Devamı İçin Tıklayınız

Transkript

Devamı İçin Tıklayınız
FECR SÛRESİ
Nuzul 11 / Mushaf 89
Surenin Adı:
Adını ilk âyetinden alır.
‘’(Karanlığı) yarıp çıkaran sabah vakti şahit olsun’’ (1)
Fecr; ‘’yarıp çıkarmak’’ manasına gelir.






Hayır olanı Fecr,
Şer olanı Fucur, ile adlandırılır.
Geceyi yarıp çıktığı için sabaha ve
Toprağı yarıp çıktığı için kaynak suya da Fecr denir.
İnsan kişiliğini yarıp onu yaraladığı için günaha fucur,
Haram ayın hürmetini yarıp kırdığı için cahiliye savaşlarına ficar denmiştir.
Fecr’in mânası içinde “tüm sabahlar” veya “O malum sabah” veya “varlığın ilk sabahı” gibi çağrışımlar vardır.
Sureye adını veren ayetteki Fecr; zımnen yokluk karanlığını yarıp varlık sabahını çıkarmaya delalet eder.
Fecr; İnfitar ve Felak suresi ile birlikte oluşu ifade eder. Bozuluşu ifade eden sure sayısı ise 11’ dir.
Surenin Nuzul Yeri ve Zamanı:
Sûre Mekke’de indirilen ilk sûrelerdendir.
MEKKE
Mina
Müzdelife
Arafat
KABE
İlk tertipler sûreyi Leyl sûresinin hemen ardına yerleştirir. Bu sıralamaya itiraz etmek için elimizde makul bir
neden bulunmamaktadır. Sûre ilk bakışta tek celsede inmediği izlenimi verir. Fakat fasıla harflerinin çokluğu
(sekiz harf) ve Mekke-Medine okullarının 15 ve 16. âyetleri dört âyet saydığı dikkate alındığında, sûrenin iki
ayrı zamanda indirildiği iddiasının mesnedi kalmaz. Vahyin ilk yılında inmiş olmalıdır.
Kûfe okuluna göre sûre 30 âyettir. Mekke ve Medine okulları 15 ve 16. âyetleri ikişer âyet sayar. Bu durumda
sûre 32 âyet olur. Basra okulu 29 ve 30. âyetleri bir saydığı için sûreyi 29 âyet olarak tesbit eder.
Surenin Konusu:
Sûrenin temel konusu imkanlarıyla ve zaaflarıyla insandır.
Önce çok özel zamanlara yemin edilerek, bu yeminin amacı vurgulanır.





(Karanlığı) yarıp çıkaran sabah vakti şahit olsun!
O tarifsiz on gece şahit olsun!
Çift ve tek şahit olsun!
Sabaha yürüyen gece şahit olsun!
Ne yani, şunların hepsinde sahibini koruyan oturaklı bir aklı olanlar için, sağlam bir şahitlik yok mudur? (15)
Tüm zamanlardaki muhataplara kadim sapma örnekleri verilir. ‘Âd ve Semud kavimlerinin ve Firavun
iktidarının helâki hatırlatılır (6-14).
Âd ve Semud Kur’an’da tam yirmi iki yerde birlikte ya da art arda anılır.
Bunun verdiği mesaj şudur:
Hata ve noksanlığı davranış bozukluğunda değil de yapı malzemesinde görüp onu değiştirmek, bir toplumu
Allah’ın gazabından kurtarmaz ve tarih ibret alınmazsa tekerrür eder.
İlk vahiylerde yer alan helâk edilen kavimlerin kıssaları özet halinde geçer.
Kadim kavimleri helâke götüren nedenlerin temelinde;


Yanlış servet tasavvuru ve
Bu tasavvurun doğurduğu biriktirme ve yığma hırsı yatar.

Ve insana gelince,.. Ne zaman Rabbi onu (varlıkla) sınayıp ona ikram edecek ve nimetlere gark edecek olsa,
hemen (Allah’ın kendisini desteklediğini düşünerek) ‘’Rabbim bana ikram etti’’ der.
Ne zaman da Rabbi onu (darlıkla) sınayıp onun geçim alanını sınırlandıracak olsa, bu kez de ‘’Rabbim beni
zelil ett’’ der.
Asla, Bilakis siz yetime ikram etmiyorsunuz,
Yoksulu doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz,
Emeksiz kazancı haram-helal demeden açgözlülükle boğazınıza geçiriyorsunuz.
Dahası ölçüsüsz bir sevgiyle malı seviyorsunuz (15-20)





Böyle yapanları dünyada bekleyen uyarıcı ve ahrette bekleyen cezalandırıcı sarsıntılar haber verilir (21-26).
Sûrenin zirve âyetleri, dünya, mal-melal ile tatmin olmamış, Allah ve cennet ile tatmin olmuş kamil ve mesut
insana hitap eder:
“Ey (Allah’la) tatmin olmuş insan! Rabbine, O’ndan razı ve O’nu razı etmiş olarak dön! Gir kullarımın arasına!
Gir cennetime!”
Rabbim! Bizleri de sonsuz saadete eren o kullarından eyle!
ْ‫ْللاْحْٰمن ِ ٰا ِرْحْ نٰمِ ِم‬
ِّْ ٰ ‫ِبسْ ِم‬
RAHMÂN RAHÎM ALLAH’IN ADIYLA
﴾١﴿ْ‫َوحْ َفج ِٰم‬
1 (KARANLIĞI) yarıp çıkan sabah vakti (1) şahit olsun! (2)
(1) Zımnen;



Yokluk karanlığını yarıp çıkan varlık sabahı;
Ya da “cahiliyye karanlığını yarıp çıkan vahyin nurlu sabahı”;
Veya “bütün sabahlar”.
F-c-r kökü “yarıp çıkmak” mânasına gelir.





