de:dürüstlük ve adalet - Dr.Şahin
Transkript
de:dürüstlük ve adalet - Dr.Şahin
DÜRÜSTLÜK Yalan nedir? Gerçek olmayan bir şeyi söyleyerek karşımızdakini inandırmaktır. Birini bile bile yanlış yola sürme, kandırmaktır. Bilgisizliğinden yararlanarak onun zararına kazanç sağlamaktır. Birine verilen sözü tutmamaktır. Bunda her zaman başarılı olunur mu? Hayır. Aldatma, kandırma, yalan, hile gibi durumlar er veya geç ortaya çıkar. Yalan söyleyen bir kimsenin hafızası çok kuvvetli olmalıdır ki bir zaman sonra kendi tuzağına kendi düşmesin. İnsanın başkasına yaptığı kötü davranışlar bir gün kendisine karşı da yapılabilir. Gerçeği neden saklarız? Gerçeği saklamamıza neden olan “korkaklığımız” dır. Korkup yalan söyleyen, yaptığının yanlış olduğunu bilmesine rağmen sağladığı çıkardan vazgeçemez. Örneğin, kopye çekerek aldığı iyi nottan vazgeçemediği için doğruyu söylememekte ısrar eder. Ayrıca arkadaşları ve büyükleri gözünde yalancı duruma düşmemek için yalanı sürdürür. Halbuki yalanı sürdürmek bir kere yalan söylemekten çok daha kötüdür ve insanın karakterini değiştirirken vicdanı da rahat etmez, hep huzursuzluk çeker. Ve yine korkaklığına bir başka sebep de, bağımlı olduğu diğer faktörlerin tesiridir. Örneğin, babasını komşusunun gazetesini alırken gördüğü halde, inkar eder. Oysaki yanlışı yapan babası dahi olsa, cesaret her zaman korkaklığın önüne geçmeli ve doğrudan şaşmamalıyız. Sevgili Çocuklar, bazı büyüklerin adlandırdığı ve sınıflandırdığı gibi az yalan, çok yalan, küçük, büyük yalan, beyaz yalan gibi ayırımlara girmeyiniz. Her şey dürüstlükle açıklandığında hiç kimseyi kırmazsınız. En kolay olan doğruyu söylemektir. Bir tek istisna örnek verilebilir; morale ihtiyacı olan bir hastamıza iyi göründüğünü ve bunu da atlatacağını söyleriz. Bir başkası bize yalan söylediğinde kendimizi nasıl hissederiz? Şaşırırız ve üzülürüz. Bazen korkarız; niye yalan söylüyor diye, bir anlam veremeyebiliriz. Ona olan güvenimiz sarsılır. Kızarız, sinirleniriz. Ona olan sevgimiz bile azalabilir. Arkadaşlığımız eskisi gibi olmaz, vb. Aynı şeyleri karşımızdaki de bizim için düşünür, bunu çok iyi anlayalım. Hangi ülkeden olursanız olun, hangi iklime sahip olursanız olun, ne kadar zengin veya fakir olursanız olun, daima Hakikat’e ve Dürüstlük’e bağlı kalmalısınız. Yaratılışın Temeli, Doğruluk ve Dürüstlüktür. Hakikat’in uygulanması, gerçek dürüstlüktür. (Alıntıdır) KISSADAN HİSSE Nasrettin Hoca 'nın canı bir gün şöyle bol etli bir yahni çeker. Doğruca kasaba gidip bir okka et alır, eve hanımına yahni yapması için tembihleyerek gönderir. Nasreddin Hoca 'nın hanımı Hoca'nın istediği yahniyi pişirirken komşuları sohbete oturmaya gelirler. Nasrettin Hoca 'nın gözü gönlü tok, eli açık olan hanımı komşularına Hoca için pişirdiği yahniyi ikram eder. Sonunda Hoca'nın akşam yemekte afiyetle yemeyi hayal ettiği yahni komşu kadınlar tarafından yenip bitirilir. Akşam olunca yahni hayali ile akşamı zor eden Nasreddin Hoca eve gelir. Hoca sofraya oturur, hanımı sofraya yahni yerine bir tabak bulgur aşı koyar. Umduğunu bulamayan Nasreddin Hoca sinirlenerek hanımından bir açıklama ister. Nasreddin Hoca 'nın karısı gerçeği açıklayamaz. - Eti bizim kedi Tekir yedi, der. Nasrettin Hoca bir hışımla kalkar sofradan ve eline geçirdiği bir sopa ile Tekir'i aramaya başlar. Tekir'i bulur bulmasına ama Tekir bir deri bir kemik. Hoca şaşkınlık içinde Hanımına sorar : - Hatun, yahni yapman için gönderdiğim eti bu bizim kedi Tekir mi yedi ? Nasrettin Hoca'nın karısı da yalanından dönemez ve cevap verir : - Evet Hoca Efendi, o hınzır kedi yedi eti. Bu cevabın üzerine Nasrettin Hoca el terazisini alır ve kediyi tartar. Hoca'nın kedisi Tekir de tam bir okka gelir. Bunun üzerine Nasrettin Hoca hanımına seslenir : - Yahu Hanım, şu gördüğün bizim Tekir ise et nerede ? Yok şayet gördüğüm et ise bizim Tekir nerede ? ADALET 1 . Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe. 2 . Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme: 3 . Bu işi uygulayan, yerine getiren devlet kuruluşları: 4 . Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk: Bir amirin, bir hakimin; memleketi idare için konulan kanun, kaide ve çizilen hudud içinde hareket etmesi. Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme ve yerine getirmede doğruluk. Adalet anlayışı, çeşitli dünya görüşlerine göre değiştiği için, hakkındaki tarifler de çok değişiktir. Adaletin dinimizdeki tarifi, kendi mülkünde olanı kullanmak demektir. Alemlerin bütünü, insanlar, melekler, cinler,bitkiler, cansız varlıklar, gökler, yıldızlar, madde ve mana alemlerinin hepsi, Allahü tealanın aciz, muhtaç mahlukları ve mülküdür. Bunların hepsinin sahibi O’dur. Allahü tealanın işleri içinde adalete uymayan bir şey olmaz. Allahü teala, her memlekette, bulunan kulları için adaleti fazlasıyla yapmıştır. Akıl ve baliğ olmadan ölen Müslüman olmayanların çocuklarını Cehennem'e sokmayacaktır. Akıl ve baliğ, yani evlenecek çağa geldikten sonra İslamı duymadan ölenlere de azab yapılmayacaktır. Bu kişiler, İslam dinini işittikten sonra merak etmez, öğrenmez, inat edip inanmaz ise, o zaman ceza göreceklerdir. Allahü tealanın bütün insanlara peygamber gönderip doğru yola davet etmesi adalettir. Bazı insanları İslam memleketinde yaratması ihsandır. Adalet ile ilgili bazı hadis-i şerifler şunlardır: Adil hükümdarın bir Günü (bir Gün adaletle hükmetmesi) bir adamın kendi kendine altmış sene (nafile) ibadet etmesinden daha hayırlıdır. Üç kimsenin duası reddedilmez. Bunlardan biri de adil devlet adamıdır. Çocuklarınız arasında adaleti gözetin. Adalet güzeldir, amirlerde olursa daha güzeldir. Sosyal adalet: Herkesin çalışması, bilgi ve kabiliyeti, gördüğü işi nisbetinde ve derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi. Sosyal Adalet, en küçük bir iş görene de, hayat hakkı tanımakdır. Çalışan herkesin asgari bir geçim şartına erişmesi, sosyal adaletin ilk şartıdır. Sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışan devlete “Sosyal devlet” denir. Fakat sosyal devlet ile Sosyalist devlet birbirinden tamamen farklıdır. Sosyal adalet, sosyal eşitlik demek değildir. Herkesin aynı gelire sahib olması adalet değil, adaletsizlik olur. Bir sınıfta, çalışan-çalışmayan, bilen-bilmeyen bütün öğrencilerin sınıf geçmesi sosyal adalet değildir. Mutlak eşitlik, ne tabiatta, ne toplulukda, hiçbir yerde yoktur. Hukukta eşitlik, aynı durum ve şartlar içinde bulunan herkesin aynı muameleye tabi tutulması manasındadır. Sosyal bakımdan, hele iktisadi yönden tam bir eşitlik aramak ve istemek, hem gereksiz, hem imkansızdır. Çünkü adalet kavramı ile bağdaştırılamaz. Çalışmak ve kazanmak imkanını herkese aynı şekilde vermek ve mevcudu kelle hesabıyla paylaştırmak değildir. Herkesin çalışmasının karşılığını görmesi hakkını elde edebilmesidir. Sosyal adalet, milli gelirin en uygun şekilde taksimini sağlar. İstismarı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermayenin çok küçük ve belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayat hakkı verir. Sınıf ve zümreler arasında düşmanlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, hal ve istikbal bakımından kendilerini emniyette hissederler. Sosyal adaleti en iyi, en verimli olarak sağlayan din İslam dinidir. İslamiyet, her çalışan insana hakkını verir. Herkesin mülkünü korur. Özel teşebbüse, herkesin dilediği işi yapmasına geniş yer verir. Alın teri ile kazanılan bir kazanca kimseyi karıştırmaz. Kimse kimsenin malına-mülküne el uzatmaz, gasb etmez. Hatta başkasının malını -mülkünü muhafaza etmeği emir eder. Zenginlerin, fakirlere verdiği zekat, öşür, sadakalar hep sosyal yardım olup, ekonomik felaketleri önlemek için emir olunmuş, ilahi tedbirlerdir. (alıntıdır) Bir Adalet Hikâyesi İstanbul’un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkûmları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkûmların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Hazreti Fatih’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti: - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu ispat ediniz. Hazreti Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi… Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar: Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş: - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine mademki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman’a vermiş. Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar: Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek ister; - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler: - Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul’a Hazreti Fatih’in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. Büyük Dini Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi