Efsaneler ve Gerçekler son

Transkript

Efsaneler ve Gerçekler son
Arka Plan
Sürdürülebilirlik, tanım(lar)ı
gereği birçok farklı şekilde
algılanıyor.
Sürdürülebilirlik, tanım(lar)ı gereği birçok
farklı şekilde algılanabiliyor. Kimi çevreler ve
şirketler sürdürülebilirliği yalnızca kurumsal
sosyal sorumluluk (KSS) anlayışı temelinde
değerlendirirken, kimileri ise iş modelinin
olmazsa olmaz bir parçası olarak tanımlıyor.
Bilinen en yaygın hâliyle ise günümüzün
gereksinimlerini karşılarken, gelecek nesillerin
kendi
gereksinimlerini
karşılamalarından
alıkoyulmaması1
şeklinde
kullanılan
sürdürülebilirlik tanımı, aslında Sürdürülebilir
Kalkınmayı anlatıyor. Her ne kadar, bu tanım
yaklaşık son 30 senedir bu hâliyle tarih
sahnesindeki yerini almışsa da, günümüzde
kalkınmanın sürdürülebilir olamayacağını
söyleyen bilim insanı, araştırmacı, filozof ve
ekonomistlerin
sayısının
bir
elin
parmaklarından bir hayli fazla olduğunu
hatırlatmakta fayda var. Bu çalışmada ise,
çelişkili, eksik ve günümüzde karşılık
bulamayan tanımlar yerine, sürdürülebilirliği
“insanların ve dünya üzerindeki diğer tüm
canlıların devamlı serpilme/ilerleme/gelişme
olasılığı” olarak ele alacağız2. Bu tanımdan yola
çıkarak, kamuoyunda doğru olarak bilinen
yanlışlara birlikte bakalım istedik.
01
Sürdürülebilirlik,
çevre ve yeşil
ile ilgilidir.
finansal
Sürdürülebilirlik, özünde finansal, ekonomik ve
sosyal açılardan da şirketlere fayda sağlayabilecek
bir yaklaşımdır. Özellikle kaynakların kısıtlı hâle
geldiği günümüzde, yatırımcılar artık şirketleri
sürdürülebilirlik risklerini yönetme yetenekleri
yönünden de değerlendiriyor ve yatırımlarını
buna göre şekillendiriyor. Öte yandan, sosyal
anlamda şirketler üzerindeki baskı her geçen gün
artıyor. Tedarik zincirinden son tüketiciye kadar,
değer zincirinin tüm basamaklarında sosyal
fayda yaratmaya çalışmanın öneminin her geçen
gün arttığını gözlemliyoruz. Gerçek anlamda
sürdürülebilirlik, tüm bu risk ve fırsatları
yönetmeyi; finansal açıdan yarattığı değer kadar,
sosyal açıdan da toplumsal faydayı gözeten iş
modellerini
öneriyor.
Bu
pencereden
baktığımızda sürdürülebilirliğin, sadece çevre
koruma ve yeşil ürün/hizmet yaklaşımının
oldukça ötesinde yer aldığını kolayca görebiliriz.
Hatta, şirketlerin son zamanlarda bilerek ya da
bilmeyerek sıkça düştükleri bir yanlış olan Yeşil
Badana’nın3 da bu yanlış anlaşılmanın bir
sonucu olarak yaygınlaşıyor olduğunu söylemek
mümkün.
e
r
v
e
Ç
sosyal
02
Sürdürülebilirlik
uğraşları
pahalıdır
ve şirketlere ek
maliyet getirir.