Hayır olanı fecr,
Şer olanı fucur ile ifade edilir.
Geceyi yardığı için sabaha ve toprağı yarıp çıktığı için artezyene fecr denir.
İnsan kişiliğini yarıp parçaladığı için günaha fucur,
Haram ayın hürmetini yarıp kırdığı için Cahiliyye savaşlarına ficâr denilmiştir.
(2) Kasem vavı ile ilgili bir not için bkz. Duhâ: 1.
(Nuzul 5 / Mushaf 93 : Duha 1 Aşağıdadır.)
﴾١﴿ْ‫وَحْض ُِّٰى‬
1 SABAHIN berrak aydınlığını temsil eden kuşluk vakti şahit olsun, (1)
(1) Çevirimiz Kur’an’ın duhâ’yı akşam’ın mukabili olarak kullanmasına dayanmaktadır (krş. Nâzi‘ât: 46).
Zımnen: Cahiliyye gecesini sona erdiren vahiy güneşinin ilk sabahı şahit olsun.
Yemin vav’ı ile başlayan 16 sûreden biridir. Tümü de Mekkî olan bu sûrelerin başında gelen vav aslen bağlaçtır, yemin mânası asli değil
arızidir.
Zâriyât hariç bu sûrelerin hiç birinde Allah’ın Rab dışındaki herhangi bir sıfatı kullanılmaz. Zira bu âyetler Allah’ın eşyaya müdahalesi
hakkında tereddüt gösteren aklı reddetmektedir.
Elbet uksimu bi’d-duhâ ile ve’d-duhâ arasında mâna farkı vardır.
Kasem vav’ı ile başlayan sûrelerin genelinde;


Yemin edilenler gözlemlenebilen ve hissedilebilen fizikî ve maddî şeyler,
Yeminin cevabında gelenler ise metafizik ve mânevî durumlardır.
Yemin edilen şeyler maddî olandan mânevî olana zihnî intikal için bir destek noktası hükmündedir. Bununla da soyut düşünme yeteneği
gelişmediği için melek ve cin gibi görünmez varlıkları somutlaştıran ilk muhatapların bu yeteneğini geliştirmek amaçlanmıştır.
﴾٢﴿ْ‫ْعش ٍٰم‬
َ ‫ال‬
ٍ َ َْ‫َو‬
2 O tarifsiz on gece şahit olsun! (3)
(3) Zımnen: Vahyin başlangıcı olan Kadir gecesini içinde barındıran on gece...
Belirsiz gelen bu on gece;




İkisi de bayramla biten Ramazan’ın son on günü
Veya Zilhicce’nin ilk on günü olabilir.
Ramazan’ın son on günü itikaf ve vahyin iniş günü olan Kadir gecesini içinde barındıran günler,
Zilhicce’nin ilk on günü hac günleridir.
Bu ikincisi Hz. İbrahim’e emredilmiş, fakat “nesi” geleneğiyle bu günlerin gerçek zamanı kaybolmuştur (bkz.
Tevbe: 37).
Surenin iniş zamanı dikkate alınacak olursa, bu on günün vahyin iniş gecesi olan Kadr’i içinde barındıran
Ramazan’ın son on günü olması daha güçlü görünmektedir. “On gün” ibaresinin belirsiz gelmesi, anlamın teke
indirilmesini güçleştirmektedir. Bu, yokluk karanlığından varlık sabahına geçişteki “varlığın ilk on günü” de
olabilir.
(Nuzul 117 / Mushaf 9 : Tevbe 37 Aşağıdadır.)
ّ ٰ َ‫ْللاُْ ُْز ِّرَ َُُْْمْسُوُُْحَعاَاْ ُِِمْو‬
ّ ٰ ‫ِلُّوحْاَاَِْ نٰم َم‬
ّ ٰ ‫ًاْو َُِ ٰمِّ اُو َنهُْعَااًاِْْ َُوحطِ ؤُ حْ ِع ندةَْاَاَِْ نٰم َم‬
َ ُ‫للا‬
ْ﴾٧٣﴿ْ َ‫َْْ َُ ِد ْحْ ََو َمْحْ َكافِٰم ر‬
ِ ُ ‫ْللاُْ َف‬
ِ ُ ْ‫ُّْبهِْحْنذ رَ ْ َْك َفٰمُوح‬
َ ‫ِلُّو َنهُْعَاا‬
ِ ‫ِح نناَاْال َّن ٖسیءَُ ِز َادَ ةٌْفِىْحْ ُكف ِٰمْ ُضَ ل‬
37 Aylara yapılan ilave, olsa olsa küfre yapılmış bir ilavedir: (46) İnkârda direnenlerin çarpıtma yöntemidir bu; Allah’ın haram kıldığı ay
sayısına denk getirmek amacıyla bu uygulamayı bir yıl serbest bir yıl yasak sayıyorlar ve işte bu şekilde Allah’ın yasakladığını meşru
görüyorlar. Kötü fiilleri onlara pek cazip göründü; kaldı ki Allah inkâra gömülmüş bir toplumu doğru yola yöneltmez.
(46) Nesî, “eklemek, ilave etmek” anlamına.
Güneş yılının aksine, 33 yılda bir çevrimini tamamlayarak yılın tüm günlerine isabet eden ay takvimini savaş, ekonomi vb. gibi kaygılarla en
uygun mevsimde dondurmak isteyen Mekke toplumunun bu iş için bulduğu bir ‘kılıf geçirme’ yöntemi.
Âyetin ilk cümlesinde, anlamı “ilave etmek” olan nesi sözcüğüyle, ona kinayeli bir atıf olan ve yine “ilave” anlamına gelen ziyade sözcüğü
arasındaki harika korelasyon hayli dikkat çekicidir.
Müşrik aklın zamana sentetik müdahalesi tek değildi.


Aynı şeyi zıhar adı verilen eşini anne yerine koyma
Ve tebennî uygulamasıyla bir kişinin gerçek anne-babasının yerini alma konusunda da yapıyordu.
Vahiy bütün bu sentetik uygulamaları reddetti (krş. Ahzab: 4 ve Mücâdile: 2).
﴾٧﴿ْ‫َوحْ نشف ِع َْوحْ َوت ِٰم‬
3 Çift ve tek (4) şahit olsun!
(4) Yani: yaratılan ve Yaratan. “Çift” mahlukatın çift kutuplu tabiatını ifade etse gerektir. Âyet varoluşun
ardından ilk element olan Hidrojen’in ve ondan diğer çift elementlerin oluşmasına atıf olarak da yorumlanabilir.
﴾٤﴿ْ‫َوحْن ِلْح َِذحْ َ س ِٰم‬
4 Sabaha yürüyen (5) gece şahit olsun! (6)
(5) es-Sera, “bitkilerin toprağın altında yol alan saçakları”. Zımnen, kökün güçlenmesi bitkiyi büyüttüğü ve
yücelttiği için “yücelik” anlamı kazanmıştır. İsrâ ile aynı köktendir (krş. İsra: 1).
(1) Kur’an’da hiçbir yerde mücerret karanlığa yemin edilmez.
Geceye de iza şartıyla edilir:





