleceğim” diye düşünüyordu.
Olmadı işte. Olmayacak.
Çocuk babasını beklerken evin
bahçesinde birikmiş işleri yapıyordu. Balta, kütük ve kırılacak
odunlar. Güzel bir gündü, güneş,
pamuk pamuk şekiller almış bulutun arkasından bir ok fırlatıyor
saklanıyor, bir ok daha fırlatıyor,
bu sefer uzunca bir süre Will’in
gözlerine gülüyordu. Alışık değillerdi bu havaya, genelde yağmurludur memleketleri. Hele hele bu
kış gününde, karlar eriyor ama
güzel hava. Tabi yağmur yağınca
yer üstü gibi yeraltında da çalışmak zor iştir.
Michael geldi. Babası olur Michael. 40 yaşlarında, elbette tam
bilmezler doğum tarihlerini.
Allahtan Will doğalı daha 14
sene olmuştu. 14 sene içinde 2 de
kız kardeşi olmuştu. Biri Anna,
öteki Stacy. Annesi de Mary. Beş
kişilik musmutlu bir aileydi onlar
lakin Will ve babası birbirlerini
sadece iş geliş-gidişlerinde görür,
2 haftada bir gün verilen izinleri
bile birbirlerine denk gelmezdi.
Baba oğul madende çalışırlardı.
Madenlerde çalışmak için yaş
sınırı 10, süre 12 saatti. Günde 12
saatten ayda 2 gün tatilleri vardı.
Üretimin temel taşı. Aslında
annesi çalışacaktı ya Will hemen
atıldı öne, “ben ne güne duruyo-
rum” dedi. Öyle ya, kazık kadar
erkek olmuştu.
Öyle ya, okula da gitmemişti
ve ev ekonomisi mühim şeydi.
Babası son molasına çıkmaz.
Hatta bazen hiç molaya çıkmaz
da oğlumu biraz fazla göreyim
derdi. O yüzden evde görüşmek
için on dakikalık süreleri vardı.
On beş dakikada madenden eve
gelebiliyordu babası. Will genç.
Çok iyi koşuyor. 5 dakikaya
gidiyor madene. Dolayısıyla iki
izin süresini oğlunu görmeye
harcayacak baba yarım saatinden
feragat ediyor ve oğlunu 10 koca
dakika görebiliyordu.
Will babasıyla oturdu konuştu.
“Başlarım kraliçeye de” diyemedi
tabii. Kraliçe ailenin velinimetidir. Ama “bu ne biçim sömürü
düzeni be arkadaş, bir el atsa
ya” da diyemedi. Çünkü tarımla
uğraşsan karnını doyurabiliyorsun, madende çalışınca kıyafet de
alabiliyorsun. Tabii sanayi devri
daha yeni gelmiş, daha adı bile
konmamıştı bu düzenin.
Aslında Will içten içe bir şeylerin
ters gittiğinin farkındaydı. İsmini
koyamadıkları sistemin dişlileri yanlış. Bir bela, bir musibet
olmazsa işler yolunda gitmez.
Bunun bilincinde de değildi
çünkü dünya tarihi iş konusunda
herhangi bir musibet görmediği
gibi henüz iki dünya savaşı da
yaşanmamıştı. Kısacası, dinler
gelmeden önceki insanların,
Will’in dinini bildiği kadar Will
de bunlardan haberdardı. Hayır,
belki de bunu sadece Will bilmiyordu. Belki bir yerlerde Will’in
hakları için kavga edenler vardı.
Nerden bilsin, daha adını bile
yazmayı bilmiyordu. İmza mimza
da yok zaten. Geldi mi, geldi...
Listeden Will Stonerock, nere-
de... işte burada. Bir aktif işareti,
dillerince “tick” tamamdır.
Will geldi. Bütün işi alacak işçiler
toplanmışlar madenin girişine.
Tastamam 500 kişiydiler ama aktif işareti olmayan iki kişi vardı.
Will’in sıkı fıkı arkadaşları 16 yaşındaki Charles ile iki yaş büyük
kardeşi Stephan. Oyuna dalmışlardır diye düşündü. Bayrak indirildi yeniden çekildi ve herkes
bir ağızla kendilerine yaşama
hakkını veren yüce kraliçeleri
Victoria’ya şükranlarını sunarak
tek sıra halinde madene indiler.
Will, babasının kazmasını kullanıyordu. Bir kısım vagon çekiyor.
Hayvan kullanılmıyor, hayvanlar
kıymetli çünkü. Madene sokmak
istemiyorlar.
Will yerine kuruldu. Çalışmaya
başladı. Kara kara kömürleri çok
seri kazıyor, ince ve küçük olduğu için bir damardan girip içini
deşip dışarı atıyordu. Çok çalışkandı. “Bu çocuk buradan elmas
bile bulur” diyenler bile vardı.
Bulsa ne olacak ki?
Bir kıyamet bir kargaşa ki koptu. Sonra ağlaşmalar. Bağırış...
çağırış... William dayanamadı koştu oraya. Arkadaşı olan
Stephan ile Charles şef tarafından
dayak yiyor. Geç geldiler. Hem de
tam yarım saat. Will araya girdi.
İzinlerine çıkmazlar dedi ama
dayak yemelerine engel olamadı. Beraber madene geri indiler.
Ağabey Stephan güçlü kuvvetliydi ama dövemiyordu şefi. Hıncını
kömürden çıkarmaya başladı.
Bir salladı kazmayı... taaaak... Bir
daha salladı, kazma taşa değdi.
Önce kıvılcım çıktı.
Sonra boooom.
5
SOMA
13 Mayıs 2014, Soma, Türkiye. 301 işçi öldü.
Selim, kayın biraderi Ali ile madene gidiyor. Madene giderken servis minibüsünde goftugu ediyor,
hallerine şükrediyorlar.
Selim: Yahu bak bu maden ne
güzel oldu. Sigortamız yatıyor.
Maaşımız günü gününe tıkır tıkır
yatıyor. Memlekette işsizlik almış
başını gidiyor. Çok şükür buna.
Ali: Sorma kardeşim. Bu iş olmasaydı çoluk çocuk ne yer, ne
içerdik.
Selim’in bir zeytin bahçesi vardı.
Ağaçları kurudu nedense. İşsiz
kaldıkları gibi toprakları da bereketsizleşti. Nedense bu madende
bayağı rezerv var. Hiç değilse
orada çalışabiliyorlar. Hem bir
sene ağaca bak da, sula da, zeytinleri topla da, sonra onu satacak bir
tüccar bul da... ölme eşeğim ölme.
Uzun iş. Yıllık para geliyor sonra
bir yıl yeter mi yetmez mi...
Bunları düşünüyorlar. Selim atıldı;
-Ali haberin var mı bugün sınav
var. Ne eğitim aldık ki? Ne soracaklar acaba?
- Korkma biraderim, cevapları
verecekler. Tabi sen izinliydin,
Hatice’yi hastaneye götürecektin
kontrole o gün söylediler, dert
etme.
- Hadi ya? İyiymiş o zaman. Saat
kaçta sınav?
- Akşama çıkmadan yarım saat
önce yapacaklarmış.
- Arkadaş, bazı kısımlara sürünerek giriyoruz. Pertimiz çıkmış
olacak. O saate sınav mı yapılır?
- Dert etmeeee!
Çok geçmedi, madene vardılar.
Giydiler tulumlarını aşağı indiler.
Kazmayı bir indirdi, iki indirdi,
üç indirdi... Aklına bir şey geldi
Selim’in.
-Ali! Ali! Aliiii!
Ali sesi duymuyor kazma sesinden. Selim sürünerek Ali’nin yanına geldi. Sırtını dürttü. Ali durdu.
-Söyle biraderim.
- Yahu bu siren sesi duyulmuyor.
Üç gündür car car ötüyordu.
- Eeee?
- O zamanki sorun neydi, ne oldu
da geçti?
- Siren arızalıymış dedi Süleyman.
Tamir etmişlerdir.
- Yahu sakın arıza cihazda değil de
madende olmasın? Sakın kapatmış
olmasınlar sireni?
Ali sesli sesli güldü. Selim’in yanağını okşadı.
- Senin şimdi çocuğun olacak ya,
korkman normal. Korkma bir şey
olmaz Allah’ın izniyle. Dua et.
Hiçbir şey olmaz.
Olmadı hakikaten. Ertesi gün
oldu. Tam madene indikleri sırada
yangın çıktı. Kimileri kurtuldu
ama Ali de Selim de kurtulamadılar. Hatice çocuğunu doğurdu
elbette.
*******
Kazanın üzerinden tam iki sene
geçti. Bu süre içerisinde bu rakamın çok daha fazlası işçi kazalarda
hayatını kaybetti. Hatice, kucağında çocuğuyla hala mahkemede
çocuğunun hiç görmediği babasının hakkını arıyor. Dava ne kadar
sürer bilinmez ama bu işçinin
davası hiç bitmez. Ekmeği için
canını tehlikeye atmış ve canından
olmuş herkesin hatırasına...
7
BUKALEMUN
Kaan YILDIZ
“Kime uzun iktidar vermişsek
onun ahlakını bozmuşuzdur” (Yasin Suresi).
“İblis bizden zaman istedi, verdik. Kıyamete kadar”
(Sad Suresi).
Çocukken en sevdiğim çizgifilmlerden biri 1994 yapımı Örümcekadam idi. Nedense bir yaz günü
bol güneş alan salonumuzda
elimde kola ile otururken Örümcekadam’daki en tehlikeli kötü
adamın hangisi olabileceğini düşündüm. Yaşım 7-8 idi. Vardığım
sonuç bugün dahi beni korkutuyor, çünkü yaşıma rağmen en
tehlikeli karakterin kim olduğunu bilmiştim: Bukalemun. Bukalemun’un özelliği neydi? Bildiğiniz gibi süperkahramanlar çok
tehlikeli güçleri olan kötü adamlarla mücadele ederler. Bazıları
ağızlarından alevler çıkarabilen
devasa ejderhalar iken bazıları da
metali kontrol edebilen dahilerdir. Bukalemun ise istediği bir
kişinin kılığına girip sesini taklit
edebilmektedir. Böyle bir güce
sahip olan kişi istediği herşeyi
elde edemez mi? Sizin kılığınıza
girip sevdiklerinizi elinizden
alabilirim, patronunuzun sizden
nefret etmesini sağlarım –zaten
nefret etmiyorsa- bakkaldan deli
gibi alışveriş yapıp hesabınıza
yazdırabilirim, sevgilinizle buluşup kendisini uzun süredir aldattığımı dahi söyleyebilirim. Gerisi
sizin hayalgücünüze kalmış.
Hayatımızda ejderhalar ve metali
8
kontrol eden dâhiler yok ancak
Bukalemunlara bazen rastlayabiliyoruz. Birçoğumuz onlarla
aynı toplu taşıma aracını kullanıyor, mücadele ediyor, aynı çay
sırasında bekliyor veya onların
oyunlarına rağmen hayatta kalmaya çalışıyoruz. İnsanlar gerçek
niyetlerini gizleyerek sizi kullanmaya çalışabilirler. Tabi ki çoğu
zaman gerçek niyetleri fark edilir
ve eylemleri akim kalır. Çünkü
bu insanlar karşı tarafın gerçeği
göremeyeceklerini zannedecek
kadar aptaldırlar. Lakin bazı
insanlar vardır ki bunlar insan-
ları kandırabilme noktasında
inanılmaz bir yeteneğe sahiptirler. Kimse niyetlerini göremez
ve soğukkanlılıkları sayesinde
üzerlerindeki her türlü şüpheyi
savuştururlar. Kastettiğim tabi ki
Bukalemunlar’dır.
Bir Bukalemun’un siyasi bir görüşü yoktur. Birçok siyasi görüşü
vardır. İslamcı ile beraber Özal’ı
övebilir ve İstiklal Mahkemelerine lanetler savurur. Ardından
tanıştığı solcu ile beraber devlet
mevhumunu Sümerler’den geldiği şekilde eleştirir. Buna müte-
akip az önce tanıştığı milliyetçi
ile beraber eski zamanları ulular.
Hemen ardından bir Atatürkçü
ile kahve içmekte olan dostumuz
bu sefer de bohçasından karşı
tarafın hoşuna gidebilecek ne
varsa onu çıkarmaktadır… Çok
sevgili Bukalemun, Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’i gibi değildir.
Bukalemun’un keskin bir zekası
vardır. Bilgiye, okuyarak değil,
dinleyerek ve aralarından işine
yaracakları seçerek ulaşır. Kitaba ihtiyacı yoktur, konferans
konferans gezer, o söyleşiden bu
çay sohbetine, çay kahve sohbetlerinden STK toplantılarına
onu her yerde görebilirsiniz. Ne
veya kim olduğu size göre değişebilir. Bukalemun çok yönlüdür.
Onun hakkında “Çok iyi çocuk,
geçen gün ucuz ama iyi bir tenis
ayakkabısı alabileceğim bir yer
arıyordum, sağ olsun çok güzel
bir yer tavsiye etti” cümlesini
duyarken diğer taraftan da “Evet,
Karabağ meselesinde Bukalemun da bizimle, üniversitedeki
panelde konuştuk bir hafta önce”
cümlesini duyabilirsiniz. Hemen
akşamında Özgür Çaycılar Direniş Hareketi toplantısında sizlere
Kropotkin’in “örgütlenmemizde”
neden fevkalade önemli olduğunu anlatacaktır. Aslında birçoğumuz ne demek istediğini pek
anlayamayacağız. Ama olsun…
İşte Bukalemun bu şekilde
kendine büyük bir ağ kurmuştur. İnsanlarla sadece büyük bir
örümcek ağı dahilinde düzenli
bir iletişimde değildir. Aynı
zamanda Türk insanını en açık
noktasından vurur. Türk insanının övülmeye karşı ne yazık
ki büyük bir zaafı vardır. Bukalemun sizi çok över ama bunu
yaptığını size çaktırmaz. Çünkü
size “ağam, paşam” demez. Bunun yerine size ilgi göstermekle
9
ve sizin değerlerinizi övmekle
meşguldür. O sizi övdükçe siz,
onunla “arkadaş” olduğunuzu
zannedersiniz. Vay halinize! O
sadece bir bağımlılık oluşturmaya çalıştırmış ve bunu başarmıştır. Onunla normal arkadaşlarla
yaptığınız şeyleri yapamazsınız,
caddeye çıkıp çay veya kahve
içemezsiniz. Çünkü onun vakti
çok değerlidir. Bunun yerine sizi
ihtiyacı olduğu zaman arayacak
ve istediğini yaptıracaktır. Üslubu da yine size göre değişecektir,
“Hayırlı akşamlar birader, Allaha
emanet ol” da diyebilir, “Canım
çok öpüyorum, Meriç’e selam
söyle” de diyebilir. Bu bağlantılar
sayesinde ne istiyorsa en kısa ve
ucuz şekilde istediklerini yaptırabilmektedir. Onun için bir
konsere bedava girmek gayet kolaydır, ya da ucuz bir uçak bileti
bulmak, veya bir bankadan kredi
çekmek. Bunların hepsine sizden
veya benden çok daha kolay bir
şekilde ulaşabilecektir. Bu onun
sanatıdır.
Peki en tehlikelisi nedir? Tabi ki
onun bu yaptığı çalışmalar sonucu bir iktidar alanı kazanmasıdır.
Kazandığı iktidar alanı sayesinde artık enerjisini farklı işlere
harcayacaktır. Sizin benim gibi
insanlarla değil, yukarıdaki insanlarla muhatap olmaya başlayacaktır. Yavaş yavaş oraya nüfuz
edecektir. Yeri geldiğinde diğer
Bukalemunlarla mutual ilişkiler başlatacaktır. Hedef büyük
olduğu için, yukarıdaki “safların”
sayısı çok fazla olduğundan,
hepsini yeteri kadar “kandırmaya” vakitleri olmadığından
güçlerini birleştirerek daha hızlı
hareket edeceklerdir. Kazandıkları iktidar alanı ile artık masumlar onların elindedir. Bizler
artık sadece hizmetkârlarızdır.
Bizleri kendilerine tabi etmek
kolaydır çünkü elimizde genelde
pek bir şey olmaz. Sadece fakir
10
değilizdir, aynı zamanda bir
yerlere ulaşmayı da pek bilmeyiz. Bunun sanatına dürüstlükle
hakim olamazsınız. Toplum
tiyatrosuna dahil olmanız gerekmektedir. Lakin tiyatroyu yönetenler genelde Bukalemunlar’dır.
Nitekim benim de bununla ilgili
bir hikayem var…
Bir süre Ankara’da yaşadım. Ankara’da kaldığım süre içinde Dost
kitabevine gitmeyi çok severdim.
Sanki burası Ankara’daki tek
kitapçı idi. Burada geçirdiğim
vakitlerde bazen, benimle birlikte kitaplara bakan diğer insanlarla tanışırdık. Burada başlayan
sohbet genelde yakındaki bir
çay bahçesinde devam ederdi.
O zamanlar Facebook, Twitter
vb. enstrümanlar olmadığından kurduğumuz arkadaşlıklar
devam etmezdi. Nedense telefon
da alınmazdı, alınsa da aramaya pek cesaret edemezdik. Bol
yağmurlu, kükürtlü bir Ankara
Aralık’ında yine Dost kitabevine gitmeye karar vermiştim. O
zamanlar Kara Elf Üçlemesi yeni
basılmıştı. Üçüncü kitap olan
“Göç” adlı eseri almak için Dost
kitabevine yönelmiştim. İçeri girip derhal kitabı alıp Ayrancı’daki evime gitmek istiyorum. Patates kızartacak, kola içecek ve çay
demleyip kitabı okumaya başlayacaktım. Muhtemelen gecenin
bir vakti kitabı bitirmiş olurdum.
Kitabı elime aldım ve kasaya
yöneldim. Lakin nedense gözüm
bir anda Felsefe kitaplarının
olduğu bölüme, Baudrillard’ın
“Simulakra ve Simulasyon” adlı
efsane eserine kaydı. Bu kitabı
Matrix’ten biliyordum. Elime
alıp karıştırmaya başlamamla
beraber, uzun süredir, belki saatlerdir orada olan bir silüet üzerime doğru canlanmaya başladı.
Yanıma geldiğinde çoktan ete kemiğe bürünmüştü. Elini dostça
kitaba uzatarak “Gerçekten çok
önemli bir çalışmadır, eser hakkında geçtiğimiz aylarda Mor Sosyalistler Atölyesi’nde bir konuşma
yapmıştım… ha bu arada, ismim
Sami, tanışalım mı?”. Nasıl olduğunu anlayamadığım bu müdahale
sonucu kafamda tüm saflığımla
kurduğum “kitap, patates, kola,
çay” denklemi bir anda tuzla buz
oldu. Sanki burası onun eviydi de
izinsiz girmiş, bir bardak kırmıştım. Köprüden geçerken ödemem
gereken bir ücret vardı. Halbuki
burası onun filan değildi. Kendisi
sadece sevgilinizle beraber gecenin
bir vakti bir sokakta yürürken size
anlamsızca bakan malum adamdan başkası değildi. Dolayısıyla
ben de kendimi toparlayıp. “Ne
kadar güzel, iyi okumalar size”
diyerek kasaya yöneldim. Kitabın
ücretini ödeyerek dışarı çıktım.
Eve geçmeden önce çay içmek için
eski bir çay bahçesine girdim. Bir
iki çay içerken kitaba da başlayabilirdim. Lakin takip edilmiştim.
Sami bir anda yanıma izinsizce
oturdu ve bana “Üstadım!” diyerek
kendini tanıttı. Sami, ODTÜ’nün
X,Y,Z bölümünde okumuş ve A,B,C’de master yapıyordu. Mor Sosyalistler Atölyesi’ni Hacettepe’deki
iki arkadaşı ile kurmuştu. Aylık
olarak çıkardıkları bir felsefe ve bir
de Rus Edebiyatı dergileri vardı.
Tanıdıkları matbaacılar sayesinde dergiler bedavaya basılıyordu.
Sonra sıra bana geldi. Nerede ne
okuduğumu, yabancı dil bilip bilmediğimi, nereli olduğumu, hangi
takımı tuttuğumu ve daha birçok
soru sordu. Ben de her şeyin kıyısından ufak bilgiler vererek soruları geçiştiriyordum. Kendisi bana
bir anda anlayamadığım felsefe
kuramlarından bahsetmeye başladı. Bir Kierkegaard’dan bahsediyor
bir Fichte diyordu. Tüm bunlar bir
anda Endülüs’e, Arap coğrafyacılarına ve eski Fars şairlere bağlanıyordu. Ama en nihayetinde Sami,
Anadolu çocuğuydu… Konuşmama imkan dahi vermiyordu. Bana
kahve üzerine kahve ısmarlıyordu.
Önüme bir anda yandaki büfeden
döner, hamburger, patates ve kola
da geldi. Sami anlattıkça anlatıyor,
sigara üzerine sigara yakıyordu.
Ayrılırken telefonumu almış ve
kucağımı da Mor Sosyalistler Atölyesi’nin dergileriyle doldurmuştu.
Harçlığımdan ayırarak aldığım
Kara Elf Üçlemesi’nin son kitabı
ve kaostan önce ısmarladığım çay
masanın bir köşesinde buruşmuş
bir halde bana bakıyordu… Dergileri çantaya atıp eve koyuldum.
Ertesi gün beni aradı ve atölyeye
davet etti. Reddettim. Gerçekten
ne felsefe ile ne de sosyalizm ile
ilgileniyordum. Zaten anlattıkları bana hiç rasyonel gelmemişti.
Kafası karışık birine benziyordu.
Bir sonraki hafta arayıp bu sefer
Fransızca’dan bir makale çevirip
çeviremeyeceğimi sordu. Ben de
ondan kurtulmak adına kabul
ettim. İşini yapıp çeviriyi o günlerde kullandığım “mynet” emailim
ile gönderdim. Makale çevirisini
almıştı ama aramaya devam ediyordu. Atölyeye gelemeyeceğimi
de sekiz buçuk kere söylemiştim
(bir keresinde cümlemi tam olarak
bitiremedim çünkü dikkatimi celp
etmek için Atölye’ye çok güzel
kızların geldiğini söylemişti). Kendisinin gerçekten sadece “saf ” biri
olduğunu düşünüyordum. Herhalde psikolojik sorunları vardı ve bu
tarz insan ilişkileri kurarak kendini rahatlatıyor, bir şeylerden kaçıyor diye düşünmüştüm. Ne yazık
ki o yaşlarda onun bir Bukalemun
olacağını anlamamıştım. İleriki zamanlarda da beni ısrarla aramaya
devam etti. Her seferinde başka bir
bahanesi vardı. Galiba bunlardan
en ilginci bir metal konseri esnasında olandı. Zar zor bilet bulmuş
ve içeri girmiştim. Herkesin elinde
bira vardı, lakin fakirlikten dolayı
ben sadece susadığım takdirde
çantamdaki sudan birkaç yudum
alabiliyordum.
“Güç kazanan herkes,
onu kaybetmekten korkar”
(Palpatine).
Ortam gayet karanlık ve kalabalıktı. Bugün dahi nasıl olduğunu
anlamam, Sami bir anda kalabalığı yararak huzursuz bir gülümsemeyle bana 70’lik bir bira verdi.
Ardından kalabalığın arasında
kayboldu. Gerçekten korkmuştum…
Ertesi sabah uyandığımda korkumun anlamsız olduğuna karar
verdim. Sadece beni görmüş ve
makaleye karşılık bir içki ısmarlamaya karar vermişti. Bir hafta
sonra ise bana bir mesaj attı ve
kurduğu tercüme bürosuna
davet etti. Gerçekten de bir
tercüme bürosu vardı. Baba
tarafından gayet zengindi.
Memleketlerinde derya
dönüm tarlaları vardı.
Ben de boş vaktim
olduğu için ısmarladığı biraya karşılık
teşekkür edebilmek
adına gittim. İçerisi gerçekten dört
dörtlüktü. Kahve makinası bile
vardı. Bana burada
alacağım yüksek
maaşı ve zamanla
ne kadar yükselebileceğimi, çünkü
bura sayesinde
çokça “tanıdığım”
olacağını ve hayat-
12
ta bazı işlerin ve bir kısım da işleyişlerin ancak ve ancak ve ancak
ve ancak ve hatta ancak “tanıdıklarla” olabileceğini söyledi. Lakin
benim Ankara’da kalmak gibi bir
niyetim yoktu. Ankara 90’larda
güzelliğini kaybetmişti. Türkmen
köylerinin içi boşalmış, yerlerini beton devler almıştı. Ben de
kendisine Bursa’ya döneceğimi
söyledim. Bunun üzerine ani
bir öfke patlaması yaşadı. Bana
bağırarak, retoriğimin ne kadar
zayıf olduğunu hayatım boyunca
duymadığım felsefe terminolojileri kullanarak anlatıyordu. Anlattıklarının konuyla bir alakası
da yoktu. Ben kendimi kontrol
ettim ve nezaketimi bozmadan
iyi günler dileyerek dışarı çıktım.
Sokağa çıkıp, sola dönüp yürüdüğümde apartmandan, büronun olduğu kattan böğürtüler
ve birbirine karışan tiz çığlıklar
geliyordu. Korkuyla yolun karşısına geçip büroya baktım. Kapalı
perdelerin ardından kısa boylu
bir gölgenin, parçalamak istercesine kafatasını parmaklarıyla
kavrayarak sıktığını gördüm.
Sırtından kanatlar çıkıyordu.
Kanatların ucundaki kemik
uzantıları perdeyi yırtmaya başlamıştı. Sonunda cama dayandı ve
camları kırdı. Kırılan pencereden
dışarıya, yüzü aynı Sami’ninki
gibi olan gri bir deriyle ve yağlı
kıllarla kaplı bir şeytanın çıktığını gördüm. Uçarak uzaklaştı.
Dehşete kapıldım ve hemen
taksiye binip uzaklaştım. Kendimi kalabalığın ortasına, Kızılay’a
attım. Saatlerce McDonalds’taki
elektronik piyanoyu izledim. Bu
olaydan sonra bir daha asla Sami
ile görüşmeyeceğime dair kendime söz verdim.
Akşama eve dönünce beni
Sami’ye mahkum edecek olayın
haberini almıştım. Babam iflas
etmişti ve bir süreliğine, sadece
kendime değil aynı zamanda
Edirne’de okuyan iki kız kardeşime de bakmalıydım. Ertesi gün
iyice düşündüm. Benim tahsilim
önemli olmasa da kardeşleriminki önemliydi. Bir şeytan dahi olsa
da canlı olarak ona lazımdım. Bir
şeytan olduğunu herkese gösteremezdi. Nefret ederek Sami’ye
telefon açtım ve işi kabul ettim.
Ertesi gün işe başladım… Altı
yıllık sürecek köleliğim de böyle
başladı…
Sami beni elde ederek istediği
gücü kazanmıştı. Sadece büronun işlerini yapmıyor, onun özel
sekreterliğini de yapıyordum…
Yeri geldiğinde üniversitedeki
derslerime dahi gidemiyordum.
Zamanla Sami’nin gücü büyüdü
ve benim gibi daha birçok minion elde etti…
Altı yılın sonunda, en küçük kardeşim de okulunu bitirince ben
de bürodan kaçtım. Ankara’yı
terk ettim. Beni aramadı. Neden
beni aramadı… Bunu bilmiyorum… Galiba tasarladığı ve teker
teker gerçekleştirdiği planlarına hergün yeni birini eklerken
benim eksikliğimi fark edemedi.
Nasıl olsa Fransızca ve Rusça’dan
çeviri yapabilecek etrafında çok
sayıda insan vardı…
Yıllar sonra güneşli bir Caddebostan sabahı elimde gazete ile
bankta otururken. Onun resmini
gördüm… Kendisi ülkemizdeki
en önemli bir mevkilerden biri
olan X,Y,Z mevkisine gelmişti.
Bunda ülkemizin en büyük şirketi olan Karaboynuz Holding’in
sahibinin kızı ile evlenmesi de
etkili olmuştu… Sami bir Bukalemun olarak gücünü zirveye
taşımıştı ve belki kısa bir zaman
sonra artık ülkedeki herkes ona
tabi olacaktı… Ben ise ondan
kurtulduğum için çok mutluydum…
13
YAŞININ HAKKINI
VEREN ÇOCUKLAR
Ozan DİLEK
Suriye...
5 yıldır dinmeyen savaşın darmadağın ettiği bir ülke.
Dünya güçlerinin üzerinde kozlarını paylaştığı o
kadîm topraklar.
Muhalifler ile rejim arasında yapılan görüşmeler
sonuç vermiyor ve savaşın yakın tarihte biteceği
beklenmiyor. Milyonlarca insan bu savaş ile evinden,
topraklarından, yurdundan göç etmek zorunda
kaldılar vebüyük bir kısmı ülkemize sığındılar.
Bugün etrafımızda çokça gördüğümüz Suriyeli
muhacirler… Ülkemizdeki sayıları 3 milyona yaklaşan
muhacir kardeşlerimiz.Peki kimdi bunlar? Ne demekti
evsiz kalmak? Evini barkını terk edip çadır kentlere
sığınmak ya da vatanından tamamen biçare göç
etmek zorunda kalmak? Ne demekti arkanda aileni,
ölülerini bırakarak çıkıp gelmek?
14
15
Muharrem 1436 / Kasım 2014
Hatay Reyhanlı’da sabahın erken
saatlerinde 3 arkadaş Suriye’ye
geçmek için hazırlık yapıyorduk.
4. yılına giren savaşın yıktığı
Suriye’yi gidip görmek, neler
yaşandığını anlamak, insanlarla
hemhal olmak niyetindeydik.
Lakin gidince ne ile karşılaşacağımızdan bihaberdik. Ömründe daha önce hiç Türkiye
dışına çıkmamış 3 üniversite
öğrencisi, savaşın milyonlarca
insanın canını yaktığı, toprağa
dökülen ve dökülmekte olan
kanların henüz taze olduğu yere
gidiyorduk.
Sınır yolunda ilerlerken zihnimde uçuşan binlerce soru vardı.
Nasıl bir yer bu Suriye? Nasıl
bir halkı var? Kültürleri bize ne
kadar benziyor? Savaş nedir?
Nasıl yıkar? Nasıl öldürür? Ölüm
korkusu nedir? Bomba korkusu,
kurşun korkusu? Kaybetmek nedir? Aileni, evini…
Çadırda yaşamak nedir?
Dışarıdan getirilip
dağıtılan ekmek ile
yaşamak nasıldır?
Savaşta çocuk olmak nedir? Anne
olmak? Baba
olmak?
Cilvegözü
Sınır Kapısı’nı
geçtikten
sonra düzen
kendisini
kargaşaya
bıraktı.
Müthiş bir kalabalık, nereye
gittiği belli olmayan yüzlerce insan…
Sınır kapısında kontrolü
sağlayan silahlı muhalifler
dikkatimi çekti önce. ‘Algılarımıza yerleştirilen asker
figürü’ ile uzaktan yakından
16
alakaları yoktu. Zihnimde hızını
arttırmaya çabalayan lokomotif
misali bağıran merakım beni
bütün korku ve çekincelerden
uzaklaştırıyor, ileri atılmaya teşvik ediyordu.
Vardığımız ilk kamp Türkiye
sınırına yakın ve Türkiye’den
bir yardım derneği tarafından
inşa ettirilmiş ve aynı dernek
tarafından ihtiyaçları karşılanmaya çalışılan bir kamp idi.
Suriye’nin farklı şehirlerinden
kaçıp gelen insanlar kampı
doldurmuşlardı. Arabamızdan
ilk indiğimizde birkaç çocuk
geldi yanımıza. Bizden aldığı
şekerlerden sonra kuvvetlenen
seslerini kampa duyurmaları ile
hızlıca kamptaki tüm çocuklar
etrafımızda toplandılar. Çocukları ilk gördüğümde bir tokat yedim. Bu çocukların bizim çocuklardan hiçbir farkları yoktu.
Hani burası başka bir ülke idi?
Hani farklı bir halk ile muhatap
olacaktık? Hani onlar Suriyeli
biz Türkiyeli idik? Bu çocuklar bizim çocuklarımız ile aynı
bakışa, aynı gülüşe, aynı simalara
sahip. Sanki Anadoluda bir köye
gelmiş de kendi çocuklarımıza
bakıyormuş gibi hissettim kendimi. Peki kim inandırdı bizi bu
insanlarla farklı olduğumuza?
Konuştuğumuz dil farklı diye
mi bu sınırlar? Şırnaklı bir Kürd
ile Yozgatlı bir Türk aynı lisanı
mı konuşuyorlar? Neden onlar
aynı toprakları paylaşabilmiş de
Hamalı, Kablı bu çocuklar ile aramıza büyük hudutlar çekilmiş?
Yetişkinlerin derdini dinledikçe
yolculuk boyu kafamda dönen
sorular yavaş yavaş bir kenarda
toplanmaya düzene girmeye
başladılar. Bir kadının ‘’Ezan sesi
duyacağımız bir mescidimiz dahi
yok’’ demesi ile bir tokat daha
yedim. Bunca zorluğun, sefaletin içerisinde kadının kendine
dert edinip acıyla bize yakındığı
şeyin mescit eksikliği olması o an
hiç beklemediğim bir şeydi. Bir
düşünün. Kampta elektrik yok,
insanlar çadırlarda yaşıyorlar,
yiyecek sıkıntısı var, hava soğuk
ve önemli bir soba eksiği mevcut
ancak kadın bizden çok dikkat
çekicidir ki önce mescit istiyor.
Geçtikleri büyük imtihanın içerisinde belki de imanlarını arttırarak kazanç elde ediyorlardı.
O kamptan ayrılarak 2 kamp
daha gezdik. Hepsinden gözlemlediğim iki önemli şey var idi.
İlki çocukların bizim çocuklarımızdan çok da farklı olmadığıydı. İkincisi de çocukların
her zaman her yerde çocuk olduğu, ötede beride bomba patlar
iken savaş devam eder iken burada çocukların gülüp oynadıkları,
koşuşturdukları gerçeği idi. Hepsinin yüzünde bir burukluk vardı
lakin çocuktu onlar. Yaşlarının
hakkını verircesine etrafımızda
koşuşturup gülücükler saçarak
göz pınarlarımıza coşkunluk
veriyorlardı. Peki böyle neşe ile
etrafımızda dolanan çocuğunu
yedirip içiremeyen, barınma
imkânı sunamayan, ölen yakınlarını geri getiremeyen, yıkılan
evde kalan oyuncaklarından
ona tekrar veremeyen babanın
çocuğuna bakışını görmek ister
miydiniz? Bir babanın o ezilmiş,
eğilmiş bakışları… Düşünmesi ömür kısaltan bu çaresizliği
yaşayan yüzlerce baba görmek
sağlam yürek bırakır mıydı
müslümanın bedeninde?
Bir nesil yetişiyor bu kamplarda
ve bu çocukların hepsi güzel
günlerin geleceğinden umutlu,
zafer gününü bekliyorlar.
17
Ramazan 1436 / Temmuz 2015
Şehzade Camii’nde ön saflara yakın bir
yerde oturmuş kendi halimde bir şeyler
okuyordum. Küçük bir çocuk yanıma
geldi ve Suriyeli olduğunu söyleyerek
maddi yardım istedi. Güzel bir çocuktu. Oturttum yanıma. Türkçeyi çok az
anlıyordu ve konuşamıyordu. Kürd mü
yoksa Arab mı olduğunu sordum. Kürd
olduğunu ve Kürdce bildiğini söyledi.
Ortak bir lisan bulduktan sonra küçük
arkadaşım ile sohbete daldık. Adı İsa idi.
6 yaşında, aslen Qamişlolu imiş. Lakin
Kobani’de yaşıyorlarmış ve oradan gelmişler Türkiye’ye annesi, babası ve iki erkek kardeşi ile. Camiinin içinden birlikte
çıktık. İsa, bana avluda oturan bir kadını
göstererek annesi olduğunu söyledi ve
beni onun yanına götürdü. Annesi yaşadıkları hayat şartlarından ve zorluklardan bahsetti ve sonuna ekledi ‘’Bunları,
sizden para istemek için anlatmıyorum.
Biz, aynı milletteniz. Bakın bunlar bizim
başımıza gelenler. Haberdar olun, bilin
diye anlatıyorum.’’ diye ekledi. Sırtıma
tek başıma kaldıramayacağım mesuliyeti
yüklemek için yeterli bir cümle idi. 6
yaşındaki küçük dostum İsa’nın fotoğrafını çekerek sosyal medya hesaplarımda
paylaşıp hikâyesinden bahsettim biraz.
Başlarına gelenlerden haberdar olsunlar,
bilsinler diye.
yoktu. Baba ile başlarına gelenler hakkında konuştuk. Kobani’de aile büyükleri ile
güzel bir hayatları var imiş. Bir bomba ile
evleri yıkılmış. Annesi ve babası orada
ölmüşler. Kız kardeşi çatışmada ölmüş.
Kendisi de savaşırken çatışmada ağır
yaralanmış. Türkiye’ye gelmişler. Gaziantep’te ameliyat olmuş. Sol bacağına
platin takılmış. Kurşunun parçaladığı
bir böbreğini de almışlar. Yürüme problemi çekiyor. Vücudunda derin ameliyat
izleri var. Bunca yara alıp da kurtulmuş
olmasından ötürü çokça şükrediyordu
rabbine. Bacağının durumundan ötürü
elinden her iş gelmiyor ancak ufak tefek
işlerde çalışarak para kazanmaya çalışıyormuş. ‘’Eviniz buraya yakınsa ve eğer
isterseniz size Arapça öğretirim, tahsilim
var.’’ teklifini yaparak da bizleri mutlu
ediyordu. ‘’Türkiye olmasaydı biz nereye
giderdik? Allah Türkiye’den razı olsun.
Bize kapıları açtılar, bize sahip çıktılar.’’
diye dua ediyorlardı karı koca.
Bayramlıklarını giyen İsa ve küçük
kardeşi İmad’ın neşesi evin dört duvarına yansımıştı. Bir dostumun ifadesi ile
‘’Bayram gelmeden önce iki tatlı bayram
şekeri almış’’ olarak evlerinden ayrıldım.
Türkiye gibi birkaç nesildir böylesi büyük
bir savaş görmemiş bir ülkede yaşayan
son nesiller olarak bizim bu yaşananları
Ramazan Bayramı yaklaşmakta idi.
tam olarak idrak edebilmemiz pek mümBirkaç hayırsever yardımda bulunmak
kün görünmüyor. Hemhâl olamadığımız
için benimle irtibata geçtiler ve İsa ile iki insanların hal hareketleri üzerinden
kardeşine aldıkları bayramlıkları ve bir
ön yargılı olup peşin hükümler veremiktar erzakı ulaştırmam için ricada bu- biliyor ve bazen onlara karşı acımasız
lundular. İsa’nın evinin yerini öğrendim. olabiliyoruz. Örneğin zihinlerde şöyle
Doğma büyüme İstanbullu olan oğluna
bir soru ve algı var: ‘’Erkekler neden
nazaran çok daha iyi Kürdce konuşabilen ülkelerinde kalıp savaşmıyor da kaçıp
annemi ve teyzemi de yanıma alarak bay- buraya geliyorlar? Biz Kurtuluş Savaşı’nramdan hemen önce asgari ücretin yarı- da yokluk içerisinde nasıl savaştıysak
sından biraz fazla bir fiyata kiraladıkları
onlar da savaşsın’’ Ancak bu yanlış bir
bodrum kattaki dairelerinin kapısını çal- mukayesedir ve şartları bilmiyor olmadım.Annesi, babası, 2 yaşındaki kardeşiİ- nın getirdiği bir sorudur. İnsanlar kendi
mad ve İsa karşıladılar bizi. Evde; yerdeki devletinin ordusunda başka bir devlete
halı, minderler, bir vantilatör ve ev sahikarşı savaşmıyorlar. Kendi devletleri ile
binin bıraktığı buzdolabından başka eşya savaşıyorlar ve düzenli bir orduları yok.
İrili ufaklı birçok silahlı örgüt mevcut
ve bunlar düzenli bir devlet ordusu
ile karıştırılmamalıdır. Ayrıca her biri
farklı bir ideoloji ile bölünmüş, birbirleri ile de savaşan örgütler. Kimin ne
olduğu, kimden yana olduğu belli değil
iken doğrunun/haklının kim olduğunu
bilmeden kimin yanında savaşa girilebilir? Ayrıca siz sadece karadan hareket
edebiliyor iken karşınızda kendi devletiniz başınıza her gün uçaklardan varil
bombaları yağdırıyor. Bir anda her
yer yıkılıyor darmaduman oluyor. Bu
orantısız bir savaş. Sizin çocuklarınız
aileniz olsa bu durumda ne yaparsınız?
Ne yapabilirsiniz? Yapılacak şeyler çok
sınırlı olduğu için insanlar kaçmayı
tercih ediyorlar. Savaşanlar savaşıyor
ancak çıkıp gelenler için ‘Neden savaşmadın?’sorusunu sormak, çocuklarının
parçalanmış bedenleri başında ağlayan
anne-babaları gören diğer ebeveynleri
çok ağır bir yargılamaya tutmaktır.
Kaçıp buraya gelenler kurtuldular mı
peki?Belki İsa gibiler bugün burada iyi
kötü bir hayat yaşıyor. Peki ya onun
gibi Kobani’den ailesi ile gelen Aylan
Kurdî de kurtulmuş muydu?Kışın
Muş’ta kaldıkları çadırda bir gece kundaktaki bebeği donarak ölen Suriyeli
baba kurtulmuş muydu? Boğulup kıyıya vuran Aylan Kurdî’yi tüm dünyaya
‘ağlatacak bir açı ile çekilmiş’ bir fotoğraf duyurdu ve bu olaya dikkat çekti.
Ancak bu Ege’de ölen ilk çocuk değildi.
Onların hayat savaşı hep devam ediyordu ve Ege’de ölen yüzlerce insan farklı
coğrafyada da olsa Suriye’deki yakınları
ile aynı savaştan ötürü ölüyorlardı.
Benim İsa ile karşılaşmama benzer bir
karşılaşmayı annem Süleymaniye Camii bahçesinde yaşıyor ve yine Kobani’den gelen bir Suriyeli Kürd kadın ile
konuşuyor. Kadının anneme söylediği
şu cümle çok önemli: ‘’Bir karış toprağıma kurban olurum. Evimiz, yurdumuz gözümüzde tütüyor. Keşke savaş
bitse de hemen evimize gitsek.’’
Onlar için yegâne kurtuluş savaşın bitmesi ve evlerine kavuşmak olacaktır.
Sağ kalan çocukların çadır kentlerde
değil, kendi evlerinin önünde neşe ile
koşuşturduğu bir Suriye’yi yeniden
görebilmek dileğiyle…
19
AŞK VARSA ŞARKI DA VARDIR:
KAZIM KOYUNCU
“Şair ceketinin kumaşından ürettiğin tüm şarkılarca,
özlem sana…”
Kazım, denizin kıyısında birkaç
arkadaşıyla, elinde gitarı otururken Kadir gelir, epey dertlidir.
Kadir, içeceğini alır, üstünde kot
ceketi, elinde gitarı ile diğer arkadaşlarıyla bir halka oluşturacak
vaziyette bağdaş kurmuş oturan
Kazım’ın yanına ilişir. Kadir, Kazım’a dönerek, “Bu defa durum
karışık, bana çalabilecek bir şey
bulamazsın artık.” der. Bunun
üzerine Kazım, “Aşk varsa şarkı
da vardır.” diyerek arkadaşlarıyla gözleri ile anlaşır ve Gelevera
Deresi’ni söylemeye başlarlar…
Kadir uzaklara dalar…
Şarkının sonlarına doğru Kadir, “Gözlerindeki Karadeniz’de
boğulmak istiyordum, olmadı.
Bize düşen gözlerinde değil, yokluğunda kaybolmakmış” der ve
elindeki mektubu yırtar atar.
Kadir’in gözlerindeki Karadeniz’de boğulmak istediği kadın
Gülbeyaz’dır…
Başrollerini Nejat İşler (Kadir) ve
Şevval Sam (Gülbeyaz)’ın paylaştığı bir Karadeniz dizisi olan
Gülbeyaz’ın müzikleriyle tanıdı
birçoğumuz onu. 2002-2003 yılları arasında 36 bölüm yayında
kalabildi dizi. Dizide kimi zaman
İstiklal Caddesinde sokak müziği
yapan bir grubun solisti, kimi zaman sahil kenarında dertli dertli
türküler söyleyen bir grup arka-
20
Hasan ŞAHİNTÜRK
daşın en dertlisi olarak çıktı karşımıza. Ölümüne daha iki yıl vardı.
Yeni yeni tanınıyordu. Yaşı daha
31.
BİR ÇOCUĞUN
ORMANINDA
YÜRÜMEK
İnsanlar onu dinlerken bir çocuğun ormanında yürüyordu. Bu orman, yaşadığı süre içerisinde beslendiğini ifade ettiği, Karadeniz’in
bir köşesinde geçirdiği çocukluğunun komar yapraklarıyla, kestane,
gürgen ağaçlarıyla, mart çiçekleriyle örülü bir ormandı. Karadeniz
hep böyle midir? Her orada doğan
çocuğun rüyalarında buluştuğu
bir cennet midir? Kazım yaşamı
boyunca o rüyalardan beslendiğini ifade etti. Onun şair ruhunun
ardında, asi bir Karadeniz mavisi
ve hoş bir yeşil vardı. Harman zamanı dilden dile dolaşan masallar,
maniler, türküler onu Kazım yapmıştı. Şair ceketinin kumaşı, Karadeniz’in kapkara maviliğinden
geliyordu.
Onun ömrü, kumral bir çocuğun
yaz öyküsü gibi, şarkılarla geçti
aramızdan. Şair ceketi ile, dünyada bir yerde, tüm acılara, tüm
ölümlere rağmen şarkılar söyle-
di. Şarkıya bir misyon yüklemişti.
Onun müziğinin, şarkısının amacı sevgiyi yaymaktı. Dünya çok
da yaşanılası bir yer değildi lakin
burada şarkılar söylenebiliyordu.
Şarkılarını, uçsuz bucaksız bir derinliğe sahip o güzel gönlünden
çıkardığı müziğinin hoş tınılarını
hep bu amaç için, sevgiyi yaymak
için bir araç olarak kullandı. Bunu
yaparken istediği tek şey kendisi
olmaktı.
Müzikle olan bağı çocukluk yıllarına dayanıyor. Almanya’dan amcasının getirdiği bir gitarla başlayan bu yolculuk, babasının onu,
ondan habersiz mandolin kursuna
yazdırması ile devam ediyor. İlkokul ve Lise’den sonra, mutlaka
gitmem, görmem gereken bir yer
dediği İstanbul’a yolu düşüyor.
1989’dan itibaren ölümüne dek
İstanbul’da yaşayan kazım, İstanbul ile konuşmayı başarabilmiş bir
Karadenizlidir. İstanbul için, tüm
vurgunlara rağmen bir şehir ancak
bu kadar ayakta durabilir diyordu.
İstanbul’da yaşayınca insan, ben
bu hayatın içerisindeyim diyebilir veyahut hiçbir şey anlamadan
bir ömür geçirebilirdi. İstanbul’un
böyle bir oyunu vardı. Bu oyunun
muhatabı olan insan ise, ancak
kendisi olmayı başarabildiği ölçüde hayatın içerisinde olabilirdi.
21
Bu ölçüde de Kazım ömrü boyunca kendisi olmak için yaşadı. Hopa’dan İstanbul’a gelirken istediği
üç şey, Müzik, Şiir ve iyi bir hayattı. Üniversiteyi İstanbul’da geçirdiği ilk yılın ardından bıraktı, başarısız olsam da hiç üzülmeyeceğim
diyerek geri kalan ömrü boyunca
sadece müzikle uğraştı. 19911992 yıllarında “Dinmeyen” adlı
bir grup içerisinde profesyonel
manada müzik yapmaya başlayan
Kazım, bu grupla beraber “Sisler
Bulvarı” adlı bir albüm çıkarttı.
Daha sonraki süreç içerisinde bu
grup dağılınca müzik hayatı farklı
insanlarla devam etti.
ZUGAŞİ BEREPE
(Denizin
Çocukları)
22
“Emeğe saygı göstermek lazım,
yaşayan her şeye saygı
göstermek lazım ve herkesin
bir hikâyesi olduğunu bilmek
lazım.”
Bu süre içerinde İstanbul’da yeni
insanlar tanıma fırsatı bulan Kazım, M. Ali Barış Beşli ve birkaç
arkadaşı ile beraber, daha sonra
“beni çok besledi” dediği “Zugaşi Perepe” adlı Lazca Rock müzik
yapan bir grup kurdu. Yine tamamen kendileri olmaya çalışan
ve bundan asla taviz vermek istemeyen insanlarla Kazım yoluna
devam ediyordu. Kendi ifadesi
ile popüler olmak veya olmamak
gibi bir amaçları yoktu. Tek bir
amaçları vardı; “biz böyleyiz, tanışabiliriz, konuşabiliriz ama bizi
olduğumuz gibi kabul etmeniz
gerekiyor.” çizgisi içerisinde tüm
farklılıkların, farklarını rahatça
ortaya koyabildikleri bir birlikteliği oluşturacak sevgi yaratmaktı.
“Denizin Çocukları” iki albüm
çıkarabildiler. Müzik tarihine ilk
Lazca albümü çıkartan grup olarak geçmelerine rağmen grup
uzun süre varlığını sürdüremedi.
Daha sonra bir röportajında Kazım bu durumu, yaptıkların mü-
ziğin halka çok marjinal geldiğini,
çok ağır bir rock yaptıklarını ifade ederek açıklayacaktı. Ona göre
Zugaşi Perepe’nin yaptığı rock
müzik anlayışı 50 yıl sonra Türkiye’de anlaşılabilecekti.
VİYA!
Zugaşi Berepe dağıldıktan sonra bir solo albümle dinleyicileri
ile buluşmak isteyen Kazım 2001
yılında Viya adıyla içerisinde harika türkü ve şarkılar barındıran
bir çalışmaya imza attı. Lazca,
Hemşince ve Türkçe türkülerden
oluşan bu albüm Kazım’ın gönlümüze düşürdüğü tarif edilemez
duyguların ilk damlalarıydı. Albümün ismi epey dikkat çekiciydi ve
Kazım’ın şair ceketinin dokunduğu Karadeniz’le bir bağlantısı vardı. Viya, Karadeniz’de yapılan bir
çeşit vücut sörfüne verilen addı.
O dönemlerde ise Karadeniz Sahil
Yolu projesi neredeyse tamamlanmak üzereydi. Kazımın gönlü
Karadeniz’de çocukların viya yapacağı sahillerin katledilmesine
razı olmuyordu. Kendi ifadesi ile
albümün ismi yol projesine bir
tepki olarak düşünülebilirdi. Doğanın binlerce yılda oluşturduğu
sahilleri, insanların hangi düşünce
ile yok etmeye kalkmasına bir türlü anlam veremiyordu. Bunun için
bu projenin her zaman karşısında
bulundu. Lakin engellemeye gücü
yetmedi. Sahiller oto yollara dönerken, Karadeniz insanının buna
karşı çıkmaması da ona anlamsız
geliyordu. Bu konuda o derece
hassastı ki, Karadeniz Bölgesinde
yaşayan insanların oraların kıymetini bilmediğini ifade ediyor,
bu insanların bu doğayı hak etmediğini dile getiriyordu. Her hali ile
onu meydana getiren, çok hassas
olduğu üzre onu, o yapan coğrafyanın katledilmesi onun sinirlerini bozuyordu.
HAYDE!
“Beni herkesin tanımasını sevmesini isteyemem. Bizi sevenler
olmalı, sevmeyenler de olmalı.
Kazım “popüler kültürün bilinen
Hep sevenler olursa orada sorun
promosyon çalışmalarını hayatıvardır.”
mın hiçbir döneminde yapmadım.
Klip çekmedim, programlara çıkViya ile beraber Kazım’ın müzik
madım. Ama Gülbeyaz bu konuanlayışında, rock her ne kadar asi
da, tanınmam için oldukça önemli
ruhunun en değerli parçası olsa da
oldu” diyordu. Gülbeyaz dizisinin
otantikliğe doğru açılan bir süreç
müziklerini yaptığı dönem içeribaşladı. Yerel unsurları, annelerisinde ikinci solo albümü, Hayde!
mizden, ninelerimizden duyduğuİçin çalışıyordu. Hayde, Kazım’ın
muz melodileri, bu ülkede geçerli
sesini en çok duyurabildiği albüolan her şeyi içimizde taşımıyormü olarak tarihe geçti. Kazım bu
sak yaptığımız müziğin anlamlı
durumu popüler kültürün ensolabileceğini düşünmüyorum ditrümanlarını kullanmadan başaryordu. Herkes yeni bir şey yapmadı. Çünkü ona göre bu şarkıların
ya çalışıyor. Fakat bizde yeni bir
söylenmeye devam edilmesi için,
şeye olan ihtiyaçtan çok, var olandaha çok kişiye, daha çok reklam
ları anlamaya ihtiyaç vardır. Bu
yaparak ulaşmaktan ziyade sessiz
yüzden Kazım’a göre bu ülkenin
sessiz ilerleyerek keşfedilmek gemüzisyenleri daha çok bu toprakrekiyordu. Bir röportajında, klilara, bu topraklardaki insanlara
bim yok, promosyon çalışmalarım
bakmaları gerekiyordu. Bundan
yok beni konserde dinleyen bir
hareketle Viya, oldukça yerel unkişi diğer bir arkadaşına tavsiye
surları içerisinde barındıran bir
ediyor, o kişi şarkılarımı dinliyor
albüm olmuştu. Viya oldukça
sonra o kişiden başka birileri duyereldi lakin oldukça da Kazımyuyor, böylece sayımız daha sıkı
caydı. Kazım asırlık anonim türbir sevgiyle her geçen gün artıküleri, kendi gönül dünyasından
yordu. Ben de böyle bir sevgiyi
geçirerek rock kanalıyla bir tatlı
artırmak için bu işi yapıyorum
paketiymiş gibi dinleyicilerine
diyordu. Bunu yaparken sadece
sunmuştu. Viya’nın asırlık anonim
hayatımı yansıtmaya çalışıyorum.
türkülerinin yanında Kazım’ın bu
Ben müzikle yaşıyorum, bunu yatürkülere giydirdiği her bir tınısı
şatmak istiyorum…
şair ceketinin kumaşından örneklenmiş müzikleri oldukça dikkat
“Şarkı söylerken insanların kalbiçekiciydi. Didou nana, nçaiş birane doğru şarkı söylüyoruz ve sevgi
pa, gyuli çkimi, ou nana gibi farklı
taşımadan bunu yapmamız mümdillerdeki türküleri kendi müzik
kün değil. İçimizde sevgi olduğu
anlayışı içerisinde değerlendirmiş
için, barış istiyorsak eğer, çok cidve ortaya müthiş bir müzik ziyafeti
di bir şekilde barışa katkı sağladıçıkmıştı. Bu albümün kuşkusuz en
ğımızı düşünüyorum. Türkiye’de
dikkat çeken türküsü didou nana
en şanslı insanın ben olduğumu
idi. O dönemler Gülbeyaz dizisidüşünüyorum. Farklı dillerde şarnin duygu yoğunluğu yüksek sahkılar söylüyorum. İnsanlar bu dilnelerinde sürekli fon müziği olan
lerden her birini bilmeden beni
didou nana, toplum tarafından
dinliyorlar. Bu durum barışa katkı
“uzaklara dalınası” bir türkü olasağlıyor diye düşünüyorum.”
rak kabul görülmeye başlanmıştı.
23
RÜZGARLA YARIŞIRKEN KOŞAMAZ
OLDUM
Kendi ifadesi ile çok fiyakalı bir
hastalığa yakalanmıştı. Artistlik
belboyu idi ve kimsenin endişelenmesine gerek yoktu. Ha kanser
ha konser diyerek hayatına devam
edecekti. Karadeniz Bölgesinin bir
kaderi haline gelen Çernobil’in
yaydığı ölümün kokusu birçok Karadenizli insan gibi Kazım’ın da
kapısını çalmıştı. O ise hayatına
devam ediyordu. Şarkılar söylüyordu! Son konserine kadar hiç hasta
değilmiş gibi sahnelere çıktı ve yeryüzünde şarkılar söyledi.
SONDAN BİR ÖNCEKİ KONSER
Hayat zaten ne olabilir ki? diye soruyordu Kazım. “Hava, aynı hava,
bir yerde biraz kirli, temiz, yağmurlu veya soğuk. Herkesin yaşadığı
hayat aynı hayat. Yani bunun için
çok artistliğe gerek yok. Bir hayatı
var herkesin. Benim hayatım başkaların hayatlarından değerli değil
veya değersiz de değil” dediğinde
artık kayıp gidiyordu aramızdan.
Karadeniz’in ırmakları gibi, akıp
uzun uzun terk ediyordu yavaş yavaş dünyamızı. “Biz bu sahneden
dünyaya bir şeyler anlatmalıyız.”
dediği sahnelerde artık yoruluyordu. Şarkılar boğazında düğümleniyor, gözlerinden yaşlar damlıyor,
bir sandalye üzerinde şarkının bir
yerinde öylece uzaklara dalıyor ve
yorulduğunu hissediyordu… Artık
bere takıyordu…
mizden pay biçtiğimizde onun ne
derece sevildiğini anlamamız çok
da güç değil. Yaşamı boyunca etkilediği insanlar, onun şarkıları ile,
müzikleriyle ilk kez aşık oldular, ilk
kez elleri kalem tuttu, şiir yazdılar.
O günlerde kendisi olmaya çalışan tüm insanların yolu Kazım’ın
şarkılarından geçti. Şarkıları, duygulara tercüman oldu. O yüzden
kendisi olmak isteyen o neslin tüm
çocuklarına Kazım denildiği zaman kalplerinin duvarları titrer…
KTÜ AKM Kazım’ın son konseriydi kapanışta Dido’yu söylemeye
başlarken şöyle diyordu;
Sözleri bu kadar anlaşılmayıp da
bu kadar anlaşılabilen şarkılardan
biri, çok ilginç tepkiler alan, herkesin çok sevdiği bir şarkı…
Sonra Kazım başını öne eğdi ve Didoyu söylemeye başladı. Salon ağladı… Kazım ağladı…
Sonlara doğru şöyle diyordu:
Bir sevgiyi yaratmak ya da var olan
sevgiyi büyütmek lazım. Bunlarda
bu sevgiyi büyütme işinin bir parçası. Ben de bunun için uğraşıyorum. Yıllardır şarkıyı, bu sevgiyi
yükseltmek için şarkı söylüyorum.
Umarım her şey daha güzel olur,
daha barış içinde oluruz.
talığı unutacağız, şarkı söylemeye
devam edeceğiz… “Kendimi çok
güzel hissediyorum.”
SON KONSER:
HARBİYE AÇIK
HAVA
KTÜ konserinden iki ay sonra Kazım, Sıcak bir Haziran gününde
aramızdan ayrıldı. Volkan Konak,
Fuat Saka gibi ünlü Karadeniz sanatçıları ile ortaklaşa düzenledikleri “Hey gidi Karadeniz” adlı konser
serisinin, konser gününde, şarkı
söyleyeceği, insanları coşturacağı,
kendi ifadesi ile orayı “yıkacağı”
yere, Harbiye Açık Hava Sahnesine
cansız bedeni geldi. Sevenleri, ellerinde konser biletleri, uzun zamandır bekledikleri bu konserin, dayanılmaz bir hüzün gösterisine nasıl
dönüştüğünü kalplerinin her bir
zerresinde hissetmişti. “Hayat zaten ne olabilir ki?” diye bir röportajında sorarken, yıllar sonra bu
sahnede sessiz bir şekilde kendi sorusuna cevap veriyordu. Hayat, her
hali ile çok kısa idi. Hele de Kazım
gibi, şarkıları ile sevgiyi var etmeye
veyahut var olan sevgiyi artırmaya
çalışan bir insan için oldukça kısa
idi.
İki gündür çok güzel şeyler yaşıyorum. Dönüşte ne yapacağım bilmi- En son Harbiye Açık Hava Sahneyorum. Salı günü İstanbul’a döne- sinde Sunay Akın’ın şu sözleri ile
ceğim. Bu hastalık mastalık işleri, yankılandı:
hikâyeleri… Ne güzel unutmuştuk.
İnsanın aklına geliyor güzel şeyler “Doğum insanları eşitler.
olunca. Dönüşte yeni bir tedaviye
Ölüm seçkinleri ortaya
başlayacağız. Fakat gerçekten iki
çıkartır. Sonra Kazım’ın
gündür yaşadığım şeyler, mesela
öksürüklerimi azalttı, nefes darlıtabutuna dönerek: Ula
ğımı azalttı. Doktorlar nefes darlığı Kazım habu kadar millet
yüzünden konser vermenin aslıntoplanmiş seni bekleyi,
da sakıncalı olduğunu söylüyorHep, kendisi olmak istedi ve bulardı. Ama doktorlar dört aydır ne
bir türkü söyle da hepsi
nun için çok sevildi. Umay Umay
söylediyse hiçbiri çıkmadı. Bu da
Karadeniz’i görsün”
bir röportajında Kazım için, “Kailginç bir şey. Ve sanırsam bildiğizım köpekle bile bakışsa köpek ona
miz yoldan devam edeceğiz. Hasaşık oluyordu.” diyordu. Kendi-
24
25
SEVİLLA’YA MI SERENAT,
SEVİLLA’DA MI SERENAT?
İ. Şükran YORULMAZ
Sevilla…
Manolya ağacı kokularının serenatlara konuk olduğu,
Kuşların meydandaki at arabası seslerini duymak için
kanatlarını düşürdüğü şehir.
Dar sokaklarca koşan turunçların bahtsızlığı kadar
muhtacız ona.
Bir gece önce yağmur kokusunun
gökyüzünde, paskalya kutlamasında yakılan tütsü kokusuyla
karıştığı Granada’dan, Sevilla’ya
gidiyoruz. Portakal, turunç, akasya kokularının gölgeniz olduğu
bu şehrin gözünü, kaşını, dudağını, saçlarını bir ressam edasıyla
kaleminizle çizerek, cüzdanınızın
içinde taşımak isteyeceksiniz.
Sevilla… Altın Kulesiyle gerdanınızda mücevher, Giralda’sıyla
rüzgarınızın yönü, saraylarıyla
gözde mekanınız olacak.
Roma döneminde ismi Hispolis olan, Müslüman ordularının
eline geçtiği 711’den sonra İşbiliye
adını alan Sevilla; 712’de Musa bin
Nusayr tarafından fethediliyor ve
Kuzey Afrika’dan gelen Muvahhidler döneminde” Endülüs Gelini
“olarak anılıyor. İsim çeşitliliğinin
getirdiği zenginliği Sevilla’nın tüm
dokularında görmeniz mümkün.
Sarayları, katedralleri, dar sokakları, nehir üzerinde salına salına
süzülen tekneleri, ülke pavyonları,
cennet kıvamındaki parkları, bahçeleri… Kıskanmanın ne anlama
geldiğini bu şehirde öğreniyorsunuz adeta. Bu şehir, gece elbisesini
değiştirirken Hz. İsa sokaklarda
koro eşliğinde yürütülüyor, gündüz ise Altın Kule, Giralda ve Al
Cazar sayesinde tüm siluetini ortaya koyuyor. Bu siluetteki güzellikleri keşfetmek adına, Mustafa
İsmet Saraç Hocamızın rehberliğinde Sevilla’ya konuk oluyoruz.
Kalbinizin gözlerini kamaştıracak
olan Sevilla, bu özelliğini fuarlar
şehri olmasına borçludur. 1929’da
İspanyolca konuşan Amerika ülkeleri fuarı yapılması sonucunda,
şehir bir daha planlanır. Ülkelerin
kendilerini sergiledikleri pavyonlar neticesinde, şehir fuar merkezi
olarak ortaya çıkar. Kendi mimarilerini yansıtan binalar şeklinde
olan ülke pavyonları şimdilerde
ise, ülkelerin konsoloslukları ya da
kültürel merkezleri konumunda.
Meksika Pavyonu, Brezilya Pavyonu, Kolombiya Pavyonu, Flamenko okulu olarak kullanılan Arjantin Pavyonu, panoramik gezimiz
esnasında görebildiklerimizden
yalnızca bir kaçı. Bunlar içerisinde
en meşhuru, ertesi gün de ziyaret
etmek için heyecanlandığımız
İspanya Meydanı.
Açmayı bekleyen erguvanların
ve turunçların hoş geldiniz dediği
26
Palmiye Bulvarı’na selam vererek
Sevilla’nın hoş ve şık şehir merkezinde ilerliyoruz. Otobüsümüz şehir merkezinde yol alırken, geneli
üç katı geçmeyen evlerin bahçelerinden yeşilin tonlarını tanıma
imkânı buluyor ve solumuzda bizi
takip eden Vadiu’l Kebir Nehri
(Quadalquivir) ile birlikte şehri
temaşa ediyoruz. Otobüsümüzden
indikten sonra, Alkazar Sarayı’nın
yakın çevresine kurulmuş SantaCruz’a, Eski Yahudi Mahallesine
gidiyoruz. Akasya kokuları eşliğinde Sevilla’nın dar sokaklarından ilerliyoruz. Güneş ışığını daha
az geçirmesi amacıyla yapılan dar
sokaklarda, yağmurdan kaçan gitaristlerin ayak izleri hala duruyor.
Çok uzağa gitmiş olamazlar diye
umut ediyor, Sevil Berberi’nin
sevdiği kıza serenat yaptığı balkonun altında etrafa bakınıyoruz;
lakin manolya ağacından başka
kimse yok.” Sevilla’da mı serenat
yoksa Sevilla’ya mı serenat?” gezi
boyunca cevaplayamadığımız bir
soru olarak kalıyor. Dünyaca ünlü
İspanyol ressam Murillo’nun, bir
tablo kadar güzel bahçelerinin
fotoğrafını çekip, Sevilla’nın bir
kitap aralığı misali dar ve uzun
sokaklarında yürüyoruz. Ficus
ağaçlarının altında çiniden kaplama oturma banklarının olduğu
parklar ve turunç ağaçlarının
olduğu mahalle meydanlarından
geçerek, küçük bar kafeler arasından Alkazar Sarayına doğru
devam ediyoruz. Yağmurlu hava
yerini güneşe bırakırken, biletlerimiz elimizde Alkazar Sarayı’nın
giriş kuyruğunda etraftan geçen at
arabalarını seyrediyoruz.
Alkazar Sarayı ‘nın yapımına
12.yüzyılda Muvahhidler döneminde başlanmış, sonra 15.yüzyılda 5. Muhammed’in Granada’dan
gönderdiği ustaların ve I.Pedro
tarafından getirilen Müslüman
ustaların katkısıyla tamamlanmış.
Bizden başka kıskananlar olmuş
ki, Elhamra Sarayı’nın benzerini
kendilerine saray olarak yaptırmışlar. Tamamen İslami motiflerin vurgulandığı Alkazar Sarayı,
sonrasında Hristiyanlar tarafından tamamlandığı için; orijinal
dekorasyonun içerisine Kastilya,
Aragon ve Leon krallıklarının
amblemlerinin yer almasıyla
Müslüman-Hristiyan karışımı bir
mimari doku kazanmıştır. Dolayısıyla İslami sanatların kullanıldığı
ama kraliyet izlerinin de görüldüğü bir saray, Alcazar Sarayı.
Ayrıca, KirstofKolomb gibi denizcilerin, kraliçe tarafından sefere
bu saraydan uğurlandığı söylenegelmiş bir rivayettir.
Elinde haç tutan bir aslan tasvirinin olduğu kapıdan içeri giriyoruz. 700 yıl boyunca İspanya
krallarına ev sahipliği yapan
sarayın duvarlarında “Nimetler
daim olsun, Sultanımıza Allah
yardım etsin” gibi Arapça yazılar
olsa da, tavanlara işlenmiş kralların resimleri devreye giriyor.
Saray içerisinde ilerken, kemerleri
at nalı desenli çift mermer sütunlar,kabartmalı Arapça yazılar,
ahşap tavanlar, avuç içi büyüklüğünde duvarlara işlenenseramik
parçalar,boylu boyunca uzanan
havuzların mermer sütunlara
ayna niteliği kazandırması harika
bir eserin imzaları durumunda.
Balı daha nasıl ballandırabilirim
bilmiyorum…
Petro’nun özel dairesi, kraliçenin
yazlık odası, elçiler odası ve daha
pek çok odaları gördükten sonra
merdivenlerden üst kata çıkıyoruz. Sarayıngotik kesimli tavanları, Meryem ana ve Hz. İsa’yı
tasvir eden ikonaları, gravürleri
veİspanyol tarihinden sahnelerin
yer aldığı devasa halı koleksiyonuyla,Rönesans etkileri rahatça
gözlemlenebilir. Sarayın ısıtılması
için duvarlara asılan halılardan en
meşhuru ise, İspanyollar ile Osmanlılar arasındaki Cerbe Savaşını betimleyen halıdır.
Alkazar Sarayı’nın içerisindeki
turumuzu tamamladıktan sonra,
sarayın bahçesine doğru yol alıyoruz. Dışarda, turuncu balıkların
gelen giden turistlere aldırmadan
yüzdükleri ihtişamlı bir havuz,
geometrik kesilmiş bodur ağaçlar, beyaz sütunlarla çevrelenmiş
çardak misali demirliklerden
sarkan asmalar, palmiyeler, soğuk
çeşmeler ve rengarenk desenli
kanatlarıyla çoğu turistin fotoğraflarına misafir olantavus kuşları
bizi karşılıyor. Maria Luisa parkı
olarak adlandırılan bu parkın masallardaki bahçelerden farkı yok.
Aklınıza gelebilecek her türlü fani
saadet burada faaliyete geçirilebilir.
“Bir bahçe, 2 kültürün diyaloğu
için en güzel yerdir. “ demişler,
bence en güzeli, şehri ikiye bölen bir nehrin üzerinden süzülen
tekne turu. Turing Gençlik olarak,
Sevilla’nın güzelliklerini tekneden
bir kez daha izleyebilmek için yola
koyuluyoruz.
Tekneler, Güney Amerika’dan
İspanyol istilacıların getirdikleri
altınların saklanma yeri olması
dolayısıyla adına altın ilave edilen
Altın Kule’nin oradan kalkıyor.
Teknenin üst kısmından, 29-92
Expo fuarlarının Sevilla’ya kazandırdığı güzellikleri görmeniz
mümkün; Santiago Calavtrava’nınAlamillo Köprüsü, Effiel’inTriana
Köprüsü, La Barqueta Köprüsü.
Tekne serüveniniz esnasında,
Flamenko’nun doğum yeri olan
tarihi semt Triana Bölgesi ve 92
Expo Fuar alanı Cartua Adasını
görebilirsiniz. Havanın diri rüzgarı kendini hissettirmeye başlarken, bir yandan nehirde soğuğa
aldırmadan kano yapan insanlar,
bir yandan nehrin kenarlarına
dizilmiş burnu hokka gibi evler
görülmeye değer. Tekne turumuz
sonlara doğru yaklaşırken, birden
bastıran yağmurla birlikte Sevilla
bizi otelimize uğurluyor.
Ertesi gün Sevilla Katedralini görmek için yola çıkıyoruz. Dünyanın
en büyük üçüncü, İspanya’nın ise
birinci Katedrali olmasıyla öne
çıkan SevillaKatedrali, Ayasofya’yı liste sıralamasında böylece
4.sıraya itmiş. Katedralin dış
cepheden görünen yüzü, ihtişamı
ve heybetiyle gözlerimize dik dik
bakıyor. 1171-1182 Muvahhidler
döneminde İşbiliyye Camii olarak yapılan yapı, 1248’de kiliseye
çevriliyor, 1356’da meydana gelen
bir deprem sonucu yıkılıyor. Yı-
kılan camiinin üzerine, 1402’den
itibaren yapımı 100 yıl süren
devasa bir katedral inşa ediliyor.
Camiden geriye kalan minare, çan
kulesi haline getirilmiş ve tepesindeki bronz rüzgâr gülünden ötürü
Giralda adını almış. Gotik mimarinin en çarpıcı örneklerinden biri
olan katedralin içerisi de, dış yüzeyi kadar enfes bir barok mimarisine sahip. Sadece girişteki kapıda
ve etrafını çeviren duvarlarda bazı
İslami dönem örnekleri var.
Katedralden içeri girdiğimizde,
karşımıza Meryem Ana’ya ait ve
Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği anı
tasvir eden heykeller çıkıyor. Loş
ışıkların cazibesi atında ilerlerken,
Hz. İsa’nın hayatında geçirdiği
evreleri bir perspektif içerisinde
anlatan altın kaplama gravürleri
fotoğraflamak için sıraya giriyoruz. Beyazlı sarılı ışıklandırmalarla aydınlatılan tavan süslemelerinin vitray pencereler ile yarattığı
ambiansı görmek için gözlerimiz
tavanda baki alıyor, ta ki tavanı
rahatça görebilmeyi sağlayan aynaların olduğunu fark edene dek.
Bu denli görkemli gotik üslubun,
İslami sanatlarla birlikte var olması, katedralin zıtlıklardan doğan
bir uyum içerisinde dans ettiğinin
kanıtıdır.
Katedrali özel kılan bir diğer bilgi,
KristofKolomb’un kemikleri bulunan sanduka, ona olan minnetten
dolayı dört İspanya Kralı tarafından omuzlarında taşınıyor olması.
Burada dikkatimizi çeken nokta
ise, bu krallıklardan Leon Kralının
mızrağı Granada’nın manasıyla
özdeşleşmiş nar meyvesine batırılması oldu; çünkü Granada en son
düşen şehir olmuştu.
Oymalı gravürlerin zaman zaman
önüne çekilen demir parlaklıklarla
koruma altına alınmaya çalışılması, içeride farklı bir atmosfer
yaratmış. Bu atmosferi derinlemesine yorumlayan rehberimiz, çıkış
kapısında bizi bekleyen enteresan
dekorların varlığından bahsederek
bizi meraklandırıyor, vitray pencerelerin renk cümbüşü altında
katedralden dışarıya yöneliyoruz.
Çıkış kapısı ile katedral arasındaki
dikdörtgen şeklindeki geniş alan,
yıkılan camiinin avlusuymuş ve
o zamanlar abdest havuzu olarak
kullanıldığı tahmin ediliyor. Eskiden abdest almak içi musluklar
kullanılmak yerine, dikdörtgen
şeklindeki bu havuzun kenarından avuç avuç su alınarak abdest
alınıyormuş. Avluda ki portakal
ağaçlarının arasından çıkış ka-
pısına ilerliyoruz; çelik kapının
üzerindeki ” Mülk Allah’ındır“
anlamına gelen“El-Mülkü Lillâh”
motifleri, bizi büyülü katedralden
yolcu eden son sözler oluyor…
Son durağımız, 1929 Amerikan
fuarı için İspanya’nın kendisini sergilediği İspanya Meydanı.
Yarım ayın geceyi aydınlattığı ışık
kadar zarif bir kesime sahip meydanla karşı karşıyayız. Meydanın
içerisinde Endülüs şehirlerinin
düşüşünü anlatan seramik tablolar
nefis işlemeleriyle heybemizde
buruk bir iz bırakıyor. Ortasında
büyük bir havuzun bulunduğu
meydana, yerlerde çeşit çeşit alınmayı bekleyen yelpazeler, kastanyet isimli müzik aleti çalan Hintli
müzisyenler ve havuzdan su içen
serçeler eşlik ediyor. At nalları
seslerinin gökkuşağındaki ışık
süzmesinden geçerek suya karışıp
aktığı nehirde kayık çeken turistlere gıptayla bakarak, meydandan
ayrılmak için hazırlanıyoruz.
Endülüs’te ayak izi bırakmak hayal
bile değil iken, Turing Gençlik
olarak yüzümüzde ki tebessümü
bu coşkun meydana bırakarak
Sevilla’da ki gezimizi böylece bitirmiş oluyoruz.
Fotoğraflar: Coşkun ÜNAL, Samet KESKİN, Süleyman TOPÇU
28
29
SİNEMANIN TAÇSIZ KRALI:
AYHAN IŞIK
Yelda ÜLKER
Aptal herif tanımıyor beni, metodumu bilmiyor. Sokak
kapkaççısı, adi gece işçisi sanıyor galiba cezasını çekecek!
Beyaz perdenin yakışıklı kralı,
1979 yılında öldüğünde sadece
50 yaşındaydı. 6 çocuklu Selanik
göçmeni bir ailenin kendi tabiriyle
‘tekne kazıntısı’ olarak doğan Işık,
oyunculuğuyla olmasa da yakışıklılığıyla ekranlarda göz dolduruyordu.
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar
Akademisi Resim bölümündeki
eğitimini bitiren sanatçının resimlediği ve yazdığı bir takım aşk romanları Yeni İstanbul Gazetesi’nde
çizgi roman tefrikaları halinde
günlerce yayımlandı. Hatta 1966
yılında bu resimli romanlardan
biri derlenip ‘Aşka İnanmıyorum’
adlı bir albüm haline getirildi.
Grafiker olarak çeşitli dergilere
kapak tasarlayıp, illustrasyonlar
yapan sanatçı, ‘Yavuz Sultan Selim
ve Yeniçeri Hasan’ adlı 1950 yapımı film ile sinema dünyasına geçiş
yapmış, böylece de 25 yıllık aktörlük süreni de başlamış oldu. Fakat
istediği başarıyı elde edemeyen
sanatçı, oyunculuğu yüzünden de
eleştirildi.
ve filmin kadrosundan çıkarılması bile düşünülür. Fakat çekimin
ilerleyen dönemlerinde Ayhan
Işık oyunculuğunu toparlar ve
çekim bitirilir. Bu filmle birlikte
Işık’ın 25 yıllık krallığı da başlamış
olur. Zaman zaman oyunculuğu ile eleştirilen Işık, yiğit, mert,
tuttuğunu koparan, bıçkın kenar
mahalle delikanlısı karakterlerinin
aranılan ismi olmuştur. Yönetmen Lütfi Akad’da Ayhan Işık’ın
oyunculuğu için: ‘Ayhan, yalnızca
tatlı, güzel, hafif, duygusal, komedi filmlerinde çok güzel oynadı.
Belgin Doruk’la birlikte oynadığı
güldürüye yaklaşan tarzı ona çok
yakışıyordu. Tipi ve yüz mimikleri o tarza daha uygundu. Ayhan
seyirciden işte bu filmlerinde daha
çok karşılık bulmuştur.” demiştir.
Ayhan Işık, çalışkanlığı, dakikliliği
ile dikkat çekmesinin yanı sıra,
Türkan Şoray gibi sektöre getirdiği
kurallarıyla da adından söz ettirmektedir. Hollywood’a giden ama
umduğunu bulamayan sanatçı,
orada gördüğü sistemi Türkiye’de
de uygulamak istemiş, bu sebeple
Işık’ın sinema sektöründeki hayatı, de kendisine film teklifinde budönemin film dergilerinden biri
lunan yapımcı ve yönetmenlerin
olan Yıldız’ın düzenlediği ‘Geönüne ‘Pazar günleri çalışmamak,
leceğin Oyuncuları’ yarışmasını
sette çalışma saatleri belli olacak’
kazanması ile hareketlendi. Bu
gibi bazı kurallar koymuştur. Buyarışma sonrasında yönetmen
nun gibi kurallar koyan Işık, Türk
Lütfi Akad, ‘Kanun Namına’ adlı
sinemasına star sistemini getiren
filminde Sezai Solelli’ni oynaması adam olmuştur. 1963’te aktör
için Ayhan Işık’a teklif götürmüşdostu Suphi Kaner’in Prodüktör
tür. Teklifi kabul eden Işık, kötü
Cemiyeti’nin bildirisiyle işsiz
performansı yüzünden eleştirilir
bırakılması sonucunda intihara
30
sürüklenişi, Işık’ın prensiplerini
daha da katılaştırıp netleştirmiştir.
Ayrıca film sektörünün sendikalaşması gerektiğini, oyuncuların
hayatlarının güvence altına alınmasının önemini vurgulamıştır.
Basına bu konu hakkında demeçler vermiştir.
Ayhan Işık, filmlerinde başkalarının sesini kullanmış olmasına
rağmen, bir dönem sahnelere
çıkıp, şarkıcılığı da denemiştir.
Fakat istediği başarıyı elde edemeyen sanatçı, şarkıcılıkta da
tutunamamıştır. Filmlerde sol
kaşını kaldırması kişiliğinin ve
ağırbaşlılığının bir simgesi haline
gelen sanatçı, görünüşüne de çok
önem vermekteydi. Işık, sağlığının da üzerine titrer, yediğine
içtiğine çok dikkat ve özen gösterirdi. Devamlı ailecek görüştükleri
dostu Çolpan İlhan, Ayhan Işık
için şunları söylemiştir: “Ayhan
Işık’ın neredeyse yüz yaşına kadar
yaşayacağını düşünürdük.” Tabi
Ayhan Işık’tan bahsederken Sadri
Alışık’ı da unutmamak gerekir.
Hafta sonlarında, partilerde,
organizasyonlarda sıkça buluşan
bu iki yakın arkadaş, birbirlerinin
hayatları için de oldukça önemliydi. Ayhan Işık’ın ölümünden sonra
Gülşen Işık ile arası açılan, Sadri
Alışık, evinde dostu için bir köşe
oluşturdu. Bu Ayhan Işık köşesinde, onun fotoğraflarının karşısına
geçip kadeh kaldırıp, içkisini içen
Alışık’ın mezarı da dostunun mezarına oldukça yakın.
31
Bugünkü Dersinizde
Korkacaksınız!
Yelda ÜLKER
Hadi itiraf edin, kaç gece yorganı
üzerinize çekip, etraftaki seslere
kulak kabarttınız ve eşya gölgelerinin sizi almaya gelen doğa üstü
varlıklar olduğunu sandınız?Üstelik uykusuz kalacağınızı, korkacağınızı bile bile o filmi gene de
izlediniz! Siz de korkmaktan haz
alanlardansanız, bu ayki konumuz
tam size göre olacak. Psikanalizin
kurucusu Freud’un iddiası, tehlikenin ilk önce egoya yönelmesidir. Bu sebeple korku karşısında
ego gelişip, olgunlaşır. Filmlerde
kan sahnelerinin gösterilmesinin
sebebi de algıları açmak ve insanlara tehlikeyi hissettirmektir. Kötü
bir şeyler olacağını düşünen insan
vücudu adrenalin salgılamaya
başlar, hormon kana karışarak
tüm vücudu alarma geçirir. Kalp
ritmi hızlanır, kan basıncı artar,
vücuttaki şeker miktarı artar ve
göz bebekleri büyür. Tam o anda
karanlıkta bir çığlık duyulur ve
filmin ilk yarısında sarışın kız
ölür! Bu durum genel Amerikan korku filmlerinin klişelerine
girmiş bir durumdur fakat biz size
klişelerden uzak, kendisine özgü
bir anlatımı bulunan Uzakdoğu
filmlerinden bahsedeceğiz.
söz ettirmeye devam ediyor.
Batının klişe filmlerinden sıkılanlar için can simidi olan Uzakdoğu
korku temalı filmleri ile izleyiciyi
her defasında ekrana kitlemeyi
başarıyor. Genellikle lanetli temalar, bilinmeyen varlıkların bulunduğu filmler o kadar seviliyor ki
Hollywood’da senaryolarını alıp,
kendilerine uyarlıyorlar. Korku
hissinin adrenaline, onun da haz
ve mutluluğa dönüşmesinden
midir bilinmez, korku filmlerine
olan ilgi arttıkça ilginç senaryolu filmlerin sayısı her geçen gün
artacak gibi gözüküyor.
Uzakdoğu korku temalı filmleri
dediğimizde aklımıza ilk gelecek
isimlerden biri Battle Royale’dir.
Bir sürü öğrencinin bir adaya
götürülmesi ile başlayan filmde,
hocanın ‘Bugünkü dersinizde
birbirinizi öldüreceksiniz!’ demesi
ile şiddetin her türlüsünü izliyoruz. 2000 yılında gösterime giren
ve yönetmenliğini Kinji Fukasaku’nun üstlendiğifilm, yanında bir
çok tartışmaları da beraberinde
getirmiştir.Uzakdoğu kültürüne
aşina olanlar bilirler, okul sahneleri filmlerde sıklıkla gösterilir
ve eğitim sistemindeki anlayıştan
Seri üretime geçen Hollywood,
dolayı bu yerlerde çokça şiddete
orijinal hikayeler üretmekte zorla- rastlanır. Bu durumdan faydalanırken, Uzak Doğu ve sinemasının nan senaristler çoğu korku filminyükselişi, Amerikan sinemasını
de sıklıkla okul sahnesi kullanır.
yeni arayışlara itti. Çözümü de
Filmde de Japonya’daki okullarda
remake de buldu. Hollywood’un
yaşanan şiddeti çözmek adına,
dikkatini çeken çarpıcı senaryola- çocukların birbirini öldürmesini
rı, farklı final sahneleri ile Uzaksağlayan bir hükümetin koyduğu
doğu filmleri adlarından sıklıkla
kurallar anlatılıyor.
32
33
Uzakdoğu filmleri içinde de farklı anlatımlara rastlanılıyor. Japon filmlerinde kan, kesip, biçme sahneleri,
Kore filmlerine göre daha sık kullanılırken, Kore’de
daha çok gösterilmeyenlerle izleyici korkutuluyor. Yani
izleyici korkuyor ama tam olarak neden korktuğunu
da bilmiyor. Batının gösterdiği, kesik bacaklar, kollar,
kan, testere sahnelerini Uzakdoğu sinemasında çok
fazla göremezsiniz, daha çok ıssız koridorlardan, arkadan geçen gölgelerden, sessizliğin ortasında duyulan
müzikten korkar ve ne olduğunu anlamadan öldürülürsünüz. Genellikle de öldürülüşünüz yaratıcı olur.
Uzakdoğu sineması sizi öldürüp bırakmaz, ölmüş bedeninizi de korkmuş bir surat, yuvalarından neredeyse
çıkacak gözlerle bırakır ki, izleyici ne kadar korkarak
öldüğünüzü anlasın.
Uzakdoğu sineması için sadece bilinç üstünüzü korkutmak yetmez, bilinçaltınız için de ellerinden geleni
yaparlar. Hollywood’un da senaryosunu beğenip,
uyarladığı Halka filmi buna en güzel örneklerdendir.
Televizyondan çıkan kızımızın saçlarının düz, siyah ve
uzun olması bizim için çok bir şey ifade etmese bile,
Uzakdoğulu izleyiciler için anlamı büyüktür. Genel
olarak Uzakdoğu’da kadınların saçları uzun, siyah ve
düzdür! Bu sebeple ki sinema salonunda Halka filmini izleyenler, etraflarına baktığında gördükleri kadını
filmdeki kadın sanmış ve çığlık atıp, bayılanlar olmuştur.
Romantizmin genlerine bulaştığı Uzakdoğu’da korku
temalı filmlerinde de muhakkak romantik bir hikaye
örgüsü de bulunmaktadır. Daha sonraki sayılarımızda
da Uzakdoğu’daki romantik filmlerden derinlemesine
bahsedeceğiz ama korku temalı filmler çekerken bile
romantik bir unsur muhakkak hikayeye iliştiriliyor.
Özellikle Kore, korku temalı filmlerinden olan ‘Sympathy of Lady, ‘Kanlı Ayakkabı’, ‘Old Boy’ gibi filmlerde genellikle intikam için uzun zaman beklenmiş ve
sebepte aşk olmuştur. Baktığınızda intikam için sabırla
beklemek Kore filmlerinin vazgeçilmezidir ve kişi intikamında da haklı olarak gösterilmektedir. İzleyici bir
taraftan korkarken, bir taraftan da intikam alan kişiyi
haklı da bulmaktadır.
İnsanları korkutmak o kadar kolay değilken, Uzakdoğu bunu kendine kültürel öğeleri kullanarak rahatlıkla
başarıyor. Özellikle 1990 yılları sonrasında hızla yükselişe geçen Uzakdoğu Korku filmleri, başka ülkelerde
yayınlanması, remake’lerinin yapılmasının yanı sıra
mangaları da çıkıyor. Uzakdoğu korku temalı filmlerinin başarısı arttıkça önümüzdeki günlerde daha da
çok korkacakmışız gibi gözüküyor.
34
35
YUNUS EMRE’DE ÖĞRETİ
Sait KÜÇÜK
1238 – 1321 yılları arasında Eskişehir civarında yaşadığı
bilinen bir tasavvuf ve halk şairi Yunus Emre.
İlim sahibi bir âlim. Bir İslam düşünürü.
Bir ehli dil, bir gönül adamı, gönül insanı.
Eğiten, öğreten, yol gösteren, bir kılavuz; Yunus Emre.
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır
Yunus öğretisini kendini bilmekle
başlatır. Kendini bilen, kendini
tanıyan hakkı da, halkı da tanır.
Gönül adamı olan Yunus yine aynı
şiirin tapşırma kıtasında:
Yunus der ki ey hoca
İstersen var bin haca
Hepisinden iyice
Bir görüle girmektir, der.
Hocaya gönül adamı olmasını
tavsiye eder. Yunus’un bu sözü
bize bir darbımeseli hatırlatmaktadır. Halk denen büyük usta şöyle
demiştir: Hacı olma, hoca olma
dürüst ol.
Gönül adamı olamamışsın, doğru
dürüst olamamışsan hacı olmuş,
hoca olmuşsun ne önemi olur ki.
İşte halk şiirinin öncülerinden
olan Yunus’un söylediği bu.
Yunus’un öğretisi aşk ile sevgi ile
başlar. Bu başlayış gönül yoluyla
devam ederek insana, insanlığa
ulaşır.
Aşk imamdır bize gönül cemaat
Kıblemiz dost yüzü daimdir salât
37
Yunus’un imamı aşktır. Gönlü cemaattir. Kıblesi
dost yüzüdür. Namazı daimdir. Çünkü o böyle
ibadet edince dost yüzünü kıble bilince şirk ortadan kalkmış olur. Böylece her kul bir’e, birliğe
ulaşmış olur.
Dost yüzün görücek şirk yağmalandı
Onun’çün kapıda kaldı şeriat
Bir aşk adamı, gönül adamı olan Yunus:
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil, diyerek gafilleri uyandırır. Gönül yapmanın ne kadar önemli olduğunu öğütler.
Yol odur ki doğru vara
Göz odur ki Hak’kı göre
Er odur alçakta dura
Yüceden bakan göz değil
Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar
Halka matahların satar
Yükü gevherdir tuz değil
Yunus, gidilen yolun eğri büğrü değil, doğru olmasını ister. Erin mütevazı olmasını salık verir.
Yüceden bakanın gönül adamlığı ile alakasının
olmadığını bildirir.
Söylediği sözlerinin birer inci, birer yakut, birer
gevher olduğunu, yükünün değersiz olmadığını
belirtirken bu sözlerden halkın hisse almasını
nasihat eder.
38
Yunus söylediği sözü insan yararına söyler.
Ona söylediği sözün dinlenmesini, manasının
anlaşılmasını ister.
Bir söz diyeyim sana dinle canın var ise
Kem tamahlık eyleme aklın sana yâr ise
Manadan getirmişler kardeşten yâr yeğrektir
Oğuldan daha tatlı, eğer doğru yâr ise
Gördün yârin eğridir neyin varsa ver kurtul
Atalardan öğüttür işittiğin var ise
Yârin sana sadıksa, köle ol kapısında
Çıkar ciğerin yedir eğer çaren var ise
Onsuz sözün gör nedir çok söz hayvan yüküdür
Arife bir söz yeter sende gevher var ise.
Ekmek yiyip tuz basmak o namertler işidir
Ekmek onu komaya tuzun hakkı var ise
İyilik erin yâri ölürse uçmak yeri
Senden sonra söylenir ne dirliğin var ise
Yunus miskin delidir hem sözünden bellidir
Ayıplaman yârenler eksikliği var ise
Yunus’un yarlığa, yarenliğe, dostluğa, kardeşliğe, doğruluğa, iyiliğe ve insanlığa verdiği nasihatte, önemde böyledir işte. Yar olmanın, yaren
olmanın, doğru olanının, gönül adamı olmanın
bir ululuk olduğunu vurgulayan Yunus, kendi
eksikliğini görendir, gösterendir. Keşke herkes
kendi eksikliğini görse de gönül adamı olsa.
39
Ömer Ferit Kam
Barbaros KUZEY
“Sana neşe veren nağme belki bülbülün ruhunun derinliklerinden kopan bir ıstırap iniltisidir.”
Ömer Ferit Kam, 1864-1944
yılları arasında üç farklı dönemi
içerisinde barındıran bir zaman
dilimi içerisinde yaşamıştır. Bu üç
dönem araştırmacılar tarafından
İstibdad, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi olarak isimlendirilir.
Bu bilgiyi yazının girişinde verme
nedenim ise bu üç dönemin birer
tarihi dönem olarak ifade edilip
geçiştirilemeyeceğini vurgulamaktı. Çünkü bu tarihi dönem her
açıdan çok farklılık arz ediyor.
Yönetim şekillerinin değiştiği,
istiklal savaşlarının verildiği,
inkılâpların yapıldığı ve iki dünya savaşının yaşandığı bir süreci
içerisinden barındıran bu dönemde yaşam süren Ömer Ferit Kam,
yakın dönem tarihimizde sessiz
fakat çok değerli bir yerde bulunuyor. Din, felsefe ve edebiyat
alanında oldukça dikkat çekici
çalışmaları bulunan Ferit Kam,
aynı zamanda içerisinde İsmail
Saib Efendi, Hüseyin Kazım Bey,
Mustafa Fehmi Efendi, Halid Ziya
Uşaklıgil, Ahmed Naim, Süleyman
Nazif, Mehmed Âkif Ersoy, İbnülemin Mahmud Kemal İnal gibi
isimlerin bulunduğu entelektüel
bir meclisin aranan insanlarındandır. Kendisine ait olmayanı
sahiplenmenin oldukça revaçta
olduğu bir dönemde geçmişe
sahip olmanın oldukça önemli
olduğunu vurguladı. Özellikle de
Tanzimat’tan başlayıp, Cumhuriyet ile açık bir hale gelen eskiyi
reddetme hastalığına hiçbir zaman
kapılmadı.
40
1890’da babasının isteği
üzerine Mekteb-i Tıbbiye’ye başlamıştı. Fakat Ferit
Kam’in mizacı doktor olmaya hiç de müsait değildir.
Sonuçta Tıbbiyeye sadece
bir yıl devam edebilmiş, bir
yıl sonra Hukuk Mektebi
sınavlarına girerek hukuk
mektebine kaydolmuştur.
Hukuk tahsiline de iki yıl devam ettikten sonra babasının
ölümü üzerine öğrenimini
yarıda bırakmak zorunda
kalmıştır. Hayatının bundan
sonraki öğretim safhası kendi çabaları ile gerçekleşecektir. Bazen kendi çabası bazen
de özel derslerle kendisini
yetiştirmeyi başarmıştır.
Fransızcayı Polonyalı Hayrettin’den, Farsçayı Kaşmir’li
İskender Efendi’den, Arapçayı da Fehmi Efendiden öğrenmiştir. Bunun yanında Mustafa
Asım Efendi’nin Fatih Camiindeki
Huzur derslerine de devam ederek
1905 yılında icazet almıştır.
Vehmi ve Kafa
Karışıklığı
Ferit Kam’ın öğrenim hayatının
bu ikinci evresi, özellikle de ilk
yılları büyük fikir buhranlarıyla
geçmiştir. Cami derslerine devam ederek klasik medrese eğitimi alırken bu sırada da sürekli
okuyor ve araştırıyordu. Agah
Sırrı Levend’in belirttiğine göre
kurtulmaya çalışa da bunun üstesinden gelemediği
bir vakitte Mesnevi imdadına yetişmiştir. Mesnevi’yi
okuyarak kafasındaki oluşan çelişkileri bir nebze olsa
çözdüğünü ifade etmiştir.
Onun kişisel özellikleri arasında en karakteristiklerinden bir tanesi de vehmi ve şüpheciliğidir. Her ne
kadar çok güçlü bir hafızaya sahip olsa da bir soru
karşısında çokça doğru olup olmadığı konusunda
şüpheye düşmüştür. Örneğin talebeleri tarafından
getirilen bir beyite mana vermiştir fakat şüphe de
aynı zamanda başlamıştır. Acaba verdiğim cevap
doğrumu? Diye sürekli aklından geçiren bir insandır.
Bunun yanında oldukça da nüktedan bir insandır.
Nüktedanlığı ve hazır cevaplığı konusunda dostları
ondan ve onu dinlemekten büyük keyif almaktadırlar. Çok müteessir olduğu durumlarda bile nüktedanlığı elinden bırakmamıştır. Bu nüktedanlık
şiirlerine, yazılarına da elbette yansımıştır. Mahir İz,
bu konuda hemen her hâlden bir nükte çıkardığını
ve alelâde sohbetleri bile kinâye ve cinasla söylediğini
belirtmektedir. Aşırı derecede bir kahve tiryakisi
olan Ferit Kam, II. Dünya Savaş’ının vermiş olduğu
sıkıntılardan dolayı, kahve bulmanın çok zor olduğu
Şiirlerinden Seçmeler
Ne teaccüp ediyorsun buna dünya derler
Yenilen herzelere onda nihayet yoktur
Yerin altında öküz var mı dedi bir meczup
Onu bilmem dedim; fakat üstünde pek çoktur
bu süre içerisinde sürekli araştırma ve okuma içerisinde oldukça
Hak ve Hakikat’i öğrenmek ve
ona erişmek isterken, ilk adımda
korkunç, çetin kafa karışıklıklarıyla karşılaşmıştır. Okudukça ve
araştırdıkça da bu karışıklıklar
çözülmüyor, aksine daha fazla
karışıyor ve genişliyordu. Ona göre
filozoflar başka türlü söylüyor,
âlimler başka türlü anlatıyorlardı.
Bu onun fikir hayatındaki ilk ve
en kuvvetli buhranıydı. Bu buhran
zamanlarında, kafası karışmış
ve sinirleri bozulmuş bir şekilde
eşine koştuğu ve kafasını göstererek: “Hanım! Burada kıyametler
kopuyor; korkuyorum, korkuyorum…” diye bağırdığı olmuştu.
Bu buhranlı vaziyetten ne kadar
Son armağanı ölümken tabiatın beşere
Hayata fazla gönül bağlayanlar ahmaktır.
Hataya düşme hesabında akıbetbin ol
Ne varsa toprağın üstünde hepsi topraktır.
dönemlerde oldukça sıkıntıya düşmüş ve şu beyti
kaleme almıştır:
Vermiş olsan meselâ, nakde bedel dürr-i Âden
Kahve bulmak daha güçtür Yemen’in fethinden
Nüktedanlığının yanı sıra işini de çok ciddiye alarak, severek yaptığını da belirtmemiz gerekmektedir.
Onun ortaya koymuş olduğu eserlerden anlamış
olduğumuz kadarıyla nüktedanlığının yanında hiciv
yeteneği de oldukça gelişmiştir. Hem hayatının
içinde hem de şiirinde sözünü esirgemeden söylediği
ve yazdığı anlaşılmaktadır. Fakat hiciv konusunda sözünü esirgemeden hicvettiği halde sonradan
pişmanlık duyduğunu, geceleri uykularının kaçtığını
arkadaşları belirtmektedir.
Şiirle olan bağı ise gençlik yıllarına dayanır. 17 yaşında iken ilk şiirlerini yazmaya başlar. 1887 yılında
ise şiirleri Türreat (Önem verilmeyen, saçma sapan
şeyler.) adlı bir eserde yayımlar. Genç bir şair olarak
düşünmek, aramak ve bilmek ihtiyacıyla kararsız bir
gencin, fikri ve manevi telaşlarını kâğıda döker.
Âkıl geçinen güzide nev’in
Aldanmağa ihtiyacı vardır
İnsanla doğan bu eski derdin
Zannetmeyiniz ilacı vardır
Sağlığında nice ehl-i hünerin
Bir tutam tuz bile yoktur aşına.
Öldürüp onu evvel açlıktan
Sonra bir türbe yaparlar başına
Yâ Rab bana sen âlemi zından etme
İdrâkimi hemhâlet-i nîran etme
Mâdem ki iman ile ettin âbâd
İklim-i dili küfr ile viran etme
Eserleri
Ömer Ferid’in ilk eseri on yedi- yirmi iki yaşları arasında yazdığı şiirlerinden meydana gelen Türreat (İstanbul 1303) adındaki şiir kitabıdır. İkinci eseri ise Âsâr-ı Edebiyye Tetkîkâtı Dersleridir. Yazarın 1915-1916’da
verdiği notlarından oluşmaktadır. Üçüncü eseri Şerh-i Mütün dür. 1919-1922 yılları arasında verdiği eski
metinlerin şerhine dair derslerin notlarıdır. Dördüncü eseri ise İran Edebiyatı Tarihi dir. Bu eserinde İran
edebiyatının ilk mahsullerinden başlayarak Sa’dî-i Şîrâzî’ye kadar gelen kısmı basılmıştır. Beşinci kitabı Afgan
Şairleri olup bu eser basılmamıştır. Nazmi Özalp’in arşivindedir. Bunların dışından Felsefe Lugatçesi, Dini
Felsefi Musâhabeler, Vahdet-i Vücûd ve Avrupa Mektupları adlı kitapları bulunmaktadır. Bu kitapların dışında oldukça çok sayıda makalesi de bulunmaktadır.
41
Aşık Olmamalı
ENDÜLÜS’TE KALAN YÂR
Seni beklemenin sırtımda nemli bir gömlekle şiir yazmak olduğunu
belirtmeliyim.
Şehirde çöl gülü taşıyan bir adam peşimde şarkı söylüyor bu yüzden.
Rengi dönmüş ayakkabı bağcıklarıyla,
geceleri zilime basıp kaçıyor.
Bahçem kum fırtınası.
Bir yudum bayatlamış kahve masamda.
Islak notlar, kül tablalar..
Yağmurlar pencereme düşerken üşüyor.
Karaköy vapuru iyottan sarhoş olmuş,
“özledim” demeni bekliyor.
Gökyüzü renksiz.
Yanındayken seni özlemek renktir ey adam.
Kestane gözlerin, beyaz tenine kondurulmuş iki asma ağacı.
Baktıkça çadır kurar hayallerim gözaltı torbalarına.
Bir kaç hukuk kitabın, buruşmuş sayfa kenarlarıyla öpücük atar bana.
Dudak kenarlarımdaki kahve telveleri sırıtır şiirlerime.
Seni görmek heybemde sıcak bir şehir kurmak gibi.
ve adım adım yolculuk sineye.
Bu martta seninle Endülüs’e ayak izi bırakmak isterken ben,
sen sarmaşık ve tutsak masallarına gidersin her yaz,
‘bir varmış bir yokmuş’lara kayık çekerken,
Irmakların üzerinde nilüfer bakışların tozlu birer kuş kanadı gibi çırpınır.
Çeneme parmak izini bırakır gri saç tellerin.
Krem keten ceketin ve mayhoş nar kokunla sabahlamak söz olur.
Gülrika
Kuşlara aşık olmalı
mesela insan
Uçup gitmelerini
kanatlarına bağlamalı
kafese gelmemelerine
gökyüzüne
Kedilere aşık olmalı
mesela insan
Çekip gitmelerini
nankörlüklerine vermeli
patavatsızlıklarına
zaten gideceklerine
yıldızlara
Ama bir insana aşık olmamalı
mesela insan
Bilemez sonra neyi nereye verip
nasıl bağlayacağını
Serniviskar
Dervişin Aşkı
İntisab ettiği tüm tekkelerden
kovulan bir derviştir ömrüm
Ebuzer’in yalnızlığı en büyük tesellim şimdi.
Sense huylu bir komşu gibi
kapımı çalıyorsun sürekli.
Oysa zaman, parmak uçlarına basarak yürür bu şehirde
mekanların hepsi tahta gıcırtılığına müsaitken
senin gel-gitlerinin altında
pamuk şekerler vardır hep.
Ve arka fonda mutlaka bir Wagner parçası.
Bense sarığımda
yeşerir diyerek
kuru papatyalar saklıyorum.
Oysa derviş hanesinde tütün içen,
masum yüzlü bir softanın halidir
sana olan sevgim.
öylesine olmaz yerde, öylesine
olmaz bir asırda.
Güllere olunmaz renkler diktiler
bu çağda.
Aşka post-modern şiirler yazdılar.
Gökyüzüne camlar erittiler.
Bense camı gökyüzü sanıp
ona doğru kanat çırpan bir kelebek gibi
sana çarpıyorum.
Yorulmuyorum,
bir geleneği yaşatıyor kalbim,
heybemde bin yıllık şiirler taşıyorum.
Üç günlük bir ömrüm var diye
üçünü de ayrı ayrı sana pay ediyorum.
Yetmeyecek diye,
seni kalbime cennet seçiyorum.
Oysa zaman karşısında eriyen,
bir bardaktaki küp şeker gibidir yanakların
güldüğünde tek bir sefer
çaya karışır gider de
tadı gönlüme erir gözlerinin.
Oysa ben sessiz bir zikirde
sana cennet cennet tespihler biriktiriyorum.
Dilim yorulursa sen diye diye
kalbime turuncu bir merhem sürüyorum.
Yorulmuyorum.
Yolun cennete çıkana kadar bu cinnetten
sana kadife rengi dualar ediyorum.
T.Tinâzî
Bu Ne Biçim Kitabiyat?
Zweig ve Satranç
Mirza Elekber
Arkadaşlar bildiğiniz gibi Türkiye’de iki kitap var ki bunları
okumayan adam yerine koyulmaz. Bunlardan biri Ali’nin Kürk
Mantolu Madonna adlı eseridir.
Öbürü de Orwell’ın 1984 adlı
eseridir. 1984’i lisedeyken okumuştum ve beni çok etkilemişti.
Beni etkileyen yönü diğer okurlara
kıyasla geleceğe yönelik, bugün
ile kesişen totaliter-siyasi krizler,
insanların kontrolü üzerinden işleyen bir korku imparatorluğunun
kurulması veya sosyolojik tespitler
değildi. Beni etkileyen yönü romanın güçlü atmosferi ve tasvirleriyle
zihnimde yaratılan dünyaydı.
Nitekim kitaba dair aklımda kalan
en güçlü kısım bugün dahi gözlerimi nemlendiren şiirdir:
Eski kestane ağacının altında
Sen beni sattın, ben seni sattım…
Galiba bu şiir kitaba dair birçok
şeyi anlatıyor. İlginç bir şekilde
bazen, bazı kitapları okurken bazı
şarkılar da o kitaplarla “birleşir”.
Kitapla şarkılar beraber “dinlenmektedir”. Ne zaman malum
şarkıyı dinleseniz aklınızda da o
kitabın “hissi” canlanır. Evet, bazı
kitapların bir hissi vardır. Mesela
ben de 1984’ü Accept’inWinterDreams, Neon Nights ve CantStandtheNight gibi şarkılarıyla okumuştum.Buna rağmen sizlere bu
yazıda 1984’ten bahsetmeyeceğim,
çünkü özel anıları paylaşmayı seven biri değilim, bunun için meşhur ve zengin bir köşe yazarı ya da
bir aktivist olmam gerekiyor. Son
olarak hatırlatmak isterim ki John
Hurt’ü ne kadar sevsem de romanın filmi hiç iyi değildi. (NineteenEighty-Four, 1984).İzlemeyin.
Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını hala okumadım.
Peki diğer kitaplar hangileridir?
Yani okumayı bir alışkın edinmiş
Türk insanının çoğunun okuduğu
eserler nelerdir? Tutunamayanlar,
Dönüşüm, Simyacı… Bunlardan bir tanesi de Satranç olmalı.
Satranç, Stefan Zweig’ın intiharından çok da uzun olmayan bir süre
önce yazmış olduğu bir eseridir.
Zweig benim en çok sevdiğim
yazarlardan biridir. Özellikle
“Dünün Dünyası” ve “Macellan”
adlı kitapların ayrı bir yeri vardır.
Lakin Satranç’ı okurken odaklanamamıştım. Bunun iki sebebi vardı.
Birincisi kitaba dair çok yüksek
bir beklentimin olmasıydı. Kitabı
okuyan hemen hemen herkes “Bu
kitap aklımda bir patlama yarattı!”,
“Kadıköy’den vapura binmiştim ve
kitabın 27. sayfasında heyecandan
denize atladım”, “Kitabı bitirdiğimden beri yemek yiyemiyorum”
gibi birbirinden ilginç söylemlere
sahipti. Nitekim ben de kitabı
elime bu beklentilerle aldım.
Her bir sayfayı değiştirirken beni
mahvedecek kendimi yerden yere
vurmamı sağlayacak, ağzımı açık
bırakacak, şaşkınlıktan kendimi
toparlayamayacağım şu çok bahsedilen şeyler gerçekleşecek mi diye meraktan kitabın kapağını daha
çok sıkıyordum. Lakin o olay hiçbir zaman gerçekleşmedi. Kitabı okuyanlar ana karakterin satranç ile
beraber aklını kaybedecek bir hale gelmesi noktasında nasıl oldu da heyecanlanmadığımı soracaklardır.
Ancak burada heyecanlanacak bir şey yok. Zweig bu
“aklını yitirme” figürünü birçok öyküsünde kullanmıştır. “Amok” ve “Bir Kadının Hayatından 24 Saat”
adlı eserler buna dair verilebilecek en güzel örneklerdir.
İkincisi de bu noktadan sonra artık “C” olarak
bahsedeceğim kitabın ana karakterlerinden biri olan
Czentovich’ten nefret etmemdi. Gerçekten C’den
tiksinmiştim. Çünkü kendisi gerçek bir karakterdir.
Herkesin hayatında bir C vardır. C’nin hiçbir melekesi veya fazileti yoktur. Kendisinin sadece yaptığı tek
iyi bir iş vardır veya Tanrı vergisi sıkı sıkıya tutunduğu bir ödülü vardır. Bu yetenek bir spor dalında çok
yetenekli olmakken bir müzik aletini çok iyi çalmak
da olabilir. Tanrı vergisi ödüle gelince bu babadan
kalma büyük bir kebapçılar zinciri olabilirken bir
araba galerisi de olabilir, ya da kiradaki evler, dönüm
dönüm araziler vs… İşte bu duruma rağmen C’de
kibir dışında başka bir kişilik özelliği görünmez veya
kibir kişiliğinde öyle bir baskınlığa sahiptir ki diğer
özellikleri etkisiz kılmaktadır. Bir de buna ek olarak
C’de muazzam bir para hırsı mevcuttur. Para denildiğinde gözleri döner. Ne kendileri için ne de açlıktan
ölmekte olan bir bebek veya kedi yavrusu için süt almaya para harcamazlar. İşte Satranç’taki C de aynen
böyle biridir. Kendisi satrançta bir dünya şampiyonudur ve para konusunda hastalıklı bir noktadadır.
tan bir zeka geriliğine sahipti, fakir ama çok fakirdi,
eğitim alamamıştı, hiçbir imkanı yoktu.Dolayısıyla
C’nin kibirli olmak gibi bir hakkı vardı. C bizden
intikam alıyordu. C tabi ki paragöz olacaktı. Çünkü
biz onun elinde tüm parasını almıştık. Bu noktadan
sonra C’nin yaptığı her işte bir meşruluk vardı. Birisi
size hakaret edebilir, sizi işten attırabilir, sizi evden
çıkartabilir, maaşınıza el koyabilir, sizin hakkınızda
insanlara yalanlar söyleyebilir, sevgilinizle aranızı
bozabilir. Çünkü geçmişte isteyerek veya istemeyerek
onun kalbini kırmışsınızdır. Dolayısıyla bu hadise
ona yaptığı her işte meşruluk kazandıracaktır. Burada
bir dengesizlik yok mu? Sadece birinin kalbini kırdınız diye başınıza bu gelenleri hak ediyor musunuz?
Toplumumuz galiba hak ettiğimizi söylüyor…
Peki, C’ye ne oluyor? Bunu burada yazmak istemiyorum. Belki aranızda hala okumayanlar vardır.
Zweig benim için gerçekten çok önemli bir edebiyatçı
ve de tarihçidir. Ancak en popüler romanını insanımızın her şeyi çok kolay abartan tarafı ve C karakteri
yüzünden pek de benimseyememişimdir. Peki bu
Kitabiyyat yazısı bize bu kitabı okumamızı mı tavsiye ediyor? Bunun için bir şey diyemiyorum. Ancak
belirtmek isterim ki kitap sadece C’den ibaret değil.
İlginç olaylar, tarihi iz düşüm, kitabın anlatıcısı ile kitabın ana karakteri B’ye dair psikolojik çözümlemeler
de kitapta ağırlığı hissedilen unsurlar. Nitekim kitap
bu yönüyle meşhurdur. Çoğunluğun hoşuna gitmiş
bir kitap neden sizin hoşunuza gitmesin? Ayrıca ne
olursa olsun kitabı yazan Stefan Zweig… Bunu unutmamak gerekir…
Böyle insanlardan gerçekten nefret
ederim. Böyle insanlara karşı nasıl sempati duyabilirsiniz ki? Bir de sayfalarca
onunla beraber olduğunuzu düşünün,
onun başarıdan başarıya koştuğuna
şahit olduğunuza… Nitekim kitabı
okurken C’nin yüzü bir zaman sonra
Kemal Sunal filmlerinden tanıdığımız
Ali Şen’in yüzüne döndü. C sanki bazen
“İşin ucunda dühhanlaapartıman var
Fatma Hanığ… Fuat şu serseme barnah
bastırsa ah bi dene barnah bastırsa”
(Sakar Şakir, 1977) diye ortalıkta dolaşıyordu. Buna rağmen Ali Şen’in canlandırdığı paragöz karakterler C’ye kıyasla
gayet naif ve sevecen kalıyorlardı. Ayrıca
Zweig C için C’nin ahvalini meşrulaştıracak üzücü bir tarih yazmıştı. C doğuş-
47
www.5haber.com

Benzer belgeler