Sürdürülebilirlik ile ilgili çalışmalar ve
gerçekleştirilen yatırımlar ilk bakışta ve kısa
vadede masraflı ve pahalı görünebilir. En temel
amacı ‘daha fazla kâr etmek’ olan şirketlerin bu
konuya mesafeli yaklaşmaları da doğaldır. Tam da
bu noktada fark etmemiz gereken zaten
sürdürülebilirliğin vaat ettiği ve şirketlerin iş
modellerine eklemlendirmeye çalıştığı şeyin bu
uzun vadeli bakış açısı olduğudur. Yani başka bir
deyişle, en kolay görünen ve kısa vadede
gerçekleştirilebilecek çözümler yerine daha yapısal,
kapsayıcı ve stratejik çözümlere odaklanmamız
orta ve uzun vadede daha anlamlıdır. Dolayısıyla,
şirketlerin kısa vadeli düşünme anlayışını bir
kenara bırakıp yapılan bu yatırımların orta ve uzun
vadede finansal, sosyal ve çevresel sermaye olarak
geri döneceği gerçeğini fark etmeleri önemlidir.
Yakın zamanda yayımlanan bir araştırmaya göre
sürdürülebilirlikten kâr eden şirketlerin yüzdesi
önceki yıla (2012) oranla %6 artarak, %37’ye
ulaşmıştır. Bir başka deyişle, dünyanın günümüzde
geldiği noktada sürdürülebilirlik artık fazladan
maliyet getiren bir yatırım değil, erken davrananın
daha çok kazanç ve rekabet avantajı elde
edebileceği4 bir iş modeli olarak nitelendirilebilir.
Dolayısıyla,
sadece
finansal
maliyet
hesaplamasından oluşan yaklaşımı artık bir kenara
bırakmanın ve sürdürülebilirlik yatırımlarının
çevresel faydadan çalışanların motivasyonuna,
topluma yönelik değer yaratmadan müşteri ve
paydaş ilişkilerine kadar birçok farklı alanı
kapsadığını anlamanın zamanıdır.
03
Dünyayı geri
dönüşüm kurtarır.
Çevresel performanslar ya da sürdürülebilirlik ile ilgili
sözler ortaya atıldığında sıklıkla duyduğumuz terimlerden birisi de geri dönüşüm. Yoğun olarak
kullandığımız ürünlerin ambalajları, marketlerde,
pazarlarda ürünleri doldurduğumuz plastik poşetler ve
fazlası geri dönüşümlü olabilmek için yarışıyor. Ne
kadarı gerçekten bu amaca hizmet ediyor bilemiyoruz
ancak geri dönüşümün atık hiyerarşisinde en öncelikli
seçenek olmadığını ve geri dönüşümden önce atmamız
gereken başka adımlar olduğunun farkındayız. Ayrıca,
geri dönüşüm için yapılan tüm yatırımlar ve sarf edilen
çabaya rağmen, örneğin plastik atıkların mevcut geri
dönüştürülme oranının %10’dan daha az olduğunu
bilmek konuyu yeniden düşünmemizi kolaylaştırabilir.
İşin aslı, geri dönüşüme daha sıra gelmeden önce
gösterilmesi gereken azaltım ve önleme çabalarının
önemini fark etmeden,
sadece geri dönüşüme
odaklanıyor olmamız, büyük resmi de görmemizi
engelliyor ve aslında küresel anlamda bütünsel bir
dönüşüm yaratmayan/yaratmayacak olan geri dönüşüm
tartışması ile sınırlı kalmamıza sebep oluyor. Diğer
yandan, plastik oldukça karmaşık bir petrol ürünüyken,
eskiden neredeyse tüm piyasada hâkim olan ve yeniden
kullanılabilen (depozitolu) cam şişeleri ve ürünleri
neden terk ettiğimiz sorusunun yanıtını bulmaya
çalışırsak, orta sahada top çevirmenin ötesine geçip
müsabakanın bu bölümünü kazanmak için fırsatlar
yaratabiliriz.
04
Enerji verimliliği,
sürdürülebilir
toplum
olma yolunda
çok önemlidir.
Verimlilik, tanımı gereği daha az çaba sarf ederek daha fazlasını
üretmek anlamına gelir. Diyelim ki teknolojik bir yenilik
buldunuz ve beş birim enerji ve kaynağa ürettiğiniz ürünü üç
birim enerji ve kaynak kullanarak üretebilmeye başladınız. Peki,
harcamamayı başardığınız bu kaynak ve enerji ile ne
yapacaksınız? Genele baktığımızda, firmalar (işin doğası gereği)
verimlilik ya da tasarruf gibi çalışmalar sonucunda elde ettiği
fazla ile benzer üretim ya da yatırımları yapmaya devam ederler
ve toplamda gerçekleşen tüketimi, açığa çıkan salımları ve
oluşan kirliliği ve atıkları arttırmaya devam ederler5. Ribaunt
Etkisi olarak da tanımlanan bu davranış biçiminin, günümüzde
yeşil tüketim ve iklim değişikliği tartışmalarında giderek daha
fazla telafuz edilmeye başlandığını söylemek mümkün.
Günümüzde durmaksızın artan enerji talebini de göz önünde
bulundurursak, sayıları ve yoğunlukları gittikçe artan verimli
araçlar ve teknolojilerin, toplamdaki enerji kullanımını
azaltmadığının ya da iklim değişikliğine neden olan sera gazı
salımlarını engellemekte yetersiz kaldığının su götürmez bir
gerçek olduğunu fark edebiliriz. Kısacası verimliliğin, aslında
ilginç bir biçimde daha fazla kaynak ve enerji tüketimine yol
açtığı için, ele alınırken fazlasıyla dikkat edilmesi gereken bir
konu olduğunu göz önünde bulundurmamız son derece
önemlidir6.
05
Evlerde yapacağımız su
tasarrufu gelecek nesillere
yeterli su kaynakları
bırakmamızı sağlar.
Basit bir hesap ile başlayalım. Dünya genelindeki ve ülkemizdeki
verilere bakıldığında birbirine benzeyen gerçeklerle karşılaşılır:
İnsani etkinlikler arasında suyu en çok kullandığımız alan tarımsal
sulamadır. WWF’in 2014 Su Ayak İzi Raporu’na göre Türkiye’de
kullanılan toplam suyun %90’ına yakını tarımsal sulamadan
kaynaklanıyor. Geri kalan suyun ise ancak bir bölümü evlerde
kullanılıyor. Dolayısıyla evlerde suyu tasarruflu kullanmak günün
sonunda önemli olsa da, bizi bu yönde yönlendiren çevre koruma
kampanyaları ya da sosyal sorumluluk projeleri aslında konunun
odağını kaçırmamıza neden olabiliyor. Su kullanımını azaltmak
istiyorsak, tarımsal sulama yatırımlarına öncelik vermeli ve belki de
kişisel gıda tüketimimizin azaltılması konusuna daha fazla
eğilmeliyiz. Unutmayalım ki, bir kilogram dana eti üretmek için
kullanılan suyun küresel ortalaması tam 15,400 litre7. Karşılaştırma
yapabilmek için şu veriyi de paylaşalım: 2012 verileri ile ülkemizde
yıllık bazda kişi başına düşen temiz su miktarı 1,519 metre küp. Yani
tam bir yıl boyunca kişisel olarak kullanabileceğimiz su ile ancak 100
kilogram dana eti üretilebilir. Et tüketiminin lüks olabileceğini
düşünenlerdenseniz, bir örnek daha verelim. WWF'in bahsettiğimiz
raporuna göre bir dilim ekmeğin soframıza gelmesi için 40 litre suya
gereksinim var. Resmi verilere göre Türkiye'de altı milyon ekmeğin
bir günde çöpe atıldığını düşünürseniz, boşa giden suyun hesabını
yapmak için yeteri kadar nedeniniz var demektir.
Lüzumsuzsa söndürmek olası
bir enerji krizine çözüm olacaktır.
Sıkça düşülen tuzaklardan birisi “enerji” sözcüğünün gelişi güzel
kullanılmasıdır. Bize ilkokul yıllarından beri söylenegeldiği gibi, enerji
tüketilemeyen ve de üretilemeyen bir kaynaktır. Dolayısıyla,
tüketemediğimiz bir şeyin krizinin de olması mümkün değildir8.
Bunun yanısıra, enerji ile kastettiğimiz şeyin aslında çoğunlukla
elektrik olduğunun altını çizmemiz gerek. Elektrik, enerjinin taşınma
yollarından birisidir ve diğer yol olan yakıtlarla taşınmasına kıyasla
oldukça düşük bir paya sahiptir (%17)9. Enerji verimliliğinden
bahsederken de, ister istemez günlük yaşantımızda sıkça
kullandığımız elektrikli ev aletlerinin enerjiyi (yani aslında elektriği)
verimli kullanması ile sınırlı kaldığımızı gözlemlemek çok da zor
değil. Mevcut enerji verimliliği projelerine ya da teknolojik gelişmelere
bir göz attığımızda, üzerine en çok eğildiğimiz konunun evlerde ya da
günlük yaşantımızda kullanılan elektrikli cihazlar olduğunu rahatlıkla
iddia edebiliriz. Burada basit bir matematik işlemi yapmaya ne
dersiniz? Türkiye’de hanede kullanılan elektrik çeşitli kaynaklara göre
06
yaklaşık %25 civarındadır. Toplam enerjinin de ancak beşte birinin
elektrik ile taşındığını (bu oran 1990lı yıllarda Türkiye için 1/10
civarındaydı)10 göz önünde bulundurursak, elektrikli ev aletlerinin
enerji verimliliğinden bahsederken aslında kendimizi büyük resmin
yaklaşık %6’sını konuşurken buluyoruz. Tam bu noktada, %25 daha
az enerji (daha doğrusu elektrik) tüketen bir cihaza sahipseniz,
toplam enerji bahsinin %1,5’i gibi bir orana indiğimizi görmek için
derinlemesine bir matematik bilgisine de gereksinimimiz
olmadığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak, şarj aletlerini prizde
bırakmamak, televizyonu tam olarak kapatmak, ışıkları lüzumsuzsa
söndürmek, ya da bilgisayarı kullanmıyorken kapatmak önemlidir;
ancak sadece bu konulara odaklanmak, bizi işin özünden
uzaklaştırıp topu taca atmamıza neden olabilir. Eğer enerjinin bir
kriz sebebi olacağını düşünüyorsak elektrik üretiminden ve
tüketiminden çok, fosil yakıtların yoğun olarak kullanıldığı
sektörlere odaklanmanın çok daha kritik olduğunu göz önünde
bulundurmamız faydalı olacaktır.
07
Güneş ve rüzgâr gibi
alternatif enerji
teknolojileri yeni
geliştikleri için
daha maliyetlidir.
İnsanoğlu kömürü yakarak elektrik üretmeye başlayalı yaklaşık
120 yıl oldu. 1700lü yıllarda keşfedilen küçük ve büyük kömür
yatakları, Thomas Edison tarafından icat edilen ve 1882’de
faaliyete geçen kömürden elektrik üreten ilk santrale kaynak
sağladı ve bugünlere kadar gelişerek geldi. Buna karşılık olarak
algımız bize, rüzgâr ve güneşten elektrik üretme konusunda
insanoğlunun daha geç harekete geçtiği mesajını veriyor. Oysa
İskoç bilim insanı Robert Stirling güneş ısısı ile çalışan bir
motor yaptığında takvimler 1816 yılını gösteriyordu. İlk güneş
hücresi (solar cell) Charles Fritts tarafından icat edildiğinde ise
yıl 1883’tü11; yani Edison’un ilk termik santralından tam bir yıl
sonra! Rüzgâr ile ilgili gelişmeler de, tahmin edeceğiniz üzere,
farklı değil. Bu teknolojinin ilk kullanımı milâttan önceki
yıllara dayansa da, rüzgârdan elektrik üretimi 19. yüzyılın
sonlarına, yani yine kömürden elektriğin üretilmeye başlandığı
yıllara denk geliyor12. Ekolojik iktisatçılara kulak verecek
olursak, fosil yakıtların yaklaşık 150 yıldır yoğun biçimde
kullanılagelmesinin sebebi yanlış fiyatlandırma başta olmak
üzere çeşitli nedenlere dayanıyor. Özellikle üretim fazlasının
ne yapılacağının bilinemediği zamanların ortaya çıkardığı
tüketim toplumu paradigmasının üzerine, o yıllarda serpilmeye
başlayan fosil yakıt lobisini de ciddi tetikleyicilerden birisi
olarak sayabiliriz.
O
Si
SiO2,
güneş
panelleri
yapımında
kullanılan
silikonun
hammeddesidir.
08
Sürdürülebilirliğin
önemli bileşenlerinden
birisi artan nüfustur.
Bu önermeye, sürdürülebilirlik ile ilgili katıldığınız herhangi bir
etkinlikte ve birçok yayında rastlamışsınızdır. Maalesef konunun
uzmanları dahi artan nüfusun, sürdürülebilirliğin önünde bir engel
olduğundan bahsediyor ve yedi milyarı aşan nüfusumuzun,
sürdürülemezliğimizin ana kaynaklarından birisi olduğunu söylemeye
devam ediyor. Yine birçoğumuzun aşina olduğu üzere, yeryüzündeki
kaynaklar pratikte eşit olarak dağılmıyor ve çok küçük bir azınlık
dünya kaynaklarının büyük bir bölümünün keyfini çıkarmaya devam
ediyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler Raporu’na göre, dünya
üzerindeki en zengin %20’lik kısım kaynakların %86’sını tüketirken,
en fakir
%20’lik kısım ise kaynakların yalnızca %1,3’üne
erişebiliyor13. Bir diğer deyişle, dünya nüfusunu bugün en fakir
%20’den başlayarak azaltsanız (kabaca 1,4 milyar insandan
bahsediyoruz), kaynak kullanımında sağlayacağımız kazanım yok
denecek kadar (%1,3) az olur. Dolayısıyla çözüm, nüfusun artışı ve
artış hızından14 ziyade, kaynakların nasıl adil bir biçimde
dağıtılacağının yollarını bulmaktan geçiyor.
09
Sürdürülebilirlik çevre,
ekonomi ve toplumsal
değerlerin bir denge
içinde ele alınmasıdır.
Giriş kısmında bahsettiğimiz kavram karmaşasının yarattığı
sonuçlardan bir tanesi de sürdürülebilirliğin üç ana bileşeninin
(çevre, ekonomi, toplum) bir denge içerisinde değerlendirilmeye
çalışılmasıdır. İlk bakışta iyi niyetli bir çaba olarak görülebilecek
ve yaklaşık otuz yıldır geçerliliğini koruyan bu yaklaşımın, aslında
dönüşümsel anlamda bir fark yaratmadığını görmek pek de zor
değil. Madalyonun bu yüzü bize çevre, toplum ve ekonominin eşit
bileşenler olduğu mesajını veriyor ve birbirleri ile olan ilişkilerini
görmemizi engelliyor. Aslında bu mesaj evrensel bazı fizik ve
biyoloji kanunlarının tam anlaşılmadığı ya da görmezden
gelindiğini bize anlatıyor.
Madalyonun diğer tarafına bakacak olursak, ekonominin
toplumun altındaki bir araç olduğunu; toplumun da biyosferin,
yani çevrenin içinde yer alan bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla, vermemiz gereken mesaj bir denge mesajı değil, bir
ilişki mesajıdır. Toplumun çevre ile olan ‘karşılıklı’ ilişkisini,
ekonominin toplum içerisinde üstlendiği rolü ve toplum ile çevre
arasındaki ilişkiyi kavrayamazsak bir otuz yıl daha harcayabiliriz,
ki “gezegensel limitler”15 açısından öyle bir zamanımızın
olmadığını da biliyoruz. Dolayısıyla artık konfor alanlarımızı
tehdit etmeyen dengeli mesajları bir kenara bırakmalı ve gittikçe
karmaşıklaşan toplumsal ve ekonomik sistemlerin yine karmaşık
bir yapı olan doğal sistemler ile olan ilişkisini daha derinden
anlamak için kafa yormalıyız.