iza seca,
iza yağşa,
iza ‘as’ase,
iz edbera,
iza vekab…
Bu geceyi gece yapan karanlığın, ışığın yokluğu hali olduğunu ifade eder.
Karanlık izafi, arızi ve geçicidir, kendi başına bir varlığı yoktur. Aynı zamanda karanlığın iki fecr ve iki gündüz
arasında olduğunu, vahyin insanı aydınlığa çıkaracağını îmâ eder.
(Nuzul 68 / Mushaf 17 : İsra 1 Aşağıdadır.)
ْ﴾١﴿ُْ‫جدِْحََقصَاْحْنذ ْبَاٰمَ ك َناَِْ وَْْهُِْْ ُن ِٰم َ هُْاِر ْٰح َاتِ َناْ ِح ننهُْه َُوْحْسنا عُْحْبَص ٰم‬
ِ ‫جدِْحَِْ ٰمَ ِحمْ ِحَْىْحْاَس‬
ِ ‫سُبَِ ارَ ْحْنذ ْحَس ٰٰم ْبِعَبدِهَْْ ًًلْاِرَ ْحْاَس‬
1 YARATTIKLARINA benzemekten münezzeh, mutlak aşkın ve yüce O (Allah) ki, (1) kulunu (2) gecenin bir vaktinde (3) Mescid-i
Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız (4) Mescid- i Aksâ’ya, (5) âyetlerimizden bir kısmını gösterelim (6) diye yürüttü: (7) zira O, evet
sadece O’dur her şeyi işitip gören. (8)
İsra ve Mirac
‘(1) İsimleşmiş bir mastar olan subhân, “aşkın olanı aşkın bilmek, yüceliği takdir etmek” anlamında, vahyin muhatabının Allah tasavvurunu
inşaya yönelik bir anahtar kavramdır.
İsra ile ilgili bir âyetin başında gelmiş olması hayli anlamlıdır. Çünkü İsra, Hz. Peygamber’e ruhânî âlemde yaptırılan sırlarla dolu bir
yolculuktur. Hz. Peygamber’in yaşadığı bu çok özel tecrübenin niteliğini ancak o tecrübeyi yaşayan bilir.
Bu ruhani yolculuk üzerinde yapılacak spekülasyonlara üç âdet sınır çizen âyet,

Bu tecrübenin zihin tarafından tasvir edilmesi ve yorumlanması sırasında, Allah’ın mutlak aşkın ve tüm beşeri niteliklerden beri olan
yüce zâtına yönelik her tür kişileştirme ve indirgeme teşebbüsünü daha baştan reddetmeyi amaçlar. Bu, birinci sınırdır.
Subhanallah tesbihinin anlamını Hz. Peygamber şöyle açıklar: “Allah’ın her tür olumsuzluktan uzak bilinmesidir” (Taberî).

(2) Yukarıdaki notta açıkladığımız subhân, nasıl ki İsrâ olayını tasavvur ederken Allah’ın mutlak ve sınırsız zâtını içkinleştirmemeyi
hatırlatıyorsa, buradaki “kul” da Hz. Peygamber’in beşeri ve sınırlı kimliğini aşkınlaştırmamayı hatırlatır. Bu da ikinci sınırdır.

Bu sınırların üçüncüsü ise âyetin sonunda yer alan “zira O, evet sadece O’dur her şeyi işitip gören” cümlesidir. Bu cümle, neden
Allah’ın sembollerinden sadece bir kısmının (min âyâtinâ) gösterildiğini de açıklamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber de dahil hiçbir
insana aşkın hakikatlerin tümü sunulmamıştır.
Muhataba söylenen şudur:




İsrâ olayı anlaşılmaya çalışılırken bu sınırlar gözetilmeli,
ne Allah’ın aşkın yüceliğine halel getirecek,
ne Peygamber’i beşeri kimliğinden soyutlayacak,
ne de aşkın hakikatlerin tümüne Hz. Peygamber’in vakıf kılındığı anlamına gelecek bir yoruma meydan verilmemelidir.
60. âyette, İsra’ya atıf olduğu açık olan “gece müşahedesi”nin (ru’ya), tıpkı Kur’an’da geçen “lânetli ağaç” örneğinde olduğu gibi “insanlar
için bir sınav” kılındığı ifade edilir.
İsrâ’nın “sınav” olma niteliğiyle bu âyetteki uyarıları birleştirdiğimizde, İsrâ olayı konusunda bilincimize çizilen sınırlar da ortaya
çıkmaktadır.
Hiç şüphesiz İsrâ, ilerleme mitine karşı yücelme hakikatini temsil eder.




Birincisi Allah’tan kopuk,
İkincisi Allah’lı, Allah’la ve Allah’adır.
Birincisi dünyevileşmedir ve fiyatlar üzerine inşa edilir.
İkincisi ulvileşmedir ve değerler üzerinde yükselir.
(3) Veya: “kısa bir vaktinde..” Leylen’in belirsiz olarak gelmesi, anlama “bir vakti” ya da “kısa bir vakti” olarak yansır (krş. Zemahşerî ve
İtkân II, 292). Leylen bir vakit tayinidir. Oysa ki düş zamandan bağımsızdır. Kur’an’da sözü edilen diğer rüyalarda zamandan bahsedilmez.
(4) Bu bereketin niteliği için bkz. A’râf: 137
(5) el-Mescidu’l-Aksa: “en uzak mabed” veya mescid’in lügat anlamıyla “secde edilecek en uzak yer”.
Tefsirlere göre bu, Kudüs’te bulunan ve çevresinin bereketli kılındığı ifade edilen (krş. A’râf: 137; Enbiya: 71, 81) Süleyman Mabedi ve
onun çevresinde yer alan verimli topraklardır.
Buradaki problem, âyetin indiği tarihte Kudüs’te Süleyman Mabedi’nin tamamen harap bir hâlde bulunmasıdır. MS. 70’teki Titus
katliamında mabed yerle bir edilmiş ve yeri çöplük hâline getirilmiştir. Vahyin indiği dönemde de bu hâlde bulunuyordu.
Bu durumda iki ihtimal vardır:
1) Ya Allah Rasulü’ne İsrâ müşahedesinde gösterilen el-Mescidu’l-Aksa, Süleyman mabedinin yıkılmadan önceki hâlidir ve bir mucize
olarak gösterilmiştir.
2) Ya da buradaki el-Mescidu’l-Aksa, tıpkı Tur 4’teki el-Beytu’l-Ma’mur gibi göklerin ötesindeki “en uzak mescid” anlamına gelir.




Rûm 3’te Filistin topraklarının “yakın” olarak nitelendirilmesi bunu teyit eder.
Bazıları, Ezrakî ve Vakıdî’nin rivayetine dayanarak, bu mescidin mü’minlerin gizlice toplanıp ibadet ettikleri Mekke’ye on mil
mesafedeki Cirane’de olduğunu söyler.
“En uzak mescid” ile Medine’deki Mescid-i Nebi’nin kastedildiğini söyleyenler de olmuşsa da bu tutarsızdır.
İkinci şıkka giren görüşler içinde en tutarlısı göklerin ötesindeki en uzak mescid görüşüdür.
Secde’nin hakikatinin, kulun Allah’a bağlılığını sunması olduğu hatırlanacak olursa, el-Mescidu’l-Aksa’nın karşılığı şu olur: “İnsanın
Allah’a bağlılığını sunabileceği en yüksek makam”.
Fakat âyetin devamında hayli ayrıntılı bir biçimde İsrâiloğullarından söz edilmesi, Hz. Peygamber’e müşahede ettirilen mescidin Süleyman
Mabedi’nin orijinal hâlinin görüntüsü olduğunu teyit eder.
Bununla şu mesaj verilmiş olsa gerektir: Davud ve Süleyman peygamberlerin nübüvvet mirasının vârisi sensin ey Muhammed! Allahu a’lem.
(6) Min âyâtinâ ibaresi, gaybi hakikatin sembollerinden bir kısmının gösterildiğine delalet eder. Necm 18’de ise Rabbinin en büyük âyetini
gördüğü ifade edilir. Orada görülen, vahiy meleğinin asli sûretidir. Olayın anlatıldığı pasaj bu âyetle son bulur.


Necm sûresinde nurani-meleki âlemin beşeri âlemin ufkuna inişi (nüzûl),
Burada ise beşeri âlemin ufkunun nûrâni-meleki âleme yücelişi (İsrâ) dile getirilmektedir.
(7) Esrâ, “insanlık, şeref, onur” anlamına gelen es-serv kökünden türetilmiştir (Etimolojik bir tahlil için bkz. Fecr: 4, not 5).
es-Seriyy, “büyümek ve yücelmek” anlamına gelir (Lisân).
Esrâ’nın “yüceltme” anlamı;



Yürüyüş”ün maddî değil mânevî,
Yolculuğun yatay değil dikey,
Amacın da yolcuya kilometre kat ettirmek değil “yüceltmek” olduğu sonucunu verir.
Kur’an bu müşahedenin adını açık ve net olarak İsrâ koymaktadır.
Bağlamla alâkası olmayan me’âric (Zuhruf: 33; Me‘aric: 3) kelimesi hariç, bu sûrede ve Kur’an’ın hiçbir yerinde Miraç geçmez. Biz de
burada bu çok özel müşahedeyi Kur’an’ın koyduğu adla andık.
Hadislerde bu yolculuğun burak adı verilen bir vasıtayla yapıldığı ifade buyurulur. Burak “şimşek” anlamına, farklı bir ifadeyle “doğal
elektrik akımı” anlamına gelen berk’in mübalağa kipidir. Tabi ki bu aracın niteliğini ve işlevini bilmemiz mümkün değildir. Bu bir
mucizedir.
Mucizeler ona muhatap olanların yapmaktan aciz kaldıkları hakkı isbat, bâtılı iptal amacı taşıyan ilâhî müdahalelerdir.
Her mucize eşyada bulunan ilâhî bir potansiyelin;



Ya zayıfken güçlendirilmesi veya tersi,
Ya atılken harekete geçirilmesi veya tersi,
Ya pasifken aktişeştirilmesi veya tersidir.
Bu durumda büyük kuvvet zayıf olanı âtıl hâle getirir, fakat asla bâtıl hâle getirmez (krş. Neml: 40).
Kur’an olağan mucizeleri göremeyenin olağandışı mucizeleri de göremeyeceğini söyler: “Göklerde ve yerde ne mucizeler var ki, insanoğlu
yanından geçip gider de onlara dönüp bakmaz bile” (Yusuf: 105).
Gözüne gösterileni göremeyen, gönlüne gösterileni nasıl görsün?
(8) Miraç rivayetlerinde;

Beş vakit namazın bu sırada verildiği nakledilmişse de, bu sûreden yıllarca önce indiği kesin olan;
Tâhâ 130’da (krş. Hûd: 114)
* güneşin doğum ve (tam) batımından önce,
* gecenin bir kısım saatinde ve gündüzün kenarlarında olmak üzere” beş vakit namaz farz kılınmıştı.

Ayrıca Miraç’ta verildiği söylenen üç şey arasında Bakara’nın son iki âyeti de sayılmaktadır. Oysa Bakara sûresi tümüyle Medine’de
inmiştir. Aksi iddialar, bu rivayetlere dayanır. Fakat sözkonusu âyetlerin 284. âyetten ayrılamayacağını, yine bu âyetin nüzûl sebebi
rivayeti söyler.
Öyle anlaşılmaktadır ki, Rasulullah’ın bu özel tecrübeyi ümmetiyle paylaştığı haberlerin arasına başka şeyler de karışmıştır. Bu haberlerin bu
gibi problemli kısımları dışında yer alan bölümlerinde kullanılan yoğun mecazi dil dikkat çekicidir.
ٰ ‫َهلْف‬
﴾٥﴿ْ‫كْ َق َس ٌمِْْذ ِِْج ٍٰم‬
َ ِْ‫ىْذ‬
5 Ne yani, şunların hepsinde (7) sahibini koruyan oturaklı bir aklı olanlar için, sağlam bir şahitlik yok mudur?
(8)
(7) Hem öndeki yemin edilenlerde, hem arkadan gelen kıssalarda.
(8) Akıl Kur’an’da fonksiyonlarına göre isim alır. Buradaki hicr’in açılımı “oturaklı, sağlam, taş-kaya gibi bir
akıl” vurgusu taşır. “Taş, kaya” mânasına gelen hacer ile aynı köktendir.