Sonuç
Sürdürülebilirlik yolunda anlamlı bir değişimin, yukarıda belirtilen yapıların sistemsel
bir biçimde ele alınması sonucu hayata geçirilebileceğini düşünüyoruz. Dünyadaki
doğal yaşam ne kadar karmaşık ve birbiriyle bağlantılı bir yapıya sahipse, insan ürünü
olan organizasyonlar, şirketler, ekonomiler ve toplumlar da o kadar karmaşık bir
yapıya sahip. Bu yapı anlaşılmadan ya da en azından bu karmaşıklık kabul edilmeden,
birbirinden bağımsız çalışmalar ve çabalarla sürdürülebilir bir toplum yaratma isteği
ancak iyi bir dilek olabilir. Dolayısıyla, izole ya da birbirinden ayrı olarak düşünülen
çözümler, sorunun altında yatan gerçek ve kökleşmiş sorunu/nedeni iyi
anlayamadığımız sürece işe yaramayacak; gerçekleştirilen sürdürülebilirlik çalışmaları
ancak vicdanları rahatlatmaya yarayan uğraşlar olarak kalacaktır. Bu konuda S360
olarak f ikirsel bir liderliğe soyunarak, bu kapsamlı dönüşüme öncülük etmenize
yardımcı olmayı hedef liyoruz. Bu alandaki uzman ekibimizle birlikte sistemik
değişimler ve dönüşümsel liderlik gibi alanlarda rol oynamak, öncülük etmek ve
anlamlı değişimi tetiklemeye yardımcı olmak isterseniz bize ulaşabilirsiniz.
commons
Bu eser Creative
Commons Atıf-Gayriticari
4.0 Uluslararası Lisansı
ile lisanslanmıștır
Kaynaklar ve Açıklamalar
1 / Birleşmiş Milletler’in 1987 tarihli Bizim Ortak Geleceğimiz Raporu’ndan alıntılanmıştır.
2 / Bu tanım ve daha fazlası için, Flourishing (J. Ehrenfeld ve A.J. Hoffman) isimli kitaba bir göz atabilirsiniz.
3 / S360 tarafından yayımlanan Yeşil Badana El Kitabı için tıklayınız.
4 / Daha fazla bilgi için Bob Willard’ın Yedi Sürdürülebilir İş Modeli’ne bakılabilir.
5 / Ribaunt Etkisi olarak da bilinen bu teori, endüstri devrimi zamanında yaşamış bir matematikçi ve iktisatçı olan Jevons
tarafından bulunmuştur ve Jevons İkilemi olarak da anılır. The Coal Question, Stanley W. Jevons, 1865.
6 / Konuyla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip olmak için bağlantıdaki videoyu izleyebilirsiniz.
7 / The Green, Blue and Grey Water Footprint of Farm Animals and Animal Products
http://www.waterfootprint.org/Reports/Report-48-WaterFootprint-AnimalProducts-Vol1.pdf
8 / Ayrıca enerji ancak başka formlara dönüştürülmektedir ve bizim yaptığımız ise çeşitli faaliyetler ile enerjiyi kullanılamaz
formlara dönüştürmektedir.
9 / S. Styring. 2011. Lecture notes on The need for solar fuels - from natural to artificial photosynthesis. Karlskrona
10 / İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı. 2011. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı
11 / Yeşil İktisat. Robin Hahnel. 2014. BGST Yayınları.
12 / Wind Energy Foundation Web Sayfası: http://www.windenergyfoundation.org/about-wind-energy/history
13 / Flourishing. J. Ehrenfeld ve A.J. Hoffman. 2013. Stanford Business Books
14 / Konuyla ilgili farklı görüşler için 2052 ve Hans Rosling’in çalışmaları’na bakabilirsiniz.
15 / Gezegensel Limitler konsepti, Stockholm Resilience Center tarafından yayımlanmış bir çalışmanın ürünüdür.
s360blog.tumblr.com
s360.com.tr
linkedin.com/company/s360
twitter.com/s360news

Benzer belgeler

Yeşil Badana04

Yeşil Badana04 yılında sık uçan müşterilerine özel olarak tamamen ağaçlarla kaplanmış görseller içerisinde çevre dostu geri dönüştürülebilir materyallerden yapılmış bir paket gönderip müşterilerini çevreyi korudu...

Detaylı