Nûhâ “çirkin şeyi engelleyen akıl”;
Kalb “devinen, gezinen akıl”;
Fikr “bir noktada karar kılan akıl”;
Fuâd “iç akıl, içli akıl, öz akıl, tasavvur”.
Bu âyet sûrenin kalbidir. Sûrenin tüm âyetleri bu kalbe bağlanan birer damar hükmündedir. Bu âyet insana bu
cihana sahip olmak için değil şahit olmak için geldiğini hatırlatır.
Zımnen: zaman ve mekân şahit olsun da ey insan sen şahit olmayasın, olur mu hiç?
﴾٦﴿ٍْ‫ْب َْعاد‬
َ ‫ْٰمب‬
َ ‫فْ َف َع َل‬
َ ‫حََْمْ َت َٰمْ َك‬
ِ ‫ُّك‬
6 Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine, (9)
(9) Âd’ın hikayesi, cenneti dünyada arayan zavallıların acıklı hikayesidir.
Kur’an’da 24 kez geçen ‘Âd kavminin nüzul sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır.
Kur’an’da 22 yerde Âd, Semud ile birlikte veya art arda anılır.
Ayrıntılı olarak Şu‘arâ: 123-159; Hûd: 50-68; Fussilet: 15-18; Mü’minûn: 31-44; Ankebût: 38’de ele alınır.
Bu iki kıssa Kitab-ı Mukaddes’te hiç yer almaz.
Nûh kavminin ardından gelir.
İnsanlık tarihinde dillere destan olmuş efsanevi İrem Bağları’ nın sahibi olan bu uygarlık Ahkaf’ta kurulmuştu.
Burası, Arabistan yarımadasının güneyinde okyanusa paralel ve Rub’u’l-Hali çölünün alt kıyısı boyunca uzanan
ve bugün adına Hadramevt (Ölüyeşil) denilen vadide bulunuyordu.
Hz Hud ve Ad Kavmi
Hz Hud ve Ad Kavmi
Hz Hud ve Ad Kavmi
Hz Hud ve Ad Kavmi
Hz Hud ve Ad Kavmi
Refahın verdiği şımarıklık sonucu Hûd peygamberi dinlemedi ve helâke uğradı.
Onlardan arta kalanlar, helâk bölgesinden uzaklaşarak yarımadanın Kuzeyinde, görkemli kaya kentlerin olduğu
Hicr diye anılan bölgeye yerleştiler. Semud adıyla anıldılar.
Hz Salih ve Semud Kavmi
Hz Salih ve Semud Kavmi
Hz Salih ve Semud Kavmi
Semud ‘Âd’ın yaşadığı tecrübeyi yanlış okudu. ‘Âd’ın helâkini inşaat malzemesinin çürüklüğüne bağladı. Kum
tepelerinin (Ahkaf) eteğinde bir medeniyet kurduğu için helâk olduğunu düşündü ve gitti kayalardan kendisine
görkemli kentler inşa etti. Buraya Vadi’l-Kura denildi.
Vadi’l Kura
Vadi’l Kura
Vadi’l Kura
Sorunu böyle çözdüğünü düşünmüştü. Fakat helâk sebebinin yapı malzemesinden değil insandan
kaynaklandığını akıl edemedi.
Ve sonunda “kaya gibi sağlam” mekânlarında onlar da helâke uğradılar. Şimdi onlardan geriye kalan harabeler,
Medain-i Sâlih adıyla anılmaktadır.
Medain-i Salih
َ ‫ح َِٰم َم‬
﴾٣﴿ِْ‫ْذحتِْحْ ِع َااد‬
7 Sütun (gibi bina)lar (10) sahibi İrem’e (11)
(10) Parantez içi açıklamamız Şu’arâ sûresinin 128-129. âyetine dayanmaktadır.
(11) İrem’in bir yerleşim birimi olduğu bir sonraki âyetten anlaşılmaktadır.
İrem
İrem
İrem
﴾٨﴿ِْ‫حَْنتىَْْمْ ُخلَقْاِثلُ َُاْفِىْحْ ِب ًَلد‬
8 Ki, o (günün) dünyasında bir benzeri daha inşa edilmemişti?
﴾٩﴿ْ‫ْباْ َوح ِْد‬
َ ‫َو َثاُودَ ْحْنذ َر‬
ِ ‫ْجابُوحْحْصنخ َٰم‬
9 Yine kayaları vadiler oluşturma amacıyla kesip oyan (12) Semud’a? (13)
(12) el-Cevb (veya el-ceyb): “kesmek” (el-kat’) mânasına gelir. Soru soranın sesini kestiği için verilen karşılığa
cevab denmiştir. Rivayete göre kayalara 1700 mağara-şehir oymuşlardır (Râzî).
(13) Semud: “az su” anlamına gelen semd’den türetilmiştir. Bir su uygarlığıdır. Yılda yağması beklenen bir karış
suyu kayalarda açılan sarnıçlarda biriktirip tasarruflu kullanarak inşa edilen görkemli bir medeniyettir.
Sâlih peygamberi yalanladı ve helâke uğradı. Kamu malı bir deveyi önce susuz bırakıp sonra işkenceyle
öldürmeleri bardağı taşıran son damla oldu (bkz. Hûd: 64).
Bugün Kuzey Arabistan’daki bu mekân Medain-i Sâlih olarak bilinmektedir. MÖ. 7. yüzyılda yazılmış olan
Sargon Kitabesi, ayrıca Aristo, Ptolemy ve Plini eserlerinde Semudlulardan (Samudai) söz ederler (krş. Şu‘arâ:
142-159).
Hz Salih ve Semud Kavmi
Hz Salih ve Semud Kavmi
Hz Salih ve Semud Kavmi
(Nuzul 70 / Mushaf 11 : Hud 64 Aşağıdadır.)
ّٰ ‫ض‬
ّ ٰ ‫ْهـذِهْ َنا َق ُة‬
ٰ ‫َو َاْ َقو ِم‬
ْ﴾٦٤﴿ْ ٌٌ ‫َاْبسُوٍُْ َف َا ُخ َْذ ُكمْعَ َذحٌٌ ْ َقٰم‬
ِ ‫ْللاَِْْ ُكم ْٰح ًَةْ َف َذٰمُوهَاْ َتا ُكلْفىْحَٰم‬
ِ ‫ْللا َِْو ََْ َت َاسُّوه‬
64 “İmdi ey kavmim! Allah’a ait olan bu dişi deve(79) sizin için bir sembol kılınmıştır. O hâlde bırakın da Allah’ın arzında otlasın! Sakın
ona kötülük yapayım demeyin! Sonra ânî bir azaba çarptırılırsınız.”
(79) Lafzen: “Allah’ın devesi”. Bu ifade tıpkı,


Beytullah (Allah’ın evi) ve
Bu âyette geçen ‘ardullah (Allah’ın arzı) gibi anlaşılmalıdır.
Bu son ikisi nasıl kamu malını ifade ediyorsa, hakkında bir yığın mesnetsiz yorum yapılan bu deve de kamu malını ifade eder. Etiyle canıyla
bilinen bir devenin “bilinmeyen mucizevi bir belge” (âyeten) olması, o deve üzerinden yapılan sınavın azametine ve asla tahmin
edilemeyecek olan sonucuna işaret etse gerektir.
Muhtemelen bu deveyi ayrıcalıklı kılan, onların varlıktaki ilâhî hiyerarşiye müdahale anlamına gelen sahte kutsallık icadı sayılabilecek
uygulamalarıydı.
Allah için hayvan kurban etmenin hikmeti de, ilâhî hiyerarşiye (meratibü’l-vücûd) saygı taliminden başkası değildi (krş. Hac: 36-37, notlar).
Bu, Mâide 103’ten öğrendiğimiz Mekke ve çevresinde yaygın olan bir geleneği andırır. Bu geleneğe göre, özellik sahibi hayvanları önce
adayarak sahte bir kutsallık kılıfı geçiriyorlar, bu süreç o hayvanlara eza-cefaya dönüşerek ölüme kadar varabiliyordu. Bu geleneğin
köklerinin Semud’a kadar uzandığını düşünebiliriz.
﴾١١﴿ِْ‫َوفِٰم َعو َرْ ِذ ْحََو َتاد‬
10 Ve (piramitlerle dünyaya) kazık çakan Firavun’a? (14)
(14) “Kazık” anlamına gelen evtâd, aynen Nebe’ 7’de dağlar için kullanılır. Buradaki kullanımının da insan
eliyle yapılan bir dağı andıran piramitlerle ilgili olsa gerektir.
Firavun ve Kazıkları
Firavun Cesedi
﴾١١﴿ِْ‫حَْنذ َرْ َطغَوحْفِىْحْ ِب ًَلد‬
11 Onların hepsi de kendi ülkelerinde haddi aşmış kimselerdi;
﴾١٢﴿ْ َ‫َفاَك َثٰمُوحْف َُاْحْ َف َساد‬
12 Derken oralarda ahlâkî çürüme ve toplumsal yozlaşmayı körüklediler;
﴾١٧﴿ٌٍْ‫ْع َذح‬
َ ‫ْسو َط‬
َ ‫ُّك‬
َ ‫ْٰمب‬
َ ‫ْعلَ ُِم‬
َ ‫صٌن‬
َ ‫َف‬
13 Bu yüzden Rabbin onların üzerine tevir türlü azab kamçısı yağdırdı.
﴾١٤﴿ِْ‫صاد‬
َ ‫كَْْ ِباْاِٰم‬
َ ‫ْٰم نب‬
َ ‫حِرن‬
14 Şu kesin ki Rabbin her zaman ve mekânda herkesi gözetleyicidir.
﴾١٥﴿ْ‫ُْٰم ّبىْحَك َٰم َا ِر‬
َ ‫ُْو َن نع َاهُْ َفََُْول‬
َ ‫ُْٰم ُّبهُْ َفاَك َٰم َاه‬
َ ‫َفاَاناْحَِن َسارُ ْ ِح َذحْ َااْحب َت ٰل ه‬
15 VE insana gelince… Ne zaman Rabbi onu (varlıkla) sınayıp ona ikram edecek ve nimetlere gark edecek olsa,
hemen (Allah’ın kendisini desteklediğini düşünerek) “Rabbim bana ikram etti” der; (15)
(15) Zımnen: “Rabim bana ikram ettiğine göre beni destekliyor demektir” der. Yani;


Serveti Allah’a yakınlığın nedeni,
Yoksulluğu Allah’a uzaklığın nedeni olarak görür.
ٰ
﴾١٦﴿ْ‫ُْٰم ّبىْحَ َها َن ِر‬
َ ‫ِْٰمز َقهُْ َف َ َُول‬
ِ ‫َوحَاناْ ِح َذحْ َااْحب َتل هُْ َف ََدَ َٰمْ َعلَ ه‬
16 Ne zaman da Rabbi onu (darlıkla) sınayıp onun geçim alanını sınırlandıracak olsa, bu kez de “Rabbim beni
zelil etti” der. (16)
(16) Bu âyetlerdeki ikram ve zilletin dünyada değil âhirette olduğunu söyleyenler vardır (Taberî). Fakat bunların
imtihan (ibtila) olması, dünyada olmasını gerektirir.
﴾١٣﴿ْ‫ُورْحْ َ ت َم‬
َ ‫َك نًلْ َبل ََْْ ُتك ِٰما‬
17 Asla! Bilakis siz yetime izzet ikram göstermiyorsunuz,
َ ‫ُّورْ َع ٰل‬
﴾١٨﴿ْ‫ىْط َع ِامْحْاِسك ِر‬
َ ‫َو ََْ َت َِاض‬
18 Yoksulu doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz,
َ ‫ورْحْ ُّت َْٰم‬
﴾١٩﴿ْ‫حثْحَك ًًلَْْ ًّاا‬
َ ُ ‫َو َتا ُكل‬
19 Emeksiz kazancı (17) haram-helâl demeden açgözlülükle boğazınıza geçiriyorsunuz,
(17) Lafzen: “mirası”. Bu ilâhi yergi rantçılığın her türünü içerir.
﴾٢١﴿ْ‫اْج ًّاا‬
َ ‫ُّورْحْ َاا َلْ ُِ ًّب‬
َ ‫َو ُت ِِب‬
20 Dahası ölçüsüz bir sevgiyle malı seviyorsunuz.
﴾٢١﴿ْ‫َك نًلْ ِح َذحْ ُد نكتِْحََٰمضُ ْ َد ًّكاْدَ ًّكا‬
21 Yoo, öyle yapmayın! Yeryüzü art arda (18) sürekli bir sarsılışla sarsılıp dümdüz olduğu zaman,
(18) Mutlak mef’ul olan birinci dekken mecaz ihtimalini dışlar, ikincisi bunun “art arda” olduğunu ifade eder.
﴾٢٢﴿ْ‫اْص ًّفا‬
َ ‫ُْص ًّف‬
َ ‫ك َْوحْ َالَك‬
َ ‫ْٰم ُّب‬
َ َُ ‫َو َجا‬
22 Rabbinin (fermanı) da gelmiş ve melekler saf saf dizilmiş olacak;
ِّ ‫ٍْب َج َُ نن َمْ َ و َا ِئذٍْ َ َت َذ نك ُٰمْحَِن َسارُ َْوحَ ٰ ّنىَْْه‬
﴾٢٧﴿ْ ‫ُْحْذك ٰٰم‬
ِ ‫َوجی َُْ َ و َا ِئذ‬
23 O gün Cehennem (19) de ortaya getirilmiş olacak; o gün (sınavı kaybetmiş) insan (gerçeği) itiraf edecek; ama
bu itirafın hiçbir yararı olmayacak.
(19) Cehennem: Nüzul sürecinde ilk geçtiği yer.
İbranice “derin kuyu” anlamına gelen go-hinnom’dan gelir. Kelimenin etimolojisinde ateş çağrışımı
bulunmamaktadır “Cehennem azabı” ve “yakıcı azab”ın Buruc 10’da yan yana gelmesi, bu ikisinin
mahrumiyetin iki ayrı türünü ifade etmesi olarak anlaşılabilir.
Cehennem âhiretteki ilâhî ceza mekanının cins ismidir. Kur’an’da “ateş” anlamındaki nâr cehenneme izafe
edilir.




Cahîm,
Hutame,
Sa’ir ve
Lezâ ise sanıldığı gibi cehennem’in değil, “ateş”in sıfatlarıdır.
Bize göre sıfatların farklılığı insanı ateşe mahkûm eden günah kaynaklarının farklı oluşuna delalet eder.

Kaynağında duyuların olduğu ve göz önünde işlenen günahlar göze dair bir kelime olan cahîm sıfatlı bir ateş
ile cezalandırılır (bkz. Müzzemmil: 12).

Kaynağında insan duygularının ve iç dünyasının yer aldığı günahlar, Kur’an’da insanın bütün bir iç
dünyasını yakıp kavuracağı ifade edilen hutame ile cezalandırılır (Hümeze: 5-7).

Haddini ve Allah’ın sınırlarını tecavüz eden bir akıl yüzünden cehennemi boylayanlar, “çıldırmış bir ateş”
anlamındaki sa’ir ile cezalandırılır (İnsan: 4).

Tensel hazlar ve dünyalıklar yüzünden ateşi boylayanlar ise, deriyi yakıp kavuracağı buyurulan lezâ ile
cezalandırılır (Me‘aric: 15-18).

Hâviye ise ateşin değil cehennemin vasfı olarak geçer (Kâri‘a: 9).
(Nuzul 3 / Mushaf 73 : Müzzemmil 12 Aşağıdadır.)
﴾١٢﴿ْ‫اََوجحٖ يمًا‬
ْ ً ‫حِرن َْْدَ َناْحَن َك‬
12 (Onların hakkından geliriz), çünkü yanımızda prangalar ve gözleri fal taşı gibi açan bir ateş var; (13)
(1)
Muhtemelen cahîm’in ilk geçtiği yer burası.
Semantik dönüşümler sonucu “şiddetli ateş” anlamını kazanan kelimenin etimolojik kökeni;


‘göze yansıyan’ ya da
‘gözden yansıyan’ duyusal bir yanış ve yakışla ilgilidir.
Muhatabını gözü aracığıyla yüreğini yakıp tutuşturmaya el-cahmetu’l-‘ayn denilir. Bazı durumlarda gözler tutuşturulmuş iki meşale gibi
yanar ve yakar. Gördüğü karşısında dehşete düşerek “gözleri faltaşı gibi açılan kişi” için cahhame’rracul denilir (Mekâyîs ve Lisân).
(Nuzul 34 / Mushaf 104 : Hümeze 5-7 Aşağıdadır.)
َ ِْ‫َواَاْحَد ٰٰم كَ ْاَاْح‬
﴾٥﴿ْ‫ُط َا ُة‬
5 Sahi sen nereden bileceksin kırıp geçiren ateş nedir?
ّ ٰ ‫َناٰم‬
﴾٦﴿ُْ‫ُْللاِْحْاُو َقدَ ة‬
6 O Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.
﴾٣﴿ِْ‫حَْنتىْ َت نطلِعُْعَ لَىْحََف ِپدَ ة‬
7 O öyle bir ateştir ki, bütün bir iç dünyalarını (3) kaplayarak yükselir: (4)
(3) Duygunun kalpteki en yoğun halini ifade eden fuâd’ın çoğulu olan ef’ideh,


Duyma ve düşünme,
Bilme ve inanma gibi insani yeteneklerin tümüne birden delalet eder.
Kalp hem maddî/fizikî hem mânevî mânada kullanılırsa da, ef’ideh yalnızca mânevî duyular için kullanılır. Çoğul geldiğinde “insanın bütün
bir iç dünyasını” ifade eder (Hûd: 120, not 3).
(4) Tettali‘u fiili bu ateşin dışarıdan değil içeriden dışarıya yükseleceğini, içinden yanıp dışını yakacağını ifade eder. Adeta;





Emanet edilen fıtratın,
Bastırılan vicdanın,
Saptırılan bilincin,
Güdülerin emrine verilen bilinçaltının ve duyguların,
Kendilerini Allah’tan mahrum eden sahiplerinden intikam almak için yaktığı bir ateştir.
(Nuzul 32 / Mushaf 76 : İnsan 4 Aşağıdadır.)
﴾٤﴿ْ‫ْوحَغ ًَل ًَْوَ سَع ٰمً ح‬
َ ‫ِح نناْحَع َتد َناِْْل َكافِٰم رَ ْسَ ًَلسِ ًَل‬
4 En sonunda (inkârı tercih eden) kâfirler için tarifi imkansız zincirler, tasmalar ve kışkırtılmış çılgın bir ateşi Biz hazırladık. (7)
(7) Sa‘r, ateşi “yakmak, tutuşturmak, kışkırtmak, alevi yükseltmek” anlamlarına gelir. Kışkırtılmış bir ateşe benzediği için saldırgan deliliğe
de es-su‘r adı verilir (Mekâyîs).
Dolayısıyla sa‘ir normal bir ateş değil “çılgın bir ateş” ya da “çıldırtan bir ateş”tir.



Zincir suçluluğu,
Tasma Allah’tan başkasına kulluğu,
Ateş derin pişmanlığı ve yürek yangınını simgeler.
(Nuzul 46 / Mushaf 70 : Me’aric 15-18 Aşağıdadır.)
ْ﴾١٥﴿ْ‫َك نًلْ ِح ننَُاَْْ ٰظى‬
15 Fakat ne mümkün! (Onu bekleyen) değdiğini çarpan tarifsiz bir alevdir;
‫َن نزحعَ ًةِْْل ن‬
ْ﴾١٦﴿ْ ‫ش ٰو‬
16 Derisini kavuran bir alev;
ْ﴾١٣﴿ْ‫ْو َت َو ّْٰى‬
َ َ‫َتدعُوحْاَرْحَدبَٰم‬
17 O, (hakka) sırt dönenleri ve (vahiyden) yüz çevirenleri kendine davet eder;
ْ﴾١٨﴿ْ‫َوجَ اَعَ ْ َفاَو ٰعى‬
18 Zira o, (serveti) toplayıp (paylaşmayarak) biriktiriyordu.
ُ ‫َ َُولُْ َ اَْْ َتنىَْْقدنا‬
﴾٢٤﴿ْ‫تْْ َِِ َ اتی‬
24 O diyecek ki: “Ah n’olaydım, keşke bu hayatım için hazırlık yapmış olaydım!”
َ ‫َف َ و َا ِئذ‬
﴾٢٥﴿ْ‫ٍَْْ ُ َع ِّذٌُ ْ َع َذح َبهُْحَ َِ ٌد‬
25 İşte o gün hiçbir kimse O’nun tattırdığı can yakıcı mahrumiyeti tattıramaz; (20)
(20) ‘Azâb’ı çevirimizin gerekçesi için bir önceki nota ve ayrıca Kalem sûresinin 33. âyetinin notuna bkz.
(Nuzul 7 / Mushaf 68 : Kalem 33 Aşağıdadır.)
ٰ ْ ُ‫ك َٰذلِكَ ْال َع َذابُ َولَ َع َذاب‬
﴾٣٣﴿ َ‫اْل ِخ َر ِة اَ ْك َب ُر لَوْ كَانُوا َي ْعلَ ُمون‬
33 İşte (dünyevî) mahrumiyet (29) böyle bir şeydir; ve ahret (30) mahrumiyeti, hiç kuşkusuz daha beterdir: keşke bilmiş olsalardı.
(29) ‘Azâb’ın ilk kullanıldığı iki yerden biri (diğeri Müzzemmil: 13).
Kur’an’da ‘azâb kelimesinin, kök anlamına nisbetle “mahrumiyet” anlamında kullanılmasına tipik bir örnek. Kıssa kahramanları sonunda
cennete kavuştuklarına göre, burada bilinen anlamda bir “azap”tan değil ancak “mahrumiyet”ten söz edilebilir.
Azab Kur’an’da 41 yerde geçer. Hz. Süleyman ve Zülkarneyn’e isnat edilen iki yer hariç (Neml: 21; Kehf: 86-87) diğerlerinin tümünde
Allah’a isnat edilir.
Azab, “terk ve mahrum etmek” anlamına gelen ‘azb kökünden türetilmiştir (Lisân; Tâc; Esâs).
Kelime ta‘zîb formunda fiilî şiddet ile buluşmuş, buradan da dayak aleti olan kamçının “vurunca yakan tarafı” anlamını kazanmıştır (Râ-ğıb).
Her halükarda ‘azab, acının aracına değil sonucuna işaret etmekte ve nedenler değiştikçe azabın niteliği de (‘azâbun elîm, ‘azâbun muhîn,
‘azâbun ‘azîm, ‘azâbun ğalîz) değişmektedir.
Azab’ın dünya hayatındaki “Allah tarafından terk edilmişlik” anlamına kullanıldığı bir yer için bkz. Sebe’: 8.
İnsana zor gelen ve onu hedefine ulaşmaktan alıkoyan her şey azabtır.
Istılahta; Azab,




insanı kendi haline terk eden,
hedefe ulaşmasını engelleyen,
yalnız ve yardımsız bırakan” bütün bunların sonucunda da
mutsuz, umutsuz ve kahredici bir iç yangını ve vicdan azabına mahkûm eden durum”dur (krş. Külliyyat).
Azab’ı, “Allah’la birlikte başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış olarak bir köşeye atılıp orada bir başına kalakalırsın” (İsra: 22) âyeti
ışığında anlamak gerekir. Bu durumun verdiği acı öylesine dayanılmazdır ki, bu duruma düşen kişi yok olmak gibi ölümden öte bir şeyi
(sübûr) isteyecektir.
Onlara “Yoo! Bugün yok olmak için bir tek ölümü çağırmayın, yok olmak için tüm ölümleri çağırın!” denilecek (Furkan: 14; ayrıca krş.
İnşikâk: 11).
(30) Âhiret için muhtemelen ilk kullanıldığı Müddessir 53’ün notuna bkz.
﴾٢٦﴿ْ‫َو ََْ ُوث ُِق َْو َثا َقهُْحَ َِ ٌد‬
26 Ve hiçbir kimse O’nun zaptettiği gibi zaptedemez.
﴾٢٣﴿ْ‫َ اْحَ ن ُت َُْاْحْ ننفسُ ْحْاُط َا ِئ نن ُة‬
27 (İMDİ) ey (Allah’la) tatmin olmuş insanoğlu:
﴾٢٨﴿ْ‫ْٰمحضِ َ ًةْ َاٰمضِ ًنة‬
َ ِ‫ىْٰمبِّك‬
َ ِْٰ ‫حِٰم ِجعىْح‬
28 Rabbine, O’ndan memnun olmuş ve O’nu razı etmiş olarak dön!
﴾٢٩﴿ْ‫َفاد ُخلىْفىْعِ َبادی‬
29 Bunu (başarman) halinde (21) gir (sadık) kullarımın arasına,
(21) Tafsil ve tefsir’ için olan fâ’nın bu bağlamdaki en uygun karşılığı.
﴾٧١﴿ْ‫ىْج ننتی‬
َ ‫َوحد ُخل‬
30 Ve gir cennetime! (22)
(22) Sahabe bu âyetleri, sadece vefat veya kıyamet anına hasretmemiş, bazen de büyük fedakârlıklarından ötürü
Hz. Osman gibi yaşayan sahabilere yormuştur. Bu âyetleri doğrudan hayattaki mü’min muhataba ilâhi bir emir
olarak algılamak daha doğrudur (krş. Elmalılı).

Benzer belgeler